029 FASHIONMUSICARTDESIGN
JulIAN CASABLANCAS (118)
şubat 2013 ÜCRETSİZDİR
Philip K. Dick (16) Hugh Howey (34) Penny MartIN & GERT JONKERS (38) Yo La Tengo (60) Andrea PHILLIPS (62) Ready To Explode (98) VOILA LES HOMMES! (130)
lastikpabuc.com/xoxo
cover guest julian casablancas photographers mark williams + sara hirakawa
İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@xoxothemag.net Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Editörler Aslı Arduman, Serap Gecü, Gazali Görüryılmaz, Ayşecan İpek, Sedef Kırdök, Aslin Kumdagezer İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Irmak Nur Sunal Fotoğraf Editörleri Sezer Arıcı, Emir Sarısaç Katkıda Bulunanlar Rafet Arslan, Ceylan Atınç, Mahizer Aytaş, Bihter Ayyıldız, Sarp Dakni, Erdi Doğan, Emre Doğan, Güneş Engin, Can Erker, Özge Ersoy, Gülüm Erzincan, Merve Evirgen, Bahar Kongel Fransez, Elif Kamışlı, Hatice Gökçe, Vehbi Görgülü, Nazlı Gürlek, Emre Güven, Abdullah İnal, Özgür İnceoğulları, Selen Kırtıl, Funda Mehter, Cem Mirap, Müjde Metin, Ece Müftüoğlu Narcy, Seda Niğbolu, Özkan Önal, Refik Özcan, Beren Özel, Koray Caner Öztürk, Didem Şenol, Dinçer Şirin, İma Traum, Arda Tümer, Ali Tünay, Erman Ata Uncu, Emre Ünal, Sinem Yıldırım Reklam ilgin@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.
N U R TA N E S İ S K . N O : 3 4 Y I L D I Z B E Ş İ K TA Ş İ stanbul T : + 9 0 2 1 2 2 5 9 0 6 6 9
CONTENTS
INTERVIEW 16... Philip K. Dick 'The Electric Shepherd' 9. Gezegenden Bildiriyor röportaj rafet arslan
18... Derek Woodgate Geleceğe Dönüş Yok! röportaj can erker
COVER
32... Enis Batur
118…Julian Casablancas
Geniş Hayat röportaj ali tünay
MUSIC 60... Yo La Tengo
34... Hugh Howey Wool'un Başarısı, Bilim Kurgu
Aşk ve Şiddet
ve Dahası
yazı beren özel
röportaj aslı arduman
76... Laibach
28... Havaalanında Moda
Kolektif Müzik Hareketi
38... Penny Martin & Gert Jonkers
röportaj vehbi görgülü
Gentle & Fantastic
Modanın Serbest Bölgesi
90... Miguel
FASHION
yazı hatice gökçe
106... It's Black, It's White photographer emre ünal fashion editor mahizer aytaş
130... Voilà Les Hommes hazırlayan müjde metin
röportaj aslı arduman,
Yeni Nesil Romantik röportaj selen kırtıl
styling ceylan atınç
46... Nasan Tur Sistemin İçinde, Sisteme Karşı
98... Ready To Explode hazırlayan gazali görüryılmaz
röportaj elif kamışlı
50... Memet Güreli Make It Home
100... Side Job hazırlayan seda niğbolu
röportaj serap gecü
56... Hale Tenger Tekrar Edilmeyenin Gücü Adına
136... Roger That photographer emre güven
aslin kumdagezer & refik özcan
röportaj özge ersoy
ART & DESIGN 10... Tempelhof Özgürlük Alanı Hava Stadyumu yazı ece müftüoğlu narcy
86... Sürdürülebilir Rio Yemyeşil Ormanlardan Yeşil Tasarıma yazı funda mehter
96... Constantinos Tailotis James Bond Güzellemesi röportaj/yazı dinçer şirin
62... Andrea Phillips Küratörden Ziyade Dramaturg röportaj nazlı gürlek
66... Kevin Wilson Nick Hornby'nin Şaheser Dediği röportaj ima traum
82... Nathalie Colin Shiny Happy Director röportaj cihan şerbetcioğlu
MORE 12... 1932 Matmazel'in Arşivinden Parlak Bir Yıldız yazı ayşecan ipek
22... Mevsimin Getirdiği Palamut ve Bir Fazlası yazı didem şenol
55... The Highest End Elisabeth Ponsolle des Portes & Michel Bernardaud röportaj bihter ayyıldız yazı aslin kumdagezer
75...Nice Yüzlere One Hundred and Counting... yazı özgür inceoğulları
78... Erik Stanton Örümcek Adam'ı Teğet Geçen Fetiş yazı sarp dakni
80... And The Oscar Goes To... Ya Sürpriz Olursa! yazı erman ata uncu
92... Oil Me Up (Before You Go) hazırlayan ayşecan ipek
Galatasaray Üniversitesi, 2010.
FEBRUARY IS JUST ANOTHER MONTH OCAK'TA (VE AĞUSTOS'TA) TATİLDE OLDUĞUMUZDAN MIDIR, YOKSA DERGİDE GÖZÜNÜZE SOKMADAN YAPMAK İSTEDİĞİMİZ DEĞİŞİKLİKLERDEN MİDİR, BU AY ÇOK SAYIDA RÖPORTAJLA KARŞINIZA ÇIKIYORUZ. DÖNEMSEL MERAKLAR BİR YANA, AKIL DURUMLARINI UZUN ZAMANDIR MERAK ETTİĞİMİZ İSİMLERİ DE SAYFALARIMIZDA AĞIRLIYORUZ. YİNE, AMA DAHA DA FAZLA, İNCE ELEYİP SIK DOKUYORUZ, KEYFİNİ SÜRÜNÜZ. ROMANCE AND EXPECTATIONS BİZİ BİLİRSİNİZ... ÖZEL GÜNLERE KARŞI DURUŞUMUZ HEP OLABİLDİĞİNCE TARAFSIZDIR. EŞİMİZİ YA DA SEVGİLİMİZİ SEVERİZ, ANNEMİZİ VE BABAMIZI DA... HAYVANLARI DA SEVERİZ, STK'LAR VE DEVLETLER TARAFINDAN SOSYAL BİLİNCİ KAVURMAK İÇİN YARATILAN DURUMLARI DA. AMA ÜSTÜMÜZDE BASKI HİSSETMEYİ VE KLİŞELERDE BOĞULMAYI SEVMEYİZ. YİNE DE ADETTENDİR DEYİP; SİZE BU AY ROMANS SUNUYORUZ, HEM DE HİÇ DE UMULMAYACAK BİR İSİMLE; JULIAN CASABLANCAS'LA... OKUYUN, BAKIN, HAK VERECEKSİNİZ. FAREWELL SON OLARAK, TÜRK ENTELİJANSİYASININ ACI KAYIPLAR YAŞADIĞI BİR DÖNEMDEYİZ, MALUMUNUZ. GECİKMİŞ OLSA DA, ÇOCUKLUĞUMUZDAN BU YANA BAZEN HAYIFLANMAYLA, BAZEN GIPTAYLA, AMA SIKÇA HAYRANLIKLA BAKTIĞIMIZ İSİMLERE BURADAN BİR KEZ DAHA EL SALLIYORUM. P.S. I LOVE L'UNIVERSITE GALATASARAY
OLGA ŞERBETCİOĞLU
Müzik sizinle daha güzel
BEOLIT 12 A9
A8
EARSET 3i
A9. Sevdiğiniz cihazlardan kablosuz gelen ve en geniş evleri bile dolduracak büyüklükte mükemmel sesler. BEOLIT 12. Dijital cihazlarınız için kablosuz ve taşınabilir müzik sistemi. A8. Yerleşik veya değil, bu tek parça stereo sistemle müzik dijital cihazlarınızdan çıkarak hayat bulur. EARSET 3i. Hareket halindeki insanlar için son derece hafif ve ayarlanabilir mikrofonlu kulaklıklar ve Apple uzaktan kumanda. Tüm ürünlerimizi mağazalarımızda veya BEOPLAY.COM’da bulabilirsiniz. Nişantaşı Showroom Ankara Showroom
0212 240 61 92 0312 437 61 20
B&O PLAY by BANG & OLUFSEN
DESIGN
TEMPELHOF ÖZGÜRLÜK ALANI
Hava Stadyumu
Echoes of Voices in the High Towers, Robert Montgomery, July- October 2012.
yazı ece müftüoğlu narcy
Birçok siyasi rejim -özellikle yeni olanları- iktidarlarını pekiştirmek amacıyla, fiziksel ve duygusal olarak hakim oldukları tüm alanlarda izlerinin görünür olmasını ister. Günümüzde de bunun geçerli olduğu ülkeler ve kentler olduğunu yadsıyamayız. Almanya’nın Nazi dönemine ve kentlerine uzandığımızda ise, sözü edilen bu durumun ne denli doğru olduğunu görürüz. Hitler, mimarinin, onu kullanan kitleler üzerinde nasıl bir ruhsal etki yarattığını çok iyi biliyordu. Bu nedenle, Nazi iktidarının pekiştirilmesinde ve Üçüncü Reich’ın kültürel ve ruhsal anlamda yeniden doğuşunun kurgulanmasında Nazi mimari planları önemli rol oynadı. Berlin bu planların somutlaştığı en önemli kentlerden biriyse, bu kentin de en önemli mimarlık ikonlarından birisi hiç kuşkusuz Tempelhof Havaalanı Kompleksi. Burası aynı zamanda Berlin’in tarihsel her döneminde yeniden tanımlanmış bir sembol değer; bir inovasyon merkezi. Kanatlarını açmış gökyüzünde süzülen bir kartaldan esinlenilerek, dev bir yay gibi kurgulanan hangarlar ve terminal binası, dile kolay, tam 1220 metre uzunluğunda. Bugün, havayolu taşımacılığından olabildiğince yararlanan bizlere son derece olağan gelen; giden yolcu-gelen yolcu-ziyaretçi-kargo-pasaport kontrol-bagaj teslimi-bagaj alımı gibi hizmetler ilk kez bu havaalanında birbirinden ayrılmış, ayrı bölümlerde ayrı hizmetler olarak tanımlanmış. Karayolunu ve raylı sistemi havayolu taşımacılığına eklemleme fikri ilk kez burada uygulanmış. Havaalanı işlevinin yanında, aynı anda 80.000 kişi Üçüncü Reich’in üstün hava gücünü sergileyen gösterileri izleyebilsin diye adeta bir hava stadyumu kurgulanmış ve hiç kuşkusuz tüm kompleks, döneminin sembol değeri olmuş. Malumunuz, 2. Dünya Savaşı’nın ardından SSCB, aralarındaki anlaşmazlık nedeniyle Batılı müttefiklere misilleme yapıp faturayı Berlin’e kesince, kent elektriksiz, susuz, yiyeceksiz kaldı. Ve Soğuk Savaş mitolojisinin efsane olayı, Berlin Hava Koridoru, Tempelhof Havaalanı’nda gerçekleşti. Müttefikler Haziran 1948’den Ekim 1949’a kadar 278.000 uçuşla 2.3 milyon ton kargo taşıyarak Berlinlilere yiyecek, içecek, yakacak taşıdılar. Müttefiklerin SSCB’ye boyun eğmeyerek, Amerikan sektöründe kalan Tempelhof’a inen
uçaklarla gerçekleştirdikleri Berlin Hava Koridoru, havaalanının tarihte özgürlük ve demokrasi sembolü olarak anılmasına yol açtı. Soğuk Savaş dönemi boyunca etkin olarak kullanılan Tempelhof, Berlin duvarının yıkılıp iki Almanya’nın birleşmesi sürecinden sonra giderek önemini yitirmeye başladı. Kapatılmasına referandumla karar verilen havaalanından son uçak 2008 yılında havalandı. Bugün ise Tempelhof yine bir sembol. Adı artık havaalanı değil; Tempelhofer Freiheit, yani Tempelhof Özgürlük Alanı. Berlin Eyaletince yürütülen bu müthiş proje neredeyse 100 yıldır kentin içinde ama kentten kopuk havaalanı kompleksini, kent ve kentliyle bütünleştirme projesi. Berlinlilerin etkin katılımıyla gerçekleştirilen bu kentsel dönüşüm ve yeniden işlevlendirme projesine gıpta ile bakmamak mümkün değil. Projeye göre tüm kompleks; terminal binaları, hangarlar, yönetim binaları ve açık alan tümüyle korundu ve Berlin’i geleceğin kenti yapacak işlevlendirme başlıkları kurgulandı. Yakından bildiğimiz efsanevi Bread & Butter Moda Fuarı, Berlin Müzik Haftası, Berlin Maratonu-Fuarı ve birçok sanat fuarı burada gerçekleştiriliyor. Yaratıcı endüstriler, profesyonel eğitim ve sağlık alanında çalışan şirketlerin komplekste yatırım yapmaları ve özel tasarlanan ofislere yerleşmeleri özendiriliyor. Geçmişte Amerikan subaylarının sosyal tesisi olarak kullanılan 9000 m2’lik yapı, 2013 yılı içerisinde yaratıcı endüstrilere giriş yapmak isteyen gençlere ve yeni şirketlere mekan oluyor. Bir zamanlar sadece havaalanı operasyonları için kullanılan devasa açık alan ise kademeli olarak, yine Berlinlilerin katılımıyla, kentsel park alanına dönüştürülüyor. Bisiklet yolları, doğa gözlem alanları, boş zaman alanları, koşu yolları ile donatılmış bu alanın park peyzajına kavuşması için hummalı bir çalışma sürüyor; geleceğin kentinin “Özgürlük Parkı”, 2017 Uluslararası Hortikültür Fuarı’na hazırlanıyor. Yazının başında iktidarlar görünür olmanın yolunu mimarlıkta bulurlar demiştik; Tempelhof’un geçirdiği aşamalardan sonra; eskiyi ve kentlinin belleğini yok etmeden, kentlinin katılımıyla yeniden kullanıma sunulma konusunda vardığı son nokta takdire değer. Darısı son zamanlarda kentte esen dönüşüm rüzgarlarıyla savrulan biz İstanbulluların başına…
XOXO The Mag
BRAND
1932
Matmazel'in Arşivinden Parlak Bir Yıldız yazı ayşecan ipek fotoğraf chanel sas'ın izniyle
Gabrielle Chanel'in, alışkanlıklarına ne denli sahip çıkan, ne denli titiz bir kadın olduğunu biliyoruz. Okuduğumuz kitaplardan, hakkında seyrettiğimiz filmlerden çıkardığımız başlıca özelliği bu. Numaralardan başlayalım: Doğum gününü bahşettiği No.19; Ernest Beaux'nun göz bebeği, kimilerinin No.5'ten çok daha karmaşık ve iddialı bulduğu, çıkış yılını isim alan No.22; Palace Vendôme'un açık adresi No.18; meşhur sokaktan hediye 31 Rue Cambon; Güney Fransa'da yazlarını geçirmesi için inşa edilen evinin hatrına 28 La Pausa. Şansa inanan her kadın gibi Coco da yıllar boyunca çevresini işaretlerle ve objelerle tütsüledi: Kamelya, aslan başı, C harfi, dört yapraklı yonca ve tabii ki kuyruklu yıldız. İşte Jacques Polge'un yorumladığı, Les Exclusifs serisinin son üyesi 1932 de, Chanel arşivinden ipuçları taşıyor. Sene 1932: Chanel tarafından yaratılan Diamond Jewels sergisi, 7-9 Kasım tarihleri arasında, Matmazel Chanel'in 29, Fauborg Saint-Honoré'deki evinde sergileniyor. Sene 2012: Chanel, Bijoux De Diamants koleksiyonunu yeniden yorumluyor, ortaya 1932 çıkıyor. Elmaslardan oluşan bu muhteşem takım yıldızdan ilham alan Polge, mücevherin büyüsünü parfüm şişesine hapsediyor. Ne de olsa 1932, önemli bir sene. Akışın tersine
kürek çekmekten asla korkmayan Coco, ekonomik krizin ortasında mücevher anlayışını tamamen değiştiriyor. Kadınların üzerlerinde taşıdıkları, zarafetten yoksun bulduğu, banka kasasını andıran ağır mücevherler yerine Champs-Élysées'nin üzerinde parlayan gökyüzünden, yıldızlardan ve aydan esinleniyor. Ve şöyle diyor: "Elmasları seçtim, çünkü küçücük bir hacmin içinde kocaman bir değeri temsil ediyorlar." Kanca, kolye ucu ya da çıt çıt gibi rahatsızlıklara yer vermeyen mücevherler, aynı Matmazel'in boynuna doladığı inciler gibi istenen şekle sokulabiliyor, vücutta almak istedikleri formu kendileri seçiyor. Robert Bresson'ın aynı sene fotoğrafladığı Comet kolyesi, koleksiyonun en nadide parçası. Jacques Polge da kendi kuyruklu yıldızını bulmakta zorlanmıyor ve markanın değerli çiçeği yasemin, bir kere daha sahneye çıkıyor. Şansa bakın ki o da yıldız şeklinde! Chanel'in şans tılsımları ölümsüzlüğünü ilan ediyor. 1932'nin açılışını gevrek armut ve parlak greyfurt eşliğinde yapan yasemin, elmas bir yılan gibi tene sarılıyor ve yapraklarını teker teker aralamaya başlıyor. Hem sıcak hem soğuk bir oyun bu. Zambak, vetiver ve miskle derinleştiğinde ise süedin kıvraklığına ve kürkün yumuşaklığına bürünüyor. Asla kayıp gitmeyecek bir yıldız tozu...
XOXO The Mag
INTERVIEW/WHATEVER
Philip K. Dick
'The Electric Shepherd' 9. Gezegenden Bildiriyor Ölümünden önce beklediği ilgiyi göremeyen, yıldızı sonradan parlayan bahtsız yazarlardandır Philip K. Dick. Günlerinin çoğunu kendi işlettiği plak dükkanında geçirip, arada bir radyoda klasik müzik programı yapmanın dışında sadece yazmakla haşır neşir olduğu zamanlarda, günün birinde adına dernek kuracak kadar ateşli bir hayran kitlesine sahip olacağını, birçok yazara ilham veren kitaplarından senaryolaştırılacak filmlerin gelmiş geçmiş en iyi bilim kurgular arasında yer alacağını nereden bilebilirdi? Bilseydi böyle yazabilir miydi? Aklımızda ona hep sormak istediğimiz sorularla yola çıktık ve telepatik güçlerimizi sonuna kadar kullanıp ulaştık kendisine. O da, standartlarını karşılamayan gerçek dünyayla yollarını ayırışının 21. yılında, biz fanilerin yaşadığı gerçekliğin çok ötesinden, 9. gezegenden yanıtladı sorularımızı. röportaj rafet arslan illüstrasyon sinem yıldırım
Özel bir soruyla başlamak istiyorum; tam 5 kere evlendiniz, kadınlarla ilgili takıntılı bir hevesiniz olduğundan bahsedebilir miyiz? Kadınlar, kadınlar... Sanırım hayatım onları anlamaya çalışmakla geçti. Ama bir playboy’dan çok, doğru kadını ve onunla mutluluğu arayan bir çocuktum hep. Aşk, baskıyla dolu dünyadan bir kaçış olduğu kadar, aynı zamanda o baskıya karşı bir direniş biçimi benim için. Peki, baskıyla dolu bu dünyada sizi en çok korkutan şeyler nelerdir? Hafızanın, zamanın ve gerçekliğin dışarıdan bir müdahale ile değiştirilebilirliği. Bununla birlikte faşizmin beni en çok korkutan şey olduğunu ve herkesin de bu korkuyu duyması gerektiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Bu yüzden Yüksek Şatodaki Adam’dan Albemuth Özgür Radyo’ya kadar birçok romanımda, her an yanı başımızda olan faşizm tehlikesine dikkat çekmeye çalıştım. Korkunun ötesine geçip pişmanlıktan bahsedersek, hayatta en çok pişmanlık duyduğunuz şey ne oldu? Sanırım Polonyalı bilim kurgu yazarı Stanislaw Lem hakkında FBI’a yazdığım mektuptu, en büyük pişmanlığım. O dönem oldukça sıkıntılıydım; gerek üzerimde hissettiğim politik baskı, gerek aldığım aptallaştırıcılar; gerekse de benim 2-3-74 adını verdiğim dış uzayda bizi bekleyen kozmik yapay zeka, Tanrı ya da Valis ile iletişim sağladığım günlerdi. Uzun süredir Sovyetler'in Stalinizm'le bir çeşit faşizme dönüştüğünü düşünüyordum ve yükselen Soğuk Savaş atmosferi bu görüşümü destekliyordu. Lem çok yetenekli bir
bilim kurgu yazarı ve gelişmiş nitelikte bir hümanistti. KGB’nin programladığı bir robot olduğunu iddia etmem, çok hazin bir sonuçtu. Ah, 2-3-74 deneyiminin sizde yarattığı değişimden kısaca bahsetseniz? Yeniden doğmuştum; tamamen taze, yeni bir varlık olarak. Hiçbir zaman sahip olmadığım, cennetten atılış sonrası kaybolup gitmiş, mahrum bırakılmış yetenek ve görevlerle birlikte yeniden doğmuştum. Anlaşıldı, tamam. Sizce yapıtlarınızın ana temaları nelerdir? Yazar, yazının kaleminden doğal bir içgüdü ile aktığına inanır ve yazma işlemi, ilhamlarının tetiklediği yeteneğinin doğal bir sonucudur. Tam burada ondan kendini kategorize etmesini istemek zaman ve uzay mekanizmalarının, öznel bir esas yapının uygulanmasını gerektirir. Aksi takdirde canlı algı sistemleri tarafından oluşturulan organizasyon, görece durağan bir ortamda kaotik bir hal alacaktır. Bu minvalde sanırım yazılarımı sekiz ana başlıkta toparlayabilir ve bahsi geçen kaosa mahal vermeden şöyle sıralayabilirim: *Kaos, entropi, belirsizlik ilkesi. *Gerçek, gerçeklik, öznel gerçeklik, sahte gerçeklik, sanal gerçeklik, hipergerçeklik, simülasyon evreni. *Zaman, doğrusal zaman, döngüsel zaman, zaman kırılmaları, I Ching, alternatif ya da öznel tarihler, paralel evrenler. *İnsan, makine, robot, android/yaşam, yeniden üretim, yarı yaşam, ölüm/diriliş. *Rüya, arketipler, reel gerçeklik algısının yanıltıcı etkileri,
XOXO The Mag
Kendinizi en iyi ifade ettiğiniz romanınız hangisi oldu o halde? Ubik, kesinlikle Ubik derim. Ubik; evren, insan, gerçeklik ve büyük öteki hakkında düşüncelerimin en estetik yorumudur.
aptallaştırıcların yeni algısal etkileri. *Akıl, şüphe, akıl dışı, hafıza, hatıra, yapay hatıra, manipülasyon, şizofrenik ya da paranoid evrenler. *Teoloji, Ezoterizm, Gnostisizm, Kabala, ilksel Hristiyanlık, Brahmancılık ve Sufizm. *Özgürlük, faşizm, Big Brother, polis devleti, sivil itaatsizlik ve ruhsal direniş.
Kitaplardan beyazperdeye geçelim; kısa öykü ve romanlarınız sürekli senaryolaştırılıp, sinemaya uyarlanır hale geldi ve birçoğu geniş bir popülerlik elde etti. Siz bu filmlerden memnun musunuz? Hollywood dev bir organizasyondu ve sanırım hala öyledir. Yönetmenler sadece öykülerimden uyarladıkları senaryoları filme çekiyorlar. Ama her şeye karşın fikirlerim bu filmlere sızıyorsa -ki sızıyordur; bu beni mutlu eder. Örneğin, duydum ki Blade Runner hüzünle dolu, güzel bir film olmuş.
Yazınızı tetikleyen etkenlerden bahsetmişken, saydıklarınız arasında ilaçların yeni algısal etkileri de vardı, kitaplarınızda uyuşturucu taraftarı bir duruş olduğunu kabul ediyor musunuz? Kitaplarımda uyuşturucu taraftarı bir duruş hiçbir zaman olmadı. Uyuşturucu ve uyuşturucu kullanımı hakkında yazdım, ama bu uyuşturucu taraftarı olduğum anlamına gelmez.
Şu an sizinle bu söyleşiyi nereden yapıyoruz? Tüm hayatım borçlanmak, borç ya da nafaka ödemek ve ulusal vergi memurlarından kaçma çabasıyla geçti. Faturayı ödeyemediğim için elektrik, su, doğal gazımın kesildiği dönemler oldu... Şimdi tüm bu maddi dünyanın ötesinde huzurluyum. 9. gezegen olarak bilinen Pleroma’dan size bildiriyorum. Eksik, kusurlu bir marangozun bizi attığı dünyadan soyutlanıp, anaya dönmüş olmak beni mutlu ediyor. Burada Valis ile bir’im, Valis’im...
Siz bilmezsiniz belki ama, Cyberpunk’ın babası olarak anılıyorsunuz... Ben ucuz roman külliyatından oldukça beslenmiş bir yazarım. Özellikle “noir” tarzı polisiyenin atmosferini şimdiki gelecekten ileri doğru genişletme fikri ilgimi çekti. Sefalet, yıkım, kalabalık, baskı ve tedirginlikle dolu geleceğin kentlerine dair kurgularımı genelde hızlı, vurucu ve akışkan bir dille beslemeye çalıştım. Politik, felsefi ya da ezoterik kavramlarımı, 20. yüzyıl okuruna götürmek için en olası yol buydu sanırım; ki asıl anlatmak istediğim şey, her türlü zaafıyla birlikte her zaman için insandır. 80’lerin başında o çocuklara bir idol gerekiyordu sadece ve beni seçtiler. Olur böyle şeyler.
Son olarak ne söylemek istersiniz? Bir yazarı kolay yenemezsiniz. Eğer onu yakmak istiyorsanız, ölmüş olduğuna emin olun. Çünkü yaşıyorsa; kesin konuşacaktır. 17
INTERVIEW/WHATEVER
DEREK WOODGATE
Geleceğe Dönüş Yok!
The Futures Lab kurucusu ve World Future Society konuşmacılarından Derek Woodgate ''Benim rolüm geleceği bilmek değil, yaratmak.'' diyor. O bir fütürist, yani kendi deyimiyle bir 'konsept mühendisi' ve profesyonel olarak ticari işletmelere ve kurumlara geleceğe dair danışmanlık veriyor. Diğer bir deyişle geleceği izlemekle yetinmeyip bir parçası olmayı tercih eden, bütün iyimserliğiyle hayalindeki geleceğe ulaşabilmek ve değişimin bir parçası olmak için fütüristliğe soyunan Derek, insan ve geleceğe dair sorularımızı cevapladı. röportaj can erker fotoğraf derek woodgate'in izniyle
XOXO The Mag
Kitabınızda progresif kültürden sıkça bahsediyorsunuz. Kültürü progresif yapan nedir? Bu deyimi, söz konusu akımı 80’lerde alternatif veya uçta olarak adlandırılan genel algıdan ayrıştırmak için bulmuştum; bana göre progresif kültür, yalnızca değişik olmak adına genel görüşün dışına çıkan birçok diğer örnekten ayrışıyordu. Adından da anlaşılacağı gibi, bu akımın temelinde belirgin bir ileriye taşıma amacıyla birlikte, alışılagelmemiş konseptler üzerinde deneysel çalışmalar yapmak, beklenmedik ve hatta olanaksız fikirleri benimseyebilmek yatıyordu. Progresif kültür, aslında uç ve alternatif konseptlerini de içeren oldukça geniş bir kavram. Günümüzde de bahsettiğimiz bu akıcı ve dinamik hayat tarzını birçok düşünce ve tarzın bir araya geldiği bir yeniden karışıma benzetiyorum aslında. Dadaizm ve, adını Latince flux -akıcılık- sözcüğünden alan, Fluxus akımı bu düşünce tarzının iyi örnekleri. Bu anlayışa bir yandan da Cyberpunk'ı dahil edersek, Avatar'ın yönetmeni James Cameron'ı da progresif kültürün bir parçası olarak düşünebiliriz. Ayrıca İngiliz sanatçı Stanza'nın işlerinden de bahsetmek gerekir. Stanza’nın, sanat, teknoloji ve bilimin sınırlarını aşarak yeni estetik bakış açılarını, tecrübeleri ve daha önceden düşünülmemiş konseptleri kesiştirdiğini, böylelikle ilericiliği amaçsızlıktan ayırdığını düşünüyorum. New York'ta yaşayan Japon violinist Mari Kimura'nın keşfettiği, sensörlü eldiven kullanılarak ulaşılabilen keman altarmonisi de yine iyi bir örnek. Progresif kültür kısaca, bunlar gibi tamamen spesifik dinamiklerin toplumsal düzeyde ele alındığı akımı tanımlıyor.
dersiniz? Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle gelecekteki insan kavramının ne olduğu üzerine düşünmeliyiz. İnsan ve doğasını, bireyselliğin ötesinde diğerleriyle bir ilişki içerisinde de ele almak gerekiyor. Mesela gelecek on yıl içerisinde, gerek iş amaçlı gerekse zevk için olsun, birçok sanal insanla temas halinde olacağımızı söyleyebilirim. Aynı şekilde, sanal olarak güçlendirilmiş birçok insanın dijital uzantılarını kullanarak bizimle iletişime geçeceği, bizim de kendi 'cyborg' bedenlerimizden cevap verebileceğimiz bir yaşam oldukça muhtemel. Eğlence sektörü, reklamcılık ve medya gibi alanların erkenden sahiplendiği çoklu-duyumsal, deneyimsel örnekleri halihazırda görebiliriz. Son yıllardaki gelişmeler ışığında, güçlendirme örneklerinin faydalarının daha iyi anlaşılması ve kolay kullanılabilir hale gelmeleriyle, insan modifikasyonunun hayatımızın bütün alanlarında yer almaya başlayacağı artık dünya çapında kabul gören bir öngörü. Bu bağlamda, teknolojik gelişmelerle birlikte daha uzun ömürlü, daha az hasta olan, fiziksel ve zihinsel açıdan daha üstün insanlar aslında çok da uzak değil. Bu durumda, beni endişelendiren konulardan biri de sahip olanlar ve olmayanlar arasındaki ayrımın daha da belirgin hale gelme ihtimali. Şu anda bebeklik çağında olan transhümanizme ve 3. aşama robotik bilimine genetik manipülasyonu da eklediğimiz zaman, bir elimizde muhteşem bir ilerleme varken diğer elimizde ne yazık ki sınıflar arasındaki farklılıklar gibi problemler kalıyor. Her ne kadar söylediğim gibi güzel bir geleceğe inanıyor olsam da, trajediler de her zaman bu geleceğin bir parçası olacak.
Modern kuşaklar bilim ve teknoloji alanında birçok değişikliğe şahit oldu. İnternet ve sosyal medya sayesinde, önceye kıyasla çok daha hızlı adımlarla atalarımızdan farklılaştığımızı söyleyebiliriz. Verdiğiniz örnekler üzerinden gidersek, bu durumun bireyler için ne ifade ettiğini söyleyebilirsiniz? Geçmiş yıllarda hızlıca cereyan eden toplumsal değişikliklerin; insanlar arasında sürekli hale gelen bağlantının, sanal ve gerçek dünyaların melezlenmesinin hayatlarımızdaki etkileri gün geçtikçe daha belirgin hale geliyor. Artık oldukça genişleyen yaratma, paylaşma ve iş birliği yapma imkanlarının zaman ve uzay algımızda neden olduğu farklılaşmanın yanında insanların kimlik, aitlik, arkadaşlık gibi konseptleri yeniden tanımladıkları ve yeni bir toplumsal düzende yaşadıklarını söyleyebiliriz. The Lever of Riches kitabında Joel Mokyr bu durumu şu şekilde özetliyor: ''Farklı yaşamlar yaşıyor ve farklı yaşam tarzlarının peşinden koşuyoruz, çünkü kendimizi yeni bir çeşit insan olarak görüyoruz.'' 2004 yılında, Maslow'un 50 yıl önce ortaya koyduğu ihtiyaçlar hiyerarşisi teoremini yeniden tanımlamak için çalışıyordum. Günümüzde bireylerin bütün dünya ile sentetik varlıklar/avatarlar olarak bağlantı kurabiliyor olmasının, Maslow üçgeninde yer alan 'kendini gerçekleştirme' (self-actualisation) basamağını geçersiz, en azından yetersiz kıldığını düşünüyordum. Bundan yola çıkarak 'kendini genişletme' (self-extension) olarak adlandırdığım bir konsept üzerinde çalışmaya başladım. Kendini genişletmek, çağdaş bireylerin, içlerindeki farklı karakterlerin isteklerini daha iyi anlaması ve bu farkındalığı daha derin bir öz farkındalık seviyesine taşıyarak modern bir karakter oluşturması olarak tanımlanabilir. Kulağa oldukça soyut bir kavram gibi gelmesine rağmen, gün geçtikçe daha da geniş imkanlar sunan genetik; duygu modelleme sistemleri ve fMRI gibi nörolojik gelişmeler ışığında eğlence ve medya endüstrilerinde yeni bir tüketici anlayışının merkezinde yer alıyor.
Mark Twain'in ''Tarih kendini tekrar etmez ama kafiye yapar.'' sözünü biliyorsunuzdur. Gelecekte nelerin bu kafiyeye uyacağını söyleyebilirsiniz? Size Mark Twain'in daha az bilinen bir sözüyle karşılık vereceğim ben de: ''Geleceğe dönüş yok.'' Bildiklerimiz, tecrübelerimiz ve geleceğe dair bütün planlarımız... Twain, bunların hiçbirinin geleceğe rehberlik etmeye yetmeyeceğini söylüyor aslında. Bana göre, gelecek, lineer olmayan kesintili bir değişimi takip ediyor. İnternet icat edilmeden önceki günlerinizle bugünleri karşılaştırdığınızda ne demek istediğimi anlayabilirsiniz. Gelecek yıllarda da hayatlarımızdaki en görünür değişikliğin nanoteknolojinin hayatlarımıza girmesiyle gerçekleşeceğini söyleyebilirim. Dünyayı farklı yollarda tecrübe etmemize olanak sağlayacak nanoteknoloji, transhümanizm ve Ray Kurzweil tarafından ün kazandırılan 'Tekillik' gibi konseptlerle bizi yüz yüze tanışık hale getirecek. Konuyu jeopolitik açıdan ele almamız gerekirse; kültürel çarpışmalar ve savaşlar, özellikle Balkanlar gibi bölgelerde, peşimizi bırakmayacak gibi gözüküyor. George Friedman, 21. yüzyılı altın yıllar olarak tarif ettiği 'Gelecek 100 Yıl' adlı kitabında, önümüzdeki yüzyılda büyük güçlerde büyük değişiklikler olacağını öngörüyor. Amerika, Çin, Japonya, Polonya ve hatta Türkiye'nin de gerçekleşecek uzay savaşlarında yer alacağını söylüyor. Eğer Friedman'a inanmayı seçersek görünen o ki insanoğlu hiçbir zaman ilkel doğasının ötesine geçemeyecek. Bense daha pozitif bir gelecekten yana olduğumu itiraf etmeliyim; küresel düzeyde iş birliği yapılan, örneğin uzaydan alınan öz kaynak ve enerjinin dünyanın ortak yararına, bir ülke veya koalisyondan bağımsız bir şekilde kullanılacağı bir gelecek düşünüyorum. Biraz teknolojik gelişmelerin dışına çıkmak gerekirse, daha önceden Orlan'dan ve kültür üzerinde bıraktığı etkiden bahsettiğinizi biliyorum. Daha subjektif olan sanat, estetik ve etik gibi kavramların geleceğinde kimler veya neler rol oynuyor? Günümüzden benzer birkaç örnek verebilir misiniz? Orlan'ın yakın geçmişteki önemli ve iz bırakan sanatçılardan biri olduğunu düşünüyorum ve bahsettiğim ilerici kültüre güzel bir örnek teşkil ediyor. Yalnızca sanatsal ifade şekliyle değil, ama o
Günümüzde internet ve sosyal medyadan bahsetmek artık eski moda olarak görülüyor. Birçok yeni yüzüyle şu anda bile hayatlarımızın her köşesinde yer alan teknolojinin gelecekte insan doğası üzerinde ne gibi etkileri olacak 19
zamanlar -hatta şimdi bile- alışılagelmişin dışındaki bakış açısı, insan vücudunu kişisel bir yazılım olarak görmesiyle de büyük bir adım atmıştı. Bugünlerde Natasha Vita More ve transhümanizm üzerine çalışmalarını oldukça etkileyici buluyorum. Eduardo Kac ve Adam Zaretsky'nin 'telepresence' ve 'bio-art' işlerini de tavsiye ederim. Konu hakkında daha fazla araştırma yapmak isteyenler için Natascha Sadr Haghighian'ın bulut-bilgisayar çağındaki ahlak araştırmalarını ve Beryl Graham ve Sarah Cook'un Art After New Media kitabını öneririm.
de çocuklar için eğitim ve gıda yardım programları yapılıyor. Bu düşünce tarzının taşıdığı toplumsal bakış açısı, kapitalizmin birey pahasına toplumu yok saydığı düzene karşılık olarak ortaya çıkıyor. Gelişmiş ülkeler daha fazla mala daha ucuza sahip olmakta ısrarcı olmaya devam ederlerse, 3. Dünya Ülkelerindeki ucuz iş gücü, uluslararası ücret dengesizliği ve bundan kaynaklı pek çok sosyal ve ekonomik sorun içinden çıkılamaz bir hal alacak. Ne acıdır ki; yoksul sayılan ülkelerde atılacak her bir ileri adım endüstriyel ülkelerde geri adım anlamına geliyor.
Değişimin herkesi korkuttuğu bir gerçek. Değişimden uykusu en çok kaçanların ise fütüristlerin en büyük işverenleri, yani ticari işletmeler olması bir tesadüf değil. Bir fütürizm danışmanı olarak ticari işletmelere neler öneriyorsunuz? Fütüristik bir bakış açısıyla ticari girişimlerin uyumlu iş modelleri üzerine kurulması gerektiğini söyleyebilirim. 1960'ta Amerika’daki en büyük ilk on firmaya bakarsanız, günümüzde yalnızca birkaç tanesinin hayatta kalabildiğini görürsünüz; bunlardan birisi de General Electric'tir. GE, inişli çıkışlı tarihinde her zaman geleceğe dair planlama ve uyum sağlamaya çalışan bir firma olarak vaziyetini koruyabilirken, Microsoft, Kodak gibi zamanının en güçlü ticari işletmelerinin ne kadar güç kaybettiğini görebiliyoruz. Bana göre, ticari işletmelerin, kısa ve orta vadeli planlarının yanında, endüstriye dair 7-10 yıllık fütüristik tahmin ve stratejiler de yürütmeleri gerekiyor. İlk çıktıklarında muhteşem birer buluş gibi görülen, tüketiciler tarafından delice sevilen ama şimdi esamesi bile okunmayan yüzlerce marka ve teknolojik girişim bu durumun bir kanıtı. Alıştığımız iş modelleri de hem işveren hem de iş gücü piyasası için gelecekte daha farklı gözüküyor: Araştırmalara göre 2020'de tipik bir ticari işletme çalışanlarının yalnızca %50'si kadrolu olacak. Geriye kalan %50'nin %20'si ihtiyaç halinde kullanılacak kontratlı çalışanlar, %15'i uzaktan destek veren uzmanlar olarak görev yapacak ve kalanı da danışman olarak ticari işletmelere dışarıdan katkıda bulunacaklar. Tabii bu yüzdeler, avatarları ve günümüzde bile üretim iş gücünde azımsanamayacak yeri olan robotları hesaba katmadan yapılmış tahminler. Her açıdan sürdürülebilir bir geleceğe ulaşabilmek için stratejik planlamayı göz ardı etmeden uyum sağlayabilecek, esnek ticari platformlar kurmak da bu bağlamdaki çalışma alanlarımdan bir tanesi.
Diğer yandan, Peter Kruger ''Geleceği tahmin etmenin en iyi yolu onu yaratmaktır.'' der. Fütürizmin bu noktada oynadığı rolden bahsedebilir misiniz? Peter Kruger'ın bu sözünü sık sık tekrar ederim, ama bir eklemeyle: ''Bu sayede korktuğumuza değil, istediğimiz geleceğe ulaşırız.'' Elbette geleceği bırakın yaratmak, tahmin etmek bile birçok karmaşık süreç içeriyor. Danışmanlık şirketimiz The Futures Lab'de altı adımlı, kesintili değişim prensibine dayanan, muhtemel engelleri ve Joker etkenleri hesaba katan bir model kullanıyoruz. Bu model, hayal gücü, yaratıcılık, disiplin ve yoğun araştırmanın geleceğe dair iyimser bir bakış açısıyla harmanlanmasını içeriyor. Ayrıca günümüz şartlarının neye yol açacağını yalnızca gözlemlemekten ziyade, tercih edilen gelecek vizyonuyla hareket ediyoruz. Bu konuda kendimden bir alıntı yapmak isterim: ''Bir DJ gibi düşün.'' Yani; geleceğe dair tahminlerimiz farklı düşünce tarzlarının yeni alanlara uygulanmasını temel alıyor.
Dünya Bankası Başkanı Jim Kim bir konuşmasında yoksulluğun olmadığı bir gelecek için çalıştıklarını söyledi. Böyle bir geleceğe ulaşmak için neler yapılıyor? Daha da önemlisi, neler yapılmalı? Yoksulluğa karşı verilen savaşı, hem mikro hem de makro düzeyde zengin ve fakir arasındaki uçurumun giderek genişlediği çağımızda, oldukça yüce bir görev olarak görüyorum. Böylesine büyük ve önemli bir görevin başarıyla tamamlanabilmesi adına öncelikle yoksulluğun hangi boyutuyla başa çıkılacağının belirlenmesi elzem. 46 milyon Amerikalının yoksulluk sınırının altında olduğu, dünya çapında her gün 25 bin kişinin açlıktan veya açlıkla ilgili sebeplerden dolayı hayatını kaybettiği çağımızda, yoksulluk birçok şekilde ele alınabilir. Açlık örneğin, 22 gelişmiş ülkenin bir araya gelerek milli gelirlerinin %0.7'sini bağışladıkları küresel programın çözmeye çalıştığı öncelikli sorunlardan bir tanesi. Bu program yıllık olarak Dünya Bankası'nın belirlediği yeterli meblağı, 195 milyon dolarlık bir fonu oluşturuyor. Tabii bir de hastalık, savaşlar, hızlı nüfus artışı, kuraklık gibi pek çok sorun var. Sorunları bildiğimizi düşünüyoruz, değil mi? Bana göre, kapitalizm, durumu vahim neoliberalist politikaları devam ettirdiği sürece birçok ekonomik çöküş, sahte yeşil ürünler ve toplumsal sorunlar peşimizi bırakmayacaktır. Mesela yetişkinler için iş karşılığı gıda gibi programlar yoksulluğun hakim olduğu toplumlarda azımsanamayacak derecede faydalı oluyor. Eğitimin yoksulluktan bir çıkış yolu olduğu düşüncesiyle
O halde, bu durum bireyler için neler ifade ediyor? Geleceği yalnızca izlemektense bir parçası olmak isteyenlere tavsiyem, öncelikle onları harekete geçiren sorunun ne olduklarını bulmaları. Daha sonra yerel kurum ve kuruluşlara üye olarak bu kurumlarda aktif rol almak, internet üzerinden güncel tartışmaları takip etmek gibi, aslında çok da zahmetli olmayan yollarla birey kendi geleceği üzerinde söz sahibi olabiliyor. Kendi adıma toplumsal değişimin bir parçası olmak için fütürist olduğumu söyleyebilirim. Ayrıca, inandığım değer ve erdemler için çalışıyorum, Londra gösterileri, Paris'teki olaylar ve en son Occupy hareketinde aktif rol oynadım. Son olarak, önceki düşünceleri toparlamak adına, gelecekteki insan için bütün bunların nasıl bir araya geleceğini düşünüyorsunuz? Bir iyimser olduğumu pek çok kez belirtmeme rağmen bu oldukça büyük ve üzücü bir soru. Gelecek bize birçok imkan sunarken muhtemel tehlikeleri de göz ardı etmemek gerekiyor; yakında çıkacak olan Future Flow kitabımda bu konuyu ayrıntılı olarak ele alıyorum. Kısaca bahsetmek gerekirse; bilim-teknik ve tıp alanlarında geliştirilen hem önleyici hem de yenilikçi inanılmaz teknolojiler var. Mesela, nanoteknoloji sayesinde dünyamızı insanlar için çok daha güvenli ve sürdürülebilir hale getirebileceğiz, genetik ve psikolojik araştırmalar ise gerçekten kim olduğumuzu anlamamıza, süregelen zaman ve uzay ekseninde kendimizi geliştirerek potansiyelimize ulaşmamıza ve hatta onu geçmemize olanak tanıyor. İnternetin birleştirdiği sınırsız paylaşım ve iş birliği dünyası ise sosyal bilincimizi geliştirerek modern bir topluma geçişi mümkün kılıyor. Hayatın her alanında gerçekleşecek bu büyük değişimlerin, dünyayı, kendimizi ve başkalarını nasıl gördüğümüzü temelinden değiştireceği açık. Gelecekte sabırsızlıkla beklediğim birçok şey olmasına rağmen, aklımın bir köşesini yükselişte olan muhafazakar hareket ve geleceğimiz için taşıdığı tehlikeler kurcalıyor. Bu durum da bana, ne olursa olsun, hayal ettiğimiz insanlığa ulaşabilmek için inandığımız şeyden vazgeçmememiz gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor. Kapanışı Stephen Knapp'tan bir alıntıyla yapmak istiyorum: ''Geleceği yaratan düşüncelerimizdir.''
XOXO The Mag
FOOD
Mevsİmİn getİrdİğİ
Palamut ve Bir Fazlası yazı didem şenol fotoğraflar orhan cem çetin
Bu sene Kasım ayının başlarından itibaren uzun senelerdir görmediğimiz bir palamut bolluğu vardı. Çocukluğumun alışkanlığı, palamutu takoz kesip kızarmış yemekti. Nitekim, uzun seneler, bu siyah etli balıkla yıldızlarımız hiçbir şekilde tam barışmadı. Eti sıkı bir balık olan palamutu tüm sevme denemelerim, pişip tıkız bir hal alınca suya düştü. Lakerda fikri beni ne kadar heyecanlandırıyorsa, kızarmış palamut fikri de bir o kadar palamuttan uzaklaştırır oldu. Hal böyle olunca, bu sene palamutun tüm balıkçı tezgahlarını kapladığı dönemlerde, çok pişirip etinin sıkı bir hal almasına sebep olmaktansa, etinin çiğken sahip olduğu o kremamsı dokusunu muhafaza edebileceğim yemekler düşünmeye başladım. Önce menüye narlı ceviz salsalı marine palamut koydum. Balığı fileto çıkardıktan sonra uzunlamasına iki bütün parçaya ayırıp kemik kısmından kurtuldum. Çıkan löp parçaya biraz deniz tuzu ve taze çekilmiş karabiber ekleyip elma sirkesi, ceviz, nar ve taze kişnişle hazırladığım salsayı üstüne gezdirdim. Yemeden üstüne erken hasat yeşil zeytinyağı koyup ekşi mayalı ekmekle servis ettim. Balığın dokusuyla cevizin kıtırlığının ve hafif acısının, kişnişin tazeliğinin ve narın ekşiliğinin iyi bir denge oluşturduğunu düşünüyorum. Elma sirkesi bence bu tabaktaki sivriliği artırıp lezzeti bir adım yukarı
taşıyor. Tüm bu denge unsurları balığın yumuşak dokusu ve ağır olmayan lezzetiyle birleşince ortaya beni müthiş mutlu eden bir tabak çıktı. Palamutlar Kasım sonu-Aralık başı gibi yağlanmaya başladı. İşte bu noktada, içini sulu bırakarak ızgarasını yapmaya başladım. Bu tarz balıkları ızgaradan aldıktan sonra marine etmek keyifli oluyor. Taze zencefil, sarımsak ve zeytinyağı ile balıkların üstünü fırçalayıp, bodrum mandalinalı taze otlu buğday tabule ile servis ettim. Öğle menüsüne kök sebzeli ve defneli pilakisini koydum. Kısacası menüde palamutu bir-iki ay boyunca baş tacı ettim. Palamuttan fazlası 'Torİk' Tam palamutla vedalaşmak üzereyken, akşam servisimizin sorumlusu Müdahir'in periyodik Kumkapı Balık Hali ziyaretlerinin birinden kasa kasa torik ve altı kiloluk kofana ile dönmesiyle palamutla bu seneki ilişkimiz yeni ve uzun soluklu bir hal aldı. Tüm çocukluğum mutfak masasının arkasından dedemin tuzladığı balıkları seyretmekle geçti. Bu kocaman balıkları büyük parçalara ayırıp avuçladığı iri tuzlarla sıvar, sonra da büyük bir cam kavanoza birbirine yapışık bir şekilde bastıra bastıra dizerdi. Uzun uzun
XOXO The Mag
Soğanları piyazlık doğruyorum, patateslerin, havuçların, kerevizlerin kabuğunu soyup ufak küpler halinde doğradıktan sonra malzemeyi geniş bir tencerede zeytinyağı ile soteliyorum. Daha sonra beyaz şarabı ilave edip çektiriyorum. Sıcak suyu, tuzunu, karabiberini ve defne yaprağını da ilave edip yaklaşık 10 dakika pişiriyorum. Temizlenmiş palamutları 1 parmak kalınlığında halkalar halinde kesiyorum. Daha sonra pilaki sosunun içine ilave edip yaklaşık 10 dakika pişiriyorum. Balıklar piştikten sonra soğuk tereyağını sıcak sosa yedirip sosu bağlıyorum. Yanında ızgara ekmek ile servis ediyorum. Eğer soğuk servis edeceksem tereyağı kısmını atlar, tuz aşamasında bir tutam da şeker eklerim. Ocaktan aldıktan sonra erken hasat zeytinyağı gezdiririm.
bakıp “Bu kadar tuz da fazla değil mi?” diye kafamın üstünde soru baloncukları oluştuğunu hatırlıyorum. Hayır, niye pişirmiyor da tuzluyordu ki? İşte şimdi dedemin yirmi-otuz sene önce yaptığı lakerdayı yapma sırası bana gelmişti ve böylelikle ufak mutfağımız torikler tarafından istila edildi. İki günlük çalışma sonrası balıklar tuza yattı. Sıra geldi iki hafta sabırla beklemeye… Beklediğimize de fazlasıyla değdi, zira çıkan sonuç harikaydı! Böylece akşam menüsüne lakerda ve kuru bakla ezmesi koyduk. Kerevİzlİ Palamut Pİlakİ 2 adet 700 gr'lık palamut 2 adet orta boy kuru soğan 3 adet orta boy patates 4 adet orta boy havuç 1 adet büyüğünden kereviz 50 ml zeytinyağı 150 ml beyaz şarap 100 ml sıcak su 10 gr tuz 1 adet defne yaprağı 30 gr tereyağı(opsiyonel)
Sonuç olarak, mutfağın ve menünün yaşıyor olması çok keyifli. Monotonluk bence hayattaki her şeyi bir noktada değersizleştiriyor. İşi, hayatın akışıyla bir tutmak ve onun da bir dinamiği olması hem mutfakta geçen anları hem de misafirle paylaşılanı daha değerli kılıyor. Bugün palamut, yarın yassı kadayıf, bir sonraki gün kuzu kokoreç; önemli olan tabağa ne koyduğumuzdan çok malzemeye bakış açısı ve onunla hayal kurmanın keyfi. 23
Keep your judgement pure. Drink responsibly.
Advertorial
BEAUTY
Après-Sex
Sevginin Gücüyle Kızaran Yanaklar
Portrait of Archduchess Maria Antonia of Austria, Martin van Meytens, oil on canvas, circa 1767-1768.
yazı ayşecan ipek
Başlığımı mazur görünüz, zira soğuk kış aylarıyla ilgili tek avuntum, 'kırmızı yanak' sendromu. Aynı Heidi gibi, Semiha Berksoy gibi, Michael Kors'un elma yanaklı modelleri gibi ben de bu sendroma yakalanmak istiyorum. NARS'ın Orgasm allığının dore tonları içeren bir şeftali rengi ve pembe arasında gidip gelmesi hep sinirime dokunmuştur. Öte yandan Lovejoy, ismini aşkın (ehem, yani seksin) getirdiği mutluluktan alan bir kırmızıdır. Kızarmış yanaklara giden yol ise ya 'après-sex'ten ya da 'après-ski'den geçer. Son yıllarda çıkardığı en iddialı koleksiyonla başımızı döndüren M.A.C'e göre 'Après-Chic'ten de geçiyor. Kış güneşini yüzümüze dik açıyla vurduran, 'pırıltı' ve 'mineral' kelimelerine yeni anlamlar yükleyen koleksiyondaki Winter Pursuit Mineralize Eye Shadow'u allık olarak kullanmamak elde mi? Semiha Berksoy'a tüm saygımla, yanağımda çapı rahatlıkla hesaplanabilen iki kırmızı daire taşımak için çok genç ve çok korkağım. Gözüm daha normal bir şeylerde. Dijital dünyada da kendisini kanıtlayan ünlü makyöz Lisa Eldridge'in önerisi sıvı allık. Benefit Benetint, aklıma ilk gelen ürün. Markanın aynı bir vakit sıvı allıkta olduğu gibi krem stick'te de devrim yaratan bombası Fine One One, kırmızıdan ziyade pembeye doğru kaysa da iştah kabartanlardan. Sıvı allıkla ilgili üç önemli kuralı hatırlatmanın tam zamanıdır: Asla pudra üzerine sürmeyin, her zaman fırça yardımıyla sınırlarını yok ettiğinizden ve yüze iyice dağıttığınızdan emin olun, fazlasını toz pudrayla alabileceğinizi unutmayın (panik olmayın). Tarte Cheek Stain Tickled, roll-on formuna rağmen sıvı
görünümünde. Bendeniz krem allıkları çok daha güvenli ve etkili bulduğumdan 'top 3' listemi şu şekilde sunacağım: 1) Make Up For Ever High Definition Blush Caught In The Act 2)Bobbi Brown Pot Rouge Raspberry 3)Becca Beach Tint Papaya. Chanel, iddialı allık serisi Powder Blush'ın 71 numarası Malice ile, 'kırmızı yanaklar kötü işler peşinde' diyor adeta. Markanın 79 numarası Rouge da makyaj masamın rütbe sahibi üyelerinden. Yanaklar bir kere kızardı mı dudaklarınızın da onlara eşlik etmesini isteyebilirsiniz. Bu öylesine sağlık fışkıran, canlı ve taze bir görünüm ki, daha fazlasını arzuladığınız için kendinizi suçlayamazsınız. İşlerin çığrından çıkmasını istemek doğal bir dürtü adeta. Seni anlıyorum Semiha Berksoy, yanındayım. Dudaklar, içinde bolca pembe barındıran, yarı parlak bir kırmızıyla renklenmeli. Defilelerde modellerin dudaklarının allık ve gliserin darbeleriyle kirazlaştırıldığını biliyoruz. Ne yazık ki bu karışım gerçek hayatta, içinde yaşanabilir, rahat sonuçlar vermiyor. Bir süre sonra dudaklar çöl gibi kuruyor. Siz haritadaki güvenli yoldan şaşmayın: Kırmızı yanaklara eşlik eden belirgin kaşlar, sadece üst kirpik çizgisine belli belirsiz sürülen eyeliner, Burt's Bees etiketli renkli dudak nemlendiricisi. Başka bir şeye ihtiyacınız yok. Daha şu satırlara gelmeden kıs kıs gülmeye başlayıp “E atarım kendimi sokaklara, soğuk ve rüzgarla renklendiririm yanaklarımı” diyenleriniz vardır elbet. Kozmetik kozmosta en çok kullanılan isimlendirmelerden biri de 'natural beauty'. Bilmem anlatabildim mi?
XOXO The Mag
efespilsen.com.tr /// facebook.com/efespilsen /// twitter.com/efespilsen
BiRA OLMAK KOLAY, EFES OLMAK ZOR.
FASHION
Havaalanında Moda
Modanın Serbest Bölgesi yazı hatice gökçe illüstrasyon sinem yıldırım
Havaalanlarının sosyolojik işlevlerinin, inşasının ilk koşulunun önüne geçtiği, hatta bu işlevleriyle birçok üretime ilham verdiği su götürmez. Her uçuşta havaalanında farklı uluslardan insanlarla karşılaşırken, ırksal özelliklerin belirleyiciliğinden sonra, insanları farklı sosyal sınıflara ayıranın giyim olduğu gerçekliğini görüyorum... Farklı ülkelerden olsalar da aynı sosyal sınıfa sahip insanların aynı markaları seçiyor olması ya da benzer bir görüntüye sahip olması tektipleştiğimizin canlı bir kanıtı olarak vuku buluyor havaalanlarında. Bununla da kalmayıp saç kesiminden ayakkabı seçimine kadar benzerlikler göstermesini de hayretle gözlemliyorum. Aksesuar tercihlerinin bile aynı olması da cabası. Durumu açıklayan birçok argüman olduğunu kabul ediyorum, fakat bu durum benim için hala inanılmazlığını sürdürüyor. Havaalanında zamanın geçmesini beklerken hiç müdahale edilmeden seçilmiş, aynı giyime ve aynı mesleğe sahip ama farklı ülkelerden insanların bir arada olduğu bir çekimi hayal ediyorum her defasında. Aynı duyguyu bir de Kapalıçarşı hissettiriyor bana. Aynı ürünü satan yüzlerce altın ve gümüş mağazasının neredeyse aynı cadde üzerinde olması ve her birinin hala satış yapabiliyor olması, düzenlerini devam ettirmelerine hayretle bakmama sebep oluyor. Zira havaalanından az önce gelmiş kitlenin orada olduğunu düşünürsek bu pazarın da tektipliliğine rağmen aynı hız ve hareketliliğe sahip olması pek de şaşırtıcı değil aslında. Pandemik hastalıklar teknolojiyle evrimleşirken kurtulamadığımız virüslerin en çok bulaştığı yerler de havaalanı gibi uluslararası alanlar kuşkusuz. Trendlerin de, çaktırmadan bulaşan virüsler gibi yayıldığı noktalar da işbu kalabalıklar oluyor haliyle. Aksesuar ve teknoloji
anlamında neredeyse yeni çıkmış şeyleri bu ortamlarda görmek mümkün oluyor. Statüye ait tektipliliğe dönersek, bu durumu ele veren bir başka gösterge de bavullar ve çantalar. Yine işlevlerinin üzerine çıkan unsurlarıyla gururla taşınan ya da utanılan aksesuarlar... Durumu kiminin hiç önemsememesi, kiminin ise hayati bir konu olarak ele alması da ilginçliğini koruyan mevzular arasında. Önemli ile önemsiz arasında gidip gelen aksesuar, zevk ile zevksizliğin açıkça göründüğü bir pazar adeta. Tasarımcıların hayatı kolaylaştırmak üzere hazırladıkları seyahat çantaları ve bavullarıyla seyahat etmek aynı zamanda aksesuar modasının izlerini sürmek anlamına geliyor. Burada aşağı yukarı hepimiz şu gözlemi yapmışızdır: Hızlı bir hayat yaşayan, sık uçan, insanlardaki serilik ve rahatlığı tamamlayıcı bir unsur haline geliyor aksesuarlarına duydukları güven. Çok yaygın olmayan, reklamı olmadan da takip edilen havaalanı modası gibi bir terimden bahsedebiliriz bavul ve çanta konusunda. Üstelik renk, biçim, kolaylık, taşınabilirlik, değişen taşıma kuralları gibi sebeplerle, modası da sürekli güncelleniyor ve teknolojik yeniliklerle birlikte zenginleşiyor. Hırpalanma süresinin kısalığını düşünürsek pazardaki hareketliliğin sebebini de anlayabiliriz. Birkaç saniyelik bakışta bavulu taşıyan kişi hakkında birçok şeyi düşünüyor olmamız ise işin başta bahsettiğimiz sosyolojik tarafından bir kuple. İlk bakışın hemen arkasından gelen bavul seçimine göz atmak, o kişi hakkında bir ipucu elde etmek için olsa gerek. Valize bakıp göçebe bir kavimden gelip gelmediğine kadar gidebiliyoruz. Havaalanı bu trend yayıcılığındaki hızından dolayı moda haftaları ve sokak modasıyla da yarışacak kıvama ulaşıyor. Siz de, bir de bu gözle bakın olan bitene.
XOXO The Mag
MAGAZINE
Kafa Nereye bİz Oraya
The Travel Almanac
Geniş açılmış fotoğrafları ile başkalarının seyahatlerinden arta kalanları dinlediğimiz dergilerden size kalacak şey çok değil. Moda dergilerinde sürekli aynı yüzleri görmekten, sonsuz sayıda farklı şekilde bir araya gelecekmiş gibi duran styling'lerden oluşan moda çekimlerinden de sıkılmakta haklısınız. Top model dünyasına yeni bir emek sömürüsü eklendiği için mutluluk duymayı da zaten çoktan bıraktınız. Tüm dünyaya yetecek kadar sahteliğin birkaç saat içinde vuku bulduğu moda haftalarında gınalardan gına beğendiniz. O zaman size tatil perileri görünmüş. Tatil yapamayacaksanız bile hayallerini kurduğunuz, hiç duymadığınız yerlere gitmenin başka yollarını aradınız, ama okumaktan sıkıldığınız şeyleri tekrar elinize almanın anlamı olmadığını fark ettiniz. Kendimizden kolayca sıkılabildiğimiz şu üç günlük dünyada, kaçacak bir yer bulmak için sözlere sığınmaktan başka çaremiz yok. Bu yüzden seyahat dergilerine bakıp bakıp yaz tatili hayalleri kuranlar
için ismiyle müsemma bir dergi tam da saydığımız sebeplerden bu sayfalara karışıyor. Bildiğiniz seyahat dergileri ile alakası olmadığı için, sizi hayallerinizden başka bağlantılara taşıyan bir yayın The Travel Almanac. A5 boyutundaki tasarımı ile yol okumaları için de oldukça uygun. Bir açıdan pazardan aldım bir tane, eve geldim bin tane estetiği. Bize Berlin'den seslenen dergi, konuları itibarıyla dünya üzerindeki birçok noktaya teleport olabiliyor. 4. sayısını elimize aldığımız derginin kapak yıldızı ise Kids filminden hatırlayabileceğiniz, Harmony Korine. Sanatçı Kalup Linzy'den tutun da, yönetmen Heinz Emigholz, yazar Rudy Wurlitzer ve tasarımcı Walter van Beirendonck'a uzanan bir konuk listesi var. Ayrıca devasa fotoğraflarından bildiğimiz Lynn Davis de Disko Bay'de çektiği buzdağları fotoğrafları ile derginin seyahat ile ilgili fantezilerini süslüyor. Dergiye adını veren şey gördüğünüz üzere daha çok fikirsel seyahatlerden oluşuyor ve bizi farklı yaratıcıların dünyalarına uçuruyor. "Kafa nereye biz oraya" sevenlerde ise The Travel Almanac bağımlılık yapıyor. travel-almanac.com
XOXO The Mag
Intervıew/whatever
ENİS BATUR
Geniş Hayat
Enis Batur'u iki satırda anlatmak çok zor. Ancak ufak bir istatistik vermek gerekirse, şu ana kadar 120'den fazla kitabı basıldı. Şair, yazar ve yayıncı kimliğinin yanı sıra, hiç kuşkusuz Türkiye'nin önde gelen aydınlarından. Bu röportajda kendisiyle güncel konuları ve son iki kitabını konuştuk. Verdiği cevaplarla Enis Batur hayatımızı genişletmeye devam ediyor... röportaj ali tünay fotoğraf muhsin akgün
XOXO The Mag
Türkiyedeki siyasi hayata gelince, dört-beş öndere kilitlenmiş bir düzenden siyasi hayat diye söz edemeyiz.
Yeni kitabınız Merak Cemiyeti Tutanakları'nda, Jim Morrison'ın "Hayat kısa, ama geniş." sözünden bahsediyorsunuz. Sizce hayatı geniş yapan bir formül var mı? Yoksa herkes için reçete farklı mı? Sizin için geniş hayat nedir? Bir formül olsaydı, aklı başında herkes uygulamak için sıraya girerdi. Hayatı genişletmek öğrenilir ya da öğrenilmez. Hayatının dar olduğunu fark edemeyenler çoğunluktadır. Zamanın kullanımıyla ilgili yapılabilecek şeyler olduğuna inanıyorum ben. Yoğunlaşma becerisini artırmak gibi. İnsan, infazına 24 saat kalmış biri gibi bakabilmeli yarınına.
Oğuz Atay Türkiye’nin Ruhu’nu yazamadan aramızdan ayrıldı. Sizin bir Türkiye projeniz var mı? Vardı, olmadı. Benim kuşağım kaybetti. Bize yalnızca kişisel projelerimizi bir ölçüde sürdürme şansı kalmışsa, kalmıştır. Türkiye’de “fikir hayatımızın güncelliğe endeksli olmasından” şikayetçiniz. Sizce Türkiye’de düşünce, öngörü neden kimsenin ilgisini çekmiyor? Gergedan gibi zamanının ilerisinde bir dergiyi çıkarmış birisi olarak bu soruyu Türkiye dergiciliği bağlamında da düşünmenizi isterim. Sorun gene gelip “Hayat geniş mi?” sorusuna dayanıyor. Hızlı sayılacak biçimde düşlerini, ütopyalarını gömen bir insan topluluğu ister istemez günü gününe yaşama yolunu seçer. Bu durumda, orta ya da uzun vadeli düşünsel yatırımlara yeni kuşakların yönelmesi beklenemez. Gergedan’ı çıkardığımızda ben 35 yaşındaydım, sorunuzu bugün 35’inde olanların yanıtlaması daha doğru olur.
Yine aynı kitapta, SS subaylarına suikast yaparken yakalanan bir kadının hikâyesini anlatıyorsunuz. Kadın idam öncesi son defa fotoğrafının çekilmesi için çağrılıyor. Yüzü objektife dönükken arkadan vuruluyor. Kadın idam edilirken bile kandırılıyor. Siz bu durumu "insanın en kalleş formu" olarak okuyorsunuz. Bugün etrafımızdaki güç dengelerini oluşturan sistem, hayatımızın her anında aynı taktiği kullanmıyor mu? Yoksa "insanın en kalleş formu"nu sadece böyle somut olaylarda mı görüyoruz? Aktardığım olay bir simge, topu topu. Ademoğlu, bunun sayısız biçimini yaratmayı bilmiş. Hayvanlar dünyasında kalleşliğe yer yoktur pek, onlardan öğrenebileceklerimizin başında gelen bir özellik. Yenidoğanın hayata hazırlandığı yerlerin tümünü sil baştan gözden geçirmemizi sağlayacak köklü reformlara gereksinmemiz var: Aile, okul, adına “cemiyet” dediğimiz yorgun ve kirlenmiş ortam...
O dönemde nasıl bir Genel Yayın Yönetmeniydiniz? Gergedan'ın kapanmasını neye bağlıyorsunuz? 1978-2004 arası yayıncılık yaptım fiilen, hep sıkı ekiplerle çalıştım, kolektif üretime inanırım. Jacques Derrida, çalışma odama girdiğinde çok sayıda gergedan barındıran koleksiyonumu gördü, sonra “Benimkisi salyangoz satışı.” dediğimde “Her durumda boynuzluyorsunuz, bu iyi işte!” demişti. Kapanmasını buna bağlayabiliriz.
Zizek’ten bir alıntıyla devam edersek, “1945’in aksine şu anda dünyanın Amerika’ya ihtiyacı yok; Amerika’nın diğerlerine ihtiyacı var.” Dünya siyasetinin mevcut durumu hakkında ne söylersiniz? Böyle büyük sözlerden çekinirim hep. Dünyaya nereden bakıyoruz hem? Yavaş yavaş, inanç ağırlıklı bir 3. Dünya Savaşının içine devriliyoruz korkusu üstümüze kapaklanıyor öte yandan. Geniş bir coğrafyada hiçe sayılıyor insan hayatı, hem de sözüm ona kutsal değerler adına gün boyu kurşun sıkılıyor. Breivik’ler karşısında da çaresiz kalındığı ortada, sert adamların yumuşak adamları devirmesi belki de çağımızın en çözümsüz sorunu. “Yes, we can!” demişti Obama, bir ışık gibiydi. Sonra ne oldu: “No, you can’t”.
Enver Aysever’e, Doğu’nun entelektüelden çok, bilge yarattığını söylediniz. Bilge ile entelektüel arasındaki fark nedir? Zor soru, yanıtlamak için kitap yazmak gerekir. Kestirmeden gidelim: Entelektüel gözüpek, sert, kalkışımcıdır; bilge ise dingin, sabırlı, yumuşak. İlki dünyayı değiştirebileceğine inanır, ikincisi bunun mümkün olmadığını bilir. Biz ne Batılıyız, ne Doğulu. Onun için de entelektüelimiz entelektüele, bilgemiz bilgeye benzemiyor. Bugün Türkiye’de 1980 sonrası neslin şiir merakı 2. Yeni ile sınırlı ve özellikle Edip Cansever ve Cemal Süreya’dan daha ileri gitmiyorlar. Bunun sebebi sizce ne? Basit bir entelektüel yetersizlik mi yoksa altında başka sosyolojik nedenler var mı? Şiir alışkanlık yaratan şey. Alışkanlık genellikle 15-25 yaş arası oluşuyor ve ne yazık ki, küçük bir okur azınlığı sayılmazsa, kemikleşme yaratıyor beğeni çerçevesinde. Cansever’e ve Süreya’ya düşkün olanlara şükredelim biz.
Geronimo'nun Ölümü kitabınızda Bin Ladin'in öldürülmesi sonrası medya tarafından olayların aktarılma biçimini "hiç böyle bir film izlemedik" diye açıklıyorsunuz. Öncelikle, bu yaşananları neden bir film olarak görüyorsunuz? Sizce benzer filmlerin daha küçük bütçeli olanları Türkiye'de çekiliyor mu? Bir film diyorum, çünkü seyrediyoruz artık her şeyi. Neyi ne kadar görmemiz uygun görülüyorsa, öyle kurgulanmış hallerinde yığılıyor üstümüze görüntüler. Türkiye’nin arkasında bir Hollywood geleneği olmadığı için, seyredebildiğimiz filmler daha zanaat boyutlu, henüz 3D ve benzeri atılımlara hazır değiliz.
Bir röportajınızda şiiri tehlike sanatı olarak tanımlamıştınız. Şiirin en tehlikeli tarafı ne sizce? Durgun suyu bir anda bulandırabilmesi. Uzun yıllar başında olduğunuz Yapı Kredi Yayıncılık’tan 2004’te ayrıldıktan sonra hayatınızda açılan boşluğu neyle doldurdunuz? Hayatımda açılan boşluk muydu, yoksa gereğinden fazla bir doluluğun azalması mı? Vakte çok ihtiyacım vardı, kendime ayırmak için, o nedenle de çok uzamadı boşlukta kalmışlık duygusunun ağır bastığı süre.
Aynı kitapta, yapacağımız bütün seçimlerin kurgu masasında bizi ‘ikonakurucu’ ya da ‘ikonakırıcı’ kılacağını söylüyorsunuz. Bu söyleminizi hayatımızın tümü için kullanabilir miyiz? Türkiye’de insanların eğilimi hangisinden yana? Bu bağlamda, Türkiye'deki siyasi hayatı nasıl görüyorsunuz? Ülkemizde uzun süre tabuların dokunulmazlığı hüküm sürdü, bu nedenle de tabu kırıcılık devreye girdiğinde makul doz bir türlü bulunamadı. Bugün, bir yandan ipin ucunun kaçırıldığı durumlar yeniden tartılmalı, bir yandan da yeni dokunulmazlıkların ağırlıklarını koydukları gözden kaçırılmamalı. Kurmak zor, kırmak ölçüsüz oranda kolaylaştı. Kurmakta güçlük çeken bireylerin egemen olduğu toplumlar silinip gitmişlerdir. Geçenlerde, İskemle Tarihinin En İyi Bin Ürünü kitabına göz attım, bir tekini olsun biz yapmamışız.
Yapılan tercihler ve şans. Bu ikisinin kaderimizde etkilerini tartışsanız, şansın ne kadar etkili olduğunu düşünürdünüz? Tercihler önemli. Talih de. Ayıramam. Tutarlı olmayı nasıl tanımlarsınız? Tutarlı bir insan mısınız? Tutarlı ve tutarsız yanlarımın el ele tutuştuklarını düşünüyorum. 33
INTERVIEW/LITERATURE
HUGH HOWEY
Wool’un Başarısı, Bilim Kurgu ve Dahası Hugh Howey son dört senedir hiç durmadan yazıyor; kendi tabiriyle, yazmadan geçen yılları telafi ediyor ve çabaları boşa gitmiyor. Öyle ki Wool serisi, bir e-kitap fenomenine dönüşüyor. Gerisiyse çorap söküğü gibi geliyor; önce Random House anlaşması, ardından da kitabın film haklarını 20th Century Fox ortaklığı ile Ridley Scott ve Steve Zaillian’ın alması... Amazon ve Kindle ikilisi nelere kadir diye düşünmeden edemiyor ve sizleri Hugh Howey’nin Jupiter, Florida’dan cevapladığı sorularımızla Wool’un kıyamet sonrası yeraltı dünyasına davet ediyoruz. röportaj aslı arduman fotoğraf amber lyda
XOXO The Mag
oluşan Wool. İkinci bölüm, üç hikayeden oluşan Shift. Kitap, üçüncü bölüm olan Dust ile 2013’te sona erecek.
Uzunca bir denizcilik ve kaptanlık geçmişin var. Bu macera dolu hayatı ne ara bıraktın ve ne zaman yazmaya başladın? Yazdığın tüm serileri düşünecek olursak, çok fazla kitabın var. Bu kadar kitabı kaç seneye sığdırdın? Yedi sene yat kaptanlığı yaptım. Bu esnada karımla tanıştım, o sırada master ve aynı zamanda staj yapıyordu. Stajı onu deniz kıyısından uzaklaştırınca, ben de onunla gitmeye karar verdim. Daha sonra, birkaç sene boyunca çeşitli işlerde çalıştıktan sonra çocukluk hayalim olan yazarlığın peşinden gitmeye karar verdim. Son dört yıldır da hiç durmadan yazıyorum. Sanırım boşa giden zamanı telafi etmeye çalışıyorum.
Yazarlık kariyerine -herhangi bir yayınevine bağlı olmaksızın- bağımsız bir yazar olarak başladın. Bize biraz bundan bahsedebilir misin? Tek istediğim, hikayelerimi istekli okurlara ulaştırabilmekti; yazarlar için bunu, yayınevlerine bağlı olmadan gerçekleştirebilmeyi mümkün kılan teknoloji ortaya çıkınca da bu fırsatı değerlendirdim. Bu arada, yalnızca e-kitaplardan bahsetmiyorum; günümüzde matbu kitapları da uygun fiyatlara basmak mümkün. İşin bir diğer güzel tarafı da, baskıda gecikme olmaması; kitabınızı okuyucuya ulaştırmak için bir sene beklemek zorunda kalmıyorsunuz. Bir yandan da tabii ki okuyucu kitlemi de genişletmek istiyorum, bu nedenle de menajerler ve yayınevleri aradığında, kitap dağıtımlarını artırmak amacıyla onlarla iş birliğine girmekte sakınca görmüyorum. Ama en azından işin başında, bir yazar kendi kitabını kendi yayınlamaktan çekinmemeli diye düşünüyorum; hem aynı sayıda kitap satıp daha kazançlı çıkıyorsunuz hem de sonrasında geleneksel yayıncılığa geçmek isterseniz, bu durum bir engel teşkil etmiyor.
Peki neden bilim kurgu? Hatta bilim kurgu demişken, Jupiter, Florida’da yaşıyorsun. Yaşadığın yerin adının Jupiter olması da bir tesadüften mi ibaret? Evet, tamamıyla şahane bir tesadüf! İnsanlara “Jüpiter’de yaşıyorum” demek hoşuma gidiyor. Bu teknik olarak doğru bir bilgi, aynı zamanda da anlık bir şaşkınlığa sebep oluyor. Aslında farklı farklı türlerde yazıyorum, fakat bilim kurgu, yeni dünyalar yaratmama olanak veriyor; kaldı ki, yalnızca fantezi üzerine kurulu değil, belli bir mantık üzerine kurulu dünyalar... Bilim kurgu sayesinde insanlığa dair çok fazla şey söylemek mümkün.
Bildiğimiz kadarıyla Wool’un bu denli başarılı olmasının nedenlerinden biri de Kindle ve fiyat politikası. Kindle ve bağımsız yazar ilişkisini nasıl açıklıyorsun? Yazarlığa yeni adım atmaya başlayanlar için Amazon ve Kindle’dan daha büyük bir nimet düşünemiyorum. Kindle’ın telif politikası sayesinde her geçen gün daha fazla yazar, yazarlık yaparak geçinebiliyor. Bu gerçekten olağanüstü bir şey; Kindle ve Amazon yayıncılık dünyasında devrim yarattı. İşin püf noktası da dijital kitapları makul fiyatlara satmak; e-kitaplar, ‘paperback’ kitaplardan daha pahalı olmamalı bana sorarsanız.
Gelelim meşhur kitabın Wool’a... Seni yeraltında geçen, ‘post-apocalyptic’ bir kitap yazmaya iten neydi? Her şey basit bir soruyla başladı: Dış dünya ile ilgili tüm bilgiyi tek bir ekrandan ediniyor olsak, dünyayı gerçekten tanıyabilir miyiz? Deniz seyahatlerim sırasında fark ettim ki, dünyaya dair tecrübelerim, televizyonda 24 saat yayınlanan haberlerden oldukça farklı. Şöyle ki, iyi haberler ve insaniyet genelde filtreleniyor; bu da insanı umutsuz ve karanlık bir gerçeklik hissine sürüklüyor. Ben de buna dayanarak, Platon’un mağara alegorisini aldım ve; kayıp, keder konuları ve daha iyi bir dünya hayalinin yarattığı tehlike üzerine bir hikayeye uyarladım.
Son zamanlarda güzel haberler aldın; Wool’un İngiltere yayıncısı Random House oldu ve Ocak 2013’te Wool’un ‘hardcover’ versiyonunu yayınlayacaklar. Bu konuda ne hissediyorsun? Bu gelişme yazarlık kariyerini nasıl etkileyecek dersin? Random House anlaşması gerçekten harika oldu. Kitap Avustralya’da yayınlandı bile ve her şey yolunda gidiyor. Sanırım bu anlaşma, kendi başıma ulaşamayacağım bir okur kitlesine ulaşmamı sağlayacak.
Bir röportajında, Wool hayranlarının çoğunun aslında bilim kurgu okurlarından oluşmadığından bahsetmiştin. O halde Wool’u bilim kurguya ilgisi olmayan okurlar için bu kadar çekici kılan nedir? Bilim kurgu denince birçok insanın aklına uzaylılar, lazer ışınları ve uzay gemileri geliyor. Türün bu tarafları da hoşuma gidiyor, fakat bilim kurgu yalnızca bunlardan ibaret değil. Mesela Michael Crichton, ‘thriller’ türünde yazdığı kitaplarda, hikayenin merkezine yalnızca bir tutam bilim eklemesiyle iyi bir örnek teşkil edebilir. Wool’da ise teknoloji, günümüzün teknolojisine oranla pek de gelişmiş sayılmaz; hatta bazı yönlerden daha bile ilkel olduğu söylenebilir.
Peki, ABD’de durum nedir? En son baktığımızda Wool, Amazon US’te tükenmiş vaziyetteydi... Evet, matbu kitap şu anda Amazon’da bulunmuyor. Yakın zamanda Simon and Schuster ile anlaşma imzaladık; Mart ayında Wool’u kitapçılara dağıtmış olacaklar. Bu arada, kitabın dijital hakları da bende kalacak ki bu da makul fiyatlarda bir değişiklik olmayacağı anlamına geliyor.
Hem Molly Fyde hem de Wool’un baş kahramanları kadın. Neden özellikle kadınları tercih ediyorsun? Molly ve Juliette’i yaratmanın ardında yatan nedir? Güçlü kadın karakterleri seviyorum; erkek karakterlerin yeterince veremediği sıcaklığı ve merhamet duygusunu daha iyi yansıttıkları için. Bir de üstesinden gelinmesi pek de mümkün görünmeyen tersliklerle baş etmeyi becerebilen karakterleri seviyorum; Molly ve Juliette de bu profile uyuyorlar.
Wool başka dillere de çevriliyor mu? Türkçe çevirisi konusunda bir gelişme var mı? 20 ülke ile anlaşma yaptık. Almanca baskısı Mart’ta çıkıyor, Türkçe çeviri de yolda. Çok heyecanlı! Bir başka güzel haber de Wool’un film haklarını 20th Century Fox ortaklığı ile Ridley Scott ve Steve Zaillian’ın almış olması. Bu durumda Wool’un filme uyarlanması
Wool’un 6. ve 7. kitapları da yayınlandı. Peki daha ne kadar devam edecek Wool serisi? Wool serisi üç bölümden oluşuyor. İlk bölüm beş hikayeden 35
gerçekleşecek gibi görünüyor. Bu konuda bir gelişme var mı yoksa bunu sormak için henüz çok mu erken? Evet, henüz erken. Filmin yapılıp yapılmayacağı, senaryonun ne derece güçlü olduğuna ve 20th Century Fox’un vereceği karara bağlı. Umarım gerçekleşir... Peki ya kitabı yazarken bu kadar başarılı olacağını ve bir gün filme uyarlanabileceğini hayal etmiş miydin? Wool’un bu derece başarılı olacağı ve filme uyarlanma olasılığı aklımın ucundan bile geçmemişti. Öte yandan, hikayelerimi yazarken kafamda film kareleri olarak canlandırırım; bu hem nesri güzelleştiriyor hem de sahneleri daha canlı hale getiriyor. Bazen okurlar kitap karakterlerini gerçek hayattan aktörlerle özdeşleştirir. Wool’un film uyarlamasında oynamasını isteyeceğin bir aktör geliyor mu aklına? Doğruyu söylemek gerekirse fazla tanınmamış aktörleri tercih ederdim. Yeni yeteneklere de şans verilmesi fikri güzel. Bir de filmde fazla ünlü olmayan aktörlere yer verdiğinizde bu, onların karakterle bütünleşmesine olanak veriyor; aksi takdirde ünlü oyuncular, aslında kendileri olmayan karakterleri canlandırmaya çalışıyormuş hissini veriyorlar bana. Açıkçası filmi izlerken, çok ünlü aktörlerin varlığı dikkatimi dağıtıyor; “İşte Tom Cruise!” diye düşünmeden edemiyorum. En sevdiğin uyarlama filmler hangileri? Bana kalırsa Peter Jackson, Tolkien’ın eserlerini uyarlamada gerçekten iyi iş çıkardı. Bir de Marvel’ın çizgi romanlarından uyarlanan güzel filmler var. Sonuçta her şey iyi bir senaryo yazarı ve esere sadık kalmayı başarabilen bir yönetmenle başlıyor. Favori yazarların kimler? Hem bilim kurguda, hem de
bilim kurgu dışında... Bilim kurguda, Asimov, Heinlein ve Philip K. Dick’i sayabilirim. Bilim kurgu haricinde, Steven Pinker ve David McCullough. Gelecek projelerinden de biraz bahsedebilir misin? Shift’in üçüncü ve son kitabını bitirmek üzereyim. Sonra, Dust’a geçeceğim ve böylece Wool tamamlanmış olacak. Daha sonrası için anlatmak istediğim tonla hikaye var; hangilerinin beni daha çok heyecanlandıracağı boş ekranın karşısına geçtiğimde belli olacak. Sence Wool’un başarısını aşmak senin için zor olacak mı? Kesinlikle. Böyle bir başarıyı gerçekten hayal etmemiştim, gerisi gelir mi onu da bilemiyorum. Ama bu konuda endişeli değilim. İnsanın başına kolay kolay gelmeyecek bir tecrübe yaşadım. Bundan sonra eğer daha küçük bir okur kitlesine hitap edeceksem de, bu durumu benimseyip, yaptığımı sevmeye devam edeceğim. Tek istediğim hikayelerimi anlatabilmek ve sonuçta yazdıklarımı kaç kişinin okuyacağını kontrol edebilmem mümkün değil. Bitirmeden yazma tekniğini sorayım; hikayelerini yazmaya başlamadan önce tüm detaylarıyla planlıyor musun yoksa daha çok yazarken mi gelişiyor hikayeler? İkisinin karışımı diyebilirim. Konuyu önceden belirliyorum; fakat manevralara da fırsat tanıyorum. Öyle ki, yarattığınız karakterlerin sizi şaşırtması olası, ki buna izin vermek de iyi bir şey. Hikayede en güzel sürprizler de böyle ortaya çıkıyor... Son olarak, hiç İstanbul’a geldin mi? Ya da gelmeyi planlıyor musun? Hayır, hiç gelmedim. Ama gelmek için sabırsızlanıyorum, bundan hiç şüpheniz olmasın!
XOXO The Mag
INTERVIEW/MAGAZINE
PENNY Martin & GERT JONKERS
Gentle & Fantastic
Dışarıdan gelen seslerin etkisine kapılmadan, dogmaların tuzağına düşmeden karar verebilme mekanizmasını geliştirebilmek, kısacası kalbini dinlemek, dinlediğini anlayabilmek ve anladığını dört bir kıtada gıpta eden gözlere yansıtabilmek... Rüzgarın savurduğu yaşamda doğru ağaçlara sarılarak duraksayan ve nihayet fırtına dindiğinde ne tarafa gideceğini bilen iki isim bu ayki sayfaların konuğu. 2001’de kurduğu Butt Magazine ile estetiği soyan, Fantastic Man ile giyindirmeye karar veren Gert Jonkers ve The Gentlewoman için tabiri caizse peşinden koştuğu eski küratör, akademisyen ve sonunda Genel Yayın Yönetmeni Penny Martin ile heyecandan titreyen sayfalar üzerinde buluşuyoruz. Önceden hazırlanmış soruları bir kenara bırakıp soru işaretlerinin çengeline takıldığımız cümleleri sıralıyoruz.
Penny Martin fotoğraf Andrea Stappert.
röportaj aslı arduman, aslin kumdagezer & refik özcan
bir yanıt olarak ortaya çıktı. Kreatif direktörümüz Jop van Bennekom ve art direktörümüz Veronica Ditting aynı zamanda Fantastic Man’i de tasarlıyorlar ve her ikisi de Hollanda’nın eşsiz grafik tasarım kültüründen geliyorlar. Ekip olarak hepimiz nispeten modernist zevklere sahibiz. İlk etapta bir sürü referansa baktık ve sonunda logomuzda kullandığımız Futura fontunda karar kıldık. Fakat mesela, Bahar 2010’da çıkan ilk sayımızla en son sayımız karşılaştırıldığında tasarımın epeyce geliştiği görülebilir. En başta bizim için önemli olan, piyasadaki diğer dergilerle kontrast oluşturacak türden, daha kati bir tarz ve görüntüyle ortaya çıkmaktı. Son sayılarda ise sanırım daha serbest ve daha duyusal bir hale geldik. Moda direktörümüz Jonathan Kaye sayesinde ise moda konularımız oldukça güzel gelişiyor; sanırım fotografik açıdan çok ayırt edilebilir bir karakterimiz var, ki bu da kolay kolay elde edilebilecek bir şey değil.
Fantastic Man de The Gentlewoman da çok niş dergiler ve baktığımız zaman aslında etrafta hayli niş dergi bulmak mümkün. Birçok derginin endüstride eksik kalmış bir şeyleri doldurabilmek amacıyla kurulduğunu göz önünde bulundurarak soralım, bu iki derginin sektör içinde böyle bir rolü var mı? Diğer dergilerin sunmadığı neyi sunuyor? Penny Martin: Okurlarını aptal tüketiciler yerine koymayan, akıllı kadın moda dergisi konusunda kıtlık yaşandığının farkındaydık. Tabii şimdiye kadar hiç var olmamış bir şeyi icat etme durumu da söz konusu değil; 18. yüzyıldan bu yana çok başarılı kadın dergileri çıktı. Ancak son 15 senede yönelimin daha çok ünlü-odaklı olmasından dolayı hakikaten güzel bir şeyler yaratma isteği yavaş yavaş azaldı. Biz de kadınların Fantastic Man’e verdikleri tepkiden, bu tarzda bir dergiye duyulan heves ve iştahın farkına vardık. Bunun üzerine, moda konularının, kadınların kaliteli röportajlarda seslerini duyurdukları bir içerikle dengelendiği bir dergi türünü yeniden inşa etmenin denemeye değer bir proje olduğuna karar verdik.
Neden Fantastic Woman değil de The Gentlewoman? PM: Açıkçası dişi ‘sidekick’ ortaya çıkmak istemedik. Feminizm, Batgirl’den bu yana çok yol katetti. Bence parlak ve stil sahibi kadınlar, kendilerine özel bir dünyayı hak ediyor.
Gert Jonkers: En başından beri özlemini duyduğumuz şeyleri gerçekleştirebileceğimiz bir dergi yapmak istiyorduk. Şu anda da tam olarak bunu yapıyoruz. Yani kısaca açıklamam gerekirse; üründen ziyade insan merkezli olmak, modadan ziyade stilden bahsetmek anlamına geliyor bu. Fantastic Man’e de bu içgüdüyle başladık çünkü insanların ne giyindiğini ve hayatları, işleri, nerede yaşadıkları konusunda nasıl kararlar verdiklerini merak ediyorduk. İlginçtir ki bazen insanlar dergilerin endüstrileri temsil ettiğini ve kişileri göz ardı ettiklerini unutuyorlar. İnsan merkezli bir şeyler yapmak da özlediğimiz ve o zamanlar bulamadığımız bir şeydi. Biz de bunu sunmaya karar verdik. Tam olarak diğer dergiler neden bunu yapamıyor bilemiyorum...
GJ: Evet, her şeyden önce Fantastic Woman adı hoşumuza gitmedi. Sanki 1950’lerden bir çizgi roman karakteri gibi geliyordu kulağa; Fantastic Man’in verdiği hissiyatı vermiyordu. Bu nedenle Fantastic Woman’ı istemedik. Ve sonrasında da The Gentlewoman adı çok hoşumuza gitti; dergi için düşündüğümüz kimliği çok daha iyi yansıtacağını düşündük bu adın. The Gentlewoman’daki kadınlar çok güçlü kadınlar, bir de tabii ki nezaket de söz konusu. Fantastic Woman bir şekilde bu hissi vermiyordu. Butt Magazine’e geri dönersek; artık dijital formatta devam ediyor yayın hayatına. Butt Magazine’i bu formatta yayınlamaya devam etme kararını verdiren neydi sana? GJ: Öncelikle, dijital ortamda dağıtımın çok daha kolay olması. Derginin içeriği sebebiyle kullanamadığımız birçok dağıtım kolu baş gösteriyordu; çünkü fazla pornografikti. Diğer taraftan porno dergileri çıkaran yayıncıların dağıtım kollarını da kullanamıyorduk, çünkü onlar da dergiyi yeterince pornografik bulmuyordu. Tüm bu nedenlerden dolayı dağıtım konusunda zorlanıyorduk. Bir de zamanla Butt’ın dünyanın her yerinden okuyucular edinmesi bizim için büyük sürpriz oldu, hatta aynı şaşkınlığı Fantastic Man’le de yaşadık. Kaldı ki bahsettiğim kitle aslında büyük bir kitle değil; çok belirgin bir tarza sahip ve yine belli tarzda dergiler arayan insanlar. Bu nedenle Butt için, 10 yılın ardından dijitale geçmek çok daha akılcı bir yol oldu. Böylece hedeflediğimiz okuyucu kitlesine daha kolay ulaşabildik.
Peki Gert, biraz geriye gidip Butt Magazine’in yaratım sürecinin arka planına dönersek, onun arkasındaki ana fikir ve ihtiyaç neydi? Daha sonrasında neyin eksikliği sizi Fantastic Man’i yaratmaya itti? GJ: Aslında Butt Magazine’i kurma sebebimiz, Fantastic Man’i kurma sebebimizle aynıydı. İnsanlar hakkında bir dergi yaratma isteğiydi. Yine o zaman diliminde var olmayan ve özlemini duyduğumuz dergiyi yapma arayışıydı. Sonuç olarak ortaya gerçekten insanı merkeze alan, onlarla sağlıklı ve açık iletişim kurabilen bir dergi çıktı. Derginin büyük bir kısmı seksle ilgiliydi ve aslında şu an yaptığımız şeyin tersini yapıyorduk; giyinmek yerine soyunmakla alakalı bir şeyler sunuyorduk ve birkaç sene sonra da tam tersini yapmaya karar verdik. O kararı verdikten sonra Fantastic Man’in kendine has stili nasıl ortaya çıktı peki? GJ: Açıkçası yaptığımız şeyin görünüşü de bizim için çok önemliydi. Hayran olduğumuz eski dergilerden ilham aldık, hala da alıyoruz aslında. Tüm röportaj seçimlerimiz de bu ilhamların meyvesi. Mesela New York bazlı Index Magazine vardı bir zamanlar, çok sevdiğimiz, aynı zamanda Vogue’un 1970’lerden kalma sayılarına bakmayı da çok seviyoruz. Ayrıca yine GQ’nun 1970’lerden ve 80’lerden kalma sayılarına bakıyoruz. Dolayısıyla derginin stili bir açıdan retrospektife kaçmaksızın oldukça klasik. Retro olmak istemedik, yaptığımız şeyin bence nostaljik hiçbir yanı yok. Doğruyu söylemek gerekirse biz gelecekle ilgileniyoruz. Şu an ve gelecekle. Ama derginin görünümü ve stili daha çok klasik estetiğin belli fikirleri üzerine kurulu.
Buradan devam edelim, önümüzdeki birkaç yıl içerisinde basılı yayınların yok olacağına dair güçlü bir kanı var. Bu minvalde dijital ve basılı yayınlar arasındaki hiyerarşi hakkında ne diyebilirsiniz? PM: 2001’de SHOWstudio’da işe başladığımda ikisinin arasında kesinlikle hiyerarşi vardı. O zamanlar internetle ilgili şeyler yapmak isteyen çok az insan vardı. Bu snob tavır devam ediyor mu emin değilim. Dijital, talebe yönelik içerik, haberler ve hareketli görüntü konusunda gerekli. Bense bir makaleyi kağıt üzerinde okumayı tercih ediyorum, ve bence güzel bir fotoğraf, baskısı mükemmel olan sayfada çok daha güzel duruyor. Baskı sektöründeki sorunlardan tabii ki haberdarım, fakat bu bizim deneyimlediğimiz bir durum değil. Biz yeni bir dergiyiz ve her geçen gün büyümeye devam ediyoruz.
Peki, ya The Gentlewoman’ın tarzı? PM: The Gentlewoman, Fantastic Man’in görsel üslubuna 39
GJ: Şahsen basılı yayınların yok olacağına kesinlikle inanmıyorum. Bence kağıdın çok özel bir rolü var ve kendine özgü bir lüksü sunuyor. Öte yandan gazetelerin yok olacağını düşünüyorum. Çünkü artık habere ulaşmak ve onu sindirmek için gazetelere ihtiyacımız yok. Fakat bu dergilerin de yok olacağı anlamına gelmiyor. Bir diğer deyişle, sanırım son 10 senedir insanlar tüm sorunlarının internet sayesinde çözülebileceğine inandılar, her şeye bu derece hızlı ulaşabilmek çok cazip bir hal aldı; haberlere anında ulaşabilmek ya da bir haberi anında tweet edebilmek gibi... Fakat dergilerde bunun tam tersi söz konusu ve insanlar bunun aslında ne kadar takdire şayan bir şey olduğunun farkında; bir şeylere zaman ayırmak, sayfaların baskıda güzel görünmesi için saatlerce edit etmek, emek harcamak... İnanıyorum ki insanlar bu nedenlerden dolayı dergileri seviyor ve sevmeye de devam edecek. Gerçek hayatta kimler ideal bir ‘Gentlewoman’ ve ideal bir ‘Fantastic Man’ olurdu? PM: Bizim tüm Gentlewoman’larımızın gerçek birer hayatı var; bakış açımız bu, fanteziyle işimiz yok. Eğer “Kimlerin dergiye kapak olmasını delilercesine isterdin?” diye soruyorsanız, bu isimler sıralamakla bitmez; size 40 sayfalık bir liste verebilirim. Hillary Clinton, Barbara Streisand, Doris Day ve Kate Bush bu listede yer alacak isimlerden olurdu. Ah bir de boksör Nicola Adams’a bayılıyorum! GJ: Sanırım bir erkeği ‘fantastic’ yapan; dürüstlük, tutku ve mizahın birleşimi. İnsanların kendileri ve yaptıkları şeyler hakkında dürüst olabilmeleri şahane bir şey. Tutkulu olmaları sadece geçmişe takılıp kalmadıklarına, aynı zamanda yeni bir şeyler yapmak için hevesli olduklarına ve işlerini tutkuyla yaptıklarına işaret ediyor. Ve tüm bunların yanında bir de mizah duygusuna sahip olmaları önemli. Öte yandan ‘fantastic man’in tanımını yapmak çok zor çünkü aslında bu tarzda bir sürü insan var. Bu manada biz de çok ‘exclusive’ bir dergi değiliz. Birçok insan dergiye uyum sağlayabiliyor. Yani hayranlık duyulması gereken bir grup insan yaratıyor değiliz. ‘Ben asla onlardan biri olamayacağım’ diye düşünmenizi veya onlarla aranızda bir aidiyet kurmanız için bu hayali dünya hakkında okumanızı da sağlamaya çalışmıyoruz. Çünkü olayları böyle algılamıyoruz. Biraz geçmişe dönecek olursak, Gert, müzikle alakalı olduğunu biliyoruz. Hatta bir grubun vardı. Yani, aslında başından beri editör olmak yokmuş aklında. Nasıl oldu da müzikten editörlüğe geçtin? GJ: Evet, aslında aklımda editör olmak hiç yoktu. Sizin de dediğiniz gibi bir müzik grubum vardı, fakat sonra sıkıldım ve fotoğrafçılıkla uğraştım. Daha sonra dergiler için çalışmaya başladım. Ardından dergiler için yazmaya da giriştim. Ve süreç içerisinde dergileri edit etmeye başladım. Yani dediğiniz gibi başında hiç bilmiyordum, hatta hiç beklemezdim. Ama hayat da böyledir zaten. Penny, sen de aynı şekilde önceden küratördün, sonra üniversitede profesörlük yaptın ve şimdi de dergi editörlüğü yapıyorsun; editör olmak senin de genç yaşlardan beri aklında olan bir şey değildi sanırız... PM: Çalışma hayatına müzelerde başladım ve halen de ara sıra küratörlük yaptığım oluyor. Doğruyu söylemek gerekirse, kavramsal olarak bakıldığında küratörlük ve editörlük birbirinden çok da farklı değil, yalnızca uygulamada farklılıklar var. 12 yıl önce SHOWstudio’da Genel Yayın Yönetmeni olduğumda 28 yaşındaydım. Okuldayken, moda ile ilgili bir şeyler yapmak gibi bir planım yoktu, fakat Nick Knight benimle görüşmeye geldiğinde, 1980’lerdeki moda fotoğrafçılığı üzerine
doktora yapıyordum -dolayısıyla aslında çok da alakasız bir durum olmadı. Öte yandan, çalışma hayatının akademik ortamdan epeyce farklı olduğunu söyleyebilirim! Okumaktan zevk aldığınız dergiler hangileri? PM: Sahip olduğum tek abonelik olan New Yorker aboneliğimle oldukça çelişkili bir ilişkim var. Dergiler biriktikçe birikiyor ve bende bir suçluluk kompleksi yaratıyor. Eğer yakınlarda tatile çıkacak olursam, havuz başına geçip bir oturuşta 20 tanesini birden okumayı planlıyorum. GJ: Ben daha ziyade gazete okumayı seviyorum. Hatta şöyle söyleyeyim, ben hala gazete okumayı seviyorum. İtiraf etmeliyim ki online hallerinden çok hazzetmiyorum ve kısa bir süre sonra basılı halde bulunmayacaklarını bilmeme rağmen, umuyorum ki gazete kıvamında yeni tip dergiler basılı halde var olabilirler. Onun dışında, New Yorker’ı çok seviyorum, bazen Vanity Fair okuyorum ve bir de mimarlık dergilerine bakıyorum. Yaşanan yerin kültürünün üretimi ne kadar etkilediği yadsınamaz bir gerçek. Amsterdam’da yaşamak seni ve dergiyi nasıl etkiliyor Gert? GJ: Sanırım ben ve Jop, ikimiz de Hollandalı olduğumuz için dergide belli bir kuruluk, bir şekilde Hollanda kültürüne bağlılık ve katılık söz konusu. Bununla birlikte Amsterdam’da yaşamayı seviyorum çünkü çok fazla moda-stil dünyasının içerisinde değil ve dışarıdan bir bakışa sahip olmama yardımcı oluyor, ve bu da çok işe yarayan bir şey. Mesela Jop Londra’da yaşıyor. Bu bakımdan dergi üzerinde farklı bir etkisi olduğuna inanıyorum. Londra’da diğer dergilerden meslektaşlarınla daha fazla etkileşim içerisinde olabiliyorsun. Tabii bunun da iyi tarafı, var olan yarışı daha iyi idrak edebilmen. Bunun yanı sıra, kötü yanlarının da olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu durum seni meslektaşlarınla aynı şekilde düşünmeye ve aynı şeyleri yapmaya itebiliyor. Dolayısıyla dergide dışarıdan bir perspektifin de olmasında yarar var aslında. Öte yandan farklı bir yere gitmek her zaman heyecan verici. Mesela, altı aylığına Los Angeles’a gidip oradan bir sayı çıkarabilmek isterdim. Çünkü kendini yeni şeylere açmak her zaman güzeldir. Peki Penny, önceden yapmış olduğun işler şu anki işini ne yönde etkiliyor sence? PM: Dediğim gibi, aslında hepsi birbiriyle iletişim halinde olan alanlar. Fotoğraf küratörü ve moda dergilerini araştıran bir akademisyenken, sonradan bir web sitesinin editörü oldum. Şimdiyse içinde bulunduğumuz dijital çağa paralel giden bir derginin editörlüğünü yapıyorum. Artı, hala küratörlük yapmaya devam ediyorum ve hem basılı hem de online yayınlar için yazılar yazıyorum. Tabii ki hepsi birbirinin aynı demiyorum, her alanın birbirinden farklı talepleri olduğunun farkındayım. Fakat sadece tek bir tanesine odaklanma ihtiyacı duymadım şimdiye dek. Favori sayılarınız ya da kapaklarınız hangileri? PM: Hepsi de kişisel olarak önem taşıyor; her birini baskıya hazır ve bizi mutlu edecek hale getirmek yoğun bir çalışmanın eseri. Bu iş için mülakata girdiğimde Angela Lansbury wish list’imdeki isimlerdendi. Dolayısıyla sonunda bunun gerçek olması benim için çok özel. GJ: Beşinci sayımızdaki Helmut Lang kapağını çok seviyorum. Tam da birkaç sene süren bir sessizliğe gömülüp inzivaya çekildiği yıllardı ve biz dahil herkes ne yaptığını çok merak ediyordu. Ve tam o sürecin ardından onu ağırlamak çok hoştu; çok da güzel bir kapak oldu. Rupert Everett kapağına
XOXO The Mag
Gert Jonkers fotoÄ&#x;raf Trevor King.
FANTASTIC MAN AUTUMN & WINTER 2012
FA N TA S T I C M A N
Mr. COPPERFIELD
£6.00 – FR/IT/NL €9.00 – $14.99
The man who can, and does, make anything he wants happen. Text by Horacio Silva Photography by Roger Deckker, styling by Bruce Pask
At the MGM GRAND in Las Vegas, DAVID is wearing a double-breasted coat in a Prince-of-Wales check from RALPH LAUREN PURPLE LABEL, which also made the tie. The waist-coat – part of a three-piece suit – and shirt are by TOM FORD. – 191 –
FA N TA S T I C M A N
M R. C O P P E R F I E L D
– 198 –
– 199 –
9
771571
897016
03
– 19 0 –
Mr. OLIVER SIM Yes, it is the singer of THE XX on the cover. This 16th issue of FANTASTIC MAN also features the film director Mr. ROMAN COPPOLA, the photographer Mr. RYAN McGINLEY, and the legendary Mr. GIORGIO MORODER.
Standing against floor-to-ceiling windows, with Nevada spreading off into the distance, DAVID is wearing another double-breasted coat from RALPH LAUREN PURPLE LABEL. His waistcoat, shirt and trousers are by TOM FORD; the tie is from RALPH LAUREN PURPLE LABEL and COLE HAAN made the black wingtip shoes.
da bayılıyorum; aynı zamanda ilk kapağımız. Son olarak da Frieze’den Matthew Slotover kapağımızı gerçekten çok seviyorum. Bence kapaktaki gerçekten büyüleyici bir fotoğraf. Benim için bile sürpriz olmuştu. David Beckham ya da Ewan McGregor kadar ünlü olmayabilir ama onu kapağımızda ağırlamak çok heyecan vericiydi. Ayrıca ilk sayıda Michael McLaren’ı ağırlamak da çok güzeldi. Maalesef artık aramızda değil ve o zaman yapmasaydık şu an çok geç olacaktı.
PM: Yazarlarımızla ve fotoğrafçılarımızla konuları önceden belirliyoruz; yani gelişigüzel birtakım içerik dizisi arasından seçim yapmak gibi bir durum söz konusu değil. Baştan itibaren iş birliği içerisinde oluyoruz. Bazı konuların sonradan dergiye girmediği de oluyor, fakat bu çok nadiren olan bir şey; dergiye girememe ihtimali olan bir konu olduğunda üzerinde epeyce çalışma yapıyoruz, ancak hala istediğimiz gibi olmamışsa çıkarıyoruz.
Peki kapaklarınızı nasıl seçiyorsunuz? PM: Kalbimizi dinleyerek.
Gert, ‘cool’ kelimesinden hiç hazzetmediğini duyduk; neden bu kadar nefret ediyorsun? Dergide asla göremeyeceğimiz başka kelimeler de var mı? GJ: Sanırım var. Küfürlerden sakınmaya çalışıyorum mesela. Konuşmalarımızda kullansak bile ‘s’ ile başlayan o malum kelimeyi dergide kullanmaktan kaçınıyoruz. Şu an aklıma başka bir kelime gelmiyor. Ama ‘cool’un kaçınılması gerekenler arasında iyi bir örnek teşkil ettiğini düşünüyorum. Çünkü temsil ettiği konsepti hiç sevmiyorum. Soğukluğun ve mesafeli olmanın pozitif bir şeymiş gibi gösterilmesi fikri hoşuma gitmiyor.
GJ: Aslında bu sorunun çok net bir cevabı yok; bazen saniyeler içinde karar verirsin, bazen gecenin bir vakti. Sonuçta tüm dergi hissiyat üzerine kurulu. Penny’nin de dediği gibi, doğru olduğunu hissettiğimiz şeyleri yapıyoruz. Bazen o an yapmadığımız bir şeyi altı ay sonra tekrar düşünüp gerçekleştirme kararı alıyoruz, çünkü birden onun doğru olduğunu hissediyoruz. Ve bazen etrafımızdaki insanlar o sırada kapak konusu olarak seçtiğimiz kişi için “Onu sevmediğinizi sanıyorduk” diyorlar. Halbuki olay o değil. Altı ay önce onun dergi için doğru bir proje olduğunu düşünmüyorduk, ama şimdi bunun için hazır hissediyor olabiliriz. Dolayısıyla bu oldukça değişken bir konu. Sanırım kapak konusunda karar vermiyoruz; bir şekilde kendiliğinden gerçekleşiyor ya da gerçekleşmiyor. Kapak tamam, peki dergiye nelerin girip nelerin girmeyeceğine nasıl karar veriyorsunuz?
Kelimelerden bahsetmişken gelelim kelime oyuncularına. En sevdiğiniz yazarlar kimler? PM: Aklıma dergimize katkıda bulunan yazarlar geliyor ilk olarak; bunların arasında Holly Brubach, Cathy Horyn, Sarah Mower ve Tim Blanks’i sayabilirim. Ayrıca tasarım yazarlarının stil konusunu ele alışı da çok hoşuma gidiyor; yardımcı editör olarak Caroline Roux ve dışarıdan katkıda bulunan editörlerimizden Emily King kadromuzda yer aldığı için çok
XOXO The Mag
FA N TA S T I C M A N
FA N TA S T I C M A N
VA C AT I O N
GLASSWARE The pleasures of imbibing are even greater when the effort is made to select a handsome vessel
The very best objects are those that transform an ordinary task into something memorable, poetic or simply delightful, and nothing meets that description better than a lovelierthan-usual water glass. Just as a bespoke suit would be a ridiculous waste of one person’s money and a tailor’s life if it didn’t improve one’s state of being awake, a water glass, with sides so thin they’re barely there, will bring to every sip a lack of obstruction between liquid and tongue that turns water into something far more special than a mouthful gulped from a warm plastic bottle. “Glass,” says Mr. SIMON FRASER, a design strategist from London, “is a super-cooled liquid. You are drinking from something that is infinitesimally moving. It’s a very thoughtful game.” It is while drinking from a perfectly designed glass that, according to Mr. FRASER, “You’re in the ordinary world, and you’re not, all at once.” One’s choice of designed artefacts should be a reflection of one’s state of mind, one’s imagination, one’s sense of fun and purpose. A water glass should be selected—be it from the modish Italians SELETTI or the kings of stemware, RIEDEL—to enhance a mood and a table, whether filled
with water or, at the end of an especially tiresome day, right to the brim with wine. As a former wine director at the fancy Manhattan restaurant CRU, the esteemed New York wine consultant Mr. ROBERT BOHR knows all about glassware. “If a glass has a ridged edge, it interrupts the flow. The liquid has to go up a ramp and jump over it onto the tongue,” he explains. And as everyone knows, whether one is ingesting wine or water, it should be a smooth ride, and not a skateboard session. If Mr. BOHR were to imbibe, say, a 1937 ROMANÉECONTI (which doesn’t happen often; it’s $18,000 a bottle), it would be from a RIEDEL burgundy glass. “I hate myths around wine, so believe me, this is science, not hogwash,” he says. “The wine is so ethereal, you can’t describe it. It requires a burgundy glass, wider at the bottom, to change the aromas, to release the first burst and then coax out the shy parts: the stewed sour cherries, the violet, the earth, minerals...” Meanwhile, Mr. BOHR isn’t partial to a particular water glass. “It just needs to follow the rules,” he says. His bedside water glass is actually a heavy-bottomed whiskey tumbler, for reasons of practicality.
Photography — Daniel Riera . Styling — Sam Logan Text — Caroline Roux
THIN GL ASS Held in the hand of FANTASTIC MAN’s house hand model, Mr. STUART GEE, this thin GIO w ater g lass from B RISSI feels e legant indeed. W hite c otton shirt by P R ADA , grey wool trousers by HERMÈS and 1970s chair by DOM HANS VAN DER L A AN, from VAN DER MEERSCH & WESTON.
– 86 –
– 87 –
FA N TA S T I C M A N
G L A S S WA R E
– 142 –
– 143 –
VA C AT I O N
PAUL SMITH An absolutely hysterically exciting trio of a printed jacket, shirt and trousers by PAUL SMITH, here seen both full frontal and from the back! The print was inspired by the photograms of the late American artist MARK MORRISROE. The socks and pool sandals are from ADIDAS.
PATTERN (lef t) + GIRTH (right) Left, mesmerising bands encircle the FANFARE PL ANTINE tumbler from HERMÈS, creating a desirable pattern inside and out. Right, of bulbous stem, is a RIEDEL tasting glass from HARRODS with a jug from NICOLE FARHI. The cotton tablecloth is by HERMÈS, and STUART is wearing a blue striped cotton shirt by LOUIS VUITTON. – 90 –
DIOR HOMME The entrance of the ACE HOTEL in Palm Springs is so inviting, it’s a wonder anyone ever leaves. LOGAN wears a white cotton shirt with a leather collar, together with trousers with a leather waistband, both by DIOR HOMME. The tan leather visor is by FLEET ILYA at LN-CC.
DSQUARED2 Summer is a time for fun in a total matching look from DSQUARED2: LOGAN wears a white shirt and white jeans, both decorated with a tiger print. The white socks and pool sandals are from ADIDAS.
– 144 –
– 91 –
– 145 –
Barrack Obama ile buluşacak olsam korkardım. Aynı şekilde Gore Vidal’le de tanışmak gözümü korkutmuştu. Tabii bir yandan da çok heyecan vericiydi. Peki, düşündüğün kadar korkutucu muydu gerçekten? GJ: Evet, oldukça. Sorduğum her soruda ve verdiği her cevapta “Bu da neyin nesi?” diye düşündüğünü görebiliyordum. Dolayısıyla ciddiye alınmadığım hissine kapıldığım da oldu. Ama yine de beni karşılamak için bir saatini ayırdı ve onun evindeydik. Harikaydı! Ama tabii havadan sudan konuşmak mümkün değil; adeta Papa’nın karşısındaymışım gibi hissetmiştim.
şanslıyız. Sonunda bir sonraki sayı için İskoç köşe yazarı Deborah Orr’u da ayarlayabildim. Henüz ayarlayamadığım yazarlar arasında da aklıma John Seabrook geliyor. GJ: Durun bir düşüneyim... Stephen King’i seviyorum. Aslında King’i çoğumuz korku yazarı olarak biliriz; binlerce korku kitabı vardır ama ben en çok Yazma Sanatı’nı severim. Sadist de aynı şekilde çok güzel bir kitap. Kesinlikle okumanızı öneririm. Fakat kendi yazma pratiğini ele aldığı Yazma Sanatı’nı okuduğumda onu gerçekten bir yazar olarak sevmeye başladım. Aynen bir öğretmen gibi nasıl yazılması gerektiğini anlatır o kitabında, ders verir gibi “Bunu yapın, şunu yapmayın...” der. İnsanların herhangi bir şeye bu kadar özenle yaklaşmasını çok seviyorum. Bunun dışında New Yorker yazarı John Seebrook’u gerçekten çok seviyorum. The New York Times moda yazarı Cathy Horyn da bence konusunda çok iyi bir yazar. Son zamanlarda okuduklarımdan bir de Jonathan Franzen’ın Özgürlük kitabını çok seviyorum.
O zaman Gore Vidal ile devam edelim, “Stil kim olduğunu bilmektir, istediğini söyleyebilmektir ve kimseyi umursamamaktır.” der Vidal. Bu görüşe katılıyor musun? Senin günlük stilin nasıl? GJ: Kesinlikle katılıyorum. Bence stil kim olduğundur. Zaten Fantastic Man’i kurmamızın en büyük sebeplerinden biri de 30 yaş ve üzeri erkeklerin kişisel stiliyle yakından ilgili olmamızdı. İnsanın hayatında, kim olduğunu anlamaya çalıştığı ve kendisine yakıştığını düşündüğü giyim stiline ulaştığı bir nokta vardır, kişisel stilin ana fikri de budur zaten. Kim olduğunu bilmek önemli bir başarı. Ayrıca stilin süregelen bir öğrenme süreci olduğunu düşünüyorum. Örneğin jean giymeyi zaman içerisinde öğreniyorsunuz; jean’inizin bu büyüklükte, şu uzunlukta, bu darlıkta olması gerektiği kararını zaman içerisinde veriyorsunuz. Kısacası bu deneyerek öğrenebileceğiniz bir şey. Olur da birkaç sene boyunca jean giymezseniz, birikimlerinizi unutabilir ve
Gert, bir röportajında Gore Vidal ile tanışmak kariyerimin en öne çıkan anlarından birisiydi demiştin. Onu bu kadar özel kılan neydi senin için? GJ: Çok büyüleyici bir andı. Çünkü Vidal ulaşılması ziyadesiyle zor biriydi ve kesinlikle nevi şahsına münhasır bir karakterdi. Bir yandan da çok kibirliydi. Kendinize ne kadar güvenirseniz güvenin, onunla tanışmak yine de ürkütücü bir deneyim. Neredeyse Amerika başkanı ile tanışmak gibi bir şeydi, ki zaten bir zamanlar başkan olmayı denemiş ama başaramamıştı... Yarın 43
INTERVIEW/MAGAZINE
Fabulous women’s magazine, issue n° 6 Autumn and Winter 2012
1 A purposeful outfit sees her through the day: the grey wool jacket is by MICHAEL KORS and the grey cotton shirt by CALVIN KLEIN COLLECTION. Her black leather bag is by MAISON MARTIN MARGIELA.
UK ÂŁ 6.00
Angela Lansbury
109
Best friends forever, in shorts for short legs and shorts for long legs. Marta and Sofia, photographed by Daniel Riera and styled by Jodie Barnes.
108
USA $14.99
SIZES 158cm-tall Marta is wearing a white one-shoulder top by STELLA McCARTNEY, with a VIVIENNE WESTWOOD navy-blue cardigan draped over her shoulders. Her cream textured shorts are by
ALA�A, while her orange python belt and small crocodile bag are both CÉLINE. 182cm-tall Sofia is in a blue long-sleeve shirt and blue shorts, both by Y-3, with a black leather CÉLINE belt. The girls keep in step in crocodile-skin shoes by CÉLINE.
tekrar ĂśÄ&#x;renmek zorunda kalabilirsiniz. DolayÄąsÄąyla stil aynÄą zamanda bir ĂśÄ&#x;renme sĂźreci. Yani eÄ&#x;er yarÄąn sabah aniden uzun saçlÄą uyanÄąrsam, bir Ĺ&#x;ekilde onu nasÄąl taĹ&#x;Äąmam gerektiÄ&#x;ini de zamanla ĂśÄ&#x;renmem gerekecek.
olan, komik ve nazik.
Peki Penny ile nasÄąl tanÄąĹ&#x;tÄąnÄąz, onun The Gentlewoman için doÄ&#x;ru insan olduÄ&#x;unu nasÄąl anladÄąn? GJ: Penny ile Londra’da bir defilede tanÄąĹ&#x;tÄąk, hatÄąrladÄąÄ&#x;Äąm kadarÄąyla Gareth Pugh defilesiydi. Çok kÄąsa sĂźrede doÄ&#x;ru insan olduÄ&#x;unu anladÄąk; onunla sohbetlerimiz çok ilham vericiydi ve fikirleri de bizim dergi için dĂźĹ&#x;ĂźndĂźÄ&#x;ĂźmĂźz kimliÄ&#x;i tamamlÄąyor gibiydi. Penny o sÄąralar eski iĹ&#x;inden ayrÄąlmak Ăźzereydi ve biz de The Gentlewoman’Ĺ kurmaktan bahsediyorduk. Fakat sonra yeni bir iĹ&#x; teklifini kabul etti ve tabii biz de çok ĂźzĂźldĂźk, çßnkĂź onun hakikaten dergi için mĂźkemmel olacaÄ&#x;ÄąnÄą dĂźĹ&#x;ĂźnĂźyorduk. Bunun Ăźzerine tekrar en baĹ&#x;a dĂśnmĂźĹ&#x; olduk. Ama altÄą ay sonra Penny ile tekrar karĹ&#x;ÄąlaĹ&#x;tÄąk ve dergiyi onsuz da olsa çĹkarmak istediÄ&#x;imizden bahsettik. Bunun Ăźzerine Penny de iĹ&#x;ini bÄąrakÄąp bize katÄąlmaya karar verdi.
Peki ekipleriniz sizi nasÄąl tarif ederdi? Devil Wears Prada’daki gibi Genel YayÄąn YĂśnetmenleri misiniz yoksa daha merhametli olduÄ&#x;unuzu sĂśyleyebilir misiniz? GJ: AçĹkçasÄą birazcÄąk Devil Wears Prada’daki gibi bir Genel YayÄąn YĂśnetmeni olmak isterdim. Arada bir el çantanÄą masaya geçirmek falan gibi hareketler hiç fena olmazdÄą. Ama ben -henĂźz- bĂśyle bir Ĺ&#x;ey yapmadÄąm.
Penny sen ne diyeceksin bu karar deÄ&#x;iĹ&#x;ikliÄ&#x;iyle ilgili? PM: Tam bir yÄąl bekledikleri ve beni tekrardan istedikleri için minnettarÄąm! Biraz da vaktinizin çoÄ&#x;unu bir arada geçirdiÄ&#x;iniz, birlikte çalÄąĹ&#x;tÄąÄ&#x;ÄąnÄąz insanlardan bahsedelim. Ekiplerinizi nasÄąl tarif edersiniz? PM: FazlasÄąyla akÄąllÄą, yaptÄąÄ&#x;Äą iĹ&#x;e Ăśnem veren, harika zevkleri
GJ: Beraber çalÄąĹ&#x;manÄąn eÄ&#x;lenceli olduÄ&#x;u, aynÄą zamanda hÄąrslÄą ve birbirine ilham veren insanlar.
PM: Kim bilir? AĹ&#x;ÄąrÄą detaycÄą? SHOWstudio’da çalÄąĹ&#x;Äąrken bir keresinde bir stajyeri otobĂźs beklerkenki halimi taklit ederken yakaladÄąm; sanki taksi çaÄ&#x;ÄąrÄąrmÄąĹ&#x; gibi kolunu kaldÄąrdÄąÄ&#x;Äąnda bĂźtĂźn stĂźdyo kahkahalarla gĂźldĂź. Buradan yola çĹkarak sanÄąrÄąm o filmdeki kadar korkutucu olmadÄąÄ&#x;ÄąmÄą sĂśyleyebilirim. Peki, ofisteki çalÄąĹ&#x;ma ortamÄąnÄąz nasÄąl? Son zamanlarda çalÄąĹ&#x;Äąrken neler dinliyorsunuz? PM: Radyo. GJ: Ofiste epeyce klasik mĂźzik dinliyorum. Onun dÄąĹ&#x;Äąnda sÄąkça Anna Calvi ve The xx dinliyorum. Hatta The xx’i yakÄąn zamanda canlÄą izledim; inanÄąlmazdÄą! Gert, Ĺ&#x;imdiye dek bir sĂźrĂź deÄ&#x;iĹ&#x;ik projede çalÄąĹ&#x;tÄąn;
XOXO The Mag
&"% ! "!" ! !"
! ! $
The Japanese architect is cherished for her breathtaking buildings such as the New Museum in New York City and the Glass Pavilion in Toledo, Ohio. And now she is the first woman to have taken on the directorship of the Architecture Biennale in Venice, Italy, opening in August this year. The prestigious event will give an even bigger platform to Kazuyo Sejima’s ideas about building. With her architectural practice, SANAA, she
over from art-house icon to world-famous box-office draw. But she s a firm believer in the fresh start. In 1997, she upped sticks for the spectacular natural surroundings of the Scottish Highlands, where she still lives. And this year she s taking a breather to enjoy her enviable Arts and Crafts home and dream up the next adventure.
The next time you see Tilda Swinton, it will be in Wes Anderson s Moonrise Kingdom, a story of love and revelation set in 1960s New England. And if the phenomenal, Oscar-winning Scottish actress has her way, it may be her last movie for quite a while. Tilda, 51, has made 24 films in the last 15 years and crossed
Text by Penny Martin Portraits by Benjamin Alexander Huseby Styling by Jonathan Kaye
$ ! ! !" " # " % ! # !$ !
issue n° 5
Tilda
&"%
Text by Caroline Roux Portraits by Andrea Spotorno
PROFILE
the gentlewoman
128
Granny Smith
Junya Watanabe The dashing black pinstriped wool jacket by JUNYA WATANABE has the beginnings of a trouser that extends its initial hip-length hem to the knee. Worn with a black cotton stretch top, long pleated skirt and black leather lace-ups, all by JUNYA WATANABE, this is the softer way to try a menswear look. The gold signet ring is vintage.
Calvin Klein Collection With a slightly arched neckline and two soft pleats that create gentle volume around the hips, this CALVIN KLEIN COLLECTION shift dress is a subtle reworking of a perennial staple. The poppy hue of the technicalwool tweed lends a welcome jolt of modernity to a delicious classic.
112
129
Gala
Granny Smith Super-green and extra tart, the Granny Smith is one of the most popular of the common apples, recognisable for both its sharp taste and denseness of flesh. The first bite can feel astringent, but the eventual taste is surprisingly friendly in its watery sweetness. The Granny Smith derives from an era before apples became industrially crossbred: a hybrid of the European
113
wild apple Malus sylvestris with the domestic apple Malus domestica as the polleniser. Discovered in 1868, it takes its name from the woman who found it, apparently by chance: Maria Ann Smith. The Granny Smith Festival is held in Eastwood, New South Wales, Australia, at the end of each October, though many baby boomers celebrate its shape all year round; it was the fruit adopted by the Beatles as the insignia for their record label, Apple.
Gala
Kidd’s Orange Red, first planted in New Zealand in the 1930s by orchardist JH Kidd. It now represents about 20 per cent of the total volume of eating apples grown in the UK, even though its name is perhaps less well known than others. Indeed, the Gala is ranked third behind the Golden Delicious and Red Delicious in America, according to the US Apple Association, proving its stealth popularity.
The Gala, the parent of the equally appreciated Royal Gala, has the mildest flavour of the popular apples. Its taste is so modest that it takes a few chews before its sweetness emerges from the flesh, disappearing again before the mouthful is even swallowed. This subtlety is a boon to those with sensitive palates. The Gala is a cross between the famous Golden Delicious and
80
81
Bu durumda herhalde gurur duyardÄą... GJ: Tabii, kesinlikle. Bunu sorduÄ&#x;unuz iyi oldu aslÄąnda, siz sormasaydÄąnÄąz hiç aklÄąma gelmezdi doÄ&#x;rusu; Penny'nin de dediÄ&#x;i gibi zaman zaman geçmiĹ&#x;e dĂśnmekte fayda var.
mesela bir jean koleksiyonu için Acne’ye danÄąĹ&#x;manlÄąk yaptÄąn, bunun dÄąĹ&#x;Äąnda White Brief Project ve bir de parfĂźm projesi aklÄąmÄąza gelenler. Ĺžu anda Ăźzerinde çalÄąĹ&#x;tÄąÄ&#x;Äąn bir proje var mÄą? GJ: Penguin için yazdÄąÄ&#x;ÄąmÄąz bir kitap var, Mart baĹ&#x;Äąnda çĹkÄąyor; Londra metrosunun 150. yÄąl dĂśnĂźmĂź vesilesiyle çĹkacak hatta. Kitap esasÄąnda Londra metrosuyla alakalÄą deÄ&#x;il, DoÄ&#x;u Londra’daki bir moda fenomeniyle ilgili. Oradaki erkeklerin, oldukça kendilerine ĂśzgĂź bir gĂśmlek giyiĹ&#x; tarzlarÄą var. Bu tarzÄą bazen dĂźnyanÄąn baĹ&#x;ka yerlerinde de gĂśrebiliyorsunuz; ama DoÄ&#x;u Londra’nÄąn her kĂśĹ&#x;esi bĂśyle giyinen erkeklerle dolu.
HÄązÄąmÄązÄą alamayÄąp daha da geriye gidersek, bir Ăśnceki yaĹ&#x;amÄąnÄązda kimdiniz sizce? PM: EÄ&#x;er reenkarnasyondan bahsediyorsanÄąz, bu inandÄąÄ&#x;Äąm bir kavram deÄ&#x;il. Ama bir anlamda, akademik geçmiĹ&#x;im bana geçmiĹ&#x; bir hayat gibi geliyor. Aylarca tek baĹ&#x;Äąma bir kĂźtĂźphaneye kapanmaktansa, bir ekibin parçasÄą olmak bana çok daha uygun.
15 sene Ăśnceki halleriniz bugĂźn sizinle tanÄąĹ&#x;salardÄą ne dĂźĹ&#x;ĂźnĂźrlerdi? PM: Tam 15 sene Ăśnce, yani 1998’de Royal College of Art’ta araĹ&#x;tÄąrmama baĹ&#x;lamÄąĹ&#x;tÄąm ve dĂźnya Ăźzerindeki en bĂźyĂźk kadÄąn dergisi koleksiyonuna sahip olan The Fawcett Library’de çalÄąĹ&#x;Äąyordum. Bence o zamanki Penny, Ĺ&#x;imdiye dek elime geçen tĂźm fÄąrsatlardan dolayÄą kÄąskançlÄąk duyardÄą. Arada sÄąrada, Ĺ&#x;u anda sahip olduklarÄąnÄą bir zamanlar ne kadar çok istediÄ&#x;ini hatÄąrlamakta fayda var; aksi takdirde isteksizleĹ&#x;meye baĹ&#x;layabilir insan.
GJ: Bir noktada kesin bir at olmuĹ&#x;umdur diye dĂźĹ&#x;ĂźnĂźyorum. At olmayÄą çok isterdim aslÄąnda... Belki de gelecekteki hayatÄąmda at olabilirim. Ĺžimdiki yaĹ&#x;antÄąnÄąza dĂśnecek olursak, utanç duyduÄ&#x;unuz zevkleriniz var mÄą? PM: HollandalÄą iĹ&#x; arkadaĹ&#x;larÄąm sayesinde zevk aldÄąÄ&#x;Äąm Ĺ&#x;eyler konusunda utanç duymamayÄą ĂśÄ&#x;rendim. GJ: Uzun sĂźren uykular. Bir de bir iĹ&#x; arkadaĹ&#x;Äąm bana harika bir Ĺ&#x;iĹ&#x;e votka hediye etti, çok Ăśzel bir Polonya votkasÄą. Bunun için de heyecanlanÄąyorum.
GJ: EsasÄąnda tam 15 sene Ăśnce Ĺ&#x;u anda yapmakta olduÄ&#x;um Ĺ&#x;eyleri yapmaya baĹ&#x;lamÄąĹ&#x;tÄąm. O sÄąralar gazetecilikle ve dergicilikle ciddi Ĺ&#x;ekilde ilgilenmeye baĹ&#x;lamÄąĹ&#x;tÄąm. 20 sene Ăśnceki halim Ĺ&#x;imdiki halimle tanÄąĹ&#x;sa epeyce Ĺ&#x;aĹ&#x;ÄąrÄąrdÄą sanÄąrÄąm. Fakat 15 sene Ăśnce Ĺ&#x;imdi olduÄ&#x;um yerde olmayÄą hayal ediyordum.
Şu rÜportaj bitse de votkamĹ içsem diye sabĹrsĹzlanĹyorsun galiba! Kesinlikle! 45
INTERVIEW/ART
Nasan Tur
Sistemin İçinde, Sisteme Karşı Gündelik hayatın içine işlemiş sosyal ve politik ideolojilerle ilgilenen Tur, eserlerinde basit jestlerin ardındaki önyargıları ve inançları ince bir mizahla açığa çıkarıyor. Yağmurlu bir İstanbul gününde, sanatçıyla İstanbul Modern’in “Modernlik? Fransa ve Türkiye’den Manzaralar” sergisindeki eserlerini yerleştirirken yeni projelerinden, okul yıllarından, öğrencilerinden, İstanbul’dan ve müzikten konuştuk. Yaptığı işin etkisiyle içinde bulunduğu depresifliğe karşı panzehir işlevi gören güçlü mizahı sohbetimizi şenlendirdi. röportaj elif kamışlı fotoğraf özkan önal
XOXO The Mag
Unknown Knight’ın fotoğraflarını çekip bunu şehrin tarihinde yer alan efsanevi bir figüre dönüştürdüğünü biliyorum. Bu yayılma tam da benim yapmak istediğimdi.
Sevgili Nasan, öncelikle seni tebrik etmek istiyorum. Yakın zamanda Akademie der Kuenste Berlin tarafından verilen Almanya’nın prestijli sanat ödüllerinden Will-Grohmann Artprize’i kazandın. Geçmişte bu ödülü alan isimlerden Nam June Paik ödül verildiğinde 49, Sigmar Polke da 41 yaşındaymış. Avrupa’da birçok müze sergisine katılmış 38 yaşında bir sanatçı olarak bu ödülün kariyerinde bir dönüm noktası olduğunu hissediyor musun? Ödül hiç beklemediğim kadar ilgi gördü, ama böylesine bir şeyin hayatımı değiştirmesini bekleyecek denli naif değilim artık. Geçmişte büyük bir serginin ardından ‘Kesin her şey değişecek’ dediğim noktalarda hiçbir şey olmazken, alternatif mekanlarda gösterdiğim işler beni bambaşka yerlere taşıdı. Bunlar biraz öngörülemez durumlar. En önemlisi kendi kavramsal bütünlüğümde, kalitesinden memnun olduğum eserler üretmeye devam edebilmem; gerisini zaman içinde göreceğiz. Yine de Will-Grohmann gibi önemli bir kişi adına verilen bu ödülü almak çok güzeldi.
Berlin’de huzur dolu bir stüdyon var. İçeride farklı dönem eserlerini bir arada görmek heyecan verici. Muhteşem bir gün ışığının doldurduğu stüdyoda sanatçı Nasan Tur’un bir günü nasıl geçiyor, bize biraz bahseder misin? Aslında şu aralar stüdyomdan kurtulmaya çalışıyorum, geçmişte hiç stüdyom olmamıştı. Bir mekana bağlı olmak, kuralları belirli bir yapının içine girmek gibi. Stüdyo benim için asistanlarımla beraber üretim yaptığım yer; fikirlerse oradayken değil, dışarıdayken geliyor. Benim eserlerim kendimden öte çevremde olup bitenle, dışarıdaki insanlarla, tarihle ilgili. Sorunun cevabına gelince de, güne haberleri okuyarak başlıyorum, itiraf etmeliyim ki oldukça depresif bir iş bu. Aslında yaptığım iş -sanatçı olmak- böyle bir şey, genelde kendimi çok kötü hissediyorum. Sürekli dünyada olup biten olumsuzluklarla karşılaştığım bir mücadele söz konusu (bunlar gerçek hayatta olmadığından şanslıyım). Aynı haberleri farklı bakış açılarından okumak, taraflar arasında kendi tarafımı belirlemek benim için önemli. Ardından, günlük yazışmalarımı yapıp, o an neyle uğraştığıma bağlı olarak günün geri kalanını belirliyorum. Bu günlerde Marta Herford Müzesi'nde gösterilecek yeni bir heykel serisi üzerinde çalıştığım için, hemen her gün döküm atölyelerine gidiyorum.
2013 yılı boyunca birçok sergiye katılacaksın, bunlar arasında seni en çok heyecanlandıran hangisi? Üzerinde çalıştığım projelerden özellikle bir tanesi beni çok heyecanlandırıyor, ama maalesef şu an detaylarından bahsedemeyeceğim. Genel hatlarıyla, büyük bir alana yayılması öngörülen, kamusal alanda yapılacak sanat projesinden bahsediyorum, bir tür deney de diyebiliriz. Başından sonuna, tüm süreç eserin bir parçası olacak ve kendi adıma bunun nasıl gideceğini çok merak ediyorum. Benim için en önemlilerinden biri de, Egeran Galeri’de Eylül ayında açacağım ve bu galeride gerçekleşecek ilk kişisel sergim; bir diğeriyse Blain|Southern Berlin’de yeni çalışmalarımı göstereceğim sergi. Berlin’deki sergiyi, yeni işlerimi ilk kez bir araya getireceğim ve birlikte nasıl çalıştıklarını göreceğim için merakla bekliyorum.
Bu noktada sanatçı olmaya nasıl karar verdiğini sormak istiyorum. Daha evvelki konuşmalarımızdan deli dolu bir genç olduğunu biliyorum, peki seni sanat okuluna götüren belirleyici bir şey var mı? Evet, şu anki eşim. O dönem okulda ona aşık olmuştum, o ise benimle ilgilenmiyordu. Bir şekilde sanata ilgisi olduğunu öğrendim ve ne olduğuna dair hiçbir fikrim olmadan sanat yapmaya başladım. Ne yaptığımı bilmeden çiziyordum, sonra da kaza eseri akademiyi kazandım.
Bildiğin gibi 13. İstanbul Bienali'nin kavramsal çerçevesi açıklandı. "Anne, ben barbar mıyım?" başlığı senin için ne ifade ediyor? Bu soruyu çok seviyorum. Bizler bir fanusun içinde yaşıyoruz, hakikatte barbar olduğumuzun farkında bile değiliz. Artık barbar olmak için ille de kıyım yapmanız gerekmiyor, plastik torba almak yeterli. Ayrıca, bizim lükslerimiz üretilirken işçilerin ne şartlarda çalıştığını, kaç kişinin hayatını kaybettiğini de bilmiyoruz. Bazen okuduğumuz bir haber bizi şaşırtıyor, üzüyor; ama hızlıca hayatlarımıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bunun bir parçası olmak istemesek de çok zor, çünkü tüm sistem bu şekilde kurulmuş. Hal böyleyken bu soruyu çok dürüst buluyorum. İnanıyorum ki bu, bizlere ne yaptığımızı ve davranışlarımızın etkilerini hatırlatacağı için önemli bir soru.
Kaza eseri mi? Öyle oldu. Normalde akademiye girmek için aylarca çalışılır, on kişiden birine tanınan bir haktır. Ben yaklaşık üç hafta çalışıp çizimlerimi gönderdim, jüriye çağrıldım. Orada ileride ne olmak istediğimi sorduklarında okul broşürlerinde gördüğüm üzere illüstrasyon ve grafik yanıtını verdim, halbuki ne olduklarının farkında değildim. Benim için her şey geç başladı. Arkadaşlarla ya da aileyle hafta sonlarında müze gezmezdik. Okula girdikten sonraysa yaptığım bir performans, sanata olan bakışımı değiştirdi. Bir Protestan kilisesinde on gün boyunca farklı dillerde ezan okuma performansında bulundum ve bu süre içinde kiliseye polisler, satanistler, televizyon ve daha birçokları geldi; kökten dinci Hristiyanlar beni öldürmek istedi, rahip işinden atıldı. Genç bir öğrenci olarak, naifçe yola çıkmıştım ve bu olanların hiçbirini beklemiyordum. İnancın, ideolojinin, siyasetin gücünü; sanatın bir galeride resimlerini sergilemekten fazlası olabileceğini fark ettim. İşte bu noktada sanat benim gerçekten ilgimi çekti ve neler üretebileceğimi araştırmaya başladım.
Barbarlıktan bahsetmek, Graz’da 2011 yılında kamusal alana yerleştirilen Unknown Knight (Meçhul Şövalye) eserini hatırlattı. Avusturyalıların tarihinde barbar olarak adlandırılan ötekilerin pozisyonunu ters yüz eden, barbar diye adlandırılanı naif ve barışçıl bir figüre dönüştüren bir işti. Evet, onlar için yabancı olan her şey barbar; geçmişte Osmanlılar, Macarlar iken, şimdi Balkanlardan gelen göçmenler bu rolü aldı. Bu eser, Graz’ın yüzyıllar içinde kendine yakıştırdığı ve bugün bile kutladığı bir kimliği inceden eleştiriyordu. Uluslararası bir yarışmanın sonucunda seçilen bir projeydi, ama seçilmiş olması şehrin bu eseri sahiplendiğini göstermiyor. Şehirdekilerin bir kısmı eseri istemediler; internet forumlarında sağ kanat tarafından hedef gösteren ifadeler de yer almıştı; şimdiden eserlerin birkaçını kırmışlar. Bu durum milliyetçilik ve tarihsel gerçekliği dönüştürme çabasıyla ilişkili. Bazı araçlarla bir efsane yaratmak mümkün mü bunu yıllar içinde göreceğiz ama Graz’ı ziyaret eden birçok turistin
Hocaların arasında Lewis Baltz ve Ayşe Erkmen de vardı. İşleri seni etkiledi mi? Ayşe Erkmen kamusal alan ile ilgili birçok eser üretiyor mesela… İkisi de çok iyi eserler üreten sanatçılar, ama inanıyorum ki beni asıl etkileyen güçlü kişilikleriydi. Birçok iyi sanatçı konuşmaya başladığında eserlerinin yarattığı etki kayboluyor, benim içinse bu etkinin korunması çok önemli. Lewis Baltz ile sanat dışında her şeyden; tarihten, politikadan konuşuruz. Ayşe Erkmen ile tam tersiydi, sadece sanattan konuşurduk. Benim gibi dağınık bir öğrenci için onun dikkatli, keskin yaklaşımı paha biçilmezdi. 47
Time for Revollusion, 2008, C-print, 150 x 200 cm. (Tüm görseller sanatçı ve Egeran Galeri, İstanbul'un izniyle).
Aynı zamanda, çeşitli üniversitelerde ders veriyorsun. Sanat öğrencileriyle etkileşimin nasıl, yeni kuşak neler vadediyor? Öğrencilerimin benden pek hoşlandıklarını sanmıyorum. Ders verirken eğlenceli biri değilim, onlara karşı oldukça sert ve dürüstüm. Kişinin kendini eleştirebilmesi, her ne kadar zor olsa da, benim için çok önemli. Ben de öğrencilerimi bu yönde uyarmaya çalışıyorum, ama genelde çok güvensizler. Belki de haklılar, sanat piyasası çok rekabetçi, bir yerlerde temsil edilmek isteyen milyonlarca sanat öğrencisi var. Şu an sanat yapmak ürkütücü olmalı. Öğrencilerin hemen hepsi öğrenimlerinin başında çok romantikler. Çevrelerinden gördükleri takdirin onlara verdiği cesaret, sanatçı olmanın idealize edilişi içinde mutlular. Oysa okulun sonlarında, güvenli alanlarından çıktıklarında karşılaştıkları rekabetçi ortam onları korkutuyor ve hemen para kazanmayı, galerilere girmeyi düşünmeye başlıyorlar. Bu onların felaketi. Unutmamaları gereken, sanatçı olurken bu işi para için yapmadığın. Hayatın kendisi tüketim ve kazanç üzerine kurulduğundan bunu anlamaları kolay değil, ama sanatın sadece kendisi için olduğunu fark etmek; maddiyat, sosyal başarı gibi baskılardan arınmak onları özgürleştirecek. Sanatçı olmak sistemin içinde sisteme karşı mücadele etmek için bir fırsat. Akademinin güvenli alanından çıkmak kendini tamamen silahsız bir şekilde, sığınabileceğin bir yer olmadan bir ormanda bulmak gibi. İşte bu noktada zorlu bir mücadele başlıyor ve birçok kişi ormanın içinde ölüyor. İstanbul’da sergilere katılmaya başlayalı on yılı geçmiş.
Her sene burada en az bir iki sergide eserlerini görme fırsatımız oluyor. Peki İstanbul ile ilişkin nasıl? Burada yaşamayı düşünür müsün? Burada değilken İstanbul’u özlüyorum, ama geldiğimde iki üç gün kalmak yetiyor. Burayı her ne kadar sevsem ve güçlü bir bağ kurduğumu hissetsem de, İstanbul’da yaşamak istemezdim. Berlin buraya göre biraz daha depresif, ama bu hal bana uyuyor. Benim gibi düzenli yaşamayan, hangi ay nerede sergi kuracağı belli olmayan biri için evinin Berlin’de olması çok uygun, şehir böyle bir yaşamı destekliyor. Bir de sanat ve politika alanında ilginç şeyler oluyor. Sürekli değişiyor olmasını da seviyorum. Bu değişime kızanlar çok, ama bizler değişirken neden bir şehir değişmesin ki. İstanbul’daki ilk sergilerinden biri 2002 yılında eşküratörlüğünü Halil Altındere ve Vasıf Kortun’un yaptığı Proje 4L’deki Under The Beach: The Pavement (Plajın Altında: Kaldırım Taşları). Başlığında, Fransa’daki 1968 öğrenci olaylarında kullanılan bir slogana gönderme yapan sergide, İstanbul’da ve Avrupa’da yaşayan birçok Türk sanatçı belki de ilk kez bir araya geldi. İstanbul ve Türk sanatçılarla yakın dostluklar kurduğun bir on yılın sonunda bu sergiyi nasıl hatırlıyorsun? Bana özellikle bu sergiyi sorman enteresan. Daha evvel buraya gelmiş olsam da, bu sergiyle birlikte bana ilginç gelen sanatçılarla tanıştım; bu anlamda söz konusu sergi İstanbul ile ilişkimin de başlangıcıydı. O dönemde yeni nesil için yapılan önemli sergilerden biriydi ve İstanbul’daki sanat sahnesinin bugünlere
XOXO The Mag
Once Upon A Time, 2011, Yerleştirm görüntüsü İstanbul Modern.
The Puddle and the Blue Sky, 2001, Video, 3.34 dakika.
diğerleri müziğin gücünün kendi üretimlerini gölgede bıraktığı endişesiyle müzik dinleyemiyor. Senin müzikle aran nasıl? Bir prodüksiyon üzerinde çalışırken her zaman müzik dinlerim ve eğer geciktiysem müzik hızlanır. Ritim benim için çok önemli, enerji verdiği gibi uyarıyor da. Sıkışık bir zamanda değilsem klasik müzik dinliyorum, mesela Bach beni çok rahatlatıyor. Müziğin insanın ruh halini değiştirme gücü inanılmaz gerçekten. Müziği çok seviyorum ve müzisyen olmayı isterdim, ama maalesef yeteneğim yok. Benim yaptığım haliyle sanatta marifetlerin olması gerekmiyor, ama müzikte böyle bir şey zor, çok deneysel bir şeyler yapacaksın belki.
göre çok durgun olduğunu düşününce Proje 4L bir merkez gibiydi; politik, eleştirel bir duruşu vardı. Genelde, gençlerle yapılan grup sergilerine katılanlardan, on yıl sonra hala sanat yapanına pek rastlanmaz; ama bu sergideki ekibin hemen hepsi hala sanatla uğraşıyor, bu çok hoş. Ben de, Ahmet Öğüt, Fikret Atay ve Nevin Aladağ ile bu sergide tanışmıştım. Tabii, şimdi biraz yaşlandık, artık yeni bir genç nesil var; biz gençten sayılmıyoruz. Aradan on bir yıl geçtikten sonra, Halil (Altındere) bu sergiyle ilgili bir katalog yapsa ilginç olabilir bence. Şöyle bir geriye dönüp baktığında en sevdiğin işin hangisi? Bu soruya yanıt vermek çok zor. Genelde o an üzerinde çalıştığım proje, tüm ilgimi topluyor. Şu aralar Kapital adlı bir eser üzerinde çalışıyorum; 40.000 el yapımı kağıdın üzerinde kaliteli bir mürekkeple “kapital” yazıyor. Bu basit görünen iş beni çok etkiliyor. İlk bakışta anlaşılması kolay olmayan eleştirel bir yanı var ve ben, bu eleştirel mizahı seviyorum. Bu eserle birçok sanatçının muzdarip olduğu yeni prodüksiyon telaşından kurtulabilir, ömrüm boyunca sadece bu işi satıp, kendim için üretimler yaparak devam edebilirim. Elbette böyle olmayacak, ama bu oyunu seviyorum. Eskilere bakınca Alman kimliğimi kullanarak yaptığım Self-Portrait (Otoportre, 2000) benim için vermesi gereken mesaj açısından çok güçlü, iyi bir eser; ama sıklıkla küratörler tarafından beni bir kimliğin içine çekmek için kullanıldığından işe karşı olumlu hislerim yok. Sürekli bir yerlere konumlandırılmaya çalışılmak can sıkıcı.
Bu arada dans etmeyi ne kadar sevdiğini biliyorum. Hayalindeki partide çalan özel biri var mı? Kimin çaldığından öte, benimle beraber kimlerin olduğu daha önemli. Eğer keyifli bir kalabalık varsa her yerde eğlenebilirsin. İyi bir dansçı olduğumu sanmıyorum, ama dans etmeyi, dansın içinde kaybolmayı seviyorum. İzleyenler için tuhaf görünsem de, gözlerimi kapatıp bedenimle baş başa kalmak muhteşem bir his. Koreografisini kendisi yapan bir dansçı olmak da şahane bir iş olmalı. Peki, partide seninle dans edecek biri var mı? Umarım Nevin’le dans ediyor olurum. * Nasan Tur'un eserleri, İstanbul Modern'deki "Modernlik? Fransa ve Türkiye'den Manzaralar" sergisinde 16 Mayıs'a kadar görülebilir.
Bazı sanatçılar üretim süreçlerinde müzikle beslenirken, 49
INTERVIEW/DESIGN
MEMET GÜRELİ
Make It Home
Geçmişi insanlık tarihi kadar eskiye dayanan, masallara konu olan halı, zamanla fonksiyonelliğinden ödün verip dekoratif amaçlara hizmet etmeye başlamış olsa da çoğumuz için vazgeçilmez olma özelliğini hala koruyor. Teknolojik gelişmelere inat geleneksel metotlarla üretilen kilimler ise dekorasyonda en çok tercih edilenler arasında başı çekiyor. Biz de, üç kuşaklık dokumacılık geleneğini sürdürürken on bir yıl önce kendi markasıyla yola devam etmeye karar veren, geleneksel kilim konseptini modern bir anlayışla yeniden yorumlayan Memet Güreli ile Kapalıçarşı’daki ofisinde bir araya geldik ve Ethnicon’la başlayıp dhoku’yla devam eden markalaşma sürecini konuştuk. röportaj serap gecü fotoğraf özkan önal
XOXO The Mag
ve dekorasyonu değiştiriyorsunuz. Değerli halıların kalıcılığı yok ama fonksiyonellik var. Hayatınızı yenilemiş oluyorsunuz. Özelde halı üretiminde gözettiğimiz şey, yaptığımız işin yerel ve evrensel olmasının yanı sıra kalıcı olması. İyi malzemeyle yapılıp zamana direnmesi. Dolayısıyla teknoloji de bizim yanımızda.
Dokumacılık aile geleneğiniz, ama şekli sizde farklı. Peki kendi markanızı yaratma fikri nasıl oluştu? Daha çok dhoku’yla tanınıyorsunuz ama henüz duymayanlar için Ethnicon’dan da bahsetmek ister misiniz? Evet, biz eski halıcıyız, bundan 11 yıl önce bu işin uzun süre böyle devam etmeyeceğini düşünerek, arkadaşlarımızın da desteğiyle bir marka yaratma fikrine sıcak baktık ve Ethnicon adıyla patchwork'lere başladık. Kısa sürede iyi tepkiler aldık, aşama aşama ilerleyerek üretici, yenilikçi bir firma olarak tanınmaya başladık ve böylece markalaşma süreci hızlandı. Marka olarak en önemli özelliğimiz her şeye açık olmamız diyebilirim. Dışarıdan gelebilecek her veriyi değerlendirir, analiz eder, içselleştirmeye çalışırız. Bu anlamda şansımız yüksektir. Dünyanın her yerinden değerli, önemli insanlarla tanışma fırsatı yakalarız, çok merkezi bir yerdeyiz... İlk markamız Ethnicon daha çok teknolojik bir isim gibi tınlıyordu, dokumacılıkla, halıyla çok ilgili değil gibiydi. Tam o sıralarda kilim üretmeye başlamıştık ve kilimlerin dokumaları üzerinde küçük yenilikler, değişiklikler yapıyorduk, dokularıyla oynuyorduk, buradan hareketle dhoku ismi çıktı ve dhoku’ya geçiş oldu. Kendi içinde işleyen bir süreç bu.
‘Aralıksız dokuma’ diye adlandırdığınız teknik nasıl gelişti? Geleneksel kilimlerde küçük küçük aralıklar olur, düz dokumalarda oluşan. Acaba birleştirerek dokuma yapabilir miyiz diye düşünüp bir teknik geliştirdik. Aslında daha önce Moldov ve Yugoslav kilimlerinde kullanılan bir teknik ama Anadolu’da denenmiş bir şey değildi. dhoku’yu özel kılan özelliklerinden biri de özgün desenleri; tasarımcılarınız hem kilimin kültürel bağlamını hem de modernin getirilerini çok iyi harmanlayan kalemler. Bildiğimiz kadarıyla desen tasarımında Superpool’dan destek alıyorsunuz. İş birliği içinde olduğunuz başka tasarım ofisleri var mı? Superpool çok sevdiğimiz, değer verdiğimiz, mimari nosyonlarına da çok inandığımız bir ekip. Onların bir koleksiyonunu hayata geçirdik. Başka arkadaşlarımız da var, yakın zamanda yeni bir koleksiyon sunacağız.
Peki, dhoku’dan önce neler yapıyordunuz? Halı alıp satıyordum. Klasik halıcılıkla uğraşıyordum, ama bana çok da uygun bir iş değildi. Yeni bir şey yapma hedefim vardı. dhoku’yla onu gerçekleştirmiş oldum.
Biraz da ekibinizi tanıyalım. Denizli, Manisa ve İzmir’den işin erbaplarını İstanbul’a çağırarak ekibinize dahil ettiğinizi biliyoruz. Nasıl bir ekiple çalışıyorsunuz? Dokuma fikriyle yola çıktığımızda, doğal olarak buna hakim bir ekip oluşturmak istedik. İşten anlayan, genç, parlak insanlarla çalışmaya karar verdik. Ege’den iki çift aileyi İstanbul’a davet ettik, iki yıl kadar burada yaşadılar... Anadolu’daki köylerde yüzyıllardır kullanılan geleneksel desenler var ve hep aynı desenler kullanılıyor. Yaptıkları en büyük değişiklik renklerle oynamak oluyor. Haliyle, o evlerin içine doğan çocuklar da kilim olarak hep aynı şeyi görüyor. Ekibe dahil ettiğimiz genç arkadaşlarımız da böyle bir kültürden geldikleri için ilk etapta tasarımlarımızı gördüklerinde hayrete düştüler ama zaman içinde onların da algısı gelişti.
Başta da bahsettiğimiz üzere, oldukça geleneksel olan kilim konseptini modern yaşamla buluşturdunuz. Zorlu bir süreç olsa gerek, püf noktalarınız nelerdi? Hayata bakışımızla da paralel bir şey bu. Yerelde var olan bir şeyi evrensel hale getirip, çağdaş bir şekilde yorumlayabilmenin peşindeyiz. Ayakları yere basan, buraya ait ama dünyanın her tarafında da kullanılabilir şeyler üretmek istiyoruz. Yerel ama aynı zamanda yenilikçi, modern bir boyutu var yaptığımız işin. Kilimi, özünden bir şey kaybetmeden, geleneksel metotlardan ve doğallıktan taviz vermeden, sentetiklerden uzak, mümkün olduğunca özel ipler, yünler kullanarak modern hale getirmek amacımız.
dhoku’nun koleksiyonları yurt dışında nasıl bir ilgi görüyor? Yurt dışı bağlantılarınızdan biraz bahsedebilir misiniz? İngiltere’den Terence Conran ve Amerika’dan Anthropology ile çalışıyoruz. Hollywood yıldızlarına özel üretimler gerçekleştiriyoruz.
Diğer taraftan, gelişen teknolojiler halı dokuma sanayisini nasıl etkiledi? Haliyle, bütün hayatımız ve dekorasyon anlayışımız değişti; bunlarla beraber halı da ciddi anlamda değişti. dhoku’yla yaptığımız şey aslında halıcılıktan çok 'lifestyle' ürün üretmek. Klasik halı esasında genel olarak hayatımızdan bir şekilde çıkıyor, yerine başka şeyler geliyor, daha pratik malzemeler var artık... Teknolojiyi hayatımızdan çıkardığımızda her şey imkansız hale gelir. Her ne kadar tek tip üretime ağırlık verse de hayatımıza getirdiği inanılmaz kolaylıklar var teknolojinin. Eskiden elde üretilen mokasen bir ayakkabıyı düşünün, on senede bir ayakkabı sahibi olurdunuz, şimdi herkesin yirmi tane ayakkabısı var. Böyle bir denge var ve halı için de aynı şey geçerli. Eskiden bir yatırım aracıyken veya evin demirbaşı olarak görülürken şimdi epey sık bir süreyle halıyı
“Notasyonlar: Bir Kilim Kayıtları Sergisi” ile İstanbul Tasarım Bienali’nin paralel katılımcısı oldunuz. Sergi beklediğiniz ilgiyi gördü mü, bienal deneyiminizden bahseder misiniz? Yenilikçi tavrımız çarşıya da yeni bir soluk getirdi. Kapalıçarşı bienalle tanıştı. Özellikle ilk tasarım bienali olması açısından da önemliydi ve kayda değer bir ilgi gördü sanırım. Bienale katılmak, halı ve kilim yapımının arka planındaki geleneği ve sosyal yapıyı sahiplenmeye yönelik, ve bunun paralelinde fiziki malzemeye, yapıya ve dokuya dair deneysel çalışmalara açık, bir süredir devam 51
eden mütevazı bir kültürel platform oluşturma çabalarımızın bir uzantısı oldu. Sergi kapsamında Superpool’un yanı sıra Koray Özgen, Ela Cindoruk, Ayşe Birsel gibi uluslararası bilinirliğe sahip Türk tasarımcıları ve Bibi Seck, Filip Pagowski gibi önemli sanatçılarla çalıştık.
size göre? Halı tamamlayıcı bir unsur gibi geliyor bana, bizim kültürümüzde halısız bir yaşam alanı eksik gibi durur. Bütün yaşam alanlarında isteriz onu biz. Ana unsur değildir, ama tamamlayıcıdır.
Konuyu size çevirelim biraz, kişisel yaşam alanlarınızı nasıl tarif edersiniz? Ev ve ofisinizin dekorasyonunda en çok dikkat ettiğiniz noktalar neler? "Less is more." Ne kadar az o kadar iyi. Dekorasyonda ve çevremde Zen tasarımları seviyorum. Kaliteli olması ve doğal malzeme kullanılması çok önemli. Bunların dışında olmazsa olmazlarım yok. Ama özetlersem, nötr renklerden ve minimal tasarımların arasında klasik objeler kullanmaktan hoşlanırım.
Annelerimizin, babalarımızın zamanında büyük halılar makbuldü, zamanla fonksiyonellikten sıyrılıp dekoratif özellikleri baskın hale geldi, halının geleceğiyle ilgili ne düşünüyorsunuz? Dekoratif obje haline geldi ve dediğim gibi, tamamlayıcı özelliğini hala koruyor. Gelecekte çok daha yeni malzemelerle tanışabiliriz. Gelişen yeni duyarlılıklar sayesinde öncelikleri evrilen kentli yaşam tarzının sonucu olarak halının da yeni anlamlar ve işlevler edinmesi mümkün olacaktır.
Peki antika halılara ilginiz var mı? Koleksiyonerlikle ilgili ne düşünüyorsunuz? Özel bir koleksiyonum yok. Zaman anlayışım lineer değil, çok kapsayıcı. 100 yıllık, 500 yıllık bir şey sonsuz zaman içinde pek bir anlam ifade etmiyor bana göre.
Bu arada, genel olarak halıcılık endüstrisinin mevcut durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Yeni fikirlere ve yeni malzemelere daha çok ihtiyaç var, bir tıkanıklık olduğunu düşünüyorum. Uçucu ve dekoratif trendlerden öte daha derinlikli, düşünülmüş ve kalıcı üretimlere ihtiyaç var.
Tekrar dhoku... Sürdürülebilirlik ve yeşil tasarımla ilgili dhoku’nun söyleyebileceklerini dinlemek isteriz. Geri dönüşüm tasarımlarınızın neresinde duruyor? Aslında yaptığımız iş tam bir geri dönüşüm ve sürdürülebilirlik hikayesi. Bazı koleksiyonlarımızda kullanılmış halıları bir takım minimal müdahalelerle geri dönüştürüyoruz, yaşanmışlığı olabildiğince yeşil bir süreç dahilinde modernize ederek yeniden sunuyoruz. Daha geniş bağlamda ise, özellikle de doğası itibarıyla sürdürülebilir olan el yapımı halı ve kilim kültürünü yaşatmakla, sürdürülebilir döngülerin devamını sağlamış oluyoruz. Çobandan, koyundan ve yünden başlayan, dokumacıdan çarşıdaki satıcıya uzanan sürecin tüm unsurlarını sürdürülebilirliğin bir parçası olarak algılıyoruz.
Bundan sonraki hedefleriniz arasında neler var? Varılacak yer değildir esas olan; yolculuktur. Bizimki de öyle. Bu yolculukta kalıcılık arayan koleksiyonlarımızı geliştirmenin yanı sıra bahsettiğim mütevazı kültürel platformu da geliştirmeye çalışacağız.
Halı olmayınca ev gibi hissetmeyiz biz, kültürümüz dolayısıyla, peki halıyı bir evin olmazsa olmazı yapan nedir
Son olarak, internette dönen Make it Home videonuzdan da biraz bahseder misiniz? Make it Home, bir halı ya da kilimin, bulunduğu yeri eve dönüştürme, yaşam alanlarını tanımlama ve ısıtma gücüne vurgu yapıyor. Aynı zamanda kilimin ham malzeme olarak ne gibi yapısal, üç boyutlu potansiyeller içerebileceğine dair, her ne kadar bu aşamada sembolik kalsa da, deneysel bir çalışma olmayı amaçlıyor. Paylaşım için de sosyal medya en samimi ve uygun mecra olarak göründü bizlere. Deneysel kilim-çadır fikrini tasarımcı arkadaşım Ali Cindoruk geliştirdi, yönetmenliğini ise Robert Huber yaptı.
XOXO The Mag
LUXURY
COMITé COLBERT
Elisabeth Ponsolle des Portes & Michel Bernardaud röportaj bihter ayyıldız yazı aslin kumdagezer fotoğraf özkan önal
Mevsim normallerinin üzerinde seyreden bir kış gününde, yine normallerin üzerinde seyreden bir İstanbul trafiğinde Pera’ya ulaşabilme telaşında son bir kez sorularımın üzerinden geçiyorum. Festival Colbert için şehre gelen Comité Colbert Yönetim Kurulu Başkanı Michel Bernardaud ve CEO’su Elisabeth Ponsolle des Portes’la yapacağım röportaj için henüz yarım saatim ve aşmam gereken kısa bir yolum vardı. Hafta boyunca ve hatta öncesinde, hemen hemen her yayında karşıma çıkan komitenin röportajlarından geriye kalanları yerli yerine oturtmaya çalışırken kabak tadı vermeden röportajı bitirebilmeyi umuyordum. Lüksün üstatlarına soracağım soruların arasından kelimeler, toplanıp 18. Yüzyıl Fransa’sına, her konuda karşıt görüşlere sahip olmayı incelikle başarmış aydınlanmanın iki öncüsünün tartışmasının tam ortasına götürüyor beni. Mellerior dit Meller mücevherler içinde Voltaire canlanıyor gözümün önünde. Zekasının ışıldattığı gözleriyle lüksün ekonomiyi canlandıran elzem motor kuvvetlerden olduğunu söylüyor. Preromantizm’in melankolikliğinden nasibini alan Rousseau ise lüksün erdemlerin önünde nasıl bir engel oluşturduğundan dem vurmaya başlıyor. Tartışma kafamın içerisinde, yüzyılı etkileyen, yeni bir atışmaya dönmeden kendimi kurtarabildiğimde Mısırlılardan miras kalan ilk lüks kavramının İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra en tepeye çıktığı yıllara ve 80’lerde saptığı sapaktan açıldığı yeni yollara uğramadan olduğumuz yere atlıyorum. İstanbul’a gelmeden Dubai ve Beyrut’ta düzenlenen festivalin bu sene neden burada mola verdiğini kurcalamaya başlıyorum. Kirli taksi camından baktığım manzarayı onların gözünden görmeyi denediğimde sadece ekonomik gelişmelerin çekim gücüne kapılmayacakları aşina olan kuruluş için daha derinleri
kazmaya başlıyorum. Hızlı geçen film şeridinde akan bienaller, moda haftaları, tasarım ve sanat sergileri, dinamiği geometrik bir ivmeyle artan İstanbul’un girdabında döndürüyor beni. Girdabın dışına çıkıp tüm parçaları birleştirdiğimde, Osmanlı’nın şan şöhretiyle Fransız lüksünün kesiştiği noktada gerekçe apaçık ortada. Keza, Kanuni Sultan Süleyman ve I. François’nın dostluklarının simgeleri hala Topkapı ve Dolmabahçe saraylarında arzı endam ediyor. Geçmişten paçasını kurtaramayan düşüncelerim, bugüne vardığında lüksle görece erken tanışan ülkeler arasında olmamıza, rağmen işbu mevzuda hala neden beklenilen yerde olmadığımızı kurcalıyor ve aradığı yerde yine cevabını buluyor. Lüks markalara ulaşmada birkaç zaman öncesine kadar çekilen zorluk şıkkını işaretliyor ve diğer sorulara devam ediyorum. Modernleşmeden nasibini alan, tabiri caizse lüksün üstadının İstanbul’u seçmiş olması, 4 senedir üzerinde çalışılan bir projeyi, paylaşılan tarihi de tabağın bir kenarına koyarak servis etmesi, duruma etraflıca bakınca çok da şaşırtmıyor aslında. Hermés’in İznik çinileriyle dolu vitrini geçiyor hemen gözümün önünden ve halihazırda Türkiye’den ilham almış nice Comité Colbert üyesi takip ediyor geçidi. Hepsi selamını verdikten sonra katılaşmış bir düşünce takılıyor süzgece. Hiçbir dayanağı olmadan kolektif önyargıların kurbanı olan zihnim, lüksü derin bir geçmiş ve güçlü bir mirasla bağdaştırıyor. Elimdeki notlarıma tekrar göz attığımda komitenin en yaşlı üyesinin bu yıl 400 yaşına girdiğini fark ediyorum; bir an dudaklarımın kenarına takılan gülümseme, henüz 12 yaşındaki Frederic Malle’i listede gördüğü gibi siliniyor. Bağlantı kurmak üzere işe koyulan biyolojik ve psikolojik etaplarım dışarıya kafası karışmış bir görüntüyle yansıyor. Lüks sektöründeki Fransız yaratıcılığını desteklemek ve var olan
XOXO The Mag
Comité Colbert resmi sitesinden alınmıştır
durumda. Lüksün sadece satın alınacak bir obje değil sindirilmesi gereken bir külliyat olduğunu anlatmak peşindeler. Beş duyunun lükse ulaştığı noktada 14 üye ile başlayan komite bugün 75 üyeye sahip. Tutkusunu kalite, ince işçilik, şiirsellik, yaratıcılık, estetik ve tabii kültürle harmanlayan her potansiyel üyeye açan birlik, gelecekte belirmesi olası sektörler için de görkemli kapılarını açık tutuyor. Derin bir nefes alıyorum ve aynı derinlikle aldığım nefesi verirken aslında en basit edinilmiş refleksimin komitenin ana işleyişiyle çakıştığını fark ediyorum. Yeni üyeler ve dallara verdiği olanakları, her sene düzenlenen toplantılarıyla masaya yatırılan üyeleri ve kimsenin baki olmayışı bir anda komitenin alıp verdiği nefesi yüzümde hissetmeme neden oluyor.
dinamiğe ivme katmak fikri tüm heybetiyle belirince, doğru cevabı bulmanın heyecanıyla yüz kaslarımın değişikliklerinin farkında olmaksızın tutunuyorum fikre. Hatta sağlamasını bile yapıyor beynim kendinden emin ve memnun gülümsemesiyle; 1954’te Comité Colbert kurulduğunda bünyesine aldığı Christian Dior gibi dönemin lüks markaları da henüz çok gençlerdi. Dikiz aynasından taksicinin hayret dolu bakışlarına takıldığında gözlerim, bulunduğum yere birkaç dakikalığına geri dönüyorum. Döndüğüm gibi modern hayatın dayatmaları kuşatıyor etrafımı, kültürle bu kadar derin ilişkiler kuran lüks sektörünün pazarlama stratejileri, reklam kampanyaları, arzu nesnesi haline gelip insanları tam anlamıyla bir çılgınlığa sürüklemesi... O ana kadar açık bir şekilde Voltaire’den yana duran tavrım Rousseau’ya doğru koca bir adım atıyor. Sadece o dünyanın bir parçası olabilmek uğruna sahte ürünlere başvuranlar, kimin hangi şartlar altında çalıştığını, geçici sürdükleri hükümdarlıklarında çevreye ne ölçekte zarar verdiklerini görmezden gelerek dolaylı yollardan yasa dışı örgütlere verdikleri desteği hesaba katmadan, ait olmaktan çok sahip olmak safhasında takılı kalanlar silsilesiyle hayrete düşüyorum. Fakat söz konusu Comité Colbert iken duruma biraz daha geniş bir perspektiften bakmak gerektiğinin farkındalığıyla düşüncelerimi yüzeyin altına indiriyorum ve karanlık coğrafyamın tekinsiz sularında mum ışığında aranıp, yapbozun parçalarını başarıyla birleştirmekteyken arada bir birkaç adım geriye çekilip büyük resme bakmadığımı anlıyorum. Her markanın bireysel yürüttükleri stratejilerinde aslında komitenin bir payı yok, komite, aynen dem vurulduğu üzere, işin kültür elçiliğini üstlenmiş
Yine taksi şoförünün müdahalesiyle irkiliyorum: “Geldik han’fendi.” Pera Palas’ın lüks ama gösterişten uzak kapısı karşımda durmaktayken taksiden iniyorum, güneşin arkasına saklanan soğuk, yüzümü teğet geçiyor. Karşılama görevlisinin açtığı kapıdan Michel ve Elisabeth’i bulmak üzere giriyorum. Sorular ağzımdan dökülmeden son bir kez aklımda dönerken mükemmelliği düstur edinmiş ve yüzünü dünyaya dönmüş her ölçekte markanın yer bulabildiği, senelerdir hakim olduğu ‘art de vivre’i paylaşmaya gelen kuruluşun başkanlarını görüyorum. Samimi bir tanışma ve ardından başlıyorum... Not: Bu yazı, haliyle, Michel Bernardaud ve Elisabeth Ponsolle des Portes’la röportaj yapıldıktan sonra yazılmıştır. Cevapların sorularla iç içe geçmişliğidir ilhamı veren. Kısacası, taksi maceram, içinde cevapların gizli olduğu bir yansımadır. 55
INTERVIEW/ART
Hale Tenger
Tekrar Edilmeyenin Gücü Adına Ocak ayının yeni yıl gündemini üstlenmesinin rehavetinden kurtulup 2012’nin hesaplaşmalarından kalan yükleri bıraktığımızda 2013’ün ilk günleriydi. Türkiye’nin sanat ortamının kaydını tutmaya devam ettiğimiz bölüm için iki kart açtık. Kartlar Hale Tenger ve Özge Ersoy’u gösteriyordu. Türkiye sanatını ayakta tutan kaç sütun var bilmiyoruz ama eğer öyle sütunlar varsa birinin başında kesinlikle Hale Tenger bekliyordur. Hale Tenger’in karşısına oturan küratör Özge Ersoy da bu vesileyle sanatsal üretime adanmış bir hayatı konuşmak için bu ay XOXO The Mag’e davet edildi. Sanatçının atölyesinde bizim için buluşan ikili, Tenger’in ülke siyasetinin kilit noktalarına denk düşen üretiminden, disiplinlerarasılıktan öğrenilenlerden, tekrarın ve sanatçı imzasına dönüşen işlerin sıkıcılığına kadar giden bir konuşma yapıyorlar. Biz de, bu karşılaşmadan kalan kıvılcımlar daha sönmemişken sizinle paylaşıyoruz. röportaj özge ersoy fotoğraf hale tenger'in izniyle
XOXO The Mag
Sometimes you see, sometimes you don't, 1995.
çıkabiliyor. Görsel sanatlar alanında, bu katmanlar üzerine derinlikli okuma yapan ve size yeni kapılar açan metinler bulmak pek kolay olmuyor, malum.
Uluslararası Ruhsal Travma Toplantısı’ndan kalan isim kartınız gözüme ilişti. Etkinliğe konuşmacı olarak mı katıldınız? Geçen gün Nazım Dikbaş’ın moderatörlüğünü yaptığı bir panele konuşmacı olarak katıldım. Türkiye Psikiyatri Derneği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Türkiye Psikologlar Derneği, Türk Tabipler Birliği, Norveç Tabipler Birliği gibi farklı kuruluşlar tarafından düzenlenen, “Toplumsal Travma; Sonuçları ve Baş Etme” başlıklı, uluslararası, peş peşe oturumlarda farklı sunumların yapıldığı bir toplantıydı bu. Katıldığım oturumda Memed Erdener ve Ömer Türkeş de vardı ve başlığı “Toplumsal Travmaya Bakış: Sanatsal İfadenin Sıkıştığı, Takıldığı, Durduğu Anlar” idi. Ben kendi üretimim üzerinden yaşadıklarımı anlattım. Nasıl işler yaptığımdan, sanat üretimim yüzünden ne zaman, ne şekilde baskıya uğradığımdan bahsettim.
Ahu Antmen’in işleriniz hakkında yazdığı 'İçerdeki Yabancı' kitabı güzel istisnalardan bence. Disiplinle çalıştığınızda, donanımınız da yeterli ise bu tür metinler ortaya çıkıyor. Uzun bir dönem zaman ve emek harcayınca, etraflıca düşünüp bağlantılar kurabilince mümkün oluyor bu tür yayınlar. Tekdüze, kavramlar ve isimlerin kuru kuru sıralandığı metinler bol derecede var. 1990’larda yaptığınız yerleştirmeleriniz hakkındaki fikirlerimi Antmen’in kitabına borçluyum aslında. Bu işler size sunulan mekana özgü cevaplar mı, yoksa var olan fikirlerinizi mekana göre şekillendirmeyi mi tercih ediyorsunuz? Bir davet üzerine yeni bir iş üretme sürecine girdiğimde önüme konmuş o mekanı, mekanın içinde bulunduğu şehri, ülkeyi düşünüyorum tabii ki. Ama bu bağlamları düşünmek ille de şart değil. Var olan bir işin, farklı yer ve zamanlarda sergilenişi söz konusu olduğunda kimi eser hiçbir anlam farklılığına uğramıyor. Mesela ‘Strange Fruit’ (2009) enstalasyonu İstanbul’dan sonra şimdi Paris’te sergileniyor ve arada bir farklılık yok. Diğer yandan ‘Sınırlar/Sınırlar’ (1999) videosu İstanbul’da başka, Kassel’de başka, Küba’da, Gwangju’da sergilendiğinde farklı ya da ek anlamlar kazanabiliyor. İşin kendi bütünlüğü dışında, bulunduğu yer ve zamana göre farklı okunabilmesi mümkün sonuçta.
Bu tür toplantılarda sanatçıların farklı disiplinlerde çalışan kişiler için işlerini açıklaması, görseli analiz etmesi, çözümlemesi beklenebiliyor. Böyle bir baskı hissediyor musunuz? Hayır, hiç öyle hissetmedim. Daha önce de sanat harici grupların içinde sanatçı olarak konuştum. Sadece sanat perspektifi yerine değişik açılardan ama gene sanat üzerinden birtakım meseleleri tartışıyor ve sunuyorsunuz. Böylece, farklı disiplinlerden gelen kişilerin birbirinden birçok şey öğrenebildiği bir ortam oluşuyor. Alınan eğitimler ve düşünme sistemleri çok farklı olabilir. Bu da farklı dil ve ifadeleri içeriyor doğal olarak. Ama sonuçta, ifade edilenin paylaşıldığı farklı bir erişim modeli ortaya çıkıyor. Bence alışılmışın dışına çıkmak “sadece kendi alanında” derinlemesine çalışan bütün taraflar için iyi oluyor. Örneğin; bir sosyologla konuşurken diller farklılaşıyor ve başka kapılar açılıyor. Akademik dil ile sanatçıların kullandığı dil etkileşime girdiği zaman farklı, derinlikli ve etkileyici bir iletişim ortaya
İşlerinizi yan yana koysanız, ortak bir biçimsel yaklaşımın veya hassasiyetin olduğunu söyler miydiniz? Doğruyu söylemek gerekirse işlerimin yan yanalığı üzerine pek 57
Denizin Üzerinde Balonlar, 2011. Enstalasyon görüntüsü, Green Art Gallery, Dubai.
düşünmedim. Ortak noktaları, aynı kişi tarafından yapılmış olmaları sadece. 1990 yılında ilk sergimi açtığımda kendinden menkul objeler, duvar üstü enstalasyonlar, nispeten az aykırı bulunabilecek heykeller göstermiştim. Benden epey yaşlı bir sanatçı önce beni tebrik ettikten sonra, “Zamanla bir üslup birliği oluşacaktır tabii” deyince, ben de “Umarım olmaz!” demiştim. Bu kadar net bir tavrım var. Birisi bakıp da “Aa, bu Hale Tenger işi!” desin istemedim hiçbir zaman. Benim için tekrar, benzerlik ve aynılık çok sıkıcı. 90'lı yıllarda ‘Sometimes You See/Sometimes You Don’t’ (1995) adlı işimi üretirken bir önceki yıldan ‘Kalp Ağrısı’ (1994) ve ‘Kant’ın Portresi’nde (1994) kullandığım boks eldivenleri, fan ve dikenli yastığın bir araya geldiğini fark ettiğimde endişelenmiştim, çünkü böyle bir malzeme tekrarı ilk defa oluyordu! 1990’lardaki işlerinize uzanan bir serginiz olsa, izleyiciler bu yan yanalığa, tanınabilir görsel bir dilin yaratılmamış olmasına nasıl tepki verirlerdi, onu merak ediyorum doğrusu. Yakın zamanda, kısa bir süre için, işlerime geniş perspektiften bakışı gerektiren bir çalışma süreci oldu. Çok farklı zamanlarda ve ülkelerde yapılmış çok sayıda yerleştirmenin bir araya gelebilmesi için onca işin arasında konu, mekan, ses, ışık dengelerini yaratıcı ve titiz bir dille oluşturmak gerekiyor. Mesela domestik ve ışığı kontrollü mekanlar içinde yer alan o kadar çok iş yapmışım ki, ben de o süreç içinde farkına vardım! İşlerimi yan yana düşünmek tabii ki ilginç olurdu. Özellikle mekan kurgularının deneyimlenmesi açısından ortaya nasıl benzerlikler, farklılıklar çıkacağı bugüne kadar düşünmediğim merak uyandırıcı bir konu. Bahsettiğiniz kurgular çoğu zaman titizlikle hazırlanmış
bir düzene sahip. Buna ters düşen, düzensizliğin öne çıktığı ‘Devren Satılık’ (1997) yerleştirmeniz sizin için farklı bir yerde duruyor mu? Düzen aramadan istifleme eylemini Susurluk Davası’na tepkiniz üzerinden okumak doğru mu? Devren Satılık oldukça tepkisel bir işti tabii ki. Ama birdenbire ve ilk defa ortaya çıkmış bir tepki değil bu. ‘Sikimden Aşşa Kasımpaşa Ekolü’ (1990) ve ‘Böyle Tanıdıklarım Var II(1994)’de tepkisel çalışmalar. Bugünlerde biraz daha rahat konuşuyoruz ama 1990’ların başında faili meçhuller, darbeler gibi konular neredeyse tabu iken –hala nasıl bir cesaretle ürettiğime şaştığım– bu işler o zamanların olaylarına ve suskunluğuna karşı tepki olarak ortaya çıkmıştı. Susurluk Kazası olduğunda Galeri Nev’deki sergim için başka bir iş hazırlıyordum. Ancak kazanın ortaya çıkardığı manzara karşısında, yaptığım iş bana steril geldi. Susurluk Kazası ve ortaya çıkardığı manzara bende kusma hissi uyandırmıştı. Sonuçta stüdyomu galeriye taşıdım. Atölyemin galeriye kusması olarak tarif ediyordum bu yerleştirmeyi. İşleriniz üzerine yapılan okumalara geri dönmek istiyorum. Aklıma Manifesta’da gösterilen ‘Kesit’ (1996) isimli işiniz geliyor. Bu video yerleştirmesinde göç, vize ve yolculuk kavramlarına değiniyorsunuz. Aslında kısıtlanmış şekilde hareket etmeye çalışanlar sadece bireyler değil, aynı zamanda sanat işleri. Sanat işlerinin dolaşımında ve tarihselleşmesinde de benzer bir içeridedışarıda olma ikilemi yaşanıyor. İşlerinizin tarihselleşmesi konusuna siz ne kadar müdahil olmak istiyorsunuz? Tarihselleşme açısından, işlerim kategorize edilmesin, bağımsız kalsın diye düşünebilirsiniz ama ne yaparsanız yapın, er ya da geç birileri sizi belli sınıflandırmalara tabi tutacaktır. Düşünce
XOXO The Mag
Devren Satılık, 1997.
bir iş –“ucube” lafının şimdilerde çağrıştırdığı anlamlarla hiç alakası olmadan– yani insanlığın, varlığın ucubeliği üzerine. ‘Dancing Queen’ de aynen öyle benim için. Altına giren kişi inanılmaz bir dünyayla karşılaşıyor; yüzlerce ampul-aynada narsisistik bir şekilde kendini sonsuz sayıda çoğalmış olarak görüyor ve bir süreliğine de olsa o dünyanın yıldızı oluyor. Ama aynı zamanda çok enayi bir atmosfer bu, çünkü ancak belinize kadar sarıp sarmalıyor sizi! 1980 darbesi sonrası inanılmaz baskı altında bir dönemden geçildi malum. 1990’lara da uzanan bu atmosferde biraz rahatlama, ferahlama anlamında benim “sosyal hava boşlukları” (social air pocket) olarak adlandırdığım alanlar yarattı bireyler toplum içinde. ‘Dancing Queen’ benim için bu sosyal hava boşluklarını ifade ediyor. Yaşamda umut ve eğlence de bulmak lazım. Ağlaşmayı çok seven, asabi bir toplumuz ve eğlenmeyi hakikaten beceremiyoruz.
sistemimiz, dilimiz bunun üzerine kurulu. Ancak tarih kimsenin tekelinde değil. Bunu kendinden menkul bir müstakillik taşır anlamında söylemiyorum; sürekli değişkenlikler içeren, akışkan bir yapısı olduğunun altını çizmek için söylüyorum. Bir bakarsınız belli bir dönem dolaşım ve kayıt içinde yer almış olanın on yıl sonra adı anılmaz olmuştur, ya da on yıllar sonra belli bir dönem dolaşım ve görünür bir kayıt içinde yer almamış bir isim yeni gibi keşfedilir. İnsanlık tarihi yazılı belgelere geçtiğinden beri benzer bir durum var. Ulaşılabilir olanları -ki buna sözlü aktarımı da dahil etmek gerekir- yeniden ve yeniden okuyoruz. Üretiminizin kalıcılığını kontrol etmekle ilgilenmemeniz aklıma ‘Dancing Queen’ (2005) işinizi getirdi. Çoğu yerleştirmenizde izleyici ancak mekan içine girdiği zaman işi deneyimleyebiliyor; kurgu bu şekilde. ‘Dancing Queen’in karşısında duran kişi ise, işi heykel olarak düşünüp ona uzaktan bakabilir veya altına girip işi aktifleştirebilir. İşin nasıl deneyimleneceğine dair kararı bu defa izleyiciye mi bırakıyorsunuz? Aslında işlerin nasıl deneyimleneceği zaten hep izleyiciye kalmış durumda. ‘Dancing Queen’ne tam bir heykel, ne de tam bir enstalasyon. Sadece uzaktan bakarsanız bir heykel, altına girip müzik çalmaya başlayınca dans ederseniz, sizinle birlikte bir enstalasyon. ‘Pasarea Maiastra/Aphonia’ (1990) adlı işimi düşündürüyor bana. Adını Romanya folklöründe tılsımlı gücü olduğuna inanılan bir kuştan ve ses kaybı/yitimi anlamında afoniden alıyor. Kaidesi ise Brancusi’nin son derece elegan kuşlarına atıfla, gene Brancusi’nin yaptığı bir kaidenin replikası. Brancusi’nin kuşlarının aksine bu garip kuşun gagası gövdesinden büyük, tek ayağı var o da ters yöne doğru. ‘Pasarea Maiastra/Aphonia’ kategorik olarak “ucubelik” üzerine kurulu
Son olarak, geçen sene verdiğiniz bir söyleşide önceki dönemlerde yaptığınız işlerin daha karamsar olduğunu, son zamanlarda ise hem farkındalık üzerine düşündüğünüzü hem de durumları olumlu yönleriyle de ele almaya çalıştığınızı söylemiştiniz. Evet, aslında doğru, ilk dönemlerdeki işlerim sözünü daha sert ve bir defada söylerken, takip eden süreçte daha katmanlı bir yapıya büründü. Ardından da, son dönemlerde daha şiirsel bir dile kaydı, ‘Beyrut’ (2005-2007) ve ‘Balloons on the Sea’ (2011) video enstalasyonu gibi. Olumsuza, olumluyu göz ardı etmeden bakabilme gayreti diyebiliriz belki. Ama her zaman değil! Örneğin Ocak’ta Arter’de açılan sergi için hazırladığım ‘Böyle Tanıdıklarım Var III’ adlı işimde 6-7 Eylül olaylarından başlayarak faili meçhul cinayetlere, Cumartesi annelerine, katliamlara, açılan mezarlara, işkenceye vb. dair yüzlerce görsel kullandım. 59
MUSIC
YO LA TENGO Aşk ve Şİddet
Uzun yıllar müzik yapmanın, yaratıcılığa ve mutlu beraberliğe ket vurmadığını kanıtlayan Yo La Tengo, yeni albümleri Fade ile ölümlülük ve beraberinde getirdiklerini irdeliyor. yazı beren özel fotoğraf jesper eklow
XOXO The Mag
Neredeyse aynı yaşta olduğum Yo La Tengo, müzik yapmaya başladıkları 1984’ten bu yana grunge, MTV, hard rock, Brit pop, indie-pop, New York’un hakimiyeti, elektronika, Kanada’nın hızlı yükselişi ve daha nice yeraltından yükselen ve geniş kitlelere ulaşan/ulaşmaya çalışan akım ve dalga boyunca sabit kalan az sayıda müzisyen ve gruptan biri. ‘Modus operandi’lerini on üç albüm boyunca korumalarına rağmen, kendilerini tekrar etmek yerine bütünlüğü ve mahremiyeti muhafaza etmeleri onları yaklaşık otuz yıldır ayakta tutan unsurlardan. Her telden çalabilmek ama birlik beraberliği elden bırakmamak. Yo La Tengo ile ilişkilendirilen bir diğer unsur ise, mutlu evliliğin (Ira Kaplan-Georgia Hubley) bir oksimoron olmaktan öte, hayat sevgisini pekiştiren, yaratıcılığın altyapısını oluşturabilen bir güzellik, özellik olduğunu göstermeleri. Nitekim, üçüncü tekerleğin (James McNew) varlığının, hareket kabiliyetini pekiştirdiği ve hatta harekete ivme kazandırdığı bir düzen hakim Yo La Tengo’da. Aşkı yaşatmak, şiddeti sessizce barındırmak...
yaygın eser yaratım şeklinden bağımsız olarak, hikayeyi şarkının başlangıcında verip bilindik bir dünya sunmaktan kaçınıyor ya da hikayeyi girişte verseler de bilindik hikayeleri, her dinleyen için farklı bir “benim bilindik hikayem” olarak sunuyorlar. İçinde bulundukları yaygın akımın varlığına bir anlamda kayıtsız kalıyorlar. Bir diğer yandan da, Yo La Tengo is Murdering the Classics adlı cover albümü, bir garage-rock derlemesi olarak nitelendirilebilen Condo Fucks olarak çıkardıkları Fuckbook albümü, artık klasikleştiği düşünülen art arda sekiz gece boyunca Hoboken’ın nevi şahsına münhasır mekanı Maxwell’s’de sahneledikleri Hanukkah kutlamaları, her konserin bambaşka bir konser olması niyetiyle çıkılan Çarkıfelek turnesi, baştan sona Seinfeld bölümünü tekrardan canlandırmaları, Junebug soundtrack’i gibi yan projeler, yeniden yorumlamalar ile kendi dünyaları içinde başka dünyalar yaratıyorlar. Bir anlamda ‘modus operandi’nin istisnası, başka bir anlamda ‘modus operandi’nin paralel evreni.
Sea and Cake ve Tortoise’ın davulcusu, prodüktör John McEntire ile Chicago’da kaydeden, Yo La Tengo, on üçüncü albümleri Fade ile, olduğundan az göstermenin zarafet ile eş değerde olabileceğini anımsatıyor. Yo La Tengo külliyatının zamansızlığını zamanlamaya çalışırsak (kendi içinde çelişkili bir çabalama hali), And Then Nothing Turned Itself InsideOut gibi Fade’i de geceye dair, havanın kararmasıyla parlayan bir albüm olarak nitelendirebiliriz. Ya da yağmurlu bir pazar günü.
Yo La Tengo’nun, çabuk tüketen/az üreten bireylere karşı takındıkları tutumun, çok uzun zamandır izlediğim yegane iyi film olan Amour’un yönetmeni Michael Haneke’nin duruşu ile büyük ölçüde benzerlik arz ettiğini düşünüyorum. Ulaşılabilirlik, anlaşılırlık kaygısı taşımadan, anlatmak istediği hikayeyi kendi gözünden anlatmak ve ortaya çıkan eserde dinleyici/izleyici için bir kılavuz sunmamak anlayışı hakim Yo La Tengo albümlerinde ve Haneke filmlerinde. Bunu, dinleyici/izleyiciyi, soru işaretleri içinde bırakma pahasına yapıyor ve yapmaktan haz alıyor olmalarına hayran kalmamak elde değil. Nitekim, kişi soru sordukça, kendisi için çıkarımlarda bulundukça, söz konusu eserle yaşar ve o eseri hayatının bir parçası haline getirebilir. Mübalağadan imtina etmek istediğimden, klasikleşmek ifadesinden uzak duruyorum, ancak bizlere “güzel albüm/film” dedirtip, rafa kaldırdığımız bir diğer albüm/film sunmak yerine, uzun zaman hafızamızda, günlük yaşantımızda kulağımızda, sorgulamalarımızda, aklımızda yer edinen eserler yarattıkları için günümüz oratör ve ozanlarından farklı bir düzlemde oldukları aşikar. Bu nedenle, kariyerlerinde, ayrı ayrı, gelmiş oldukları bu noktada, Yo La Tengo’nun da, Haneke’nin de ölümlülük hakkında eser yapmalarına şaşmamalı. Belki de Jean Louis Trintignant’ın Haneke için sözünü ettiği “sinematik disiplini haiz” yakıştırmasını, Yo La Tengo için “her yeni albümleriyle, dinleyiciye müzikal disiplinin beraberinde getirdiği dünyayı yaşatmayı haiz” diyerek uyarlayabiliriz. Yo La Tengo, yaratma arzusunu/yaratıcılığın sınırlarını zorlamayı kendilerine has müzikal disiplinleriyle birleştiriyor ve her yeni eseriyle tekerrürün getirebileceği monotonluktan ziyade “eve dönüş” hissiyatını aşılıyor.
Fade, hiçbir şey aynı kalmazken ve hiçbir açıklama yapılmazken, hislerimizi kaybetmemeye, akli dengemizi yitirmemeye çalışma çabası ile başlıyor ve devamında “...bildiğimiz kadarıyla, buraya kadarmış / o zaman bana iyi geceler de / akıntıya karşı koymak adına zaman kaybetme...” diyerek ölümlülük karşısında şiddeti sessizce barındırma haline işaret ediyor. Hayatın sona ereceğini biliyoruz, o zaman neden bunu doğal karşılayıp, günlerimizi huzur ve neşe içinde geçirmiyoruz? Ölümlülük temasının müzikal yansıması, daha ağırbaşlı ve orkestranın ön plana çıktığı şarkılar olarak karşımıza çıkıyor Fade’de. Yaylı çalgıların ön planda olduğu ‘Is That Enough’ta, bitmeye yüz tutmuş bir ilişkiyi kurtarma çabası içinde olan bir sevgilinin gözünden, hikayelerinin muhtemel sonu anlatılıyor: “... üzücü ama gerçek / geri gelmeyecek şey, kaybetmeyi göze aldığımız şeyin ta kendisi...” Ardından gelen ‘Well You Better’da ise “lütfen artık karar ver” sessiz haykırışları içinde geri kazanma çabası anlatılıyor. Bunlara karşılık, mutluluğun nispeten daha aşikar olduğu ‘I’ll Be Around’ ve ‘Before We Run’ ile Ira Kaplan ve Georgia Hubley ikilisinin birbirlerine fısıldadıkları sözlere kulak misafiri oluyoruz. Yo La Tengo’nun bunca albümden ve daha önemlisi bunca seneden sonra hala (aşkın sürerliği kadar bitişini de ele alan) iyi aşk şarkısı yazabiliyor olmalarına hayranım. Etrafımda parmakla gösterilecek kadar az olsa da, mutlu beraberliğe inancımı artırıyor ve hayat sevgimi pekiştiriyor.
Aşk ve şiddet ile yazıyı noktalayalım. “Aşk ve şiddeti nasıl karşıladığın, aşk ve şiddetin kalıntılarından yarattığın eserin yansımasıdır” düşüncesinden yola çıkarak, Amour’daki Jean Louis Trintignant karakteri gibi soğukkanlı olduğu kadar terörize bir şekilde -ki bunu Haneke’nin kendisi ile dolaylı olarak bağdaştırdığımın farkındayım ancak Haneke’nin önceki filmleri bu çıkarıma delil teşkil edecek nitelikte- karşılama halinin sonucu, Amour gibi yoğun ve beraberinde bıraktığı sorgu ve sorgulamalarla izleyiciyi etkisi altında bırakan bir film ortaya çıkıyor. Yo La Tengo gibi sessizliğe gömülmeksizin şiddeti kavramaya çalışınca ise ortaya çıkan, varlığını usulca kulağımıza fısıldayan, sessiz sakin ve ağırbaşlı bir şekilde benliğimizi saran Fade gibi bir albüm oluyor.
Fade genel olarak ölümlülük hakkında olsa da, albümde yer alan şarkılar sunumları itibarıyla, grup üyelerinin hayatlarında vuku bulan farklı olayları yaratıcı bir ortama taşıdıkları ve söz konusu olayların arasında hüzünlü olanları olsa dahi, bu yaratım sürecinin kendisinin hüzün barındırmadığının altını çiziyor. Kendi deyimleriyle “müzik yapmak hüzünlü bir şey değildir”. Yo La Tengo ‘modus operandi’sine geri dönelim. Tüketim toplumundaki 61
INTERVIEW/ART
andrea phillips
Küratörden Ziyade Dramaturg Andrea Phillips, 13. İstanbul Bienali’nin gündeme gelmesiyle birlikte karşımıza çıkan isimlerden biri; esasında Londralı bir akademisyen, fakat Fulya Erdemci ile birlikte eş küratörlüğünü üstlendiği, ‘Kamusal Simya’ başlığını taşıyacak kamusal program vesilesiyle yolu sık sık İstanbul’a düşmeye başladı bile. Phillips ile, bienaldeki rolü ve bienalin odak noktası olan kamusal alan kavramı üzerine sohbet ettik. röportaj nazlı gürlek fotoğraf emir sarısaç
XOXO The Mag
oy hakkı vardı. Bugün bile, söz hakkı bastırılıyorsa bunun bir şekilde mülkiyet hakkına bağlı geliştiğini görebilirsin. ‘Oikos’un alternatif bir ekonomik düşünce biçimi olarak potansiyeli sürekli olarak göz ardı ediliyor. Şu ana dek öğrendiğim kadarıyla, Türkiye’de kamusal mekan kavramı devlet denetiminde atıl bir hale gelmiş, yani kamu, devletin şekillendirdiği bir şeye dönüşmüş durumda. Bienalde yapmak istediğimiz, kamusallığı, insanların birbiriyle konuşması ve birbirlerini dinlemesi için alanlar yaratmak üzere bir araç olarak geri kazanmak.
Tanımlarla başlayalım mı? Basın açıklaması, bu yılki bienalin “siyasi bir forum olarak kamusal alan” fikrini odağına alacağını söylüyor. Bu durumda, kamusal alanı nasıl tanımlarsın ve bu, kamusal mekandan ne açıdan farklı sence? Bu fark bizim için kesinlikle çok önemli. Öncelikle, kamusal alan fikrinin farklı kültürlerde ne gibi şekillerde kendini gösterdiğini inceliyoruz. İkinci olarak ise, sadece mekana bağlı olarak tezahür eden kamusal alan fikrini sorunsallaştırıyoruz. Bizim için kamusal alan, bir dizi faaliyet, eylem ve varoluş tarzını içermekle kalmıyor, bizzat bunlar tarafından kuruluyor. Bir diğer deyişle, kamusal alan, yalnızca kent mekanlarından veya kentteki buluşma yerlerinden oluşmuyor; medyanın dolaşımı, şiirin dağılımı, internete ve sanata erişim, kitaplara ve tartışmalara tanınan alan ve hatta insanların kentte ne şekillerde ikamet ettikleri ya da hareket ettikleri, yani ne türden kamusal aktörler olmayı seçtikleri ve buna ne derece izin verildiğini de içeriyor.
Peki bu kamusal alan fikrini estetik açıdan nasıl tanımlarsın? Yalnızca mekansal değil, aynı zamanda zamansal, sanal ve öznel şekilde. Birimlere bölünmüş ve homojenleştirilmiş kamu fikrinden mekansal, sanal, dijital ve fiziksel anlamda uzaklaşıp, herkesin kamu haline gelebileceği, bedenlerini ve seslerini kamu önüne çıkarabilecekleri bir anlayışa doğru gitmek istiyoruz. Kamusallık fikri hepimize ait ve her birimiz bu fikri, tartışmak, müzakere etmek ve kentte farklı yaşama biçimleri ileri sürmek için kullanmalıyız. Ancak bu şekilde, açıkça kategorize edilemeyecek ve sermayeleştirilemeyecek yaşam biçimleri bulabiliriz.
Telif hakkı tartışmaları bugün çok güncel ve bu değindiğin konular açısından çok önemli. Fakat bugüne gelmeden önce, bu araştırmanın tarihsel kökenlerinden bahsetmek ister misin? Kamusal alanın tarih boyunca nasıl kurgulandığı ve değişik kültürlerde ne şekillerde inşa edildiği üzerine düşünüyoruz. Batılı kültürlerde, kamusal alan fikrinin felsefi, siyasi ve sosyolojik tarihi büyük ölçüde birtakım fiziksel ve sosyo-politik mekanlara erişim hakkı üzerinden şekillenmiş. Buna göre kamusal alan, genellikle kentsel alanlardaki mekanların, gücü elinde bulunduranlar tarafından, vatandaşlar için düzenlenmesini içeriyor. Bu aslında bir Aydınlanma Çağı kavramı ve bu kavramın oluşumunda, o dönem için yeni olan parlamenter rejimlerin ve siyaset hukukunun etkisi var. Buna göre, kentler, sivil topluma mensup bireylerin bir araya gelerek kamuyu ilgilendiren konularda müzakere edebileceği alanlar yaratacak biçimde düzenlenir. Bu kamusal birleşmeden sonra bireyler özel yaşantılarına geri dönerler. Jürgen Habermas bunu 20. yy'ın ortalarında formüle ederken, Antik Yunan'a dek uzanan bir dizi siyaset ve toplum filozofundan etkileniyordu. Aristo, örneğin, ‘kent devleti’ndeki sivil davranışlar üzerine, kabaca ev anlamına gelen ‘oikos'un tersine düşündü. Batı düşüncesi kamusal ve özel alanları birbirlerinden ayrı düşünür fakat ‘oikos’ Aristo’da, kadınlar, köleler ve haklarından yoksun bırakılmış diğer tüm bireyler arasında açıkça ayrımcılığın hüküm sürdüğü bir mekan olsa bile, bir yönetim ve iş yapma yeridir. Ekonomi ve ekoloji sözcüklerinin kökeni ‘oikos’tan gelir. Bizim için ilginç olan, sanatçıların da, ki o zaman onlara zanaatkar deniyordu, işçi statüsünde bireyler olarak topluma hitaben konuşma hakkından mahrum edilmiş olmaları. Ne yazık ki tarih çok yavaş ilerliyor, öyle ki 19. yy'ın ortalarında İngiltere’de yalnızca mülk sahibi erkeklerin
Bu türden bir kamusallığın politik boyutundan bahseder misin? İnsanların, devletin veya çıkar gruplarının denetiminde olup olmamayı seçtikleri, oy verdikleri veya veremedikleri, meydana çıkıp eylem yaptıkları veya yapmadıkları, ve birtakım şeylere sempati veya antipati duymalarından bağımsız bir hareketin parçası olmak istiyoruz... Tüm bunlar kamunun ne olduğuna dair son derece homojenleştirilmiş fikirler. Güncel siyaset ve medya, kamuyu bu çerçevede tartışıyor. Biz tüm bunlardan uzaklaşıp, kamusal alanı ve kamusallığı öznelliklerinin bir parçası olarak kabul eden kamusal aktörlerden oluşan bir alan olarak düşünüyoruz. Bunu şu anda İstanbul'da yapmak sence neden önemli? Küresel düzeyde, insanların politik açıdan düşünce ve organize olma biçimlerinde önemli dönüşümler olduğunu görüyoruz. ‘Occupy’ hareketi buna harika bir örnekti; ‘Copyleft’ veya ‘Creative Commons’ hareketleri de öyle. Önemli tarihsel arka planlara sahip bu yeni ve güçlü sesler, özel ve kamusal olanın bugün yeniden düzenlenebileceğine ve hatta birlikte düşünülebileceğine işaret ediyor. Örneğin İstanbul'da hiç gerçek bir ‘Occupy’ hareketinin olmaması anlamlı. Sosyal organizasyon Türklerin kolayca becerebildiği bir şey değil ve sanıyorum bunda siyasetin kamusal olana dair tepeden inmeci ve homojenleştirici bir anlayışla aralıksız 63
biçimde ürettiği fikirlerin etkisi var. Bu temanın, bienalin kentin dönüşüm süreçleriyle ilişkisini nasıl kuruyorsun? İstanbul’da sürmekte olan kentsel dönüşüm projeleri, kentin sosyal ve estetik görünüşünü değiştirmekle kalmıyor, insanların yaşamlarını, dolayısıyla da kentin yaşama ve gelişme kapasitesini de derinden etkiliyor. Koskoca bir topluluğu İstanbul’un merkezinden 40 km ötede inşa edilen yeni bir bölgeye taşırsan, sosyal bir dokuyu bozmakla kalmıyor, ekonomik altyapıyı da zedeliyorsun, ki bu da bizi ‘oikos’ ve ‘kent devleti’ arasındaki unutulmuş o bağa geri götürüyor. Bu hak ihlalinin etkileri kuşaklar boyu devam edecek. Kentsel dönüşümün büyük bölümü mutenalaştırma adı altında yapılıyor ve elbette bienal gibi etkinlikler bunun bir parçası. Bir yandan bienali, üretimini desteklediğimiz sanat yapıtları, konuşmalar, etkinlikler ve performanslar dahilinde eleştirel seslerin yükseldiği bir platform olarak tasarlıyoruz, diğer yandan ise bir kültürel sermaye üretimindeki rolümüzü anlamaya çalışıyoruz. Sanatsal ve kamusal sermaye meselesini işleyen bir dizi etkinlik ve yapıt da tasarlıyoruz. Kültürel sermaye kent yönetimlerinin çok sevdiği bir şey. Aynı şekilde, kentsel dönüşüme yatırım yapanlar da sanat pazarındaki patlamayı sevdikleri kadar bienali de severler. Dolayısıyla, tabii ki tamamen bir paradoksun içinde yer alıyoruz. Bu durum, tam da bu konularda tartışma üretmek için çalışılacak bir alan sağlıyor olmalı. Sence bu paradoks üretken bir hale nasıl dönüşebilir? Açıkçası bu konuya çok kafa yordum. Ben bir küratör değilim, akademisyenim ve buradaki rolümü bir dramaturgunkine benzetiyorum. Tiyatroda dramaturg, yönetmene ve oyun yazarına tavsiyelerde bulunan, oyunun nasıl üretilmesi gerektiğine ilişkin bilgiler veren kişidir. Benim rolüm de Fulya (Erdemci) ile birlikte çalışarak kent içinde eleştirellik için alan açmak; böylece insanların tartışabilmesine olanak sağlamak ve başka yerlerde benzer sorunlarla uğraşan insanlarla, yalnızca bir süreliğine de olsa ortak bir platformda buluşmasını sağlamak. Sermayenin bu türden deneysel alanlara aldırmadan yoluna devam ettiği ve edeceği konusunda tabii hepimiz endişeliyiz. Buna cevaben, çekilebilir ve İstanbul'un sermayeleştirilmesine ve sanat alanındaki büyümeye katkıda bulunmak istemediğimizi beyan edebiliriz. Muhtemelen tüm manşetlere de geçeriz, öte yandan bu mesele üzerinde tartışma yaratma imkanını da kaçırmış oluruz. Dolayısıyla, benim vardığım sonuç şu ki, bu konuşmayı gerçekleştirecek aktörleri bir araya getirmek adına bunu yapmalıyız. O halde bu yılki bienal, sergiden ziyade konuşmalar ve atölyelerden mi oluşacak demek istiyorsun? Ve alışıldık sanat mekanlarını dışarıda mı bırakacaksınız? Hayır, hiç de değil. Antrepo’da, Rum Okulu’nda ve henüz kesinleşmemiş birkaç mekanda daha sergiler olacak. Üretimini desteklediğimiz tüm işler, ne biçimde olursa olsun, kamusallık üzerine konuşuyor. Sergiye koyulacak işlerden bazıları beyaz küp mekanlara ihtiyaç duyuyor, ama bu, kamusallığın politikası üzerine düşünmüyor oldukları anlamına gelmiyor. Kamusal sanat ile ‘normal’ sanat arasındaki ayrımı yıkmak istiyoruz. Fulya’yla daha önce bu konuda ‘Aktörler, Aracılar ve Katılımcılar’ başlıklı bir proje yaptık ve tabii Fulya bir küratör olarak kamusal alanda uzun yıllar projeler üretti. Müze bağlamında çalışmayı isteyebilecek birkaç sanatçı da var, fakat tüm bunlar hala karar aşamasında. Sanatçı listesi yazın açıklanacak. Ne tip sanatsal üretimlere bakıyorsunuz? Bazı tarihsel işler de olacak, üretimini desteklediğimiz yeni işler de. Sanatçılara bir alanın verildiği ve orası için yeni iş üretmeleri istenirken işin bütçesinin karşılandığı sergi modeli bize ilginç gelmiyor. Sanatçıların yaptıklarından yola çıkarak -ki bu bir tuval de olabilir, heykel de, enstalasyon da, performans da, aktivist bir eylem de- kamusal alanda ne gibi varoluşlar öne sürdüklerini incelemek
bizim için çok daha ilginç. Peki, ‘Kamusal Simya’ ile ilgili süreç nerede ve nasıl devreye giriyor? Aslında simya düşüncesi hem sergiye hem de kamusal programa hakim. Kamusal programa bu başlığı vermeyi tercih ettik, çünkü simya kavramını farklı fikirler öne sürmek ve dönüşüm hakkında konuşmak için bir araç olarak kullanmak istiyoruz. Burada bahsettiğim dönüşüm, yalnızca kentsel değil aynı zamanda sanatsal, öznel, politik; ve aynı zamanda da paranın sanatı nasıl dönüştürdüğü üzerine. Simya, değersiz şeyleri altına, yani değere dönüştürme süreci. Bu, kapitalizmin yaptığı şeyden hiç de farklı değil, fakat diğer yandan sanatçıların, şairlerin ve düşünürlerin de yaptıkları şeyin tıpatıp aynısı. Kamusal hale getireceğimiz işte bu simya! Bunların arasından neden bir şairin sözünü başlık olarak seçtiniz? Lale Müldür'ün “Anne, ben barbar mıyım?” sözü ne getiriyor? Geçen Ağustos'ta bir akşam, Mimar Sinan Üniversitesi’nin hemen yanında, deniz kenarında çay içiyorduk. Fulya beni, o anda tesadüfen orada karşılaştığımız bir arkadaşıyla, sıra dışı bir kadınla tanıştırdı. Bir süre Türkçe konuştular, daha sonra da oradan ayrıldık. Eve dönerken Fulya bana onun, çok önemli bir Türk şair olan Lale Müldür olduğunu söyledi; onu uzun süredir tanıdığından ve ona duyduğu hayranlıktan bahsetti. O anda, şiiri bienale dahil etmeye karar verdik. Şiirde önemli bir etik var, aynı zamanda da sanatsal ve politik bir tarafı da var şiirin. Sadece akademik ve felsefi düşüncelerden değil, sanatsal üretimin yanında şiirden de etkileniyoruz. Şiir okumalarının yanı sıra siyasi düşünürlerden konuşmalar, aktivist grupların katılımıyla da paneller gerçekleştireceğiz. Amacımız bunlar arasındaki ilişkiler üzerine düşünebilmek. Bienal, yerel bağlamda etkili olan meseleleri küresel bir perspektife oturtmayı zorunlu kılıyor. Diğer yandan, kamusal alan dediğin anda, bunun her bağlamda değişik içerik ve tanımlar getirdiğini, yani yerelle olan bağının birincil sırada olduğunu görmek gerek. Bu bienalde, yerel/küresel denklemini ne şekilde kuracaksınız? Bienal süresince, yerel bağlam üzerine uzman kişilerle başka yerellikler üzerine uzmanlaşmış kişiler bir araya gelecekler. Bu yönde belirlediğimiz metodolojinin amacı, farklı bağlamları bir araya getirerek, hem farklı fikirlere adapte olmayı hem de onları değiştirmeyi mümkün kılmak. Mesela, kamusal programın ilk konuşmacısı, San Diego ve Tijuana sınırında yaşayan ve çalışan Guatemalalı mimar Teddy Cruz olacak. Cruz küresel bir figür fakat kentsel çevrenin dönüşümü üzerine, bulunduğu yerin kendine has kriterlerine bağlı olarak son derece yerel bir biçimde çalışıyor. Onun yanına, ‘Kenti Kamusallaştırmak’ başlığı altında, Sulukule ve Tarlabaşı'ndaki dönüşüm üzerine çalışan yerel platformlardan oluşan bir tartışma paneli yerleştiriyoruz. Sorulan sorular aynı, fakat bağlam değişiyor. İzleyicinin, bu tartışmaların tamamını takip edeceğini, akşamına da Hamburglu bir sanatçı ve aktivist olan Christoph Schaefer'in performansını seyredeceğini ve tüm bu farklı perspektifler arasındaki bağlantıları tartışmak üzere bizimle olacağını umuyoruz. Son olarak merak ettiğim ise, Goldsmiths'te yürüttüğün programla İstanbul'daki işinin nasıl bir araya geldiği. Goldsmiths, İstanbul Bienali'ndeki işimi tamamen destekliyor. Tabii, burada öğrendiklerim ve deneyimlediklerimin öğretmenliğim üzerinde direkt etkisi oluyor. Bienal ekibiyle çalışmanın en heyecan verici yanlarından biri de tüm ekibin kadınlardan oluşması. Goldsmiths'te yürüttüğüm programda kadın entelektüellerden oluşan bir kuşak yetiştirmeyi çok fazla önemsiyorum; kadınların kamusal platformlarda görünür olmaları, kamusal alanda varlık gösterebilmeleri ve bunu sürdürebilecek beceride olmaları tüm çalışmamın asıl ana fikri.
XOXO The Mag
INTERVIEW/LITERATURE
KEVIN WILSON
Nick Hornby’nin Şaheser Dediği Kevin Wilson, iki yıl öncesine kadar kısa hikayeleriyle tanınan bir yazardı. Ta ki dağ başında yaşadığı ufak kasabada performans sanatına afili bir selam çakan, dört kişilik bir ailenin matrak ve sürükleyici hikayesini konu edinen ve Nick Hornby’nin “Yılın en iyisi… Bildiğiniz şaheser” diye andığı ilk romanı The Fang Family ile dünyayı etkisi altına alana kadar. Okyanus ötesinden yazarlara ulaşmak, yanı başımızdaki kimi yazarlarla aramızdaki mesafeyi düşününce imkansız gibi görünse de Kevin Wilson bizim için bu denklemi samimi, egolardan sıyrılmış bir röportajla yerle bir etti. Nicole Kidman’a hayranlığını gizlemekten, “iflah olmaz bir ergenim”, “utangacım” demekten çekinmedi. Siz de çekinmeyin. röportaj ima traum fotoğraf leigh anne couch
XOXO The Mag
devam ediyor. Alanlarında çok iyi iki ismin, Nicole ve David’in romanın sinemaya uyarlanacak versiyonu üzerinde çalışıyor olması benim için harika bir şey. Görmek için sabırsızlanıyorum.
Fang Ailesi, yılın en iyileri arasındaydı. 2011’de Time, Amazon, People, Guardian gibi yayınlar ve Nick Hornby gibi yazarların radarına liste başından girdi ve çok satanlardan biri oldu. Tüm bunlar sana hissettirdi? Hiç gerçekçi değildi. Yazdığın ilk romanla böyle bir etki bırakmayı beklemiyorsun, tabii kendine inanılmaz bir güvenin yoksa. Birileri okur diye umuyordum; yeterince kişi alsın da ben de yenisini yazabileyim. Yıllardır hayranı olduğun kişilerin romandan zevk aldıklarını söylemesi, bu denli iyi yorumlar almak… Ne desem az.
Yönetmen belli mi? Bildiğim kadarıyla henüz karar verilmedi ancak son aşamalarındalar. Ben de merakla bekliyorum. Beyazperdede nasıl bir Fang ailesi canlanıyor gözünde, nasıl olmalı sence? Bildiğim kadarıyla Nicole Kidman Bayan Fang’i canlandıracak. Bu karardan memnun musun? Ailenin diğer üyeleri ve kitaptaki diğer karakterler için aklına isimler geliyor mu? Nicole, Camille Fang’i canlandıracak. Harika olacağını düşünüyorum. Yaşayan aktrisler arasında gerçekten açık ara favorimdir kendisi. Korkusuz, yaptığı seçimlerle ilginç biri. Her an her şeyi yapabilir. Başka biri de gelmiyor aklıma. Zaten bu durumda aksini düşünmek benim için bir hayli zor.
Fang Ailesi’nin konusuna nasıl karar verdin? Sanata ayrı bir ilgin var mı? Sanatın her dalıyla ilgiliyim, en çok da kavramsal sanat ve performansla, ama bu aramızdaki ilişki tutkulu olduğu kadar biraz da sınırlı. Yaratma eylemi ve onu icra etmekle ilgili bir şeyler yazmak istediğimi en başından biliyordum. Bir anne-babanın çocukları dünyaya getirip onları şekillendirerek büyütmesini yazarken başka bir yaratma sürecini, performans sanatını işe dahil etmek enteresan olur diye düşündüm.
Kitapta en sevdiğin bölüm hangisiydi? Sinemada görmek için sabırsızlandığın, nasıl uyarlanacağını merak ettiğin bölüm(ler) var mı? Buster ile Annie’nin öpüşmesini gerektiren Romeo-Juliet sahnesi. Roman için ilk yazdıklarımdan biridir aynı zamanda. Enerjisi ve acayipliği hoşuma gidiyor. Anne ve babanın olayın dışında kalmış gibi görünseler de hikâyenin çözülmesinde oynadıkları önemli rol… Ailenin bir arada olduğu bu gibi sahneleri ekranda görmek ilginç olacak.
Yazarken ya da yazmadan önce performans sanatına dair araştırmaların oldu mu? Bilginin kara deliğine düşmek benim için oldukça kolay. O nedenle olabildiğince az araştırma yapmaya çalışıyorum. Performans sanatına dair az da olsa bir şeyler biliyordum, sevdiğim bazı sanatçılar vardı. Bu noktadan başlamayı tercih ettim. Çok bilmemek de bir bakıma iyi oldu benim adıma çünkü Fang ailesinin ve Fang sanatının özgün olmasını istiyordum.
Tuhaf aileler bana Salinger karakterlerini anımsatıyor. Salinger’ın Glass Ailesi örneğinde de olduğu gibi Fang Ailesi’ndeki karakterler diğer kitaplarında da yer alabilir mi? Salinger sever misin? Salinger’ı elbette seviyorum ama itiraf etmeliyim bir süredir kitaplarını okumuyorum. Beni çok etkiliyor. ‘Fang Ailesi’ni kurgularken Glass’ları elbette düşündüm. Hatta parlak, güzel ve zarar görmüş Glass Ailesi kesinlikle bir modeldi Fang’ler için. Fang’lerle daha fazlasını yapmak çok isterim ama şimdilik biraz onlardan uzak kalmalıyım. Ebeveynlerin -Caleb ve Camille’in- genç olduğu yıllar hakkında bir roman yazmak var aklımda mesela.
Var mı bir parçası olduğun ve Fang Ailesi’ni yazarken seni etkileyen bir performans? Örneğin Marina Abramović’in MoMA’daki performansına dahil olup onunla o masada oturmuş muydun? Abramović’le MoMA’da o anı paylaşanlardan biri değilim maalesef, o denli yoğun bir deneyimi kaldırabilir miydim ondan da çok emin değilim. Performans sanatının sana ait bir alanı ve anı işgal edip, seni bir çırpıda dönüştürme/değiştirme yetisi ilgimi çekiyor. Öte yandan bu durum benim için oldukça korkutucu. Çok çekingen biriyim. İnsanlarla böyle etkileşime geçmek… Benim için hayal etmesi bile zor. Bu yüzden harekete geçen biri olmak yerine yazıyorum sanırım.
Fang Ailesi hayatından ya da çocukluğundan otobiyografik öğeler taşıyor mu? Belki, çok azıcık. Kız kardeşimle çok yakın ve sıkı bir ilişkimiz var. Annie’nin Buster üzerindeki korumacı hali aynen kız kardeşimle benim aramda da var. Ben her zaman çok kırılgandım, kız kardeşim ise çok güçlü. Caleb ve Camille’e göre bizimkiler çok kibardı. Ama tabii sıra dışı bir dünyamız vardı bizim de evde. Onlar sayesinde hayali bir dünya yarattık, gerçek hayattan çok farklıydı ev ortamımız. Filmler, oyunlar kurgulardık. Kendimize oyunlar uydururduk. Bu dünya ve hikayeler sadece dördümüze aitti.
Hayal gücün sürükleyici, okurlarını büyülüyor. Yazarken neler körüklüyor seni? İlhamı nelerde buluyorsun? Rastgele imajlar, konuşmalardan ufak alıntılar, ufak metinler… Ufak ve tuhaf şeylerle başlayıp onların etrafında kurguluyorum hikâyeleri. İş büyüdükçe hikayenin acayipliği de artıyor. Julie Morstad Fang Ailesi için çok iyi bir kapak tasarlamış. Röportajların birinde sen de bu kapaktaki temsili aileden memnun kaldığını söylüyorsun. Şimdi ise Fang Ailesi sinemaya uyarlanıyor. David Lindsay-Abaire senaryolaştıracak ve oyuncu kadrosunda bildiğim kadarıyla Nicole Kidman yer alıyor. Uyarlama işine nasıl bakıyorsun? Morstad’in çizdiği kapak inanılmaz güzel oldu, çok sevdim. Hatta kapaktaki çocukları koluma dövme yaptırdım. Uyarlama fikrini seviyorum. Benim için akıl almaz derecede ilginç bir macera. Hali halihazırda mevcut olan bir eseri ona sadık kalarak yeniden yaratma fikri hoşuma gidiyor. Fakat benim için, filmi nasıl olursa olsun, kitabın yerini doldurmuyor ve kitap tüm orijinalliğiyle var olmaya
Çocukluğunda ya da gençken ileride ne olmak istediğine dair bir fikrin var mıydı? Yazmaya nasıl başladın? Yazmak aklımın ucunda bile yokken okumayı çok seven biriydim. Edebiyatın her türüyle aramda çok yakın ve sıkı bir bağ vardı. Hep okurdum. Küçüklüğümde kafamda hikâyeler uydururdum. Yazmaya ise lise yıllarında başladım. Başlayınca da hayatım boyunca denemek ve yapmaya devam etmek istediğim tek şeyin yazmak olduğunu anladım. 67
Handke, Bir Yazarın Öğleden Sonrası’nda kelime arayışında intihara sürüklenen, bu çaresizlikle yazar olduğunu farkeden bir yazar profili çiziyor. Yazarken senin için nasıl geçiyor günler? Dürüst olmak gerekirse böyle bir hassasiyetim yok. Aceleyle yazıyorum, aşırı heyecanlı ve fırıl fırıl dönen bir zihinle. Sonra üzerinden biraz zaman geçip, sakinleştiğimde bir anlam çıkartabiliyorum yazdıklarımdan. Yazarken çok zinde ve canlı hissediyorum. Aklımda yazdıklarımdan bir-iki kelime ilerideyim ve hikayede bir sonraki bölümde neler olacağını bilmiyorum… Roman yazarken en büyük zorluklarından birini şöyle açıklamışsın: “Kısa hikayeler yazmaya o kadar alışmıştım ki, bölümleri ve sahneleri zamanı gelmeden bitirme dürtüsüyle baş etmeliydim.” Bu dürtüden biraz bahseder misin? Daha ziyade öykücü biri misin? Kısa hikayeler yazdığın döneme kıyasla, roman yazma süreci seni nasıl etkiledi? Öyküler tatmin edici sona -ödüle, final çizgisine- seni daha kısa zamanda ulaştırır. Romanda ise daha uzun soluklu bir yolculuk var. Yeni bir dalış rekoru gibi, öncesinde hiç denemediğin bir derinlik bekliyor seni. Tabii bu her zaman için geçerli değil ama ilk yazmaya başladığımda düşündüklerim bunlardı. Romanı sürekli konuyu toparlayıp bir sona vardırmak gibi bir içgüdüyle yazmak isterken, anlatacağım daha çok şey olduğunu, karakterlere dair daha keşfedeceğim çok şey olduğunu farkettim. Roman ve kısa hikayeler arasında gidip gelmeyi seviyorum ama ilk romanımla birlikte romanın derinliğini ve uzun soluklu halini bir başka sevdim. Bir grup karakterle yıllarını geçirip, kurduğun yakınlık başka türlü bir şey. Yazar blokajının nasıl üstesinden geliyorsun? Var mı gizli bir silahın? Mükemmelliyetçi bir zihniyetten muaf yazıyorum. Hataların muhtemel olduğunu bilerek... Böylelikle bir şeyleri mahvedeceğim korkusundan koruyorum kendimi. Geri dönebilirim ve bir şeyleri düzeltebilirim diye düşünüyorum. Yeter ki kelimeleri kağıda
dökmüş olayım. Kelimelerin direnişinden korunma yolları bunlar benim için. University of South’ta öğretim görevlisi olarak çalışıyorsun. Akademisyenliğin yazar kimliğin üzerindeki etkileri neler? Akademisyenlik kendi başına deneyimlemenin mümkün olmadığı şeyleri önüne getiriyor, gözünü açıyor. Bu branşta yeni ve ne yapmak istediğine karar vermeye çalışan öğrencilerle çalışarak onlarla birlikte sürecin en ham halini yaşıyorum. Açık görüşlülüğün bu süreçte ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor. Yazmak hakkında konuşmak ise ders dışında çok nadiren yaptığım bir şey, bana hala ne olduğunu tam olarak bilmediğim ve içten inandığım bir şey hakkında konuşma fırsatı veriyor. Edebiyatta gözlemlediğin yeni eğilimler ve zorluklar neler? Bir dağda, ufak bir kasabada yaşıyorum. Trendleri, zorlukları vs. ile her anlamda edebiyat dünyasından uzak yaşıyorum ama bana sorarsan zorluklar hiç değişmiyor, her zamanki gibi… Öyle sürükleyici bir hikaye yazmalısın ki okurların ilgisini ve hayal gücünü dikkatlerinin dağılmasına sebebiyet verebilecek tüm dış etkenlerden koruyarak zaptedebilesin. Kevin Wilson’ın mutlaka okunmalı listesinde neler? Shirley Jackson, Carson McCullers, George Saunders, Aimee Bender, Ann Patchett ve Padgett Powell’ın yazdığı her şey. Bu liste daha uzar gider. Aralarından üç kitap seçmem gerekirse: We Have Always Lived in the Castle - Shirley Jackson, The Heart is a Lonely Hunter - Carson McCullers, A High Wind in Jamaica Richard Hughes. Şu anda neler üzerinde çalışıyorsun? Neler okuyor, neler dinliyorsun? Yeni bir romanın ilk aşamalarındayım. Bir yandan kısa hikayeler yazıyorum. Louise Erdrich ve Ben Lerner’ın son çıkan kitaplarını okuyorum, iki de çizgi roman ‘Saga’ ve ‘Fatale’. Black metal albümler dinliyorum. Bir de Kendrick Lamar’ın yeni albümünü. İflah olmaz ergenliğimle mutluyum sanırım.
XOXO The Mag
FILE
SIDE JOB hazırlayan seda niğbolu
Müzik dışı sanat projeleriyle hayatımızda olan müzisyenlerin fikir bolluğundan finansal tatminsizliğe, ego-manyaklıktan akademik geçmişe kadar çok farklı motivasyonları olsa da, işleri ciddiye alınabilecek olanların ya da gerçekten sanatsal bir tatmin yaşatanların sayısı o kadar da sınırsız değil. Ölümsüzlüğü müzik dışı yerlerde arayanlar arasında Tom Waits’in oyunculuk kariyeri gibi başarıya ulaşanlar da var, Christmas on Mars adlı ilk yönetmenlik denemesiyle çuvallayan Flaming Lips’ten Wayne Coyne gibiler de... Franz Ferdinand’dan Alex Kapranos’un, turladığı şehirlerdeki yemekler üzerine yazdığı Sound Bites kitabı gibi esas işleriyle bire bir bağlantılı örneklere de rastlıyoruz. Ve tabii Madonna’nın çocuk kitabı The English Roses gibi “el atmadığım bir bu kalmıştı” motivasyonuyla yapılanlara da... Bugünün disiplinler üstü yaratıcı ortamında, hele ki dijital olanaklarla müziğin yanında onlarca projeyle daha uğraşan müzisyenler ayrı bir mevzu. Biraz da bu yüzden ağırlıklı olarak daha analog isimlerden ve eserlerden bahsetmeyi tercih ettik.
Michael Gira (Swans)
İster 2000 başlarında çıkan kitabı Consumer, ister Swans’la yaptıkları, isterse de çizimleri… Michael Gira elini attığı her şeyi dipsiz karanlığa bulayan, yaptığı her işte, içindekileri en acımasız haliyle yansıtan sayılı isimlerden. Ensest, cinayet, insanlıktan ve kendinden nefret, din, aşk, umut ve umutsuzluk… Alkolik bir anneyle büyüyen, çocuk yaşta uyuşturucu satıcılığından tutuklanıp hapse giren biri için şaşırtıcı değil. 2009 yılında aynı adlı solo albümüne paralel olarak piyasaya sürdüğü 20 çizimlik serinin adı I Am Not Insane. “Parçalarım gibi bu çizimlerin de nereden çıktığını bilmiyorum.” diyor Gira, ama zaten çizimleri de büyük bir ustalık ya da özgünlük taşıdıklarından değil, tam da bunca yıldır onunla bağdaşan tüm hisleri, tüm zehri dışarı akıttığından bu kadar güzel.
XOXO The Mag
Moby
Hayır, albüm ve videolarında karşılaştığımız kendi eseri Little Idiot karakteri değil söz konusu olan. Moby, 2011 tarihli albümü Destroyed’un eşlikçisi olarak konsept bir fotoğraf kitabı da çıkarmıştı. Çoğunluk, eserin daha çok bir kahve sehpası kitabı olduğu konusunda hemfikir; ama bundan daha azını vadettiği de söylenemez -hele ki ilk fotoğraf projesi olduğu düşünülürse. Albümün çıkış noktası, Moby’nin turne yolculukları esnasında uyuyamayıp, herkesin yatağında olduğu saatte görüp duydukları. Turlamanın ve seyahat etmenin daha beklenmedik ve sıradan bir yanını sergilemek istediğini söylemişti Moby; fotoğrafların da amacı bu ıssız kalmış bölgeler için yaptığı soundtrack’i görselleştirmek. Moby’nin favorileri arasında saydığı üç isim ise Sally Mann, Richard Billingham ve Wolfgang Tillmans. Ayrıca, sanatçının LA mimarisine adadığı "Moby Los Angeles Architecture Blog"unu da es geçmemek gerek. Blog'da, şehrin gizli saklı köşelerinde dikkatlerden kaçan, kimi zaman inanılmaz güzellikte kimi zaman da tuhaf yapılar Moby'nin kişisel yorumları eşliğinde yer alıyor.
Matthew Herbert
Sanatı müzikal ya da işitsel projelerinin bir ayağı olarak kullananlar bu yazının konusu olmasa da, Matthew Herbert’ın sanat projesi öyle bir vaka ki anmadan geçemezdik. One Pig için bir domuzun hayatını doğumundan sofralara yemek olmasına kadar kayıt altına aldı Herbert. Albümdeki tüm sesler; homurtularından, kesildikten sonra damlayan kanına kadar bu domuza ve etrafındaki dünyaya aitken, ahlaki bir tartışmanın alevlenmemesi beklenemezdi. PETA albüme büyük tepki gösterirken, Herbert, esas amacının dünyayı daha dikkatle dinlememiz gerektiğine işaret etmek, gözden kaçan ve insan çıkarları uğruna hayatlarını sürdüren bu hayvanlara bir şekilde yakınlaşmak olduğunu söylemişti.
RZA
Wu-Tang Clan’in RZA’sının filmlerle ilişkisi ilk olarak yaptığı müzikler ve oyunculukla başladı. Ghost Dog ve Coffee and Cigarettes gibi Jim Jarmusch filmlerinden, Judd Apatow komedi-dramı Funny People’a uzayan bu listenin yanına yeni eklenen çok da güncel bir yönetmenlik kariyeri var. Tarantino severlerin favorilerinden 2012 tarihli The Man with the Iron Fists’in senaryo yazarı da, yönetmeni de RZA; Kill Bill’in müziklerinde çalıştığı dönemde Tarantino’nun tarzını izlemiş ve nihayetinde onun prodüktörlüğündeki bu filmi ortaya çıkarmış. Tarantino-Rodriguez hattına bir yenilik getirmeyen, aksine onlardan fazlaca etkilenmiş anime etkili bu filmin müthiş eğlenceli bir şov olduğuysa su götürmez.
Phil Elverum (Mount Eerie)
The Microphones ve lo-fi indie çevrelerinde çok sevilen Mount Eerie projelerinin sahibi Phil Elverum, grubunun tişört ve posterlerinden albüm kapaklarına her şeyin tasarımından sorumlu olan kişi, ama onun bu listede yer almasının asıl sebebi atmosferik fotoğrafları. Washington’daki Anacortes’in güneyindeki bir dağ Mount Eerie ve bölgenin mistik ve büyülü doğası, sanatçının sadece şarkı sözlerini değil sinematik manzara fotoğraflarını da ele geçirmiş durumda. Hem fotoğraf, hem de kendi fotoğraflarıyla süslediği edebi kitaplar yayınlayan, sergiler açan bir isim Phil Elverum. Hatta büyük ölçekli fotoğrafları Melbourne’deki Chapter House Lane’de geçtiğimiz ay itibarıyla sergilenmeye başladı bile. 71
Nick Cave
Madonna’nın başarısız girişimlerinden Rob Zombie’nin korku filmlerine, müzisyenlikten sinemaya dönen pek çok isim var. Ama yaptıkları müzisyenliği kadar iyi olan, ya da müziğindeki ruhla bire bir örtüşen o kadar da isim yok. 2005 yılında The Work of Jonathan Glazer belgeselini yöneten Nick Cave’in esas parladığı an John Hillcoat’un neo-western’i The Proposition’a yazdığı senaryo. Cave’in The Assassination of Jesse James by the coward Robert Ford, The Road ve The Proposition’a yaptığı müziklerle iyice belirginleşen Southern Gothic sevdası, kurak çöllere duyduğu tutku ve takıntılı olduğu din ve inanç meseleleri bu senaryoda kendine mükemmel bir yer buldu; öyle ki, ilk iki romanı And the Ass Saw the Angel ile The Death of Bunny Munro’dan daha geniş bir yer. Yeni Hillcoat filmi Lawless’ın da senaryo ve müziği ona ait. Cave şu anda, Gollum ve King Kong gibi karakterlere hayat veren Andy Serkis ile birlikte Kurt Weill ve Bertolt Brecht müzikali Üç Kuruşluk Opera’nın sinema versiyonu üzerinde çalışıyor.
Kim Gordon (Sonic Youth)
Müzikte asla kazanamadığı para ve saygınlığı ressam kimliğiyle kazanınca, sonunda müziği bırakıp resme dönen Captain Beefheart gibi değil Kim Gordon’ın hikayesi. Kim Gordon’ın kariyeri de sanatla başlıyor ama Sonic Youth ile müzikal yolculuğu -özellikle grubun Mike Kelly ile iş birliği ile doruğa ulaşıp- sanattan beslense bile, geride kalan her şeyi ezip geçerek efsaneleşti. Otis College of Art & Design mezunu Gordon, işleri dünyanın her yerinde sergilenmiş Dan Graham ve Jutta Koether gibi isimlerle birlikte çalışmış bir görsel sanatçı ve küratör. 80’lerde New York art-rock sahnesine hızlı girişinin ardından da resme ve konsept sanata devam etmiş Gordon; meraklısı Kim Gordon Chronicles vol. 1 ve 2’de hem sanat hikayesini hem de yaptığı işleri bulabilir. Sonic Youth olarak her zaman performansçı ve seyirci arasındaki ilişkiden etkilendiklerini söyleyen Gordon’ın sulu boya çizimleri de sadece üzerine ışık düştüğünde belirginleşen seyirci yüzlerine göndermede bulunuyor. Gordon ayrıca Kurt Cobain’in son günlerinden ilham alan Gus van Sant filmi Last Days’de de yer aldı.
Stefan Burnett aka MC Ride (Death Grips) Son dönemin en agresif ve endüstriyle başı dertte hip-hop ekibi Death Grips’in patlayıcı etkisinden büyük oranda sorumlu olan rapper Stefan Burnett’in hiç de fena olmayan resimlerine orada burada rastlamak pek kolay değil ama, American Aftermath gibi internet siteleri sayesinde birkaçını görme şansına eriştik. Müziği gibi huzursuz ve karanlık, ama ondan farklı olarak dingin bir hüzün barındıran resimler bunlar. Ayrıca, Burnett’in sahnedeyken ortaya yaydığı testosteron dolu enerjiden farklı şekilde kadınlar hep odakta. Röportaj vermeyi hiç sevmeyen ve içedönüklüğüyle bilinen Burnett, vaktinin büyük kısmını ağzına kadar yazılar ve tablolarla dolu evinde resim yaparak geçiriyor.
Pete Doherty
Doherty’nin sanatla olan ilişkisi de müzikal kariyeri gibi daha çok sansasyonlar üzerinden ilerlemekte. Art of the Albion adlı sergisinde kendi kanıyla ortaya çıkardığı işler ne sanat çevrelerini etkilemeyi başardı ne de Doherty’yi uyuşturucu kullanımını estetize etmekle suçlayan seyirciyi. Doherty’nin The Books of Albion: The Collected Writings of Peter Doherty isimli kitabı da, günlükleri, şiirleri ve fotoğraflarından oluşuyor ve çocuksu bir egoyu sergilemekten öteye geçmiyor. Geçen sene Cannes’da sergilenen Confessions of a Child of the Century filmindeki ilk oyunculuk denemesine eleştirmenlerin tepkisi de çok farklı değil: “Sakın ha müziği bırakma!”
XOXO The Mag
DIGITAL
Modanın Gücü Adına
Ya Da Bireyin yazı koray caner öztürk illüstrasyon güneş engin
Sevgili okuyucu, sırada şok edici bir gelişme var! Dünyaca ünlü bir moda tasarımcısı, yeni koleksiyonunun en beğenilen çantasını bir moda blogger’ına ithaf ettiğini açıkladı. Kişiselleştirmenin vardığı uç noktadan ve giderek artan bağımsız yayıncıların gücü farklı kanallara nasıl dağıttığının farkındalığına varmamızın ardından, aslında bu gelişmenin çok da şok edici olmadığı anlaşıldı. Önce gelin hep birlikte 2000’lerin başına gidelim. Yüz yılı aşkın kültür ve deneyim birikimleriyle başımızı döndürmeye devam eden moda dergileri, hepimizin baş ucu kitabı olmaya devam ediyordu. Onların ak dediği ak, kara dediği kara; her sayıda yayınladıkları on emir biz ölümlü modaseverler için ekmek ve sudan daha önemliydi. Sonra birisi çıktı -bu birisi ben, biz ya da herhangi birisiydi- ve kendi söylediklerinin de anlamlı olabileceğini keşfetti ve ilk taşı attı. Milenyumda sadece banka sistemlerini şaşırtan bir değişim yaşamakla kalmadık; bilginin ve fikirlerin değerlendirilme şeklindeki bu değişim, bizim şu anda içinde yaşadığımız ve hızına hala şaşırabildiğimiz paylaşım çağının gereksinimleriyle birleşerek Social Media Big Bang'ine altyapıyı hazırladı. Artık herkesin ciddiye aldığı birikim ve deneyimlerin geçerliliği, iki sene önce bir internet sayfasına sayıklamalarını karalayanların veya Twitter üzerinde üç kelime ile fikir beyan eden sözde uzman paylaşımseverlerin gerçekliğiyle kavga eder hale geldi. Buradan hemen bir değer karşılaştırmasına gitmeyin; her bireyin ve her kurumun fikirlerinin fazlasıyla değerli olduğunda hemfikiriz. Sadece artık bazı aklar ve karalar yer değiştirdi; düşünce eksenimiz grileri yeniden keşfetti. Bugün, medya tiranlarının sonsuz ve sarsılmaz gücü, bireyin tek başına bir kaynak haline gelmesiyle birlikte sosyal medya tiranlarına -yani aslında bireylere- bölünüyor. Bir internet gazetesine yazan 18 yaşındaki bir yazar ile 18 yılını dergilerde gece gündüz çalışarak geçiren bir yazar artık aynı terazinin iki kefesinde sallandırılabiliyor. Artık ‘iyi’ ve ‘kötü’ demenin keskin hatlarının altında ezildiğimiz iç savaşlar yerini, ‘bence’ demenin artılarıyla eksileriyle tartışıldığı büyük çatışmalara bırakıyor. Gücü eline alan bireyin, yine güçle yaşadığı kendinden geçme -aslına bakarsanız haddini aşma- hali ise, bireyselliğin tatlı haz anlarını
paramparça ederken büyük abileri tedirgin ediyor. Gücün büyük odakları, tabii ki bu hadsiz başkaldırıya karşı boş durmuyor. “Beni istediğin gibi kişiselleştirebilirsin. Ben, senin için varım. Ben, senim!” diyerek olabildiğince paylaşımcı olmaya çalışıyor. Okuyucunun kendi başına asla deneyimleyemeyeceği özel içerikler yaratarak hem onu şımartıyor, hem de abanın altından sopayı gösteriyor: “Ben olmasam bunları elde edemezsin, o yüzden benim üzerime çıkmaya çalışma!” Tabii bu uyarı ne kadar işe yarıyor, orası tartışılır. Beğendiği eteği, şu anda olmak istediği şehri, asla yemek yemeyeceği restoranı paylaşırken esasında kendi olmakta uzmanlaşmaktan öteye bir uzmanlık sahibi olmayanlar, artık adına çanta tasarlanan, dergi kapaklarına ilham veren, dünya devi moda markalarının yüzü olan kişilere dönüşmek istiyor. Moda dünyasında belirli bir kitlenin kadife kaplı duvarları arasında sıkışıp kalan güç, yerinde durmuyor, dağılıp azıcık ilgi sahibi olan herkesin parmaklarının ucunda olmak istiyor. Peki nasıl? Söyleyeyim; artık 'word of mouth' dediğimiz mucizevi tavsiye mekanizması o kadar etkili olmaya başladı ki, yüz binlerce liralık reklam anlaşmalarıyla dergi kapaklarına taşınan bir markayı o dergide görmek değil de, yüz takipçisi olan bir moda bloggerının markayı önermesi çok daha önemli olabiliyor. Çünkü ilki anlaşma ve reklam, ikincisi ise sıradan bir bireyin önerisi; dolayısıyla çok daha kıymetli. Özgürlük, tarafsızlık, kişisellik ve hepsinden öte kendinden bir şeyler bulma duygusu, güç sahibi büyük abilerin çok da kolay elde edemeyeceği nitelikler olduğundan, şu andan itibaren bireyin önünü kesebilecek herhangi bir set ufukta görünmüyor, bireyin büyük abilere benzeme hevesinin getirdiği bazı pürüzleri saymazsak. Günümüzde herkesin haber üretebildiği, hatta belki de haberin ta kendisi olabildiği gerçeğiyle yüz yüze gelip kişiselleşen dijital dünyada gücün nerelerden kimlere geçtiğini görmek gerekiyor. Kaç ‘like’ kaç sayfa ilana bedel, kaç 'retweet' ile bu ayı çıkartır bu dergiler; ölçmesi imkansız ama üzerine düşünmeye değer.
XOXO The Mag
NİCE YÜZLERE
One Hundred and Counting...
100 yazı özgür inceoğulları
th
markalar çok eski yıllardan beri hala güçlü varlıklarını koruyorlar. Fransız parfüm evi Guerlain 1828’de, Alman cilt ve vücut bakım markası Nivea ise 1882’de kurulmuşlar. Güzelliği simgeleyen diğer önemli markalardan Hermès 1837’de, Chanel 1909’da, Prada ise 1913’te doğmuş. Prada tam 100 yaşında (hayır, başta bahsettiğim marka Prada değildi), diğerleri Prada’dan da yaşlı. Ama aslında arada ince bir çizgi var; efsane olmak için yaşlanmak değil de, yaş almış olmak gerekiyor besbelli.
Birkaç farklı sebep yüzünden ismini veremeyeceğim, çok sevdiğim bir marka bu yıl 100. yılını kutluyor. Anlayacağınız, gizli özneyi bulmakta tahminlerle baş başasınız. Ancak, bu belirsizlikten daha öteye geçen bir gerçek var; bir markanın 100 yaşını geçmesi. İlk başta kulağa sıradan bir başarı gibi geliyor, ama son 100 yıldır dünyada -hatta Türkiye’dekiler bile yeter de artar- yaşanan sayısız önemli olayı hatırladığınızda ve arka arkaya sıraladığınızda, bir yüzyıl ancak o zaman hak ettiği rağbeti topluyor. Olaylar zaman sıralamasıyla arka arkaya getirildiğinde, “Vay be, epey köklü markaymış” diyorsunuz. Ben de bu sürecin çekim alanına girdim ve böylece 100 yaşını aşmış markaları araştırırken buldum kendimi. Sayıları gerçekten tahminimden daha fazlaydı. İrili ufaklı birçok marka… Bir kısmı dünyaca tanınan, gerçekten efsane olmuş markalar; bir kısmı ise daha az bilinen, belli bir kitleye hitap etmesi sebebiyle köklü ancak efsane olarak anmadığımız markalar… En azından benim kriterlerime göre.
Lüks tüketimin bir başka yönünde ise içkiler var hiç kuşkusuz. Bu yöne baktığımızda da bir Fransız ağırlığı hissediliyor. Özellikle şarap tarafında… Şarap seviyorsanız biliyorsunuzdur, dünyanın en pahalı kırmızı şarapları Château Cheval Blanc, Château Lafite Rothschild, Château d'Yquem, Château Petrus ve en kaliteli şampanyaları PerrierJouët, Veuve Clicquot Ponsardin, Bollinger gibi markaların tamamı 100 yılı aşkın markalar. Neredeyse tamamı 1800’lerde, hatta bir kısmı 18. yüzyılda üretilmeye başlamış. Söz içkiden açılmışken, konyağın kralı Rémy Martin’in 1724’te, bourbon viskinin bir numarası Jim Beam’in 1795’te, rom deyince akla ilk gelen marka Bacardi’nin 1862’de, Absolut ve Smirnoff gibi votkaların 1800’ler sonunda üretilmeye başlandığını hatırlatalım. Geçmişlerinin bu kadar geriye gittiğini tahmin etmiş miydiniz?
100 yaşını aşan derinliklere, öncelikle, değerli eşyalar üreten markalarla başlayabiliriz. Fransa’dan çıkan Christofle 1830’dan beri yemek masalarının üzerinde kullanılan muhteşem takımlarla ve aksesuarlarıyla adından söz ettiren bir marka. Dile kolay, 183 yıl… Christofle’dan 7 yıl sonra, okyanusun diğer yakasında, New York City’de kurulan Tiffany & Co. ise romanlara, filmlere konu olan bir başka efsane. Kurulduğu ilk zamanlarda kırtasiye üzerine çalışan Tiffany & Co., bir süre sonra mücevhere yönelerek yapılan usta bir manevranın da sahibi aslında. Parisli Cartier ise 1847'de kurulduğu günden bu yana, mücevher sektöründe üretim yapan bir marka; mücevherler ve saatlerle dolu 166 yıllık bir deneyim. Söz konusu lüks eşya sektörü olduğunda, değinmemiz gereken bir diğer isim S.T. Dupont olmalı. Çakmak, kalem, çanta gibi eşyaların en kalitelileri bu markaya ait ve o da Paris’ten çıkma. S.T. Dupont 1872 yılından beri mükemmeli üretmek için çaba gösteriyor.
Son olarak daha geniş kitlelere ulaşan köklü markalardan bahsedebiliriz. Geçen yıl dünya çapında 125. yılını kutlayan Coca-Cola, ondan 12 yıl sonra piyasaya çıkan Pepsi Cola (malum, sonradan isminden Cola’yı attı) hızlı tüketim ürünlerinde en eskiye gidenlerden. Dünyanın en meşhur çay markası Lipton ise 1871’de Glasgow’lu Thomas Lipton tarafından kurulmuş ve her şey kendi adını verdiği süpermarket zinciriyle başlamış. 100 yaşını geçmek bir marka için müthiş bir başarı. Marka sahibi ve yöneticisi için de çok büyük bir gurur kaynağı. Keşke tamamından bahsedebilseydik, ancak başta söylediğim gibi sayıları gerçekten tahminimden daha fazla. Umarım Facebook, Samsung, Apple, H&M gibi yukardakilere oranla daha yeni olan markalar da 100. yıllarını kutlarlar. Tüketim hep canlı olacak, bizdeki bu tüketim sevdası bitmedikçe diyerek yeni yaş dileklerimizi iletmeyi ihmal etmeyelim...
Markalar doğuyor ve bir yandan ölüyor, ancak lüks tüketimi her zaman ölümsüz kalıyor. Şaşırtıcı, değil mi? İyi iş çıkaran firmalar, haliyle, uzun ömürlü oluyorlar. Güzellik de, hiç kuşkusuz, kökleri antikalaşan bir ihtiyaç. Güzelleşmek, güzel kalmak, tüketicilerin para harcamaya her zaman gönüllü kaldığı bir alan olduğundan Guerlain ve Nivea gibi 75
MUSIC
Laibach
Kolektİf Müzİk Hareketİ
Apolitikleşen bir dünyada ve özellikle müzik endüstrisinde, 80’lerden günümüze aktivist kimliklerini eşsiz müzikleriyle bir arada taşıyan efsanevi grup Laibach ile, Neue Slowenische Kunst kolektifi, yeni albümleri, gelecek planları hakkında bir röportaj gerçekleştirdik. Zamanı çoktan gelmişti... röportaj vehbi görgülü fotoğraf d.landin
XOXO The Mag
kavram. Kaldı ki; şimdiye kadar bir takipçi olmak yerine trendleri yaratan da Laibach olmuştur.
Son birkaç aydır, Iron Sky tanıtımı kapsamında We Come in Peace turnesindesiniz. Filmde en çok hoşunuza giden neydi? Neden bu kadar özel olduğunu düşünüyorsunuz? Iron Sky ilk bakışta sığ gözükmesine karşın birçok karmaşık katmandan oluşuyor. Chaplin’in kült filmi Büyük Diktatör’de olduğu gibi, ciddi konuları tiye alan, fazla özdeşleştiren bir yöntem kullanıyor. Yapısı ve üslubu itibarıyla Büyük Diktatör’le oldukça benzeşiyor. Chaplin’in 1940’da yayınladığı film, Avrupa’nın büyük bölümünde yasaklanmasına rağmen bana göre Hitler döneminin çöküşünü müjdeliyordu. Bir Charlie Chaplin hayranı olan Hitler’in, filmi gizlice edinerek özel sinemasında izlemesi onun bile durumun farkına vardığını gösteriyor.
Yarattığınız trendler kadar, tavrınızla da dikkat çekiyorsunuz. Tate Modern’daki gösterinizde farklı medyaları kullanarak toplumsal bireyselleşmeye karşı duruşunuzu gösterdiniz. Bireyselcilikten sizi uzaklaştıran nedir? Tarafsızlığın bulunmayışı. Biraz da ‘An Introduction to Laibach’ adlı yeni albümünüzden bahsedelim. Albümü sınıflandırmak açıkçası biraz güç; ne tam ‘greatest hits’, ne de ‘rare tracks’ seçkilerine benziyor. Şarkıları neye göre seçtiniz? Tarihteki pop-kültür malzemelerinin yeniden yorumlanması Laibach’ın işlerinde önemli bir rol oynuyor. Biz de bundan yola çıkarak, yakın veya uzak geçmişte kaydettiğimiz cover parçalardan bir albüm yapmaya karar verdik. Yorumlarımızda, ters yüz edilmiş gerçekliği Laibach aynasından yansıtarak, onun asıl doğasını ve içeriğini açığa çıkartmaya çalıştık.
Peki, film müziği yapmaktan keyif alıyor musunuz? Kendi albümlerinizle karşılaştırırsanız, şarkı yazma ve kayıt süreçlerinin yaratıcılığınızı kısıtladığını söyleyebilir misiniz? Sinemayı bir yayın ortamı olarak bütünlüklü sanat (Gesamtkunstwerk) konsepti için biçilmiş kaftan olarak görüyoruz, buna ilaveten Laibach’ın her zaman filmlerden ilham aldığını ve bu ilhamı minnettarlıkla birçok albümde kullandığını söyleyebiliriz.
Son albümünüzde de iki parçasına yer verdiğiniz Volk’un yayınlanmasının üzerinden birkaç yıl geçmesine rağmen hala kafamızı kurcalayan bir soru var: Cover’ladığınız ulusal marşları nasıl seçtiniz? Albümdeki ulusal marşları, devletlerin ya da ülkelerin tarihi bağlamda kültürel ve politik emperyalizmin yayılmasında oynadıkları rolü dikkate alarak seçtik. Ana kriter olarak, bir imparatorluk döneminden geçmiş ve emperyalizmin karakteristik özelliklerini taşıyanları tercih ettik. Sayı sınırımız olduğundan dolayı hala aktif rol oynayanları ve en saldırganları belirledik; elimizde kalanları albüme koyduk.
Müziğin ötesine geçip, biraz Neue Slowenische Kunst (NSK)’nın organizasyonel faaliyet alanlarından bahsedebilir misiniz? Kolektif tarafından oldukça ilgi çekici birçok konferans ve toplantı düzenlendiğini biliyoruz, bu aktivitelerde sanatçılardan başka kimler yer alıyor? İlk olarak 1980’de Laibach ve Laibach Kunst olarak ortaya çıkmıştık. 1982’de ‘‘10 Maddelik Akit’’ manifestomuzu yayınladık. 1983’de başlayan ve 1987’ye kadar süren dönemde Yugoslavya ve Slovenya’da Laibach’ın yasaklanmasıyla, 1984’de daha kapsayıcı ve küresel bir yapıda kolektif bir sanat akımı olan Neue Slowenische Kunst’un kurulmasında, Irwin, Scipion Nasice Sisters Theatre, New Collectivism gibi sanatçılarla birlikte çalıştık. NSK, Laibach’ın manifestosundaki felsefi ve farklı ortamlardaki estetik algısına dayanıyordu ve 1992’de dağılmaya başlayana kadar başarısını sürdürdü. NSK zaten organizasyon olarak bir eyalet yapısındaydı, dağılma aşamasının sonuna geldiğimizde ise NSK’yı güncelleştirip gerçek bir ütopyaya dönüştürmeye karar verdik ve uluslar üstü sosyal bir yapı olan NSK State in Time doğdu. Daha sonra NSK Eyalet pasaportları bastırdık ve dağıtmaya başladık. Artık yavaş yavaş NSK Eyaleti’ni halihazırda 15.000 nüfusa sahip gerçek vatandaşlarına bırakmanın zamanı gelmişti. Günümüzde kendini yöneten, farklı kategorilerde alt gruplara ayrılan üyeler bahsettiğiniz aktiviteleri gerçekleştiriyor. Laibach, hala NSK vatandaşlığı bulundurmasına ve zaman zaman özel etkinliklerde iş birliği yapmasına rağmen, yapının operasyonel ayağından eskisine göre daha uzak. NSK Eyaleti’ni tanımayanlar için kısaca anlatmak gerekirse; bu toprağı olmayan, üstünlükçü rejime sahip soyut bir oluşum; üstelik, soyutluğuna karşın gerçek sosyal ve politik sistemlerde yer alıyor ve zenginliğini vatandaşlarının istekliliği ve sıkı çalışmasından alıyor.
Yeni albümde de muhteşem cover’larınız var. Bob Dylan, The Beatles gibi ana akım müzisyenlerin parçalarına yer verirken, bir yandan da albüm açılışını orijinali Mute Records’a ait olan The Normal gibi bir yeraltı klasiği ile yapıyorsunuz. Bu cover’ı Mute’un mirasına gösterdiğiniz saygı olarak görebilir miyiz? Elbette! 30 yıl önce Mute’un bütün mirasının The Normal üstünden kurulduğunu söyleyebiliriz. Minimal ve radikal endüstriyel müzik tarzını popülerleştirerek, zamanında birçok insanın hayatını değiştiren şarkılardan biri de Warm Leatherette’tir ve Mute içerisinde yalnızca Laibach’la sınırlı kalmayarak Depeche Mode ve diğer gruplar üzerinde de büyük bir etkisi olmuştur. Peki, bir cover yapmadan önce daha önce yapılmış cover’ları dikkate alır mısınız? Genelde önceki cover’lar bize çok sıkıcı gelse de, ve şarkıya hiçbir şey katmadıklarını düşünsek de, bu sayede bir cover’da neleri yapıp neleri yapmamamız gerektiğini öğreniyoruz. Bir soundtrack albümü, bir canlı kayıt ve bir de derleme albüm çıkardığınız 2012, Laibach için oldukça yoğun geçti. Geleceğe dair planlarınız neler? Yeni bir albüm üstünde çalışıyor musunuz? Halihazırda zaten yeni projelerimiz var. İlk olarak, 30 yıl önce kaydettiğimiz parçalardan oluşan ‘Laibach Revisited’ adında sınırlı seri, çift CD’lik bir albüm çıkartacağız. 2013’ün sonlarına doğru ise tamamen yeni parçalardan oluşacak bir albüm yayınlayacağız. Bunu da büyük bir turne takip edecek tabii ki. Ayrıca Nisan’da ufak çaplı ‘We Come in Peace’ turnesi de planlarımız arasında.
Bu kadar yoğun faaliyet gösteren NSK üzerinde sosyal medyanın nasıl bir etkisi oldu? Başta sosyal medya bizim için yalnızca konserler, sergiler, gazete ve TV gibi geleneksel medya ortamlarıydı. İnternet sayesinde ortaya çıkan dijital sosyal medya ise çok sonradan geldi diyebilirim. Uzun uzun anlatmak istemiyoruz ama, dijital paylaşımın getirdiklerinin yanında bir o kadar da götürdükleri oldu diyebiliriz. 1980’lerden beri müzik piyasasındasınız ve o zamandan beri müzik tarzlarının oldukça değiştiğini söyleyebiliriz. Bu durum birçok döneme yayılan Laibach’ı nasıl etkiledi? Endüstriyel ve avangard akımların gerisinde kalmak gibi bir endişeniz var mıydı? Laibach, bence tek bir tarza sığdırılmaması gereken, daha geniş bir
Geçmişteki işlerinizi ve müziğe olan katkılarınızı düşünürsek... Kendinizi nerede görüyorsunuz? Radikal hareketlerle dolu bir kariyer diyebilir miyiz? Kendimizi birçok radikal değişimden geçmiş, ama buna rağmen tamamen amatör ruh taşıyan bir grup olarak görüyoruz. 77
WHATEVER
Örümcek Adam'ı Teğet Geçen FETİŞ
Erik Stanton
yazı sarp dakni görseller erik stanton kitaplarından
Bir de ne göreyim; maskeli ve pek seksi halleriyle peşlerinde ister istemez kudurtucu bir fetiş algısı sürükleyen ikili Monarchy, bu kez yanlarına Dita von Teese'i de takmış karşımıza dikilmiş bile... 'Disintegration' adlı yeni şarkılarını Dita'ya söyletmekle kalmamışlar, üzerine de öyle bir video çekmişler ki sormayın gitsin. Von Teese hanımefendi, şarkının videosunda, son derece sıkıcı bir ev hayatı olan retro bir ev hanımı olarak beliriyor. Ama aklının derinliklerinde olup bitenlerden son derece sıkıcı ve hatta düzlükten ürkütücü bir hal almış ailesinin hiç haberi yok... Dita, beyninin her hücresi bir seks zerreciğine dönüşmüş halde Monarchy'i oluşturan Ra ve Andrew'la aynı yatakta birlikte takılıyor, dahası büyük bir zevkle kanını emen sivrisineğe kendini teslim edip, duyduğu tatlı acıyla bir de orgazm oluyor. 'Disintegration' daha şimdiden, bu yıl en çok dinlediğim ve dahası videosunu en çok izlediğim şarkı olabilir. Olsun hatta. Yaşayan en büyük fetiş objelerinden biri olan Dita her haliyle kabulümüz. Zihnimin bana oynadığı oyun, Dita, Monarchy ve 'Disintegration'dan oluşan şeytan üçgeni içinde dönerek dibe doğru inmeme sebep oldu sonunda. Ayağım kumlara dokunduğunda karşımda duran ise Eric Stanton'dan başkası değildi. Çağdaşları ile kıyaslandığında farklı bir çizgisi olduğunu fark etmemek imkansız. Stanton'ın çizgilerinde hevesli bir liseli öğrencisinin dokunuşları var sanki. Bilerek ya da bilmeyerek yakaladığı bu espri,
yarattığı dünyayı daha da çekici kılıyor kuşkusuz. Soluğu kim bilir ne umutlarla New York'ta alan İtalyan göçmeni Stanzoni ailesi, yine kim bilir ne umutlarla aynı şehirde dünyaya getirdikleri biricik oğulları Ernest'in, fetiş dünyasının temellerini sarsan isimlerden biri olacağını düşünemezlerdi herhalde. New York sokaklarında serserilik yapmak yerine, bir şeyler yaratma tutkusunun peşinden giden Ernest, 21 yaşına kadar hem tekniğini hem de çevresini geliştirerek kendine büyük bir iyilik yapar. Fetiş ve bondage konusunda zamanında tanrı muamelesi gören, hatta bir dönem Bettie Page ile de çalışmış fotoğrafçı ve film yapımcısı Irving Klaw, onun işlerindeki cevheri keşfeder keşfetmez ekibine dahil ettikten sonra Ernest için hayat asla eskisi gibi olmayacaktır. Önce Ernest olur Eric. Stanzoni ise Stanton. Genç Eric her gün çantasını kapıp Movie Star News ofisinin yolunu tutmaya başlar. İşinde daha da profesyonelleşmek istemesi kendini The School of Visual Arts'ın kapısında bulmasına sebep olur. O yıllarda daha yeni kurulmuş olan okulun adı The Cartoonists and Illustrators School'dur. Stanton burada, geleceğin dahi çizerleriyle aynı sıraları paylaşma şansını da yakalar. Üst sınıflarda Batman'i renklendiren Jerry Robinson gibi isimlerin okuduğunu söyleyelim, gerisini siz tahmin edin... Eric burada uzun yıllar hem yakın dostluk kuracağı hem de yaklaşık 10 yıl boyunca Manhattan'da aynı stüdyoyu paylaşacağı Steve Ditko ile tanışır.
XOXO The Mag
doğumu da böylece gerçekleşir.
Evet, doğru! 60'ların hemen başında Örümcek Adam'ı yaratacak olan adamdan başkası değil!
Fetiş dünyasında kadın figürü genelde tamamen bağlı ve bir erkeğin kontrolüne bırakılmış olarak karşımıza çıksa da Eric Stanton bu miti tamamen tersine döndürmeyi başarmış bir sanatçı. Onun fetiş aleminin efendileri sadece kadınlar. Bağlı olan, işkence gören, kırbaçlanan ve türlü zorluklara maruz kalanlar ise erkekler! Sıradan bir ev hanımı, çalışkan bir hizmetçi ya da yaşlı bir ev sahibesi bile onun hikayelerinde azgın seks güdülerini çevresindeki erkekler üzerinde tatmin etmek isteyen son derece güçlü, kendinden emin ve dahası espri anlayışı da olan birbirinden zeki kadınlara dönüşüyor. Erkekler her hikayenin sonunda dersini alırken, kadınlar ise muhtemelen yeni maceralara yelken açmaya hazırlanıyor. Stanton'ın bu muhteşem ters yüz formülü bugün hala aşılamayan sanat anlayışını yerleştirdiği noktayı anlamamız için de çok önemli.
Stanton'ın Ditko ile dirsek teması bazı şimşekleri de üzerine çekmesine sebep olur. Eğlence sektörünün hemen her ayağında olduğu gibi, çizgi dünyası da bir dedikodu kazanıdır. Stanton'ın Ditko'yu taklit ettiği, hatta çizdiği çoğu eskizi Ditko'nun boyadığı söylentileri alır başını yürür. Ditko bu iddiaları reddeder. Şaşırtıcı olmasa gerek. Bu hikayenin en ilginç yanı ise kuşkusuz Örümcek Adam. Stanton, uzun yıllar sonra çizgi roman tarihçisi Greg Theakston'a verdiği bir röportajda Steve'in tüm Örümcek Adam konseptini tek başına yarattığını kabul etmekle birlikte, işin başında bazı story board'lar üzerinde birlikte çalıştıklarını, kendisinin de bu efsaneye küçük bir katkıda bulunduğunu söyler. Örümcek Adam'ın ellerinden fışkıran örümcek ağı fikri Stanton'a aittir! Ancak ne yazık ki Örümcek Adam onun seks fantezilerinden birine konu olamadan ikilinin yolları ayrılır.
Stanton'ın kaleminin ucundan çıkarak hayatımıza giren Dianna, Pamela, Rita, Helga ve Priscilla'ya doyum olmuyor. Yine de insanın aklından tek bir şey geçiyor. Keşke bu karakterlerden birinin öyküsü filme alınsa ve onu beyazperdede Dita von Teese canlandırsa... Şu son dönemde yazılarımı şarkı sözü göndermesi yaparak bitirmek adetten oldu. O halde cesaretini toplamakta zorluk çeken tüm dominant ev hanımlarına gelsin ''Disintegration, suffocation, my life is taken annihilation...''
1960'ların dondurucu soğuk savaş atmosferinde süregelen kariyer mücadelesi, ilk patronu Irving Klaw'un ölümüyle başka bir boyut kazanır. Stanton bu noktadan sonra kendi için çalışmaya karar verir ve ölümüne dek sürekli yayınlanmayı başaracak olan Stantoons'u yaratır. Fotokopi ile çoğaltılan bu yeraltı dergisi o dönemde büyük gürültü koparır. Blunder Broad ve Princkazons gibi ölümsüz karakterlerin 79
CINEMA
And The Oscar Goes To...
Ya Sürpriz Olursa! yazı erman ata uncu
Yıl 2011... Akademi, izleyici oranındaki düşüşten endişe etmiş, genç izleyicileri çekme amacıyla yılların Oscar sunucuları Billy Crystal veya Steve Martin yerine James Franco ve Anne Hathaway’de karar kılmıştı. Sonuç, tören sonunda bir Eurovision finalinin akla gelmesine vesile olacak kadar Oscar ruhundan uzak bir fiyasko... James Franco’nun, prompter’daki hiçbir espriyi sahiplenmeyen donuk ifadesini Anne Hathaway’in en sempatiğimsi halleri bile kurtaramıyor. Ödüllerden birini sunmak için sahneye Steve Martin çıktığında Roger Ebert’ın attığı tweet her şeyi açıklıyor aslında: “Steve Martin, bu törenin bir zamanlar nasıl olduğunu hatırlatmak için sahnede...” 1997’de ‘L.A. Confidential / Los Angeles Sırları’na en iyi yardımcı kadın oyuncu ve senaryo ödüllerini vermekle yetinip en iyi filmin ‘Titanic’ olduğuna kanaat getirdiğinden beri Oscar’lardan sinemasal anlamda ciddi bir değerlendirme beklemiyoruz aslında. Ama en azından iddialı oldukları alanda, iyi bir şov sunma konusunda gitgide düşen bir ivmede seyreden performansları, asıl üzücü olan. Dergiyi yayına hazırladığımız sırada ne sonuçlara ne de ilk kez Oscar sunmak için sahneye çıkacak Seth McFarlane’in performansının nasıl gideceğine dair bir bilgimiz vardı. Ama ‘The Roast of Charlie Chaplin’in moderatörlüğünden Oscar sunuculuğuna terfi eden McFarlane, yaratıcısı olduğu ‘Family Guy’, ‘American Dad’ gibi animasyon serilerindeki mizah anlayışını Oscar sahnesine taşırsa Akademi’nin aradığı taze kanı bulmuş olacağına kuşku yok. Sinema anlayışında taze bir kan ise şimdilik pek mümkünmüş gibi durmuyor. Geçen sene ‘The Artist’ gibi Akademi için sıradışı bir denemenin en iyi film Oscar’ına uzanması bile bizim gibi ‘kötü niyetlilerin’ önyargısını kıramıyor. Bu sene diyelim ‘Lincoln’ En İyi Film kategorisinde Oscar'a uzanırsa,
Tony Kushner’ın senaryosu, Daniel Day Lewis’in performansı ve Steven Spielberg’in yıllar içinde daha da incelen yönetmenliği değil, Akademi’nin nasıl yine tam Oscar’lık bir filmi dikkate aldığı konuşulacak. 12 dalda aday ‘Lincoln’ün arkasından 11 adaylıkla gelen ‘Life of Pi’ nin En İyi Film’i kazanması, Akademi’nin iyice ‘new age’ anlatılarının dümenine girdiğini gösterecek ki bu da işin keyfinin iyice kaçtığının kanıtı olur. Ama zaten tahminler de beklenilen yönde, ‘Lincoln’ üzerinde yoğunlaşıyor. Misal, bağımsız sinema haberlerine odaklı web sitesi Indiewire, kazanacak hanelerine ‘Lincoln’ü yazacak kadar durumdan emin. Ne var ki aynı sitenin kazanabilir hanesinde ‘Silver Linings Playbook’ da var. Eğer endüstrinin en çıkıntılarından David O. Russell’ın bu sıradışı bağımlılık ve aşk komedisi, Indiewire’ın iyi niyetli tahminlerinin işaret ettiği gibi En İyi Film heykelciğini evine götürürse bu, Akademi’nin aynı ödülü ‘Annie Hall’a verdiği güzel yıllara döndüğümüzü mü gösterecek? Böyle bir karar için biraz beklememiz gerekebilir. Zira her yönüyle -ana akımı, bağımsızı, arthouse’u- yaratıcılıktan iyice uzaklaşan sinema endüstrisinde gelecek yılların neler getireceğini, Akademi’nin önüne nasıl filmler geleceğini kestirebilmek için henüz erken. Boston, Los Angeles gibi şehirlerden aldığı Eleştirmenler Birliği Ödülleri'yle şansı gayet açık duran ‘Zero Dark Thirty’ aynı zamanda tarihin en tartışmalı En İyi Film Oscar’ı adaylarından olsa gerek. Kathryn Bigelow’un, Usame Bin Ladin’i yakalama sürecini konu alan filmi, en başta Obama yönetiminin istihbarat paylaşımından biraz fazla nasiplendiği haberleriyle gündeme geldi. Hatta olay Senato’ya dahi yansıdı. Daha sonra filmde CIA ajanlarını işkence yöntemi ‘water boarding’i uygularken gösteren sahnesinden dolayı “işkence yanlısı” suçlamaları geldi. Tabii ki bunlar da reddedildi. (Bigelow: “Bu hikayede
XOXO The Mag
atılacak bir şey değil. Zaten Oscar’ların cazibesinin büyük bir kısmı da, kuşaktır, anlayıştır, türlü sebeplerde yan yana gelmeleri en zor isimlerin görkemli bir törende bir araya gelmesine vesile olmasıdır. En azından uzun zaman öyleydi. Aslında hakları yenmemeli, bu sene de Oscar töreni sahnesinde görmeyi ummayacağımız birçok isim var listede. Daha kısa bir süre öncesine kadar romantik komedilerin veya ‘buddy-güldürüleri’nin yakışıklısı olmak dışında bir arayışı yokmuş gibi duran Bradley Cooper’ın ‘Silver Linings Playbook’taki performansıyla hakkıyla aldığı adaylık bu sürprizlerden biri. Ödül mevsiminden hiç hazzetmediğini söyleyen Joaquin Phoenix’ten sansasyonel bir ödül kabul konuşması dinlemek dileklerimiz arasında. Ama ‘Lincoln’ Daniel Day-Lewis karşısında ne onun ne de sonunda müzikal yeteneklerini beyazperdede de gösterme imkanı edinen Hugh Jackman’in şansı var gibi duruyor (Bu Oscar sezonunun favori ‘gereksiz bilgisi’ de Daniel Day- Lewis’in bir Amerikan başkanını canlandıran beşinci Oscar adayı olması). Ama Hugh Jackman’ın müzikal yeteneklerini Oscar ödül töreninde sergilemesi de hoş bir sürpriz olurdu. Madonna’nın 1991 tarihli ‘Sooner or Later’ performansının sansasyonel etkisini beklemiyoruz, tabii. Ancak Hugh Jackman gibi müzikal ustası bir ismin En İyi Özgün Parça Oscar adayı yeni ‘Les Misérables’ şarkısı ‘Suddenly’i bir de sahnede seslendirmesi töreni ayağa kaldıracak anlardan biri olabilir. Yavaş yavaş en iyi filmin belli olduğu son kategorilerde ibrenin ‘Les Misérables’ gibi bir müzikalden yana dönmesi veya Quentin Tarantino’nun ‘Django Unchained’le bu sefer senaryodan fazlasına kavuşması da diğer olası hoş sürprizler.
işkence olmasını tercih eder miydim? Hayır. Ama var mı? Var.”) Şimdilik son suçlama, filmde hikayesi konu edinilen ve Jessica Chastain’in canlandırdığı kadın CIA ajanının hiç de öyle kahraman falan olmadığı yönünde. Ne var ki, bu suçlama da Chastain’in dram kategorisinde En İyi Kadın Oyuncu Altın Küresi almasına engel olmadıysa Oscar için de sorun yok demektir. Geçen sene ‘The Help’le ödüle aday olan Chastain, bu senenin de favorilerinden. Naomi Watts’ın ise ‘Lo Imposible’deki acılı anne rolüyle Oscar alması, kat kat daha iyi olan diğer performanslarına biraz ayıp olur. Ancak söz konusu rolün, tam da Oscar avcısı dediğimiz tipten olduğu su götürmez. Şu aralar Amerikan sinemasının en heyecan verici isimlerinden Jennifer Lawrence’a ‘Silver Linings Playbook’ vesilesiyle En İyi Kadın Oyuncu Oscarı vermek, Akademi’nin ileride gurur duyacağı bir karar olur. Anne Hathaway, ‘Les Misérables’ın Fantine’iyle En İyi Kadın Oyuncu seçilirse, uzun zamandır radarında olduğu Akademi tarafından tüm yetenekleri de (oyunculuk, şarkıcılık) takdir edilmiş olur. Ancak beyazperdede her göründüğünde kendine hayran bırakan Hathaway’in ödül törenlerindeki sonuna kadar sevimli hallerinden memnun olmayanlar için pek de seyredilesi bir ödül kabul konuşması yapmayacağı aşikar. Şimdiye kadarki en genç kadın oyuncu Oscar adayı Quvenzhané Wallis (‘Beasts of the Southern Wild’) ile en yaşlısı Emanuelle Riva’nın (‘Amour’) başarılarının tecili için Oscar’a çok da ihtiyaçları yok. Hem En İyi Yabancı Film hem de En İyi Film dalında aday ‘Amour’un birincisini kazanması daha yüksek ihtimal. Geçen sene bir Fransız filmine, ‘The Artist’e büyük ödül veren Akademi’nin bu sene de Avusturya yapımı ‘Amour’u en iyi film seçmesi pek de mümkünmüş gibi durmuyor (Tabii ki sürpriz faktörü her zaman baki). Ancak Michael Haneke’nin ödülünü Arnold Schwarzenegger’in elinden aldığı tuhaf Altın Küre töreni sahnesinin benzerini muhtemelen, en azından En İyi Yabancı Film kategorisinde Oscar’larda da yaşayacağız, ki bu da yabana
Akademi kötü sürprizlerini ise çoktan yaptı: Paul Thomas Anderson’ın ‘The Master’ını, James Bond serisine sulandırmadan eğlence katan ‘Skyfall’u ve Wes Anderson şaheseri ‘Moonrise Kingdom’ı en iyi film adayları arasına katmamak gibi... 81
MASTERS
Nathalie Colin
Shiny Happy Director Bir yıldan fazladır, Masters'da süregelen erkek hakimiyetini kırmak için sanırım bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Hem işin yaratım sürecini hem de kurumsal yansımalarını aynı anda konuşmanın mümkün olduğu nadir isimlerden Bayan Nathalie Colin. Ve bulunduğu pozisyonu da gayet güçlü bir şekilde taşıyor. Bunda hem okullu hem de alaylı olmasının ya da geçmişte kendi işlerini de yapmış olmasının etkisi büyük ama elbette Yaratıcı Direktörlüğü'nü yürttüğü Swarovski'nin de azımsanmayacak bir rolü de olduğu su götürmez. Neyse, başlığı boşuna böyle seçmedik, anlayacaksınız. röportaj cihan şerbetcioğlu fotoğraflar swarovski'nin izniyle
XOXO The Mag
Swarovski Head Quarters, fotoğraf K.G. Wattens
bir yer oldu; insanların erişilebilir olması, saygıya dayalı yönetim şekli ve arkadaş canlısı profesyonel bir ekip... Bir taraftan da yeni olasılıklar keşfettim burada; geniş ölçekli bir şirket olduğu için aklıma gelebilecek her konuda bir uzman bulabiliyorum, tek başına inovasyon ve üretim departmanında 600 kişi çalışıyor, iletişim uzmanları, stratejistler, hukuk departmanı... Swarovski’ye Şubat 2006’da başladığımda bunun iyi bir birliktelik olacağını daha ilk günden biliyordum, çünkü 1994’te trendler ve renklerle ilgili ilk danışmanlık yapmaya başladığım zamanlardan beri markayı tanıyordum ve süreç içerisinde onlar için pek çok kreatif projede freelance çalışmıştım.
Pazarlama okurken moda tasarımı eğitimi almaya karar verdiniz. Karar değişikliğine sebep olan neydi? Kreatif bir alanda çalışmak hep istediğim bir şeydi ve moda her zaman bir tutkuydu benim için. Ama profesörlerim biraz daha ciddi bir şeyler yapmamı önerdiler. Ben de onları dinleyip önce Matematik, üstüne de Uluslararası Ticaret okudum. F.I.T’de okumaya başladığımda ise inanılmaz heyecanlıydım, “İşte bu!” dedim kendi kendime. Hep yapmak istediğim şey tam olarak buydu, kumaş dokumasının nasıl yapıldığını öğrenmek için saatler harcamak, silüet çizmek, kesip biçmek, uyumlu bir renk paleti yaratmak… Eh tabi, tüm bunlardan keyif aldığım kadar, aynı zamanda moda dünyasına karışmak, yaratıcı moda markalarını keşfetmek, yabancı öğrencilerle takım çalışmaları yapmak ve New York’taki ikinci el mağazalarının sınırsız dünyasında dolaşmaktan da çok büyük keyif aldım. Bu bahsettiklerim, Fransız asıllı biri olarak benim için çok ilham vericiydi. Çalışılacak ve yaşanacak birçok yer olduğunu gördüm ve tam anlamıyla ufkum açıldı.
Swarovski’de işin hem kreatif hem de daha kurumsal tarafında yer alıyorsunuz. İkisi de oldukça yorucu alanlar, dengeyi nasıl sağlıyorsunuz? Malum, sizin de başta sorduğunuz üzere, her ikisi de aldığım eğitimin birer parçası. Tasarım yaparken amacım geniş bir müşteri kitlesinin ilgisini çekecek mücevherler ve aksesuarlar tasarlayabilmek. Diğer taraftan, ticari bir nesne tasarlıyor olmak benim için oldukça motive edici bir şey ve bana göre yaratılan nesne kendisine bir ev bulduğunda ve birisi ona gerçekten aşık olduğunda amacına ulaşmış olur. Biraz nafi bir söylem olacak ama, bir tasarımcı için bundan daha iyi bir ödül düşünemiyorum.
Peki hep bir parçası olmak istediğiniz moda dünyasındaki ilk iş deneyiminiz nasıl gelişti? Perry Ellis’te çalışırken aynı anda Marc Jacobs ile de çalışıyordum. Moda sahnesindeki ilk deneyimim buydu. Gerçekten çok heyecan vericiydi. Üstelik New York’ta, moda dünyasının merkezinde çalışıyordum, küçük Fransız kız için tam bir akıl tutulmasıydı yani!
Dünya çapında Swarovski’nin en büyük pazarları ve büyüme potansiyelinin en yüksek olduğu bölgeler hangileri peki? Tahmin edilmesi zor değil ki, global bir yaklaşımımız var ve tüm ülkeleri önemsiyoruz ama sorunuza net bir cevap istediğinizin de farkındayım; Latin Amerika, Hindistan ve Asya diyebilirim.
Sonrasında mücevher dünyasına sizi çeken ne oldu? Modanın üzerimdeki çekim gücü hep fazlaydı, ama işin içine girdikçe aksesuarların cazibesine daha da fazla kapıldım. Aksesuarların oyunbaz bir dokunuşu olduğunu düşünüyorum, bukalemun etkisi yaratıp bütün görüntüyü bir anda değiştirebiliyorlar. Bir duruşu nasıl değiştirebileceklerini hayal etmek çok eğlenceli.
Swarovski’nin köklü bir geçmişi, oldukça sağlam bir mirası, aynı zamanda da çağdaş olanı yakalayan bir tarafı var. Geleneklerinizi teknolojik inovasyonlarla birleştirmeyi nasıl başarıyorsunuz peki? Markanın kimliği, stille, cazibeyle ve sofistike olanla yakından ilintili. Güçlü bir DNA’mız ve tasarım dilimiz var. Işığın görünüşü, çok katmanlı etkiler, sadece süsleme değil tasarım yapma arzusu, tasarımda duygu arayışı... Çalışırken bunları hiç aklımdan çıkarmıyorum. Ayrıca kristal örme, pavé, boncukla süsleme, brode gibi bazı tekniklere karşı da özel bir ilgim var. Bu teknikler sınırsız bir yaratıcılığa kapı açıyor benim için.
Biraz geriye gidip sözü Cultural Sushi’ye getirmek istiyorum. Kurucusu olduğunuz bir ajansı altı yıl sonra bırakıp tamamen farklı bir yön çizdiniz ve Swarovski’ye geçiş yaptınız. Nasıl oldu bu? Cultural Sushi’yi marka ve tasarım stratejisi danışmanlık ajansı olarak 2000 yılında kurdum. Asya kültürüne duyduğum tutkudan yola çıkarak koydum adını; ki Asya benim için hala çok büyük bir ilham kaynağı... Cultural Sushi’den Swarovski’ye geçiş yapmak gerçekten çok büyük bir değişiklikti. Ajans aile şirketi gibiydi, kocamla çalışıyordum ve danışmanlarımız vardı. Swarovski de geniş ölçekli bir aile şirketi olarak benzer değerlerle yeniden karşılaştığım
Yaratıcılığınızdan söz açılmışken, konseptten üretime, tasarım 83
Kristalldom, fotoğraf Walter Oczlon.
sürecinizden bahsedebilir misiniz? Yeni hazırlanacak bir koleksiyon öncesinde hangi aşamalardan geçiliyor? Her zaman bir sonraki sezonun genel karakteriyle ilgili araştırma yaparak yola çıkarım. Süs yılı mı olacak? Şatafatlı bir yıl mı olacak? Köklerimize geri mi dönüyoruz? Vintage mı yoksa modern bir yaklaşım mı? Bu sorular ışığında ana trendleri belirledikten sonra, olası ilhamlarımızı ve temel tasarım konseptlerini döktüğümüz tablolar yapıyoruz. Bu tablolar ana rengin karakterine ve paletine vurgu yapıyor. Sonra bunları pazarlama ekibine sunuyoruz, ki onlar da tasarımın ilk aşamasındaki yönlendirmeleri alabilsinler. Nadir taş kesimlerinin tasarımı, özel tekniklerin kullanımı ve kristali diğer materyallerle karıştırma konuları da sonraki adımlarda tartışılıyor. Tasarım sürecinde tasarımcılar kalite ve üretim departmanlarına da danışarak olası kalite sorunları ve ürün geliştirmeyi kolaylaştıracak olası yeniden tasarlama konuları hakkında da fikir edinmiş oluyorlar. Mücevherlerimiz için vadettiğimiz iki yıllık garanti süresinin tasarımlarımızla örtüşmesine dikkat ediyoruz. İlk pazarlama geri bildirimi ön dağıtım sürecinde toparlanıyor, bu esnada ürün eskizleriyle, materyal kombinasyonları ve renk uyumlarıyla ilgili ilk fikirlerimizi sunuyoruz. Her yıl pek çok mücevher ve aksesuar pazara çıkıyor. Tasarım sürecimizi destekleyen diğer ekipler ise, ürün geliştirme, pazarlama, kalite, üretim ve tedarik zinciri. Sonuç ürünün başlangıç ilhamımızla örtüştüğünden emin olmak için, kreatif ekip üretim geliştirme departmanına tüm teknik çizimleri, üç boyutlu eskizleri iletiyor. Son olarak, ilk örnekleri onaylamak için tasarım direktörümle bir araya geliyorum. Sürecin en başına dönelim; bazen bunu duymak sıkıcı da oluyordur, ama ilhamınızı nelerden alıyorsunuz? Moleküler gastronomiden tutun, büyümekte olan e-toplumumuzun dijitalleşmesine veya sanat ve bilimi bir araya getiren, MoMA’daki Design and the Elastic Mind sergisi gibi estetik ve sosyo-kültürel davranışlarda enteresan değişikliklere neden olan her türlü alandan ilham alabiliyorum. Ve tabii, sanat fuarları, enstalasyonlar, yeni mimari oluşumlar ve dünyanın her bir yanında gerçekleşen tasarım haftaları da zihin açıcı oluyor. Bunların yanı sıra, müzikten epeyce ilham alıyorum; müzik sayesinde kafamda bir anda görüntüler, kolajlar ve renkler oluşuyor. Ve tabii ki, çıktığım seyahatler ve
özellikle de farklı manzaralar, hayat tarzları, gelenek ve kültürler sunan ülkeler bana fazlasıyla ilham veriyor. Bildiğim kadarıyla mücevher sizin için ruh halini ölçen bir barometre gibi. Peki bu barometre Swarovski’nin İlkbahar Yaz 2013 koleksiyonu için neyi gösteriyor? Egzotik, neşeli, abartılı, bereketli ve duyusal bir koleksiyon oldu; tıpkı tasarımlara ilham veren ülke halkları gibi. Peki ya trendler, ilkbahar-yaz sezonu için favori trendleriniz neler? En güçlü trend kesinlikle kadınların daha renkli tasarımlar giyecek cesareti kendilerinde bulması. Koleksiyon fuşya, orman yeşilleri ve turkuaz gibi canlı renklerle doldu. Buna ek olarak, ilkbahar-yaz 2013 koleksiyonu için güçlü bir diğer trend ise beyaz ‘monocolor’ trendi. Mücevherler de daha cesur ve göz alıcı, aynı zamanda da birçok farklı tekniğin karışımından oluşuyor... Ve bahsetmeden geçmeyeceğim; muhteşem Swarovski ışıltısı her daim mevcut. Kadına yönelik mücevherlerle öne çıkan bir marka olarak Swarovski, gitgide erkeklere de yönelir oldu. Tropical Paradise adını verdiğiniz koleksiyonunuzda erkek mücevherlerinde pembe altın kullandınız; bu da aslında oldukça sıra dışı bir seçim. Bu koleksiyonda, tropikal, floral ve göz alıcı bir etki için bu sezonun öne çıkan renkleri orman yeşilleri, floral fuşya, ‘aquatic’ turkuaz. Parlak altın ve pembe altın da koleksiyonun en önemli metalleri; biz de kadın koleksiyonuyla uyum sağlaması için pembe altını erkek koleksiyonuna katmaya karar verdik. Devamı gelecek. İşinizle ilgili başınızdan geçen enteresan bir hikayeniz mutlaka vardır. Kreatif direktörlük pozisyonu için Zürih’te son mülakatıma girecektim, göl kenarında birkaç dakika yürüyüş yapabilmek için erken gittim. Bir anda arkamda bir hareket hissettim ve arkamı döndüğümde gördüğüm dünyanın en zarif ve güzel kuğusuydu; yüzerek önümden geçti ve ortadan kayboldu. Kuğu logolu bir firma ile mülakatıma sadece birkaç dakika kala böyle bir şey olması iyiye
XOXO The Mag
Swarovski Spring - Summer 2013.
Biraz da gündelik hayatınızdan bahsedelim. Özel hayat, aile hayatı, profesyonel hayat… Tüm bunlarla aynı anda başa çıkabilen kadınlara hayranlıkla bakıyorum. Kadın olmaktan ve farklı dünyalara dahil olmaktan çok memnunum. Aslında kurallarım yok ama tek kuralım şu olabilir: “Başkasının hayatını değil, kendi hayatını yaşa.” Yani yaşamındaki dengeler, profesyonel kariyerin ve özel hayatınla ilgili verdiğin kararlar gerçekten kendi kararların mı, yaşamak istediğin hayatla örtüşüyorlar mı? Çünkü zaman yanlış yerde, yanlış adamla veya yanlış işle harcanmayacak kadar hızlı akıp gidiyor. Yaşam, kendini ifade edebilme, kişisel gelişim ve mutluluk için mükemmel bir yelpaze sunuyor. Ama sonuçta herkes kendi yolunu kendi çiziyor. Bence başarılı bir iş kadını olabilmek biraz da dünyaya tıpkı bir çocuk gibi hayretle bakabilmekten, yeni fikirleri kucaklamaktan, olaylara ve insanlara temas etmekten geçiyor. Güç ve hassasiyet özel hayatımda uyum içindeler. Asla sıkkın ve bıkkın olmayacağım.
işaretti ve tabii biraz da garip... Günümüzde, engellenmez bir şekilde “Bugün ne giysem?” türü web sitesi, blog ve kitap türemekte. Sizse Multiface(t)s ile daha özel bir yaklaşımda bulundunuz ve ‘Mücevheri nasıl takmalı?’ konseptine yöneldiniz. Bu fikir nereden çıktı? Böyle bir şey yaratma fikri yavaş yavaş belirdi ve bu projeyi hayata geçirme konusunda Swarovski ailesinden Robert Buchbauer’in tam desteğini aldım. Dünyanın her bir tarafından gazetecilerin sürekli olarak “Takıları nelerle eşleştirmeli?”, “Takı seçmenin ve takmanın kuralları nelerdir?” gibi sorular sorması da aklıma bu fikrin gelmesine yardımcı oldu. Bu tarzda soruları cevaplarken, bütün cevaplarımın bir sentezini böyle bir yayında toplamanın denemeye değer bir proje olabileceğini fark ettim. Ayrıca ilk baskının başarısını desteklemek için hoş bir lansman planlayacağız. Sırada bir de interaktif program var. 2013’te yeniliklere hazır olun...
İş ortamınızı ve çalışma masanızı tarif eder misiniz? Bu konuda biraz şımartılıyorum diyebilirim. Çok iyi şartlarda, şık olduğu kadar dinamik ve kreatif bir atmosferde çalışıyorum; ofisim Paris’in merkezinde 18. yüzyıldan kalma bir binada ve dünyanın dört bir yanındaki muhteşem yerlere seyahat etme şansına sahibim. 21 farklı ulustan 50 kişilik bir tasarım ekibiyle çalışıyorum. Tasarım stüdyolarımızda klasik duvar kullanımı yerine mekanları ağaçlarla ayırmayı tercih ettim. Çünkü doğa, yaratıcı insanlar için harika bir atmosfer sunuyor. Masama gelince, eskizlerle, koleksiyonlardan örneklerle,çizimlerle, resimlerle ve seyahatlerimden hatıralarla dolu… Kısacası, hiç boş yer yok! Ve tüm bu değerli şeyler bana ilham veriyor. Kendimden bir şeyler katmadığım beyaz bir ofiste çalışmaktan muhtemelen nefret ederdim ve çok sıkılırdım.
Tamam, direkt alanım değil ama pek çok kadının mücevher seçerken yüz ve vücut şekillerine uyan takılar seçmeleri gerektiğinden haberdar olduklarını sanmıyorum... Kitabınızda bu konudan da bahsetmiştiniz. Evet, önemli bir konu aslında bu zira mücevher, kadınlara kendilerini ve tarzlarını en sofistike şekilde ifade etme olanağını sunuyor. Kullanıma dair mesajlar vermem gerekirse; kısacası, kendiniz olun. Körü körüne moda trendlerini taklit etmeyin. Mücevheri, cesur ve kendinden emin bir tavırla taşıyın. Aslında bunu daha önceden sormam gerekirdi ama geri döneyim. Kitabınızda ünlüler dışında bir de kendi ekibinizden, çalışanlarınızla iş birliğine girdiniz. Bu ekipten biraz bahsedebilir misiniz? Kitabın çeşitli bölümlerindeki çekimler için Paris, New York, Zürih, Hong Kong ve Wattens gibi merkez ofislerimizin bulunduğu şehirlerde seçmeler organize ettim. 21’den fazla milletten insanın bulunduğu tüm tasarım ekibimi bu çekimlere katılmaya davet ettim. Gerçekten çok eğlenceli oldu. Bir günlüğüne süper modellere dönüşen Swarovski çalışanlarının pozitif enerjisinden hakikaten çok zevk aldım.
Sizi bırakmadan önce; geleceğe baktığınızda Swarovski’nin önceliklerinin neler olacağı hakkında fikirlerinizi sormalıyım. İnsanların gündelik hayatlarına parıltı ekleme misyonumuzu sürdüreceğimize şüphe yok; ayrıca zengin ürün portfolyomuzla dünyanın dört bir yanındaki göz alıcı kadınlara ve erkeklere hitap etmeye devam edeceğiz. 85
DESIGN
Sürdürülebİlİr Rİo
Yemyeşil Ormanlardan Yeşil Tasarıma
fibra design, celebrate wood, cadeira.-
yazı funda mehter
Biz yağmurdan ve kardan nasibimizi almış, çamura çoktan alışmışken; orada mevsimlerden yaz, sokaklarda ritim Samba, bütün ahali dansta. Karnaval ayına giren Rio de Janerio’nun tutkulu halkı aynı zamanda 2016 olimpiyatlarına hazırlanmanın da heyecanını yaşıyor. Olimpiyat Parkı için kazanan projenin açıklanmasıyla, göz önünde bulundurulan kriterler yeşilin yükselişinin sinyallerini vereli bir sene oluyor. Kurulacağı alanda doğanın korunmasını temel alan ve yeni yapılandırmaların da Olimpiyat Oyunları sonrasında inşasına olanak sunabilecek projenin tasarımı, renk cümbüşü bir dünyanın sembolü olarak tanınan Rio’nun, sürdürülebilir tasarımın yeşili etkisi altına girdiğini kanıtlıyor. 1992 yılında namıdiğer Rio Bildirisi’nin tohumlarını attığı yeşil ekonominin 27 esası Brezilya kıyılarına vurmadan, bütün dünyaya adını duyuran Humberto ve Fernando Campana kardeşlerin tasarımları MoMA’da arzı endam etmeye başlamıştı. İkilinin ağırlıklı olarak atık malzemelerden yarattıkları tasarımları, ilk modern mimarlardan Oscar Niemeyer’in organik formları, mimar Paulo Mendes da Rocha’nın yalın ve düz hatları, tasarımcı Sergio Rodrigues, Joaquim Tenreiro ve Carlos Motta’nın ahşap işçiliğini ön plana çıkartan rahat koltukları aslında Brezilya tasarımının
ruhunda olan sadeliği gösterse de, bahsedilen gelişim aslında çevresel koşullar ile alakalı endişenin tasarım dünyası üzerindeki yansıması. Bu yansımanın en çok hissedildiği şehir ise Haziran ayında Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı Rio+20’ye de ev sahipliği yapan, yeşil ekonominin ve sürdürülebilir kalkınmanın tartışıldığı Rio de Janerio şehri. Kristalinden yansıttığı renklerden yeşili ekonomide de baş tacı yapan Rio, bulunduğu yerden koca bir adımda Çin’e uzanıyor ve sürdürülebilir gelişme sürecini desteklediği Rio+20 konferansıyla okyanusun diğer ucuna da bir tutam yeşil uzatıyor. Heybetli Cristo Redentor heykelinin eteklerinde yer alan bu büyülü şehrin çehresi günbegün daha fazla yeşil proje ile çevriliyor. İlhamını şehrin karakteristik ve tropikal özelliklerinden alan, parlak renkleri ve doğadan gelen şekilleri çokça kullanan tasarımcılar ise yeşil ekonomiye yaratıcılıkları ile katkı sağlıyor. Modern ve sürdürülebilir yaklaşım ahşap işçiliği ile yan yana geldiğinde kulağımızda ironik tınılara sebebiyet verse de, yeşil ekonomiye ajandasında geniş yer ayıran Brezilya’da doğayla beraber işlemenin yolunu buluyor. Alabildiğine uzanan ormanların ev sahipliği yaptığı topraklarda ağaçlar, o meşhur Brezilya parkelerine
XOXO The Mag
Jahara Studio.
Monica Carvalho.
ve Monica’nın tasarımları Musée du Louvre’da da arzı endam ediyor. Geri dönüşümlü malzeme kullanmayı başka bir boyuta taşıyan Fibra Design ekibi ise modern tasarımlarında eski bisikletler ve kaykaylar gibi ürünleri kullanıyor. Celebrate Wood mobilya koleksiyonları da bunun en önemli örneklerinden. Rio tasarım endüstrisine örnek olan ve çokça konuşulan Fibra Design’ın koltuk tasarımlarının arkasında hindistan cevizi lifine rastlamak mümkün. Konferanslarda eğitici konuşmalar yaparak sürdürülebilirlik ve yeşil ekonomi konusundaki vizyonlarını yayma misyonunu edinen tasarımevinin manifestosu doğayla daha fazla bahis oynamadan, her ürünün ardından yapılan seçimlerin onları yeniden düşünmeye itmesi fikri üzerine kurulu. Art arda sıraladığım örneklerden de anlaşılacağı üzere, Rio’daki tasarım firmaları yeni misyonlarını en az hükümetleri ve konunun bilirkişileri kadar ciddiye alıyor. Bu ciddiyet, beraberinde kaçınılmaz bir başarıyı da getiriyor ve bu işten karlı çıkan son minvalde tabii ki Rio oluyor; yeşil ekonomi ve sürdürülebilirlik çatısı altında gerçekleşen sanat ve tasarım olaylarının ve konunun hevesli takipçilerinin sayısı da gün geçtikçe artıyor. Makro düzeyde sayı hala yetersiz olsa da, yeşil inisiyatifin bir sarmaşık hızıyla tüm dünyayı sarması gerekliliği, Rio ve onun gibi niceleri sayesinde sayfalarımız elçiliğinde kendini hissettiriyor.
dönüşerek kocaman bir evin döşenmesi yerine artık daha anlamlı amaçlarla kullanıyor. Rio’nun yerlisi Jorge Garcia tarafından kurulan Trapiche Carioca markası da doğal döngüsünde yaşamı son bulan ağaçları kullanarak popüler örneklerden olma sıfatını taşıyor ve sürdürülebilir yeşil ekonomi konusunda bilinçli müşterileri için özel tasarım mobilyalar üretiyor. Tabiri caizse yumurtanın kapıya dayandığı geri dönüşüm mevzusundan ucundan kenarından dem vurmaya kalktığımızda ise gerekli talebin hala mevcut olmadığı aşikar. Konunun derinliklerine hayli aşina olup hala erteleme lüksüne sahip olduğunu düşünenleri bir kenara alıp, pratik çözümlerle sürece katkıda bulunanlara selam ediyor ve Bairro Peixoto’nun sakin mahallesinde yer alan sanatçı Monica Carvalho’nun doğadan bulduğu malzemeleri yeniden kullanmaya adadığı stüdyosuna kırıyoruz dümeni. Birçok farklı ham malzeme kullanan sanatçının en sevilen ürünleri yere düşen meyvelerden ve çiçeklerden yaptığı takı, mobilya tasarımları ve sanat objeleri. Geleneksel teknikleri doğanın renkleri ve dokularıyla harmanlayan Monica Carvalho’nun bütün çalışmaları yüzde yüz Brezilya kaynaklı organik malzemelerden üretiliyor. Sanata yakın duruşu Carvalho’nun tasarımlarını Museum of Modern Art of Rio de Janerio’dan, The Metropolitan Museum of New York’a sürüklerken, Avrupa kıtası da beklenen ilgiyi gösteriyor 87
WHATEVER
Şampanya
Durma, Patlat! yazı cem mirap illüstrasyon güneş engin
Kraliyet saraylarından romantik doğum günlerine, yüksek bütçeli hip hop videolarından moda haftalarına, samimi bir davetten lüks restoranlara ve gece kulüplerine uzanan, lüksü ve kutlamayı temsil eden fenomen içecek tabii ki şampanyadan başkası değil. Esasında şampanya, şarabın kategorilerinden biri olan köpüklü şarapların -istisnalar hariç- Fransa’daki Champagne bölgesinde üretilenlerine verilen isim. Öyle ki; 1841 Madrid Antlaşması ve Fransız ‘Appelation’ bölge ve üretim standartları, ‘champagne’ adının, başka köpüklü şaraplar için kullanılmasını engelliyor.
özellikle Dom Pérignon ve Moët & Chandon’un kilometrelerce uzunluktaki etkileyici mahzenlerini ziyaret etmelerini tavsiye ederim. Bu mahzenler dünyanın en önemli mahzenleri arasında olup, 2. Dünya Savaşı'nda Nazilerin bile (muhtemelen birkaç kadeh şampanyadan sonra) zarar vermeye kıyamadığı birer hazine niteliğinde. Champagne bölgesinde çok özel vintage şampanyalar bulabilir, sevdiğiniz şampanya markalarını yerinde üretilirken görebilir, aynı zamanda da sadece dünya markalarını değil, daha az bilinen markaları da tatma fırsatını bulabilirsiniz.
Bu çok ünlü şarap çeşidi, iki tür kırmızı (Pinot noir ve Pinot meunier), ve bir tür beyaz üzümden (Chardonnay) yapılıyor. Şampanyayı şampanya yapan unsur ise, ‘Méthode Champenoise’ denilen ikinci bir fermantasyonu içeren, yapay çözümlerden uzak ve köpüklenmeyi sağlayan çok eski bir teknik. Fazla detaya girmeden anlatmak gerekirse, aylar süren dinlendirmelerle ve mayalarla, şişede ikinci bir fermantasyon başlatılıp karbonik gaz oluşturuluyor. Mayalar ve tortular ‘La Remueur’ isimli teknikle şişeler çevrilerek kontrol altında tutuluyor. Ağız kısmında biriken maya tortuları özel bir teknikle alınıp yeniden şampanya ilave edilerek bu kez mantarla kapatılıyor. Böylelikle şampanyayı şampanya yapan, açıldığında köpürme özelliği elde edilmiş oluyor.
Gelelim şampanyanın geçmişine ve bir kutlama içeceğine dönüşme hikayesine... Şampanya, aslında bir konumlama ve pazarlama başarısına ve son derece mütevazi başlayan bir geçmişe sahip. Ortaya çıkışıyla ilgili çeşitli kaynaklarda değişik bilgiler olsa da, Benedictine keşişlerinin kendileri için bulduğu köpüklü şarap metodunu geliştiren ve mükemmelleştiren, 1600’lü yıllarda yaşamış bir keşiş olan Dom Pérignon, şampanya metodunun yaratıcıları arasında sayılıyor. Dom Pérignon’un bulduğu yöntemi kullanan ve bu bağları alan Moët ve Chandon ailelerinin yanı sıra, daha yüksek volümlü üretimi ilk gerçekleştiren Clicquot şaraphanesi ve şampanyayı tatlılıktan kurtaran ‘brut’ şampanyayı yaratan Perrier-Jouët şaraphanesi ve tabii ki Mumm bu içeceği popüler kılanlardan. Bu büyük üreticiler kendilerini ünlü Burgonya beyaz şaraplarına karşı çok iyi bir şekilde konumlayarak, bir yandan da asilzadelere ve krallara yakın durarak, ürettikleri şampanyaların saraylarda tüketilmesini sağlayıp, böylelikle de daha alt sınıflar tarafından şampanyanın hep bir lüks içecek olarak görülmesini sağladılar. Özellikle Moët ve Chandon aileleri
Türkiye’nin en çok köpüklü şarap tüketilen ve en fazla şampanya türünü sunan yerlerinden birinin sahibi olarak, şampanyayı, şampanya bölgesinin merkezi Reims şehri ve çevresindeki üreticileri gezene kadar tam derinliğine anlamamıştım. Bu bölgeyi görmek isteyenlere
XOXO The Mag
6 mükemmel şampanya Krug Grande Cuvée, Henriot Cuvée des Enchanteleurs, Dom Pérignon Oenothéque, Louis Roederer Cristal Brut, Phillipponnat Clos des Goisses ve Perrier-Jouët Belle Epoque.
şampanyanın tanınırlığının artırılmasında önemli rol oynadı. Hikayeye göre; Napolyon’un savaş dönüşü en çok zevk aldığı şey bu meşhur ailelerin konuğu olarak şampanyalarının bolca tadıldığı malikane ziyaretleri yapmasıymış. Nitekim, Napolyon’un zafer mutluluğuyla yaptığı bu şampanya tadımları, şampanyanın bir kutlama içkisi olarak bugün bile rakipsiz olmasının başlangıcı oldu. Biraz da şampanyaya en güzel biçimde eşlik eden lezzetlere değinmekte fayda var. Şampanya; çikolata ve tatlılar, Brie ve Langres gibi sütlü yumuşak Fransız peynirleri ve beyaz soslu hafif balık yemekleri ile mükemmel uyum sağlıyor. Ayrıca sek oluşu sebebiyle birçok modern Asya mutfağındaki hafif deniz mahsulü yemeği ile de eşleştirilebilir. Ayrıca şampanya, sadece sek içimle değil şampanya ile yapılan kokteyllerle de anılıyor. Dünyada özellikle son on yılda Rosé şampanya, Kir Royal ve Mimosa gibi şampanya kokteylleri büyük popülarite kazandı. Öyle ki; klasik kokteyllerden oluşan bu listeye her geçen gün yeni kokteyller de ekleniyor. Hatta her yıl yeni şampanya kokteylleri yaratmak amacıyla Moët & Chandon tarafından bir dünya şampiyonası düzenleniyor. Örneğin, Lucca’nın menüsünde yer alan, Lucca Bar Şefi Cevat Yıldırım’ın geliştirdiği Apple Spritzer kokteyli 2006 yılında bu yarışmada dünya birincisi oldu, ve bugün hala menüdeki en popüler kokteyllerden.
ŞAMPANYA SÖZLÜĞÜ Extra Brut, Brut Nature veya Brut Sauvage: Sek. Brut: Sek, ‘R de Ruinart Brut’ gibi. Extra Sec: Yarı-sek. Sec: Hafif tatlı. Demi-sec: Yarı tatlı. Doux: Tatlı. Vintage: Mahsul şampanya. Kıymetli şampanyalar grubuna aittir. Çok uzun seneler yıllanabilir. Sadece mahsul kalitesinin istisnai olduğu, yani ‘millésimé’ yıllarda üretilir. Mesela, 2002 böyle bir senedir. Nonvintage: Bu şampanyalar ortalama üç yılın mahsulü harmanlanarak üretilir. Gündelik tüketime uygun şampanyalardır. Blanc de Blancs: Tamamen beyaz üzümlerden; Chardonnay’den yapılmış şampanya. Rosé: Pembe şampanya.
Bitirmeden, şunu da not düşelim: Her ne amaçla içilirse içilsin; bu hoş içecek, içindeki köpükler sayesinde çok hızlı kana karışıyor ve insanın yüzünde bir gülme efektine neden oluyor; bize de "Daha nice köpüklü günlere…" demek kalıyor.
Apple Spritzer 2 cl elmalı tarçın şurubu 12 cl Prosecco Tarçınlı şurup üzerine Prosecco ekleyip servis edin. 89
MUSIC
MIGUEL
Yenİ NESİL Romantİk
Farklı karakterlerin aynı bünyede yer alması iki yüzlülük mü yoksa çok yönlülük mü? Aynı zamanda hem romantik ve çekingen olup hem de cinsellik üzerine methiyeler düzülebilir mi? Bu ve buna benzer sorular için Miguel’in samimi olarak söyleyeceği çok şey vardı. röportaj selen kırtıl fotoğraflar sony music’in izniyle
XOXO The Mag
Is You’ ve ‘Adorn’, onunla birlikteyken yazdığım şarkılardan sadece birkaçı ve bunlar bir bakıma ilişkimizin belgesi niteliğinde.
İlk albümünden sonra neler değişti hayatında? Bu süre zarfındaki kişisel yolculuğunda neler keşfettin? Sanırım her şeyin ötesinde daha yaramaz bir çocuk ve hayatıyla ilgili daha kolay risk alan biri oldum. Böylece kendime olan güvenim arttı. Olmak istediğim sanatçıyı ve yapmak istediğim sanatı daha net bir şekilde gördüm. Bu son iki senede en büyük keşfim ise içgüdülerime ne zaman güvenip, ne zaman güvenmemem gerektiğini öğrenmemdi. Bir de albüm çıkmadan hemen önce uzun süren bir ilişkinin sonuna geldim ve bu da benim için önemli bir dönüm noktasıydı.
Hangi şarkının satırlarında gerçek Miguel’i okuyabiliriz? Bence içimdeki enerji, ‘The Thrill’ şarkısıyla hayat buluyor. Dediğin gibi, romantik şarkıların yanında, ‘Pussy Is Mine’ ve ‘Quickie’ gibi cinsel titreşimleri hayli yüksek şarkılar da yazıyorsun. Bir çoklu kişilik durumu var sanki… Romantik bir erkek olmam aynı zamanda yaramaz olmamı engeller mi? İçimde birden fazla Miguel var ve sanırım bir ucubeyim, ne dersin?
Çıkış albümün All I Want Is You’da hayranlarına kendini anlatmak, onlara gerçek seni tanıtmak için çok çabaladın. Şimdi seni biraz daha iyi tanıdıklarına göre, yeni albümün Kaleidoscope Dream’de daha az çabalayıp, çokça kendin olabilmek senin için büyük bir rahatlama olmalı. Aslında tam tersi. İlk albümümde sanki kendimi anlatmaya çalışmamışım ve sadece son üç kız arkadaşımla yaşadıklarımı, romantik hayatımı ve bu esnada öğrendiklerimi özetlemişim gibi hissediyorum. Öte yandan yeni albümümde, kişiliğimin ve yaşam stilimin altını çiziyorum. O yüzden Kaleidoscope Dream daha karanlık, daha kişisel, daha ağır, konu olarak daha geniş kapsamlı ve kesinlikle daha yaramaz.
Keşke tüm ucubeler senin gibi olsaydı derim. Madem romantik konulara girdik, tüm kadın hayranların için soruyorum, Miguel’in kız arkadaşı olmak nasıl olurdu? İlk olarak iltifatın için teşekkürler. Sanırım kız arkadaşım olmak, zaman zaman harika, bazen çok emek gerektiren, çoğu zaman da can sıkıcı olurdu. Sonuçta ben de mükemmel bir insan değilim. Diğer herkes gibi benim de iyi olduğum noktalar ve kusurlarım var. Hatta birçok kusurum olduğunu düşünüyorum ama bence en büyüğü iletişim kurma konusundaki sorunlarım. Tüm kelimeleri müziğime saklıyor ve onu yegane iletişim aracım olarak kullanıyor gibiyim. Kadınlar her ne kadar kendilerine serenat yapılmasını sevse de, normal iletişim yollarını düzgünce kullanamadığımda problem çıkıyor. Duyguları konusunda daha açık ve hissettiklerini daha iyi bir şekilde dile getiren biri olma yönündeki çalışmalarım sürüyor.
Haklısın, kesinlikle daha yaramaz... Bunu söylerken ‘Pussy Is Mine’ı kastettiğini düşünüyorum ve evet, o hınzır şarkılardan biri ama bir de ‘Where is the Fun in Forever?’, ‘Candles in the Sun’ ve ‘The Thrill’ gibi şarkılar var, ki bunlar benim hayat görüşümü, hareketlerim ve kararlarım ardındaki asıl gerçekleri ve hassas olduğum konuları yansıtıyor. Bu yüzden kendimi ilk albüme kıyasla daha çok açıklama yaparken buldum.
Müziğinin temelleri farklı birçok müzikal döneme dayanıyor. Müzik tarihinde kendini yakın hissettiğin ve favorin olan dönem ya da dönemler var mı? Favorim 70’ler, 80’ler ve 90’lar. Daha spesifik olursam, 70’lerdeki rock ve soul müziği, 80’lerdeki funk ve 90’lar hip-hop’u.
Daha ünlü olmak istediğini söylüyorsun ama bir yandan da özel hayatına sahip çıkmaktan bahsediyorsun. Sence bu mümkün mü? Çok hassas davranırsam neden olmasın? Kişisel ve profesyonel hayatımı birbirinden ayrı tutmaya çalışıyorum. Bu konuda çok iyi olduğumu iddia etmiyorum ama zamanla öğrenebilirim. Mesela duygularımı müziğime saklıyorum, özel hayatımı Twitter veya herhangi bir sosyal medya ağında paylaşmıyorum, duygusal yorumlardan kaçınıyorum.
Kaleidoscope kelimesi ‘güzel şekillerin gözlemcisi’ anlamına geliyor. Kaleidoscope Dream albümü, hayatındaki güzel şeyler hakkındaki gözlemlerinin bir toplamı mı? Harika! Albümdeki bir şarkının da ismi olan Kaleidoscope Dream, benim için hayat üzerine bir metafor. Şarkı, kendi hayatım ile aramdaki bir diyalog şeklinde geçiyor. Şarkıyı dinleyen herkes, onun içinde kendi anlamlarını bulurken, bir yandan da kendi hayatlarına objektif bir şekilde bakıp gözlem yapma şansı yakalıyorlar.
Sahneye çıkmadan önce herhangi bir ritüelin ya da batıl inancın var mı? Batıl inancım olduğunu sanmıyorum ama ritüele gelirsek, hsahneye çıkmadan önce mutlaka elma yiyorum. Bunun başlıca sebebi elmayı çok sevmem. Ayrıca elma insanın damağını ve sesini temizliyor. Bir daha elma yerken dikkat et, sonrasında sesinin daha temiz ve güzel olduğunu fark edeceksin. Elma dışında, bir de konser öncesi ritüeli olarak grubumu bir araya toplarım.
Küçükken hayalin dansçı olmakmış. Kariyer olarak dans yerine müziği seçtiğin için hiç pişmanlık duydun mu? Kesinlikle hayır. Sahnedeyken dilediğim kadar dans edebiliyorum. Her şeye sahipken neden seçim yapmak isteyeyim ki? James Brown ve Jimi Hendrix’in müziğinin üzerinde büyük etkisi olduğunu söylüyorsun. Seçme şansın olsaydı hangisiyle çalışmak isterdin? James Brown muhteşem bir sanatçıydı ve yaşadığı dönemi düşünürsek çok da farklıydı, ancak Jimi Hendrix kendi yaşadığı zamanı aşıp günümüzde bile fark yaratmaya devam ediyor. Bu sebepten ötürü Jimi Hendrix’i seçerdim.
‘Girls Like You’ ve ‘Sure Thing’ şarkılarını yedi yıl birlikte olduğun eski kız arkadaşından esinlenerek yazdın. Peki, bu kadar uzun ve ciddi bir ilişki yaşamak müziğini nasıl etkiledi? Bir yılını ayrı geçirdiğimizi düşünürsek, ilişkimiz teknik olarak altı yıl sürdü. Bu ilişkinin müzik kariyerim üzerindeki etkisinin pozitif olduğunu düşünüyorum; öyle ki, hayatım üzerindeki yansımalarını ve yaşadıklarımı şarkı sözlerinde görebilirsiniz. ‘Sure Thing’, ‘All I Want
Son olarak, 5 yıl sonra kendini nerde görüyorsun? Turnede. Umarım içinde İstanbul’un da olduğu bir dünya turnesinde. 91
FILE
OIL ME UP (BEFORE YOU GO) Yağlara ne zaman bu kadar güvenmeye başladık? Ne zaman yağlı bir cilt arınma hayalleriyle koyu renk şişenin içindeki kuru yağa çapkın bakışlar fırlatmaya başladı? Ultra-lüks hammaddeler, baştan çıkarıcı aromalar, sınırsız nem ve her şeyden önemlisi 'bu bana iyi gelecek' hissi. Yağın gücü işte burada saklı. Güzellik dünyasını ters köşeye yatıran bu akışkan malzeme, çok yakında banyo raflarımızı ıssız adalara çevirecek. Neden mi? Çünkü iyi bir bakım yağından her şeyi yapmasını beklemek bizim en doğal hakkımız! hazırlayan ayşecan ipek
Thann Aromatic Wood Essential Oil 10 mililitreye sıkışmış bir mutluluk iksiri. Sil ve geriye sar! Aromaterapi, aynı Pilates gibi düzenli nefes almaktan geçiyor. Bu yağı acele ederek, geçiştirerek süremeyeceğinizi baştan kabul edin ve beraberinde getirdiği ritüeli keyifle uygulayın. Zencefil, huzurlu bir uykunun sinyallerini veriyor. Mandalina, tüm enerjiyi zihinde ve vücutta depoluyor. Portakal ise gerginliğe son veriyor. Tayland'ın pirinç tarlalarından ve ünlü SPA'sından ülkemize çıkıp gelen Thann, doğunun felsefesini ve yalınlığını biz kaos bağımlılarının üzerinde deniyor.
Nutiva Organic Extra Virgin Coconut Oil Her şeyden önce pilavınıza bir kaşık katmanızı şiddetle öneririm. Sabahları bir porsiyon hindistancevizi yağını aynı Nutella kaşıklar gibi mideye de indirebilirsiniz. Saçınıza maske olarak sürebilir, vücudunuzu onunla nemlendirebilir, kötü kokulara karşı deodorant niyetine kullanabilirsiniz. Bulabildiğiniz en basit, en şişko, en süpermarkete aitmiş gibi görünen kavanozu çantaya atın. Kimselere göstermeden evin yolunu tutun. Yoksa duymadınız mı? Herkes bu yağın peşinde!
Josie Maran Argan Hot Oil Self-Heating Hair Treatment Eski bir model ve tutkulu bir doğasever olan Maran'ın kozmetik dünyasına adım atmasının sebebi 'ekolojik' ve 'lüks' kelimelerini aynı cümle içinde bir araya getirmek. Dolayısıyla bu beşli yağ kürü, annenizin klasik bakımından çok ama çok öteye gidiyor. E vitamini açısından zengin Argan yağı, kırılma, dökülme, zayıf kökler, cansız ve mat uçlara karşı ihtiyacınız olan tek şey. Sıcak su değdiği anda kendi kendini ısıtarak bakımı daha da etkili hale getiren Hot Oil hakkında Josie de şu tavsiyede bulunuyor: "Ekstra parlaklık peşindeyseniz saç köklerine de uzun uzun masaj yapın. Hemen durulamak zorunda değilsiniz, havlunuzu başınıza sarın ve Martini'nizi yudumlayın."
African Botanics Marula Pure Marula Oil Craig ve Julia Nolik tarafından 2012'de kurulan African Botanics, aslen Amerikalı bir yeşil marka. Güney Afrika kökenlerine saygı duruşunda bulunan ikilinin öne çıkan ürünleri ise Pure Marula Oil. Marula'nın yeni Argan olarak kabul gördüğünü söylemiş miydim? E vitamini ile yetinmeyen, takıma C vitamininin yanı sıra Omega 6 ve 9'u da alan Marula yağı, özellikle hassas ciltler için tavsiye ediliyor. Yağlı ciltlerin de rahatlıkla kullanabildiği bu ürün kendine has, başka hiçbir şeye benzemeyen, sağlık kokan bir esansa sahip. Her türlü katkı maddesinden pek tabii ki uzak duran Marula Oil, özellikle uzun uçuşlarda ve jet-lag sırasında kullanılmalı.
Bobbi Brown Extra Face Oil "Hiç dokunulmamış kalın kaşlar, kemerli bir burun, geceden kalma bir makyaj… İşte ben böyle şeylerden ilham alıyorum." Bobbi Brown, yağın gücünü herkesten önce keşfetti aslında. Çok kuru ciltler için piyasaya sürülen Extra Face Oil, susam, tatlı badem, zeytinyağı ve jojobanın yanı sıra neroli, paçuli, lavanta ve sandalağacı gibi sofistike hammaddelerin de buluştuğu şık bir bakım olarak modellerin makyaj masasındaki yerini aldı. Bugün, onca genç rakibinin arasında etkisinden hiçbir şey kaybetmiş değil.
Burt's Bees Herbal Blemish Stick Sivilceye antibiyotik sürmek mi? Burt's Bees, salisilik asit etkisinde bir doğal yağ ile karşımıza çıkmışken neden böyle bir şey yapalım? Çay ve ardıç ağacı, cildi temizliyor. Aynısafa çiçeği (calendula) kızarıklıkları yatıştırıyor. Bu minicik roll-on her çantaya ve hatta cebe rahatlıkla giriyor. Bir sonraki gün sizi meşgul edeceğini düşündüğünüz o sivilcenin üzerine, hemen şimdi bastırın! XOXO The Mag
Darphin 8-Flower Nectar 'Death Becomes Her' filminde Meryl Streep ve Goldie Hawn'ın bu iksirden haberi olsaydı İsabella Rossellini'ye kimse yüz vermezdi. 8 rakamının sürekli karşımıza çıktığı yağlar dünyasında, Darphin'in bu mega ürünü çizgilerin görünümünü yumuşattığı, genç ciltlerde ise kırışıklık dönemini olabildiğince geciktirdiği için ayrı bir önem taşıyor. Öyle muhteşem bir kokuya sahip ki onu sürdüğünüzde parfüme ihtiyacınız kalır mı bilemiyoruz…
Aveda Beautifying Oil İsmini telafuz etmek yeter, bu yağı sürerken tek bir beklentiniz olmalı: Güzelleşmek! Banyo sonrasında ya da masaj sırasında zengin aroması, bergamot, jojoba ve biberiye özleriyle tüm nemi vücuda hapseden Beautifying Oil, kendinizi Truvalı Helen gibi hissetmenizi sağlıyor. Vücutta bıraktığınızda ağırlık yapmayan, bir süre sonra tene karışan bu yağ, listemizin en iyilerinden.
REN Moroccan Rose Otto Ultra-Moisture Body Oil Çiçeklerin kraliçesine yol verin. Rose Otto, dünyanın en pahalı ve nadide çiçeklerinden biri olarak tanınıyor. Gün doğumunda yaprakların üzerindeki buharın damıtılması ve Ren teknolojisinin mucizesini göstermesiyle ortaya bu vücut yağı çıkıyor. Kokusuyla bizi mest eden Rose Otto, tarih boyunca kendini gülün güzelliğine teslim eden tüm kadınları kıskandıracak cinsten.
Rodin Olio Lusso Face Oil Olio Lusso Face Oil'ın yaratım süreci pek de kolay olmamış. Her ne kadar Linda Rodin'in kendi banyosunda ortaya çıkmış olsa da formülü tutturmak iki sene sürmüş. 11 farklı yağı bünyesinde buluşturan Olio Lusso serisini bu kadar sevmemizin sebebi yağın gerçekten işe yarıyor olması değil sadece. Tasarım iştahımızı kabartan, deco-modern, damlalıklı şişesinin de hayranıyız. Birkaç damla yağı yüzünüze özenle dağıtınız, eğer ki içinizden geliyorsa rujunuzu sürünüz ve sonra derhal evden çıkınız!
Själ Saphir Concentrate Biyofizik, biyokimya gibi ağır konulara adım atıyoruz ve karşımıza yaşlanma karşıtı, bio-aktif kompleksler sayesinde cildi onaran, nadir yağlar ve supra-3 vitamini ile cilde esneklik, dolgunluk ve canlılık kazandıran Saphir Concentrate çıkıyor. Himalayalar'dan çıkıp gelen konsantre safir, derin seviyede nemlendiriyor, enerji ve berraklık kazandırıyor. Doğal yollarla yağa aktarılan papatya ise yatıştırıcı etkisiyle hassas cilde rahat bir nefes aldırıyor. Her bakım yağı gibi Själ'ın bu mucizesi de uniseks.
Sachajuan Intensive Hair Oil Saç yağları günümüzün BB kremleri gibi. Her markanın bir saç yağı var. Bu yüzden de beklentimiz yüksek: İyi bir saç yağı, saçı yağlandırmaz, kuru ve kırılmış saç uçlarına nem sağlarken saçı şekillendirmeye de yardımcı olur, en mat tellerde bile doğal bir parlaklık yaratır. Cevap İskandinavya'dan geliyor. Çay dikeni, ayçiçeği ve biberiye yağı, yüzde on oranında Argan ile karışıyor, elde edilen altın sıvı, hem nemli hem de kuru saçta kullanılabiliyor. Sachajuan'ın kendine has aroması da son dokunuş. Pudrayla karışık beyaz çiçekler… Saç için hiç de fena bir esans mönüsü değil, ne dersiniz?
Nuxe Huile Prodigieuse Fransız anneannenin torununa verebileceği en değerli güzellik öğüdüyle karşı karşıyayız. Yüz, vücut ve saç için tasarlanan bu kuru yağın en büyük kozu, hiç kuşkusuz sürdükten sonra vücutta bıraktığı muhteşem koku. E vitamini takviyesinin yanı sıra tatlı badem, kamelya ve fındık gibi değerli yağları buluşturan Huile Prodigieuse, yirminci yaşını kutluyor. Simli Huile Prodigieuse D'Or özellikle saçta müthiş bir parlaklık yaratsa da biz tercihimizi sek versiyondan yana kullanıyoruz.
NARS Makeup Cleansing Oil Kara tahtaya yazılı güzellik kurallarından en büyüğünü geçtiğimiz sezon sildik ve cildimizdeki yağ fazlasını, günlük hayatın bıraktığı kalıntıları yine yağ ile temizlemeye başladık. Yağ ile gerçekleşen acısız ve akıcı bir temizleme seansından sonra başka da bir şey kullanmak istemiyorsunuz zaten. Aloe ve salatalıkla yatıştırılmış formülü sayesinde, suya dayanıklı maskaranın bile hakkından gelirken size karşı gerçek bir centilmen olmayı sürdürüyor. 93
FILE
Sunday Riley Juno Transformative Lipid Serum Ünlü makyör Tom Pecheux bu yağın, yaratıcısı Sunday Riley ise yeşil teknolojinin savunucularından. Tahmin edilemeyecek bir hızda emilen Lipid Serum, bir şekilde kendini cildin üzerinde de göstermeyi başarıyor, bağımlılık yaratacak bir parlaklık kazandırıyor. Atom bombası gücünde olduğunu söylersek abartmış olmayız. Doğal retinol, C vitamini, aminoasitler, omega 3, 6 ve 9, UV kalkanı… Liste uzun. Görmek istediğimiz tüm kozmetik etiketler yine bu yağın üzerinde: Yaşlanmayı geciktirici ve oksitlenmeyi önleyici. Stella McCartney defilelerinde, 'makyajsız' yüzlerde sürekli boy gösterdiğini de ekleyelim.
Clarins Lotus Face Treatment Oil Yağlı ve karma ciltler için özel olarak yaratılan Lotus Face Treatment Oil, 'anne markası' olarak bilinen Clarins'i rakipleri arasında bir adım öne taşıyor. Henüz yağlar güzellik dünyası için bu önemi taşımıyorken sessiz sakin bir seri çıkaran Clarins, anne öngörüsüne sahip diyebilir miyiz? Gül ağacı, karanfil ve Lotus çiçeği özleri gözeneklerin tıkanmasını önlüyor, cildi temizliyor ve pürüzsüzleştiriyor. Fındık yağı ise yumuşatıyor, kadife etkisi yaratıyor ve nemi cilde hapsediyor.
Dyptique Voile Satin Satin Oil For Body and Hair Yasemin, ylang ylang ve safran. Aslında bu hammaddeler ve Dyptique yanyana geldiğinde fazla da bir şey söylemeye gerek yok. Hem saç hem vücut için yaratılan Satin Oil, sürüldüğü dakikada bizi güneşli bir yerlere götürüyor. Üzerine parfüm sürmek istemeyeceğiniz bir başka yağ da işte burada! Cildi özündeki avocado yağıyla yumuşatan ve besleyen, saçları ise zor bulunan, kozmetik dünyasının kibirli üyesi urucum yağı ile parlatan Satin Oil, hiçbir işe yaramasa ambalaj tasarımı hatrına alıp bir kenara koymak gereken ürünlerden.
Elemis Japanese Camellia Oil Victoria Beckham'ın tweet'lerini süsleyen ürünle karşı karşıyayız. Yüzyıllardır Japonya'da saç, tırnak, saç derisi ve karma cilt bakımında kullanılan kamelya yağı, kolajenler açısından zengin bir malzeme. Elemis SPA'nın bu yağı için her sene uzun bir bekleme listesi oluştuğunu ve bu listedeki isimlerinin neredeyse hepsinin hamile olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Böylesine muhteşem bir ürünü kullanmak için illa da anne mi olmak gerekiyor? Kesinlikle hayır!
Ligne St Barth Avocado Oil Hepimizin hayalini kurduğu bir senaryo: Bir gün bu şehirden kaçalım ve tropik bir adaya yerleşelim. İşte Brin çifti bunu yapmış ve 1983'te Paris'ten vazgeçip Karayipler'deki Saint-Barthélemy adasına yerleşmiş. Kızılderililere, tropik adanın yerlilerine ait eski reçeteleri modern bir bakış açısıyla yeniden yorumlamışlar ve ortaya Ligne St Barth çıkmış. Eski konyak şişelerinde sunulan doğal bir cilt bakımı serisi hangimiz tarafından reddedilebilir? Markanın favorilerinden avokado yağı, bronzluğu uzatmak, güneş lekelerini önlemek, saçları nemlendirmek, hassas bebek tenini ve sinir sistemini yatıştırmak için ya da banyo yağı olarak kullanılabiliyor. Avokado yapraklarının serin esansı, Tiare çiçeği olarak bilinen Tahiti gardenyasıyla buluşunca ortaya baştan çıkarıcı bir aroma çıkıyor.
Caudalie Divine Oil Yüz, saç ve vücut için kullanılan bir başka kuru yağ da geçtiğimiz sezon Caudalie'den geldi. Üzüm, ebegümeci, susam ve Argan yağıyla markanın antioksidan patenti Polyphenols birleşince ortaya deriyi sarmalayan, çiçek ve güneş kokulu bir bakım yağı çıkıyor. Eğer bir Divine Oil müdavimi olursanız kendinizle gurur duyabilirsiniz: Satın alacağınız her şişe Amazon ormanlarına dikilecek yeni bir ağaç demek.
By Terry Huile de Rose Firming-Lift Nutri-Regenerating Oil Güzellik yazarları Terry De Gunzburg'u renk gurusu ve makyaj dehası olarak adlandırıyor. Bilim adamlarıyla dolu bir aileden çıkıp kendisini estetik ve makyaj gibi 'hafif' konularla meşgul eden bir kadından bahsediyoruz. Gerçek güzelliğin ve doğal görünümün peşinden koşan, bu sebeple de kendi markasını yaratan diğer makyözler gibi Terry de aynı cümlenin altını çiziyor: "Cildiniz asla nemsiz kalmamalı!" Yağlara duyduğumuz güveni üst seviyelere taşıyan Huile de Rose, anti-aging yağlar içinde hemen göze çarpanlardan. Altı farklı gül yağı bir araya geliyor, gül yaprağı hücreleri tüm cildi kaplıyor. Bunu yaparken cildi boğmak yerine kolajen üretimini artırarak yaşlanma etkileriyle savaşıyor, sağlıklı bir parlaklık kazandırıyor. Nem açısından en zengin çiçeklerden biri olan gül, esans konusunda da oldukça iddialı. Terry'nin şu tavsiyesine de kulak kabartın: "Eğer cildiniz sadece yağ ile yetinemeyecek kadar kuruysa yoğun bir nemlendirici krem edinin ve içine bu yağdan üç damla ilave edin."
XOXO The Mag
ART
Constantinos Tailotis
James Bond Güzellemesi röportaj/yazı dinçer şirin fotoğraf özkan önal
Pilot Galeri yeni sergisiyle kendini gürültüye ve patlamalara teslim etmiş durumda. Mekandan içeri girdiğinizde, sizi karşılayan bir mafyöz alışveriş sahnesi, ardından bir fotoğraf serisi ile yeniden kurgulanmış kimi film sahneleri görüyorsunuz. ‘James Bond'un Mimarlık Karşısında 50 Yılı’ adlı sergide gösterilen bu seri, sanatçının gangster filmleri üzerine yaptığı araştırmanın meyveleri. Videoda ise hiç durmadan patlamalar oluyor ve bir yerleri su basıyor. Bunlar James Bond filmlerinden hatırlayabileceğiniz sahneler. James Bond'un 50. yılı münasebetiyle, bugüne kadar yapılmış tüm filmlerdeki patlama sahnelerinin bir araya geldiği ve ilk kez seyirci ile buluşan video, sanatçı Constantinos Tailotis'in sergisinin temel taşıyıcısı. Oldukça hummalı bir çalışmanın ürünü olan bu video için sanatçı, James Bond filmlerinin hepsini izlemekle kalmamış, filmlerdeki tüm patlama ve havaya uçurma sahnelerini tek tek tarayıp bir araya getirmiş. Bir araya getirme sürecinin karar aşamalarında ortaya çıkan sanatsal içerik, bu videonun hazır film footage'ını aşarak, galerinin ortasına gelip kurulmuş. Constantinos Tailotis'ten bahsetmek için aslında yakın geçmişte yaptıklarından dem vurmak gerekiyor. Çünkü Pilot'ta görülenleri iyi anlayabilmek için, sanatçının temel dertlerini oluşturan süreçleri de bilmek önemli. Berlin’de yaşayan ve çalışan sanatçının, kısa süre önce Künstlerhaus Bethanien'de bir sergisi oldu. Orada da yine sinema ile çokça ilişkili bir sergi çıkardı. Konu açılınca, oradaki meselesinin daha çok modernist mimarinin Amerikan filmlerinde işlenme biçimleri olduğunu söylüyor. Bu sırada mimariden bu kadar bahsetmişken, Berlin'deki modernist mimariden söz açmadan da edemiyoruz. Yakın zamanda kaybettiğimiz Oscar Niemeyer'den ve Mies van der Rohe'un Berlin'de ürettiği kimi örnekleri anıyoruz. Derken, örnekler bizi sanatta mekanla ilgili tartışmalara götürüyor. İşin, eninde sonunda
bir yere yerleşirken tek başına olmaması ve içerdiği başka anlamlarla beraber var olması sebebiyle, mekana özgü çalışmanın zorluklarını soruyor, Berlin'deki serginin Pilot'ta gösterdiği işlerle arasındaki devam ilişkisini merak ediyorum. Sanatçı, mekanın fiziksel özelliklerinin, işin tüm gösterilme koşullarının, dolayısıyla o koşullarla baş etme biçiminin de baştan belirlenmesi üzerine konuşuyor ve işinden şöyle bahsediyor: "Künstlerhaus Bethanien'in yeni mekanında her şey oldukça düzenli. Sergim üst kattaydı; planım da elimdeki mekanı tamamen değiştirmek ve dönüştürmekti. Aslında, Pilot Galeri'de gösterdiğim fotoğraflarla da bir ilişkisi var orada yaptığımın, çünkü yeni dünyalar kurmayı seviyorum işlerimde. Özellikle kurgular ve hikayeler yaratmayı seviyorum. Orada, binanın genel koşulları tarafından çevrelendiğimi ve onlarla baş etmem gerektiğini biliyordum; ama mekanın mimari tarihiyle bir ilişki kurmam gerektiğini düşünmüyordum. Daha çok, binanın kendi fiziksel koşullarını düşünmem gerekiyordu; çünkü bu koşulların bana sağlayacakları, işimi de bir üst seviyeye taşıyacaktı. Ayrıca, eğer içinde bulunduğun mekanın sana sunduklarıyla çalışmazsan, o zaman ‘side-spesific’ bir iş de çıkamıyor." Sergi alanlarından söz açılmışken, eskiden bir gazino olan ve Türkiye sinemasında birçok filmde kullanılmış yeni sergi mekanının galeriye dönüştürüldüğünden sanatçının haberdar olup olmadığını merak ediyorum. Karşımda iyi bir araştırmacı olduğunu unutmuş olmalıyım. Bundan haberi olduğu gibi, burada geçen bazı filmleri edindiğini ve izlemek için filmlerin sırada beklediğini belirtiyor. Üretmeye başlamadan önce en fazla mesaiyi araştırmaya harcadığını söyleyen sanatçının, Middlesex’ten aldığı bir felsefe uzmanlığı da var. Kendini transdisipliner bir araştırmacı olarak tanımlayan sanatçı, yaptığı araştırmanın, günün sonunda hangi medyum ile çalışacağını da belirlediğini söylüyor.
XOXO The Mag
The Superlative Invasion of the Villainous Outre, fotoğraf, 2011.
biçimlerine başkalarının verdiği bir yanıt gibi de düşünebiliriz."
Bu arada, sanatçının sınırlı sayıda basılmış bir kitabı olduğunu da öğreniyorum. Daha çok araştırma sürecine odaklanan, sadece belli bir araya getirmeler ile ürettiği, kendisinin kaleme aldığı herhangi bir yazının yer almadığı kitabı konuşmaya başlıyoruz. Oradan da kitaplarının, mecburen bir iş birliğine gerek duyması sebebiyle içine girdiği prodüksiyon aşamalarını konuşmaya dalıyoruz. Kitabı belirleyenin sadece sanatçı olmadığından, daha çok tasarımcılarla beraber yaratılan bir enerji alanı olduğundan bahsederken, kitabın tasarımcısının Hollanda'dan olduğunu öğreniyorum. Burada bir parantez açıp, “en iyi tasarımcıların neden hep Hollanda'da olduğunu” konuşuyoruz. Parantezi kapatıp kitaba dönersek, ‘Casting Modernist Architecture’ın sanatçının işlerini daha iyi anlamak için bir rehber görevi üstlendiğini de söyleyebiliriz. Ama bunun dışında kitap, kendi başına mimari ve film ilişkisi üzerine konuşan, tüm bunlardan bağımsız okunabilecek bir kaynak. Tailotis, kitabın yapım aşamasında, içindeki metinler için davet edeceği isimler üzerinde çok düşündüğünü söylüyor. Kitapta, sanatçının tasarım eleştirmeni olan kardeşinin de bir metni var. Kitaptan bahsederken, içindeki yazar ekibinin akademisyen, sinema eleştirmeni ve tarihçilerinden oluştuğunu da ekliyor. Onu bu kitabı yapmaya iten şeyi merak ettiğimde ise, "Kendim, mimarinin kötü adam filmlerinde yer alma biçimiyle ilgileniyordum. Baktığım filmlerde modernist mimarinin işlenme biçimlerini incelediğimde, binaların dış cephelerinin bir tür gizemi temsil ettiğini gördüm. Gördüğünüz dış cephe, içeride sizin bilmediğiniz bir şey olduğunu hissettiriyordu. İzleyende bir şekilde binanın içine girme hissi yaratılıyordu. Aslında, binaya bir girişinizin olmaması böyle hissetmenize sebep oluyordu. Çünkü iyi karakterler her zaman, içeri girmek isteyenlerden çıkar. Benim yerleştirmem de bu fikirden yola çıkıyordu. Bu kitap, mimarinin sinemada nasıl kullanıldığına bakıyor kabaca. Kendi araştırmamın temellendiği modernist mimarinin Amerikan sinemasında yer alma
Pilot Galeri'de gösterdiği işlere beraber bakarken, süreç içerisinde karşılaştığı zorlukları konuşmaya başlıyoruz. En zorunun karar vermek ve her şeyin eksiksiz olmasını isteyen tarafının sesini dinlemek olduğunu söylüyor. Fotoğraflarından bir tanesinde bir adamın elindeki poşetin, neredeyse hiç görünmeyecek olsa bile, dolu olması gerektiğini düşündüğünü söylüyor. Tek tek fotoğrafların üzerinden geçiyoruz. Sanatçı bu seriyi Kıbrıs'ta çekmiş. Fotoğraflardaki sahne kurma biçimi, sanatçının filmlerden çok şey öğrendiğini de gösteriyor. Sergide görebileceğiniz video sebebiyle, hazır malzeme kullanma ve kendine mal etme meselesinden de bahsetmek zorunda kalıyoruz. Genelde, hazır malzemeyle çalışırken birçok avukata danıştığını söylüyor. Legal olarak tartışmalı olsa da, fiilen kimseye dava açılmadığından bahsediyor. Tailotis’le sergi açılışından birkaç saat önce buluştuğumuzda İstanbul'a kar düşmüş, İstanbul'un tüm sesi ve ışığı değişmişti. Şehre daha önce de gelmiş sanatçı ile İstanbul'da hissettiklerinden bahsederken, elbette şehrin en belirleyici duygusu olarak hüzünden bahsediyoruz ve Orhan Pamuk'u anıyoruz. İstanbul'dan konuşacaksanız, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın hüzünle ilgili söylediklerinin üzerinden bir kez daha geçen Pamuk'u anmamak olmaz. Hüzünden laf açılınca, Yunancada buna benzer bir kelime olduğundan bahsediyor. ‘Harmolipi’ kelimesi için, "Mutluluk ve üzüntünün aynı anda yaşanması ve bunların bir harmonisi gibi bir anlamı var. Bu iki duygu durumunun bir dengesi gibi... Koltukta oturursun, sıcak bir şey içersin ve dışarıda yağmur yağıyordur. Dışarıya baktığında gördüğün şey hüzünlüdür ama sen bundan mutlu olursun." diyor. Bu sırada videoda sürekli bir yerler havaya uçuruluyor, binalar suların içine gömülüyor. Dışarı çıktığımızda, sergiden üzerimizde kalan her şeyi kar alıyor. 97
Ready to Explode 2012’de almaya başladığımız sismik titreşimler sayesinde farkına vardığımız hareketlilik, görünen o ki bu yıl büyük bir patlama ile yayılacak. Tabii ki gerçek bir yanardağdan bahsetmiyoruz, söz konusu saçılım; farklı müzikal tarzlarda üretim sürecinin başında olan, olgunluk mertebesini hevesle arayan grup ve müzisyenlerin bu yıl içinde yayınlayacakları işler ile 2013’ün sound’unu şekillendirmeye kalkışmaları esasen. Hazırlanan sayısız listede yer alan onlarca grup arasından biz de kendi tahminlerimizi yaptık ve başarılı olacaklarına içten içe emin olduğumuz bu isimlerle, belki kendimizi haklı çıkarmak belki de bilinçaltımızdaki soru işaretlerini ortadan kaldırmak için röportajlar yaptık. Sonuç olarak ortaya yedi yetenekli isimden oluşturduğumuz Ready To Explode dosyası çıktı. Umarız sene sonunda utanmayız. hazırlayan gazali görüryılmaz
XOXO The Mag
ELLIPHANT
fotoğraf fredrik etoall
Elliphant’ın arkasındaki isim, İsveçli güzel bir kadın. Hemen aklınızda belirli kalıplar oluştu değil mi? Şimdi bu kalıpları teker teker kırma zamanı. Kuzey melankolisinden, yumuşaklığından çok uzak, agresif ve vahşi bir pop formülüne hazırsanız, Elliphant 2013’te kulağınıza uzun çığlıklar atacak.
İsveçli bir şarkıcıdan beklenenin aksine, kalp kırıklıklarını anlatan pop şarkıları yapmayı tercih etmiyorsun. Bu kadar agresif pop tonları yaratmak için sana ilham veren şeyler neler? İleride ne olacağı hiç belli olmaz, şu an yaptıklarım beynimi nelerin meşgul ettiğiyle ilgili. Hislerimi müzik yoluyla dışa vuruyorum ve şu an duyduklarınız da benim halihazırda hissettiklerim. Vahşi, provokatif ve dürüst.
dinlemeyi seviyorum. Şu sıralar 90’lar sound’u da çok ilgimi çekiyor. Müzisyen olmanın dışında başka bir işin var mı? Genel olarak çok çalışıyorum. Müzik zaten zamanımın büyük kısmını alıyor, bunun yanında da garsonluk yapıyorum. Elliphant için bir şeyler yapabilmek adına sabahları çok erken kalkıyorum, bu da açıkçası epey yorucu oluyor. Çok hızlı büyüdüğünü hiç düşündün mü? Bunu sürekli düşünüyorum. Ben ve kız kardeşim çok zor bir çocukluk geçirdik ama bu beni çok da üzmüyor. Beni ben yapan şey de bu çünkü, ve şu an olduğum kişiden de çok memnunum.
Beat, hip hop ve elektronik müziğin müthiş bir uyumu Elliphant. Henüz bu projeye başlamadan önce aklında nasıl bir sound vardı? Portishead’i ilk duyduğumda "Bir gün ben de müziğin içinde olacağım." dediğimi hatırlıyorum. Doğal olmak ve gerçeği anlatmak aynı anda hem çirkin hem de güzel olabilen bir şey. Tıpkı insanoğlu gibi. CocoRosie de müzik yapmam gerektiğini hissettiren gruplardan biriydi.
Bu dünyadaki esas gerçek sence nedir, mutluluk mu hüzün mü? Hayat bence hem kahkaha hem de gözyaşıdır. Eğer Elliphant’ın bir mottosu olsa ne olurdu? King is choice.
Aynı zamanda şarkılarında punk ruhu da var. Favori punk grupların neler? Çocukken No Doubt dinlememden daha öte bir punk referansı gösteremem hayatımda açıkçası; Gwen o sıralar gerçek bir punk’tı. Rage Against The Machine de çok iyiydi, ama o sıralar çok küçüktüm.
Nerede delirirsin? Kafamın tam içinde. Sana göre 2013 yılı boyunca sıkılmadan dinleyeceğimiz üç şarkıcı veya müzisyen... Tek bildiğim Laila K dinlemeye devam edecek olmam. Bir de Elliphant dünyayı ele geçirdiğinde bana gönderilen beat’leri dinliyor olacağım.
Icona Pop ve Niki and the Dove gibi İsveç’ten çıkıp müziklerini tüm dünyaya duyuran yerel grupları takip ediyor musun? Takip ettiğimi pek söyleyemem. Caz gibi daha klasik müzik türlerini 99
MUSIC/FILE
o F F LOVE Bir başkasının hayatına girmek, onun acılarını hissetmek, tanımadan da olsa onun adına üzülmek ve hatta o kalp kırıklıklarında kendine dair bir şeyler bulmak... Tüm bunları o F F Love’ın müziğinde bulabilirsiniz ve hatta daha fazlasını...
Paris’te doğup, Berlin’e taşındın ve şimdi de Londra’da yaşıyorsun. Bu süreç içinde kendini hiç kayıp hissettin mi? Ben aslen Fransız’ım. Bir süre Berlin’de yaşadım ama sonra Londra’ya taşınmaya kadar verdim ve hala da buradayım. Sürekli farklı yerlerde olmayı ve yaşadığım yeri değiştirmeyi seviyorum. Kendimi kayıp hissetmiyorum ama yaratım sürecini takip edemediğim anlar oluyor. Mesela Love, muhtemelen Berlin’de yaşadığım sırada ortaya çıktı. Bu da performans sergilemeye başladığım zamanlara denk geliyor. Görünen o ki, o F F Love kimdir diye sorulmasını istemiyorsun. Peki en azından o F F Love neyi temsil eder diye sormamıza izin ver. Tamamen hissettiğin şeyi hissetmen konusunda kendine izin vermekle, nasıl hissettiğin hakkında kontrol delisi olmamakla ilgili. Hayata dair bir mottom olsaydı bunu o F F Love olarak sanırım şöyle dile getirirdim; sadece bırakın gitsin. Sound’un ve şarkı sözlerin oldukça duygusal, kırılgan ve kişisel. Peki hiç yaptığın müziği diğer insanlarla paylaşmak konusunda tereddütlerin oldu mu? o F F Love olarak yazdığım şarkıları paylaşma konusunda hiçbir zaman tereddüt hissetmedim. Ama gerçek beni sorarsanız, bunu rahat bir şekilde yapmam imkansız olurdu. Aslında o F F Love olarak da birkaç kez sahnedeyken, insanların ne yaptığımı anlamadığını fark ettiğimde tereddüt yaşamıştım. Onlara kalbimin nasıl kırıldığını anlatmaya çalıştım ve inanın sonrasında çok utandım bu yaptığımdan. Ama çoğu zaman bununla başa çıkabiliyorum. Sana aşkın, ‘muhtemelen aşk’ olduğunu düşündüren nedir? Bu şarkı (Probably Love) aslında benim yaşadığım bir olayla alakalı. Yaşadığım duygunun aşk olduğunu düşünmüştüm ama sonunda
gördüm ki, meğer sadece muhtemelen aşkmış. Hatta sanıyorum muhtemelen başka bir şeydi. Çalıştığın alanı nasıl tanımlarsın? Senin için gizli bir mabet gibi mi? Mekana çok bağlı kalmaksızın kendimi rahat hissettiğim herhangi bir yer olabilir. Kalbimi açabildiğim sürece, her yerde müzik yazabilirim. 90’ların boy band’leri hakkında bu kadar ışıltılı olan şey nedir sence? Aslında onların ışıltılı ya da çok özel falan olduğunu düşünmüyorum. Ama şunu hatırlıyorum ki, onlar da muhtemel aşkın ne olduğu hakkında bir şeyler söylüyorlardı. Biri tam olarak önünde duruyordur, ona körkütük aşıksındır ama bilirsin ki o hiçbir zaman sevgilin olamayacaktır gibi şeyler... Sanatla ilgili misin? Bugün Berlin’de sanat meşalesini kim taşıyor sence? Evet, sanatla fazlasıyla ilgiliyim ve kendim de performans sanatlarıyla uğraşıyorum. Bende güçlü hisler uyandırabilen şeyleri severim. Ama sanırım artık Berlin’de yaşamadığım için Berlin hakkında fazla güncel bilgiye sahip değilim. Pop müziği nasıl tanımlarsın? Dinlemesi ve tüketmesi kolay olan şeyler bana göre pop müziktir. Sanırım ben pop müzik yapmıyorum. Sana göre 2013 yılı boyunca sıkılmadan dinleyeceğimiz üç şarkıcı veya müzisyen... Majical Cloudz, Twigs, Laura Clock ve Merely. Kusura bakmayın dört ismi eleyemedim!
XOXO The Mag
Mikky Ekko
fotoğraf mikky ekko’nun iznityle
Adını ilk olarak Rihanna’nın ‘Stay’ şarkısıyla ve ‘Pull Me Down’ın Ryan Hemsworth remix’i ile duyduğumuz Mikky Ekko, hipnotize edici sesi ve mühendislere taş çıkartacak prodüksiyon tekniği ile bu yılın muhtemelen en çok konuşulacak isimlerinin başında geliyor.
çaldım, o üzerine beat yazdı, derken, 20 dakika içinde bir şarkı ortaya çıktı. Her şey böyle başladı kısacası.
Müziğe seni çeken ilk ne oldu? Annem sayesinde klasik müzik, babam sayesinde de eski şarkıları dinleyerek büyüdüm. ‘Smells Like Teen Spirit’i ilk dinlediğim zamanı hatırlıyorum mesela, tekrar tekrar dinlerdik evde. Kısacası, duydum, dinledim, sevdim ve şu anda da bu işi yapıyorum.
Ryan Hemsworth’un ‘Pull Me Down’ şarkına yaptığı remix en az şarkının orijinali kadar beğenildi. Müziğinin başkaları tarafından yeniden yorumlanmış versiyonlarını dinlemek nasıl bir duygu? Gerçekten onur duydum bu başarıdan. Şarkılarım, ekip büyüttüğüm bitkiler gibi. Bazen tohumunu verip başkasının elinde nasıl yetişeceğini görmek müzikal perspektifimi geliştiriyor. Şarkının vokalleri dahi alınıp üzerinde oynanabilir, sonuç olarak ortaya çıkan bambaşka bir sanat işi oluyor.
Rihanna’ya ‘Stay’ şarkısında sadece vokallerinle eşlik etmedin, bunun yanında şarkı yazımı ve prodüksiyon kısmına da katkıların oldu. Rihanna gibi bir yıldızın hayatına girmek nasıl bir duygu? Benden bir şarkı istediğini ilk duyduğumda epey şaşırdım. Üzerinde biraz konuştuğumuzda ise ikimizin de bu şarkı için aynı şeyleri istediğini anladık. Aslında her şey çok hızlı gelişti, şarkının iskeletini bir buçuk hafta gibi bir sürede tamamladık. Rihanna ise inanılmaz biri ve onunla çalışmak çok keyifliydi.
‘Post-pop movement’ terimi sana ne ifade ediyor? Bana göre işlerin birbiri içine geçmesi ve form değiştirmesi anlamına geliyor. Pop müzik zaten birçok farklı duruşu temsil edebilecek bir yapıda, şu an ise daha da kompleks bir hal almaya başladı.
Bir tarafta Rihanna gibi bir yıldız, diğer tarafta da bağlı olduğun bağımsız plak şirketi RCA. Ana akım ve underground ekseninde, kendini müzik endüstrisinde nerede konumluyorsun? İnanın, şu an ben de bilmiyorum. Bakınca insana çok komik geliyor aslında. Plak şirketim RCA ise beni her konuda çok destekliyor ve her zaman daha iyisini başarmam için elinden geleni yapıyor. Başından beri sabırlı davrandım, şarkı yazmaya devam ettim, çok iyi prodüktörlerle çalıştım ve karşılığını da aldığımı düşünüyorum.
Müziğini önce biz birkaç kelime ile tanımlamaya çalışacağız sonra da senden aynısını isteyeceğiz. Biz başlıyoruz; tek, ambiyans, akışkan, zehirli. Şimdi senin sıran... Soğuk ve sıcak, sert ve yumuşak Snoop Dog bir röportajında; "Geriye dönüp baktığımda ne görüyorum biliyor musunuz? Genç, asi ve yolunu bulamamış bir özenti" demişti. Bunun tam tersi olarak sen geleceğe baktığında ne görüyorsun? Bilmiyorum, ben daha çok, anı yaşayan biriyim. Sanırım, geleceği de şu an yaşadığımı düşünüyorum.
Clams Casino ile çalışmaya nasıl başladın? Ben onun işlerini dinledim, o da benimkileri. Ona farklı bir-iki fikir yolladım ve bir gün öğle yemeği için buluştuk. O an, ikimiz de farklı insanlarla çalıştığımız için birbirimizi tam anlamıyla tanıma fırsatı bulamamıştık. Bir süre sonra ben Los Angeles’tayken onu stüdyoya çağırdım. Hiç ortada yokken, birlikte müzik yapmaya başladık; ben
Sana göre 2013 yılı boyunca sıkılmadan dinleyeceğimiz üç şarkıcı veya müzisyen... Angel Haze ve The xx. İki tane yeter. 101
MUSIC/FILE
OxyxMoron
fotoğraf asa pressley
Çocukluk arkadaşı üç kafadarın kendi imkanları ile müzik yapma çabalarının, 2012’nin sonunda, dört aylık bir izolasyonun ardından yayınladıkları ilk albümleri The Woods ile çığrından çıkmasının hikayesi OXYxMORON. Gerisini ise onlardan dinleyelim.
OXYxMORON neyi temsil ediyor? Öncelikle nasıl hissettiğimizi anlatalım; Tanrı üçümüzün bir araya gelmesini ve birlikte belirli bir yolu takip etmemizi istedi. Bu fikirden yola çıkarsak ana amacımız; yolumuzdan ayrılmamak, ilerlemek ve müzik yapmak. Kazandığımız bilgi ve vizyonu kullanarak insanlara ilham vermemiz gerektiğine inanıyoruz ki Tanrı’nın planına sadık kalalım. Çok uzun süredir birbirinizi tanıyorsunuz. Peki bu kadar yakın arkadaşlar olarak birlikte müzik yapmanın artıları ve eksileri neler? Sürekli birlikte olduğumuz için kimyamız hep doğru noktada kesişiyor. Genel olarak, müzikal anlamda aynı şeyler üzerinde anlaşıyoruz; beat’ler, hook’lar, şarkı hakkındaki genel fikirler... Şarkı sözleri konusunda da benzer şekilde düşünüyor olmamız işimizi kolaylaştırıyor. Çok fazla eksisi olduğunu söyleyemeyiz, birbirimizi ne zaman sık boğaz etmememiz gerektiğini çok iyi biliyoruz artık. South Carolina’nın yerlileri olarak, Paris ya da Berlin gibi bir Avrupa şehrinde yetişseydiniz ve orada yaşıyor olsaydınız, yarattığınız müzik nasıl olurdu, hiç düşündünüz mü? Dürüstlük, müzik yaparken her zaman odak noktamız oldu. Bunu The Woods’u dinlediğinizde de anlayabilirsiniz. Albümde anlattığımız tüm hikayeler, içinde yaşadığımız şehrin bizim üzerimizdeki etkisi ve anılarımızdan ibaret. Bu nedenle South Carolina’da yaşıyor olmanın müziğimizdeki yeri azımsanamayacak ölçüde büyük. Farklı bir yerde yetişmiş olsaydık, mutlaka daha farklı bir müzik yapıyor olurduk ama ortaya tam olarak nasıl bir şey çıkardı bunu kestirebilmemiz şu an imkansız. İlk albümünüz The Woods, 2012’nin son aylarında yayınlandı ve albüm dikkatlice dinlendiğinde sözlerin oldukça kişisel ve sosyal mesajlarla dolu olduğunu görmek mümkün. Albümü yazarken karanlık bir ruh halinde miydiniz? Muhtemelen şu ana kadar deneyimlediğimiz en karanlık dönemdi bizim için. Hatta bu dönemi olabildiğince ‘The Woods’ diye adlandırıyoruz. Başımıza birçok kötü olay geldi, sayısız türbülansa girdik ama olaylara iyi yönünden baktığımızda, yarattığımız kaliteli müziğin bu karanlığın içinden doğduğunu görüyoruz. İnanıyoruz ki; başladığımız yolda ilerleyebileceğimizi sınamak için Tanrı’nın bir imtihanı bu, ve görünüşe göre ilk bölümü başarı ile geçtik.
Son dönemlerde hip hop dünyasında kadınların yükselişi hakkında ne düşünüyorsunuz. Azealia Banks, Angel Haze gibi isimler egemenliği erkeklerin elinden alacak mı sizce? Kadınların bu işin içinde olması bizce gereklilik. Hatta bu oyunu, daha çok, büyük ses getirecek kadınlarla oynuyor olmamız gerekiyordu. Eskiden büyük bir yönelim olmuştu, şimdilerde ise benzer bir akımın canlandığını görmek sevindirici. Hangi müzikler müzik yapmanızda yardımcı olur? Çok fazla isim var aslında ama genel olarak dinlediğimiz her şeyden ilham almaya çalışıyoruz, en sertinden en yumuşağına kadar; Tupac, Outkast, Bob Marley, Lauryn Hill, Erykah Badu gibi isimleri sayabiliriz; bu liste böyle uzar gider. Müzik kariyerinize başladığınız günden bu yana, sektörde en çok gözünüze batan değişim ne oldu sizce? Sosyal medya kullanımı ve internet siteleri hiç olmadığı kadar popüler ve bu nedenle çok hızlı bir bilgi akışı var şu anda. Hip hop sahnesi de bu akışın içinde oldukça değişken bir yapı sergiliyor. Artık yeni isimler keşfetmek çok kolay ve müzikseverler neyin ‘hip’ olduğunu plak şirketleri olmaksızın belirleyebilirler. Gördüğümüz en önemli değişiklik bu olsa gerek. Spin Magazine, The Woods’u 2012’nin en çarpıcı albümlerden biri olarak duyurdu. Böyle bir başarının geleceğini tahmin ediyor muydunuz? Tahmin ediyor muyduk? Hem evet, hem de hayır. Şöyle ki; biz The Woods’un çok çarpıcı bir çalışma olduğunu biliyorduk ama başkalarının bunu fark edeceğini tahmin etmemiştik. Spin’in açıklaması ile resmiyet kazanmış oldu diyebiliriz. Genel olarak bu tip ödüllere çok kafayı yormuyoruz, çünkü bunun peşinde koşarken kaybolma şansı oldukça yüksek. Hangi sosyal medya aracını daha çok kullanıyorsunuz, Facebook mu yoksa Twitter mı? Doğrusunu söylemek gerekirse ikisini de oldukça yoğun bir şekilde kullanıyoruz. Ayrım yapmak güç. Size göre 2013 yılı boyunca sıkılmadan dinleyeceğimiz üç şarkıcı veya müzisyen... A$AP Rocky, A$AP Rocky, A$AP Rocky.
XOXO The Mag
eddi front
fotoğraf tommy chase lucas
Kadın solistlerin hakimiyetinde geçen bir yılın ardından 2013 neler gösterecek bilinmez fakat muadillerini zorlayacak, terletecek, ağır ve yumuşak hareketlerle sıkıştıracak bir isim geliyor; Eddi Front.
Lana Del Rey’in egemenliğini ilan ettiği bir çağda yaşıyor gibiyiz.
Yeni bir sanatçı olarak seni en çok heyecanlandıran ve korkutan şeyler neler? Şu an sanki biri beni dürtmüşçesine her şey inanılmaz heyecan veriyor. En çok korktuğum şey ise hasta olmak, ki zaten, sorularınızı cevaplarken sıcak sirke içiyorum aynı zamanda. Bu insanların yaptığı bir şey mi bilmiyorum ama, şu an evde sadece bu var.
Onunla ya da onun gibi popülaritesi çok yüksek kadın sanatçılarla karşılaştırılmak seni ürkütüyor mu? Bu beni endişelendirmiyor, hayır. Elimde olmayan şeyler hakkında endişelenmek istemediğim gibi, gerçekten müzik dinleyen ve müzikten anlayan insanların bu tarz kategoriler ya da karşılaştırmalar yapacağını sanmıyorum. Bence, eğer biri bir diğeriyle karşılaştırılacaksa, bunun için yaptığı işin dürüst olması lazım.
Brooklyn’de yaşıyorsun. Bize tipik bir gününü anlatabilir misin? Uyanıyorum, kahve içiyorum, yavru kedimin mamasını veriyorum. Dairemde veya bir çalışma alanında gitar ve piyano çalıyorum. Bir şeyler okuyor veya hayatımı sürdürmek için gereken önemsiz işlerin çaresine bakıyorum. Bazı geceler bir restoranda garsonluk yapıyorum. Bazı gecelerse arkadaşlarımla dışarı çıkıyorum.
Sahne adını iki kere değiştirdin. Bir sahne ismi kullanmak sana daha rahat mı hissettiriyor? Hiçbir zaman beni daha rahat ya da daha özgür hissettirdiğini söyleyemem. Bu sadece kendime iyi davrandığımda sağlayabildiğim bir şey. İsim değişiklikleri sadece bir dönemin bitişini ya da yeni bir bölümün başlangıcını belirtmek içindi.
Kelimelerle oynayışının çok zekice ve eğlenceli bir tarzı var. Bir şarkı yazarı olarak sana ilham veren şey nedir? Yeni bir şey üretiyorken hiç tıkanmış hissettiğin oldu mu, ya da bu anların üstesinden nasıl gelebiliyorsun? Gerçek hayatlar, ilişkiler, insanların hikayeleri, diğer insanların sanatı... Hiçbir zaman tıkanmış hissetmedim, çünkü yazmak benim için bir zorunluluk değil, aksine bir ihtiyaç ve keyif unsuru, hatta kendiliğinden ortaya çıkıyor genellikle. Ama yine de, tabii ki bazen, yeni bir şey üretene kadar aradan çok uzun zaman geçebiliyor ya da bazen sürekli olarak üretiyor oluyorum.
Nick Cave’in ‘Into My Arms’ cover’ından sonra, başka müzisyenlerden cover’lar yapmayı da düşünür müsün? Her gün ama her gün cover’lamak istediğim yeni bir şarkı duyuyorum ve eve gidip onları söylüyorum. Sırada kaydetmek için hangisi var bilmiyorum, ama şarkıları cover’lamayı sevdiğimi söyleyebilirim. Ayrılıklarla başa çıkabilme yönteminin şarkı yazmak olduğunu söylüyorsun. Peki uzun ve sağlıklı bir ilişki yaşıyor olsaydın, ilhamını nelerden alacaktın? Bir de diğer açıdan bakıp sormamıza izin ver, eğer şarkı yazamıyor olsaydın ayrılıklarla nasıl başa çıkacaktın? Uzun ve mutlu bir ilişki yaşamak nasıl bir şey olurdu hiç bilemiyorum. Ama, sanıyorum ki, beynim ve kalbim hala çalışıyor olurdu ve bazı şarkılar ortaya çıkabilirdi, tıpkı şu an, bekar ve bundan memnun olduğumda çıktığı gibi. Bir ayrılık sonrasında yazmamak gibi bir şeyi hayal bile edemiyorum. Ellerimin arkamda bağlı olduğunu kastediyorsan ayrı tabii, o zaman bir felaket olurdu işte! Ben de kendimi ateşe vermeyi tercih ederdim.
Yaptığın müzikte bir 'film noir' etkisi hissediliyor. Eğer klasik bir 'film noir' için bir beste yapacak olsaydın hangisi olsun isterdin? 'Film noir' sınıfına giriyor mu bilmiyorum ama Paul Newman’ın The Hustler’ı olsun isterdim. Balad’larını dinlediğimizde sanki çok zor, travmalarla dolu bir çocukluk geçirmişsin de kurtuluşunu müzikte bulmuşsun gibi hissediliyor. Haklı mıyız? Zor muydu değil miydi açıkçası emin değilim, çünkü düşünüyorum da annem her zaman bana baktı ya da beni besledi. Bazı açılardan zordu tabii ki ama yine de idare ederdi. Yalnızlık ve bunun gibi şeylerle başa çıkabilmemi kolaylaştıran bir çocukluk geçirdiğimi söyleyebilirim.
Sana göre 2013 yılı boyunca sıkılmadan dinleyeceğimiz üç şarkıcı veya müzisyen... Kurt Vile, Rachel Zeffira/Cats Eyes, Jens Lekman. 103
MUSIC/FILE
LIFE IN FILM
fotoğraf andy whitton
Brit-pop etkileşimli, 80’ler kokulu rock müzik son birkaç yıldır yeniden canlanıyor. Bu hareketliliğin içinde hızla koşup, kendini akranlarından bir adım öne çıkaran Londralı Life in Film’in vokalisti Samuel Fry gerçek olamayacak kadar güzel müzikleri hakkında sorduğumuz soruları yanıtladı.
Life in Film’i dinleyince 60’lardan 2000’lere uzanan bir yolculuğa çıkıyoruz sanki. Londra’da yetiştiğini de düşünerek, gençlik dönemindeki ortam ve çevren müzik zevkini nasıl etkiledi? 80’lerin Londra’sı müzik anlamında çok ilham verici bir dönemdi. Herkes sürekli müzik dinliyordu ve ister istemez biz de bundan besleniyorduk. En yakın arkadaşlarım ve hatta ailem bile müzik dükkanlarından sürekli plak alırdı. Tüm bunlar, müzikal zevkimin oluşmasına katkıda bulunan şeyler. Bu arada mesela The Smiths’e olan tutkum da bu dönemde gelişti. İlk olarak Burberry Acoustic Sessions’da yer aldınız, sonra da Burberry’nin 2012 güneş gözlüğü koleksiyonu için markanın yüzlerinden biri oldunuz. Nasıl başladı bu ortaklık ve müziğinizin yayılmasında nasıl bir etkisi oldu? Burberry her zaman müziğe destek veren bir marka olmuştur. Bizi Acoustic Sessions için davet ettiler. Sonra Burberry’nin yaratıcı ekibinin başı Christopher Bailey, çekimlerde bizim de yer almamızı istedi. Açıkçası, bir anda bu kadar çok insana Burberry’nin bize verdiği destek sayesinde ulaştık. Burberry hayatına girmeden önce modayla ilgileniyor muydun peki? Pek değil aslında. Benim için hiçbir zaman öncelik olmadı ama bas gitaristimiz Dominic fazlasıyla modayla ilgiliydi, Burberry’den önce de. Sürekli alışveriş yapardı ve beni de onunla gitmem için zorlardı. Genel olarak o seçiyordu, ben de alıyordum. Son yıllara kadar bu hep böyle devam etti. Bize vereceğin bir stil önerisi var mı? Saat takmaktan vazgeçmeyin. Şarkılarından birinde konuk bir müzisyenle çalışıyor olsaydın,
kimin olmasını isterdin? Kesinlikle David Bowie. 80’ler ve 90’lardan bir sürü efsanevi İngiliz grup dinleyerek büyüdük ve hala da dinliyoruz. O zamanlardan en çok neyi özledin? Öyle görünüyor ki 80’ler stil olarak Londra’ya geri döndü. Bu nedenle özellikle 80’leri özlediğimi pek söyleyemem ama 90’lar her şeyin daha eğlenceli olduğu yaratıcı bir dönemdi. Artık birçok şeyi olması gerekenden daha ciddiye alıyoruz ve işin eğlenceli kısımlarını kaçırabiliyoruz. İnternetin bize sunduğu opsiyonların tüketebileceğimizden fazla olmasından dolayı artık o dönemlerdeki gibi zamansız müzisyenler ortaya çıkmayacakmış gibi geliyor. Sen ne düşünüyorsun bu konuda? Kesinlikle sana katılıyorum. En basit örneği; eskiden Glastonbury Festivali’nde headliner olabilmek için çok büyük bir grup olmanız gerekiyordu. Şu anda bir-iki yıllık gruplar bile Glastonbury’de rahatlıkla headliner olabiliyor. Artık alışkın olduğumuz şekilde bir efsane ortaya çıkmayacakmış gibi görünüyor. Tabii bunda pazarlama tekniklerinin değişmesi, basitleşmesi ve hızlı tüketime teşvik etmesi de etkili oluyor. Bu soruyla çok karşı karşıya kalıyorsunuzdur ama yine de soracağız; kimdir bu Carla? Carla aslında gerçek biri değil. Daha çok, bir ilişkiyi anlatırken kullandığımız bir metafor. Her şeyi olduğu gibi kabul etmeyi, geçmişe takılıp kalmadan ilerlemeyi ve vicdan sorgulaması gibi durumları temsil ediyor. Sana göre 2013 yılı boyunca sıkılmadan dinleyeceğimiz üç şarkıcı veya müzisyen... Miles Kane, Vampire Weekend ve Haim.
XOXO The Mag
HAIM Pop müziğe yeni bir boyut kazandırmak artık zor görünüyor. Her şeyin sıra dışı olmaya başladığı günümüzde normal olmanın nimetlerinden faydalanmak ise yeni bir fırsat. Üç kız kardeşten oluşan Haim de bunun meyvesini 2013’te afiyetle yiyecek gibi duruyor.
u o ough For Y
fotoğraf bella howard
It' sT
Chapman’la birlikte çalışma fırsatı buldunuz ve Julian Casablancas ile turneye çıktınız. Bu ani başarı gözünüzü korkutmuyor mu? İtiraf etmek gerekirse biraz korkutuyor. Etrafımızda gelişen birçok şeyi karanlık, kuytu bir köşeye geçip izlemeyi tercih ediyoruz. Şu an için sadece geleceğe odaklanmak ve unutulmaz bir çıkış albümü yaratmak istiyoruz. Eğer çalışmayı bırakıp, bu korkuya odaklanırsak her şey elimizden kaçıp gider ve bir masanın altına saklanıp ağlamaktan başka bir şey gelmez elimizden.
2013’e başladığımız şu günlerde kaçınılmaz bir soru ile başlamak istiyoruz röportaja. Geçtiğimiz senenin en iyi albümleri hangileriydi sizce? 2012’nin en iyi albümleri bizce; Kendrick Lamar’ın Good Kid, M.A.A.D City ve Bat for Lashes’in The Haunted Man albümleri. Dışarıdan bakınca herkesin imreneceği bir çocukluk geçirmişsiniz. Müzik tutkunu bir ailede büyümek nasıl bir his? Açıkçası ailemiz ile birlikte müzik yapmak ya da akşam yemeğinden sonra hep birlikte oturup müzik dinlemek bize her ailenin yaptığı normal bir aktivite gibi geliyordu. Bunun özel bir durum olduğunu keşfetmemiz bizim için büyük sürpriz oldu.
Keşke biz yazmış olsaydık dediğiniz bir şarkı var mı? David Bowie’nin Fame’i kesinlikle. Aranızda çok güçlü bir bağ olduğunu görebiliyoruz, hatta buna belki kadın dayanışması bile diyebiliriz. Peki tarihten veya günümüzden güçlü bir kadın idolünüz var mı? Beşinci sınıftayken Susan B. Anthony hakkında bir kitap raporu yazmam gerekiyordu. Susan, 19. yüzyılda kadının varlığı ve oy verme hakkı üzerine çaba harcayan en önemli kadın figürlerden biriydi. Sanırım bu beni çok etkiledi, gerçekten güçlü bir kadınmış.
Peki aileniz sizi müzisyen olmak için zorladı mı yoksa siz sadece olmak istediğiniz için mi oldunuz? Ailemiz bizi hiçbir şey için zorlamadı. Eğer resim yapmaya yeteneğimiz olsaydı, bize palet ve boyalar alırlardı ya da kimyaya ilgi duyuyor olsaydık, muhtemelen bizi yazları bilim kamplarına gönderirlerdi. Müzik yapmaya başladık ve bu da onlara normal geldi, bundan başka da bir şey yapmayacağımıza inanıyorduk zaten.
Moda konusunda tutkulu musunuz? Hala kusursuz bir siyah deri ceket arayışındayız, bulursanız bize de haber verin lütfen!
Üç kız kardeş olarak müzik yapmak avantaj mı yoksa dezavantaj mı sizin için? Hiç solo olarak müzik yapmayı düşündünüz mü? Üçümüzün de orta okul ve lise yıllarında utanç verici müzik gruplarımız vardı. Açıkçası, kendi gruplarımızdaki diğer arkadaşlarımıza bir şarkının nasıl çalınacağını öğretmek için acı çekmektense birbirimizin yeteneklerinden faydalanmak daha akıllıca geldi. Bir de kolayca birbirimizin aklından geçenleri okuyabiliyoruz, kız kardeş olayı işte.
Haim’i ‘kızlar sadece eğlenmek istiyor’ şeklinde tanımlıyorsunuz, günün birinde ‘kızlar sadece bir şeyler anlatmak istiyor’a dönecek mi? İkisini bir arada yapmamıza ne dersiniz? Size göre 2013 yılı boyunca sıkılmadan dinleyeceğimiz üç şarkıcı veya müzisyen... Palma Violets, Alt-J ve Meek Mill.
Henüz 20’li yaşlarda olmanıza rağmen, şimdiden Mike 105
It's Black It's White
photographer emre ünal styling mahizer aytaş hair serkan aktürk make-up gülüm erzincan photography assistants erdi doğan, abdullah inal make-up assistant dilara kayacı post production sezer arıcı model corina joy models
ceket reed krakoff/beymen triko styliste ait 107
deri bluz céline/beymen ekru bluz céline/beymen
XOXO The Mag
elbise antonio berardi/beymen triko ve eldivenler styliste ait botlar cĂŠline/beymen 109
ceket stella mccartney/beymen pantolon cĂŠline/beymen botlar fendi/beymen triko ve eldivenler styliste ait XOXO The Mag
ceket jil sander/beymen pantolon dior homme/beymen botlar cĂŠline/beymen kemer dior homme/beymen triko ve eldivenler styliste ait
111
ceket reed krakoff/beymen triko styliste ait XOXO The Mag
kaban michael kors/beymen ceket reed krakoff/beymen pantolon cĂŠline/beymen botlar fendi/beymen eldivenler styliste ait
113
tişört american apparel triko ve eldivenler styliste ait botlar céline/beymen
XOXO The Mag
kaban cĂŠline/beymen triko ve eldivenler styliste ait botlar cĂŠline/beymen
115
elbise lanvin/beymen triko ve eldivenler styliste ait XOXO The Mag
deri bluz céline/beymen ekru bluz céline/beymen pantolon céline/beymen botlar fendi/beymen eldivenler styliste ait 117
COVER
ONE OF US OR NOT
JULIAN CASABLANCAS Bazen dokunmaktan imtina ettiğiniz ya da dokunursanız yanacağınızı düşündüğünüz insanların aslında tam da sizin teninizden yapıldığını anladığınız durumlar vardır. Julian Casablancas'la yaşadığımız da işte tam bu türden bir deneyimdi. Yıllarca uzaktan baktığımız, konsere geldiler, gelecekler, yok daha değil derken bir türlü bu topraklarda göremediğimiz The Strokes'un 'frontman'i sonuçta, ve ayrıca çizdiği imaj çok da "hoşgeldiniz" demiyor bildiğiniz gibi. Nihayetinde az yetişen türden bir rock star'dan dem vuruyoruz. Ama gelin görün ki Julian'da durumun hiç de öyle olmadığı gerçeği, nazikçe, size tokat atıyor. Stop. Bu ay kapak konuğumuz yine New York'tan, bu sefer objektifin arkasında ise ünlü avangard ikili Mark Williams ve Sara Hirakawa var. Siz sayfaları çeviredurun, biz daha fazla görsel zevk yaşayasınız diye ışıkları söndürmeye gidiyoruz.
photographer mark williams + sara hirakawa interview olga şerbetcioğlu creative director warren fu stylist marjan malakpour groom & makeup chevonne moore photographer asistants glenn chivens, daniel hebert production assistants matt salas, tom sirikulbut, frank fu XOXO The Mag
Peki ufukta yeni bir The Strokes albümü var mı? Evet, hatta kayıtları yeni bitirdik. 2013 içinde dinleyebileceksiniz muhtemelen, ama tam olarak ne zaman çıkaracağımız konusunda henüz emin değilim. Detayları şu anda ben de bilmiyorum.
Neredesin şu an? Epeyce çocuk sesi duyuyorum... Doğru duyuyorsun, parktayım, tabii çocukları izlemek için değil. Malum. Eh, tabii... Baba olmak nasıl bir duygu? Seni değiştirdiğini düşünüyor musun? Harika bir duygu. Küçük bir şaheserin gözlerimin önünde büyüyüşüne tanıklık ediyorum. Çocuk sahibi olmakla ilgili hep söylenen klişeyi bilirsiniz, çok zor ama bir o kadar da mucizevi bir deneyim. Gerçekten de hayata anlam katan bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Bu arada, aslında pek değişmedim. Kadınlar genelde doğumdan sonra kocalarının çocuklaştığından söz eder, ama bizde böyle bir şey olduğunu pek sanmıyorum. Lojistik açıdan oldukça zor bir şey tabii, aynı anda üç-dört işte birden çalışmak gibi adeta, zamanınızı ve diğer işlerinizi çok iyi planlamak zorundasınız. Ama dediğim gibi, zor olduğu kadar da eğlenceli bir koşturmaca bu. Bu arada ‘2 Yaş Sendromu’nun etkilerini görmeye başladınız mı? Evet, tabii. Bu yaşlardaki çocuklar insan olmanın nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışıyorlar, her şeyi merak edip denemek istiyorlar; anneyi babayı hırpalayıp ne tepki vereceklerini görmek gibi... Her türlü davranışı test ediyorlar. Moda endüstrisine yabancı olmayan bir aileden geliyorsun, tarzınla da müzik dünyasının etkileyici figürlerinden birisin. Bu aralar modayla aran nasıl? Genel olarak stilini nasıl tarif edersin? Modaya pek fazla kafa yormuyorum aslında. Bence herkes kendisini nasıl rahat hissediyorsa öyle giyinmeli. The Strokes’u başlattığımızda ne giydiğimi daha çok önemsiyordum sanırım. Çünkü sahnedeyken, insanlar kemer tokanızdan ayakkabınızın bağcığına kadar giydiğiniz her şeyi en ufak detayına kadar inceliyorlar. Giydiğiniz şeyin özgüveninizi destekleyen bir tarafı olmalı, kimisi takım elbiseyle veya şık bir elbiseyle iyi hisseder... Aslında belki de her şey karşı cinsi etkilemek uğruna yapılıyor. Karşı cinse iyi göründüğünüzü hissediyorsanız, özgüveniniz bundan olumlu yönde etkileniyor.
Solo albümün Phrazes for the Young, elektronik sesler ve synth’lerle dolu. Bu aralar kendini yakın hissettiğin bir müzik trendi veya bir sound var mı? Açık konuşmak gerekirse, solo albümümde, özellikle The Strokes’tan farklı bir müzik yapmak için elektronik sesler kullanmayı tercih ettim. Yoksa kalbim elektronik müzikle falan dolup taşmıyor. Hatta albümde yaptığım bazı şeylerle ilgili pişmanlık duyduğumu da itiraf etmeliyim. Daha tuhaf ve daha agresif bir şey denersem insanların daha çok ilgisini çekeceğini düşünmüştüm. Peki, Danger Mouse’la iş birliğiniz nasıl gitti? Harikaydı. O zaman zarfında, birkaç tane iş birliğim oldu, farklı sanatçılarla... Danger Mouse’la çalışmak gerçekten inanılmazdı. Ama sanırım iş birliklerinden çok da hoşlanmadığımı fark ettim. Çünkü ne kadar iyi bir ekiple çalışırsan çalış, her şey yolunda gitse bile sonunda mutlaka bir aksilik çıkıyor. Turnede olduğunda sahneye çıkmalarını sağladığın Haim bu yılın en iyilerinden olmaya aday. Aynı rotada, pop müzikle ilgili düşüncelerini de merak ediyorum. Haim’le bir turnede beraber çaldık. Hatta Cult’tan albüm yapmak istedim onlara. Şarkılar bile hazırdı, ama bugünkü pop müzik çok zor, çünkü her şeye ticari açıdan yaklaşılıyor, ona göre değer biçiliyor. Fotoğrafta mesela, sanatsal olanla ticari olan arasında çok belirgin bir ayrım var; bakar bakmaz anlaşılıyor. Ne yazık ki müzik için aynı şey geçerli değil. O yüzden pop müzik hayranı olduğumu söyleyemeyeceğim, yani arada bir ‘Hey Ya!’ gibi ‘guilty pleasure’ tadında dinlediğim şeyler oluyor.
Geçtiğimiz yıl Azzaro Decibel’in yüzüydün. Bir anlamda moda dünyasına dahil olmuştun. Hatta onlar için bir şarkı bile yazmıştın. Nasıl oldu bu? Yönetmeni sevdim, fikir de hoşuma gitti, tek yapmam gereken kendi videolarımdaki gibi görünmekti. Bu proje sayesinde normalde ulaşamadığım bir izleyici kitlesine ulaşma şansım olacağını düşündüm. Teklif geldiği sırada yeni plak şirketimin ve başka bir projenin tanıtımını yapmak gibi kaygılarım da vardı. Bu yüzden, kabul etmeye karar verdim. Bazı şeyleri ancak deneyerek anlayabiliyor insan; keyifliydi ama pek bana göre bir şey olmadığını düşündüm sonradan.
Net bir cevap oldu bu. Peki gerçek bir "New Yorker" olarak, şehrin en çok sevdiğin tarafları neler? Tabii hemen arkasından, en çok nefret ettiklerini de sormak isterim. New York sanki her şeyin merkezi gibi, birçok insan, sanatçılar, gruplar New York’a geliyor, dünyanın bütün kültürlerinin bir karışımı gibi adeta. Muhtemelen diğer büyük şehirlerde de durum böyledir ama New York’un çok heyecan verici bir merkez olduğunu düşünüyorum. Sevmediğim, hatta nefret ettiğim taraflarına gelince, aslında hep aynı şey... Kalabalık ve gürültü bir müddet sonra insanı huzursuz ediyor ve strese sokuyor. Uzaklaşmak ve doğaya çıkmak istiyorsun. Bir süre New York’tan ayrı kalıp geri döndüğünde ise, sokakta insanların birbirine bağırıp sürekli kornaya basıyor olmalarını yadırgıyorsun, içinden “Rahatla biraz!” demek geliyor. Öte yandan, uzun süre New York’ta kalırsan da bir şekilde bu keşmekeşe alışıyorsun.
Konuyu değiştirelim o zaman... Geçen onca yıldan sonra ve neredeyse gruptaki herkes solo albüm çıkarmışken, The Strokes’un olgunlaştığını düşünüyor musun? Süreç içinde aranızdaki dinamikler nasıl evrildi? Beş arkadaşız ve tabii ki her ilişkide olduğu gibi bizde de dinamikler zaman içinde değişti. Bir grupta yaşanabilecek sorunları herkes bilir, sosyal veya profesyonel çatışmalar yaşanabiliyor, ama bugün geldiğimiz noktada birçok şeyi aştığımızı düşünüyorum. Şu anda herkes birbirine karşı çok daha samimi davranıyor.
New York'un artılarından biri de etrafında çok yaratıcı insanların olması olmalı? Kendi çevrem için konuşursak, evet, kesinlikle. Şehirden bahsetmeye devam ediyorsak da; New York sokaklarında dolaşırken gördükleriniz bile aslında dünyanın geri kalanı için bir sonraki yılın modasını belirleyecek şeyler. New York’un, bir anlamda modaya öncülük ettiğini düşünüyorum. Japonya kadar fütüristik değil tabii ki, ama etrafında gördüklerin, yaratıcılık, ileri görüşlülük ve kendi sınırlarını zorlama anlamında oldukça ilham verici olabiliyor.
XOXO The Mag
121
Son zamanlarda herkes her şeyi yapıyor gibi bir durum var. Mesela, bir müzisyen aktörlük yapabiliyor ya da tam tersi, veya müzisyenler sanata soyunabiliyorlar vs. Sen de müzik dışında bir şeyler yapmayı düşündün mü hiç, sinema veya güncel sanat gibi? Aslında birçok farklı şey yapmayı düşündüm ama sanat dünyasında değil. Belki bisiklet tasarlamak falan olabilirdi. Değişik şeyler hep ilgimi çekmiştir. Ya da politikayla ve sosyal konularla ilgilenebilirim. Peki, demokrat mısın yoksa cumhuriyetçi misin? Seçmek durumda kalırsam tabii ki demokratım. Ancak sonuçta her iki parti de epey yozlaşmış durumda. Yine de daha çok, demokratım. Demokratların en azından daha aklı başında insanlar olduklarını düşünüyorum. Sana katılıyorum. En azından demokratlar göze daha hoş görünüyor. Derine inersen, senin de söylediğin gibi, ikisi de birbirinden pek farklı değil... Evet, bazen keşke bir dünya partisi olsa diyorum. Sonuçta bütün ülkelerde, muhafazakarlar ve radikaller var. Hristiyan ya da Müslüman köktendinciler gibi mesela... Her ülkede farklı kutuplaşmalar var ve bu yüzden de herkesin sosyal adalete ihtiyacı var. İleri görüşlü olup toplumun daha iyi işler hale gelmesini sağlamalı ve insanları boş yere acı çekmekten kurtarmalıyız. Farklı uçlarda bulunan insanlar birbirleriyle neredeyse hiç iletişime geçmiyor. İran’da ve Amerika’daki farklı görüşteki insanlar belki de birbirleriyle karşılaşsalar, diyalog kursalar, anlaşabilirler. Umarım zamanla bütün bunlar aşılır ve insanlar birbirleriyle konuşabilir hale gelir. Lincoln’ı seyrettin mi? Bu konuştuğumuzla çok benzerlikler var. Filmde işlenen konu aslında her şeyi açıklıyor... Evet seyrettim, şu anda olup bitene çok paralel bir konu gerçekten. Malcolm X kadar iyi değildi tabii ama beğendim yine de. Belki de insanın, kendisi için ulaşılması kolay hedefler koyması, ulaşılmaz hedefler için boş yere çabalamasından daha iyidir. Müziğe geri dönersek, ses sağlığına dikkat ediyor musun? Sigaradan, içkiden uzak durmak gibi önlemler alıyor musun, yoksa böyle şeyleri sıkıcı mı buluyorsun? Sanırım çalışırken her şeyden önce sesimi serbest bırakıyorum, sonra nasıl bir ses aradığıma karar verip, üzerinde çalışmaya başlıyorum. Müzik okuduğum yıllarda şan dersi almıştım. Çünkü kuralları çiğnemek için, önce onları iyi bilmelisin. Bu açıdan, eğitim almanın yaratıcılığı öldürdüğü gibi şeylere inanmıyorum. Eğitim alırken mükemmel olanı öğretiyorlar, neredeyse bir Broadway şarkıcısı gibi şarkı söyleyebilmeyi öğreniyorsun. Çok temiz ve fazla profesyonel. Yani Lou Reed ve Iggy Pop gibi değil asla. Ama bence alınan eğitimi kendi içinde yorumlayıp içerisinden alman gerekenleri alabilirsin. Bunun için de ses üzerinde çok çalışmak gerekiyor. Lou Reed ve Iggy Pop’tan söz etmişken, ‘rock star’ olmak için illa ki zor bir hayat yaşamış veya kötü bir çocukluk geçirmiş olmak mı gerekiyor? Bir açıdan öyle gibi, yani yaşanan zorlukların insanı bir şeyler üretmeye iten, bir anlamda motive edici bir tarafı var. Rahat yaşanmış bir hayat içinse aynı şeyi söylemek pek mümkün olmayabilir. Ama tabii, bu yüzde yüz böyledir demiyorum. Mesela beni motive eden, çoğunlukla etrafımdaki dünyaya karşı hissettiğim hayal kırıklığıyla
karışık kızgınlık duygusuydu. Evet, ne yazık ki, acı çekmek iyi bir motivasyon kaynağı olabiliyor. Tam da yeri gelmişken, Oscar Wilde’ı seviyorsun sanırım? Solo albümünün adı ondan bir alıntı. Sanırım edebiyatla da aran fena değil? Aslında çok büyük hayranı değilim. Edebiyatla da çok ilgili olduğumu söyleyemeyeceğim. Mevlana’nın şiirlerini severim. Dürüst olmak gerekirse, hayatım boyunca sadece iki kitap okudum; Odysseia ile Suç ve Ceza. Mevlana demişken, hiç Türkiye’ye yolun düştü mü? Hayır, Türkiye’ye hiç gelmedim. Açıkçası, orada beni tanıyan birilerinin olduğundan bile haberim yoktu. Ama her zaman, yaptığım işi tanıtmak için sınırları zorlamaktan yanayım. Dünyanın uzak noktalarına da gitmeyi hep istemişimdir. Ah, bu arada Türkiye’den Özdemir Erdoğan’ın şarkılarını çok seviyorum, bir dakika Barış Manço muydu yoksa? Bir arkadaşım bana sürekli çok eğlenceli Türk funk videoları gönderiyor. Gerçekten inanılmaz şeyler var. Bu yıl turneye çıkmayı düşünüyor musun? Yıl sonuna doğru, evet. Bu arada The Doors’la yaptığın röportajı okudum, biraz tuhaftı. Tuhaf derken? Yani, son zamanlarda bu kadar ‘freestyle’ bir röportaj okumamıştım. Gerçekten iyi bir röportaj olmuş, istekli duruşun hoşuma gitti. Nasıl gelişti olaylar? Aslında nasıl geliştiğini tam hatırlamıyorum. Birlikte bir şey yapmak istediklerini söylediler. Karşılıklı söyleşi yapalım falan dediler. Ama tabii ki, “Olmaz öyle şey, soruları ben soracağım.” dedim. Çocukluğumun grubuydu The Doors, hayrandım onlara. David Bowie’nin dönüşüyle ilgili ne düşünüyorsun? ‘Where Are We Now’ı nasıl buldun? Bence harika bir haber! Single’ı çok beğendim, videosu da çok eğlenceli olmuş. Bowie’nin Modern Love’dan bu yana yaptığı en havalı iş bence. Daha önce hiç All Tomorrow’s Parties gibi bir festival ya da herhangi bir etkinlik organize ettin mi? Kendi festivalini yapacak olsan ve sınırlı bir bütçeye sahip olsan line-up’ta kimler olurdu? Hayır, daha önce hiç böyle bir şey yapmadım ama yapmayı isterdim. Line-up da şöyle olurdu: War On Drugs, The Black Lips, The Strange Boys, Metronomy, Liars, Twin Shadow, Small Black, Twin Sister, Sébastian Tellier, Dirty Projectors, Beach House, Arctic Monkeys, Thom Yorke, Times New Viking, Santigold. Of, çok pahalı oldu bu liste. Son olarak ‘Little Girl’ parçasının hikayesiyle bitirmek istiyorum. Çok hüzünlü bir şarkı. Biraz anlatmak ister misin? Hikayesini anlatarak büyüsünü bozmak istemem. Kendi yaptığım röportajlarda bazen sevdiğim bir şarkıyla ilgili sorular sorduğumda, sanki anlamından bir şeyler yitiriyor gibi hissediyorum. Yani anlatmayacak mısın? Hayır, anlatmayayım. Bırakalım, gizemini korusun.
XOXO The Mag
Voila les hommes! Sevebilme potansiyelinizin yüksek olduğu bir cümleyle açarak bu dosyayı, seçtiğimiz koleksiyonların sıra dışılığının bir adım dahi olsa önüne geçmek istemedik; “Cesaretin modası asla geçmez.” diyor William Makepeace Thackeray. İşte bu yüzdendir 2013 Sonbaharı’nda gözümüze çarpan en cesur erkek giyim koleksiyonlarını seçmemiz. Ama unutmayın, sevdiğimiz her şeyi cesur bulabilme olasılığımız da hep yüksek olmuştur. hazırlayan müjde metin
Sibling Soundtrack’i Jayne County’e ait olan Sibling defilesi, Joe Bates'ten gizli kapaklı aldığımız bilgilere göre oldukça kısa, hızlı ve etkiliydi. Üç buçuk dakika süren defile bir çeşit punk ilanıydı. Sibling’in gözüne her şey çok düz görünmüş olacak ki, tasarımlarının tutarı bir hayli yüksek. Bu plana yünü de alet ediyor. Podyuma ilk çıkan modelin üzerindeki -yukarıdaki- kazağın yaydığı enerjinin Sibling’e ait olduğunu düşünmek de moda dünyasının anarşizmini sevmeye sebep oluyor. Kostümlerde değişiklik yapılmak istendiğinde, Sibling farklı ve yünlü ilhamlar verebilir. Ama iri atkıların ve şapka gibi gözüken devasa berelerin giyilebilirliği yüksek, en azından bazılarımıza göre. Renk paletinin mavi, uçuk pembe, kırmızı ve türlü desenlerle karıştığını görmek, Sibling’in gerçeküstü kıyafet anlayışının mimarları arasında yer alıyor. Bakalım, ilerleyen yıllarda Sibling, farklılığını diğer farklı tasarımlardan nasıl ayıracak?
Yohji Yamamoto Movember bittikten sonra bıyıklarını muhafaza eden var mı? Eğer öyleyse, Yohji Yamamoto’nun defilesine bakarak göreceli yalnızlık hissiyatını bir nebze de olsa azaltabilir. Bir gelenek gibi, Yamamoto’nun podyumu için yarattığı onlarca görüntü var. Kocaman yer kaplayan bıyık ve sakalların görüntüleri de en çok böylesine absürd kıyafetlerle tamamlanabilirdi. Ceketlerin üzerine giydirdiği uzun hırkalar, zebra desenli pantolon, mor etek takım, metalik pantolonlar ve kürklü yeleklerle oldukça kalabalık bir ‘İskoç Amcalar Günü’ buluşmasında sayılırız. Sanki hepsinin sakalından parçalar kıyafetlerine düşmüş (kürk anlayışımız). Yamamoto’nun “Gerçek sanat, insanları mutlu etmekle ve aynı zamanda toplum hakkında sorular sormakla alakalıdır.” sözlerinden yola çıkacak olursak, onun bu kez orta yaşlı ve biraz da eski kafalı sayılabilecek bir topluluğu şaka dolu eklentilerle resmettiğini varsayabiliriz. Bir süredir yaratılan en eğlenceli Yamamoto koleksiyonu!
Acne Studios Acne’nin Sonbahar 2013 erkek koleksiyonu ‘City of Light’ın ilhamı August Strindberg’den geliyor. Stringberg’e ait olan bir kitaptan bizzat alınan suluboya deseniyle tasarlanmış montlar bile var bu koleksiyonda. Fular ve kürk yaka gibi sevimli detaylara kısa boylu paçalar destek veriyor. Ufku açık beyefendilerin özündeki gençliğin altını çizen koleksiyonda, paça boyunun normal olduğu daha yaygın görüntüler de yaratılıyor. Kısacası bu eksantrik koleksiyonun hitap kitlesi çoğu Acne tasarımında olduğu gibi geniş. J. W. Anderson’ın aksine, tasarımlarda değişiklik temasını daha sıradan -kullanılabilir- hale getiriyor Acne. Giyimde kadın ve erkek sınırının iyiden iyiye gözden kaybolduğu yeni jenerasyon defilelerde, bir parça delilik, kısmen cesaret ve bol miktarda centilmenliğin olduğu tasarımlar denklemin en zarif hallerinden birini oluşturuyor artık. Acne, namıdiğer Acne Studios da bu görevde oldukça iddialı.
Maison Martin Margiela Dikkat, dikkat: Maison Martin Margiela hacimli montlardan vazgeçemiyor. Uzun ve ‘pofuduk’ montları çoğu gece yorganlarımıza sarılı bir haldeyken aklımıza hala geledursun, biz şimdi yeni takıntımız olmaya aday hacimli deri ceketlere -kaban da diyebiliriz- merhaba diyelim. Sesi yüksek olan simsiyah deri ceketlerin yanında, daha efendi sayılabilecek silüetler de var. Ayrıca, üst üste birbirine yakıştırılan farklı dokular sayesinde, ayrı gezegenlerde üretilmiş olsalar bile kumaşların birbirine nasıl güzel yakıştırılabildiği Maison Martin Margiela sayesinde ispatlanıyor. Anlayacağınız, yeni koleksiyon oldukça farklı tatları bir arada barındırıyor. Ama elbette hepsinin özünde yine 3M’in şiddetini her tınısıyla hissediyoruz. Modanın yaratıcı damarına biraz da espri enjekte edelim: Maison Martin Margiela defilesinin sahne arkasında şehrin kendinden son derece emin mösyöleriyle vahşi yaşam belgeselleri izlemeyi seven doğa adamları yakın arkadaş olmuşa benziyor.
Balmain Olivier Rousteing, “Asya füzyonu... Doğu ve Batı,” sözleriyle anlatmaya başlamıştı koleksiyonunu. Hakikaten de koleksiyon, başlangıçta söylenen kelimelerin tamamıyla etkisi altında gözüküyor. Gözlerimizin her yerde aradığı motiflerine, ceketlerde kuşaklar eşlik ediyor. Deri pantolon giymeyi sevebilecek erkeklerin zihinlerde çizdiği profile daha geleneksel figürler dokunuyor. Kimono üstlerle ve şalvarı andıran pantolonlarla canlandırılan Doğu tarafı, aslında alıştığımız Balmain’e karşı epey karışık bir tutum sergiliyor. Couture tasarımlara duyulan aşırı ilgiye şükürler olsun ki Balmain’in işlemeli ceketlerini etnik de dahil olmak üzere türlü hallerde görebiliyoruz. Deri ceketleri daha geniş kesimlerle daha çok mu seversiniz yoksa az mı, orasını bilemeyiz ama bir sorumuz var. Sizce, ateş olmayan yerden duman çıkar mı? Eğer çıkmadığına inandırabilirsek sizi, belki birilerinin Asya’daki giyim endüstrisine sızmaya çalıştığına da inanabilirsiniz.
Topman Design Topman’in yeni koleksiyonundaki tasarımlara bakınca, koşarak tatile çıkmayı planlayabilirsiniz. Veya ilhamı daha ufak çaplı tutarak herhangi bir keşfe de indirgeyebiliriz bu evden çıkma arzusunu. Markanın içinden bir ses olan Gordon Richardson’a göre Topman’in imzası aslında bariz bir şekilde parkalardan ibaret. O halde bu kez, imzayı kocaman görüntüsüyle kürk yakalı turuncu parka atıyor olmalı. Eternal Sunshine of the Spotless Mind’da, Clementine’ın giydiği turuncu rengin tıpatıp aynısı. Ayrıca defiledeki her bir modelin resmini çizerken paletlerinde tek bir renk kullanmaları da gözlere şenlik. Rahatlığı ilk sırada tuttuğunu belli eden bu bol kesimli koleksiyonun estetik çizgisi yine de çok güçlü. Tam karşımızda şık bir kaşif oturuyorken hızlı moda endüstrisinin tatlı kremasını tadıyor gibiyiz. Bu da bir hayal tabii, ama keşke herkesin hayatında bir defaya mahsus olmak üzere Himalayalar’ı ayağına getirme hakkı olsa.
Jil Sander ‘Queen of Less’ tüm ihtişamını markasının 2013 Sonbahar erkek koleksiyonunda sürdürüyor. Jil Sander’ın bu koleksiyonla ilgili yaptığı basın açıklamasında da yalın ve güçlü kelimeler dikkat çekiyordu: Epik maskulen. Her parçada bu yoğun sıfatların etkisinin hissedildiği aşikar. Ceketlerin arasında en iyisini -veya en sevileni- seçmek, neredeyse, sağ ve sol el arasında seçim yapmak kadar zor. Sander, modadaki ustalığını ve yıllarını kusursuz dikimlere güvenerek ilan ediyor. Basit renk oyunları, yakasız ve kolsuz kazaklarla muntazam estetik ilkesinin kendi ismini taşıyan markasından asla yok olmayacağını vurguluyor. Sonbahar 2013, Jil Sander’ın yarattığı koleksiyonlar arasında efsanevi bir mizaca sahip olmasa da, erkeksi tavır kategorisinde pek çok yıldızı açık ara farkla kapıyor. Burada sözü edilmesi gereken bir başka konu ise, gençliğin sadece ruhun içerisinde muhafaza edilebilir olduğuyla alakalı. Kabullenelim; beden dediğimiz olgu bir yanılsamadan ibaret olabilir.
John Varvatos Kadife kumaşın en çekici durduğu renklerden biridir, gece mavisi. John Varvatos da çekiciliğin son haddinde, üst üste kullandığı kumaşlarla bu önermeyi doğruluyor. Deri kollu kabanlar da bahsi geçen kumaş karışımlarında oldukça etkili. Ayrıca geçen seneden hatırladığımız renk geçişleriyle ünlenen montlar, John Varvatos’un podyumunda hala canlı. Siyah gözlükler ve şapkalarla tamamlanan görüntüler Varvatos’un mistik tasarım sevgisinin köklerini daha da güçlendiriyor. Ve bu tasarımları incelemekte kazanılabilecek en güzel yargı; dar takım elbiselerin altına giyilmesi gereken uzun bağcıklı botlar. John Varvatos, “Okyanusu geçen bir köprü yarattım.” sözleriyle anlatıyor önümüzdeki sezonun gölgeli hikayesini. John da tasarım inisiyatifini İngiliz zarafetiyle modern zamanı birleştirmekten yana kullanmış. Ceket, yelek ve pantolon üçlüsünden ‘chunky’ kazaklara bir mesaj var ve mesajın ileticisi gemiyle yolculuğa çıkmaya hazırlanan İngiliz bir avukat.
Kenzo Kenzo’nun ivmeli başarısı, ilk gösterimini 1970’de Vivienne Gallery’de yapıp daha sonra Jungle Jap isimli ilk mağazasını açtığında başlamıştı. Şimdi de karşımızda ‘Jungle of the Sky’ isimli Sonbahar 2013 koleksiyonu var. Humberto Leon ve Carol Lim, New York’la Paris arasında gelip gitmekle geçirdikleri vakitte, daha doğrusu gökyüzünde, yeni koleksiyonlarına ilham verecek kahramanlar fark ediyorlar. Ancak onlar bulutların arasında hayal ettikleri tanrı ve tanrıçaların askeri özelliklerine odaklılar. Yani süper kahramanların realist olanlarını indiriyorlar gökyüzünden. Bu koleksiyon, şıklık dolu, olası bir ‘sky diving’ isteğinin yanı sıra, yenilmez zırhlarla gidilmesi gereken bir toplantıya dahi hitap ediyor. Oldukça ileri tekniklerle üretilen materyallerden ultra dayanıklı resmi kıyafetler çıkarıyorlar ortaya. Bu parçalara kurşun geçirmez çanta da dahil. İş yerine giderken, işinizi sağlama almak istiyorsanız Kenzo’nun çantası tüm saha içi şüphelerinize göğüs -sırt mı demeliydik? -gerebilir!
Comme Des Garçons Mickey Mouse mu, Bugs Bunny mi? “İşte tüm mesele bu” dememizi beklemeyin, konumuz Rei Kawakubo’nun yarattığı yeni harikalar diyarı. Her sezon Kawakubo’nun hayal dünyasının derinliklerine indiğimiz Comme Des Garçons, bu kez yetişkinliği reddeden bir masumiyetin göstergesi oluyor. Tuhaf saçları ve üzerindeki imgesel tasarımlarla podyumda yürüyen modeller, birer çizgi film tiplemesi canlandırıyor adeta. Kara kışın aksine, aydınlık renklerin sonucunda yansıyan daha mutlu kıyafetler var koleksiyonda. Çizgi filmin tamamlayıcı parçaları olan şapkalar da Stephen Jones’a ait. Comme Des Garçons’un pantolonlarında da bol kesimlere rastlıyor, bir yandan da pamuk şekeri pembesi ceketler ve ayakkabılarla feminenliğin erkek giyiminde nasıl durduğunu deneyimliyoruz. Entelektüel ve her zaman değişken olan Rei Kawakubo’nun elinden çıkan çarpıcı Comme Des Garçons koleksiyonları, 2013 Sonbaharı’nda yine sofistike ama birkaç derece daha yumuşak.
Dries Van Noten Geçtiğimiz sezon Dries Van Noten’in kadın giyim koleksiyonunda beliren grunge haller epey konuşulmuştu. Hafif şiddetli bir Courtney Love krizi yaşanmıştı tasarımların bütünlüğünde. Sonbahar 2013 erkek giyim koleksiyonunda ise pijamaların aslında günlük kıyafet kalıplarımıza ne şekilde dökülebileceği konuşuluyor. Koleksiyon isminin ‘The Morning After’ olması da bu durumda pek şaşırtıcı değil. Ancak bu kez Kurt Cobain’den bahsedilmeyecek. Rock yıldızlarının içinde olduklarını her fırsatta dışa vurdukları o karmaşık ruh halleri, Dries Van Noten podyumunda gizli bir endamla vuku buluyor. Deri gibi görünen pantolonların aslında boyanmış birer Jean olmaları da bu kararsız ruh halinin gizli bir silahı. Dries bunu, “Hiçbir şey göründüğü gibi değildir.” sözleriyle açıklıyor. Bir tutam romantikliğin herkesin içinde sinsice yeşermek için beklediği günler var! Mesela, evden çıkarken ‘robe de chambre’ giymeyi dilediğiniz terkedilmeyesi sabahlarınız olmadı mı?
XOXO The Mag
Gucci Gucci’nin defilesi açık mavi renklerle açıldığında, hamile olan kreatif direktör Frida Giannini’nin bebeğinin erkek mi olduğu fısıltıları kulaktan kulağa gülümsemelerle dolaştı. Renklerden devam edecek olursak, kabanlarımızı hardal ve bordonun vurucu etkisinden önümüzdeki sonbaharda da çıkaramayacağız gibi gözüküyor. Terziliğin klasik ustalığını 60’ların İngiliz karakteriyle buluşturan Giannini’nin koleksiyonunda, haliyle, pantolonlar daha dar. Kareli ceketler, tüvitler ve Glen ekoselerle yaratılan asilzade aksan, çağdaşlaşma akımını es geçmediğini de genç duruşuyla bağırıyor. Ancak bir tarafı da militarizmden besleniyor, ayakkabılar bunun en belirgin örneği. Gençliğin güçlü kararındaki çeşitlilik etkenleri farklı tür birleşimlerle canlanıyor bu koleksiyonda. Örneğin, mavi ve epey keskin görünen ceketleri vintage görünümlü deri ceketler tamamlıyor. Tereddütte kalındığında, doğru seçimin çoğu zaman klasik olana yönlenerek yapılacağını ispatlayan eski usul bir yöntem.
sßtyen h&m deri harness elif domaniç/building pantolon zara bot pull&bear eldiven koton kemer vintage versace bileklikler h&m XOXO The Mag
ROGER THAT photographer emre güven fashion editor ceylan atınç hair ibrahim zengin make-up melis ilkkılıç fashion editor's assistant ceren çetinoğlu photography assistants hasan karaarslan & tuna aydınlıoğlu
137
ceket, Ĺ&#x;apka ve rozetler galata vintage kolye topshop
XOXO The Mag
sütyen eres/l’appart bluz h&m pantolon nevra karaca künye zincir h&m 139
saç aksesuarı ve şapka editöre ait küpe topshop deri yelek zeynep tosun
XOXO The Mag
141
file bluz h&m gĂśmlek pull&bear kĂźnye kolye h&m
XOXO The Mag
sütyen eres/l’appart büstiyer topshop yelek topshop etek nevra karaca/l’appart ayakkabı christian louboutin
143
XOXO The Mag
deri büstiyer ece salıcı/building gömlek rakha/bilstore kaban topshop çorap topshop saç aksesuarı koton ayakkabı christian louboutin
145
pelerin dilek hanif/l’appart gÜmlek pull&bear kolye zeynep tosun bot topshop
XOXO The Mag
deri yelek zeynep tosun k端pe topshop
147
BRIEFS
biçimselden kavramsala, çağdaştan
her birinin tükettiğimiz şeyleri
geleneksele kadar uzanan çok
artırabilmek için pazarlanmış suni
geniş ve eklektik bir zevkim vardır.
birer ihtiyaç olduğunu hissediyorum.
Ayrıca aykırı olan sanat anlayışları
Hayatı kolaylaştırmak çoğu
da çok ilgimi çeker. Her zaman keyif
zaman sonuçlarıyla çevreyi kötü
XOXO ID
aldığım sanatçılardan bazılarını da
etkileyebiliyor. Hepimiz kendi
Peggy Tan
şöyle sıralayabilirim: Tim Hawkinson,
başımıza özgürce düşünmeyi
Mandarin & General'ın tasarımcısı
Bruce Nauman, Tino Sehgal, Chris
öğrenmeli ve hayatlarımızı daha
Marker, Tauba Auerbach, Trevor
sorumlu bir bilinçle yaşamalıyız.
Peggy, seni hiç tanımayan birine
Paglen, Darger, Gauguin, Hopper
kendini nasıl tanıtırdın?
ve daha da fazlası. Listemin uzun
Dikkatini çeken yeni tasarımcılar
New York’ta yaşıyorum. Taiwan'da
olduğunu söylemiştim! Vermeer ve
kimler?
doğdum. Çinliyim. Tüm bu kalıtımları
Bruegel de bir müzeye girdiğimde her
Thomas Chen tarafından yaratılan
yansıtan modern bir kadın giyim
zaman gözlerimin aradığı isimlerdir.
Emmanuelle… Thomas aynı
koleksiyonum var.
Ama açık ara en fazla etkilendiğim
zamanda benim yakın arkadaşımdır
iki sanatçı eşim Antonio Serna ve
ve yeteneğini hep takdir etmişimdir!
babam Tan Chung Hsiang'dır.
Dolabımdaki favori parçalarımın
Sana desenlerden bahsetsem, ne söylemek istersin?
çoğu onun tasarımlarıdır. 'Front
Desen yaratmayı fikirlerimi ve
Antika eşyalardan hoşlanır mısın?
Row: Chinese American Designers'
mesajlarımı ifade edebilmem için
Evet! Ailem çok uzun zamandır Çin
isimli sergide çok yakında Thomas'ın
etkili bir araç olarak görüyorum.
sanat ve antika koleksiyonculuğu
tasarımları da gösterime girecek.
Çünkü bu yöntem çok görsel ve
yapıyor. Tayvan'daki evimiz bu
doğrudan karşıdakine ulaşabiliyor.
yüzden Çin antikalarıyla dolup
Son zamanlarda, moda alanı
Koleksiyonun tavrını belirlemekte de
taşıyor. Sevdiğim bazı parçaları da
dışında, ne keşfettin?
çok yardımcı oluyor. Sonbahar 2013
New York'a beraberimde getirdim.
Minik fantastik yaratık ''Weedy
koleksiyonumda da Suzanne Song'un
Ama sayamayacak kadar çoklar.
Seadragon''u yeni keşfettim!
desenleri üzerinde çalıştık.
Deniz atlarının renkli ve güzel Sence antik Çin'in sahip olduğu
kuzenleriymiş.
Barok dönem hakkında ne
giysi kültürünün özünde ne var?
düşünüyorsun? O dönemden ilham
Anlayışın temelinde, kullanılan
Son soruyu, kimsenin bilmediği bir
aldığın oldu mu?
maddeleri en aza indirmek ve
hayalini paylaşarak cevaplamak
Yoğun dekoratif süslemeler bana
yararlı hale getirmek yatıyor. Bizim
ister misin?
göre değil açıkçası, fakat o dönemin
kıyafet kültürümüzün önemsediği
Günün birinde babamla müşterek bir
sanatına ve el işçiliğine hayranım.
nokta, kumaşı vücuda göre
sergide yer almayı düşlüyorum hep.
Bernini'nin Cornaro Chapel'i, her
şekillendirmekten/değiştirmekten
santimetrekaresinin kompleks
değil de, dokumaları giysi haline
olması ve mermerlerin tamamen
kavuşturabilmekten oluşuyor. Ama
girift boyamalarla kaplanmasıyla,
elbette tek bir tarafıyla bu kültürü
hayranlığımın en büyük örneği olabilir.
tanımlayamam. Tarih boyunca
Gerçekten tam anlamıyla aklımı
değişen tekniklerle birlikte bu derin
başımdan almıştı.
tanımlamayı daha uzun yapmak gerek.
Sanatı senin için en kısa haliyle tanımlayabilir misin?
Normlar hakkında ne
Sanat, gözler ve zihin için var olan bir
hissediyorsun, onlarla uyumlu
teşvik edicidir.
musun? Modadaki normlar söz konusuysa
En çok etkilendiğin sanatçılar
bence hepsi yıkılmalı. Eğer günlük
kimler?
hayatta sahip olduğumuz genel
Uzun bir liste olabilir! Sanat alanında
normlardan bahsedersek de,
Jagger, Rock and Roll! Çıt Çıkmasın
Gözlerin kalbin aynası olduğu
Selfridges, yeni yılda
kabul edildiyse, bir kampanyadaki
ilk olarak taze kalmayı
modelin de koleksiyonun aynası
dilediğini 'No Noise' isimli
olduğu inkar edilmemeli. Bunun
kampanyasıyla farklı bir
en güncel örneği ise H&M.
şekilde ispatlamış oldu.
Yaptığı iş birlikleriyle gündemi
Şubat sonuna kadar
sarsmakta hala son derece
sürecek olan 'No Noise',
ısrarcı olan H&M'in Rock'n'Roll
Londra'da düzenlenen bir
Mansion koleksiyonunun reklam
dizi meditasyon çalışmasıyla
çekimlerinde Georgia May
başladı. Kampanya, ilk
Jagger yer aldı. Fotoğraflarda
olarak 1909'da Harry
Terry Richardson imzası da
Gordon Selfridge tarafından
varken, rock ruhunun daha
yaratılan Silence Room
canlı olabileceği bir başka yerle
bölümünü de mağazaya uzun
karşılaşamayabilirsiniz. Not
yıllar sonunda geri getirdi.
almak isteyebilirsiniz; Rock'n'Roll
Alışveriş sırasında sessizliğin
Mansion koleksiyonu Şubat
tadını çıkarmak isteyenlerin
sonuna doğru satışa sunulacak.
işine yarayacak bu bölüme ek olarak ise, şimdi gündemde 'Quite Shop' var. Gözümüzü kapayınca aklımıza gelen
Rouge In Love
logolu ürünlerin logodan
Pin-up'ın modern temsilcisi
arınmış hallerinin satıldığı
Olympia Le-Tan, kitap sevgisini
'Quite Shop' ile markanın
Lancôme'a taşıyor. Sınırlı sayıda
ürünü dönüştürebilme
üretilen, bu kez eski kitap kapağı
gücünü hissetmek ilginç bir
yerine tasarımcının kendi elinden
tecrübe oluyor. Selfridge'de
çıkma bir illüstrasyonu taşıyan
satılan, reklamdan ve
minik çantanın içinde, Le-Tan'ın
logodan muaf bu ürünlerin
Rouge in Love ve Vernis in Love
markaları arasında Marmite,
serisinden seçtiği, birbiriyle
Heinz, Clinique, Beats by
takım, altı ruj ve altı oje bulunuyor:
Dre, Crème de la Mer ve
Rouge Valentine, Miss Coquelicot,
Levi's var. Tüketim evremizin
Midnight Rose, Coral in Love,
düşünce sistemini kendine
Rose Boudoir ve Rose Plumetis.
getirebilecek bu aklı başında
Sevgililer Günü için yüz adet
kampanya aslında bir nevi
hazırlandı, ilgi ve alakanızı bekler.
detoks sayılabilir.
Anarşİst Mücevherler
Design olarak yeni
fırsatı da yakaladı. Geçtiğimiz
2002'de 'Anything Goes'
bir çizgide ilerlemeye
ay 'VVV' isimli yeni koleksiyon,
mottosuyla Tokyo'dan yeni
başladılar. Bu çizgi,
klasik motifleri kaotik
bir tasarım çığlığı yükselmişti.
pırlantaları bir kenara
bir ambiyansa çevirmeyi
Bu sesin sahipleri, daha sonra
koyarak farklı metaller,
hedefleyen parçalarla birlikte,
çıkardıkları ilk mücevher
taşlar ve plastikler üzerine
retro bir 'look book' yaratılarak
markaları olan Antonio
yoğunlaştı. Ambush
sunuldu. İlerleyen zamanda
Murphy & Astro, ile Kanye
Design, tasarımları
Ambush Design daha çok
West, Jay-Z ve Big Sean
sayesinde Lady Gaga
konuşulacağa benziyor, o
gibi değerli taş seven pek
ve Rihanna'nın dikkatini
yüzden şimdiden birkaç parça
çok kişinin üzerine konuk
çekmenin yanı sıra, değişik
kapmak isterseniz henüz iş
oldu. 2008'de ise Ambush
markalarla iş birliği yapma
işten geçmiş değil.
149
New york at nıght Diane Arbus, Elliot Erwitt, Larry Fink, Nan Goldin, Stanley Kubrick, Ryan McGinley, Bruce Davidson ve saymaya doyamayacağınız daha birçok ismin New York City'yi güneş battıktan sonra gözlemlediğini ve deklanşöre bastığını hayal edin. Bu isimleri düşününce, sonuçta ortaya çıkacak fotoğraflara bakmadan heyecanlanabilmek dahi mümkün. Ama bir de düşünün ki tüm bu fotoğraflar 'New York at Night: Photography after Dark' adlı bir kitapta birleşti. İşte şimdi onlara bakmaya hazırsınız! 20. ve 21. yüzyılın efsanevi fotoğrafçılarının gözünden New York City'nin malum gece hayatının gözler önüne serildiği bu kitap powerHouse Books tarafından yayımlandı. Fotoğrafların altına New York'un saygın yazarları tarafından yazılan yorumlarla birlikte, bu kitap tüm gerçekliği ve şehrin gece hayatıyla kitaplığınıza girmekte oldukça iddialı.
HITCHCOCK SARIŞINLARI
bir yüz istiyorum, gerçek bir
Scarlett Johansson ve Sienna
kadına yaraşır, bakımlı bir yüz.
Miller'ı Alfred Hitchcock'un
Işığı yansıtacak yumuşak bir
hayatına giren iki ünlü sarışın
parlaklık…" Doğal parlaklık
rolünde izliyoruz bu sezon:
François Nars'ın da takıntılı
Janet Leigh ve Tippi Hedren.
olduğu bir konu. NARS Light
"The Girl"de yansıtılan takıntılı
Reflecting Loose Setting
Hitchcock-Hedren ilişkisinde,
Powder, Hitchcock'un aradığı
ünlü yönetmenin güzellik ve
ürün! Fotokromik teknolojisi,
Pleats Please
yarattı: Pleats Please. İşte
makyajla ilgili fikirlerine de tanık
renksiz ve ipeksi yapısı
Pili ve pilise deyince aklımıza
Miyake bu iş birliğini bu kez
oluyoruz. Tippi'ye uzattığı koyu
sayesinde ışığı yüze yansıtıyor,
ilk gelen isimlerden Issey
yeni bir parfümle taçlandırıyor.
pembe ruj, gardırop nedenleriyle
yaşlılık izlerini siliyor, doğal bir
Miyake, kozmetik dünyasında
Asya armudu olarak bilinen
genç sarışın tarafından geri
parlaklık kazandırıyor. Makyajı
da, yarattığı çizginin
nashi, şakayık, paçuli ve vanilya,
çevrildiğinde şöyle bir cümle
yüze kilitlemek ve gün boyu
dışındaki esanslarla tanınıyor.
geometrik bir şişe tasarımıyla
çıkıyor ağzından: "Kendine
rötuş için ideal.
Gelmiş geçmiş en etkileyici
buluşuyor. Özgürlük, renk, ve
bu ruja uyacak kıyafetler
parfümlerden biri olarak kabul
hareketin gücü adına!
almanı istiyorum. Maskarayı
edilen Feu D'Issey, rafları
da asla fazla kaçırma. Doğal
ani bir kararla terk ettiğinde müdavimlerini yasa boğmuştu. 1993'te koreograf William Forsythe'in "The Loss Of Small Detail" isimli çalışması için kostüm tasarlayan Miyake, hareket özgürlüğünden yola çıkarak kesim ve kumaşta devrim yaratan bir koleksiyon
FITS LIKE A GLOVE L'Artisan Parfumeur, kült esansı Mûre et Musc Extrême'i Fransız zanaatkarlarının yaratıcılığı ile birleştiriyor. Hapsediyor demek daha doğru olur belki de. Bundan böyle şekilde anlık cevaplayabiliriz.
parfümünüzü siyah deri
Andrés, sınırları geçerken; Marina,
eldivenleriniz taşıyacak.
ileri ve geri hareket eden sırların
Yumuşak dokusu ve
içindeyken; Andrés, vahşi hayvanların
parlaklığı ile tanınan
yanında; Marina, yeşil tuğlalardan
'the kid' deri, dört saat
sanatını günümüze taşıyan,
XOXO ID
yapılı bir yoldayken; Andrés, ve
boyunca besleyici yağlar
şık bir aksesuar çıkıyor.
Andrés Gallardo ve Marina Casal
üçgenlerin yansımalarıyla; Marina,
ve Mûre et Musc Extrême
Üç sene boyunca ilk
Andrés Gallardo'nun tasarımcıları
binlerce ışıltıyla çevriliyken…
konsantresinin içinde
günkü kokusunu koruyan
bekletiliyor. Ortaya 17.
bu eldivenlerle gizli işler
yüzyılda uygulanan parfüm
peşinde koşmayın sakın!
Porselen serüveniniz nasıl başladı?
Yanlışlıkla bir porselen parça
Aslında her şey Berlin'deki bir bit
kırdığınız oldu mu?
pazarında iki sene önce başladı.
Evet! Sargadelos adında ünlü bir
Andrés, yaşlı bir kadının porselenleriyle
İspanyol porselen mağazasında
dolu olan tezgahtan aldığı antika
inanılmaz derecede güzel bir vazoyu
parçaları Madrid'e getirdi. Onları
kırmıştık! İlk başta ''tam şu anda yok
kırdı, parçaladı ve muska kolyeleriyle
olmak istiyorum'' diye hissetmiştik
birleştirdi. Bu eşsiz tasarımlarıyla da
ama kısa bir süre sonra kırılan
kısa süre içerisinde basının ve sanatla
parçalara bakıp hayrete düşmüştük;
ilgilenenlerin dikkatini çekti. Daha sonra
bir göz, dudağın yarısı ve kırık bir
Andrés'i kendi markasını yaratması
burun…
üzerine yoğun çabalarım sonucunda ikna ettim; ancak tek başına çalışmak
İşinizin en kötü ve en iyi tarafları
istemediği için bu serüvende ona eşlik
neler sizce?
etmemi istedi, ben de seve seve kabul
Porselen ve mücevher hakkında
ettim. 2011'in sonuna doğru markamızı
hiçbir deneyime sahip değilken, bir
oluşturduk ve kırık porselenlerden
anda onların dünyasına iniş yaptık.
oluşan ilk takı koleksiyonumuzu
Bu durum yaratım sürecimizde
çıkardık. Başı ve sonu belli olmayan
bize birçok yenilik öğretti, aynı
hikayelerle dolu bir dizi kolaj…
zamanda kendi isteklerimize kulak
Cindy Sherman:
vererek standartlardan çıkmanın
Early Works
Eşsiz kelimesini nasıl tanımlarsınız?
tadına vardık. Hala öğrenmediğimiz
Cindy Sherman'ın feminist
Bazen ender bulunabilir oluyor, biz bu
şeylerden haberdar olmaya
esintilerinin en fazla hissedildiği
anlamından hoşlanıyoruz. Daha önce
çalışıyoruz, bazı porselen ustaları
sergisi geçtiğimiz Ocak ayında
görmediğin, diğerlerinden farklı bir şey.
bize geçmememiz gereken çizgileri
gösterime açıldı. Gucci'nin
Sıra dışı bir güzellik.
öğretmeye devam ediyor. Bazen
Floransa'da yer alan müzesi
bilerek onları geçiyoruz ve bunun
Gucci Museo'da Haziran ayına
İlham nedir sizce?
da keyfini çıkarıyoruz. Yaratmak,
kadar sürecek olan serginin
Hayat, sezgi ve sünger.
keşfetmek, deneyimlemek: Bu
küratörlüğünü Francesca
kombo'yu çok seviyoruz.
Amfitheatrof yapıyor.
Bu 3 kelimeden bir cümle kurmanızı
Amfitheatrof, sergiye Sherman'ın
istesek?
Gelecekle ilgili planlarınız var mı?
1975 yılı civarındaki çalışmalarını
Sezgilerini izle ve sonra hayatın sana
Mücevher tasarlamak kendi içinde
seçerek, sanatçının sahip olduğu
verdiklerini bir süngermişçesine içine
çok sihirli bir hismiş. Bu işin içine
özgün fikirlerin oluşum evresinin
çek.
girdiğimizden beri daha tutkulu
nasıl ortaya çıktığına ışık tutuyor.
yaşamaya başladık. Ama uçsuz
Kısacası küratörün seçkisi
Sizin peşinde olduğunuz sezgiler
bucaksız mücevher dünyasının hala
sayesinde, Cindy Sherman'ın
hangileri?
yüzeyinde olduğumuzu düşünüyoruz,
feminen şekilciliği tüm hatlarıyla
Biz bunu ancak içimizden geldiği
bu yüzden gittikçe derinlere ineceğiz.
keşfetmeden önce içinden geçtiği karmaşık dönem resimleniyor. Sergide Doll's Clothes, Bus Riders ve Murder Mystery People isimli fotoğraf serileriyle, stüdyosunda her zaman tek başına çalışan Cindy Sherman'ın farklı karakterlere bürünme merakının başlangıcını onun çeşitliliğini hissederek keşfedebilirsiniz.
151
gelir gelmez onu da mutlaka
Ve voilà! Ortaya müthiş bir bakım
temizliyorum.
yağı çıktı!
Bizi banyona götürür müsün?
90'ların başında ortaya çıkan
Rodin dışında hangi markalara
teknoloji, estetik ameliyat ve
rastlayabiliriz orada?
kimyasal takviye merakı yerini
Hmmm… Make Up For Ever'ın
doğal malzemelere bırakmaya
dudak kalemleri, Mood Matchers
başladı. Her şeyin en safını
ve NARS rujlar, BriteSmile diş
arıyoruz. Sen bu konuda neler
macunu.
düşünüyorsun? Bu durum bana kendimi harika
Olio Lusso Face Oil'i de evinde,
hissettiriyor. Estetik müdahalelere
oldukça kısıtlı imkanlarla
karşıyım. Yüzümü asla bir cerraha
yarattın, öyle değil mi?
emanet etmem. Bir yandan da
Banyo turunu yaptığımız çok iyi
kadınların kendilerini iyi hissetmek
oldu, çünkü mucize tam burada
için ne gerekiyorsa yapmaları
gerçekleşti! Uzun zamandır
taraftarıyım. Aynaya baktığında
XOXO ID
aklımda yaratmak istediğim bir yağ
tatmin olmak gibisi yoktur. Bu o
Linda Rodin
reçetesi vardı. Doğal malzemeler
kadar önemli ve özel bir ihtiyaç
Rodin'in Kurucusu
satan bir dükkana gittim, hepsini
ki… Benim yöntemim olabildiğince
satın aldım. Eve geldim ve onları bir
sağlıklı ve doğal kalmak, vücuduma
Bilgisayar başında sorularıma
kahve fincanında karıştırdım. Bu
yalnızca iyi gelen şeylerin girmesine
bu kelime. Hayal kuracak zaman
cevap vermen gerekmeseydi şu an
ilkel formülüm pek de değişmedi
izin vermek.
bulabilmek ve esneklik.
nerede olacaktın?
aslında… RODIN parfümü nasıl
Milyonlarca güzellik ürünü içinde
Yağların neden işe yarıyor?
tanımlıyorsun?
bir taneyi seçip sadık kalmak
Her yağın ayrı bir işlevi var.
Çarpıcı ve başına buyruk yasemin.
gerçekten de mümkün mü sence?
Dünün, bugünün, geleceğin…
Sürüldüğü anda cilt gözle görülür
Şık ve yalın neroli. Aslında oldukça
Bana göre, evet. Gözüme, burnuma,
Seneler geçtikçe daha da ilginçleşen
şekilde nemleniyor ve yumuşuyor.
klasik bir karışım ama bir şekilde
dudağıma ayrı şeyler sürmemi
bir hayat hikayesine sahibim, umarım
Bu etki saatler boyunca devam
diğerlerinden bir çırpıda sıyrılıyor.
gerektiren güzellik rejimlerine
böyle devam eder.
ediyor. Yağlarım hakkında asla
Muhtemelen sıcak bir sahilde, deniz kabuklarının peşinde olurdum.
inanmıyorum. Sadece Olio Lusso kullanıyorum, her yere sürüyorum!
yalan söylemedim. Onlardan
Şık ve yalın… Bu sıfatlar RODIN'in
Modellik geçmişi olan birinden
mucize bekleyemezsiniz,
ambalaj tasarımı için de rahatlıkla
güzellik tavsiyesi istemek şarttır!
bir gençlik iksiri yaratmayı
kullanılabilir.
Pembe rujun imza değeri taşıyor.
Her zaman en basit olanı tercih et ve
hedeflemedim. Tek istediğim
New York'lu bir tasarımcıyla çalıştım,
Favori pemben hangisi?
'ince iş'lerden uzak dur.
cildi doğal yollarla en iyi hale
Marjorie Levin. Bugün banyomda
Make Up For Ever'ın 16 numaralı
getirebilecek ürünü ortaya
duran ürünlere baktığımda ikimizin
dudak kaleminin üstünü NARS
çıkarmaktı.
aynı dili konuştuğuna bir kere daha
Schiapp'la kaplıyorum.
Güzellik rutinin seneler içinde değişti mi?
emin oluyorum.
Evet, giderek her şeyi kısıyorum!
The Luxury Hair Oil,
Kendi markamı yaratmadan önce her
koleksiyonunda seninki dışında
'Lüks' kelimesi hakkında neler
Seni ne güzelleştirir?
yeni ürünü denemek isterdim, şimdi
bir imza daha taşıyan tek ürün.
düşünüyorsun?
sadece bana ait olanları kullanıyorum.
Bu ortaklıktan bahseder misin?
Eskiden maddi bir zenginliği
Seni ne iyi hissettirir?
Bob Recine bir saç gurusu olarak
simgeliyordu, oysa şimdi lüks deyince
Merhametli ve verici bir insan
"Asla makyajlı yatağa girmem."
tanınıyor, ben de buna asla itiraz
aklıma varlık yerine yokluk geliyor.
olduğumu bilmek, arkadaşlarımın ve
Doğru mu yanlış mı? Lütfen dürüst
edemem. Onu 19 yaşımdan beri
İnsanın istediği şeyleri yapabilecek
ailemin mutluluğundan emin olmak.
ol.
tanıyorum. Gerçek bir dahi ve çok
zamanı bulabilmesi gerçek bir lüks!
Genç bir kızken çok kereler yattım.
iyi bir arkadaş. Benim ürünlerimi
Seni bir yerlere çekiştirmeyen,
RODIN'in bir sonraki adımı ne
O zamanlar çok tembeldim ve cildimi
zaten kullanıyordu ve bir gün gelip
sıkıştırmayan, özgür bırakan bir
olacak?
önemsemiyordum. Şimdi ise asla!
“Neden saç için birlikte özel bir
hayat yaşamak. Benim için bir objeyi
Mayıs'ta markanın ilk yüz
Zaten yalnızca ruj sürüyorum, eve
şey hazırlamıyoruz?” diye sordu.
değil, bir hayat tarzını simgeliyor
temizleyicisiyle tanışacaksınız.
XOXO The Mag
Sade yaşamak ve iyi hissetmek.
ENİNE BOYUNA Çizgili eşyalara karşı zaafı olan sanatseverlere, aslında yolu New York City'ye düşenlere, güzel bir haberimiz var. 40 yılı aşkın süredir estetik anlayışından çizgi sevgisini esirgemeyen Daniel Buren, New York sokaklarını çalışmalarıyla yıllar sonra tekrar süslüyor. Buren, 1973 yılında New York'ta gerçekleştirdiği ilk solo sergisinde, John Simply Marni
Weber Gallery'nin camlarını
Consuelo Castiglioni
çamaşır ipleriyle astığı
Marni'nin ilk parfümünü
çizgili kanvas çalışmalarıyla
usta burun Daniela Roche
kaplamıştı. Bu kez
Andrier'e emanet etmiş.
'Electiricity Paper Vinyl…'
Kendisi için giyinen,
adlı sergisiyle en sevdiği
özgüvenli bir kadına
motifleri bir kere daha New
hitap ettiğinin de altını
York'la buluşturuyor. Sergiyi
çizmiş. Çiçek ve meyve
Şubat ortasına kadar New
notalarından özellikle uzak
York'ta iki farklı galeride
duran Marni, parfümeride
görebilirsiniz; Bortolami
Andrier formülü olarak
veya Petzel. Kavramcılığı
bilinen baharatlı ve odunsu
derinden benimsemiş
bir akoru sahipleniyor.
sanatçının bu sergisinde,
Üzerine eklenen karanlık
eskilerinin yanında yeni
ve yoğun gül yağı ile
çalışmaları da yer alıyor.
tütsü, sürpriz faktörler.
Çizginin gördüğü rağbet
Nick Knight'ın objektifine
hep yüksektir diyorsanız,
poz veren isim ise Raquel
bu söylem değerini
Zimmermann'dan başkası
kaybetmeden elinizi çabuk
değil.
tutun. Goldfinger
Çay Saatİnde Felsefe
Altının ait olduğu tek yer
Scott King, ilk olarak
parmaklar sanıyorsanız fena halde
2002'de tasarladığı
yanılıyorsunuz. Oribe Gold Pomade
'Angry Brigade Tea
özellikle sarışınların peşinden
Towels' adlı seriye bir
koştuğu, altın renkli bir bakım ürünü.
yenisini daha ekledi.
Saça belli belirsiz bir parlaklık da
Çalışmasının ismi bu kez
kazandırabilirsiniz, Top Shop Unique
Philosophers Tea Towels.
defilesinde akıllara kazınan o altın
King, Victoria döneminin
tacı da başınıza kondurabilirsiniz.
en parlak ev eşyalarından
Marka, ıslak ya da kuru saça sürüp
biri olarak sayılabilecek bu
saçınıza seksi bir stil kazandırmanızı,
peçetelerin üzerine Walter
bu menüye bir de string bikini ve
Benjamin, Noam Chomsky
güneş gözlüğü eklemenizi rica ediyor.
ve C. G. Jung gibi isimlerin
'Bijuteriyle işim yok, bana gerçek altın
sözlerini yazarak, çay
gerek' diyecek olursanız 24-Karat
molalarına da felsefi
Gold Pomade emrinize amade.
bir soluk kazandırdı. Sanatçının çalışmaları daha önce MoMA ve ICA gibi galerilerde gösterildi. Eğer bu sanat dolu peçeteler müzelere taşınmadan önce onlara sahip olmak istiyorsanız Scott King'in web sitesinde satıldıklarını aklınızın bir köşesinde bulundurun.
153
XOXO ID
mücevherleri birbirinden
Lina Zedig
ayıran farklılıklar nasıl
Via Snella'nın tasarımcısı
tanımlanır? İkisine de aynı yerden baktığımı
Sonbahar-Kış 2012
söylemeliyim. Ancak bazı
koleksiyonunu nasıl
duygularım, bu koleksiyonu
tanımlarsın?
hazırlarken çok daha rahat
BEAUTY and the beast
Güzel kokulu, samimi,
hissettiğimi söylüyor. Bu,
Bahsetmek üzere olduğumuz haber
romantik, gümüş ve el yapımı.
sanırım daha önce takı
aslında Disney'le alakalı değil;
tasarlamamış olmamdan
sadece, Disney'in klasikleşmiş
İnternet sitende
kaynaklanıyor. Ama yine de
hayal dünyalarının birinden
koleksiyonlarınla alakalı
yaptığım her şeyde aradığım ilk
fırlamış gibi gözüken mobilyalarla
şiirler var. Şiir okumayı
özellik yalınlık iken, bir taraftan
alakalı. Vancouver'dan Judson
sever misin?
aldatmaca eklemeye özen
Beaumont, kendi şirketini
Açıkçası düzenli olarak
gösteriyorum.
kurmaya karar verdiğinde de,
şiir okumam, ancak bazı
tıpkı bizim düşündüğümüz gibi,
zamanlarda hoşuma gidiyor.
Lina, romantik biri misin?
sıradan mobilyalardan masalsı
Her türlü şeyle ilgili şiir
Aslında büyük jestleri seven bir
farklılıklarıyla ayrılan tasarımlar
okumayı seviyorum ve bence
realistim!
üretmeyi aklına koymuş.
kelimelerin kesinlikle sihirli
''Asla yapamazsın'' cümlesiyle
bir etkisi var. Şiirlerini en
Şu anda neyle meşgulsün?
kendini motive eden Beaumont,
çok sevdiğim isimlerden biri
Tam şu anda Hindistan'ın
atölyesindeki ustalara tahtaların
Helena Österlund.
Rajasthani Çölü'nün
yamukluğunu kabul ettirmekle de
ortasındayım! OYYO için bir
bizzat ilgilenmiş. Frank Gehry ve
Eğer Via Snella'yı herhangi
halı koleksiyonu tasarladım
Philippe Starck'dan etkilendiğini
bir şehirle eşleştirecek
ve az önce kumlar üzerinde
ifade eden Beaumont, Disney'e
olsan, hangisinde karar
o koleksiyonla ilgili bir çekim
olan ilgisini de saklamıyor. Herkesin
kılardın?
yaptık. Buradaki manzara
yüzünü güldürecek, çocukların
Ben Via Snella'yla kendimi
muhteşem! Çekim de bir o kadar
da aklını biraz karıştırabilecek bu
tutmanın, sınırlandırmanın
büyülü oldu.
tasarımlara Judson Beaumont'un
nasıl olduğunu deneyimlemeye
markası Straight Line Designs'dan
çalışıyorum. Ama aynı
Sence de çoğu kişi renklerden
ulaşabilirsiniz (veya sadece ilham
zamanda akışına bırakmanın
korkuyor gibi gözükmüyor
alabilirsiniz).
neye benzediğini de
mu?
anlıyorum. Bu yüzden hakkımı
Kesinlikle katılıyorum. Ama
kişisel sebeplerden ötürü
sonra düşünüyorum ki ben de
Tokyo'dan yana kullanabilirim.
siyah giyinmeyi çok seviyorum. Ama işte bu yüzden bir siyaha
Senin estetik anlayışına
daha ihtiyaç yok diyerek ortaya
göre kıyafet ve
Via Snella'yı çıkardım!
Nohlab ile konseptimiz dahilinde video ve enstalasyon çalışmalarımız olacak. Özellikle yurt dışından çok güzel dönüşler alıyoruz. Ayrıca, önemli fuarlara rutin olarak katılmaya başladık. Bunun dışında daha henüz aldığım bir haberi paylaşayım; Paris Capital de la Création’dan bir ödül haberi geldi. Bu süreç de Joyce sergisine kadar olan gündemi özetliyor aslında. Moda tasarımı ve sanat artık çok ince bir çizgiyle birbirinden ayrılıyor. XOXO ID
Sen de bu sergiyle o çizgiyi yok
Nevra Karaca
ediyorsun. Peki sen kıyafetlerini
Nevra Karaca No7 sahibi/tasarımcı
giyilecek kıyafetler olarak mı görüyorsun, yoksa sanatsal çizgiye
Biri Nevra Karaca No 7 markasını
daha mı yakın duruyorsun?
duyduğunda aklına ilk ne gelmesini
Eğer kendi ruhumdan bir şeyleri ifade
istersin?
edip hayatı kendi durduğum noktadan
Kaliteli, nitelikli ve tasarım odaklı bir
sergilemek istiyorsam, bencilce
marka demelerini dilerim.
tasarımlar yapabilirim. İnsanlar güzel de diyebilir, çirkin de. Fakat ticari olarak
Markanın arkasındaki No7’nin anlamı
markanı farklı pazarlarda görmek
ne?
istiyorsan ve giyindirme rolünü meslek
Hayatımda başıma gelen iyi şeyler her
edinmiş isen gereğini yapıp insanların
zaman 7 ile ilintili oldu…
beğenilerine göre tasarımlar yaparsın. Benim amacım ilk olarak kendimi ifade
Geometrik formlardan ve
etmekti ama bu duruşu sürdürebilmek
Saint Beck
fütürizmden çok etkilenen bir
için dengeli bir biçimde koleksiyonumu
Her hafta farklı bir Saint
estetiğin var. Bu iki kelime senin için
ikiye ayırmam gerektiğini fark ettim.
Laurent kampanyası görmeye alıştık denilebilir.
ne ifade ediyor? Açıkçası, görsel formların somut
Son zamanlarda ne keşfettin?
İlkbahar-Yaz 2013
kavramlardan ziyade beni soyut
Yataktan uyanınca biraz beklemeyi,
kampanyalarını Saskia
olarak ya da güdüsel olarak
kendimi dinlemeyi ve gereğinden fazla
de Brauw ve Julia Nobis
etkilediğini hissediyorum. Konuyu
şükretmeyi…
eşliğinde görmüştük. Şimdi söz konusu olan
daha somutlaştırmak gerekirse hayal ettiğim evren ya da yaşam, geometrik
Şimdiye kadar verdiğin en doğru
Saint Laurent çekimi
ve fütüristik kalıpların içinde hayat
karar neydi?
ise Edie Campbell ve
buluyor. Kutsal geometriye inanıyorum.
Kararlar bazen istem dışı verilebiliyor.
Beck'le renkleniyor.
O yüzden bu iyi karardır, bu kötüdür
Renkleniyor derken yanlış
İlham sence nedir ve ne renktir?
diyemem. Bizim adımıza verilen her
anlaşılmasını istemeyiz,
Bence ana renklerin birleşimi siyahtır.
kararın doğru olduğunu düşünüyorum.
fotoğraflar elbette Hedi Slimane'ın sevdiğimiz
Hiçliklerle dolu hiçliği kavrama çabası ve kendi varlığını açığa çıkartma
Sana asla ne yaptıramayız?
kimliğine bürünmüş
çabasıdır.
İnsan, doğası gereği asla yapmam
halde; gölgelerle dolu
dediği her şeyi yapabilir. Fakat, masum
ve siyah beyaz renkte.
Galeri Joyce’daki serginden ve bu
bir canlıyı öldürmem veya kapital
Erkek koleksiyonunun
sürecin nasıl geliştiğinden biraz
düzende makineleşmiş şekilde düşünüp
kampanyasındaki
bahsetmek ister misin?
yaşayamam.
müzisyen konuk bu kez, Slimane'ın eski bir
Galeri Joyce’da şu ana kadar hayata geçen koleksiyonlarımızdan avangard
En büyük hayalin ne?
arkadaşı olan Beck.
ve deneysel olan 13 parçamız
Varlığımı algılamak ve paylaşmak.
Kadın koleksiyonu ise Karl Lagerfeld, Anya
sergilenecek. Ayrıca, sergimizde
Hindmarch ve Just Cavalli gibi ses getiren kampanyalarda yer alan Edie Campbell'a emanet. Styling, fotoğrafçılık ve reklamlarla ilgili her türlü detayı üstlenen Hedi Slimane'ın bir sonraki haftasını merakla bekliyoruz.
155
MUSIC
REVIEWS
Ryan Davis & Electric Rescue A
Ra Ra Riot
Veronica Falls
Walk Traum (EP)
Beta Love Arts & Crafts (LP)
Waiting for something to happen Bella Union (LP)
Ryan Davis, genelde karanlık duyguların ve sıkıntılı beat’lerin çevresinde dolaşan bir prodüktör. Son zamanlarda adı sıkça Extrawelt ve Max Cooper gibi duayenlerle anılmaya başlandıktan sonra, geçtiğimiz yaz yayınladığı ilk uzunçaları Particles of Bliss’in de etkisi ile plak şirketi Traum’la bağlarını iyice kuvvetlendirdi. Davis’in Fransız sanatçı Electric Rescue ile hazırladığı A Walk, power-house ve kozmik tekno olarak sınıflandırılabilir. Yine oldukça karamsar ve sert bir çalışma olduğuna şüphe yok.
Beta Love, New York çıkışlı Ra Ra Riot’ın viyolonselist Alexandra Lawn’ın ayrılmasının ardından yayınladığı ilk albüm. Lawn’ın gruptan ayrılmasının Ra Ra Riot’ın sound’una etkisini ise Beta Love’da fazlasıyla hissetmek mümkün. Eurobeat ile indie rock’ı buluşturan melodilerin bolca yer aldığı Beta Love, grubun barok-poptan sıyrıldığı ve belki de bugüne dek yayınladığı en eğlenceli albümlerden biri. ‘Dance With Me’, ‘Binary Mind’ ve ‘Angel Please’ gibi kayıtları bu yıl her yerde sıkça duyacağımız muhtemel.
Veronica Falls’un müziği, tanıdık melodiler, gençlik melankolisi, karamsar şarkı sözleri, yumuşak kadın vokalleri ve arka plandan yükselen iyi huylu erkek vokallerinden oluşuyor. Bu formül şaşkınlık yaratmasa da, 2010’da kısa bir süre için de olsa “Acaba mı?” dedirtmişti. Ancak ikinci uzunçalarları ile sorgulamanın pek de makul olmadığını gözlemliyoruz. ‘Found Love in a Graveyard’ güzel bir şarkıydı ancak, bir şeylerin olması için başka şeylerin olması gerek. Yerinde sayarak beklemek pek de yeterli değil.
emre doğan
vehbi görgülü
beren özel
Szjerdene
Mice Parade
Voigt & Voigt
patchwork Ninja Tune (EP)
Candela FatCat Records (LP)
Erdingertax Kompakt (LP)
Geçtiğimiz yıl yayınlanan ilk EP’sinin ardından Ninja Tune’un dijital olarak satışa sunduğu Patchwork, Szjerdene’nin sıra dışı stilini henüz keşfetmemiş olanlar için eşsiz bir fırsat sunuyor. Soul, folk ve downtempo’nun pürüzsüz bir şekilde harmanlandığı Patchwork’ün, şarkıcıyı sound olarak sıkça kıyaslandığı Corrine Bailey Rae gibi R&B/neo-soul vokallerinden ayrı bir yerde konumlandırdığı kesin. İlk albümü, en az Patchwork kadar güçlü olduğu takdirde Szjerdene’nin adını daha çok duyacağız demektir.
14. sanat yılında 10. albümü ile 2013’e merhaba diyen Mice Parade, post-rock, ambiyans, caz ve folk tınıları ile yaratılmış bir füzyon ile ticari müzik anlayışından uzak durmaya devam ediyor. Yeni albümde de kışın üzerimize yüklediği duygulanımların müziğe dönüşümüne fazlasıyla tanık oluyoruz. Sarhoş yapılan bir vals, kendi zihin dünyamızda yaman bir yolculuk Candela. Belki de ‘The River Has a Tide’da kulaklarımıza fısıldadıkları gibi: “Saçların ağarır git gide ama önemli olan neye inandığındır sonunda”.
Ve karşınızda Kompakt’ın gediklilerinden Voigt kardeşler. Kulağa uçağı icat etmişler gibi geliyor ama hayır, onlar Kölner teknonun öncülerinden. Küçük kardeş Reinhard’ın da, ağabey Wolfgang’ın da mihenk taşı malzemelerinden yapılmış çok sayıda plağı bulunuyor, beraber oluşturdukları Speicher’ler de cabası. Voigt & Voigt, Eylül ayından beri de yeni albümleri Erdingertrax’a imza attı. Eski usul karanlık Alman teknosundan oluşan cayır cayır üç EP sonunda birleşti ve uzunçalar olarak satışa sunuldu.
vehbi görgülü
arda tümer
XOXO The Mag
emre doğan
Deux
Foals
Beach Fossils
Golden Dreams Minimal Wave (EP)
Late Nıght Terrible Records (single)
Clash The Truth Captured Tracks (LP)
Kraut hareketi Fransız synth-pop’una nasıl yansıdı? 80’lerin ünlü Fransız synth-pop ikilisi Deux’un Golden Dreams’i, merak edenler tarafından keşfedilmeyi bu kez dijital ortamda bekliyor. Grubun daha önce yayınlanmamış olan kayıtlarına, yeniden elden geçirilerek yer verilen Golden Dreams, grubun stüdyo albümlerinden alışık olduğumuz elektronik davulların hükmettiği, dinleyeni kolayca yakalayan minimal melodiler barındırmakta. Lofi synth-pop’tan hoşlananlar, belirli bir zamana ait olmayan Golden Dreams’e kulak vermeli.
Foals’un üçüncü stüdyo albümü Holy Fire, 11 Şubat’ta piyasaya çıkacak. Pazartesi gününe denk gelecek bu tarihin bünyelerde sendroma izin vermeyeceğine inanıyoruz. Holy Fire raflarda yerini almadan önce ise canımız ciğerimiz Foals, çeşitli TV programları ve stüdyo kayıtlarıyla albümün neye benzeyeceğinin ipuçlarını vermeye başladı bile. Abbey Road stüdyolarında kaydettikleri ‘Late Night’ ise ağır duygusallığıyla yeni albümün ‘Spanish Sahara’sı olacak gibi görünüyor.
Dream pop/Lo-Fi sevdalılarının son yıllarda en çok takip ettiği gruplardan biri Beach Fossils. Grup, yeni albümleri Clash The Truth’ta da kullandıkları formülü pek fazla değiştirmemiş, ancak ilk albüme nazaran enstrümantal açıdan daha karmaşık olduğunu söyleyebiliriz. Vokalde auto-tune efekti olmayan bir parça duymak, yeni bir şey denediklerini görmek de fena olmazdı açıkçası. Bu auto-tune hadisesinden dolayıdır ki harika stüdyo albümleri yapan bu tür yetenekli müzisyenleri canlı dinleyince yüreklerimiz burkuluyor.
vehbi görgülü
merve evirgen
arda tümer
ReKreation
A$AP Rocky Long.Lıve.a$ap
Control/before me Noir Music (EP)
Toro y Moi
RCA Records (LP)
Anything in Return Carpark Records (LP)
Manchester’dan dünya kulüplerine açılan genç bir ikili ReKreation; Witty Tunes etiketiyle yayınlanan ‘Violet’ ve Selected Works etiketiyle yayınlanan ‘Bygone’ parçaları son dönemde olumlu tepkiler aldı. Ancak ikilinin asıl üne kavuşması Noir Music sayesinde oldu. Control / Before Me EP’sinde, 90’lara nazire yapan iki edep house çalışması, ‘Control’ ve ‘Before Me’ ile bu parçaların DJ Le Roi ve Leftwing & Kody remix’leri bulunuyor. Kulak kabartmakta, şans vermekte fayda var.
Hip-hop dünyasında son birkaç senedir 20’li yaşlarının başında olan rap’çilerin egemenlik rüzgarları esiyor. A$AP Rocky de bu ekolün bayrağını en önde taşıyanlardan. 2011’de yayınladığı mixtape’i LiveLoveA$AP’tan beri heyecanla ilk albümünü beklediğimiz A$AP Rocky, sonunda lütfetti ve soframıza muazzam bir ilk albüm koydu. Santigold, Kendrick Lamar, Florence Welsh gibi ağız sulandıran düetleriyle birlikte tadından yenmeyen LONG.LIVE.A$AP, cimri müzik basınından da pekiyi almayı başardı.
Hem şarkı yazarı, hem de prodüktör kasketini takan Chaz Bundick üçüncü albümü ile chillwave akımından başka diyarlara yelken açıyor. Daha önceki Toro y Moi albümlerindeki nispeten karanlık atmosfer, batı yakasının rahatlık ve erişilebilirliği ile çok da öngörülemeyen bir şekilde birleşiveriyor. Hal böyleyken, albümü Kaliforniya’nın üstünlüğünün hakimiyetinden çok, bu üstünlüğe ne şekilde boyun eğeceğine karar verme çalışması olarak nitelendirmek yerinde olacaktır.
emre doğan
merve evirgen
beren özel
157
MUSIC
REVIEWS
Factory Floor
Foxygen
Fall back DFA (single)
Pantha Du Prince & The Bell Laboratory
We’re the 21st century... Jagjaquwar (LP)
Elements of Lıght Rough Trade (EP)
Throbbing Gristle’dan Chris&Cosey ile yakınlaşmalarının da akla getirebileceği üzere, Factory Floor’un endüstriyel müzikle ve karanlıkla olan ilişkisi DFA’in electro/rockdisco hattındaki kataloğundan çok daha sıkı fıkı. Parçanın gösterişçi ve etkisiz videosuna aldanmayın, yakında çıkacak ilk stüdyo albümlerinin habercisi ‘Fall Back’ dokuz dakikaya yaklaşan süresi boyunca motorize ritimler, kimyasal sesler ve ölü bir vokal üzerine yaptığı çeşitlemelerle, aynı anda hem soğuk hem de çok dinamik.
Plak şirketi Jagjaguwar, Foxygen’i The Rolling Stones’un Wes Anderson eli değmiş hali olarak tanımlıyor. Grup da hem görsel hem de işitsel olarak bu tanımı destekliyor. NME’nin 2013’ün en heyecan verici 20 grubu listesine de alnının akıyla 14. sıradan giriş yapan Foxygen, Amerikan bağımsız müziğinin özlediğimiz sıcak sound’una %110 oranda sahip. Albümün ilk single’ları ‘Shuggie’ ve ‘San Francisco’ sayesinde evinizde oturup battaniyeniz, DVD oynatıcınız ve sıcak çikolatanız ile kış klişelerini yerine getirebilirsiniz.
2010’da Hendrik Weber, namıdiğer Pantha Du Prince, üstatlarından aldığı meşaleye yakışır şekilde Black Noise albümü ile ortalığı yangın yerine çevirmişti hatırlarsanız. Kendine özgü oluşunu, bu yılın başında Norveçli topluluk The Bell Labaratory ile bu harikulade beş parçalık projeye imza atarak perçinledi. İlk kez 2011’de Oslo’daki Øya Festivali’nde, ağırlığı üç tonu bulan 50 bronz parçadan oluşan devasa enstrüman ‘Bell Carillon’ ile verdikleri performansın büyüleyiciliği ise hala akıllarda.
seda niğbolu
merve evirgen
arda tümer
SPC ECO
David Bowie
Everything Everything
PUSH XD Records (EP)
where are we now? Columbia (single)
90’lar elektronik müzik sahnesinin önemli isimlerinden ve Curve grubunun multienstrümantalist beyni olan Daneil Garcia’nın, kızı Rose Berlin ve gitarist Joey Levenson ile oluşturdukları SPC ECO, 2007’den beri kulak kabartılan gruplardan biri. EP’deki parçalardan ‘Talk Him Down’, eski Massive Attack işlerine benziyor ve Bristol sahnesinden izler taşıyor, ‘Push’ ise en güzel modern drone örneklerinden biri. Albüm boyunca Berlin’in hülyalı vokaline tanıklık ediyoruz. Oldukça başarılı.
Çağın son büyük pop starı olarak görülen Bowie’nin, 10 yılın ardından Mart’ta çıkacak yeni albümünü müjdeleyen ilk single’ı haliyle son günlerin en çok konuşulan müzik olayı oldu. Biraz bu süre içerisinde ortalıkta olmadığını fark etmememizden, biraz da parçanın dinginliğinden dolayı patlayıcı bir geri dönüş değil bu. Berlin’in sokaklarında gezinip, geçmişini ve bugününü yıpranmışlık değil de merakla gözden geçiren Bowie’nin sahip olduğu bileşim halen eşsiz: Kendine dönüklük, bireysellik ve hafiften bir yabancılaşma.
arda tümer
Arc RCA (LP)
seda niğbolu
XOXO The Mag
Man Alive ile 2010’da sıkı bir çıkış yapan Everything Everything, sağlam bir albümle geri döndü. Arc’ın açılışını yapan ilk single ‘Cough Cough’ ve onu takip eden ‘Komsabe’ ve ‘Armourland’, sözleriyle yaşattığı duygusal gelgitleri synth’lerin monoton raylarına oturtmayı başaran, albümdeki en sağlam şarkılar. Temponun düştüğü ‘The House Dust’ ve ‘The Peaks’te ise, grubun Radiohead’den bir hayli etkilendiğini görmek mümkün. Haliyle, şimdiden yeni yılın en büyük sürprizlerinden biri olmaya aydalığını koydu Arc. vehbi görgülü
Wolf + Lamb
Robosonic & Laura Weider
Versus Wolf + Lamb Records (LP)
Fieldrecord im zirkus Stil Vor Talent (EP)
True Transgressive & Sub Pop (EP)
Wolf + Lamb’in 2010 tarihli Love Someone Is’den sonraki yeni albümü Versus, Brooklyn’li house ikilisinin kendi plak şirketlerine bağlı olan can dostları Soul Clap, Pillowtalk, Nighplane, Voices of Black gibi isimleri de misafir ediyor. ‘Real Love’da 80’ler, ‘In The Morning ve ‘Close To You’da biraz acid jazz ve chillout tohumları var. Farklı birçok sound hakim LP’ye ama aynı zamanda oldukça da derli toplu. İkilinin New York Marcy Hotel’de verdikleri partilerin konsepti, albümü dinleyince kafalarda biraz daha netleşiyor doğrusu.
Berlinli ikili Robosonic, 2000’lerin ortalarından beri sürdürdükleri çalışmalarını, son dönemde OFF Recordings’ten yayınladığı plaklarla hidayete erdirdi. Özellikle ‘Over The Edge’, 2012’nin iki yüzü de nefis olan ender çalışmalarındandı. Laura Weider ise daha önce Acid Pauli ile de çalışan yetenekli bir hanımefendi. Feldrecord im Zirkus, bir sirkte ya da bir panayırda duymayı umacağımız dans parçalarından oluşuyor. Hem eğlenceli melodiler, hem de titiz bir mühendislik açıkça hissediliyor.
Solange, ablasının kardeşi kostümünden sıyrılıp, bambaşka bir türde kendini kanıtlayabilmiş bir müzisyen. Dört sene önce ablası Beyoncé ve eniştesi JayZ’nin koluna girip onları Grizzly Bear konserlerine götürdüğünde ne yapmaya çalıştığını kimse anlayamamıştı. Ama görünen o ki, ablasının aksine Solange bağımsız cephede kalmak istiyor. Yayınladığı ilk EP True ise, özellikle çıkış şarkısı ‘Losing You’ ile kalburüstü bir kayıt olmayı gayet iyi bir şekilde başarıyor.
arda tümer
Solange
emre doğan
merve evirgen
Hurts
Broadcast
Nosaj Thing
Miracle Single Sony Music (single)
Berberian sound studio Warp (single)
Home Timetable/Innovative Leisure (LP)
İngiliz synth-pop ikilisi Hurts, üç yıl aradan sonra çıkardığı yeni single ‘Miracle’ ile ikinci albüm Exile öncesi nabız yoklamaya başladı bile. Prömiyeri yapıldığı günden bu yana sıklıkla Coldplay’in ‘Paradise’ı ile kıyaslanan ‘Miracle’, grubun son üç yılda müzikal anlamda büyük bir değişim geçirmediğini gösteriyor. Yeni albüm Exile’da ise bizi ne gibi sürprizlerin beklediğini ise Mart ayında öğreneceğiz. Bu arada, yeni albümde yer alan ‘The Road’un promo videosu da grubun resmi sitesinden izlenebilir.
Sight and Sound’un senenin en iyilerinde beş numaraya yerleştirdiği Peter Strickland’ın psikolojik gerilimi Berberian Sound Studio’nun soundtrack’i de film kadar gizemli ve puslu. James Cargill ve 2011 yılında kaybettiğimiz Trish Keenan’ın elinden çıkma melodiler, filmin ruhuna uygun şekilde, İtalyan korku filmi müzikleri ve tüyler ürpertici orglarla beslenip, ‘library music’ ve ekibin içinde anıldığı ‘hauntology‘ akımına da dahil olarak, geçmiş ve gelecek arasında tuhaf ve bilinmedik bir tünelde konuşlanıyor.
Los Angeles’lı prodüktör Nosaj Thing, üç yıl önce yayınladığı ilk albümü Drift ile sınırlarını çizdiği synth destekli enstrümantal hip hop çerçevesini, uzun bir sessizliğin ardından bu ay çıkardığı ikinci albümü Home ile biraz daha genişletti. Nosaj Thing, üç yıllık bu arada sadece plak şirketini değiştirmekle kalmadı ve ilk defa albümünde farklı sanatçılarla birlikte çalıştı. Blonde Redhead’den Kazu Makino ve Toro Y Moi gibi isimlerin yer aldığı albüm, çok sesli yapısıyla türün sevenleri için kesinlikle vazgeçilmez.
seda niğbolu
merve evirgen
vehbi görgülü
159
GAMES
hazırlayan emre doğan
Uzayda Dertler Bitmiyor Isaac Clarke ile ilk tanışmamız 2008 Sonbaharı'nda olmuştu. 2414’te kahramanımızın başından geçen, galaktik bir kurtarma görevi esnasında çıkan ‘sıkıntıları’ konu alıyordu. İlk Alien filminden beri (dikkat, yıl 1979) uzaydaki bu yardım sinyalleri ala ala bitmedi. Denklem hep aynı: Uzay gemisinde kıl bir mürettebat, karanlık-kapitalist bir büyük güç, esrar perdeleriyle dolu bir görev, bolca uzay yalnızlığı ve ölüm tehlikesi. Bununla beraber, o uzay yalnızlığı da öyle kudretli bir duygu ki (ben uzaydayken çok yalnızdım, oradan biliyorum) işle işle bitmiyor. İlk Dead Space’te tam da böyle bir konu işlendikten sonra ikinci oyunun başında Isaac’i hafızasının son üç senesi silinmiş ve Titan’da bir akıl hastanesine terkedilmiş halde buluyoruz. Bir takım olayların ardından Isaac, bereketsiz ayağı ve yavuklusu Ellie, Satürn’ün en büyük uydusunun patlamasına vesile olarak oradan ayrılıyorlar. Üçüncü oyunda, aradan iki ay geçiyor, Uxor gezegenindeki
olaylara karışmış bir çavuşla karşılaşıyorlar. Uzay tabii kocaman, bir başka donuk gezegen ve bu gezegende başlarından geçen olayların kaynağı olabilecek kalıntılar keşfediyorlar. Yalnız gemileri iniş yapamadan parçalanıyor. Neticede Isaac ve Ellie kozmik ayran içip ayrı düşüyorlar ve macera bu eksende seyretmeye başlıyor. Hikayede bir yenilik, bu sefer insan düşmanlarımız da var: Unitology (birlikçilik) dininin mücahitleri. Onca galaksiler, fersah fersah evren dururken insanoğlu yine kendini din konulu bir çatışmanın ortasında bulmuş. Bravo. Dead Space 3, bir oyun olarak Resident Evil’dan ve Doom 3’den epeyce beslenmiş. Canavarlar da Half Life’dakileri ucundan andırıyor gibi. Bunlar tabii çok hızlı bir gözlem ardından yapılan yorumlar. Sonuç itibariyle Dead Space 3 doyurucu grafikleri ve oyalayıcı hikayesiyle oynanmayı hak eden bir kış gecesi oyunu olarak kayda geçiyor.
DEAD SPACE 3 [PC, PS3, Xbox 360]
Aynı Tas Başka Hamam Hach and Slash janrına aşina olanlar Devil May Cry adını duymuştur. İlk olarak 2001’de ortaya çıkan bu oyun, yaklaşık 10 sene boyunca birbirini andıran kesmeli biçmeli maceralar formunda karşımıza çıktı. Tipik bir ‘Japon oyunu’ olan seri, zayıf hikayesi, ortalama grafikleri, mübalağalı komboları, kullanışsız menüsü ve yorucu görsel efektleriyle sıradan bir atari salonu mezesi sıfatını hak ediyordu. Özellikle Devil May Cry 4’u yakından inceleme fırsatı bulanlar, Metal Gear Solid ve Resident Evil gibi başyapıtlar üretmeye muktedir bir milletin nasıl böyle bir garabet yarattığını merak etmişlerdir herhalde. Asya kıtasının öbür ucunda bulunan, çalışkan ama tuhaf Japon kardeşlerimiz, kafalarına göre yaptıkları oyunların evrensel başarı yakalaması için batılılaşma gereksiniminin de farkına son yıllarda vardılar. Yukarıda saydığım başarılı örnekler de aslında bu yeni eğilimin meyveleri. DmC işte tam da böyle bir Spin Off. Hikaye önceki oyunlara paralel bir
evrende vuku buluyor. Protagonistimiz Dante bu kez Avrupalı görünümlü, bolca atletik ve yağız bir delikanlı bedeninde karşımızda. Doğa üstü güçleri falan yine var, ancak bu kez sözde-politik bir motife de sahip. Medya ve hükümetin terörist olarak yaftaladığı yasadışı örgüt “The Order” aslında iblislere ve şeytanlara karşı savaş açmış onurlu bir kuruluş. Bu durumda muhtemelen hükümet ve medya da şeytanla iş birliği yapmış karanlık bir güç unsuru olmuş oluyor. İngiltere’nin güncel konusu, büyük biraderin sokak kameraları bile canavar gözler olarak resmedilmiş. The Order da direnişini emperyalist ve statükocu güçlere karşı değil, etli kemikli şeytanlara, ecinnilere karşı yürütüyor. Vur deyince öldürmeseniz iyiydi ya, neyse. Bunlar dışında oyunun grafikleri -haliyle- daha iyi ve gerçekçi. Kombolar yine abartılı, fakat nispeten daha az yorucu. DmC’yi anlamsızca kan dökmek isteyen, arcade günlerine özlem duyan oyunculara önerebiliriz.
DmC: DEVIL MAY CRY [PS3, Xbox 360, PC]
Acıların Çocuğu Raiden Metal Gear, Japon oyun tarihinin en büyük başarılarından biri olarak anılmakta. Ayrıca ‘stealth - action’ janrının da mihenk taşlarından bir tanesi. Metal Gear markasıyla çıkmış onlarca video oyun, kart oyunu, DVD ve başka materyal bulunmakta. Büyük yıldız yani. Bu çeşitlilik, doğal olarak tüm külliyatın katı bir tutarlılığa sahip olmasına mani oluyor. Revengeance da bu anlamda tam bir ‘zıpçıktı’. Metal Gear camiasından bir ‘hack and slash’ açılımı olarak kabul etmek yanlış olmaz. Metal Gear’ın hikayesini bu satırlara sığdırmak doğal olarak mümkün değil. Zaten Revengeance’ın da bu hikayeyle doğrudan ilişkisi yok. Tarih olarak Guns of Patriots’tan 4 yıl sonrasındayız, karakterimiz Raiden. En son Sons of Liberty’de yönetebildiğimiz bu androjen karakter aslında bir cyborg. İşin komik tarafı, işinde gücünde, ailesine ekmek götürmeye çalışan bir cyborg. Çetin bir çocukluk geçiren
ve nihayetinde inceden karanlık bir karaktere dönüşen Raiden’ın yedek parçası kolay bulunuyor. Revengeance için bir sürü yeni zımbırtı monte ettirmiş, kendini geliştirmiş. Esasen yapılacak iş basit, düşmanlar var, işte kılıçla (katana benzeri) onları kesiyorsun doğruyorsun oluyor. Yeni oyuncakları olayı daha estetik bir hale getirmişler, Raiden’ın gözünden bakarken kesilmesi gereken atar damarlar, deşilmesi gereken organlar bilgisayar destekli arayüz ile işaretleniyor, daha efektif bir katliam sağlanıyor. Şaka bir yana, oyunun odak noktasına kesici ve delici aletleri koyunca işi ilginç kılacak gelişkin bir kesme/ biçme mekanizması da gerekli hale geliyor. Ancak Revengeance sadece bu değil; Metal Gear geleneğine uygun ‘stealth’ sekansları da bulunuyor. Yine de Ortodoks Metal Gear oyuncularına, oyun içi videolarını izlemeden almamalarını tavsiye ediyorum.
Metal Gear Rising: Revengeance [PS3, Xbox 360]
SimCity Büyükşehir Belediyesi SimCity, bilindiği üzere şehir simülasyonu oyunlarının atası. Geliştirici firma Maxis ilk oyunu 1989’da tamamlamış ve olağanüstü bir başarı yakalamıştı. Benim de PC üzerinde oynadığım ilk oyun olma özelliğini taşıyan SimCity 2000 ise 1994’te üç buçuk inçlik disketlerde piyasaya çıkmıştı. Üçüncü ve dördüncü oyunlar da birkaç yıl ara ile çıktılar. Temelde kocaman bir arazi seçip orayı bayındırlaştırmak, sonra alt yapı kurmak, binalar inşa etmek, iş olanakları yaratmak, vergi toplayıp halka hizmet sunmak üzerine kurulu bir oyun oldu. 2007 yılında SimCity Societies çıktı ve şehir kurmanın yanı sıra sosyal mühendisliğe de önem verilmeye başlandı. Aynı dönemde Maxis ve Electronic Arts çoktan anlaşmalar imzalamış ve The Sims ile çuval çuval paraya kavuşmuştu bile. Muhtemelen SimCity satışlarından memnun kalmadılar ve insana dair bazı elementler ekleyerek oyunu SIM CITY [PC, MAC]
daha çekici hale getirmeye çalıştılar. Peki SimCity’de yeni ne var? Bir kere yeni bir simülasyon motoru var. Teknik terimlere girmekten imtina ediyorum ama bu önemli. Bir simülasyon oyunun temelinde simülasyon motoru olur. Yaptığınız yatırımlar, döşediğiniz su boruları, kurduğunuz iş merkezleri, evler, bunların birbirlerine konumları ve diğer her şey, aslında bu motordaki bazı matematiksel fonksiyonlara verilen sayısal değerlerden ibarettir. SimCity geleneğinde, bir şeyler yaparsınız ve oyun zamanı ilerledikçe karşılığını görmeyi beklersiniz. İşte bu girdilerle çıktıların arasını bağlayan simülasyon motorudur. Motor ne kadar iyi tasarlanmışsa, gerçek hayat ile o denli iyi örtüşür. Bu da, oyundaki eylemlerinize daha gerçekçi tepkiler almanız anlamına gelir. Bunların dışında oyunun kontrolleri ve arayüzleri, grafikleri çok keyifli ve tatmin edici. Doğal felaketler ve uzaylı istilaları da aynı neşeyle devam ediyor. SimCity, şefin tavsiyesi.
BEST OF Selected by v2k
Rag & Bone
David Neville ve Marcus Wainwright markayı kurarken düstur edindikleri vizyondan sapmadan 11 senedir tasarımlarına devam ediyorlar. Kendilerinin ve arkadaşlarının her gün giyinmekten zevk alacakları tasarımlara imza atan ikili, son koleksiyonlarında motocrossçulardan ilham aldıklarını söylüyor. Yeşil ve mavinin ana ilhamlarını destekledikleri koleksiyonda asi motorcu imajının yanında koton ceketler, rahat kesimli tişörtler günün sokak modasına gönderme yaparken, koleksiyonun renk paletine girmeyi başaran mercan renginin gardıroplarımızda yerleri çoktan ayrıldı bile.
Miansai
Doğma büyüme New York’lu tasarımcı Michael Saiger’nin, memleketinin havasından suyundan aldıklarını bir tarafa bırakırsak, ağırlıklı olarak antikalardan ilham alarak yarattığı Miansai markası, eklektik, lüks ve kaliteli bir tarzı yansıtıyor. Annesinden gelen antikacılık merakını ve doğuştan gelen keşif yeteneğini, merak ve yaratıcılıkla harmanlayan Saiger’ın diğer bir ilham kaynağı ise çocukluk hatıraları. Yaptığı işte obsesif kompulsif olduğunu itiraf eden tasarımcı, moda dünyasına rüzgar gibi girdi ve her parçanın bir sır veya hikaye taşıdığı unisex koleksiyonlarıyla geniş kitlelere ulaştı. Tasarımda nihai amacı, insanların üzerinde konuşacakları, hikayeleri kulaktan kulağa yayılacak parçalar yaratmak olan tasarımcının vintage görünümlü olma özelliği taşıyan tasarımları, birbirinden canlı renklerle bileklerinize hareket katacak.
Ted Baker
1987 yılında Glasgow’da hayatı ve modayı daha eğlenceli kılmak adına kurulan Ted Baker erkek modasının en köklü ve en saygın markalarından biri. Yaratıcısı Ray Kelvin’in “Prestij için değil, müşterilerimiz için tasarlıyoruz.” diyerek tasarım anlayışlarını özetlediği Ted Baker, son koleksiyonunda erkeklere geniş bir ürün yelpazesi sunmasının yanı sıra, kesimlerindeki ustalık, detaylara verdiği önem ve klasikle moderni başarıyla harmanlayan tarzı ile ön plana çıkıyor. ‘İngiltere’nin Ralph Lauren’ı olarak anılan ve klasik İngiliz Oxford gömleklerini günümüze en iyi şekilde taşıyan markanın yeni sezon tasarımlarından bir tanesini alışveriş listenize not edin.
Charlotte Olympia
2007’den bu yana en çok aranan ayakkabı markası olan Charlotte Olympia bu sezon ‘La Vie en Rose’ teması ile Paris’in simgelerini ayakkabı ve çanta tasarımlarına taşıyor. Tasarımlarına örümcek ağı imzasını düşmeyi de ihmal etmemiş tasarımcı. Charlotte Olympia Dellal’ın yarattığı markanın koleksiyonlarında 1940’ların esintisi her daim hissedilirken, rahatlık da hiçbir zaman göz ardı edilmiyor. Birine özel koleksiyon yapmaya karar verecek olsa büyükannesine veya Rita Hayworth’e ayakkabı tasarlamak isteyen tasarımcının yeni koleksiyonu, ikonik metro girişlerinden, Eiffel kulesine, croissant’dan Paris’te aşkı vurgulayan öğelere birbirinden farklı tasarımlardan oluşuyor.
Antipodium
Sofistike İngiliz kadınlarının favori markası Antipodium, sanat ve moda dünyasından takipçileriyle dikkatleri üzerine çekiyor. Avustralya’nın estetiğini Londra’dan aldığı yaratıcı destekle yoğuran marka bu sene 10. yılını kutlayacak. Pastel renklerin, mavi ve kırmızı tonların, eğlenceli baskıların ve bol kesim takımların sıkça görüldüğü yeni koleksiyonu, markanın yeni yaşında bizlere nasıl bir profil çizeceğinin ip uçlarını verse de biz kendimizi sürprizlere açık tutuyoruz. Bilindik ‘animal print’lerden gardırobunuzda yeterince bulunduğu var sayarak, küçük siyah elbiselerinize bir alternatif sunarak koleksiyondaki ‘pixel tiger byte dress’e özellikle bakmanızı tavsiye ediyoruz.
XOXO The Mag
American Retro
Üç Fransız’ın Amerika seyahatleri bir markaya dönüşseydi nasıl olurdu sorusunun cevabı American Retro. Modern kesimleri ve kaliteli kumaşlarla yarattığı vintage etkisiyle tüm dikkatleri üzerine çeken marka bohem kültürünü göz alıcı bir stil ile birleştirmenin peşinde 2002’den beri tasarımlarına devam ediyor. İddialı tasarımlardan çekinmeyen marka; göz alıcı parlaklığı, neon renkli ürünleri ve farklı kumaş kaliteleri ile beklentileri fazlasıyla karşılıyor. Siyah-beyaz kontrastından vazgeçemeyenler American retroyu radarınıza alıp Penny Pant’i listenizin başına ekleyebilirsiniz.
Aperlai
Fransız tasarımcı Alessandra Lanvin tarafından, Antalya’daki bir kasabadan adını alan ve İtalya’da, İtalyan ustalığıyla hayata geçen bir marka Aperlai. Grafik çizgiler, kontrast renkler, asimetrik kesimler ve kullandığı egzotik deriler Aperlai’yi diğer ayakkabı tasarımlarından ayıran en belirgin özelliklerin başında geliyor. Aynı zamanda, vintage parçaların da yer aldığı Aperlai koleksiyonlarında şıklık kadar konforun da ön planda tutulduğunu söylemeden geçmeyelim. İyi görünmek için rahatlıklarından taviz vermeyen Gwyneth Paltrow, Blake Lively, Kate Bosworth, Jessica Alba, Ginnifer Goodwin, Naomi Watts ve Amanda Seyfried, Aperlai’nin sıkı takipçilerinden. Çabasız ve konforlu şıklığı hayal olmaktan çıkarıp lüksle parlatarak gerçeğe dönüştüren markanın, ayaklarınızı yerden keseceğini düşündüğümüz bu koleksiyonunda Geisha modeli özellikle göz atmanız gerekenler arasında.
T by Alexander Wang
Alexander Wang'in genç markası T by Alexander Wang, geometrik bir hızla büyümeye devam edip, ‘wishlist’imizi kabarttıkça kabartırken, bu sezon daha rafine materyallerle eşsiz deri ceketler sunuyor. Sezonun bir diğer hit kumaşı olan süeti de tasarımlarından esirgemeyen tasarımcı sakin çizgilerle cömert kesimleri kesiştiriyor. Sonuç olarak rahat kesimli elbiseleri, tasarımcının imzası haline gelen ‘loose fitting’ tişörtleri bu sezon da kalbimizi çarptıranlar arasındaki yerini garantiliyor.
Yazbukey
Kendi yolunda ilerleyen, trendlere yem olmayıp her daim özgünlüğü ile dünya modasında yer edinen Yazbukey, İlkbahar-Yaz 2013 koleksiyonu ile adeta sıcak hava dalgası estiriyor. Genel olarak, koleksiyonlarında ‘plexiglas’ malzemenin yanında enteresan seçimlerle metal ve makromeyi de tercih eden Yazbukey, benzersiz dünyasında eğlence vadediyor. İlham kaynakları da hayal gücü kadar sınırsız olan marka, Gershwin’den Grimm’e, Tim Burton’dan Hitchcock’a, Gene Kelly’den Cicciolina’ya pek çok isimden etkileniyor. ‘Los Angeles’ta yaşayan bir kız’ fikriyle hazırlanan bu yeni koleksiyonda da birbirinden enteresan aksesuarlar adeta “Beni seç!” diye çığlık atıyor.
BLK DNM
Tercihini her zaman, güzel, kendine has ve içten olandan yana kullanan İsveçli tasarımcı Johan Lindeberg’in, dışarıdan gelen seslere kulaklarını tıkayıp sadece kendi iç sesinin izinden gittiği son projesi: BLK DENIM. “Nereden biliyoruz?” derseniz size ufak bir ipucu; Madonna’nın son klibi ‘Girls Gone Wild’ı tekrar izleyin. New York tarzını her tasarımında hissettiren marka, trendlere uymaktansa kendi tarzında, devamlı yenilenen bir koleksiyona sahip olmayı tercih ediyor. Koleksiyonuna adını verirken kendi hayatından yola çıkan Lindeberg tam bir siyah jean tutkunu, özellikle de skinny olanlarını hiç üzerinden çıkartmadığını itiraf etmekten geri durmuyor. Jean kalıplarıyla ön planda olan marka, tişört, deri ceket ve salaş trikolarıyla aynı anda spor ve şık olmak isteyenlerin tarzına yön verecek.
163
BEST OF Selected by v2k
ACNE
Son zamanların en parlak markalarından ACNE, popülaritesinin tesadüf olmadığını kanıtlayalı hayli zaman oldu. Haliyle de, moda haftalarının merakla beklenen isimleri listesine girdi ve marka 2013 İlkbahar-Yaz koleksiyonunda her zamankinden daha rustik bir kadın silueti yarattı. Haziran ayında sunduğu erkek koleksiyonunda ise sadece bir denim markası yaratmaktan çekinen Jonny Johansson tüm çekincelerini bir kutuya kapattı. Odağını jean’in büyük kitlelere ulaşmaya başladığı 70’lere yönelten ve yine jean’in günümüzdeki önemini vurgulayan koleksiyonuyla ve birbirinden farklı modelleriyle bir jean’de aradığınız her şeyi ACNE’de bulacaksınız.
Alexander Wang
Alexander Wang çok kısa bir zaman dilimi içinde, moda dünyasının yeni “it” çanta ve ayakkabılarının ardındaki isim olmayı başardı. Spor ve şık estetiği bir çatı altında buluşturan tasarımları -zımbalardan ne kadar sıkılmış olsak da- kalbimizde ayrı bir yere sahip. Hem klasikleşmiş hem de yeni sezonun en çarpıcı renklerine ev sahipliği yapan, “modern lüks”ü tanımlayan, dokulu deriden Alexander Wang çantaları için gardırobunuzda yer açtığınızı umuyoruz.
Isabella Tonchi
Yıllar önce Floransa’daki bir partide kendi tasarladığı kıyafetle tasarımcı Elio Fiorucci’nin dikkatini çeker ve onun kanatları altında moda dünyasına ilk adımlarını atar Isabella Tonchi. Daha sonra Gianni Versace, Versus ve Miu Miu’nun da tozunu yutan; son olarak da Anna Wintour’un elini uzattığı New York’lu tasarımcı Isabella Tonchi kendi adını taşıyan markasını 2003’ten bu yana moda tutkunlarıyla buluşturuyor. Tasarımlarında 60’ların masum, kışkırtıcı ve etkileyici stilini modern kadının ihtiyaçlarına ve hayatına göre yeniden düzenliyor. İlkbahar-Yaz 2013 sezonunda kullandığı etnik baskılar ile bayanlara Yunan tanrıçası zarafetini taşıyor.
Venessa Arizaga
2007’de kendi adıyla kurduğu markası Venessa Arizaga’nın en büyük ilham kaynağı; yaptığı seyahatlerden edindiği izlenimler. Tasarımların katalizörü ise yarattığı her parçayı bir hazine gibi görmesi ve sahibine uğur getireceğine inanması. Farklı materyalleri bir arada kullanmayı ve tasarımlarına etnik bir hava katmayı da ihmal etmeyen tasarımcının sitesinden de sipariş edilebilen parçalar, sahibi için özel olarak üretiliyor. Sevgililer Günü için hazırladığı koleksiyondan adıyla kalbimizi çalan, ‘Pour Your Heart Out’ kolye yüzümüzde masum bir gülücüğe sebep olurken, sepete çoktan eklendi bile.
Carven
Carven, İlkbahar-Yaz 2013 sezonunda erkeklere, olmazsa olmaz parçaları kapsayan taze ve şık, komple bir gardırop sunuyor. Markanın kreatif direktörü Guillaume Henry’nin de hiç çekinmeden itiraf ettiği gibi, Carven erkeğinin nevi şahsına münhasır bir duruşu var. Öyle ki Guillaume bile onun kadar cesur olamıyor ve risk alamıyor çoğu zaman. Guillaume’un gözünden Carven erkeği tanımına en çok yakışanlar ise Brady Corbet, Ralph Fiennes, Ewan McGregor, Laurent Lucas ve Patrice Chéreau. Yeni koleksiyon da tıpkı öncekiler gibi Parizyen ruh, detaylara verilen önem, farklı hacimler ve kontrastlar yaratma gibi markanın kodlarını taşıyor. ‘The office meets the weekend’ temasıyla, adeta hafta sonu stilini ofise uyarlıyor. Kendinizi cool hissedeceğiniz pastel tonlardaki gömlekleri bir defa giyince asla vazgeçemeyeceksiniz.
XOXO The Mag
Opening Ceremony
Kış sezonunun karanlık ve melankolik günlerini geride bıraktıran en iddialı koleksiyon Opening Ceremony’den geliyor. Carol Lim and Humberto Leon’un Hong Kong seyahatleri sırasında hayallere dalıp kendi markalarını yaratmaya karar vermeleriyle doğan OC, çok uluslu yaklaşımıyla kısa sürede moda dünyasının en farklı seslerinden biri olarak kendini kabul ettirmesini bildi. Chloë Sevigny, Spike Jonze ve Terence Koh’la dostluklarını dünya alemin duyduğu Leon ve Lim, arkadaş çevreleri sayesinde ilham konusunda da hiç sıkıntı çekmiyor kuşkusuz. OC kadınının tanımını ‘dünyevi zevklere düşkün, nerede ne giyineceğini bilen ve farklı şeyler denemekten asla korkmayan’ şeklinde yapan ikilinin yeni koleksiyonu oldukça neşeli ve rengarenk; öne çıkanlar arasında ise pastel tonlar, cut-out elbiseler ve farklı materyallerin bir arada kullanıldığı tasarımlar yer alıyor.
NO.21
Alessandro Dell’Acqua, doğum günü Eylül 21 ve uğurlu sayısı 21’den esinlenerek adını verdiği NO.21’in İlkbahar-Yaz 2013 koleksiyonuyla podyumlara yepyeni bir soluk getiriyor. Kontrastlardan; maskulen ve feminen, seksi ve sportif, basit ve iddialı detayların birleşmesinden ilham alarak tasarladığı koleksiyonda gündelik kesimleri klasik İtalyan işçiliği ve ikonlarla bezediği detaylarla buluşturuyor. Kobalt mavisinin, sayesinde sezon boyunca favori renkler listesine girdiği, beyaz gömleği nasıl giymeli sorunsalına iddialı alternatifler sunduğu koleksiyonunda ortaya çıkanlar haliyle nefes kesici...
Each Other
Sanatla modanın birleştiği nokta: Each Other. Şairlerden müzisyenlere, sinemacılardan moda tasarımcılarına pek çok yaratıcı zihinden aldığı destekle her tasarımında ayrı bir hikaye barındıran marka, ünlü sanatçıların eserlerine ve sözlerine kıyafetlerin üzerinde baskı ve desen olarak hayat veriyor. İş birliği içinde olduğu isimler arasında Robert Montgomery, Alizé Meurisse, Naco, Télépopmusik, Fabio Paleari, François Mangeol, Crystal Moselle, Ann Grim, Daniele Innamorato, Alessandra D’urso, Alec Monopoly, Thomas Lélu, Asa Mader, Katerina Jebb, Asia Argento, Peter Gurnz, Ari Marcopoulos, Aska Matsumiya, Avena Gallagher gibi sanatçılar yer alıyor. Tasarımda zamansızlığa ve cinsiyetsizliğe inanan Each Other, koleksiyonunun tamamında el işçiliği kullanıyor. Deri ceketler, tişörtler ve jean’ler koleksiyonun ana parçaları arasında.
Elizabeth and James
Ashley ve Mary-Kate Olsen kardeşlerin tasarımını yaptığı marka onların deyimiyle tasarımcı ve güncel moda kuramları arasındaki boşluğu kapatmak üzerine kurulu. Hem hippi hem de seksi bir görüntüyü aynı anda elde etmenin mümkün olduğu tasarımlar, ikilinin saf moda ve tasarım anlayışını paylaşmalarına olanak sunuyor. Erkeksi görünüme feminen baharatlar katan takımlar, cut-out elbiseler, turuncu tonları, elektrik mavi koleksiyonda sıkça kullanılırken biz de seçimimizi sade görüntüsü ve asimetrik kesimleriyle Bardot Dress’ten yana kullandık.
Thomas Fuchs Creative
Yaratma güdüsünü destekleyen şeyin, sanatı sahip olduğu tüm sonsuz formlarında icra edebilmek olduğunu söyleyen Thomas Fuchs, adını verdiği markasında mobilya tasarımından, Venedik camları tasarlamaya kadar uzanmakla kalmayıp hevesli bir ressam olma sıfatını da ekliyor adının önüne. Son koleksiyonu “Remains Collection” ise, 2006’dan beri ekranlarımızı fetheden dizi Dexter’dan esinlenmiş ve tatlı bir şeytanilikle bir araya getirdiği çizgileri basitlik ve zarafetten de nasibini almış. Uzun gümüş kaplama kemik karıştırıcı ya da şarap şişenizin mobilyanıza değmesini istemediğinizde sizi kurtaracak bu kurukafalarla kuşatılmış set ve koleksiyonun geri kalanı için evinize gerekli yeri açın.
165
SET UP
MERT BURÇAY ŞERAN
Lives to Cook
2000 yılının Eylül ayında verdiği ani kararla giydiği beyaz önlüğü ile dünyanın dört bir yanında dolaştığı mutfaklardan sonra, Ulus 29’da mola veren Şeran’ın bir sonraki planı ne bilmiyoruz ama geleneksel tatlarla buluşturduğu inovatif teknikleri hangi aletlerle hayata geçirdiğini biliyoruz. Yemek saati yaklaşıyor, mutfaktan gelen sesler yükseliyor... Cazırdayan sebzeler ve fokurdayan tencerenin çıkardığı muhteşem kokuları takip ediyoruz ve kendimizi Mert Şeran’ın mutfağında, pişirirken kullandığı ne varsa karıştırırken buluyoruz. hazırlayan bahar kongel fransez fotoğraflar emir sarısaç
XOXO The Mag
soldan sağa: 1.Teflon tava. 2. Küçük ebat malzemeler için tütsü tabancası. 3. Kuru buz veya sıvı nitrojenle kullanılan ayrıştırıcı oval cam kase. 4. Kuru buz veya sıvı nitrojenle kullanılan ayrıştırıcı küçük cam kase. 5. 'Spherification' sırasında kullanılan plastik boru. 6. Havyar 'spherification' modülü. 7. Kuru buz veya sıvı nitrojenle kullanılan ayrıştırıcı büyük cam kase. 8. Paslanmaz çelik, çift katlı sıvı nitrojen kabı. 9. iSi Siphon ile kullanılan krema, soda ve saltzer tüpleri. 10. Victorinox garnitür kiti. 11. Santoku, el yapımı Japon chef bıçağı. 12. Ufak tütsü makinesinde kullanılan vişne ağacı talaşı. 13. iSi Termosifon. 14. Merdane. 15. Hazırlanan yemeği parfümleyen tabanca. 16.Vakum poşeti veya cam kase içerisine duman püskürten tütsü tabancası. 17.Texturas marka Xantana, kıvam koyulaştırıcı. 18.El yapımı sushi bıçağı. 19. Bıçak bileylemek için elmas masat. 20. Ölçüm kaşıkları. 21. Parfüm tabancasının pamuk kartuşları. 22. Microplane kabuk rendesi. 23. iSi sifon için espuma uç çeşitleri. 24. Şerit kabuk kesici. 25.Global balık cımbızı. 26. Global şef bıçağı. 27. Shun, el yapımı santoku. 28. Global kemiş bıçağı. 29. Global et dilimleme bıçağı. 30. Global flexible fileto bıçağı. 167
Locations Where You Can Find Us...
Al Jamaal Beyrouth Cafe Club 360 Ada Kültür All Sports Anjel Ara Cafe Artlimits Arzu Kaprol Nişantaşı Aşşk Cafe Babylon Babylon Nublu Backhaus Nişantaşı Badehane (ARPA PUB) Bahar Korçan Balkon Bebek Kahve Bebek Koru Kahvesi BEJ Cafe Beymen Nişantaşı Bloom Brasserie Nişantaşı Bruno's Building Galata Butik Buka Cafe Firuz Caffe Nero Akaretler Barbaros Galatasaray İKSV Nişantaşı Cahide Casita Nişantaşı Çello Cezayir İstanbul Çokçok Thai Restaurant Corvus Wine & Bite Cremeria Milano Cullinary Institute Cuppa Cafe Da Mario Ristorante & Pizzeria Dai Pera Delicatessen Delirium Den Cafe Derin Design Dizzia Cafe Restaurant Lounge Dükkan Burger Bebek Ece Aksoy Ellipsis ESMOD Fakülte Ajans Flavio Galatta Brasseria Galeri Zilberman Galerist Garajistanbul Gate Gatetattoo Gezi İstanbul Ghetto İstanbul Gölge Cafe Gram İstanbul Groove Günseli Türkay Habitat Addresistanbul Habitat Kanyon Happily ever after Harvard Cafe Hatice Gökçe (Studio + Store) Helvetia Hillside City Club Etiler Hillside City Club İstinye Home Room İstanbul Moda Akademisi Journey Juke Box Kafika Kahve Altı Kaktüs Kaktüs Kahvesi Karabatak Cafe Kasabım Kiki Kırıntı Nişantaşı Köşe Brasserie Kulp Lastik Pabuç Laundromat Lazy Butik Le Pain Quotidien Kanyon Leb-i Derya Leblon Lili Pud Lokal Asmalı Lomography Gallery Store İstanbul Lucca Lulu's Lush Hotel Mahalle Mangerie Mano Burger Masa Mavra Mesta Meyra Midnight Express Midpoint Minyon Miss Pizza Momo Mono Cafe Brasserie Münferit Nar Pera Non Galeri Off Pera OPS Cafe OPUS 3A Otto Santral Otto Sofyalı Otto Tünel Pandora Kitabevi Paristexas Patika Kitabevi Pi Artworks Picante Pilot Galeri Piola Plieé Point Hotel Pop-Up Cafe Que Tal Rafineri Reasürans Galeri Robinson Crusoe Rook Rose Marine Salomanje Salt Bistro San Lazzaro Trattoria Pizzeria Simay Bülbül Simdi/Now Simurg Kitapevi Smyrna Soda Sosa Sugar Cafe Susam Cafe Sushi Express Sushico Tabe Kıyamet Takkunya Tamirane The House Apart Cihangir Galatasaray Nişantaşı Tünel The House Cafe Corner İstiklal İstinye Park Kanyon Ortaköy Teşvikiye Tünel Bosphorus Galatasaray Touchdown Tribeca Ugly Ulus 29 Unter Urban Vogue White Mill Witt Suites İstanbul Xflats Yıldırım Özdemir Zanzibar Zencefil
Also, you can ask for us at cool hair salons and innovative art galleries! XOXO The Mag
Lisa Andersen
TEAM-DESIGNED, CUSTOM-BUILT, GOLD STANDARD.
the SPUR
nixon.com
• 3 hand day and date Japanese quartz movement • Diamond set at 6 hour • 100M water resistance
www.chanel.com
THE NEW MASCARA
LE VOLUME DE CHANEL