lastikpabuc.com/xoxo
cover guest krink
İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@xoxothemag.net Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Editörler Aslı Arduman, Serap Gecü, Gazali Görüryılmaz, Ayşecan İpek, Sedef Kırdök, Aslin Kumdagezer İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Irmak Nur Sunal Fotoğraf Editörleri Sezer Arıcı, Emir Sarısaç Katkıda Bulunanlar Esme Altınok, Sezer Arıcı, Roxane Ayral, Mahizer Aytaş, Ece Candan, Sarp Dakni, Emre Doğan, Busen Dostgül, Güneş Engin, Can Erker, Gülüm Erzincan, Mehmet Erzincan, Merve Evirgen, Elif Kamışlı, Ayşe Küçükkoca, Vehbi Görgülü, Neslihan Işık, Abdullah İnal, Müjde Metin, Linda Metin, Seda Niğbolu, Özkan Önal, Refik Özcan, Beren Özel, Ceren Palaz, Didem Şenol, Dinçer Şirin, Arda Tümer, Ali Tünay, Erman Ata Uncu, Emre Ünal, Onur Yazıcı Reklam ilgin@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.
N U R TA N E S İ S K . N O : 3 4 Y I L D I Z B E Ş İ K TA Ş İ stanbul T : + 9 0 2 1 2 2 5 9 0 6 6 9
XOXO The Mag
CONTENTS
INTERVIEW 24... Philippe Starck He Doesn't Give a D*mn röportaj aslı arduman
28... Sarah Hall
COVER 128…Krink
Kayıtsızlığın Hiddetli Hali
64... Havan
röportaj aslı arduman
Sarımsak Dövmekten Fazlası yazı didem şenol
36... İlber Ortaylı
MUSIC 44... Matthew Herbert His Music, His Rules
ART & DESIGN 40... Azuma Makoto Le Fleuriste du Bien
röportaj serap gecü
66... Yeah Yeah Yeahs Varsa Yoksa Evet
röportaj refik özcan
yazı beren özel
68...Cevdet Erek
80... Nick Cave
Çok Az Büyük Haz röportaj elif kamışlı
108... Moritz Waldemeyer The Illuminator röportaj sedef kırdök
148... Sanatçılar ve 'Muse'ları
Aşk, Aşk ve Daha Fazla Aşk yazı seda niğbolu
96... alt-J (∆) Müziğin Kısayolu röportaj gazali görüryılmaz
yazı seda niğbolu
Chronos
74... Banshee
röportaj ali tünay
İnandırıcılık Pek de Umrumuzda Değil
50... Robert Montgomery Umuma Açık röportaj dinçer şirin
58... Osman Oymak Hayat Ti'ye, Meslek Ciddiye Alınır röportaj ayşecan ipek
84... Alican Ökmen Lokal Yeraltı röportaj serap gecü
92... Melda Narmanlı Çimen Give Her More
144... Autre Ne Veut
röportaj esme altınok
Kronik Sıkıntı Durumları
100... Barry Bergdoll
röportaj gazali görüryılmaz
Dokunulmaz İdealden Dünyevi İlhamlara
MORE
FASHION 152... Fashion Follows Function A Nordic Tale yazı ceren palaz
116... Just Put My Clothes On photographer emre ünal fashion editor mahizer aytaş
156... Alterwear photographer mehmet erzincan fashion editor ece candan
yazı erman ata uncu
76... Beauty Books 82... Girls The Re-Rise of The Female yazı roxane ayral
106... Jerry Robinson Tanrılar Sofrasında Bir İnsan yazı sarp dakni
146... Güneş Mutlu Mavituncalılar Çanta da Bir Mücevherdir yazı ayşe küçükkoca
142... Aklıselim Bahaneler
Intellectual Curiosity
Diktatör 'Rejim'lerin
röportaj neslihan ışık
Yıkılması Kaç Gün Sürer? yazı ayşecan ipek
112... Farid Tabarki Power To The People röportaj can erker
138... Erdem Tepegöz Alt Metni Seyirciye Bırakıyorum röportaj erman ata uncu
AGING, AGING, AGING… ŞİMDİ SİZ BENDEN, 3. YILIMIZ HAKKINDA ŞAKACI, CANA YAKIN, MUTLU, UMUT DOLU, HEYECANLI VE BUNUN GİBİ ŞEYLER YAZMAMI BEKLEMEDİĞİNİZ İÇİN, BEN DE BU ŞEVKSİZLİĞİNİZİ KIRMAYARAK KONUYA BAŞLAYAYIM. AMA, ADETTENDİR; YANIMIZDA, ARKAMIZDA, ÖNÜMÜZDE VE HATTA KARŞIMIZDA OLAN HERKESE VE HER ŞEYE TEŞEKKÜR EDERİM. SİZ OLMASANIZ ………………………………………….. OUTRO BİLİRSİNİZ, BU TÜR ÖZEL OLDUĞU SÖYLENEN ZAMANLARDA LAFI UZATMAM; BU DA O TÜR ZAMANLARDAN. NEYSE, O VAKİT, BİR HATIRLATMAYLA SİZİ İÇERİYE UĞURLAYAYIM. PERFORAJ UYGULAMALI KAPAĞIMIZ SİZİN İÇİN YAPILMIŞ GÜZEL BİR ÇALIŞMA. LÜTFEN ONU YERİNDEN ÇIKARIN VE SONRA... SONRASI SİZİN YARATICILIĞINIZA KALMIŞ. P.S. I LOVE SWIMMING.
OLGA ŞERBETCİOĞLU
MAGAZINE
Yenİ Toplumsal Hareketler
The Ride Journal
İstanbul trafiğinde kendi yollarını talep eden bisikletlileri fark ediyorsunuzdur. Bir destur çekiyorsunuz muhtemelen. İstanbul gibi bazen sizi yutan 7 tepeli bir arazide bisiklet sürmenin, her gün buradaki trafiğe akıl sağlığınızın bir kısmını bağışlarken ne gibi bir manası olabileceğini düşünebilirsiniz. Bunun şehre taşınan yabancıların adeti olduğunu içinizden geçirmeniz de mümkün. O bisikletliler şehirde kendi outdoor spor faaliyetlerini sürdüren gizli bir cemaatin üyeleri olabilecekleri gibi, pekala karbon salınımına bu şekilde cevap veren birileri de olabilirler. Hatta birkaç yıldır trafikte kendi yollarını kazanmanın peşinde bir hareket bile yarattılar. Bisiklet sürmenin, trafikteki hakları yeniden gözden geçirmeye yönelik bir anlamı var bugün. Oysa burada ‘Hasbinallah’ladığımız bisiklet kültürü her Avrupa seyahatinde kendi başına bir program haline gelmiyor mu? Hepimiz illa bir bisiklet kiralayıp selesinde kendimizi tepelemiyor muyuz? Ya da bu meretin çok pahalı örneklerine bakıp "Maşallah, İngiliz atı gibi" demiyor muyuz? Toplumsal bilinçaltımız bisiklet mevzusunda bile nasıl da içindekileri ayrıştıramayacak bir çamur, görüyorsunuz. Seyahat dışında bisiklet ile siyasi ya da spor-kültürel olarak ilgilenenlerin ise bununla ilgili geliştirdiği bir ‘lifestyle’ var. ‘Lifestyle’ bugünün en hızlı gelişen sanayilerinden; farklı alanlarda
kendi yerini kazanmak, o alanı yaratmak için bir şeyler biriktiriyor. Yazılı materyal de bu alanı oluşturan parçalardan sadece biri. Bu ay bu sayfaya da işte bu yüzden bisikletliler hücum ediyor. 2008 yılında bisiklet yarışı ve bisiklet ile ilgili bildiklerimizin dışında bir şeylerden de bahsetmek için hayata geçirilen The Ride Journal'dan bahsediyoruz. Sadece bisiklet kültürü ile ilgili tarihi biriktirmeyen, aynı zamanda illüstratif olması sayesinde, yoğun bir görsel dil içinden konuşan bir yayın. Dolayısıyla bu konuyla ilgili olmayanları bile o seleye oturtabilecek kadar enteresan bir içerik bütünü. Yeni sayılarında ise "if it ain't broke then don't fix it" gibi mottoları varoluşsal sıkıntılarımıza cevap niteliğinde yapıştırıyorlar. Doğru, kırık yoksa boşver gitsin, neyin peşindesin? Daha fazla şımarmadan The Ride Journal'ın, lahana bebek tarzı katkatkat biriktirdiğimiz kış depresyonunu seyreltmek amacıyla bir araya getirdiklerinde yine kişisel hikayelere yer verildiğini görmek mümkün. Dergi aynı zamanda Laos'tan Bhutan'a kadar Yeni Zelanda ve Nevis'e de uğrayarak ufak bir devr-i aleme çıkıp alıp başını gidiyor. İsyanına sağlık. Yolda derginin sayfalarına, çocuklardan öğrendiklerimizden Tour de France'ın olimpiyat gündemine kadar hayata dair samimi anlar da takılıyor. Okumak için bisiklet kullanmayı bilme şartı aranmıyor. theridejournal.com
XOXO The Mag
BRAND
Printemps Précieux De Chanel
Bir İlkbahar Masalı yazı ayşe küçükkoca fotoğraf chanel sas'ın izniyle
Chanel Kreatif Direktörü Peter Philips, güçlü stil ifadeleri kullanmaktan hoşlanıyor: Su yeşili Jade ve çamur tınılı Particulière ile ojeyi bir arzu nesnesine dönüştürdü, Rouge Coco ile krem ruju hayatımıza yeniden soktu, böylelikle kadınsı jestlerimizi sahiplenebildik. Ayna karşısında ruj tazelemek demode bir hareket olmaktan çıktı. Bu sebeple tema 'baharın nadide güzelliği' olduğunda, Philips'ten ezik pasteller beklemek haksızlık olur. Gabrielle Chanel'in sade ve sofistike kodlarını, kontrastlarla dolu bir makyaj koleksiyonuna işleyen Philips, yüzde şık natürelleri yumuşak pembelerle kombinlese de, çarpıcı renkteki tırnaklar başka bir hikaye anlatıyor. Emprise, koleksiyonun tek kendi halindeki ojesi: Gül pembesi ile ten rengi arasında gidip geliyor. İddialı pembe Fracas ve yoğun kızıl kahve Accesoire, pek tabii ki ruj skalasıyla uyumlu. Rouge Allure'ün sınırlı sayıda üretilen gül rengi Fantasque ve solgun şeftalisi Précieuse, pırıltılı menekşe Envoûtante ve bakır kızılı Captivante'a karşı. Rouge Allure Velvet, mercan rengi La Favorite ve turanj pembe L'Eclatante ile sınırlı. Gülkurusu Merveille ve sınırlı sayıda üretilen sıcak bej Attirance, Rouge Allure Extrait de Gloss koleksiyonerlerini mutlu edecek. Stylo Yeux Waterproof'un Or Rose ve Béryl tonları, gözün içine uygulandığında bakışları aydınlatıyor, Santal ise bugüne kadar karşılaştığımız en sıcak ve etkili kahverengilerden. Yanaklar ışıltılı kayısı Frivole ile vurdumduymaz ve çapkın. Les 4 Ombres Quadra Eyeshadow,
Philips'in klasiklere kazandırdığı çarpıcı yorumun kanıtı. Koleksiyonun yıldız ürünü ise hiç kuşkusuz Poudre Signée de Chanel Illuminating Powder. Chanel logosuyla damgalanmış aydınlatıcı pudra, fırça ile tüm yüze uygulandığında cilde doğal bir ışık kazandırıyor. Bu koleksiyonla ilgili gündüz düşleri kurarken Karl Lagerfeld, Peter Philips ve Sam McKnight üçlüsüne bir dönüp bakmakta fayda var. Ne de olsa Chanel dünyası Lagerfeld'in gördüklerinden, hissettiklerinden, yaptıklarından ve hatta yürüdüğü yerlerden esinleniyor! 2013 İlkbahar/Yaz koleksiyonunun metalik kimlikli güzellik manzaraları ilhamını Lagerfeld’in yeni stüdyosunun parkelerinden alıyor. Lagerfeld anahtar kelimeyi söylüyor: Parlak. Philips uyguluyor. Kirpik çizgisinden kaşlara kadar çıkan sufle yumuşaklığında bir krem pigment, dramayı artırmak amacıyla üç kere üst üste uygulanan maskara darbeleri, nemi üzerinde bir cilt, pırıltı temasını aynı gözler gibi sahiplenen dudaklar klasik kadının çarpıcı ve sofistike güzelliğinden dem vururken Sam McKnight imzası taşıyan saçlar, doğal ve iddiasız. Ortadan ayrılmış zarif bir at kuyruğu, son anda fikir değiştiriyor ve şık bir topuza dönüşüyor. McKnight, 'DIY Bun' olarak adlandırdığı bu saçın modellerin elinden çıkmış gibi görünmesini, profesyonel bir dokunuşun hissedilmemesini özellikle istemiş. Son dokunuşu saç spreyi yerine Chanel logosunu gururla taşıyan iki koca beyaz inci gerçekleştiriyor. Hazır mısınız? Gecelerin kısalıp günlerin uzadığı Chanel baharı başlamak üzere.
XOXO The Mag
Intervıew/DESIGN
PHILIPPE STARCK
He Doesn't Give a D*mn Philippe Starck, yakın zamanda, Mama Shelter İstanbul’un açılışı vesilesiyle şehrimizi ziyaret etti. Dünyadaki diğer örnekleri gibi bütünüyle Starck imzası taşıyan bu yepyeni otelde buluştuk Philippe Starck ile. Dahiyane tasarımların ve müthiş bir hayal gücünü yansıtan iç mekanların arkasındaki bu derya gibi adamla, hayat, insanlığın hikayesi, yaratıcılık, gelecek projeler üzerine sohbete koyulduk. röportaj aslı arduman fotoğraf emir sarısaç
XOXO The Mag
büyükbabalarının nasıl bir insan olduğunu anlatmanızı isteyebilir miyim?” Mektubu okuduğumda gerçekten çok şaşırdım, ama ne yazık ki -utanç verici biliyorum- hiçbir zaman geri cevap yazmadım. Bundan tam 15 yıl önceydi; çok etkilenmiştim ve aynı zamanda da gururlanmıştım.
Klasik soruyla başlayayım: Şu anda neredeyiz ve neden buradayız? Dünya değişti; okul yıllarımızdan kalma haritalar geçerliliğini yitirdi. Dünya artık farklı kabilelerden oluşuyor; bir diğer deyişle kültürel kabilelerden. Ben de bir kabile için çalışıyorum ve benim kabilem Mama Shelter’ın değerlerini seviyor ve benimsiyor. Akıllı kabile dediğim bu kabile, İstanbul da dahil olmak üzere dünyanın her yerinde yer alıyor. Bu nedenle de Mama Shelter’ı kültürel kabilemizin bir parçası olarak İstanbul’a getirmek gayet mantıklı bir karar. Sonuçta, buranın ve İstanbul’un, aynı değerleri paylaştığını söylemek yanlış olmaz; her ikisi de farklı kültürlere ve politik değerlere, aynı zamanda da değişik bir yaratıcılık anlayışına ev sahipliği yapıyor.
Peki, konuyu değiştirelim, tasarladığınız restoran ve oteller arasında favorileriniz var mı? Bu soruya vereceğim cevap hep aynı olacak: En iyi projem, her zaman bir sonraki projem, çünkü ortaya çıkardıklarım beni asla tatmin etmiyor. Zaten bu yüzden de, çalışmaya devam ediyorum. Eğer çıkardığın işten memnunsan, “İşte budur” dersin ve çalışmayı bırakırsın. Aksi takdirde, bir dahaki sefere daha iyisini yapacağın temennisiyle çalışmaya devam edersin.
Süperstar, tasarım elçisi, modern tasarım efsanesi gibi sıfatlarla anılıyorsunuz. Bu tanımlamalar hakkında ne düşünüyorsunuz? İşlerim takdir edildiği için tabii ki gururluyum. Bu tanımlamaları yapan insanlara teşekkür etmeliyim, ama bir yandan da gerçekten hiç umurumda değil. Umursamıyorum, çünkü dergi okumuyorum, televizyon seyretmiyorum, davetlere gitmiyorum. Star olduğunu hissetmen için, karşında sana bunu yansıtacak bir ayna olması lazım; ayna görevini gören de toplum. Karımla ben, toplumdan tamamen uzakta, ıssız bir yerde yaşıyoruz, komşumuz ise bir balıkçı. Hak verirsiniz ki, bir balıkçı eşliğinde kendinizi bir star gibi görmeniz pek de mümkün değil.
Başa dönecek olursak; İstanbul’daki Mama Shelter'ı diğerlerinden ayıran bir özellik var mı? Şöyle söyleyeyim; amacımız bir kültürü yansıtmak ya da bir tür Disneyland yaratmak değil. Dolayısıyla, Mama Shelter İstanbul’un da diğerlerinden farklı bir tarafı olması gerekmiyor. Sonuçta, İstanbul’da da olsak, başta bahsettiğim gibi aynı kabileden bahsediyoruz. Bunu bir kulüp gibi de görebilirsiniz; yani aynı insanların, bir Mama’dan bir diğerine deveran etmesi gibi. Arada sırada rastlayacağınız küçük farklılıklar ise, iki yakın arkadaşın arasındaki bir espri niteliğinde olacaktır. Mesela bir kumaşın üzerine bir bıyık yapmış olabilirim; böyle küçük espriler...
Yaratıcılığınızı birçok değişik alana yansıtıyorsunuz; tasarladığınız ürün yelpazesi bir hayli geniş. Aynı zamanda da çok belirgin bir stiliniz var. Öncelikle, stil demek yanlış olur; söz konusu olan, stil değil mantık. Stil, bu kadar uzun süre sahnede kalabilmek için yeterli değil; esas gerekli olan vizyon, etik değerler, güçlü bir konsept ve mantık. Diğer taraftan da, benim için esas olan tasarım ve mimari değil; bu ikisi kendimi ifade etmek için kullandığım birer araç... Bu ifade biçimi politik de olabilir, esprili de, cinsel de. Felsefemi ortaya koyabilmek için pek çok farklı projede çalışmaya mecburum. Bu sebepten dolayı da, çalıştığım alanların çeşitliliği şaşırtıcı derecede fazla. Virgin Galactic roket, motosikletler, hidrojenli otomobil, ekolojik prefabrik evler, ayakkabılar, iç çamaşırı, organik besinler, vs.; tüm bunlar, aynı vizyonun ve aynı stratejinin eseri. Etkilenme konusuna da değinmek isterim, yalnız çalıştığım ve her şeyi kendim yaptığım için, herhangi bir dış etkenin tesirinde olmadan yapıyorum işimi. Biraz da otistik bir tarafım var; kimseyi dinlemem ve kimseyle konuşmam, zira insanlar benimle konuştuklarında da onları anlamam, dolayısıyla dinlemekle de vakit kaybetmem. İlham kaynağım ise, ruhsal bozukluğum, hayatım ve bir de bilim ve matematik. Bilimden kastettiğimse, insanlığın ve sekiz milyar yılın hikayesi, mutasyonumuz ve evrimimiz. Bütün bunlar ve beraberinde matematiğin ve fiziğin şiirselliği beni beslemeye yetiyor; anlamaya çalışmamız gereken en güzel şiiri oluşturuyor. Bu nedenle de, herhangi bir tanrıya ya da ustalara ihtiyacım yok.
Bu durumda, otelin en çok hoşunuza giden tarafı nedir? Otele gelen insanlar. Otelin müşterileri -yani Mama Shelter kabilesi- hayatta tanıdığım en müthiş insanlar; akıllı, yaratıcı ve açık görüşlüler ve yaşları kaç olursa olsun daima genç ruhlular. İşte geleceği inşa edenler de bu insanlar. Bu da benim için yeterli. Dediğim gibi tasarımla ya da duvarların rengiyle ilgilenmiyorum. Sonuçta önemli olan buraya gelecek olan insanlar. İç mekanlarınız yetişkinler için harikalar diyarı gibi; acayip bir hayal gücü, detay ve espri anlayışı var... Merak ediyorum, nasıl bir çocukluğunuz oldu? Hüzünlü, yalnız ve son derece sıkıcı bir çocukluğum oldu. Öyle ki, bütün çocukluğum boyunca ve hayatımın geri kalanında da, anlayamadığım bu toplumdan kaçmaya çalıştım. Aynı zamanda, kendimden de kaçmaya çalıştım. Sürekli olarak yaratmamın nedeni de bu; anlam verebildiğim bir şeyler ortaya çıkarmak ve aynı zamanda buna espri katmak. Sanırım bu, mutsuz geçen bir çocukluğun getirisi... Bana kalırsa, mutlu bir çocukluk geçirmiş insanlar, bir şekilde geçmişte yaşamaya devam ediyor. Bense, gelecekte yaşamak zorundayım, çünkü geçmişten nefret ediyorum. O halde, tasarımcı olmak istediğinizi hangi noktada fark ettiniz? Fark etmedim, çünkü hiçbir zaman tasarımcı olmak istemedim. Babam ünlü bir havacılık mühendisiydi; Starck uçakları iki savaş arasındaki dönemde çok meşhurdu. Bu nedenle, bir şeyler tasarlamak ve icat etmek bana her zaman doğal bir şeymiş gibi geldi. Dolayısıyla da tasarımcı olmayı seçmedim, tasarım beni seçti ve ben de çok feminen bir tip olduğum için kabul ettim.
Bu durumda, kimseden etkilenmediniz diye anlıyorum... Evet, doğam gereği kimseden etkilenmem mümkün değil. İşlerimin çıkış noktası, kaynağım, daima bir şeylerin başlangıcı, temeli. Bilime değinmişken, sevdiğiniz bilim insanları ya da bilim kurgu yazarları kimler? Eratosten tam bir dahi. Ve tabii ki Einstein. Bilim kurguya gelirsek, Philip K. Dick’i seviyorum ve hatta şirketimin ismi de Philip K. Dick’in 1969 tarihli romanından geliyor: Ubik. Konu açılmışken, küçük bir hikaye anlatayım: Bir gün Philip K. Dick’in kızından bir mektup aldım. Kendisiyle önceden bir tanışıklığımız yoktu. Mektupta şöyle yazıyordu: “Bay Starck, şu ana dek babamı gerçekten anlayan tek kişi olduğunuzu düşünüyorum. Sizden, buraya gelip, çocuklarıma
2007’de TED Talks’taki konuşmanızda, “50-60 sene içinde bu medeniyeti tamamen sona erdirebiliriz ve çocuklarımıza yeni bir hikaye, yeni bir şiir ve yeni bir romantizm yaratma şansı sunabiliriz.” dediniz. Peki sizin gelecek nesillere bırakacağınız miras nedir dersiniz? Hiçbir fikrim yok! Bunu kim bilebilir ki? Umuyorum ki, her şeye sıfırdan başlayan, tamamen tek başına, dürüstlükle, yaratıcılıkla, titizlikle ve vizyonla iyi bir şeyler yapmaya çalışan bir insan olarak 25
mama shelter'ın izniyle
iyi bir örnek teşkil ederim. İnsanın sadece yaratıcılıkla hayatını kazanabileceğinin, kendini ve çocuklarını besleyebileceğinin iyi bir kanıtıyım. Yaratmaktan başka bir şey de bilmiyorum. Bu sebeple, mirasım da yaratıcılıkla her şeyin üstesinden gelinebileceğini göstermek olmalı. Bir süre evvel, tasarımı bırakıp, kendinizi ifade etmek için başka alanlara yöneleceğinizden bahsetmiştiniz. Halen var mı böyle bir düşünceniz? Yıllardır bu konu üzerine çalışıyoruz; uzun ve zorlu bir yol... Atınızı, aracınızı ya da silahınızı değiştirmek kolay değil, ama sanırım bir-iki yıl içerisinde bunu başaracağız. Şu anda, insanlığın gelmiş geçmiş en büyük ‘think tank’ini kurmaya çalışıyoruz; 200 milyon insanı, yüzleşmek zorunda olduğumuz zorluklar karşısında düşünmeleri, soru sormaları ve yanıtlar/çözümler bulmaları için bir araya getirmenin yollarını arıyoruz. Bir de salt yaratıcılık üzerine temel araştırma laboratuarımı kurmaktayım. Gelecek için projelerimiz şimdilik bunlar, ancak tabii hayatta sürprizler de kaçınılmaz... Demokratik tasarım ve demokratik ekoloji daha henüz gündemde bile değilken, bu konulara büyük önem verdiğinizi biliyoruz. Bu iki kavramı tanımlar mısınız? Demokratik ekoloji, demokratik tasarımla tamamen aynı anlama geliyor; bugün herkes biliyor ki enerji tasarrufu yapmalıyız, ancak kimsenin mali olarak buna gücü yetmiyor. Biz de bu konu üzerinde çalıştık, örneğin yel değirmenleri geliştirdik. Amacımız ise, enerji elde ederken, verimi ve kaliteyi yükseltmek, fiyatı düşürmek ve bundan herkesin faydalanmasını sağlamaktı. Peki ya Mama Shelter İstanbul bu esaslara uyuyor mu? Teknik açıdan düşündüğümüzde bunu ev projelerinde uygulamak
çok daha kolay. Mama Shelter İstanbul ise konsept olarak demokratik diyebilirim. Bu kalitede bir hizmeti böyle düşük fiyatlarda sunmak demokratik ve ekolojik. Aklıma takıldı, peki düşüncelerinizi nasıl arındırıp hep taze kalmalarını sağlıyorsunuz? Çok basit! Tasarım hakkında düşünmeyerek ya da konuşmayarak ve hiçbir dergi kapağı açmayarak. Bu esnada, iş hakkında da düşünmemek gerekiyor. Enerjimin %98’ini eşimi sevmeye adıyorum, %2’sini ise tek başıma, boş bir sayfanın karşısında, aklıma yeni bir fikir gelene dek endişe içerisinde geçiriyorum. Peki yeni fikirler için mesela “otomatik yazı” tekniği uyguluyor musunuz? Hayır, yazı yazmanın hiçbir türüne vaktim olmuyor. Aslında iyi yazarım, ama dediğim gibi, ayıracak vaktim yok. Ancak yakın zamanda çok güzel bir kitap yayımladık: ‘Impression d’Ailleurs.’ Gerçi onu da ben yazmadım; fikirlerimi konuşarak anlattım. Kitap henüz Türkçeye çevrilmedi, umarım bir gün çevrilir. Son olarak, tekrar TED Talks’a dönmek istiyorum. Yine aynı konuşmanız esnasında şöyle demiştiniz: “Biz mutantız ve eğer bunu tamamıyla anlayıp benimsemezsek, esas hikayeyi kaçırmış oluruz.” Bu durumda ‘esas hikaye’ nedir? Gayet basit. Dört milyar sene önce amiptik, sonra balık, kurbağa ve maymuna, son olarak da bugünkü halimiz olan süper maymuna dönüştük. Dört milyar sene sonra güneş patlayacak ve beraberinde biz de patlayacağız. Yani, bu sekiz milyar yıllık zaman bizim mutasyon hikayemiz. Bunun dört milyar yılını geride bıraktık, geriye kalan ve gidişatı çok da apaçık olmayan dört milyar seneyi tamamlamak için de akıllı olmakta fayda var.
XOXO The Mag
Intervıew/LITERATURE
SARAH HALL
Kayıtsızlığın Hiddetli Hali Sarah Hall, ilhamını doğup büyüdüğü Cumbria’nın büyüleyici ve bir o kadar da sert tabiatından ve insan ilişkilerinden alıyor; bu esinlenmenin en güzel ve en yalın hali de karşımıza The Beautiful Indifference’ta kısa hikayeler olarak çıkıyor. Ancak bahsettiğim ‘güzellik’, yazarın dili kullanışıyla ve olayları kurgulayışıyla sınırlı; hikayeleri esas çekici kılan ise, rahatsız edici ve fazlasıyla merak uyandırıcı olmaları. röportaj aslı arduman fotoğraf richard thwaites
XOXO The Mag
sürekli olarak yazılarım için bir şeyleri incelerken buluyorum kendimi –bir nevi örtük öğrenme durumu da söz konusu.
Alışılageldik bir soruyla başlayacağım: Yazar olmak istediğini nasıl anladın? Yazar olmayı hiçbir zaman özellikle istemedim sanırım; zaten sürekli olarak yazıyordum. Tıpkı müzikle ilgilenen birinin bir enstrümanı daha iyi çalabilmek için sürekli pratik yapması gibi ben de sürekli olarak yazı konusunda pratik yaptım. Yazarak kendimi daha iyi ifade ettiğimin her zaman farkındaydım; kelimelerin taşıdığı gücü ve potansiyeli genç yaşlarda fark ettim ve bu ilgim hiçbir zaman azalmadı. Öte yandan, yazarlıkta kariyer yapabileceğimi hiçbir zaman düşünmemiştim, sanırım işin en başından bunu düşünmek için biraz deli olmak lazım. Bunun dışında, profesyonel bir yazarla da herhangi bir tanışıklığım yoktu. Fakat ilk başarımı elde ettiğimde ve ilk kitabımı sattığımda yazarlık konusunu ciddiye almaya karar verdim. Bundan sonrası da zaten kolaydı; yazmayı ve yazarken geçen saatleri, kısacası yazarlıkla ilgili her şeyi seviyordum.
Seyahat etmenin sana ilham verdiğini biliyorum. Peki yazar blokajına engel olmak için başka neler yapıyorsun? Yazar blokajı tam bir saçmalık. Yazmak sadece kalemi sayfaya dokundurmak değil; yazılı olana ilgini canlı tutmak ve onla olan ilişkinle alakalı. Düşünmek, okumak, hayal kurmak; tüm bunlar yazmanın birer parçası. Hikaye yazmak için etrafta irili ufaklı o kadar çok fikir var ki! Ben de kendimi kısıtlamamaya çalışıyorum. Bence blokaj, yazar kendine karşı katı olduğunda ortaya çıkıyor. Oysa ki, bir yazar bir paragraf yazabilir ve ertesi gün bu yazdığını yırtıp atabilir; bence bunda sorun yok, koşuya çıkmadan önce ısınmak gibi...
Dört roman yazdıktan sonra, kısa hikaye yazma fikri nereden çıktı? Bana kalırsa çoğu yazar farklı farklı türlerde yazıyor zaten. Benim de öyle aniden verdiğim bir karar değildi. Kısa hikayelerin, hikayeyi anlatma şekli farklı; samimiyet duygusunu, rahatsızlığı ve dramayı çok daha hızlı bir şekilde aktarabiliyorsun. Ben de böyle bir etki yaratmak istediğimden bu türe başvurdum.
The Beautiful Indifference’ta manzaralar fazlasıyla canlı. Hikayelerini seyahat esnasında mı yazıyorsun? Yani mesela, Afrika ve Finlandiya’da geçen hikayelerini o ülkelerde bulunduğun sırada mı yazdın? Hayır, hikayelerimi genelde seyahat sonrası yazıyorum. Bir yerin hangi özellikleri üzerinde durmam gerektiğini ancak oradan uzaklaştıktan sonra görebiliyorum, zira önem taşıyan detaylar, bir yerden ayrıldıktan sonra belleğimde yer edenler oluyor. Öyle ki hikayeler de bu detaylardan doğuyor.
Peki, çoğunlukla roman yazdığına göre, bu türde yazmak sana daha kolay geliyor diyebilir miyiz? Roman, yazması en zor olan tür bence, zira çok geniş ve davetkar. Biliyorum, kulağa güzel geliyor fakat kontrol altında tutmanız gereken o kadar çok materyal var ki, ve esasında, kontrol hiçbir zaman tamamıyla sizde olamıyor. Bu nedenle de romanlar hep biraz kusurlu aslında. Söz konusu olan upuzun bir proje ve fazlasıyla dayanma gücü gerektiriyor; yani her seferinde, kronik bir delirme durumuyla karşı karşıyasın. Her ne kadar kısa hikaye türünde ustalaşmak daha zor olsa da, en azından hangi noktada yanlış yaptığını anlıyorsun. Şiir ise -eğer çok istisnai bir insan değilsenizen zoru.
Hikayelerinin çoğunda hayvan figürlerine rastlıyoruz; kimi zaman bir at, kimi zaman bir tilki ya da bir köpek... Hayvanlar ve doğa senin için nasıl bir önem taşıyor? Tam olarak bilemiyorum. Hayvanların sanırım totemik bir tarafı var; insanlarla ilişkileri, kendimizi nasıl tanımladığımız -ya da tanımlamadığımız- ile ilgili. Yazılarımı çok fazla analiz etmemeye çalışıyorum. Düşünmekten ve yazmaktan zevk aldığım şeyleri biliyorum, neyin anlamlı olduğunu hissediyorum ve yazıma kattıklarım da bunlar. Bazen kafamda bir şey çok netken, bazen de sezgisel olabiliyor. Okuyucunun da bu şekilde hissetmesi gayet doğal. Doğa ise sanırım bana evimi çağrıştırıyor. Belki çocukken doğaya çok fazla maruz kaldım, tıpkı Romulus ve Remus gibi!
Cumbria’da doğup büyümüş olman özellikle ‘Butcher’s Perfume’ ve ‘The Nightlong River’da çok belirgin. Hikayelerinin geneline baktığımızda da, karanlık, gizemli ve biraz da şiddet içeren bir hava hakim. Cumbria’da doğup büyümüş olmak, eminim ki hem kişiliğimi hem de yazılarımı büyük ölçüde etkiliyor; yoğun, şiirsel ve belki biraz da sert olan yazı stilimi de muhtemelen buna borçluyum. Kaldı ki bu durum her yazar için geçerlidir; doğup büyüdüğümüz yerden hepimiz etkileniriz. Psiko-coğrafya mı demeliyim? Ben ayrıca, Kuzey’in ruhuyla, her türlü özelliğiyle ve tabiatıyla da ilgileniyorum, dolayısıyla da bu konuları derinlemesine araştırıyorum, böylece Kuzey’in yansımaları yazılarımda daha da ön plana çıkıyor. Ve tabii ki, yazar, okuyucuyu ikna edebilmek için yarattığı dünyayı doğru bir şekilde yansıtmalı, bu dünya Ay’da bile olsa.
Bazı hikayelerin ise fazlasıyla kişisel oldukları izlenimini veriyor, oysa ki her birinin kurgusal olduğunu söylüyorsun. Bu durumda -yazarların olması gerektiği gibi- inanılmaz bir gözlemci olmalısın. İnsan psikolojisiyle hep bu kadar ilgili miydin? Hepimiz ilgili değil miyiz? Neticede hepimiz sürekli olarak insanların neleri neden yaptıklarını konuşuruz. Meraklı yaratıklarız. Kendimizi daha iyi tanımak ve anlamak istiyoruz. Aynı zamanda, birbirimizi her an şaşırtabilme kapasitemizi de elden bırakmıyoruz. Peki sence, “hepimiz savunma mekanizması olarak biraz olsun kayıtsızlığın -la belle indifférence- arkasına sığınıyoruz” diyebilir miyiz? Kesinlikle. Belki de hep böyleydik. Ya da belki bu modern bir fenomen.
"Araştırıyorum" demişken, romanların için hem tarihi hem de coğrafi anlamda epeyce bir araştırma yapıyor olmalısın. The Beautiful Indifference’ı yazarken de aynı şekilde yoğun bir çalışma yapman gerekti mi? O derece yoğun değildi sanırım. Ama tabii, ne yazarsam yazayım, her zaman bir şeyleri araştırmam gerekiyor; bu, bir hikayenin arka planını oluşturan politik bir konu üzerine de olabilir ya da metne doğru yansıtabilmek için Güney Afrika’da bir köprünün fotoğraflarını da inceliyor olabilirim, ki bu hafta yaptığım da buydu! Araştırma sadece bir kitabı açıp bir savaş hakkında okumak anlamına gelmiyor. Her an, her yerden bilgi topluyorum,
Finlandiya’da bir gölün orada geçen hikayenin oldukça ‘tüyler ürpertici’ bir atmosferi var, hem kelimenin gerçek anlamıyla hem de mecazi anlamda. Burada anlatmaya çalıştığın, bir insanla tatile çıkmadan onu gerçekten tanıyamayacağın mı? Bir anlamda, evet. Birisiyle seyahat etmek o kişiyi tanımanın en iyi yollarından biri. Ama o hikayedeki göl aslında bir taraftan da aşkı sembolize ediyor, hikayedeki kadının bilinçaltında, bunu seks, panik, çaresizlik ve hayatta kalma mücadelesi ile eş tuttuğunu görebilirsin. 29
İlişkilerde seksin rolü tabii ki büyük ve sen de cinselliği hikayelerine mükemmel bir şekilde harmanlamışsın. Doğru miktarı tutturmak senin için zor oldu mu? Teşekkür ederim. Yazarken, hikayenin ne hızda ilerleyeceğini ve odağın nerede olacağını hissediyorsun; bir hikayeyi oluşturan tüm diğer bileşenler ve eylemler gibi, seksin miktarı da bana doğru geldi. Seks sahneleri beceri gerektiriyor, dolayısıyla biraz zorlayıcı olabiliyor; ben de zorluklardan hoşlanıyorum sanırım. Yazma tekniğine gelince; bir hikayeyi tüm detaylarıyla önceden planlar mısın yoksa genellikle yazarken mi gelişiyor hikayeler? Pek planladığımı söyleyemem. Kafamda genel bir fikir oluşur, yazarken de spontan ve doğal bir şekilde gelişir hikaye. Peki yazı yazma saatlerin nasıl? Nerede ve ne zaman yazıyorsun? Seni çevreleyen atmosferi tarif edebilir misin? Hiç müzik duyuyor muyuz ortamda? Sabahları ve öğleden sonraları daha iyi yazıyorum. Üzerinde canlı renkler olan bir örtünün serili olduğu masamda yazıyorum. Dışarının havası oldukça değişken, dolayısıyla ışık da sürekli değişiyor. Kendim müzik çalmıyorum ama çeşitli seslerin beni ziyaret etmesine de aldırış etmiyorum. Yaratıcı yazarlık okudun ve bu konuda ders verdin. Bu programlar konusunda ne düşünüyorsun? Yazar adaylarına tavsiye eder misin? Programdan programa değişiyor. Benim tavsiyem, hala çok iyi işler üretmekte olan, gerçekten çok iyi bir yazarın ders verdiği bir programı seçmek (gerçi bu, iyi bir yazarın daima iyi bir öğretmen olacağı anlamına gelmiyor). Bazı programların çok iyi bir itibarı oluyor, ama bu iyi itibar geçerliliğini yitirmiş de olabiliyor. Ama şu da var ki, yaratıcı yazarlıktan öğreneceğinizin çok daha fazlasını
okuyarak ve ‘high-end editing’den öğreniyorsunuz. Pek çok ödül aldın, hatta Man Booker Prize adaylıkların da oldu. Edebiyat ödülleri hakkında ne düşünüyorsun? Sence gerekliler mi? Yazma sanatı bağlamında gerekli olduklarını düşünmüyorum. Sonuçta ödüller, endüstride var olan değerlendirme ve pazarlama mekanizmasının bir parçası. Genel olarak, iyi olanın ödüllendirildiği bir sisteme inanıyorum. Fakat, kitapları değerlendirmek neticede subjektif bir şey; yine de kaliteyi ölçmenin yolları olduğuna inanıyorum. Kısa hikayeler genelde bir belirsizlik hissi yarattıkları için düşündürücüler. Senin hikayelerin de bu tanıma uyuyor. Peki bunun dışında hikayelerini cazip kılan nedir sence? Gerçekten çok beğendiğin ve keşke bunu ben yazmış olsaydım dediğin hikayeler oluyor mu? Evet, kısa hikaye okuma deneyimi bu şekilde özetlenebilir. Bunun haricinde bir de, rahatsızlık hissi vermeyi ve bir kurgu eserinin yarattığı etkinin o kurgu çerçevesinin dışına çıkmasını seviyorum. Hayranlık duyduğum çok fazla hikaye var, fakat bir hikayeyi kendim yazmış olmayı istemektense, böyle hikayeler bende her zaman daha iyi yazma isteği uyandırıyor. Beğendiğin bir yazar? Şu sıralar James Salter. Son olarak, şu an ne üzerine çalıştığını öğrenebilir miyiz? Gri kurtların -hayali olarak- İngiltere’ye tekrar kazandırılmasını konu alan bir roman yazıyorum ve bir de yarısını tamamlamış olduğum bir kısa hikaye koleksiyonu daha var. Ayrıca bir de kısa hikaye ile roman arası, neredeyse büyülü bir şey yazma düşüncesindeyim.
XOXO The Mag
Intervıew/PEOPLE
İLBER ORTAYLI
Chronos
İlber Ortaylı ile Galatasaray Üniversitesi’nde buluştuk. Kuşkusuz; okulda keyifsiz, buruk bir hava var. Arada yükselen öğrenci seslerini duyuyorsunuz, ama o sesler de yağmur ile beraber kayboluyor. Biz yine de bu röportajın ruhunun, yanan bir tarih, bir kütüphane olmasını istemedik. Kendisine bu konuyla ilgili bir soru da sormadık. Beklentimiz sadece akademik birikimle değil, yılların içinden gelen bilgelikle Türkiye’nin dününü ve bugününü bizim için değerlendirmesiydi. Böylece röportajın ruhu İlber Hoca’nın kendisi oldu. röportaj ali tünay fotoğraflar abdullah inal
XOXO The Mag
çıktı meydana. Bugün bile çok önemli mevkilerde, kültürel kurumların başında olan ve Büyük Petro’nun reformlarını tenkit eden insanlar tanıyorum. Bunlar, çok da garip, zamanında partinin üyeliğinden de geçmiş isimler.
“Osmanlı İmparatorluğu Batılılığa teorik planda hazırlanmamıştır.” diyorsunuz. Bu ifadeyi kullanmanızın sebebi nedir? Batı demek, musiki, edebiyat, felsefe, bilim demektir. Ama bunlar Batı medeniyetinin üstünlüğü anlamına gelmiyor. Bunlar Doğu’da da var, dert o değil. Bu hazırlanamamışlık hali aslında doğrudan doğruya 2.Viyana’dan sonra Türklerin askeri teknik gerilemesinden ileri geliyor. O dönemde, hayatta kalabilmek için derhal, hiç vakit kaybetmeden askeri mühendisliğe, tıbbiyeye, baytarlığa ve eczacılığa yöneliyorlar. Bu da tabii Fransızca okumayı, Fransızca çeviri yapmayı gerektiriyor ve iş çözülüyor. Herhalde Türkün en son baktığı Batı medeniyeti kompartımanı edebiyat ve felsefedir. Musiki ile de hala cebelleşiyoruz zaten. Türkler hala musiki bilgisi ve zevki oturmamış bir toplum. Bu arada bir Tanzimat dönemi var, müzisyen padişahlarımız var. Sonra Kemalist dönem var, konservatuarlarımız var, ama hala musiki bilgisi oturmuş değil.
Modernleşmeden devam edecek olursak, biraz klişe gelebilir ama Türkiye’deki modernleşme neden Dostoyevski, Tolstoy, Çehov gibi isimler üretemedi? Onu bilemezsin, o başka. Edebiyat çok önemli bir şey. Yazarının nasıl yazdığına, çevreye nasıl baktığına dair sorular ahret sorularıdır. Bir sürü cevabı vardır, sıralarsın, hepsi doğru çıkar. Gitsen şimdi yirmi tane adama sorsan, o yirmi adamın içinde kayda değer, değmez laflar edenler olur. Bir sürü şey sayarlar sana, dilbilgisinden yazım bilgisine, gramer bilgisinden tasvir bilgisine sayar da sayarlar… Tolstoy demişken, Rusya’da Grigory Petrov diye bir papaz vardı. Atıldı sonra kiliseden. Kiliseye karşı yazdığı kitabı, Beyaz Zambaklar Ülkesi bir ara Türkiye’de en çok okunan kitaptı. Çünkü Atatürk beğenmişti ve tavsiye etmişti. Tolstoy’un çizgisinde bir adamdı -bu arada komünist değildi. Mesela o adamın konferanslarını millet saatlerce ayakta bekleyip dinlermiş. Ben böyle bir şeyi Türkiye’de görmedim değil, ama çok az gördüm. Bu bir müessese; bu adamlar nutuk dinlerler, konuşma dinlerler, ciddi konferansları konuşurlar ve o kitapları okurlar. Mesela, Petrov’un taraftarları kitaplarını köylere taşırlarmış. Düşünsene, uykuda, dünyadan habersiz, şuursuz Rus köyünde, bir yandan sosyal kritik kitapları koli, koli okunuyor.
Peki, ordu üzerinden modernleşme dışında başka bir yapı bizim için mümkün müydü? Hayır, Türklerin modernleşmesini ordu ve askeri ihtiyaçlar götürür; bu çok açıktır. Türklerin medeniyeti askeridir. Bazı insanlar “biz askeriz, biz cahiliz, kabayız” diye konuşuyorlar, ama bunlar kötü... Türkiye’de bir takım etnik gruplar var, olacak tabii. O etnik grupların iç dünyalarında Türkleşmelerini beklemem. Bırakalım da, bazı gruplar kendi etnik kimliklerini kendileri inşa etsin. Sağlıklı bir insan, bir Macar ya da Polonya milliyetçisi Avusturya medeniyetini tırmalamak ve pislik atmak ile işe başlamaz; her şeyden önce kendi değerlerine sahip çıkarak başlar. Hatta Rusya Çarlığı’ndaki Türk milliyetçileri, Rusların üzerine pislik atarak işe girişmediler. Komiktir, çaresizliktir o iş. Kendini inşa etmekle başladı onlar da işe; tenkit ettikleri zaman, benim okulum, benim gazetem, benim dilim ile söze başladılar. Ama şimdi her gün, Türk tarihinin, Türk medeniyetinin bir safhası, Türk kimliğini oluşturan bir bölüm, bazı insanlar tarafından cahilce, bilgisizce ve amaçlı olarak zedelenmeye çalışılıyor. Tabii maalesef, ana unsur bu konuda çok savunmasız ve bilgisiz. Şimdi ben her gün harem üzerindeki, padişahlar üzerindeki saçmalıkları dinlemek zorunda değilim.
Yine sizden bir alıntı; “Dil de hayat gibi değişiyor.” Bu çerçevede Türk dil devrimini nasıl okuyorsunuz? Değişir, dil çok çabuk değişir. Günümüzde de çok değişiyor; şehir isimlerini bile kısaltıyorlar. Soruna gelince, dil devriminin bizde bir sakatlığı var. Aslında devrim yabancı gramer kurallarıyla kullanılan bürokratik bir lisanı hafifletmek için yapıldı. “Konuştuğunuz gibi yazın” sloganıyla ortaya çıktı. Bu sadece bize has bir durum değil. Her yerde, bütün dünyada; Rusya’da, Sırbistan’da, Almanya’da bir sadeleşme hareketi vardı. Bugün İran’da bile var. Ama ipin ucunu kaçıramazsın. Bunlar İngiltere’de bile yapıldı ve durduruldu. Oralarda sadeleştirme dediğimiz olay dilin zenginleşmesine yaradı zamanla. Büyük ölçüde eski lügati tuttular, yeni sözcükleri de bir yere oturttular. Böylece, zenginleşme ortaya çıktı. Burada ise öyle olmadı, bir süre sonra işin tadı kaçtı. Dil bilmeyen, filolog vasfı olmayan insanlar yaptılar bu işi de. İlk başta, kökleri arama, lügat çıkarma, lehçe derlemesi gibi faaliyetlerin hepsi azaldı. İş, oturup masada kelime uydurmaya dönüştü. Doğru değil. Hiçbir dilin sade kalma şansı yoktur dünyada. Çok tuhaf; tanıdığım en akıllı adamlardan biri bu konuda bana Kore’yi misal gösterdi. Eğer Kore ise bu dil sadeleştirme olayına örnek, bu iş olmaz. Atatürk ömrünün bir kısmında eski dile yavaş yavaş, ölçü içinde dönmüş ama bu yapılamadı. Dil konusunda müthiş bir bilgisizlik var bizde. Filolog bir millet değiliz, ve sorun ne yazık ki hala devam ediyor.
Bir yandan da, en beklenmedik kişiler bile size harem hakkında sorular soruyor. Evet, onların da bir müşterisi var çünkü; bu kadar basit. Yazılan şeyleri okumuyorlar bir kere, son derece cahiller. İngilizin, Amerikalının yazdığını okumadığı gibi Türklerin yazdıklarını da okumuyor. Mesela, sanırsın ki Leslie Peirce’in Harem-i Hümayun kitabı Muhteşem Yüzyıl’dan sonra yüz baskı yapacak ama kitaptan kimsenin haberi bile yok. Harem tartışmaları gibi kurtulamadığımız bir başka konu da kötü Batılılaşma eleştirileri. Bu mevzuda yalnız olmadığımızı sanıyorum, mutlaka başka ülkelerde de vardır. Her yerde vardır. Rusya’da da vardı hep. “Yanlış yaptık, geri dönelim.” Şaşılacak bir şey, komünizm yıkıldı ama sonra gene
Biraz da günümüz siyasetinden konuşalım istiyorum. Avrupa Birliği’ne girmenin Türkiye için kazanç 37
olmadığına inanıyorsunuz. Neden böyle düşünüyorsunuz? Hayır değildir. Avrupa Birliği çok büyük, çok renkli bir yer. Ama Almanya ile Yunanistan’ın, Bulgaristan ile İsveç’in aynen bulunduğu bir yere girmem. Norveç zaten girmedi. Dünyanın üretimini götüren, ihracat-ithalat kotalarının başında olan bir ülke ile hiçbir şey üretmeyen, üretemeyen bir ülkenin birlikte bulunduğu birliğe girmek fevkalade mahsurludur! Şimdi başvekilimiz bunu fark etmiş durumda. “Biz avroyu kullanmayacağız” diyor. Çok iyi, felaketi gördükten sonra bunu fark etti. Çekler de kullanmıyor mesela… Çekler girerken “kullanmayız” dedi. Ben hayret ettim, ne kadar uyanıklarmış diye. Herkes -Doğu Avrupa’da özellikle- şu avro girse de rahat etsek diye konuşurken üstelik. Niye? Çünkü Çekya eski bir sanayi ülkesi, eski bir finans ülkesi, uyanıklıkları devam ediyor. Komünizm adamların o tarafını öldürememiş; işletme kafalarını, değer üretme kapasitelerini yok edememiş. Danimarka, İsveç ve İngiltere zaten o tarafa hiç adım bile atmadılar. Türkiye’ye geri dönersek? Bütün olay, istediğin ülke ile ikili anlaşmalara girmek aslında. Yunanistan’la AB şemsiyesi altında birleşmek zorunda değiliz. Ama AB şemsiyesinin getireceğine yakın şeyleri titiz ve ayrıntılı olarak karşılıklı yapabiliriz. Bazen bu AB’nin daha ilerisinde, bazen de daha gerisinde olabilir. Ne de olsa komşumuz. Hayat birlikte gidiyor. Bazı şeyleri ikili halletmiş oluruz. Baksana, evlenenlerin sayısı artıyor. Şimdilik Ayvalık’ta otururken, Midilli’ye bakarken bir takım sınırlamaları anlamakta güçlük çekiyorum. Bunu Midilli halkı da anlamıyor. Mesela başka bir örnek, Portekiz ile Türkiye. Neden ikili anlaşmıyorlar? Mecbur muyuz Avrupa Birliği’nde bir araya gelmeye? Niçin İzlanda ve
Çekya gibi bir ülke ile sahip olacağım temaslara, Bulgaristan veya Romanya ile sahip olayım? Niye? Manası yok. Bunlar üretemeyen iki ülke; üretimle başları hoş değil, tüketimle de değil zaten. Nüfusları oldukça yaşlıdır. Kısaca, Türkler bu konuda maalesef hissi, ideolojik ve kültürel özenti içinde davranıyorlar. Sosyolojide ayıp bir tabir vardı, birkaç on sene evvel; “Kadınsı değerlendirme”. Cinsiyetçi bir ifade… Şimdi öyle geliyor kulağa ama o zaman, hissi, dominant olmayan ve üretime katılmayan anlamında kullanılıyordu. “Ekmeğin nasıl kazanıldığını bilmiyor, evde oturuyor” bakışıyla söylenirdi. Şimdi bunu söyleyemiyoruz. İmkansız; sadece terbiye bakımından değil, sosyal gelişim düzeyi bakımından da söyleyemeyiz. Ama dediğim gibi Türklerin AB konusunu değerlendirme biçimi, hayatın içinde olan, üretimin zorluğunu ve tadını bilen bir topluma has bir davranış veya değerlendirme değildir. Son sorum, dünü ve bugünü çok iyi bilen ve anlayan bir insan olarak, akşam eve vardığınızda, kendi kendinize düşünür müsünüz? Geleceğe dönük okumalar yapar mısınız? Yoksa basitçe kafanızı yastığa koyup uyur musunuz? Düşünürüm tabii! Her zaman düşünmek lazım! Türkler yalnız kalmayı bilmeyen ve sevmeyen bir millettir. Bu da hoş değildir. Üretime, özellikle de kafa üretimine manidir. Batılı insan yalnız kalmayı bilir, okuma alışkanlığı da oradan ileri gelir. Musiki de, okuma da yalnız kalan insana has şeylerdir. Saatlerce yalnız kalır musiki dinlersin, saatlerce yalnız kalır spor yaparsın, saatlerce yalnız kalır okursun. Türk toplumu yalnız kalmayı bilmez veya yeni alışıyor diyelim. Onun için bu toplumda sağlıklı düşünme de olmaz. Çok önemlidir bu.
XOXO The Mag
Intervıew/DESIGN
AZUMA MAKOTO
Le Fleuriste du Bien ''Her gün çiçekler ve bitkilerle karşılaştığımda ilhamımı onlardan alıyorum'' diyor Azuma Makoto. Eh, haliyle bu tip bir söylem size çok sıkıcı gelebilir ama unutmayın ki o bir florist ve bunu tüm dinginliğiyle söylüyor. Şimdi başa dönüp dediğini bir daha okuyun. Tamam, anladınız... Neyse, kahramanımız 2002'den bu yana Jardin des Fleurs’ün başında, ve o zamandan bugüne, durmaksızın, birçok projeye ve sergiye imzasını atıyor. Hayatına çiçekler tarafından katılan güzellik ortada, ama Makoto'ya göre asıl önemli olan (bu sefer devam eden cümleyi okurken hazırlıklısınızdır diye düşünüyorum), "insanların hayatına bir an bile olsa bir çiçeği veya bir bitkiyi dahil edebilmek." röportaj refik özcan fotoğraf azuma makoto'nun izniyle
XOXO The Mag
Parudalium Suguru.
Water and Bonsai.
Sonuçta işlerimde çiçeklerin bana sunduğu ve sunabileceği imkanlara inanıyorum ve bana karşı bu cömertliklerini de içten bir şekilde, insanların ne düşüneceğini dikkate almadan ele alıyorum. Bu nedenle, işlerime gösterilen ilginin doğal olarak geliştiğini ve devam da edeceğini düşünüyorum.
Direkt konuya girelim, aynı zamanda çiçek tasarım stüdyosu olarak da kullandığın bir çiçek dükkanına sahip olmak nasıl bir his? Saklamayacağım, beni en çok mutlu eden; müşterilerin yüzünde görmeye alıştığım hayretle karışık keyifli ifade... Bilmeyenler için netleştireyim; biz, JARDIN des FLEURS'de yalnızca sipariş üzerine çalışıyoruz. İşimiz, konuklarımızın isteklerini dinlediğimiz bir toplantının ardından, kullanılacak çiçeklerin özenle seçilerek satın alınmasıyla başlıyor. Genel itibarıyla, çiçek vermek -aslında- göründüğünden daha karmaşık bir iştir; düşünsenize, tüm o doğum günleri, düğünler, veda partileri, taziyeler... Bunlar gibi onlarca farklı sosyal ortamda, çiçeği alana ve verene bağlı olarak birçok farklı anlam çıkartılabiliyor. Her şeyi kenara koyarsak, sırf bu sebepten dolayı bile her sipariş yalnızca o müşteriye ve isteklerine özel malzemeler kullanılarak hazırlanıyor. Bu söylediklerime paralel duygularımı tek bir cümleyle anlatmam gerekirse, müşterilerin beklentilerini anlamak ve yeni bir iş yaratmak birçok zorlu süreç içermesine rağmen, bu sürecin sonunda insanların hayatına bir çiçek katabilmek bana gurur veriyor.
E o zaman AMPG (Azuma Makoto Private Gallery) nasıl doğdu? Ya da şöyle sorayım; iki yıllık, kısa ama oldukça hareketli geçen yaşam süresini belirleyen neydi? Açıkçası, Japonya'da işlerimi sergileyerek deneyler yapabileceğim sadece bir kaç yer vardı, ben de her aklı başında ve kararlı insanın yapacağı gibi kendi galerimi açmaya karar verdim. İyi ki de yapmışım, çünkü AMPG, bitkilere ve çiçeklere olan yaklaşımıma paralel birçok deney yapmama ve gelecekteki vizyonumu genişleterek birçok farklı ilham kaynağı bulabilmeme oldukça yardımcı oldu. Neden iki yıl olduğu sorusuna gelirsek; kendi yerim olduğunda sınırlarını zorlayacağımı bildiğim için, bu süreyi belirleyecek bir limit koymak mantıklı gelmiş olsa gerek. Daha önceden çok alışık olmadığımız, şaşırtıcı işlere imza attın. Tarzını nasıl tanımlarsın? Açıkçası ne bir kurala ne de bir tarza tabi olduğumu düşünüyorum, ama size bir fikir vermesi açısından, bakış açımın, üzerinde çalıştığım çiçek ve bitkilere nasıl farklı bir şekilde yeni değer katacağımı anlamaya yönelik olduğunu söyleyebilirim.
Duygulardan bahsetmişken, bireysel mutluluktan toplu mutluluklara geçişi simgeleyecek ilk kişisel sergini açtığında nasıl hissettin? Sanırım diğer sanatçılardan farklı bir şey hissetmemişimdir. 41
LEGO Bonsai.
Bir Japon olarak, Ikebana'nın mirası ile bu çevredeki bir kültürden geliyor olmanızın ışığında, kendi sanatınla Ikebana arasında ne gibi benzerlikler var dersin? Tüm saygımı önüme alarak, ve niyetimin asla Japon geleneksel Ikebana'sını yargılamak olmadığını belirterek bu soruyu cevaplıyorum. Ikebana'daki belirlenmiş formların üzerinden yaratılan sanatın ötesinde, benim kendi işlerimde çiçeklerin güzelliğini ve albenisini ortaya çıkararak değerlerini nasıl artırabileceğimi araştırıyorum. Sanırım Ikebana ve benim sanatım arasındaki esas fark bu. Ancak, bir ortak nokta olarak da, çiçeklerde ve bitkilerdeki güzelliği ifade etme isteğimi gösterebilirim. Bir önceki soruya başka bir yerden yaklaşırsam, başka floral kültürlerden de ilham aldığını söyleyebilir miyim? Söylerseniz, buna pek katılamam. İşimi ve sanatımı gerçekleştirme şeklim her gün çiçeklerle ve bitkilerle karşılaştığımda ilhamımı onlardan almam üzerine kurulu, yani başka kültürler ya da sanatçılardan esinlenmek üzerine değil. İnsanların, işlerimdeki Japonluğu hissedebildiklerini söylediklerini duyuyorum, ama belirtmem gerekir ki, bu, kasten ortaya çıkan bir durum olmamasının yanında, aynı zamanda çok da önem taşımıyor. Tabii, Japonya'da doğan ve yaşayan bir Japon olduğum yadsınamaz ve buna paralel bu alanda çalışıyor olmam da dünyanın en büyük tesadüfü değil. Ama, diğer taraftan, bir
ırkı ve dili olmayan çiçekler ise bana evrensel bir büyü ve ilham sunuyorlar. Kendimi ifade etmek için çiçek ve bitkileri kullanan bir birey olarak; her zaman, yaşamın hissiyatlarını ve fısıltılarını bize sunan, sınırları, ülkeleri, dinleri veya yaşları aşan, daha kapsayıcı, içine ruhumu koyduğum işler yaratmak istiyorum diyebilirim. Röportajlarından birinde, sanatın için çiçekleri öldürürken bir çeşit farkındalığa sahip olduğundan bahsediyorsun. Bir sanatçı olarak ölüm ve yaşam konularına bakış açın ne? Her zaman ölüm ve yaşamın her yerde olduğunun bilincinde olduğumu söyleyebilirim. Bitkiler ve çiçekler filizlenir, canlanır, daha sonra da solarak, bir sonraki için besin ve uygun ortamı oluştururlar. Doğumdan ölüme kadar geçilen her bir süreç bize zengin ifadeler ve güzellikler sunarak kalbimizi kazanabiliyor -ölüm ve yaşamın yan yana bulunuyor olması bence bu güzelliğin temelini oluşturuyor. Ben de bu güzelliği toplamak için, bitkilerin bir sanat eseri olduğu fikriyle yüzleşiyorum. Marka iş birliklerinden bahsetmek istiyorum, malum, son dönemde oldukça sık karşılaşıyor olduk. Mesela, LEGO ile çalışmaya nasıl başladın? Japonya'daki World Heritage sergisi için, LEGO parçalarını kullanarak bir iş yapmamı teklif ettiler.
XOXO The Mag
Perrier-Jouët.
sağlıyor. Yani, bu durumu eşsiz bir şans olarak görüyorum.
Ve sonra? Sonrası basit, insanlar kendi orijinal bonsai'lerini yapabilecekler. Normalde canlı bitkilerle çalıştığım doğru, ama insanlara yeşil hissini verebilmek için illa ki taze (ya da yaşayan) çiçek veya bitki kullanılması gerektiğini düşünmüyorum. Dünya çapında sevilen LEGO parçalarıyla bonsai yapılabiliyor olması sayesinde insanların bitkilere ve çiçeklere olan ilgisini gösterebileceği ve onlarla bağlantı kurabileceği muhteşem bir fırsat doğuyor. Umarım seri üretime geçilir ve daha birçok insan, görüşümü paylaşarak LEGO bonsai'yi dikkate değer olarak görebilir.
Son olarak, yine ölüm ve yaşama gönderme yaparak, oldukça etkileyici bir (sanat eseri) keşfinden bahsederek bitireyim... Water and Bonsai'de, kendini idame ettirebilen canlı bir sanat eseri yarattın. Bilmeyenler için işi tasvir etmeye çalışmaya başlayarak yorum yapayım. Water and Bonsai, sabina chinensis ve java yosunundan oluşan, geleneksel bonsai'nin yeni bir formu olarak görülebilir. Ve hatta, aynı zamanda, ışık kırılmaları ve sudan kaynaklanan şeffaflık hissi yanında, yosun ve odun parçasının etkileşimiyle birlikte bir şekilde yaşamın yeniden inşası olarak da adlandırılabilir. "Fikir nereden geldi?" derseniz, geleneksel bonsai'yi çağdaş bir yaklaşımla nasıl yeniden yorumlayabileceğimi düşünüyordum ve bu eserin temelini de oluşturan bu oldu. Bildiğiniz gibi, bonsai'nin karmaşık desen ve formlarını bir günde elde etmek çok da mümkün değil. Water and Bonsai'de bu konsept üzerinde deney yaparak, bonsai'nin temel taşlarını; zaman, sahne ve atmosferi su içerisinde yaratarak, hızlandırılmış zamanı ve yeni ifade şekillerini göstermek istedim. Şaşırtıcı değil ki, bitkilerin zaman algısı üzerinde daha farklı bir anlayışa sahip olmanın ve yaşam hakkında sorular sormanın benim düzlemimdeki ifade biçimi de sanırım bu şekilde. Bu ifade biçimini, Parudalium Suguru işimde de görebilirsiniz.
Peki ya diğer marka iş birlikleri? Helmut Lang, Hermès ve Perrier-Jouët gibi lüks markalar da seninle beraber çalıştılar. Bu tarz marka-sanatçı birlikteliklerinde, sonucu müşteri, iş ve sanatçıdan oluşan bir üçgen olarak düşünmek mümkün. Eğer sanatçı olarak ben kendi fikrim üzerine fazla yoğunlaşırsam, iş de ön yargılı ve dolayısıyla dengesiz oluyor. Diğer taraftan, yalnızca müşteriden gelen beklentiler veya çiçeğin kendisini dinlemek de benzer şekilde ön yargılı bir sonuca sebep oluyor. Bu yüzden, özgün ve kendi başına bir anlam taşıyan bir şey yaratabilmek, ancak bu fikirler ve beklentiler arasında bir uyum yakalamakla mümkün. Bu tarz, yeni zorluklarla karşılaşmak ise bir sanatçı olarak yeni keşifler yapmamı ve ilhamlar bulmamı 43
Intervıew/MUSIC
Matthew Herbert His musıc, hıs rules
Yaptığı şey kabaca elektronik müzik olsa da, onun müziğinde drum machine ve synthesizer’ın esamesi dahi okunmuyor. Kendini tekrar etme ihtimalinden ölesiye kaçınan ve yaptığı her şeyde bütünlüğü birinci sıraya alan Matthew, kendinden sonra en çok sampler’ın gücüne inanıyor. Rekabetten uzak, sakin dünyasında, heyecan verici olasılıkların yorgunluğuna kapılmadan kendi dilini inşa eden müzisyenle, farklı kimliklerini de yanımıza alıp sohbete koyulduk. röportaj serap gecü görseller matthew herbert’ın izniyle
XOXO The Mag
Transformer ve Wishmountain gibi pek çok mahlasın var. Nereden çıktı bu adlar? Tüm bu adlar aslında tek bir marka olmaktan kaçmanın yolları bana göre. Farklı kimliklere bürünebilmem için birer fırsat her biri. Tarz olarak daha özgür hareket edebilmemi sağlıyorlar ve olmak istediğim yeri seçebilme özgürlüğünü veriyorlar bana. Yani sürekli Matthew Herbert olmaktan kurtulmuş oluyorum.
Kişisel manifestonun ilk maddelerinde “Hazır sesleri kullanmak yasak. Drum machine yok. Synthesizer yok. Preset yok.” diyorsun. 90’larda yaşanan bir sorun vardı bana göre. Müzik yaparken kullandığımız teknolojiye baktığımızda, müzik aletlerini üreten insanlar o aletlerle neler yaptığımızı bilmiyorlardı, sadece bazı değişik enstrümanlar yapıyorlardı. Sonuçta, onlar kendi paylarına düşeni yaptılar, değişik bir şey yarattılar, biz de üstümüze düşeni yaptık. Ama kısa süre sonra, o enstrümanlarla ne yaptığımızı fark ederek yazılımlarını, donanımlarını ve yaptıkları her şeyi değiştirmeye başladılar. İşimizi kolaylaştırabilmek için değişiklikler yaptılar. Ama bugün gelinen nokta, bana göre tam bir felaket, çünkü artık bir bilgisayar programını açtığınızda size hemen soruyor, “Ne kaydetmek istiyorsun, hip hop mı dubstep mi drum n bass mi, house music mi?” ve seçiminize göre istediğiniz ön yüklemeyi yapıyor, alışveriş yapmak gibi bir şey yani. Kendi adıma bu tuzağa düşmemek çok önemliydi, bu yüzden bir dizi kural oluşturdum, “Çok fazla heyecan verici olasılık var ama hepsini denemek zorunda değilsin, başka insanları taklit etmek zorunda değilsin, kullanabileceğin başka şeyler varken drum machine kullanmak zorunda değilsin.” dedim kendi kendime. Aslında drum machine’lerle yapılan müzikler gerçekten harika, ona bir şey demiyorum, ama bana göre çıkan ses pek de orijinal değil.
En başa dönelim o zaman, ilk adına, seni harekete geçiren şey ne oldu? Tıpkı başka insanlar gibi aslında, yaptım ve oldu. Eğlenceliydi ve yapabiliyordum. Ama çok geçmeden “Ne yapıyorum ben?” diye kendimi sorgulamaya başladım... Yine manifestoda bahsettiğim bir sorun var. Birçok insan sırf yapabildiklerini düşündükleri için müzik yapıyorlar, aslında sadece müzik değil çoğu şey için durum bu, fotoğraf ve sanatta da böyle mesela. İnsanlar sırf kendilerini ifade etmeye hakları olduğuna inandıkları için birilerinin de onları dinlemesi gerektiğini düşünüyorlar. Burada onlarla aynı fikirde olduğumu söyleyemem, bence insanların karşısına çıkabilmek için daha geçerli bir nedeni olması gerekir herkesin, ve tabii ki söyleyecek yeni sözleri. İşte belki de bu yüzden, yaptığın müzik çoğu yazar tarafından yepyeni bir dil olarak algılandı. Onu bu kadar eşsiz kılan ne? Aslında müziğimi nasıl tarif edebileceğimi bilemiyorum. Kurgulanmış bir belgesele benzetiyorum biraz. Gerçek sesler kullanıyorum ama ürettiğim şey yine de hayali bir işaretten ibaret. Sanırım yaptığım müziği tarif etmek başkalarının işi, ona bir isim vermek isterlerse de yine onlar verecek.
O zaman, tam olarak neler yasak ve neler serbest? Bence mühim olan, yaptığım işin yapısal olarak bir bütünlük teşkil etmesi. Mesela, Goodbye Swing Time’da neredeyse 10 bine yakın kayıt kullandım ve hepsini mikrofonla kendim yaptım; biri hariç, onda da synthesizer kullandım ve yaptığım en iyi mixlerden biri oldu. Teknik açıdan bakıldığında da gerçekten çok güzel bir mix’ti, sonuçtan çok memnundum. Ama koca albümde synthesizer kullandığım tek parça oydu ve bütünlüğü bozuyordu. O yüzden, geriye dönüp base clarnet ile değiştirdim, sesi baştan kendim yaptım. Sonuç olarak parçanın son hali önceki kadar iyi olmadı ama albüm genelinde bütünlük sağlayabilmek benim için çok daha fazla önemliydi. Müzik üretirken de önceliğim aynı hikayeyi anlatan şeyler yapmaya çalışmak, hem sözlerde hem de fikirlerde bu böyle. Yani yalnızlıkla ilgili bir şey yazıyorsam içinde ya sadece tek bir ses ya da bin tane ses olmalı. Üretim sürecinin de anlatmak istediğim hikayeyi yansıtması çok önemli.
Peki bu hayali işaretlerin insanlar tarafından anlaşıldığını düşünüyor musun? Ya da bu umurunda mı? Yaptığım her şeyi herkesin anlayacağını düşünmüyorum. Ama bence bunda bir sorun yok, çünkü statik bir şeyden bahsetmiyoruz. Beni dinleyen beş yaşındaki bir çocukla 86 yaşında birinin müziğimle kuracağı ilişki tamamen farklı olacaktır. Mesela yeni kaydımda Libya’da patlayan bir bombanın sesinin kullandım. İngiltere’deki insanlar muhtemelen bu sesle ilgili hiç fikir sahibi değiller. Ama Gazze’de yaşıyor olsanız o sesi çok iyi bilirsiniz. O yüzden tek bir yanıt veya tek bir yol olduğunu düşünmüyorum. Aslında tek önemsediğim şey, müziğimde bütünlüğü korumak ve her zaman anlatacak çok fazla hikayemin olması. Sonrası dinleyiciye kalmış.
Bir röportajında “Sampler’ın keşfi sayesinde, gerçekliği hayali bir çerçevede tarif edebildiğini” söylemiştin. Sampler kullanmak nasıl bir özgürlük sağlıyor? Sampler, enstrümanların sınırlı dünyasından kurtarıyor sizi. Kapı gıcırtısından bir sample kaydedersem, tam olarak 440 kHz veya tam bir Si bemol olmak zorunda değil, yani mükemmel değil, tıpkı içinde yaşadığımız dünya gibi. Yapay bir mükemmeliyet duygusundan kurtarıyor sampler sizi. Daha insani olmanızı sağlıyor, hata yapmanıza izin veriyor. Ayrıca diğer insanlarla rekabet etmekten de kurtulmuş oluyorsunuz. Çünkü, aslında, enstrümanlarla yaptığımız müzikte sürekli başkalarıyla rekabet halindeyiz. Piyanomla yaptığım her şeyde Mozart’la, Art Tatum’la, Thelonius Monk’la, Prokofiev’le ve piyanolarının başına oturup bir şeyler üretmeye çalışan başka 15 milyon insanla rekabet ediyorum. Oysa ki, bugün öğleden sonra bahçemde müzik yaparken tek başımaydım. Bambaşka bir çalışma alanından bahsediyorum ve bu, müziği tamamen değiştiriyor. Yüz yıllardan beri empresyonist olan müzik artık daha dokümanter bir hal alıyor. Eğer Türkiye’yle ilgili bir müzik yapmak istesem sampler’la gelip oradaki sesleri kaydedebilirim ve müziğime doğrudan dahil edebilirim. İşte bu yüzden sampler tam bir özgürlük aracı benim için.
Sadece hikaye anlatmakla kalmıyorsun, aynı zamanda sıkı bir aktivistsin. Parlamento Binası’na mikrofonlarla gizli gizli girip kayıt yaptın, cesur bir hareketti. Şimdiye kadar yaptığın en cesur şey neydi? Aslında hiç de cesurca değildi Parlamento Binası’nda yaptıklarım. Çünkü Suriye’de yaşayan ve kendi hükümetleri tarafından öldürülmemek için çabalayan insanların yaptıklarının yanında benim hiçbir hareketim için cesaretten bahsedemeyiz. Ben hala çok çok Batılıyım ve güvendeyim. Hala oralara gidip müziğim için bir şeyler kaydetmiş değilim mesela... Belki, yaptığım son albüm Tesco nispeten daha cesur bir hareket sayılabilir. Tesco, adını büyük bir süpermarket zincirinden alıyor. Beni dava etselerdi muhtemelen iflas ederdim... Yani her ne kadar hükümetin yönetim anlayışından nefret etsem de, aslında çok özgür bir ülkede yaşıyorum. Hükümete olan nefretimi birileri kapıma dayanıp beni tehdit etmeden rahatça ifade edebildiğim için yine de şanslı sayılırım. Kabul etmesen de yine cesaret gerektiren bir başka işinden bahsetmek istiyorum. 2011’de çıkardığın One Pig
Herbert, Doctor Rockit, Radio Boy, Mr. Vertigo, 45
albümünde, ahırdan tabağa kadar bir domuzun hayatını kaydettin ve PETA’nın eleştiri oklarına maruz kaldın. Tepkiler hem hiç şaşırtıcı değildi, hem de hayal kırıklığı uyandırıcı ve aptalcaydı. Hayvanları önemsiyorlar, evet bu iyi bir şey. Ama yanlış insanı hedef aldıklarını düşünüyorum. Çiftlik hayvanlarından müzik yapmayan diğer müzisyenlere yüklenmeleri gerekirdi benim yerime... Aslında beni üzen başka bir şey var. There’s Me And There’s You albümümde Filistinlilerin seslerini kullandığım NonSound diye bir parça yaptım ve bu hiç tartışma yaratmadı; ama bir hayvanın sesini kullanmış olmam ortalığı birbirine kattı. Bence domuzlara çok kötü davranıyoruz ve bu albümü yapmaktaki amacım da bunun altını çizmekti. Hayvanlara, dünyaya, gezegenimize ve birbirimize sevgi, saygı ve ilgiyle yaklaşmamız her şeyden önemli. Bu yüzden de, bir hayvan hakları örgütünün bu hikayeyi anlatmamı istememesini gerçekten hiç aklım almıyor.
için ne ifade ediyor? İnanılmaz bir deneyimdi. Özellikle başlarda çok özeldi, sonrasında fikir ayrılıklarımız oldu, projenin aldığı son hal biraz fazla Hollywoodvariydi ve ben bundan çok hoşlanmadım. Ama dediğim gibi başlangıç gerçekten harikaydı, hepsi aynı günde çekilmiş binlerce video parçasını görmek mükemmel bir duyguydu. Böyle bir projeye dahil olmak çok büyük bir ayrıcalıktı benim için.
Biraz daha geriye gidersek, 2004 Londra Caz Festivali’ndeki canlı performansta, Nigella Lawson’ın Tony Blair ve George Bush için hazırladığı yemeğin rekreasyonu üzerine tankla yürüdün. Doğrudan politik bir mesajdı bu. Politikayla müziği nasıl bağdaştırıyorsun? Yaptığımız herhangi bir şeyi politikadan bağımsız düşünmenin mümkün olabileceğine inanmıyorum. Müziğin kendisi zaten politiktir bana göre. Bir uzaylı olsanız ve Britney Spears’ın müziğini onunla ilgili hiçbir şey bilmeden dinleseniz, “Bu da böyle bir kız işte, dünyadaki hayatından memnun, gece kulüplerine gitmeyi seviyor, bu çocuktan hoşlanıyor veya hoşlanmıyor” dersiniz, ama dünyada başka ne olup bittiğiyle ilgili hiçbir fikir edinemezsiniz. Diğer taraftan politika sözcüğüyle ilgili de bir sorun var bana göre. Müzik ve politikadan bahsettiğimizde konuştuğumuz şey hep sol politika. Ama aslında müzik sağ politikayla dolu, mesela Fifty Cent’in mesajlarına bakalım. “Öldür, düşmanlarına karşı şiddete başvur, pahalı arabalara bin, kazanabildiğin kadar çok para kazan, kadınlara hep belli bir açıdan bak, homoseksüellere hep belli bir açıdan bak”, bunlar da aslında Cumhuriyetçi Parti’nin mesajlarıyla aynı. Ve bu yapılan bence çok derin politik anlamlar taşıyan bir müzik. Ama ne yazık ki yanlış taraftan politik. Bu yüzden politik müziğin sadece sol politikayla bağlantılı bir şey gibi görünmesi fikrini sevmiyorum. Bence bütün müzikler politiktir.
Müzik yapmak için birçok farklı, alışılmamış ve büyüleyici yöntem geliştirdin. Henüz gerçekleştiremediğin hayallerinin projesi nedir diye sorsak? Sesle ilgili bir belgesel film yapmak istiyorum, hatta bunun için ilk adımları attım bile. Bunun dışında, İngiltere’de National Theatre’da sahne alacak yeni bir oyun ve Royal Opera House’da sahnelenecek bir opera yazdım. Yani yavaş yavaş, salt müzikle uğraşmaktan uzaklaşıp sesle ilgili yeni keşiflerimi drama, tiyatro, televizyon ve sinema ekseninde kullanmaya başlıyorum.
Tansiyonu düşürmek için, Ridley Scott’ın Life In A Day’ine hazırladığın soundtrack’ten bahsedelim biraz da. Proje senin
Peki, film müziği yaparken nelerden ilham alıyorsun? Bir resim üzerinde çalışırken resim için doğru olan neyse onu yapmak zorundasınız. Sorgusuzca kendi müziğinizi resmin üzerine koyamazsınız. Yani esas konu resim veya film olmalı, müzik değil. Tabii ki müzik bir şeyleri daha iyi veya daha kötü yapabilir, anlamı değiştirebilir. Ama esas görevi yönetmenin iletmek istediği mesajı iletebilmek olmalı.
Kapanışı Marcel Duchamp’la yapalım istiyorum. “Kendimle çelişkiye düşmek için zorladım kendimi, böylece kendi beğenime alışma tuzağına düşmekten kurtuldum” demiş zamanında. Yaptığın müziğe baktığımda senin de benzer bir durumda olduğunu seziyorum. Haksız mıyım? Kendimi tekrar etmeyi sevmiyorum. Bir şeyi neden ve nasıl yaptığımı hiç durmaksızın sorguluyorum. Kendimi tekrar etmemek için yaptığım şeylerden biri de stüdyomu taşımak. Her üç yılda bir stüdyomu ve kullandığım cihazları değiştiririm. Eşyalar da değişimden nasibini alır, sürekli yerlerini değiştiririm. Bir hafta camdan bakarak çalışırken, öbür hafta duvara bakarak çalışırım. Günün hangi saatinde müzik yaptığım, kullandığım enstrümanlar, iş birliği içinde olduğum insanlar, söylemeye çalıştığım şeyler, hepsi değişkenlik arz ediyor. Yani kısaca çok şanslı olduğumu söyleyebilirim, bir gün rock albümü yapıyorken, başka bir gün orkestrayla çalışırken bulabiliyorum kendimi.
XOXO The Mag
Intervıew/FASHION
House Of Malakai
Başına Buyruk röportaj/yazı aslin kumdagezer fotoğraflar mala kai
Tüm hikayeler gerçek yaşamla kıyaslandığında hızlıdır. Hızlı olması zorunludur çünkü gerçek yaşamdaki birçok ayrıntı, anlatıda gereksiz ve odak dışıdır. Yaşanmaya kalkıldığında geçmek bilmeyen zaman, şanslıysanız birkaç sayfaya sığdırılmış hayat hikayelerine dönüşür sonunda. Foton çağı hükmünü sürerken, Sümer tableti onaylı, bilimsel araştırma destekli, Maya Takvimi’nde kırmızı halka içerisine alınmış manyetik kıyameti atlattığımız yerkürede, kurduğumuz geçici düzende olanca hızıyla yaşadığımız rutinler iki sayfalık hikayelere dönüşmeden el atmalı duruma. Popüler kültürün fabrikasından çıktığınızda ilk soldan dönünce girdiğiniz kişisel alt kültürünüzün çıkmazında, duvarın arkasını görebilme mücadelesine takılmadan, hayatın merdivenlerini, yokuşlarını boş verip düzlüklerde koşmaya çabalarken, çok şeritli yollarda kesiştirmeli hayatları... Kafamda tüm bu düşüncelerle kendi şeridimde azami hızda giderken karşıma Mala Kai çıkıyor. Hemen bir sinyalle yan yola geçiyorum. Göstergeler yolun yarısını işaret etmekteyken 35’ten geri sarıyoruz. Güneşli Kaliforniya günlerinden birinde Koinos Kosmos’un ağırlığı henüz üzerine çökmeden, altın çağını yaşayan Punk isyanının peşinden koşmaya başlıyor Kai. Sorumlulukları Jenga misali bir bir üzerinden atma hülyası içerisinde, üzerine yüklenen yenilerini taşıyabilme çabasında o da cambazlaşıyor yavaş yavaş. Keza onun cambazlığı seneler sonra mesleklerinden
biri olacak... Hayatın en sevdiği çeşnisi drama da tam bu sıralarda tadını hissettirmeye başlıyor. Mala Kai, genç yaşlarında isyankar hayatının ortasında kendini yansıtacak yolları arıyor. Daimi arayış içindeki hayatlarımızda aradığımızı bulur muyuz, hiç bulduk mu, bulacak mıyız soruları altyazıda akarken, maddi arayışın da perdeye yansımasıyla zorlukların tetiklediği yaratıcılık fazına gelmiş bulunuyoruz. Mala, gözleri üzerine çeken kıyafetlerini kendisi dikmeye başlıyor ve tasarım dünyasına attığı ilk adım, eline batan iğnenin verdiği acı haz ile başlıyor. Ama mutlu sona henüz birkaç paragraf, on küsur sene ve hayli çetrefilli yol var. Heybesine dikişi ve müziği atıp yola koyuluyor. Çıkmazından çıkıp sağdan sağdan yürümeye başlıyor. Karşıdan karşıya geçerken önce sağa sonra sola bakıp kimselere çarpmadan yoluna devam ediyor. Vakit 90’ların sonunu vurduğunda, bu temkinli ama tekinsiz hikaye bir son bulmak zorundalığını hissettiriyor. Çantasını açıp baktığımızda, eskide kalmış bir dikiş nakış girişimi, zamanla DJ’lik ve enstalasyona dönüştürdüğü müzik hayatı çıkıyor, bir de ara ceplere sıkışmış hayaller. Ateşlenmesi gereken hikaye, aradığını 2000’lerde, Fire Art Movement’ın ivmesinde buluyor. Kurduğu grubuyla ateş gösterileri yapan ve tasarımcılara ilham kaynağı olan Kai, kendi tasarlarken ilhamını da bıraktığı yerde buluyor. Keskin virajlardan hızla değiştirdiği şeritlerde renklerin, hareketin, şiirin, ve bedenin ifadesi sirklerde mola veriyor. Müziğiyle ifadeyi desteklediği yıllardan, müziğin desteğiyle
XOXO The Mag
unutabilmesiyle nam salmıştır. Mala Kai’nin karanlık yüzü gün geçtikçe renklerin cazibesine kaptırır kendini. Alışılmış ilişkileri bir kenara bırakıp, bilinmeyenler üzerine bilmediği yollarda keşfine devam ederken aklına takılanları şapkalarıyla muhafaza etmeye başlar Kai. Dakikada 1000 ml. kan akışı sağlanan, günde 70.000 düşüncenin akıp gittiği, 100 milyar nörona ev sahipliği yapan beynimizin dinamiğini sabit tutmanın alternatif bir yoluna el atmış, tasarlamaya ‘baştan’ başlamıştır. Sadece bizim için yeni şeyler olma olgusunu koruyan tesadüflerin devamlılığı kırılmaksızın sürer ve Kai, Nicola Formichetti’den gelen teklifle şapkalarını onun için tasarlamaya başlar. Bu sırada hız kesmeksizin sürdüğü yollarda Kaliforniya’da başlayan hikaye Bali’de devam etmektedir.
tasarladığı yıllara birkaç kelimeyle büyük bir atlayış yaparken, geçmiş, gelecek ve zamansızlık onun rehberi oluyor. Hepimiz şimdiki zamanı yakalamaya çalışırken, geçmişimizde kaybolup geleceğin merakını taşırken, eşzamanlılık ipleri elinde tutuyor. Ve şaşkınlık nidaları attıran tesadüfler, karşılaşmalar vuku buluyor. Mala Kai eşzamanlılıktan nasibini El Circo ve Tiffa Nova ile tanıştığında alıyor. Yarım kalan ne varsa hayatında boş bir masaya döküyor ve parçaları birleştirmeye başlıyor. Yapbozun hala büyük bir kısmı eksik... Biz sadece üstesinden gelebileceğimiz, ya da açık olmak gerekirse üstesinden gelebileceğimizi sandığımız kadar çok gerçeklikle karşılaşırız. Dolduramadığımız çoğu boşluk da atmaya cesaret edemediğimiz adımların boşlukları, bilinmezleri olarak sonsuzluklarında kafamızdaki sonsuz olasılıkla devam eder. Tüm bu çok yönlü zaman işlemeye devam ederken düz bir çizgi üzerinde ileriye doğru çekiştirdiğimiz yaşam, zamanını ve sebebini bilmediğimiz bir anda duracaktır. Bundan 4 yıl önce Tiffa Nova’nınkinin durduğu gibi. Her bireyin gerçekle yapılandırılmış kendine has ve eşsiz bir resmetme, tecrübe etme yöntemi vardır ve acının desteğini alan arzu, yaratıcılığın kusursuz iksirlerinden biri olduğunu yeniden kanıtlarken Mala, karanlık bir ilhamla ilk koleksiyonunu nihayet Nova’ya ithafen tamamlar.
“Gerçeklik tüm ciddiyetiyle süregelirken bazen ona verilebilecek en iyi cevap bir tutam deliliktir.” der Philip K. Dick ve birkaç satır yukarıda çıktığı çıkmazının duvarını yıkma deliliğini gösteren Kai, sokağını geniş bir kalabalıkla paylaşmaktadır artık. Gerçek yaşamda amaçlar, hedefler gevşektir; değişkendir. Yaşama damgasını vuran, çoğu zaman olaysızlıktır ve beynimiz tüm bu olanlara anlam verebilmek için yaşananları hikaye kalıbına dökmeye ve anlamlandırmaya çalışır. Böylelikle yaşam sanatı, gerçeklik ise hikayeyi taklit etmiş olur. Ama eninde sonunda Borges’in de dediği gibi öyküler sadece dört çeşittir ve insanoğlu ona kalan zamanda onları anlatmayı sürdürecektir, değiştirerek...
Moda dünyası hızlı değişir ve insanoğlu bildiklerini 49
Intervıew/ART
ROBERT MONTGOMERY
Umuma Açık
Anlaşılmak için teorilere ihtiyacı olmayan Robert Montgomery ile açık havada hayat bulan işlerini konuşmak için masaya oturduk bu ay. Yapıtlarında mesele ettiği şeylerin siyasi damarından ‘kolektif bilinçdışı’na, kültürel tahakkümden paganizme kadar susmadık, yorulmadık. Şimdi, bırakalım işler kendilerine söz alsınlar, ve biz bu sözlerin süzüldüğü kalbe doğru yola çıkalım. Robert Montgomery bayanlar baylar... röportaj dinçer şirin fotoğraf lucy newman
XOXO The Mag
Slow Disappearance. 2008.
sanatımı yapmak istiyorum. Jenny Holzer’in eserlerimde bana ilham verdiğini söylemekten mutluluk duyuyorum. Claire Fontaine’e gelince, işlerini harika ve eğlendirici buluyorum.
Sanatla uğraşmaya nasıl karar verdin? Daha spesifik olursak, tuval olarak sokağı seçmen nasıl gerçekleşti? Sanatla uğraşacağımı 15 yaşımdan beri biliyordum; çünkü lisede bana inanılmaz ilham veren bir resim hocam vardı, kendisinden çok etkilenmiştim. 1994’te, sokaktaki ilk işimi yaptığımda da hala Edinburgh College of Art’da öğrenciydim.
Konumlandırılmaya ihtiyacın olmadığı gibi, sanatını anlayabilmek için de teorilere ihtiyaç yok. İşlerinin sokakta olması ve genel izleyiciye açık olmasıyla, kamusal-özel gibi farklı hiyerarşiler arasındaki sınırları zorluyorsun. Tıpkı Félix González-Torres gibi. Öncelikle, Torres’in işleri ile ilgili ne düşünüyorsun? Ve sanatçı olarak, üzerindeki baskıyla nasıl baş ediyorsun? Evet, işlerimi hem belirli bir sanat teorisi üzerine yerleştirmek, hem de biraz bu sınırı aşmak istiyorum. Duchamp sonrası içe kapalı söylevin bir parçası olmaktansa, sanat takipçisi olmayan izleyicileri etkileyebilmek benim için daha önemli. Felix, Jenny Holzer’in yanı sıra işlerini en çok takip ettiğim sanatçılardan, kendisiyle (daha doğrusu işleriyle) Aralık ayında Miami’de gerçekleştirilen Spinello Projects’te birlikte yer alma fırsatımız olmuştu. Felix’in işlerinde yarattığı acıma hissini ve melankoliyi seviyorum. Bence sanatçının kültürel tahakkümle başa çıkabilmesinin en iyi yolu kültüre hükmetmeye çalışmaktır.
Yine senin gibi Glasgow’da sanat eğitimi almış olan Karla Black ve Martin Boyce son Turner Ödülü’ne aday gösterildiler. Glasgow’un sanat sahnesini biraz anlatır mısın? Glasgow’daki sanat sahnesi çok etkileyici; daha önce Transmission Gallery’de sergim olmuştu. Sanatçılar tarafından işletilen bir galeri ve bence sanat sahnesini çok besleyen bir alan. O zamanlardan arkadaşım olan Douglas Gordon’la hala görüşürüz, ayrıca Ross Sinclair’in işleri de bende hayranlık uyandırır; aslında benden yaşça büyük olan Ross Sinclair, İskoçya’da olduğum dönemde bana çok ilham vermişti. İlhamlar tamam; peki yeni bir esere başlarken nasıl bir rutinin var? Her zaman yazarım, oldukça fazla birikmiş notum vardır, genelde bu notlardan seçip kullanırım. Somut parça ve yazı da genellikle eseri yerleştireceğim yere göre şekillenir.
İzleyici olarak, söyleme şeklinin, söylediğinden daha çok enerji yarattığını düşünüyorum bu bağlamda; özellikle ateş şiirlerinle ilgili olarak konuşacak olursak. Sanatın manevi enerjisi hakkında ne düşünüyorsun? İşlerinde ateş kullanmaya nasıl karar verdin? Ateş kullanma konusunda Pagan kültüründen, özellikle de Kelt paganizminden etkilendim; ayrıca, ateşin protest ve devrimci referanslara gönderme yapması da önemliydi seçimimde. Açıkçası, dünya tarihinde farklı katmanlarda önemli etkileri olan bir madde
Sokakları ve billboard’ları kullanan başka sanatçılar da var; mesela, Claire Fontaine veya Jenny Holzer. Anlatmaya çalıştığınız konular ve endişeleriniz bir anlamda ortak. Kendini günümüz görsel sanat kültürünün neresinde konumlandırıyorsun? Açıkçası kendimi konumlandırmak gibi bir derdim yok; yalnızca 51
İnsanların eskisi kadar okumadığı bir dönemde şiir yazıyorsun; doğrusu çoğumuz artık yalnızca akıllı telefonlarımızdan kısa metinler okumakla yetiniyoruz. Kelimelere olan inancını hala kaybetmemiş biri olarak, yeni zaman ekonomisiyle ilgili neler düşünüyorsun? Yakın zamanda Purple TV’ye verdiğim bir röportajda da söylediğim bir şey var, bence şiirler yeniden çağdaş dünyada yer bulacaklar. Diğer taraftan, dediğin doğru, insanlar artık yalnızca tuvaletlerde bir şeyler okuyorlar ve bence şiir bunun için çok uygun. Mesela, Sylvia Plath’ın şiirlerinin uzunluğu tuvalette geçirilen sürede okumak için ideal. Bu kadar güzel ve anlamlı bir şeyi başka türlü üç dakikaya sığdırmanız imkansız çünkü. Yeni zaman ekonomisiyle ilgilenmiyorum, manyak gibi iki dakikada bir iPhone’umu ve Blackberry’imi kontrol ediyorum, ayrıca şiirlerimi telefonuma yazdığım da oluyor. Aslında, yazdıklarımın birçoğu telefona yazılmış notlardan veya kendime attığım e-mail’lerden oluşuyor. İşlerinden birinden alıntı yaparsak; “Dijital: Gördüğünüz şeylerden aklınızda kalanlar değişeceği için, gerçekte gördüğünüz şeyler de değişecek.” Bizler yaptıklarımızdan ziyade hatırladıklarımızla var oluyoruz. Buradan bilinçaltı sınırlarına giriyorum ve şiirlerini yazarken toplumun haletiruhiyesini nasıl işin içine kattığını sormak istiyorum. Çok doğru bir değerlendirme. ‘kolektif bilinçdışı’ konusuna çok fazla kafa yoruyorum ve yazdıklarımda bu konudan mümkün olduğunca yararlanmaya özen gösteriyorum. Üniversite yıllarımda incelemeyi ve araştırmayı çok sevdiğim Sürrealistlere kadar uzanan bir düşünme biçimi... Ayrıca, bu açıdan bakıldığında,
oldukça ilginç bir dönemde yaşadığımızı düşünüyorum. Dijital iletişim biçimlerinin bu kadar hızlı değiştiği bir dönemde, ‘kolektif bilinçdışı’ kavramının da bu oranda hızla değiştiği bir gerçek. Bu durumu dikkate almam ve bununla ilgili bir şeyler yazmam gerektiğini hissediyorum. Yine senden bir alıntı: “Tanrı bizden sıkıldı. Çünkü ruhanilikten uzaklaştık ve bizlere gönderilen işaretleri takip etme arzumuzu kaybettik.” Oldukça akılcı ve mantıksal bir duruşun olmasına rağmen sormadan edemeyeceğim, ezoterik bir yanın var mı? Sanırım, çocukken annem içten içe rahip olmamı istiyordu. Büyükannem ve büyükbabam oldukça dindar kişilerdi. Aslında, usulen dindar bir insan sayılmam ama Tanrı ile ilgili alternatif fikirleri araştırma konusunda takıntılıyım. Günlük yaşam içerisinde gerçekleşen kutsal anları ve dünyeviliğin görkemini ortaya çıkarmak istiyorum -ayrıca bu da Sürrealist fikirlerden biridir. Ryan Gander’ın (d)OCUMENTA 13 adlı enstalasyonunda, eserin olduğu mekana giren izleyiciler rüzgar ile karşılaşıyorlar. Sen de çalışmalarında başka bir tinsel malzemeyi, doğanın en büyük güçlerinden olan ışığı kullanıyorsun; özellikle de gün ışığını. Çalışmalarında doğa ile iş birliği yapmak nasıl bir duygu? Açıkçası havayı seviyorum, hava en sevdiğim şeylerden biri. Ayrıca, çevre bilinci olan biri olarak neon gibi çevreye zararlı aydınlatma elemanlarını kullanamayacağıma karar verip, çok düşük elektrik tüketimi yapan LED ampullerle çalışmaya başladım. Bu ampulleri güneş enerjisi panelleri ile çalıştırıyorum. Paneller havanın güneşli veya kapalı olmasına göre bazen parlak,
XOXO The Mag
People You Love. 2010. Collection of Ahu Serter and collection of Manja Gideon.
New Countries. woodcut. 2012.
kullanmak istedim ve ateş bunun için oldukça uygun bir seçim oldu.
City is Wilder, watercolour. 2012.
işlerine tepkisi ne yönde oldu? Çok fazla zorluk yaşadığımı söyleyemem. Projede Neue Berliner Räume’dan Manuel Wischnewski ile çalıştık. Çok yetenekli, genç bir küratör. Eski bir Amerikan askeri beyzbol sahasında çalışmak istedim ve izin almak için oldukça azimli bir şekilde çalıştı. İzleyiciye gelince, Berlin izleyicisi bir harika; hatta yoğun istek üzerine serginin süresi uzatıldı. Berlin benim ikinci evim gibi oldu artık. Şu anda da C/O Fotoğraf Müzesi’nin çatısında bir işim sergileniyor; ayrıca galericim olarak Markus Lüpertz’in kızı Anna Lüpertz ile çalışıyorum. Beni temsil eden galeriler ise AJL Art ve NBR.
bazen kısık ışık veriyorlar, bu parlaklık farkını da seviyorum, eserlerime yaşıyorlarmış hissi veriyor. Bir süre önce, Maison Martin Margiela’nın Paris’te gerçekleştirdiği son koleksiyonundaki üç parçanın Félix González-Torres’in şekerlerine gönderme yaptığını gördük. Eğer bir moda tasarımcısı ile iş birliği yapacak olsan kiminle çalışmak isterdin? Daha önce Each x Other ve Surface to Air gibi bazı moda iş birliklerim oldu. Ayrıca bu yıl Persol ile bir kampanya gerçekleştireceğiz. Bu bağlamda gelecek her türlü proje ilginç olabilir. Diğer taraftan, geri çevirdiğim sanat ve moda iş birliği önerilerinin sayısı kabul ettiklerimden fazladır.
Peki, koleksiyonerlikle aran nasıl, farklı sanatçı yayınlarını ve edisyonlarını topluyor musun? Bu anlamda kimlerin işleri daha çok ilgini çekiyor? Evet topluyorum, çok param yok ama büyük bir kütüphanem var, bu yüzden sanatçıların edisyon işlerini topluyorum. Birkaç tane Jenny Holzer, Félix ve Joseph Beuys baskım var. Özellikle en kıymetli varlığım Beuys eserlerim. Kendimi post-Duchamp bir sanatçıdan ziyade post-Beuys bir sanatçı olarak düşünmeyi seviyorum.
Kris Van Assche, Dior’un Soho’da açtığı pop-up store’da işlerinden birini sergilemişti. Buna nasıl karar verdin? Moda tasarımcısı olan birinin küratörlüğünde çalışmak nasıldı? Kris ile çalışmak harika bir deneyimdi. Dior için benim eserlerimden birini satın almıştı ve eseri New York’taki dükkanda sergilediler. Ayrıca, kendisi ile bazı basın işleri yaptık. Dior Homme gibi büyük bir modaevinin tasarımcısının bu kadar alçak gönüllü, mütevazı oluşundan ve işleri ele alış tarzından çok etkilendim; ayrıca tasarım işinin her aşamasıyla yakından ilgileniyor olması çok önemli. Beraber çalıştığımız her andan büyük bir keyif aldım; yeniden çalışabilmeyi çok isterim.
Son olarak, şu anda üzerinde çalıştığın işler vardır elbet. Peki, yakın zamanda bir sergin olacak mı? Evet, pek çok şey var. Edinburgh Sanat Festivali, Dresden ve Moskova için açık hava işleri üzerinde çalışıyorum. Ayrıca, Eylül ayında New York’ta C24 Gallery’de ilk büyük solo sergimi gerçekleştireceğim. Galerinin ortaklarından biri de Emre Kurttepeli. C24 aynı zamanda beni Türkiye’de de temsil ediyor. Yakın zamanda İstanbul’da yeniden bir şeyler gerçekleştirebilmeyi umuyorum.
Tempelhof ’taki gösterinden de bahsetmek istiyorum. Tarihsel olarak baktığımızda, ruhlarla dolu bir mekan ve bu durumdan etkilenmemek neredeyse imkansız. Sergiyi hazırlarken nasıl zorluklar yaşadın? Berlin izleyicisinin 53
Intervıew/FASHION
#CONSCIOUSCOLLECTION
Catarina Midby yazı ceren palaz görseller h&m'in izniyle
Stockholm’den yola çıkıp önce eğitim için İngiltere’nin en büyük moda okulu London College of Fashion’a, oradan da moda editorü olarak Elle kadrosuna katılan Catarina Midby, son on senedir H&M’in sahne arkasındaki en önemli isimlerinden. Artık yuvası haline gelen markada üstlendiği rolün büyüklüğü ne kadar istikrarlıysa, ünvanı da bir o kadar değişken. Halkla İlişkiler Direktörü, Trend Koordinatörü, Marka Sözcüsü… Ve en güncel haliyle, Moda ve Sürdürülebilirlik İletişim Başkanı. Demokratik modanın özgür ruhlu savunucusu H&M, pek çok konuda olduğu gibi ekolojik moda konusunda da öncülerden. İskandinav tasarım evleri arasında yeşil kodlara sadakatleri ile tanınan isimler bulmak tabii ki hiç de zor değil; Norrback, Noir, Odd Molly… Fakat söz konusu olan 48’den fazla ülkede mağazası bulunan dev bir moda zinciri olunca, dünya çapında bir fark yaratmak konusunda oldukça gerçekçi bir umut yeşeriyor. H&M’in önde gelen beyinlerinden Catarina Midby’ye bakılırsa, modaevi bu alandaki tutumunu gelecekte de götürebildiği kadar ileriye götürecek gibi görünüyor. Midby’nin mükemmel moda tanımında, başta sürdürülebilirlik kavramı yatıyor. Modanın bu kavramla örtüşmesi için ise, insanlara ve yaşadığımız gezegene özen gösteren, bilinçli bir üretim ve tüketim sürecine ihtiyaç doğuyor. Elbette bu dikeni eksik olmayan bir yol; üretim aşamasında aşılması gereken birden çok engel ortaya çıkıyor. Geri dönüştürülmüş, selülozlu iplik bulmak başlı başına zor iken, bulunduğunda da stokların yeterli olmaması en temel meselelerden. Bir de organik ipliğin çoğu zaman geleneksel olanlara göre daha pahalı olması ve üretiminin uzun sürdüğü gerçeği var. Midby’ye göre çözüm, organik ipliğe olabildiğince fazla yatırım yaparak döngüyü kırmaktan geçiyor. Bu iç politikanın sektör içerisinde ve tüketici arasında bir öncelik olarak yayılmasını sağlamak da, atılması gereken bir diğer önemli adım.
Diğer yandan, tüketiciyi bilinçlendirmek tek başına yeterli olmuyor, Midby’nin anlayışına göre fiyat etiketinde de dengeyi sürdürmek gerekli. Ne de olsa bu, organik yiyeceklerin ancak varlıklı kesimin erişim alanında olduğu bir dünya ve hiçbirimiz bu durumdan hoşnut değiliz. H&M’in organik ipliğe ve pamuğa yaptığı yatırım, son tahlilde fiyat farkının müşterilere yansımasını da engellemiş oluyor. Sosyal bilinç, tamam, fiyat, tamam. Peki ya tasarım? İşin aslı H&M’in bugünkü anlayışına ulaşmasında geçmişten çıkarılan derslerin de etkisi olmuş. Catarina Midby, 90’ların ortasında çıkardıkları çevre odaklı koleksiyonları hatırlıyor. Renklendirilmemiş ham kumaşlar ve organik materyalleri vurgulayan tasarımların çok da ilgi görmemiş olması, bugün ona son derece doğal geliyor. Seneler sonra tekrar organik bir koleksiyon hazırladıklarında ise tasarımsal öncelikleri haliyle değişiyor ve ürünlerin karbon ayak izlerini değil de stilini ön plana çıkarmak için yola koyuluyorlar. İlk kez 2011’de raflarda yerini alan Conscious Collection da işte böyle bir sürecin ürünü. Hasır şapkalar ve kenevir sandaletler yerine hem modaya uygun hem de çevreye duyarlı giysileri bir araya getirerek, moda takipçilerine daha iyi bir seçeneğin varlığını gösteriyor. Catarina Midby, moda ile sürdürülebilirliğin bir bütün olması gerektiğini, Conscious Collection sayesinde böyle önemli bir konuda fedakarlığa hiç de gerek olmadığını göstermeyi başardıklarını söylüyor. Conscious Collection’ın ilk çıktığı sezondan bu yana sürekli yenilenmesi de bu yeni bilincin bir diğer sonucu. Midby, sürdürülebilirlik felsefesi net bir iletişim diliyle düzenli olarak sunulmadığı sürece gerçek bir fayda sağlanamayacağına inanıyor. 2013’ün Conscious Collection’ında romantizm teması ile spor giyime ait etkiler bir araya geliyor. Botanik desenlerle bezenmiş akışkan görüntülü bluz ve tulumların yanı sıra, beyaz ile haki tonlarının ve pastel bir renk paletinin etkisinde, kullanışlı kısa şortlar ile elbiseler dikkat çekiyor. Tabii H&M’in çevresel sorumluluklar konusundaki hassasiyeti,
XOXO The Mag
55
Conscious Collection ile sınırlı değil. Tüm üretim sürecinde, su ve enerji tasarrufunu göz önünde bulunduran, kimyasal kullanımını kısıtlayan koşullar çoktandır sağlanmış halde. Midby işi bir adım daha ileriye götürüp, ekolojik ürün etiketi kullanmaya gerek duymayacakları günlerin hayalini kuruyor. Tüm H&M ürün gamının Conscious Collection gibi çevre dostu olması için yeni bir yapılanma, yakın zaman planları arasında yer almış bile. Pamuğun tamamen sürdürülebilir kaynaklardan elde edildiği, gerçekleştirilecek reformlarla üretim, lojistik ve satış süreçlerinin baştan sona çevre dostu olduğu bir oluşum haline gelmek, H&M’in 2020 yılı hedefi. Catarina Midby, yakın geleceğe dair de bir müjde veriyor: "Bu yıl içerisinde, geri dönüşüm çarklarını hızlandırmak adına, eski giysiler karşılığında H&M mağazalarında geçerli olacak kuponlar dağıtmak üzerine kurulan yeni bir proje hayata geçirilecek. Başlangıçta 1500 mağazada gerçekleştirilecek olan proje, yıl bitmeden tüm H&M mağazalarını kapsayacak. Dokuların geri dönüşümünü sağlayıp eski giysilerden yeni giysiler yaratarak halkayı tamamlamayı planlayan H&M, aynı zamanda dünya çapında bir ilke imza atmış olacak." Görünüşe bakılırsa moda dünyasının gidişatı konusunda sahip olduğu bilinç, Midby’nin pozitif bakış açısını lekelemekten bir hayli uzakta. Ona göre modanın eğlenceli yönlerinin tadını çıkarırken, üretim ve tüketim konusunda sorumluluk sahibi olmak, biraz çaba ve çokça adanmışlık istiyor belki, ama son derece mümkün. Hayranı olduğu tasarımcılar sorulduğunda, en başta hayvan hakları ve çevre için tutku ve kararlılıkla çalışan Stella McCartney’nin ismini anıyor. Honest by ile Bruno Pieters da etik değerlere verdikleri önemle en çok ilham aldığı tasarımcılar arasında. Kendi alışverişlerinde ise giysilerin çevreci şartlarda üretilmiş olmasını tercih ederken, asıl evdeki hesabına dikkat ediyor Midby: "Yalnızca yıllarca giyecek kadar sevdiğim giysileri satın almak, giysilerin uzun süre dayanmaları için özen göstermek, seyrek ve düşük ısıda yıkama yapmak, tamburlu kurutucu kullanmamak ve kumaştan yapılmış hiçbir şeyi çöpe
atmamak, prensiplerimden birkaçı." Doğaya saygılı davranmak ve sürdürülebilirlik felsefesi İskandinav ülkelerinde neredeyse refleksleşmiş bir davranış şekliyken, Midby’nin öngörüleri tutarsa, gelecek nesilleri düşünerek üretilen moda, çok yakında tüm dünyanın bilinci dahilindeki bir konu haline gelecek. Çevre dostu giysiler, ona göre geçici bir heves değil, tam tersine moda endüstrisinin hayatını devam ettirebilmesi için şart. Giyinmek, yemek yemek kadar doğal bir ihtiyaçken, bu sektörün ayakta kalması için büyük değişikliklere gidilmesi çok da şaşırtıcı olmayacak. Sadece H&M bünyesinde değil, İngiltere gibi tüketicinin hızla bilinçlendiği ülkelerin yanı sıra, en büyük önceliği fiyata veren ülkelerde de çevre dostu üretimin sıradan bir standart haline gelmesini bekliyor Midby. Peki tüm bu ekolojik düşüncelerin, sürekli değişen trendlerle devinim kazanan bir sektörde gerçekten yeri var mı? Midby’nin cevabı soruyu değiştirir nitelikte. Çünkü o, moda dünyasının günümüzde geldiği noktada trend esaretinin pek de yeri olmadığını düşünüyor. Başkalarının ne giydiğini ince ince analiz etmek yerine kendi içimize dönüp kişisel tarzımızı belirleyebildiğimiz bir dönemde yaşıyoruz. In’ler ve Out’ların dayattıkları ve komik duruma düşme endişesi oldukça geride kaldı. Midby’ye göre yenilik sunmak H&M’in görevi, fakat bu, H&M’den alınan bir giysinin seneler boyunca kullanılamayacağı anlamına gelmiyor. Giysileri çeşitli şekillerde eşleştirerek tazelik ve sürdürülebilirlik sağlamak, kendine güvenen moda severlerin elinde. Catarina Midby’nin tavsiyesi çok basit: "Moda kurbanı olmamak için kendi tarzınızı bulup dayanıklı bir gardırop oluşturun. Ne de olsa ekolojik moda bilinci çift yönlü bir bilinç." Sonuç: Onun gibi bazı tasarımcılar tüketicileri bilinçlendirip katma değer sağlarken, bilinçli tüketicinin çok daha fazla tasarımcıyı etkilemesi de işten bile değil. Katılın. * Conscious Collection, 21 Mart'tan itibaren tüm dünya ile aynı anda Türkiye'deki H&M mağazalarında da yer alacak.
XOXO The Mag
Intervıew/WHATEVER
Osman Oymak
Hayat Ti'ye, Meslek Ciddiye Alınır Nişantaşı'nda, Bayer Apartmanı'nın altıncı katına çıktınız, Oymak Plastik ve Estetik Cerrahi'nin kapısını çaldınız ve branşında Türkiye'nin en iyilerinden Osman Oymak'ın karşısına oturdunuz. Müstehzi gülüşlü ve cerrahi müdahaleli bir sohbete daldınız. Bir rahatlama, bir hafiflik kaplıyor içinizi. Ne de olsa karşınızda mesleğini çok ciddiye alan, ama kendisiyle ve hayatla pek güzel dalga geçen bir adam duruyor. röportaj ayşecan ipek fotoğraf sezer arıcı
XOXO The Mag
kazanırdık? Tabii ki o taraf da çok ilerledi, teknolojik değişimler var, ama ben kremlerin koruyucu olduğuna inanıyorum. Hasardan sonra kremle düzeltme yapılacağına inanmıyorum. Ameliyat sonrası ben de nemlendirme ve koruma amaçlı kremler tavsiye ediyorum. “Hangi marka?” diye sorulduğunda cevabım “Fark etmez” oluyor. Kozmetikçiler biraz kızacak ama ben cilt bakım kremlerine araba yağlarına baktığım gibi bakıyorum: Hepsi en şahane olduğunu ve motoru hiç aşındırmadığını iddia eder. Oysa ki hepsi birbirinin aynıdır.
'Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi Uzmanı'. Bu röportajı bir çocukla yaptığınızı düşünün. Titrinizi ve mesleğinizi bu işlerden hiç anlamayan birine nasıl açıklarsınız? Biz aslında savaş sonrası cerrahlarıyız. Birinci Dünya Harbi'nden sonra asıl büyük atılımımızı yaptık. O dönemlerde düşük ivmeli silahlar kullanıldığı için insanlar küt diye ölmüyordu, yaralanıyordu. Ondan sonra burnu kopanlar, kolu parçalananlar, ağız, burun, çene, kemikler filan… Hepsini toparlayan cerrahidir bizimki. Onun için rekonstrüktif bölümü var. Seneler sonra "parçaları toplayan adam normali de düzeltir" dendi ve estetik buna ilave edildi.
Görsel olarak optimumda yaşamak isteyen herkesin düzeltecek bir yeri var mıdır? Kusur her zaman bulunur, bu da psikolojik bir rahatsızlıktır. Öyle bir hastayı çok dikkatli ameliyat etmen lazım; ya ömür boyu senin müşterin olacak, öyle bir ilişki kuracaksın, ya da kusursuzluğu arayan biri olduğu için üç gün sonra senin yaptığın işte de kusur bulacak ve birbirinize gireceksiniz. Bunlar tehlikeli hastalar.
Babanız Atilla Oymak'ın da çok değerli bir cerrah olduğunu biliyorum ancak kendisiyle ilgili soru sormayacağım. Plastik cerrahiyi seçmenizde babanız dışındaki etkenlerden bahsedebilir misiniz? 70'li senelerin başında Ulus'ta oturuyorduk. Yabancılar vardı, bir de Türkler, sadece doktor aileleri. Ona bakıyorum doktor, buna bakıyorum doktor… Sanki başka bir şey olunmazmış gibi bir durum vardı. Tıbba girdikten sonra babadan dolayı plastik cerrahiyi seçtim ki hiç olmazsa bana yardım edecek biri olsun yanımda.
Onları nasıl idare ediyorsunuz peki? Gıcık kaptığım bir doktor varsa hemen ona gönderiyorum! "Yüzümü asla bir estetik cerraha teslim etmem" ile "aynaya baktığımda iyi hissetmek, yani mutlu olmak için ne gerekiyorsa yapmalıyım" çoğunlukla yaşanan ikilemler. Siz bu tip kafa karışıklıklarıyla karşılaşıyor musunuz, yoksa buraya gelen herkes çoktan kararını vermiş mi oluyor? Ben hastaya “Benim yüzümde ne görüyorsunuz, neye ihtiyacım var?” sorusunu asla sordurmam, öyle bir şey yok. Ben soruyorum: "Nedir derdiniz?" Bana neden gelmiş? Göğüs mü göğüs. Yüz mü yüz. Sonra anlatıyorum: "Bakın bu böyle olur. Bunun artısı eksisi budur. Şimdi bir düşünün. Bir hafta sonra kararınızı verin, yeniden konuşalım." Hastaya şunu da söylüyorum: "Buzdolabı alırken bile iki-üç dükkana bakarsın. Gez dolaş. Etrafa bir bak, danış. Kim içine sinerse onda karar ver, ama şimdi ben sana bir hafta kaçma izni veriyorum." Bunu söyleyip yolluyorum.
Doktor evi denen şey nedir? Nasıl bir yer olur? Eskiden güzeldi. Eskiden acayip gümüşler gelirdi içi çikolata dolu. Sonra içi boş gümüşler gelmeye başladı. Şimdiyse çikolata da gelmiyor artık. E doktor evi enteresandır. Baba eve geldi mi çok gürültü edilmez, cerrah dediğin adam günde 10 saat çalışır çünkü… Kendine gelmesi için müsade edilir. Ameliyatınızın başlamasına beş dakika var. Haletiruhiye nedir? Ameliyattan önce bütün cerrahlar gibi ben de sakinleşirim. Ameliyatı kafamda evirip çeviririm biraz. 10-15 sene öncesinde her gece uyanıp kafamdan ertesi günün ameliyatını yapardım, “Ha, tamam oldu” deyip geri yatardım. Artık uyanmıyorum. Tabii seneler geçtikçe yaptığın ameliyatların çeşitliliğini azaltıyorsun, dört-beş çeşit ameliyatın içinde dönüyor her şey. Uykunu kaçırtmayacak hale geliyor. Yoksa “ben öğrendim, tamam” diye bir cümle yok.
Bıçak altına yatmak için duyulan hevesle ilgili neler düşünüyorsunuz? İnsanların estetik cerrahi ile ilgili şunu anlamaları lazım: Pembe bir tablo yok ortada. Estetik amaç uğruna olsa da yaptığın şeyin adı ameliyat ve her ameliyat risk taşıyor. Eğer riski en aza indirebiliyorsan o zaman iyi bir doktorsun demektir, ki Türkiye gerçekten çok iyi yerlerde.
Aynaya baktığınızda estetik kaygılar yaşayan biri misiniz? Muayenehanenin asansörü tepeden alıyor ışığı. Işığın altında durduğumda "kim ulan bu" deyip elimle göz kapaklarımı şöyle bir yukarı doğru kaldırıyorum, kenarını köşesini çekiştiriyorum.
Estetik cerrahide Türkiye'yi iyi yapan nedir? Türkiye, Avrupa gibi kendi ekolünü tekrar diriltmeyi denemedi, Amerika üzerinden yeni bir ekol yarattı. Şimdi bizim 40-45 yaş arası cerrahlarımız dünyada söz sahibi. Her yerde ders veriyorlar. Kongrelerde konuştukları vakit millet ağzını açıp hayretle dinliyor. Pırıl pırıl bir ekip geliyor. Bu iş bir bayrak yarışıysa, biz onlardan bir boy büyükler olarak bayrağı fena bir yere getirmemişiz demek ki. Gurur duyuyorum, çok iyiler çünkü.
Peki, o zaman, etrafa baktığınızda estetik kaygılar yaşayan biri misiniz? Eskiden çok bakardım etrafa. Bir saniyenin üzerinde baktığım zaman insanlar müthiş rahatsız olurdu. Onun için artık önüme baka baka yürüyorum. Yakında kendi kendime konuşa konuşa dolaşacağım sokaklarda.
Bu bayrak yarışı, geriye bir şeyler bırakmak sizin için önemli olsa gerek, 'Meme Protezleri' ve 'Liposculpture' isimli iki kitabınız var. Üniversite dışında akredite olmuş, eğitim veren tek ekip biziz. Üst ihtisas elemanları alıyoruz. Bildiğini birine gösteriyorsun, o da üç gün sonra aynısını yapmaya başlıyor. Hatta senden daha da iyisini yapıyor. Acayip gurur verici! Orası tatlı, işimin o yanını çok seviyorum.
Bugüne kadar bir hastanıza söylediğiniz en cesur cümle neydi? Aynanın karşısında saatlerce dikilip duran bir hastaya “Bu ameliyat size fayda sağlamayacak, olmayın” derim mesela. Kadınlara karşı bu cesarettir. Biraz daha ileri gidersen kafana yersin. Kozmetikte bugün en çok kullanılan söylemlerden biri de "estetik cerrahiye gerek bırakmayan". Kırışıklıklar üzerinde %45 düzelme vadeden bir krem bunu gerçekten de başarabilir mi? Piyasada öyle bir krem bulunuyor olsaydı biz nasıl para
Hangi ameliyattan çıktığınızda bir şampiyon gibi hissettiniz? İlk başlarda her ameliyat sonrası hissediyordum. Sonra karar verdim ki içinden bile geçirsen yukarıda bir büro var, “Ulan bu 59
havaya girdi” deyip cırt diye çarpar adamı. O yüzden içimizden bile geçirmiyoruz. "Of ne de güzel yapıyorum" dediğin an bir şey oluyor, makas kırılıyor… Gaza gelmeyeceksin. Her defasında sanki yeniymiş gibi efendi efendi işini yapacaksın. Cerrahiyle ilgili sizde hayranlık uyandıran şey nedir? Bir kere cerrahinin kendisi insan egosunu maksimuma çıkaran bir şey çünkü içeride 'absolut kral'sın. Öyle bir mesuliyet alıyorsun ki doğru ya da yanlış her dediğin yapılıyor ama tabii egoyu da bir tutman lazım, kaideler içinde kalması lazım. Bir de bizimki neticeyi hemen aldığın, yaptığını gözle görebildiğin bir branş. Bu da hoşuma gidiyor. Ameliyathanenin raconu nedir? Nasıl davranılır? Normal şartlarda, eğer ki ölümcül bir hata yapmıyorsa cerraha kimse bir şey diyemez. Eğer sen iyi bir cerrahsan ve egonun altında bir bariyer kurmadıysan ekip seninle nefes alır. Sen de ekibinle. Ameliyat hemşiresini adam yerine koymayan, anestezistine kötü davranan cerrahlar var. Onlar genelde yalnız kalır. Yalnız kalınca da hata yapmak kolaylaşır. Sevilmeyen cerraha çektirirler mi? Yapabilecekleri yardımı yapmazlar. Bu da zaten çektirmekten beter eder adamı. Grey's Anatomy ya da Nip/Tuck gibi plastik cerrahiyi kapsayan dizilere nasıl bakıyorsunuz? Nip/Tuck'ı iki kere seyrettim. Bir cerrah sadece kadınları götürüyor, öbürü sürekli ameliyat yapıyor içeride. Bu nasıl bir ortaklıksa… Botox'un erken yaşlarda yapılmasının daha doğru olduğu söyleniyor. Tekrarı konusunda tutumlu olmak gerektiği de başka bir görüş… Siz neler düşünüyorsunuz? Bugün karşınıza geçip "Osman Bey, hadi bana bir botoks" desem? E yaparız hemen bir tane! Evladım insan hasta olmadan antibiyotik alır mı? Öyle derim sana. Para kazanmayı hepimiz istiyoruz ama kapıdan geçen kediye de botoks yapalım o zaman. Kırışıklık yoksa ne botoksu? Nereden çıkmış? Hayatınızda cerrahi dışında büyük yer kaplayan başka neler var? Cerrahi kadar önem verdiğim başka hiçbir şey yok. Klasik mönüyü yani ailemi saymıyorum. Tabii ki ailem ve çocuklarım benim için çok değerli. Onların dışında hayatımı cerrahiye göre yaşıyorum ben. Bir de denizi çok severim. Koy beni bir suyun üzerine, sandal bile olsa yeter.
özgüvenli bir duruşu vardır. Bir bakıştır bu ya da bir sırıtış… İşte o insana güzellik verir. Sanattan, resimlerden feyz aldığınız olur mu? Rönesans'tan başka bir seçeneğim yok ki! Kübist'lerden etkilensem etrafta çok ilginç yüzlere rastlardık. Eski kadınlar şişko mişko şeyler ya… Bir insanı olduğu gibi, kırışıklıklarıyla, çizgileriyle, yaşlılığıyla kabul etmek neden bu kadar zor? Daha doğrusu insanın kendi kendini kabul etmesi neden bu kadar zor? Bunu kabul edebilene sormak lazım. Bir yerden sonra kabul ediyorsun tabii, ne yapabilirsin ki… Bakıyorsun, kızın gelmiş yirmi beş yaşına. Ötekine bakıyorsun, kızı evlenmiş. Bir diğerinin torunu olmuş. Sonra dank ediyor. Tamam ne yapalım… Yaşlanıyoruz ve sonra da öleceğiz. Büyüdükçe gençleşmiyor insan. İşin bilim-kurgu tarafını biraz irdelersek… Önümüzdeki yıllarda bizi hangi mucizeler bekliyor? “Yok artık, bu da mı yapılıyor?” diyeceğimiz gelişmeler var mı kapıda? Valla çok acayip bir şeyler olacağına inanmıyorum. Biz hücrenin yaşlanmasıyla uğraşıyoruz. Hücrenin yaşlanmasına çare bulursak her şey biter zaten. Kimse yaşlanmayacak. Kimse ölmeyecek. Dünya ne kadar dayanır? Bence yaşlanmaya asla çare bulmamalıyız. Oysa kaliteli yaşlanma yönünde acayip çalışmalar yapabiliriz. Belki öyle bir teknoloji çıkacak ki bir gün iki hücre yan yana gelip gevşediğinde onları sıkılaştıracak, mesafeyi daraltacak. Ben tüm bu çabaları biraz bencilce buluyorum. Evet, biz geldik, yaşadık. Çok da güzel bir hayat sürdük. Artık bizden sonrakilere yer açmak lazım. Günümüzde herkes ufak estetik detaylar uğruna iki haftada bir bıçak altına yatmak isterken, estetik cerrahi ciddiyetini ve ağırlığını nasıl koruyacak? Cerrahinin ciddiyetini bozanlar yine cerrahlar zaten. Birinin “Arkadaş sen ne yapıyorsun?” diyerek onları sarsması gerekiyor. Biz dernek olarak, onları ancak kınayabiliyoruz. Önce cerrahların bir silkinmesi, uyanması, kendilerine çekidüzen vermeleri gerek. Bir de, insanlar bizim çok para kazandığımızı sanıyor. Bu yüzden seven sevmeyen herkes estetik cerrah olmak istiyor. Öyle bir hava yaratıldı ki "ay ne yapıyor ki bu adam, oradan alıyor şuraya dikiyor" gibi fikirler uçuşuyor. Uzaktan kolay görünüyor. Çok rahatlıkla şunu da söyleyebilirim ki, en çok parayı da biz kazanmıyoruz. Bizim çok ciddi ameliyatlarımız fiyatına ben apandisit alındığını biliyorum. Evet, estetik cerrahların üzerine yerleştirilmiş bir 'pop doktor' imajı var… Tabii canım. Direkt sosyete doktoru gözüyle bakılıyor. "Ay senin de yaptığın iş mi" havalarında… Bir sürü branştan bizimkine geçip, önüne kitap açarak ameliyat yapmaya kalkan doktor oldu. Tabii ki o ameliyatların tümü hüsranla bitti.
Vaktiniz oluyor mu suyun üzerinde keyif yapmaya? Pek olmuyor. Sanatla aranız nasıl? Boş vaktimde bale yapamam. Enstrüman çalamam ama çalmayı çok isterdim. Çalabilenleri acayip kıskanırım. Her erkek adama sorulur, en klişe röportaj sorusudur ama ben başarılı bir estetik cerrahın güzellik anlayışını merak ediyorum... İnsan güzellik anlayışını işiyle, yaşadığı hayatla, tecrübeleriyle değiştiriyor. Güzelliğin tüm duyulara hitap etmesi lazım. Çok güzel bir kadın iki saniye sonra ‘yaaa maaa' diye konuşmaya başlarsa o iş orada biter. Fizik yetmiyor, duruş diye bir şey var. Hareket var, harmoni var. Bir kadının kendisinde mükemmelleştirmeye çalıştığı her şeye rağmen güzellik, karşısındakinin bakışıyla değişiyor. İnsanın sadece fiziğini değiştirerek güzel olabileceğine inanmıyorum. Bu hayatta bir şey beceren, bir şey yapan insanın
Mesleğiniz kadınları reddetmeyi hayatınızın bir parçası yapıyor. Evet. Kadınların doktor seçme hakkı nasıl varsa benim de hasta seçme hakkım var. Bu zor durumla nasıl başa çıkıyorsunuz? Çeşitli maymunluklarla. “Aaa bak kuş geçti” filan diyerek oyalıyorum onları. Bakıyorum ki biz bu kadınla anlaşamayacağız, ileride problem yaşayacağıma baştan kaçayım mantığı… Ne bileyim ben… Ruhsuz davranıyorum, şakalarına gülmüyorum, o bir şeyler anlatırken havalara bakıyorum, cümle bitmiş gibi yapıyorum, asla göz teması kurmuyorum. Kendimi bıraktırıyorum işte!
XOXO The Mag
#heranheryerde
Keep your judgement pure. Drink responsibly.
FOOD
HAVAN
Sarımsak Dövmekten Fazlası yazı didem şenol fotoğraflar orhan cem çetin
Lezzet aslında basitlikte gizli. Ne kadar karmaşık, o kadar zorlama. Basitlik derken, düşünülmüş olmadığı anlaşılmasın. Denge elde etmek için iyi tartılmış, hakkı verilmiş, özen gösterilmiş bir sadelik aslında anlatmak istediğim.
Bir aşçıyı aşçı yapan şeylerin başında bence doğru zamanda, doğru miktarda, doğru tuzu kullanmak yer alıyor. Kendi tuzumuzu kendimiz güneyden toplayıp kuruttuğumuz için şanslıyım. Bu tuzu tükettiğim noktada ise rafine edilmemiş deniz tuzu kullanıyorum.
İşte ben bu sadeliğin peşinde koşuyorum yemekleri düşünürken. Hiçbir elementin birbirini bastırmasına izin vermeden keyifli bir harmoni yakalamak tüm amacım.
Dana kaburga mı pişireceğim, bir gün önceden tuzluyorum. Kaburgayı lezzetlendirmek için önce tuzu lezzetlendiriyorum. İşte bu noktada devreye mutfağın vazgeçilmezi ‘havan’ giriyor. Deniz tuzunu, yeni topladığım defneler, pembe biber, taze kekik, kimyon tohumu ile dövüyor, kaburgayı bu karışımla sıvıyorum. Keyfime göre bazen biraz sarımsak ekliyor, bazen olduğu gibi streç filme sarıp bir gece buzdolabında bekletiyorum. Uzun pişecek etleri önceden tuzlamak, tuzun içine işlemesi için gerekli. Ertesi gün beş-altı saat pişirdiğim kaburga yoğun lezzetine rağmen sadeliğinden hiçbir şey kaybetmiyor.
Sürekli ‘iyi malzeme’ diyor olmak, zaman içinde dinleyiciler tarafından anlamını yitiriyor gibi görünse de, hakikaten asıl olan kesinlikle ‘iyi malzeme’ kullanıyor olmak. Doğru mevsimde kuzu almak, içinde bulunduğumuz aylarda ısırgan, ebegümeci, kazayağı, turp otu ve hardal otu tüketmek, kışın kök sebzeleri mutfağın vazgeçilmezi yapıp, bahara doğru bezelye, enginar, bakla için heyecanlanmak tüm yaptığım. Malzeme kısmı netleştikten sonra lezzet için belirleyicilerin başında ise tuz yer alıyor.
Baharatları tohum olarak alıp öğütüyor, bu sayede rayihaların
XOXO The Mag
toz kıvamındaki karışımı değişik marinelerde kullanıyorum.
tazeliğinden yararlanıyorum. O anda dövülmüş Arnavut biberini kuru fasulyenin içine katmak, hazır pul biber eklendiğinde elde edilenden çok daha fazla koku ve aromanın ortaya çıkmasını sağlıyor. Deniz ürünlerini biberlerken değirmene az miktarda da olsa kişniş tohumu koymak karabiberin etkisini pekiştiriyor.
Evde yemek yapmak bu tip adımları atlamak demek değil aslında. Geçen hafta evde hamburger yapmaya karar verdim. Kasaba, dana kıymayı yağlı antrikot ve döş karışık olarak tek sefer çektirdim. Köfteyi hazırlarken ete sadece tuz ve biber ekledim. Sıcak ekmeklerin içine yerleştirdiğim ızgara köftelerin üstüne Kars gravyeri erittim. İnce doğradığım ve sotelediğim soğanları da köftenin üstüne koyup yağı ekmeğe çıkana kadar bastırdım. Tercih edenler için, sofraya hardal ve ketçap götürdüm. Fakat bence gecenin favorisi biberiyeli ve sarımsaklı tuzla lezzetlendirdiğim patateslerdi. Ev yapımı kızarmış patates gibisi yok; yedikçe yedik. Çocuk menüsünün keyfini çıkardık.
Fırınlanmış pancar salatası hazırlarken, fındık, portakal kabuğu ve maydanoz ekliyorum. Önce fındığı fırınlıyorum. Çıtır fındıklar dövüldükçe çıkan yağ ile portakal kabuklarını eziyorum. Bu karışıma maydanozu ekleyip pancarlara yediriyorum. Ortaca’dan babamın aldığı eski mermer havanlar özellikle yemişleri ve tohumları dövmek için ideal. Yeni baharı, kakuleyi, karanfili bu ağır tokmaklı mermer havanda dövmek çok iyi sonuç veriyor. Eski tip pirinç havanlarda ise daha çok sakız ve kahve dövüyorum. Eğer iyice öğütmekse niyetim, tuz, biberiye, defne, karabiber gibi malzemeleri kahve öğütücüsünden geçirip toz haline getiriyorum. Bu
Lezzet bu ayrıntılarla oluşuyor. Ufak dokunuşlar aslında farkı yaratan. Hepimizin evinde bulunan, sarımsak dövmekten dövmeye tezgaha çıkardığımız havanlara bir de bu gözle bakmanızı tavsiye derim. 65
MUSIC
YEAH YEAH YEAHS VARSA YOKSA EVET
Dört senelik aradan sonra dördüncü albümleri Mosquito’yu piyasaya sürmeden önce Yeah Yeah Yeahs’in olgunlaşma sürecini, Karen O’yu, Maps’i ve benzerlerini kısaca gözler önüne serdik. yazı beren özel fotoğraf dan martensen
XOXO The Mag
Alone’) olan ve hissiyat yüklemesini tonlamasına doğrudan yansıtan bir solisti ciddiye almamak çok da hakkaniyetli olmayacaktır. Stephin Merritt’in The Paris Review Book of People with Problems önsözünde yazdığı gibi, “Hemen hemen her hikayede beliren temel problem, kayıp kadınlardır... Öyle ki, herkesin bir anneye ihtiyacı vardır, bir annenin bile -onun yerine herkesin eski bir sevgilisi var.” ‘Artık evli bir kadınım’ bilgisini cümle aleme duyurduğu 2011 yılına kadar, Karen O’nun bilinen eski sevgilileri arasında Liars’ın solisti Angus Andrew ile Spike Jonze yer almakta. Tabii, çoğunluk gibi eski sevgilinin hayaleti, acısı, ağrısı ile sessiz mücadele etmek ya da eski sevgiliden kurtuluşu görünmez coşku ile kutlamak yerine, Karen O bu müstesna doğa olaylarından şarkılar yazarak ve hatta albüm haline getirerek, onları bir anlamda ölümsüzleştirdi.
2013 yılına hızlı bir giriş yapıldı. Yılın ilk günlerinde piyasaya sürülen Yo La Tengo’nun Fade adlı albümü; ansızın erişim kazanılan, gözlerim demiryolunda/kalbim ise ayaklar altında sloganını benimseyen bir gençliğin kült grubu My Bloody Valentine’ın yaklaşık 22 seneden sonra piyasaya sürdüğü ilk albümü; David Bowie’nin on sene aradan sonra piyasaya süreceğini açıkladığı albümü ve söz konusu albümün ilk iki single’ı; Johnny Marr’ın bu yazının baskıya girdiği tarihlerde internete düşen The Messenger adlı albümü ve daha sırada beklenilen onlarca albüm. Yaklaşık 13 sene önce ilk konserlerinden birini The White Stripes’ın ön grubu olarak veren Yeah Yeah Yeahs’in yeni albümü Mosquito’nun piyasaya sürüleceği haberi de, muhtemelen bir önceki paragrafta sıralanan grupların albümlerini edinen/edinecek müzikseverlerin az da olsa merakını uyandıracak nitelikte. Indie mabedi Brooklyn çıkışlı Yeah Yeah Yeahs’in hikayesi “insanın hayatı bir günde değişebilir” temasını haiz, duygu yüklü bir hikaye. Karen Orzolek (namıdiğer Karen O) ile Brian Chase, Ohio’daki Oberlin College’daki öğrencilik günlerinden tanışıyor -Karen O muhtemelen lise zamanlarındaki atipik/kendine has kişiliğini varoluşsal bunalım seansları ile pekiştirirken, Brian Chase ise ciddi ve nispeten sorumluluk sahibi bir caz öğrencisi iken, arkadaş olmaları an meselesi olsa gerek. Oberlin’den New York Üniversitesi’ne yatay geçiş yapan Karen O, Nick Zinner ile ise New York’ta bir barda tanışır ve tanıştıkları anda aralarında bir bağ oluşur. Barı terk etmek üzere kapıdan çıkan Nick Zinner’ı hızlı adımlarla takip eden gözü yaşlı bir Karen O, en kısa zamanda görüşmeleri gerektiğini, hayatında ilk defa bir yıldız (meteor) kaymasına şahit olan küçük kız edasıyla söyler. O gecenin ardından aynı daireye çıkarlar, Unitard adlı grubu kurarlar, müzikal çizgilerini değiştirirler ve ilk davulcularının ayrılmasıyla gruba dahil olan Brian Chase ile birlikte Yeah Yeah Yeahs oluşur.
Bu şarkıların en hatırı sayılırı hiç kuşkusuz, ülkemiz şartlarında 90’lar için Lithium neydiyse, 2000’lerin başı için aynı etkiyi yaratmış olan ‘Maps’tir. Bir ayrılık şarkısından çok, aşk şarkısı olan ‘Maps’ (My Angus Please Stay), bir iş teklifi alan ve aldığı gibi New York’u ve Karen O’yu terk edecek olan Angus Andrew’a bir gitme/bekle: "seni benim sevdiğim gibi kimse sevemez" çağrısı. Ayaklarını tepe tepe “benim tarzım senin tarzın/aynı kalacağım” derken Karen O, gideceğini bildiği sevgilinin kalabileceğine dair hala bir bekleyiş, bir umut besliyor. Adeta küçük bir kız gibi. Hal böyleyken, sevgiliyi kaybettiğini idrak etmesi ile bunu kabullenmesinin eş zamanlı olmasını da beklememek gerek. Araya fiziksel ve mecazi uzaklık girse ve iki kişinin duygu haritasında birbirinden uzaklaştıkları gözlemlense de, kızımız hala gözü yaşlı bir şekilde tekrar tekrar “seni benim sevdiğim gibi kimse sevemez” diyecektir. Hikayenin devamında, Karen O, uzaklaşmak adına Los Angeles’a taşınır ve ikinci albümleri Show Your Bones’un tohumlarını atarken bir diğer yandan da özgüvenini tekrardan kazanmaya çalışır. Fever to Tell’in ham enerjisinden, nispeten geleneksel şarkı yapısına geçiş ile beraber, sahnede kendini daha az paralayan bir Karen O karşımıza çıktı ikinci albümleriyle. Fever to Tell’de ‘Y-Control’ vardıysa, Show Your Bones’da ‘Way Out’ vardı. Üçüncü albümleri It’s Blitz’e gelindiğinde ise, grup üyelerinin kişisel hayatlarında zaman içinde meydana gelen değişikliklere paralel olarak çatışma halinden, itiraflar silsilesine geçiş yapıldı. Bir diğer deyişle, daha önceki albümlerde (ve özellikle Fever to Tell’de) belirgin olan öfke ve biz-daha-kendimizi-ciddiye-almazken-etrafımızdaki-herkesinbizi-ciddiye-almasının yol açtığı endişe devreden çıkınca synthesizer ve dolayısıyla disko etkili melodiler ortaya çıktı. Fever to Tell’in ‘Maps’ine karşılık, It’s Blitz’de ‘Hysteric’ vardı ve ‘Maps’ kadar duygusal olarak çıplak olsa da, bu sefer haklı bir bekleyiş, umut besleme hali mevcut.
Yeah Yeah Yeahs’i benzerlerinden ayrıştıran birkaç özellik, ergenlikuzantılı yanılsama ve tatminsizliklerini pop kültürü ile birleştirmeleri, varoluşsal bunalımı haiz/varoluşsal sorgulamalardan usanmayan gençliğin kendini ifade edebileceği bir mecra yaratmaları ve bir kadın solistin liderliğinde grup dengesini oturtmuş olmaları. Karen O’nun kırılganlığı, her daim bükülmeye hazır ruhu ve birtakım güvensizliklerinin, yakın arkadaşı Christian Joy tarafından ‘itinayla’ tasarlanan nevi şahsına münhasır/sadece Karen O için yaratıldıkları aşikar olan kıyafetleri ile sahne performansına yansıması ve buna rağmen davulcu Brian Chase ile gitarist ve klavyeci Nick Zinner’ın sakinlik ve dinginliklerini ayrı ayrı korumaları, yeteneklerini (keza sahnedeki varlıkları, keza Yeah Yeah Yeahs haricindeki yan projeleri ile) Karen O’nun gölgesinde kalmaksızın sergilemeleri bu dengenin göstergesi olsa gerek.
Dördüncü albümleri, Mosquito’nun prodüktörlüğünü yine David Sitek ve Nick Launay üstlenmiş ancak Kool Keith’in eşlik ettiği bir şarkıya da James Murphy’nin sihirli parmakları değmiş. Bunlara ek olarak, Karen O’nun, neden hakkında daha çok şarkı yok diye hayıflandığı ve albüme adını verecek kadar tutkulu bir şekilde nefret ettiği sivrisinekler ve uzaylılar tarafından gerçekleştirilen bir istila hakkında yazdığı şarkılar yer alıyor Mosquito’da. Peki grup üyeleri dört senelik arada neler yaptılar ve bu albümden neler beklemek makul olacaktır? Nick Zinner ayrılık ile bocalamakta, Karen O ise Los Angeles’tan New York’a taşınmanın verdiği sorunlarla (geçmişten gelen hayaletler) mücadele etmekte olduğundan yaratım ve kayıt aşamalarında hüzünlü bir hava hakimmiş. (Brian Chase, tüm bu duygusal girdaba bulaşmaksızın büyük ihtimalle sakin ve nispeten normal bir hayat sürmekteydi). Tabii, 13 sene aradan sonra yeni bir Fever to Tell ya da Show Your Bones beklemek çok makul olmayacaktır, ancak duygusal iniş ve çıkışların, az biraz geleneksel şarkı yazımı ile birleştiği, sinirin/hüznün/adaptasyon sorununun uzaylı ya da sivrisinek ve benzerleri vasıtasıyla dile getirildiği bir düzenin bizleri beklediği düşünülebilir.
Her ne kadar, Yeah Yeah Yeahs kıvam tutturma konusunda sınıfı geçmiş olsa da, Karen O kendisinden biraz daha bahsettirmeyi başarıyor. Sahnede üzerine bira dökerken ya da oradan oraya kendini atarken (ve ertesi gün yara bere içinde uyanırken) çizmeye çalıştığı ‘rock yıldızı’ görüntüsünden öte, “bakın, ben de sizler gibi başıma gelenlere bazen tahammül edemiyorum”, “ve sizin yerinize ben yapıyorum” mesajını veriyor. Ama işte 90’lı yılların büyük çoğunluğunu MTV izleyerek geçiren, Melody Maker okumuş ve alt-kültürün varlığından haberdar (ve hatta alt-kültüre hayran) olan bizler için Karen O, ‘bildiğimiz’, izlemekten hoşlandığımız pop starlardan birisi. İkilemleri, çalkantılı ruhu ve birtakım benzeri yıkım hallerini dışa vuran bir kadın solist. Ve beraberinde yetenekli iyi müzisyen. Burada Karen O’nun herhangi bir kadın solist olduğunu ima etmiyorum, bilakis, kendini olduğu gibi göstermesi, deli kızı tüm samimiyetiyle sahnelemesi, sesi ve duruşu saygıyı hak etmekle birlikte, günümüz solistlerinden çok daha farklı bir konumda olduğunu gösteriyor. Her şeyden öte, şarkı söylemeye ikna olduğu albüm On Avery Island (bakınız ‘Baby for Pree’, bakınız ‘Gardenhead/Leave me 67
Intervıew/ART
CEVDET EREK
Çok Az Büyük Haz Cevdet’in işlerini gören, müziğini dinleyen birinin ondaki enerjiyi unutması mümkün değil. Dünyanın dört bir yanında sergiler açıp, performanslar yaparken sürekli yollarda. Seyahatlerinde hayat sıkıcı bir film karesine benzediğindeyse, ‘Bari duruşum düzgün olsun.’ diye kendine çekidüzen verecek kadar mizahı yüksek. Bahardan kalma bir kış gününde, Cevdet’le Teşvikiye’deki stüdyosunda, mis gibi çay kokusu eşliğinde, sanattan, müzikten ve son dönem çalışmalarından bahsettik. röportaj elif kamışlı fotoğraf özkan önal
XOXO The Mag
Documenta 13- Ritimler Odası: SAHA, Istanbul'un desteği ve MIAM, Istanbul Teknik Universitesi'nin asistanlığında dOCUMENTA (13) tarafından sipariş edilmiş ve üretilmiştir. Fotoğraf: Nils Klinger.
Doug Aitken “The Source”(2012) çalışmasında yaratıcılıklarını farklı alanlarda kullanan kişilerle yaratıcı fikrin kaynağı üzerine konuşuyor. Görüştükleri arasında David Adjaye, Beck, Mike Kelly, Tilda Swinton gibi sanatçı, müzisyen ve mimarlar var. Bu çalışmadan esinlenerek sormak istiyorum: Farklı disiplinlerde üretimler yapan bir sanatçı olarak yaratıcılığının kökeni nerede? Sence yaratıcılık nerede başlıyor ve nasıl hayat buluyor? Bu soruya net bir yanıtım yok. Bana kalırsa yaratıcılık insani bir şey, herkeste var; ama bazılarımız buna daha çok yatırım yapıyoruz ve bunu daha fazla göstermek istiyoruz. Ben de onlardan biri olabilirim. Sanatımız sebebiyle de yaratıcılığı bir davranış haline getiriyor, bunun metotlarıyla uğraşıyoruz. Yaratıcılığın çalışma ve antrenman gerektirdiğine inanıyorum.
mekan olmuyor. Bu defa böyle bir projenin gerçekleşmesini mümkün kılacak her şey vardı. Hayal ettiğimden fazlasını yapabileceğimi gördüm, bu çok önemliydi. Bir de açıldıktan sonra 10-15 gün, günde dört-beş saatimi işin içinde geçirdim, ayrılamadım ve işin içindeyken de çok şey öğrendim. Mekandan ayrılamayanlar epey oldu, bunu görmek de önemliydi. Son zamanlarda mekanla ilgili bir şey yapmak değil de, mekan yapma isteğim oldukça artmıştı ve “Ritimler Odası” da bu yönde devam etmeli diye düşündüm. Tabii böyle fırsatlar ne kadar ele geçer, bilinmez.
Peki sen yaratıcılığının farklı alanlarda farklı şekillerde vücut bulduğunu hissediyor musun? Aslında mecralar birbirine o kadar yakınlaştı ki, bahsettiğin gibi bir farklılık benim için yok. Herkes uzmanlaşmak, hayatını bir şeye adamak peşinde; oysa ben hiç öyle hissedemedim. Benim için her şey beraber gelişti; tüm üretimlerim aynı bedende, ve şu an aynı mekanda... Farklı ilgilere sahip kitleleri birbirine yakınlaştırmak için de elimden geleni yapıyorum, ki artık iç içeler.
Prodüksiyon süreci maceralı oldu mu? Maceralı değil de, zorlu oldu diyelim; çünkü üç ayda yaptık işi. Nedenleriyse şöyle: geç davet edilmiş olmam, ilk projemin üzerinde bir ay çalışıp sonra o mekanın iptal olması, ardından beğendiğim yeri başka bir sanatçının alması ve bu projenin konfirmasyonunun geç gelmesi. Sonuçta, Şubat-Mart gibi başladık. Ben orada toplam iki hafta kaldım, ama uzaktan çok iş yaptık. Mekanın maketi de burada. Mimar olmanın faydalarından ya da hastalıklı yanlarından biri, maket yanında olunca çalışabileceğini düşünüyorsun. Ama “Ritimler Odası”nın kendisinin de mimari bir iş oluşu, doluluğu sebebiyle maket gerekiyordu. Onlar ben yokken mekanı kurmaya başladılar; bütçe sebebiyle Çin’den alınıp, İstanbul’da programlanan LED dışında her şey oradan temin edildi. Hem metrekare olarak en büyük işim, hem de oldukça girift. Burada hem mimar, hem ritimci, hem ses mühendisi olarak çalışmak durumunda kaldım; hem de grafikleri yaptım. Performanslarım da oldu. Benim için ilginç bir gelişimdi.
On yıl önce Documenta’yı görmüş olman da manidar… O zaman çok etkilenmiştim, oldukça öğreticiydi; ama on yıl sonra Documenta’ya katılacağım aklımın ucundan geçmezdi.
Geçtiğimiz yıl birçok sergiye katıldın, en önemlilerinden biri de Documenta 13. C&A mağazasının merdivenlerinden çıkarken görmeyi en son beklediğim şey belki de beni içine alıp yoğuracak bir çalışmaydı. Farklı eserler bütünlük içinde mekanı yaşayan bir organizmaya dönüştürmüş gibiydi. Tam da Murakami romanlarında karşımıza çıkabilecek türden sürreel bir dünya. Biraz Documenta’dan ve “Ritimler Odası”ndan bahsetsek... İşin ölçeği mühimdi, yani büyüklükten öte bütünlük açısından böylesini yapabileceğimi görmek. Ben bunu yapabilmeyi hep isterdim, ama karşındakini ikna edemiyorsun, bütçe, zaman,
Peki, Carolyn Christov-Bakargiev ile aran nasıldı? İyiydi, bana “Majör bir şey yap, kendini engelleme, engelleyen 69
Dairesel Hafta Cetveli, Fotoğraf: Peter Cox. Tüm eser görselleri sanatçının izniyle.
olursa da haber ver” deyişi çok önemliydi. Mekanı bir kere inşaat zamanı boşaltıldığında, bir de bittiğinde gördü. Hiçbir şeyi tartışmadık. Daha fazla çalışabilsek, beni daha çok mutlu edebilirdi; ama böyle de oldu işte. Ben küçük ölçekli işler de ürettiğimden, onun beni aksine teşvik etmiş olması mutluluk verici. Bir de tüm bunlarda onunla Kunsthalle Basel’deki sergimin içinde bulunup tartışmamız belirleyiciydi. Eğer oradaki işi görmemiş olsaydı, sesle ilgilenmeyen bir küratöre yapmak istediğimi anlatmak çok zor olurdu. Documenta’da izleyici olarak seni en çok hangi işler heyecanlandırdı? İlk aklıma gelen, çok klasik ve resimsel olsa da, Tacita Dean’ın karatahta üzerine yaptığı Afganistan dağ manzaraları. Theaster Gates’in “12 Ballads for Huguenot House” adlı Kassel’deki terk edilmiş bir binadaki işi güzeldi. Thomas Bayrle’nin motorlarını beğendim, o enerjiyi seviyorum. Pierre Huyghe’un parktaki kafasının yerinde bir kovan dolusu arı olan kadın heykeli de enteresandı. Daha bir sürü güzel iş vardı. Genel olarak iyi bir seçkiydi ve sanatçılara çok değer veriliyordu. Her ne kadar küratör ön plandaydı denilse de, sanat eserine ve sanatçıya çok büyük bir saygı vardı. Yine geçtiğimiz yıl 2002’den beri Kunststiftung NRW tarafından iki senede bir verilen Nam June Paik Ödülü'nü kazandın. Sana ödülü getiren çalışman 2006 yılından SSS (Sahil Sesi Sahnesi). Bu vesileyle duyularımızı anılarımız desteğiyle çalışmaya teşvik eden incelikli işinin hatırlanması beni sevindirdi. SSS performanslarında sana katılmak isteyen oluyor mu? Yok, başkalarının önünde böyle bir şey yapmaya çekiniyorlar. Son performans, 12 Şubat’ta Viyana’daydı; 8 metrelik bir halı kullandım. Bu sefer organize olamadık ama bir dahakine uzun bir halıda, grup elemanlarıyla performans yapmayı hayal ediyorum. Upuzun bir sahil düşün, arada dalgalar birbirini izliyor, hem
bağımsız hem diyalog halinde. Bu herhalde Japonların ya da Finlerin ciddiye alacağı bir iş olurdu. Bir de SSS için hazırladığın bir kitap var ki mizahı, absürdlüğü ve diliyle bir başyapıt. Peki edebiyatla aran nasıl? Bir gün bir kitap yazarsan şahane olacağına dair güçlü hislerim var. Başyapıt, vaay... Konuşmayı, yazmayı, dili, dille oynamayı, eski dili çok seviyorum. İşimiz hep laf cambazlığı. Okuduğum şeylerin çoğu edebiyat değil; daha çok tarih, politika. Ama burada babama çok okuyan bir insan olduğu ve evde çocuk kitabından çok ansiklopedi ve tarih kitabı bulunduğu için teşekkür etmem lazım. Ben dört-beş yaşından beri o kitaplarla büyüdüm, onlardan birçok eski kelime öğrendim. Yapay kullanmayı sevmesem de, ağzımın alıştığı bir sürü kelime var. Bir de mecburen hiç beklemeyeceğim kadar okuyan yazan biri olmak zorunda kaldım. En hayta öğrencilerden biriyken, okulda çalışmaya başladım. Yaptığım işler gereği de hayatın bir bölümü yazmakla geçiyor. MAK, Viyana’daki işin “Re-Illumination”dan bahseder misin? Çok basit bir fikir aslında. Yukarıdan ışık alacak şekilde tasarlanmış büyük müze salonunu, yaklaşık on yıl önce çatıya koydukları bir halıyla gün ışığına kapatmışlar. Ben bunu yeniden açmayı önerdim. Çatı temizlendi, etrafı ses yutucu perdelerle kaplandı ve sahne sistemlerinde kullanılan alüminyum bir sistemle mekan tanımlandı. Bir obje değil, sadece hacim ve ışığın yeniden binaya girişi var. Adını da buradan alıyor: Yeniden Aydınlanma. Daha evvel Basel ve Kassel’de olduğu gibi burada da bir performans denedim. Bunlar dışında, o mekanda bir sessizlik var. 54. Venedik Bienali’nin başlığı “Illuminations” idi ve ilhamını Tintoretto’nun yukarıdan gelen ve resimdeki öğeleri kutsallaştıran ışığından alıyordu. Gün ışığıyla mekan bambaşka bir şey oluyor. Ben dışarıya kapalı
XOXO The Mag
"Re-Illumination", Signs Taken in Wonder Searching for Contemporary Istanbul sergi görüntüsü, MAK Vienna, 2013 © MAK/Katrin Wisskirchen.
Page-Robert Plant konseri var, çalar mısınız?” dediler. O zaman e-mail, cep telefonu da yok kimsede; herkesi aradım, tesadüf hepsi de evdeymiş. Hemen prova yaptık, konsere çıktık. İki gecede 4-5 bin kişiye çaldık, çok güzeldi.
ama yukarıdan ışık alan avlu gibi yerlerle ilgileniyorum. Bu arada işlerdeki avlu öğesiyle ilgili bir kitaba başlıyoruz, Sharjah Bienali vesilesiyle. Eserlerindeki zaman-mekan eksenini düşününce hemen bir Tanpınar bağlantısı yapıyorum. Sen ne diyorsun? Çocukluğumda evde, Beş Şehir ve Huzur vardı. Beş Şehir’in duygusunu çok iyi hatırlıyorum. Şehri her şeyiyle seven biri, ama öncelikle duyguyu seviyor. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü ise çok seviyorum. Her paragrafta ayrı bir dünya, ayrı bir icat var. Bana öyle geliyor ki ona asıl heyecan veren metin içinde sürekli bir mucitlik yapmak. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kişiliğiyle bağlantılı bir şey yapmayı aklımdan geçirdim, ama şimdilik zor. Bir de İstanbul Üniversitesi’nde Edebiyat Profesörü olması çok mühim. Bende romantik bir üniversite hayali var; eski kamu okulu, odaları, hocaları, asistanlar, öğrenciler... Böyle birinin yıllarca edebiyat tarihi öğretmiş olması, birilerine bu yönden faydalı olmuş olması ihtimalini düşünmek bana inanılmaz heyecan veriyor.
İzleyici o dönem sizi ne kadar tanıyordu? Biz yavaştan tanıtıyorduk kendimizi. Mi Kubbesi albümü hayli takipçi toplamıştı, ama o konser başkalarına açtı tabii. Peki Jimmy Page’in ve Robert Plant’in yorumları... Bizi zaten onlar seçmişti; konseri de davulun arkasından dinlediler, bayıldılar. Yıllar sonra Robert Plant gelince “Kimdi o garip tüyler ürpertici müzik yapan grup” diye bizi anmış. Önemli müzisyenler, böyle bir şey söylemesi insanı sevindiriyor. Senin Mi Kubbesi albümü için yazdığın metin de çok güzel. Evet. O zaman naif bir yazı gibi geliyordu. Bir mekan derken aslında bir sesten bahsettiğimi, daha o zamandan bu yola girdiğimi yıllar sonra anladım.
Eserlerindeki ritme kendini kaptıranlar için Nekropsi bulunmaz bir fırsat. Her ay yeni bir parça yayınlarken, bir yandan da yeni albüm yavaş yavaş birikiyor mu? Kesinlikle. Hem paylaşım sürekli hale geliyor, hem de zamanla bir şey bitmiş oluyor. Biz hem meşguliyetlerimizden hem de mükemmeliyetçiliğimizden çok zaman kaybettik. İnanıyorum ki bu yıl Nekropsi’nin en iyi yılı olacak, bizim de dinleyicilerin de heyecanı o yönde. Bir sonraki şarkıyı da çalışmaya başladık. 2-3 ayda bir de konser veririz herhalde, ki konserler çok güzel geçiyor. Lokal bir grup olmak çok iyi bence.
Mimarlık ve müzik eğitiminin ardından, bir süre mimar olarak çalıştın. Peki 2000’lerin başından itibaren sanat yapmaya başlamana ne sebep oldu? Kafam çok karışıktı; bazen müzisyen, bazen mimar olmayı seviyordum, bazense ne yapacağımı bilmiyordum. Ama ifadeyle, mekanla, sesle ve ritimle çok ilgileniyordum. Mimari hizmet veremeyeceğimi erkenden anladım. Net bir karar almamdaysa etkili iki olay var. Biri 2002 yılında Documenta’yı görmem, diğeri de aynı yıl Fulya Erdemci’nin Teşvikiye’de yaptığı birinci Yaya Sergileri’nde bana şans verişiyle “Avluda”yı yapmam. O iş üzerinde çalışırken istediğim dilin bu olduğunu anladım. “Avluda” vesilesiyle beni tanıyan İstanbul’daki çağdaş sanat dünyasının benden yeni sergiler istemesiyle, üretimimi bu yönde yapmaya karar verdim. Talep oldukça üretimler de hızlandı. Hep sanatçı olmak istiyordum, ama “çağdaş sanatçı” olmak gibi
1998’de Jimmy Page-Robert Plant konserinde alt grup olarak çıkışınızı nasıl hatırlıyorsun? Bugün olsa yine yapar mıydın? Çok iyiydi ve elbette yine olsa yine çalardım. O zaman mimarlık ofisinde çalışıyordum, konserden iki gün evvel arayıp “Jimmy 71
Tactics of Invisibility, Kolon ve arka planda Ses, 2011. Arter'de yerleştirme. Sanatçı ve VKV izniyle Fotoğraf: Hadiye Cangökçe.
Tactics of invisibility TBAC Vienna, Ses Yapan 3 Nokta ve Güvercin Ağı ile Gökyüzü Süslemesi, 2010. Viyana'da TBA21 avlusunda yerleştirme.
bir hayalim hiç yoktu. Bakıyorum da, ilk işim olan “Avluda” ile Documenta’daki “Ritimler Odası” arasında büyük benzerlikler var.
tarihi ve minimal müzikten geliyor. Bana ilham veren şeylerin çoğu lise ve üniversite çağlarında etkilendiğim mimari ve müzik.
13. İstanbul Bienali’nin ilk etkinliğine sen de bir doğaçlamayla katıldın. Peki kente dair birçok meseleyi sorgulamaya açacak bienal sana neler vadediyor? Genelde kent ölçeğinde yapılan sanata karşı karamsarım, ama Fulya’ya içgüdü olarak çok güveniyorum. Bir sürü ilginç proje çıkacağına ve kente artıları olacağına inanıyorum. Barbarlık teması hoşuma gidiyor. Primitiflik, kabalık, barbarlık üzerine düşünüyorum. Temada da belirtildiği gibi, Yunanca konuşamayanlara barbar denmesi, hem bizlerin yaşadığı hem de yaşattığımız bir şey aslında. Ben de Avrupa’dayken “biz barbarlar” diye konuşmayı, tahrik etmeyi seviyorum. Bienale pozitif bakılması taraftarıyım.
12. İstanbul Bienali’nde toplu olarak gösterilen Cetveller, ki önemli bir eser grubun; kişisel hikayenle ne kadar kesişiyor? Cetvellerin her birinin benim bakış açımı taşımasından gelen kişiselliği saymazsak, sadece bir tanesinde hayatımdan öğeler var: Mısır’da yaptırdığım benim doğum tarihimle başlayan cetvel, ki bunu da aslında cetvelin boyu mecbur kıldı. Diğerleri haftadan, bienalden, gündüzden geceden, ihtilalden bahsediyor. Bunların hepsi bir araya geldiğinde bir dünya, bir hacim oluşturuyor, herkes onu başka görüyor. Ben bununla ilgileniyorum.
Kentin her yanı değişiyor, bazı yerlerde büyük ölçekli projeler, Nişantaşı gibi yerlerde sokak aralarından taşan yeni binalar... Tabii, çok vahşi. Ekonomi bahaneli büyük bir barbarlık içindeyiz. Şehre karşı bu kadar duyarsız olmak, anlaşılmaz bir şey. Ben Avrupa’da “biz barbarlar” diyorum ama sahiden çok barbar bir dönemdeyiz. İstanbul’un siluetini değiştirip “gözümüzden kaçmış” diyebilmek inanılmaz. Bienal vesilesiyle bu konuyla ilgili 3-5 yazı çıksa bile faydalı bir şey. Ben de kamusal programa katılıp, bunun parçası olacağım için mutluyum. İTÜ’nün kullanılacak olması da bizim öğrencilerimiz açısından çok önemli. Eserlerindeki minimal estetik bazı yerleştirmelerde çok güçleniyor. Peki sanat tarihinden sana ilham verenler var mı? Minimal kadar maksimal de ilgimi çekiyor. Geçen hafta mühim bir mimarla otururken “less is more”un Türkçe nasıl anlatabileceğine dair bir deyiş buldum gibi: “çok az büyük haz”. İşin estetik, haz tarafı da ilgimi çok çekiyor. Bu da daha çok modern mimarlık
Hafıza, dokunma, duyular, düşünceler derken zihnim serbest çağrışımda ister istemez melankoliye geliyor. Eserlerinde izleyiciyi hayatın ağırlığına karşı hafifliğe davet eden bir yan yok mu? Italo Calvino’nun “Amerika Dersleri”nde bahsettiği gibi bir hafiflik. İlginç bir yorum, hiç böyle düşünmemiştim. Bende çok önemli, dramatik olayları hafife alma eğilimi ya da isteği var. Konsere çıkmak, seninle şimdi çay içmek gibi mesela. Ya da ölüm. Çoğu kişi gibi bende de hayattaki bazı şeylere karşı melankoli olduğuna inanıyorum. Peki neler dinliyorsun? Hep müzik içindeyim ama az müzik dinliyorum. Mesela iki gündür Earth dinliyorum, yavaş tempolu; şu ara birkaç Fas CD’si de var dinlediğim, Berberi müzikleri, tabii ki Arap ritimleri. Şimdi asıl, aylık Nekropsi projesi devam ediyor. Son yayınladığımız parçayı 2-3 haftada 500 kere dinlemişimdir. Parça tekrar etmeyi çok seviyorum. Hem ne yapılabilir diye, hem de nasıl olmuş hissiyle dinliyorum. Sergime gidip nasıl olmuş diye bakma zevki gibi. Yapıtla uğraşmayı çok seviyorum. Yapıta aşırı değer vermek, sanat okulunda okurken kanımıza girdi galiba.
XOXO The Mag
SERIES
Banshee
İnandırıcılık Pek de Umrumuzda Değil yazı erman ata uncu
Alan Ball’u diğer televizyon auteur’lerinden ayıran bir özelliği varsa o da tuhaflığa kucak açma konusunda sınır tanımamasıdır, muhtemelen. Amerikan Güzeli senaryosu ertesi, yaratıcılığını üstlendiği Six Feet Under’ın, televizyon tarihinde eşine pek rastlanmayacak rüya sahnelerini veya bilinçaltı dolambaçlarını ekrana getirme yöntemlerini hatırlayın. Ya da daha yakın tarihli bir örnek, True Blood’da olayların geçtiği güney ABD eyaletlerindeki gotik mirasın nasıl sahiplenildiğine, ‘hillbilly’ hamlığının çekici bir hale getirilişine, karton karakterlerle çok boyutlu bir hikayenin nasıl yan yana bir arada olabildiğine bakın. Belki de bu yüzden Alan Ball’un televizyon macerası, örneğin, aynı kulvardaki Ryan Murphy’nin aksine her yeni projede bir kat daha heyecanını artırıyor. Murphy’nin şok efekti için kullandığı beklenmedik unsurlar, ‘televizyon normalinin’ epey dışındaki karakterler, tarihi referanslar her yeni dizide hikaye gidişatına eklemlenmekten, ona tuhaflık sosu katmaktan başka bir işlevi olmayan baloncuklar haline gelirken, Ball evreni için tam tersi söz konusu. Alan Ball, halen tuhaf durumlarıyla, sıra dışı karakterleriyle hikayelerinin de yörüngesini sarsabilecek reflekslere sahip sanki. Söz konusu hikayeler kağıt üstünde ne kadar standart gidişatlara sahip olsalar da… Şimdilik Alan Ball ismini gördüğümüz en yeni dizi Banshee’de yaratıcı konumundaki tek kişi auteur’ümüz değil. Dizi aleminin bu kadar başka bir hal almasının lokomotiflerinden HBO’nun kardeş kanalı Credit Cinemax’ta yayımlanan Banshee’yi asıl Jonathan Tropper ve David Schickler adında iki senariste borçluyuz. Ball ve House’un yönetmeni olarak tanınan Greg Yaitanes ise bu ikilinin tasarılarının hayata geçmesindeki yürütücü güç işlevini üstleniyor daha çok. Ancak ortaya çıkan ürün, bu süreçte Alan Ball hassasiyetlerinin pek de arka planda olmadığını gösterir nitelikte. Belki Tropper/Schickler ikilisinin bunun tam Ball’luk bir proje olduğunu sezip onun kanatları arasına girmeyi tercih etmesinden, belki de yapım sürecinde Alan Ball’un ağırlığını koymasından,
bilinmez, Banshee’yi True Blood’la yan yana düşünmek pek de olasılık dışı değil. Tabii ki True Blood’ın sezonlar boyu dinmeyen heyecanını, alışıldık şablonları fark ettirmeden bambaşka şeylere dönüştüren gücünü ve sağlam zeminini aynı boyutlarda Banshee’de bulmak imkansız. Ancak B filmleri trüklerini yeniden dolaşıma sokan bu dizideki (yalnız ve sert mizaçlı eski mahkum kahramanımızın yolu küçük bir kasabaya düşer) bilinçli ‘utanmazlığı’ yine Alan Ball tipi hınzırlıklar ateşliyor. Avustralyalı oyuncu Antony Starr tarafından gayet eğlenceli bir üslupta canlandırılan kahramanımızın yolunun Amish komünitesinin yaşadığı bir kasabaya düşürülmesi bu hınzırlıklardan ilki. Yüzyıllar önceden kalmış kıyafetleriyle çevrelerindeki hır gürü seyreden bir insan topluluğunun varlığı, bu tip hikayelerde adetten olan gerçeküstü atmosfere çok şey katar kuşkusuz. Seyirci için B filmi aksiyonlarının yapaylığını daha da ortaya çıkartacak bir tampon bölge kurmaları da cabası. Eski mahkumun, yeni hayatını çizerken siyah ve bilge karakterin rehberliğine (Tom Amca diyebilir miyiz?) başvurması, şu devirde ancak kendi kendiyle dalga geçmek olarak adlandırılabilir. Tıpkı True Blood’daki Lafayette gibi TV’de görmeye alışık olduğumuz toplumsal cinsiyet kimliğini altüst edecek bir karakterin (bu sefer Asyalı bir kuaför/ hacker söz konusu) hikayenin eksenini belirleyecek bir noktaya yerleştirilmesi ise işi daha da cazip kılıyor. Tamam, Banshee’nin çıkış noktası inanılırlıktan epey uzak. Eski bir mahkumun kendi dahil olduğu bir kavgada ölen yeni şerifin yerini alması ciddiye alınacak gibi değil. Yine bu mahkumun kendisi gibi hırsız olan eski sevgilisinin şimdi bir savcı eşi olarak ‘saygın’ bir yaşam sürmesi de öyle. Ancak bu noktada inandırıcılık kimin umrunda? Asıl önemli olan, eski mahkum kahramanımızın şerif olarak yeminini ederken kameralara yönelttiği sırıtışı. Ve o sırıtışın ardında, Amerikan tuhaflığını özümseyen, kağıt üstünde aynı ama içten içe kaynayan şekillerde sunulan auteur’ün varlığı beliriyor.
XOXO The Mag
FILE
BEAUTY BOOKS Makyaj ve parfüm hakkında okumak pembe bulutların üzerinde gezmeye benzer. Resimlerin çok, yazıların az olduğu bu şık kitaplar, 'bambaşka bir ben' hayalinin en büyük destekçisidir. Sizler için hazırladığımız bu listede sektörün en iddialı isimleri, güzellik sırlarını cömertçe paylaşıyor. Okurken her şeyin ne kadar kolay göründüğüne inanamayacaksınız. Uygulamaya geçtiğinizde ise o bulutların üzerinden hızlıca inerek kendinizi ayna karşısında, yüzünüzde şaşkın bir ifadeyle bulmanız olası. The Art Of Makeup/Kevyn Aucoin Makyaj dünyasının hüzünlü prensi Kevyn Aucoin, diğer önemli makyaj mucizelerinin yanı sıra Tom Ford'un öve öve bitiremediği 'gölge ve aydınlık' metodunun yaratıcısı. Başlık yalan söylemez, genç yaşta hayatını kaybeden Aucoin, bu kitapla 'makyaj sihirbazı' titrini tıka basa doldurduğunu, fırçaları bir kenara bırakıp parmakları harekete geçirmenin pek de kötü bir fikir olmadığını, işinin ehli bir makyörün 'less is more' derken en az yirmi farklı malzemeye ihtiyaç duyabileceğini ama sonuca bakıldığında o malzemelerin birinin bile fark edilemeyeceğini kanıtlıyor. Sex and the City hayranlarının, dördüncü sezonun ikinci bölümünden hatırlayacağı Kevyn Aucoin, Carrie Bradshaw'un podyumla olan sınavında, hediye ettiği seksi ve dumanlı göz makyajıyla moral koçu görevini üstlenmişti. The Art Of Makeup, eli fırça tutmayan biz dünyalıların işini kolaylaştıracak teknik bilgilere sahip ve bu yüzden Aucoin kütüphanesinde bir adım öne çıkıyor. Secret Of Chanel No.5/Tilar J. Mazzeo Chanel No.5'in yaratılışı, Gabrielle Chanel'in hayatında önemli bir döneme denk geliyor. Arthur (Boy) Capel'in yas dönemini Rus müzisyen Igor Stravinsky ile kapatan Coco, hayata döner dönmez Grasse ekolünden Ernest Beaux'ya ödev verir: "Chanel için bir parfüm yarat." Beaux'nun beş numaralı denemesi öyle güçlü, öyle zamansız bir karışım ki bugün kendisinden 'canavar' olarak bahsedilmeye devam ediyor. İşte Tilar J. Mazzeo da okuyucuyu önce 31 Rue Cambon'a, ardından yasemin ve gül tarlalarına, sonrasında da günümüzün modern ve sentetik parfüm yaratım sürecine sürüklüyor. Designing Your Face/Way Bandy Kevyn Aucoin'ın idolüne merhaba deyin. Endüstrinin el üzerinde tuttuğu, Elizabeth Taylor'ın menekşe gözlerini emanet ettiği, Scavullo'nun her çekimde takımda yer almasını şart koştuğu, modellerin en sıkı güzellik tavsiyeleri için her dakika kapısını çaldığı Way Bandy, bir makyaj psikopatıydı. (Hayır, bu benzetmenin tek sorumlusu isim ve soyadı değil.) Zamanının ilerisinde yaşayan her dahi gibi, o da kendine temeli asla sarsılmayacak, köklü bir strateji çizdi. Hep aynı cümleleri tekrar etti: "Yüzünüzü iyi anlayın, kemik yapınızı keşfedin." Bugün karşımıza çıkan çoğu makyaj kitabında yapılanın aksine Bandy, ürün ya da marka tavsiye etmiyor. Onun yerine kullanılmasını tavsiye ettiği malzemeleri detaylı olarak tarif ediyor. Örneğin tüm yüze sürülen baz krem için şunlara ihtiyacınız var: Saydam, kırmızı sıvı allık. Benefit Benetint? Saydam şeftali rengi sıvı allık. Giorgio Armani Fluid Sheer Golden Beige? Saydam bronz sıvı allık. Fluid Sheer Golden Bronze? Ve tüm bunları karıştırdığımız zaman ortaya nasıl bir renk çıkacak? Modellerin yüzlerinde canlı ve taze bir görünümü şart koşan Bandy'nin sıvı allığı gelecek nesillere sipariş ettiği bile söylenebilir. The Essence Of Perfume/Roja Dove Roja Dove'un parfüm tutkusu bugünle değil, geçmişle alakalı. İlk durak: Antik Mısır. Tütsüler, çiçek ve baharat yağlarıyla elde edilen karışımlar henüz parfüm ismini taşımıyor. 1920'lerde Hollywood'dayız. Efsaneye (ve kitaba) göre efsanevi güzelliği ile ünlü bir yıldızın kocası aldatılmaya daha fazla dayanamıyor ve kendini masanın üzerinde duran parfümle boğuyor. Kulağa çok mantıklı gelen bir iddia ile karşılaşıyoruz: Parfüm tarihçesine ismini altın harflerle yazdırmış her esans, tutkulu bir aşktan ya da tutkulu bir rekabetten doğar. 'Professeur de Parfum' olarak bilinen Roja Dove, parfümün yaratım sürecini irdelemekle yetinmiyor, kaale almaya değecek tüm parfümleri listelemeyi de unutmuyor. Sanatçı parfümörlerin yöntemleri 'antika' muamelesi görürken Dove'un kitabı bizleri, kaybettiklerimizle de yüzleştiriyor. Beauty Rules/Bobbi Brown Ara ton düşkünü, doğal makyaj gurusu Bobbi Brown, herkes için doğru bir pembe, kırmızı ya da mürdüm olduğuna inanıyor. Aynı doğru renkte olduğu gibi her kadının kendine ait, kendine dürüst bir stil sahiplenmesi bu 'American Girl' için önemli. 'Tommy Hillfiger modada neyse, Bobbi Brown da makyajda odur' demek pek de yanlış bir eşleştirme olmaz… Eyeliner sürmeyi çocuk oyuncağına çeviren Long-Wear Gel Eyeliner, yanakları ve dudakları aynı anda renklendiren krem yapılı Pot Rouge For Lips & Cheeks, tüm yüze sağlıklı ve pek tabii "doğal" bir ışıltı kazandıran Shimmer Brick Compact pudra gibi hit'lerle dolu kariyerine altı kitabı da sığdıran Bobbi'nin makyaj felsefesini okuduktan sonra her şey size daha kolay görünecek.
XOXO The Mag
Paper Passion/Geza Schoen, Gerhard Steidl & Wallpaper Kitap ve parfüm arasındaki ince çizgiyi (o çizgi de neden inceyse) "Yeni basılmış kitap kokusu, bu dünyadaki en güzel parfümdür" diyen Karl Lagerfeld'e sormak lazım; zira bu cümlesi üzerine Wallpaper dergisi, yayıncı Gerhard Steidl'i parfümör Geza Schoen'le buluşturmak ve kitap kokan entelektüel bir parfümün yaratımına imza atmak istemiş. Milano'da gerçekleşen Handmade sergisinde görücüye çıkan Paper Passion'ın ambalajını da Lagerfeld ve Steidl tasarlamış. Endüstrinin kendini sanal dünyaya kaptırışına protesto niteliğinde gerçekleşen bu çalışma, okuyucuya kitap gibi basit bir zevkin ne kadar şık olabileceğini hatırlatmayı amaçlıyor. Parfümü sürdükten sonra okumak da isterseniz Karl Lagerfeld, Günter Grass, Geza Schoen ve Tony Chambers'dan denemeler kutunun içinde sizleri bekliyor. Disco Beauty: Nighttime Makeup/Sandy Linter Parlak gümüş topu yavaşça sallandırın. Lame, dore, gece mavisi, zümrüt yeşili, eflatun gibi iddialı renkleri aynı anda sahiplenmek size 'deli işi' gelmiyorsa ve böyle bir manzara karşısında kendinizi Bee Gees üyelerinden Robin Gibb'in vibratolarını ya da Mika'dan 'Grace Kelly'i mırıldanırken buluyorsanız, o halde aradığınız edebiyat eseri işte burada. Sandy Linter'ın 'adım adım disco makyajı', Gia Carangi, Patti Hansen, Tara Shannon, Esme Marshall, Linda Hutton, Rene Russo, Kathinka gibi isimlerin portreleriyle 70'lerin cesur ve gösterişli tavrını bire bir yansıtıyor.
On Perfume Making/Frédéric Malle Frédéric Malle'in bir parfüm aristokratı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Büyükbabası Serge Heftler, Dior Parfümleri'nin yaratıcısı olarak biliniyor. Editions de Parfums ile editör kimliği üstlenen Malle, aynı zamanda küratörlüğe de soyunuyor. Bir esans yaratırken, çağdaş parfümerinin en etkili burunlarını markasında ağırlıyor ve onlara sınırsız özgürlük tanıyor. En pahalı malzemeyi tedarik etmekten ya da proje teslim tarihinin ucunu açık tutmaktan çekinmiyor. Her şey parfümeri (ve pek tabii ki sanat) için. Pierre Bourdon, Jean-Claude Ellena, Edouard Fléchier, Olivia Giacobetti, Dominique Ropion, Maurice Roucel, Edmond Roudnitska, Michel Roudnitska ve Ralf Schwieger gibi isimler, Editions de Parfums üyeleri arasında. Catherine Deneuve'ün önsözüyle başlayan, parfüm dünyasında daha önce denenmemiş yeni bir yol seçen Malle'in iş birlikleriyle devam eden On Perfume Making, içeriği ve tasarımıyla rafine bir zevki temsil ediyor. Scavullo Women/Francesco Scavullo Bir dönem efsanevi fotoğrafçı Francesco Scavullo'nun listesinde yer almayan kadın, kadın sayılmıyordu. Hemen herkes kendi güzellik tavsiyelerini yansıtmayı tercih ederken Scavullo, top-model, aktris, yazar, ev kadını, gazeteci, anne ve kızlardan oluşan 46 isimlik listesindeki kadınların güzellik hakkındaki düşüncelerini merak etti. Öncesinin ve sonrasının müthiş fotoğraflar eşliğinde yansıtıldığı bu kitap bizleri, kendine bakan, fiziğini gururla taşıyabilen bir kadının dünya üzerindeki en güçlü varlık olduğuna hemen ikna ediyor. Son zamanlarda bunalıma girdiğini düşündüğünüz, estetik uyanışını hızlandırmak istediğiniz kız arkadaşınız için arşivleri didikleyin ve bu kutsal kitabı bulun. The Perfect Scent/Chandler Burr Hermès'in parfümörü Jean-Claude Ellena’nın hem yaratıcı hem de kreatif direktör rolünü üstlendiği ‘Un Jardin Sur le Nil’ ve Sarah Jessica Parker’ın yaratım sürecini Le Guernec ve Gavarry’e teslim ettiği ‘Lovely’nin hikayesini geçişli olarak okurken, The New York Times parfüm kritiği Burr’ün sektör hakkındaki birikimlerini, yorumlarını ve tahminlerini de duyuyoruz. Bu bilgilerin çoğu, istatistiklere, sektörün gerçeklerine, diğer yıldız parfümlerin (en çok satan ya da hiç satmayarak yıldızlaşan) tarihçesine dayanıyor. Hermès ve Coty’nin bu kitaba izin vererek ne kadar akıllıca, ne kadar satış odaklı bir strateji izlediğini de gözden kaçırmıyoruz. Prestij konusunda hiç sıkıntı çekmeyen ama satış kaygısı taşıyan Hermès, elit tavrından taviz vermeden bizlere bir adım daha yaklaşıyor. Sarah Jessica Parker’ın ismine bir doz daha prestij katmak isteyen Coty, Jean-Claude Ellena gibi bir üstatla aynı sayfaları paylaşarak amacına ulaşıyor. Chandler Burr ise sektörü idaresi altına alan iki zıtlığı (Hollywood yıldızı, artizana karşı) paralel evrende değerlendirme şansını buluyor. Biz de bu müthiş kitabı okuma şansını elde ediyoruz. Makeup Your Mind Express Yourself/François Nars Kendi ismini taşıyan markanın yaratıcısı François Nars, ambalaj ya da kitap tasarımı gibi konulara geldiğinde heyecanını saklayamayan makyörlerden. Modern, yalın ve farklı bakışını markasının her santimetrekaresine özenle yerleştiren Nars, ikinci kitabı Makeup Your Mind Express Yourself ile iki büyük tutkusunu bir araya getiriyor: Makyaj ve fotoğraf. Öncesi ve sonrası konseptini bir sonraki seviyeye taşıyarak, modellikle uzaktan yakından alakası olmayan kadın ve erkekleri, yüzlerindeki her detayın görülebildiği yakın bir kadrajla görüntülüyor. Her kare aynı zamanda bir makyaj haritası görevi görüyor. Hangi ürünün nereye kullanıldığı bir soru olmaktan çıkıyor ve böylelikle kitap gerçek bir makyaj rehberine dönüşüyor. Makyaj diyagramı size yabancı bir terim mi? Öyleyse kendinizi hazırlayın, çünkü Rizzoli'den çıkan 210 sayfalık bu şaheser, François'nın diyagramlarıyla dolu.
77
Make-Up Masterclass/Jemma Kidd "Milyonlarca kadın makyaj yapıyor ama neredeyse hiçbiri makyajın nasıl uygulandığı konusunda ders almamış." Anlaşılan eğitimsizlik makyaj kazalarının da sebebi. Bir zamanın ünlü modeli Jodie Kidd'in kız kardeşi Jemma Madeleine Kidd, şu kelimelerle tanımlanabilir: ‘Kontes’, ‘model’ ve ‘kült makyaj uzmanı’. 2003'te Londra'da açtığı makyaj okulu ve 2006'da yarattığı aynı ismi taşıyan makyaj markası ile Amerika, Avustralya, Hong Kong ve Kanada'yı istila eden Kidd, iki de kitap sahibi. Make-Up Masterclass, yaşam tarzını, yakından tanıdığı güzellik sektörünü, podyum arkası hazırlıklarını, kısacası deneyimlerini son akımlara uyarlayan Kidd'in ilk kitabı. Podyumdan gerçek hayata uyarlamalar makyaj dünyasının temel direği ise, bu kitap da güzellik kütüphanenizin demirbaşı olmalı. Face Forward/Kevyn Aucoin Kevyn Aucoin'ın tek bir kitabıyla yetinmek haksızlık olur. Ne de olsa The Art Of Makeup sonrası piyasaya çıkan Making Faces ve Face Forward, Aucoin'ın show performanslarından oluşuyor. "Makyaj eğlenceli olmalı, faşist değil." Kendini sevmek, farklılıkları önyargısız kabul etmek gibi özel hayatını şekillendiren konuları kitaplarına teatral makyaj denemeleri olarak yansıtan Aucoin, makyajın yaratıcı olasılıklarına kafayı takmış bir kişiydi. Belki de bu yüzden dönüşümlerle dolu bir kitap Face Forward: Calista Flockhart Audrey Hepburn'e, Gwyneth Paltrow James Dean'e, Martha Stewart Veronica Lake'e, Alexandra Von Fürstenberg Cher'e, ve Winona Ryder Siouxsie Sioux'ya dönüşüyor. Tüm bu değişimleri kendine has, mizah dolu lisanıyla açıklayan Aucoin, kitabın son sayfasına geldiğinizde performansını ayakta alkışlamak isteyeceğiniz bir sihirbaz rolünde. About Face/Scott Barnes Jennifer Lopez, Gwyneth Paltrow ve Jennifer Aniston gibi 'Americana' tık rekorlarının ardında Scott Barnes var. Aucoin'ın varisi olarak kabul edilen Barnes, sahip olduğu tüm teknik bilgileri bu kitapla cömertçe paylaşıyor. Birinci bölüm dramatik dönüşümlere yer veriyor: Her yüz Barnes'ın yardımı olmadan makyajını en iyi şekilde yapıyor ve koltuğa oturuyor. Barnes, 'kırmızı halı dokunuşu'nu gerçekleştiriyor, doğrular ve yanlışlar havada uçuşuyor. Sonuç: Bambaşka bir yüz. Barnes, kadınların yüzlerini iyi tanıması konusunda da ısrarcı: "Yüzünüzdeki en güçlü bölgeyi her zaman öne çıkarmalısınız. Eğer gözleriniz dudaklarınızdan daha güzelse kırmızı ruj sürmeyin." İkinci bölüm güzellik ritüellerini, makyaj çantasında yer alması gereken kilit malzemeleri listeliyor. Üçüncü bölüm ise 'celebrity' kelimesi etrafında dönüyor ve Barnes'ın kariyerini yaratan ünlü isimleri yıllık edasında ağırlıyor. Timeless Makeup/Rae Morris Avustralya kıyılarına yanaşıyoruz ve tüm kıtayı hakimiyeti altına alan bir makyözle karşılaşıyoruz. L'Oréal Paris Makeup Director titri de cabası. Brisbane'de büyüyen Rae Morris, yaratıcı yeteneklerini ilk önce kuaförlük üzerinde deniyor, daha sonraları tanıştığı Richard Sharah'ın ısrarıyla saçı bırakıp makyaja odaklanıyor ve Sydney'e taşınıyor. Heyecanla beklenen yükseliş hikayesi çok geçmeden başlıyor: Cate Blanchett, Jessica Biel ve Hugh Jackman gibi isimler Morris'in peşinden koşmaya başlıyor. Avustralya Moda Haftası boyunca podyum arkasında görev alan Morris, 'kusursuz görünüm' konusunda takıntılı bir makyöz. Fondöten asla fark edilmemeli, maskara olabildiğince doğal durmalı, ruj asla taşmamalı, bulaşmamalı. Sektör tarafından yere göğe sığdırılamayan her isim gibi Morris de bilgeliğini bir sonraki nesle aktarmanın ve kıtalar arası kolay ulaşımın peşinde. Kitap serisi de işte böyle başlıyor. Dördüncü ve son kitabı Timeless Makeup, 30’lu yaşlara ve sonrasına odaklanıyor: Daha biçimli ve ince bir yüz, daha parlak bir cilt, mükemmel kaşın yarattığı gençlik ilüzyonu, dudak kalemi sayesinde sönmemiş, dolgun dudaklar... Yaş konusunda takıntılı güzellik dünyasına umut veren bu kitabın ardından Morris'in bir sonraki hayali kendi ismini taşıyan makyaj koleksiyonunu piyasaya çıkarmak. Ne kadar şaşırdığımızı tahmin edebilirsiniz. The Little Book Of Perfumes/ Luca Turin & Tania Sanchez En iyi yüz parfüm mü dediniz? Demek siz de listecilerdensiniz. Bu küçük siyah parfüm kitabı, Turin ve Sanchez'in abartısız, adil ve güçlü bir mizah duygusuyla yazılmış eleştirilerini kapsıyor. Listede niş parfüm evlerinin nadide esansları da yer alıyor, tüm parfümerilerde karşımıza çıkan, bilindik şişeler de. L’Osmothèque de Versailles’da sergilenen dört özel parfüm de bonus. Rehber tadındaki bu çalışma, özellikle sabah evden "bugün yeni parfümümü bulacağım" diyerek çıkan maymun iştahlılar için biçilmiş kaftan. Burnunuzu yormayın, yalnızca listedekileri deneyin. Retro Makeup: Techniques For Applying The Vintage Look/Lauren Rennells 20. yüzyılın başlarında 'malzeme' konusundaki tutuculuğunu ve boşluğunu doldurmaya karar veren kozmetik, her geçen günle birlikte çantasından yeni bir sürpriz çıkarmaya başladı. Bize mi öyle geliyor, yoksa artık bizleri hayrete düşürecek, iddialı bir görünüm kalmadı mı? 20'lerden başlayarak 70'lere uzanan Retro Makeup, bizce bu sebeple kütüphanelerdeki yerini almalı. Viktoryen dönem? Burada. Dita Von Teese'in bembeyaz teni? Burada. Rita Hayworth'ün çapkın kırmızı ruju? Burada. 'Bombshell', 'Pin Up', 'Barbarella' kelimeleri ellerinizin kaşınmasına sebep oluyorsa, "eyeliner illa da kuyruklu olmalı" diyorsanız Lauren Rennells'ın makyaj tarihçesinde beş geri iki ileri gitme vaktiniz gelmiş de geçiyor demektir.
XOXO The Mag
MUSIC
NICK CAVE
AŞK, AŞK VE DAHA FAZLA AŞK Nick Cave’in The Boys Next Door’dan The Birthday Party’ye, The Bad Seeds’den Grinderman’e varan 30 küsur yıllık yolculuğunda Push The Sky Away ile gelinen yer, geçmişin izlerini taşımanın ötesinde yola çıkış noktalarına da yaklaşıyor. yazı seda niğbolu fotoğraf cat stevens
XOXO The Mag
durakları olan bu hikayenin büyük bütçesi, hayal gücü muhtemelen oralara kadar erişemeyecek olan yapımcılar tarafından reddedildi.
1957 yılında Avustralya’da edebiyat düşkünü bir baba ve kütüphaneci bir annenin evinde eski kitaplar, enstrümanlar, dini objeler ve bir daktiloyla başlayan hikayede kelimelerin yeri, müziği dönüştürecek, şekillendirecek ve Nick Cave’in tüm bir kariyerine hakim olacak güçteydi. Cave’in sadece müziğini konuşmak ayrı bir paralel evrende mümkün, ama ona ve anlatılarına damgasını vuran müzik dışı belli etkenler hep var oldu. Şehirler, kadınlar, erkekler, maddeler, objeler, eserler... Push The Sky Away çemberi henüz tamamlamasa da, resmi belirginleştirirken hafıza tazeleme zamanı.
DİN Dini imgeler, aşk ve ölüm gibi temel konuların yanında Nick Cave’in hikayelerinin temel bir ayağını oluşturdu hep. Çoğu zaman da yanıltıcı bir halleri vardı, çünkü fanatizmden uzak olup kategorize edilemeyeni çoğunluğun anlaması zordu. Şahsi bir Tanrı’ya inanmadığını söyledi Cave, Tanrı’nın varlığından şüphe duyan bir inançlı olarak tanımladı kendini. İnancı şeylerin kutsallığınaydı. Dini fanatizmden çok yüce bir güçtü kastettiği. Viyana’da bir şiir festivalinde yaptığı konuşmada bir sanatçı olarak öncelikli motivasyonunun aşk parçaları aracılığıyla Tanrı’yı gerçek kılmak olduğunu söyledi Cave. Zamanında, Eski Ahit’in vahşi hikayelerinden etkilenirken, dünyaya karşı tavrı yumuşadıkça ilhamını Yeni Ahit’ten almaya başlamış. Kendini eskiden Hristiyan olarak tanımlasa da, İncil’in yeni bir basımına önsöz yazmışlığı bulunsa da, artık ne Hristiyan ne de dindar olduğunu söylüyor.
BERLİN Nick Cave’in Rowland S. Howard, Mick Harvey ve Tracy Pew ile birlikte The Birthday Party olarak 80’lerin başında çıkardığı Prayers on Fire ve Junkyard albümlerinin ardından Avrupa sınırlarında edindiği tanınırlık, o dönemki hedonist ve kendi tabiriyle ‘perspektif yoksunu’ haliyle birleşince onu önce Londra ve ardından Berlin’e çekti. 83 yılında son kaydını yayınlayan ve bugün Grinderman’de izlerini sürdüğümüz The Birthday Party’nin çiğliği, kontrolsüzlüğü ve punk enerjisi Cave ve tayfasının Batı Berlin dönemindeki hayatlarının kaotikliğinin de bir yansımasıydı. O dönemi röportajlarında harika kadınlar, harika uyuşturucular ve harika partilerle anan Cave’in Berlin’i, bugünkü turistik çekim merkezi ve kulüp başkenti olmanın uzağında, uluslararası olmayan, ancak her şeyin mümkün olduğu bir alt kültürler yuvasıydı. Bir nevi tuhaf ve tehlikeli bir yabancı olarak var olduğu Berlin’in onu oluşturduğunu anlatıyor Nick Cave. Kendi gibi efsanevi bir hikaye anlatıcısı olan Einstürzende Neubauten’dan Blixa Bargeld ile The Bad Seeds’in kurulmasına varacak olan iş birliğinin yuvası da Batı Berlin. The Birthday Party sonrası Nick Cave-Man or Myth? ve Nick Cave and the Cavemen projeleri derken The Bad Seeds’li ilk albüm From Here to Eternity 1984’te çıkagelmişti. Mick Harvey, Blixa Bargeld, Barry Adamson ve Hugo Race’li o zamanki kadro değişerek Push The Sky Away’i yapan Warren Ellis’li ekibe dönüştü. Onları sahnede izlemiş olanlar bilir; hala deliler, hala enerji patlamaları yaşıyorlar ama kesinlikle daha bilgeler. Uyuşturucu bağımlılığıyla geçen erken dönemlerini yanılgı olarak ama pişman olmadan hatırlayan Cave, bugün yaşlanmaktan memnun. Biz de onun yaşlanmasından memnunuz.
KADINLAR, ERKEKLER VE FEMİNİZM Nick Cave’ın kadınlık ve kadınlarla olan ilişkisi, zamanında ilham perisi olarak gördüğü Anita Lane’den PJ Harvey ve Kylie Minogue ile olan ilişki/düetlerine, aşk hikayelerinden cinayet fantezilerine, en bol testosteronlu döneminden “kadınsı şekilde erotik” dediği son albümüne hep merkezi bir tema oldu. Hatta başına kimi sorunlar bile açtı. Vulture ile birkaç sene önce yaptığı röportajında gazeteci, “Cinsel nevroz üzerine yazmanız başınıza hep bela oldu, kendinizi feminist olarak tanımlar mısınız?” dediğinde “Olmadığımı söyleyemem, kadın düşmanı değilim” dedi. Erkeklerin dünyasında, zihninde olup bitenleri anlatmasının feminist hareket için bir lütuf olduğuna inanıyordu hatta. Kadınların bu konuları anlatmaya yetkileri olmadığını, çünkü erkeklerin kafasında ne olduğunu bilmediklerini söylüyordu. ‘Yetki’ gibi tehlikeli sulara girmesi kadın düşmanlığı gibi algılanabilir, ama anlatmak istediği o kadar basit ve direktti ki kafalar çok karışmadı. Kadın ve erkek arasındaki gerilimi taş devrine geri götürdüğünü söylüyordu Cave. Belki de modernitenin sınırları içerisinde hareket etmediğinden çok rahatsız etmiyordu dedikleri. Kadınlarla derdi “hep aşk, aşk ve daha fazla aşk”tı. (“Hakkında yazacağım tek şey bu”). Baştan beri erkek dünyasından ses verdi Nick Cave, en azından bu konuda tutarlı oldu. Şimdi karısı Susie Bick’in çıplak göründüğü yeni albüm kapağı kimi feministlerce eleştiriliyor. Ama o yalnızca Bick’in evde bir fotoğraf çekimi sırasında üstünü değiştirirken içeri girdiği bir anın spontane şekilde yakalandığını belirtiyor.
AMERİKAN GOTİĞİ Cave’in Kreuzberg’de kuş kemiklerinden kedi kartpostallarına, hikayelerini etkileyen objeleri topladığı odasında And The Ass Saw The Angel’ı yazmaya başladığı Berlin’le olan hikayesi 88 yılında sona erdi. Ancak Berlin döneminde bambaşka bir kıtada da olsa, anlattıklarını her şeyden çok etkileyen Güney Amerikan gotiği ve korku öykülerinden zerre kadar uzaklaşmamıştı. Zaten The Birthday Party de (her ne kadar ‘Release the Bats’ ile bu durumla inceden alay etseler de) gotikler tarafından kutsanmıştı. Kariyerinin başından Murder Ballads gibi daha ileri dönem albümlerine, İncil, günah, lanet gibi konular etrafında dönen Amerikan hikayeleri için yerel kütüphaneleri gezip bitkiler, hayvanlar, ve bataklıklar hakkında okurmuş Cave. İlk senaryo girişimi Swampland’in de, daha sonra onun dönüştüğü ve 1989’da yayınlanan And The Ass Saw The Angel romanının da çıkış noktası bu vahşi topraklar. Ama bu ilginin görsel olarak karşılığını alması ve en doğru partneri bulması kendi gibi Avustralyalı olan ve eskiden beri tanıdığı yönetmen John Hillcoat’la olan iş birliği sayesinde oldu. İlk filmi ‘Ghosts…of the Civil Dead’in dışında, büyük başarı kazanan 2005 tarihli neo-western The Proposition ve henüz birkaç ay önce gösterime giren Lawless’ın senaryolarını yazdı Cave. Onun kelimelerle olan ilişkisinin görsel hikayeler için mükemmel bir temel oluşturduğuna inanan Hillcoat da, 15 Feet of Pure White Snow, Heathen Child ve son olarak Jubilee Street gibi çeşitli videolarını yönetti. Cave’in senaryo yazarı olarak başarısı o kadar ikna ediciydi ki, The Crow’un yeni versiyonunun senaryosunu düzeltmesi için danışılan da oydu, Russell Crowe’un Gladiator 2’yi emanet etmek istediği kişi de. Ama ölü bir karakter üzerinden anlatılan ve Vietnam’dan Pentagon’a çok fantastik
POPÜLER KÜLTÜR Nick Cave’in popüler kültüre yakınlığı sadece Kylie Minogue’la olan düeti ya da Jason Donovan’ın 15 Feets or Pure White Snow’un videosunda boy göstermesinden ibaret değil. İkinci romanı The Death of Bunny Munro’nun başkarakteri olan uyuşturucu bağımlısı kozmetik satıcısı da Kylie Minogue ve Avril Lavigne ile ilgili saplantılı seks fantezileri kurup duruyordu. Cave ikisinden ve özellikle Avril Lavigne’den bu şiddetli hayallerden dolayı özür diledi. Lavigne’in muhteşem yüzünün takıntı yapmak için çok uygun olduğunu söyledi ve hatta “Bazen bu yüzden biraz endişe duyuyorum ama iyi günlerimde düşünüyorum ki Avril Lavigne bir kitap yazıp benim penisimi merkezine koysa çok da şikayetçi olmazdım” diye bir beyanatta bulundu. Şimdi sırada sözleri, Google’ladığı pop kültür kırıntılarıyla dolu Push The Sky Away var. ‘We Real Cool’da “Bir şey hatırlamak istemediğinde Wikipedia cennettir” diyor. ‘Higgs Boson Blues’da sadece Hannah Montana’ya değil, havuzda yüzen Miley Cyrus’ın bedenine de bir gönderme var. Miley Cyrus’a karşı bir şeyi olmadığını söylüyor Cave, parçanın gerekçesi bizce gayet meşru: Madame Tussauds’yu ziyaret eden çocukları, yan odadaki Kleopatra kostümü içerisindeki Elizabeth Taylor dururken Miley Cyrus’ın balmumu heykeline sarılmış. Nick Cave bu olayın üzerindeki etkisinin, parçanın sözlerine yol açtığını anlatıyor. Bu sefer işin içerisinde aşk yok. 81
STREET ART
GIRLS
The Re-Rise of The Female
sand one
yazı roxane ayral
Sokak sanatçısı olmak bir kadın için cesaret ister diye düşünmeden edemiyorum. Kadın-erkek eşitliği meselesine girmek değil amacım, kaldı ki bir zamanlar erkeklerin hüküm sürdüğü sokakların sanatı da erkek egemen bir alan olarak çıktı karşımıza. Diğer çoğu mecra gibi, geçen yüzyılın başlarına kadar yeri yurdu daha kapalı alanlar olan kadınların sonradan sızdığı bu alanın da en zor tarafı diğerleri gibi maskülen bir ortamda kendine yer edinmek olmalı. 80'lerin başlarında, bu işi ilk başaranların arasında en önemli isimlerden biri, o zamanlar henüz 16 yaşında olan Lady Pink'tir şüphesiz. Esas ismi Sandra Fabara olan sanatçı graffitiye ilk erkek arkadaşı sayesinde bulaştığını anlatıyor. Polis tarafından tutuklanarak Puerto Rico’ya gönderilen graffitici erkek arkadaşından ayrı kalmanın etkisiyle Sandra, sevgilisinin ismini New York duvarlarında yaşatmaya karar verir. Erkeklerin ortamına dahil olmanın zorluklarını iyi bilen sanatçı, kadınlar için en büyük zorluğun ciddiye alınmamak olduğunu söylüyor. Fakat diğer yandan da on binlerce erkeğin ortasında tek kadın olması, farklılık yaratarak kısa zamanda ilgiyi üzerine çekip, sivrilme fırsatı yaratıyor sanatçıya. Devamında, hip-hop kültürünün ve graffitinin miladı olarak sayılabilecek ‘Wild Style’ (1982) filminde yer alarak diğer kadınların da ilgisini çekmeyi başarıyor ve kadınların sokak
sanatındaki yeri için sağlam bir hazırlık yapıyor. On yıl kadar sonra, 90'ların başında, sokak sanatına Fransa'nın Toulouse şehrinde oldukça farklı bir şekilde soyunan kişi ise Miss Van. Herkes duvarları takma isimlerle kaplarken Vanessa kendi yarattığı karakterleri imza olarak kullanmaya başlıyor. Sprey boyanın vazgeçilmez olduğu bu alanda akrilik boyasını ve fırçalarını seçiyor. Klişelerden olabildiğince uzak durarak, günümüzün genel estetik anlayışını kırıp yuvarlak hatlı kadınları ile en başlarda tepki toplamış olsa da, doğru bildiğinden vazgeçmeden yoluna devam ederek kendine sağlam bir yer ediniyor Miss Van. Bu tavrıyla sokak sanatında kadınların yerini iyice sağlamlaştırırken, sınırlarını da yıkıyor ve aynı zamanda sokak sanatına yeni bir bakış açısı ekliyor. Duygularıyla hareket eden sanatçı hayatında yaşadığı olayları sanatından saklamayı asla başaramadığını söylüyor ve seneler içinde Miss Van'in bebekleri, kendisiyle paralel olarak değişime uğruyor. 2000'lerin başında, sokakları süsleyen güzeller en iddialı galerilerin de kapılarını zorlamaya başlıyor. Şirin, pembe kıyafetlerinden soyunup daha karanlık pelerinlerin içinde saklanıyorlar bu kez. Makyajı akan gözlerde bir anlam aramamıza neden oluyor bu değişim; derken karakterlerinin gözlerini kapatıyor
XOXO The Mag
miss van
Miss Van aniden. Fazla açılmayı sevmese de, resimlerinde bakışlara çok önem verdiğini ve karakterlerin gözlerini görmeyince ruhlarına dalabileceğimizi söyleyen sanatçı bir süre sonra kendi hislerinden sıkılarak radikal bir değişime daha adım attığını ve sirk üzerine olan serisini çıkarttığını da ekliyor. Hayatını bir köşeye bırakarak eğlenmeye karar veriyor. Ama burada da samimiyetini esirgemeden, sirk karakterlerinin yüzlerindeki yoğun makyajın aslında bir maske olduğunu açıklıyor. Makyaj güzelleştirmekten ziyade, ifadeleri güçlendirmeye yarıyor. Sokakta geçirdiği senelerden sonra yavaş yavaş atölyesine kapanmayı tercih eden Miss Van'i artık sadece sergilerinden takip edebiliyoruz ne yazık ki.
Katettiği bu yolu hiçbir sanat okulunun kapısından bile geçmeden başarır sanatçı. Şimdilerde okul konusu açıldığında ise, sokağın kurallarının burada öğrenilemeyeceğinden bahsediyor; ‘Gangsterliği öğreten özel okullar olsaydı, belki giderdim’ diyor. Yarattığı kızlardan bahsederken, onlara küfretmeyi ya da onları eleştirmeyi deneyecek olursak, bizi fark etmeyecek kadar meşgul olduklarını göreceğimizden dem vuruyor. O sırada dünyanın bir ucunda ya bir elbise, ya yüksek topuklar ya da bir rimel peşindedirler muhtemelen diye ekliyor. Özgüvenin bu işin anahtarı olduğunu savunan Sand kendisinde de bahsi geçen özellikten e-bay’de satışa çıkarılabilecek kadar çok bulunduğunu söylüyor.
Miss Van’i atölyesinde bırakıp, Lady Pink’in kıtasına geri dönüyoruz; Los Angeles sokaklarının Sand One adında çılgın bir kızı var. Lise yıllarından sonra parasız kaldığı ve aile bütçesine katkıda bulunmak zorunda olduğu bir dönemde, çalışmayı pek de sevmediğini keşfeden Sand cheesecake'ler yapıp kapı kapı dolaşarak bir miktar para biriktirmeyi başarır. Sonrasında bu rakamı ikiye katlamayı hedefleyip, vitrin boyamaya karar verir ve bu şekilde sokağa ilk adımlarını atar. Artık, senelerdir sokakta boyayan Sand One'ın hatırı sayılır bir yeri vardır Los Angeles'ta.
Çoğu kadın sanatçının kaligrafi yerine kadın karakterler ile kendilerini ifade etmeleri, iddialı hatları ve duruşları ile erkeklerin baskın olduğu bir ortama dev kadınlarla meydan okuduklarının kanıtı adeta. Tecrübeyle sabittir ki bu işin sırrı eline boyayı alıp sokağa çıkmaktan geçiyor. Sokağın cazip tarafı da herkese açık oluşu zaten. İnsanoğlunun kendi kısıtlamalarını aşmayı başarıp sanatın kanatlarını takarak özgürlüğe uçuşunda ilk istikameti sokak oluyor. İşbu çıkış da bir iletişim şeklini doğuruyor ve bunun tek bir cinsiyete özel olmasını da doğası gereği imkansız kılıyor. 83
INTERVIEW/LITERATURE
Alİcan Ökmen
Lokal Yeraltı
Malumunuz, yeraltı edebiyatına meraklı okur sayısı giderek artsa da, Türkiye’de yeraltı edebiyatında yeni şeyler ortaya koyan yazar sayısı bir o kadar sınırlı. Biz de, teselliyi yabancı edebiyatta bulan okurlara yerli bir ses tanıtma arzusuyla yola çıkıp, durağanlığı az da olsa kıralım istedik ve ilk kitabının çıkışının üzerinden kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen, şimdiden yeni kitabının taslağını tamamlayan, bir yandan da film setlerinde pişen Alican Ökmen’le konuştuk. röportaj serap gecü fotoğraf abdullah inal
XOXO The Mag
yine de bununla ile ilgili bir genelleme yapamam. Sonuçta iyi edebiyat yapabilmek için en az 30 yaşını devirmiş olmak diye bir kural da yok.
İlk kitabın Kirli Paslı Bozuk çıkalı çok olmadı. Haliyle, seni pek tanımıyoruz. Neler yaptın, neler yapıyorsun, biraz anlatır mısın? 13-14 yaşlarımdan beri yazıyorum. Sinema sektöründe reji asistanı olarak çalışıyorum, boş zamanlarımda da yazmayı sürdürüyorum. İleride uzun metrajlı ilk filmimi çekmek istiyorum. Birkaç gün önce de yeni romanımın ilk taslağını bitirdim, her şey yolunda giderse yakın bir süre sonra o da piyasaya çıkacak. İleride de kitap yazmayı ve sinema sektöründe çalışmayı sürdürmek istiyorum, gelecekle ilgili planlarımın çoğu da bu doğrultuda.
Biraz da yazma pratiğinden bahsetmek istiyorum. Yazma ritüellerin var mı? Her gün mutlaka yazarım, yazdıklarım üzerine çalışırım diyen yazarlardan mısın? Yazarken genelde kahve ve sigara içerim, müzik dinlerim. Tek başıma olmam gerekir, odada başka birisi varsa yazamam. Genelde masada çalışırım ve gece yarısından sonra yazmayı tercih ederim ama gündüzleri de çalışabilirim. Yazılarımı sık sık gözden geçiririm, bunun bazen beni yavaşlattığını düşünsem de bu konuda biraz mükemmeliyetçiyim.
Kirli Paslı Bozuk, Ayrıntı’nın Yeraltı Edebiyatı dizisinden çıktı. Yeraltı Edebiyatı deyince ne anlıyorsun? Yazdıklarında polisiye izleri de var, hangisine daha yakınsın? Ayrıntı Yayınları’nın Yeraltı Edebiyatı dizisindeki kitapların ilk sayfasında yer alan “Asilerin, kaybedenlerin, hayalperestlerin, küfürbazların…” diye başlayan yazı yeraltı edebiyatının içeriğini basit hatlarla da olsa özetliyor olsa da bu edebiyat türünün birkaç kelimeden çok çok daha fazlasını kapsadığını düşünüyorum. Yeraltı kavramı, belki ortada olmasına rağmen görmezden gelinen veya görülmek istenmeyen olarak da tanımlanabilir. Kirli Paslı Bozuk, içinde bir takım polisiye unsurlar barındırıyor olsa da genel olarak yazdıklarımda kendimi yeraltı edebiyatına daha yakın hissediyorum.
Chuck Palahniuk, Tıkanma’nın ilk cümlesinde “Eğer bunu okumaya niyetliyseniz, vazgeçin” diyerek okuru uyarıyor ya da başka bir deyişle tahrik ediyor. Çarpıcı ilk cümleler hakkında ne düşünüyorsun? Kitabının ilk cümlesi üzerinde ne kadar çalıştın? Kitabın ilk bölümünü finali yazdıktan daha sonra yazdım, yani ilk bölüm aslında yazdığım son bölümdü. Kurgusal işleyişin finalde nereye varacağını ve oraya kadar neler olacağını da bildiğim için olsa gerek ki, ilk cümle üzerinde de öyle çok da fazla düşünmedim doğrusu. Yine de yazarken çarpıcı ya da okuru düşünmeye iten belki zihin açıcı da denilebilecek cümleler kullanmayı seviyorum. Chuck Palahniuk’un da bunu her kitabında gayet iyi başarabilen bir yazar olduğunu düşünüyorum.
Peki, şimdiye kadar kitapla ilgili nasıl tepkiler aldın? Kitabı okuyanlardan olumsuz bir tepki ya da rahatsız edici bir eleştiri almadım. Hemen herkes kitabı sevip beğendi, tepkilerin çoğu oldukça yapıcı ve olumluydu. İnsanlar romanın kolay okunabilir, akıcı ve sinematografik olduğunu, okurken olayları gözlerinde canlandırabildiklerini ve hikayenin bir filme çevrilmesinin de mümkün olduğunu söylediler. Hatta kitabı okuduğu sıralarda karakterlerden birkaçını rüyasında gördüğünü söyleyen birine de denk geldim. Tabii ki bu tip olumlu tepkiler almak, yazmak konusundaki motivasyonumu artırıyor.
Zihin açıcı cümleler demişken bunu sormazsam olmaz. Okudukça ilham aldığın, yazma dürtünü tetikleyen kimler var? Aslında birçok yazar var bana ilham veren; Poe, Kafka, Orwell, A. Burgess, Palahniuk, Beckett, H. Selby, Irwine Welsh, Hesse, I. Ambjörnsen ve Bukowski dünya edebiyatından ilk aklıma gelenler. Türk edebiyatından ise birçok yazar okusam da Oğuz Atay, Sabahattin Ali, Hakan Günday, İhsan Oktay Anar ilk aklıma gelen isimler.
Söz konusu ilk kitap olunca yazarın hayatından otobiyografik öğeler içerdiği akla gelir. Kitabının, gazetelerin 3. sayfa haberlerinde karşımıza çıkabilecek olayları konu aldığı düşünüldüğünde, bu önyargının senin için geçerli olmadığını umarak soralım, kendini gizlemek veya kendinden bir şeyler eklemek gibi çabaların oldu mu? Aslında bu, yazdığım ilk roman değil, dördüncü roman; ama kitap olarak basılmış ilk romanım. Kirli Paslı Bozuk’taki bazı karakterleri oluştururken, gerçek hayatta tanıdığım insanlardan ve olaylardan etkilendim ama romanın içindeki varlığıyla orada beni temsil eden, gizli veya ortada olan, ya da ana veya yan herhangi bir karakter yok. Ama diğer taraftan da oradaki her cümleyi kelimesi kelimesine yazmış olduğum için romandaki bazı ufak tefek şeyleri kendimden eklemişimdir. Mesela romandaki Ali karakterinin kedisinin adı olan Eros aslında benim kedimin de ismi, Ali gibi ben de Kadıköy’de yaşıyorum ama bu tip ufak tefek detaylar dışında orada beni temsil eden bir karakter yok, aksini yapmak hikayenin kurgusuna da ters düşerdi.
Biraz da sinema eğitiminden ve şimdiye kadar bu alanda yaptığın çalışmalardan bahseder misin? Senaryo denemelerin var mı, ve tabii gelecek projelerin neler? 2004 yılında başlayan üniversite eğitimimde direkt geçişle yerleştirildiğim bir bölümde okuduğum için, 2006’da üniversiteye ara vererek özel bir film okulunda bir yıl temel sinema eğitimi aldıktan sonra sinema sektöründeki çeşitli iş kollarında çalıştım. Bugüne kadar en fazla reji ve prodüksiyon asistanlığı yaptım. Dizi yazarlığı eğitimi de aldım. Yazdığım bir uzun metraj film senaryosu var, birkaç dizi projesinde de senaryo ekiplerinde tretman yazarlığı yaptım ancak bu projeler henüz gerçekleşmedi. Video ve reklam metinleri de yazdım, pek matah şeyler olmasa da bir iki video klipte yönetmenlik de yaptım. Türkiye şartlarında yazarlıktan hayatımı idame ettirmem zor göründüğü ve aynı zamanda yönetmenliğe de meraklı olduğum için gelecekte de bir yandan yazarken diğer yandan sinema sektöründeki çalışmalarımı sürdürmeye devam etmeyi düşünüyorum. Sırası gelmişken, en beğendiğin kitap-film uyarlamaları? Fight Club, Trainspotting, Lord of the Rings, 1984, Requiem for a Dream, The Shining.
Yine, ilk kitabını çıkaralı çok olmadığını ve 87 doğumlu olduğunu göz önünde bulundurursak, edebiyat dünyasında sıkça duyduğumuz genç yazar yakıştırmasıyla ilgili ne düşünüyorsun? Kimileri hep genç yazar kalıyor... Genç yazar, yaşlı yazar değil de yetenekli yazar ve yeteneksiz yazar diye bir ayrıma gitmek daha doğru gibi geliyor ama
Yeraltı Edebiyatı denince ilk akla gelen isimleri tanımayan yoktur. Peki, yeni kimler var? Dünya genelinde birçok insan vardır herhalde. Türkiye’de ise 85
çok fazla isim hala henüz piyasada olmasalar da en azından fanzinlerden ve internetten takip ettiğim kadarıyla bir sürü iyi yazan insan var. Bir de Kadıköy’de sokaklarda yatıp kalkan evsiz bir adam var, bazen onu geceyi geçirmek için sığındığı bir köşede elindeki küçük defterine bir şeyler yazarken görüyorum ve o adamın o defterine neler yazdığını gerçekten çok merak ediyorum. Konu açılmışken, fanzinlerle aran nasıl? Fanzinlerle aram iyi, hiç de fena değil. Yurt dışından değil ama Türkiye’de çıkan fanzinlerden bulabildiklerimi takip etmeye çalışıyorum. 2004 yılından beri sokak edebiyatı sitesinde editörlük yapıyorum ve bu sitenin yaratıcısı olan Girdap isimli arkadaşımın 2000 yılından bu yana İzmir’de çıkartmış olduğu 60 küsur kadar fanzin var, PDF de değil, fotokopiyle çoğaltılmış neşriyatlar bunlar. Girdap birkaç gün önce İstanbul’daydı, birlikte sokak edebiyatının son sayılarını dağıtmak ve İstanbul takipçileriyle toplanmak için Kadıköy’de buluşmaya sözleştiğimiz bir kafeye gittik, içeride tanımadığımız bir sürü insan vardı; başka fanzinler çıkaranlar, fanzin çıkarmayı düşünenler, sadece okuyucu olanlar ya da yolu düşerken oradan geçenlerle beraber orası tahmin ettiğimizden de kalabalıktı. Orada bir sürü fanzin dağıttık, diğerleri de çıkardıkları fanzinleri bize verdiler, eve döndüğümde herhalde yanımda en az 20-25 tane fanzin vardı. Yani 90’ların özellikle ikinci yarısında daha fazla hareketlenen fanzin camiası aslında ölmüş değil, hala hareketine devam ediyor. Girdap herhalde hayatının sonuna kadar fanzin çıkartmaya devam edecektir, ben de hayatım boyunca bir fanzin yapmayı düşünmesem de onun fanzinlerine bazı kısa hikayelerimi göndererek destek olurken başkalarının çıkarttıkları diğer fanzinlere de ulaşmayı sürdüreceğim. Ayrıca İstanbul’daki birçok kitabevinde de fanzin var, işin meraklısı olarak bir gün çıkıp birkaç kitapçıya fanzin sorarsanız muhtemelen oralarda hala az sayıda da olsa bazılarını bulabilirsiniz. Yani PDF formatına ve teknolojinin gelişimine rağmen fanzin kültürünün bittiğini ya da biteceğini düşünmüyorum. Bukowski "Azizlerden çok sapkınlar ilgilendiriyor beni." der. Toplumun şekilciliğinden kaçmasına yorarız belki de bu seçimini. Karakterlerini yaratırken kaleminin böyle keskin çizgileri oluyor mu? Uzun soluklu bir karakter yaratacaksam hikayeye başlamadan önce onun bütün hayatını çıkarıyorum ve böylece başladığımda
kimi yazacağımı işime yarayacak en ince detaylarına kadar biliyorum. Hayatı boyunca hiçbir günah işlemeden yaşamış bir azizin hikayesini de yazmak istemezdim ama hayatımın sonuna kadar da sadece sapkınları yazacağım da diyemem, bu yüzden Bukowski’nin bu sözüne kısmen katılıyorum. Hikayelerinin gerçekliği nerede başlayıp nerede bitiyor? Bu gerçeklik meselesi her hikayede değişiyor. Kirli Paslı Bozuk üzerinden örnek verecek olursam, orada olay örgüsüyle beraber bütün karakterlerin de ayakları yere sağlam basıyor. Ancak fantastik veya gerçek dışı olan şeyleri anlatmayı da seviyorum. Mesela, İstanbul’u zombilerin istila ettiği bir sırada zombi bir kadına aşık olan bir adamla aşık olduğu zombi kadının imkansız ilişkilerini anlattığım Zombi Sevgilim isimli kısa bir hikayem de var. İnandırıcılık yitirilmediği sürece de bunu yapmanın gerçekçilikten uzaklaşmak olduğunu sanmıyorum, çünkü mesela hepimiz Tolkien bize anlattıktan sonra orta dünya diye bir yer aslında hiç olmamış olsa da bir hobbitin sihirli bir güç yüzüğünü yok etmek için çıktığı o uzun yolculukta başından geçen her şeye kelimesi kelimesine inandık. Peki yine akım temelli gidersek, "Ben özgürüm!" diye bağıran bir edebiyattan bahsediyoruz. Sen ne kadar özgürsün? Ben de çoğu insan gibi henüz tamamen özgür sayılmam ama hayalini kurduğum özgürlüğe kavuşmayı isterdim. En basitinden kısa süre içerisinde ekonomik özgürlüğümü kazanarak kendi ayaklarımın üzerine daha sağlam basar halde durabilirsem kafam çok daha rahat olur. Yazmanın sadist tarafları var. Marquis de Sade, fikir babası olduğu akımı yazı odaklı tanımlarken, "Yazmak, başkalarına acı çektirmekten hoşlanmaktır." diyordu. Kendi yazılarında bunu hissediyor musun? Henüz Sade’ın herhangi bir kitabını okumadım ama başkalarına acı çektirmekten pek hoşlandığımı da söylemem. Kirli Paslı Bozuk’ta kaçırılan küçük kız çocuğuna dikkat ederseniz kaçırıldığı andan itibaren sürekli uyuduğunu fark edersiniz, çünkü orada onu uyanık tutarak olup bitenlere şahit olmasına yazar olarak kendim de katlanamazdım. Yine de okur yazıyı okurken acı tatlı bir şeyler hissedebiliyor, düşünebiliyor, ilgisini ve dikkatini yazının akışına bırakmayı başarabiliyor ve bundan keyif alıp boşa vakit harcadığını düşünmüyorsa, yazar olarak üstüme düşen sorumluluğu yerine getirdiğimi düşünüyorum.
XOXO The Mag
FASHION
Karma is Chanel
Bir Çantanın Karl Hayali yazı linda metin görseller chanel sas'ın izniyle
Yeryüzünde yer değiştirmeyi sevmeyen kişileri bahis dışında tutarsak eğer; seninle, yine aynı yeryüzünde, önemli bir ortak düşünceye sahip olabiliriz. Bu durum, belki dünya nüfusunun bir anda azalması kadar ani ve beklenmedik bir gelişme gibi sayılabilir hayatlarımızda, bu denli büyük şaşkınlıklar yaşayabiliriz. Hatta son fikir birlikteliğimizin tadını çıkarıyor bile olabiliriz. Açıkçası, ben aramızdaki bu çekimi başka yerler keşfettiğimde yeni kişilere de değişebilirim. Hala neden bahsettiğimi tahmin etme evresinde takıldığından şüpheliyim, merak etme, geleneği bozmadan açıklamayı üstleneceğimin gizli ferahlamasını da yine hissedebilirsin bünyende. Ne olursa olsun, ikimiz de çantanın vazgeçilemez bir meta olduğuna inanıyoruz. Pragmatizmin temellerinde bana duyulan ihtiyaçla vuku bulan varlığım, 1920'lere, Coco'nun ağır çantalar taşımaktan bıktığı günlere denk geliyor. Bu zamana kadar uzanıyor olmasına da değişim partiküllerinin ışıltılı patlaması adını verebiliriz. The Reluctant Debutante filmindeki Jane'in bir kız kardeşi daha olduğunu hayal edip, bu hayalin içerisine biraz da Grease eklersek bugünkü hikayeme varabiliriz. Aslında atlanmaması gereken birkaç ufak sahne dekoru daha var benim senaryomda; komediyi biraz uzak tutalım, annenin ayakkabılarını sivri burunlu, kızlarınkini de dolgu topuklu yapalım. Şimdi beni sevmek için daha çok sebebin oldu! Unutmadan; olur da tüm bunları tekrar okumaya başlarsan diye, düşünce nitekim bir tür
alışkanlıktır. Kabul et, ya beni seversin ya da beni sevemezsin. Metamorfozun peşimi bırakmadığı hayat çizgimde “Ne kadar değişmişsin” tepkisini “Hiç değişmemişsin”e her zaman tercih etmişimdir. Kaleminden döküldüğüm yaratıcılarımın vizyonları ve deforme ettikleri normları sayesinde görüp görülebilecek en köklü değişimlere sebebiyet verişim, şaşırma refleksini kaybetmek üzere olduğun çağda hala gözbebeklerini büyütmeme, kalp atışlarını hızlandırmama olanak sağlıyor. Modernizmin üniforması üzerine yapışmışken faydacılığımı kemiklerimde hissedip absürdlükten nasibimi alarak devam ediyorum yola. Kapalı kapılar ardından çıktığım anda yüzümde parlayacak flaşlarla; penceremden fethedeceğim gözlerin, hatta belki akılların, ağır sorumluluğu var üzerimde. Hayat zor diye boşuna demiyormuş bazılarınız. Neyse ki hulahop çemberlerinin arasında hınzırlığımı sızdırabileceğim bir fırsat geçti elime... Juan-les-Pins'de güneş banyosu yapacağımı düşünmüş olabilir Karl. Ama bence orası Monet ve Picasso'nun resimlerinde, kumsuz halleriyle bana daha fazla layıkmış gibi kabul edilebilir. Ne fark eder; benim mottom her yerde ''Nerede olursan ol, gözler senin üzerinde olacak'' iken? (Aslan burcu olabilirim ama esas nokta Chanel soyadını taşıyor olmamdan
XOXO The Mag
89
kaynaklanıyor.) Biri beni çağırıyor, zamanı gelmiş olmalı! Meraklı gözlerle etrafımda koşuşturan kalabalığı arşınlarken gözlerim, Karl’ı görüyorum. Yanıma yaklaşıyor, bana dokunduğunda tüm heyecanım diniyor, kim olduğumu iliklerime kadar hissediyorum. Üç renk bekliyor benden; önce parlak kırmızıyla çekim kuvvetimi ispatlamaya yöneltiyor, sonra saks mavisiyle enerjimi göstermemi, daha sonra da pastel tonlarla sükunetimi vurgulamamı istiyor. Tüm bu söylediklerini kafamda oturtmaya çabalarken, çalışmam için beni yalnız bırakıyor. Gözlerimi kapatıp daha öteye, sanatın ve insan ruhunun karanlık coğrafyasına inmeye çalışıyorum. Kılavuzların yardım edemeyeceği derinliklerde simgeyi okumaya kalktığımda, tehlikeyi çoktan kabul ettiğim bir bilinçsizlikteyim. Ta ki çığlıklar beni derinliklerden tekrar yüzeye çekene kadar. Sinirle kimden çıktığına bakıyorum bu manasız gürültünün. Biri sarışın diğeri kumral iki kız kardeş, çok aramama mahal vermeden suçu üstlerine alıyorlar. Kenarda sakin duran kadının, anneleri olduğu su götürmez, kızları pek umursamadığı da. Çekim zorlu geçecek belli. Washitsu’nun minimal estetiği ve tatami’lerin geleneksel dokusuyla Japon kültürüyle kaynaşmamı sağlıyor Karl’ın hayal gücü. Durmam gereken noktaya ilerlerken kızlardan biri kapıyor saplarımdan. Şımarıklığı sınır
tanımayacak bu kızın. “Biraz saygılı ol tatlım!” Anneleri tüm sakinliğiyle kadraja girdiğinde straplez elbiseyle göz göze geliyoruz. Hemen kanım kaynıyor. Çekim arasında öğreniyorum; birçoğumuz gibi o da bu sezonun yenilikçi gardırobuna tabiymiş. Karl tekrar deklanşörüne basmaya başladığında yıldızımın barışmadığı kızlardan Coco ve kardeşleri arasındaki çekişmeli ama şefkatli anılara gidiyor aklım. Kimin kazanacağının başından belli olduğu bir yarıştı onlarınkisi... Patlayan flaşlar, mahareti gözlerimde çaktırıp, sanatçıyı gizleyerek sanatın ana amaçlarından birine hizmet ediyor. Saatler süren çekimin ardından odama çekildiğimde yorgunum, fakat birkaç güne yayınlanacak kampanya fotoğrafları şu an hissettiklerimin tümünün yerini tatmin olmuş bir gülümsemeye bırakacak. Hayli genişleyen yaratma, paylaşma ve iş birliği yapma imkanlarının zaman ve uzay algında neden olduğu farklılaşmanın yanında kimlik, aitlik konseptlerini yeniden tanımlarken sürekli tabi tutulduğun değişimi hiç aklından çıkarma ve benim değişimime tanıklık ettiğin zamanlarda aslında yansıyanın yaşam değil seyirci olduğunu hep hatırla. İstediğin her zaman beni gelip bulabilirsin. Neredeyim, biliyorsun. Şimdi, izin verirsen biraz dinleneceğim.
XOXO The Mag
Intervıew/MAGAZINE
Melda Narmanlı Çİmen
Give Her More
Bu ayın dergi yöneticisi konuğu, “Ben iyi bir yönetici değilim, iyi kalpli bir yöneticiyim” diyen, beş ayrı derginin Yayın Direktörlüğü’nü üstlenmişken, altıncısının da haberini veren, bizimse sayfalarımızda Maison Française’deki kimliğiyle ağırladığımız, Melda Narmanlı Çimen. Kendisiyle, yoğun bir dergi gününde ofisinde bir araya gelip, konudan konuya atladık. röportaj esme altınok fotoğraf inci cabir
XOXO The Mag
uzun zaman uğraşıyorum. Herkesin bıktığı yeni trend, yaratıcı tasarım, lider marka gibi klişelerden uzak durma çabası da var tabi.
Bildiğim kadarıyla, on beş yıldır aynı yayın grubuna bağlısınız. Farklı maceralara atılma dürtülerinizi nasıl dizginlediniz? Böyle bir şey bir kere bile geçmedi aklımdan. Sanırım esas sebebi işimin hiçbir zaman monoton olmaması. Dergicilik, büyük tutkuyla yapılan bir iş. Dolayısıyla insan bebeği gibi seviyor çıkarttığı ürünü. Her noktasını dokunarak yapıyorsunuz; oynuyorsunuz o ürünle. Keşfedecek ufuklar hiç bitmiyor. “Bugün yapacaklarım bitti” diyebileceğim bir günüm yok benim açıkçası. Hep yeni bir şeyler ekleniyor; yeni bebekler doğuyor; sorumluluklar artıyor; heyecan hiç dinmiyor. Bu heyecanı ve aşkı hala yaşarken başka maceralar aramak aptallık olur.
Peki, hangi kaynaklardan beslenirsiniz, neler okursunuz? Uluslararası fuarlara gidiyorum, yabancı dergileri ve önemli trend raporlarını çok detaylı okuyorum. Dekorasyon, tasarım ve mimarlık başta olmak üzere, seyahat, moda, pazarlama ve iletişim alanında çok fazla blog ve fikir liderini takip ediyorum. Açıkçası internete girip oradan oraya sıçrayarak kaybolmak, ilk kez gittiğim bir şehirde ara sokaklarda kaybolarak dolaşmak kadar keyifli benim için. Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum. Tüm bunları yaparken de mutlaka elimde defterim ve kalemim oluyor; sürekli not alıyorum. Yeni ne yapılabilir diye sürekli araştırıyorum. Yönetim teknikleriyle ilgili şirketin verdiği eğitimlere de hiç ‘oflamadan’ katılanlardan biriyimdir! Ne öğrensem kardır diye düşünürüm.
Maison Française’in yanı sıra yayın grubunuza bağlı başka dergiler de var sorumluluğunuzda... Maison Française’in dışında Elle Decoration, Evim, Bride’s, haftalık olarak da HELLO! var. Bu aydan itibaren bir de GEO eklendi; yeni bebeğimiz... Şu anda zamanımın büyük kısmını haliyle bu proje alıyor.
Bir de buradan sorayım, ana akım yayıncılığın bir parçası olarak, bağımsız yayıncılığa yaklaşımınız nasıl? Takip ettiğiniz ve hatta faydalandığınız bağımsız dergiler var mı? Ne zor şartlarda var olabildiklerini çok iyi tahmin ediyorum. Bağımsız olsun olmasın, derginin içeriği güçlüyse ve farklılaşabiliyorsa var olmayı ve kalıcı olmayı başarıyor. Hep söylüyorum; bence aslolan içerik. Onu doğru yapıyor ve yaptığınızı doğru bir şekilde iletebiliyorsanız, kullandığınız aracın gazete, dergi, blog, iPad uygulaması ya da internet sitesi olması fark etmez. İyi içeriği her yere adapte edebilirsiniz. XOXO The Mag de bunu başaranlardan biri..
Ah tabii, bir yandan da gazetedeki köşe yazılarınız var. Farklı birçok mecrada yazıyorsunuz. Hemen hemen hepsinde farklı kitlelere hitap ediyorsunuz. Aralarında ne gibi iletişim farklılıkları gözlemliyorsunuz? Başarılı olmak için içerik açısından dergide herkesten daha ileride durmak, biraz hayranlık uyandırmak, biraz da şaşırtmak zorundasınız. Bir-iki sezon sonrasını göstermek, yön vermek, hayal kurdurmak, gündemde olmayanı gündeme getirmek, farklı bakış açılarına yer vermek önemli. Konular birbirini tamamlamalı, o ay vermek istediğiniz mesaja hizmet etmeli. Dil açısından da yarı profesyonel bir dil kullanmak gerekiyor. Gazete ise daha kişisel bir karaktere sahip; orada vitrinlerde olanlara ve tüketiciye daha yakın durmaya çalışıyorum. Samimi, pratik ve çözüme yönelik temalara ağırlık veriyorum. Çok kolay yazı yazan biri değilim; çok araştırmacı ve detaycı olduğum için en ufak bir şüphe bile duysam dönüp kontrol ediyorum. Sadece konuyu ve başlıkları değil, kelimeleri bile mevsime, duygulara, eğilimlere göre seçmek için aynı yazı üzerinde
Farklılaşmak demişken, Maison Française kendi kulvarındaki diğer dergiler arasında nerede duruyor? Öncelikle biz yaptığı işe aşık bir ekibiz. Hem deneyimli beyinlerimiz, hem de genç yüreklerimiz var. İlk aklımıza geleni değil, tartışarak geliştirdiğimiz fikirleri seviyoruz. Sektörün bütün iş ortaklarıyla güvene dayalı bir ilişkimiz var. Dekorasyonla ilgili bakmadığım dergi yoktur -Avustralya’dan Meksika'ya, tüm coğrafyalardaki dergilerden bahsediyorum. Biraz fazla iddialı olabilir ama alanında Maison Française kadar doyurucu bir dergi gerçekten göremiyorum. Hep bir yönleri aksıyor; ya da tek bir yöne doğru eğilebiliyorlar. Bu kadar 93
çok kapsamlı stili aynı anda ve aynı potada eriterek sunabilen, hem tüketiciye hem de profesyonele yakın duran, hem bugünü yaşayıp alışveriş seçenekleri sunan, hem de geleceğe dönük haber verebilen fazla dergi yok. Hayalgücünü harekete geçirirken bilgi veren bir içerik kurguluyoruz. 29. sayıdan beri Maison Française'in içindeyim. Yazı İşleri Müdürü olarak başladım; şu anda Yayın Direktörlüğünü yapıyorum. Her ay her sayfasını kaç kere didiklememe rağmen hiç sıkılmadım. Çünkü hiç tatmin olmadık; hep daha iyisi için kafa yorduk; hep kendi kendimizi kamçıladık. Ekip olarak içeriğimizdeki konulara karşı hiç dinmeyen bir iştahımız var. Yurt dışındaki editör ve trendsetter’lardan daha önce keşfettiğimiz akımlar, detaylar, uygulamalar ya da yeni nesil tasarımcılar o kadar çok ki... Şimdiye kadar yerli veya yabancı başka yayınlarda görüp “Bu konuyu ben işlemeliydim” dediğiniz mutlaka olmuştur. Tabii, sürekli oluyor; olduğu zaman da hemen “Bunu ben nasıl daha ileriye taşıyabilirim, daha geliştirerek kullanabilirim” diye düşünüp onun yolunu arıyorum. Üstün oldukları tek taraf, onların elindeki ev hazinesinin daha zengin olması. Bizde hala dekorasyon tarzlarında o cesaret yok; yaratıcı evlere rastlamak daha zor. Bu aralar özellikle Güney Afrika evlerine hayranım. Ekibinizle aranızdaki ilişkiyi nasıl tanımlarsınız? Çoğu çok uzun zamandır birlikte çalıştığım insanlar. Demek ki; birbirimizden memnunuz ki çalışmaya devam edebiliyoruz. Herkesin güçlü ve zayıf yönlerini bilmek önemli. Dergiciliğe yazı işlerinde başlayan biri olarak onların nasıl yüklü bir iş programıyla çalıştığını çok iyi biliyorum. Dolayısıyla onlardan bir şeyler talep ederken çalışma koşullarını bilerek istiyorum. İlişkimizin tutarlı, dengeli, uyumlu, samimi olduğunu da söyleyebilirim. Çok araştırmacı ve takipçiyimdir, bu yönüm de sanırım onları sürekli şaşırtıyor ve etkiliyor. Maison Française hakkında henüz kimselerin bilmediği, yakında ortaya çıkacak bir haber paylaşsanız? Çiçek atölyelerimiz çok ilgi gördü, onlara devam edeceğiz, sofrayla ilgili bir sergi yapmayı düşünüyoruz. Birkaç tane de yeni özel sayımız var, hatta bir tanesi on gün önce çıktı: Best Of Maison Française. Geçen senenin en iyilerini bir araya getirdiğimiz ve 2013’ün de trendlerini sunduğumuz yepyeni bir özel sayı... Kadın moda dergileri arasındaki rekabet ve konu çakışmalarına hayli aşinayız. Sizin kulvarınızdaki yayınlarda
durum nedir? Bence zorlu ve keyifli bir rekabet içindeyiz. Uluslararası standartlarda baktığınızda, Türkiye’deki dekorasyon dergilerinin çoğu ortalamanın üzerinde dergiler. Genelde sadık okuyucu kitleleri var. Birkaç dergiyi bir arada alan mükerrer okuyucu da çok var... İçerikteki doygunluk, zenginlik, kapsam, işe ne kadar titizlendiğiniz dekorasyon okuyucusu tarafından kolaylıkla anlaşılabiliyor. Ancak konu tekrarı özellikle belli aylarda tabii ki çok sık oluyor. Aralık ayında yılbaşı sofrası kurmayan dergi yoktur sanırım. Aslında belki de aradaki farkın en belirginleştiği zamanlar böyle aylar oluyor. Yayıncılık yeni jenerasyonun çok ilgilendiği bir meslek kolu haline geldi. Peki söz konusu olan bir tasarım dergisiyken, olası, yeni editörler hakkında ne konuşabiliriz? Evet ilgi çok yüksek; İtalyan ve Fransız liselerinden, özel okullardan staj için sürekli başvurular geliyor bana. Heves güzel ama kalıcı olmak için bu işe kafayı takmış olmak gerek. Serbest tasarım yazarları ve editörleri, genellikle birden fazla işi aynı anda yaparken koltuklarının altına bir köşe ya da blog sıkıştırmış kişiler... Ekonomik olarak buna zorunlular; ama hal böyle olunca yüzde yüz tatmin edici bir editörlükten söz etmek mümkün değil. Dergiciliğe dönecek olursak, Newsweek’in dijitali seçmesiyle ilgili ne düşünüyorsunuz? “Bir gün herkes dijitalde karar kılacak” gibi bir görüşünüz var mı? Geçen hafta da Net-a-Porter matbu versiyonunu çıkaracağını açıkladı. Yayıncılık, 360 derece yapılan bir iş haline geldi. Newsweek’in dijitali seçmesi tamamen maddi nedenlerle yapılan bir uygulamaydı; yani matbu versiyon para kaybetmeye başlayınca denenen son bir yol belki de... Özüne bakılırsa aslında şirketin küçülmesi demek; zaten birçok kişi işten çıkarıldı. Tamamen dijitale kayma gibi bir şey olacağını düşünmüyorum. Hepsini bir arada yapmak gerekiyor; dijital medya, basılı medya, YouTube, aktivite organizasyonu... Hepsi birbirini tamamlamalı, çünkü her biriyle farklı bir kitleye ulaşıyorsunuz. Biraz önce de dediğim gibi, önemli olan içeriğinizin iyi olması. Steve Jobs öldü, belki gelecek yıl yeni bir dahi çıkacak ve işte myPad diyecek ve biz içeriğimizi ona formatlayacağız. Kısaca, içerik güçlü olursa yaşamaya devam edebilirsin, orada ya da burada. Bu arada, uzun seneler yayıncılık sektöründe yer alan biri olarak 15 sene öncesine göre en önemli değişiklik ne oldu? Malum, biz başladığımızda internet diye bir şey yoktu. Dijital çağ hepimizi hem hızlandırdı, hem besledi, hem de okuyucuya ulaşmak
XOXO The Mag
ve teknolojinin bu kadar yoğunlaştığı bir dönemde beynimiz ve ruhumuz yavaşlamaya daha çok ihtiyaç duyuyor.
için yeni yollar yarattı. Sosyal medya da bunun ikinci bir basamağı oldu benim için, daha gayriresmi bir yoldan ve çok çabuk geri dönüş aldığınız bir yer, reaksiyonu hemen görüyorsunuz. Aradığınızı 'google’layabilmek başlı başına bir devrim.
Siz, kendi hayatınızda yavaşlamak için ne yapıyorsunuz? Kendimi sürekli telkin etmekten başka bir şey yaptığım söylenemez.
İstanbul’un yükselmekte olan değerlerinden tasarım; geçtiğimiz aylarda gerçekleşen ilk bienalin ardından ileriye dönük nasıl bir manzara oluştu zihninizde? Bu alanda kat edilmesi gereken çok uzun bir yol var diye düşünüyorum. Tasarım şehri olmak öyle hemen olacak bir şey değil; zaman lazım, o kültürün şehrin içine işlemesi lazım.
Peki, tasarım açısından en favori döneminiz hangisi? 40-50’li yılların Amerika’sı. O dönemde o coğrafyadan çıkan tasarımların tümü ikonlaşmış, zamansız mobilyalar... Aynı dönemde yaşayan Danimarkalı tasarımcıların yaptıkları işleri de çok beğeniyorum. Geçmişe gitmişken, sizce önceki hayatınızda kimdiniz? Reenkarnasyona inanıyorum. Geçmişe dair ilişki kurabileceğim tek şey; dar ve sıkışık sokakların, ucundan su gözüken dehlizvari yolların, tünellerin, bozuk kaldırımların ve eskimiş strüktürlerin beni çok cezbetmesi. Acaba Venedik ya da Floransa’da mı yaşadım diye düşünüyorum. Bir keresinde kendimi kısaca gazeteci olarak tanıttığım İngiliz bir karma astrolog, Mısır’daki hayatımdan gelen bir yetenekle, formlar ve renkler üzerinde dürtüsel bir seçim yeteneğim olduğunu söylemişti. Yapan ya da yaratan değil, “bu doğru bu değil” diye seçenmişim; yaptığım işi söyleyince çok şaşırmıştı.
Bildiğiniz gibi son yıllarda İstanbul’da emlak piyasası hareketlendi. Prestij konut projeleri her geçen gün artıyor. Bu projelerin mimari çizgisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Benim için mimari, çevresi, iklimi ve coğrafyasıyla bir bütün olmalı. Önce tabii ki içinde bulunduğu semtle, konumlandığı bölgeyle, sonra da o şehrin geçmişten gelen kimliği ve karakteriyle. “Mış” gibi yapılan uygulamalardan hoşlanmıyorum; İstanbul’da Ege havasını estirdiğini, Boğaz’ı Küçükçekmece’ye kurduğunu iddia eden projeler çok yapmacık. Ama bir avuç mimarımız var ki onlar nasıl yapıyorlarsa inşaat şirketlerini ikna ediyorlar ve harika işler çıkarıyorlar; karşılığını uluslararası ödüllerle de görüyoruz zaten.
Yayın sektöründe olmasaydınız, ne yapıyor olurdunuz? Art direktörlük! Grafik tasarımı çok seviyorum, herhalde o yöne kayardım.
Mimarlardan söz açılmışken, çizgisini beğendiğiniz kimler var? Brezilya’dan Arthur Casas var çok beğendiğim, Türkiye’den ise her işini hayranlıkla seyrettiğim Han Tümertekin var.
Kapanışı Andrée Putman’la yapmak istiyorum: “I avoid decoration for decoration's sake." Katılır mısınız? Katılmamak mümkün mü? Mükemmellik en güzel ya da en doğru olan demek değil artık. İşin püf noktası çok iyi hesaplanmış bir kendi haline bırakılmış hissi yaratmak. O mekan için çaba harcanarak, ince ince kurgulanarak özel olarak yapılmış, her ayrıntısıyla oyunun tüm kurallarına uyan bir stil makbul değil. Önemli olan, objeyi ve onun içinde yer aldığı mekanı olabildiğince doğal ve zorlanmamış haliyle sunabilmek. En başarılı dekorasyon uygulamaları, zamana yayılarak yapılan, her gün gelişen, yaşayan uygulamalar oluyor. Hadi hemen yapayım, 4 ay içinde bitsin dediğiniz zaman, ortaya ‘showroom’ gibi bir ev çıkıyor. Zamanla eklemeler yapa yapa geliştirdiğiniz stil ise kalıcı oluyor ve fark ediliyor. Ben de onu yapmaya çalışıyorum; beğenmekten hiç vazgeçmeyeceğim, sıkılmayacağım parçaları acele etmeden toplamaya çalışıyorum.
Bundan 30 sene önceki bilim kurgulara baktığımızda 2013 hayli fantastik bir yıldı, uçan arabalar, insan zekasına sahip robotlar… Tasarım ve mimari bazında ilerisi için sizin öngörüleriniz neler? Binalar uçmayacak, onu söyleyebilirim… Sürdürülebilir mimari, markaların üzerine araştırmalar yaptığı yükselen bir değer, çünkü dünyanın kaynakları kısıtlı ve nüfus bu hızla giderse zaten hiçbir şey yetmeyecek, mimari açıdan bunun kaygıları da var. Dolayısıyla herkes bu yönde çalışmalarını sürdürüyor. Malzeme teknolojilerinde çok gelişme oluyor. Karmaşanın ortasında kendi cennetini yaratan, tasarıma ve iyi yaşamaya düşkün bir nesil geliyor. Genel olarak çoğalma değil azalma, sadeleşme, şeffaflaşma yönünde bir gidişat olacağını düşünüyorum. İnsan ilişkilerinde, mekan ve moda tasarımında, her şeyde doğallığa kayılacak. Çünkü azı ve basiti yapmak hem daha zor, hem de bu kadar hızlanan şehir hayatında 95
Intervıew/MUSIC
alt-J (∆) Müzİğİn KısaYolu
Geçtiğimiz yıl ‘Fitzpleasure’ ile sinsice hayatımıza girdi alt-J (∆). Biz henüz klavyede isimlerini bile nasıl yazacağımızı çözememişken, 2012 Mercury Müzik Ödülü’nü alarak geçtiğimiz yılın en çok konuşulan isimlerinden oldular. Bu hızlı ivmenin ardından herkesin gözü gruba yönelmişken, biz de merak ettiklerimizi ilk ağızdan sormak istedik. röportaj gazali görüryılmaz fotoğraflar jory cordy
XOXO The Mag
Türlerin sınırlarını kırmak gibi bir arzunuz var. Bu durumda; müziğinizin çağdaş sanatla benzerlik gösterdiğini ve dinleyen herkesin ona dair kendi algısını oluşturduğunu söyleyebilir miyiz? Tamamen tartışmaya açık bırakıyoruz bu konuyu. Öyle büyük mesajlar vermek gibi bir niyetimiz yok. Ama dediğiniz doğru; eğer bir türün altına gireceksek çağdaş sanat olabilir bu, neticede çağdaş sanatın da sınırları yok.
İngiltere çıkışlı bir grupsunuz, ancak sizi ilk dinlediğimizde Yeni Zelandalı veya başka bir egzotik ülkeden sanmıştık. Yaşadığınız yerin müziğinizi etkilediğini düşünüyor musunuz? Tam olarak yaşadığımız yer değil ama, o yerde bulunan insanlardan etkilendiğimizi söyleyebiliriz. Büyük Britanya çıkışlıyız ve Yeni Zelanda gibi biz de yaratıcı işler yapmaya fazlasıyla yatkın olan küçük bir azınlığız. Başka bir yerde doğmuş olsaydık, muhtemelen daha farklı bir müzik yapıyor olurduk, ama bence esas olan içinizdeki yaratma dürtüsü.
‘Matilda’ adlı şarkınız Leon filmine gönderme yapıyor ve Breezeblocks’ta da Where The Wild Things Are’a selam gönderiyorsunuz. Belli ki sinema ile güçlü bir bağınız var; peki, bunun dışında başka nelerden ilham alıyorsunuz? Başkalarının konuşmalarına veya anlattıkları komik hikayelere kulak misafiri olmak diyebiliriz. Maruz kaldığımız şeylerden sakınmaya çalışmak akıllıca bir hareket olmazdı. Özellikle kulak kabarttığımız bir ses, izlediğimiz bir film, okuduğumuz bir kitap yok açıkçası. Hayatın akışında başımıza gelen her türlü olayı besteye dönüştürebiliriz.
Grubunuzun ismi ilk olarak Films’di, daha sonra alt-J (∆) olmaya karar verdiniz. Aslında delta sembolü değişiminizi de temsil ediyor. Peki siz kendinizin ve müziğinizin son 10 yılda ne yönde değiştiğini düşünüyorsunuz? Değişim her zaman iyidir. Belki 10 sene sonra ortalıklarda olmayız bile. Birbirimizi müzikal anlamda heyecanlandırdığımız sürece, işler sağlıklı seyrinde ilerliyor demektir. Ama müzik piyasası, üzerinde baskı kurduğu sanatçıları zorla değiştirmeye çalıştığında, bu farklılaşmanın iyi bir şey olduğunu söyleyemeyiz. Kısacası, değişim de her şey gibi duruma bağlı bir kavram.
Eğer dünyanın sonu gerçekten gelecek olsaydı ve bu Mayaların Kıyameti gibi sahte olmasaydı, dinleyeceğiniz tek alt-J (∆) şarkısı hangisi olurdu? Kendi şarkılarımızdan biri yerine Queen’den ‘We Are The Champions’ dinlerdik muhtemelen. Bu kendimize karşı biraz acımasızca oldu ama öyle. Sonuçta şarkılarımızın hepsi halihazırda beynimizde depolanmış vaziyette. Son anlarımızda ise; arkadaşlarımızı alıp denizin dibine yerleşir ve dünyanın sonunu oradan izlemek isterdik.
Bize biraz şarkı yazma sürecinizden bahsedebilir misiniz? Örneğin, orijinal tınlamadığını fark ettiğinizde söz konusu şarkının üzerinde çalışmayı bırakır mısınız? Herkes gibi tınlamamak için, öncelikle denemelisiniz ve sonra da orijinal tınlama kaygılarınızı çöpe atmalısınız. “Orijinal olmalıyım” diye strese girdiğiniz sürece hissettiğiniz, içinizden gelen müziği yapamazsınız. Sizden bir tane daha yok dünya üzerinde, bu demektir ki istediğiniz şeyi yaptığınız sürece orijinal olmanız zaten kaçınılmaz.
Etiketleri sevmediğinizi biliyoruz, yine de folkstep’in bir tür olarak literatüre geçebileceğini ve sizlerin de bu 97
problemimiz de konuşmamıza hazırlanmamış olmaktı, çünkü beklemiyorduk, neden bir konuşma hazırlayalım ki. Roller Trio’nun ödülü alacağına kesin gözüyle bakıyorduk.
türün yaratıcısı olarak anılabileceğinizi düşünüyoruz. Müzik tarihine yepyeni bir tür kazandırmak hoşunuza gitmez miydi? Neden olmasın, gayet güzel geliyor kulağa. Etiketlenmek hoşumuza gitmese de etiket yaratmak hoşumuza gidebilirdi. Biraz bencilce oldu sanki, tavuk yumurta hikayesi gibi ama yapacak bir şey yok maalesef. Bir partidesiniz ve ortam gerçekten çok sıkıcı. Partiyi hareketlendirmek için çalacağınız beş tane şarkı ve ertesi gün yaşayacağınız muhtemel hangover’ı atlatabilmek için dinleyeceğiniz beş şarkı hangileri olurdu? Davulcumuz Thom bütün gece DJ’liği üstlenirdi, çaldığı herhangi bir şey bizi havaya sokabilir, ona tamamen güveniyoruz. Hangover’ı vücudumuzdan atabilmek içinse yine bütün gün Thom’un çalmasını isteriz, kendimizi onun iyileştirici ellerine teslim ediyoruz zaten her gün.
Mercury zaferinden sonra bu ay SXSW Festivali’nde sahne alacaksınız. Sizinle aynı festivalde çalma düşüncesi, line-up’ta yer alan çoğu grubu heyecanlandırıyor olmalı. Onlara herhangi bir öneriniz var mı? Merhaba ve bol şans, umarım keyifli geçer! Onlara önerecek çok bir şey yok aslında, bizimle gelip tanışabilirler, o zaman belki anlatacak bir şeylerimiz olur. Stüdyolar ve turnelerden arta kalan vaktinizi nasıl değerlendiriyorsunuz? Vaktimizin çoğunu beklemekle kaybediyoruz maalesef. Genel olarak her konuda aktif olmayı ve okumayı seviyoruz. Bir de hepimizin daha çok yabancı dil ve kelebek bıçaklarını kullanmayı öğrenmesi gerek.
Gus, sen İngiliz Edebiyatı okudun ve diğerleriniz de Güzel Sanatlar mezunusunuz. Alternatif kariyer planlarınız var mı? Alternatif kariyer planları... Çok düşünmedik bunun üzerine galiba ama ilk aklımıza gelenler şöyle ki, ben veteriner olurdum, Thom DJ’lik yapardı, Gwil Cornwall’u İngiltere’den ayırmaya odaklanırdı ve Gus da evde oturan bir baba olur ve evde oturan babalar için bir yemek kitabı yazmaya teşebbüs ederdi.
Müzik hayatınızda nasıl bir boşluk doldurdu? Varoluşunuzun yegane sebebi diyebilir misiniz? Müzik olmadan da yaşayabilirdik pek tabii. Duygu ve düşüncelerimizi başka yollarla da dışa vurabileceğimizi düşünüyoruz. Müziğin hayatımdaki önemi, başkalarının yüreklendirmesine ihtiyaç duymadan başvurabileceğimiz bir kaçış yolu olması.
Açıkça söylemek gerekirse, Mercury Ödülleri’nde favorimiz sizdiniz ve kazandığınıza da hiç şaşırmadık. İsminiz anons edildiği an neler hissettiniz? Listede sizin favoriniz kimlerdi? Klişe olacak ama gerçekten beklemiyorduk. Hatta ismimizi duyduğumuzda küçük çaplı bir şok geçirdik. En büyük
An Awesome Wave, 2012’nin en iyi albümlerinden biri olarak çoğu listede yerini aldı. Peki geçtiğimiz yılda sizin favorileriniz hangileriydi? John Talabot’un Fin albümü, Princess Chelsea’den Lil’ Golden Book ve her ne kadar promosyon görselleri bizimkiyle fark edilir derecede benzer de olsa, The xx’in Coexist albümü.
XOXO The Mag
Intervıew/DESIGN
BARRY BERGDOLL
Intellectual Curiosity
Merak, insanı ileri iten duygu... Einstein'ın dediği gibi "Özel bir yeteneğim yok, sadece merak, saplantı ve direnmek beni düşüncelerimle buluşturdu." Bu sayfalarda da mimariye olan merakının, tarih ilgisi ile birleşmesiyle ortaya çıkan MoMA Philip Jonhson Mimari ve Tasarım Şef Küratörü Barry Bergdoll’u ağırlıyoruz. Hayatımızı, içinde yaşadığımız mimariyi ve şehirleri kimler, nasıl ve hangi sebeplerle oluşturdu; gelecek şehirler nasıl şekillenecek sorularının cevabını ararken kendini MoMA'da, mimariye gönderme yaparken değil, onu şekillendiren düşünce yapılarını sergilerken bulan Bergdoll'u yakından tanıyoruz. röportaj neslihan ışık fotoğraf özkan önal
XOXO The Mag
koleksiyoner bir tarafım var. Daha çok uluslararası bir koleksiyonerlikten bahsediyorum. Benim için her zaman keşfedilecek, öğrenilecek yeni bir şeyler vardır. Gündelik hayatımdaki rutinlere gelince, pek bir rutinim olduğunu söyleyemem, aslında olsaydı ruh sağlığım açısından da fena olmazdı. Ama en azından The New York Times ve Le Monde’u hatmetmeden sokağa çıkmadığımı söyleyebilirim. Günün kalanı ise tamamen tesadüflere ve olasılıklara açık. MoMA zorlu bir müze, oldukça yoğun bir çalışma temposu var, bu yüzden de kapıdan adımımı attığım andan itibaren yaklaşık on saat boyunca sürecek korkunç bir yoğunluğun içinde buluyorum kendimi. Diğer taraftan, işimin en güzel taraflarından biri, dünyanın her yerinden birçok önemli insanla tanışmak. Yolu New York’a düşen mimarlar, tasarımcılar, mimarlık tarihçileri kapımızı çalıyor, yani gün içinde pek çok değerli insanla tanışmış oluyorum, bu çok mutluluk verici.
Çalışmalarınızı yakından tanıyoruz, bu yüzden, söze öncelikle sizinle başlamak istiyorum. İstanbul’a kaçıncı gelişiniz? Burada olmaktan memnun musunuz? İstanbul’u çok seviyorum, halimden çok memnunum. İlk gelişimde tam bir turisttim. Daha önce turist olarak ziyaret ettiğin bir yere sonradan iş için gelmek çok keyifli. Bu yüzden, İstanbul Modern’le bu iş birliğine başlamak, buradaki çalışmalara ve gündelik hayata tanık olmak açısından çok iyi oldu benim için. Burada yaşayan insanların gözünden kente bakabilmeyi öğrendim böylelikle. Turist olmakla şehir sakini olmak arasında çok fark var. Mesela New York’a beni ziyarete gelen arkadaşlarımın dolaştıkları yerlerle, benim gün içinde vakit geçirdiğim yerlerin birbiriyle hiç ilgisi olmuyor genelde. Yani, turistin elindeki haritayla şehir sakininin haritası birbirinden çok farklı, illa ki kesiştikleri noktalar oluyor, ama genel olarak benzeşmiyorlar. Bu gelişimde turistlerin rağbet ettiği diğer tarafının aksine, vaktimin tamamını Haliç’in bu tarafında geçirmeyi tercih ettim mesela.
Konu müzeye gelmişken, küratörlükle ilgili fikirleriniz nasıl ortaya çıkıyor? Fikirlerin oluşum sürecinde, zaman içinde çok şey değişti. MoMA’da çok şey öğrendim. Son altı yılda stratejilerim fazlasıyla değişti. 2007’de, işi ilk kabul ettiğimde, “Tamamdır, yapacağım iş bu işte.” dedim ve şimdi de yapmaya karar verdiğim işle uğraşıyorum. Bu işi yaparken esas mesele, inanılmaz bir potansiyelin sorumluluğunu nasıl yorumlayacağınız oluyor. MoMA’da öğrendiğim şey de tam olarak bu. Aslında ilk sergiden bu yana peşinde olduğum ve cevabını aradığım belli sorular var. Tasarımın düşünsel yapılandırılma sürecini bir mimari sergide nasıl anlatırız? Yani, sergiyi nesne koleksiyonunun ötesine nasıl geçirebiliriz? Süreci işin içine nasıl dahil ederiz? Fikirlerim de bu sorular çerçevesinde şekilleniyor, genel olarak.
Peki, mimariye ve mimarlık tarihine karşı ilginiz nasıl oluştu? Çocukluğum Philedelphia’nın banliyölerinde geçti. Amerikan banliyöleri tıpkı televizyonlarda görüldüğü gibidir; oldukça basmakalıp, çok konforlu ama bir o kadar da kısır. Fiziki özellikleri açısından çok güzel bir banliyöde yetişmiş olsam da, durum orada da farklı değildi. Bu yüzden de o zamanlardan beri kentle ilgili takıntılıyım; önce Philedelphia, sonra her şeyin birbirinden ayrı olduğu Amerikan banliyölerinin tersine New York... Mimariye olan ilgim de sanırım kentlere olan sevgimden, onları anlamaya çalışma çabamdan, yoğunluklarını, karmaşıklıklarını algılamaya çalışmamdan ileri geliyor. Aslında, üniversiteye sanat tarihi okuyarak başladım. Sanat tarihini, müzelere gitmeyi çok seviyordum; böyle bir alan olduğunu ilk öğrendiğimde inanılmaz gelmişti. Columbia University’de sanat tarihi okumaya başladığım sıralarda, birden aklımda bir ampul yandı, mimari yapıların sanatsal tarihini öğrenme fırsatımın da olduğunu fark ettim, ve böylelikle ilgimi çeken iki konuyu birleştirmiş oldum. Sanatın ve sanatsal deneyimlerin tarihi ve şehirler üzerinde düşünmek... Böylelikle, her zaman kütüphaneye gitmek zorunda kalmayacaktım, istediğim zaman seyahat edip etrafı gözlemleyebilecektim. Çünkü bu iş, müzelere gidip resimlere bakmak gibi değil, mimariyi incelemek için dolaşmak zorundasınız.
Bu, aslında işinizde ne kadar inovatif olduğunuzu da gösteriyor. Bir fikri ortaya koyarken, sergi yaratım sürecinde bilinen eski örnekleri takip etmek istemiyorsunuz. Aslında mimari bir sergiyi gerçekleştirmenin tek bir yolu olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla biz de çok farklı şeyler üzerinde çalışıyoruz. Tarihsel şovlar yapıyoruz, birçok güncel aktivite ve işlev ile alakalı işler gösteriyoruz. Hepsinin çok muteber olduğunu düşünüyorum ve tüm bunların bir kombinasyonunu gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Fakat bence asıl olan, bir fikri zamanı gelmeden şekle sokmaya çalışmamak ve her konunun tekniğinin derinlerine inebilmek. Böylece çok merak uyandıran bir sergi ortaya çıkabiliyor.
Buradan hareketle, mimarinin, yaşanılan çağla arasındaki bağlantıyı nasıl kuruyorsunuz? Bu bağı nasıl tarif edersiniz? Mimari; ekonomi, sosyal düzen, politika ve coğrafyayla çok yakından ilintili. Mimariyi bu bütünün içinde ele almak gerekiyor. Kişisel olarak, her zaman olaylara tarihsel açıdan yaklaşıyorum, bu özelliğimi nereden alıyorum bilmiyorum ama gerçekten tarihe merakım büyük. Bir şeye baktığımda, onun nasıl oluştuğunu düşünmeden edemiyorum, onu oraya kim koydu, kararları kim verdi. Bu yüzden de bir binayı görür görmez, kim, nasıl, ne zaman, neden sorularını sormadan edemiyorum. Mimarlık tarihinin ilginç taraflarından biri de, özellikle de yapı mimarisinde alınan kararların etrafındaki her şeyi değiştirme gücü taşıyor olması. Mesela, bir ressam yaptığı resmi stüdyosundan hiç çıkarmayabilir, ve resmin herhangi bir değişiklik yaratması beklenmez. Tabii ki birçok şeyi değiştirme gücü vardır, ama değiştirmeyebilir de. Bir bina inşa ettiğinizde ise, istediği kadar kötü veya sıradan olsun, anında bir değişim başlar. En azından yerel ölçekli bir değişim kaçınılmaz hale gelir. Mimarinin yaşanılan çağla bağlantısı da bu değişim gücüne dayanıyor bana göre.
‘Starchitect’lerden bahsedersek: Bu çağda hala var olduklarına inanıyor musunuz? Ya da şöyle sorayım, sizce neye dönüşüyorlar? Bu her zaman için cevaplaması zor bir soru, çünkü genel olarak düşünüldüğünde ‘starchitect’ olayından çıkarsadığımız sonuç, mimariye ve birçok alana zarar veren bir konsept olduğu. Bununla birlikte, bana bu sıfata nail olabilecek insanlardan oluşan bir isim listesi verirseniz, içerisinde olağanüstü biçimde yaratıcı, fazlasıyla önemli insanlar ve zamanının muhteşem mimarları yer alacaktır. Muazzam yeteneklere ya da mimari kahramanlara karşı değilim. Dolayısıyla erken dönem 21. yüzyıl mimarisi, diyelim ki Barok Roma dönemi Borromini eserlerinden farklı olmayacaksa ben varım! Örneğin Rem Koolhaas bundan 200 yıl sonra da erken dönem 21. yüzyılın en yaratıcı, en entelektüel zihinlerinden biri olarak hatırlanacaktır. Diğer taraftan ‘starchitect’ ve ‘starchitecture’ hakkında söylenen tüm negatif ve pejoratif söylemleri çok tehlikeli buluyorum. Ben olabildiğince sakınmaya çalışıyorum. Müze kapsamında düşündüğünüzde, bu konseptte bir çalışmaya nasıl yer verirdiniz? Tek bir mimar üzerinden yapılan monografilere karşı değilim, fakat
Biraz da gündelik hayatınızdan konuşmak istiyorum. Rutinlerinizden bahseder misiniz? Daha önce de sözünü ettiğim tarih bilincinden kaynaklanan 101
American Architects and the City.
henüz böyle bir şey gerçekleştirmiş de değilim. Bunun sebebi de müzelerin şan-şöhret endüstrisinin bir parçası olması fikrinden kaçınmam. Sanırım tüm bu ‘starchitect’ olayının en üzüntü verici kısmı, çok abartılıp abartılmadığından ziyade, aslında kamusal mimari algısını genişletmek yerine tam tersinin vuku bulmasına sebep olması. Yani 10-12 tane mimarın Time dergisinde ya da birçok başka dergide art arda yer alarak birden bire her yerde karşımıza çıkmalarını, kamusal kavrayışta büyük bir gelişme olduğuyla ya da mimari anlayışının gelişmesi fikriyle kolayca karıştırabilirsiniz. Ünlülere karşı müthiş bir hayranlık olduğunu düşünüyorum, fakat bu minvalde mimarlığın, işbu şöhret kültürüyle gelişen büyük şehirler için önemli kararlar almaktan ibaret bir disiplin olduğunu düşünmüyorum. Bu şöhret kültürü başından beri çok tehlikeliydi, çünkü zamanla mimariden ve mimarideki sorunlardan ziyade kişisel bir boyut kazanmaya başladı. Bundan 100 sene sonra dünyaya gelseydiniz ve 21. yüzyıl mimari tarihi üzerine çalışsaydınız, neler yön değiştirmiş olurdu? Demek istediğim, siz geçmişi araştırıyorsunuz, peki gelecekten gelen biri olsaydınız günümüzle ilgili neleri araştırırdınız, mimari tarih bağlamında günümüzü nereye oturturdunuz? Günümüzün mimari anlamda ayırıcı özellikleri var. Tarihsel açıdan işe yaklaşan biri olarak da bu temaların uzun vadede nasıl bağıntılı olabileceğini görebiliyorum. Mesela, şimdilerde günümüz mimarlarının en önemli uğraşlarından biri, sadece “Dijital devrimin bize sunduklarıyla nasıl mimari yapı yaparız?” sorusu değil, aynı zamanda kamusal alanda ne tarz alanlar, mekanlar ve programların birbirine geçmesinden mantıklı sonuçlar elde edilebileceği konusu. Ki bahsi geçen kamusal alanda aynı akıllı telefonlara sahibiz ve simültane olarak beraberiz, fakat saniyeler içerisinde yine onlar sayesinde tamamen farklı dünyalarda olabiliriz. Aslında, birey olarak farkındalığımız ve birbirimizle etkileşim halinde olmamızla alakalı hayli yorum yapıldı. Ve bilirsiniz mimarlar da tam olarak bu konu üzerine ilgi çekici projelerde çalışıyorlar. Mart ayında New York’ta 19. yüzyıl mimarlarından Henri Labrouste üzerine bir sergi açacağız. Kütüphanelerin içerisindeki ilk umumi okuma odalarını tasarlayan bu mimar hakkında bence en ilgi çekici olan şey, bu odaları tasarlarken aslında yeni bir problemle uğraştığının fazlasıyla farkında olması. Bahsettiğim şey yeni bir durum; kitap okumak ya da yazmak için sizinle aynı şeyleri yapan tanımadığınız 300 kişi ile yan yana oturuyor olmak. Ve 19. yüzyılın ilk yarısına baktığınızda, hiç tanımadığınız biriyle 5 santim arayla oturup kitap okuma hali alışılmamış bir durum. Bugüne baktığımız zaman ise kamusal alanda şahsi bir aktiviteyi icra etmek çok alışılageldik bir durum. Artık, birinin yanında otururken kendi küçük dijital dünyamda hiç tanımadığım biriyle iletişime geçebiliyorum ya da bir trende giderken başkaları ile yazışmalar yapabiliyorum.
Sizce dikey hayata geçişimiz de bu yüzden mi? İnsanları küçük alanlara sıkıştırmamız ve gökdelenlere hapsolmamız... Bence temel neden ekonomik. Gökdelen dediğimiz yapı kapitalizmin başlıca enstrümanı diyebiliriz. Altında yatan temel bakış açısı da bildiğiniz gibi ufak bir alanı alıp ondan maksimum yarar sağlayabilmek. Tabii bunun yanında başka amaçları da var, kuruluşların etkili olması için yakınlığı muhafaza etmek gibi. Dolayısıyla gökdelenlerin hızlı çoğalmalarını, internete rağmen insanoğlunun gökyüzüne ulaşma isteğinin tükenmemiş olmasına bağlıyorum. Çünkü baktığınız zaman, artık, çalışmak için insanlarla fiziki temas içerisinde olmanız gerekmiyor, ofis alanları tamamen işe yaramaz hale geldiler. Kesinlikle, kendi deneyimlerimden gözlemlediğim kadarıyla, ofis alanları gitgide boşalıyor, kimse onlarla ne yapacağını bilmiyor. Ve sanırım, bu durum şehirlerin mimari hikayesini değiştirecek. Görevi devraldığım Terence Riley bu durumla ilgili çok enteresan bir sergi düzenlemişti: The Un-private House. Evden çalışmanın ve iş ortamında çalışmanın, evi nasıl etkilediğini ve onun doğasını nasıl değiştirdiğini inceleyen bir sergiydi. Aslına bakarsanız, bu konu yeni karşılaştığımız bir şey değil. Alman filozof Heidegger bu durumla ilgili inanılmaz ilginç bir makale kaleme alarak, radyonun evlere girmesi ve birden tüm dünya haberlerinin evlerde yayınlanmasıyla mahremiyetin nasıl yok olduğundan dem vurmuştu. Evet, şimdilerde malum, çok daha az mahremiyetimiz var; çünkü herkes günün her saati, her anı telefonlarımızın başında hazır bulunduğumuzu düşünüyor. Neredeyse hiç kendimize ait bir anımız olmuyor artık. Hatta cevap veremediğimizde hattın diğer ucundaki kişi kendinde sinirlenme hakkını dahi görüyor. Ve “Gerçek hayatta senden daha ilginç biriyle daha ilginç bir konu hakkında konuşmaktaydım aslında.” cevabını da kabul etmiyorlar. Mahremiyetten dem vurmuşken, yaşam alanı olarak evin tarihine baktığımız zaman, çoğunlukla karşımıza ailelerin beraber yaşadığı alanlar olarak çıkıyor. Fakat artık hemen hemen herkes tek yaşıyor ve yalnız hissetmemek için kendisini teknolojiyle donatıyor. Bu minvalde gelecekteki ev kavramıyla ilgili ne düşünüyorsunuz? Mimarların günlük ailevi hayatın sınırlarını nasıl genişlettikleri ve insanların değişen yaşamlarına nasıl uyum sağlayıp çözümler ürettikleri karşılıklı bir etkileşimin sonucu. İklim değişikliği üzerine yaptığımız çalışmanın ardından gerçekleştirdiğimiz ikinci atölye çalışması da bu konu ile bağlantılıydı: Ekonomik krizin başlarında kentsel çeperlerin durumu hakkında yeniden değerlendirme yaptığımız bir çalışmaydı. Bu karmaşık projede, çalışma esnasında bir araya gelen mimarlardan birkaçı çok değişik, çok aileli oturum
XOXO The Mag
Building Collections 1 & 2.
kullanabilirim. Bahsi geçen durum çok ince bir çizgide yürümek gibi, bir alanı kaldırabileceğinden fazla geliştirip ölmesine yol açabilirsiniz kolaylıkla. O kadar ki turistin oraya görmeye geldiği dokuyu yok edip turizmi bile öldürebilirsiniz. İstanbul’da mantar gibi biten yapılanmaları görünce, bu durumun yaptığımız atölye çalışmalarıyla ne kadar ilişkili olduğunu görebiliyorum aslında. Malumunuz mimarinin yanında bir de emlak piyasası giriyor işin içine. Ve çoğu zaman da bu ikisi bir diğeriyle uyuşmuyor. Bu durum hayli endişe verici, özellikle vergi gelirleri bazında politikacıları ve müteahhitleri endişelendiren ve aralarındaki ilişki bazında bir sorun. Bu anlamda, mimari gazetecilerin ve benim gibi mimari küratörlerin kafa yorması, heyecanlı tartışmalar yaratması ve güncel gerçeklikler üzerine olası durum tabloları oluşturması gereken bir konu. Çünkü çoğu müteahhit, daha önceden denenmiş ve işe yaradığını bildiği projeleri gerçekleştiriyor. Ve bir kere de işe yaradığını görünce güvenli bir alternatif misali üst üste sürekli aynı projeyi tekrarlıyor. Bu kısır döngünün sonucunda da işe yarayabilecek tek olasılığın daha önceden denenmiş bir proje olduğu çıkarımını yapıyorlar ve toplumun taleplerine cevap verdiklerini söyleyerek savunuyorlar kendilerini. Şahsen, pazarın toplumun ihtiyaçlarına bu kadar kısa sürede kendiliğinden cevap verdiğine inanmıyorum. Müzelerin, tüm bunları elde bulundurarak kuramsal projeler yaratıp, mimar ve tasarımcıların çeşitli sorunlara ne gibi çözümler önereceğini görmeleri gerektiğini sürekli ifade ediyorum. Hatta henüz pazarın üretmediği şeyler için yeni pazarlar bile yaratılabilir. Böylelikle, kuramsal imkanların sınırlarını yeniden çizebilir ve hatta neyi düşünebileceğimizi, neyi arzulayabileceğimizi bile yeniden şekillendirebiliriz.
planları ortaya koydular. Bu projeler alışılagelmiş ev yapılarından çok daha değişikti ve ihtiyaca göre genişleyip daralabiliyor ve sahibine istediği düzeni sağlayabiliyorlardı. Muhtemelen Türkiye için durum farklıdır, ama istatistiklere göre Amerika’da geleneksel aile yapısı artık azınlıkta kalan bir mefhum. Bekar ebeveynlerden oluşan ve tek başına yaşamayı seçen insan sayısı oldukça fazla. Bunun yanı sıra, son dönem göçmen ailelerin oluşturduğu savaş zamanını anımsatan geniş hane yapıları da mevcut. Bu tip yapılanmalarda da büyükanne ve büyükbabalar, teyzeler, amcalar ve kuzenler bir tek çatı altında beraber yaşıyorlar. Bu minvalde yakın zamanda MacArthur Prize kazanan, Chicago’lu bir mimar olan Jeanne Gang’den dem vurmak istiyorum. Gang, yeni bir oturum şekli geliştirdi, bu yapılanmada komşular yapıdaki odaları alıp satabiliyorlar. Bu sayede, alanınızı istediğinizde genişletip istediğinizde daraltabiliyorsunuz. Ve bu tasarıda artık duvarlar bildiğimiz anlamdaki işlevlerini kaybediyorlar. Düşündüğü yapı artık mülkiyet duygusunu kaybettiriyor ve Rübik Kübü misali sürekli yeniden şekillenen, değişen bir şekle bürünüyor. Bu projeden bahsetmemin sebebi sadece çok enteresan olması değil, aynı zamanda ortaya çıkış biçimi. Chicago kent çeperlerinde gezerken 1920’lerde işçi ailelerin yaşadığı, bungalov diye tabir ettiğimiz evlerden yola çıkıyor Gang. Bahsi geçen evlerin posta kutularını incelediğinde, az önce de bahsettiğimiz çoklu aile yapısının hüküm sürdüğünü ve hiçbirinin aslında yapılış amacına sadık kalınarak kullanılmadığını keşfediyor. Dolayısıyla inşa edilen yapılarda yapılış amacı ve yaşama şekli arasındaki tutarsızlık üzerine düşünmeye başlıyor ve insanların eski yaşama biçimlerinden de ilham alarak bu projeyi geliştiriyor. Tabii ki bu hayali bir proje; fakat eğer gerçekleşseydi, nasıl işleyeceğini görmek epey ilginç olurdu.
Son olarak, İstanbul Modern ile bağlantınız bu tarz bir bağlantı mı olacak, yoksa sadece bir kerelik bir iş birliğinden mi ibaret? Doğrusunu söylemek gerekirse Yeni Mimarlık Programı’nı her yıl gerçekleştirmek istediklerini biliyorum. Tabii, bu projeye ne kadar bağlı kalınır bilinmez; fakat ben harika bir tecrübe olduğunu düşünüyorum. New York’taki program, genç mimari kültür için hayli önemli bir proje olmuştu; İstanbul için de aynı şekilde işlemesini umuyorum. Geleceğe dönük hedefleri ne bilmiyorum, ama kültürel kurumlar bazında İstanbul Modern, Salt gibi müzeler ve galeriler sayesinde çok iyi titreşimler alıyorum. Bu kurumlar, oluşturdukları altyapı sayesinde, mimari hayal gücünü geliştirmenin yanında mimari tartışmaların da sınırını genişletiyorlar. Zaten, mimari tartışmalar artık “bu köprüyü buraya mı inşa etmeli” mertebesini aşmalı. Deneysel projelerin kentsel ya da kırsal alanlarda hangi olası koşullarda gerçekleşebileceğini gösterebilmeli bu tartışmalar; ya da turizm konusuna değinebilmeli ve nasıl daha kabul edilebilir bir yol izlenebileceği üzerine yoğunlaşabilmeli. Çünkü yok olan bir yapı, kelimenin tam anlamıyla, geri getirilemez.
Türkiye geometrik bir hızda büyüme gösteriyor ve mimari burada tabiri caizse mantarlar gibi. Bir saniye kafanızı çeviriyorsunuz ve yeni bir bina türüyor. Dolayısıyla tarihsel bir açıdan baktığınızda mimari bir tema olduğunu söylemek çok zor. İstanbul gibi hızlı büyüyen kentler için bir tavsiyeniz var mı? Diğer taraftan da Türkiye’de turizm çok önemli mecralardan bir tanesi, haliyle, mimari turizm de öne çıkmaya başlıyor, turistik tesisler simge haline geliyor. Aynı anda bir yerde Efes harabeleri ya da Assos varken, hemen bitişiğinde bu turistik tesisleri görüyoruz. Dolayısıyla geçmiş ve gelecek arasındaki bağlantı zaman zaman uyuşmuyor. Bu minvalde bir öneriniz var mı? Bu durum aslında başka şehirlerin karşılaşmadığı ya da halihazırda karşılaşmakta olmadığı bir problem değil. Ve maalesef bu sorunun siyah ve beyaz gibi kesin hatlarla belirlenmiş cevapları yok. Ama tabii gelişme ve koruma arasında iyi bir orta çizgi bulmuş başarılı teknikler de görmek mümkün. Ki aslında olması gereken de bu. Aslında bu durum için Pandora’nın Kutusu benzetmesini 103
Intervıew/bRAND
Mr. KNEEN
A Designer's Next Step yazı müjde metin görseller banana republic'in izniyle
Çalıştığı markanın benimsediği hayat tarzını yaşayan bir tasarımcının sonraki nostaljik adımını düşünmeden önce, sayfalarda gezinmelisiniz. MAD dergisini takip edenler anımsayacaklardır, meşhur Madison'ın her zaman 'MADison' olarak eklentili manalarla anıldığını... Derginin ofisi de aynı caddede yer alır, bunu komedinin mutluluktan doğduğuna inananlara karşı bir savunma olarak kullanabilirsiniz aslında. Ekranlar genelde güldüren özelliklere sahip olduğunda sevilir, normal sınırları aşarak daha çok izlenir. İşin doğrusu, sevilebilecek şeylere rastlamak çeşitlilik arasında kolaylaşır (ya da öyle olmalıdır). Ama televizyondan hoşlanmayanlarla da yan yana yaşayabiliriz. Bu durumda onlarla aynı çatı altındayken bile sıkıntı hissetmeye lüzum yok, ancak gelir elde etme motivasyonunu ekranlara taşıyan bazı akımlara, bazı istisnai koşullar altında, teşekkür etmeyi de gönülden bir borç bilmeliyiz. Sahi, komediden ciddiyete nasıl ulaştık bir dizi kelimeyle? Komediden uzak duran bir televizyon dizisi sayesinde olabilir… Mad Men, çok yaşa. Simon Kneen'le konuşurken modayla alakalı konuların ağır basacağını seziyor olsam da, kafamın içerisinde televizyona ne denli saygı duyulduğunu tartışıyordum. Günümüz dünyasında değer biçme konusunda hiç zorlanmadığımızın hepimiz farkındayızdır, değer bilmenin farkındalığı ise büyük bir muamma. Başkalarının verdiği emeklerle aramızdaki ilişkiler ne denli şeffaf? Yoksa önden ödediğimiz bazı peşin fikirlerin karşılığında geçici körlükler yaşamayı mı tercih ediyoruz? Tüm bu içsel paradokslarımı bir süreliğine öte tarafa iterek, Mr. Kneen'e dönüyorum. Hem işin ticaret kısmına el değdirip, hem de tasarımın kalbine kan pompalamayı aynı anda yapabilme kabiliyetinin 25 senelik deneyimi karşısında herkesin
boynu kıldan ince kalır herhalde (boyunlarımızı hayal edelim, bizim işimizin içine komedi girsin). Simon Kneen, 2008'in Ocak ayından beri Banana Republic'te markanın çizdiği kreatif yönden ve ortaya koyduğu estetik anlayıştan sorumlu makamın bizzat sahibi. Banana Republic, Sonbahar 2011 ve Bahar 2012'de parlayan Mad Men koleksiyon fikrini, bu ay sınırlı sayıdaki ürünlerden oluşan bir kapsül koleksiyonla tekrar beğeniye ve satışa sunuyor. Konuşmaya başlarken, başlangıca dönelim dedik (şaşırdınız mı yoksa?). Küçükken hepimize ''Ne olmak istiyorsun?'' diye sormuşlardır. Ama o zaman söylediğimiz mesleklerin ele avuca sığmamasıyla birlikte, o söylediğimiz noktalara varanlarımızın sayısı da bir elin beş parmağını geçmez. Mesela kuzenimin dansöz olmak istediğini eklemeden geçemem, kendisi şu anda avukat. Simon Kneen ise bu ileri görüşlülüğü hisseden nadir idealistlerden; 7 yaşından beri moda tasarımcısı olmak istediğinin farkında olduğunu gururla belirtiyor. Özlü sözlerden olabildiğince uzak durmaya çalışan sosyal medya insanlarının bile bu mottoyu duyduğunda tüyleri ürperecektir, ''Yeryüzündeki en güzel meslek, tutkularınızı takip etmektir.'' Liverpool doğumlu olan Kneen, babasının mesleği yüzünden Hong Kong'dan İrlanda'ya kadar pek çok ülkeyi gezerek büyümüş olsa da, New York onun yaratıcı vizyonunun başlıca ilham kaynağı. Mad Men gözümün önünde canlanırken, Kneen'in trendlerin sokakta hayata geçmesinden hoşlandığını duyuyorum. Müşterilere ve aynı zamanda onların ihtiyaçlarına dokunabilmek başka türlü bir bakış açısıyla bu denli mümkün olamazdı zaten diye düşünürken, aslında Banana Republic'in New York'a ek olarak Paris, Milano, Londra, Barcelona, Monaco ve İstanbul gibi şehirlerde de oldukça dikkat
XOXO The Mag
yakmadan ve yeryüzü hippilerle tanışmadan önce herkes Mad Men'deki kadar mükemmel gözükmeye çalışıyordu. Ekoseler, çizgiler, fötr şapkalar ve ince kravatlarla süzülen, bir nevi zarafetle dolup taşan maço erkeklerle desenlere, renklere ve geometrik gölgelere bayılan bakımlı kadınların yürüdüğü kaldırımlar canlandı mı gözünüzde? Canlanmalı. Grunge kayıptı o aralar. İkinci atışımız cinsiyetler arasındaki bariz çizgi olabilir. Erkekler asker, yönetici veya iş adamlarıydı. Küçük kızlar henüz futbol oynamaya başlamamıştı. Unisex modanın varlığından haberdar olmadan yaşamak herhalde daha kolaydı, seçimler keskin olmalıydı. Son sebep ise eğlenmekle alakalı. Tıbbın günümüzdeki kadar önde olmamasını da göz önünde bulundurursak, insanlar eğlenmek istiyorlardı ve bu yolda her şeyi göze almışlardı. Bana inanmıyorsanız 60'larla ilgilenme sebeplerimizi siz bulun.
çektiğini hatırlıyorum. Bir markanın kreatif bölümdeki aktifliğinin gücünün düşünce zenginliğinden gelmesine şaşmamalı. Bu sırada Kneen, yaratıcılığın başarısı olan Mad Men koleksiyonlarını insanı mutlu edecek şekilde tutkuyla anlatıyor. AMC'nin Banana Republic'le olan ilişikliği sayesinde Mad Men'in kostüm tasarımcısı olan Janie Bryant'la tanıştırıldığından bahsediyor. Tanışmalarının ilk dakikalarında ortaya güzel bir şeyler çıkacağını ben de o anlatmaya başlamadan hissediyorum. Stil fışkıran iki markanın evlenmesine vesile olanların sayesinde, Janie ve Simon arasında müthiş bir tasarım uyumu oluşuyor. Ve Boom! Karşımızda Don ve Megan'ın giymeyi en çok sevdiği kıyafetlerin 2013'e uyarlanmış halleri var. Tasarım süresince Bryant da dizideki en sevdiği kıyafetleri Banana Republic ekibiyle paylaşıyor, böylece Joan'ın bir kıyafetin üzerimize oturmasının ne denli önemli olduğunu hatırlatan giysileri, Megan'ın dikkat toplayan desenli elbiseleri ve Peggy'nin uyumlu aksesuarları hayata geçiyor. Hatta Megan'ın Don'un klasik gardırobu üzerinde yarattığı gençlik iksiri etkisi de es geçilmiyor. Bu sırada Simon'ın günlük hayatında ne giymeyi tercih ettiğini merak ediyorum. Terziliğin önemine karşı takıntılı olduğunu, ne giyerse giysin dikiminin güzel yapılmış olması gerektiğine inandığını söylüyor. ''Dikimin kalitesi her zaman önemlidir, sezon veya trend asla fark etmez'' diye de vurguluyor. Modernden ziyade vintage'ı tercih ettiğini de tahmin etmişsinizdir. Bu kıyafet dolu konuşma arasında, Kneen dizideki tüm karakterleri izlemeyi çok sevdiğini ama tasarımlarında en çok Megan'dan ilham aldığını da o anda itiraf ediyor. Bunun üzerine Mad Men'i sevmemizdeki nedenleri düşünmeme sebep oluyor Kneen. İlk olarak asalet diyebiliriz. Feministler sütyenlerini
Banana Republic'ten Jack Calhoun'un, düzinelerce harika adayı düşündükten sonra Simon'ın onlar için mükemmel olduğunu keşfettiklerini söylediği geliyor aklıma. Diğer harika adamların kimler olduğundan haberdar olmasam da, konuşmamızın bitiminde Simon Kneen'in Banana Republic'te oluşuna kendi kendime sevindiğimin farkına varıyorum. Anna Karenina filmi için Jacqueline Durran'la da çalışan bu başarılı adam, beni bir süreliğine 60'ların içine attı. Camelot'a çok kafa yormadan, 60 sonlarının nostaljisine dalmanın keyfini huzurunuzda çıkardım. Peki sizce 60'larda insanlar The Untouchables ve The Roaring Twenties izlerken de benim gibi düşünmüşler miydi 20'leri, 30'ları? Tolkien'ın söylediği gibi gerçeklerden kaçanlar çoğu zaman gardiyanlar mıdır? Delirdim mi? Hayır! Mad Men, sen çok yaşa. 105
WHATEVER
JERRY ROBINSON
Tanrılar Sofrasında Bir İnsan yazı sarp dakni görseller jerry robinson collection
Tarih 7 Aralık 2011. Aslında Yarasa Adam olduğunu herkesten sakladığını sanan Bruce Wayne ve ebedi kavgasının ezeli düşmanı Joker aynı masada... Gülümseyerek birbirlerine kadeh kaldırıyorlar. ''Bu...'' diyor, Joker kocaman ağzının içindeki tüm korkunç dişlerini gösterdiği gülümsemesiyle; ''Bu kadehi beni yaratan kişiye kaldırmak istiyorum!'' Joker bunu söylerken gözlerini yere kaçırıyor. Zira artık çok yaşlanmış bu adamı pek üzmek istemiyor. Çünkü onu kimin yarattığı ile ilgili başlayan anlaşmazlık neredeyse 60 yıldır sürüyor. Birlikte sayısız mucizeye imza atan ikili 'Bob Kane ve Bill Finger' ile Jerry Robinson arasında süregelen ama artık kimsenin pek umursamadığı bir mevzu bu. Masada ikisi dışında DC Comics'in Altın, Gümüş ve Bronz çağlarından hemen herkes var. Superman, Wonder Woman, The Flash, Green Lantern, The Sandman ve Swamp Thing de orada... Hepsi bu müthiş adama duydukları saygı ve sevgiyi göstermek için oraya toplanmış. Bu çılgın kahramanlar masasının hemen başında ise son derece sessiz ve sakin görünümlü bir adam oturuyor. Bembeyaz saçı ve sakallarının çevrelediği sempatik yüzüyle hepsine gururla gülümsüyor; ''Geldiğiniz için hepinize teşekkür ederim... Şerefe!'' Kahramanlarla aynı masada içki içme şerefine nail olan bu pek şanslı adam Jerry Robinson'dan başkası değil. Tek adam! Çünkü kariyerini borçlu olduğu Kane ve Finger yeryüzünü terk edip,
tanrılar katına yükseleli çok olmuş. Jerry de bu masada otururken son dakikalarını yaşadığını biliyor. Virginia'ya 20 ton ağırlığında bir meteorun düştüğü, Ava Gardner ve Betty White'ın doğduğu, dahası Hollywood Bowl'un açıldığı 1922 yılının ilk gününde New Jersey'de dünyaya geldi Jerry Robinson. Önce kalemlerle arkadaş oldu. Onlarla hem yazdı hem de çizdi. Sonra da 17 yaşında, gazeteci olma hevesiyle soluğu Columbia University'de aldı. Robinson'ın hikayesi buraya kadar gayet normal. Ancak aynı yıl Batman'in yaratıcısı Bob Kane ile tanışması hayatını sonsuza dek değiştirdi. Önceleri sadece geri planların çizilmesi ve konuşma balonlarının doldurulmasından sorumluydu, ama hızla ikinci derece karakterlere dokunmaya başladı. Bu kaçınılmazdı, zira Kane ondaki müthiş yeteneği daha ilk günden hücrelerine kadar hissetmişti. Daha 20 yaşına gelmeden Times Square'in en gözde binalarından biri olan Times Tower'daki stüdyosunda Batman'i çizmeye başlaması, çevresindeki kimseyi şaşırtmamış olsa gerek. Bir süre sonra DC Comics'e evrilecek olan National Comics stüdyolarında çizgi roman dünyasının en büyük yıldızlarıyla aynı masalarda dirsek çürüttü. Daha önce yine bu sayfalara konuk olan Superman'in yaratıcısı Joe Shuster, Jerry Siegel ve Fred Ray ile yakın dostluklar kurdu. Sadece 18 yaşındayken
XOXO The Mag
birkaç macerada bu kartlardan tutuşturduk, hepsi bu!'' diyor. Yine de Batman'in sağ kolu ve uşağı Alfred Pennyworth (Malum, bu yüzden Alfred neredeyse Selpak gibi bir şey oldu. Kağıt mendile halk arasında Selpak denmesi gibi, nedense uşak denince akla doğrudan Alfred geliyor) ve diğer kötü karakter Two-Face'in yaratılışı konusunda hakkı verilmiş neyse ki...
çizgi roman dünyasını temelden değiştirecek bir mevzuya ilham kaynağı olacağını belki kendi de bilemezdi. Bob Kane ve Bill Finger, Batman'in yanına bir kader arkadaşı yerleştirmeye karar vermişlerdi. Ancak bunun nasıl bir karakter olması gerektiğine bir türlü karar veremiyorlardı. Kulak kabartan Robinson mevzuya balıklama daldı. Çocukluğunu derinlemesine etkilemiş olan Robin Hood'dan esinlenerek, genç bir çocuk yaratmalarını önerdi onlara. Sirklerde çalışan bir yetim. Kendi soyadına da açık bir gönderme olduğu gözden kaçırılmayacak bir şekilde karakterin adı ''Robin olsun!'' dedi. Kane ve Finger bu şahane fikre bayıldılar. Dick Grayson yani Robin böylece yaratıldı. Ama çizgi romanların Altın Çağ'ı onunla birlikte asla eskisi gibi olmadı. Zira artık hemen her süper kahramanın bir 'kader arkadaşı' vardı!
Yolu ister istemez DC Comics ile ayrıldıktan sonra, Robinson için işler önce düşündüğü kadar iyi gitmedi. Kurduğu Spark Publications'ın ömrü oldukça kısa oldu. Ancak çizim yeteneğini politik mizah gücü ile birleştirerek küllerinden yeniden doğmayı başardı. Batman onun için yolun sadece başıydı. Ömrü boyunca her gün çizdi. Yeniliğe ve keşfetmeye olan aşkı hiç bitmedi. 1999 yılında Japon manga sanatçıları Shojin Tanaka ve Ken-ichi Oishi ile birlikte Astra serisine imzasını attı. Hatta 2007'de ilerleyen yaşına rağmen DC Comics tarafından danışman olarak yeniden işe alındı.
Gelelim yine Joker'in yaratılışına... Bu sırada tam olarak neler yaşandığını, neler konuşulduğunu ancak Bob Kane, Bill Finger ve Jerry Robinson biliyor. Ancak Kane, Joker'in sadece kendisi ve Finger tarafından yaratıldığı konusunda net ve biraz da acımasız konuştu hayatı boyunca. Ona göre Jerry'nin mevzuyla zerre kadar alakası yoktu. İkili, dönemin en çarpıcı aktörlerinden biri olan Conrad Veidt'in tüyler ürperten ifadesinden ilham almışlardı. Robinson'ın bu karaktere tek katkısı ise elinde getirdiği, üzerinde Joker olan bir oyun kağıdıydı. Kane ''Onun hatırı için Joker'in eline
Jerry Robinson mutlu bir adam olarak yaşadı. 7 Aralık 2011 günü öğle saatlerinde uyumak için odasına çekildi. Gözlerini kapadığında, kendini en sevdiği dostları yani süper kahramanların arasında buldu. Onlarla oturduğu yemek masasında şerefine kaldırılan kadehlerin ardından ölümsüzler ekibine katıldığında henüz 89 yaşındaydı... 107
Intervıew/DESIGN
Moritz Waldemeyer
The Illuminator
Meraklı çocukluğunun keşifleri ışığında ilerlerken şansı hayat tarifinden çıkarıp kendi fırsatlarını yaratan ve elini attığı her alanı aydınlatan Moritz Waldemeyer bu ay sayfalarımıza gerekli voltajda enerji verdi. LED ışıkları akla gelmedik mecralara sürükleyen tasarımcıyı zamana karşı yarıştırdığımız, ilhamlarını ve tasarımlarını masaya yatırdığımız röportajımızı okumaya başlamadan önce uyaralım: Yüksek gerilim hattındasınız. röportaj sedef kırdök fotoğraflar moritz waldemeyer'ın izniyle
XOXO The Mag
2012 London Fashion Week, Moritz Waldemeyer for Philip Treacy.
anladım ve kendi tasarım sürecime yöneldim.
Öncelikle Tim Burton'ın Frankenweenie filmini seyredip seyretmediğini sormak istiyorum. Evet, seyrettim.
Bu süreç içerisinde kendini şu an nerede görüyorsun peki? Kariyerinin en ilgi çekici anlarını toparlamanı isteseydik, neleri söylerdin? Sanırım farklı kapılar açan birkaç fırsattan bahsedebilirim. İlk olarak, az önce de bahsettiğimiz gibi Ron Arad’la olan çalışmalarım ve sonrasında Zaha Hadid'le yaptığım iş birlikleri kilometre taşlarım arasında sayılabilir. Aynı şekilde, Hüseyin Çağlayan’la gerçekleştirdiğimiz proje de bana tamamen yeni bir dünyanın kapılarını açtı ve moda dünyasına dahil oldum. Sanırım bu sayede, moda dünyasındaki en yaratıcı beyinlerden biriyle çalışmayı listeye eklemiş oldum. Son dönemlerde ise en keyif aldığım projelerden biri Philip Treacy ile yaptığımız çalışma oldu. Çünkü, aslında moda dünyasına hitap eden bir çalışma olmasına rağmen, çok farklı dinamikleri olan bir işti. Ve hatta belki de günün sonunda en keyif aldığım projelerimden biri oldu. Ingo Maurer’le çalışmak da bende aynı izlenimleri yarattı. Baktığım zaman, işimin en tatmin edici yanlarından biri de, öğrenciyken takip ettiğim isimlerle artık iş birliği yapıyor olmam.
Hatırlarsın o zaman, filmdeki küçük çocuk köpeğini Frankenstein’da olduğu gibi elektrik akımlarıyla canlandırıyordu. Senin çocukluğunu düşününce nedense oradaki gibi dahi bir çocuk geldi aklıma. Dahi olduğumu düşünmüyorum, ancak yeni icatlara ve teknik aletlere hep ilgim vardı. Nasıl işlediklerini merak ediyordum. Hatta muhteşem icatları anlatan bir kitabım vardı, benim için hala tüm zamanların en favori kitaplarından biri. Sanırım şu an yaptığım şeyi seçmemin kökleri çocukluğuma dayanıyor. Aslında ben de konuyu buraya getirmek istiyordum, bu kadar spesifik bir alanı nasıl seçtin? Biraz klişe olacak ama ben onu seçmedim, o beni seçti. Yaptığım işle ilgili kesin bir çizgi yok aslında. Daha çok bir yolculuk gibi... Birçok dönüşü ve kıvrımı var. Aslında çocukluğumdaki ilgime rağmen, başından beri ne yapacağını bilen biri hiç olmadım. Doğrusunu söylemek gerekirse hala da bilmiyorum. Belki de yaptığım şeyle ilgili manyetik bir çekime kapıldım ve kendimi şu an olduğum yerde buldum.
İş birliklerinden bahsetmişken, şu an neler yapıyorsun? Los Angeles’tan yeni döndüm. Beck’s ile bir iş birliği gerçekleştirdik. İç dinamiklerini çok iyi bir şekilde dengede tutmayı başaran, ticari boyutunun yanında, tasarım ve yaratıcılık bazında bana inanılmaz bir özgürlük sunan bir projeydi.
Peki, Philips ile çalışmaya nasıl başladın? Öğrenciyken, bir fuarda Philips standına yaz stajı için CV’mi bırakmıştım. Orada başladıktan sonra, yarı iletkenlerle çalışırken işin tasarım boyutuyla da ilgilenmeye başladım ve tasarım araştırmaları yapan birkaç kişi ile tanışıp onlarla da bu alanda çalışmalarımı yürütmeye devam ettim. Doğru zamanlamanın da çok etkisi olduğunu düşünüyorum.
Yaptığın iş birliklerinden de yola çıkarak, soruyorum: Teknoloji dünyasının içerisinde olan biri olarak çok farklı disiplinlerden insanlarla çalışıyorsun ve etrafımızda şahit olduklarımız da artık disiplinlerarası sınırların var olmadığını kanıtlar nitelikte. Bu bağlamda, güncel sanat, moda ve teknoloji ilişkisini ilerisi için nasıl tasvir ediyorsun? Soruna makro düzeyde cevap vermem gerekirse, hayatta her zaman meydan okuman gereken durumlar vardır. Bizim skalamızda bu çoğunlukla zaman oluyor. Sunacağın çok büyük fikirlerin, beğenilen projelerin vardır ve sen hayal dünyanda oradan oraya atlarken birden karşı taraf proje için sana sadece üç hafta verir. Bu minvalde, farklı disiplinler sınır tanımadan kesişmeye devam edebilir; fakat şimdilik, onların en büyük sınırlayıcıları zaman.
Yanılmıyorsam, Ron Arad’la tanışman da bu zamanlara denk geliyor. Evet, tam olarak bu sıralarda gerçekleşti ve bu tanışma benim için ikinci aşama oldu. İlişkimiz, Arad’ın bazı projelerine yardım etmemle başladı ve tasarım dünyasına girişim de bu sayede oldu diyebilirim. Akabinde de birçok iş birliği yaptın. Kimlerle çalışmak daha eğlenceli, daha ilgi çekiciydi? Cevabım sizi tatmin eder mi bilmiyorum ama hepsi çok enteresandı. Çünkü her proje bir diğerinden farklıydı. Hepsinin kendine özgü ilginç bir noktası vardı. Benim için tasarım dünyası hakkında bir şeyler keşfettiğim farklı bir dönemdi. Süreç boyunca sektörde başarılı kişilerle tanıştım. İşbu sürecin sonunda da bağımsız olmaya hazır olduğumu
Bu arada 2012 Olimpiyatları için yaptığın işin tasarım ve üretim süreçlerini tarif edebilir misin? Ortaya çıkan sonuçtan memnun kaldın mı? Bu denli büyük bir organizasyonda çalışmak kendi açımdan epey 109
2012 Olympic Ceremonies, Handover to Brazil. Moritz Waldemeyer in collaboration with Film Master Group.
2012 London Fashion Week, Moritz Waldemeyer for Philip Treacy.
Açıkçası internette çok fazla vakit geçiriyorum. Etrafımda olup biten sergiler ve yaptığım seyahatler, insanlarla konuşmak da yaratıcılık kısmında beni çok tetikleyen etkenler. Bunlardan ziyade Facebook ve Instagram’da da çok ilginç şeyler bulabiliyorum. Aslında sosyal medyanın bu anlamda klasik blog’ların yerine geçtiğini düşünüyorum.
zorlu bir süreçti. Yapılacak projeyi, üzerinde anlaşılan zaman zarfına sadık kalarak tamamlamak yine en büyük engellerden biriydi. Bu işin, yaratıcılık ve tasarımdan ziyade, projeyi yönetmekle alakalı olduğunu söyleyebilirim. Fakat baktığınız zaman her zorluğun kendi içerisinde ilginç yanları, çözmeniz gereken denklemleri ve her seferinde size öğrettiği yeni aşamaları var. 2012 Olimpiyatları içinse bu süreç, yaratılacak tasarımı önceden anlaşılan süre içinde gerçekleştirebilmekten ibaretti. Zamanın kısıtlayıcılığından şimdilik uzaklaşırsak, bundan 20 yıl sonrası için aydınlatma ve ışık tasarımı alanında hangi yenilikleri öngörebilirsin? Bu soruyu nasıl cevaplayabileceğimi gerçekten bilemiyorum. Ben bundan 3 hafta sonra bile neler olacağını kestiremezken, bana 20 yıl sonrasını soruyorsun. Aslında tahmin yürütmek için geçmişe hayli hakim olmak gerekir. O yüzden sorunu alıp 10 yıl öncesine götürmek istiyorum. O zamanlar Philips’te günümüze ait tahminler yürütürken, LED ışıkların yayılmasının ne şekilde olacağını araştırıyorduk. Tahmin edersiniz, araştırmalar, tablolar, bütçe planlamaları aydınlanma dünyasında kesine yakın öngörülerde bulunmamızı sağlıyordu. Ve bahsi geçen LED’ler gün geçtikçe daha parlak ve daha ucuz hale gelmeye başladı. Soruna geri dönersem, belki önümüzdeki 10 yıl içerisinde tüm aydınlanmalar LED ile sağlanacak. Fakat, özellikle konu giyilebilir ışıklar olduğunda, aydınlatma sektörü bazen yanlış anlaşılmalara sebebiyet verebiliyor. Mesela öngörülerimiz arasında bugün kıyafet alanında ışıkların tüketim sektörüne sürülmesi ve bu tasarımların günlük hayatımızda yer alması da vardı. Ama, gördüğünüz üzere gerçekleşen bir öngörü olmadı bu. Hatta, bu konudaki durumumuz, bundan 10 yıl öncesine kıyasla pek de farklı değil. Fikirlerini tetiklemesi açısından günlük olarak takip ettiğin dergi ya da blog’lar var mı? Make Blog’un büyük takipçilerindenim, diğerlerinden açık ara daha iyi olduğunu düşündüğüm bir blog. Son zamanlarda, itiraf etmem gerekirse, bu konuda biraz eksik kaldım. Aslında, bunun sebebi de blog’ların farklı bir yönde ilerlemeleri. Eskiden bu mecra, bilinmeyen ve enteresan işlere yer verip hayal gücünü tetiklerken, şimdi hemen hemen tüm güncel işlere yer veren bir endüstri haline geldi. Onun haricinde teknoloji blog’larına bakıyorum; mesela, Treehugger çok enteresan bir blog, tasarımı ve çevreye duyarlılık konseptini bir arada inceliyorlar. Muhtemelen duymaya alışık olduğun bir soruyla devam edeceğim. İlhamlarını nerelerden alıyorsun? Tam da az önce bahsettiğim yerlerden alıyorum: Tasarım blog’larından.
Yaratım sürecinden gerçekleştirme sürecine geçecek olursak, nasıl bir ortamda çalışıyorsun? Aslında karışık bir stüdyom var, birçok koliye çarpabilirsiniz. Batı Londra’da küçük bir yer... İş arkadaşlarımdan biraz farklı bir yerde çalışıyorum sanırım. Çoğu, Doğu Londra tarafındalar. Burada sadece bilgisayarla bağlantılı işlerimi gerçekleştiriyorum. İşin inşa kısmına geldiğimde atölyelere geçiyorum. Kendi atölyem olmadığı için de, farklı farklı yerlerde çalışma imkanı buluyorum ve bu durumun tasarım sürecimi özgürleştirdiğini düşünüyorum. Peki, moda ve mimari alanında favori tasarımcıların kimler? Moda alanında, arkadaşım olmasının dışında, işlerini açık ara çok iyi bulduğum Erevos Aether var. Mimaride ise sadece bir isim saymam çok daha zor, ama saygı duyduğum birçok isim olduğunu söyleyebilirim. Tekrar multidisipliner tarafından dem vurmak istiyorum, şarkıcılardan tasarımcılara uzayan iş birliklerinde ne gibi iletişim farklılıkları deneyimledin? Genelleme yapmak benim için çok güç. Beraber çalıştığın ya da müşterin olan herkes için hayatında yeni bir alan açman lazım. Aynı zamanda, her seferinde, insanların birbirlerinden karşılıklı olarak en iyi şekilde yararlanmaları gerektiğine de inanıyorum. İşin ilk etabında en önemli nokta, karşılıklı iletişimi kurabilmek ve tamamen yeni tanıştığın biriyle nasıl en yararlı şekilde çalışabileceğini keşfedebilmek. Aynı zamanda işi ilginç kılan unsurlardan biri de bu. İşin özüne dönersek, ışık senin için ne ifade ediyor? Benim için dolambaçlı bir soru bu. Gerçeği mi yoksa ideal olanı mı söylememi tercih edersin? Aslında ikisi için de tek bir cevabım var: Çok yoğun bir çalışmanın rüyavari anlarla kesintiye uğradığı bir süreç. Son olarak, sormadan geçemeyeceğim bir soruyla bitirmek istiyorum; elektrikle bu kadar içli dışlı olan biri olarak, hiç elektrik çarpması yaşadın mı? Hayır, hiç yaşamadım. Tabii, geçerli bir sebebi var; genel olarak sadece LED ile çalışıyorum ve LED’ler malumunuz, çok düşük voltajla çalışan ışıklar. Dolasıyla, çarpılma riski çok düşük.
XOXO The Mag
Intervıew/WHATEVER
FARID TABARKI
Power To The People Studio Zeitgeist’ın kurucusu, 2012-2013 döneminin 'Trendwatcher of the Year'ı Farid Tabarki'ye göre, her yolun başı da sonu da 'Power to the people'. Tabarki, Yapı-Endüstri Merkezi'nde gerçekleştirilen ''Şehirlerin Geleceği: Radikal Değişimler'' konferansından önce, şehirlere ve geleceğe dair sorularımızı yanıtladı. röportaj can erker fotoğraf özkan önal
XOXO The Mag
gerçektir. Buna karşın, insanların pozitif tarafına inanan birisi olduğumdan dolayı, bu konudaki şüpheciliği hem faydalı hem de zararlı olarak görüyorum. Mesela, günümüzün teknolojik gelişmelerinin -internet sayesinde bir araya gelebilen insanlar ve fikirler gibi- kucaklayıcı özelliklerinin karşısında, 'big data'yı ve özel hayata yönelik barındırdığı tehlikeleri de göz ardı edemeyiz. Bahsettiğim 'big brother' bakış açısının, data analizi açısından İran, Çin gibi ülkelerde kötücül niyetler için kullanıldığını zaten biliyoruz. Bu çağın en önemli ve korkutucu bir başka özelliği ise fikir ve düşüncelerin coğrafi sınırlara tabi olmaması. Bu sayede, güç kazanmak eskisine göre çok daha hızlı ve kolay. Haliyle, bu gücü kötüye kullanacak insanlar her zaman olacaktır, velakin, söylediğim gibi, yola iyimser olarak ve toplumu da işin içine dahil ederek çıkmak gerekiyor.
Neredeyiz ve neden buradayız? İstanbul'da, Yapı-Endüstri Merkezi'ndeyiz. Geberit'in Monolith lansmanı için bir konuşma yapmam ve şehirlerin geleceğinden bahsetmem için nazikçe beni davet ettiler, ben de heyecanla hemen "evet" dedim. Mottonuz olan ''Power to the people'' ile başlamak isterim. Fazlasıyla güçlü olan bu ifadeyi kullanırken, Marx'a selam ettiğinizi biliyorum. Marx'a selamım eski bir dersimden kalma olsa da, Marx güçler ayrılığından bahsederken, ilginç bir şekilde, üretimin araçlarını halka emanet edip edemeyeceğimizi sorguluyordu. Şimdi ilginç olan ise anaparanın artık bizim elimizde olması -bu da, endüstriyalizm ve ticarileşme ile geçerli hale gelmiş bir durum. Ayrıca Marx'ın bireysel düzeyde ele aldığı öz kaynakların alternatifleştirilmesi de bugün konuşmamda bahsedeceğim konulardan. Örnek olarak, 3D printing’in sağlayacağı olanaklar ve evde enerji üretebilir hale gelmemiz ile dış kaynaklara olan bağımlılığımız büyük ölçüde azalacak. Solar panel ve bir 3D printer edindikten sonra hayat boyu dilediğimizi ‘print’ etmemiz mümkün olacak. Marx konusunda her şeyi bir yana bıraksak bile, eğer yaşasaydı bu gelişmelerden hoşnut olacağı kesindi diyebilirim.
Eminim ki, Richard Florida’nın kullandığı ‘yaratıcı sınıf ’, ‘yaratıcıların kümelenmesi’ gibi kavramlara aşinasınızdır. Bu yaratıcı sınıflandırmanın kaynağı ve de sonuçlarından olan şehirlerin belirli alanlarda sivrilmesi hakkında ne söyleyebilirsiniz? Moda için Paris ya da New York akla gelirken, teknolojik merkez olarak Silikon Vadisi öne çıkıyor. Bu noktada merkezden uzaklaşma anlayışı kendini nasıl ifade eder dersiniz? Bu durumun çeşitli sebepleri var. Mesela teknoloji ile ilgileniyorsanız benzer zihinlerle tanışmak, iş birliği yapmak ve projelerinize yatırım kaynağı bulmak için Silikon Vadisi gibi odak noktaları en uygun yerler olarak gelişiyor. Bu karışık bir durum, kesin bir görüş bildirememekle birlikte, daha önceden bahsettiğim melez sistemlere geri dönebiliriz, sanıyorum. Her ne kadar merkezilikten uzaklaşmaktan bahsetsek de, bunun öncelikle bireysel düzeyde sonuçlarından bahsediyoruz ve bu da demek değil ki yalnızca değişim adına doğal sistemlerden vazgeçmek zorunda kalalım. Belki de her zaman merkezi kalacak modeller olacaktır veya olmalıdır. Ama bu bile bireysel düzeyde doğduğu coğrafya ve kültürden daha bağımsız uzman çalışanlar anlamına gelebilir ve sonuç olarak da sistemi gözlemlediğimiz bakış açısına bağlanabilir. Florida'dan konu açılmışken bir şey daha eklemek istiyorum; biliyorsunuz ki Florida yaratıcı ekonomi ve yaratıcılar odaklı konularla ilgileniyor. Konuşmamda bahsedeceğim ''Orta sınıfı daraltma” konseptine de Florida'nın ''Yaratıcı sınıfın yükselişi'' söylemi uygun bir temel taşı oluşturuyor. Orta sınıfın daraltılmasında en büyük rolü oynayacak olan yaratıcı sınıfın, yani, sanatçılar, teknik uzmanlar ve zanaatkarların gün geçtikçe daha da önem kazanacağını düşünüyorum. Çünkü, giderek karmaşıklaşan sistemler ve teknoloji bu durumu kaçınılmaz kılıyor ve orta sınıfta yer alıp da alanlarında parlayan insanlara bu ahvalde en büyük şans tanınıyor. Yaratıcı hakimiyetin en yıkıcı etkiyi yaratacak kısmı olarak ise işçi ve işleyici proletarya delalet ediliyor. Fabrikalar dolusu işçinin işini yapacak robotlar, ofisler dolusu bilgi işleyicilerini geçersiz kılacak teknolojiler gün geçtikçe daha yaygınlaşıyor. Marx ile başlamamız ve Florida ile devam etmemiz bu minvalde hoş bir tesadüf sanırım, çünkü devrimsel dönemler yaşıyoruz ve bu koşullarda yaratıcılara, değişim sürecinde topluma yol gösterici olmak ve hatta en başından başlayarak değişimi toplumsallaştırmak düşüyor.
Peki, bu durumu işletmeler nasıl karşılıyor? Pazarda ciddi bir ticari güç kaybından Marx kadar hoşnut olmayacakları açık. Bence işletmeler bizi bekleyen bu büyük değişimlerin farkındalar ve durumun zorluğunun yanında sunacağı fırsatları da düşünmeliler. Mesela, airbnb üzerinden insanlar evlerini veya odalarını kısa süreli olarak kiralayabiliyorlar, bu sayede bir turist yeni bir şehre gittiğinde oteller arasından seçim yapmak yerine çok daha ucuza bir oda tutabiliyor. Bu durum, yeni oluşan paylaşma eğilimini bir fırsat olarak kullanan airbnb'yi yeni bir rakip olarak, Hilton, Hyatt gibi uluslararası otel zincirlerinin karşısına koyuyor. Oteller için bunun bir külfet olduğu ve karlılıklarını azaltabileceği konusu ise endüstri olarak karşı hamle yapmalarını gerektiren bir gerçek. Biraz da konuşmanızın ana teması olan şehirlere bakalım. Radikal desantralizasyon, temelde bir merkez kavramından uzaklaşmayı önerirken, geleceğe dair mega şehir gibi tahminler ise bunun tam tersini işaret ediyor. Bu konudaki düşünceleriniz neler? Desantralizasyon baktığınız ölçeğe göre değerlendirilebilecek bir kavram. Mevzubahis şehirleri ele aldığımızda, Helen polisleri, Rönesans Floransa'sı veya Venedik'i örneklerinde olduğu gibi şehir devletlerindeki finansal ve organizasyonel açıdan bağımsız, kendi kendine var olabilen yapılara dönüştüklerini görüyoruz. Buradan yola çıkarak 200-300 yıl önce başlayan ve şehirleri merkezi bir altyapıda birleştiren uluslaşma eğiliminin ise terse döndüğünü söyleyebiliriz. Özetlemek gerekirse, bireysel ölçekte şehirleşme merkezileşmenin bir sonucu olarak gösterilebilirken, makro düzeyde ise daha bağımsız ve merkezden uzak bir modeli işaret ediyor. Son olarak, ileride de bahsedeceğim gibi, bu tarz anlayışları artık daha da sık bir arada göreceğimiz kesin. Gelişim ve yayılım safhasını izleyebildiğimiz, üç modeli de içeren yapısı ile internet, anlaşılabilir ve güzel bir örnek teşkil ediyor bu konuda.
Konuşmalarınızda sıkça, enerjinin desantralizasyonundan ve ucuz solar paneller, atık geri dönüşüm gibi teknolojiler ışığında artık herkesin kendi enerjisini üretebileceği bir gelecekten bahsediyorsunuz. Yatırım gücü olan 1. Dünya Ülkeleri için söylemesi kolay olabilir, peki ya anapara ve kaynak sıkıntısı çeken 3. Dünya ülkeleri için bundan bahsetmek mümkün mü? Tabii ki, Hollanda, Almanya gibi ülkelerden bahsederken konuşmak daha kolay, ama bu durum kesinlikle, Afrika ülkeleri için gerçekçi olmayan bir tahminle sınırlı kalmıyor. Aksine, daha önce elektrikle
Belki tam da yeri değil ama, genel olarak birey üzerine fazla düştüğünüzü ve bireye belki de taşımak istemeyeceği bir sorumluluk yüklediğinizi düşünmüyor musunuz? Başka bir deyişle, bütün şartlar sağlandığında insanların doğru şeyi yapacağına biraz fazla güvenmiyor musunuz? Orta sınıftaki farklılaşmadan konuşurken tabii ki değişime olan dirençten de bahsetmemek olmaz. Bütün yeni sistemler geçiş döneminde dirençle karşılaşır, ki mevcut hayat biçimleri tehlikeye girdiğinde insanların dramatik karşılıklar verdikleri bilinen bir 113
Studio Zeitgeist resmi sitesinden alınmıştır.
tanışmamış onlarca Afrika köyünün kendi enerjisini ucuz bir şekilde üretebilecek olması onlar için de inanılmaz bir önem taşıyor. Basitçe, elektrik ile başlayan teknolojik ilerleme, eskiden ışıksız, izole olan köylere internet erişiminin sağlanması ve dünyayla bağlantı kurulabilmesiyle genişleyerek, yerel girişimlerin dünya pazarına açılabilmesi gibi imkanlar sunuyor. 3D Printing konusuna geri dönersek, bu baskı teknolojisinin, endüstri ve üretimin desantralizasyonu alanında birçok sonuç doğuracağı açık. O halde, üretim gücünün insanların eline geçmesinin üretim odaklı ekonomik sistem üzerinde nasıl bir etkisi olacaktır? Her birey kendi ürününü üretebiliyor olacak evet, ama bu printer’ların kullanacağı malzemenin üretilmesi, çağımızın ticari işletmelerine benzer yeni oluşumlara sebep olabilir. Tabii, enerji için de aynısı geçerli -öncelikle bireyin kendi enerjisini üretebiliyor hale gelebilmesi ancak bir solar panel satın almasıyla mümkün olabilir. Bu arada unutmadan söylemeliyim; geçenlerde sunduğum bir radyo programında, Delft’ten bir profesör yiyecek basabildiklerini ve ilk prototiplerin hazır olduğunu söylüyordu. Yemek baskısı yapmanın sunabileceği imkanları hayal edebiliyor musunuz? Büyük bir bölümü israfa dayalı Batı yemek tüketim kültürünün lojistik açıdan verimli hale gelmesiyle, dünya çapında açlığın azaltılmasına büyük yardımı dokunacaktır, ki bunlar sadece şu an aklıma gelenler. Soruya geri dönmek gerekirse, şu anda 3D printer'ları birkaç bin Euro'ya satın alabiliyorken, gelecek 5-7 yıl içerisinde Philips'in satışa sunacağı 3D printer'lar ile bu trendin halka açılmasına şahit olacağız. Geçmiş çağlarda öz kaynak odaklı süper güçlere şahit olurken, çağımızda ise pazar ve anapara monopollerine tanıklık ediyoruz. Teknoloji için de gelecekte böyle bir durumdan bahsedebilir miyiz? Gelecekte çağımızın OPEC'ine benzer teknolojik kurumların oluşmasına yol açabilecek bu durum hakkında neler söyleyebilirsiniz? Evet, aynı Nespresso makinesi ve tabletleri gibi. Kahve örneğini daha büyük ölçekte ele aldığımızda ise potansiyel tehlikeler olduğu konusunda haklısınız. Buna rağmen geleceğin dünyasını tahmin etmek zor, ve yeni bir OPEC'in tehdidiyle karşılaştığımızda tekelci piyasayı desteklemek yerine, öz kaynakları aldığımız yerler konusunda daha yaratıcı olmayı tercih edemez miyiz? Bence ancak bunun gibi, daha önceden yeri gelmeyen sorular sayesinde gerçek bir değişimden söz edebiliriz. 3D printer'ların bir de karanlık tarafı var -insanlar kendi silahlarını üretmeye başladığında bu, toplumsal hayat için ne ifade edecektir? Amerikalıların silahlara düşkünlüğünü bilmeyen yoktur; işin aslı, Amerika Birleşik Devletleri'nde halihazırda çalışan bir prototip üretildi bile. Bu bence oldukça ilginç bir konu, 3D printer'lardan, kendi enerjimizi üretmemizden veya kendi dairemizi kiralayabilmemizden bahsediyoruz. Hepsinin bir ortak noktası var
-silahlara izin yok, her şeyi ticari firmalardan satın almalıyız ve dairemizi de kafamıza göre kiraya veremiyoruz- dikkat ederseniz, hepsi şu anda yürütülen sistemle çakışan bir anlayışı işaret ediyor. Bu sebepten, soruyu şöyle de yorumlayabiliriz; “Neden gün geçtikçe bağımsızlaşan birey kendi inşa ettiği sistem ile daha da fazla çakışmaya başlıyor?” Bu sorunun cevabı ise, basitçe, bireyin eskisine nazaran çok daha fazla güç ve söz sahibi olması şeklinde verilebilir. Bu işin özel hayat boyutu da var. Evet, ‘big data'nın sessizliğini bazen dinlemek gerekiyor. Nasıl olur da insanların özel hayatına dahil olmadan evde ne üretebileceklerine karışabiliriz? Bu bağlamda özel hayatımızın özel bir tarafının kalmayacağını, gizli saklı bütün bilgilerimizin ele geçirilebileceğini unutmamamız gerekiyor. Bu bilinç ile gidişata karar verecek mekanizma ise birey olarak öne çıkıyor. Tabii yönetim birimlerinin köstek olmak yerine paylaşım ve iş birliğini destekleyecek sistemler ve reformlar da yapması gerekiyor. Bankacılık sistemini de unutmamak lazım. Kickstarter, lendingclub.com gibi web siteleriyle finansal kurumlar arasındaki rekabet kızışacak gibi görünüyor. Desantralize olan sistemlerden bir tanesi de tabii ki bankacılık olacaktır. Yatırımcıların aynı zamanda tüketici olduğu Kickstarter gibi platformlar sayesinde, bankalara olan bağımlılığımız ve dolayısıyla bankaların gücüne direncimiz artıyor. Yeni bir sistem olmasına karşın, her sene iki katına çıkan bu platformlar finansal sektöre birçok sıkıntı çektirecek gibi gözüküyor. Önceden bahsettiğim gibi, hayatta kalmak ancak adapte olabilmekten geçiyor. Mesela sigorta sektörü, bu bağlamda inovatif yeniliklerin görüldüğü bir alan: sigorta şirketleri zamanla önem kazanan serbest çalışan sektöründe dengesiz geliri düzenleyecek ve riski azaltacak poliçeler sunuyor. Bankalar da ellerinden alınan finansal güç yerine, farklı bir şekilde değer yaratabilecekleri iş modellerine geçiyorlar; artık işlem bazlı ve data odaklı bilgi bankalarından yeni ve karlı anlamlar çıkartıyorlar. Toparlamak gerekirse, ütopyaya benzetilebilecek, herkesin kendine yeterli olduğu bir gelecekten bahsediyorsunuz. Ütopya kelimesini kullanmadım ama, konuşmamı son slaytta ''Acaba gelecekteki ideal şehri görebilecek miyiz?'' diyerek bitiriyorum. Tam olarak bilemeyiz, ancak birçok açıdan ideal bir şehirden, hatta bir gelecekten bahsedebiliriz. Kendi ürünlerimizi, yiyeceklerimizi, enerjimizi ürettiğimiz, paylaşımcı ve iş birlikçi bir kültüre sahip, geniş ve ucuz konaklama imkanları olan, gelişmiş teknoloji ile entegre ideal bir şehir tabii ki kulağa hoş geliyor. Bu geleceğe ve ideale hiçbir zahmete ve değişim sancısına katlanmadan ulaşmak ise gerçek dışı bir hayal. Bu düşünceler ışığında geleceğin dünyasında belki finansal veya fiziksel olarak daha az güvende hissedeceğiz, ama bunun yanında birey olarak daha güçlü ve dolayısıyla bağımsız olabileceğiz.
XOXO The Mag
Just Put My Clothes On
photographer emre ünal styling mahizer aytaş hair mehmet menteş make–up gülüm erzincan photography assistants erdi doğan, abdullah inal post-production sezer arıcı model barbora/options model studio 101 production
bavul louis vuitton
ceket louis vuitton bermuda louis vuitton
ceket gucci pantolon gucci ayakkab覺 gucci
tişört chloé/beymen etek chloé/beymen
bavul louis vuitton
ceket lanvin/beymen รงanta louis vuitton
tişört chloé/beymen etek chloé/beymen
elbise lanvin/beymen
ceket gucci çanta gucci gözlük gucci
ceket louis vuitton bermuda louis vuitton ayakkab覺 louis vuitton
elbise lanvin/beymen
ceket lanvin/beymen
COVER
Drip It!
KRINK Garip bir tesadüf müdür, yoksa bilinçaltı baskısı mı bilmiyoruz; son birkaç sayıdır, geçen seneden feyz almaya devam eder olduk. Hatırlarsınız, 2. yıl sayımızda, Taner Ceylan'ın Ten Kafesi kapak konuğumuz olarak "premier" yapmıştı, sanat tarafımızla gurur duymuştuk. Bu sene de, yine bir yıldönümünde, yine sanatla dolup taşıyoruz, (ve hatta latife yaparsak) taşarken kapağımızdan akıyoruz, Krink (namıdiğer Craig Costello) ve ünlü boyama tarzı ile… Herhangi bir tanıtıma gerek yok, bazılarınız onu sanatıyla biliyor, bazılarınız marka iş birlikleriyle, bazılarınız ise boya markası ve kolektifiyle. Ama artık onu bize özel yaptığı kapak çalışmasıyla da anımsayacaksınız, ve belki de kapağı söküp, edisyon niyetine duvarınıza asacaksınız, ya da nereye isterseniz… Edisyon sizin edisyonunuz. Toparlayalım, bu ay konuğumuz New York'tan, röportaj tabii ki bizden ama bu sefer bir ilk olarak fotoğraflar ve sayfa kurgusu ise kapak konuğumuzun aklından ve arşivinden. Biz bu iş birliği sonucunda yine karar veremedik, sanat için mi bu sanat, yoksa toplum için mi? Ne ise ne. Sonuçta saz -yine- sizin elinizde, cevabı bulunamayacaksa bile bunun sebebi biz olmayalım, siz bulamayın. interview olga şerbetcioğlu page curation krink XOXO The Mag
129
Proust’tan bir alıntı ile başlayalım: “Gerçek keşfe giden yol yeni topraklar bulmaktan değil, etrafa yeni bir gözle bakmaktan geçer.” Buradan hareketle, kendi keşif yolculuğunu nasıl tanımlarsın? Kendimi günlerin akışına bırakıyorum. Her şey sürekli olarak değişim halinde, ben de bu değişimin bir parçasıyım. Bu bağlamda açık görüşlü olmak, yeni şeylere açık olup onları anlamaya çalışmak çok önemli. Genel olarak uyumlu biriyim, işler rahat ve sakin gittiği sürece de oldukça açık bir insanım. Geçmişe gidersek, doğup büyüdüğün şehrin, sanatında ve yaratıcılığında nasıl bir rol oynadığını anlatabilir misin? Yaptığın ilk işler nasıldı mesela? Queens’liyim ve burası benim için her şeyin başladığı yer. İlk boyamalarımı, doğup büyüdüğüm mahallede, arkadaşlarımla yaptım. Gençtik ve eğleniyorduk; eski fabrikaları, tren raylarını çevreleyen duvarları, okul bahçelerini ve çeşitli ücra köşeleri boyadık. New York kültür ve yaratıcılık zengini bir şehir, görülecek çok fazla şey var, dolayısıyla da çok ilham verici bir yer. Peki, 90’ların başlarında San Francisco’ya taşınmak nasıl bir deneyimdi? San Francisco’ya taşınmamın üzerimde büyük etkisi oldu. Kaliforniya, New York’a çok uzak ve kültürel açıdan da çok farklı. Doğu Sahili ile karşılaştırınca benzerlik açısından Avrupa’dan da daha uzak. İnsanların bakış açıları ve hayat tarzları da farklı. Ayrıca çok güzel ve temiz, manzaralar da daha dramatik. Kaliforniya’yı bazen gerçekten özlüyorum. Yine San Francisco yıllarından devam edersek, kendin için, “felaket bir sanat okulu öğrencisiydim” diyorsun. Yine de sanat okulunun sana kazandırdığı bir şeyler olmuştur... Kağıt üzerinde pek iyi bir öğrenci değildim evet, notlarım da parlak değildi, fakat okulda çok şey öğrendim. San Francisco Art Institute’a gittim ve bu gerçekten harika bir deneyimdi benim için. Okulun müthiş bir kütüphanesi vardı ve bana çok şey öğretti. Bir de benim bulunduğum departman, “Yeni Türler/New Genres” denilen bir bölümdü ve çok açık görüşlü bir eğitim sistemi vardı; resim, heykel, video, vs. kurallarla kısıtlanmadan, istediğin her alanda çalışabiliyordun. ‘Felaket’ aslında yanlış bir kelime seçimi, pek akademik birisi değildim demek daha doğru olur. Neticede okulda bana her açıdan faydalı olacak çok şey öğrendim. Her kötü öğrenci gibi bu konuya kafa yormuş olabileceğini tahmin ediyorum; sence sanat eğitimi nasıl geliştirilebilir? Bu çok karmaşık bir soru. Öncelikle, her alanda eğitim sistemine daha çok yatırımda bulunulması gerektiğini düşünüyorum, özellikle de devlet okullarına. Ülke ve toplum olarak gelişmemiz ve ileriye gitmemiz ancak eğitimin gelişmesiyle olabilir. Öte yandan da, eğitimin finansmanıyla ilgili hükümet ve halk arasında nasıl bir paylaşım yapılması gerektiği konusunda çok da emin değilim.
Okuldan sokağa geçelim. Tarzın nasıl gelişti ve o zamanlar seni diğer graffiti sanatçılarından farklı kılan ne oldu? Tarzımın öne çıkmasının sebeplerinden bir tanesi kendi mürekkebimi kendim yapıyor ve sınırsız miktarda bulunduruyor olmamdı. Özensiz ve akan graffitiler yapıyordum ve son derece tutarlı ilerliyordum. Birileri beni taklit etmeye kalkışsa bile, bir süre sonra malzemeleri tükeniyordu. Ben ise üretken ve tutarlıydım. O sıralar graffiti New York dışında da gelişmeye başlamıştı ve dergiler, moda ve son olarak da internet ile birlikte iletişim de gelişiyordu. Bir süre sonra, graffiti adımı ortadan kaldırdım ve sadece mürekkep veya akan boya kullanmaya başladım. Bununla birlikte yeni bir takipçi kitlesi kazandım; benim için sokaklarda graffiti yapma dönemi kapanmıştı ve bu, yepyeni bir şeyin başlangıcı oldu. Graffiti adımı ortadan kaldırmamla insanların ilgisini de başka bir yöne çekmiş oldum. Bu kadar basit bir şeyin bu kadar büyük bir fark yaratması gerçekten inanılmaz. Peki, graffiti sanatçılarının kimliklerini gizli tutmasıyla ilgili ne düşünüyorsun? Senin de kimliğini sakladığın bir dönem oldu mu? Evet tabii, uzunca bir süre gizliydi. Sonuçta graffiti yasal değil. Graffiti yapmayı bıraktıktan ve yaratıcı anlamda başka şeylere yöneldikten sonra gerçek ismimi kullanmaya başladım. Birçok graffiti sanatçısı için kimliğini saklamak bir gereklilik ve sanırım çoğu graffiti sanatçısı kendilerine uzaktan hayran olunmasından hoşlanıyor. Böyle olunca, sanatını yapmak ve sonra da olacakları akışına bırakmak daha kolay; sadece diğer graffiticilerin görüşlerini alıyorsun, herhangi bir ticari kaygı da olmuyor. Bunun dışında, bir sürü graffiti türü var, dolayısıyla da birçok değişik kişilik ortaya çıkıyor. Kimisi işin yasadışı olma kısmına ilgi duyuyor, kimisi de daha karmaşık, yaratıcı şeylere... Yasadışı tarzda işler, daha gizli ve göze çarpmayan türden. Ben de daha çok bu tarza ilgiliydim; saklı, tedbirli, sakin ve hızlı. Bugüne dönüp geçmişe bir de buradan bakalım. Graffitinin 90’lardaki durumuyla bugünkü durumunu nasıl kıyaslarsın? Gençlerin sınırları zorlamaları ve tarzlarını geliştirmeye çalışmaları olarak ele aldığınızda, arada bir fark yok. Fakat öte yandan, tabii ki çok fazla değişiklik oldu; en önemlisi de internet. Bu sayede bilgi akışı çok hızlandı ve yerel tarzları etkiler hale geldi. Günümüzde bir dolu global trend ile karşılaşıyoruz ve bu da harika bir şey. Ayrıca, graffiti de daha tüketim odaklı bir hale geldi. Benim gençliğimde malzemeleri bulabildiğimiz yerler kısıtlıydı, şimdiyse aradığını bulmak çok daha kolay. Brooklyn’deki tablo nasıl şu anda? New York’taki emlak fiyatları şu anda tüm zamanların zirvesinde. Dolayısıyla da graffiti, doğduğu bölgelerden dışarı kaymak zorunda kalıyor. Ama yine de burada güzel şeyler olmaya devam ediyor. Global açıdan baktığımızda ne görüyoruz? Şimdilerde sokak sanatı yasal hale getirilmeye başladı, bunu nasıl
XOXO The Mag
131
courtesy of krink
XOXO The Mag
133
courtesy of brandon shigeta
açıklıyorsun? Günümüzde graffiti estetiği ile büyüyen daha çok insan var, dolayısıyla da graffiti, yeni neslin yaratıcı lisanının bir parçası haline gelmiş vaziyette. Graffiti, geleneksel olanın dışında doğdu; haliyle, insanların normal sanat anlayışlarının ve hatta emlak anlayışının da dışında kalıyor. Fakat zaman geçtikçe, kültür, sanat ve trendler konusunda sözü geçecek olan tabii ki yeni nesil. Piece by Piece, Exit Through the Gift Shop ve Infamy gibi filmler hakkında ne düşünüyorsun? Favorin var mı? Graffiti hakkında şimdiye dek yapılmış en iyi film bence Style Wars. Eğer graffiti ile ilgili tek bir film seyredecek olsan, bu kesinlikle Style Wars olmalı. Exit Through the Gift Shop da harika bir film ve Banksy de çok komik bir adam, ama bana kalırsa bu film graffitiden ziyade hayatla ilgili. Biraz da iş konuşalım. Yaklaşık 15 yıl önce kurdun Krink’i ve geçen zaman içinde dünyanın en hızlı büyüyen sanat malzemeleri tedarikçisi oldun. Bunu bekliyor muydun? Gerçekten inanılmaz. İnsanların, yaptıklarımızı sevmesi ve markamıza ilgi göstermesi her şeyden önce çok mutluluk verici. Bütün bu olanlar neredeyse kendiliğinden gelişti, yaptıklarımızın çok azı planlıydı. Bu yüzden de hiçbir beklentim yoktu; dediğim gibi, her şey çok doğal bir şekilde gelişti ve aynı şekilde gelişmeye de devam ediyor… İlgi duyduğum şeyler üzerinde yoğunlaşmayı seviyorum, bu yüzden de trendleri takip etmek veya bir şeyleri taklit etmek gibi huylarımız yok. Tüm ürünler kişisel deneyimlerimden kaynaklı olarak geliştiriliyor. Bir röportajında, “Günümüzün marka iş birlikleri dünyasında kiminle çalıştığımıza dikkat etmeye çalışıyoruz. Çeşitlilik istiyoruz ama her önümüze gelenle çalışmıyoruz.” demiştin. Marka iş birliklerine karar verirken hangi kriterlere dikkat ediyorsun? Ne istediğini tam olarak bilmeyen, ya da sadece internette bir şey görüp beğenmiş ama beğendiği şeyin markalarına nasıl adapte edilebileceğine veya marka profiline uygun olup olmadığına karar veremeyen insanlardan çok fazla talep alıyoruz. Bana göre en doğrusu, Krink’in ne olduğunu ve ne yaptığımızı bilen ve buna saygı duyan insanlarla çalışmak. Biz dışarıya iş yapan tasarımcılar gibi değiliz, müşterilerle kurduğumuz ilişki de o yönde değil. O yüzden de, her iki tarafın tam olarak neyi hedeflediğinin karşılıklı olarak net bir şekilde ifade edilmesi çok önemli. Kimseyi bizimle çalışsınlar diye ikna etme gayesinde değiliz. MINI, Levi's, Nike, Kidrobot vs. gibi birçok markanın yanı sıra Absolut ile de iş birliği yaptın. Tasarım süreci nasıldı? Gayet sorunsuz geçti. Yeni bir şişe lansmanı yapılıyordu ve Exit Magazine'de yer alacaktı. İşin en güzel tarafı da, istediğimi yapmakta özgürdüm. En son iş birliğin ise Coach’laydı. Genel olarak iş birliklerine
yaklaşımın nasıl? Markaların, sanatçılarla ve diğer firmalarla iş birlikleri her geçen gün artıyor. Böylece her iki tarafın da müşterisi çoğalıyor ve her zaman yaptıkları ürünler dışında farklı bir şeyler denemiş oluyorlar. Peki, yaklaşan, yeni iş birlikleri var mı? Bir de hayalindeki projeyi merak ediyorum. Gelecekteki projelerle ilgili bir şey söyleyemem maalesef, bekleyip görmeniz gerekecek. Çünkü yapım aşamasında bir şeyleri anlatmaktan hoşlanmıyorum, işin bitmiş halinin konuşmasını tercih ederim. Bir kent için ‘public art’ projesi yapmayı çok isterim. Yani hayalimdeki iş birliği kentin mimarisi ve sanatıyla yapılacak bir iş birliği diyebilirim. Tekrar sokaktayız... Dışarıda boyama yaparken başına gelen en tuhaf şey ne oldu şimdiye kadar? Bir de, zemin olarak kullandığın en tuhaf yer ve eşya neydi? Gece belli bir saatten sonra dışarıdaysanız, başınıza çok ilginç şeyler gelebilir. Hayat kadınları, aptallaştırıcılar, kavgalar, evsizler, sarhoş insanlar vs. Bir keresinde, bir kamyonun yan tarafını boyuyordum, o sırada adamın biri ‘crack’ içiyordu, bir yandan da bir hayat kadını adama oral seks yapıyordu. Onları baş başa bıraktım, rahatlarını bozmadım, onlar da beni rahatsız etmediler... Şimdiye kadar evsiz insanlarla dolu tüneller ve terk edilmiş fabrikalar gibi pek çok tuhaf yerde boyama yaptım; bir tünelden yürüyüp sonunda birçok insanın yaşadığı bir yere çıkmak her zaman inanılmaz geliyor. Sıradan insanların akıl sır erdiremeyeceği gizli bir tarafını görmüş oluyorsun toplumun. Tabii, onlara karşı soğukkanlı ve saygılı olmalısın, çünkü yeterince dertleri var ve yeni sorunlarla karşılaşmak istemez hiçbiri... Çatılar da hep eğlenceli alanlar olmuştur. Binaya tırmanmanın bir yolunu bulmak her zaman çok heyecan vericidir, yukarıya çıkınca sakin ve sessiz bir şekilde manzaranın tadını çıkarırım. En beğendiğin sokak sanatçıları? Şimdilerde sokak sanatının çok farklı türleri var. Jim-Joe, Adek, JR, Espo, Remio, Nemel, Os Gemeos, Blu gibi pek çok isim sayabilirim. Bir sürü inanılmaz şey oluyor ve tabii her şey değişiyor. Moda markalarıyla iş birliklerine imza atmış biri olarak, biraz da moda anlayışından ve kendi stilinden bahsedebilir misin? Biraz tutucu olduğumu söyleyebilirim; oldukça sade giyiniyorum. Hatta bazen insanlar benimle ilk defa tanıştıklarında şaşırıyor; sanırım sokak modasına daha uyumlu biriyle karşılaşmayı bekliyorlar. Bense, yalın ama kaliteli, bir yandan da klasik ve modası geçmeyen kıyafetleri tercih ediyorum. Son olarak, bir manifeston olsaydı, ilk üç maddesi ne olurdu? Kurallar çiğnenmek içindir. Doğaya saygılı yaşa. Yaratıcılık hep hayatında olsun.
XOXO The Mag
135
courtesy of brandon shigeta
courtesy of brandon shigeta
Intervıew/CINEMA
Erdem TEpegöz
Alt Metni Seyirciye Bırakıyorum İlk uzun metraj sınavı sonrası Erdem Tepegöz kadar rahat nefes almış bir yönetmen zor bulunur muhtemelen. Belgesellerden ve kısa filmlerden yetişme genç sinemacının Zerre’si, görücüye çıktığı Antalya Film Festivali’nde En İyi Yönetmen dahil dört ödül aldı. Malatya Film Festivali’nde yoğun istek üzerine ek seansta bir dolu salona daha oynadı. Dergi yayına hazırlandığı sırada !f Bağımsız Film Festivali’nin uluslararası yarışma bölümü Keş!f’teki ilk Türkiye yapımı ünvanıyla ödül için yarışıyordu. Ve en önemlisi annesi ve hasta kızıyla yaşayan işçi Zeynep karakterinin dingin hikayesinin aktarıldığı Zerre, festival dolaşımında bu tarz anlatılara en şerbetli olmayanların bile akıllarında yer etti, çarpıcılığıyla bir heyecan yarattı. Tepegöz’le festival trafiği sonrası Nisan’da vizyona girecek Zerre’nin heyecanını konuştuk. röportaj erman ata uncu fotoğraf özkan önal
XOXO The Mag
Zerre, ilk olarak Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde görücüye çıkmıştı. Nasıl bir süreç seyretti Zerre için sonrasında? Antalya’da dört dalda aday olmamız tabii ki bizim için hoş bir durumdu. Başroldeki Jale Arıkan’ın ödül alması da kalbimizden geçen bir şeydi, ama jüri özel kararlar veriyor. Daha sonraki süreçte şimdi !f’teyiz. Malatya Film Festivali ve Gezici Film Festivali’nde gösterildi Zerre. En İyi Kadın Oyuncu ödülünü de !f’te tamamladık. Şimdi !f’in Uluslararası Yarışma bölümü Keş!f’teyiz ve çok iyi bir seçki bu. Arasında olmaktan mutluyuz. Onun dışında yurt dışı kontaklarımız var. En son, Berlin Film Festivali’nde güzel bağlantılar kurdu yapımcımız. Şimdi yurt dışı festivalleri bekliyoruz; hem de 12 Nisan’da vizyona çıkacağız.
istiyorum. Tam kentsel dönüşümün ortasında Tarlabaşı’nda çekim yapmanın ne gibi zorlukları oldu? İstanbul hem fotografik hem de sinematografik anlamda çok zengin bir şehir. Anadolu da öyle, ama İstanbul’un da farklı bir zenginliği var. İnanın şu an Tarlabaşı’nda hangi eve gitsek bir film konusu çıkartabiliriz oradan. Ben de bir belgesel üzerine benzer bir çalışma yaparken annesi ve hasta kızıyla tek odalı bir evde yaşayan bir kadınla karşılaştım. Haftada iki gün hastanede iğne yaparak geçinmeye çalışan bir kadındı. Çok kısa bir süreliğine 15–20 dakika görebildim. Hatta daha sonra arasam da bulamadım. Oralar yıkılıyor ve herkes taşınıyor. O yanımdan ayrıldıktan 15 dakika sonra ne yapacağını o kadar iyi hissettim ki bir şekilde kaldı benim kafamda. Zeynep karakteri de oradan referansla döküldü.
Jale Arıkan’ın Antalya’da En İyi Kadın Oyuncu ödülü alacağına neredeyse herkes kesin gözüyle bakıyordu. Sizin için de sürpriz oldu mu bu ödülün verilmemesi? Oldu tabii. Hatta ben isim okunduktan sonra Jale Arıkan’ı kutlamak için sandalyenin ucuna kadar gelmiştim. Bayağı hazırlıklıydık yani. Ama jürinin kararı sonuçta ve biz de saygı duyuyoruz. Antalya bizim için çok güzel bir tecrübeydi. Hem de Arıkan’ın tanınması için iyi bir fırsat oldu.
Karakter tamam da, işçi sınıfına dair sinemada klişe tuzaklar vardır. Ya da böyle bir hikaye anlatırken söylemin hikayeyi bastırdığı anlar söz konusudur. Bu gibi tuzaklardan çekindin mi hiç? Bunlar aslında tehlikeli tuzaklar. En ufak entrikanın üzerine düştüğünüz zaman öykü sizi beklemediğiniz yerlere götürebiliyor. Ben daha çok atölyeleri, fabrikaları, işçilerin çalıştığı mekanları atmosfer olarak kullanmayı, daha çok Zeynep karakterine odaklanmayı tercih ettim. Bir insana odaklandıkça da bu tip handikaplardan kurtuldum. Sadece karakter üzerinden düşünmeye başladım, Zeynep burada ne yapar, ne söyler noktasından hareket ettiğim zaman, öykünün getireceği entrikalardan bir nebze kaçabildim.
Zeynep için ilk seçim Jale Arıkan mıydı? Değildi, yedi-sekiz kişilik başka bir listemiz vardı. Ama bir arkadaşımız Jale Arıkan’ı önerdi. Başka bir filmde görmüş ve etkileyici bir yüzü olduğunu söyledi. Daha önce tanımıyordum kendisini. Sonra internete baktım ve o baktığım an, o listenin ne kadar zayıf olduğunu gördüm. Çünkü Arıkan’la hayatı, bir gerçeği gördük. Ve ondan sonra bu yüzün öyküsünü merak ettik, Zeynep’in öyküsü de öyle ortaya çıktı.
Hatta, Zeynep’in geçmişine dair çok fazla şey görmüyoruz filmde. Aslında bu bir kesit filmi. Zeynep’in hayatının 9–10 günlük bir bölümüne şahit oluyoruz sadece. Atölyedeki, yemekhanedeki hayatına giriyoruz. Yaklaşık 10 gün sonra da ayrılıyoruz. O yüzden öncesini ve sonrasını bilmiyoruz. O yakaladığımız süreç içerisinde onun hayatına tanıklık ediyoruz.
Zerre’nin şöyle bir özelliği de var; festivallerde gösterilen diğer ilk filmlere göre çok daha fazla ilgi gördü. Bunun sebebi ne olabilir? Açıkçası film, Antalya’da ilk görücüye çıkmadan çok endişelerim vardı benim. Film nasıl okunacak, nasıl tepki görecek diye. Çünkü riskli bir ilk film. Omuzda hareket eden bir kamera var. Vizyona oynamayan bir hikaye... Tek karakterli anlatı yapısı üzerine gelişiyor. Makro ve mikro konulara değiniyor alt tabanında. Ama ilk gösterim sonrası hem sinema yazarlarının hem de izleyicilerin filmi çok sahiplenmesi ve benimsemesi, Zerre’yi başka bir yere taşıdı. Belki kulaktan kulağa yayılmasının ve bu kadar beğenilmesinin bir sebebi de Jale Arıkan’ın canlandırdığı Zeynep karakteri. Birkaç sokak ötede bulabildiğimiz bir hayatı deneyimlemeye vesile olduğu için insanlar aslında Zeynep’e sahip çıkmak istediler. Böylece filme de sahip çıkmış oldular.
Peki, hikayede sadece bir kesit üzerinde durmanın amacı neydi? Tamamen Zeynep’in yakınlarında bir kamera varmış gibi, biz onun hayatını o fark etmeden, yaratıcının gözü misali deneyimleyebilelim, yaşadığı zorlukları bire bir yaşayabilelim diye, lineer bir kurguyla neden–sonuç ilişkisine sahip bir sürecini göstermekti. Giriş-gelişme-sonuç üzerine bir öykü kurmak yerine sabah–akşam döngüsüne odaklanmanın, hikayenin gerçekliğini daha artıracağını düşündüm. Bazı sahnelerde fabrika veya atölye görüntüleri bulanıyor ve daha çok Zeynep’e odaklanıyoruz. Bu dünyayı bu kadar yakından tanıyabilmek için özel bir süreç gerekti mi? Kadının sadece gördüğüm kadarıyla hayatına eklemeler yaparak filmi oluşturdum. Mesela, Zeynep filmde hastanede çalışmıyor. Bunu farklı bir şekilde kurguladım. Fabrikadaki sahneleri kurgularken daha çok belgesel geçmişim etkili oldu. Belgeselle uğraştığım için bir süre çok fazla mekana girip çıktım. İşçilerle sohbet etme imkanı buldum. Filmde de oradan beslendiklerimi kullandım.
Peki en başta yapımcılara bu riskli alanları kabul ettirmek zor olmadı mı? Çok ürkütücü gerçekten ilk bakıldığında. O anlamda çok şanslıydım, çok iyi bir yapımcım vardı. Daha önce beraber çalışmış olmamızın da etkisiyle benim kamera hakimiyetimi bildiği için Kaan Daldal’la bu süreci geçirmek sanki biraz daha kolay oldu. Öyküye de çok inandı. Belki de yapımcıyı ikna ettikten sonra işler daha da kolaylaşıyor. Ama iknadan öte, karşı tarafın yani yapımcının buna zaten hazır olması lazım. Hem düşünsel hem kültürel potansiyelinin, sinema bilgisinin yönetmen kadar olması gerekli ki sizin anlattığınız dünyayı hissedebilsin. Sadece parayı koymak değil yapımcılık. Yönetmenin eksik kollarını, uzuvlarını tamamlamak aynı zamanda. Benim yapımcım aynı zamanda yönetmen olduğu için Zerre’nin birçok kişiye ulaşacağı konusunda onu ikna edebildim.
Zerre bir belgesel olarak perdeye gelseydi etkisinden kaybeder miydi? Bence kaybederdi. Buradaki asıl olay karakter. Karakterle o kadar özdeşleşiyoruz ki onunla beraber fabrikadaki o yatakhaneye giriyoruz. Zeynep, fabrikadaki yatakhanenin rezilliğini görünce biz de onunla görüyoruz. Kurmacanın başka bir hissiyatı var. İzleyicinin kalbine ulaşabiliyor. Belgesel ise daha çok belge niteliği taşıyor. Belki de Zeynep’in bu kadar sahiplenilmesini
Kamera arkasına geçmişken çekim sürecini sormak 139
kurmaca dünyanın güçlü etkisi sağladı. Bir yandan da, son dönemde kurmacayla belgeselin sınırlarını bulandırma yönünde bir eğilim var. Böyle bir hayatı öyle bir damardan aktarmak mümkün olur muydu? Olabilirdi. Ama başka bir film olurdu. Bazen kurmaca, gerçeğin etkisini daha da güçlendirebiliyor. Zeynep çok da olağanüstü bir karakter değil. Emin olun, şu anda Tarlabaşı’nda daha da ağır dramlar yaşanıyor. Hatta film çekerken yanı başımızda yaşanıyordu bu dramlar. Ama işte kendi hayatımıza o kadar gömülüyoruz ki, gözümüzün önünden kayıp gidiyor. İşte kurmaca, duyguyu daha öne çıkardığı için bu hikayeyi öyle daha güçlü anlatabileceğimi hissettim. Burada Zeynep’in her şeyin önüne geçmesini istedim açıkçası. Kurmaca film, belgesele göre insanın daha kendi içine kapandığı bir süreç mi? Beylik bir söz var; belgeselde yönetmen yaratıcıdır, kurmacada yaratıcı yönetmendir diye. Belgeselde yöneten doğadır. Kurmacada sorumluluk tamamen sizdedir, siz yaratırsınız. O yüzden kurmacanın riskleri daha ağır bence. Kurmacada belgesel etkileri aramaya devam ederek soruyorum. Zeynep dışında fabrikada görünenler gerçek işçiler miydi? Çoğu gerçek işçilerdi. Zaten mekanlar da gerçekti. Dekorları da kullanılmış eşyalardan kullanmaya çalıştık. Bu da büyük ihtimal filmdeki o gerçek dokuyu, kullanılmışlık, yıpranmışlık hissini daha iyi vermeyi sağlıyor. Gerçekliğin diğer tarafına bakarsak; filmdeki fabrika, sahibi tarafından çok da gösterilmesini arzu etmeyeceği bir tarzda perdeye geliyor. O noktada zorluk çektiniz mi? Tabii ki fabrikayı belli bir süre kapattık. Bu, işletmenin durması demek. O da zor bir süreçti. Fabrikanın sahibi her ne kadar patron
da olsa filmin gücüne inandı, bize destek olmak istedi. Büyük bir fabrika ama işçilikten gelme bir patronu var. Onun da bir işçinin öyküsünü anlatan bir filme destek olmayı istemesi bizim için artı bir değerdi. Biraz da festival sürecinden bahsetmek istiyorum. Keş!f ’te yarışan ilk Türkiye yapımı Zerre. Bu sizin için sürpriz oldu mu? Tabii çok hoşumuza gitti Türkiye adına orada olmak. Her festivalin kitlesi oluyor. Antalya’da başka bir kitleye hitap ediyorsunuz. !f’in seyirci kitlesi bambaşka. Malatya da çok farklı. Gezici festivalde, yurt dışında başka insanlarla temas ediyoruz. Her festival aslında bir kimlik. Emin olun, gösterim sonrasında gelen sorulardan bu farkları çıkartabiliyorsunuz. Bu sizde de farklı ufuklar açabiliyor. Keşfetmediğiniz bambaşka bir yönünüz çıkabiliyor ortaya… Bunun örnekleri var mı? Sizin farkına varmadığınız noktalardan da soru geldiği oluyor mu? E tabii. Antalya’da daha çok işçi sınıfıyla ilgili sorular geldi. !f’te filmin metaforları üzerine sorular geldi. Yabancı bir sinemacı filmdeki kan olgusuna dikkat çekti. Gezici Festival’de Zeynep karakterine odaklanıldı. Fark etmeme kısmına gelince, o kan sorusu, benim hiç hazırlıklı olmadığım bir soruydu örneğin. Film dünyasını tasarlarken her şeye dikkat ediyorsunuz. Ben de detaylara çok önem veririm, evdeki masanın yuvarlak olması, atölyedekilerin köşeli olması özellikle istediğim bir ayrıntıydı. Fabrikadaki eski işçilerin formalarının daha açık renkli, soluk olması, yeni gelenlerinkinin daha canlı olması… Bazısı yakalanacak, bazısı yakalanmayacak ayrıntılar üzerine düşünmek aslında sevdiğim bir şey. Ama hazırlıksız yakalandığınız zaman cevap vermek istemiyorsunuz. Çünkü o zaman karşı tarafın sorgulamasını atıp kendi yorumunuzu yerleştiriyormuşsunuz gibi geliyor bana. Metaforları ve alt metni seyircinin okumasından yanayım. O zaman film zenginleşiyor ve tek bir film olmaktan çıkıp birçok filme dönüşebiliyor.
XOXO The Mag
güçlendiriyor.
Türkiye sınırlarından çıkarsak, yurt dışında nasıl algılandı Zerre? Yurt dışında henüz bir festivalde görücüye çıkmadı. Ama çok fazla insana seyrettirdik. Yurt dışı algısı çok önemli. “Türkiye’de böyle yaşayan insanlar var mı?” gibi sorular geliyor daha çok. Bu, dünyanın çoğu yerinde yaşanan türden bir hayat. Sadece Türkiye’de değil. Bunu Türkiye’de de yaşadım çok. Böyle yerler yok algısıyla karşılaşıyorsun. Öyle yerler olmasa dahi bu kurmaca bir dünya. Post-apokaliptik bir dünya da anlatılıyor olabilirdi filmde. Ki ben hala savunuyorum, o harap atölye Tarlabaşı’nda şimdi de çalışan bir atölye. Aslında bu filmdekilerin gerçekten olup olmadığını sorguluyorlarsa söz konusu gerçeklik kafalarında kurulmuş demek ki.
İlk film olmasına rağmen senenin en heyecan veren filmlerinden biri oldu Zerre. Nasıl karşıladın bu ilgiyi? Benim için çok şaşırtıcı oldu. Beklemiyordum. Niye beklemiyordum ben de bilmiyorum. Biraz da izleyiciler ve sinema yazarlarının tepkileri de sizi besliyor. O anlamda sürpriz de olmadı. Ama beklediğim bir şey de değildi. Bence iyi film, kötü film yok. Etkili film, etkisiz film var. Zerre’nin etkili bir film olabilmesi için izleyicinin, Zeynep’in akşam ne yiyeceği endişesini biraz paylaşabilmesi benim için yeterliydi. Sinema yazarlarından nasıl besleniyorsun? Türkiye’de sinema yazarlarının düzeyinin çok yüksek olduğunu düşünüyorum. Çoğu yönetmenden daha çok okurlar, daha çok izlerler. Benim de Zerre sonrası “acaba beni ve bu filmi nereye yerleştirecekler” diye bir düşüncem oldu. Asıl korkum, ya hiç kimse benim için bir şey yazmazsa oldu. Öyle bir durumda izleseler ve kötü yazsalar bile tercih ederdim. Ama şükür ki hem yazıldı hem de güzel şeyler duymuş oldum.
Bu tarz bir savunma mekanizmasının, “bunlar gerçek olamaz” demenin bir sebebi de yüzleşmek istenmemesi mi? Aynen öyle. Mutlu hayatlarımızda sorunlu bir yaşama denk geldiğimiz zaman beynimiz hemen “yok öyle bir şey, bu kurmaca” tepkisini veriyor. Ama maalesef ki dünyada zorlu koşullarda yaşayan birçok insan var. Tamam onların hepsi için sorumluluk hissetmeliyiz. Ama bunun ilk adımı onları reddetmemekten geçiyor.
Peki, kendi sinema zevkinde hangi öyküler daha çarpıcı geliyor? Tabii ki büyük ustaların filmlerini takip ediyorum. Ken Loach ve Dardenne Kardeşler gibi. Tony Gatlif’i çok izliyorum. Ama beni en çok heyecanlandıran, bağımsız dünya sineması oluyor. Mesela Güney Kore’de bilinmedik bir yönetmenin filmini, bilinmedik coğrafyaların hikayelerini keşfetmek benim için çok daha heyecan verici.
Bu kadar titizlik senaryoyu yazım sürecini ne kadar uzattı? Senaryoyu yazmak bir yıl sürdü. Bu hali sekizinci taslakta falan ortaya çıktı. İlk haliyle şimdiki Zerre arasında fark var mı, peki? Tabii ki çok büyük bir fark var. Gene Zeynep karakteri üzerine kurulu, ama Zeynep’i bu kadar güçlü tasarlamamışım o zaman. Karşılaşmanın verdiği acıyla onu çok daha güçsüz ve aciz kurgulamışım. Ama şu anki Zerre’deki Zeynep çok daha güçlü. Olanları kabul etmiyor, ona saldıranın karşısında durabiliyor. Tüm acizliğine karşın fabrikadaki amirinin odasına girip telefon edebiliyor. Bu karakterin böyle daha güçlü olması beni de
Ama Ken Loach’un adı sıkça geçmiştir, Zerre sonrası soru cevaplarda muhtemelen… Tabii ki. Herkesten bir şeyler alıyorsunuz, onlar da kalıyor. O usta isimler de öyle. Keşke esinlenebilsem… Beslenmeye çalışıyorum hepsinden. 141
Whatever
Aklıselİm bahaneler
Diktatör ‘Rejim’lerin Yıkılması Kaç Gün Sürer? yazı ayşecan ipek illüstrasyon ırmak nur sunal
Bu yazıyı midemin değil ruhumun guruldadığı yerden yazıyorum, demek oluyor ki sizler, problem çözmek gibi pratik amaçlar gütmeyen bir ‘duygusal yakınmalar’ kuşağına giriş yaptınız. Rejim aynı depresyon gibi, –de halini benimseyen bir oluş biçimi. Sıradan bir rejim gününde aklımdan sırasıyla şunlar geçiyor: Kremalı makarna, tereyağlı pilav, ıslak hamburger, dürüm döner, börek, simit, ekler, çikolatanın her türlüsü… Oysa ki günün farklı saatlerinde karşımda şunlar duruyor: Izgara tavuk, iki dilim ananas/10 adet kavrulmamış badem, sebze çorbası, kiraz sapı çayı, ızgara balık, iki kuru kayısı. Yüzümde hep aynı ifade (bir doz mahçubiyet, bir doz cakayı elden bırakmama ve bu nedenle kendinle dalga geçme çabası, bir doz hayret, bir doz gurur, bir doz inkar) kendimi “rejimdeyim”, “bu aralar biraz dikkat ediyorum”, “diyet yapıyorum”, “beslenme düzenimi tamamen değiştirdim” gibi klişe cümleler kurarken buluyorum. Yemek yemek ne zaman bu kadar karmaşık, hesapçı ve duygu yüklü bir iş haline geldi? Biz hep aynı açıklamayı yapaduralım, diyetisyen cephesinde işler farklı, görüşler şiddetli geçimsizlikten tek celsede boşanma yolunda. Dukan, karbonhidratlardan uzak durduğumuz sürece en yağlı jambonu yiyebileceğimizi söylüyor. Karatay, alkol–işlenmiş yiyecek– ara öğün vetosunda ısrarcı, Atkins’i artık takan yok… “Eğer bir gıdayı anlamak için kimya dersine ihtiyaç duyuyorsanız alışveriş sepetinize atmayın” diyen Dr. “Oz”a her seferinde “Dorothy nasıl, iyi mi? Sağ salim eve dönebildi mi?” diye sormak geliyor içimden. İmaj hiçbir şey ve susuzluk her şeyse neden bu haldeyiz? Sizi boşverdim ben neden bu haldeyim? Dört haftalık düzenli rejimimin sonunda beş kiloyla vedalaşmayı becermişken kafamda hain (ve
muhtemelen obez) tilkiler dolaşmaya başlıyor. Bundan sonra böyle mi? Durum sürekli eksik etek mi devam edecek? Sarhoşluğun üzerine mantıyla leziz bir duvar örülmeyecek mi? Ertesi gün hangover tezahüratları eşliğinde en günahkar pisliğe bulaşıp hamburger ve milk shake aynı midede karıştırılmayacak mı? Bloody Mary’ler ilaç niyetine içilmeyecek mi? Yani varmaya çalıştığım kara delik: Hayat böyle geçer mi? Her an Freud’a kulak vermek icap ediyor ya… Ben de öyle yapayım: Dürtüyü psikolojik ve biyolojik olarak iki bölümde inceleyeyim: “Açlık hali, yiyeceğe karşı duyulan fiziksel ihtiyacı ve yeme arzusunu beraberinde getirir” diyeyim. “Yemek yemeyi düşünmezsem acıkmam ki bile” diyerekten kendimi kandırayım. Haftasının bir saatini, mantıklı, kolay uygulanabilir, aç bırakmayan listeler hazırlayan bir diyetisyene ayırdıktan sonra, nasılını ve neredesini anlayamadan pes etmiş bir insanım. Geriye dönüş çabalarım da takdire şayan. Tünel’de kalabalıkla boğuştuğum çok yoğun bir günün ortasında midemdekiler, iki akide şekeri ve bir litre su. İstemsiz rejim çağına hoş geldiniz! Aynı, masallarda prens ve prensesin kavuştuğu o mucizevi andan sonrası gibi, rejim şampiyonu bir kimsenin de ‘sonra’sını merak ediyorum. ‘Happily ever after’ konseptine Woody Allen’ın kuşkucu ve müstehzi gözlükleriyle bakan biri olmama rağmen, benim kaygılarım egzersiz görevi görmüyor. Öte yandan bir röportajında okuduğuma göre Woody de akşamları kuzu kuzu yürüme bandının yolunu tutuyormuş. Kendisi New York’a olduğu kadar New York’lu atıştırmalıklara da düşkün. Siz bana ‘diyetisyeninin mi yoksa Annie Hall’un yaratıcısının yolu mu’ diye sormaya hazırlanırken, ağzıma bir parça sütlü çikolata atıyor ve lastik pabuçlarımla Boğaz yolunu tutuyorum.
XOXO The Mag
Intervıew/Music
Autre Ne VEUT Kronİk Sıkıntı Durumları
Gittikçe bireyselleşen bir dünyada yalnız başına olmayı avantaja dönüştürebilen şanslı kalabalıkta yerini alan Autre Ne Veut, karamsarlık, kişisel kaos ve dış etkenlerin yarattığı baskının karşısında hipnoz edici sesi ve eşsiz pop formülü ile esnek ama dayanıklı bir şekilde duruyor. röportaj gazali görüryılmaz fotoğraf jody rogac
XOXO The Mag
kendimi bildim bileli yaptığım bir şey. Zaten söz konusu insanın kendisi olunca dışarıya yansıttığın profesyonel ve tarafsız yaklaşımı sergileyemiyorsun. Bu da analizden çok kişisel hesaplaşma gibi oluyor.
İkinci albümün geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Fakat albümün çıkışından uzun bir süre önce iki single’la çoktan gündemimize girmiştin. ‘Counting’i ilk dinlediğimizde bir çeşit romantizm hissettik. Sen albümünü his olarak nasıl tanımlıyorsun? Anxiety, son birkaç yıl boyunca yaşadığım belirli olaylardaki sıradan, yalnızca bu dünyaya ait etkiler hakkında genel olarak. Tabii ki bu süre zarfında başımdan geçen duygusal olayları da kapsıyor. Bu noktada bazı yerlerde romantik olarak tanımlamak doğru bir yaklaşım.
Albüm kapağının yarısı Edvard Munch’un ‘Çığlık’ından alınma. Oneohtrix Point Never veya Nate Boyce’un Reliquary House enstalasyonlarında olduğu gibi çoğu zaman sanatla müzik iç içe geçebiliyor. Sen sanatla müziğin bu birlikteliğinde nerede duruyorsun? Sanat dünyasında kendime bir yer edinmiş olmak çok hoş olabilirdi. Yine de, ‘Çığlık’ı kullanmamı tetikleyen şey, tam olarak da resim sanatına duyduğum ilgi değildi. Bu biraz daha kişisel durumlar sonucu ortaya çıkan bir şey.
Şarkılarında ambient, soul ve R&B müzikten çeşitli elementler kullanıyorsun. Bugüne kadar nasıl bir müzikal yolculuk geçirdin? Müzikle ilişkimi bir yolculuk olarak görmüyorum aslında. Küçük yaşlarda daha fazla olmakla birlikte her zaman büyük bir müzik tutkunuydum. Ailem beni reggae, çeşitli Afrika müzikleri ve Enya, Phil Collins gibi isimlerle tanıştırdı. Belki de bu nedenle ben de melodik ve insanların kulağında hızlıca yer edinen pop öğelerini ve R&B’yi her zaman sevmişimdir. 90’larda annemin bir arkadaşı sayesinde REM, Nirvana, The Breeders gibi gruplarla tanıştım, klasik korolarda şarkı söyledim ve anneannem de beni Ornette Coleman gibi free jazz sanatçılarıyla tanıştırdı. Tüm müzikal süreci bu şekilde tanımlayabilirim sanırım.
Vokal senin için bir enstrüman mı yoksa sadece kafandaki sözlerin sesli dışa vurumu mu? Vokaller kesinlikle enstrüman gibidir, ama enstrüman olarak kullanılabilmesinin sebebi de yüksek derecede dışavurumcu ve kişisel oluşundan gelir. Bu durum benim için de geçerli, sesim hem müziğimdeki bir enstrüman hem de paylaşım aracım. Çocukken evreni nasıl algılıyordun? Dünyanın oldukça karmaşık, kaotik ve insan üzerinde büyük basınç yaratan bir yer olduğunu düşünüyordum. Kronik baş ağrılarım yüzünden sürekli uzanıyor ve bu vaziyetteyken psişik annem tarafından yakalanıyordum. Anlayacağınız çok da mutlu bir bakış açım yoktu.
Son zamanlarda The Weeknd, Frank Ocean, Childish Gambino gibi isimlerin yakaladığı başarı sayesinde insanların R&B’ye yaklaşımı biraz da olsa değişti gibi görünüyor. Bu konuda ne düşünüyorsun? Saydığınız bu isimlerden herhangi biri kadar başarılı olabilmeyi gerçekten çok isterim. Aslında R&B, türevleriyle birlikte her zaman varlığını sürdürmüş bir türdü ama dediğiniz doğru, son birkaç yıldır eklenen farklı teknikler ve yeni bir bakış açısıyla yeniden yükselişe geçti.
Bilinmeyen ve gizemli bir şeyle karşılaştığında ne hissedersin? Belirsizlikler beni her zaman korkutmuş ve germiştir. Bilmiyorum neden. Sanırım bütün problemlerimin düğüm noktası olması yüzünden böyle hissediyorum. Autre Ne Veut’den bu sene içinde neler beklemeliyiz? Çok yoğun bir turne programım var ve bu koşturmaca arasında da yeni müzikler üzerinde çalışıyor olacağım. Umuyorum ki her şey böyle anlattığım kadar basit geçer.
Psikoloji alanında yüksek lisans sahibisin. Hiç kendini analiz eder misin? Her zaman. Bu sadece diplomam yüzünden de değil aslında, 145
PEOPLE
Güneş Mutlu Mavİtuncalılar
Çanta da Bir Mücevherdir yazı ayşe küçükkoca fotoğraf tanla özuzun
Tote çanta, çift saplı, yumuşak formlu, hem şeklini hem de karakterini kolaylıkla değiştirebilen bir aksesuar. Anya Hindmarch'ınki önce yogaya, ardından cool bir vejetaryen lokantaya gider. Céline'in çift renkli, torba taklidi yapan deri çantası moda haftalarında boy gösterir, daha azına tenezzül etmez. Longchamp'ın envai çeşit renk ve boydaki muşambaları, hafta sonu seyahatine de çıkabilir, pazara da uğrayabilir, en mini haliyle gece bara da gidebilir (ama tabii tavsiye edilmez bu durum). Sonra bir Goyard tote çanta manyaklığı var ki, onun da yanına oturup derdini dinlemek gerekir. Aslen sandıklarıyla meşhur markanın sıradan logosu tüm çantaya döşenince nasıl tüm dünyayı etkisi altına aldı, merak konusu… Aynı timsah ve bukalemunlar gibi kapladığı yer kadar büyür tote çanta. İçine varını yoğunu tıkıştırıp yaşadığı şehirden kolaylıkla firar edebilir insan. Artistik yaklaşımlar ise onu, içini oldukça boş bırakarak, sönük bir balon edasında taşımayı gerektirir. Omuza asmak ve asmamak arasındaki ince çizgi önemlidir, sanki elde umarsızca taşınması daha makbuldur. İstanbul sokaklarında, yumuşacık derisi ve üzerindeki etnik metal plakalarıyla biraz Doğu'dan biraz Batı'dan çalan, bordo Rez Bag'e bundan üç sene önce bir yaz gününde rastladım. O sıralar Mehry Mu isimli bir markanın varlığından habersizdim, Rez Bag modelinin ismini de, yaratıcısının hayatında önemli yer tutan bir Rezzan'dan aldığını bilmiyordum. Sonrası klasik bir tatlı buluşma: Güneş'le zaten tanışıyormuşuz, arkadaş olduk, Mehry Mu'dan başka çanta nadiren kullanır oldum, kendisinin mix&match konusunda ne kadar iddialı olduğunu fark edince tüm Mehry Mu
matematiği de cuk diye yerine oturdu. İstanbul sokaklarında sürekli gözüme çarpmaya başladı Rezzan, Melis ve Sanem'ler (aka Rez Bag, Melo Bag ve Minku Bag). Çantalarının Batılı formunu ve kalitesini, Fatma'nın eli, nazar gözü, Doğu yıldızı gibi figürler ve ikat kumaşıyla harmanlayan Güneş'in en büyük ilham kaynaklarından birinin mücevher olduğunu da öğrenince rüşdünü çoktan ispat etmiş bu Türk markasını masaya yatırmak farz oldu. Piyasaya çıkan ilk modelin Rez Bag oluşu, tesadüf değil. "Bu maceraya atılırken tote yapmaktan başka bir şeyi düşünmemiştim bile. Çünkü ilk çantam, kadınların ihtiyaç ve arzu skalasında iki tarafı da en yüksek seviyede tatmin edecek bir forma sahip olmalıydı. Çanta yapmadan önce çok çanta ile ilişkim oldu, üçü bende iz bıraktı: Marakeş'ten gelen deri örgü sepet çantam, Kelly'm ve Portobello'dan aldığım vintage, karamel rengi krokodil çantam. Tote çantanın basitliği ve kullanışlılığı ile Rez'in karakteristik özellikleri birleşince ortaya sevilen bir karışım çıkmış oldu." İşte bu noktada dönüp Güneş'in mücevher merakına bir bakmak gerekiyor. Tasarım, objeleri, duyguları, yaşanmışlıkları ve hayalleri biriktiriyorsa Güneş de bir tasarımcı olarak senelerce mücevher biriktirmiş. Bunu da son derece naif bir şekilde yapmış. "Koleksiyonerlik bildiğim bir iş değil. Hesaplı kitaplı bir birikim değil benimkisi. Daha ziyade hayalperestliğin, belirli bir görsel haz peşinde koşmanın, aidiyet ihtiyacının biriktirmeyi ateşlemesi diyelim. Mücevherlerimi bir mantık çerçevesinde edinmiyorum. Kendim
XOXO The Mag
genelde çok iddialı ve bir o kadar da rafinedir bu mücevherler. Taklit edilemez, başka kimsenin düşünemediği detaylar vardır, müthiş göz alıcıdır, ama bir o kadar da tevazu sahibidir. Platinin hafif matlığı, incinin yamuk formları, göz yormayan ama bir o kadar da çarpıcı geometrik desenler ve daha nice özellikleriyle Doğu’dan etkilenmiş, ya da dönem mücevherleri sahibelerine müthiş bir haz verirler. Eski kapılar, camiiler, kilimler… Hepsi büyüler insanı, nefes kesici ve ihtişamlıdır ama eleştirmek isteseniz bir tane fazla renk ya da parıltı bulamazsınız. Mehry Mu için de tüm gayem, bu dengeyi çantalarıma yansıtmak. Çantalarım dikkat çeksin, farklı olsun ama aynı zamanda sade olsunlar düşüncesiyle tasarlıyorum."
takıp kullanmak kadar yan yana sermek, onları dizmek, seyretmek de bana büyük keyif ve huzur veriyor. Onlar bana ait olduğu kadar ben de onlara aitmişim gibi hissediyorum." Mutlu'nun mücevherleri, Mehry Mu için yarattığı mood board'unun da bir parçası. "İşçilikten proporsiyonlara, renklerden dokulara, kurulan bağdan birlikte yaşlanma sözüne; çantalarımın da tıpkı bir mücevher hissi vermesine uğraşıyorum. Bazıları ‘mücevher gibi çanta’yı narin, kırılgan çok şık objeler olarak düşünebilir. Benim bu sanat ve zanaatten ödünç aldığım özellik ise, mücevheri kendi algılayışım ve yaşayışımla ilintili." Unutulmuş zanaatları hatırlatmak da yapılacaklar listesinde. 2013 yazı yeni modeller ve işçiliklerle tanışacağımız bir dönem olacak. "Rez Bag'in üçüncü yazı olduğundan onu kutlamaya yönelik farklı materyaller olacak. Bunlardan birisi PVC. Yaklaşık bir senedir peşinden koştuğum altın tel sırma nakışını da sonunda ürettirmeyi başardım. Osmanlı'da çok görülen bu teknikle süslenmiş, el işçiliği oldukça fazla yeni tote'lar yaptım. Bu yaz aynı zamanda "pochette" formunda zarf çantalar koleksiyonda ön plana çıkacak. Hem Rez pochette, hem de Melo pochette modellerimizde bol renk seçeneği olacak. Bu minik çantalar gündüz Rez bag'lerin içinde gezip akşam da çanta değişimine gerek olmadan kapıldıkları gibi geceye devam edecekler! Renklere gelecek olursam da mint yeşili, soft sarı, mercan gibi tatlı renklerle mavi, gül kurusu, beyaz gibi klasiklerimiz var." Mücevherden yeniden dem vuracak olursam; koleksiyonuna dünyanın farklı yerlerinden çıkıp gelen, seyahatlerden toplanan diğer parçalar ise aynı Mehry Mu çantaları gibi ortak bir noktaya sahip: Doğu ve Batı'nın sentezi. "Çantalarımda Doğu’dan gelen unsurların yer almasına, ama onların modern kadının yaşam tarzına uymasına, ve hemen hemen her ortamda kullanılır olmasına dikkat ediyorum. Bu tasarım formülünü oluşturmamda elbette mücevher serüvenimin izi büyük. Osmanlı ve Hint mücevherine merakınız varsa, ister istemez Doğu’dan gelen dokunuşları seviyorsunuz demektir. Rus, Art Deco ve Art Nouveau mücevherler de direkt Doğu’dan gelmese bile kesişen noktalar vardır. Genel kanının aksine, karman çorman, etnik bir tasarımdan ziyade,
Güneş'in evli, çocuklu ve yaratıcılığını işe dönüştürmeyi başarmış bir kadın oluşu dışarıdan bakanlara çok kolay gözüken, dolayısıyla bu soruyu klişeleştiren bir durum. Anne ve iş kadını aynı cümleye sığıyor ama hayata sığıyor mu? O denklem nasıl yürüyor? "Oğlum hayatımın merkezi, dolayısıyla önceliğim. Muhteşem planlamalar yapabilen, hayatı eşit zaman dilimlerine bölebilen bir süper kadın değilim. Hayatımı evliliğim, çocuğum, arkadaşlarım, ailem ve işim diye ayrılmış bir şirket, beni de CEO’su olarak düşünecek olursak, ben oldukça duygusal bir CEO’yum! Ama bu şirket bir şekilde yürüyor. Büyük resmi görmeye çalışıyorum ve onu kendime kerteriz alıyorum. Benim resmimde oğlum “Gel!” dediğinde uçup gelecek, ulaşılabilir bir anne ile büyümeli. Bu resimde arkadaşlarımla ettiğim sınırsız sohbetler, babaanneme ayırdığım vakit, kocamla çıktığım kaçamak seyahatler de var. Ve tabii ki üretkenliğim, yani işim var. Kendimi bildim bileli bir şeyler yaratma ve onları büyütme savaşım var benim. Rahat olma arzumun yanında mükemmeliyetçiliğin getirdiği huzursuzluk ve onun bitmeyen ittirici gücü var üzerimde." Sonuç ise hikayenin kendisi gibi gayet net gün yüzüne çıkıyor; "Kısacası, sürekli ‘büyük resmi gör’ telkiniyle devam eden, kah keyifli kah stresli bir iç savaş halinde yürüyor benim dünyam!" 147
ART
Sanatçılar ve ‘Muse’ları
Dokunulmaz İdealden Dünyevi İlhamlara yazı seda niğbolu illüstrasyon güneş engin
İlham perisi, sanat tanrıçası, şiir tanrıçası... Kelimenin Türkçe karşılığını bulmak çok da kolay değil. ‘Muse’ların tarih boyunca üstlendikleri ya da onlara yüklenilen rollere bakınca hepsinde bir şeyler eksik kalıyor. İlham perisi fazla dolaylı ve pasif, sanat tanrıçası fazla tarihi ve kutsal. Yalnızca eserlere konu olan ‘modeller’ ise hiç değiller. ‘Muse’lar antik zamanlardan bu yana pek çok sanatçının yaratıcılığını doğrudan etkilemiş ve hatta işlerinin merkezi ya da temeli olabilmiş kişiler. Yeni bir eser ortaya çıkarmak için duygusal, zihinsel ya da fiziksel varlıklarına ihtiyaç duyulanlar... Aslında konu yaratıcılığı tetiklemekse bir kadın, hatta bir insan olmalarına bile gerek yok ama erkeğin dehası üzerine kurulu bir sanat ortamının ‘muse’ kavramını kadın olmakla eşitleyen bir portre ortaya çıkarması doğal. Sözcük Yunan mitolojisinden geliyor aslen. Yunan Tanrıları Zeus ve Mnemosyne’nin dokuz kızının, yani dokuz ‘muse’un her biri danstan, komedyaya, astronomiden tarihe bilim ve sanatın farklı alanlarının tanrıçası ve sevdikleri erkeği ilhamları ve bilgileriyle kutsuyorlar. O dönemden bu yana görünmez bir ideal ve platonik aşktan, sevgili, metres ya da sadece ilham kaynağına, türlü türlü şekillerde karşımıza çıktı muse’lar. Bugün görsel sanatlarla birlikte ansak da hepsinin başında şiir ve edebiyat vardı. Homeros ‘Odyssey’, Virgil’se ‘Aeneid’ ile andı tanrısal ilham perilerinin adını. 14. yüzyıla gelince Dante ‘İlahi Komedya’ ile dokuz ‘muse’u alıp dünyevi gerçekliğin ve Hristiyanlığın idealleriyle değiştirdi. Floransa sokaklarında rastladığı Beatrice Portinari isimli biz kızdı ona hikayesini kazandıran. 20 yaşında öldüğünde onun hem yol göstericisi hem de
asla dokunamadığı ulaşılmaz idealiydi. Yazarlar ve şairler ilerleyen dönemlerde ilhamlarını daha çok ‘kötü alışkanlıklarda’ ve bohem yaşam biçimlerinde ararken ‘muse’ kavramı resmin hayatımıza girmesiyle başka bir boyut kazandı. Farklı dönemlerde farklı yaratıcı İlİşkİler Kadın figürlerini erkek bedeninden ilham alarak çizen ressamlar Rönesans İtalya’sıyla birlikte dönüşüm geçirince, cennetten inme ‘muse’ların yerini kanlı canlı insanlar aldı. 1486 doğumlu İtalyan ressam Andrea del Sarto çizdiği tüm kadınları, talepleri ve kıskançlıklarıyla onu felakete sürüklese de, mükemmelliği karşısında hep affettiği Lucrezia’ya benzetmeye çabaladı. Gerçek ‘muse’larla olan sanatsal ya da duygusal ilişki ileriki yüzyıllarda da her zaman cinsellik içermiyordu. Klimt’in ‘muse’u ve hayat arkadaşı Emilie Flöge söylentilere göre bakire olarak ölmüş. Klimt onu dışarıda kendi tasarımı giysilerle yanında gezdirirken başka kadınlarla yatmayı tercih ediyormuş. Ne de olsa amaç bedenden önce zihni ve duyguları canlandırmak. 20. yüzyıla damga vuran ‘muse’larsa bundan da ileride fiziksel varlıklarının yanında cinsel özgürlükleri ve yeni bakış açıları yaratan sanatsal yönlendirmeleriyle oradalar. Georgia O'Keeffe, Alfred Stieglitz’in fotoğraflarına sadece konu olmamış yön de vermiş. Dali’nin kendi onayıyla başka sanatçılarla kaçamaklar yaşayan eşi Gala öldüğünde Dali’nin yaratıcı kaynağı da tükenmiş. Daha yakın zamanlara geldiğimizde Patti Smith ve Robert Mapplethorpe gibi iki tarafın da sanatçı/yaratıcı olduğu birliktelikler ya da Yoko Ono & John
XOXO The Mag
veriyor. Terry Richardson, Juergen Teller, Hedi Slimane gibi isimlerin kimi fotoğrafladıklarına bakmak bile yeterli. Sky Ferreira, Lady Gaga, Frances Bean Cobain gibi isimler ardı ardına dizilirken ‘muse’ kelimesi ‘it-girl’ veya modelle karışmaya başlıyor. Ryan McGinley’nin fotoğraflarına, John Currin’in resimlerine, Marc Jacobs’ın tasarımlarına model olan 20 yaşındaki Coco Young yeni kuşakta ‘muse’ olarak anılan isimlerden. Chloë Sevigny ve Tilda Swinton gibi, -pek çok modacı, fotoğrafçı ve yönetmenin çalışmaya can attığı- etki alanları geniş isimlere ‘muse’ deniyor. İlişkiden ilham ve yaratıcılık çıkarmanın yerini, sanatçı ya da modelin karizmasından faydalanmak alıyor.
Lennon gibi karşılıklı ‘muse’ ilişkileri karşımıza daha çok çıkmaya başlıyor. Bugün artık ‘muse’ kavramından pek söz açılmıyor. Açıldığındaysa ondan anladığımız şey farklı. İlham perileri, yaratıcı güçler yine var ama iki kişi arasındaki bire bir ilişkiden doğan ‘muse’-sanatçı ilişkisinin yerini bireysel varoluşlar ve eşitlik arayışı aldı. Birinin hayal gücünü tetiklemek, onun eserinin çıkış noktası olmak yeterli değil. Sanatçı çiftler var artık daha çok, sanat eserlerine konu olmaktan çıkıp eser yaratıcısı olan kadınlar. Feminizmin, kadının objeleştirilmesine karşı sürdürdüğü direniş ‘muse’ kavramının sadece kadın odaklı görülmesinin önünde duruyor. Video, sinema gibi alanlara, durağan resimlerden öte hikaye anlatımına bakınca ‘muse’-yönetmen ilişkisinin kadınlarla sınırlı kalmadığını, iki taraf da sanatsal sürece dahil olduğundan daha çok yaratıcı bir ortaklık gibi görüldüğünü anlıyoruz. Anna Karina-Jean Luc Godard, Diane KeatonWoody Allen, Uma Thurman-Quentin Tarantino, Laura Dern-David Lynch gibi ikililerin yanında Wes Anderson-Bill Murray, Scorsese-De Niro, Kinski-Herzog gibi erkek ikililer de yerini alıyor.
Bugün belki kelimenin gerçek anlamıyla ‘muse’ olarak anılabilecek son kişi Kate Moss. Evet o da yüzlerce kişi tarafından yorumlandı, son yüzyılda bu kadar resmedilen başka bir kadın daha olmadı, ama popüler bir figür olarak etkisi sunduğu estetikten öteye giderek, birlikte çalıştığı insanlara yeni bakış açıları, yeni sorular sundu. Hem içinde bulunduğu zamanı yansıtan hem de ona başkaldıran duruşuyla, abartısızlığına rağmen ikon haline gelişiyle Banksy’den Juergen Teller’e, altından heykelini yapan Marc Quinn’den onu hamileyken resmeden Lucian Freud’a, çok kişiye ilham verdi Moss. Yarattığı fenomenin pop kültür üzerindeki etkisi bir model olarak önemini aştı.
Herkese mal olmuş esİn kaynakları Celebrity tutkunu 21. yüzyılın ‘muse’ları tek bir sanatçıya değil herkese mal olmuş modeller, oyuncular, sahne insanları… Süreç, yaratıcılığı tetiklemelerinden çok personalarından bir şey kapma arzusu üzerinde ilerliyor. Ne de olsa yeni yaratılar, akımlar ve orijinallikten ziyade türler arası geçiş ve göndermeler önemli bugün. M.I.A., Lady Gaga gibi isimler modacılara, fotoğrafçılara ilham
Sanatçı ve ‘muse’larının yaratıcılık, sahiplenme ve ilham alıp-verme üzerine kurulu ilişkilerinin yol açtığı hikayeler, hele ki işin içine duygusal ilişkiler de dahil olduğunda çok sayıda tuhaflık ya da dram barındırıyor. 149
Jeff Koons – Ilona Staller (La Cicciolina) Manet, ilham perisi Victorine Meurent’ı bir fahişe olarak resmettiği Olympia’yı Paris’te 1865 yılında ilk sergilendiğinde kopan gürültünün yanında hiç kalır ama çağdaş sanatın en popüler isimlerinden Jeff Koons’un bir zamanlarki karısı La Cicciolina ile gerçekleştirdiği ‘Made in Heaven’ projesinin (20 yıl önce ilk kez sergilendiği) Venedik Bienali’nde yarattığı şok etkisi de büyük. Serideki heykeller ve fotoğraflar İtalyan porno yıldızı ve parlamento üyesi La Cicciolina’yı Koons ile çeşitli seks pozisyonlarında gösteriyordu. Göğüslerini açarak verdiği konuşmalar, kurduğu Aşk Partisi ve Saddam Hüseyin’e barış karşılığında seks teklif etmesiyle akıllardan çıkmayan La Cicciolina, Koons ile evlilikleri yürümeyince oğluyla İtalya’ya gitti ve velayet hakkıyla ilgili sancılı bir süreç başladı. Velayeti sonunda kazanan Koons olsa da, oğlu Ludwig annesi ile İtalya’da kaldı. Francis Bacon – George Dyer Sanatçılar ve ‘muse’lar söz konusu olduğunda erkeklerden bahsedilmiyor ama sanat tarihinde ilhamını erkeklerden alan tek büyük isim 30 yıl boyunca “küçük şeytan” lakaplı Gian Giacom ile yaşayan Lenardo Da Vinci değildi. Francis Bacon evine giren hırsız George Dyer’la kurduğu ilişki sonrasında en çarpıcı soyut işlerini ortaya çıkardı. Bacon ve arkadaşlarının aylak Dyer’a karşı zalim ve aşağılayıcı davranışları ve ikilinin yıpratıcı alkolizmi eşliğinde sürüp giden, nihayetinde Dyer’ın Bacon’ın stüdyosuna ot yerleştirip onu polislere yakalatmasına kadar uzanan skandallarla dolu bir ilişki çıktı ortaya. Dyer, Bacon’ın 1971 tarihli büyük Paris retrospektifinin açılışına iki gün kala intihar ederek sanatçıyı büyük bir suçluluk duygusuyla baş başa bıraktı. David LaChapelle – Amanda Lepore Henüz gençlik yıllarında kadın olmaya karar verip cerrahi süreçlerden geçen model, moda ikonu ve şarkıcı Amanda Lepore’un
Pamela Anderson’la birlikte ilham kaynağı olduğu David LaChapelle ile tanışması 2000 yılında New York’taki Bowery Bar’da gerçekleşti. Terry Richardson dahil pek çok isimle çalışan Lepore, New York yeraltı camiasının en bilinen isimlerinden biri olarak Swatch, M.A.C., Heatherette gibi markalarla çalışmış olsa da uluslararası alandaki ününü LaChapelle’e borçlu. Andy Warhol – Edie Sedgwick Oyuncu, model ve zengin bir ailenin kızı olan Sedgwick intihar, akıl hastalıkları ve tacizle dolu bir aile geçmişinin sonrasında şansı Andy Warhol’un Factory’sinde bulmuştu. Warhol’un filmlerinde rol aldı, tüm partilerde onunla boy göstererek bugünkü anlamıyla gerçek bir ‘it-girl’e dönüştü. Warhol’a o kadar yakındı ki sırf onun peruklarına uysun diye kahverengi saçlarını sarıya boyadı. Arkadaşlıkları bittiğinde onun hayatını da tüketen Warhol, Sedgwick’e o zamanlarki sevgilisi Bob Dylan’ın Sara Lownds ile gizlice evlendiğini söyleyerek kalbini geri dönülmez şekilde kırdı. Son senelerini hastanelerde ve uyuşturucularla geçiren Sedgwick’in, Bob Dylan’ın ‘Like A Rolling Stone’uyla, The Velvet Underground’ın ‘Femme Fatale’ine konu olmuş hayatı 28 yaşında sona erdi. Man Ray – Kiki de Montparnasse Henüz 14 yaşında heykeltraşlara çıplak modellik yapmaya başlayan Alice Ernestine Prine, hem model hem de bohem kimliğiyle Paris Montparnasse sanat çevrelerinde ün kazanıp Chaime Soutine, Moise Kisling ve Jean Cocteau gibi isimlerin ‘muse’u oldu, ama en çalkantılı ilişkisini 20’li yıllarda onun yüzlerce portresini yapan Man Ray ile yaşadı. Aynı zamanda bir ressam, kabare sanatçısı ve şarkıcı olan Montparnasse Kraliçesi, Picasso, Tzara, Bréton, Matisse, Léger, Mirò, Buñuel, Hemingway, Fitzgerald gibi pek çok ismin dahil olduğu hızlı ve renkli bir hayat yaşadı. İçki, uyuşturucu ikilisi tarafından sonu geldiğinde, sadece sanatçılara değil, kadın özgürleşmesine de ilham veren bir hayatı geride bıraktı.
XOXO The Mag
Fashıon follows functıon A Classic Nordic Tale yazı ceren palaz
En dayanıklı ve en hafif gemilerin mimarları kabul edilen Vikingler ile, 1886’da kadınlar için korsesiz, salaş ve rahat bir elbise modeli yaratan, İsveç’in dünyaca ünlü ilk moda tasarımcısı Augusta Lundin arasında kolayca seçilen bir akrabalık var. Anlaşılan, Kuzey coğrafyasının insanı, çok gurur duyduğu ince işçiliğini kullanmak için çoğunlukla estetikten daha yüce bir sebebe ihtiyaç duyuyor. İşe bakın ki, bu da sahiciliğin giderek daha çok önem kazandığı moda arenasında, İskandinav coğrafyasına büyük bir avantaj sağlıyor. Son yirmi senede özellikle İsveç ve Danimarka’dan çıkıp dünyanın dikkatini üzerine çeken pek çok moda tasarımcısına rastlar olduk. Bu, kimine göre “nerd” olmanın cazip sayıldığı bir dönemin doğal sonucu. Kimine göre ise, İtalyan ve Fransız modaevlerinin ihtişam fışkıran tasarımları, yüksek sesli ve grafik odaklı Amerikan markaları ve İngiltere’nin eklektik ve deneysel moda anlayışından sonra nihayet sırası gelmiş olan taze ve temiz bir nefes. Noir’ın tasarımcısı Peter Ingwersen’e göre Kuzey modasının DNA’sında etik değerler, eşitlik ve yüksek kalite bulunuyor. Belirgin sınıfların olmadığı bir toplumda, moda anlayışı ne iddialı bir gösterişe alet oluyor ne de ucuz ve geçici heveslere. “Less is more” felsefesini benimseyip ayrıntılara önem veren tasarımcılar, logolarının arka planda kalmasını hiç dert etmiyorlar. Tasarımların odağını, fonksiyon, pratiklik ve yüksek kalite gibi temel özellikler oluşturuyor.
Diana Orving Profesyonel bir dansçı olmanın hayalini kurarken, bir yandan da kendi tasarlayıp diktiği giysileri küçük butiklere veren 15 yaşındaki kız çocuğu, Stockholm’ün sıkıcılığından kurtulmak için edindiği bu hobiyi bu kadar ileri götürmeyi düşünmüyormuş aslında. Ama dans perileri dizlerini incitirken, küçük butiklerin ziyaretçileri ismini medyaya taşıyınca, Orving için işler haliyle değişmiş; ilk koleksiyonunu 2007’de çıkardığında, çizgisindeki ayırıcı nitelikler de dökülmüş ortaya. Kağıt değil de insan üzerinde çalışmaktaki ısrarı, tüm bu nitelikler konusunda bir ipucu veriyor belki de. İlhamını danstan ve insan bedeninin devinimlerinden alan modeller, farklı kadınların bedenlerine göre şekillenip değişen, ve onları hareket etmeye teşvik eden bir esnekliğe kavuşuyor Orving’in elinde. En çok da, haute couture’ün güvenilir sınırlarında görmeye alıştığımız drape tekniğini hazır giyime taşımasıyla gönülleri fethediyor bu kadın. Doğaçlama ile yarattığı ve giyildiği ana kadar neye benzeyeceği pek de öngörülemeyen drapeler ve hacimli kesimler, podyumdan çok gerçek hayatta hakkı verilecek şık bir rahatlık sunuyor.
BLK DNM İtalya’nın en yenilikçi ve yaratıcı denim markası Diesel’in pazarlama müdürü olmak yeterince tatmin etmemiş olacak ki, Johan Lindeberg motosikletinin üstünde Avrupa’yı gezerken kendisini sınırlamadan yansıtabileceği bir modaevinin hayaline düştü. 1996’da reklamcılık kariyerini bir kenara bırakıp yoktan yarattığı J.Lindeberg, sürekli gelişen golf ve kayak koleksiyonları ile dikkatleri hemen üzerine çekti. Aynı dönemde PGA golf turnuvasında ödülünü almaya çıkan şampiyonun pembe chino’larından da elbette Johan Lindeberg sorumluydu. Yaşam stili odaklı bir moda markası olup çıktı J.Lindeberg, ama bu, Brad Pitt’in Altın Küre'lerdeki tercihi olmasını da engellemedi. Bay Lindeberg’in son markası BLK DNM ise, deri ceketleri, sımsıkı kotları ve bir Lindeberg klasiği olan fularları ile rüzgara meydan okumak için gereken her şeyi, İsveç gökyüzünün karanlık gri renklerine bürüyor. İster Diesel’in asıl adamı olsun, ister Justin Timberlake’in stilistliğini yapsın, Johan Lindeberg kendiyle baş başa kaldığı anda spor odaklı moda anlayışını geliştirmenin yeni yollarını aramaya başlıyor.
Filippa K Defilelerinin sonunda sahneye çıkmaktan nefret eden bir tasarımcı Filippa Knutsson. Sahne korkusu filan yok, sadece bunu mesleğinin gerçek bir parçası olarak görmüyor ve zaten kumaş fuarlarını da moda gösterilerine yeğliyor. Kendi işlevi konusunda böylesine farkındalık sahibi bir kadının elinden çıkan tasarımların sadeliğine ve konforuna şaşmamak gerek. İlk günden bu yana doğadan esinlenen renkleri ve spor detaylarıyla dikkat çeken koleksiyonların en şatafatlı parçaları bile, yemyeşil bir golf sahasında ahenkle salınabilir sanki. Filippa K’nin özünü yansıtan yan markası Soft Sport ise yoga, pilates ve uzun seyahatler için özel olarak hazırlanan bir giyim yelpazesine sahip. Soft Sport için özenle seçilen high tech kumaşlar, kaşmir, yün ve kotonla birleşerek nemi emen ve kolayca kuruyan dokular oluşturuyor. Modern insanın en büyük lüksü kendine ve dinlenmeye zaman ayırmak. Filippa Knutsson’ın lüks anlayışı da bu zamanı olabildiğince kaliteli ve şık geçirmekten geçiyor.
153
MINIMARKET İsveç’in son yıllarda en çok ses getiren markalarından Minimarket, 2006 yılında üç kız kardeşin işlettiği bir mağaza olarak başladı hayatına. Kendilerini kısa boylu, dalgalı saçlı, uyumlu kadınlar olarak tarif eden Sofie, Pernilla ve Jennifer, tasarımlarının ne kadar popüler olduğunu fark edince, kısa sürede kendi markalarını yarattılar. Alışılmış Kuzey tarzından farklı olarak bazen oldukça renkli ve çoğu zaman ucundan kıyısından mizahi bir yanı olan tasarımları, ana topraklarında hemen benimsendi. Çünkü Elvestedt kardeşler, pratikliğin ve abartının dengesini tutturmayı amaç edinmişti. Konfora tanıdıkları öncelik, adeta tasarımlarının ruhuna da yansıdı bu kadınların. Öyle ki, kırmızı başlıklı kızın pelerinini yorumladıklarında bile, maskeli baloya değil, şehrin sokaklarına ait bir parça çıkıverdi ortaya. Şimdilerde erkek giyimine de el atmaları konusundaki yoğun talepleri değerlendiredursunlar, rahat yaşam tarzında uçukluğun da bir miktar yeri olduğunu kanıtlayarak koca bir boşluğu doldurdular bile.
NORRBACK Finlandiya doğumlu ve İsveç asıllı tasarımcı Camilla Norrback, günlük hayatta kolaylıkla kullanılabilecek modern giysilere, onları vazgeçilmez kılacak küçük dokunuşlar ekleme amacıyla işe koyuluyor. İlhamını doğadan alan şekil ve desenlerin nostaljik elementlerle birleşmesiyle, Norrback markasının zamana meydan okuyan tarzı ortaya çıkıyor. Ama Camilla’ya göre zamana meydan okuması gereken başka şeyler de var: giysilerin kalitesi, giyen insanın sağlığı ve doğanın kendisi. “Ecoluxury”, bu retro-romantik zarafetin doğaya duyarlı sunumu için Camilla Norrback’in kullandığı ifade. Norrback, kumaş seçimlerinden tasarım ve üretim sürecine kadar, çevresel sürdürülebilirlik felsefesine sadık kalıyor. Organik dokumalar, pigmentlerin yeraltı suyuna karışmasını önleyen yöntemlerle boyanıyor ve kullanıcıya zehirli kimyasallardan arınmış şekilde ulaşıyor. Bir Norrback elbise, sağlam zanaatıyla uzun süreli bir yatırım olmanın yanı sıra, sahibine hem şıklık hem de rahat bir vicdan vadediyor.
XOXO The Mag
155
Alterwear photographer mehmet erzincan styling ece candan make–up gülüm erzincan hair ibrahim zengin photography assistant sinan erol styling assistant esma merve özçelik light&equipment ali ihsan haykır/digioneplus studio close-up model marina/new models
elbise elif cığızoğlu/room çorap falke ayakkabı saint laurent/beymen
bßstiyer zeynep tosun body else lingerie pelerin saint laurent/beymen çorap penti
dantel body eres ceket h&m etek zeynep tosun çorap penti ayakkabı elif cığızoğlu/room
sßtyen agent provocateur elbise bcbg max azria etek beymen çorap calzedonia
sütyen eres büstiyer dilek hanif küpe gazzas ceket elif cığızoğlu/room etek nazlı bozdağ/building
straplez tulum dilek hanif yelek zeynep tosun etek nazlÄą bozdaÄ&#x;/selfestate kemer stylist'e ait kolye batya kebudi/atelier 55 çorap calzedonia
bluz lanvin/beymen yelek h&m kßlot else lingerie çorap falke
s端tyen else lingerie etek lanvin/beymen kolye h&m
BRIEFS
Patron XO Cafe Silver, Anejo, Reposado, Platinum ve Gran Burdeus çeşitlerine aşina olduğunuz Patron Tequila, kahve çekirdeğinin derinliklerine indi ve mavi Weber Agav bitkisiyle 24 yıllık ustalığını birleştirdi. Ortaya çıkan lezzet, çikolata ve vanilya aromalarıyla tatlanan birçok likörün aksine yoğun şeker tadından uzak ve sek. Geri dönüşümlü şişeleri ve mantar kapaklarıyla kahve tecrübenizi bir adım öteye geçirecek tekila için elinizdeki limonu ve tuzu sakince masaya bırakın ve buzlu bir bardakla şişeye yaklaşın.
A new PharAoh rises Lisa Sadoughi, namıdiğer Lele, hafızanızın derinliklerine attığınız birçok mücevherin ardında gizlenen bir tasarımcı. Neiman Marcus’tan Banana Republic’e, Anthropologie’den Club Monaco’ya dolaşan tasarımları 2006 yılında J.Crew ‘un kıyafetlerini taçlandırmak için duruldu. Yolculukları sonunda kendi markasını yaratma kararı alan Lisa, halihazırda diğer markalara da destek vermekten geri kalmıyor ve Tory Burch’ün tasarım direktörlüğünü de eşzamanlı yürütüyor. Lele’yi sayfalarımıza taşıma nedenimize gelirsek; İlkbahar – Yaz 2013 sezonunda markası Lele Sadoughi için hazırladığı koleksiyonu aradığımız cevap olacak. Mısır’ın firavunlarına art deco bir kadrajdan bakan tasarımları, Jane Cowl’dan Vivian Leigh’in Kleopatra’ya can veren karakterlerine de selam ediyor. Claudette Colbert’in Kleopatra’sı gibi hissetmek istediğiniz anlarda, modern güdülerinize yenik düştüğünüzde bile üzerinizden düşürmeyeceğiniz tasarımlar vintage ve modern kavramlarını kesiştiren bir baladı andırıyor.
Riri Loves M.A.C Sanatçılar, ünlüler, şarkıcılar ve hatta kuklalarla yaptığı iş birlikleriyle her sezon makyaj çantamıza sızmayı başaran M.A.C’in bu seferki kozu Rihanna. Bir kerelik iş birlikleriyle bir bulduğumuzu bin aramamıza sebep marka, bu seferki ilişkisini uzun süreli tutacağını belirterek merak unsurunu da baharat olarak eklemeyi ihmal etmedi. 31 parçalık ilk koleksiyonun favori parçası Riri Woo ruj ve takma kirpiklerin yerini şimdiden açmakta ve bir öncekilerin Riri’den eksiği neydi diye düşünmekte serbestsiniz.
Sıradan İnsanlar İçİn Sıradan Fİlmler Kİtabı Les 400 Coups, Le Dernier Métro, Jules et Jim, Fahrenheit 451 ve dahası... Refleksif bir düşünce ampulü belirdi bile başınızın üzerinde ve ampulü aydınlatan enerji François Truffaut’dan başkası değil. Sıradan insanlar için sıradan filmler çektiğini söyleyen mütevazı Truffaut, 50'li yılların ikinci yarısında Fransız sinemasına damgasını vuran Nouvelle Vague’ın en büyük temsilcisi olmakla kalmayıp, film karelerinden raflarımıza taşınıyor bu kez. Film sahnelerinden alıntılanmış 100’ün üzerinde fotoğraf, Truffaut’nun kariyerinden alıntılar ve arşivinden elde edilen görüntüler ve Truffaut sineması hakkında daha nicesini bulabileceğiniz, ‘François Truffaut -The Complete Films’ TASCHEN yayınevinden çıkıyor. Sinefil kütüphanelerinde gerekli yer şimdiden açılmış olmalı.
The Girl Moda haftalarının sadece defile ve tasarımcı odaklı olduğu yıllar tarihin siyah beyaz sayfalarına gömülmüşken renk cümbüşü kıyafetleriyle Michelle Harper beliriyor sayfalarımızda. Çocukluğundan beri yarattığı fantezi dünyasında kıyafet alışkanlıklarını deneyimleyen girişimci ve marka danışmanı yetişkin hayatında da moda dünyasının fantezi karakteri olarak karşımıza çıkıyor. Moda haftalarında yüzünü ve kıyafetlerini görmezsek eksikliğini hissedeceğimiz sokak modası öncülerinden Harper’ı radarınızda tutabilir ve sıkıcı kıyafetlerinizden Michelle önderliğinde kurtulabilirsiniz.
Where DO Chefs Eat? Kitap almak için girdiğiniz kitapçıda birden midenizden isyankar seslerin yükselmesiyle irkildiniz. Duyan oldu mu diye utangaç gözlerle etrafınızı süzerken midenize cevap veren kitapla göz göze geldiniz. Where Chefs Eat: A Guide to Chefs' Favourite Restaurants, dünya klasmanında şeflerin yakın arkadaşınız olduğu yanılsamasıyla sizi dünyanın dört bir yanında gidilmesi gereken restoranlarda ağırlıyor. Ayaküstü atıştırmalıklardan pahalı restoranlara, sabah kahvaltılarından kahve içmeye kadar günün her saati gidebileceğiniz şeflerden onaylı lokasyonlar arasında İstanbul da bulunuyor. Evinizden birkaç kilometre ötedeki tatlardan kıtalar arası lezzet duraklarına gitmek için kitaptaki haritaları takip edin.
Diptyque Rose Duet 34 Boulevard SaintGermain’de ayaklarınızın kontrolünüz dışında ilerlediği Diptyque, hybrid gülden aldığı özü taneli meyvelerle birleştirip 'limited edition' bir muma imza attı. Pembe kutusunun romantizmine aldanmamanız için
gerekli uyarımızı yapıp, ateşle buluştuğu anda sizi karanlık tarafa çağıran kokusuna teslim olacağınızı şimdiden bildirelim. Rose Duet’te ikonik kokularını harmanlandığı parfüm ve mum ustası, şairane duyguları 190 gramlık bir kutuda paketlemiş.
Goldcoast Brock Harris kendini, kıran döken, yıkan biri olarak tarif ededursun biz şimdilik onun sadece sınırları yıktığını düşünüyoruz. Keza yeni sezonda Goldcoast için ürettiği kaykaylar sizde de aynı etkiyi bırakacak. BMW ve Bauhaus tasarımlarından ilham alarak yarattığı Pressure serisi özel tasarımıyla istikrarlı bir kontrol sağlıyor. Valve serisinde ise San Francisco’nun ulusal parklarından ilham alarak kusursuz kaykayın arayışına çıkıyor. Başarıp başaramadığı sorusunun cevabı ise sizin keşfinizin ardından belli olacak.
165
Çok Gezen Mİ Bİlİr? Free People'ın yeni kampanyasının ismi ''Like A Rolling Stone''. Konusunu reklamın sloganı gayet iyi yansıtıyor. Reklam ve slogan kelimelerini kullanıyor olsak da, Free People'ın ruhu söz konusu. Bohem ve rahat elbiseler, örgü etekler ve etnik bir sürü baskılar elbette ki yine bu ruhun mihenk taşları arasında. Kampanyanın yüzü ise Elsa Hosk. Kışın son kozlarını oynadığı bugünlerde, Free People'ın fotoğraflarına bakmak bile festival denen şeyin insanın kalbinde ne kadar değerli olduğunu hissettiriyor. ''Koşun, gidiyoruz'' diyemesek de, 70'leri anıp, Rolling Stones dinlemenizi önerebiliriz.
SuperDuper İlkbahar-Yaz sezonunun başımıza getireceklerinden ziyade, şapkanın gardıroplarında hep ayrı bir yeri olanlara, dozunda absürdlüğüyle klasik dokunuşlar vadediyor SuperDuper Handmade Hats. Hasır şapkaların saatlerce süren el işiyle, ham maddeden orijinal tasarımlara dönüşümünde tek bir şart var: Yaratıcılarının içlerine sinmeleri ve beğenileceklerine canı gönülden inanabilmeleri. Kitlesel üretimin kaosunda atölyesinden fırlayan koleksiyondan şapka kutunuza gerekli transferleri yapmak için ayarlamalara başlayabilirsiniz.
Hayat Çİzgİlerle Güzel Milano’dan Şangay’a yolculuğunda Charles Philip çizgili gömleklere duyduğu hayranlığını bir sonraki seviyeye çıkarma kararı alırken kesin kararı verir: Eğer içinde daha çok çizgi olsaydı dünya daha güzel bir yer olurdu. Çizgilerini dünyayı güzelleştirmek için kullanan Charles’ın ilk ayakkabısı da böyle doğar. Yeni damat terliği modeline eklenen elegansı içinizde hissettiğinize ve bu yaz ayağınızdan eksik etmeyeceğinize eminiz.
‘Home Made’ Cookie 1 yumurtayı 125 gram yağ, 30 gram şeker ve 155 gram unla karıştırıp kulak memesi kıvamına getirdikten sonra küçük toplar halinde yuvarlayın. Fırına vermeden önce birkaç dakikanızı alacağız. Suck UK’in kurabiye damgalarıyla önce ev yapımı olduğunu belirtmeniz gerekiyor.
Who Ya Gonna Call Hayaletlerin en büyük korkularımız arasında liste başına oynadığı yıllarda Moore Street Manhattan’daki yerleşkesiyle 3 parapsikoloji profesörü, kahramanlarımızdan ayakları en yere basanlarıydı. Tam teşekküllü bir itfaiye olan merkez binaları şimdi Lego bloklarıyla parmaklarınızın maharetine emanet. Nike’a tasarımlar yapmaya ara verip boş zamanlarını Lego parçaları tasarlamaya adayan Orion Pax’in 80’lere olan obsesyonunun ürünü Lego Ghostbusters Headquarters için parmaklarınızı hazırlayın.
XOXO The Mag
Futuristic Vintage Marilyn’in gözünden düşürmediği gözlüklerine avangard bir pencereden bakan Thierry Lasry, Fransız el işçiliğiyle İtalyan kalitesini harmanlıyor. Gözlük saplarındaki koca logoları unutun, Lasry’nin alametifarikası yaratıcılığı ve kalitesi. Dita Von Teese’in markanın müdavimi olmasına şaşırmayacağınızı tahmin ederek birkaç referans daha verme gerekliliği içerisinde sıralayalım; Madonna, Rihanna, Eva Mendes, Jessica Alba, Alessandra Ambrosio, Lindsay Lohan, Anne Hathaway, Nichole Richie ve Alicia Keys de zaman zaman hayata Thierry Lasry’nin penceresinden bakıyor. Woouf! 2008 yılında Barselona’da multidisipliner bir tasarım ofisi olarak hayatına başlayan Woouf! ile sayfalarımızın kesişmesi 2013 İlkbahar-Yaz sezonu için tasarladıkları pufları lanse ettikleri zamanlara denk geliyor. Net bir amaca –farklılık yaratmak- hizmet eden tasarımları inovasyon ve yaratıcılığı tek bir kapta yoğuruyor. Müzik dinleme anlayışınızı değiştirecek pufların beyanatı ise: “Without music life would be a mistake.” Want! Çanta taşımanın cinsiyet ayrımı tanımadığı zamanlarda, omuz ve kol ağrılarından muzdarip kaslar “Ya çantan, ya ben” resti çekerken, rahat alternatifler arayışınıza WANT Les Essentiels’den iadeli taahhütlü cevap geldi. Kastrup koleksiyonuna eklediği yeni seri ile şık ve fonksiyonellik arasındaki ince çizgide bir cambaz misali.
Yazın rengİ Mavİ’dİr. 2013 İlkbahar-Yaz koleksiyonunda en renkli jean’leri de menüsüne ekleyen Mavi, 100’ü aşkın yıkama ve kesim tekniğiyle mükemmel jean’i bulma hedefine ara vermeden devam ediyor. Atlantik Okyanusu kıyılarından topladığı desenleri çantasında İstanbul’a getirirken Akdeniz havasını da karışıma ekleyen Mavi, rengarenk bir koleksiyon vadediyor. İçinizdeki bohemi zincirlerinden kurtarıp, her ruh haline gün aşırı bürünüp, şehrin sınırlarında gezgin hayatına hazırlanın.
167
Dünyanın Ekstrem Çekİm Kuvvetİ Inez van Lamsweerde ve Vinoodh Matadin'in birlikte yarattıkları fantezi dünyasının esrarengizliğini, komikliğini, hikayelerinin gücünü, pop art bağlantısını ve sanat tarihi nüanslarını vazgeçmedikleri fetişleriyle birlikte en son 'Pretty Much Everything' kitabında bir bütün halinde görmüştük. Yetenekli ikili, pek çok moda markası ve dergisiyle yaptığı iş birliklerinde farklılıklarını fotoğraflarına yaptıkları dijital dokunuşlarla kabul ettirmişlerdi. Inez ve Vinoodh, insanın türlü hallerini güzel ile tuhaf olanı birbirine yakıştırarak ortaya çıkarmayı seven sanatçılardan. Paris'teki Gagosian Gallery'de düzenlenen ilk sergilerinde de taşıdıkları bu belirgin sanat kimliğinin ışıltıları yine ön planda. Lady Gaga'nın bir başka benliği olan Jo Calderone, üç kafalı LucyFer ve çiçek fotoğrafları, 9 Mart'a kadar gösterimde kalacak sergide yer alan çalışmalardan sadece birkaçı. Kısacası, ''sergide olan işlerin en bariz ortak özellikleri Inez & Vinoodh'a ait olmalarıdır'' dersek, siz bizi anlarsınız.
Kültürel Klİşeler Klişelerden kaçma çabasında takılıp yine klişelerin tuzağına düşülen döngüden ‘kaçma yüzleş’ politikasına yakınlaşan bir kitap serisi Penguin Phrasebooks. Angus Hyland ve Zara Moore’un ekibiyle geliştirdikleri 1968 basımı kitabın yeni edisyonu, yeni kapak tasarımlarıyla huzurlarınızda. ‘Klişe’ şehir kılavuzu, çıkabilecek her türlü aplikasyona ve teknolojinin akıl çelen gelişmelerine karşın kağıt kokusu üzerinde bir kitabı elinde taşımayı seçenler klanından Almanca, İspanyolca, İtalyanca ve Fransızca yayınlanan kitabın her edisyonu için gerekli alanı açtık ve seyahat planlarımızı yaptık.
XOXO The Mag
Rötarlı McQ Rötardan kastımız, McQueen'in Sonbahar-Kış 2013 koleksiyonuna çekilen reklam filmindeki hareketlerin ilerleyişi. Avangard Çek sinemasıyla savaş sonrası İtalyan çekimlerinin harmanlaması gibi gözüken bir tür seri illüzyon. Botond Cseke ve Maria Bradley'nin yer aldığı bu iki dakikalık video, fotoğraflarıyla tanınan Roger Deckker'in iş birliğiyle hazırlandı. Geçmişten ilham alan ve aynı zamanda geleceği besleyen bir Alexander McQueen silüeti… Kısacası, karşımızda tüm görkemine alıştığımız McQ.
anlatılır? İtiraz, inanç ve haz. En sevdiğin sanatçılar kimler? Hans Memling, Jan Van Eyck, Rogier Van der Wedyen. Hollandalı sanatçıların gerçeküstü sanatlarına bayılıyorum. Hans Bellmer'in fetiş dolu ve Tim Burton'ın tuhaf ama komik çalışmalarını da seviyorum. Bir itirafta daha bulunayım, bugüne kadar en çok Diderot'nun Ansiklopedisi'nden etkilenmişimdir.
XOXO ID Julia Randall Sanatçı Resim yapmaya ne zaman başladın? Sanatla çok erken yaşta ilgilenmeye başladım. 11 yaşımda her hafta sanat derslerine girmeye çoktan başlamıştım. Bu sayede, New York City'de gittiğim okulda sanata olan ilgim epey artmıştı. Lisede de sanatla ilgilenmeye devam ettim. Zaten sonunda üniversite zamanı geldiğinde, bir sanat okulunda okumayı tercih ettim. İşte gördüğünüz gibi sanat, hayatımın büyük bir çoğunluğunu epeydir kaplıyor. Resim yapmanın en zor yanını tarif edebilir misin? Bir de resimle alakalı en çok neyi seviyorsun? Sanatı hep kişisel bir deneyim olarak görmüşümdür. Ama aynı zamanda başkalarının fikirlerini etkileyip onlara ilham verebilen bir araçtır. İtiraf edecek olursam, bu bana her zaman kolay gelmiyor. Bunun bir kanıtı olarak ‘kusurlu klasör’ümü gösterebilirim. Tekniğini güzel bulmadığım çizimlerimle dolu bir klasör bu. Ayrıca, çalışırken ne yaptığım konusunda gerçekten şüpheye düştüğüm zamanlar da resmi yaratma sürecimin bir parçası. Bana göre şüphelere karşı çalışmaya devam etmek bir sanatçıyı en çok zorlayan kısım, hem de hiç bitmiyor. Ah, en sevdiğim kısma geleyim… Bütün o eleştirel seslerden kurtulmak ve sadece çizmenin tadını çıkarmak! İlham sence üç kelimeyle nasıl
İnsan vücuduyla neden bu kadar ilgilisin? Hatta sadece ağız kısmıyla da diyebiliriz. Eğer gözler ruhun pencereleriyse, o halde ağız da kimliğin eşiği olmalı. Yemek yediğimiz, konuştuğumuz, öpüştüğümüz bir vücut kısmı. Hem vahşi hem hassas. Dudak ve dilin birbiriyle olan samimi ve özel ilişkisi hep dikkatimi çekmiştir.
çalıştığım çizimi tamamlıyorum, ancak o zaman yaptığım işin içinden çıkabiliyorum. Geçmişe ilişkin hatırlayabildiğim tek kıyas bu.
Son zamanlarda ne keşfettin, ya da öğrendin? Sanatçı olmamın yanı sıra, aynı zamanda üniversitede çizim dersleri veriyorum. Öğretmenin öğrenmeyle eş zamanlı yürüdüğüne inanıyorum. Bu da öğrencilerimin parlak bakışlarından her zaman bir şeyler öğrenmemi sağlıyor. En son öğrendiğim şey bunu keşfetmekti.
Genç sanatçılara önermek istediğin şeyler var mı? Her şeyden önce kendini tanı. Günün hangi zamanında en çok motive olduğunu bul. Hangi yan işin sana en çok boş zaman yaratacağına ve yaratıcılığını öldürmeyeceğine karar ver. Yatak odan dahi olsa, stüdyo diyebileceğin bir yerin olsun.
Bize kimsenin bilmediği hayallerinden bahseder miydin? Elbette! Ama aslında bahsettiğin gibi hayallerim pek yok. Çizimlerimin saygın müzelerde düzenlenen sergilerle geniş kitlelere ulaşmasını isterdim. Bir de tatil planlarım var; Mısır'a, Türkiye'ye, Kuzey Afrika'ya ve Orta Doğu'ya. Bunlar biraz plan gibi oldu ama gizli bir dileğimi de söyleyebilirim; olimpik buz pateni yapmayı çok isterdim! Tutması tamamen imkansız bir dilek. Aslında bir de gazeteci veya belgesel yapımcısı olmak gibi fantezilerim de var. Bu hayallerin hiçbiri gerçekleşmeyecek ama sadece düşünmek bile güzel.
Raf Simons'In Spor Ayakkabıları Paris'teki erkek giyim modasına kulak kesildiğimiz günlerde, Raf Simons'ın Sonbahar-Kış 2013 koleksiyonunda yer alan 70'ler esintili retro yakalar, saten pantolonlar, çizgili, pürüzsüz ve parlak sırt çantalarını görünce devamının geleceğini düşünmemiştik. Meğer o sadece bir başlangıçmış. Bahar tasarımları içerisinde atletik ruhu taşıyan spor ayakkabıları sevenlere, Raf Simons'dan müjdeli mektup var. Adidas için beş farklı ayakkabının tasarımını yapan Simons koşmayı sevenlere odaklanıyor. Şimdilik modellerden sadece ikisiyle tanışıyorsunuz. Bu çok renkli ayakkabıların satışa çıkması için ise Temmuz 2013'ü beklemeniz gerekiyor. Bu sırada spora tam gaz devam.
Peki, sen en çok günün hangi saatlerinde çalışmayı seviyorsun? 20’li yaşlarımın başında bazen tüm gece çalıştığım olurdu ve geç saatlere kadar ayakta kalmayı severdim. Bu durumun ne zaman değiştiğini hatırlamıyorum ama şu anda tam tersi söz konusu; çok erken kalkıyorum, sabah 5 veya 6 gibi, daha sonra öğlene kadar çok verimli çalışabildiğime inanıyorum. Öğlen yemeği ve kısa bir uykudan sonra tekrar stüdyoda vakit geçiriyorum. Son olarak dünyaya mottonu ilan etmek ister misin? Yazar olan babamın bana yaratıcı bir alanda başarı için gayret etmek hakkında söylediği sözleri söyleyeceğim. Başarı; yüzde on ilhamdan, yüzde doksan terlemekten oluşur.
Bir sanatçı olarak kariyerin boyunca duyguların nasıl değişti? Stüdyodaki mutluluğum sürekli değişiyor. İşime oldukça fazla yoğunlaşmaya başladım. Hatta bu tespiti eşim yaptı. Ne zaman ki üzerinde
169
Bath Bomb Yoğun geçen günün ardından, küvet gerekli ısıda suyla dolduruldu, burnunuzda portakal çiçeği kokusu var. Lush 'The Enchanter' banyo topu parmaklarınızın arasından küvete düştüğü anda olfaktif halüsinasyonunuz gerçekliğe dönüşür. Lime ve portakal çiçeği yağları ile parıldadığınızı hissettiğiniz an her şeyi yapmaya hazırsınız. Unutmadan, küvete adımınızı atıp gözlerinizi kapatmadan önce güneş patlamalarını andıran renklere iyice bakın ve uzun süre üzerinizde taşıyacağınız kokuyu içinize çekmeye başlayın.
Menekşesİz Olmaz Steven Meisel'in çektiği Prada İlkbahar-Yaz 2013 videosuyla 1 dakika 40 saniye sürecek bir çiçek fırtınasına kapılıyorsunuz. Raquel Zimmermann, Sasha Pivovarova ve Saskia de Brauw, Prada buketinin çiçeklerinden sadece birkaç tanesi. Dalya, şakayık, süsen, gelincik, zambak… Hepsi
Prada'nın birer gizemli kahramanı oluyor. Ayrıca hepsi de neşeli! Vanessa Axente'den Saskia de Brauw'a uzanan bir zincir reaksiyona şahit oluyorsunuz. Kampanya için seçilen yüzlerin asaletini bir bakıma kemiklerden takip edebilirsiniz, diyebiliriz. Güzel insanlar ve Prada'nın mükemmeliyetçiliği yine göz kamaştırıyor.
The Cap Kenzo, 2012’nin sıcak yaz günlerinde, UV ışınlarından korunmanın alternatif yollarını ararken Vans ile yaptığı iş birliğinin bir benzerini New Era ile gerçekleştirmiş, kafamıza takacak yeni sebepler üretmişti. 2013 İlkbahar-Yaz sezonu için de bu sebeplere yenilerini ekledi. Leopar deseniyle feminenliğe göz kırpan tasarımlar, saatte 100 km hızla –bir leoparın saatte ulaştığı azami hıztükenmeden üzerlerine atlayabilirsiniz. Aynaların Tekİnsİz Yüzü Geçtiğimiz sezon Kapalıçarşı külliyatını kendi kaleminden Londra Moda Haftası’ında sergileyen Gül Ağış, Luc Von Siga, 2013 Sonbahar-Kış koleksiyonu için yine Londra’da arzı endam etti. Bulunduğumuz coğrafyadan etkileşimlerle belli bir dönemi ya da sorunu mercek altına alan tasarımcı hazırladığı kavramsal koleksiyonlara bir yenisini ekledi. Bu kez ilham Ağış’ı Osmanlı İmparatorluğu’nda buldu. Bir batıl inançtan ötürü aynaları duvara ters asma geleneği ve bu geleneğin sonucu olarak aynaların odalara bakan yüzlerinin el işi kabartmalar ve desenlerle süslenmesi Ağış’ın tasarımlarında hayat buldu. 3 boyutlu kabartmaların yanı sıra kırılan aynaların uğursuzluk getirmesi de siyah, ekru ve fuşya renk paletinde can buldu.
Guns Germs $teal En sevdikleri filmler The Sandlot, Tron ve Full Metal Jacket olan iki tasarımcı düşünün. Veya siz düşünmeden biz söyleyelim, Philippa Price ve Smiley Stevens'dan bahsediyoruz. ''Bir kere geldik bu dünyaya” mottosuyla yaşayan yeni bir marka onlarınki; Guns Germs $teal. Sadece daha çok eğlenebilmeyi denemek ve her şeyin en iyisini başarabilmek uğruna başlayan bu GG$ macerasından karelere siz de yakından bakın. Aslında erkek tasarımları olarak başlayan marka, bol giyinmeyi seven karşı cins için de oldukça çarpıcı. En sevdikleri filmlerle başlamıştık, zira en sevdikleri kitabın Guns, Germs, and Steel olduğunu belirtmeye ihtiyaç duymadığımızdan.
XOXO The Mag
Katie Grand Hogan’ı Hala Sevİyor. Love Magazine’in Genel Yayın Yönetmeni Katie Grand, Hogan için ikinci bir koleksiyona imza attı. Derginin İlkbaharYaz 2013 sayısında neredeyse sayfa aşırı rastladığımız Cara Delevingne ise ablası Poppy ile kampanya fotoğraflarında arzı endam etti. Gang ismini verdiği koleksiyonda Katie, iPhone kılıflarından, kaykay ayakkabılarına ve Afrika düzlüklerini aratmayacak yoğunlukta zebra desenine yer verdi. Tanıtım videosunda Miss Delevingne tarafından bizzat seslendirilen şarkının ardından Katie “Cara benim için modellikten farklı bir şey yapmak istiyordu ve ben de videoda benim için özel bir şeyler yapmasını istedim.” dedi. Tüm bu gelişmelerden sonra Cara’nın da Hogan için hazırlanan koleksiyonun da önünün hayli açık olduğu çıkarsamasına varıyoruz. Uçan Halılar Geçen ay konuştuğumuz tasarımcı Lina Zedig'in bir başka hüneri daha çıktı ortaya. Paylaşmadan edemezdik bu güzel kilimleri. Lina'yla çölün ortasındayken konuşmuştuk, bize bir çekimin ortasında olduğundan bahsetmişti, işte o rüya çekimler Oyyo içindi. Oyyo, baskıları ve desenleri el işçiliğiyle birleştiren bir tasarım markası. Kilimlerinde de görüldüğü gibi tasarım anlayışlarının iliklerinde modernizm var. Ayrıca tamamen doğal pamuktan üretim yapılıyor. Stockholm'de Lina Zedig ve Marcus Åhren'in ilham heyecanıyla işleyen bu marka 2011'in sonbaharında kurulmuştu, şu sıralarda da epey dikkat çekiyor. İskandinav soğuklarına selam olsun!
(WOW) Works on Whatever Art Production Fund’ın WOW koleksiyonu için güncel sanatı yayma çabasına paslanmaz çelikten su mataraları da dahil oldu. Joseph Kosuth, Marilyn Minter ve Yoko Ono tasarımlarına yer veren mataralardan Yoko’ya emanet edilen silindir –bizi şaşırtmıyor ve- ‘Imagine Peace’ sloganının farklı dillerdeki yazımlarıyla süsleniyor. Sanata susayan maneviyatınızı ve fiziksel ihtiyacınızı aynı anda dindirebileceğiniz tasarımlar şimdilik su içmenin en havalı yolu.
171
MUSIC
REVIEWS
Local Natives
Marianne Faithfull
Hummingbırd Frenchkiss / Infectious (LP)
Broken Englısh (Deluxe Edıtıon) Island (LP)
DJ Koze
Amygdala Pampa Recordings (LP)
İkinci albüm sendromuna doktor gözetiminde, yani prodüktörleri Aaron Dessner kontrolünde yakalanmayan Kaliforniyalı Local Natives, Hummingbird ile yine duygusal indie rock kıyılarında yüzüyor. Toplamda 11 parçadan oluşan albümün yarısı hit çıkarma, tamamı da romantik akşam yemeğine eşlik etme garantili. Gorilla Manor ile yarattığı orijinal sound’unun telifini Hummingbird ile alan Local Natives’in albümden ‘Heavy Feet’e çektiği absürd drama türündeki videoyu da mutlaka izlemelisiniz.
Marianne Faithfull’un en parlak döneminin 17 yaşında İngiliz kanallarında boy gösterdiği ‘As Tears Go By’lı yıllar olduğu düşünülse de adını rock tarihine yazdıran albüm Broken English oldu. 35 yıl sonra yayınlanan deluxe edition sayesinde birbirinden güçlü sekiz parçanın deformasyondan arındırılmış orijinal kayıtlarını ve Derek Jarman’ın klasikleşmiş üç videosunu arşivleme şansına erişiyoruz. Alkolik, uyuşturucu bağımlısı ve çatal sesli başka bir Faithfull’dan 80’lere damgasını vuran new wave akımının habercisi muhteşem bir albüm.
DJ Koze, Köln’ün en eski ve en uçarı isimlerinden biri. Eski bir Kompakt üyesi olan Kozella, 2009’da Pampa Records’ı kurarak farklı bir yolculuğa çıkmıştı. Müziğe yaklaşımı, mühendisliği ve her dinlendiğinde farklı hisler uyandıran çalışmalarıyla, DJ Koze bu işi en doğru yapan sanatçılardan biri olduğunu kanıtladı. Amygdala’da büyük isimlere rastlıyoruz; Caribou, Apparat, Matthew Dear, Ada, Milosh bunlardan bazıları. Albümün açılış parçası, Soundcloud takipçilerini gülümsetecek cinsten: Track ID Anyone?
merve evirgen
vehbi görgülü
emre doğan
C2C
Apparat
Nhan Solo
Tetra Universal Republic (LP)
KRIEG UND FRIEDEN (MUSIC FOR THEATRE) EMI (LP)
Nina Rocks Mother Recordings (EP)
Fransız C2C, ilk albümleri Tetra ile breakbeat severleri coşturmaya hazırlanıyor. Sample’ladıkları jazz ve blues klasiklerini turntable’ın çemberinden geçiren grup üyeleri, ‘Down the Road’ ile Fransa’nın en çok satan single’ına imza atmış ve ücretsiz olarak yayınladıkları ‘Arcades’ ile seslerinin Fransa dışına da taşmasını sağlamıştı. Konuk vokaller arasında ise Olivier Daysoul, Derek Martin ve Jay-Jay Johanson’u görmek mümkün. A-Trak ve DJ Craze gibi isimlerin takipçileri C2C’yi takibe almalı.
10’a yakın albümü ve Modeselektor ortaklığı sonucu yarattığı Moderat projesi ile, glitch, IDM ve ambiyans semalarda kalbimizi fetheden Apparat, müzikal alandaki marifetlerini bu sefer de çağdaş Alman tiyatrosunun önemli isimlerinden Sebastian Hartmann'ın sahnelediği Tolstoy'un ölümsüz eseri Savaş ve Barış için sergilemiş. Albümün karanlık pasajları ve matemi içinde bir o yana bir bu yana savrulurken, akıllarımız yaz aylarına, Moderat II'ye kavuşma günlerine kaymıyor değil.
Nhan Solo, Kreuzberg’in son senelerde parlayan simalarından. 2011’de OFF Recordings etiketli bir çalışmada yer almış, 2012’de ise Diynamic Music’in alt kuruluşu 2DIY4’dan yayınlanan Goodie Goodies plağında kendine yer bulmuştu. Bu sonuncusu büyük bir hit oldu, Nhan Solo da tek başına bir plak çıkaracak kadar ünlendi. Mother Recordings’ten çıkardığı Nina Rocks, iki parça ve bunların remix’lerinden oluşuyor. Plağın iki yüzünde de modaya uygun, 90’lar vokalli house revival tonlarında parçalar bulunuyor.
vehbi görgülü
arda tümer
XOXO The Mag
emre doğan
Yelle
Woodkid
I love you Green United Music (single)
Davulun Sesi
L'amour Parfait Kitsuné (EP)
Yelle’in yeni single’ı ‘L’Amour Parfait’, alışık olduğumuz Yelle tarzına görece daha düşük tempolu ve en az önceki kayıtlar kadar güçlü bir çalışma. Grup üyesi Grand Marnier’nin prodüktör koltuğunu Aeroplane’le birlikte paylaşmasının etkisi olsa gerek, ‘L’Amour Parfait’ en az Aeroplane kayıtları kadar balearik bir sound’a sahip. Favorim orijinal versiyonu olsa da, EP’de yer alan diğer kayıtları merak edenler eminim Baadman, Ruben Mandolini, The Phantom ve henüz 17 yaşındaki Fransız DJ Sticky K remix’lerinden epey memnun kalacaklar.
Huzurlarınızda, ana akım olmak üzere olduğu için şimdiden nefret edenleri biriken Yoann Lemoine, yani bildiğimiz adı ile Woodkid. Lana Del Rey, Katy Perry gibi tartışmalı isimlere video yönetmenliği yaptığı için, kendi müziğine de önyargıyla yaklaşılan bu adam, yabana atılmayacak bir şarkıcı ve söz yazarı. Mart’ta piyasaya çıkacak olan The Golden Age’den yayınladığı ‘I Love You’ da, Woodkid’in ilk stüdyo albümüyle altın çağını yaşayacağını doğruluyor. Şarkıya çektiği videoyu da es geçmeyin.
Yerli malı, yurdun malı, herkes biraz da bunlara kulak vermeli. Tektosag Records, birçok farklı müzik türünden yetenekli sanatçıya kucak açan, çiçeği burnunda bir plak şirketi. Tektosag'in sublabel'ı olan Davulun Sesi ise toplamaları ile birçok Türk beatmaker'ı dinleme fırsatı sunuyor bizlere. Yarışmaya Hollanda'dan katılan dostumuz Sotu The Traveller, Emre Malikler'in projesi Stiver, Sami Baha, Grup Ses Beats, Kabus Kerim, İnce Şarj, Ethnique Punch, NMDV ve daha da fazlası bu toplamanın içinde.
vehbi görgülü
merve evirgen
arda tümer
Diynamic Neon Nights Sampler
Vol. II Compilation Tektosag Records (LP)
Autre Ne Veut
Anxıety Software Recording Company (LP)
The Cheapers
Part 2 Diynamic (EP)
Diynamic’in karşı konulmaz yükselişi hızla devam ediyor. Ortaya konulan işler öyle beğeniliyor ki, deep house sahnesi bunlara öykünmeden edemiyor. Ocak’ta ilk kısmını dinlediğimiz, Miguel Puente’nin de katılımıyla şaha kalkan neon geceler toplamalarının ikinci kısmı Sevgililer Günü’nde piyasaya sürüldü. Adriatique, Solomun, NTFO ve Betoko’nun katılımıyla plak adeta bir ünlüler karması. Bu haliyle yüksek beklenti oluşturan EP, beklentiyi tam olarak karşılamasa da, paranızın karşılığını veriyor.
Albüm çıkmadan önce ‘Counting’ ve ‘Play By Play’i peş peşe yayınlarsanız, maça hem 1-0 önde başlar hem de büyük bir hata yaparsınız; zira kazanabileceğiniz bütün takipçilerinizi baştan kazanıp, albümle kaybedebilirsiniz. Ancak Autre Ne Veut, ölüm, anksiyete, kalp kırıklığı temalarıyla bezeli Anxiety’nin tamamını dinletebiliyor. Yola jingle’lar yaparak çıkan müzisyen, kaybettiğiniz hayat tecrübelerinizin geri dönüşünün iyi bir sanat olduğunun kanıtı gibi.
Berlin’in gözde mekanlarından Katerholzig’in plak şirketi girişimi Katermukke, son dönemde Smash TV ve Housemeister gibi isimlerle yaptığı çalışmalarla techno ve house sahnesinde varlık gösteriyor. Son marifetleri ise The Cheapers imzalı iki duygusal parça. Plağın ön yüzündeki ‘World Saver’, dinleyeni sarsarak dünyanın gerçekten kurtarılması gereken bir yer olduğunu hatırlatıyor. İkinci yüzdeki ‘Vertigo’ ise aynı neşesizlikle, yedi dakikalık bir serbest düşüşün hikayesini anlatıyor adeta.
emre doğan
World Saver Katermukke (EP)
merve evirgen
173
emre doğan
MUSIC
REVIEWS
Depeche Mode
The Strokes
Newsted
Depeche Mode’un yakında çıkacak yeni albümü Delta Machine’i önden dinleyenlerin yorumları Martin L. Gore’un Vince Clarke’la ortak projesi VCMG’nin soğuk techno’sundan oldukça etkilendiği yönünde. Albümün habercisi single’ın ikinci yüzü ‘All That’s Mine’ bunu doğruluyor, ama bizi esas vuran isim parçası ‘Heaven’. Hala mükemmel pop şarkıları yazıyorlar, Martin Gore hala dünyanın en dokunaklı geri vokallerini yapıyor ve Dave Gahan’ın gospel-vari hikaye anlatımı tam formunda.
Ortalıkta dolaşan dedikodulara hiç aldırmayın çünkü ‘One Way Trigger’ hiç de kötü bir şarkı değil, aksine çok iyi bir prodüksiyona sahip, fakat birkaç kere dinleyip şans tanımak gerek. The Strokes’un A-ha’ya selam çaktığı ‘One Way Trigger’, gayet yakalayıcı bir synthpop parçası; üstelik Julian Casablancas’ın falsetto’su da cabası. Son birkaç senedir indie rock’ın pabucunun dama atılıp yerini synth-pop’un almasına, anlaşılan indie rock’ın en efsane ağabeyleri The Strokes bile karşı koyamamış.
Metallica'nın üç kuşaklık bas hattının ikincisi olan Jason Newsted, artık kendi soyadını taşıyan üçlünün, solisti, söz yazarı ve basçısı olarak huzurlarımızda. Metal EP'si son 15 yıldır Metallica'nın yaptığı her şeyden daha iyi denilemez tabii ki ama daha sert olduğu kesin. İlk parça olan 'Soldierhead'de Motörhead titreşimleri hissetmek mümkün. 'King Of The Underdogs'un şarkı sözlerinde ise Hetfield ve Ulrich'e bir orta parmak sallasa da, şu an bunu dinliyor olmamız bile Metallica'nın varlığı sonucu değil midir?
Heaven Mute (single)
One Way Trıgger RCA (single)
seda niğbolu
Darwin Deez
Metal Chophouse (EP)
arda tümer
merve evirgen
My Bloody Valentine
André & Gildas
Songs For Imagınatıve people Lucky Number (LP)
mbv Self Released (LP)
2010'daki "Sen bir radar dedektörüsün" nakaratı ile içimizi ısıtan single'a sahip bir hipster’dan çok öte bir yetenek Darwin Deez. Sıra dışı bir müzisyen, çizginin diğer tarafında durmaktan hoşlanan bir sanatçı. Deez'in ikinci albümü de oldukça karmaşık sound'lara ev sahipliği yapıyor. 80'ler radio funk, The Strokes'tan Valensi'nin riff'leri ve hatta gitarların altında yatan Squarepusher tarzı beat'ler. Deez, ekspresyonist bir ressam misali etkilendiği her şeyi kendine has tarzı ile dışa vuruyor ve en önemlisi de hissediyor.
Bu kadar az kayıtla kült statüsüne ulaşmalarına neden olan hipnotik gitar döngüleri ve kusursuz şekilde ‘kirletilmiş’ prodüksiyonları Loveless’ı ne kadar özel bir albüm yapıyorsa, 22 yıl sonraki geri dönüş albümlerini de o kadar zamansız kılıyor. Geçen süreç içinde onları tekrar etmeye çalışan onlarca lo-fi indie ekibi kendi seslerini bulamazken, My Bloody Valentine izole dünyasından yaydığı seslerle meselenin tavır ya da teknikten çok daha fazlası olduğunu hatırlatıyor.
Kitsuné’nin kurucularından Gildas Loaec ve Portekizli graffiti sanatçısı André tarafından derlenen bu yeni toplama, başarılı şarkı seçimleriyle ilk iki albüm gibi tek bir grubun elinden çıkmış hissi veriyor. Yeni albümde yer alan isimler arasında LOGO, Le Crayon, Fauve ve Saint Michel gibi Kitsuné kataloğunda keşfedilmeyi bekleyen heyecan verici isimleri görmek mümkün. Henüz keşfetmediklerimiz ve halihazırda sevdiklerimizi bir arada dinlemek için eşsiz bir fırsat sunuyor Kitsuné Parisien III.
seda niğbolu
vehbi görgülü
arda tümer
XOXO The Mag
Kitsuné Parisien III Kitsuné (LP)
Grouper
The Postal Service
A Tattered lıne of strıng Sub-Pop Records (Single)
James Blake
The Man Who Died In Hıs Boat Kranky (LP)
Portland’lı Liz Harris'in müziği, özgünlüğü ve deneyselliği yine iliklerimize kadar işliyor. Wurlitzer klavyesi, akustik gitarı ve hülyalı sesi, bizleri her zaman bir yolculuğa çıkarıyor. Bu yolculuğun varış noktası genelde çocukluğumuz ve geçmişteki anılarımız oluyor, ki Harris'in müziğine esin kaynağı olan elementlerin ta kendisi de bunlar. Albümden hiçbir şarkıyı öne çıkarmayacağım, hiçbirine haksızlık etmek istemem. The Man Who Died In His Boat, bulutlu, karanlık, özlem dolu ve yoğun.
The Postal Service’ı belki de bilmeyecek yaşta olan müzikseverlerin arasında yaşadığımız bu günlerde, geri dönüş haberleriyle bizi şaşırtan grup, çeşitli festivallerde de yer alacağı haberlerinin üzerine bir de single müjdesi ile “yaşıyoruz” mesajını resmen vermişti. Eski yılları andıran melodilerin eşlik ettiği ‘A Tattered Line of String’ kelimenin tam anlamıyla bir geri dönüş şarkısı. Doğruyu söylemek gerekirse ‘Such Great Heights’ı aratmıyor bile denebilir.
Son birkaç yıldır yeniden yıldızı parlayan şarkıcı/besteci kategorisinin en çok ses getirenlerinden biriydi James Blake. Çıkış albümüyle Mercury adaylığına kadar yürüyen Blake, çok merak edilen ikinci albümü Overgrown’un müjdesini ilk single Retrograde’in BBC prömiyeri ile verdi. Blake’i sevmemizin en büyük sebebi olan analog synth’leri, büyüleyici vokali ve melankolik havasını muhafaza eden Retrograde ile Blake sanki, ‘Ben sadece aşk şarkıları söylemiyorum!’ diye isyan ediyor gibi.
arda tümer
PVT
Retrograde Republic (Single)
busen dostgül
Actress
Homosapien Warp (LP)
Foals
Silver Clouds Werk Discs (EP)
Avustralyalı electro-rock grubu PVT, dördüncü albümleri ile yükselen synthpop’un dozunu bir nebze daha artırıyor. Çoğu zaman vokallerin yerini müziğe bıraktığı albümde ‘Homosapien’in insan elinden çıktığını hatırlatan ‘Nightfall’, PVT’nin umut vadeden bir grup olduğunu bizlere hatırlatıyor. Warp ile anlaşmalı tek Avustralyalı grup olmasına rağmen PVT’nin yine de electronica kulvarında cirit atmak için en az Cut Copy kadar karakteristik bir sound oturtması gerektiği kesin.
merve evirgen
Holy Fıre Warner Bros./Transgressive (LP)
Actress’in R.I.P. sonrası ilk kaydı bugüne kadarki kristal berraklığındaki köşeli techno ritimlerinden farklı ve son dönemde Andy Stott’tan Holy Other ve Balam Acab gibi isimlere çok revaçta olan karanlık, sisli ve daha yumuşak taraftan ses veriyor. Ama yine kendi mesafesini koruyarak... Abstrakt techno’ya önceki işlerine göre daha uzak olan EP’nin en özel anıysa, ilk yüzdeki 11 dakikalık ‘Voodoo Posse Chronic Illusion’un insanı 90’lar IDM’ine taşıyan hem soğuk hem içli dijital melodileri. seda niğbolu
vehbi görgülü
175
Foals, ilk albümleri Antidotes’la ana akım mertebesine ulaşmayı başarmıştı. Yayınladıkları Total Life Forever adlı ikinci albümleriyle de dance punk’ı bir nevi kırmadan reddederek daha duygusal yerlere geçiş yaptılar. Grup olarak olgunlaştıklarını ise Mercury’e aday olmayı başararak kanıtladılar. İkinci albümlerinin ardından üç yıla yakın bir süre geçti. Foals’un bugününe bakıldığında ise; Holy Fire ile muazzam bir iş çıkarıp, özgüveni daha yüksek, büyük bir ilham kaynağı haline gelip ikon oldular diyebiliriz. onur yazıcı
GAMES
hazırlayan emre doğan
Gökyüzündeki Distopya Serinin üçüncüsü olduğuna aldanmayın, Bioshock Infinite’in hikayesinin önceki oyunlarla pek bir alakası yok. 1900 yılında ABD başkanı McKinley tarafından inşa ettirilen ve gökyüzüne fırlatılan uçan şehir Columbia’da geçiyor. Zeplinler ve helyum balonları ile yeryüzünden fersah fersah yüksekte süzülen bu şehir, dönem koşulları ve gökyüzünde bulunması itibarıyla birçok maceraya gebe. Rapture gibi Columbia da distopik bir şehir; dünyadan izolasyonu nedeniyle hayli sıkıntı çekmiş ve sonunda iç savaşla karşı karşıya kalmış. Teokratik hükümet ve yaygın ırkçılık eğilimi neticesinde kutuplaşma iki noktada gerçekleşiyor: Founders, yani kurucular ve Vox Populi, halkın sesi. Günümüz Amerikan toplumundaki cumhuriyetçiler ve demokratların bir projeksiyonu olduğunu düşünmek herhalde yanlış olmaz. Kahramanımız DeWitt, içki ve kumar yüzünden teşkilattan ihraç edilmiş eski bir dedektif. Gizemli
birileri tarafından kiralanıyor ve 12 senedir Columbia’da tutsak olan bir kadını, Elizabeth’i kurtarma görevi veriliyor. Roketle Columbia’ya gönderilen DeWitt’in şehre kabulü, olağan bir vaftiz işlemiyle başlıyor. Ancak kolundaki dövme fark edilince işler karışıyor, tüm şehir ona düşman oluyor. Bir şekilde Elizabeth’i kurtardıktan sonra oyun boyunca bize yarenlik ediyor; başlarda ürkek ve güçsüz olan Elizabeth, oyun ilerledikçe kıvama geliyor ve yeri geldiğinde hayatımızı kurtarıyor. Nihayetinde olaylar gelişiyor ve muhtemelen Columbia’nın sonunu hazırlıyoruz. Eski usül tabancalar, makineli tüfekler, mitralyözler ve daha bir dolu silah, Columbia’yı birbirine katmamız için emrimizde olacak. Bunun yanı sıra sol elimizle ‘SkyHook’ (hava kancası) alıp gökyüzündeki şehirde mini bir teleferik gibi oradan oraya gidebileceğiz. Daha onca detayın itinayla işlendiği ve Bioshock usulü ‘steampunk’ temasının ruhumuza nüfuz ettiği Bioshock yine oynayanları memnun edecek.
Bioshock Infinite [PS3, Xbox 360, PC]
Adalet Uğruna Microsoft’un büyük yatırımlar yaparak 2006’dan beri üç bölümünü yayınladığı Gears of War, genel olarak olumlu yorumlar alan ve iyi satan bir 'third person' shooter. Bir Halo değil belki ama, sadece Xbox 360 sürümleri çıkartılarak konsol piyasasındaki rekabette kullanılan bir enstrüman olarak görülebilir. Açık konuşmak gerekirse Gears of War oyunları hiçbir zaman benim favorim olmadı. Aşırı kaslı karakterleri, kaba saba kıyafetleri ve gülünç boyutlardaki silahlarıyla kötü televizyon filmlerini anımsatıyor. Ortaokul ve lise çağındakilerin ilgisini ve beğenisini topluyor olabilir, tam emin değilim. İşbu serinin dördüncü oyunu Judgment, diğer üç oyundan önceki bir dönemi konu alıyor. Daha savaş yeni başlıyor ve diğer oyunlardan tanıdığımız karakterlerin gençlikleri fesat karıştırılmış bir davada suçlu bulunuyorlar. Burada enteresan olabilecek bir husus var;
normalde virane şehirlerde ve tarumar olmuş sokaklarda geçen oyun bu kez hikaye itibarıyla o kadar da terkedilmemiş, ya da en azndan kısa süre önce halkın yaşamakta olduğu bir ortamda geçecek. Korkaklık, savaş teknolojisinin kötüye kullanımı ve hatta vatan hainliği ile suçlanan karakterlerin oyuncuda bir hırs ve mağrurluk duygusu uyandırması bekleniyor olabilir. Gears of War serisinde ilk kez, bazı oyun modlarında sınıf bazlı görevler de olacak. Yani bir kişi mühendis, bir kişi doktor, diğerleri de taktik saldırı görevlerine sahip olabilecek. Çok sayıda silah tipi ve düşmanların (locust’lar, namıdiğer çekirgeler) çeşitliliği, hiç düşmeyen temposu ve multiplayer desteği ile, Gears of War: Judgment serinin hayranlarını mutlu edeceğe benziyor. Seriyle duygusal bir bağı olmayanlara, daha önce denemeyenlere ve yenilik arayanlara ise öncelikle diğer alternatiflere göz atmalarını salık verebiliriz.
Gears of War: Judgment [Xbox 360]
Daha Gaddar, Daha Kanlı God of War serisi, özellikle antik dönemlerde geçen destansı filmlerin yeniden popülerleşmesinin ardından yaratılmıştı. Playstation ve mobil platformlar için çıkan oyunlar oldukça ilgi gördü. Özellikle God of War III, içerdiği yoğun şiddet ve ekrandan burnumuza gelen kan kokusuyla içimizdeki ilkel güdüleri başarıyla uyandırmıştı. Serinin yüksek bütçeli dördüncü oyunu, kahramanımız Kratos’un hikayesinin başlangıcını anlatıyor. İlk oyundan 10 sene öncesinde geçen hikaye, Kratos’un günahlarından arınması ve önceden ruhunu satmış olduğu Ares’e isyan etmesiyle başlıyor. Bu oyunda karısı ve çocuğu vahşice katledilen kahramanımızın daha insani yönlerine tanık olacağız. Mitolojik olarak da doyurucu bir hikayeye yelken açıyoruz: Titanlardan ve Olimpos tanrılarından da önce, kendimizi primordiyallerin savaşları ve diğer birtakım
tanrısal anlaşmazlıklar içinde bulacağız. Ascension, önceki oyunlarda olduğu gibi aşırı kan içeriyor. Mitolojik canlıları ve benzeri mahlukatı acımasızca öldürecek, kellelerini bedenlerinden ayıracak, boynuzlarını koparacak ve fışkıran kan deryalarında bir sonraki düşmanımızı katletmek üzere devam edeceğiz. Oyunda akrobasi ve tırmanış gerektiren platform bileşenleri ile, bir sonraki sahneye geçmek için çözmemiz gereken bulmacalar da bulunuyor. Önceki oyunlardan aşina olduğumuz kürelerde ve silahlarda pek bir değişiklik yok. Oyunun soundtrack’i de daha önce 300, Barbar Conan vb. gibi epik filmlerin müziklerini hazırlayan ekibin elinden çıkacak ve dolayısıyla yine nefis olacak. Ascension’ın tek zayıf noktası, hikayesinin önceki oyunlardan da daha kısa olması. Yine de o kadar heyecan verici ki, insan “Tamam, bütün paramı al” demeden edemiyor. God of War: Ascension [PS3]
Kurbandan Kahramana 1996’dan bu yana sayısız oyundan tanışık olduğumuz Lara Croft, gerek yaşadığı maceralar gerekse diri vücuduyla oldukça geniş bir kitlenin sevgisini kazanmış bir protagonist kardeşimiz. İlk dönemde dişi bir Indiana Jones edasıyla mezarcılık işiyle meşgul olan Lara, yakın geçmişte de bazı trajik olaylar neticesinde kendini Akdeniz’in derinliklerinde bulunan bir tapınakta bulmuştu. Günümüze geldiğimizde, yapımcıların Tomb Raider serisi için yeni bir başlangıcın gerekliliğine ikna olduklarını ve seriye yeni bir yön verdiklerini görüyoruz. Başına geleceklerden habersiz bir şekilde gemi yolculuğu yapan 21 yaşındaki Lara, talihsiz bir fırtına sonucu batan gemiden kurtulur ve tropik bir adaya düşer. Narin ve ürkek bir hanımefendi olarak adanın zor koşullarında hayatta kalması gerekmektedir. Soğuk, açlık, kurda kuşa yem olma korkusu ve hayatta kalma mücadelesi
sürmektedir. Adadaki niyeti bozmuş, aklı uçkurunda birtakım kötü adamlar da denkleme eklenince işler hepten sarpa sarar. Oyuncuda “Lara bizim bacımız!” gibi bir katarsise odaklanan, drama ve gerilim unsurları barındıran sürükleyici bir hikaye tasarlanmış. Özellikle Uncharted oyunlarından alıştığımız sinematografik dokunuşlar ve bunu destekleyecek grafik altyapı oyunu görsel bir şölene çevirebilir. O zarif ve zavallı kızcağızın zaman içinde güçlenmesini, pişkinleşip gaddarlaşmasını izleyeceğiz. Oyunda ‘hayatta kalma güdüsü’ diye bir düğme bulunuyor, bastığımızda etrafta işimize yarar bir şeyler varsa onu fark etmemize yardımcı olacak. Sürekli yara bere içinde, aç susuz, yorgunluktan bitap gezen Lara’yı hayatta tutan bu içgüdü olacak. Gerilim öğeleri, drama bileşenleri ve hak edene uygulanan şiddet sahneleri ile Tomb Raider’ı oynamak, en azından iyi hazırlanmış bir filmi izlemek kadar keyif verecek.
Tomb Raider [PS3, XBox 360, PC]
BEST OF Selected by SELFESTATE
Selfestate Studio
Kendi stüdyosunda sanatçılarla iş birliği içinde sınırlı sayıda giyim, aksesuar ve dekorasyon ürünleri tasarlayan markanın şu sıralar en havalı parçası kafatası mum. Siyah ve altın olmak üzere iki farklı renkte mevcut mum, sadece gotiğe gönül verenlere değil, tek bir parça ile salonunun veya odasının dekorasyonunda dramatik bir değişiklik yapmak isteyenlere de hitap ediyor.
Nike
Nike, 1977 yılında, NBA efsanesi George 'Ice Man’ Gervin tarafından giyilen ayakkabıları yeniden yorumlayarak retro kavramına kendi stilini katıyor. 2013 İlkbahar sezonunun anahtar parçalarından olması beklenen ayakkabılar, Blazer’ın 40. yaşını kutluyor. Dış yüzeyinde eskitilmiş bir dokuya sahip olan model, vintage bir görünüm ve his yaratmak için deri kaplamasında belli belirsiz izlerle geliyor. Modeller, yepyeni, pırıl pırıl spor ayakkabılar giymekten hoşlanmayanlar için kesinlikle ideal. Hatta bunları 1977’den beri giydiğinizi bile iddia edebilirsiniz. Siyah deri üstüne krem rengi swoosh ve bağcıklar, kombinasyonunuzun daha sert mizaçlı ve karizmatik olmasını sağlayacak.
Nazlı Bozdağ
Modayı yakından takip eden ve zevkli şeylere her zaman meraklı olan bir aileden geliyor Nazlı Bozdağ. Bu doğrultuda aldığı eğitimi de üzerine katıp tasarlamaya başlıyor. Ağırlıklı olarak deriyle çalışan tasarımcı, derinin başka hiçbir kumaşta olmayan bir gücü ve karizması olduğunu savunuyor. Yalın ve çarpıcı çizgileri var. Aksesuar, renk, fırfır, püskül gibi yan destekleyicilere ihtiyaç duymayan, tek veya iki parçayla yeterince kararlı ve etkileyici görünmeyi seven kadınlara hitap ediyor çizgileri. Yüksek belli kalem etekler, göğsün altında biten kısa bluzlar, perfecto ceketler bu sezon koleksiyonunun en dikkat çeken parçaları arasında. Koleksiyonun kraliçesi ise kuşkusuz oversize deri pardösüler.
Bernstock Speirs
Yenilikçi ve özgün çizgiler arayan trendsetter’ların bu bereyi gördüklerinde kalp atışlarında hızlanma ve gözbebeklerinde büyüme tespit edildi. Paul Bernstock ve Thelma Speirs üniversitede moda eğitimi alırken tanışır ve 1982 yılında Bernstock Speirs markasını kurarlar. İngiltere’deki underground müzik ve kulüp atmosferinden aldıkları ilhamla erkek ve kadınlar için şapka tasarımları yapmaya başlarlar. Şapkacılığın geleneksel çizgilerini yerle bir eden modelleri her yeni neslin hayranlığını kazanır. Günümüzde, alışılmamış malzemeler ve tekniklerle üretilen şapkalardaki kalite ve özen vurgusu sürüyor, markaysa ilk günkü gençliğini ve canlılığını koruyor.
Lastik Pabuç
Givenchy’nin 2011 sonbahar defilesinde görüldüğünden beri Kanye West’ten Liv Tyler’a ve tabii ki tasarımcısı Riccardo Tisci’ye birçok ünlünün üzerinde görülen Rottweiler tişörte, serseri ruhlu marka Lastik Pabuç’un cevabı gecikmedi: Affordable Rottweiler! Givenchy’nin 275 Dolarlık etiketinden hareket eden yaratıcı ekip, tabiri caizse lafı gediğine koymuş. Baskılı tişört ve stil sahibi, avangard spor ayakkabılarıyla ifade ettiği hürriyetine düşkün ruh halini daha da çekici bir hale getiren markanın yeni sürprizlerini heyecanla bekliyoruz.
XOXO The Mag
Sinem Uysal
Halen Lastik Pabuç’un tasarımcısı olarak çalışan Sinem Uysal, kısa süre sonra ismini çok daha sık duyacağınız genç bir tasarımcı. Bugüne kadar Eternal-Child, Yargıcı, Yazbukey gibi markalar bünyesinde tasarımcı olarak çalışan Sinem, şimdilerde kendi hayalindeki ürünleri hayata geçiriyor. İlk dalga maskülen bir çizgide açık renkli pantolon-ceket takımlar olarak geldi. Bu serinin yanında Rorschach adını verdiği ve ilk bakışta mürekkep testi etkisi yaratan el yapımı, batik tişörtler de tasarımları arasında arzı endam etmekte.
Zambesi
Elisabeth ve Neville Findlay tarafından 1979’da kurulan Zambesi, kreasyonlarını kumaşın katlanışı ve kesiminden doğan bir sanat anlayışıyla yaratıyor. Tasarımcı Elisabeth Findlay ilhamını direkt olarak kumaşlardan alan ve seçtiği kumaşı beklenmedik sonuçlara götürmeyi seven bir isim. Ortaya çıkan parçalar, dokusal zıtlıklar, yaratıcı yapıbozum faaliyetleri, dinamik katlar ve bazen de eklektik çizgilerle dopdolu. Militer çizgilerini yakasına eklenen tülle dengeleyen ceket, bu oyuncu, karanlık tarzın belirgin bir örneği. Zambesi tasarımları çok yönlü duruşları sayesinde farklı kullanımlarda birbirinden değişik karakterlere de bürünebiliyor.
Nihan Peker
2009 yılında ilk hazır giyim koleksiyonu Uyandırma Ayini’ni çıkarttığından beri pek çoklarının takibinde Nihan Peker. Koleksiyonlarının karakteristik yanı gömlekler. Sadeliğin ve düz formların tekrar ettiği tasarımlardan vazgeçmiyor. Düz ve gramajı çok düşük olmayan tok kumaşlarla çalışmayı seviyor. 2013 İlkbahar-Yaz koleksiyonu Beyazlık Raporu, aslında bir renk hikayesi. Kendi tasarladığı, organze biyelerden oluşan kumaşlar kullanarak kiremit tonundan beyaza doğru giden bir renk skalasına yer vermiş. Koleksiyonda öne çıkan parçalar ise tabii ki gömlek elbiseler.
Bernard Delettrez
Bernard Delettrez’in avangard, özgür, özgün ve eksantrik dünyasına hoş geldiniz. Burada trendleri takip etmek değil, yeni bir trend yaratmak önemli. Belki kurukafaların modadaki resmi geçidini duydunuz. Ama onlardan birini parmağınızda, üzerinde altından sürüngenlerle görmeye cesaretiniz var mı? Stil sahibi bu aksesuar, tasarımcının Afrika’da bulduğu nadir materyalleri altınla birleştirerek yarattığı harikalardan bir diğeri. Delettrez’in Edgar Allan Poe’ya aitmiş gibi görünen tasarımlarının altında ince bir işçilik ve muhteşem bir hayal gücü yatıyor. Mücevher tasarımının çılgın kardinali, gotik çizgilere edebi bir tat katıyor.
Selim Baklacı
İsviçre doğumlu Baklacı, Galata mahallesinin yükselen tasarımcılarından. Genç yaşından itibaren Vitrin, Sogo Italiana gibi firmalar için tasarım yaptı; sonra Marc Jacobs, Comme Des Garçons ve Dries von Noten gibi dünya markalarına üretim yapan Via Tekstil için alternatif basic örme koleksiyonları hazırladı. Aynı zamanda Roman markası için 28 parçalık bir örme koleksiyonunu da portföyünde bulunduran tasarımcı tüm bunları yaparken Hande Yener, Göksel ve Nil Karaibrahimgil gibi isimlerle de çalıştı. Bugün kendi koleksiyonlarıyla rüşdünü ispatlamış durumda. 2013 için hazırladığı vinleks sweat-shirt ve ceket serisiyle şu sıraların trendi ‘glitter’a göz kırpıyor.
179
BEST OF Selected by SELFESTATE
Steph von Reiswitz
Central St Martins mezunu Steph, Londralı bir illüstratör. Çizgilerindeki karanlık ve absürd damar, insanı şaşırtıyor, hayran bırakıyor. Londra bazlı sanat topluluğu Le Gun’ın da aktif üyesi, Selfestate ile yaptığı iş birliği sonucu ortaya çıkan bu kemik illüstrasyonu, organik koton kumaşa basıldı ve ‘bone t-shirt’ ortaya çıktı. Alelade bir pantolon veya etek ile şahane kombinlenen tasarımla karanlık tarafa doğru bir adım atın.
adidas SLVR Men
SLVR konsept markasının doğuşu ve Stella McCartney ile iş birliği gibi projeler, adidas’ın kendini bir spor markasının ötesine taşıma yönünde attığı önemli adımlar arasında. adidas SLVR’nin Sonbahar/Kış 12/13 koleksiyonu ilhamını sessiz film Metropolis’ten alıyor ve modern giyim adına cesur, fütürist bir vizyonu savunuyor. Kolej montlarının geri dönüşü de adidas SLVR konseptinde karizmatik ve seçkin bir yoruma kavuşuyor. Gri yün montun metalik aksesuarları parçaya etkileyici bir ışık katmış. Pamuklu kol, bel ve yaka detayları ise casual chic etkisini artırıyor. Bu parçayı koyu renk bir kotla hayal etmek ne kadar muhteşem olsa da, gardırobunuzdaki birçok parçayla kombinlemek de mümkün.
Jeffrey Campbell
Jeffrey Campbell’ın en büyük başarısı ayakkabı ve botları bir aksesuar olmaktan çıkarıp kişisel tarzın merkezine yerleştirmesi. Sokağın ruhunu alıp, podyumun ışıltısı ve vintage referanslarla birleştiren Jeffrey Campbell ayakkabılar, 2000 yılından beri markayla özdeşleşen tasarım çizgisinden vazgeçmedi. Kimi modelleri kült seviyesine erişen markanın sıradanlığa başkaldıran stilinin yanı sıra, başlangıçta bir aile şirketi olmasının verdiği deneyim de özenli işçiliğe yansıdı. Şehirli, sofistike, hayatın sunduklarıyla yetinmeyen bir kitlenin radarındaki modeller, trendlerden kopmadan, adeta modaya kendi stillerinden yanıtlar veriyor. ‘Back off’ modeli de markanın efsanevi modelleri arasında yer almayı hak ediyor. Geçmişten platform tabanı, gelecekten de katı mizaçlı botları getirip birleştiren Jeffrey Campbell, yine müthiş bir işe imza atmış.
American Retro
American Retro çizgisine, fark yaratan temel elementler, karakteristik koleksiyonlar, el yapımı hissi veren tasarımlar damgasını vuruyor. Sıra dışı işlemeler, nakışlar ve doğal aksanlar da markanın vazgeçilmezleri arasında. Modern yaşamın karmaşasını yansıtan kaotik desenlerin yanı sıra, retronun yüceltildiği kreasyonlara Beat Kuşağı ve 70’lere gönderme yapan detaylar da cuk oturuyor. Fransa merkezli American Retro’nun batik desenli, püsküllü ceketini giydiğinizde, saçınıza çiçekler takmak isterseniz sizi suçlamayız. Ancak yakanın karakterli çizgileri ve fermuar tasarımıyla bu ceketin geçmişin asi ruhlarına bir saygı duruşu olduğunu da görmezden gelmek mümkün değil.
Ruby Pavillon
Ateliers by Ruby’nin Pavillon koleksiyonu sayesinde artık motosiklet kaskları herkes için bir arzu nesnesi haline geldi. Şövalyelerin başlıklarından esinlenilerek tasarlanan yapısı, ön tarafında dikkat çeken asil krom detayları, çelik arması ve deri iç kaplaması kaska lüks, vintage otomobillerin seçkin havasını kazandırmış. Ateliers by Ruby’nin ayrıntılara gösterdiği özen, insana değerli bir mücevherin işlenişini çağrıştırıyor ve kaska bakmak bile motosiklet sahibi olmak için yeterli bir neden haline geliyor. Kaskların canlı ve dinamik renkleriyse modanın güncel akımlarını takip ettiğinizi göstermek ve colorblock gibi renk bazlı trendlere göz kırpmak isteyenler için ideal.
XOXO The Mag
Taschen Paris, Portrait of a City
Taschen, görsellere tüm ayrıntılarıyla doya doya baktığımız, ikonik şehirlere adanmış fotoğraf kitaplarına bir yenisini ekledi. 624 sayfalık Paris: Portrait of a City, şehrin tarihine fotoğraf sanatının öncülerinin ve ustalarının gözlerinden tanıklık ediyor. Daguerre, Marville, Atget, Lartigue, Brassaï, Kertész, Ronis, Doisneau, Cartier-Bresson ve daha birçok fotoğrafçının eserleriyle fotoğrafın ve şehrin geçirdiği evrimin kaydını tutuyor. Kitabın editörlüğünü üstlenen tarihçi, gazeteci ve eleştirmen Jean Claude Gautrand üç buçuk yılını arşivlerde geçirerek binlerce fotoğrafı gözden geçirmiş ve adı duyulmamış fotoğrafçılarla bu sanatın dahilerini bir araya getirmiş. 500 fotoğraflık, boyutu ve içeriğiyle bu 'dev’ eser, kesinlikle kendine ayrılmış bir kahve sehpasını hak ediyor.
adidas SLVR Women
adidas'ın Kreatif Direktörü Dirk Schönberger özel ilgi alanındaki adidas SLVR lüks-spor giyim tarzına couture’ün seçkin dokunuşunu katmaya devam ediyor. Kadın koleksiyonlarında sadelik ve kadınsı aksanlar göze çarparken ipek, vücudun zarafetini ortaya çıkaran özgür yapısıyla vazgeçilmez materyallerden biri haline geliyor. Schönberger aynı zamanda, yapıbozumcu bir tavırla klasik parçaları yeniden yorumluyor. Şu an aklınıza düşen nasıl sorusuna cevabımız: Biker ceketler olacak. Tarz sahibi kahverengi ceket, ipeğin klasik dokusuyla 70’lerden gelen funk bir havaya bürünmüş. Her detayıyla bir rockstar’a ya da kendini böyle hisseden birine ait olduğunu hissettiriyor.
Les Benjamins
Tişört endüstrisi popülerliğinin bedelini alışılagelmiş tasarımlara boyun eğerek ödüyor. Ancak modernizmin üniforması haline gelen bu parçayla da avangard bir tarz yakalamak mümkün. Arkadaş çevreleri için hazırladıkları tişörtlerin büyük ilgi görmesiyle bunu bir iş haline getiren ve bu sürecin sonunda birçok prestijli mağazada satılan bir isme dönüşen Les Benjamins’in başarısının sırrı tam da bu. 70’lerin ve 80’lerin retro parçalarını taklit eden ya da anlamsız cümleler ve görseller sergileyen tişörtlerden sıkılan tasarımcılar, insanların giyerken rahat edeceği, şık ve kitlesel değil kişisel bir bakışı ifade eden ürünlere imza atıyor. Kumaşlarının kalitesinden üzerlerindeki mesajlara kadar her detayıyla giyeni iyi hissettiren bu parçaların en beğenilen modellerinden biriyse 'Be Famous or Dead’.
Gat Rimon
2003’te Stéfanie Mardokh, Cynthia Pariente ve Yaël Benhinhi tarafından kurulan Gat Rimon, koleksiyonlarında kadınların estetik duygusunu harekete geçiren bazı kodlar kullanıyor olmalı. Şık ve modern, aynı zamanda şehirli ve tarz sahibi, kimi zaman da romantik aksanlar taşıyan parçaları kendi trendlerini yaratacak kadar başarılı. Gat Rimon çizgilerinde androjenlik ve kadınsılığın mükemmel kombinasyonunu, pudra ve mercan gibi hayalci renklerin lacivert, krem ve gri gibi ana tonlarla uyumunu ve maksi etekler gibi mükemmel zamanlamalarıyla etkileyen retro referansları bulabilirsiniz. Miller Shirt elbise gibi modellerse beyaz zeminde renkli, flu desenleriyle adeta görsel bir macera. Feminen ve dökümlü elbisenin siyah yaka ve kol uçları da kontrast oluşturarak romantik stile karanlık bir ton katıyor.
JOTT
Just Over The Top kelimelerinin baş harflerinden oluşan JOTT, rahat, hafif ve sıcak tutan montlara adanmış bir marka. JOTT konseptine göre kış karanlık, ağır ve soğuk değil, hareketli, canlı, dinamik ve eğlenceli olmalı. Markanın farklı renklerdeki montları kış mevsiminin yükünü üzerinizden atmak için kaçırılmaz bir fırsat. Sadece 215 gram ağırlığındaki kaz tüyü montun üzerinizde olduğunu kolayca unutabilirsiniz. Katlanarak çanta ve bavula kolayca sığabilen montlar, sık seyahat edenler için de adeta gerçekleşen bir rüya gibi. JOTT’un canlı renkleri, sportif ve eğlenceli çizgileriyle yağmurlu, gri sokaklara ilkbahardan bir dokunuş getirmeye hazır olun.
181
SET UP
Alp Altıner
Akçaağaçtan Notaya Konservatuarda aklına takılan nasıl sorusunun peşinde dünyayı dolaşıp, cevabını kitaplarda, sohbetlerde ve atölyesinde bulmuş Alp Altıner. Dağarcığını bir hayli geliştirdikten sonra döndüğü topraklarda hiç hesapta olmayan bir konuşmanın ardından keman yapmaya başlayan usta elleri notalara hizmet etmeyi de hiç bırakmamış. Tahta plakaları keman formuna getirdikten sonra çenesinin altında parmaklarının hükmündeki notalarda kaybolan viyolonistin atölyesine, keman yapımının ince işçiliğine ve notaların akışına bırakıyoruz kendimizi. hazırlayan aslin kumdagezer fotoğraflar özkan önal
XOXO The Mag
soldan sağa: 1.Yontucu aletler seti. 2. Jean-Baptiste Vuillaume’un 2000 adet basılan kitabının 656. nüshası. 3.4.5. Şablon. 6. Viyolonsel köprüsü. 7. Keman köprüsü. 8. Cila boyaları. 9.Keman gövde şablonu. 10. Sıkma aleti. 11. Testere. 12. Rende. 13. Tel kaldırma aparatları. 14. Fırçalar. 15. Planya. 16. Akort ince ayar aleti. 17. Planya. 18. Sıkma aleti. 19. Sıkma aleti. 20. Çakı. 21. 22. 23. 24. Sistra. 25. Abanoz ağacından alt eşikler. 26. Likör şişesi. 27. Likör şişesi. 28. Köprü tel yuvası markörü. 29. Kompas. 30. Akort ince ayar teli. 31. Burgular. 32. Çello köprü ayak aparatı. 33. Planya. 34. Keman şablonu. 35. Keman şablonu. 36. Viyolonsel şablonu. 37. Keman şablonu. 38. Sıvı vazelin. 39. Elastik fener. 40. Rayba 41. Yontucu. 42. Tüp cila boyası. 43. Can direği takma aleti. 44. Burgu tıraşlama aleti. 45. Can direği takma aleti. 46. Can direği takma aleti. 47. Can direği takma aleti. 48. Sıkma aleti. 49. Matkap. 50. Can direği takma aleti. 51. Fırça. 52. Kesici alet. 53. Kapak açma bıçağı. 54. File kanalı açma aleti. 55. Kesici alet. 56. Totem 57. A. Stradivarius formunda yapılmış keman. 58. Bız ve eye. 59. Testere. 183
Locations Where You Can Find Us...
360 Ada Kültür All Sports Anjel Ara Cafe Artlimits Arzu Kaprol Aşşk Cafe Babylon Backhaus Badehane Bahar Korçan Balkon Bebek Kahve Bebek Koru Kahvesİ BEJ Cafe Beymen BLENDER Bloom BEymen Brasserie Bruno's Building Butİk Buka Cafe Fİruz Caffe Nero İKSV Cahİde Casİta Çello Cezayİr CHokCHok Thai Corvus Wine & Bite Cullinary Institute Cuppa Cafe Da Mario Dai Pera Delicatessen Delirium Den Cafe Derİn Design Dizzia Dükkan Burger Ece Aksoy Ellipsis ESMOD Flavio Galatta Brasseria Galerİ Zilberman Galerist Garajİstanbul Gate Gatetattoo Gezİ İstanbul Ghetto Gölge Cafe Gram Groove Günselİ Türkay Habitat Happily ever after Harvard Cafe Hatİce Gökçe Helvetia Hillside City Club Home Room İstanbul Moda Akademİsİ Journey Juke Box Kafika Kahve Altı Kaktüs Karabatak Kiki Kırıntı Köşe Brasserie Kulp Lastİk Pabuç Laundromat Lazy Butİk Le Pain Quotidien Leb-İ Derya Leblon Lili Pud Lokal Asmalı Lomography Lucca Lulu's Lush Hotel Mahalle Mangerie Mano Burger Masa Mavra Mesta Meyra Midnight Express Midpoint Mİnyon Miss Pizza Momo Mono Münferİt Nar Pera Non Galerİ Off Pera OPS Cafe OPUS 3A Otto Sofyalı Otto Tünel Pandora Kİtabevİ Paristexas Patİka Kİtabevİ Pi Artworks Picante Pilot Galerİ Piola Plieé Point Hotel Pop-Up Cafe Que Tal Rafİnerİ Reasürans Galerİ Robinson Crusoe Rook Rose Marine Salomanje Salt Bistro San Lazzaro Sİmay Bülbül Şİmdİ/ Now Simurg Kİtapevİ Smyrna Soda Sosa Sugar Cafe Susam Cafe Sushi Express Sushico Tabe Kıyamet Takkunya Tamİrane The House Apart The House Cafe Touchdown Tribeca Ugly Ulus 29 Unter Urban Vogue White Mill Witt Suites Xflats Yıldırım Özdemİr Zanzibar Zencefİl
Also, you can ask for us at cool hair salons and innovative art galleries! XOXO The Mag
www.chanel.com
THE NEW MASCARA
LE VOLUME DE CHANEL