031 FASHIONMUSICARTDESIGN
Nİsan 2013 ÜCRETSİZDİR
Michael Shannon (120)
carmen Chaplin (36) InÈs De LA FRESSANGE (48) JOSEPH DIRAND (58) SelİM BİRsel (82) DEPECHE MODE (106) Craıg Thompson (148) THE Pharmacy Dıarıes (154)
031 FASHIONMUSICARTDESIGN
Nİsan 2013 ÜCRETSİZDİR
Michael Shannon (120)
carmen Chaplin (36) InÈs De LA FRESSANGE (48) JOSEPH DIRAND (58) SelİM BİRsel (82) DEPECHE MODE (106) Craıg Thompson (148) THE Pharmacy Dıarıes (154)
cover guest michael shannon photographer mike rosenthal cover #1 wardrobe - suit tom ford shirt eton tie j.press cover #2 wardrobe - shirt banana republic tie j.press tie bar j.press suit pant z zegna shoes tricker's
İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@xoxothemag.net Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Editörler Aslı Arduman, Serap Gecü, Gazali Görüryılmaz, Ayşecan İpek, Sedef Kırdök, Aslin Kumdagezer İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Irmak Nur Sunal Fotoğraf Editörleri Sezer Arıcı, Emir Sarısaç Katkıda Bulunanlar Rafet Arslan, Mahizer Aytaş, Olgaç Bozalp, Sarp Dakni, Emre Doğan, Busen Dostgül, Güneş Engin, Can Erker, Gülüm Erzincan, Merve Evirgen, Hatice Gökçe, Vehbi Görgülü, Ilgın Gözelekli, Marla Günter, Nazlı Gürlek, Metin Gürsoy, Abdullah İnal, Özgür İnceoğulları, Elif Kamışlı, Linda Kocabıyık, Ersin Koray, Alev Köksal, Ayşe Küçükkoca, Müjde Metin, Anastasia Nielsen, Seda Niğbolu, Deniz Okten, Özkan Önal, Beren Özel, Koray Caner Öztürk, Ceren Palaz, Mike Rosenthal, Arda Savcı, Didem Şenol, Dinçer Şirin, Arda Tümer, Damla Tütüncü, Erman Ata Uncu, Emre Ünal, Onur Yazıcı Reklam ilgin@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.
N U R TA N E S İ S K . N O : 3 4 Y I L D I Z B E Ş İ K TA Ş İ stanbul T : + 9 0 2 1 2 2 5 9 0 6 6 9
Jessica Chastain
yslexperience.com
Meydan okumak sanatt覺r
Yeni kad覺n parf羹m羹
CONTENTS
INTERVIEW 36... Carmen Chaplin The Chaplin Revue röportaj aslin kumdagezer
42... Mimi Thorisson
COVER
Let’s Manger röportaj marla günter
120…Michael Shannon
32... George Lois To All Those Boring, Adoring Magazine Covers röportaj müjde metin
58...Joseph Dirand Designing a Lifestyle röportaj arda savcı
72... Francesca Grilli & Francesco Arena İnsani Bir Yolculuk röportaj nazlı gürlek
48... Inès de la Fressange
yazı rafet arslan
La Vraie Parisienne
46... Black Mirror
92... C2C
röportaj aslin kumdagezer
Usul Usul Alacakaranlık
Plak Aşkının Dörtlü Çekimi
52... Simon Griffiths
yazı erman ata uncu
Az Biraz Farklı
78... Mockumentary
106... Depeche Mode
röportaj can erker
Belgeselin Uydurma Hali
Pop’un En Büyük Fetişi
66... Hülya Ertaş
röportaj vehbi görgülü
yazı seda niğbolu
Mimari İşler Müdürü
86... Enginar
152... Hands
röportaj deniz okten
En Lezzetli Mor Çiçek
Partiye Hazır Dinginlik
96... Sheila Heti
yazı seda niğbolu
yazı didem şenol
röportaj gazali görüryılmaz
A Novelist from Life
160... Marnie Stern
röportaj serap gecü
Söyleyeceklerim Var
102... D.S. & Durga The Tale of a Scent röportaj ayşecan ipek
FASHION
Koleksiyoncu Bir Flanör röportaj elif kamışlı
Ritüelin Deformasyonu
100... Metroseksüelin Ölümü Zombiden Hallice
yazı beren özel
24... In the Shoes of a Geisha
82... Selim Birsel
20... Pop’un Biyolojik Babası Kim? Şeytan Üçgeni
MUSIC
ART & DESIGN
MORE
138... Selim Zafer Ellialtı Suvla röportaj cihan şerbetcioğlu
yazı ceren palaz
148... Craig Thompson Wisconsin Tarlalarından Orta Doğu
108... A Face Is Also A Mask
Çöllerine röportaj aslı arduman
photographer emre ünal fashion editor mahizer aytaş
162... Today, Not Today photographer marco trunz fashion editor hannah godde
180... Violent Femme photographer begüm yetiş fashion editor erkan altunay
XOXO The Mag
yazı özgür inceoğulları
144... Bir Zombiyle Yürümek! Posterlerinin Işığında Zombi Sineması yazı sarp dakni
154... The Pharmacy Diaries
Photographer: Thierry Mugler
THE TH T HE NE N NEW EW INTENSE FRAGRANCE
9
Discover more at mugler.com
cr fashion book issue 2, 2013.
Do The Dance KONUYA FOUCAULT'DAN BİR ALINTIYLA BAŞLAYIP, SIĞ SUDA BOĞULMAMAYA ÇALIŞANLARA SELAM EDEREK, ONLARA DESTEK MAHİYETİNDE BİR MESAJ YOLLAMAK İSTİYORUM: "İNSANLAR NE YAPTIKLARINI BİLİRLER, NEYİ NEDEN YAPTIKLARINI DA GENELDE BİLİRLER, FAKAT BİLMEDİKLERİ ŞEY YAPTIKLARININ YAPTIKLARIDIR."
LÜTFEN ELİNİZDE TUTTUĞUNUZ BU SAYIDAKİ RÖPORTAJLARI VE YAZILARI BU DüsTURLA OKUYUNUZ, BÖYLECE SİZ DE BİZİM YAPTIĞIMIZ HER NEYSE ONA DAHA ÇOK ANLAM YÜKLEYECEKSİNİZ, AYNEN BİZİM DE ÇEVREMİZDEKİ İNSANLARIN YAPTIKLARI HER NEYSE ONA SAYGIYLA ANLAM YÜKLEDİĞİMİZ GİBİ…
P.S. I love what we do.
OLGA ŞERBETCİOĞLU
İR F B İ T R SPO
! AM Ş A Y
BİR TİF R SPO
Nişantaşı İstinye Park Hermes.com
! AM Ş A Y
İR F B İ T R SPO
! AM Ş A Y
Brand
Les Beıges
A Manifesto For A Healthy Glow yazı ayşe küçükkoca görseller chanel sas'ın izniyle, metz + racine
Gabrielle Chanel'in Deauville, Cannes ve Biarritz sahillerinde çekilmiş fotoğraflarında, özgürlüğünün tadını çıkaran bir kadına ve nereden geldiği anlaşılmayan gizli bir ışığa rastlarız. Coco, başka hiçbir yerde bu kadar mutlu ve güzel değildir. İşte Peter Philips, güneş ışığını yansıtan bu güzellikten yola çıkarak Les Beiges serisini yarattı. Doğal ve özgürleştirici bir makyaj. Sür, çık ve yaşa! Philips makyajın gerçek ve sosyolojik sorunlarıyla da ilgilenen bir vizyoner. Kafkas ve Asyalı tenlerin doğal parlaklığa giden yolda yaşadığı zorluklar, Chanel Makeup Kreatif Direktörü'ne 'the great outdoors' konseptini bir kere daha düşündürmüş. Philips, bugüne kadar bembeyaz bir Kabuki makyajı, cansız ve mat bir kamuflaj ya da kiremit rengi bronzluğa mahkum olan biz kadınlara, parlatmayan, beyazlatmayan ve bronzlaştırmayan yepyeni bir seçenek sunuyor: İnce zevkin pudraya yansıyan hali. Açık havada geçen bir öğleden sonranın ciltte bıraktığı o sağlıklı, hayat dolu, arzulanan ışığı. Les Beiges Healthy Glow Sheer Powder, cilt için gerçek bir devrim niteliği taşıyor: Tüm yıl boyunca cildi terk etmeyen zamansız bir teknoloji ve risk almayan şık bir renk paleti. "Bu sağlıklı parlaklığa erişmeye çalışırken abartılı parıltı ve bronzluğun tuzağına düşmek istemedim. Hayalimdeki mükemmel bej paleti yaratabilmek için Chanel laboratuarları ile aylarca çalıştım." Coco Chanel'in imzası siyah ve beyazın yarattığı güçlü kontrast, mahçup bej ile dengeleniyor. Philips, Les Beiges için Parizyen bir tonun peşine düşmüş: "New York'tayken Paris'i özlediğimde aklıma hep özel bir ışık gelir. Eski binaların
tonunu emmiş gibi görünen, bej bir ışık. Beli büzülmüş gabardin bir trençkotu, Normandy sahillerindeki yumuşacık kumu ya da kış ortasında çıplak bir bacağı hatırlatır bana bu ışık." Bu imgelerin taşıdığı düşünce ve duygular yeterli değil elbette. Ne de olsa Chanel Makeup, Parizyen ruh halini zeki bir teknoloji ile birleştiriyor yıllardır. Philips, Les Beiges pudra serisinin, cildi güneşin zararlı ışınlarından, oksidatif stresten, çevre kirliliğinden korumasını ve tüm bunları yaparken mutlak bir konfor sağlamasını istemiş. İşte tam burada devreye Open Air Care Complex giriyor. Beyaz gül hücreleri ve pamuk çiçeği ile zenginleştirilmiş yapı, cildin doğasını yansıtan, biyomimetik özelliğe sahip. Les Beiges, cilde değdiği anda içeriğindeki protein ve vitamin dolu aktif molekülleri yaymaya başlıyor, böylelikle cilt korunurken güzelleşiyor. Farklı yaşam stillerine uyum göstermek konusunda zorlanmayan seri, pek tabii ki 15-30 arasında değişen SPF faktörü ve anti-UVA korumasına sahip. Les Beiges Healthy Glow Sheer Powder, ambalaj tasarımında da cesur bir adım atıyor ve klasik siyah lakeyi geride bırakarak rollerin değişmesini sağlıyor: Parizyen bej tüm şıklığı ile kapağa yayılırken Chanel logosu siyaha bürünüyor. Yarım ay şeklindeki pudra fırçası, yüzün tüm kıvrımlarına uyumlu, kemik yapısını belirginleştirmek için ideal. "Makyajınızı hiç düşünmeden yapabilmelisiniz. Ambalaj aynaya sahip olsa da Les Beiges, gözleriniz kapalı uygulayabileceğiniz bir pudra. Ne eksik ne fazla. Sonucun mükemmel doğallıkta olacağını garanti ediyorum."
XOXO The Mag
WHATEVER
Pop’un Bİyolojİk Babası Kİm?
Şeytan Üçgeni yazı rafet arslan illüstrasyon hiroyuki kikuchi
Andy Warhol; 1964-66 yılları arasında Fabrika stüdyolarında dostlarıyla, süper starlarla ve kendine ilham veren insanlarla sırasıyla deneme çekimleri yapar. Bob Dylan’dan Susan Sontag’a, Allen Ginsberg’den Yoko Ono’ya uzanan bu listede iki ismin yan yana gelişi dikkat çekicidir: Salvador Dali ve Marcel Duchamp. Okuyacağınız metnin temel derdi; gerçeküstücülerin deyişiyle bu “tuhaf rastlantı”dan yola çıkarak Andy Warhol ışıltılı Pop imgesini yaratırken, ona ilham veren asıl kişiyi bulmak için bazı ipuçlarının peşi sıra gitmektir. Bu küçük “olağan şüpheli” soruşturmasına girişmeden, Walter Benjamin’in çığır açıcı “yeniden üretilebilirlik çağında sanat yapıtı” makalesinde geliştirdiği formülü anımsatmak isterim. Benjamin, bu makalesinde, başını Duchamp’ın çektiği Dada akımının hazır yapıt/montaj estetiği sayesinde sanatın biricik kült değerinin, yani ‘aura’sının söneceğini ve böylece sanatın en kısa tabirle “yüce nesne” konumunu terk edip demokratikleşeceğini ve politikleşeceğini ifade eder. Kuşkusuz Benjamin’in bu satırlarının ardında avangardın sanat ile hayatı bütünleştirme ütopyası vardır. Bekar Makİne, Robot ve Androİd Malum, Duchamp’ın 1917 yılında üzerine mahlas isimle imza attığı pisuarı bir müzeye önermesi, o tarihe kadarki “yüce” sanat algısını kökten sarsar. Fakat bunun ardından, hemen 20’li yılların başlarında Duchamp kendisini ve sanatını uzun bir sessizliğe bırakır. Bir dahinin 25 yıl hiçbir şey üretmemesi; kendini satranca vermesi bir şok ya da ‘aura’ yaratmaz. En fazla merak yaratır ama 25 yıl, bir merak için de gerçekten uzun bir süre. Bunun yanında Duchamp’ın bir sanatçı özne olarak ketumluğu ilginç ya da tuhaf bulunabilir. Bu boşluk döneminde
hazırladığı ve kendi çalışmalarının ipek baskılarını içeren Greenbox da yeni bir form yaratmaktan öte, eskiden keşfettiği formları bir çeşit debut albüm içinde toplamaya benzer. Bu açıdan Duchamp ile; kısa sürede müzikte kopuş yaratan, birkaç efsane albüm yayınlayıp ardından dağılan ve uzun yıllar boyunca eski kayıtların farklı versiyonlarını yeni albümler olarak yayınlayan müzik grupları arasında bir analoji kurulabilir. Yarattığı sanat her ne kadar devrimci olsa da, kendini tek bir ifade biçimi -hazır yapıt- ile sınırlar ve ondan öte yeniyi aramayı, keşfetmeyi faydasız bulur. Bu geri çekilme ile de yapıtını kültleştirir. Kuşkusuz bu durum, hazır yapıt ile sanatın sonunu getirmekten öte, hazır yapıtın sanatın geleceği olarak sunulmasıyla da sonuçlanır. Yani Duchamp’ın konumu, Benjamin’in onun yarattığı ihtilal üzerinden türettiği formülü de geçersiz kılar. Sanat yapıtının ‘aura’sı düşmüş ama tüketim nesnesinin ‘aura’sı yükselmiştir. Dali ise; Duchamp’ın Beatles-vari konumuna karşı Rolling Stones olmaya koşar ve hiç durmaz. Rüya resmi, paranoyak-kritik sanat, nükleer mistisizm, Post-Orta Çağ resmi, sergi baskılar, filmler, performanslar ve hatta reklamlar; son nefesine dek doludizgin üretir. Warhol’a baktığımızda, o da tıpkı Dali gibi sürekli bir üretim, aksiyon içindedir. İllüstrasyonlar, kolajlar, seri ipek baskılar, fotoğraflar, filmler, müzik yapımcılığı ve hatta reklamlar. Kısaca, Duchamp, bir fikri icat eden mucittir, fakat gerçek hayatta işler öyle ilerlemez. Bunun da iki temel nedeni var: Birincisi, kaşif kendi keşfini konumlandırmak istemez. Bu, onun keşfiyle arasına koyduğu ‘cool’ mesafeye aykırıdır. İkincisi, avangardın döngüsel kaderi tam burada devreye girer. Radikal bir kopuş getiren keşif ilk anda büyük bir şok etkisi yaratsa
XOXO The Mag
sayıda hazır yapıtını kültleştirip, kendi varlığını soğuk bir mesafede gizlerken; Dali (ve ardından Warhol) sürekli kendisini gösterinin gündeminde tutarak varlığını kültleştirir.
da; bu keşfin tam olarak ne olduğunun ya da neye yol açtığının alımlanması uzunca zaman ister. Duchamp 1887, Dali 1904, Warhol ise 1928 doğumlu, yani üçü arasında tamı tamına birer kuşak farkı var, bu da yeterince uzun bir süre sayılır. Bunun bir sonucu olarak Duchamp bekar makineyi keşfedip bir kenara çekilir, Warhol kendi deyimiyle bir makine olmak ister. Onun örnek aldığı Dali ise aslında makinenin bir sonraki formu olan biyolojik robota geçmiş; kendini bir android olarak konumlamıştır.
Duchamp’ın takipçisi filozoflar, akademisyenler, kavramsal sanatçılarken; Dali tüm ‘aura’yı kendi bedensel varlığında toplayarak gösterinin ekranı ile bütünleşir. Ekranın prizmasından yayılan Dali’nin cazibesinin takipçisi ise yığınlar, moda ve reklam dünyasıdır. Sadece müzede ya da sanat tarihinde değil; sokakta, popüler kültürün tam da göbeğinde kendini efsaneye dönüştürür.
Sanat Nesneleşen Hayat Olursa Warhol’un dahil olduğu Amerikan Pop sanatçı kuşağı 2. Dünya Savaşı’nın ertesinde kendilerini “neo-dada” olarak sanat dünyasına sürerken, Warhol gündelik hayatta tüketilen nesnelerin sanat kabul edileceğini Duchamp’dan; bunların birer metaya dönüştürülüp satılabileceğini ise Dali’den öğrenmiştir. Duchamp 1921 yılında Rigaud marka bir parfüm şişesine de müdahalede bulunarak şişeyi “hazır yapıt”laştırır. Oysa Dali; Elsa Schiaparelli, Christian Dior gibi moda ikonları için tasarımlar yaparak başladığı yoluna, tamamen kendi markasını taşıyan ürünler yaratarak devam etmiştir.
Dali’nin narsistliği malum; sürekli resmettiği Narkissos imgesini ya da kendisini ihraç eden sürrealistlere karşı “Gerçeküstücülük benim!” diye haykırışını düşünün. Dali, kendi imgesi karşısında o kadar büyülenmiştir ki, bu büyüyü yeryüzünde yaşayan her insana değin yaymak ister. Dali, avangardın temel ütopyası olan sanat ile hayatı bütünleştirme idealini kitle kültürü içinde kısa devre yaptırarak gerçekleştirirken; Duchamp ezoterik/ketum tavrı ile kendini salt entelektüel bir alanla sınırlayıp; konumunu bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde elitize eder. Kuşkusuz, Warhol dehası Dali’den sadece sanatçının “yeniden üretilebilirlik çağında” ‘aura’yı nasıl canlı tutacağının dersini almamış, onun avangart ile kitle kültürünü yan yana getiren yemeğinin de formülünü aşırmış ve bu formülü Campbell kutuları içinde defalarca izleyici/tüketiciye sunarak efsaneleştirmiştir. Belki de 21. yüzyıl sanatı, Duchamp, Dali ve Warhol’un tüketim ürünleri ambalajları ile bıraktığı izleri hala takip ederken; Benjamin’in bir başka önemli makalesinde (Baudelaire’de Bazı Motifler Üzerine) altını ısrarla çizdiği, deneyime dayalı, tinsel ve alegorik sanat düşünü de -arada- hatırlamalıdır.
Ama Warhol’un gerçekleştirdiği Pop devrimini sadece form üzerinden okumak eksiktir. Çünkü Warhol’un Dali’den öğrendiği en önemli şey, “gösteri toplumu” diye anılan dünyada sanatçının kendi varlığını sürekli seyredilecek bir sanat yapıtına dönüştürmesi gerektiğidir. Sürekli yeniyi arayan, ilgiyi üzerine çeken, şaşırtan insan olmak gösteri toplumunda yıldız sanatçı olmanın da formülüdür. Dali; Duchamp’ın deneyinden sonra sanatın çöp estetiğine, kitsch’e kayacağını hissetmiştir. Bunun yanında Duchamp’ın inzivaya çekilmiş kişiliği üzerinden dönen fırtınanın da takibindedir. Duchamp az 21
Š 2013 adidas AG. adidas, the Trefoil logo and the 3-Stripes mark are registered trademarks of the adidas Group.
unite all originals
adidas.com/originals
fashion
In The Shoes Of A GEISHA
Ritüelin Deformasyonu yazı ceren palaz illüstrasyon güneş engin
2011’den beri çatlamaya hazır halde bekleyen bazı trend yumurtaları, bu yıl bir takım tuhaf ayakkabılar yavruladı. Öyle günümüzün alışıldık yumurtalarından değildi bunlar. Yo, dinozorlara da ait değillerdi, aslında zamandan çok coğrafyaya dayanıyordu uzun yolculukları. Yaklaşık 300 yıl önce, çok çok uzak doğuda… 1970’lerin disko çılgınlığından çok önce, geyşa olmak üzere eğitim gören maiko’ların ayakları altında yükseliyordu platformlar. İsimlerini çıkardıkları sesten alan okobo’lar, görüntü olarak da isimlerini aratmayacak bir matraklığa sahip oldu hep. Küçük kızların geleneksel kimonolarının yere değmesini engelleyecek kadar boyuna, denge problemi yaratmayacak kadar da enine doygun bir topuğa sahip olan bu tasarım, estetik kaygılardan bir hayli uzaklarda ortaya çıkmıştı şüphesiz. Ama bu postmodern dünyada elbette onların da sırası gelecekti. Maiko’lara göre işlev, moda tasarımcılarına göre ise estetize edilecek bir diğer okyanus, bir meydan okuma. Pek tabii önce podyumları, sonra sokakları ele geçirdikleri sırada, tahta topukların yerini hemen mantar gibi daha konforlu materyaller aldı. Miu Miu ve kendi deyimiyle tarz sahibi bir hantallığın peşinde olan Nicholas Kirkwood, küt platformları ortadan ikiye ayırıp geleneksel topuklu ayakkabıya bir adım yaklaştırdı, onları taşlarla ve zarif desenlerle bezedi. Kirkwood’un Pollini tarzına yakın bulduğu Marni, topukları biraz alçaltıp kayışları kalınlaştırarak tasarımı pürüzsüzleştirirken, Prada tüm tuhaflıklarını kucaklayıp biraz da kendi tuhaflığını katmak istedi. Öyle ki Twilight galasına baştan aşağı Prada’lar içinde katılan Elle Fanning, okobo’lardan esinlenen ayakkabılarıyla gecenin tartışma konusu olup çıktı. Bu Prada’ları günlük flip flop’lardan ayıran şıklıkları mıydı, yoksa sıra dışı boyutları mı? Marshmallow’lu bir sandviçi andırırcasına eklektik bu ayakkabıların savunucuları, herkesin moda bilinciyle hareket etmek zorunda olmadığı üzerine kurdular savlarını daha çok. Hayat, içinden geleni giymemek için çok kısaydı. Üstelik tüm bu tantana, daha birkaç sene önce beyaz perdede bebekliğini izlediğimiz ve henüz çocukluktan çıktığını kabul bile etmediğimiz Fanning’cik üzerinde kopuyordu ve bu
fazlasıyla acımasızcaydı. Konfor kelimesinden tiksinen Louboutin, rahatlık arayışının yaratıcılığı öldürdüğünü düşünedursun, içlerinde Chanel’in de bulunduğu pek çok moda devi, okobo’ları birkaç kez baştan yaratmakta sınır tanımadı. Ama ironi bu ya, Louboutin’ler ince ve yüksek topuklarla rahatça yürümek isteyen kadınların tercihi olmaya devam ederken, mermer zeminde yeşil çay servisi yapmaya son derece elverişli olan bu tasarım, alıştığı uyumu ne New York ne de İstanbul kaldırımlarında bulabileceğini yavaş yavaş anlamaya başladı. Asıl mesele belki de bu. Modayı hava gibi soluyup da tasarımcı olmamanın nadir güzelliklerinden biri, hem kuzeyin konfor düşkünü sadeliğini hem de vücudu nefes kesercesine sarmalayan korseleri aynı anda sevip, çelişkiye düşmekten de korkmamaktır herhalde. Farklı prensipleri tek bir tasarımda toplama girişimleri ise, işte her seferinde, beslendiği kuralları esas kökünden kopardığı ölçüde olumsuz tepki toplamaya mahkum oluyor. Elbette durum bu kadar siyah-beyaz değil. Prada tasarladığı bu açık ayakkabılarla giyilmesi için lame ve dore özel çoraplar hazırlayarak gözlerimizi biraz insafsızca kamaştırabilirken, Chanel’in siyah, kırmızı, beyaz çizgili bol kayışlı sandaletleri arzu nesnesi olmaya oldukça da yakın duruyor. Böyleyken böyle. Bilge tüketiciler bilir ki, gözün ilk bakışta şiddetle reddettiği tasarımlar dahi, bazı tasarımcıların elinde ve bazı kadınların ayağında çok hoş pozlar verebilir. Bunu izleyen adaptasyon sürecinde, bizzat tercih etmesek de şayet bir sabah kapımızın önüne bırakılmış iki ton ton ayakkabı bulursak giymeyi deneyebileceğimizi düşünebiliriz. Ve pek tabii, bilincimizin bizden gizli yerlerinde bu ayakkabılar çok uyumlu kıyafetlerle eşleştirilip, bizzat tercihimiz olmaya da karar verebilirler. Basit bir şekilde: Belki de Chanel’in el attığı hiçbir akımı çok da yabana atmamak gerekiyordur.
XOXO The Mag
Magazıne
Magazine
Man Of The World
Koltuğumuzun yanında, işimizi gücümüzü bırakıp bir an önce içlerinde kaybolmamızı bekleyen dergilere, iddiası ile bir yenisi daha ekleniyor. Ne kadar, özgün değil diye şamara doyurmaya çalışsak da kullanım kılavuzu gibi işleyen bu tür dergilerin görselliğine tutuluyoruz. Man of the World gibi, narsisizminin derin sularında kendi suretini arayan, bunu da evrensele taşıyan dergilerin, bize eskiden insanlara nasıl yemek yemeleri, nasıl flört etmeleri gerektiğini anlatan yayınları hatırlattığını söyleyebiliriz. İkinci sayısı ile kapaktan James Franco ile sırıtan dergi bugün erkeklerin yaşam kültürüne dair bize sunduklarıyla göz dolduruyor. Kapakta cesaretine hayran olduğumuz, ama cesareti kadar yeteneğe doyurulmamış bir organizma olarak James Franco, “karşıya yeni taşınanlar” tuhaflığında bir figür olarak sizi selamlıyor. Franco ile ilgili iyi bir şey duyamayacaksınız, çünkü biz Ryan Gosling’in okyanusun derin sularında hayatta kalmayı başaran oyunculuk tavrını daha çok seviyoruz. İki ismi ise zinhar karşılaştırmıyoruz. İkinci sayısını sırtlanan derginin ilk sayfalarında John Malkovich okuyucuyu bu maceranın devamı için hazırlık kampına alıyor. Mendil ve kravat tutkusu olan erkeklere tasarımcı Alexander Olch eşlik ederken, dergi oyunculara torpil geçiyor ve Norman Reedus
ağzında lolipopu ile arabasının içinden bildiriyor. İsviçre’nin sessiz ve gizli şatafatı için ise yolculuk Cenevre’den başlatılıyor. Bugün, işte sıkılıp karşıdaki plazanın camına yansıttığınızda, güneş çıktı sanılacak büyüklükteki kol saatlerine verilmiş ciddi bir cevap olarak Patek Philippe, klasik modern formlara düşkün erkeklere lüksü tattırıyor. Çalışma masalarına önerilerden, kendi başınıza denemenizin sizi daha şehirli ve profesyonel göstereceği içki tariflerine de, okuyucu içeriğe bir hayli doyuyor. Bu “dünyalar erkeği” (Bülent Ersoy aksanı ile okuyunuz) elbette sanattan da anlıyor ve ressam Michelangelo Pistoletto’ya da dergide yer açıyor. Hedefi ise sanatçı Robert Longo ile vuruyor. Gerisi de araba aksesuarından modaya ve bisiklet kültürüne kadar gusto sahibi olmak için yoğunlaştırılmış kurs gibi işliyor. Biomarketlere abone yaşamlarımıza cevaben, tası tarağı toplayıp kendine bahçeli bir ev açan erkeklerin rüyalarını süsleyen Portland ise elbette ilk kutsal ziyaret rotası olarak önerileriyle sunuluyor. Dergi kendine “gay” denmesin diye sonlara doğru Gisele Bündchen’inden Natalia Vodianova’sına dizi dizi altın oran ile de kutsanmış. Derginin bambaşka yürütülen dijital içeriğine ulaşmak içinse dünya parmak uçlarınızda. Üyelik de kabul ediyorlar. manoftheworld.com
XOXO The Mag
fashion
BİLİM KURGU & TASARIM
Metalworkers Of Fashion
Jane Fonda, Barbarella, 1968.
yazı hatice gökçe
Basit bir benzetmeyle; olanaksızı mümkün kılan bir tür bilim kurgu. Tanımlaması kolay, anlaması zor. Sadece bir edebiyat ya da sinema türü olamayacak kadar da dipsiz bir kuyu. Hep sorduğum soru; bilim kurgu eserlerdeki kurgular nasıl oluyor da yıllar sonra neredeyse aynı şekilde gerçekleşiyor, hayat buluyor? Soruma ışık tutan isim, sinema ve medya kuramcısı Vivian Sobchack oldu. İddialı bir tezi var. Teknolojinin, sanatçıların kurgusal konuları betimlemesine etki etmediğine, ancak kurgusal dünyanın hayal gücünü genişleterek bilime katkıda bulunduğuna işaret etmiş. İşte, almak istediğim cevap buydu. Tasarımın, hayal gücünün büyüklüğü bu açıklama ile daha da değerli bir hal alıyor. Konuyu bağlayalım; 2. yüzyıla kadar uzanan geçmişinde asıl ivmeyi 1920’lerde bulan bilim kurgu, inovasyon sözcüğünü şirket ajandalarından çok daha önce podyumlara taşımıştı. 60’lı yıllarda tavan yapan bilimsel kurguların podyumdan sokağa inişi göz açıp kapayana kadar gerçekleşirken, takip eden 40 yıl içerisinde mimarinin ana temaları arasında bilim kurgu ilhamları olmazsa olmazlar arasında sayılıyordu. Andrés Courrèges 1964 İlkbahar-Yaz koleksiyonunda plastik materyalleri kullandığında, konukları, defileyi şimdikiler kadar soğukkanlı izlememiş olsa gerek. Nefeslerini tutmaya devam etseler iyi olacak, çünkü sırada Paco Rabanne tasarımıyla ‘Barbarella’da boy gösteren Jane Fonda var. Bu tasarımıyla Coco Chanel’den “metalworker of fashion” iltifatını kapan Rabanne’ın süper minisiyle boy gösteren Fonda’dan da önce, ilgili merciler bilim kurgu kadınlarının kısa etek giymesine oy birliği ile karar vermişti. Keza Star Trek’teki kadın mürettebatının tümünün mini etekleriyle gezmesini başka nasıl açıklayabiliriz? Geçmişten feyz alıp geleceğe bakarken günümüze biraz daha yaklaşmak ihtiyacıyla ay temasından etkilenen Moschino ve Etro’dan da bahsetmemek olmaz. Yıllar geçtikçe pekiştirdikleri ilişkilerinde bilim kurgu ve moda, 2010 yılında bir kez daha podyumlarda buluştu ve o yıl bilim kurgunun feriştahı kabul edilen Avatar ilhamlarıyla Alexander McQueen podyumlarında salındı. Aynı yıl, ilginç değildir ki, Karl Lagerfeld de Chanel koleksiyonu için bir uzay kostümü tasarlamıştı. Sobchack’in zihnimi açmasıyla beraber, filmlere bu gözle bakmak
ve tasarımcıları izlemek daha da heyecan verici olmaya başladı. Bu anlamda, yakın geçmişte Harry Potter serisinde beni heyecanlandıran bir tasarım da ‘görünmezlik pelerini’ oldu. Malumunuz, daha önceleri Star Wars’da ve Stargate’te gizlenme aygıtına tanık olmuştuk. Ancak, insanı hayallere daldıran görünmezlik pelerini, konuya kesinlikle farklı bir boyut getirdi ve bir süredir bilim adamlarının da araştırma konusu haline geldi. 19 Ekim 2006’da Birleşik Kralllık'tan ve ABD'den bilim insanlarının ortak çalışmalarıyla üretilen ve bakır bir silindiri mikrodalgalar tarafından tespit edilmekten koruyan pelerin bu çalışmaların başlangıç sonuçlarından biri olarak arzı endam etti. Özetle çalışma mekanizması şöyle; metal malzemelerden üretilen pelerin sadece iki boyutta, mikrodalga altında çalışıyor ve cisimler hala çıplak gözle görülebiliyor. Görünmezlik pelerini çalışmasının yapıldığı ilk adres olan Duke Üniversitesi’nde işin başında elektrik ve bilgisayar mühendisliği profesörü David R. Smith var. Duyacağımız açıklama biraz hayal kırıklığı yaratacak, çünkü, herkesin hayalini kurduğu, Harry Potter’ın pelerini veya Star Trek’in görünmezlik aygıtı ile eşdeğer bir görünmezliği elde edebilmemiz henüz kesin değil. Acı bir fren sesi. Çünkü, bir cismi gerçekten gözden kaybedebilmek için, söz konusu pelerinin, ışığı oluşturan tüm dalga boyları veya renklerle eş zamanlı etkileşimde bulunması gerekiyor. Diğer taraftan, bir grup Amerikalı bilim insanı tarafından yapılan yeni çalışmaların sonucu olarak, pelerinin Harry Potter’daki görünmezlik pelerinine çok benzer bir yapıda olacağı söyleniyor. Bir başka cesaret verici ses de Purdue’dan yükseliyor ve profesör Vladimir Shalaev, oldukça kurgusal görünse de, pelerinin fiziğin yasalarıyla tamamen örtüşeceğini söylüyor. Üstelik, ağır da olmayacak; çünkü üzerinde çok az miktarda metal bulunacak. Bilim kurgu bir yandan gelecekteki teknolojileri eleştirirken, bir yandan da yeni fikirler ve yeni teknolojiler oluşturulmasına kılavuzluk ediyor. Giysi tasarımı konusunda hayal gücünün sınırlarını aşan bilim kurgu sineması bugün de moda tasarımcıları için çekiciliğini koruyor. Fakat ne yazık ki, tasarımcıların bu konuda uzmanlaşabilecekleri bir dal gibi de görünmüyor. Hal böyle olunca da insan, bu kadar çok moda tasarımı bölümü açılacağına, “teknoloji odaklı tasarım” bölümleri açılsa ve hayal dünyasına yolculuk yaptıracak yeni tasarımcılar yetişse diye düşünmeden edemiyor.
XOXO The Mag
BEAUTY
MOSSY, WOODY, GREEN
Go Green
Azuma Makoto for Perrier Jouet
yazı ayşecan ipek
Ve sonra tuhaf bir şey oldu. Oryantal baharatların, isli puslu ve hatta bazen küllü notaların, ilk sürüşte etrafımı güvenli bir bulut gibi saran güçlü ve sıcak akorların yerine ağzımdaki naneli sakız tadında, yeşil bir şeylerin peşine düştüm. Küçük bir köpek yavrusu gibi burnumu ormanın ıslak kuytularına çevirdim, ağaç köklerinden başlayıp yukarı doğru çıktım. 'Odunsu' notalar orada da yaşıyordu elbet, ama işin rengi değişmişti. Şu geçirmekte olduğum olfaktif değişimin baharla uzaktan yakından ilgisi yok desem, bilmem bana inanır mısınız… Son birkaç haftadır tüm dünyanın Guerlain Vetiver gibi kokmasını istiyorum. 1959'da Jean Paul Guerlain tarafından yaratılmış bu kült parfüm, 'odunsu', 'aromatik', 'taze baharat', 'tütün' ve 'citrus' gibi anahtar kelimelere sahip. Yeşil, listenin en altında yer alıyor. Tenime değdiği anda erkeklere ait tüm kodları silen, yerini seksi ve taze bir ten kokusuna bırakan Vetiver, ismini aldığı bitkinin yanı sıra bergamot, karanfil, sedir, tütün, biber ve tonka çekirdeği ile 'bahar kokusu' klişesini yerle bir ediyor. Le Labo'nun 46 numarası ise vetiverin 'Rolls Royce'u olarak tanımlanıyor. Haiti'de yetiştirilip Grasse'da dinlendirilen parfüm, olibanum, tütsü ve labdanum gibi rayihalı numaralara da sahip. Her yeşilin illa da maskülen olması gerekmiyor: Akla Hamptons zenginlerinin buzlu çay saatini getiren Elizabeth Arden Green Tea, Japon dağlarını minimalist bir yaklaşım ve beyaz çiçeklerle buzlu cama döken A Scent By Issey Miyake, toprağa yerleşmiş ıslak yosunların hakimiyetindeki Jo Malone Peony & Moss, kadın/erkek ayrımında bizim tarafa göz kırpıyor. Her ne kadar burnumun ucundaki hedefe hitap etmese de, yeşil ve pudranın birleşimi de harika sonuçlar verebiliyor. Chanel için başka nice parfümler yaratmış olan Henri Robert'in Mademoiselle Chanel'in ölümünden bir yıl önce bestelediği No.19, ismini Coco'nun doğum gününden alıyor. Bu beyaz ve yeşil armoni, açılışını serinlikle yapıp kalbindeki gül ve zambakla derinleştikten saatler sonra geride, vetiver, meşe yosunu ve güderi gibi tene yerleşen güçlü savaşçılar bırakıyor. Jacques Polge'un oyunu zambak ve misk üzerine yeniden kurduğu, pudralı ve aromatik notaların başrole terfi ettiği No.19 Poudré ise yeşilin kendine has, androjen etkisinden kaçmak isteyenler için hoş bir alternatif olabilir. Hafifmeşrep, arzulu ve çılgın rüyaların habercisi,
yeşil peri Absinthe, Olivia Giacobetti'ye gelmiş geçmiş en ilginç yeşillerden birini yarattırmış: L'Artisan Parfumeur koleksiyonunda kendine haklı bir yer edinen Fou D'Absinthe, sessiz bir ateş adeta. Absinthe, paçuli, çam iğnesi ve baharatlandırılmış alkolü, teninize mi sürseniz yoksa kadehe mi doldursanız bilemiyorsunuz. Markanın Grasse koleksiyonundaki Le Printemps mum, baharın gelişini aynı benim gibi kutluyor: Çiçeksiz, sek ve yeşil. Minik bir odanın içine soğuk kışın ardından güneş ışığıyla buluşan yeşil vadileri sığdıran Le Printemps, defne, biberiye ve kekiği yıldız anasonuyla sarmalıyor. Gri ve soğuk kıştan kurtulduğumuza bu kadar sevinirken tek bir parfüm benim için kaseti geriye sarabilir: Creed Epicéa. 'Baharatlı' anlamına gelen ismine layık bir performans sergileyen bu parfüm, aynı Guerlain Vetiver gibi erkeklere ithaf ediliyor ama kadınlar tarafından da aynı iştahla tüketiliyor. Rus ormanlarının çam kokusunu, bergamot, lavanta ve karanfille birleştiren Epicéa, 60'ların maskülen stilini yansıtıyor. Bir sonraki dersimiz Comme Des Garçons Series 1: Leaves. Calamus, Mint, Shiso, Tea ve Lily'den oluşan serideki parfümleri birbiriyle karıştırıp kullanmak da şaşırtıcı sürprizler yaratabiliyor. Jean-Christophe Hérault'un bizi sıra dışı ham maddeler ve sanat eseri taklidi yapan ambalajlarla tanıştıran marka için yarattığı Amazingreen ise var olan tüm yeşil klişeleri yerle bir ediyor. Hérault parfümü anlatırken, "Yeşil kadın parfümlerinde sürekli kullanılan galbanum benim listemde yoktu, taze bir etki yaratmak için en tepeye yerleştirilen turunçgillerden de uzak durdum" diyor. Vejetal ve mineral notaların yan yana koştuğu Amazingreen'de sarmaşık yaprağı, yeşil biber ve vetiver gibi ham maddeler, çakmak taşı, duman ve barut gibi sentetik denemelerle buluşuyor. Ortaya çıkan esans, tavşanların ve kuşların dile geldiği, ceylanların hoplayıp zıpladığı masal aleminden uzaklaşıp, doğanın cebinden binbir tehlike çıkarttığı, soğuk, güvenilmez, vahşi bir ormana saygı duruşunda bulunuyor. Tüm bunlar olup biterken ben, İstanbul'un sıfır yeşillikli bir yerinde organik salatalık, aloe vera ve ölüdeniz mineralleriyle bezenmiş Yes To Cucumbers Facial Towelettes'le makyajımı siliyorum. Yarın olur da burnum akarsa, onu da yeşil çay kokulu peçetelerle sileceğim. Çünkü o kadar yeşilim.
XOXO The Mag
INTERVIEW/DESIGN
George Lois
To All Those Boring, Adoring Magazine Covers röportaj müjde metin görseller george lois'in izniyle
Kültürel ve politik devrimlerin birbirleriyle yoğun etkileşimler içerisinde olduğu bir dönemde, ham maddelerden yararlanmayı bilen ve kendi üretimini, isyanıyla birlikte ortaya koymaktan çekinmeyen parlak reklam adamı George Lois’le tanışınca, aslında reklamcılığın her zaman bahsedildiği kadar samimiyetsiz ve satış odaklı olmadığını hissediyorsunuz. Lois, Esquire dergisinin 60’lardaki efsane kapaklarını yaparken de ürünün içindeki kalitenin ambalajına yansıması gerektiğine tüm içtenliğiyle inanıyordu. "İçindekiler kısmı gündeme tutunamamaya mahkum olan bir ürünün kutusunu kimse suçlamamalı." Esquire’ın başarı sırrını böyle açıklıyor Lois. İçerikte Diane Arbus’un fotoğrafları, Gore Vidal ve Norman Mailer gibi isimlerin yazıları yer alıyorken, Esquire’ın bir markaya dönüşmesini sağlayan fikirlerin sahibi de George Lois olmuştu. Dergi kapaklarının, çoğu sosyal sorumluluk projesinden bile daha etkin bir iletişim aracı olduğunu keşfeden kişinin kalbinde çarpan asıl işin reklamcılık olduğuna da şaşmamalı. Reklamcılıktaki yaratıcı devrimin lideri olan George Lois’in, aynı dönemde yayın dünyasında gerçekleşen yeni akımı beslemesi de Esquire’ın baş editörü olan Harold Hayes sayesinde gerçekleşmişti. Hayes’in, George Lois’i öğle yemeğine davet etmesiyle başlıyor derginin asıl reklam hayatı. Kapak için bütün dergi ekibinin günlerce fikir üretmeye çabaladığını duyunca, bunun bir dizi toplantı hatası olduğunu belirten Lois, Hayes’in isteği üzerine bir kapak
hazırlamaya koyuluyor. O sayının konuları üzerine konuşuyorlar ve Lois görevini aynı gün içerisinde tamamlıyor. Mr. Lois’in (Hayes’in ona hep seslendiği gibi) aklında o sıralarda her boks maçının favorisi olan Floyd Patterson’ı sadece nakavt etmek değil, sanki ölmüş gibi göstermek vardı. İşini kaybedersen veya bir şeye yenilirsen seni hemen ölüme terk ederler, başarısızsan çoğu kez yalnız kalırsın. Boksta kaybettiğinde ise ringde öylece kalman gerekir. Birkaç ay sonra maça çıkacak olan Patterson’ın yenilmesi gibi bir durum, Hayes de dahil olmak üzere herkese göre imkansızdı. Bu imkansızlığa rağmen Hayes kapağı onayladı ve şaşılmadık bir biçimde büyük tepkiler aldı (büyük satış rakamlarıyla beraber). Lois, 1962’de ilk Esquire kapağına böyle imza attı. Unutulmaz istiaresinin çekiminden mi, yoksa yıldızların ne zaman parlayıp ne zaman söneceğini öngördüğünden midir bilinmez, Patterson o maçı kaybetti. Aslında 60’lardaki bir Esquire kapağına baktığınız zaman gördüğünüz hikayenin arkasında, bir de Lois’in gözünden başka türlü bir hikaye yatıyor. Her zaman içinde bulunulan toplum kargaşasını değerlendirerek hareket eden Lois, siyahi bir Santa Claus kullandığı kapak için söylediği “ABD, ırkçılığın doruklarındaydı. Eğer siyahi biri olarak doğsaydım, o günlerde kesinlikle ben de öfkeyle dolup şiddete yönelirdim” sözleriyle, içindeki empati duygusunu yaratıcılıkla birleştirebilmenin mahiri olduğunu ispatlıyor. İşte bu yüzden kongre üyeleri, ABD’nin Vietnam’da sivilleri öldürmediğini
XOXO The Mag
cesaretine sahip oluyordu. Elbette, satışlar arttıkça sahiplendiği bu misyonu daha da önemsiyordu. Yine de tüm başarı Harold Hayes’in mücadelesine bağlıydı. “Reklamcılık yaparken müşterilerimle uğraşmak zorunda kalıyordum, ama dergi kapakları için buna ayıracak zamanım yoktu. Ben bir reklam ajansı yürütüyordum, Esquire'da hiç çalışmadım, yayıncılar sorun çıkarırsa hiçbir sorumluluk kabul etmeyeceğimi Harold'a en başta söylemiştim” diyor, Lois. Floyd Patterson kapağının yayınlanmasından iki sene sonra duyduğunu da paylaşıyor, “Yayıncısı ona bu kapağı yayınlamamasını söylediğinde, Harold eğer bu kapağı yayınlamayacaklarsa istifa edeceği cevabını vermiş.”
bas bas bağırma gereksinimi duyduğunda, Lois “siz öyle zannedin” diyerek öldürdüğü insanlarla ünlenen Teğmen Calley’nin dört Vietnamlı çocukla poz vermesini sağlıyordu. Sembolik olarak, kapaktaki çocuklar öldürdüğü çocukları temsil ediyordu. Lois’in hikayesinde Calley gülümsüyordu, böylece gerçek bir katil gibi gözüküyordu. Lois karşımda tüm sempatikliği ve pratik fikirleriyle hikayelerini anlatıyorken, bana arada “fikirlerimi anladığını hissediyorum” diye belirtiyor. Aktarmaya çalıştığı mesajları anlamayanların olmasına bir hayli alışık gözüküyor. Marilyn Monroe’nun tıraş olduğu kapağa düşman kesilen feministlere verdiği “erkek olmak istiyorlarsa tıraş olmayı öğrenmeleri gerektiğini düşünüyorum” cevabından mizah anlayışından vazgeçmeyişiyle birlikte bahsediyor. Yükselen kadın hakları hareketine komik bir kontrastla dikkat çekmenin neresi yanlış? O kapak hakkında karısının ne düşündüğünü merak ettiğimde ise onu anlayan nadir kadınlardan biriyle evlendiğini itiraf ediyor.
Günümüz dergilerine karşı hissettiği ümitsizliği maddelere dizerken, herkesin ünlü isimlere yaranmaya çalıştığını, kimsenin ondan yardım istemediğini ve Harold Hayes gibi bir editörün var olmadığını anlatıyor. Anlaşılan Lois’in daha keşfedilmemiş ve kimsenin ilgisini çekmeyen nice hikayesi var. Sanat yönetmenlerini ajanslarda çok önemli yerlere getiren ve reklamcılık anlayışını değiştiren, romantikleştiren bu farklı vizyon, toplumun her yarasına yaratıcılığıyla parmak bastı, ama bu dahiyane reklamcı, dergicilik sektöründe hiçbir şeyi değiştiremedi. “Ben tüm o kapakları yaptım ama diğerleri benim yaptığımın yakınından geçmeye çalışmadılar bile.” Dilek dilerken de isyanlar farkında olmadan hep en sona saklanmaz mı?
Başkalarının görüşlerini değiştirebildiğinizi görmek, yeri doldurulamaz bir hazdır. Değiştirebilme gücüne sahip olduğunuzun ilan edildiği resmi bir basın açıklaması gibidir, tüm dünyaya haykırır sizin bunu başardığınızı. George Lois de toplumun huzursuz, ihtilaflı ve nefret dolu olduğu duygu dolu bir dönemde başarısının keyfini çıkarıyordu. Her kapak sonrasında köşeleri daha da sivrileştirme 33
INTERVIEW/PEOPLE
Carmen Chaplin
The Chaplin Revue
Zamanla barış anlaşmanızı imzalamak ya da savaşınızı sürdürmek sizin elinizde. Tüm bunlardan bağımsız akrep ve yelkovan birbirini kovalarken JaegerLeCoultre için çektiği kısa filmin ardından Carmen Chaplin, “Aslında benden çok soyadım ünlü” diyor. Biz aynı fikirde değiliz. Mütevazılık şapkasını önümüze koyup gözlerindeki enerjiyle başlıyoruz. Klişelerin tuzağına düşmüşsek affolmaya. röportaj aslin kumdagezer photographer olgaç bozalp stylist chelsey clarke make-up cüneyt özketen hair john mullan nail technician mercedez mires assistant buğra ergil
XOXO The Mag
gömlek salvatore ferragamo saat jaeger lecoultre
Yönetmen, oyuncu ve prodüktör olarak ailenizden devraldığınız artistik özellikleriniz olduğuna inanıyor musunuz? Her şeyden öte, film yapmanın ilk aşamalarında hikayenin ana hatlarının oluşturulmasından son derlemeye kadar geçen süreci çok sevdiğimi söylemeliyim. Tabii bunun yanında dedemin genlerinden biraz bana da geçmiş olmasını diliyorum.
Geriye gidip çocukluğunuzla başlamak istiyorum, sanatla uğraşan bir ailede yetiştiniz; nispeten değişik bir atmosfer olmalı. Fransa’nın güneyinde bir çiftlikte büyüdüm ve ailece bohem bir hayat sürdürüyorduk. Annem bir köşede resimle uğraşırken babam yazı ile uğraşıyordu. Ben ve kardeşlerim de kırda koştururduk. Bir çocuk için olabilecek en iyi atmosferdi.
Slapstick komedisi tabiri caizse Charlie Chaplin ile yeniden doğdu, kökü Rönesans’a kadar uzanan bu türü gelecekte kim canlandırabilir sizce? Bu türün gelecekteki şampiyonu kim olur tam olarak bilemiyorum; fakat Sacha Baron Cohen’i Pembe Panter’deki Dedektif Jacques Clouseau’ya tekrar hayat verirken görmek güzel olurdu. Bence müthiş yetenekli bir oyuncu; özellikle fiziksel komediyi hicivle birleştiren karakterler yaratma konusunda...
Bu arada, adınızın Carmen Miranda’dan geldiğini okuduk. Annem Sevilla’da hamile kaldığı için İspanyolca bir adım olsun istemişler, babam da Carmen Miranda’ya bayılırmış. Charlie Chaplin filmleri izleyerek büyüdük, hatta zaman zaman onları çizgi filmlere tercih ettiğimiz bile olurdu. Sizin için de durum böyle miydi? Evet, ben de dedemin filmlerini severek izlerdim; fakat çizgi filmleri daha çok severdim. Her ne kadar Walt Disney dedemin can düşmanı da olsa ve hatta dedem babama küçüklüğünde onun çizgi filmlerini izlemeyi yasaklamış olsa da, en sevdiğim çizgi filmler Disney’inkilerdi.
Sessiz filmlerden 3D prodüksiyonlara, endüstri çok da uzun sayılmayacak bir zamanda hayli yol kat etti. Bu minvalde, beyaz perdede önümüzdeki 10 yıl içerisinde neler bekliyorsunuz? Bu konuda kendi adıma söyleyebileceklerim daha çok hikayenin nasıl olduğuyla ilgili. Çünkü, muazzam hikayeler, renkli, siyah-beyaz, 3 boyutlu ya da sessiz film farkı gözetmeksizin beni çok etkiliyor. Dolayısıyla, öykü sağlam olduğu sürece aslında size aktarılma kanalı ikinci planda kalan bir etken kanımca. Tabii bunun yanında, sonsuz bir gelişme içinde olan teknoloji her daim etkisini de sürdürecektir; ama bu etkinin ne şiddette olacağını tahmin etmek mümkün değil.
Doğduğunuz günden beri ünlüsünüz, şöhret ile başa çıkmak gibi bir kavramdan bahsedebilir miyiz sizin durumunuzda? Aslında, benden çok soyadım ünlüydü ve neyse ki spot ışıkları altında büyümek zorunda kalmadım. Flaşların patladığı anlar sadece katıldığım davetler, moda ve sinema etkinlikleriyle sınırlıydı. Bunun dışında anonim bir hayatın keyfini sürüyorum. Çünkü baktığınız zaman, genç yaşta ünlü olanlar sahip oldukları şöhretle başa çıkmakta pek de başarılı sayılmazlar. Evet, genç yaşlarda üne kavuşmak hayli zorlu bir durum. Hala kim olduğunuzun, ne yapmak istediğinizin muhakemesini yaparken, yetişkinlerin bile başa çıkmakta zorlandığı durumlarla karşılaşıyorsunuz. Ben de genç bir kızken filmlerde rol alıyordum ama hiçbir zaman bahsettiğin gibi bir ünüm olmadı. Tabii bu iyi mi yoksa kötü mü bilemiyorum.
Charlie Chaplin “Komedi için ihtiyacım olan tek şey bir park, bir polis ve güzel bir kız.” demişti. Drama için neler gerekir? Godard’ın dediği gibi: “Bir kız, bir çocuk ve bir silah.” Peki sizin sinema dünyasına ilk adım atışınız nasıl oldu? Küçük bir çocukken eski filmler izlemeye bayılırdım ve İsviçre’de babaanneme gittiğim ziyaretlerden birinde James Mason’la 37
羹st salvatore ferragamo pantolon salvatore ferragamo saat jaeger lecoultre ayakkab覺 dune XOXO The Mag
elbise dolce & gabbana saat jaeger lecoultre 39
üst bimba & lola bilezik mikimoto pantolon calvin klein collection
üst bimba & lola etek dolce & gabbana saat jaeger lecoultre
C
M
tanışmıştım. Onu gördüğümde ve efsanevi sesini duyduğumda ne kadar etkilendiğimi hatırlıyorum. Sanırım beni ilk tetikleyen bu tanışma olmuştu. Bugüne dönersek, Jaeger–LeCoultre’un 180. yıldönümü için A Time for Everything adında bir kısa film çektiniz. Evet, hayatın hiç bitmeyen döngüsü üzerine odaklanan bir film oldu. Ben, kızım ve annem üç kuşak olarak bu döngüyü resmettik. Sadece 2 dakika sürdüğünden, akıldan çok duyguya hitap eden bir çalışma oldu. Kişisel olarak da çalışmalarımda izleyiciyi duygusal olarak yakalamayı her zaman tercih etmişimdir. Film aynı zamanda Charlie Chaplin ve Jaeger–LeCoultre arasındaki ilişkiye ithafen çekildi. Nasıl bir ilişkiden bahsediyoruz tam olarak? 1953’te dedem İsviçre’ye taşındığında Canton de Vaud, 'hoş geldin hediyesi' olarak bir Jaeger–LeCoultre hediye etmişti. Charlie 14. doğum gününde bu saati babama vermiş, sonrasında da babam düğün günlerinde anneme armağan etmişti. Kısaca, kuşaktan kuşağa aktarılan değerli bir aile simgesi. Charlie Chaplin’in “Tek düşmanım zaman.” deyişine karşılık sizin zaman algınız nasıl? Tam tersine, zaman benim dostum, tabii onunla savaşmaya kalkmadığım sürece. Kendimi geçmişe hapsedip işkence çektirmek ya da gelecekten korkmak yerine şimdiki zamanla barış içerisinde yaşamayı tercih ediyorum. Hatta bu bakış açısı günlük mantralarımdan birisi. Kaç tane Jaeger–LeCoutre’a sahipsiniz? Bir JLC Reverso’m var. Kızımın doğduğu yıl almıştım; bu sebeple benim için çok değerli. 18. doğum gününde de kızıma hediye etmeyi düşünüyorum. Şimdilerde Bombay Nights adlı bir film üzerinde
çalışıyorsunuz. Nasıl bir yapım olacak? Yine hikayenin kurgusu ile cevap vereceğim bu soruna. Hikaye iki kayıp ruh üzerine odaklanıyor. Yakın geçmişinin vahşetiyle işkence çeken genç bir eski asker ve çöküşte olan hayat tarzı ile tutsak kardeşini kurtarma görevi arasında kalan dolandırıcı bir kadının hikayesi. İki karakter de benliklerini kaybetmişken Bombay’ın kaotik ve canlı atmosferinde birbirlerini buluyorlar. Screen Goddess belgeseli de üzerinde çalıştığınız bir diğer proje. Biraz detay verir misiniz? Sinema efsaneleri ve güncel sinema ikonlarıyla samimi sohbetler gerçekleştirdiğim bir proje. Hayranlık duyduğumuz birçok ismin boy göstereceğinin garantisini vermekle beraber, filmde görünene kadar kadroyla ilgili bir şey söylememeyi tercih edeceğim. İkonlardan bahsetmişken, Marilyn Monroe ve Audrey Hepburn hayranı olduğunuzu biliyoruz. Günümüz ikonları kim sizce? Cate Blanchett ve Kate Winslet’a bayılıyorum. Müthiş yetenekliler. Ayrıca, Keira Knightley’nin ve Jessica Chastain’in de eşsiz bir albeniye sahip olduklarını düşünüyorum. Ve tabii zamansız oyuncu Meryl Streep. Bir keresinde, oyuncuların giyindikleri kıyafetlere göre tanımlandıklarını söylemiştiniz. Bu durumda, giyindiklerinizin sizi tam olarak yansıttığını düşünüyor musunuz? Genel olarak Dolce & Gabbana, Salvatore Ferragamo ve Lanvin hayranı olarak tanımlanabilirim. Üzerimde onların tasarımları olduğunda kendimi çok daha güvende hissediyorum. Bunun yanında, ruhunuzdan gelen parıltı gözlerinizde son bulmuyorsa teninizin üzerinde parıldayan kıyafetlerin pek anlamı olmadığını düşünüyorum. Biraz absürt bir bitiriş olacak ama, bir hayvan olsaydınız hangisi olurdunuz? Richard E. Grant ile bir film çekiyordum ve sette tüm oyuncuları tek tek hangi hayvana benzettiğini söylemişti. Ben buzağıydım. Ama tabii birkaç yıl önceydi; şimdi tamamen farklı bir hayvan olabilirim.
XOXO The Mag
Y
CM
MY
CY
CMY
K
INTERVIEW/people
MIMI THORISSON
Let’s Manger
Yoğun hayatınıza ara verme hayalleri ertelendikleri köşelerden su yüzüne çıkarken bir anda çantanızı toplayıp her şeyi terk etme tehlikesiyle karşı karşıyasınız. Zira, eski gazeteci Mimi Thorisson, peşinden gittiği hayallerinin ortasında yakaladığı tutkusuyla, sayfalarımızda ağzınızın suyunu akıtmak üzere. Mutfaktan lezzetli kokular yükseliyor, akşam yemeği keyifli geçecek. röportaj marla günter fotoğraflar oddur thorisson
XOXO The Mag
Peki tüm bu alışkanlıklarından uzaklaşmak için kaçış noktaların var mı? İlham almak için sık seyahat eden biri misin? İtalya! Kültürü, yemekleri ve sanatıyla beni çok etkileyen bir ülke. Güzel bir yemekten sonra, 60’lar stili bir elbise içerisinde, eski, dar Roma sokaklarında yürürken, dünyanın en mutlu insanı gibi hissediyorum. Seyahat etmeyi çok seven biriyim, fakat şu an büyük bir aileye sahip olduğum için çok da mümkün olmuyor. Sanırım gittiğim her yere tekrar gitmeyi ve ritüellerimi tekrarlamayı isterdim.
Dün akşam ne yaptın? Ailem için karabiberli biftek ve kızarmış patates pişirdim. Frank Sinatra dinleyerek, topladığımız manolyaları ve erik çiçeklerini düzenledik. Médoc’a taşınmaya nasıl karar verdin? Eşim sayesinde. Durup dururken, bir gün bu fikirle çıkageldi. Ailemiz genişliyordu, daha büyük bir daire bakıyorduk ve Paris’te olmak yerine kırsal kesime taşınmaya karar verdik. Aslında uzun zamandır hayalini kurduğumuz fakat adım atmaktan korktuğumuz bir projeydi. Şimdi baktığımda yaptığımız en iyi şeydi.
Seyahat demişken, hayatın boyunca farklı kültürleri deneyimleyen biri oldun, Hong-Kong’ta başlayan hikayen nasıl Fransa’da son buldu? Bu süreçte seni en çok etkileyen şehir hangisiydi? Evet, Hong-Kong’da doğup büyüdüm ve Aysa kültürünün Fransız mirasımla birleştiği bir patlama gibiydi hayatım. Ufkum da bu minvalde çok genişledi. 18 yaşımda Singapur’a, sonrasında Paris’e ve okuyup çalışmak için Londra’ya gittim. Bir yanım her zaman Hong-Kong’a bağlıydı, fakat en sonunda temelli Paris’e taşındım. Tabii televizyondaki işim için her hafta seyahat halindeyken buna ne kadar temelli diyebilirsiniz, bilmiyorum. Sonrasında eşimle tanışıp listeye yeni bir şehir ekledik: Reykjavik. Eşim İzlandalı ve tüm işleri oradaydı. Tabii ailemiz genişledikçe daha yerleşik hale geldik. En çok hangi şehrin etkisi altında kaldığım konusu ise cevaplaması çok zor bir soru. Sanırım Paris’te ısrar edeceğim; güzelliği, yemekleri ve felsefesiyle sonsuza dek aklınıza kazınıyor.
Şimdiki anlamıyla yemek pişirmek senin için hep bir tutku muydu, yoksa hayatın akışı mı seni bu yöne itti? İyi yemek çocukluk yıllarımdan beri benim için bir tutku olmuştu. 5 yaşımdan beri değişik yemekleri beğenirdim: Yılanlı Fransız usulü et sote, Shaoxing şarabı ve hardalla marine edilmiş denizanası, işkembe, Hindistan cevizi sütlü kuş yuvası çorbası... Söz konusu yemek olduğunda hep maceracı olmuşumdur. Yarı Çinli yarı Fransız olman yemek pişirme stilini nasıl etkiledi peki? Hangi tarafa daha yakın hissediyorsun kendini? İki tarafa da eşit yakınlıktayım sanırım. Her iki mutfak da çok yoğun, kendine has ve son derece lezzetli. Bu iki mutfağı birbirine karıştırmaktan hoşlanmıyorum. İkisinin de çok saygı duyduğum kendilerine ait kimlikleri var. Evde pişen yemekleri düşününce çocukların çok şanslı hissediyor olmalı. Çocukluğunda ailen çok yemek pişirir miydi? Geniş bir aile miydiniz? Tuhaf ama, tek çocuktum. Ailem de çok yemek pişirmezdi, daha çok dışarıda yerdik. Fakat babam yemek konusunda takıntılı biriydi; her zaman en iyisini yemeyi isterdi. Ben de onun yemek asistanı gibiydim ve bu süreç boyunca bana sunulan tüm yemeklerin tadını çıkardım. Beni okuldan almaya geldiğinde “dünyanın en iyi göğüs etli noodle çorbasını buldum” derdim ve çay saatinde kendimizi çorba içerken bulurduk. 5 yaşımdan beri sevdiğim restoranlara götürmeleri için aileme yalvarırdım.
Medya sektöründe yoğun bir iş hayatın vardı. Eski yoğunluğunu özlediğin oluyor mu? Doğrusunu söylemek gerekirse özlemiyorum. Ama bana öğrettikleri her şey için o günleri sevgiyle anıyorum. Yine de, o hayatı yaşayıp o denli seyahat etmeseydim, şimdiki kadar mutlu olup bu kadar sessiz bir hayata yönelebilir miydim, bilmiyorum. Biraz blog’un Manger’den bahsedelim, çoğu zaman blog tariflerinden yapılan yemekler başarısızlıkla sonuçlanıyor. Seninkinden denediklerim hayli başarılı oldu, bir sırrın var mı? Aldığım en güzel iltifatlardan biri bu. Umarım doğrudur. Blog’da anlattığım yemeklerin birçoğu uzun zamandır ailem için pişirdiğim yemekler. Mutfak testinden geçirilmiş ve aile, arkadaş onayı almış tarifler. Blog’da yazarken de bu tarifleri en basit haliyle anlatabilmek için elimden geleni yapıyorum. İnsanların fazlasıyla karmaşık tariflerden hoşlanmadığını düşünüyorum.
Çocukluğunda mutfakta seni en çok kim etkilerdi? Güney Fransa’daki anneannem ve teyzem. Şimdiki ailene dönersek, 6 çocuğunun yanında 14 köpeğin var. Neden bu kadar çok? Tahmin edeceğiniz üzere bir köpekle başladık, sonra ailenin ikinci ve üçüncü üyeleri de geldi. Bu sırada hala Paris’te yaşıyorduk. Eşim köpekleri, özellikle de Smooth Fox Terrier’leri çok sevdiğinden, ailemizin diğer üyeleri de eklendi. Onlara aşığız desem abartmış olmam sanırım. Bizi tamamlıyorlar.
Pişirirken olmazsa olmaz malzemelerin arasında neler var? Ne pişirirsem pişireyim, her zaman içerisine şarap, yağ ve sarımsak eklerim. Tatlılar içinse portakal çiçeği suyu favorim. Ne pişireceğine nasıl karar veriyorsun? Ya da belki sana ne ilham veriyor diye sormalıyım? Dürtü, istek ve ihtiyaçlara göre karar veriyorum. Gece yatarken aklımdaki son şey ve sabah uyandığımda aklımdaki ilk şey pişireceğim yemekler oluyor. Belirli bir tat aklıma geliyor ve eğer o anki ruh halim ile kesişiyorsa voilà! Günün yemeği hazır.
Kasabada yaşamanın sen ve ailen için bir hayalin gerçeğe dönüşmesi olduğunu söyledin. Kulağa da öyle geliyor zaten, fakat gerçekten de mükemmel mi? Hiç sıkıldığın oluyor mu? Bizim için küçük bir macera aslında bu. Açıkçası, hiç sıkıcı bir anım olmuyor; sürekli günlük sürprizlerle karşılaşıyorum. Bazen bu, yemekle ilgili bir şeyler oluyor, bazen köpeklerimizle, bazen doğanın ta kendisi ve ormandaki hayvanlarla. Her şey daimi bir değişim içerisinde. Dürüst olmam gerekirse arada bir Paris’i ve şehir hayatını da özlüyorum. O zamanlarda trenle Paris’ten sadece 3 saat uzakta olduğumu düşünmek ve istediğimde gidebileceğimi bilmek iyi geliyor. Bordeaux da arabayla sadece 1 saat uzaklıkta, orası da çok etkileyici ve çok sevdiğim bir şehir.
Proust’u sevdiğini biliyoruz, o yüzden sormak zorundayım; Kayıp Zamanın İzinde’de olduğu gibi, sana ‘Madeleine’ sahnesini yaşatan bir an tecrübe ettin mi? Aşçılık yaşamım birçok yemek anısı ile dolu. Bir yemeği, malzemeyi, herhangi bir keki hatırlamak içimdeki birçok dürtüyü tetikleyebiliyor. Yemek tutkumu yönlendiren bir dümen gibi. Gözlemeye benzeyen portakal çiçekli ‘merveille’ler Güney Fransa’da geçirdiğim mutlu çocukluk anılarımı hatırlatıyorlar. Anneannemle tüm sabahımızı alışveriş yaparak, muhteşem peynirler, meyve ve sebzeler, ekmek ve jambon alarak geçirirdik. Ve o kadar acıkırdım ki, mutlaka bu alışveriş
Şehirden ve kaostan uzakta pop kültürle aran nasıl? Günlük haberler dışında olan biten hiçbir şeyden haberim yok. Benim için de yeni bir tempo bu, kasaba hayatının tadını çıkarıyorum. 43
sırasında bana ufak bir paket ‘merveille’ alırdı. Sanırım az önce de bahsettiğim gibi portakal çiçeği suyunu bu kadar sevmemin nedeni de bu. Büyüleyici bir aroması var.
hissedebiliyor insan sana bakınca. Evet, bu konuda annemin ölçülü ve zarif stilinden çok etkilendiğimi düşünüyorum. Ve kasabada olsam bile şık giyinmeyi seviyorum.
Aynı zamanda sıkı bir Woody Allen hayranısın. Bu akşam sana yemeğe geliyor olsaydı, masada neler olurdu? Bak bu eğlenceli olurdu işte. Kesinlikle başlangıç için bilini ve somon sunar, sonrasında da beef stroganoff servis ederdim. Menümden bu kadar emin olma sebebime gelince, bir keresinde Paris’te ‘La Maison du Caviar’da yemek yerken Woddy Allen yan masamda oturuyordu ve tam olarak bunları sipariş verdiğini dün gibi hatırlıyorum.
Mutfakta utanç duyduğun zevklerin var mı? Yemek pişirirken bir kadeh şarap içmek ve bir dilim ‘saucisson’ yemek.
Bazı yemek uzmanlarına göre, yeme şekillerimiz kişilik özelliklerimizle yakından bağıntılı. Yani artık “Ne yersen o’sun” söylemine, bir de “Nasıl yersen öylesin” eklendi. Sanırım doğru bir çıkarım bu. Kendimi göz önünde bulundurursam farklı iki kültürden geliyorum, ve kesinlikle maceracı bir yapım var. Tıpkı pişirme ve yeme alışkanlıklarım gibi.
İleride çocuklarının profesyonel olarak mutfak sanatlarıyla uğraşmalarını ister misin? Halihazırda mutfakla çok iç içeler. Ve kendi başlarına yemek pişirmek istedikleri zaman çok mutlu oluyorum. Tabii ki, tutku ile severek yapacakları bir şeylerle uğraşmaları taraftarıyım ve illa yemekle ilgilenmeleri gibi bir arzum yok. Ama en azından içlerinden bir tanesi mutfakla ilgilenirse çok mutlu olurum.
Slow Food Hareketi için ne düşünüyorsun peki? Bir parçası mısın? Bu tarz hareketlere dahil olmaya pek düşkün değilim aslında. Fakat bölgesel mutfağı koruyan ve yerel tarımı teşvik eden ideolojilerine saygı duyduğumu belirtmeliyim. Ben de kişisel olarak, süpermarketlerden ve büyük zincirlerden et, meyve ve sebze almamaya çalışıyorum. Yediğim ürünlerin nerelerden geldiğini bilmek isterim. Peki, son zamanlardaki mutfak trendleriyle aran nasıl? İskandinavya’nın yükselişte olan mutfak kültürü ile ilgili ne düşünüyorsun mesela? Tüm dünyadaki mutfak trendlerini takip etmeye çalışıyorum. Yeni yemekleri tecrübe etmekten muazzam keyif alıyorum. İskandinav mutfağını bu kadar özel kılan ise, eşsiz malzemelerini modern dokunuşlarla pişirmeleri.
Eşin ve çocukların mutfakta senin için bir şeyler hazırlıyorlar, sonuç bir ziyafet mi yoksa hüsran mı olur? Tüm sevdiğim yemeklerin olduğu küçük bir ziyafet olurdu herhalde. Çünkü beni en iyi onlar tanıyor.
Yerel bir restoran açmayı ya da bir yemek kitabı çıkarmayı düşünüyor musun? Evet, şu an bir yemek kitabı projesi üzerine çalışıyorum. Ayrıca bir Fransız kanalında yayınlanacak bir de yemek programı hazırlıyorum. Blog’umu bir sonraki seviyeye taşıdığım için çok mutluyum. Son olarak, yaz için sevdiğin yemeklerden birinin tarifini verebilir misin bize? Çok sevdiğim iki yemek var yaz için: Tarhun otu hardalı ile yapılan domatesli tart ve tatlı olarak ‘summer gems’ denen içi kremşanti ile dolu ekler hamuru topları. Cap Ferret’de yapılanlardan.
Yandaki QR kodu okutarak Tarhun otu hardalı ile yapılan domatesli tart tarifine ulaşabilirsiniz.
Şehirden uzakta yaşasan da, hala o Parizyen tarzını XOXO The Mag
series
BLACK MIRROR
Usul Usul Alacakaranlık yazı erman ata uncu
Seksin, televizyon tarihinde hiç olmadığı kadar renkli veçheleriyle ekranlara gelmesine gittikçe daha çok alışıyor olabiliriz. Ya da dizilerin, süreleri itibarıyla sunduğu kat kat açılma olanağı, bazen sinemadakinden çok daha derinlikli karakterlere imkan vermiş de olabilir. Televizyon, modası geçmiş ünlülerin en standardından dizilerle kendilerine ikinci bir şans aradıkları mecra olmaktan çıkalı yıllar oldu. Ama beyaz ekranın nasıl verimli bir mecra olabileceğinin sinyalleri, söz konusu değişimler yaşanmadan çok önceleri verilmeye başlamıştı aslında. Alacakaranlık Öyküleri, The Ray Bradbury Theater, Hitchcock Presents ve incelik söz konusu olduğunda bunların yanına yaklaşamasa da ismini anmamız gereken Otostopçu… Belki bir kısmı, her bölüm sonu parmak sallayan ahlaki tavırlarıyla zaman zaman keyfimizi kaçırdı. Ama karakterlerini olmadık ahlaki ikilemlere soktukları, çoğunlukla doğaüstü gelişmelerle ilerleyen hikayeleriyle, televizyonda iyi polislerden, kötü adamlardan, entrikalardan, efsanevi aşklardan, uyumlu iş arkadaşlarından çok daha fazlasının olabileceğinin de ipuçlarını verdiler. Zaten, itiraf edelim: Çocukken bu hikayelerin çizgi roman halleri de diyebileceğimiz Korku Magazin serisini okurken veya söz konusu dizilerin ta kendisini seyrederken, ahlaki dersler mi daha çarpıcı geliyordu, yoksa böylesine karanlık hikayelerin, devrin gayet ‘cilalı’, şatafatlı popüler kültür ortamında kendine yer bulabilmesi mi? (Ahlak derslerine meyledilmesinin sonucu Flash TV’nin kıssadan hisse televizyon filmlerine gider ki, aslında onların da kendine has garip zevki, seyredenlerce bilinmekte.) Malum, şu dönemin ana akım popüler kültürü, 80’lerin başındaki gibi karanlığı, tuhaflığı dışlayan bir ortam değil. 10-15 yaş kitlesine yönelik ‘tasarlanmış’ bir pop idolünün, Iron Maiden hayranı olmakla övündüğü, üzerine çiğ etten kıyafetler diktirdiği bir dönemdeyiz. Dolayısıyla televizyon dizilerinde, reality show’larda şoka şerbetlendiğimiz bir çağda Alacakaranlık Öyküleri’nin sarsıcılığına ulaşmak da gayet zor. Channel 4’un iki sezonluk, altı bölümlük mini dizisi Black Mirror’ın şimdiden kült mertebesine ulaşmasında, film çalışmaları akademisyenlerinin övgülerine mazhar olmasında da bu zorluğu alt edebilmesinin payı büyük kuşkusuz.
Kökleri II. Dünya Savaşı dönemine kadar uzanan ‘tuhaf TV’ fenomenini (terim bana değil, bu konuda bir araştırma yayımlamış popüler kültür tarihçisi M. Keith Booker’a ait), ‘tuhaflığın’ standart bir şeye dönüştüğü 2010’lar televizyonuna bu kadar hasarsız getirebilmek de ilgiyi hak ediyor. Zira Black Mirror’ın yaptığı, ilginç bir şekilde fanteziyi gündelik hayata daha da yaklaştırmak. Black Mirror, zamanında Alacakaranlık Öyküleri’nin ya da The Ray Bradbury Theater’ın yaptığı gibi inanılması güç ikilemler, doğaüstü zorluklar yaratarak bizi sarsmayı hedeflemiyor. Aksine, şu an yaşadığımız dünyaya hafif eğik bir ayna tutarak izleyicide şok etkisi yaratmaya odaklanıyor. Bunu yaparken de dizinin yaratıcısı Charlie Brooker’ın hicivci damarı iyice kabarıyor. Misal, ilk sezonu başlatan ‘National Anthem’ bölümüne bakalım. Her ne kadar politik bir gerilimi akla getirecek serin bir üslupta ekrana getirilse de ortada gayet grotesk bir durum var. Yardımseverliğiyle ünlü bir düşesi kaçıran fidyeci, kurbanının hayatı karşılığında Britanya başbakanından, halkın önünde, herkesin önünde bir domuzla cinsel ilişkiye girmesini istiyor. Turner ödülleriyle palazlanan Brit-art’çılar, çığ gibi büyüyen YouTube fenomenleri, temsili demokrasinin bürokrasi cenderesi bu ilk Black Mirror bölümünün hedefindekilerden bazıları. Ancak Black Mirror’ınki, eleştirilerin sınırlarının kaba hatlarla çizildiği, katı ahlakçı bir tutum değil. Yaratıcısı Brooker’ın söylediğine göre dizinin amacı, teknolojinin yan etkilerine odaklanmak. Ama bu, Black Mirror’ın felaket tellallığı yapan teknofobik kabuslardan biri daha olduğu fikrine de yol açmasın. Teknolojinin habisliğinden dem vurayım derken, tam tersi bir teknoloji fetişizmine giden, sol gösterip sağ vuran bir tavır da söz konusu değil neyse ki. Black Mirror’ın önünde serili tüm bu tuzaklardan kaçınabilmesinde en büyük yardımcısı ise tutturduğu denge. Başka bir deyişle grotesk bir olayı bile serinkanlı anlatabilmesi, meramını anlatmak için temsili piyonlar kullanmak yerine kanlı canlı karakterler yaratabilmesi, sükunetini koruyabilmesi… Zaten bunlardan daha azıyla yetinen Alacakaranlık Öyküleri türevlerinin, 2010’ların sofistike televizyon dünyasında pek bir şansı olamayacağı da aşikar.
XOXO The Mag
INTERVIEW/FASHION
Inès de la Fressange
La Vraie Parisienne
Aristokratların, şatolarında oturup sadece süslenmeye vakit harcadıkları zamanlardan, şıklığın kitabını yazdıkları günlere geçerken, birkaç yüzyıl öncesinde kalan şaşkınlığımızı toparlama telaşındayız. Kafamızda canlanan sorulara; aristokrat sıfatının yanına daha nicelerini ekleyen, Légion d’Honneur’ü yakasında podyumları arşınlayan Inès Marie Lætitia Églantine Isabelle de Seignard de La Fressange cevap bulabilir ancak. Okurken, alametifarikası gülüşünü görmeye başlayabilirsiniz; paniğe kapılmayın. röportaj aslin kumdagezer fotoğraflar inès de la fressange'ın izniyle
XOXO The Mag
görüyorsunuz? Günümüzde moda her ne kadar büyük bir endüstri olsa da, aslında, güzellik, yaratıcılık ve arzu ile ilgili bir kavramdan bahsediliyor olduğunu unutmamak gerek. Bu havuzun içerisindeki tüm şirketlerin de bu minvalde temel olarak iyi ürünlere ihtiyaçları var. Buz dağının görünmeyen kısmından bahsediyorum. Yok olan sınırların bu istikamette ilerlemeye yardımcı olduğu ve değişimin baki olduğu su götürmez; fakat değişmeyecek tek şey az önce bahsettiğim buz dağının görünmeyen kısmı olacaktır.
En baştan başlarsak, aristokrat bir aileye mensup olmanız, 18. yüzyıldan kalma bir değirmen evinde büyümeniz, yetiştirilme şekliniz, hayat tarzınızı ve şimdiki zamanınızı nasıl etkiledi? Çocukluk yıllarının etkisi altında kalmayan yoktur herhalde. Şahsen, kırsal bölgede büyümenin hayal gücümü tetikleyen en büyük etken olduğunu düşünüyorum. Bununla birlikte, ailemin yaratıcılığıma saygı göstermesi ve büyükannemin modaya olan tutkusu da şimdiki zamanımda tesiri olan en büyük etkenlerden. Fakat hepsinin dışında en büyük şansım tüm ailemin açık görüşlü olmasıydı.
Geçtiğimiz yıl moda endüstrisinde büyük gelgitler yaşandı. Yoğun Kreatif Direktör transferlerine, bitişlere ve yeni oluşumlara şahit olduk. Son zamanlarda ise Galliano ve Oscar de la Renta evliliği üzerine konuşuluyor. Tüm bu hareketlilik hakkında ne düşünüyorsunuz? Sektörel dedikodular! Gerçekliğe dönersek; Avrupa’daki korkunç ekonomik duraklamaya rağmen, geçtiğimiz sene moda endüstrisi lüks kategorisi baz alındığında uzun zamandır yakalayamadığı bir başarı yakaladı.
Model olmanızın yanında birçok tasarımcının da ilham perisiydiniz. Bu günlerde ilham perisi olmak neredeyse bir ek iş gibi oldu. Kesinlikle katılıyorum buna. Aslına bakarsanız, bir tasarımcının yaratmak için ilham perisine ihtiyacı olduğunu da düşünmüyorum. Yaratma yetisi olan birinin her halükarda hayal edebileceğine ve çizebileceğine inanıyorum. Bir kadını merkeze almaktansa etrafındaki tüm kadınlardan esinlenebilir. Sonuçta moda dünyası pazarlama ve reklamdan ibaret ve markaların en büyük ihtiyaçları da çoğu zaman sadece imaj.
Peki, sektörel dedikoduların hareketliliği tetiklediği bu sektörde siz olduğunuz gibi kalmayı nasıl başardınız? Olduğum gibi kaldığımı kim söyledi? Aynı değilim, çok daha iyiyim. Çünkü buna değerim...
Peki, modellikten iş kadınlığına geçişinizden bahsedersek? Modayı her zaman seven biri olarak; moda endüstrisinin varlığını, sürdürülebilir başarıya ve marka bazında dünya çapında gelişme göstermesine bağlıyorum. Bu mantıkla, kendi markamı yaratmak ve sezgilerimi dinlemek bana çok yardımcı oldu, tabii tecrübeleri de işin içerisine eklemek gerek. Şimdiki işimin de danışmanlık olduğunu göz önünde bulundurursak, düşündüğümü her daim söyleyen biri olmanın çok işime yaradığını söyleyebilirim. Tabii bu, modellikte o kadar da hoş karşılanan bir nitelik değildi.
Fakat kalıplaşmış bir stiliniz olduğu konusunda hemfikiriz sanırım. Yıllarca aynı stile sahip olmak tutarlılık mı, yoksa takıntı mı? Stil, değişim kelimesinin zıttı olarak kabul edilmemeli. Bence daha çok fikir, tat ve heyecanın aşağı yukarı aynı şeyler üzerinde birleşmesinden oluşuyor. Fakat hepsinden öte cesaret gerektiriyor. Kısacası sağlam ve samimi bir görüşe sahip olmak aslında.
O günlerden kalma birçok anınız vardır. Açıkçası çok geçmişe dönük biri değilim. O kadar ki, evimde modellik yıllarımdan kalma resimlerim bile yok. Sunset Bulvarı atmosferinden sakınmaya çalışıyorum sanırım. Ama insanların genelde inanmakta güçlük çektikleri bir anım var: Kariyerimin başlarında aslında o kadar da başarılı bir model değildim. Birçok kez Lagerfeld’in stüdyosunda seçmelere katılmıştım. O seçmelere “go and see” deniyordu ve ben her seferinde reddediliyordum. Ta ki bir gün lobide Karl ile tanışana kadar. Tanışmamız sonrasında Karl beni işe almıştı. Şans...
Bir keresinde, kadınların gösteriş için değil, kendileri için, kendilerini iyi hissetmek için giyinmeleri gerektiğini söylemiştiniz. Moda haftalarında fazlasıyla şaşaalı giyinen davetliler hakkında ne düşünüyorsunuz? Kesinlikle kendini iyi hissetmek için giyinmek gerektiğine inanıyorum. Ancak o zaman akıl çelebilecek bir giyim tarzına sahip olursunuz. Ayrıca, zengin görünmek uğruna giyinmemek de önemli bir unsur. Bunların yanında havai ve abartı giyime karşı bir duruşum olduğunu söyleyemem. Bazı insanların fark edilme arzusunu anlayabiliyorum. Ve bu tarzlarının genelde yeterince yetenekli ve ünlü olmamalarından kaynaklı bir boşluğu doldurma çabası olduğunu düşünüyorum.
Kariyerinize dönüp baktığınızda sizi en çok kimler etkiledi? Hiç düşünmeden cevap verebileceğim bir soru bu. Jean-Jacques Picart, Paolo Roversi, tabii ki Karl Lagerfeld ve büyükannem. Ve tabii -biraz klişe olsa da- sevdiğim ve hayran olduğum herkes.
Peki, geleceğin modası nasıl olacak dersiniz? Asla dünkü gibi olmayacak. Ve size kimsenin asla sıkılmayacağının garantisini de verebilirim.
Günümüze dönecek olursak, birçok uğraşınızın yanında Roger Vivier’nin marka elçiliğini üstleniyorsunuz. Tam olarak göreviniz ne orada? 10 yıl önce bana bu soruyu soruyor olsaydınız, “Roger Vivier kim?” diye sorardınız. Dolayısıyla şimdi bu soruyu sorduğunuz için çok mutluyum. Bu, görevimin ilk bölümünün tamamlandığı anlamına geliyor. Bundan sonra ise genel stratejiyi sürdürmem, elde edilen bu muazzam başarıyı korumam ve Roger Vivier’nin sunduğu zarafet, kalite ve güzellik nosyonlarına sahip çıktığımdan emin olmam gerekiyor. Bu röportajla birlikte, İstanbul’dan başarılı bir derginin sorularını cevaplamayı da ekleyebilirim listeye.
Değişimden bahsetmişken, lüks algınız ne yönde değişti? Samimi olarak cevap vermem gerekirse, pek de değişmedi; çünkü lüksün temelindeki kavramlar hala geçerliliğini koruyor: Hayranlık verici bir zanaat ve kulvarındaki birçok insandan daha iyi işlere imza atan nadir beyinler. Bilgi, beceri ve yetenek olmadan büyük başarılara imza atılamayacağı bir gerçek. Savaş zamanından, hatta tarih öncesi zamanlardan beri insanoğlu güzel görünmeyi arzuluyordu. En iyi mamutun peşinde koşmaları da bu sebepten olsa gerek. Demokratik lüks kavramı hakkında ne düşünüyorsunuz? Lüks markaların ‘high-street’ mağazalarla yaptığı iş birliklerine karşı duruşunuz ne? Dünyanın büyük bir kısmının karşılayamaması gerçeği bir yana,
Teşekkürler. Biliyorsunuz artık moda, sanat ve teknoloji arasındaki tüm sınırlar yok oldu. Modanın evrimini nasıl 49
lüksün demokratize olması gibi bir konsept söz konusu değil. Lüks marka tasarımcılarıyla yapılan iş birliklerine gelince çoğu zaman beraberlerinde büyük başarılar getirdikleri bir gerçek. Bunun yanı sıra, belirli ürünler üzerinde üst düzey bir bakış açısı, iş birliği yapan marka için de uzun vadeli bir kazanç. Her ne kadar kalite bazında bu ürünler aynı seviyede olmasa da, farklı bir tüketiciye hitap etme bakımından da getirisi olan bir fikir.
Parizyen kadının stili üzerine bir kitap da yazdınız: Parisian Chic. ‘L’idéale de la Parisienne’ sizin için ne ifade ediyor? Neşeli bir ruha sahip olmak, aynı anda hem havai hem de bilge olabilmek... Kitap büyük bir başarıya imza attı; orada da kıyafetleri karıştırmanın yanında, kadınlara, gerçekte Parisli olmasalar bile burada yaşadıktan bir süre sonra böyle hissetmeye başlayacaklarını anlattım.
Roger Vivier’nin ajandasında böyle bir iş birliği projesi var mı? Kendi adıma Roger Vivier için böyle bir iş birliğinden yana değilim. Çünkü, söz konusu ayakkabı ve çanta olunca, kalite temel taşlarınızdan biri olmalı. Vivier olarak da amacımız, taklit edilmesi imkansız ürünlere imza atmak. Milimetrik hesaplardan bahsediyorum. Ve sonucunu da aldığımıza inanıyorum, çünkü biz bile kopyalama denemeleri yaptığımızda aynı sonuca ulaşılamayacağını gördük.
Çocuklarınız, Roger Viver, La Redoute için hazırladığınız koleksiyon, hala yürüdüğünüz podyum, L’Oréal, çekimler, filmler, röportajlar ve belki unuttuğum daha birçok işiniz arasında kendinize zaman ayırabiliyor musunuz? Çok basit, hayır demeyi öğrendim. Eğer işim, arkadaşlarım ya da eğlence için değilse gitmiyorum, yapmıyorum. Evde ve işte fazlaca destek aldığım doğru, fakat önceliklerinizi bilip yönlendirmek yine de sizin sorumluluğunuzda.
Yine sizden bir alıntıyla devam etmek istiyorum; "Fransız kadınları yıllara meydan okuyor." Kendine özen göstermek anahtar kelime. Bu da yeniyi keşfe çıkmaktan geçiyor. Saç, makyaj, giyim; her ne konuda olursa olsun. Fakat, bu keşif sırasında 20 yaşında göründüğünüz gibi görünmeyi beklememelisiniz. Sadece yaşınızın değişimini değil, bir bütün olarak değiştiğinizi kabul etmelisiniz. Ve değişimin her zaman daha iyi olduğunu da unutmamalısınız. Zarafeti nasıl tanımlıyorsunuz? Düşüncelerin bir yansıması. Tabii, ancak iyi düşünceler zarafet olarak vuku bulabilir. Fransız zarafeti dendiğinde, akla ilk gelen isimlerden biri sizsiniz. Bu konuda kendi markanızı yarattınız. İstanbul’daki en iyi arkadaşımın sen olduğunu söylemiş miydim? Bu arada markama değinmişken, metaforunun dışında fiili olarak kendi adım altında bir markam var; fakat 14 yıldır ortakları sebebiyle markayla organik bir bağım yok. Ama belki yakın zamanda işler değişir.
Yaz geliyor, tüm bunlardan uzaklaşmak için kaçamak yapacağınız bir yer var mı? Her yıl Provence’taki evime giderim; ailem, arkadaşlarım, çocuklar, köpeklerim, uzun öğle uykuları, market alışverişleri. Harika bir yaşam... Bavulunuzda neler olur? Sandaletler, Hint desenli tişörtler, beyaz jean’ler ve tabii ki akşam için deniz mavisi bir kazak. Her zamankinden çok da farklı değil. Gelecek projeleriniz arasında neler var? Uluslararası yayınlanacak bir Roger Vivier kitabı üzerinde çalışıyorum. Daha az çalışmak da projelerim arasında. Son olarak, Inès de la Fressange için bir sonraki adım nedir? Yapmayı çok istediğiniz fakat fırsat bulamadığınız neler var? İstanbul’u ziyaret etmek. Dilara diye bir arkadaşım var, belki de yakın zamanda ayarlarız. Daha sonrasında da Paris’te bir dükkan açıp Kapalıçarşı’dan aldığım her şeyi orada satarım.
XOXO The Mag
INTERVIEW/PEOPLE
SıMON GRIFFITHS
Az Biraz Farklı
Filantropist, sosyal girişimci, Shebeen Bar ve Who Gives A Crap'in kurucusu, ‘Young Australian of The Year 2013’ Simon Griffiths'e göre herkes hayırsever olabilir. Biz de sorduk: İyilik yapabilmek o kadar da kolay mı? röportaj can erker fotoğraflar simon griffiths'in izniyle
XOXO The Mag
fikirlerin sahibi birçok insanla karşılaştım. Neden daha fazlasını yapamadıklarını sorduğumdaysa ortak sorun olarak yetersiz finansman gösteriliyordu. Sonuç olarak, benim çabalarım da bu bütçeyi artırmak üzerine yoğunlaşıyor. İnsanlar genellikle sorunların farkındalar ve önemsiyorlar; ama tecrübelerime göre sorumlu veya iyiliksever olmak fazla zaman gerektiriyor veya çok pahalıya geliyor. Bu noktada çözüm, iyilik yapmanın daha az maddi kaynak ve zaman gerektirecek basit bir aktiviteye dönüştürülerek, günlük hayatın bir parçası haline getirebilmesinden geçiyor.
Öncelikle kariyerindeki dönüm noktasından söz etmek istiyorum. Hayallerindeki iş teklifini geri çevirip daha idealist bir hayat sürmeyi seçmene neden olan neydi? Özellikle istediğim bir şirkette çalışabilmek için birkaç yıl boyunca çabaladım. Sonunda beklediğim teklif geldiğinde ise kendi kendime bir dur demem gerektiğini hissettim; o zamana kadar hayatın bana ne ifade ettiğine ve ileriye giderken de hangi yöne gitmek istediğime dair bir süre düşünmek istiyordum. Konu üzerine fikir yürütünce, hayatımın bu döneminde kurumsal bir şirkette çalışmanın bana uygun olmayacağına karar verdim. Her şeyden önce, gelişmekte olan ülkelerdeki sosyal problemler konusunda bir şeyler yapmam gerektiğini hissediyordum.
Genel olarak, bir filantropist kimdir ve ne yapar? Filantropist, sözlük anlamından hareket edersek, başkalarının iyiliği için servetinin bir bölümünü bağışlamayı seçen kişidir. Burada önemli olan, 2 milyon dolar da 2 dolar da veriyor olsanız her iki şekilde de hayırsever olunduğunu hatırlamaktır. Hatta, küçük bütçeli hayırseverler bir araya gelerek tek bir büyük hayırseverden daha çok katkıda bulunabilirler. Bu bağlamda, ben de 'tüketici odaklı hayırseverlik' adını verdiğim bir konsept ile, hayırseverliği günlük hayatın, ufak alışverişler ve sosyal aktivitelerin bir parçası haline getirerek, tüketicileri küçük birer hayırsever haline getirmeye çalışıyorum.
Kariyerindeki bu karardan sonra Asya ve Güney Afrika dolaylarında çalıştığını biliyorum. Gelişmiş ülkelerin refah ortamından çıkmak nasıl bir deneyimdi? Altı yıllık üniversite hayatım boyunca, gelişmekte olan dünya ülkelerine seyahat ederek ve oralarda çalışarak pek çok zaman geçirdim. Farklı insanlara ve kültürlere karşı olan ilgim ve oradaki insanlara karşı duyduğum sevgim sayesinde her zaman rahat ve evimde hissettiğimi söyleyebilirim. Hatta, eğer oralardan çok uzak kalırsam kendimi sudan çıkmış balık gibi hissediyorum! Hayalleri için bir şeyler yapabilmiş birisi olarak, bu konuda harekete geçmek isteyen insanlara neler önerebilirsin? Öncelikle iyilik yapmak ile kariyer planlarını birbirinden ayrı düşünmek gerekmediğini söyleyebilirim. Bahsedeceğim örneklerde olduğu gibi, bu konuda birçok yeni iş imkanı doğuyor, iyilik yapmak insanların kariyerlerinin bir parçası haline geldikçe de sosyal problemlere çözüm bulmak kolaylaşıyor.
Bir konuşmanda hayırseverliğin sosyal anlamda insanları güçlendireceğini söylemiştin. Bu bağlamda, Marx'a bir gönderme yaptığını söyleyebilir miyiz? Kasten yapılmış bir gönderme olmasa da yaygınlaştırılmış hayırseverliği bir şekilde Marx'ın konseptine benzetebiliriz sanırım. Benim yorumumda ise insanlara güç kazandırmak yerine onların birlikte hareket ederek aslında ne kadar güçlü olduklarını fark edebilmelerine olanak sağlıyorum.
Dünyada 884 milyon insan temiz su bulamıyor, okuma yazma bilmeyen 800 milyona yakın erişkin mevcut, 2.4 milyar insanın bir tuvalete erişimi yok... Rakamlar ne kadar çarpıcı olsa da, beklenilen etkiyi yaratamıyorlar. Sence bu konulara karşı ilgisizliğin temel sebebi ne? Sosyal sorunlara çözüm olarak önerilen birçok zekice fikir ve bu
Günümüzdeki hayırseverlerden kimi örnek alıyorsun? Bu kişiler/kurumlar neyi doğru yapıyorlar? Sonuç odaklı çalışmalarından dolayı, San Fransisco'daki The Mulago Foundation ve Yeni Zelanda'daki Jasmine Social Invesments'ın hayranı olduğumu söyleyebilirim. Bu kurumlar bir fikri veya organizasyonu destekleme kararını, insan hayatının kalitesine 53
sağlayabilecekleri olası katkıları hesaplayarak veriyorlar. Bu bağlamda başarı kazanmak ve etkili olmak isteyen işletmelere önerebileceğim, girişimleri ve tanıtım aktivitelerini sonuç odaklı olarak ele almaları olacaktır. Biraz da senin girişimlerinden bahsedelim. Avustralya'da işlettiğin, kar amacı gütmeyen barın Shebeen’in hikayesini anlatır mısın? Ayrım zamanında Güney Afrika'da alkol tüketimi yalnızca beyazların yaşadığı bölgelerle sınırlıydı; bu bölgenin dışında kalan kasabalar ise gizli gizli kendi içkilerini üretiyorlardı. Hatta bazı insanlar evlerini canlı müzik dinlenebilen, zaman geçirilebilecek Shebeen'lere, yani barlara dönüştürmüşlerdi. Ayrım zamanının sona ermesiyle birlikte Shebeen'ler birer birer yasallaşmaya başladılar. Yani Güney Afrika'da bir bara gitmek veya bir şişe bira almak istiyorsanız bir Shebeen'e gidiyorsunuz. Neden bir bar açmaya karar verdin? Güney Afrika şarapları gibi gelişmekte olan ülkelerden gelen alkollü ürünleri satmayı seçmenin özel bir sebebi var mı? Öncelikle insanların tüketici olmanın ne demek olduğunu düşünmelerini istiyordum. Alkol ve sosyal etkileşimi bir araya getirerek ise tam istediğim kokteyli oluşturdum. Shebeen'de, benzer endişelere sahip insanları keyifli bir şekilde hayatın akışından bir süreliğine ayrı tutarak, bir bira içerken bile hayırseverlik yapabiliyorlarsa daha neler yapabileceklerini düşünmelerine olanak tanıyorum. Diğer bir girişimin de Who Gives A Crap. Tuvalet kağıdı üretme fikri nereden çıktı? Who Gives A Crap'in temelinde Shebeen'de de yer alan ana fikirlerden biri olan değişimi en aşağıdan, herkesin kullandığı en basit ihtiyaçlardan başlatma düşüncesi yer alıyor. Ayrıca, ikinci bir adım olarak, Shebeen'in dört duvarla sınırlı kalan hizmet olanaklarını kitlesel satışa açabilmemizi sağladı Who Gives A Crap. Shebeen ve Who Gives A Crap'te işler nasıl gidiyor? Gelişme
planların var mı? Bu sene içinde birkaç Shebeen şubesi açmayı düşünüyoruz; bu sayede, daha fazla insana hizmet verip daha fazla kişiye yardımcı olabileceğiz. Daha sonra da yurt dışına açılma planlarımız var. Who Gives A Crap'te ise şu anda ürün gamımızı genişletmeye ve yeni pazarlara girmeye çalışıyoruz. İşleyen bir sistem oturtmamızla birlikte de yurt dışı satışlarına başlayacağız. Yine bu iki girişimini göz önünde bulundurarak, az önce bahsettiğin tüketici odaklı hayırseverliği biraz açar mısın? Tüketici odaklı hayırseverlik her iş modeli için farklı işler. Mesela, Shebeen %100 kar amacı gütmeyen bir işletmedir; yani işletme sahibi olarak karı kendimize almak yerine hayır amaçlı kullanmayı seçiyoruz. Ayrıca, Shebeen'deki tek maaşlı yönetici benim ve ben bile yarı-zamanlı çalışan ücreti alıyorum. Shebeen gibi işletmelerin sürdürülebilir bir şekilde yoluna devam edebilmesi için yöneticilerin ve çalışanların mimimum miktarda kadrolu, ağırlıklı olarak yarı-zamanlı çalışanlar ve gönüllülerden oluşması gerekiyor. Başarılı bir yönetim stratejisi ve yardımsever bir topluluk sayesinde de bu durum fiyatlara yansıtılmadan sürdürülebiliyor. Who Gives A Crap'te ise karın %50'sini bağışlıyoruz. Bu da demek oluyor ki, rekabet gücüne sahip ve karlı bir işletmeye ulaşabilmek için, Who Gives A Crap'in normalin iki katı hacme sahip olması gerekiyor. Tabii ki bu iş modeli üstünde biraz daha çalışılması gerekiyor, ama en azından şu anki artan satışlar doğru yönde olduğumuzu gösteriyor. Son olarak, sosyal-hayırsever-girişimcilere neler önerebilirsin? Ben sosyal iş kollarında çalışmaya başladığımda bu alanda çok fazla örnek yoktu. Dolayısıyla, tecrübe kazanmak zordu. Tek seçeneğim kendi girişimimi başlatmaktı. Son yıllarda ise bu durum değişti. Artık Shebeen gibi birçok sosyal işletme görmek mümkün. Genç girişimci hayırseverlere yola tek başına atılmak yerine önce gönüllü işlerle tecrübe edinmelerini öneririm. Benim için cahillik bir erdemdi diyebilirim; ama imkanım olsaydı, yola bir şeyler öğrenip de başlamayı kesinlikle tercih ederdim.
XOXO The Mag
Š 2013 Vans, Inc. Photo: Carucci & Kaufman
INTERVIEW/DESIGN
Joseph Dırand
Designing A Lifestyle Minimalizmi hayata dair ilham verici bir olgu olarak ele alan, otellerden konutlara, mağazalardan galerilere, dokunduğu tüm projelere bu olguyu cömertçe uygulayan bir mimar Joseph Dirand. Sosyal bir yaratık olan insanın bu yönüne ev sahipliği yapan her alanda imzası bulunan mimar, fotoğrafçı bir baba ve moda tasarımcısı bir annenin oğlu. Balmain, Chloé, Pucci, Rick Owens gibi markaların prestij butiklerini tasarlayan, işi gereği dünyanın dört bir yanına mekik dokuyan tipik bir Parisli. Yoğun programına verdiği bir esi yakaladık ve hemen telefona sarıldık. röportaj arda savcı fotoğraflar anastasia nielsen
XOXO The Mag
Çocukluğundan beri ne yapmak istediğini bilen biriymişsin. Mimar olma isteğini tetikleyen ne oldu? Sanırım evveliyatımla alakalı bir durum bu seçim. Babam mimari ve tasarım üzerinde uzmanlaşmış bir fotoğrafçıydı. Annem ise genç yaşlarında başladığı moda tasarımcılığını sürdürüyordu. Dolayısıyla erken yaşlardan itibaren bu dünyanın içerisindeyim. Sanat dünyasıyla olduğu kadar her yönüyle yaratıcı dünyayla da içli dışlıydım. Çok erken yaşlardan beri hayalimin mimari üzerine kurulu olmasının ve hayalim konusunda bu kadar kararlı olmamın nedeni buydu sanırım.
orantıda ilham. Tabii bunun yanında çoğu zaman, hali hazırda var olan binaların üzerinde çalışıyorsunuz, bu da kısıtlayıcı bir etken. Mesela New York’taki bir bina üzerinde Art Deco ilhamları kullanabilirken Paris’te eski bir bina için daha klasik ilhamlar aramak durumunda kalabiliyorum. Balmain Paris için yaptığım tasarım fazlaca klasik bir oluşumun içerisinde biraz orta yolu bulmak gibiydi. Bunun yanında hayli güncel, düz ve kavramsal çizgilere sahip projeler de oluyor. Tüm bunların temelinde sanırım insanları istediğim yerlere götürebilmek ve tasarım aşamasında benim yaşadığım özgürlüğü hissettirmek yatıyor.
Sence bütün mimarların ortak özelliği ne? Bu soruna nasıl cevap verebileceğimi tam olarak bilmesem de sanırım hepimizin paylaştığı birçok ortak noktanın yanında öncelikle hepimizin birbirimizden çok farklı olduğunu belirtmem gerekiyor. Bunun yanında aslında ortak nokta olmasının dışında tüm mimarların paylaşmaları gereken zorunluluklar var. Bunlardan bir tanesi de en azından hepimizin 3 boyutlu alan algısına sahip olması. Çünkü işimizin temelinde, aslında var olmayan bir şeyi hacim olgusu ile hayal etmek yatıyor.
Bu geniş kapsamlı tasarım sürecinde tasarlamaktan en çok keyif aldığın alanlar hangileri peki? Bu minvalde sadece tek tip bir projeyi dikkate almam mümkün değil. Klişe fakat hepsi benim için önemli. Şu sıralar tüm dünyada birçok lüks marka için çalışıyoruz. Şimdilik listede Balmain, Alexander Wang, Emilio Pucci ve Chloé var. Birkaç marka daha eklenecek bu listeye. Mesela bu kategorideki projeler fazlasıyla ilgimi çekiyor çünkü seni yeni bir konsept üretmeye zorlarken bir yandan da modaevinin halihazırda temsil ettiklerini karışımın içinde tutmaya çalışıyorsun. Bunun yanında farklı ülkelerde çok farklı kontekstlerde çalışma fırsatı bulduğumuz konut projeleri var. Bu projeler de şimdilik New York, Londra, Tel Aviv, Beyrut, İran ve Asya’ya kadar uzanıyor. Ayrıca restoranlar, oteller ve sanat galerileri de projelerimiz arasında yer alıyor. Projeleri bu kadar detaylandırmamın nedeni aslında her birinin bir diğerinden ne kadar farklı olduğunu ifade edebilmek. Bu harika bir şey, çünkü sadece varlıklı müşteriler için konut projeleri yapıyor olsaydım kendimden nefret edebilirdim. Çok sıkıcı birine dönüşürdüm. Bu minvalde bir projeden diğerine atlamak benim için çok önemli; şu
Ortak havuzun dışına çıktığımızda sen kendi stilini nasıl tarif ediyorsun? Başlangıçta daha çok minimal estetiğe sahip bir mimar olarak kabul ediliyordum. Fakat zaman içerisinde çok daha geniş kapsamlı projelerde farklı ülkelerde, farklı ilhamlarla çalışmaya başladım ve bu sürecin sonunda işimde birçok farklı stilin harmanlanabildiğini gördüm. Günün sonunda, stilimin aslında çerçevesi belli bir stile sahip olmamak olduğunu anladım. İşimin arkasında yatan şey, muhtemel her yola girebilmesi, fazlasıyla özgürlük ve doğru 59
an bir restoran üzerinde çalışıyorsam diğer gün bu bir otel olmalı, ertesi gün bir konut. Tüm bu çok çeşitlilik işimi ileri götürebilmemi ve şu an olduğum kişi olabilmemi sağlıyor. Bu nedenle de kendimi yeni projelere açık tutuyorum. Bu bir tekne ya da müze de olabilir. Günün sonunda aralarından herhangi birini seçip öne çıkarmam mümkün değil. İmzanı taşıyan evlere baktığımda, hayat standardı gözetmeksizin bu kadar düzenli bir yaşam stilinin mümkün olup olamayacağı sorusu beliriyor aklımda. Sence bu kadar minimal bir yaşam tarzı sürdürmek mümkün mü? Minimal estetik geçmişimden gelen bir olgu aslında. Başlarda minimal sanat bana fazlasıyla ilham veriyordu. Çok soyut ve sadeleştirici bir elementti benim için. Fakat şu an tasarımlarım sadece bununla kısıtlanmıyor; bu estetik daha çok tasarım sürecini besliyor diyebilirim. Öyle ki, çok klasik bir yapıda bile fazlasıyla mükemmeliyetçi, sade ve fonksiyonel detaylara yer veriyorum. Kavramsal tasarımlar söz konusu olduğunda dahi bunun sadece minimal estetikle sınırlı kaldığını düşünmüyorum. Sorunun tam olarak cevabına gelirsem; bu alanların da yaşamak için radikal tabir edilecek mekanlar olduğunu düşünmüyorum. Daha çok hayata dair ilham veren alanlar. Tasarladığın mekanları daha sonradan ziyaret ettiğin oluyor mu? İçlerinde yaşanmaya başlandıktan sonra senden bağımsız değişiklikler yapıldığını fark ettiğin oldu mu hiç? Baktığınız zaman asıl değiştirdikleri şey kendileri. Çünkü yeni bir yaşam alanıyla beraber hayatlarına da yeni bir yön verilmiş oluyor. Enteresan bir döngüden bahsediyoruz aslına bakarsanız; çünkü sürecin başında bana ilham veren de beraber çalıştığım bu insanlar. Çoğu zaman belli bir projeyi seçme nedenim alan ya da insan odaklıdır. Onların tavrı ve yaşam tarzı üzerine kendi kültürümü harmanlayabilme olasılığımdır. Geçmişlerinden aldığım bu ilhamla bir sonraki noktaya ilerler ve onların gelecekteki yaşamlarını hayal ederim. Bu minvalde kişinin yanında, yaşadıkları alanın da üzerimde çok etkisi olur tabii ki. Süreç boyunca en önem verdiğim şeylerden biri de onlarla çok yakın ilişkiye sahip olmak ve projeyi mümkünse beraber yürütebilmek. Her şey bittiğinde değişen sadece yaşam alanları değil bireyin tüm yönleriyle kendisi ve zevkleri de oluyor aslında. Bu da harika hissettiriyor. Bu etkileşim süresinde, evirilmek istedikleri yönü bir anlamda kendileri belirliyorlar. Takdir edersiniz ki bu değişim ihtiyacı, hayatınız boyunca sadece bir kere yaşayacağınız bir durum değil, Dolayısıyla değişmeye devam ettikçe içinde bulunduğumuz alanı da değiştirmeye devam edeceğiz. Babanın mimari üzerinde uzmanlaşmış bir fotoğrafçı olduğundan bahsettin. Bir tasarımcı olarak estetik anlayışını şekillendirirken babanın çektiği fotoğraflardan etkilendin mi? Genel olarak, babamın fotoğraflarındaki kontrasttan, karanlık ve ışığın bir araya gelişinden, kompozisyondan ve derinlikle kontrast arasındaki ilişkiden etkilendiğimi söyleyebilirim. Çünkü, tasarım da tamamıyla bakışa dayalı bir disiplin, bir şeye hangi açıdan baktığın ve mekanı algılayışın yaratım sürecinde biçime ve kompozisyona karar verirken çok önemli. Ağırlıklı olarak tercih ettiğin siyah-beyazın dışında renk paletinde hangi renkler baskın? Aslında, renk tercihlerim projeye göre değişiyor. Projenin gerçekleşeceği ülkeye hakim olan tonlara bakıyorum, soğuk renkler mi yoksa sıcak renkler mi diye, buna göre hangi rengi kullanacağıma karar veriyorum. Mesela, şu anda üzerinde çalıştığım, Paris’teki restoran projesi yeşil ağırlıklı. Diğer taraftan Emilio Pucci projesi için bol bol kırmızı ve morumsu tonlar tercih
ediyorum. Özetle, bütün renkleri seviyorum. Merak ediyorum, lüks markalarla çalışmanın ne gibi zorlukları var? Markanın beklentileriyle senin yaratıcı vizyonun nasıl örtüşüyor? Zorluklar elbette oluyor, çünkü her markanın kendine göre bir kimliği ve duruşu var. Ama diğer taraftan işin keyifli yönü de bu. Çalıştığım markanın çizgileri benim için ne kadar değişikse, proje de beni o kadar heyecanlandırıyor. Rick Owens’ın minimal çizgilere sahip, siyah-beyazın ağırlıklı olduğu, oldukça mimari bir tarzı varken, Pucci bir o kadar ihtişamlı ve renkli. Yani, genel olarak, alışık olduklarımın aksine, beni zorlayacak, tamamıyla farklı ve yeni şeyler yapmayı deniyorum. İnsanların gelip benden daha önce hiç tarzım olmayan bir şeyler yapmamı istemesini seviyorum. Dolayısıyla yaşadığım ve sıkıntı yaratabilecek tek zorluk zamanlamayla ilgili olabiliyor, bazen proje için yetersiz zaman verilebiliyor. Yoksa işin doğası gereği yaşanan, lokasyondan veya mekanın karmaşıklığından kaynaklanan zorluklar benim için sıkıntı yaratmıyor. Aksine, dediğim gibi, sınırlarımı zorlamayı seviyorum. Kullanacağın materyalleri nasıl seçiyorsun? Burada da hep yeni arayışlar peşinde misin? Kullanmaktan zevk aldığım materyaller var ve onları daha sık tercih ediyorum. Mesela mermerle çalışmayı çok seviyorum. Ama yeni şeyler keşfetmeyi de seviyorum. Mimari tasarımda da tıpkı modada olduğu gibi farklı kombinasyonlar, farklı renkler denenmesi gerektiğini düşünüyorum. Düz mermer kullanmaktansa, üzerinde pek çok farklı renk olan mermerler kullanmayı tercih ediyorum. Projelerini yürütürken tüketici algısını ve trendleri dikkate alıyor musun? Kalabalık bir ofis ve büyük bir şirket değiliz. Burada daha çok bir aile gibiyiz. Herkes farklı kategorilerden projelerle uğraşıyor. Trend sözcüğünden pek hoşlanmıyorum, o yüzden bir şeyler yapmanın daha iyi yollarını aradığımızı söyleyebilirim. Projeler dediğimde spesifik olarak restoranlardan, otellerden, yani yaşayan mekanlardan söz ediyorum. Ailelerin, insanların birbirleriyle etkileşim halinde olduğu, dünyanın bugününü anlamamızı sağlayan ve kültür üzerinde önemli etkileri olan mekanlar bunlar. Çünkü, bir anlamda, bugün nerede olduğumuzu ve gelecekten neler beklediğimizi yansıtıyorlar. Bu yüzden de, bu tür projelerle haşır neşir olduğumuz ve bu mekanları tanımlamakta söz sahibi olduğumuz için ofisim adına ve kendi adıma çok mutluyum. Ödüllü bir tasarımcı olarak, aldığın ödüllerin sende nasıl yansımaları oldu? Açıkçası, ödüllerin herhangi bir şekilde bir şeyleri değiştirebilecek etkisi olduğuna inanmıyorum. Belki bazı insanlar beni bir ödül aracılığıyla tanımış ve ofisime gelip benimle çalışmak istemiş, veya önceden tanıyor olsa da ödül kazandığımda benimle çalışmaya karar vermiş olabilir. Bu beni etkileyen bir şey değil, sadece karşı tarafla alakalı bir durum. Yani ödül aldım diye özgüvenimde herhangi bir değişiklik olmuyor. Çalışma şeklimle ilgili de neredeyse hiçbir şey değişmiyor diyebilirim. Hatta ofisimize gelen proje sayısını artırdığını bile düşünmüyorum, belki sadece, o sırada üzerinde çalıştığımız projeye farklı bakış açıları kazandırma anlamında katkısı oluyordur. Habita Monterrey’i bu kadar özel kılan nedir? Konumunu göz önünde bulundurduğumuzda, bu yapıyla ilişkinden ve yaratıcılık anlamında yaptığın seçimlerden bahsedebilir misin? Her açıdan çok ilham verici bir projeydi benim için; her şeyden
XOXO The Mag
61
önce renkli ve bol güneşli bir ülke olan Meksika’da yer alıyor, bulunduğu yer çok güzel, aynı zamanda da çok sıcak ve kurak. Dolayısıyla insanlar sürekli olarak, dışarının sıcağından ve güneş ışıklarından kaçmaya çalışıyorlar. Bu projede en önemli mesele, bulunduğu çevreyle ve ışıkla fazlasıyla etkileşim halinde olan bir otel yaratabilmekti. Aynı zamanda amacımız, işin içine hiç renk katmadan ve ışığı iyi kullanarak nötr bir alan yaratıp, farklı bir otel tecrübesi yaşatmaktı. Ve tabii ki terasta yer alan havuz da otele farklı bir büyü kattı ve burası aynı zamanda Monterrey’de -yine sıcaktan ötürü- dışarıda zaman geçirebileceğiniz tek yer. Bir de Monterrey’e ilk geldiğimde, belki Teksas’a da yakın olmasından dolayı, lüks otel anlayışı tamamıyla klişelere dayanıyordu; öyle ki, ucuz, sahte ve zevksiz bir Amerikan lüks anlayışı söz konusuydu. Böylece, hem Monterrey’e yeni bir şeyler getiren hem de genç nesle hitap eden bir yer ortaya çıkmış oldu. Hatta bir süre sonra Monterrey’e geri döndüğümde, Habita Monterrey’in şehrin gelişiminde büyük rol oynadığını gördüm; şehre farklı bir enerji katan yeni bir trend ortaya çıkmıştı. Dünyanın pek çok yerinde farklı projelerin var. Bir projeyi tasarlarken ne olursa olsun kendi tarzın ve vizyonun mu ön plandadır yoksa daha çok projenin gerçekleşeceği yerin kültürel ve mimari özelliklerini mi göz önünde bulundurursun? Bana kalırsa, bir mimarın en büyük ilham kaynağı, projeyi gerçekleştireceği yerin koşulları olsa gerek. Bu durumda, bir yerin kültürü, gelenekleri, iklim ve hava şartları çok önemli. Bir ülkenin sıcak ya da soğuk oluşu bir projeyi tamamen farklı yönlere götürebilir ve bu farklılıklar da sanırım işimle ilgili en sevdiğim şey. Bu yüzden de daha önce hiç bulunmadığım bir ülkede bir proje
yapma teklifi aldığımda çok mutlu oluyorum. Paris’te yaşamak çok ilham verici olmalı. Bu şehrin en sevdiğin tarafları neler? Paris’in en ilham verici tarafı bence Parizyen hayat tarzı. Fransızlar, hayatı nasıl yaşadıklarına, yediklerine, içtiklerine çok önem veren insanlar. Bunun yanı sıra, bana sorarsanız, insanların birbirleriyle ilişkileri de dürüst bir şekilde yaşanıyor. Ve tabii ki Paris, mimari açıdan da çok zengin bir mirasa sahip. Yakın zaman önce Paris Fashion Week gerçekleşti. Defilelere gitme şansın oldu mu? Evet, tabii. Şöyle ki, modaevleri arasında müşterilerimin de bulunmasının yanı sıra, moda dünyasında neler olup bittiğini, farklı markaların nelerden esinlendiklerini görmek benim için çok önemli. Peki kişisel tarzına gelecek olursak, tutkuyla takip ettiğin isimler hangileri? Maalesef giyim konusunda erkeklerin kadınlardan daha az seçeneği var. Favorilerim ise Balmain ve Rick Owens tasarımları. Son olarak, sence insana kendi evi nasıl bir his vermeli? Bir evin, sahibini yansıtırken, aynı zamanda da bir kişinin direkt bildirisi olmaması gerektiğine inanıyorum. Aksi takdirde fazlasıyla korkutucu bir hale gelebilir. Yaşam alanı daha çok insanın hayatına ilham veren bir yer olmalı. Her şeyin fazlasıyla durağan olmasını da sevmiyorum; mimari açıdan fazlaca düz ve kesin çizgilere sahip olsa bile, insanın içindeki enerjiyi yansıtabilmeli.
XOXO The Mag
INTERVIEW/MAGAZINE
Hülya ertaş
Mimari İşler Müdürü Bu ayın dergi yöneticisi konuğu, mimarlığın ve tasarımın yazınsal ve düşünsel alanını pratiğine tercih eden ve son yedi yıldır XXI’in Yazı İşleri Müdürlüğü'nü yürüten Hülya Ertaş. Türkiye’deki mimarlık ve tasarım üretimi profilini başarıyla sunan XXI'in hazırlanma sürecinden, mevcut mimarlık ve tasarım gündemine kadar pek çok konudan dem vurduğumuz sohbetimiz için sayfaları takip edin. röportaj deniz okten fotoğraf abdullah inal
XOXO The Mag
Bu yılki Venedik Mimarlık Bienali için küratörü David Chipperfield'ın belirlediği Ortak Zemin teması, farklı yorumlara açık tarifi yüzünden yeni argümanlar yarattı. Korhan Gümüş, Nilüfer Kozikoğlu ve Görkem Volkan da bu argümanları çoğaltmak adına görüşlerini paylaştılar.
TBWA Maya Uptown
Sipopo Kongre Merkezi
ERGİNOĞLU & ÇALIŞLAR MİMARLIK
TABANLIOĞLU MİMARLIK
A TASARIM MİMARLIK
BIOMORHIS
CAN YALMAN
GUALLART ARCHITECTS
YAZILARIYLA
LEVENT ŞENTÜRK OSM AN ŞİŞM AN
STUDIO 7.5
URBAN THINK TANK
YİRMİBİR M İ M A R L I K TASA R I M M E KA N SAY I 1 1 5 A R A L I K 1 2- O CA K 1 3 11(KIBRIS 12)
xxi.com.tr
Ortak Zemin: Kime Göre?
XXI < MİMARLIK TASARIM MEKAN < SAYI 115 < ARALIK 12-OCAK 13 < ALATAŞ < AUTOBAN < ELLENBERGER < ERÖZÜ < MİDEK/ERA < URBANUS < UYSALKAN < İSTANBUL TASARIM BİENALİ
xxi.com.tr
XXI < MİMARLIK TASARIM MEKAN < SAYI 113 < EKİM 2012 < A TASARIM < BIOMORHIS < ERGİNOĞLU & ÇALIŞLAR < GUALLART < STUDIO 7.5 < TABANLIOĞLU < URBAN THINK TANK < YALMAN < VENEDİK MİMARLIK BİENALİ
YİRMİBİR MİMARLIK TASARIM ME KAN SAYI 113 E K İM 2 012 11( K IBRIS 12)
Bir Bienal
İki Bakış
İpera 25
İELEV 125. Yıl İlköğretim Okulu
ALATAŞ ARCHITECTURE
ERÖZÜ MİMARLIK
AUTOBAN
ELLENBERGER DESIGN STUDIO
MİDEK/ERA
URBANUS
YAZILARIYLA
GÜ LS Ü M BAY DA R KORHAN G Ü M Ü Ş LEVENT ŞE N TÜ R K OS MAN Ş İ ŞM A N
UYSALKAN MİMARLIK
yayınları o anlamda bu koşulları yayınladıkları işler üzerinden görünür kılıyor olabilirler; ama o koşullar tarafından güdülenmezler, bağımsızdırlar.
Mimarlık kökenlisin. Dergiciliğe nasıl başladın? Henüz Taşkışla’da mimarlık okurken pratik alandan daha çok mimarlığın yazınsal alanında kalmak istediğimi biliyordum. Tasarladığım projelerin inşa edileceğini düşünmek bana çekici gelmiyordu; onun yerine binaların tasarlanma öykülerini okumak, bir binaya baktığımda ardındaki fikirleri deşifre etmeye çalışmak daha ilginç geliyordu. Hala da öyle. Akademisyen olmanın dışında, yazınsal alanda nasıl üretimde bulunabileceğimi düşünürken, zaten takip ettiğim XXI geldi aklıma. Telefon açıp XXI’de çalışmak istediğimi söyledim, tesadüfen onlar da birilerini arıyorlarmış. Cuma öğlendi aradığımda, öğleden sonra görüştük ve Pazartesi başladım. Dergiciliğe değil de, belki XXI’e başlamamın öyküsü bu.
Bir önceki soru kapsamında, mimarlık dergilerinin pek çoğunda neredeyse her şeyin toz pembe olduğu bir mimarlık ortamı varmış gibi. Örneğin; Taksim Meydanı ve Gezi Parkı alanı dönüştürülmekte iken konunun uzmanları olan mimarların ve planlamacıların tam anlamıyla sürece dahil edilemedikleri sorunu göze çarpabiliyor, bu durumu bir yayın olarak siz ne kadar yansıtabiliyorsunuz? XXI dergisi olarak Ekim 2011 sayınızda konuyu erkenden ele almıştınız; şantiye başladı, son durumla ilgili bir çalışmanız var mı? Mimarların ve plancıların kentsel kararlardan aforoz edilmiş olması, tartışmaların mimarlık ve kent ekseninden kayarak politik ve ideolojik olana geçişiyle sonuçlandı. Taksim Topçu Kışlası, Çamlıca Camisi, Haliç Köprüsü gibi yapıların mimarlık bağlamında tartışılması, üzerindeki ideolojik baskı nedeniyle imkansızlaşmış halde. Yayınların çoğunda, sizin deyişinizle, "Mimarlık ortamının, her şey toz pembeymiş gibi" aksedilmesinin nedeni de bu. Diğer yandan, bu konular üzerine çok sayıda toplantı, konferans düzenleniyor. Ancak, mevcut projelere yönelik alternatifler üretme konusunda mimarlık toplumu olarak pek de iyi olduğumuzu söyleyemem. XXI’de Taksim’in dışında, Yenikapı, küreselleşme gibi konular üzerine de dosyalar yaptık. Bu dosyalar zaten Eylül 2011’den beri XXI’in ana omurgasını oluşturuyor. Bu konulara eleştirel yaklaşmanın ve her türden ön yargılı fikrin sorgulanmasının önemine inanıyoruz. Bunun için Çamlıca Camisi için açılan yarışmaya alternatif bir yarışmayı Facebook üzerinden açtık: Absürt Fikirlere Çağrı: Alternatif Çamlıca Camisi Yarışması. Konuya biraz daha mizahi olarak yaklaşan ve Çamlıca Tepesi’ne cami yapılması fikrinin absürtlüğünü projeler üreterek görünür kılan bir yarışma oldu. Bu tarz yarışmaları sürdürmek gündemimizde. Çünkü, mimarların sürekli olarak inşaat yapılmasına karşı duran profesyoneller olarak lanse edilmesi, böyle anılması sorunların çözümünden iyice uzaklaşılmasına neden oluyor. Mimar, imar edendir; mesleğinin tanımı gereği imara karşı olması oksimoron bir durum yaratıyor. Bu nedenle, absürt de olsa, proje geliştirmenin, üreterek eleştiride bulunmaya katkı sağlayacağını umuyoruz.
Peki, Türkiye’de mimari ve tasarım alanında yapılan dergicilik de bu iki mesleğin kendileri kadar sıkıntılı mı ilerliyor? Ben Kasım 2004’ten beri XXI’deyim. Mimarlık ve tasarım alanlarının dertleri de, yayıncılığın sıkıntıları da bu sekiz sene içinde çok değişti. Ama hem mimarlık ve tasarımda, hem de dergicilikte sıkıntı olarak tanımlanan iki sabit var: Anlaşılamamak ve bütçe yetersizliği. Mimarlar ve tasarımcılar da bundan şikayetçi, bizler de. Ama en nihayetinde eğer işinizi yapmak istiyorsanız, bu sıkıntıları birer veri olarak ele alıp devam etmeniz gerek. Mimarlığın otonomisi yüzyıllardır tartışılan bir konu. Mimarlıkta sosyo-politik rol bazen ütopik bir noktaya götürülürken, bazen de tamamıyla çalışma alanı dışında görülüyor. Peki, kulvarınızda bulunan yayınların otonomisi için ne düşünüyorsun? Açıkçası, mimarlık ve tasarım yayınlarının özerkliği ile ilgili bir endişem yok. Hem yurt dışında hem de Türkiye’de çıkan mimarlık ve tasarım yayınlarına bakarsanız, belirli bir topluluk için, neredeyse yine o topluluk ya da o topluluğun temsilcisi olduğu söylenebilecek bir grup tarafından içeriğinin sağlandığını görürsünüz. Gizli bir ajandaları, alttan alta hizmet ettikleri güç odakları yoktur, çünkü kitleleri zaten sınırlıdır. Diğer yandan, mimarlığın mevcut sosyal, ekonomik ve politik koşullardan bağımsız olarak üretilebileceğini düşünmek olanaksız. Bu koşullar mimarlığın tabii ki parçaları, onu bazen mümkün kılan, bazen de imkansızlaştıran bu koşullar. Mimarlık 67
bu sayfada Tarihi dokunun içinde yer alan binanın sokakla kurduğu ilişki ve cephenin ritmik değişimleri. Fotoğraflar: Gürkan Akay
ARALIK 12 / OcAK 13 - XXI 42
İSTANBUL'UN KORUMA ALTINDAKİ GALATA BÖLGESİ'NDE YER ALAN İPERA 25, YAPILI ÇEVRENİN ALIŞAGELDİK KODLARINI, TÜRK EVİNİ YORUMLAYARAK YENİDEN ÜRETİYOR. İpera 25, İstanbul’un koruma altındaki tarihi Galata Bölgesi'nde yer alan bir konut projesi olmanın yanı sıra, mevcut mimari dokuya saygılı, altyapıyı, cevre şartlarını, iklim ve güneş hareketlerini ve bölgenin gelişen yeni sosyo- ekonomik yapısını dikkate alarak mimarinin bilinen problemlerine günümüz teknolojik imkanlarını kullanarak yeni yanıtlar arama çabasını sürdüren bir düşünce ile ortaya çıkıyor.
İPeRA 25
alataş archıtecture
Dokuz daireli konut projesi, tarihi dokunun içinde 21. yüzyılın çağdaş bir örneği olarak değişen yaşamsal deneyimleri tekrardan yorumlayarak; eski Türk Evi'nin cumba kafes ile sokakla ilişkilenen ve mahremiyet sağlayan öğelerini, yapının detay çözümlerine kadar serbestlik, sınırsızlık, esneklik arayışı ve insancıl bir vizyon ile yansıtarak günümüzün yaşam kültürünü temsil ediyor. Yapının içindeki konut birimleri doğu ve batı istikametinde çift cepheli ve günün ihtiyaçlarına göre tek hacimde tasarlanırken, ön ve arka cephelerdeki
arka sayfada solda üstte: Binanın girişi. Fotoğraf: Gürkan Akay sağda üstte ve solda altta: Geçirgen merdivenler. Fotoğraflar: Ali Bekman sağda ortada: İç mekandan sokağa bakış. Fotoğraf: Ahmet Alataş sağda altta: Sokak kotundan iç mekanı algılayış. Fotoğraf: Ali Bekman
zeminden tavana ve dış duvarlara kadar tasarlanmış kesintisiz cam cepheler, konutların sınırlarının sokağın karşı tarafındaki binalara kadar genişlemelerini sağlıyor. Binayı saran geçirgen ve hareketli ahşap kabuk, arkasındaki cam cepheleri yazın gün ışığı ve sıcaktan korurken, cephe ile arasındaki 20 cm boşluk baca etkisi yaratarak binanın çevresinde doğal bir hava sirkülasyonu oluşmasını sağlıyor. Kış aylarındaysa, açılan hareketli kabuktan içeri giren güneş ışınlarının zemin ve duvarlardaki brüt beton yüzeylere depoladıkları ısının, enerji kazanımı olarak geri dönüşü sağlanıyor. Sokağın alışıldık pencere boşluk oranlarını tekrar etmeyi reddeden yapı, diğer yandan sokağın ahşap kepenkli cumbalı yapısını ilişkiler düzeyinde yeniden üretiyor. Beton ile çeliğin bütünleşik bir şekilde, yapısal elemanlarınsa moment almadan dikey yüklerle çalışmasının kurgulandığı taşıyıcı sistemde beton bu sayede bu kadar ince şekilde kullanılabiliyor. Yapısal sistemin gereksinimleri doğrultusunda çelik sistemle betonun birleşim detayları, çapraz çelik bağların şekilleri ve iki duvar arasında cephe ve çatıyı dönen tülle örtülü saydam yüzey detayları özel olarak tasarlanmış.
eylül 2012 - XXI 38
karşı sayfada Binanın sokaktan algılanışı ve cephe detayı. Fotoğraflar: Gürkan Akay
Yeni Cumba
Yapı - ofis - lonDra
43 XXI - ARALIK 12 / OcAK 13
yapı - konut - istanBul
yapı - konut - istanBul
fotoğraflar: Ali Bekman, Ahmet Alataş, Gürkan Akay
fotoğraflar: Renzo Piano Building Workshop, Michel Denancé
Bir Kent Katalizörü SHARD, KIRIK FORMLU YApISIYLA LONDRA KENT SİLUETİNE EKLEMLENİRKEN KONUMLANDIĞI KENTSEL DÜĞÜM NOKTASINI, ULAŞIM AĞINA YApTIĞI DOKUNUŞLARLA REGÜLE ETMEYİ AMAÇLIYOR. 72 katlı karma kullanımlı bina Shard (London Bridge Tower) Thames Nehri'nin güney kıyısında, tren, otobüs ve yeraltı ağını birbirine bağlayan ve günlük 200.000 kullanıcıya sahip olan Londra Köprüsü İstasyonu'nun yakınında konumlanıyor. Proje belediyenin, kentin düğüm noktaları olan ulaşım ağlarının etrafındaki yüksek yoğunluklu yapılaşmayı teşvik eden politikasını destekliyor. Yapı New York ve Hong Kong gibi yüksek katlı yapılaşmanın yoğun olduğu şehirlerden çok daha farklı bir dokuda yer aldığı için kulenin formu belirlenirken Londra kent siluetinde yaratacağı etki önemli bir konu olmuş. THE SHARD
renzo pıano buıldıng workshop & adamson assocıates
XXI ile Türkiye'deki mimarlık üretiminin profilini sunuyorsunuz, bu profili çıkaran taraf olarak da oldukça önemli bir rolünüz var. Yayımlayacağınız projeye karar verirken ne gibi faktörler sizi etkiliyor? XXI’de uluslararası alandaki projelerden ziyade, Türkiye’deki mimari ve tasarım üretimlere odaklanmaya çalışıyoruz. Bunlar yapılı çevrede mimari ve mekansal kaliteleriyle farklılaşan projeler oluyor. Açıkçası, net olarak yayımladığımız projelerin seçim sürecini tarif etmek çok zor, bu biraz da sezgisel olarak ilerliyor çünkü. Yine de, tamamen kişisel bir tercihin sonucu değil tabii ki, belirli bir çizgiyi takip ediyor. Ve tabii o çizgi de her editoryal ekiple dönüşüme uğruyor. Sadece "dünyanın en yüksek binası", "Avrupa’nın en büyük kompleksi" gibi sıfatlarla tanıtılan yapılardan kaçınıyoruz. Nicelikten daha çok niteliğin ön planda olduğu ürünlerle ilgileniyoruz. En nihayetinde, her bir projenin bir gayrimenkul yatırımı değeri, bir de mimari değeri var. Bu ikisi her zaman örtüşmeyebiliyor, ancak öyle olsa bile ilki bizim konumuzun tamamen dışında kalıyor. Derginin ana kararlarından biri olan tasarım sürecini görünür kılma yaklaşımıyla mimari değeri aktarmayı hedefliyoruz. Zaman zaman değişiklikler olsa da -proje profilleri dışındadergide çoğunlukla aynı kişilerin yazılarını görüyoruz, bu durumda yeni yazarlara ne kadar yer verebiliyorsunuz? XXI’de yıllar evvel geliştirdiğimiz, özellikle yurt dışında yaşayan genç mimar ve tasarımcılardan bir katkıcı ağımız vardı; ancak, içeriğin değişmesiyle bir süreliğine o ağı askıya almak durumunda kaldık. İsimler üzerinden değil, ne yazdıkları üzerinden konuya yaklaşmayı tercih ediyoruz. Bu nedenle gençlerin katkısını önemsiyoruz. Bu minvalde, yazarlar için seçim kriterleriniz neler? Yazarlar için değil, yazılar için seçim kriterlerimiz var. XXI’de güncel olmayan hiçbir şey yoktur. Köşe yazılarından etkinliklere, projelerden dosyalara dek tüm konular günceldir. O nedenle de makale yayımlanmaz XXI’de. Yazılar için seçim kriterimiz ise bu güncelliği yakalaması, diğer yandan açık, kolay ve anlaşılır bir dille kaleme alınmış olması. Ağır ağdalı cümlelerle özünde hiçbir şey söylemeyen yazıları yayımlamamayı tercih ediyoruz. Peki kapaklara nasıl karar veriyorsunuz? Favori sayıların ya da kapakların hangileri? Kapaklar, bir yıldan fazla süredir dosyalar tarafından belirleniyor.
126 m2'lik taban alanına sahip, 306 metre yüksekliğindeki ince piramit biçimli binanın zemin
Dosyalar için yuvarlak masa toplantıları yaparken konuştuklarımızı görselleştirmeye çalışıyoruz. Benim favorilerim Saskia Sassen, Ayşe Öncü ve Asuman Türkün ile birlikte yaptığımız küresel kentler üzerine konuşmaya istinaden Emre Çıkınoğlu’nun tasarladığı Nisan 2012 kapağı ile İstanbul Tasarım Bienali için Doğukan Bilgin’in tasarladığı Aralık 2012/Ocak 2013 kapağı. Nasıl bir çalışma ortamın var? Ekip olarak aranızdaki ilişkiyi nasıl tanımlarsın? Editoryal ekipte, benim dışımda, Beste Sabır ile Tuğba Demirci var. Genel olarak sakin ve stressiz bir çalışma ortamımız var. Dergiyi matbaaya yetiştirme koşturmacası dışında rahatız. Şimdi son dönemde 9-6 arası ofiste çalışma fikrinden de vazgeçiyoruz, isteyen istediği yerde çalışıyor. Editörlerin ofisten çok sokakta ya da toplantıda olması gerek, yaptığımız işin çok büyük kısmının sosyal ortamdan beslendiğini biliyoruz. Ekip olarak birlikte bir dergi hazırlıyor olmak, ay sonunda bir ürünün önünüze geliyor olması çok doğal olarak duygusal bağlar kurulmasına yol açıyor. Profesyonel ya da kurumsal davranmak gibi bir derdimiz yok, birlikte iyi iş çıkarmak istiyoruz o kadar. Arredamento eski sayılarında derginin sonunda “nahoş” diye bir bölüm yapardı. Biz “modern mimarlık eğitimi” almış mimarların estetik normlarına, kalıplarına uymayan, sığmayan örneklere yer verirdi. İçeriği ve eleştirilen tutumun da eleştiriye açık olduğunu kabul ederek bu tür keskin kritiklere neden artık yer verilmiyor dersin? Keskin olmayan eleştirilere de yer verilmiyor ki. Mimarlık ve tasarım alanındaki en büyük eksiklerden biri de bu zaten. Eleştirinin eksikliği bence özünde mimarlık camiasının bunu talep etmemesinden kaynaklanıyor. Mimar ve tasarımcıların eleştiriye açık olduğunu düşünmüyorum, kendi aralarında konuşurken birbirlerini eleştirseler de, bunu bir yayında yapmayı tercih etmiyorlar. Çünkü mimarlık mesleğinin iktidarının böylesi olumsuz eleştirilerce zedeleneceğini düşünüyorlar. Diğerlerine karşı birlik olarak durma fikri hakim. Bunda genel olarak eleştirinin sadece olumsuzun söylendiği bir platform olarak algılanmasının da payı var. Yine de XXI’in kısa vadeli hedeflerinden biri eleştirelliği üretmek. Ne kadar başarabileceğimizi kestiremesek de, deneyip göreceğiz. Diğer mimarlık yayınlarına kıyasla genç bir yayın olan XXI’in avantajlarından biri, bir test alanı olabilmesi. Hiçbir şeyi değiştirmemektense deneme-yanılma yöntemiyle ilerlemeyi tercih
XOXO The Mag
katlarında büyük hacimli ofis alanları, orta katlarında bir otel ve kamusal kullanımlı alanlar, üst katlarındaysa konut alanları bulunuyor. En üst bölümde, 68 ve 72. katlar arasında bulunan kamusal alanda 240 metre yükseklikte konumlanan seyir terası yer alıyor. Binaya adını veren kırıklı formlar -shards- üst katlarda 306 metreye kadar devam ediyor. Londra'da çok amaçlı kullanıma imkan veren böyle önemli bir yapının kamu erişimine açık olması projeyi daha da önemli kılıyor. Kulenin görselliği ve formunun ana tanımlayıcısı ise sekiz adet kırık şekilli cam parçası. Pasif çift cidarlı cephede kullanılan düşük demirli cam ve hareketli güneşlikler, birer güneş kırıcı etkisi yaratıyor. Kırıklar arasındaki boşluklar kış bahçeleri için doğal havalandırma sağlarken bu mekanlar ofis alanlarında toplantı odaları veya mola alanları, konut katlarındaysa kış bahçeleri olarak kullanılıyor.
yApI - EğİTİM MERKEzİ - SUMATRA 63 XXI - ŞUBAT 2013
Yerel Basitlik tARÇIN ÜREtİM sÜREcİNDE YER ALAN YEREL İŞÇİ VE ÇİFtÇİLER İÇİN sUMAtRA'DA tAsARLANAN MERKEZ, YENİ BİR ÜREtİM MODELİNİ AMAÇLAYAN BİR sİstEME sAhİP. Tarçın üretimi için eğitim vermek üzere kurgulanan projenin inşaat çalışmaları 2010 sonbaharında başlamış. Dünyada tüketilen tarçının %85'i Sumarta'da üretiliyor ve bu süreçte güvensiz ve sağlıksız koşullarda çalışan işçiler, ücretleri ödenmeksizin uzun çalışma saatleri boyunca fabrikalarda tarçın üretimi gerçekleştiriyor. Tasarımcılarda büyük bir etki yaratan bu durum tasarım ofisini yeni bir arayışa götürüyor ve grup Kerinchi, Sumatra'da bulunan eğitim merkezini tasarlıyor.
ŞUBAT 2013 - XXI 62
39 XXI - eylül 2012
yApI - EğİTİM MERKEzİ - SUMATRA
Yapı - ofis - lonDra
Binanın temel yapısal elemanı olan kayar kalıp beton çekirdeğin içinde; ana servis elemanları, asansörler ve acil çıkış merdivenleri yer alıyor. Mevcutta bulunan 44 adet tek ve çift katlı asansör, ana fonksiyon alanlarını binanın sokaktan ve meydandan sağlanan girişlerine bağlıyor. Proje aynı zamanda tren istasyonu, toplanma alanı ve otobüs duraklarının gelişmesini destekler nitelikte çözümlere sahip. Mevcuttaki çatının cam gölgelikle tekrar yapılandırılarak bu mekana ticari birimlerin konumlandırılması tren istasyonu, otobüs ve taksi durakları arasında önemli bir görsel bağlantı sağlarken yeni tasarlanan 30x30 metre büyüklüğündeki iki meydan, alanın merkezinde yer alıyor. Kamu alanları için yapılan bu tür yeniliklerin, kentin sıkışık ve ihmal edilen alanlarının canlanması ve bu bölgelerdeki geleceğe dair gelişmeler için katalizör işlevi göreceği düşünülüyor.
fotoğraflar: pasi Aalto
CASSıA COOp EğİTİM MERKEZİ
tyın tegnestue archıtects
Proje, yerel işçi ve çiftçilerin belirli bir maaş alıp, sağlık hizmetlerinden yararlanabileceği, okul ve eğitim bölgelerine erişimlerinin olacağı şekilde sosyal açıdan iyi işleyen bir kuruluş yapısına yönelik, yeni standartlar belirlemeyi amaçlıyor. Buna ek olarak, merkezdeki fabrikaların sıhhi ve güvenli olması hedefleniyor. Ana konsept; hafif ahşap yapısal sistemin klasik bir şekilde tuğla ve beton zemin üzerinde kurgulanması. Bu ahşap sistem, bir tarçın tarlasında olma hissini verirken projenin en büyük zorluğuysa yaklaşık 600 m2 olan
inşaat alanında doğal iklimlendirmeyi sağlamak olmuş. Termal kütle, güneş ışınlarının azaltılması, maksimum saçak kullanımı gibi önceki deneyimlerinden edinilen çözümler, yapıda doğal iklimlendirmenin sağlanmasına katkıda bulunmuş. Projede temel yapı malzemesi olarak yerel hazırlanmış tuğla ve tarçın ağacı gövdesinden yararlanılmış. Tarçın üretiminde bir yan ürün olan gövdeler, bina inşaatından iç mekan detaylarına kadar değişen ölçeklerde kullanılıyor. Ana inşaat, kitlesel bir üretimle üretilen ve beton temele civatayla eklemlenmiş Y-dikmesinden oluşuyor. Dikmelerin yerleştirilmesi, kat planlarıyla bağlantılı bir şekilde sistemi desteklerken aynı zamanda yapısal sistemdeki germe kuvveti ve bina dayanıklılığını da sağlamlaştırıyor. Yekpare çatı yüzeyinin altında beş tane tuğla birim ve aralarındaysa küçük bir laboratuvar, mutfak, derslikler ve ofisler bulunuyor. Üç aylık bir sürede inşa edilen bu ölçekteki bir projede, lojistik faktörü ana zorlayıcı noktalardan biri. 70 işçinin çalıştığı ve sekiz mandanın ormandan inşaat alanına ağaçları taşıdığı süreçte proje yönetimi önem kazanıyor. Konuya basit ve pragmatik bir tasarım yaklaşımıyla bakmak, eğitimsiz bir işgücüyle projenin uygulanabilmesini sağlayan ana noktalardan biri olmuş.
karşı sayfada Yapının iç avlusundan bir kare bu sayfada üstte: Tarçın detayı en üstte: Avludan bir kare solda: Geniş bina saçağı, doğa ve yapı ilişkisi üstte solda: İç mekandan bir kare en üstte solda: Yapı malzeme detayları arka sayfada en altta: Yapıda geniş saçak kullanımı ve doğa ile ilişkisi
Takip ettiğin yayınlar neler? İlham aldıkların hangileri ve ilhamın limitleri nerede başlayıp nerede bitiyor? Uluslararası ve yurt içi mimarlık yayınlarının pek çoğunu takip ediyorum. Domus ve Volume favorilerim, bir de Colors var. Ancak bunlardan ilham almak pek de kolay değil, çünkü üretildikleri bağlam o kadar farklı ki. Mesela, Volume sadece araştırma projeleri ve makaleler yayınlayan bir dergi, her bir sayısı neredeyse bir kitap gibi. Bunu üretmek için gerekli uluslararası ağlara sahip olsak dahi, o içerikle ilgilenecek bir okur kitlesi bulmak da pek kolay değil burada. Bir dergicinin yayınlara bakışı, okurunkinden çok farklı oluyor. Dergilerin bölümlenişi, konuları ele alış biçimleri gibi çeşitli nitelikleri ilham verebilir ama bunları taklit etmek, özellikle de bağlamlar çok farklı olduğu için zaten mantıklı değil.
ediyoruz. Bu deneyleri kesin dönüşlerle değil, tabii ki hafif geçişlerle yaparak derginin kendine ait kimliğini korumasına özen gösteriyoruz. Çevre dostu binalar, yeşil mimarlık, ülkemizde de gitgide gelişen bir ilgi alanı, neredeyse zorunluluk oldu. Dergiler ekolojik, sürdürebilir mimarlık alanında uzun süredir yayınlar yapıyor ve bu yayınların bu farkındalık konusunda önemli rol oynadığını düşünüyorum. Sizin tarafınızda bu rolü nasıl tanımlarsın? Biz yaklaşık iki-üç sene boyunca dergiyi geri dönüştürülmüş kağıda bastık. Ekolojik binalar yayımlamaktansa, bu kararın daha önemli olduğunu düşünüyorum. XXI, kendi duruşuyla da bu meseleye nasıl yaklaştığını ortaya koyuyordu. Ekolojik mimarlık, doğal olarak ithal bir kavram ve bütün ithal kavramlar gibi anlaşılamadan fazlasıyla sahiplenmeye mahkum kalmış halde. Neyin gerçek anlamda çevreci olduğunu anlamak pek de kolay değil aslında. Bu konuya XXI olarak sürdürülebilirlik perspektifinden bakmayı ve daha bütüncül olarak çevresel, ekonomik, sosyal ve kültürel sürdürülebilirliği dert edinen projeleri yayınlamayı tercih ediyoruz.
Mimarlık ya da tasarım dışında seni besleyen, dinlendiren şeyler neler? Kendimce okumalar yapmak, çıkarsamalarda bulunmak için çağdaş sanat sergilerini geziyorum. Parçaların nasıl bir araya getirildiğini, bir serginin altında yatan fikirleri anlamaya çalışmak iyi geliyor. Yine de en çok keyfi Açık Tezgah buluşmalarımız veriyor diyebilirim. 10-15 kişi toplanıp hep birlikte yemek yapıyoruz, bu kişiler neredeyse her seferinde farklı dostlar, dostların dostları olabiliyor. Evdeki 2.8 metre uzunluğundaki masayı önce tezgah olarak kullanıyoruz, sonra yemek masası olarak. Hiçbirimiz sürekli yemek yapan insanlar olmamamıza karşın, birlikte saatlerce uğraşabiliyoruz. Bir yandan sohbet ediyor, bir yandan pişiriyor, bir yandan da yiyoruz. Bunlar haricinde, yeni müzikler keşfetmek, onları canlı dinlemek ve tabii ki kitaplar çok iyi geliyor.
Dijital tasarım anlayışının Türkiye’deki akademik yansımaları oldukça kuvvetli. XXI’de de hem Türkiye’deki hem de yurt dışındaki projelere sık sık rastlıyoruz. Etki alanındaki diğer ülkelerde çok fazla yapılı örnek görebiliyorken, bu etkiyi ülkemizde yakın zamanda yapılmış ve yapılmakta ya da yapılacak olan projelerde hemen hemen hiç göremiyoruz. Bizdeki yansımanın akademik ortamda kalmasının nedeni ne olabilir? Dijital tasarım ile kastettiğimiz parametrik tasarım ise onun sadece akademik ortamda kaldığına katılmıyorum. Küçük ölçekli de olsa uygulamaları var, bazen sadece cephe tasarımında ya da bir parapet tasarımında parametrik araçlara başvuran mimari pratikler var. Bunların tamamen bina ölçeğine geçememiş olmasının ana nedeniyse bence ekonomik. Yine de, gelişen teknolojiyle maliyetlerin düşeceğini ve yapılı çevrede daha çok sayıda bu türden örnekle karşılaşacağımızı düşünüyorum.
Her mimarın ağzında bir "yurt dışı" lafı vardır. Sen de Avrupa ülkelerinde ya da Amerika'da çalışmayı tercih eder miydin? Türkiye’de her şeyin çok kötü olduğu fikrinin, tembelliğimizin bir bahanesi olduğunu düşünüyorum artık. Madem yurt dışında yayıncılık buradan daha iyi, neden buradaki durumu iyileştirmeye çalışmaktansa kaçalım? Yurt dışında daha iyisini yapabileceğimi düşünüyorsam burada da yapabilirim. Orada kağıt buradakinden ucuz değil. Diğer taraftan, sorunun okur kitlesinden kaynaklandığı düşünülüyorsa, onları dönüştürmek de bir yayının gücünün yetebileceği bir şey. Dahası ne kadar iyi İngilizce ya da herhangi bir yabancı dil bilirsen bil, anadilinde düşünmek ve yazmak kadar verimli olamazsın. O nedenle burada kalmak daha iyi bir fikir gibi geliyor.
Uzun süredir yayıncılık alanında çalışmalar yapıyorsun, ama diğer yandan aklının projeciliğe kaydığı oluyor mu? Hayır, olmuyor. Altı aylık bir mimarlık ofisi deneyimim oldu, ardından XXI’e geri döndüm. Mimarlık yapmak istemediğimi çok net biliyorum artık. Mimarlığın düşünsel alanında üretmeye devam edeceğim. 69
BRAND
The Clouded Leopard
Vans x Kenzo yazı linda kocabıyık fotoğraflar vans'in izniyle
Toplumsal ve bireysel nedenlerle insanın kimliğine kuşkuyla bakmaya koyulduğu, gün geçtikçe bu kimliğe yabancılaştığı bir zamanın doğal uzantılarıyız. Kafka böylesi bir yaşamda yalnızca kullanma talimatları, doldurulacak formlar ve dayatılan kurallardan bahseder. Oysa Magna Carta’nın da ötesinde var olan kurallar, komplike formlardan çok ötede sadece gücün yüceliğine bağlı. Ormanın kuralları basit: Güçlü olan kazanır.
İlk Çağ’dan beri trend olan desenin ilhamları yaz sezonu için Kenzo podyumlarını arşınlarken, 60’larda kurulan bir diğer marka Vans ile Tayland ormanlarında buluştu Kenzo. Kreatif Direktörleri Humberto Leon ve Carol Lim ender görülen envai çeşit vahşi hayvanın arasında göz göze gelmek için o kediyi arıyordu. Dördüncü randevularından dönüşlerinde ise iki markanın yanında uygarlıkla tanıştırdıkları beş farklı leopar deseni vardı.
Karmaşık dünyanın güç dengeleri değişedursun, insanoğlu ormanı terk ettiğinden beri bu topraklarda yüzyıllardır büyük kediler hüküm sürüyor. Muhtemel her gücü elinde tutma egosunu geride bırakamayan Homo Erectus, büyük kedilerin en küçüğünü omuzlarında taşıma sevdasıyla milenyumu da geride bıraktı. Hayvan hakları, boyalı protestolar, sahte kürkler ile gelgitli bir popülerlik döneminden sonra her tür materyalde boy gösteren leopar puantiyeleri podyumun aranan deseni olarak 2013 yılına kadar sağ salim geldi. Desenin kökeni için durum biraz daha vahim tabii.
Sıradanlığın bir tutkal gibi insanları bir arada tutması bir kenara, sürüden ayrılma cesaretini göstermekte güçlük çekilen yılları geride bırakıp 90’ların aymazlığıyla masa başına oturdu Vans ve Kenzo. Van Gogh’un gece mavisi, leoparın gücüyle buluştuğunda uygarlığın kulak kabarttığı ayak sesleri ufuktaydı. Orman kuralları şehre inmekteyken sürreellikle aranızı sıkı tutun. Aklınızdan Tarzan’ın leoparı alt ettiği sahneyi çıkarmayın ve size önerilenlerin işe yaramasını ummayın. Çünkü ormanın kuralları basit: Güçlü olan kazanır.
XOXO The Mag
INTERVIEW/ART
İnsanİ Bİr Yolculuk
Francesca Grilli & Francesco Arena İtalyan Pavyonu’nun bu seneki küratörü Bartolomeo Pietromarchi farklı kuşaklardan 12 İtalyan sanatçıyı, İtalya’yı temsil etmek üzere Vice Versa başlığı altında bir araya getiriyor. Bu sanatçıların en gençleri olan Francesca Grilli ve Francesco Arena ile, Roma, New York ve İstanbul üçgeninde bir söyleşi yaptık.
Fotoğraf Amaranta Capelli.
röportaj nazlı gürlek
XOXO The Mag
IRON, performance, 25 min, 2012. Courtesy of the artist and Centrale Fies. Photograph Alessandro Sala.
kitle aynı zamanda heykele ait de bir terimdir. Heykel mekanı işgal eden bir kitleden başka bir şey değildir aslında, ki bu da mekanı işgal eden bir vücuttan farklı değildir. Esin kaynağım Elias Canetti'nin “Kitle ve İktidar” kitabı. Canetti, kitleyi ve genişleyerek yayıldığı, işgal ettiği alanları analiz ediyor, ben ise kitlenin yok oluşunu göstermeye çalışacağım. Kitlenin defni, bir başka deyişle...
İşlerinizden önce ikinizi birleştiren şeyin aynı yıl doğmuş olmanız olması size ne düşündürüyor? Bunun size Pavyon'un diğer sanatçılarından farklı bir anlam veya sorumluluk yüklediğini düşünüyor musunuz? Francesca Grilli: Vice Versa, her şeyden önce insani bir yolculuğu tanımlıyor aslında. Geçmişteki bir andan bugüne doğru çıkılan bu yolculuk, İtalya'yı bir ayna gibi yansıtacak ve anlatacak. Bizim kuşağı temsil etmek aslında bugünü temsil etmek demek ve evet, bu cidden büyük bir sorumluluk. Aynı zamanda da küratörün bize karşı güveninin beyanı. Fakat her şeyden önemlisi bence, benim ve Francesco'nun katılımı, asıl bienalden sonra olacakların bir alameti. Sanatçı olarak araştırdığımız alanlar oldukça farklı da olsa, bir kuşağı temsil ediyoruz ve bu kuşak şu anda İtalya'da çok karanlık bir dönem yaşıyor. Pavyon'daki isimler arasında kadın sanatçıların azlığı beni düşündürmüyor değil gerçi ama her ikimizin de genç kuşaktan oluşumuzu iyiye alamet olarak görüyorum. İtalyan Pavyonu'na seçilmiş olmam ise bende sevinçle çekingenlik arası bir duygu uyandırıyor.
İnsan bedenine denk düşen heykel fikrinin sana belli estetik ve politik imkanlar sunacağı açık. Heykeller üretirken araştırdığın politik düşüncelerden biraz bahseder misin? Kitlenin defni ne gibi politik olaylara işaret ediyor? FA: Kitleler, diktatöryel rejimlerin yükselişinde ve düşüşünde büyük rol oynar. Kitle, diktatörü başa da geçirir, onu alt da eder. Roma'nın Venedik Meydanı'nda, Mussolini'ye övgüler yağdıranın meydanda toplanan kitleler olduğu gibi, Milano'nun Loreto Meydanı'nda Mussolini’nin cesetine tüküren ve küfürler savuran da yine insan kitleleridir. Bu iki gösteri arasında geçen zaman zarfında, kitlenin rolü rejim tarafından bastırılmıştır, kitle siyasi anlamda görünmez kılınmıştır ve sesi derinlere gömülmüştür. Bu gömü fiziksel de bir gömüdür maalesef, çünkü toprak nice insan kitlelerini içinde barındırır. Bu projede bahsini açmayı hedeflediğim, kitlenin görüşü ve o görüşün engellenmesi meselesi, ki bu iki mesele politikanın alanında görünür olan ve gizli kılınan şeyleri tanımlar.
Francesco Arena: Bir kuşağa ait olmak demek, bana göre, bakışın ardında kalakalan ve biriken bir dizi görüntü ve olayı paylaşmak demek. İlginç olan, farklı kuşaklardan insanlar her ne kadar farklı görüntü ve hikayeler biriktiriyor olsalar da, bu birikimlerin diğer insanlarda yarattığı izlenim ve fikirler aynı yerlerde birleşiyor. Bu yüzden insanları gençler, yetişkinler veya yaşlılar şeklinde ayırmanın çok önemli olmadığını düşünüyorum. Benim işim Fabio Mauri ile aynı mekanda olacak; Mauri birkaç yıl önce öldü, fakat işi belki de oradaki en güncel iş olacak.
Francesca, bu işi sanki bir anlamda senin önceki işlerinle de ilişkilendirebiliriz; çok farklı yöntem ve biçimlerde de olsa, zamanın sessizliğine gömülmüş kişi ve olayları sanat yapıtının sunduğu deneyim sayesinde hatırlamak, bugüne getirmek üzere çalışıyorsun. Tarihe apaçık bir yürek ve gözlerle bakmak, tarihin görünmez kıldığı şeyleri gün ışığına çıkarmak gibi motivasyonların ikinizi birleştiriyor
O halde işlerinizden biraz bahsedelim. İkiniz de yeni işler yapıyorsunuz, değil mi? FA: Evet, ben belirli bir kitle fikri üzerinde yoğunlaşan bir iş yapıyorum. Kitle deyince ilk akla gelen insan kitlesi oluyor, fakat 73
XOXO The Mag
FotoÄ&#x;raf Ala D'Amico
Extreme Occident, 2013. Libro; dimensioni ambientali. Courtesy of the artist and Galleria Monitor, Roma. Photograph Martin Argyroglo.
bakıyor ve çağımızın bu ortak sorununun bu ülkede nasıl yaşandığını inceliyordu. Roma'daki Centrale Fies performans merkezinde ‘Iron’ adıyla bu performansı sergiledim. Performans, viyolonsel ve kontrbasla çalınan bir konser ve müzisyenlerin İtalyan müziğinin sansüre uğramış parçalarından bir seçkiyi arka arkaya çalmalarından ibaret. Bunun yanı sıra, sansürün insanı içine çeken ümitsizlik halini referans alarak aletlere ufak bir müdahalede bulundum; yayları yaktım ve müzisyenlerden tüm konseri yanan yaylarla icra etmelerini istedim. Tabii bu sırada enstrümanı kısmen de olsa zarara uğratmış oluyordum. Müzisyen, yay tutamayacağı kadar ısınana kadar çalmaya devam ediyor ve parçayı çalma becerisi de bu şekilde denenmiş oluyordu. İtalya'da şu anda toplumsal düzenin sınırlarının yıkılma derecesinde zorlandığı bir dönemdeyiz ve bu iş de bu fikirden yola çıkıyor.
sanırım. FG: Venedik'e yaptığım iş, Macro'da (Museo d'Arte Contemporanea, Roma) misafir sanatçı olarak kaldığım dönemde başladığım sesle ilgili araştırmanın devamı niteliğinde. Sesin, iktidar, özgürlük, inanç ve direniş için kullanımını araştırıyorum. Senin söylediklerin ve benim eklediğim bu kavramlar, işlerimde dönüp dolaşan temalar yaratıyor, haklısın, fakat şimdilik halen birçok aşaması belirsiz olduğu için Venedik projesinin detaylarını sessizlik içinde çalışmayı tercih ediyorum. Macro'dayken yaptığın projeden bahsedebiliriz o halde; sesin sansüre uğramasıyla ilgiliydi o, öyle değil mi? FG: Orada bir ses denemesine giriştim, sonuçta ortaya çıkan işi de ‘Variazioni Per Voce (Ses için Çeşitlemeler, 2012)’ adıyla misafir programının sonunda atölyemde sergiledim. Tarihin ilk ses kayıt cihazını kullanarak giriştiğim bir denemeydi bu. Bu cihazı Thomas Edison 1878'de icat ediyor ve cihaz sadece, balmumundan bir silindir ve bir fonograftan oluşuyor. Silindire emprovize biçimde çıkardığım sesleri kaydettim; sergi boyunca izleyici sesleri dinlemek istedikçe, tekrar tekrar çalınan kayıt ister istemez modifiye oluyordu. Sanat yapıtının izleyicinin talebine bağlı olarak tüketilmesi, yapıtın aslında ne kadar kırılgan olduğunu söylerken, diğer yandan ise sansürü sanatsal sürecin bir parçası yapıyordu.
Dünyanın yerel tarihler ve diğer meseleler üzerinde çalışan sayısız sanatçısı veya kültür üreticisiyle, fikir ve ürettiğiniz değerler açısından ortak bir yerlerde buluştuğunuzu ve sonra tüm bu fikir ve değerlerin global düzen içinde birbirleriyle etkileşime geçtiklerini hiç düşünüyor musunuz? FG: Siyasi iradenin merkezinde olması gerektiğine inandığım o insani boyutu incelemeyi seviyorum, ki bunun dünyanın mevcut düzeni içinde özellikle gerekli olduğunu düşünüyorum. Fakat hal böyleyken, işimi yaparken tarihten yola çıkmadığımı da söylemeliyim. Yalnızca, eğer gerçekten gerekliyse, konunun gerektirdiği ölçüde tarihten yararlanıyorum ve bunu daima evrensel değerlere sahip insani deneyimi global ya da lokal anlamda incelemek adına yapıyorum.
Neden sansürle ilgilenmeye başladın? FG: ‘Variazioni Per Voce’yi yaparken ilk kez olarak tarihsel bir arşivden yararlandım. Roma'daki Istituto Centrale per i Beni Sonori ed Audiovisivi (Ses ve Görsel/İşitsel Kültür Varlıkları Merkez Ensititüsü) faşist dönemde, ‘rejimin sansür kulağı’ olarak ortaya çıkmış bir sansür kurumu ve arşivi benim için kaynak oldu. Araştırmam sırasında ayrıca RAI'ın radyo arşivinden de yararlandım. Bu iş, İtalya'da sansürlenen müzik eserlerine
FA: Bana sorarsanız, farklı zaman ve yer değişkenlerine bağlı olarak tarihler, aslında, insan hayatını, insanın dürtü ve duygularını, onu farklı seçimler yapmaya iten çeşitli faktörleri anlatmaktan başka bir şey yapmaz. Doğduğu yeri, yaşam 75
şartlarını iyileştirmek adına bilmediği yerlere doğru keşfe çıkmaya, haklarını savunma gerekçesiyle savaşlar açmaya ya da gelişeceğine inançla yeni ve daha çok şeye sahip olmaya iten şeyler var... Bunlar insanın yaratıldığı andan beridir devam ediyor ve diller insanları ayırsa bile onlar birbirlerini anlamanın ve bir şeyler paylaşmanın yolunu mutlaka buluyorlar. Bu ihtiyaç, yani anlatma ihtiyacı artık global düzeyde. Yine aynı yere geleceğim ama, tüm bu anlatıya yer yer sessizliğin eşlik ediyor olması da bana sorarsan gayet normal, hatta kaçınılmaz bir şey, zira belleğin tersi yani unutuş da onun bir parçası... İtalya'yı bugün nasıl yaşıyorsunuz? FG: Ben yıllar boyu başka yerlerde yaşadım. Rijksakademie'de atölyemin olduğu dönemden sonra yine Amsterdam'da kalmaya devam ettim. Hem insani anlamda hem de bir sanatçı olarak büyümem için gerekli imkanlar dışarıda çok daha iyiydi. Bu sırada anne de oldum ve sanatçılıkla anneliği bir arada yürütmeyi başardım, ki bu İtalya'da gerçekten çok zor olurdu. Şimdi ise bir süreliğine İtalya’dayım. Burası karşıtlıkların hüküm sürdüğü bir ülke, insani ilişkilerin sıcaklığı ve o kapalı taşralı zihniyeti, büyük tutkular ve başarının takdir edilmeyişi, romantizm ve cinsiyet ayrımcılığı, adanmışlık ve kurnazlık, şevk ve boşvermişlik... Ülkeme dönünce hissettiklerim bunlar. Bir de tabii geçmiş var, her ne kadar eski İtalya'yı hatırlamakta bugün artık zorlansam da... Eskiden farklı mıydı hatırlayamıyorum; şimdi hor kullanılıyor, yavaşça ama istikrarla batağa sürükleniyor ve yaşamın tüm kamusal ve özel alanlarında zevksizlik ve baskınlık fırtınalar estiriyor. FA: İtalya’nın şu anki hali tarihin bir ürünü. Global kriz -bu kriz yalnızca ekonomik de değil- şu anda zirve yapmış durumda. Durumun başka yerlerde de daha parlak olmadığını görüyorum ama belki İtalya'da daha bir ortada her şey, çünkü sürekli sahnede olan bir takım halk karakterleri var ve bunlar durumu olduğundan çok daha kötü göstermekte ustalar. Dört aydır New York’tayım ve şansıma seçim kampanyasını ve tüm o saçma sapan detaylarını kaçırdım. Şu anla ilgili hissiyatım, seçim sonucunun İtalya’nın maskaralıktan başka şeyleri de olduğunu ve raydan çıkma pahasına da olsa değişme arzusuna sahip olduğunu göstermesi. FG: İtalya, halkının eskiden gelen bir bilgelik taşıdığı muhteşem bir ülkedir, devrimlerden ziyade yavaş dönüşümlerin ülkesidir. Dolayısıyla, gelecek konusunda ümitliyim; bu yangın dinecek ve bambaşka şeyler ülkeye yerleşecek. Bunun için zaman gerektiğini biliyorum fakat tam da bu sebeple artık daha fazla beklemememiz gerektiğine inanıyorum. Zaten fazlasıyla vakit kaybettik ve artık kaybedecek vaktimiz yok. Bunu çocuklarımızı ve bizden sonra gelecek diğer tüm kuşakları düşünerek söylüyorum. Onlara neyi miras bırakacağız? Biz, bizden öncekilerden neleri miras aldık? Bunları sana söyleten annelik mi diye düşünmeden edemiyorum... FG: Annelik insanın tüm hayatını birdenbire değiştiriyor, bence oldukça korku verici de bir durum bu. Bir sanatçı için bence büyük bir ifade imkanı annelik ve aynı zamanda da radikal bir değişim süreci getiriyor beraberinde. Maalesef benim ülkemde bir sanatçı için bugün bile bir engel olarak kabul ediliyor. Fakat gördüğüm kadarıyla benim kuşağımın kadınları çocuk yaparak bu genel kanıyı değiştiriyor. FA: Önceki konuştuklarımıza geri dönecek olursam, ben şahsen kültürel anlamda miras alınanları ve bırakılanları salt zamansal terimlerle açıklamanın pek de doğru olduğuna inanmıyorum, çünkü ne tarihin yazılışı ne de yaşadıklarımız
kontrol edebileceğimiz şeyler değil. Bana sorarsanız şu anda var olduğumuz bu yerde yüzer haldeyiz ve bu esnada denge arayışına da elbette girişebiliriz, fakat gelecek derseniz işte o tamamen belirsiz bir şeydir. Gerçi, bence geçmiş ve şimdiki zaman da büyük ölçüde belirsizlik içinde. Nitekim, bir sanatçı olarak ancak şimdi ve geçmişte ne olduğumuz üzerine sorular sorabileceğimi düşünüyorum. Çocuklarımız bizden daha zeki ve atak olacaklar ve başlarının çaresine bakacaklardır. Sen bunları söylerken aklıma, New York'ta ABD'nin en güzel İtalyan sosislerini (salsicce) yerken bana bahsettiğin bir işin geliyor. ‘Corridoio (Koridor, 2012)’ adlı işti bu ve çocukken oynadığın bir oyunu, izleyiciye, uzak yerlerin deneyimine ulaşmak için icra edebileceği bir performans olarak sunuyordun. FA: Bu iş, dedemlerin evindeki koridorun sergi mekanında yeniden üretilmiş hali. Koridorun uzunluğu 8.8 metre, genişliği de 2 metre. Ortadaki alanı çevreleyen karolar siyah, diğerleri de beyazdı ve siyahlardan çıkmadan koridoru koşup durduğum bir oyun icat etmiştim. İş, beyaz taştan oluşuyor, isteyen üstüne çıkıp üzerinde yürüyebilir ama tüm turu belli bir sayıda yapmak şartıyla, çünkü o zaman başka bir yerin uzunluğuna erişmiş oluyor. Afrika'dan gelen göçmenlerin ilk durağı olan Lampedusa'daki iskelenin, ilk kez kabul edildikleri ve kontrolden geçtikleri ofise olan uzaklığına denk geliyor. Ya da Saraybosna'da kuşatma sırasında şehirden kaçmak için kazılan tünelle aynı uzunlukta. Bu işi açık bırakıyorum ve önemli olduğunu düşündüğüm yeni bir mesafenin bilgisiyle karşılaşırsam onu da işe ekleyebiliyorum. Çocukluğuma ait bu sıcak anıyı, başkalarının uzak anılarıyla birleştirmek istedim, evin dışında olan olayları da sembolik anlamda evin içine sokarak... Etkilendiğiniz sanatçılar ve eserler nelerdir? FA: Öyle çok ki! Öncelikle minimalist heykelden bahsetmeliyim, çünkü onunla, sunduğu estetik deneyim büyüdüğüm coğrafyanın özelliklerini hatırlattığı için kolayca bağ kurabiliyorum. Minimalist heykel, mekanda kapladığı salt hacim sebebiyle, bizimle ilişkilenirken bir vücut gibi davranıyor, ki insan vücuduna yakın ölçü ve ağırlıkta üretilir hep. Yapıldığı malzemenin sert ya da yumuşak, dayanıklı ya da kırılgan, soğuk ya da sıcak oluşu bana büyüdüğüm yerin açık, geniş, renkli topraklarını ve birbirinden uzak evlerini hatırlatıyor. Tıpkı Donald Judd'ın Marfa'daki heykelleri gibiler. Ya da toprağımın direkt ve keskin ışığı Flavin'in bir neonu veya Turrell'in yarıkları ve hatta hayali geometriler çizen Sandback'in ipleri gibi... FG: Beni etkileyense, Demetrio Stratos’un ‘Cantare La Voce’si. Bu hayali imgelerle dolu sohbeti materyal dünyaya dönerek bitirirsem çok mu ayıp etmiş olurum? Son olarak merak ettiğim, sanatın ekonomisiyle ilgili düşünceleriniz çünkü... İtalyan Pavyonu’nun bu seneki bütçesinin büyük kısmını devlet kestiği için ‘kitlesel fonlama’ ile destek sağlanmaya çalışılacak. Bu ilginç bir model, çünkü isteyen herkes dilediği miktarda destek sağlayabilir ve kendi çapında bir mesene dönüşebilir, değil mi? FA: Evet, bayağı ilginç bir yöntem. Aslında bir paylaşım sistemi ve sanırım sıkça kullanılıyor zaten. FG: Dünyanın ekonomik gidişatına bakarsak, çok da gerçekçi bir kaynak yaratma yöntemi. İtalya için henüz yeni bir şey, fakat sanat sisteminin, özellikle de izleyicinin sistemdeki yerinin değişmesine olanak sağlayabilir. Bence gayet iyi olacak, yeni dinamikler ve ağırlıklar getirecek.
XOXO The Mag
CINEMA
MOCKUMENTARY
Belgeselin Uydurma Hali yazı seda niğbolu
İsmi Oxford Sözlüğü’nde 60’ların ortasından itibaren anılmaya başlansa da, tarihi 50’lerdeki TV programlarına kadar gitse de, ‘mockumentary’lerin (gerçeği anlatmayan sahte belgeseller) bağımsız bir tür olarak görülmeye başlanması 80’lerde, bugün hala mockumentary deyince ilk olarak anılan Rob Reiner’in This is Spinal Tap’inin kazandığı inanılmaz popülerlikle birlikte gerçekleşti. Alay (mock) ve belgesel (documentary) sözcüklerinden türetilen bu yeni tür, kafa karıştırıcı doğası ve hiçbir akıma bel bağlamayan aykırı ruhuyla bugün halen ayrıksı, ve en iyi örneklerinin büyük çoğunluğu gözden kaçıyor. Dram, komedi gibi farklı formlar ve müzikten politikaya farklı alanlarda karşımıza çıkan mockumentary’ler, sözünü ettikleri konu bir yana, belgesel kavramının kendini de alaya alıyor çoğunlukla. Hepsinin eleştiri ya da toplumsal taşlama gibi bir derdi olduğu söylenemez belki ama, alayın ucu genelde ince bir yerlere dokunuyor. Tüm listeler, 2011’de Time Out London tarafından tüm zamanların en iyi komedisi seçilen This is Spinal Tap’in etrafında dönedursun, biz sizin için çoğu onun gölgesinde kalan filmleri derledik. Dark Side of the Moon (2002) – William Karel Mockumentary’lerin en politik ve güldürme potansiyeli açısından en mesafelilerinden biri. Ama tam da bu ciddiyeti ve inandırıcı haliyle içte patlayan kahkahalar yaratıyor. Mevzu Amerika’nın aya ‘sahte’ ayak basışı için Hollywood’la yaptığı iş birliği. Sahte çekimlerin başkahramanı Stanley Kubrick ve yarattığı illüzyonun karşısında ödülü, NASA’dan Barry Lyndon’da kullanması için aldığı çok özel kamera lensleri. Ağzını kapalı tutması için ödemesi gereken bedelse CIA tarafından gerçekleştirilen muhtemel cinayet. Konuşmacılar arasında Kubrick’in karısının yanı sıra Henry Kissinger ya da Donald Rumsfeld gibi politikacıların yer alması ciddiyet dozunu iyiden iyiye artırsa da, Avustralya’da 1 Nisan şakası olarak gösterilen film, mockumentary’liğini ele verdiği detay ve göndermelerden de yoksun değil.
Man Bites Dog (1992) - Rémy Belvaux, André Bonzel, Benoît Poelvoorde Medya izleyiciliği ve şiddet pornografisi üzerine gelmiş geçmiş en iyi filmlerden birinin Natural Born Killers olduğu muhakkak, ama asıl gizli cevher ondan iki yıl daha eski bir film. Hem de Belçika absürt komedilerine has o kopkoyu mizahın ağızda bıraktığı acı tat ile birlikte. Eleştirisi pek çok türdeşinden daha derinlere inen film bir seri katilin peşine takılıp onun hayatını belgeleyen bir belgesel ekibi hakkında. Kameralar önünde işlenen bir cinayetle açılan film giderek daha sapkın, daha sert ve daha komik bir hal alırken, gerçek ve kurgu arasındaki sınırlar da eriyip gidiyor. Belgeseli çekenler katile dönüşmeye başladığı anda, bizim de medya izleyicisi olarak sınırın neresinde durduğumuza dair sorular zihni rahat bırakmıyor. The Rutles – All You Need Is Cash (1978) Gary Weis and Eric Idle Bugün bir This is Spinal Tap efsanesi varsa, öncüsü ondan altı sene eski bu film. Bu sefer söz konusu olan hayali bir grup değil, The Beatles’ın parodisi. Listedeki diğer filmlere göre eleştirel dozu hafif, biraz naif ve esprileri bazen fazla zorlama olsa da, The Beatles parçaları ve görsellerine getirdiği yorumların başarısı tartışılmaz. Sadece The Beatles’ın değil, müzik endüstrisi ve müzik belgeselciliğinin de bir parodisi The Rutles. Yoko Ono’nun yerini alan Nazi subayı ve Mick Jagger, Paul Simon gibi isimlerin yorumları filmin doruk noktalarından. The Beatles üyelerinin filme tepkisiyse büyük oranda olumlu. John Lennon’ın, filmi kendine izletilen kopyayı geri vermeyecek kadar sevmesi bir yana, George Harrison’ın küçük bir rolü bile var. Drop Dead Gorgeous (1999) – Michael Patrick Jann Kirsten Dunst, Denise Richards, Kirstie Alley, Ellen Barkin ve Brittany Murphy’li kadrosundaki ünlü bolluğuna rağmen
XOXO The Mag
University Proffesional & Continuing Education Assocation
illüstrasyon güneş engin
hak ettiğinden geri planda kalmış mockumentary’lerden biri. Minnesota’daki bir güzellik yarışmasına katılan kızlar ve annelerinin kazanma çabası etrafında dönen film, Amerikan taşrasının boğuculuğunu eleştirmesiyle bir nevi anti ‘Little Miss Sunshine’. Ve tabii ki ondan çok çok daha sivri dilli, komik ve acı verici derecede gerçek. Fraktus (2012) – Lars Jessen Fraktus mockumentary tarihinin en genci ama içerdiği müzisyenlerden dolayı popülerliği Almanca konuşulan diyarlarla sınırlı. Film, Jacques Palminger ve Rocko Schamoni’nin de üyesi olduğu, techno öncüsü 80’ler grubu Fraktus’un geri dönüş hikayesini anlatıyor. Jan Delay, Blixa Bargeld, Hans Nieswandt gibi isimlerle yapılan röportajlar gerçeklik hissini artırmaya çalışsa da, her şey o kadar abartılı derecede komik ki, sahteliğini gizleme gibi bir derdi yok. Ekibin filme paralel ve çeşitli festival ve mekanlarda sahne alan bir grubu da var. I’m Still Here (2010) – Casey Affleck Her daim abisi Ben Affleck’ten daha ilginç işlere imza atmış Casey Affleck’in elinden çıkma bu film, merkezine sivri tavırlarıyla dikkat çeken ünlü bir oyuncuyu, Affleck’in eniştesi Joaquin Phoenix’i alınca ilgi kadar tepki de çekti ve Phoenix’in hayatı hakkındaki spekülasyonlar filmin ince eleştirisini gölgeledi. Ama muhtemelen yönetmeninin amacı baştan buydu. The Master’la ustalığı hakkında kuşku bırakmayan Joaquin Phoenix’in David Letterman’daki rap performansından P. Diddy ile albüm yapma çabasına, grup seksten uyuşturucu alemlerine yaşadığı (ya da yaşamadığı) kırılmanın seyircide yaşattığı kafa karışıklığı, bize sunulanın ne kadarına ne şekilde inanmak istediğimizi sorgulamanın rahatsız edici ama etkili bir yolu. Forgotten Silver (1995) – Peter Jackson Sinemaya hem ‘nerdy’ hem çocukça bir aşkla bağlı Peter Jackson’dan bekleneceği üzere, tutkulu bir sinema mockumentary’si Forgotten
Silver. Jackson’ın blockbuster’larının gölgesi ardında esamesi okunmasa da, sadece türünün değil, sinema üzerine yapılmış filmlerin de doruk noktalarından biri ve eleştiriden ziyade bir aşk mektubu. 1910’ların başında film teknolojisinde büyük devrim yaratan ama bir dizi talihsiz olay üzerine silinip giden Colin MacKenzie’nin kayıp başyapıtının peşine düşen Jackson ve ekibinin hikayesi sadece sinema tutkunlarına hitap eden müthiş esprilere sahip. Peter Jackson’ın seyirciyi kandırmak yüzünden yoğun eleştiriye maruz kalmasıysa filmin başarısını en iyi anlatan ayrıntı herhalde. Fubar (2002) – Michael Dowse Büyük oranda gözden kaçmış ya da This is Spinal Tap gibilerin yanında adından fazla söz edilmemiş olsa da, kült statüsüne erişmiş ve tutkulu bir hayran kitlesine sahip Kanada çıkışlı bir film Fubar. Sürekli bira içip metal dinleyen iki en yakın arkadaşın üzerinden headbanger kültürüne ve It’s All Gone Pete Tong’a yollanan çoğunluğu emprovize bir selam. Toronto Festivali’nden red gelince Sundance ile yapmış açılışını. İki metalci deyince akla Beavis and Butt-Head ve benzerleri gelmesin hemen; Fubar hastalık, ölüm ve dostlukla ilgili dertleri olan ve tüm gürültü patırtısının yanında dokunaklılığını koruyan bir film. Kült olmasının nedeni de bu. Borat/Brüno (2006/2009) – Larry Charles Çağın giderek saldırganlaşan mizahına, absürtle ve sosyal olarak tuhaf durumlarla olan sınır tanımaz ilişkisine en iyi örnek, milenyum sonrasının mockumentary kralı Sacha Baron Cohen’in yarattığı ağzı bozuk, kendini bilmez ve abartılı karakterler. Yönetmen Larry Charles’ın toplumsal uyumsuzluğa dayalı sert mizahını Seinfeld ve Curb Your Enthusiasm’dan biliyorduk zaten. Kaldı ki, biri Kazakistanlı bir gazeteci, diğeriyse Avusturyalı eşcinsel bir moda gurusunu anlatan bu iki filmin etkisi, yarattığı utanç duygusu, Pamela Anderson’dan Harrison Ford’a rızasız konukları ve ahlak normlarının dışında kalmasından kaynaklanıyor. Belden aşağı vurmanın, son senelerdeki en zekice örneklerinden biri Charles-Baron Cohen iş birliği.
XOXO The Mag
INTERVIEW/ART
SELİM BİRSEL
Koleksiyoncu Bir Flanör Bu yılın başından beri katıldığı sergiler sayesinde duyguların salındığı farklı alemlere çekiliyoruz. Bu söyleşiyle, küçük nesnelerin büyük değerlere dönüştüğü Selim’in dünyasına, az da olsa sızıyor ve bu zarif kişiliğin yol göstericiliğiyle, müzikle bezeli bir harikalar dünyasına adım atıyoruz. röportaj elif kamışlı fotoğraf özkan önal
XOXO The Mag
Haset Husumet Rezalet, 2013. Arter, Yerleştirme Görüntüsü. Fotoğraf Murat Germen.
'Kurşun Uykusu'nun başına gelen kötü maceralar bir yana, bu işle birlikte çalıştığım malzemeyle bir yere geldim. Kağıt, kağıtla bir boşluk alabilmek, boşluktan heykel yapabilmek derken, bir uç noktaya vardım. Sonrasında nesnelerle çalışmaya başladım, bu sebeple 1995-99 arası olan dönem, atölyemden çıktığım, ağırlıklı olarak dolaştığım bir dönem oldu. Bir de SALT’ta O Zamanlar Konuşuyorduk sergisi için yapılan araştırmada Gar Sergisi'nin Türkiye’deki ilk kamusal alan sergisi olduğunu buluyorlar. Biz sergiyi düzenlerken bu durumun farkında bile değildik. Amacımız sergiyi o garda, kamusal alanda, insanlarla bütünleşerek yapabilmekti sadece.
Diplomat-ressam bir baba ve arkeoloji okumuş bir annenin çocuğu olarak, Avrupa’da büyürken seni sanata bağlayan bir karşılaşma oldu mu? Öyle tek bir karşılaşma olmadı; ama sanatın içine doğdum diyebilirim. Babam evde sürekli resim yapardı ve ailecek değişik ülkelerde bulunduğumuzda Orta Çağ şehirlerini gezerdik. Bir söyleşinde farklı bölümlerin ardından güzel sanatlara başladığını okumuştum. Bu durum sanat okumanı nasıl etkiledi? Sanat okumaya başlamadan önce bir yıl işletme, bir yıl da edebiyat okudum. İşletmenin içinde de sosyoloji, politikaya giriş, ekonometri gibi dersler vardı. Güzel sanatlara girdiğimde bu giriş niteliğindeki bilgiler, sanatı, sanat tarihini anlayabilmek için işime yaradı. Sürrealistleri ele alalım, birden bire yanına Apollinaire geliyor; veya Süprematizm çalışırken üzerine Marx geliyor. Bunlar birbirine geçen şeyler, o dönemin sanatçıları da bu koşullar içinde çalışıyordu.
İstanbul’a gelmekle hayatında sanat üretimin ve çalışma sürecin adına neler değişti? Kabine burada mı başladı? Evet, kabine burada başladı; çünkü atölyemden koptum. Bilkent’teyken her gün okula giderdik ve az öğrenci olduğundan sınıflardan birini atölyeye çevirmiştim. Ofis yerine, atölyemde oturup iş yapardım. İstanbul’a gelince atölye pratiğim yavaş yavaş küçüldü ve kabine düşüncesi başladı. Bilgisayarların daha mobil hale gelip, ufak bir masa üzerinde yerini almasının da bunda payı var. Benim çalıştığım bir kabinem var; işlerin üretim sürecinde ihtiyacım olan yerlere gidip, gerekeni yapıyorum ve sergi alanında hepsi bir araya geliyor. Sergileri kurarkenki yavaşlığımın sebebi de bu; sergi mekanı bir atölyeye dönüşüyor. Yerleştirmeyi daha evvel desen olarak hazırlamış olsam bile, fiziksel ortama geçildiğinde izleyicilerin eserlerle karşılaşmasını düşünerek değişiklikler yapabiliyorum. Yerleştirme bittikten sonra, benim sergiyi tek başıma rahatça gezebilmem, sıradan bir ziyaretçi gibi onunla durabilmem ve üzerine bir gece uyuyabilmem gerekiyor ki taşlar yerine otursun. Kabinede çalışmaktan memnunum.
Lucas Cranach’ın ve Albrecht Dürer’in eserlerindeki karanlıkta beni çok etkileyen bir yan olsa da, şiirsel İtalyan Rönesansı’nı sanırım daha çok seviyorum. Kuzey ve İtalyan Rönesansı arasında seni kendine çeken hangisi? Benim ilham aldığım dönem daha erken Rönesans’a karşılık geliyor. İlki Giotto; Giotto’nun mavisi, mavinin içindeki ışığı. İkincisiyse Paolo Uccello; eserlerindeki yapılar ve erken perspektifin bilgileri. Buna örnek olarak 1438-40 yılları arasında yaptığı San Romano Savaşı adlı üç parçadan oluşan resmi verebilirim. Uccello'nun bir karanlığı da var; Giotto’nunsa dediğim gibi ışığı ve mavisi. Almanlarsa bana çok katı geliyor.
Atölye sahibi olmak belki biraz yapılan işle de alakalı... Atölye; deneme yanılma, formu arayış yeri. İstanbul’a geldiğimizden beri formu kafamda kuruyorum. Belki de ulaşabileceğim bir yerde tasarılar yaptığımdan, atölyeye girdiğimde sadece teknik şeyleri ayarlamam gerekiyor.
Sanat tarihimizde önemli bir yeri olan 'Kurşun Uykusu' adlı eserin ilk kez 1995 yılında Ankara’da, Gar Sergisi’nde sergilenmişti. Eser, dönemin koşullarında iç savaşa yaptığı göndermeler nedeniyle uygunsuz bulunduğundan, sergi bir günde kaldırılmıştı. 'Kurşun Uykusu' bana en rafine haliyle, bu ülkede sanat yapmak, samimiyet, umut, umutsuzluk, sansür üzerine çok şeyler düşündüren bir çalışma. Peki, bu eser senin için neleri değiştirdi?
Peki sence bu deneyimle mi ilgili? Bana kalırsa yalnızca deneyim değil; bu bende olan bir şey de olabilir. Bazen boş boş baktığım oluyor, oysa o sırada bir şeyi 83
görselleştirmekteyim. Mekandaki ölçüler, eserler arasındaki mesafeler, eserlerin duruşu, ışığı derken sergiyi gözüm açık bir şekilde gezebilmem gerekiyor. Sanatta iki kere iki, hiçbir zaman, dört etmiyor; yapılan ilk eskizden sonra farklı parametrelerle değişik yerlere gidiliyor; ama maksat mümkün olduğu kadar ilk eskize yakın bir yere varabilmek. 2013’te açılan dört serginde de (ARTER, m1886, Depo ve Egeran Galeri) 1990’ların başında bir grup eser üretiminde kullandığın mavi kağıtları yeniden görüyoruz. Neredeyse yirmi yıl sonra bu malzemeye dönüşün nasıl oldu? Aslında geri dönmedim, bu malzeme her zaman vardı. Şöyle düşünebilmek gerekiyor: Arkamda büyük bir kütüphane var; ve içinde mavi kağıtlar, kömürler, tekerlekler, desenler gibi yığınla şey bulunuyor. Bunlar büyük bir vücudu oluşturuyor. Ben burada geriye de gidebilirim, ileriye de sıçrayabilirim. Mavi kağıtlar da benim gramerimdeki herhangi bir kelime gibi ve bu dört sergide bir leitmotif olarak varlar. Işığı maviye filtreleyebilmek, başta sorduğun soruya bağlanıyor; Giotto’nun mavisine veyahut da Klein mavisine. Mavi yeryüzünde olmayan tek renk, bir maddesizlik aynı zamanda. Giotto’nun da Klein’ın da maviyi kullanmasının sebebi bu, mavi bir boşluk ifade ediyor. Işığı mavi kağıtlarla filtre ettiğimiz zaman hem bir açılma, hem bir kapanma, boşluğa gitme söz konusu. Peki eserlerindeki yeniden yorumlamayla ilgili ne düşünüyorsun? Sanat eseri esnek olabilmeli, söz konusu eserin bizimkinden daha ileriye giden bir hayatı var. Bir yerleştirme farklı yerlerde sergilendiğinde, o mekanlara uyum sağlayabilmeli. Yeniden yorumlamayı, eserlerin bugüne uyarlanmış durumları diye algılamak daha doğru olur. Mesela Gino de Dominicis’in yaşadığı süre boyunca eserlerine müdahale etme hakkı vardı. İsterse senin evindeki tabloyu alıp, simsiyaha boyayıp bu senin tablon diye geri verebilirdi. Bu, eseri başka bir esnekliğe getiriyor. Eserlerinden çevrene ve nesnelere karşı hassasiyetin anlaşılıyor. Hal böyleyken hemen her şeyden ilham almak mümkün olsa gerek; peki ya oğulların? Oğullarımı izlemek beni etkiliyor. Bir tarafımızla hala oyun kurabilmemiz gerekiyor; oysa yetişkin yaşlarda bunlar yavaş yavaş kaybolabiliyor. Çocukluk duygusuyla iş yapabilmek gerekli. Ben oğullarımda bunu görüyorum. Bir de çocuklar düşündüğünü doğrudan söylüyor, bu benim için büyük bir test. İşlerimi gösterdiğimde bazen onlardan gelen yorumlar çok isabetli oluyor. Ankara’daki sergimin ilham kaynaklarından biri küçük oğlum Ege, “Gece en büyük gölge” diye muazzam bir şey söyledi. Gece kendimi gölgeye çektiğim, kendimi bulduğum yer ve m1886’daki serginin adı da Gece oldu. Beral Madra ile bir söyleşinde sanata yaklaşımını örneklemek için şöyle diyorsun “Kumaş mendil kullanılır, yıkanır, ütülenir, katlanır yeniden cebe koyulabilir. Ben hala dedemin mendillerini kullanıyorum”. Bunu biraz açar mısın? Bu örnek, sanata, ama aynı zamanda sanatçıya dair. Sanattan emekli olunmuyor, bunun içindir ki üretimi istikrarla sürdürebilmek gerekiyor. Genç sanatçılar onluk paketteki kağıt mendilmiş gibi geliyor bazen, tertemiz ama sadece on atışlık. Sanatı devam ettirebilmek içinse o paket bitince, yenisini alıyorsun; yani beyaz bir sayfaya geçiyorsun. Bu da Türk toplumunun sevdiği bir şey. Ben buna katılmıyorum, hafızamızı kaybetmememiz gerekiyor. Yeni yeni arşivlere dönük, hafızaya yönelik sergiler yapılıyor. Bir kuşak var ki Gar Sergisi’nden, Anı / Bellek: 50 Numara sergisinden, o dönemlerde ne olup bittiğinden habersiz. İlerleyebilmek için kendi tarihimizi bilmemiz gerekiyor. Hafızasızlık bir Türk refleksi gibi geliyor bana. Türkiye’deki tarihin yanı sıra, Batı’daki sanat tarihine dair de burada koca
bir boşluk var. Ankara’ya ilk gittiğimde Çağdaş Sanatta Meseleler ve Sorunlar adlı bir münazara dersi veriyordum yüksek lisans öğrencilerine. O dönem sanat öğrencisi olmadığından, derste iç mimarlıktan ve grafik bölümünden gelenler vardı. Grafik öğrencilerinin sanat tarihinde geldikleri nokta, ilgileriyle aynı yönde olduğundan Pop Sanat; bir sanatçı söylemeye kalkınca da ucundan Andy Warhol çıkıyordu. Mimari öğrencileriyse Minimalizme gelmişti. Biz dersi yaparken 1990’ların başındayız, bu akımlarsa 1960’larda; aradaki otuz yılda yığınla şey oldu, ama onlar için arası boş. Hele biz coğrafi olarak Avrupa’ya daha yakınız ve 1960’larda Amerika’da çıkan bu iki akımdan öte Avrupa’da 1960’lardan bugüne gelen önemli dönemler var. Türkiye’ye geldiğinden beri eğitmenlik yapıyorsun. Bu dönemde bir iyileşme olmuştur herhalde, değil mi? Elbette. Derslere Courbet’den 'The Origin of The World' veyahut 'Bonjour Monsieur Courbet' ile başlayıp, Harald Szeemann’dan When Attitudes Become Form sergisiyle devam ediyoruz. Çağdaş sanattaki iki kırılma noktası. Bilinçli bir kuşak geliyor. Nesnelere olan ilgini merak ediyorum. Koleksiyoncu titizliğin nereden geliyor? Çocukluğumda annem ve babamla yaşadığım süre içinde sürekli yer değiştirmemizden ve bazı şeylere bağlanabilmem gerektiğinden olabilir. Bir ülkeye gidiyorsun, arkadaşlar ediniyorsun; sonra başka bir ülkeye gidiyorsun, başka arkadaşlar ediniyorsun ve seninle beraber seyahat eden nesneler söz konusu. O nesnelere yavaş yavaş bağlanıyorsun. O nesnelerle hatırlıyorsun. Gramerinde önemli bir yeri olan ıstampa, Şubat 2011’deki Açık Masa’da* değindiğin gibi basma, baskı kültürü gibi çağrışımlar yapıyor. Bu malzemeyle ilişkinden biraz bahseder misin? İlk ıstampa bir çocukluk anısı olan patates baskısıyla başlıyor. Patatesleri yontup tanklar, uçaklar yapardım. Sonra kerevizler, turplar eklendi ve sebzelerle bir dizi baskılar yaptım. Tabii, sebze baskısında malzemenin kendisi de zamanla bir dönüşüme giriyor, kuruyor; bu çok pratik değil. Sonrasında ben bunları ıstampaya dönüştürüp, pratik bir hale getirdim. Şimdi dijital olarak istediğim herhangi bir imgeyi ıstampaya çevirebiliyorum. Bir yerde kendi fırçamı üretiyorum. 'Tanşak Tarlaları' işine yaklaşınca, o güzelliği dizi dizi tankların oluşturduğunu görmek ürpertici. 'Göbek Bağı'ndaysa bir savaş alanı yaratırken izleyiciyi de işin içine katıyorsun, bir yerde suç ortağı oluyoruz. Sanat eserine dokunmak genelde tabudur; oysa burada bir katılım söz konusu. Arkaik bir interaktivite aslında, izleyiciye gel dokun diyor. 'Göbek Bağı'nı İzmir'de ilk gösterdiğimde damgayı önce ben vurdum, ardından oradakiler başladılar ve oyunun içine girmek de hoşlarına gitti. Akşamına “Selim Bey siz ne yaptınız?” diye bir telefon geldi; çünkü birden bire önlerinde savaş dolu bir dünyayla karşılaştılar; kendilerinin kurduğu bir dünya. Ters yüz etmek diyebiliriz buna. 2002 yılındaki İşler Üzerinden ve Yanlarında kitabın, Jim Morrison’dan “Bir arkadaş ziyafetini büyük bir aileye yeğlerim.” alıntısıyla başlıyor. Neden? Cidden güven duyabildiğim dostlarımla sakin bir ortamda konuşmayı tercih ettiğimden. Büyük bir aile olmaya başlayınca konuşamıyorsun, samimiyet kalmıyor. Morrison, 27 yaşında öldü; ama büyük adammış, sahnede görmeyi isterdim. Patti Smith onu sahnede izliyor ve ilhamını, sahne duruşunu Morrison’dan alıyor. Jefferson Airplane’in solistlerinden Grace Slick de “Rock şarkıcıları sahnede kıvranır, bir sahtelik vardır; ama Morrison’da bu yoktu” der. Yalnızca sahnesi, Doors’un müziği değil; Morrison’ın yazdığı etkileyici ve hala geçerli bir şiir.
XOXO The Mag
Tetikte, 2013. Depo, Yerleştirme Görüntüsü. Fotoğraf Selim Birsel.
bunları kullandığım 'Dünyanın Dört Köşesine' (1996) diye bir işim de var. Hepsi sokaktan toplanmış şeyler ve toplamanın da bir mevsimi var. Örneğin, toplar mayıs sonu gibi bakkallara fileler içinde gelir; bazıları patlar, delinir, köpek dişler ve bir yerlerde kalır. Okulların açılmasıyla ekime kasıma denk gelen ilk yağmurlara kadar araba altlarından, denizden, kıyıda köşede kalmış yerlerden iyi top bulunur. Ayakkabı nalçaları da daha çok baharlık ayakkabılarda kullanılır ve kaldırım taşlarına takılır; bunlar da kışın böyle sokaklardan toplanabilir. Bu nesnelerin de hayatı aynı zamanda; ben onları sergi mekanında göstermeye başlayınca başka bir hayata sokuyorum. Biraz Gesamtkunstwerk (bütünlüklü sanat eseri) gibi. Yine esnekliğe geliyoruz yani.
Sohbetimizin seyrinden de anlaşıldığı gibi, müziğin hayatında ciddi bir yeri var. Replikas’la birlikte çalışmaların da oldu. Bir ifade biçimi olarak müziği neden seçmedin? Lise çağındayken bizim de bir grubumuz vardı; solist de bendim. Ama sadece müzikle değil, tiyatroyla da çalıştım. Sanatın değişik alanlarında yer aldım, bu benim için bir bütün. Replikas’ı ilk eski Peyote’de dinlemiştim; bir beş dakika sonra “Bu insanlarla çalışmak istiyorum,” dedim Mürüvvet’e; bana başka bir enerji verdiler. Nitekim beraber çalıştık da, dostane ilişkimiz de oldu. Onlar benim çalıştığım gibi çalışıyorlar; deniyorlar, yanılıyorlar, bir arayış içindeler. Türkiye’deki alternatif rock müzikte başka bir yerleri var ve kuşkusuz çok kaliteli bir müzik yapıyorlar. Ben niye müzikle ifadeyi seçmedim dersek de Morrison’dan alıntılayayım yine: “Bir rock’n roll yıldızı olmak için çok yaşlıydım.”
2013 yılı senin için dört sergi ve bir sanatçı kitabı derken hızlı başladı. Yılın geriye kalanında neler yapacaksın? Büyük ihtimalle tüm bunları bir belgelemem, üzerine düşünüp yazabilmem gerekiyor. Sonrası için aklımda başka fikirler var; iş yaptıkça insanın aklına yeni işler geliyor, araştırmak istediğim şeyler söz konusu. Dört sergi açtım, şimdi keyif yapayım diye olmuyor. Üretirken arayı açmamak lazım.
Bazen sanatsal üretimden bahsederken mutfak-aşçı gibi benzetmeler yapıyorsun. Bana öyle geliyor ki; yemeği pişirmeyi seven biri, hayattaki diğer güzelliklere karşı da daha açık bir anlayışa sahip oluyor. Sen ne dersin? Katılıyorum sana. Yemek yapmak güzel, sanat yapmaya da benziyor. Yemeğe katılacak malzemelerin bir sırası, zamanlaması söz konusu. Yemeğe katılan tatlar ve onların sırası ile bir yerleştirmedeki nesnelerin seçimi, konumları, her şeyin birlikte pişebilmesi ve bu beraberlikten güzel bir tat çıkabilmesi üzerine aslında her şey. Yemek yapmak hoşuma gidiyor, değişik malzemelerin karışmasıyla başka bir tada ulaşmayı seviyorum. Bu arada güzel yemek yemeyi de severim. Epiküryen bir yan var.
Bitirirken flanörlüğün üzerinden bir soru geliyor. Yürümeyi en çok sevdiğin şehir hangisi? Öyle belirli bir şehir yok. İstanbul’da yaşamayı seviyorum; ama burada yürüyemiyorum, çok mega bir yer. Mardin’de ve Roma’da çok yürüdüm. Mardin’de insanlarla karşılaşmak, çarşıdakilere uğramak güzeldi. Roma ise yürümek için çok güzel bir şehir, açık hava müzesi gibi. Bir de hangi ülkeye gidersem gideyim, yabancı bir şekilde yürürken biri bana yol soruyor. Bu Atina’da da oldu, Roma’da da, Bosna’da da. New York’a gidince orada da soracaklarından hiç kuşkum yok.
Şu an Depo’da gösterilen ve 2000 yılından beri devam eden 'Atılan Toplar' işini çok seviyorum. Toplar arasında artık var olmayan iki siyasi partinin (ANAP ve FP) logosunu taşıyanlar da var. Bu yerleştirme benim için biraz patlaklarla dolu siyasi tarihimiz, biraz da önümüze çekilen sınırlar, özelleştirmeler, kaybetmelerle ilgili. Nasıl başladı bu iş? Bir top toplama sezonu var mı? İstanbul’a geldiğimizde etrafımızı tanıyalım dolaşmaları başladı. Ben nesne toplayan biriyim; nitekim bir gün bir top bulduktan sonra hep bulmaya başladım. Bir de ayakkabı nalçaları biriktiriyorum;
* Açık Masa, Mürüvvet Türkyılmaz’ın yürüttüğü bir tartışma dizisidir. Selim Birsel’in de katıldığı Arter’deki Haset, Husumet, Rezalet sergisi 7 Nisan’a ve sanatçının Egeran Galeri’deki kişisel sergisi Adım Adım 20 Nisan’a kadar izlenebilir.
85
FOOD
ENGİNAR
En Lezzetli Mor Çiçek yazı didem şenol fotoğraflar orhan cem çetin
Ben çocukken, enginar dediğin nisan ile haziran ayı arası olurdu tezgahlarda. Hiçbir zaman ucuz bir sebze olmadı. Annem ilkbaharda haftada bir zeytinyağlısını yapar, karaciğere ne kadar iyi geldiği sohbeti dönerdi yemek masamızda. Severdim ben enginarı. Sapını en son emer, üstüne su içerdim, dilimin üstünde bıraktığı şekerli lezzeti artırmak için. Seneler sonra tanıştım dolmasıyla, terbiyeli etli yemeğiyle, ezmesiyle. İtalya seyahatlerimden birinde yapraklarını batırdım limonlu ev yapımı mayoneze, bayıla bayıla. Lokantayı açtıktan sonra da bahar ayında enginarlı yemekler düşünür oldum. Enginarın tok dokusu ve tatlı aroması birçok tabağın lezzetini dengelemek ve hoşluklar yaratmak için ilham kaynağı oldu. Aslında enginarı artık tezgahlarda 12 ay görmek mümkün. Bunun sebebi ısıya ihtiyacı olan bir çalı bitkisi olan enginarın Kıbrıs'ta yetiştiriliyor olması. Enginarı tüm yıl boyunca İstanbul'a pazarlayan enginarcılarla sohbet ettiğinizde anlıyorsunuz bu enginarların ucuz olma sebeplerini; son beş senede Kıbrıs'tan haftada dönemine göre
üç-beş tır enginarın Türkiye'ye giriş yaptığını ve bu enginarlar sayesinde 12 ay enginarın tezgahlarda yer aldığını anlatıyorlar. Kıbrıs enginarı ebat olarak yerlilerinden büyük, hal böyle olunca özellikle porsiyon vermek isteyen lokantalar tarafından tercih ediliyor, fakat lezzet olarak yerli enginar dediğimiz ‘Sakız’ ve ‘Bayrampaşa’nın yanından bile geçmiyor. Ve bir rivayete göre de, denetimler az olduğu için fazlaca tarım ilacı verilerek yetiştiriliyor. Enginar sıcakla kılçıklanıyor, onun için aslında iyi ürünün mevsimi en fazla temmuz ayına kadar devam ediyor. Eskiden sadece İzmir'den ‘Sakız’, İstanbul'dan ‘Bayrampaşa’ enginarı alınırken şimdi Adana, Aydın, Bursa ve Bolu'da da enginar yetiştiriliyor. Sohbet ettiğimiz enginarcı Recep Bey’in altını çizdiği önemli bir husus da, enginarın yetiştiği toprağın, lezzetini etkiliyor oluşu. Çünkü enginar, potasyum olan toprağı seviyor. Bundan 20 sene önce, İzmir’de Karaburun ilçesindeki, Küçükbahçe, Eğrili ve Yeni
XOXO The Mag
Bayrampaşa enginarı almaya başlıyoruz. Haziran ortasına kadar menüde değişik enginar yemeklerine yer vermeye devam ediyoruz.
Liman’daki Rumlardan kalma 40-50 senelik enginar bahçelerini söküp önce başka yerlere, birkaç sene sonra yine eski yerlerine dikmişler. Enginar, dikildiği zaman yedi sene aynı kökten ürün verirmiş. Yani Küçükbahçe’nin enginar tarlaları artık kocamış. Enginarın alacağı vitamin de o topraklarda azalmış. Senelerdir aynı topraklarda enginar yetiştirmekten enginarların kalitesi düşmüş. Dinlendirilmiş topraklar enginar yaptığı zaman enginarlar daha iyi ürün verirmiş ve toprağın sulak olması önemliymiş.
Mevsiminde her şeyin suyunu çıkardığımız gibi, enginarın da suyunu çıkartmayı seviyorum. Önümüzdeki sene Mart ayına kadar mutfakta görmeyeceğimizin bilinciyle, bu müthiş lezzetle binbir tabak yaratmak için tüm ekip kafa kafaya verip çeşit çeşit fikir üretiyoruz. Engİnar seçerken - Cinsini anlamak için hazır sular içinde satılanları değil, önümde soyulanları alırım, lokantaya alırken bütün alıp mutfakta soymayı tercih ederim. - Kararmasın diye suyuna taze limon yerine limon asidi konan enginarların, bu su içinde lezzeti değiştiği için suda bekleyenleri değil, taze soyulmuşları tercih ederim. - Yapraklı alacaksam, yapraklarının çiçek gibi açılmamış olmasına dikkat ederim.
Biz lokantalarda menüye enginar koymaya mart ayında sakız enginarıyla başlıyoruz; Izgara ahtapotun yanında servis etmek için Sultani bezelye ve kan portakalıyla salatasını yapıyoruz, kuzu incikle pişiriyoruz -kuzunun tam mevsimi olmasından istifade, levreğin altına koymak içinse, biraz beyaz şarap ve limon kabuğuyla soteliyoruz. Zeytinyağlısını yaparken değişik sebzelerle birleştirmek de eğlenceli oluyor: Rezeneli enginar, bezelyeli enginar, çağlalı enginar hazırlıyoruz. Mayıs ayından itibaren Sakız enginarı bitince, 87
DIGITAL
Yeşİl, yapışkan, amorf
Vine
yazı koray caner öztürk illüstrasyon alev köksal
1997 yapımı Flubber Türkiye'de vizyona girdikten aylar sonra, kasaba sinemalarına kadar düştüğünde tanışmıştım bir tahtasını kaybetmiş profesörle. Tabii, o zamanlar ne Robin Williams'ın başrolünü üstlendiği bu filmin orijinalinin 1961 yapımı The Absent-Minded Professor olduğundan haberdardım, ne de eleştirmenlerin bu filmi yerden yere vurduğundan. Filmi hatırlar mısınız bilmem; kendi düğününü iki kere kaçıracak kadar işine aşık bir profesörün üçüncü düğün gününde yaptığı sıra dışı keşif ve sonrasında bu keşif sayesinde etrafında gelişen acayiplikler eğlenceli bir dille anlatılıyordu. Çok takipçili sinema sitelerinde 10 üzerinden 4 ya da 5 almış olması, Robin Williams'ın performansının her zamankinden daha düşük bulunması falan hikayeydi benim için; çünkü Flubber, olmayacak bir şeyi olur kılıyordu gözümde. Yeşil, yapışkan, amorf bir madde oradan oraya uçuyor, yapıştığı her şeye hareket katıyor, yer çekimine meydan okuyordu; ve bu, 10 yaşındaki bir çocuk için her şeyden daha gerçekçi kabul edilebiliyordu. Evet, bir sinema filmiydi, ama zaten film olması ve gerçek insanların elinde uçuşan bir madde görmekti onu Voltron'ın çizgi aslanlarından ya da ağları yakıp geçen Tsubasa şutlarından daha inanılmaz hale getiren (Yazar burada, yıllar geçmesine rağmen hala animasyon teknolojisinin bu gerçekçiliğine inanamıyor.) Flubber o yıldan beri aklımdan çıkmadı, ama işin doğrusu, asla diğer çocukluk dönemi klişeleri kadar da taraftar toplamadı, arkadaş sohbetlerinde adını andırmadı. Yıllar geçti, her şey baştan aşağı değişti. Flubber belki yüzüne bakılmayacak diğer VCD’lerle birlikte bir kutunun karanlık bir köşesinde depolandı (Hoş, neden bunu yaparız, onu da anlamam ya). O karanlık köşeden binlerce kilometre uzakta, güneşli bir öğleden sonra, akşam beş sularında kocaman bir fincan çaya süt eklerken, bir anda Flubber geldi aklıma. Kimin neye yarayacağı ya da neyin ne zaman karşınıza çıkacağı belli olmaz; Londra'da izlediğim bir defile sonrası, çektiğim videoları Youtube'a yüklemeye çalışırken kendi
kendime “Flubber!” dedim ve sonrası çorap söküğü gibi geldi. Durun durun, hiçbir şey anlamadınız tabii. Şöyle biraz geriye gidelim o halde. Flubber'dan çok önceye. Kesik ve uzun vuruşlardan anlam çıkartılan günlerden başlayalım, bugüne kadar gelelim. Önce Graham Bell'in ağzından dökülen kelimelerin telin öbür ucuna gitmesine şaşıralım, sonrasında faks denilen o garip cihazın yapabildiklerine. Telefon görüşmeleri için postanede sıra bekleyelim; yıllar geçsin, telefonu salonumuzun başköşesine yerleştirelim. Yazılar gönderilsin iki bilgisayar arasında; fotoğraflar ve videolar oradan oraya yol alsın. Telefonu salonun başköşesinden cebimize terfi ettirelim; her an elimizin altında olsun, hayatımızı alt üst etsin. Bilgisayarın yapabildiklerini telefon yapsın, daha akıllı olsun. Bugüne gelelim, durumu özetleyelim; her an başımızdan geçenleri fotoğraf ve videolar halinde akıllı telefonumuzdan paylaşalım, uzaktaki sevdiklerimizle görüntülü konuşalım, canlı yayınla maçları, konferansları, defileleri izleyelim. Onca ses, yazı, görüntü ve video, sanki görünmeyen bir maddenin yardımıyla oradan oraya uçuşuyor gibi, değil mi? Flubber, pek tabii. Elimdeki telefonun ekranından Cara Delevingne bana delici bakışlar fırlatıyor. Birkaç dakika sonra sadece ben değil, dijital dünyada ulaştığım herkes bu bakışların etkisine giriyor. Dünyaca tanınan bu modelin Londra'daki topuk tıkırtısı, sihirli bir madde sayesinde İstanbul'daki kulaklara çalınıyor. Aynı sihirli madde, şimdiki zamanın yeni modası olan 6 saniyelik videoları birbiri ardına dünyanın bir ucundan diğerine yetiştiriyor. Cara, Flubber sayesinde hayatımıza giren yeni paylaşım platformu Vine'ın da kraliçesi oluyor. Vine demişken, buraya güzel bir paragraf açmak gerek. Bizleri uzun zamandır bu kadar heyecanlandıran bir şey olduğunu hatırlamıyorum. Facebook'un sayfa görünümünün tamamen yenilenmesine tepki
XOXO The Mag
vermeyen, MSN Messenger'ın mazide kalmasını hissizce karşılayan, yeni çıkan servis ve uygulamalara burun kıvıran dijital dünya vatandaşları, Instagram'dan sonra bir uygulamayı daha yaratıcı ve havalı bulabildi, hayret. Vine, 6 saniyeye kadar ulaşan videolar çekmenizi sağlayan bir video paylaşım uygulaması. Şöyle ki; Vine'a bir video yüklemek isterseniz, uygulama kameranıza ulaşıyor ve parmağınızı ekrana basılı tuttuğunuz süre boyunca kayıt devam ediyor. Dileyen, 6 saniye boyunca parmağını ekrandan çekmeyip tek seferde videosunu oluşturuyor, dileyen anlık vuruşlarla stop motion tadında işler çıkartabiliyor. Oluşturulan video size son bir kez baştan sona sunuluyor ve bir tık sonra Vine gönderiniz paylaşıma hazır hale geliyor. Henüz bu gönderilere ne ad verildiğini kimse bilmiyor. Yani bizler Twitter'daki ''tweet'' misali gönderilerimize başka bir isim mi vereceğiz, yoksa genel olarak ''Vine videosu'' mu diyeceğiz, belli değil. Uygulama o kadar taze ki, sanırım bu ortak algıyı oluşturmak biraz zaman alacak. Erken dönem kullanıcıların tercihi ise ''Az önce paylaştığım Vine'ımı gördün mü?'' şeklinde. Bu kadar basit işleyen bir mekanizmanın kısa zaman içerisinde patlaması kaçınılmazdı; ancak özellikle moda dünyası için Vine, bir devrim yaratmaya başladı. Bundan üç sene öncesine kadar, bir defile esnasında Twitter'da fotoğraf yağmuru yaşanır, defilede en ön sıraya yerleşen dev isimlerden tutun da, podyumu dürbünle görebilecek kadar uzaktan defileyi takip etmeye çalışan amatör moda meraklılarına kadar herkes, o 10 dakikada sayısız fotoğraf paylaşırdı. Bu paylaşım telaşının ürünü olan fotoğrafların genel kalitesizliğinden olsa gerek, markaların defileleri web siteleri üzerinde canlı yayınlamasının karşısında durabilecek bir paylaşım söz konusu olamadı. Çünkü artık markalar da anlık fotoğraf paylaşımının ötesine geçmenin en iyi yolunun defileyi canlı yayınlamak olduğunu anlamıştı. Başlangıçta kendi web sitelerinde paylaşılan bu canlı yayınlar giderek daha farklı kanallara yayıldı; en sonunda da
en çok takip edilen moda portalı ve blog’lardaki yerini aldı. Eh, artık olabilecek her noktada birbirinden kaliteli canlı yayın imkanları varken, hele bir de bu canlı yayınlar Louis Vuitton'un yaptığı gibi aynı ekranda iki farklı kameradan görüntüler eşliğinde ve sektörün önemli isimlerinin anlık Twitter yorumlarını da gösterecek şekilde yapılabiliyorken, moda paylaşımcılarının yapacak bir şeyi kalmamıştı. Vine gelene kadar. Öyle çok ileri gidip Vine paylaşımlarının canlı yayınlardan daha iyi olduğunu söylemeyeceğim. Ancak Twitter'a içerisinde tek ‘look’ olan bir fotoğraf yüklemekten çok daha kısa sürede o ‘look’ hareket ederken, fonda defile müziği eşliğinde yükleme şansı yabana atılmamalı. Üzerine yaratıcılık eklenerek 6 saniyelik süreye birden fazla ‘look’ sığdıran farklı paylaşımların da geleceği düşünülürse, iki-üç kameradan yapılan marka canlı yayına karşılık yüzlerce kameranın yayınlarının birleşiminden oluşan dev “izleyici” prodüksiyonu bizleri daha çok heyecanlandıracak belli ki. New York, Londra, Milano, Paris ve son olarak da İstanbul moda haftaları boyunca takip ettiğim yerli ve yabancı moda kaynaklarının sayısız Vine paylaşımı yapması, hiç kimsenin olmasa bile moda dünyasının Vine'ı fazlasıyla sahiplendiğinin göstergesi değil mi? Hayatlarımızın tam orta yerine bir göktaşı gibi çakılan Vine, asla anlamayacağım ama her zaman çocuk merakımla açılmış kocaman gözlerle bakacağım bir yenilik; tıpkı moda kokan yaratıcı videolarımızı oradan oraya taşımaya devam eden ve benim gerçekte Flubber olduğundan adım kadar emin olduğum şu garip teknolojiyi anlamadığım gibi. "Evet, ne gereği vardı?" ya da "Daha gösterecek neyimiz kaldı?" ve hatta "Bu artık son, yenisi gelmeyecek" nidalarını duyar gibiyim. Ama zaten sosyal medya da bu değil mi? Sizi anlamadığınızı düşündüğünüz yabancılaşmalar dünyasında, en çok anlayan maskesiyle diğerlerinin önüne sunma hali. Ve belki de, direnişle değil, yok saymayla hiç değil, ama beraber olmayla kendinizi tüketme hali. Toplayalım, bir Vine'ımız eksikti, şimdi tam oldu (mu acaba?). Sıradaki...
XOXO The Mag
INTERVIEW/music
C2C
PLAK aşkının DÖRTLÜ ÇEKİMİ
Efsanevi Fransız hip hop grubu Hocus Pocus’un elebaşı 20syl’in plak fetişizminin sonucunda ortaya çıkan C2C, turntablism’in ana akım beat müziğe şu ana kadar erişebildiği en yakın nokta. Grubun eski plaklardan topladıkları sample’lar ve canlı scratching ile yarattığı sıra dışı müziğin arkasındaki 20syl’le, 90’lardan günümüze uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik.
Fotoğraf Quentin Curtat
röportaj vehbi görgülü
XOXO The Mag
Fotoğraf Sylvain Richard
için neden bu kadar beklediniz? C2C bizim için bir yan projeydi. Özellikle Greem ve benim için öncelikli olan Hocus Pocus’tu. Hocus Pocus adıyla dört albüm kaydettik. Bu arada Atom ve Pfel de Beat Torrent adı altında birçok performans ve stüdyo kaydı gerçekleştirdi. Ardından ilk C2C albümünün kayıtlarına zaman ayırma fırsatımız oldu.
C2C adını ilk kez duyanlar için grubun hikayesinden biraz bahsedebilir misin? 1997 yılında henüz lise öğrencisiyken eğlenmek için birlikte müzik yapmaya başladık. Ben halihazırda hiphop beat’leri üretiyordum; bu süreçte bizimkileri turntablism’le tanıştırdım. Asıl amacım, hip hop grubum Hocus Pocus için birlikte çalışabileceğim bir DJ bulmaktı. Scratch yaparken birlikte doğaçlama ve yepyeni şarkılar üretmeye başladık, ve sonunda yeni bir battle crew ortaya çıktı: C2C, ya da namıdiğer Coups de Cross.
Tetra’ya ilham veren müzisyenler kimlerdi? Sizi en çok hangi müzik türleri etkiledi? Organik bir sound elde etmek için canlı enstrümanlarla dijital prodüksiyonlar arasında bir denge tutturmaya çalıştık hep. 70’lerin siyahi müziği ve 90’ların hip hop prodüksiyonları bizim için en ilham verici kaynaklar oldu. Bunun yanı sıra Giorgio Moroder, Ennio Morricone ve Lalo Schifrin gibi prodüktörlerin elinden çıkan 80’lerin film müziklerinden de bir hayli etkilendiğimizi söyleyebilirim.
C2C için turntable’ları canlı enstrümanlara kıyasla daha cazip kılan nedir? Turntable müzik üretimi için sayısız olanak sunuyor bir kere. Her türlü enstrümanı kullanabilmen mümkün. Aslında biz turntable’ı daha ziyade sampler olarak kullanıyoruz. Pad’ler ve klavyelerin dışındaki tüm sesler plaklar aracılığıyla şekilleniyor.
Breakbeat ve turntablism hip hop’un alt kategorileri olarak düşünülür hep. Henüz yolun başındayken hip hop’un küresel bir fenomene dönüşeceğini tahmin ediyor muydun? Hip hop dinlemeye başladığımız dönemde zaten küresel bir fenomendi. Şimdilerde olduğu kadar ticari değildi elbette ama ön plandaydı yine de.
DMC World Championship’te dört yıl üst üste birinci oldunuz. Kırılması zor bir rekor olmalı. Peki DMC World Championship’in ardından hayatınız ne yönde değişti? Turntablism dünyası bir hayli küçüktür. Uluslararası etkinliklerde boy gösterme şansımız oldu birkaç kere, ama bilirsiniz işte… Yapmış olduğumuz müzik, kulüplerde çalmak için pek de uygun değil. DMC World Championship sonrası dünyayı turladık ve adeta kulüp ortamlarının E.T.’leri haline geldik. İnsanlar house müzik çalmamızı beklerken birden blues, bossa nova ve jazz’la karşılaşıyorlardı.
Yeni gruplar keşfetmek için dijital marketlerden müzik satın almayı mı tercih edersin, yoksa düzenli olarak ziyaret ettiğin dükkanlar var mı halen? Eskiden yeni gruplar keşfetmek için müzik marketlere tonla para döküyorduk. Fakat bugünlerde arayış için SoundCloud ve
2000’lerin başından bu yana birlikte çalıyorsunuz. İlk albüm 93
Fotoğraf Sylvain Richard
benzeri siteleri ziyaret ediyoruz. Sampling içinse halen tercihimiz plaklardan yana, çünkü plağın sunduğu ses kalitesi gerçekten bambaşka oluyor. Tetra’nın kayıt sürecinden biraz bahseder misin? İş bölümü nasıl şekillendi? İlk olarak, aklımıza gelen fikirleri kayda geçirmeye başladık; ardından aralarından en iyilerini seçtik. Elbette her birimizin kayıt sürecine entegre olması farklı şekildeydi, fakat sonunda işleri yoluna koymayı başardık. Atom, kayıtların nihai versiyonlarının mixing’ini üstlendi, bense işin daha çok prodüksiyon kısmını kotardım diyebilirim. Pfel ve Greem ise daha ziyade aranjman, scratching ve yemek pişirmeyle haşır neşirdiler. Gruptan bağımsız olarak solo DJ performansları sergiliyor musunuz? Tabii ki. Hepimizin ortak noktası 90’ların klasik hip hop sound’u olsa da, bireysel olarak set’lerimizde farklı türlere de yer veriyoruz. Peki 90’larda DJ sahnesi nasıldı? Doğup büyüdüğümüz Nantes, dostluk, hip hop, soul ve funk’la harmanlanmış bir şehirdi. Bazen arkadaşlarımızın ev partilerinde çaldığımız oluyordu, fakat bizim için asıl önemli olan turntablism sanatını evde icra etmek ve bol bol atari oynamaktı! Enstrümantal olanlar haricinde, albümdeki tüm parçalarda şarkı sözlerinin İngilizce olduğunu görüyoruz. Bir sonraki albüm için Fransızca vokallerle çalışmak veya Fransız müziği sample’lamak gibi bir planınız var mı? Kulağa güzel geliyor esasında! Aslına bakarsan Tetra için
birçok Fransız müzisyenle çalıştık. Ama haklısın, şarkı sözleri tamamen İngilizce. Dürüst olmak gerekirse, şu an ikinci albüme kafa yormaktansa elimizdeki projenin meyvelerini toplamayı düşünüyoruz. Söz konusu turntable’lar ve hip hop olunca akla ilk gelen, haliyle Amerika oluyor. Amerikalı ve Kanadalı dinleyiciler müziğinizi nasıl karşıladı? Şimdilik her şey yolunda görünüyor. Albüm Amerika’da geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Buna rağmen kimi konserlerimizin biletleri tükendi bile! Sırada ne olduğunu görmek için şimdiden sabırsızlanıyoruz. Sahnede hangi ekipmanları kullanıyorsunuz? Dört turntable tarafından kontrol edilen eş zamanlı dört monitör var. Scratch’i bir kalem gibi kullanarak sahnede eş zamanlı bir görsel ziyafet sunuyoruz. Yapmaya çalıştığımız şey DJ’liğin kurallarını yıkmak. Bütün gece turntable’ların arkasına geçip öylece durmuyoruz, sürekli hareket halindeyiz ve hatta bazen bu hareketliliği abarttığımız bile oluyor. Gördüğüm kadarıyla, sahnede müziğe görsellikten daha çok önem veriyorsunuz… Pek öyle sayılmaz. Turntable’lar sayesinde sahnede gerçek bir görsel hikaye sunduğumuzu düşünüyorum. Anlatması bir hayli zor; bahsettiğim şey doğumdan ölüme, dört çemberden örülü bir hikaye. Son zamanlarda neler dinliyorsun? Hiatus Kaiyote, Karriem Riggins, Suff Daddy, Tame Impala, Atoms for Peace, Black Milk, Kaytranada...
XOXO The Mag
INTERVIEW/LITERATURE
Sheila Heti
A Novelist From Life Son kitabı ile geçtiğimiz yılın en iyileri arasında yerini aldı. İlk bakışta kişisel gelişim kitaplarının ismini andırsa da, How Should A Person Be? 20’li yaşlarındaki yazar Sheila Heti’nin, 20’li yaşlarındaki insanların hayatlarını anlattığı, alıntılar çıkarılası, komik ve şaşırtıcı bir kitap. Eleştirmenlerce Girls’ün kitap versiyonu olarak da anılıyor. Biz de, aynı anda en az altı işle birden uğraşmaya muktedir Sheila ile, yazarlığından, The Believer’daki editörlüğüne, bloglarından iç dünyasına kadar konuşulmadık alan bırakmadık. röportaj serap gecü fotoğraf sylvia plachy
XOXO The Mag
Peki, etrafındaki insanlarla ve kendinle ilgili yazarak kolay yolu seçtiğini düşündüğün oluyor mu hiç? Hem gerçek hem de güzel bir şey yapmaya çalıştığınızda ilk başta imkansız gibi görünebilir, ama bir taraftan da basittir aslında. Şimdiye kadar pek çok farklı türde kitap yazdım, ve her seferinde kapasitemin üzerine çıkmaya çalıştım, ki işin riski ve eğlencesi de burada bana göre. Ama arkadaşlarımın isimlerini ve kimliklerini kullanarak bir şeyler yazmak hiç kolay değildi. Hem duygusal hem de ahlaki açıdan karmaşık bir şeydi ve tabii nihayetinde bir hikaye de ortaya koymak gerekiyordu. Gerçek hayat ve kitap sayfaları birbirinden çok farklı materyaller.
Son kitabın How Should A Person Be?’nin başarısını neye bağlıyorsun? The Chairs Are Where The People Go da epey ilgi gördü, ama sanırım bu kez durum daha farklı. Hiç bilmiyorum gerçekten. Eskiden, daha çok geçmişle bağlantılı, okuduğum, sevdiğim ve hatta artık aramızda olmayan yazarlarla ilgili kitaplar yazardım. Ama son iki kitabımı sadece arkadaşlarım için yazdım; kendi arkadaş çevremi ve bugünü anlattım. Bu sayede, yazarken hissettiğim özgürlük duygusu okurlara da geçmiş oldu belki. Bildiğim kadarıyla, son kitapla birlikte The New Yorker, The New York Times ve Salon gibi pek çok yayının en iyiler listesinde de yer aldın. Elde ettiğin bu başarı yeni şeyler yazarken ekstra bir baskı yaratıyor mu? Yazarken bir baskı yaratmasından ziyade, bir kez listelerde gözükünce insanlar senden bir sürü başka şey yapmanı beklediğinden, kendi hayatıma yeterince vakit ayıramıyor olmanın baskısını hissediyorum üstümde. Çünkü, öyle olduğunda, beni esas besleyen şeyden, kendi dünyamdan ve ilgi alanlarımdan uzak kalmış oluyorum. Yeni şeyler yazarken de, How Should A Person Be?’de başarmaya çalıştığım şeyi bir gün başarabilmeyi umuyorum. Bana göre başarı, gerçekten iyi çalıştığını bilmenin verdiği rahatlık hissinden ve gerçek anlamda anlaşılmaktan geçiyor. Tabii ki, yeni bir kitaba başlarken acaba insanlar sevecek mi veya okuyacak mı diye düşünemem. Aslında hep tam tersini düşünürüm; “İnsanlar bu kitaptan gerçekten nefret edecek!” derim kendi kendime. Şimdiye kadar da hep bundan emin olarak yazdım; birilerini memnun etmeye çalışarak değil.
Gerçek hayat ve kitap sayfalarının arasına hayal gücü giriyor sanırım. Hiç tıkanmış hissettiğin oluyor mu, yazar blokajını nasıl aşıyorsun? Hayal gücü üzerine pek düşünmüyorum. İşime ve her gün yapmam gerekenlere odaklanmaya çalışıyorum. Her zaman yapacak bir işim oluyor ve çalışmayı çok seviyorum. Hatta genelde aynı anda altı projede birden çalışırım. Birinden sıkılınca diğerine geçerim. Yazar blokajı da bana fazla abartılı geliyor. Hem ilhamın kesintisiz olmasını kim bekleyebilir ki? Farklı projelerden söz etmişken, bir taraftan da The Believer’da röportaj editörüsün. Röportaj yapacağın kişilere nasıl karar veriyorsun? Bana ilginç gelen, konuşmak istediğim ve okurlarımızın ilgisini çekeceğini düşündüğüm insanlarla röportaj yapıyorum. Yeni biriyle konuşmayı seviyorum, işin en keyifli tarafı da bu.
Kitabın adı ilk bakışta kişisel gelişim kitaplarını andırıyor. Hayatının herhangi bir döneminde bu tür kitaplara ihtiyaç duyduğunu hissettiğin ve hatta böyle şeyler okuduğun oldu mu? Son iki kitabım üzerinde çalışırken okuyordum o tür kitapları. Geçici bir süre için de olsa işe yarıyorlar sanki, ama kesinlikle arkadaşlarla dertleşmekten daha iyi olamazlar. Bilemiyorum. Daha iyi olmayı, insanlara karşı daha nazik, daha sabırlı olmayı, sigarayı bırakmayı, öfkeyi kontrol altına almayı istemek; bütün bunlar çok doğal istekler bana göre. Ama kişisel gelişim dünyanın en önemli şeyi de değil, hatta bu konuya kendini fazla kaptırıp başka hiçbir şey düşünemez hale gelenler için gelişim ters tepebilir ve gerilemeye sebep olabilir. Ayrıca bu kitapların insanı toplumdan izole ederek tek başına ele almasını doğru bulmuyorum.
Kısa bir süre önce Miranda July’ın Lena Dunham’la yaptığı röportajı duymuşsundur. Böyle bir yazar-yazar röportajında kiminle konuşmak veya kimin sorularını cevaplamak isterdin? Miranda July bana göre Amerikalı birçok çağdaş yazara kıyasla hayal gücü çok daha yüksek, olağanüstü bir yazar. Ve Miranda da Lena da kesinlikle sohbet etmesi çok keyifli insanlar. Bana gelince, konuşmak istediğim insanları The Believer’daki işim gereği zaten sürekli arayıp buluyorum. Hatta hayatımın en güzel tarafı bu; çünkü tanıyacak çok fazla ilginç insan var. Mesela, Alva Noe ve Joshua Wolf Shenk tanışmayı istediğim yazarlardı, ve yakın zamanda bir Kaliforniya gezisi esnasında tanıştım. Lena’dan söz açılmışken, insanlarda genel olarak sevdikleri şeyleri birbirine benzetme eğilimi var. Mesela How Should A Person Be? için de “Girls’ün kitap versiyonu” dediler. Böyle yorumları nasıl karşılıyorsun? Bence sanatsal işler kendi başlarına değerlendirilmeli, ve gerçekten incelenip üzerine uzun uzun düşünülmeli. Bu, tabii ki öylesine bir kıyaslamadan daha uzun zaman alır, ama elzemdir. Mesela, bir kitapla ilgili yazılmış bir inceleme yazısını okurken, birisi o kitabı başka bir kitaba veya bir yapıma benzettiyse, bu beni hiç etkilemez. Yeni bir şey yapmak ister insan, tekrar etmek değil.
Kitaptan bir alıntı; “Sınırlar Sheila, onlara ihtiyacımız var, çünkü ancak onlar sayesinde sevebiliriz.” Bir alıntı da Alice In Wonderland’den “Sevilmektense, korkulacak biri olmayı yeğlerim.” İnsanlarla arandaki sınırları nasıl tanımlıyorsun ve başka insanlar seni nasıl görüyor? İnsanların beni nasıl gördüğünü bilmiyorum. Arkadaşlarımla her zaman rahatım, sınırları dert etmiyorum. Onları oldukları gibi kabul ediyorum ve onların da beni böyle kabul ettiğini varsayıyorum. Değer verdiğim insanlarla çok fazla şey paylaşıyorum. Ben böyleyim, sen şöylesin gibi konulara takılmıyorum. Birbirimizle harmanlandığımızı düşünüyorum. Sınırlar da aslında biraz illüzyondan ibaret.
Le Figaro da senden “kendi edebi zevki dışında hiçbir kurala uymayan bir yazar” olarak bahsetti. Nasıl bir edebi zevkten söz ediyoruz? Sevdiğin yazarlar kimler? Edebiyatın verdiği keyif, kendi yapmak istediğin şeyleri yapmakta özgür olduğun bir alan olmasından ileri geliyor. Benim için en büyük haz da bu. Bazı insanlar başkalarının söylediğini yapmaktan hoşlanıyor olabilir ama bu benim için geçerli değil. Ben edebiyatta otoritesizliği seviyorum. İnsan olarak, hepimizin aynı kanıda olacağı bir “insani iyilik” tanımından söz edilebilir; ama sanatta iyinin ne olduğuna sanatçı karar verir ve bu da kolektif iyilik standartlarımızı değiştirir. Sevdiğim tüm yazarlar da bunu yapmıştır; Kierkegaard, Jane Bowles, Goethe, Kafka.
Bir röportajında, “Giderek, kurgusal karakterler üzerine yazma fikrinden uzaklaşıyorum, çünkü sahte insanlar yaratmak ve onları sahte bir hikayenin parçası haline getirmek çok yorucu olabiliyor.” demiştin. Diğer taraftan kitaptaki ana karakter seninle aynı adı taşıyor. Bu açıdan kitabın otobiyografik olduğunu söyleyebilir miyiz? Ben pek öyle demezdim. Kitabı bir otobiyografi olarak görmüyorum, yani kendi hayatıma ve kendime bir konu olarak yaklaşmıyorum. Sheila bir karakter ve kendimi bir insan örneği olarak ele aldım. Bu kitabı okuyarak benimle ilgili bir şeyler öğrendiğini zannedenler ne yazık ki yanılırlar. Kitap daha çok, insan karakterleri ve oyunculuk üzerine; “bizim yaşlarımızdaki bir insanın” hikayesi. Ama bir otobiyografi değil.
Şu anda üzerinde çalıştığın yeni bir kitap var mı? Şu anda Leanne Shapton ve Heidi Julavits ile iş birliği içinde 97
olduğumuz yeni bir proje üzerinde çalışıyorum. Kadınların stilleriyle ilgili, Women In Clothes adında bir kitap olacak. Benim için çok ilginç bir iş; çünkü birçok kadınla konuşacağız. İçinde resimler ve illüstrasyonlar olacak. Kitap yazmaya nasıl başlıyorsun? Her kitabın farklı bir çıkış noktası var. Mesela, bu kitapta işim çok kolaydı. Çünkü, güzel giyinen, dikkat çekici ve hayranlık uyandırıcı kadınların, giyinirken, gardıroplarından kıyafet seçerken neler düşündüklerini hep merak etmişimdir. Seçimlerini nasıl yapıyorlar? Vücutlarıyla ilgili ne düşünüyorlar? Bütün bakışların üzerlerinde olmasından dolayı nasıl hissediyorlar? Bu konular üzerinde çok düşünen biri değilim aslında. Sadece eskiden sanatın sanat eserlerindeki yansımalarıyla ilgileniyordum, ama giderek daha çok gündelik hayattaki yansımalarına merak sarar oldum. Bu anlamda, kıyafetler ve stil de iyi bir başlangıç oldu. Yazdıklarını son haline getirmeden başkalarına okutur musun, yoksa tamamlanmasını mı beklersin? Yazdıklarımı sürekli başkalarına gösteririm. Bu bir sır değil. Bazen bir şeyin iyi mi kötü mü olduğunu bilmen gerekir. Yazdığın şeyi dışarıdan görmek genelde zordur; bu yüzden, birinin okuması ve onunla ilgili konuşması faydalı oluyor. Önceki kitaplarına bakışın zamanla değişti mi? Eski kitaplarımı seviyorum. Bana bir zamanlar nasıl biri olduğumu hatırlatıyorlar; ki normalde düşünerek hatırlaması zor bir şeydir bu. Bence çok çalıştığımın birer kanıtı hepsi. Hiç utanmıyorum onlardan. Yazarlığının ve editörlüğünün yanında, Trampoline Hall konuşmalarının da yaratıcısısın. Projeyle ilgili biraz detay verir misin? Trampoline Hall’da insanlar herhangi bir şekilde uzmanlık sahibi olmadıkları konular üzerine konuşmalar yapıyorlar ve ardından soru-
cevap bölümüne geçiyoruz. 15’er dakikalık üç konuşma oluyor ve her birinin arkasından 15’er dakikalık soru-cevap bölümleri geliyor. Zaten en ilginç şeyler de bu bölümlerde yaşanıyor. Bir keresinde, güzellik ve gösteriş üzerine bir şey yapıyorduk. Oldukça bilinçli bir kalabalığın karşısındaydık, ve amacımız gerçekten de güzelliği sorgulamaktı. Her yaştan kadınları ve erkekleri tuhaf kostümler içinde yarıştırdık ve sonunda kazanan yine mayolu güzel kız oldu! Hem komik hem de üzücü bir sonuçtu. I Dream of Barack, I Dream of Mccain bloglarından da bahsetmek istiyorum. Projeye ne gibi tepkiler almıştın? Bahsettiğin bloglar şimdiye kadar politikayla ilgili yaptığım ilk işlerdi. Aslında tekrar bir şeyler yapsam iyi olur. Nedense gerçek dünya kendi gerçekleriyle zihnimden kayıp gidiyor. Bir keresinde Rusya’nın tüm siyasi tarihini okudum ve birkaç hafta sonra, öğrendiğim her şeyi unuttum. Bloglarda, başkan adaylarını rüyalarında gören okuyucular, neler gördüklerini birbiriyle paylaşıyordu. Ve insanlar, adayların başkalarının da rüyalarına girdiğini öğrendiğinde çok şaşırıyordu. Sonuç da zaten rüyalarla paralel oldu; yani Obama’nın kazanacağı rüyalardan da belliydi. Son 10 yılda ne öğrendin? Kendine inanmanın ve sabrın ne kadar önemli olduğunu öğrendim. Uygulamada her zaman başarılı olduğumu söyleyemem; ama umudun bir çeşit büyü olduğunu düşünüyorum. Peki, asla öğrenemeyeceğini düşündüğün ne var? Islık çalmayı asla öğrenemeyeceğimden eminim. Son olarak, How Should A Person Be?’nin film uyarlamasını görecek miyiz? Biri çıkıp da beni heyecanlandıracak bir uyarlama fikriyle gelirse ve ortaya çıkacak işin kendi başına bir sanat eseri olacağına inanırsam, neden olmasın.
XOXO The Mag
HANGİ VOLVO V40’SIN?
VOLVO’NUN TERCİHİ
SPORTİF Mİ? VOLVO V40 VOLVO V40 CROSS COUNTRY VOLVO V40 R-DESIGN
VOLVO V40 VOLVO V40 CROSS COUNTRY VOLVO V40 R-DESIGN
VOLVO V40 VOLVO V40 CROSS COUNTRY VOLVO V40 R-DESIGN
VOLVO V40 VOLVO V40 CROSS COUNTRY VOLVO V40 R-DESIGN
VOLVO V40 VOLVO V40 CROSS COUNTRY VOLVO V40 R-DESIGN
VOLVO V40 VOLVO V40 CROSS COUNTRY VOLVO V40 R-DESIGN
VOLVOCARS.COM.TR #OSENSİN VEOSENSİN.COM facebook.com/VolvoCarTurkiye | twitter.com/VolvoCarTurkiye | Volvo OtoLine 444 48 58
WHATEVER
METROSEKSÜELİN ÖLÜMÜ
Zombiden Hallice yazı özgür inceoğulları illüstrasyon ırmak nur sunal
Bir dönem ne çok duyardık metroseksüel sözcüğünü. Üstüne başına, saçına, cildine ve hatta hal ve hareketlerine biraz özenen herhangi bir erkeğe hemen bu yaftayı yapıştırırdık. Hatırladığım kadarıyla, 10 yıl kadar önce popüler olmuştu bu kelime-i muhterem. Geçenlerde bir sohbete mecburen kulak misafiri olunca, hatırladım; “Ya evet, metroseksüel diye bir laf vardı, bir zamanlar.” Sahi ne oldu da tedavülden kalktı? Modası mı geçti? Artık tersi mi moda? Yani hırpani gözükmek, kıyafetlerine dikkat etmemek, güzel kokmaya çalışmamak mı artık “in”? Bu ay, bu sayfalarda, biraz buna kafa yorayım istedim. Aç parantez, öncelikle işe sözcüğün, etimolojik olmasa da, kökeniyle başlayalım. Literatüre girişi çok da eski değil aslında. İlk olarak 1994’te bir makalede rastladık ona, ama asıl popülerliğine 2000’lerin başında günlük hayatta kullanılmaya başlamasıyla erişti. Bazı ünlüler metroseksüel olarak anılmaya başlayınca; onlara özenen, onlar gibi gözükmek isteyen diğer erkekler de metroseksüelliğin yaygınlaşmasına ister istemez katkıda bulunmuş oldular. Mesela, o dönem yapılan birçok ‘araştırma’ David Beckham isminin bu konuyla özdeşleşmiş olduğunu yansıtıyordu. Reklam ajansları ve hizmet verdikleri şirketler de boş oturmadı tabii ki. Konuya hemen el attılar ve ideal metroseksüel erkeğin ihtiyaçları belirlendi. Kampanyalar hazırlandı, kullanılacak ünlüler seçildi. Ürün üstüne ürün çıkartıldı. Kozmetik firmaları, modacılar, SPA’lar, fitness kulüpleri, sağlık merkezleri, erkek dergileri, gıda takviyeleri ve benzerleri ciddi patlama yaptılar. Kapa parantez, geri dönelim başladığımız noktaya. Peki ne oldu da metroseksüel kavramı bir anda popülerliğini yitirdi? Dış görünüşe gösterilen özen mi azaldı, ya da maço tavırlara özlem mi duyuldu? Cevap kocaman bir “hayır”. Tam tersi, metroseksüel denilen adamın kullandığı ürünler, gittiği yerler, aldığı servisler benimsendi, kanıksandı ve standarda dönüştü. Artık üzerinde konuşma değerini kaybetti,
çünkü çok yaygınlaştı. Erkeklerin de tıpkı kadınlar gibi kişisel bakım peşinde oldukları bir dünyada metroseksüel yakıştırması önemini, gücünü, popülerliğini kaybetti. Mesela, biraz örneklerle zenginleştireyim teoremimi... İngiltere’de 3 erkekten 1’i bakımı için banyoda 40 dakika harcıyor. Süre arttıkça kullanılan ürünlerin çeşidi ve miktarı da artıyor doğal olarak. Bir başka ilginç istatistik: ABD'de 10 erkekten 9’u bakım ve kozmetik ürünü kullanıyor. Kişisel bakım marketlerinin çoğalması, süpermarketlerdeki bakım reyonlarının büyümesi, zengin ürün yelpazeli kozmetik dükkanlarının birbiri ardına açılması da işbu istatistikleri destekliyor zaten. İşin bir başka boyutu da şu: Özellikle servis sektöründe çalışan erkek sayısı gün geçtikçe artıyor. Hizmet sektöründeki birçok erkeğin iyi ve bakımlı gözükmesi gerekliliği, bakımın standart bir tıraştan, sonrasından ve deodoranttan ibaret olmadığını da ortaya koyuyor. Hal böyle olunca da, kadınların dünyasından farklı olarak, erkekler birden fazla fonksiyonu olan ürünlere yöneliyor. Yani hem güneşten korusun, hem yaşlanmayı geciktirsin, bir de bunlarla birlikte nemlendirsin. Gıdalar bile fonksiyonel olsun. Bu denklemi çözmekte gecikmeyen bazı markalar antioksidan içeren içecekleri piyasaya çıkardılar bile. Öte yandan, bu kategorinin gelecekte nasıl evrileceği ise şimdilik tam bir muamma. Uzun lafın kısası, bakımlı olmak, özellikle gelişmiş ekonomilerde erkeklerin çoğunluğu için artık standart bir durum. Öyle ki, bir zamanlar dillerden düşmeyen metroseksüel sözcüğüne bile ihtiyaç duymuyoruz artık. Ancak bu, markaların işinin kolay olduğu anlamına gelmiyor. Erkek tüketicinin düşünce ve tutumu kadın tüketicilerden çok farklı olduğundan, özenle kurgulanmış, farklı ürünler çıkarmak ve gerçekten üzerinde kafa yorulmuş iletişim kanalları bulmak gerekiyor. Bu kodları çözebilenin başarıyı bulması ise an meselesi. Neyse, siz siz olun, bunlardan geri kalmamak için erkek dergilerinin aylık dosya konularını yakından takip edin, yoksa başa dönüp metroseksüel olmak zorunda kalabiliriz.
XOXO The Mag
vespaturkeyofficial
vespaloversclub
www.vespaturkiye.com
vespaturkey
INTERVIEW/BEAUTY
D.S. & Durga
The Tale Of A Scent 1891'de New York Westlake'teki bir berber dükkanında yangın çıkar. Masaların üzerindeki yeşil nane, misket limonu, vanilya ve lavanta kokulu tıraş tonikleri yandığında çıkan isli, doygun ve erkeksi koku tüm şehre yayılır. İşte Burning Barbershop, bu hikayenin yıllar sonra David ve Kavi tarafından yorumlanmasıyla ortaya çıkıyor. Brooklyn kökenli ‘indie’ parfüm evi D.S. & Durga'nın koleksiyonu, Americana tarihçesinin uzak köşelerine dokunan bu tip hikayelerle dolu. röportaj ayşecan ipek fotoğraf d.s.&durga'nın izniyle
XOXO The Mag
David, şu an neredesin? Barnes & Noble'da oğlumun bir Chuggington tren setini ele geçirişini seyrediyorum.
da yere götürmek için yazılmış hikayeler anlatan, bitki özleri ve aromatik malzemelerden oluşmuş, artistik bir karışım olduğunu söyleyebilirim mesela.
Etrafında nelerin kokusunu alıyorsun? Kitap, gazete ve Cheerios.
D.S. & Durga'nın ilk parfümü? Cowboy Grass piyasaya sürdüğümüz ilk parfümdü; ama ondan önce de adı konmamış korkunç denemelerimiz oldu.
Nasıl tanıştınız? Oğlumla mı? Kavi ve ben sokakta tanıştık, karşılıklı iki barın tam ortasında.
D.S. & Durga'nın son parfümü? Sürekli yeni bir şeyler yapıyorum. Şu sıralar üzerinde çalıştığım ve bitirmek üzere olduğumu umduğum "Bitter Rose, Broken Spear", bu bahar piyasaya çıkacak.
D.S. & Durga'nın hikayesi nedir? Brooklyn kökenli, küçük bir parfüm eviyiz. Belli bir zamanı, yeri ya da objeyi çağrıştıran tarihsel olayları feyz alıyoruz. Parfümlere mini albümler ve senfoniler gibi bakıyoruz aslında. Bu yüzden Kavi'ye ait ambalaj ve kutu tasarımı, esans hakkında detaylı bilgi ve görsel içeriyor. Kutuyu açarken içeride neyle karşılaşabileceğinizi hayal etmeye başlıyorsunuz.
Antik döneme uzanan hikayelerden esinleniyorsun, el işçiliğinden vazgeçmiyorsun. Yavaş ve detaylı yöntem üzerine Kavi ile kurguladığın bu marka, modern olma endişesi taşıyor mu? Kesinlikle. Yöntem ne olursa olsun, bugün yaratılan tüm parfümlerin modern bir tarafı var. Yeni ham maddeler ve özütleme yöntemleri, parfümörün paletine her gün yeni ve heyecanlı bir şeyler katıyor. Daha önce koklayabilmemizin imkansız olduğunu sandığımız nota ve akorları kokluyoruz. Yine de eski günlerden esinlenmeye devam ediyoruz. Tasarım olarak ise tamamen bugünün getirdikleriyle ilgiliyiz. Aslında eski moda bir parfüm serisi yaratmayı çok isterdim. Sadece 20'li ve 30'lu yıllarda kullanılan ham maddeleri alıp onlardan anneanne ve dedeler gibi kokan esanslar yaratırdım. Kavi ve ben bu tip geriye dönüşlere bayılıyoruz, ama herkesin sevdiği bir tarz değil tabii.
"Brooklyn kökenli ‘indie’ parfüm markası." Bu tanımlama hakkında ne düşünüyorsun? İnkar edemem, bu gerçek. Hangisi önce geliyor? Hikaye mi yoksa parfüm mü? Genellikle hikaye ama bazı zamanlar kendimizi aromatik ham maddelerle çalışırken buluyoruz ve burnumuza gelen kokuların yarattığı hikayelerle karşılaşıyoruz. Bazen de o ham maddeler kafamızda uzun zamandan beri var olan bir fikirle bağlanıveriyor.
Parfümleri kendi evinde yaratmak üretimi nasıl etkiliyor? Kendi parfümlerim üzerinde sonsuz kontrole sahip oluyorum. Kafamdaki hikayeyi parfüme dönüştürürken bu işi iyi bildiğini savunan ama büyük ihtimalle benimle aynı bakışı paylaşmayan bir profesyonelin araya girmesini engellemiş oluyorum. Daha da önemlisi, üretimin her aşaması gözümüzün önünde gerçekleşiyor: Konsept, esans, tasarımı yaptıktan sonra kutu ve şişelerimizi Bronx'taki minik bir aile şirketinden sipariş ediyoruz.
Ham maddeden kalkış, parfüme iniş… Yolculuktan biraz bahsedebilir misin? Çok uzun bir yolculuk olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Oyunun başında var olan izlenimler oyularak, yontularak, zaman zaman yeni baştan yaratılarak sona varıyor. Esansın büyüsünü desteklemek adına oranlar değişiyor, akorlar çıkarılıyor ya da ekleniyor. En son varılan nokta ikimizi de şaşırtabiliyor. Senin için koku ne anlama geliyor? Yedi yaşında bir çocuğa parfümü nasıl anlatırdın? İki yaşındaki oğlum parfümün üst, orta ve alt notalardan oluşan bir liste olduğunu şimdiden çıkarabiliyor. Miske 'mik' diyor. Yedi yaşındaki bir çocuğa biraz daha karmaşık bir tanımlama yapabilirim sanırım. Parfümün, hayal gücünü başka bir zaman ya
Hiç Givaudan ya da Pierre Fabre gibi büyük bir parfüm laboratuarında çalıştın mı? Kendini 'laboratuar sever' olarak tanımlar mısın? Hayır, hiç çalışmadım. Laboratuarları seviyorum ama. Benim yöntemlerim de büyük laboratuarlardakinden çok farklı değil 103
aslında. Hız ve detaycılık açısından ayrışıyoruz. Bugünlerde parfümör sadece formülü yazıyor, ham maddeleri bir araya getirmek ya da sentetik eklemeleri yapmak ise teknisyenlere düşüyor. Benim laboratuarımda ikisini de ben yapıyorum ve her an her istediğimi değiştirme ya da baştan yaratma lüksüne sahibim. Evliliğin için bir parfüm yaratmak istesen… Ne kokardı? Gül… Kesinlikle dalga geçmiyorum. Gül kokardı. Markanız kadın ve erkek parfümlerini ayırıyor. Guerlain Vetiver en sevdiğim esanslardan biri, Jo Malone Red Roses ise İngiltere'de erkekler tarafından da satın alınıyor. Parfümde androjeni hakkında neler düşünüyorsun? Bence kim ne istiyorsa sürebilir ama bazı zamanlar yol göstermek faydalı oluyor. Bugünün niş parfümeri dünyasında bu ayrımı görmek güç, ama kadın ve erkek parfümü kategorizasyonunun klasik olduğunu düşünüyorum. Benim beynim böyle çalışıyor. Eğer bir erkek elbise giymek isterse kimse onu tutamaz, yine de kadınlar ve erkekler için ayrı mağazalar var, değil mi? İşte benim ayrımım da böyle bir şey. Aromaterapi ilgini çekiyor mu? Teknik olarak hayır, ama parfümeriyi tüm açılarıyla tanımak benim için önemli. Temel yağları tedavi amaçlı kullandığım zamanlar da oluyor. Hayatın içinden ilgini çeken bir şey seçmeni istesem? Seçemem. Hayata bir bütün olarak bakıyorum. O kadar fazla tadı çıkarılacak ve varlığı için şükredecek şey var ki. Gezgin misiniz yoksa filozof mu? Belki de ikisi birden? Kavi, bir gezgin olarak doğdu. İkimiz de seyahat etmeyi çok seviyoruz ve seyahatlerimizden ilham alıyoruz. Gerçi benim uçaklarla aram pek iyi değil. Sanırım düşünce yerine davranışı tercih eden biriyim. Düşünce, bakarak ve yaratarak hayata geçirilir. Buradan çok alakasız bir yere geçeceğim. Türk gülü hakkında ne düşünüyorsun? Onun yanına en çok ne yakıştırıyorsun? Turkish Rose Absolute, favorilerim arasında. Gül yağını
da çok seviyorum. Aslında bu yağı hemen hemen her şeyle karıştırabilirsin, mutlak parfüm malzemelerinden biri. Ben, Türk gülünü Benzoin ve paçuliyle görmek isterim, klasik ve eski bir yorum. Kendi parfümlerinle karışımlar yaratıyor musun? Bitmiş iki parfümü birbiriyle karıştırarak sürdüğün oluyor mu? Binlerce karışımı eleyip tek bir tanede karar kıldığım ana gelene kadar parfümün yapısını yeterince karmaşıklaştırmaya çalışıyorum. Yanına tek bir nota daha istemeyecek kadar doygunlaşmalı, kendi kimliğini bulmuş olması şart. Bu yüzden parfümlerimi karıştırmayı sevmiyorum. Kavi ve ben, genelde üzerinde çalıştığımız parfümleri kullanıyoruz, ama benim zamansız favorim, Sir. Kavi ise bu ay piyasaya çıkacak Isle Ryder'a takmış vaziyette. İş parfüme geldiğinde kişinin karakteri mi yoksa teni mi karar vermeli? İkisi de aynı şeyin uzantısı değil mi? Kişinin karakteri, parfümü teninde sevip sevmediğine karar veriyor. Kavi ve sen modayla ilgileniyor musunuz? Güzellik dünyasının modanın gayrimeşru çocuğu olduğunu varsayarak, biz de etrafta neler olup bittiğiyle yakından ilgiliyiz. Ben erkek stilinin varlığını sürdürebilmesini istiyorum, modadan ziyade stille ilgiliyim ama Kavi, high fashion dünyasına bayılıyor. Arkadaşlarımızın çoğu, bu alanda müthiş katkılara imza atan insanlar. Biz de onların yaptıklarını heyecanla izliyoruz. Rodin, Shipley & Halmos ve Anthropologie ortak çalışmalar yaptığınız markalar. Oldukça tekil bir düzene sahipsin, iş birlikleri hakkında ne düşünüyorsun? Başkalarının fikirlerinden yola çıkarak aromatik denemeler yapmak çok keyifli. Bugünlerde neredeyse herkes kendine ait bir parfüm yaratmak istiyor, ve kapısı çalınabilecek onlarca isim var. Sanırım önemli olan, doğru ikiliyi oluşturabilmek. Önümüzdeki dönemlerde hangi yeni esanslarla tanışacağız? Yeni bir seri yolda: HYLNDS. Ayrıca ajandada bizim de sonucunu sabırsızlıkla beklediğimiz bir iş birliği var. Bunun dışında D.S. & Durga'ya da seksi bir kadın parfümü eklemeyi planlıyoruz.
XOXO The Mag
MUSIC
DEPECHE MODE Pop’un En Büyük Fetİşİ
Depeche Mode, kendisine değinmeden, sadece hayranlarına adanmış bir belgesel yapılabilecek kadar çok tuhaf hikayeye sahip olan sayılı gruptan biri. Grubun kendisi (gayet anlaşılır şekilde) karikatürize buldukları ve tek bir yöne, yani takıntıya indirgenmiş bu portreden rahatsız olsa da, tuhaf bir gerçeklik var ki, o da Depeche Mode’un müzikten de öte bir fetiş nesnesine dönüşmüş olması. yazı seda niğbolu fotoğraf dan martensen
XOXO The Mag
gitmediği Doğu Bloku ülkelerini ziyaret eden nadir gruplardan biri oldu. Dönemin Berlin’i, yıkık dökük endüstriyel atmosferi ve kasvetiyle onlar için de doğru yerdi. Martin Gore bir dönem kız arkadaşıyla orada yaşadı, Some Great Reward ve Black Celebration albümlerini orada kaydettiler. Punk çıkışlı soğuk ama romantik popları, endüstriyel ve elektronik müzik etkili bu kültürler ve İngiltere’den farklı kulüp dünyalarıyla birebir örtüştü. Depeche Mode’u kahramanları haline getirip onlar gibi giyinip, onlar gibi hareket edenlerle dolu bir kalabalık ve onları sahiplenen gotik/fetiş sahnesi grubun müzikal anlamını daha öte yerlere taşıdı.
Hiçbir müzik belgeseli Turner ödüllü Jeremy Deller ve Nicholas Abrahams’ın, Depeche Mode fanatikleri hakkında çektiği The Posters Came From the Walls kadar takıntılı hayran görüntüleri içermedi bugüne kadar. Rusya’da Dave Gahan’ın doğum günü olan 9 Mayıs’ın, Zafer Bayramı’na denk gelmesi nedeniyle ‘Dave Günü’ olarak kutlandığını ‘Personal Jesus’ eşliğinde yapılan bir geçit töreniyle öğreniyoruz bir sahnede. Cambridge’deki St. Edward King and Martyr Kilisesi’nde gotikler için Depeche Mode parçaları eşliğinde yapılan bir törene şahit oluyoruz. Başka bir sahnede çocuklarını ‘Enjoy the Silence’ın videosundaki mağrur kral gibi giydirmiş Alman bir ailenin gündelik hayatlarındaki Depeche Mode canlandırmalarına şahit oluyoruz. Evin hanımı “Depeche Mode bizim için yalnızca bir tutku değil, bir hobi” diyor. “Kimileri spor salonuna gider, bizim hobimizse Depeche Mode.” Dünyanın hiçbir yerinde bir grup için kurulmuş bu kadar çok fan club yok. Hiçbir grup uğruna neredeyse her gün bir yerde konsept bir parti düzenlenmiyor. Politik, estetik, sosyal ya da müzikal herhangi bir sebepten kült statüsüne ulaşmış, taklitçileriyle, cover gruplarıyla, fan partileriyle etkileri albümlerini aşmış tek grup değiller belki, ama çerçeveyi elektronik ve pop olarak daralttığımızda fetişleştirmenin en büyük ve etkili örneği onlar ve karşılaştırılabilecek başka bir benzerleri daha yok.
KARANLIKTA BULUNAN FİKİRLER Sundukları görsellik de kelimenin tam anlamıyla bu fetişleşmeye çok uygundu. Deri ceketler, metal aksesuarlar, iğneler, saçlar, makyaj... Ve hepsinden önemlisi grubun özellikle Berlin’deki erotik ve fetiş sahnesinde bu kadar sahiplenilmesine neden olan görseller ve parça sözleri. ‘Master and Servant’ ve ‘Strangelove’ gibi parçaların ima ettiği cinsel yönelim Depeche Mode’da her zaman çok güçlü oldu. Anton Corbijn’in videoları ve fotoğraflarının bu görsel dilin oluşmasındaki payı ne kadar büyük olsa da, merkezde her zaman Dave Gahan ve Martin Gore’un ikiliği vardı. Görsel, duygusal, zihinsel ve işitsel olarak ideal aşkı anımsatacak derecede iyi tamamlıyorlardı birbirlerini. Gore’un feminen ve gizemli haline karşı Gahan’ın bad boy halleri, Gore’un fütüristik müzikal yaklaşımına karşı Gahan’ın klasik rock starlığı, Gahan’ın baskın bariton vokaline karşı Gore’un büyülü ve yumuşak geri vokalleri... Ve hepsinin yanında sahne personası olarak devleşmese de her zaman güven verici bir makine olarak işleyen Andy Fletcher’in buz gibi dinginliği.
Depeche Mode’un eriştiği statünün kaynağı yalnızca müzik, görsel dil ya da bir jenerasyonun parçası olmak değil. Doğrudan ve belirgin söylemlerse hiç değil. Dave Gahan yakın zamanda bir röportajda söylediği üzere kendini sahnede sözel olarak ifade etmeyi seven biri olmadı asla. Grubun içinde bulunduğu ve sembolü haline getirildiği 80’ler politik ortamının kasvetli atmosferine ve o atmosferin onlara sahip çıkmasına rağmen, onların tercihi her zaman keskin ve direkt söylemler değil, birleştirici melodiler ve duygulara oynamaktan yana oldu. Politikayı ve vaaz vermeyi yine Gahan’ın sözleriyle Bono’ya bıraktılar.
30 küsur yıl geçti ve Depeche Mode 13. albümleri Delta Machine ile aynı ikiliğin hala mükemmelen işlediğini gösteriyor. Albümün ismiyse bu 30 küsur yıla damgasını vuran en büyük değere bir gönderme: Blues’un deltası ve elektronik müziğin ‘machine’i. Hızlı drum machine’ler etrafında dönen bir electro’dan, şarkı yazarlığıyla yücelen daha pop dönemlere, kulüp müziğinden gospelvari balad’lara sürekli gelişen Depeche Mode için sabit kalan ne varsa Delta Machine’de duymak mümkün. Hem de son dönemlerindeki tüm albümlerden daha tatmin edici bir şekilde. Abartılı bir şairanelikten uzak; yaşam, ölüm, inanç, yıpranmışlık arasında gidip gelen lirikler, basit ama vurucu melodiler, melankoli ve makineler… Yeni albümün ilk single’ı ‘Heaven’ grubun en güçlü taraflarından birinin, vurucu pop melodileri yazmadaki başarılarının doruklarından bir tanesi. Hem dinden bağımsız ruhaniliklerine ve karanlığın ardındaki ışığı arayışlarına bir gönderme, hem de gotik dönemlerine gönderdikleri bir selam. Gahan’ın Songs of Faith and Devotion döneminde kendini ilk kez gösteren ve geçen sene Soulsavers’la yaptığı The Light the Dead See albümüyle iyice yücelen günahkar bilge hali bu sefer cinsellik ve fetişten uzak ve Terrence Malick’ten etkilenmiş bir videoyla karşımızda. Ve tüm performans videolarında olduğu gibi yine onları ön plana alarak. İkinci single ‘Soothe My Soul’ gibi ‘John the Revelator’ı andıran daha rock parçalar da var albümde, ama albümü esas özel kılan ve geçmişle geleceği buluşturanlar, synth’ler etrafında dönen techno etkili parçalar. Eskinin melankolisini ve acısını da, onları mesafeyle aktaran makinelerin serinliğini de hala üzerlerinde taşıyorlar. Gahan geçtiğimiz günlerde Electronic Beats’e verdiği röportajında fikirlerini karanlığın içinde bulduğunu söylüyordu. Bu yüzden her parçaları hit potansiyeline sahip olsa da, samimiyetsiz ışıltıların hep uzağında kalacaklar.
DOĞRU ZAMANDA YANLIŞ YERDE Bunun, yaygın bir efsane haline gelmelerindeki payı hayati önemde; çünkü Soğuk Savaş’la, endüstriyel eğilimlerle, punk sonrası ve gotikle belirginleşen kasvetli bir dönemin temsilcisi oldukları halde yabancılaş(tır)ma yerine herkesi içine alabilecek bir pop anlayışını temsil ettiler. Kendi cümlelerini siyasi ya da toplumsal kalıplar yerine müzik ve melodilerle kurmaları her kesim ve mesafeden dinleyicinin varoluşlarını Depeche Mode’a yansıtabilmesine, onlarla özdeşleşip onlara sahip çıkabilmelerine alan tanıdı. Ve tabii ki hepsinin ardında fetişleştirilmelerinin anahtarı olan ulaşma arzusu ve ulaşılmazlık arasındaki gerilim yatıyordu. Sınıf ya da statü anlamında bir ulaşılmazlık değil söz konusu olan, politik ortamın sonucu ortaya çıkan coğrafi ulaşılmazlık. Yani bir nevi yasak aşk ilişkisi. Doğru zamanda doğru yerde olmadı Depeche Mode. Çıktıkları yer Basildon ve gitar müziği hakimiyetindeki ülkeleri İngiltere için drum machine eşliğindeki jöleli saçlı bir grup gencin ‘Just Can’t Get Enough’ terennümleri fazla pop, fazla ‘cheesy’ idi. Ama yüzeyin ardındaki kasveti fark edebilen ve ironik şekilde her anlamda çok daha soğuk bir iklime sahip olan ülkeler onları kucaklamak için bekliyordu. Rusya ve eski Sovyet ülkeleri yasadışı kayıtları vasıtasıyla onları dinleyebilmek için büyük çaba gösteriyordu. Doğu Almanya’da Depeche Mode ile ilgili herhangi bir objeye ulaşabilmek büyük bir ayrıcalıktı. Ama Depeche Mode da bu ilgiyi karşılıksız bırakmayarak 80’li yıllarda kimsenin 107
ceket dries van noten/beymen
A FACE IS ALSO A MASK photographer emre ünal styling mahizer aytaş make–up gülüm erzincan hair ibrahim zengin photographer's assitants erdi doğan, abdullah inal hair assistant ibrahim alan model anna lee/option models post production sezer arıcı location beymen nişantaşı XOXO The Mag
üst comme des garçons/beymen gömlekler dries van noten/beymen jeanler acne/blender ayakkabılar jimmy choo/beymen
109
elbise christopher kane/beymen tişört t by alexander wang/blender gömlek dries van noten/beymen ceket christopher kane/beymen jeanler acne/blender ayakkabılar jimmy choo/beymen
XOXO The Mag
etek lanvin/beymen yelek dries van noten/beymen gรถmlek dries van noten/beymen 111
gรถmlek balenciaga/beymen yelek comme des garรงons/beymen elbise balenciaga/beymen jeanler acne/blender
XOXO The Mag
kaban dries van noten/beymen gömlek dries van noten/beymen yelek comme des garçons/beymen jeanler acne/blender ayakkabılar jimmy choo/beymen
113
tiล รถrt t by alexander wang/blender XOXO The Mag
etek lanvin/beymen yelek dries van noten/beymen gรถmlek dries van noten/beymen elbise dries van noten/beymen jean acne/blender
115
tiล รถrt t by alexander wang/blender XOXO The Mag
sabahlık dries van noten/beymen tişort christopher kane/beymen gömlek dries van noten/beymen bermuda comme des garçons/beymen jeanler acne/blender
117
mont dries van noten/beymen ceket christian dior/beymen pantolon dries van noten/beymen jeanler acne/blender ayakkab覺lar jimmy choo/beymen
XOXO The Mag
kaban dries van noten/beymen triko christopher kane/beymen jeanler acne/blender 119
COVER
A Good BAD GUY
MICHAEL SHANNON Bazı aktörler sizi alıp götürür, işi bittikten sonra da aldığı yere geri bırakmaz. Bu durum da abesle iştigaldir, neticesinde, hiç tanımadığınız bir insan hayatınıza -hiç hakkı olmadığı haldemüdahale ediyordur ve, sonuçları çoğunlukla iyi olsa da, sizi değiştirdiği için hayıflanırsınız. Bu ayki kapak konuğumuz da mindere bu şekilde çıkanlardan. Son birkaç yıldır, simasını hatırlatmak dışında adını da hafızalara kazıyan karakterleri canlandırdı. Ancak, eminiz ki, bu sene izleyeceğimiz performansları onu başka bir yere taşıyacak. Çok yakında, önce The Iceman ve sonra da Man of Steel ile yükselişine daha net tanık olacaksınız. Malum, genelde çift karakterli, iyiyi ve kötüyü terazide tutturmuş ve psikolojik patlama yaşayan bireylerin hikayelerini canlandırıyor. Tarzında yine keskin bir değişim yok, ama bizim konumuz sayfalarımızda canlandırdığı karakterle alakalı, yani kendi personasıyla. Ve bu kişinin de, yakından uzaktan, beyaz perdedeki yansımalarıyla -neredeyse- hiç ortak noktası yok. Özet; Michael Shannon konuşurken sesiyle (iyi anlamda) canımızı yaktı, eh o zaman sıra sizde; okurken de, samimiyeti (iyi anlamda) sizin canınızı yaksın. interview olga şerbetcioğlu photographer mike rosenthal stylist michael fisher stylist assistant amber simirglia photographer assistant jody kivort groomer fabiola XOXO The Mag
121
Hemen, en aktüel konumuzdan dem vuralım, The Iceman filminde, Kuklinski karakterini canlandırmadan önce çekincelerin oldu mu? Biliyoruz ki; böyle eşsiz bir tavra ve hikayeye sahip bir insanı tekrar canlandırmak epey zorlu bir iş. Bu tür durumlarda, seyirciler karakteri sende bire bir görmek isteyebilirler, malum. Olmaz mı, gayet göz korkutucu bir durumdu. Kuklinski’nin hayatı oldukça karanlık. Çocukluğunda başlayan ve gittikçe sertleşen, rahatsız edici bir hikayesi var. Tüm hayatı tamamen yanlış, üzücü ve dehşet verici hikayelerden oluşuyor. Böylesine sorunlara sahipken, işini epeyce zorlaştıracak olmasına rağmen kendisine, çok sevdiği ve ilgi duyduğu bir aile kuruyor. Yani saf şeytani bir kişilik değil. İyi bir insan demek ne kadar doğru olur bilemiyorum, ancak kesinlikle ilgili bir birey olduğunu söyleyebilirim. Karısına ve çocuklarına özen gösteren bir birey. İnsanlar Kuklinski’yi bir seri katil olarak nitelendiriyor. Bu görüşe kesinlikle katılmıyorum. Kuklinski bir kiralık katil ve bu onun profesyonel olarak yaptığı bir iş. Sonuçta zevk için adam öldürmüyor. Bazen bu işten keyif alabiliyor, doğru, ama sıkça hiçbir duygu hissetmiyor. Kiralık katil olmak Kuklinski’nin ailesini geçindirmek adına yaptığı bir meslek, ve hatta seçtiği bir yaşam tarzı. Açıkçası, günün sonuna gelindiğinde kendinden memnun olduğunu düşünmüyorum. Aynı şekilde kendini zeki gördüğünü veya herhangi bir konuda iyi olduğunu da. Belki de böyle hissetmesinin nedeni kendini haklı çıkarmaya çalışmasıdır. Biraz konudan uzaklaşıyorum sanırım. Kısaca toparlamam gerekirse, The Iceman'de Kuklinski’nin insanları öldürmesi ve şiddete meyilli olmasının yanında, daha iyi bir hayata sahip olmak, daha iyi bir insan olmak için duyduğu arzu ve ailesine karşı beslediği sevgi her yönü ile anlatılıyor; ben de elimden gelenin en iyisi yapmaya gayret ederek bu anlatımı güçlendirmeye çalıştım. Bu durumda, tasvir ettiğin üzere, Kuklinski'nin karmaşık bir karakter olması senin performansına nasıl yansıdı? Sana kesinlikle daha fazla sorumluluk veriyor. Tabii, yaşanmış bir olayı canlandırmak her zaman biraz daha göz korkutucu bir durum. Oynadığın kişinin hayaleti her zaman seninleymiş gibi hissediyorsun. Gerçek bir hayalet görmüyorsun belki ama, gerçek bir olay olmasının yarattığı baskıyı üzerinde hissediyorsun. "İnsanlar ne hissediyor?", "Ne yaptığını izliyorlar mı?", "Filmi izledikten sonra hikayeyi ve karakteri doğru bir şekilde lanse edebildiğini düşünüyorlar mı?" gibi sorulara tekmeyi basamıyorsun. Canlandırdığın bütün karakterler ailelerine ve topluma karşı farklı rollere sahipler. Aynı şekilde oynadığın birçok rolde de "aile babası" karakteriyle karşımıza çıkıyorsun. Buradan yola çıkarak, kendinle ve canlandırdığın karakterler arasında, ve hatta Kuklinski karakteriyle, bir ortak nokta görüyor musun? Bu çok ilginç bir soru. İnsanlar, benim için “hiçbir zaman şiddete meyilli bir insan olamaz” diyorlar. Gerçekten şiddetten korkan bir insanım. Hayatımda hiç silah ateşlemedim, genel olarak fiziksel şiddete karşıyım ve şiddetten kesinlikle haz almıyorum. İlginç
bir şekilde, birçok kez şiddete meyilli karakterleri canlandırdım ve bunun nedenini gerçekten bilmiyorum. Benim için gizemini koruyan bir konu. İri ve uzun boylu bir insan olmam, eminim ki bir nedendir; zira bu özelliklerim bazen insanların gözünü korkutabiliyor. Ancak beni gerçekten iyi tanıyan dostlarım ve ailem, özümde ne kadar yumuşak bir insan olduğumu bilir. Kolayca aldanan bir insan olduğumu bile söyleyebilirim. Diğer taraftan, enteresan hikayelere büyük ilgi duyuyorum. Hikayeler, beni, her zaman bireysel karakterlerden daha fazla cezbetmiştir. İçerisinde çarpıcı ve etkileyici bir karakter bulundurmasına rağmen, hikaye bir bütün olarak ilgi çekici değilse dahil olmamayı tercih ediyorum. The Iceman'in genel görünümü hakkında da konuşmak istiyorum. Yapısı gereği bolca 70’ler öğesi barındırıyor. Genel renkler, görseller, ve hatta filmden çıkan koku... Tabii, aynı zamanda, klişe mafya filmi havasına da sahip. Ben bir mafya filmi olduğunu düşünmüyorum. Tamam, mafya filmlerini çok seviyorum. Özellikle filmlerin havası ve kullanılan kıyafetler beni çok etkiliyor. Ancak, aynı zamanda, bir bütün olarak bu türü de çok ilginç bulmuyorum; çünkü en iyilerinin zaten yapılmış olduğunu düşünüyorum. Mesela, kimsenin, bu saatten sonra, Goodfellas'dan daha iyi bir mafya filmi yapması mümkün gözükmüyor. Ancak, bizim durumumuzda konu biraz daha farklı bir doğaya sahip. Kendi açımdan bakarsam; Kuklinski’nin sahip olduğu farklı karakter özellikleri benim için çok önemliydi. Beni gerçekten heyecanlandıran da tam buydu aslında. Dışarıya çıkarak, para kazanmak adına insanları öldüren, sonrasında evine gelen ve çocuklarıyla ilgilenen, gerçek bir baba gibi davranmaya çalışan bir Kuklinski... Günümüzde de birçok insanın sahip olduğu iş ve para kazanma mekanizması diğer insanların başlarına gelen talihsiz ve üzücü olaylara bağlı olarak çalışıyor. Bu aslında, tam anlamıyla, onların suçu değil. Çünkü bazı durumlarda, bu insanların gerçekten de başka çareleri olmayabiliyor. Diğer insanların yaşadığı acılarda ve sorunlarda hiçbir pay sahibi olmadan hayatını idame ettirmeye çalışmak gittikçe zorlaşan bir durum. Hatta benim için bir masal, bir kıssa diyebilirim. Belki de bir ahlak dersi. Günün sonunda ailene karşı gösterdiğin sevgi ve şefkati dışarıda, toplum içerisinde de göstermen gerekiyor. Ancak günümüzde bu pek de mümkün gözükmüyor. Uluslararası film festivalleri hakkında da konuşmak isterim. Birçok festivalde özel muamele gördünüz; ve hatta İstanbul Film Festivali kapsamında da en ilgi çekici filmlerden biri olması hakkında ne düşünüyorsun? Benim de dahil olduğum bir filmin uluslararası ilgi çekmesi gerçekten harika. Sadece ABD'de başarı sağlamak için endişelenmek beni çok dar görüşlü bir insan yapardı. ABD'nin dışında, burada bulunanın çok çok üstünde insan yaşıyor. Aynı şekilde, bedenimle olmasa da fikirlerimle ve oyunculuğumla diğer ülkelere gitmek de beni çok mutlu ediyor. Örnek; hiçbir zaman Türkiye’ye gelebileceğimi düşünmezdim. Ancak şu an gerçekten çok olası gözüküyor. Ah bu arada, Türkiye benim için gerçekten önemli bir ülke. Babam gençken
XOXO The Mag
tak覺m elbise banana republic g繹mlek banana republic kravat alexander olch ayakkab覺 present london
123
g繹mlek eton yelek banana republic kravat j.press pantolon banana republic ayakkab覺 gucci
XOXO The Mag
125
birkaç yıllığına Türkiye’de yaşadı. Üvey babası bir tütün şirketi için çalışıyordu. Bana hep Türkiye ile ilgili hikayeler anlattı. Orayı ne kadar çok sevdiğinden bahsedip dururdu. Biliyorum biraz sıkıcı bir soru ama sormak zorundayım. Ekip ile nasıl anlaştın? Çok güçlü bir kadro ve herkesin personası gayet farklıdır diye tahmin ediyorum. Gerçekten çok iyi anlaştık. Winona Ryder’ı yıllardır tanıyorum. Daha oyunculuk kariyerime başlamadan önce filmlerini izlemeye giderdim. Çok sevimli bir insan. İfadesiz, donuk ve tipik bir New Jersey kadını değil. Oldukça kırılgan bir kadın. O kadar ufak ki ve bir o kadar da hassas, onu hep korumak istiyorsunuz. Sanırım ona karşı hissettiklerim biraz da olsa Kuklinski'nin gerçek hayatta Deborah’ya karşı hissettiklerine benziyor. Tabii ki Richard oldukça sinirli bir insandı ve bazı zamanlar Deborah’ya fiziksel şiddet uyguladı. Benim bahsettiğim benzerlik bunun aksi, yani Kuklinski'nin ona karşı hissettiği korumacı tarafı. Bu yönden bir benzerlik olduğunu düşünüyorum. O nedenle aynı film içerisinde olmak gerçekten kolay bir işti. Ariel, Winona’yı tercih ederek çok doğru bir karar verdi. İkimizi aynı film içerisine koymak gerçekten çok çarpıcı bir karardı. Ayrıca, Chris Evans ile beraber oynamak çok keyifliydi. Gerçekten rolünün içerisinde olması ve işini yaparken çok heyecanlı olması harikaydı. Sonuçta, Captain America’da oynadıktan sonra geliyorsunuz, bir sanat filmi yapıyorsunuz ve bunu yaparken de bir Hollywood filmi yaparmış gibi aynı heyecanı yaşıyorsunuz. Aynı zamanda peruk takıp kimliğini gizleme ve rolün içerisinde kendini kaybetme konusunda da oldukça heyecanlıydı. Ray Liotta, tabii ki heyecanımızı ve enerjimizi tümüyle artırdı. Dediğim gibi, tüm zamanların en iyi mafya filminde oynamış bir insan. Yani çekeceğiniz filmin içerisinde mafya öğeleri varsa, kesinlikle yakınınızda tutmak isteyeceğiniz biri. Tabii, The Iceman henüz festivaller dışında gösterimde olmadığından, okuyabildiğim eleştiri yazılarının da sayısı gayet azdı; yine de, bir şey dikkatimi çekti. Seni Robert De Niro ve Al Pacino’ya benzetmek gibi bir yönelim söz konusu. Açıkçası, bu tip yakıştırmalara pek katılmıyorum, peki ya sen? Bu mesleğin doğası böyle. İnsanlar karşılaştırma yapmaya bayılıyorlar. Ama yadsıyamam, bu tip benzetmeler benim için gerçekten oldukça heyecan verici. Her iki oyuncunun da her zaman büyük hayranı oldum. Peki doğru olduğunu düşünüyor muyum? Bunun cevabı bende değil. Kendimi o şekilde değerlendirmiyorum. Eleştirilere saygım çok büyük. Bir eleştiri yazısı yazmanın çok zor olduğuna inanıyorum. Daha önce filmi izlememiş insanlara, o film hakkında konuşmak ve ne hissettiğini açıklamak hiç de azımsanacak bir iş değil. Karşılaştırma yaparak kendilerini daha iyi ifade etmeye çalıştıklarını düşünüyorum. The Iceman, Ariel Vromen ile ilk filmin. Malum, zaten çok fazla film çeken bir yönetmen de değil. Aranız nasıldı? Ariel’i filmin öncesinde tanımıyordum. Birkaç kez karşılaşmıştık, ama daha önce yaptığı hiçbir filmi izlememiştim. Tek bildiğim, filmi güçlü
kılmak adına, gerekli materyal üzerinde uzunca bir süre araştırma yapmış olmasının yanında, epeyce insanla görüşmüş ve bir hayli vakit harcamış olmasıydı. Filmin senaryosunu Morgan ile beraber yazdılar. Tam anlamıyla hazırlanmış olduğu her halinden belliydi. Bu filmi bu kadar başarılı kılan da bu oldu. İyi bir yönetmen olmak için gerekli olan anahtar bence iyi yapılmış bir ön hazırlık. Ancak Ariel için filmi çekmek gerçekten zordu. Kısıtlı bir zaman ve düşük bir bütçe beraberinde büyük bir baskı getiriyor. Bazı günlerde bu problemle pek iyi başa çıkamıyordu; ancak kendisini bu nedenden ötürü hiçbir zaman suçlamadım. Kaldı ki, ben hiçbir zaman bu tarz konularla başa çıkabilen bir insan olamadım. Umarım sıradaki filminde daha fazla bütçesi olur ve daha rahat bir süreç geçirir. Yeni gösterime girecek bir diğer filmden, Man of Steel'dan konuşalım mı? Evet! Superman II'de, 1980 yılında, Terence Stamp General Zod’u canlandırdı. Ancak, kötü adam ve kahramanlık konsepti o zamandan beri epeyce değişti. O zaman, senin canlandıracağın General Zod nasıl oldu? Terence Stamp’in oynadığı General Zod karakteri tam anlamıyla kesintisiz bir tehditti. Etrafa, daha doğrusu insanlığa, bedeninin içinden düşünmeyen, duygusuz bir canavar enerjisi yayıyordu. Tek istediği, her şeyi, herkesi yok etmekti; ve bunun nedenini kestirmek pek de mümkün değildi. Zaman içerisinde karakterler tekrar gözden geçirilmeye başladı. Senaristlerin, yapımcıların ve yönetmenlerin ortak görüşü olarak seyirciye, karakterlerin daha çok psikolojik profilleri hakkında bilgi verildi. Aslında kötü karakterin yaptığı her hareketin ve verdiği her zararın başka bir boyutunun olduğu yansıtıldı. Bu sayede, karakterler nispeten bizden birileri haline gelerek farklı bir boyut kazandılar. Seyirci için sadece korkutucu olmaktan çıkıp, empati kurabildiğimiz, hatta bazen sempati duyduğumuz karakterler haline geldiler. Sanırım benim General Zod'um da bundan faydalanıyor. Superman’i tekrar piyasaya sokmak amacıyla çekilen Superman Returns filmi fanların ve eleştirmenlerin gözünde beklentileri kesinlikle karşılamadı. Bu durum herhangi bir şekilde cesaretini kırdı mı? Tam olarak değil. Doğrusu, geçen gün bu konu ile ilgili birkaç kişiyle konuştum ve Superman Returns'ü çok beğendiklerini söylediler. Şahsen ben henüz izlemedim. Superman Returns’ün yönetmeni Bryan Singer ve Man of Steel’ın yönetmeni Zack Snyder. Bu ikisi birbirlerinden çok farklı iki yönetmen. “Neden yeni bir Superman filmi?” sorusunun en büyük cevabının, hikayenin başlı başına farklı bir kurguya sahip olmasına rağmen, Zack olduğunu düşünüyorum. Zack’in sahip olduğu görsel tavır ve hikayeyi anlatma şekli kesinlikle eşsiz. Bu özellikleriyle, Man of Steel'ı diğer Superman filmlerinden ayırıyor ve hikayeyi bir adım öteye taşıyan en büyük faktör oluyor. Eminim ki; izlediğinizde hak vereceksiniz, filmin genel duruşu ve
XOXO The Mag
gĂśmlek banana republic kravat j.press kravat iÄ&#x;nesi j.press pantolon z zegna ayakkabÄą tricker's
127
XOXO The Mag
129
XOXO The Mag
takım elbise corneliani gömlek banana republic kravat j.press kravat iğnesi j.press kemer cole haan ayakkabı tricker's 131
tak覺m elbise canali g繹mlek banana republic kravat eton kemer banana republic
XOXO The Mag
133
XOXO The Mag
135
hissiyatı diğer tüm çizgi roman uyarlamalarından çok farklı olacak.
da sinema dünyasında büyük bir figür olarak boy gösterecek.
Bir diğer projen... Take Shelter’daki performansın harika yorumlar aldı. Aynı şekilde sen ve partnerin Jessica Chastain ülke çapında eleştirmenler tarafından bir sürü ödüle layık görüldünüz. Ancak Oscar’a aday olamadın. Bu durum sende herhangi bir kırgınlık yarattı mı? En nihayetinde tek istediğim, insanların filmimi izlemesi. Ne kadar fazla insan filmimi seyrederse, benim için o kadar iyi. En önemli nokta bu bence. Oscar, filme olan genel ilgiyi artırması açısından yardımcı bir nokta. Bunun haricinde; bir şeyi sanırım gerçekten daha az umursayamazdım. Törene katılmak, şovları izlemek, gerçekten eğlenceli ve genel olarak insana zevk veren bir etkinlik. Tüm katılımcıların kıyafetlerini görmek de çok keyif verici olsa bile, kesinlikle uykularımı kaçıracak bir olay değil.
Bir de, Türk izleyicisinin çok iyi bildiği Boardwalk Empire var önümdeki notlarda. Gerçekten çok önemli bir dizi. Ve senin canlandırdığın Nelson karakterini de estetik anlamda çok ilgi çekici, ama kurgu kimlik olarak da çok rahatsız edici buluyorum. Sen nasıl tarif edebilirsin? Nelson, Nelson, Nelson... Nelson’ı nasıl tarif edebilirim gerçekten bilmiyorum. Bence o, epey uzun bir hikaye ve oldukça da karışık. Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerden geliyor, ve oldukça tutucu, dinine bağlı bir aileye sahip. 2. sezonda babasıyla konuştuğunu duyuyoruz, ancak pek de iyi bir adama benzemiyor. Çadırda yaşıyor ve büyük yoksulluk içerisinde büyüyor. İyi bir insan olmak istiyor. Alkolün ve kötülüğün kol gezdiği dünyadan kurtulmak konusunda gerçekten kararlı. Ancak ne yaparsa yapsın, bir türlü başarı elde edemiyor ve büyük bir hayal kırıklığı olmaktan kurtulamıyor. Bu da onu gerçekten deli ediyor. Geçmişinde çok fazla yanlış kararlar almış, ve bu kararların sonuçları onun yakasını bir türlü bırakmıyor. Şu an hayatı adeta darmadağınık. Tek istediği hayatta kalmak. Seyirciler tarafından “Ne kadar da ahlaksız, kötü bir adam!” gibi ithamlar yapılıyor, ancak ben, önce Nelson’a, daha sonra da dizide yer alan tüm oyunculara bakıyorum ve hiçbirinin Nelson’dan daha iyi olduğunu düşünmüyorum. Demek istediğim şu ki, en azından Nelson hayatının bir döneminde iyi bir insan olmaya ve iyi işler yapmaya çabaladı. Dizide yer alan diğer karakterler çoğunlukla suçlu. Açıkçası, senaristlerin ilgi çekici bir karakter yaratmak adına kişilik özelliklerini karmaşık bir yapıya getirdiklerini düşünüyorum. Düşünsenize, Nelson katıksız iyi bir insan olsaydı ve kötü insanları yakalasaydı, dizi monotonluktan kurtulabilir miydi?
OK, konuyu kapatıyorum. Peki ya Tracy Letts? Şu ana kadar iki oyununda yer aldın. Tracy Letts'in adı Türkiye’de de popüler çağdaş oyun yazarları arasında sıkça geçiyor. Senin üzerindeki etkisi hakkında konuşabilir miyiz? Bu gerçekten çok hoş. Tracy’nin Türkiye’de iyi bilindiği hakkında bir fikrim yoktu. Açık olayım, Tracy olmasaydı şu an seninle bu röportajı yapabiliyor olmazdım. Şu ana kadar beraber çalıştığım insanlar arasında, kariyerimin gelmiş olduğu noktada en büyük pay sahibi kişi Tracy’dir. Killer Joe ve Bug beni Chicago’nun dışına çıkarttı. O zamana kadar, Chicago’da bedava oyunculuk yapıyor ve geçinmek için mücadele veriyordum. Sonra bir anda Killer Joe'yla karşıma çıktı ve daha ne olduğunu anlayamadan, kendimi Londra’da, West End'deki o harika eski tiyatroda buldum. Adeta, kendimi çimdikliyor ve bunun gerçek olduğuna inanmaya çalışıyordum. Killer Joe için, gerçekten şu ana dek yaptığım oyunlar arasında en büyük favorim diyebilirim. Bunun nedeni sadece Tracy’nin bu oyunu yazmış olması değil. Yarattığı karakterler gerçekten çok güçlü ve onun karakterlerini canlandırmayı inanılmaz derecede tatmin edici buluyorum. Chris Smith karakterini 400 seferden fazla canlandırdım. Yine aynı şekilde Bug oyunundaki Peter Evans karakterini de 200’den fazla kez canlandırdım. Nereden baksanız, bu, tüm hayatım boyunca gerçekleştirdiğim performansların üçte birlik bir bölümünü oluşturuyor. Her iki oyundaki bu karakterler aynı zamanda ilk kez benim tarafımdan canlandırıldı. Tracy gerçekten kariyerimin çok büyük bir parçası ve en kısa süre içerisinde kendisiyle tekrar çalışmayı umuyorum. Bir başka önemli isim, Jeff Nichols. Jeff benim en sevdiğim yönetmen diyebilirim. Sinema dünyasında yer alan birçok usta yönetmenle çalışmamın yanında, bir sürü genç yönetmenle de çalıştım. Mesela bunlardan biri, son dönem içerisinde beraber çalıştığım Jake Paltrow. Gerçekten çok başarılı bir genç yönetmen. Neyse, işin aslı; Jeff ne yapmamı isterse o doğrudur ve ben onu yaparım. Çok özel olduğunu düşünüyorum ve bence sonraki jenerasyonlar için büyük bir isim olacak. Bu döneme bakıldığı zaman
Bitirmeden, gelecekteki projelerin hakkında konuşabilir miyiz? Kısa bir süre önce birkaç filmin çekimlerini bitirdik. John McNaughton yönetmenliğinde Harvest adında bir film yaptık. Hemen hatırlayacağınız filmleri, Henry: Portrait of a Serial Killer, Mad Dog & Glory, ve tabii Wild Things. Chicago’lu olması ve benim de orada yetişmem, aramızda güzel bir kimya sağladı. Ayrıca, filmde Samantha Morton ile beraber oynadık. Gerçekten harika bir oyuncu, çok yetenekli. Filmin türü için psikolojik gerilim diyebilirim, ve sonu da büyük bir sürprizi beraberinde getiriyor. Bunun dışında, Jake Paltrow’un yazıp yönettiği ve çekimleri Afrika’da tamamlanan The Young Ones’ı yaptık. Gerçekten olağan dışı bir senaryoya sahip. Filmin hikayesi, geleceğin ABD'sinde geçiyor. Ben de tarlası tamamen kurumuş ve hayat mücadelesi veren bir çiftçiyi canlandırıyorum. Apokaliptik değil ama fütüristik bir yapıya sahip, dram öğelerini bolca barındıran ve korkunç ayrıntılarla dolu bir hikaye. Tabii film çok başarılı; genç bir oyuncu kadrosu var. Mesela, Elle Fanning ve Kodi Smit-McPhee çocuklarımı canlandırıyorlar. Ana karakter ise şu an çok başarılı performanslar sergileyen Nicholas Hoult. Daha fazla detaya girmeyeyim, gösterime girmesine az kaldı zaten.
XOXO The Mag
INTERVIEW/WINE
SelİM ZAFER ELLİALTI
Suvla
Yeni röportaj serimiz, kendisine has yarı-kapalı kültürü, özel terimleri, her daim değişen tadı, inanılmaz ürün çeşitliliği ve tarihiyle hafif de olsa göz korkutucu olan şarap üzerine. Ama biz burada başka bir açısını -insan açısını- yani, şarabın farklılaşmasına yol açan sektör insanlarını ve tabii ki ona yön veren yatırımcıları ve üreticileri, daha doğrusu sevdalılarını ele alacağız. İlk konuğumuz, aşina olduğumuz bir sima; Selim Zafer Ellialtı. Öyküsünü bilen bilir, bilmeyen ise, geçtiğimiz yıl hayatımıza soktuğu Suvla üzerinden öğrenmeye çok yakın… röportaj cihan şerbetcioğlu fotoğraflar özkan önal
XOXO The Mag
Senelerce araştırılmış. Dalgıçların denizin dibinden şarap şişeleri çıkarıp müzayedelerde sattıkları anlatılıyor; başka bir rivayete göre de, o koyun dibindeki bir mağarada saklamışlar şarapları yıllarca. Bunlar gibi birçok söylence var.
İş adamlarının, kariyerlerinin belli bir noktasında radikal değişiklikler yapıp, hobilerini işe dönüştürmelerine aşinayız. Ancak genelde bu tip denemeler ya hiç hayata geçmiyor, ya da belli bir süre sonra tedavülden kalkıyor. Peki, sizin Microsoft’tan Suvla’ya hikayeniz nasıl evrildi? Microsoft’ta yedi yıl kadar profesyonel olarak görev yaptıktan sonra, 2011’de emekli olup ayrıldım. Bu arada 2003’ten itibaren tarımla ilgilenmeye başlamıştım. Sanal ortamdaki ticaret eğitimimin sonucunda öze dönme içgüdüsüyle de bu işlere kalkıştım. Yola çıkarken, tarih boyunca var olmuş ve olmaya da devam edecek, modası hiç geçmeyecek bir işe yatırım yapmam gerektiğine karar vermiştim. Bir de, şarap diğer benzeri içkilerden çok farklı, bir kere aynısını bir daha yapman mümkün değil. Bana göre bu açıdan çok heyecanlı bir iş ve değişik lezzetler, değişik aromalar, değişik tatlar yaratma imkanına sahipsiniz. Gıdanın ya da bir ihtiyacın ötesinde büyük bir keyif, büyük bir kültür, sohbet konusu yapılabilecek bir ürün diye düşündüm, aslında düşünmekten daha çok, anladım. Hikayem de bu noktadan sonra evrilmeye başladı. Bugün bu kararı verip işe koyulalı 10 sene oldu, ama ticari olarak bakınca 14 sene olması gerekiyor, şarapçılığın genel geçer kuralı bu.
Aslında önceki sorudan evvel sormam gerekirdi; Eceabat’ı tercih etme sebepleriniz neler? Sonuçta, derin bilgiye sahip olmayan tüketiciler için Çanakkale şarapçılığı ağırlıklı olarak Bozcaada ile özdeşleşmiş durumda. Yıllar önce hayalimdeki üzüm bağlarını kuracağımız uygun arazi ararken, yaptığımız araştırmalar sonucunda hem tarihi geçmişi açısından, hem de kaliteli üzüm yetiştirmeye elverişli özel mikrokliması ile bölge olarak Gelibolu Yarımadası bir anda ön plana çıktı. Mitolojide “şarabın doğduğu yer” olarak anılan, Osmanlı İmparatorluğu’nda sarayda sunulan şaraplar için üzümlerin gizlice yetiştirildiği Çanakkale ve Gelibolu Yarımadası’nda, antik kent kazılarından çıkan sikkeler üzerinde bulunan üzüm salkımı, amphora, içki kabı ve Dionysos ve Priapos başlarından, bu kentlerde bağcılık ve şarapçılığın çok eskiye dayandığını görebiliyoruz. İşte tüm bu sebepler bir araya gelince de, hayalimizdeki bağları buraya kurmak benim için kaçınılmaz oldu.
Suvla'nın Anafartalar anlamına geldiğini göz önünde bulundurursak, bu adın biraz da yöreye bir saygı duruşu niteliğinde olduğunu söyleyebilir miyiz? Kesinlikle öyle. Suvla bölgedeki bir koyun adı, ve ben o yöreye kelimenin tam anlamıyla aşık oldum. Bir de, şarabın yöresel olması gerektiğine inanıyorum. Suvla, Türkiye’de insanların pek bilmediği, ama Anzakların, Avustralyalıların, Yeni Zelandalıların, İngilizlerin iyi bildiği, adına ağıtlar yakılan, dernekler kurulan bir yer. Dünyada çok önemli bir şarap yatırımcısının torunu Suvla Koyu'nda şehit olmuş. Bir de, zamanında Suvla Koyu’nda şarap taşıyan büyük bir gemi batmış.
Türk şarapçılığında gittikçe yükselen bir trend olarak yerli üzümlerin kullanılması hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu, global pazarda kendimize yer edinmek için bir fırsata dönüştürülebilir mi? Suvla olarak, bu zamana kadar tüm şaraplarımızı yabancı üzümlerden ürettik. Ama son çıkardığımız yerel üzüm serimizle beraber, yerli üzümlerin de uygun koşullarda yetiştirilip doğru işlendiğinde ne kadar güzel şaraplar yapmaya elverişli olduğunu gördük. Gelibolu Yarımadası’nın köklü yöresel çeşitlerinin asil üzümler olduğuna 139
inanıyoruz. Yeni yerli serisi şaraplarımız Suvla Kınalı Yapıncak 2012, Suvla Karasakız Blush 2012 ve Suvla Karasakız 2012 yüksek nitelikli şarap yapmak için yerel üzümlerin de yabancı asil üzümler kadar, teruar’ın gücünü yansıtabilecek yüksek potansiyele sahip olduğunu ispat ediyor bana göre. Beyaz varyete Kınalı Yapıncak ve kırmızı varyete Karasakız da yetiştikleri Gelibolu Yarımadası’nın tüm iklimsel özelliklerini taşıyorlar ve oldukça güçlü karakterlere sahipler. Hep merak etmişimdir, şarapçılık için devlet desteği ne durumda? Diğer ülkelerdeki gibi önemli teşvikler yok. Bağcılık ülkemizde pek teşvik edilen bir sektör değil. Öte yandan, vergi yükünün çok yüksek olduğu şeklindeki genel kanıya da katılmıyorum açıkçası. Başka ülkelerle kıyasladığınız zaman, Türkiye’de şaraptan alınan vergi çok yüksek değil bence. Şu anda bir litre şaraptan yaklaşık 3 TL vergi alınıyor. Bir şişe şarabın üzerinde ÖTV 2.65 TL. Bir de %18 KDV var. Bu birçok üründe böyle zaten. Dolayısıyla şaraba özel çok yüksek vergiler olduğunu söylemenin, çok adaletli bir yaklaşım olduğunu düşünmüyorum. Bağlarınızın kaç senelik bir geçmişi var? Bağlarınızı oluştururken öncelikleriniz nelerdi, ve hatta, karar alırken kimlerden yardım aldınız? Bağlarımızın 10 yıllık bir geçmişi var. Yola çıkarken aklımdaki ilk fikir, çok iyi şarap yapabilmek için, çok iyi üzüm yetiştirmek gerektiğiydi. Fransız danışmanlarımızla bağ yatırımı için uygun bölge olarak Eceabat’ı seçtikten sonra, sıfırdan arazi alarak, Suvla'ya burada hayat verdik. Bu bölge için en uygun fidanları yetiştirttik, uzmanlara toprak ve bölgenin mikroklima analizlerini yaptırdık. Burada yetişebilecek en iyi tür asmaları sipariş ettik. Bir yıl bekledik, ve asmalar buradaki toprakla uyumlu olabilecek köklerin üzerine
aşılandı. Yine uzmanlar eşliğinde fidanlarımız dikildi. Yaklaşık üç yıl mahsul almadan fidanları yetiştirdik, köklerin kuvvetlenmesini bekledik. Daha sonra kısmi hasat almaya başladık. Çok genç asmadan şarap yapılması önerilmiyor, bağların yedi yaşına gelmiş olması gerekiyor. Biz de asmalar yedi yaşına gelinceye kadar üzümleri sattık. 2010 yılında ise kendimiz işlemeye başladık. Bildiğimiz kadarıyla şarap üretiminin yanı sıra, Kilye ile de organik tarım faaliyetleri gerçekleştiriyorsunuz. Ana işimiz şarap, ama şarap sonuç olarak çok önemli bir kültür ürünü. Bunu bir gurme ‘line’ı olarak destekleyelim ve insanları o unutulan gerçek tatlarla, hiçbir risk almadan tekrardan buluşturalım istedik. Bu kararı oğlumuz Bozok doğacağı zaman verdik aslında. Çocuğumuzu çok iyi yetiştirmek ve sağlıklı beslemek istiyorduk. Tamamen doğal beslensin, işlenmiş gıda veya kimyasal eklenmiş, bir takım koruyucular katılmış ürünler hiç tüketmesin diye hayal ettik. Tüm ürünleri sıfırdan bu felsefeye uygun yetiştirelim diye işe başladık. Kilye ürünlerinin tamamı, doğal yöntemlerle yetiştirilen sebze ve meyvelerin katkısız ve geleneksel yöntemlerle işlenmesiyle elde ediliyor. Ambalajlarda cam malzemeyi tercih ediyoruz. Ürünlerimiz arasında erken/geç hasat sızma zeytinyağı, sofralık zeytin çeşitleri, zeytin ezmesi, domates konservesi, domates salçası, pekmez, tahin, üzüm ve meyvelerden kompostolar, reçeller ve marmelatlar, kabuklu diş badem, ceviz, susam ve doğal zeytinyağlı sabun çeşitleri var. Tekrar şaraba dönersek, üretim sürecinde ne gibi aşamalardan geçiliyor? Şaraphanemiz yer çekimi sistemi ve özel soğuk hava odalarının da bulunduğu, gelişmiş teknoloji ve doğal yöntemlerin kullanıldığı çağdaş bir şarap üretim merkezi. 2009 yılında bölgedeki eski bir Alman tekstil fabrikasını satın aldık ve 1,5 yıllık uğraşın ardından burası
XOXO The Mag
sınıflandırıyoruz. Bunlar da kalite durumuna göre Kabatepe Reserve, Suvla Reserve ya da Suvla Grand Reserve adı altında piyasaya sunuluyor. Kabatepe serisi genç, diri, meyve aromaları önde fıçı görmemiş, şişelendikten sonra 1-2 yıl içinde tüketilmesi önerilen şaraplardan oluşuyor. Suvla serisi genç, diri, meyve aromaları önde, kısmi fıçı görmüş, şişelendikten sonra 1-3 yıl içinde tüketilmesi önerilen şaraplardan; Suvla Reserve, meşe fıçılarda 3-12 ay, şişelendikten sonra 3-6 ay süresince dinlendirilen, 1-5 yıl içinde tüketilmesi önerilen şaraplardan oluşuyor. Suvla Grand Reserve serisini ise meşe fıçılarda 6-18 ay arasında olgunlaşan, 6-24 ay şişede dinlendirilen, şişelemeden sonra 1-10 yıl içinde tüketilebilecek, yıllandırılabilir şaraplar olarak tanımlayabiliriz.
şaraphane ve fabrikaya dönüştürüldü. Kaliteli şarap üretebilmek için her türlü altyapıya sahip şaraphanemizin kurulumunda, son teknoloji ürünü şarap yapım ekipmanlarıyla Türkiye ve dünya çapında danışmanların çözümlerini kullandık. Üzümlerin stabilize olabilmelerini sağlayan soğuk hava depoları, yer çekimi sistemiyle üzüm işleme, resepsiyon sistemi pres ve pompalar bulunuyor. Isı kontrollü çelik fermantasyon ve saklama tankları uzmanlar tarafından projelendirilerek, özel olarak üretildi. Yıllandırma için ise özel meşe fıçılar yaptırarak, ısı ve nem dengesi ayarlanmış mahzene yerleştirdik. Suvla’da mikro bağcılık yöntemiyle çalışıyoruz. Buradaki bütün araziler parsel parsel belirli. Hangi parseli hangi tankta işleyeceğimize karar veriyoruz. Ona göre planlı bir şekilde hasat yapıyoruz. Her alanı ayrı işleyip ayrı tanklarda fermante edip, ön şıralarını alt şıralarını ayırıp şaraba dönüştürüyoruz.
Bu çok jenerik bir soru olacak ama Suvla'yı farklı kılan özellikler neler? Elbette kırmızı, beyaz ve roze özelinde değerlendirmenizi rica ediyorum. Ben bu soruyu daha genel cevaplamak isterim. Elbette tüm kırmızı, beyaz ve roze şaraplarımızın kendilerine has özellikleri ve karakterleri var; ama temelde yola çıkış amacımızla, şaraplarımızı farklı kılan özellikler aynı. Biz yüksek nitelikli ama ulaşılabilir şaraplar yapmak istedik. Bulunduğumuz noktada da bunu başardığımızı düşünüyorum. En büyük farkımız da bu olsa gerek.
Ekibinizden de bahsetmek istiyorum. Şarap yapımcısı olarak kimlerle çalışıyorsunuz? Kendi şarabımızı üretmeye karar verdiğimizde, ilk olarak Fransa’dan özel sertifikalı fidanlar getirdik. Cabernet Sauvignon, Merlot, Shiraz, Cabernet Franc, Grenache Noir, Petit Verdot, Chardonnay, Sauvignon Blanc, Roussanne ve Marsanne cinsi üzüm fidanları, Bulgaristan’dan gelen özel dikim ekipleri tarafından dikildi. En başından beri bizimle olan danışmanlarımızla hala çalışıyoruz.
Sırası gelmişken, kalite-fiyat paritesi hakkındaki stratejiniz ne yönde? Başka bir açıdan bakarsak, fiyatlarınızdaki dengeyi nasıl koruyorsunuz? Biz Suvla ile şato tipi kaliteli üretim prensibiyle öncelikle iç piyasada söz sahibi olmayı hedefliyoruz. Amacımız, biraz önce de bahsettiğim gibi, yüksek standartlarla üretilmiş kaliteli şarabı, ulaşılabilir rakamlarla satışa sunmak. Üretimden satış aşamasına kadar her noktada bunu mümkün kılmak için elimizden geleni yapıyoruz. Ama
Elbette tipine göre değişiyordur ama şaraplarınız kaç yıl bekletilmeli? Beaujolais gibi, hızlı tüketilmesi gereken genç şaraplar üretiyor musunuz? Ürünlerimizi, yıllandırılması gereken şaraplar ve genç tüketilmesi gereken şaraplar olarak ikiye ayırdık. Genç tüketilmesi gereken şarapları Suvla ve Kabatepe markalarıyla şişeleyip piyasaya sunuyoruz. Reserve şaraplarımızı da daha sonra tekrar 141
tabii ki piyasa koşullarına da uyum sağlamak zorundayız. Aradaki dengeyi bir şekilde korumaya çalışıyoruz. Peki şato tipi şarabı nasıl tanımlarsınız? Tüm dünyada şato tipi şarap üretebilmek için ön koşul, bağlarınız ve üretim tesisiniz arasındaki mesafenin 30 km olmasıdır. Suvla olarak bizde bu mesafe, 14 km. Gelinen noktada hedeflerinize ne kadar yakınsınız? Ürün skalanız gittikçe genişliyor. Lansman yapalı henüz 1 yıl bile olmamış bir marka olarak hedeflerimize epey uzak olduğumuzu, ama onlara doğru büyük bir hızla ilerlediğimizi söyleyebilirim. Lansmandan bu yana, üretim kapasitemiz 200 tondan 650 tona çıktı. Önümüzdeki sene 1000 tonu bulması planlanıyor. Şişe bazında üretim 250 bin şişeden 850 bin şişeye çıktı. Önümüzdeki senenin hedefi ise 1 milyon 250 bin şişe. Suvla, lansmanı olan 2012 Nisan’dan sonra ilk yarı yılda 120 bin şişe satış hedefini yakaladı. 2013 yılında ciro hedefi 12 milyon TL. Daimi personelimiz 10 kişiden 57 kişiye yükseldi. Mevsimlik personelle birlikte bu rakam 200 kişi. İlk yılımızda yüksek bir penetrasyon oranına ulaştık. Zincir market ve mağazalar ile otel ve restoranlarla beraber toplam 2000 noktada Suvla Şarapları’na ve Kilye Doğal Gıda Ürünleri’ne ulaşmak mümkün. Suvla’nın kendi ürünlerinin yanı sıra Kilye ürünlerinin ve şarapla alakalı pek çok ürünün satışa sunulduğu Suvla Wine Etc.’nın Eceabat, İstanbul ve Bodrum’da üç şubesi bulunuyor. Ayrıca Nişantaşı, Fenerbahçe, Alaçatı, Bozcaada ve Gökçeada’da da 5 corner bulunuyor. Başarılarınız ödüllerle de güçleniyor olmalı. Son olarak IV. Tuğrul Şavkay Şarap Yarışması’nda Suvla Sur 2012 ile ikinci olup altın madalya aldık. Suvla’nın kırmızı şarapları,
dünyaca ünlü 6 master sommelier’nin katılımıyla gerçekleştirilen 1. Master Sommeliers’ İstanbul etkinliğinde farklı kategorilerde 4 ödüle layık görüldü. Ayrıca, Decanter World Wine Awards yarışmasında beyaz şarap kategorisinde Suvla Roussanne-Marsanne’la dünyaca ünlü yüzlerce aday arasında ilk 3’e girmeyi başardık. Beyaz şarap kategorisinde aldığımız Regional Trophy ödülünün ardından, yarı finalde dünyanın en iyi beyaz şaraplarıyla birincilik için yarıştık. Restoranda şarap seçimi için önerileriniz var mı? Malum, sommelier'ler Türkiye'de pek sık karşılaştığımız kişiler değil. Şarap seçimlerinde bilinen genel kuralların yanı sıra kişisel tercihler de önemli rol oynuyor. Yemeğin aroması, yoğunluğu, pişirme tekniği yanında seçeceğiniz şarabı da etkiliyor. Mesela kırmızı şarap ile balık beraber olmaz diye düşünülürken doğru bir eşleştirme çok güzel sonuçlar ortaya çıkarabiliyor. Dünyanın en iyi şarapları diye bir liste yapmanızı istesek, ilk üç sırada hangi bölgelerin şarapları olur? Yeni Dünya’dan bir bölge seçmek gerekirse Napa birinci sırada yer alıyor. Eski Dünya bölgelerinden ise Rhone, Bordeaux, roze şaraplarıyla ise Provence’ı sayabiliriz. Şarap konusunda ise Opus One ve Tignanello ilk sırada yer alıyor. Türk şaraplarını dünyanın ünlü şarap bölgelerinin şaraplarıyla kıyasladığınızda neler söyleyebilirsiniz? Şarabın doğduğu topraklarda olsak da, ünlü şarap bölgeleriyle kıyaslandığımızda henüz başlangıç aşamasında olduğumuz söylenebilir. Ama biz Suvla olarak güzel ve hızlı bir başlangıç yaptık, ve her geçen gün de hızla gelişmeye devam ediyoruz. Dünyaca ünlü şarap yarışmalarında alınan iyi sonuçlar da bunun bir göstergesi.
XOXO The Mag
WHATEVER
BİR ZOMBİYLE YÜRÜMEK!
Posterlerinin Işığında Zombi Sineması yazı sarp dakni
'Kelebek etkisi'ne inanın! Çünkü, zombilerden bahsedeceğimiz bu yazıya neden Sophia Loren ile başladığımızı başka türlü ifade etmemize imkan yok. Evli bir adamla girdiği ilişki sonucu peş peşe iki kez hamile kalan bir annenin göz alıcı güzellikteki bahtsız kızı Sofia'nın 14 yaşında katıldığı bir güzellik yarışmasıyla başlıyor her şey. Kızımız, daha ilk görüşte ona vurulan Carlo Ponti'nin koruması altında önce gerçek adı olan Sofia Scicolone olarak başladığı kariyerine Sofia Lazzaro adıyla devam etmiş. Neden mi? Tıpkı İsa'nın Lazarus öyküsünde olduğu gibi ölüyü bile diriltecek kadar 'güzel' olduğu için. Onu ölümsüzleştirecek olan Sophia Loren adıyla oynayacağı ilk film 1953 yılında çekilen 'Un giorno in pretura’ olur. Steno ismiyle bilinen yönetmen Stefano Vanzina'nın yönettiği bu yapım, sadece Sophia gibi mecazi anlamda değil, bizzat ölüleri mezarından kaldıracak olan Lucio Fulci için de son derece önemlidir. Hem fikir babası olduğu, hem yazar ekibinde yer aldığı, hem de yönetmen asistanı olarak çalıştığı komedi kokulu bu dram gencecik bir sanat eleştirmenini ölümüne kadar aralıksız hizmet edeceği sinemaya kazandırmış olur. Fulci'nin uluslararası bir yıldıza dönüşmesini sağlayan 1979 yapımı Zombie 2, günümüzde Romero'nun 'yaşayan ölü' serisinden sonra en çok hatırlanan, sevilen ve seyredilen zombi filmi olarak kabul ediliyor. Denizin altında yürüyen bir zombinin, onu midesine indirmek isteyen bir köpekbalığı ile dövüştüğü sahneyle efsaneleşen filmin başrol oyuncusu da bir diğer kült isim Tisa Farrow'dan başkası değil (Doğru! Mia'nın kız
kardeşi). Uluslararası video pazarında Zombie, Zombies, Zombie Island, Zombie Flesh-Eaters hatta Woodoo isimleriyle yayınlanan bu filmin Zombie 2 adıyla bilinmesinin en önemli sebebi ise zerre kadar alakası olmasa da ölülerin babası Romero'nun Dawn of the Dead adlı filminin İtalyan devam filmi olarak kabul edilmesi. Zombie 2'nin akıllarda bu derece yer etmesi, kuşkusuz, posterinde bugüne kadar genellikle grafik düzeyinde kalan ‘gore’ temasının ilk kez fotoğrafik bir uygulama ile yer almasıyla alakalı. Büyük oranda çürümüş yüzündeki gözlerden birinden, tüyleri diken diken eden kurtların fışkırdığı, manasızca gülümseyen bu zombi fotoğrafı, bugün hala kült/'gore' film meraklılarının duvarlarını süslüyor. Yine de konuya başından başlamak, yani 30'lara dönmek en doğrusu. 1932 yılında halk arasında Dracula olarak tanınan Bela Lugosi'nin uğruna Frankenstein rolünü teptiği başrolü ile büyük kitleleri sinema salonlarına sürükleyen White Zombie'nin afişi, nedense filmin kendisi kadar ürkütücü değildi. Sinema izleyicisinin bu dehşete sadece karanlık sinema salonlarında sürüklenmesi gerektiğini düşünen yapımcılar posterleri, filmlerin aksine daha renkli ve çekici hale getirmeye çalışıyor, dönemin illüstratörlerine direktiflerini bu doğrultuda veriyorlardı. 40'larda da durum pek farklı değildi. Zombiler sinema seyircisini hala meraktan kıvrandırıyor ve korkuyla gelen zevkten dört köşe ediyordu. Filmlerin afişleri ise artık daha karanlıktı. Ancak bu afişlerde zombiler değil, filmin güzel hanımları
XOXO The Mag
da bugün koleksiyoncuların çılgınca aradığı parçalara dönüştü. Fulci'nin Zombie 2'si ise tüm bu çılgınlığın 80'lerde yerini dev bir endüstriye bırakacağı yepyeni bir dönemi müjdeliyordu. Bu gösterişli dönem, 90'larda yerini ciddi bir duraklama hatta gerilemeye bıraktı. Maniac Cop filmleri ve küllerinden yeniden doğmaya çalışan Living Dead serisi dışında kayda değer belki de tek ürün, arka planda Sezen Aksu'dan 'Hadi Bakalım'ın bile duyulduğu Michele Soavi'nin yönettiği Rupert Everett'in ise adeta döktürdüğü Cemetery Man ya da daha çok bilinen adıyla Dellamorte Dellamore oldu. Film, gerek içeriği gerekse posteriyle ilham aldığı Dylan Dog'a saygıda kusur etmiyordu. Zombi sineması 2000'li yıllara ise 28 Days Later ve Resident Evil filmleriyle girdi. Bu filmlerin posterleri ilk kez geçmişten değil adeta gelecekten besleniyordu. Romero'nun bir kez daha yönetmen koltuğuna geçerek kendi yarattığı sinemayı bir kez daha yükselttiği Dawn of the Dead ve Land of the Dead gibi filmlerin posterleri de bu bilgisayar oyunu estetiğinin günümüze kadar devam etmesini sağladı.
ve yakışıklı beyleri ön plandaydı. Korku içinde birbirine sarılmış halde karşımıza çıkan bu karakterlerin nedense bir 'film noir' ruhu içinde oluşturdukları manzaranın pek tuhaf olduğunu kabul etmek gerek. Zombi sineması tarihinde bir köşe taşı olarak kabul edilebilecek, Jacques Tourneur imzalı şiirsel I Walked With a Zombie'nin lokal zombisi Darby Jones, yuvalarından fırlamak üzere gibi görünen kocaman gözleri ve simsiyah teniyle posterin başköşesine yerleşince, zombiler daha görünür oldular. Zombileri Fulci'den seneler önce okyanus dibinde yürüten ilk film olan Zombies of Mora Tau, beyazperdeyi kan yerine suya bulamayı hedeflerken, posteri ile öncülü olan filmlere saygı duruşunda bulunuyordu. 60'larda zombi filmleri afişleri de tıpkı diğer türler gibi 'ucuz roman' estetiğine yöneldiler. Posterleri çizen sanatçılar filmlerin dehşetini ellerinden geldiği kadar yansıtmaya çalışsalar da, vermek istedikleri etki sloganların, oyuncu isimlerinin ve diğer ayrıntıların arasında kaybolup gidiyordu. Hammer'ın 1962 tarihli Doctor Blood’s Coffin adlı filminin afişi tüm çekiciliğine rağmen bahsettiğimiz karmaşayı en doğru şekilde yansıtan örneklerden biri muhtemelen. 70'ler sinemada hemen hemen tüm türlerin erotizm ve hatta neredeyse porno sınavından geçtiği bir dönem oldu. Zombiler de bundan paylarını aldılar. Birbirinden güzel, seksi ve elbette çırılçıplak genç hanımların ön plana taşındığı, hatta Porno Holocaust'a varan son derece tuhaf adlarıyla bu film afişleri, döneminde burun kıvrılsa
Zombi sineması ve poster sanatını bütünüyle bu yazının içine sığdırmak elbette kolay değil. Tarihi boyunca hep göz ardı edilen bir türe, daha da göz ardı edilen posterleri ışığında minicik bir giriş bu... Eğer bizim baktığımız gözle bakabilirseniz, tüm bu posterlerin en az Sophia Loren kadar güzel olduklarını görebilirsiniz. Neredeyse hepsi bir ölüyü diriltecek kadar çekici. 145
BRAND
Çok ŞEHİRLİ BİR HİKAYE
İlk Durak New York yazı metin gürsoy fotoğraflar erkan demiroğlu
Farklılaşma eylemi ile oluşturduğumuz kimlikler bir markayla özdeşleştirilmeye can atarken, tasarımcının kişiliği markanın ne kadar içine işleyebilir? Tom Ford’un çocukken şişman Teksaslı kadınlardan ürkmesi, hep hayal ettiği -neredeyse anoreksik- zarif kadın imajını Gucci’de had safhada yaşatması bir rastlantı mıdır? Ya da şöyle sorayım: Donna Karan’dan Zadig & Voltaire’e, Hermès’ten Chanel’e kadar tüm markalar zaten birer kişilik değiller midir? Ağaç dediğimde hepinizde canlanan farklı türler gibi, Hermès dediğimde farklı kadın profilleri vuku bulmaz aklınızda. Aristokrat ruhunun onu merakla sürüklediği sokak aralarında, gizli arkadaşlarıyla buluşmaya giderken bile sade şıklığını elden bırakmayan Carolyn Bessette-vari bir kadındır hayallerinizde canlanan. Zadig derseniz, detay düşkünü, beyaz giyer kış günü bir kişilik. Ve sonuç olarak, imge, simge ve işaret ettikleri karakterleriyle kabullendikten sonra markaları, gözlerim en yakın arkadaşlarını aramaya koyuldu. Çok uzağa gitmeye hacet yok, onun tüm sırlarını bilen, onu her tür huyuyla kabul eden baş tasarımcılarından başkası olamaz sıfatın sahibi.
Moda başkenti ünvanını tekelinde tutamayan New York, Milano ve Paris’in ardından pastadan hayli büyük bir dilim de kendine ayıran Moskova’dan yayılmaya başlayan Gizia ve baş tasarımcısı Erkan Demiroğlu’nun ilişkisi bu anlattıklarımdan pek de farklı değil. Akdeniz kıyılarında parlayan güneş henüz buzlar ülkesine vurmamış olsa da İtalya’nın ‘Glam Chic’ estetiği Gizia ile günden güne daha da parlıyor. Gözlüklerinizi takabilirsiniz. İstanbul’da da parlayan sadece güneş olmayacak bu bahar. Her şeyin moda olup aslında hiçbir şeyin moda olmaması gerçeğini de bavuluna atıp ülkesindeki kadınla buluşmak için yola çıkıyor Demiroğlu. Tüm bunlar üç sezon önce gerçekleşmekteyken, Türkiye’de kendine ait marka zincirini her geçen gün genişleten baş tasarımcı ilham avını da derinleştiriyor. Seyahatlerini sadece çizimlerine saklamıyor Demiroğlu. Yakın zamanda Gizia kadını ‘Globe Style Trotter’ kavramına hizmet eden, birbirini takip eden çekimlerle seyahatlerini paylaşacak. "Çok okuyan mı, çok gezen mi bilir?" sorusunun cevabını aramaya devam ederken, o kendi mantrasını
XOXO The Mag
her yanı estetik görünümlü demir yığınlarıyla dolu bir New York köşesi bulunmalı, dekor fotoğrafçıya sevdirilmeli. Teknik olarak ekipman şehrin akışına engel olmamalı, meraklı New Yorklular çekimin gidişatına sekte vurmamalı. Tüm bu lojistik karmaşa yoluna sokulurken, Harol Baez markanın ruhuna hizmet eden karelere imza atmalıydı. Sadece Anka Kuşu’na mahsus olmayan küllerinden doğma olgusu bir ruh haline dönüşmüşken, mevzubahis markamız da New York’ta aynı ruhsal hezeyanları yaşıyordu. Gizia kadını şehrin dokusunda kamufle oldu ve her şey son bulduğunda ortaya çıkan şehrin enerjisine ve yeniden yapılanma arzusuna hizmet eden bir ispat karesi olmuştu. Nokta.
New York, Rio ve Paris’ten transport edecek. İlk durak uyumayan şehir. Büyük Elma’dan hayli büyük bir ısırık almaya gelen fotoğrafçılardan Harol Baez’in Erkan Demiroğlu ile profesyonel dostluğu Gizia’nin New York çekimi karelerine göz kırparken "anı yaşa" mottosu hiç bu kadar yerini bulmamıştı. Ani bir kararla patlayan flaşların ardından, aylar süren bir prodüksiyonun sonucu gibi duran kareler denklemin doğal çözümünden başka bir şey değildi. İki yüzlü bir şehirdi New York, bir köşesinde ciddi ve hırslı karakteri, diğer köşesinde de neşeli, eğlenceli ve hoppa halleri. Harol Baez, Gizia kadınının New York’a getireceği neşeyi ve enerjiyi objektifinde toplama telaşında. Işık oyunları sihrini konuşturmaktayken dört mevsimi hakkıyla yaşatan şehirde, şansınız varsa metal gökdelenlerin ardından yüzünü gösteren mavi gökyüzüne denk gelirsiniz. Baez şansını da yanına almıştı o gün, çekim de böyle mavi bir New York kubbesi altında gerçekleşecekti. Eh haliyle, tüm bunlar olurken de önce
Şehrin enerjisi sizi kendine çekerken, yaratıcılığı tetikleyen momentumun ivmesiyle potansiyel enerjinin kinetiğe dönüşmesi sürecinde New York’un ayrı bir yeri olduğunu söyleyen Erkan Demiroğlu ve en yakın arkadaşı gösterişi seven seyahatlerine devam ediyor. Takipte kalın. 147
INTERVIEW/LITERATURE
Craig Thompson
Wisconsin Tarlalarından Orta Doğu Çöllerine Craig Thompson’ın 2003’te yayımlanan otobiyografik çizgi romanı Blankets, kendine has çizimleri ve samimi anlatımıyla elde ettiği başarıyı fazlasıyla hak ediyordu. Tam yedi yıl sonra, Orta Doğu’da, hayali bir şehirde geçen ve iki köle çocuğun hikayesini anlatan Habibi ile yeniden ortaya çıktı. Bambaşka bir üslup ve kaligrafik çizimlerle, Thompson’ın konfor bölgesinin dışına çıkmaktan çekinmediğinin cüsseli bir kanıtıydı Habibi. Biz de, 2000’lerin en yetenekli çizgi romancılarından olduğunu rahatlıkla iddia edebileceğimiz Craig Thompson ile çocukluk yılları, çizgi romanlar ve kitapları üzerine sohbet etmeyi kendimize görev bildik. röportaj aslı arduman fotoğraf alicia rose
XOXO The Mag
var ki, bir insanın, adil olmayan bir hayata karşı teselliyi dinde bulmasını anlıyorum. Aslına bakarsanız, şu anda ailemle, Blankets yayımlanmadan öncesine göre çok daha yakın olduğumu mutlulukla söyleyebilirim. Zira, anlamlı bir ilişki kurabilmemiz için, onlara karşı gerçekte kim olduğum konusunda dürüst olmam gerekiyordu ve çizgi roman da bunu ifade edebilmem için en iyi araçtı.
Köktendinci Hristiyan bir aileden geliyorsun; haliyle, içinde büyüdüğün ev ortamında sanata çok fazla yer olmadığını tahmin ediyorum. Bu durumda sanatla ilişkin ilk olarak nasıl başladı? Görsel sanatla tanışmam çizgi romanlar sayesinde oldu; o sırada sanata dair tek ulaşabildiğim şey çizgi romanlardı. Dediğin gibi, ailem çok dindar olduğu için, evde her türlü yayın aracı, müzik dinlemek ve film seyretmek yasaktı. Yalnızca çizgi romanlar -çocuklar için olduğunu düşündüklerinden- anne ve babamın radarına takılmamıştı. Ailemin siyah-beyaz bir televizyon seti almasından bile evvel, renkli bant karikatürlerin yer aldığı Pazar gazetesine aboneydik. Gazeteden Peanuts ve Bloom County serilerini kesip, odamın duvarlarını onlarla kaplardım. Yani çizgi romanlar, erkek kardeşim ve bende en çok iz bırakan sanat dalı oldu.
Son kitabın Habibi’de esin kaynağın ne oldu? ABD’de İslam’a karşı genel bir ön yargı oluşu, Arap kültürü ve Orta Doğu temalı bir kitap ortaya çıkarmanda rol oynadı mı mesela? Evet, ABD’de İslam’a karşı 9/11 sonrası oluşan İslamofobi ile birlikte genel bir ön yargı oluşunun büyük bir rolü oldu kesinlikle. Şunu da söylemeliyim ki, kitaba ilk başladığımda hiç Müslüman arkadaşım yoktu; Habibi beni, sosyal çevremi genişletmeye ve Müslüman arkadaşlar edinmeye teşvik etti. Kitabın büyük bir kısmı da, bu yeni arkadaşlarımla yaptığım sohbetler ve onların inanışıyla benim Hristiyan yetiştirilme tarzım arasındaki benzerliklerden doğdu. Hatta benzerlikler, farklılıklardan çok daha fazla öne çıktı diyebilirim. Görsel olarak da, Habibi’yi tetikleyen benim hat sanatına olan ilgimdi; kelimelerin ve görselliğin mükemmel bir birleşimi olduğu için hat sanatını bir nevi çizgi roman gibi görüyorum. Hat sanatı aynı zamanda “gözler için müzik” olarak da tarif edilir. Bu konsept, yani çizginin hareket, ritim, müzikalite ve akışkanlığa sahip olması, bir çizgi romancı olarak özendiğim ve gıpta ettiğim bir şeydi.
Peki çizgi romanın gerçek tutkun olduğunu anlaman ne zaman oldu? Çok erken yaşta. Okumayı çizgi romanlar sayesinde öğrendim. Ortaokula başladığımda, çizgi romanlarla yaşadığım aşk artık iyice tepe noktaya ulaşmıştı. Öyle ki, yaz tatilinde çalıştığım işlerde kazandığım tüm parayı çizgi romanlara harcıyordum. En büyük gelirin ginseng tarımından geldiği bir çiftlik komünitesinde büyüdüm ve 10-11 yaşlarındayken yazın haftada 40 saat çiftlikte çalışıyordum. Çiftçiler, bana ve kardeşime saatine bir dolar ödüyordu; bu da bizim için her saat bir çizgi roman anlamına geliyordu. Böylece, odalarımızı akla gelebilecek her tür çizgi romanla doldurduk. Liseye başladığımda ise -Calvin & Hobbes haricinde- artık çizgi romanlarla ilgilenmiyordum ve zamanımın çoğunu kaykaya ayırıyordum. Bir ara grafik tasarım üzerine kariyer yapmayı düşündüm, sonra film ve daha sonra da animasyona kafayı taktım. Lise yıllarının sonuna geldiğimdeyse, ne yapacağı konusunda hiçbir fikri olmayan, tipik bir X Jenerasyonu mensubuydum. İşte tam o sırada, çizgi romanları yeniden keşfettim ve onları bir nevi DIY punk etiği ile harmanlanmış şekilleriyle algıladım. Fark ettim ki çizgi romanlar, üniversiteye gitmeyi gerektirmeyen, stüdyoya ya da herhangi bir teknolojiye ihtiyaç duymadan, sadece kalem ve kağıtla yapabileceğim animasyonlar gibiydi.
Nasıl bir araştırma sürecinden geçtin? Hayatımda ilk defa Kuran’ı -İngilizce çevirisini- okumaya başladım ve şiirselliği bana inanılmaz zevk verdi. Bunun yanı sıra, Badr Shakir al-Sayyab ve Nizar Kabbani gibi çok önemli şairlerin eserlerini okudum. Görsel olarak, kitaplardaki geometrik tasarımı, mimariyi, desenleri ve süslemeleri, yani kısacası İslam’da suret çizmenin yasak olmasından dolayı inanılmaz bir şekilde gelişmiş olan sanat türlerini incelemeye aldım. Maalesef araştırma için hiç seyahate çıkmadım, ama zaten çok gerekli de değildi, çünkü sonuçta kitaptaki hikaye belli bir yere ve döneme ait değil; tamamen kurgusal ve pek çok farklı kaynağın karışımı. Bir noktada, araştırma yapmak bir çeşit oyalanmaya dönüştü ve kafamda yarattığım dünyaya da güvenmem gerekiyordu.
Bir müddet sonra dine olan inancını kaybettin; hatta bunu otobiyografik kitabın Blankets’ta da dile getirmiştin. Ailen Blankets’a nasıl tepki verdi? Ailemin tepkisi korkunçtu. Kitabın yayımlanmasından sonra neredeyse beş seneye yakın bir süre, ailemle aram epeyce tuhaftı. Babam olaya kişisel açıdan yaklaştı; bana, çocukluğumun niye bu kadar travmatik geçtiğini düşündüğümü ve kendimi niye bu kadar “özel” biri olarak gördüğümü sordu. Ben de özel olduğumu düşünmediğimi ve çocukluğumun da başkalarının çocukluğundan daha zor olmadığını söyledim. Zaten kitabın amacı da, hikayemi anlatırken kendimi soyutlamaktan ziyade, başkalarını da kendi hikayelerini hatırlamaya ve onları paylaşmaya davet etmekti. Sonuçta çocuklukta herkes birtakım mücadelelerden ve ailelerindeki tuhaflıklardan muzdarip olmuştur. Anneme gelecek olursak, onun Blankets’a tepkisi daha ruhani bir boyuttaydı; şeytanın hayatımı ele geçirdiğini ve cehenneme gideceğimi söyledi. Ben de ona cehenneme inanmadığımı söyledim, bunun üzerine güldü ve “O halde cennete de inanmıyorsun” dedi. Ona inanmadığımı söylediğimde de neredeyse ağlayacak gibi oldu, “Eğer cennete inanmıyorsan, o zaman varoluş sebebin nedir?” diye sordu. O vakit, annemin üzüntüsünü ve hayata karşı boyun eğmişliğini gördüm; ona, hayatın anlamının, günlük yaşamın içinde yakaladığın umut ve güzellikler olduğunu söyledim. Beni anlamadı. Şu da
Kitaptaki kaligrafik çizimlerin üstesinden gelebilmek için hat sanatı üzerine etraflıca bir çalışma yapman gerekti mi? Kaligrafik çizimler tamamıyla kopyalamanın eseri. Arap alfabesindeki 28 temel harfi öğrendim. Dolayısıyla, bir metindeki kelimeleri tanıyabiliyordum, fakat Arapça okumayı ve yazmayı bilmiyordum. Bu durumda, tercüme konusunda Arapçayı iyi bilen arkadaşlarımdan yardım aldım. Bazen İngilizce metinler yazıp, arkadaşlarımdan bunları Arapçaya tercüme etmelerini istiyordum, daha sonra, fırça ve mürekkeple kopyalamadan evvel Mac’teki TextEdit ile bu metinler üzerinde oynamalar yapıyordum. Bazen de önceden var olan kaligrafi eserlerini kullanıyordum –bunu da görsellerin anlamına değer katacağını düşündüğümde yapıyordum. Kaligrafi konusunda yaptığım seçimler asla keyfi veya süsleme amaçlı değildi. Hikayenin lineer olmayan bir yapısı var; bunun için nereden esinlendin? Binbir Gece Masalları’ndan esinlendim; hikayenin içinde hikaye... Başlangıç noktasının neresi olduğunu asla anlayamıyorsun. Ayrıca, gerçek hayatta da, ruhen ve fiziksel olarak aynı anda birkaç farklı 149
boyutta var olabiliyoruz. Bunun yanı sıra geçmişe ait bir bilinci de beraberimizde taşıyoruz. Dolayısıyla gerçek hayattan da esinlendim. Habibi’de birtakım önemli sosyal sorunlara da değiniyorsun. Bunlardan birini tüm dünyaya haykıracak olsan, bu hangisi olurdu? Habibi’de geçen sorunlar arasında en önemlisi su kriziydi; dünyada içme suyunun azalması. Kitap, su kıtlığı, çevre kirliliği, su üzerindeki haklar, kuraklık gibi konulara değiniyor. Fakat suyun aynı zamanda mecazi bir anlamı da var: Cinsel travma sonrası iyileşmeye başlamak. Tüm insani enerjiler su gibidir; ruhaniyet, yaratıcılık, duygular ve cinsellik. Bu enerjiler bloke edildiğinde ya da kuruduğunda, tekrar akabilmeleri için mücadele etmemiz gerekir. Soruya geri dönecek olursak; kitapta bahsi geçen sorunlardan birini haykıracak olsam, bu, ekonomik dağılım ve dünyadaki eşitsizlik olurdu. Dünyanın herhangi bir yerindeki servet birikimi, bir başka yerdeki yoksulların sömürülmesinden besleniyor. Savaşları ve köleliğin modern formlarını beslemesi, insani ve doğal kaynakları sömürmesi ve sadece kurumlara ve tüketime fayda sağlaması bakımından düşünüldüğünde, küresel ticarete karşı olduğumu söyleyebilirim. Hikayenin baş kahramanları, Dodola ve Zam’ın esin kaynağı nedir? Neden bir fahişe ve bir harem ağası? Dodola ve Zam, beyin fırtınası yaptığım çizim defterinin sayfalarında bir anda beliriverdiler. Ve onlar hakkında ilk öğrendiğim şey, kaçak çocuk köleler olduklarıydı. Bu bilinçli bir karar değildi; yaratım sürecinin bir parçası olarak rüya esnasında gelen bir fikirdi. Bu iki
karakterin hikayedeki rolleri önceden düşünülmüş gibi gelebilir, ama açıkçası nasıl bu hale geldiklerini veya yaşadıkları dünyanın neye benzediğini bilmiyordum. Köleliği araştırırken, Arap köle ticaretinin tarihi bende epey merak uyandırdı. Kafamda, çöllerin, karavanların ve haremlerin olduğu bir Binbir Gece manzarası canlandı ve bu ortam Dodola ve Zam için mükemmeldi; aynı zamanda hem fantastik ve peri masalı havasındaydı, hem de çağdaş bir tarafı vardı. Bana kalırsa fahişe ve harem ağası arketipleri, pek çoğumuzun, cinselliğin farklı evrelerinde bağ kurabileceği roller. Bazen cinsellikten tamamen uzaklaşabiliyor, bazen de hafifmeşrepleşebiliyoruz. İhtiyacımız olansa cinsellikten gelen denge ve şifa. Son yıllarda çizgi romanlara ve çizgi romanların film uyarlamalarına ilgi epeyce arttı. Film uyarlamalarını nasıl buluyorsun? Çizgi roman uyarlamaları ya da çizgi romanlardan esinlenerek yapılmış filmlerin beni heyecanlandırdığını söyleyemeyeceğim, ama ‘nerd’ kültürünün ana akıma girmesi de hoşuma gitmiyor değil. Bugünlerde herkes çizgi romanın neye benzediğini biliyor; üniversitelerin müfredatında bile rastlamak mümkün. Favori sanatçıların/çizgi romancıların kimler? Sevdiğin kitaplar neler? Kuzey Amerika’da en sevdiğim çizgi romancı Joe Sacco; kendisi aynı zamanda arkadaşım ve o da benim gibi Portland, Oregon’da yaşıyor. Blankets’ı yazmam konusunda beni tetikleyense, Fransız çizgi romancılardan Blutch, Edmond Baudoin ve David B.’ye olan sevgimdi. Son zamanlarda ise, Tezuka, Miyazaki ve Shigeru Mizuki
XOXO The Mag
Peki müzik konusuna gelmişken, şu ara neler dinliyorsun? Cat Power’ın son albümü Sun’ı sürekli olarak dinliyorum. Biraz da Sly & the Family Stone ve Funkadelic gibi eski Motown grupları dinliyorum. Annem Detroit’li, dolayısıyla 60 ve 70’li yılların Motown ve funk müziği çok nostaljik geliyor.
gibi Japon manga ustalarının etkisi altına girdim. Yakın zamanda beni en çok heyecanlandıran kitaplardan biri Mizuki’nin NonNonBa adlı eseri –sonunda İngilizceye çevrildi. Bir de Baudoin’ın henüz İngilizceye çevrilmemiş olan biyografik Dali kitabı. 2007’de Menomena’nın Friend and Foe albümünün kapak illüstrasyonunu yapmıştın. Hatta grubun canlı performansı esnasında sen de sahnede dev illüstrasyonlar yapıyordun. Biraz bu tecrübenden bahsedebilir misin? Grup elemanları aynı zamanda en yakın arkadaşlarım oldukları için harika bir tecrübeydi. Ve insanların, internetten indirmek yerine, halen fiziksel olarak CD satın aldıkları ve albüm kapağı ile etkileşime geçebildikleri dönemin sonlarıydı. Sonunda da albümün kapağı Grammy’ye aday oldu ve ben de grupla birlikte Los Angeles’a gidip, müzik endüstrisinin tuhaf ve magazinel yüzünü görmüş oldum. 2007 Eylül’ünde Menomena ile birlikte Avrupa turnesine çıktım ve onlar çalarken ben de sahnede devasa illüstrasyonlar yaptım. Canlı performans, eğlenceli olmasının yanı sıra, aynı zamanda çok daha saf, çünkü tıpkı gerçek hayat gibi geçici. Aynı şekilde, seyircinin tepkisi de anlık. Öte yandan, çizgi roman yapmak da bunun tam tersi; yavaş, zahmetli ve izole olmanı gerektiren bir iş. Arkadaşlarımla birlikte böyle bir turne ve canlı performans tecrübesi yaşamak çok güzeldi, ama bir yandan da tek başına çalışmanın değerini anladım. Müzik grupları tıpkı politik birimler gibi, bir ailede rastlanabilecek türden sorunlar söz konusu. Üç hafta süren turneden sonra, esas yeteneğimi ve evde oturup çizgi roman yapma sorumluluğumu ihmal ettiğimi hissetmeye başladım.
Şu anda ne üzerine çalışıyorsun? Her yaşa hitap edecek bir uzay gemisi macerası üzerine çalışmaya başladım. Habibi gibi ciddi ve uzun bir projeden sonra, eğlenceli bir şeyler yapma ihtiyacı hissettim. En önemlisi de çocuklara uygun bir çizgi roman yapmak istedim. Şu da var ki, benim jenerasyonumdan olan çizgi romancılar, çizgi romanın yalnızca çocuklar için olmadığını ispatlamak için o kadar çaba harcadılar ki, sonunda ortada çocuklara uygun denebilecek çizgi roman neredeyse kalmadı. Bu yüzden ben de, çizgi romanlara ilk aşık olduğum çocukluk yıllarına olan borcumu ödemeye karar verdim. Bu kitabı çocuklar için yazıyorum ve ilham kaynağım da Star Wars, Goonies ve Ghostbusters gibi gençlik yıllarımdan kalma ‘nerdy’ takıntılarım. Yeni kitabım, aynı zamanda, sınıf ayrılığı ve enerji krizine de değiniyor, dolayısıyla her zamanki sadık okurlarıma hitap eden bir tarafı da var. Son olarak, hiç İstanbul’da bulundun mu ya da gelmeyi düşünüyor musun? Hiç bulunmadım ama tabii ki gelmeyi çok isterim. Habibi üzerine çalışırken İstanbul’u ziyaret etmeyi düşünmüştüm, zira kaynak olarak aldığım bir yer -özellikle de Sultanahmet Camisi. Umuyorum bir gün geleceğim... 151
INTERVIEW/musıc
HANDS Partİye HAZIR DİNGİNLİK
Yaşadığımız müzikal çöplüğün içinden didikleyerek ayıkladığımız değerli parçalardan biri de geçtiğimiz günlerde ilk albümünü yayınlayan Hands. İcra ettikleri müziğin türünü her ne kadar dance rock olarak tanımlasalar da siz buna aldanmayın. Ayaklarınız ritim tutarken kalbiniz nasıl yas tutar? Cevabı grup ile yaptığımız röportajda. röportaj gazali görüryılmaz fotoğraflar david morrison
XOXO The Mag
Bu, müzik piyasası için de geçerli; bugünlerde grup performanslarındansa solo projelere daha çok rastlıyoruz. Siz neden birlikte müzik yapmayı seçtiniz, ya da sizi birlikte tutan kimyayı nasıl açıklarsınız? Eğer etrafınızda fikrine ve yaratıcılığına güvendiğiniz, yanlarında kendinizi rahat hissettiğiniz insanlar varsa; kendinizi dışa vurmanız çok daha kolay oluyor. Böyle bir durumda zaten bütün vaktinizi birlikte geçirmeye başlıyorsunuz ve grup kurmak da kaçınılmaz oluyor. Birlikte geçirdiğimiz eğlenceli dakikalarla yaratıcı sürecimizin hiçbir farkı yok zaten, dolayısıyla her ikisi de birbirine kenetli. Bu da bir grubu grup yapan şeydir bizce.
Hands ismini henüz duymamış olanlar için, bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Örneğin, sizi en çok korkutan veya mutlu eden şeyler neler? Hepimiz de yaşamayı çok seviyor ve ölümden korkmuyoruz. Ama korktuğumuz bir şey varsa o da kesinlikle Oprah Winfrey ve bir de yataklarımızda sinsice dolaşan böcekler. Gergin insanlar değiliz, ama bana göre müzisyen olmak için hayata ve dünyaya dair dertleriniz olmalı. Haliyle, bunların yarattığı gerginliği atmak için de müziğe başvuruyoruz. Karanlık insanlar mısınız? Işıltının cinsine göre değişir aslında. Havada dolaşan ışıltılar hoşumuza gitmeyen türdense, üzerimize düşen o yaldızları alır ve dışarı karanlık olarak yansıtırız. Bir nevi şaşırtan aynalar gibiyiz yani.
Yeni gelişen müzik teknolojilerden sizi en çok heyecanlandıranlar hangileri? Müziğin bütün kurallarını yıkabileceğimiz ve yapmak istediğimiz şeylere dair bütün kontrolün elimizde olduğu bu çağda müzik yapıyor olmak tabii ki de çok heyecan verici. Teker teker teknolojik gelişmeler değil belki ama, bizi esas heyecanlandıran bu genel durum.
Sizce ilk albümünüz Synesthesia’da dinleyiciyi büyüleyen şey nedir? Müziğimizde farklı tarzları bir arada tutmaya çalışıyoruz, böylece herkes sevdiği bir şeyler yakalayabiliyor şarkılarda ve dinler dinlemez bizi silip atma yoluna gitmiyorlar. Spesifik bir türe ait olmadığımız için, nabza göre şerbet veriyoruz aslında.
Sizi sınırlayan koşullar için nasıl çözümler üretirsiniz? Bu cevabı bizim yerimize Dalai Lama verse olur mu? ‘’Kuralları iyi öğrenin ki, onları nasıl yıkabileceğinizi bilin.’’
Müziğinizin ruhunu nasıl vurguluyor ya da altını nasıl çiziyorsunuz? Aslında daha çok kendiliğinden altı çizili ve vurgulu besteler yapmaya çalışıyoruz. Böylesi daha doğal oluyor, öbür türlü yapmaya kalkarsak, bu, prodüksiyon hilesinden başka bir şey olmaz.
Kendinizi sürekli olarak yeni fikirler kovalıyorken buluyor musunuz? Tabii ki, yoksa yaptığımız şey sıkıcı bir işe dönüşürdü. Mesaili işlerde çalışmayıp müzik yapıyor oluşumuzun sebeplerinden biri de bu. Yaratıcılığınızı ortaya çıkarmak için motivasyonlarınız neler? Çok enteresan motivasyonlar yaratmamıza gerek kalmıyor, çünkü zaten herkesin birbirini yeni bir şeyler yaratması için desteklediği ve cesaretlendirdiği bir yerde yaşıyor olmak yeterince büyük bir motivasyon. Ve tabii ki şans faktörünü de unutmamak lazım.
Okuduğumuz birçok yazıda yaptığınız müziğin dance-partyready olarak tanımlandığını gördük. Oysa ki tam aksine, Hands’i dinlediğimizde çok daha dingin tınılar yakaladık. Peki siz sound’unuzu nasıl tanımlıyorsunuz? İkisi arasındaki boşluğun yerine bir köprü inşa etmeye çalışıyoruz aslında. Aynı zamanda hem dans edilebilir ve eğlenceli, hem de duygusal olarak yoğun besteler yapmayı amaçlıyoruz. Yorumunuza bakılırsa, bunu da yavaş yavaş başarıyoruz demektir.
Prodüksiyon dünyasındaki kahramanlarınız kimler? Nigel Godrich, James Murphy ve Trent Reznor. Bu adamlar kesinlikle gelmiş geçmiş en iyi prodüktörler. Üstelik işin sadece prodüksiyon tarafında değil, performans kısmında da bulunuyorlar.
Tanıştığınız günü hatırlıyor musunuz? Günün birinde böylesine güzel sesler yaratabileceğinizi tahmin etmiş miydiniz? Klişe bir tabir olacak ama, tanıştığımız günü gerçekten dün gibi hatırlıyoruz. Hatırlamamızın sebebi ise zaten tanıştığımız an aramızdaki kimyanın farkına varmamız ve o anın bizim için çok özel olması. Günümüzde birçok grubun teker teker dağılmasının sebebi de bu bizce, kimya eksikliği. Grup kurmanın ilk görüşte aşktan farkı yok bize göre.
Bugüne kadar sizi en çok etkileyen müzisyen ya da grup hangisi? Mozart ve Chopin’den çok etkilendik. Müzikal olarak pek bir alakamız olmasa da, en büyük ilhamı onlardan aldık diyebiliriz. Pop star olmayı ister miydiniz? Hiç sanmıyoruz. Bizim için, mümkün olduğunca çok insanın yaptığımız müziği dinleyebilmesi ve her gün daha çok takipçiye ulaşmak yeterince tatmin edici olacaktır.
Son zamanlarda dünya gittikçe bireyselleşmeye başladı. 153
FILE
THE PHARMACY DIARIES Eczane: İlaçların yapıldığı ve satıldığı yer. Sevgili Türk Dil Kurumu, bu tanımı yeniden değerlendirmenizi tavsiye ederiz. Dermokozmetik markaların güzellik yarışında bir adım öne geçtiği şu günlerde, eczane poşetleri pomat, krem, tonik ve serumlarla dolu. Biz de bu sağlıklı akıma kayıtsız kalamıyor ve İstanbul'dan başlayıp Fransa'ya uzanan cilt bakımı yolculuğumuzda hoş kokulu bir-iki sürprize de rastlıyoruz.
AVENE COLD CREAM BODY LOTION 2012 yılını çeşitli güzellik ödülleriyle kapatan bu vücut losyonu, termal su felsefesini benimsemiş markanın ince yapılı ama oldukça etkili bir mucizesi. Diğer tüm Avene'ler gibi Cold Cream Body Lotion da kokusuz ve anti-alerjik. Aspir, hindistan cevizi ve susam yağının yanı sıra sitrik asit ve Avene Aqua ile vücudu nemlendiriyor, cildi yumuşatıyor. Çok kuru ve hassas ciltler için tavsiye edilen bu losyon, aylarca kullanılabilecek ekonomik bir ambalaja da sahip.
CAUDALIE BEAUTY ELIXIR The Coveteur ve Into The Gloss'ta tüm banyo raflarında kendine haklı bir yer edinen Beauty Elixir, listemizin soylu üyelerinden. Portakal çiçeği, nane, biberiye ve gül gibi temel cilt bakımı gereklerini şık bir şişeye hapseden bu serum-tonik kırması, Macaristan Prensesi Isabelle'in gençlik iksirinden esinlenerek yaratılmış. Kan dolaşımını hızlandırıyor, gözenekleri daraltıyor. Parlak ve buğulu cilde giden yolda ferah bir cin tonik görevi gören Beauty Elixir'i yaz aylarında buzdolabında bekletmenizi tavsiye ediyoruz.
BIAFINE ACT Bir güzellik kraliçesinin güzellik reçetesiyle karşı karşıyayız. Önümüzü ilikliyoruz, saygıyla eğiliyoruz. Miss Universe listesinin güzel üyesi Sylvie Tellier tarafından yüz maskesi olarak kullanılan Biafine Act, aslında yanıkları tedavi eden, cildi yenileyen, kızarık ve tahrişlere 'sakin olalım' mesajı veren ve çatlakları engelleyen bir emülsiyon. Minik bir tavsiye: Amazon'dan kitap ve CD siparişi verirken bu mucizeyi de listenize ekleyin, güzellik ritüelinizi baştan yazın.
DARPHIN ANTI-FATIGUE SMOOTHING EYE GEL Bir sonraki günü düşünen karlı çıkar. Parti kızları üzerinde özenle test edilen bu jel, içeriğindeki fındık ve kafein sayesinde göz altındaki yorgun deriyi tahriş etmeden canlandırıyor. Anti-aging konusunda da hiç fena değil. Gülümseyince göz altında illa da halkalar belirecekse hiç değilse nemli ve sıkı bir şekilde belirsinler!
LA ROCHE POSAY CICAPLAST BAUME B5 Tüm ailenin tek bir balsamla yetindiği birlik, beraberlik ve saadet dolu günler… SPF faktörü konusundaki iddiasını Anthelios serisi ile kanıtlayan La Roche Posay'nin vücut, yüz ve dudaktaki hassas deriyi iyileştiren, %5 Pantenol içerikli Cicaplast Baume'u da problemli ciltler için hazine niteliğinde. Sabah ve akşam düzenli kullanıldığında ciltteki değişimi görmek mümkün.
XOXO The Mag
DR. HAUSCHKA ROSE BODY OIL Damask gülü, jojoba, organik ayçiçeği yağı ile bir banyo ziyafeti çekmeye hazırsanız buraya buyurun. Hayır hayır, yanlış anladınız. Küvetin içine birkaç damla damlatıp arkanıza yaslanmak yok. Çalışkan parmaklar banyo sonrası devreye giriyor ve Dr. Rudolf Hauschka'nın bizlere hediye ettiği bu vücut yağını uzun bir masajla cilde yediriyor. Gül esansı dendiğinde Arap nağmeleri mırıldanmaya başlayanlarınız rahatlayabilir, Rose Body Oil'ın gül kokusu belli belirsiz. AVIBON VITAMIN POMMADE A vitamini cennetine hoş geldiniz! Kendi halinde, fakir kostümlü bu pomat, tek kişilik orkestra gücünde. Yaşlılık çizgilerini yumuşatıyor, dudak ve el gibi hassas bölgelerdeki kuru cilt ve egzama etkilerini yok ediyor, sivilce ve güneş lekelerini geçiriyor. Gwyneth Paltrow tarafından en iyi anti-aging ürün olarak mimlenen Avibon, hassas ciltler tarafından da rahatlıkla kullanılabiliyor. Tek sorun: Sadece Fransız eczanelerinde bulunabiliyor.
EMBRYOLISSE LAIT-CRÈME CONCENTRÉ Her ne kadar isminde 'konsantre' kelimesi geçse de, Embryolisse Lait-Crème Concentré, hafiflik konusunda rakiplerinin bir adım önüne geçiyor. 24 saatlik mucize krem olarak tanınan bu losyon, binlerce ambalaja yeriniz olmayan bir seyahat için ideal. Makyörler tarafından nemlendirici, baz ve makyaj çıkarıcı olarak kullanılıyor. Tıraş sonrası cildi yatıştırıyor. Evet, tüm eczane bebeleri gibi Embryolisse de unisex.
EUCERIN AQUAPHOR HEALING OINTMENT Estetik operasyon mu geçirdiniz? İşte bu. Dudaklarınız, elleriniz, ayaklarınız mı kurudu? İşte bu. Londra-MilanoNew York- Paris hattından esinlenerek göz kapaklarınızda ve elmacık kemiklerinizin üzerinde parlak bir doku mu arzu ettiniz? İşte yine bu. Vazelinin sofistike kardeşi yanıklar için ilaç, kuru cilt içinse etkili bir nemlendirici olarak kullanılabiliyor. Mineral yağlar, gliserin ve pantenol tabii ki başrolde.
NUXE PÉTALES DE ROSE MELTING CLEANSING GEL Gül yapraklı serisinde yedi farklı ürüne yer veren Nuxe'un yüz ve göz çevresi için tasarladığı Melting Cleansing Gel, 'yüzüme su değdirmezsem temizlendiğini hissetmiyorum' diyen hassas (ve biraz da takıntılı) bünyeler ve pek tabii ki hassas ciltler için.
BIODERMA EAU MICELLAIRE CRÉALINE H2O Onu makyaj çıkarmak için kullananlar da var, yüz toniği olarak değerlendirenler de. Öyle ya da böyle Bioderma'yı güçlü bir marka olarak hayatımıza sokan bu kült ürünün, raflarımızdan inmeye pek de niyeti yok. Kokusuz, yumuşacık dokulu bir çözeltinin ambalajında kimya dersini hatırlatan kelimelere rastlamak hepimizin içine serin sular serpiyor. Bugüne kadar yaptığımız en faydalı alışverişin gururuyla eczaneyi terk ediyoruz. KLORANE GENTLE DRY SHAMPOO Sam McKnight ve Guido Palau'nun vazgeçilmezler listesinde her daim üst sıralarda yer alan bu yulaf sütlü kuru şampuan, yağlanmış, kirlenmiş, kendini bırakmış saçı hayata döndürürken zarar vermiyor. Üstelik kaseti geri sararken saçın ilk gün yıkanmış pırıl pırıl halini dikkate almıyor ve 'bed hair' diye tabir ettiğimiz bir gün sonrasının havalı manzarasını elde etmenizi sağlıyor. MUSTELA HYDRA-STICK Bebeklerden çaldığımız bir ürünle devam ediyoruz. Hydra-Stick, yani nem çubuğu, bir çeşit dondurma izlenimi verse de müthiş bir hayat kurtarıcı. Bebeklerin yanak ve dudaklarını nemlendirmek için piyasaya sürülmüş olsa da biz yetişkinler, bu katkı maddesiz, misler gibi kokan nem deposundan sonuna kadar faydalanmak niyetindeyiz. NEOSTRATA ULTRA DAYTIME SMOOTHING CREAM SPF 15 Ultra Daytime Smoothing Cream'in ne olduğunu ve ne yaptığını anlayabilmek için ismini kelimesi kelimesine dikkate almalısınız. Gün için tasarlanmış bu antioksidan katkılı krem, cildi kimselere çaktırmadan soymaya başlıyor. AHA ve sitrik asit yardımıyla gereksiz tabakaları birer birer eledikten sonra sizi çırılçıplak ortada bırakmak yerine UVA/UVB ile güneşe karşı koruyor. İlk defa kullanacak olanlara vereceği kısa süreli rahatsızlık için şimdiden özür dileyen bu kült krem, sonrasında tüm borçlarını faiziyle ödüyor. 155
INSTITUT ESTHEDERM OSMOCLEAN EAU MICELLAIRE OSMOPURE Makyaj temizleyicilerinin Cadillac'ını buldunuz, direksiyonun başına geçin ve waterproof maskaranızı yerle bir etmeye hazırlanın. İhtiyacınız olan iki şey var: Bir pamuk ve bir Fransa bileti.
PINO SILVESTRE BATH AND SHOWER GEL Retro retro retro! Pino Silvestre'nin çam ormanlarından çaldığı taptaze baharatı, algıda jenerasyon farkına tabi tutulur. Kimileri için ilk sevgilidir, kimileri için baba kokusu. Ambalajını mı daha çok seviyoruz, yoksa yeşil jelden yayılan temizlik kokusunu mu, orası belirsiz. Tek bildiğimiz, 'eskilerden kimleri tanırsınız' diye sorulduğunda bizim cevabımız kesinlikle Old Spice olmayacak. Yaşasın Pino Silvestre kardeşliği!
ROGER & GALLET EAU DE GINGEMBRE 2003'te piyasaya sürülen Eau de Gingembre, aynı başrolündeki zencefil gibi herkesin kolaylıkla sahiplenebileceği bir parfüm değil. Zaten bir parfüm de denemez ona. Daha ziyade zencefil çiçeği, neroli, bergamot, amber, misk ve benzoin kokulu bir kolonya olarak tanımlanabilir. Kadın teninde çiçeksi karakterini ortaya çıkarırken, erkek teninde saf baharata bürünen bu esans, her daim listemizin gediklilerinden biri olacak.
SANOFLORE EAU FLORALE Galata tüccarları gibi para konuşmaktan yana değiliz ama şu durumda kendimizi tutamıyoruz. Etikete bakıyoruz ve ne görelim? 7 Euro. Gerçek bir güzellik düşeşi! Acı portakalın müthiş aromasını taşıyan Sanoflore Eau Florale, gül ve lavanta alternatiflerini bir çırpıda geçiyor. Portakal çiçeğinin buharda çözülmesiyle elde edilen bu rahatlatıcı su, cilt bakımına başlamadan önce etkili bir baz yaratıyor, nemi cilde hapsediyor. Dikkat dikkat! Bağımlılık yaratabilir
THALGO OXYGEN SOS SERUM Oksijen terapinizi sizin için paketleyelim mi? Belki evde takılmak istersiniz. Thalgo, Oxygen SOS serumla, cilt bakım uzmanlarının öve öve bitiremediği oksijen takviyesini bizler için kolay formata sokuyor. Toksinlerden arınma, yeniden yapılanma, sağlıklı parlaklık sizin de menünüzde yer alıyorsa aradığınız ürünü buldunuz. Boğulmuş, cansız görünümlü cildi bir doz taze havayla hayata döndüren SOS serumun, ABBA şarkılarını hatırlatıp bizi gülümseten tınısını da seviyoruz.
URIAGE XÉMOSE CRÈME ÉMOLLIENTE UNIVERSELLE 'Universelle' her kremin üzerinde görmek istediğimiz bir kelime. Neden? Çünkü kadın, erkek, çocuk, yaşlı, genç ayırmadan 'herkesler' tarafından tercih edilebileceği anlamına geliyor. Bu da demek oluyor ki içeriğinde cildimizi ve bizleri tehlikeye sokacak zararlı içerikler bulunmuyor. Hem vücut hem yüz için kullanılabiliyor. Özellikle çok kuru ve atopik ciltler için üretilen bu seriyi kullanamayacak tek grup, yağlı cilt sahipleri. Sizleri su bazlı nemlendiricilerin durduğu bölüme alalım lütfen.
VICHY NORMADERM TRIPLE ACTION 3 IN 1 Vichy'nin dönüşüm ve değişime açık temizleyicisi, aynı anda yüz maskesi, peeling ve temizleme jeli görevi görüyor. Kontrol sizde. Evet yağlı ciltler, aradığınız yüz temizleyicisini buldunuz. İçeriğindeki glikolik ve salisik asidin yanı sıra kil de içeren, tüm bu güçlü arındırıcıların şiddetli etkisinden cildi yatıştırıcı etkenlerle koruyan Normaderm 3 in 1, hepimizin aklına aynı soruyu getiriyor: Madem tek bir temizleyici üç görevi birden görüyor… Biz bugüne kadar ne yapıyorduk?
DERMALOGICA MULTIVITAMIN POWER SERUM Multivitaminlerin gücü adına! İster hapını kullanın ister cildinize takviye yapın. Hepimizin vitaminlere ihtiyacı var, özellikle de yaşlanan ciltlerin. Dermalogica'nın yeni serumu oldukça minik bir ambalaja sahip. Bu da demek oluyor ki minik dozlarda kullanmak yeterli. Multivitamin Power Serum'da kullanılan yeni nesil lipozom teknolojisi, vitaminlerin dayanıklılığını, dozunu ve cilt tarafından emilimini artırıyor. Retinol ve markaya özel peptit, cilt yenilenmesini sağlıyor. E ve C vitamini kırışıklıkları en aza indiriyor. Tonikten hemen sonra nemlendiriciden hemen önce. Reçeteniz bu. XOXO The Mag
XOXO The Mag'in katk覺lar覺yla yay覺nlanmaktad覺r.
CINEMA
ŞİDDET YENİDEN SALDIRIYOR
Bu Kaçıncı Furya? yazı erman ata uncu
1980’lerin sonları… Sinemada şiddetin şairi Sam Peckinpah’la ilk kez, TRT 2’nin o dönemde yayımladığı ‘Toplu Gösteriler’ kuşağı aracılığıyla tanışıyorum. Sonradan birkaç defa daha seyretsem de o dönemde izlediğim halleriyle aklımda kalan sahnelerden bazıları Köpekler’de Dustin Hoffman’ın kırık gözlükleriyle etrafa ateş saçması, The Getaway’de hayli can çekişmeli, dönemeçli düello sahnesi… Birkaç sene öncesinde Kramer Kramer’e Karşı’nın dikiş sahnesinde hüngür hüngür ağlayan ben, söz konusu Peckinpah vuruşlarını ağzım açık seyrediyorum. Henüz bünyem, Brian De Palma’nın suratta portakal ezmek gibi fantezilerini kaldıramasa da, çocukluğumda sinemada seyretme şansına sahip olduğum Alien’lar, Jaws’lar sağolsun şiddet eşiğim olması gerekenden bir tık daha yukarıda… Bu uzun girizgahın sebebi, sinemada şiddet tartışmalarında temel noktalardan birine, çocuklar üzerinden etkisine birinci elden bakma isteği. Malum, konu hiç eskimiyor. Ama şu aralar sinemalarda yeni bir şiddet dalgası yaşanıyor dense yeri. Üstelik bu saydığım filmlerdeki şiddete rahmet okutacak bir manzara söz konusu. William Friedkin, Tracey Letts uyarlaması Killer Joe’da özgün oyundaki şiddeti başrole oturtuyor, karakterlerin kanlarını dökmek için olmadık yöntemler geliştiriyor. Quentin Tarantino, her zamanki Quentin Tarantino’luğunu yapıyor, estetize şiddeti için en sansasyonel fonlardan birini, ABD’nin kölelik tarihini seçiyor. Michael Shannon, kariyerine ‘Oscarlık’ bir performans daha katmak için Ariel Vroman’ın The Iceman’iyle 100’den fazla insan öldürmüş, ikili yaşayan gerçek bir kiralık katilin karanlık zihnine dalıyor. Artık kaçıncı olduğunu belirleyemediğimiz şiddet furyasının ortasındayız. Romantik komedilerin prensleri olarak tanıdığımız oyuncular, daha karanlık yerlerin de altından kalkabileceklerini
göstermek için azılı katil rollerini üstleniyor. En son saf, masum hobbit olarak kafalarımıza kazınmış Elijah Wood, Maniac’ta seri katil olarak arzı endam ediyor ve sadece en şiddetlisinden ‘gore’ meraklılarının kaldırabileceği türden cinayetlerin başrolüne yerleşiyor. Yalnızca sinemayla da sınırlı değil sanki durum. Jake Gyllenhaal’un perdede canlandırdıklarından çok daha farklı bir halde, acımasız bir katil kimliğinde karşımıza çıktığı The Shoes videosu Time to Dance’e veya televizyonda şiddet eşiğini hayli yukarılara çeken Spartacus fenomenine bakın. Akla hayale gelmeyecek şiddet numaraları, görsel–işitsel mecraların şu aralar en taze kanı aradığı damarlardan birine dönüştü. Tabii ki her fırsatta tersi iddia edilse de popüler kültürde şiddetin vardığı noktanın bu seviyelere çıkması yeni bir durum değil. Misal daha bir 10 sene öncesinde korku sinemasını şiddet pornosuna teslim eden Splat Pack’in (Eli Roth, Rob Zombie, James Wan gibi hayli şiddetli korku filmi yönetmenleri) toplu DVD gecelerinde, yaş sınıflandırma kurullarında ve –bir klasik olarak– gişelerde yarattığı infial hala akıllarda. Tamam, belki 80’lerde, cazibelerinin bir kısmını eskimiş, bozulmuş VHS’lerde seyredilmelerinden alan korku/'gore' klasikleri kadar ana akımın uzağında değildi Splat Pack’in bu çok daha inandırıcı görsel efektlere sahip, cilalı icraatları. Ama yine de düşük bütçeleriyle, sinema sektörünün uzun zamandır göze alamadığı yaş sınırlarını tekrar gündeme getirmeleriyle hatırı sayılır bir heyecana vesile oldular. Sadece meraklılarının bildiği ‘gore’, ‘slash’ gibi kavramları daha geniş çapta dolaşıma soktular (Halloween’in adını bilmeden toplu Testere’ geceleri düzenleyen bir arkadaşınız illa ki vardır). Şiddete hiç şerbetli olmayan izleyicilerin bile şiddet eşiğini epey yukarılara çektiler. İspanya gibi ülkeleri tekrar sınırları arasına alarak, kıta Avrupası’nın korku sinemasında nasıl bir yeri olduğunu bir kez daha hatırlattılar. Ve en ilginci, referans verdikleri
XOXO The Mag
bir örnek olan Gangster Squad’ın Colorado olaylarını anımsatacağı korkusuyla apar topar yeniden çekilen baskın sahnesi hala hafızalarda taze. Colorado olaylarının çıkmasında Dark Knight Rises’ın kilit rol oynaması, dönem sinemasının şiddetle imtihanında bir başka aşama.
Lucio Fulci, Dario Argento, Mario Bava gibi yönetmenlerle daha farklı bir noktanın altını çizdiler. Belli ki çocukluklarını, ilk gençliklerini şiddet düzeyi yüksek korku filmlerini seyretmekle geçiren kuşak bu sefer kamera arkasına geçmişti. 90’lardaki Quentin Tarantino fenomeninin 2000’ler korku sinemasına uyarlanmış bir hali gibi… Belki de Tarantino gibi 90’ların ironik ortamından yararlanamadıkları, bir de tabii onun kadar yetenekli olmadıkları için daha tatsız, fabrike bir sinefil patlaması oldu bu. Ama yine de film tanıtımlarında ve eleştiri yazılarında, referansların havalarda uçuşmasına vesile olacak bir ortam yarattılar. Tabii ki bu, işe iyi yanından bakınca görünen… Bu filmlerde referans verilen isimlerle, filmlerin ham cazibesi yerine korku tema parklarına yakışacak yapaylıkta bir dünya ortaya koyulduğunu, çekicilikten yoksun karakterleri ve akla hakaret edecek kadar inanılmaz senaryo sürprizleriyle işin içinin iyice boşaltıldığını da söyleyen çıkacaktır. Tabii, ışıltısını biraz da ana akım dışında olmasından alan tür sinemasının Splat Pack’çe iyice ticari sulara çekildiği iddiasına da karşı durmak o kadar kolay değil.
Gelin görün ki, söz konusu iki film de bu güncel şiddet sarmalının çok uzağında örnekler. Mesela başrol oyuncularının nasıl da karanlık yüzleriyle tanıştıklarını anlattıkları çarşaf çarşaf röportajlara vesile olmadılar. Belki de sinemada şiddet söz konusu olduğunda hareketli görüntü tarihinin başından beri yapılan, “tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan?” tartışmasında yeni safhalar olarak tarihteki yerlerini aldılar. Temiz yüzleriyle görmeye alışık olduğumuz oyuncuların kısık gözlerle, deli dolu naralarla canlandırdıkları sosyopat karakterler, arada onlara verilen uçma izni gibi duruyor daha çok. Diğer cephede, şiddetin alttan alta aktığı ana akımda ise, pek de yeni bir şey yok gibi. Her ne kadar eşiğimiz yükselse de, şiddet sahnelerinin sarsıcılık düzeyinde bir azalma yok. 1967’de Bonnie and Clyde’ın finalinde Warren Beatty ve Faye Dunaway, sayısız kurşunla, ağır çekimde öldürüldüğünde de sinemada şiddetin dozu ne olmalı sorusuna yanıt aranıyordu, 10 yıllar sonra şimdi de aranıyor. Belki de cevabı sinemada şiddetin bir diğer erbabı Quentin Tarantino’da aramak gerek. Malum, Tarantino, onun Natural Born Killers senaryosundan bambaşka bir film çıkartan Oliver Stone’a zamanında bayağı içerlemiş, isminin filmden çıkartılmasını istemişti. Ayrıntıları bilmiyoruz. Ancak Tarantino’nun şiddeti bir mizah olarak kullandığı gerçeğinin Stone tarafından ıskalanıp, parmak sallamak ve izleyiciyi ajite etmek için kullanılmış olması kuvvetle muhtemel. Tabii sinemada şiddetin, gündelik hayatta nasıl bir rol oynadığı konusunda peşin hükümlere varıp, noktayı ıskalayan izleyicilerin bulunması da yine aynı derecede muhtemel.
Matthew McConaughey gibi bir ana akım yıldızın şiddet dozu her sahnede artan bir filmde rol kestiği Killer Joe ya da eski Kültür Bakanımızın Killing Them Softly için “Brad Pitt’in o filmi kaldırılsın” gibi bir tepki göstermesine yol açan 2010’lar şiddet furyası da, bir önceki 10 yılın korku furyasının devamı mı? Splat’çilerin izleyicideki hazım duygularıyla oynama dozu hesaba katılırsa, böyle bir sonuca varılabilir belki. Kesin olan, kanlı cinayetlerin, kafaların perdeden çevrilmesine yol açacak kadar rahatsız edici sahnelerin korku sinemasıyla sınırlı kalmadığı bir noktada olduğumuz. Bir ‘in-yerface’ uyarlaması olarak Killer Joe muhtemelen yine art-house radarının dışına çıkamaz. Quentin Tarantino’nun Django Unchained’de şiddeti estetize etmesinin yarattığı tepki de dönemsel değil, yönetmenin tüm kariyerine yayılan bir tartışma. Ama misal çok daha ana akım 159
MUSIC
Marnie Stern SÖYLEYECEKLERİM VAR
Söyleyecekleri olanların, kalıplaşmalardan uzak duranların, hissettiklerini içinde taşımanın gereksiz olduğunu düşünenlerin temsilcisi Marnie Stern, The Chronicles of Marnia ile kadın gitaristlerin nelere kadir olduğunun, bir kez daha altını çiziyor. Hayır, hemcinslerimi kayırmıyorum. yazı beren özel fotoğraf kill rock stars
XOXO The Mag
‘Cinco de Mayo’, ‘Things You Notice’) yer aldığı albüme kendi adını vermesine şaşırmamalı. Bundan sonra, Marnie, ya kendi kuyusunu kazan bir mimar olacak ya da cesaretini toplayıp gidişatı eline alacaktı. Nitekim, David Foster Wallace’in efsanevi eseri Infinite Jest’e atıf yapan “Year of the Glad” ile açılışı yapan The Chronicles of Marnia’da hayatın zorluğunu kabullenmiş ve müzik sektöründe yer aldığı süre boyunca hayatını rahat bir şekilde idame ettiremeyeceğini idrak eden iyimser bir Marnie Stern çıkıyor karşımıza. Hatta ünlem işaretlerinin yerini soru işaretine bıraktığını söylemek bile mümkün – “...(hatırı sayılır) bir kişi olmak istiyor musun?...”/ “...neden bu kadar uzun sürdü?...” / “...amacım bunu sonsuza kadar yapmaktı, hala başarabilir miyim?...”
Hayır, bu yazının konusu, Dünya Kadınlar Günü, birtakım feminist söylemler ve benzeri düşünce ve savlar değil. Konumuz, genetik yatkınlık. Eskilerden Joni Mitchell, Joan Jett, Nancy Wilson ve Kelley Deal; nispeten yeni müzisyenlerden ise, Kaki King, St. Vincent, Carrie Brownstein, Marissa Paternoster ve eline gitarı aldığı gibi, içinden çıkılması imkansız olmasa da güç olan bir cebir sorusunu çözen Marnie Stern, genetik yatkınlığı haiz kadın gitaristlerden sadece birkaçı. 20’li yaşların başında, üniversite sonrası bocalama hali hakimken, “ben bunu yapmak istemiyorum ama ne yapmak istediğimi de pek bilmiyorum” dediği bir zamanda, varoluşsal düşüncelerle boğuşurken, “müzik seviyorum, o halde neden bu işi yapmıyorum” demesiyle kendi kendine gitar çalmayı öğrenen (ve bunu yaparken de, başka müzisyenlerin eserlerinin nasıl çalındığını öğrenmek yerine kendi bestelerini yapan) Marnie Stern, gitara yeniden anlam kazandıran müzisyenlerden. Belki, alıştığımız lisedenterk yeteneklerden farklı olarak, kendi bestelerini daha geç bir yaşta (30’lara yakınken) kitlelere duyurabildi; ama önemli olan kişinin kendi isteklerini ve neye yatkın olduğunu eninde sonunda keşfetmesi değil mi? Kişisel bir gözlem ve belki de biraz tepkisel olacak ama hala her gün çok da hazzetmediği bir ofise gelip, bir kısım insanların kaprislerini çeken, mütemadiyen söylenen ve bir çıkış yolunu gözleyen arkadaşlarım gün geçtikçe çoğalırken, yeteneğinin ve daha önemlisi isteklerinin farkına varan bir Marnie Stern (her ne kadar sürünüyor olsa da) çok daha imrendirici geliyor.
Yine birtakım (yetenekli) kişilere haksızlık ediyor olacağım ama bu albümün benim için tek eksikliği Zach Hill. Diğer yandan, bu albümde Zach Hill’in (sert ve manik vuruşlarının) eksikliğinin hissediliyor olmasının nedeni Kid Millions’ın bir ahtapot olmayışından öte, ilk defa bir prodüktörün maharetlerini konuşturmuş olmasından kaynaklanıyor, ki bu da sadece bir değişiklik/yenilik. İyimserlik Marnie Stern ile özdeşleştirilebilen bir düşünce yapısı ise, aksi de geçtiğimiz Cumartesi günü organ yetmezliğinden kaybettiğimiz Jason Molina için söz konusu. Müzisyen olarak yeterince para kazanmanın zorluğununun en vahim etkisi sağlık sigortası masraflarını karşılayamamak. Jason Molina birtakım sıhhi sorunlarla senelerce ve hatta müzik yapamayacak kadar ağır bir şekilde boğuştuktan sonra çıkmaz yola girip bizleri ‘Lioness’, ‘Captain Badass’, ‘Steve Albini’s Blues’, ‘Cross the Road, Molina’, ‘Little Sad Eyes’, ‘Josephine’ ve ‘Almost Let You In’in yer aldığı hazin bir hazine bırakıverdi. Hüznün dibine vurmak bu olsa gerek.
Marnie Stern önce gitarın ustası oldu, altı sene boyunca uzun vadeli olmayacağı ilk günden belli olan bir ajansta çalıştı, en yakın arkadaşı ile saatlerce felsefi konular tartıştı, sevdiği müzisyenlerin bağlı olduğu birkaç plak şirketine kayıtlarını defalarca gönderdi. Stern bir modern zaman külkedisi; öyle ki, hayatı bir masaldan ibaret gibiymişçesine, “acaba bu işin peşini bıraksam mı?” dediği zamanlarda şans yüzüne güldü ve sonunda In Advance of the Broken Arm adlı çıkış albümünü Kill Rock Stars etiketiyle piyasaya sürdü. Bundan sonra her şey güllük gülistanlık oldu demek istiyorum ama nafile. Kimsenin hayatı kolay değil ama bir şeyi yapmayı kafaya koyan insan, mücadele etse de (iyimserliği bırakmadığı müddetçe) sonunda amacına ulaşabiliyor.
Hal böyleyken, saygı duruşlarımızı aksatmayarak iyimserliği elden bırakmamak adına Marnie Stern’e geri dönmek uygun düşecektir. Marnie Stern, Ebay’de annesinin kıyafetlerini satmaya ve gitar dersi verecek öğrenci aramaya devam etsin, kendisi için ek gelir getirecek alternatif bir proje önerisi getirmek istiyorum. Son birkaç senede, daha da belirginleşen/yaygınlaşan bir görüş olarak, müzik ve komedi sektörlerinin birbiriyle bağdaştırılmasından ve Marnie Stern’ün röportajlarında açığa vurduğu kimliğinden yola çıkarak, stand-up komediye yatkın olabileceği sonucuna vardım.
2007 yılında In Advance of the Broken Arm’ı ilk dinlediğimde, kısa ama vurgulu ve belli bir süre sonra kendini imha etmek üzere programlanmış mesajlar veren heyecanlı bir kız canlanmıştı kafamda. Kendime pay çıkarmaya çalışmıyorum ama son derece yerinde bir tabir olduğunu düşünüyorum. Başta ünlem olmak üzere, ustaca serpiştirilen noktalama işaretleri, bir kısım hissiyat yüklemelerinin olabildiğince yalın anlatımı, sahneye çıktığı an itibarıyla ahtapot şekline bürünen Zach Hill’in eşsiz ritim kabiliyeti, gitarın her bir teline bin anlam yüklenmesi, tükenmenin mükemmeliyeti gibi öğeler Marnie Stern’ü benzerlerinden farklı kılıyor.
Hatta kendisine ilk performansında kullanabileceği birkaç konu başlığını da sıralamayı yerinde buldum: (i) (ii) (iii) (iv) (v) (vi)
Marnie Stern’ün çıkış albümünün adı, In Advance of the Broken Arm’ın ilham kaynağı Marcel Duchamp idi. İkinci albümü This Is It and I am It and You Are It and So Is That and He Is It and She Is It and That Is That, her ne kadar bir Fiona Apple albüm ismini çağrıştırsa da, James Broughton’dan bir alıntı idi. Üçüncü albüm ile bu değişti: “Kişisel şarkılar yazdım, o zaman albümün adı da Marnie Stern olsun” diye karar vermiş. Yukarıda kısaca bahsedilen bocalamalardan geçen birinin çıkış albümünün ve sonrasında gelen albümün ismini, etkisi altında kaldığı sanatçılardan seçmesi ve bunu müteakip çıkardığı, ruhsal dengesini alt üst eden olayları (iki adet ayrılık hikayesi) açıkça dile getiren şarkıların (‘For Ash’,
Guitar Center çalışanlarının yetenekli insanları dahi komplekse sokma yetileri, Eski erkek arkadaşları, Sevgili bulmanın zorluğu, Ebay’in cazipliği, Annesinin evlilikleri, Bethany Cosentino (Best Coast) ve Nathan Williams (Wavves) ikilisi.
Morrissey seneler sonra bazı kadınların, diğer kadınlardan daha büyük vücutlara (daha özel/güzel/belirgin hatlara) sahip olduğunun farkına vardığı üzere, ‘Some Girls Are Bigger than Others’ı yazdı. O gün bugündür, söz konusu şarkı, çok arkadaşım var ama işte sen diğer birçoğundan daha özelsin demeçlerine, birtakım kutlamalara ve diğer naçizane anlara konu oldu. Geniş anlamlar yüklenen bu şarkıda verilen mesajı, bugün itibarıyla, ben de başkalaştırmak niyetindeyim. Bazı kadınlar, birçok erkekten, daha iyi gitar çalabilir. Bunu görebilmek için önce inanman gerek! 161
photographer marco trunz styling hannah godde makeâ&#x20AC;&#x201C;up & hair vanessa warkalla model linnĂŠa hellbom/vision all featured pieces are vintage location cape town
Today, Not Today
XOXO The Mag
167
XOXO The Mag
171
BRIEFS
Espadrİl Sezonu Hasır iplerin yuvarlanarak birbirine dikildiği ilkel ayakkabılar evrimlerindeki son çeyrekte yüksek ökçelere kavuşup tasarımcıların elinde yoğrulmaya başladıktan sonra gardıroplarımızdaki baş köşeleri de kaptılar. 14. yüzyıldan bu yana inişli çıkışlı kariyerinde aradığı ivmeyi yakalayan tasarımlar bu sezon Marc Jacobs, Stella McCartney, Chloé, Brian Atwood ve Valentino’nun elinden çıkıyor.
EROS MA MAN! GÜÇ VE ŞEHVET EROS’TAN SORULUR Donatella Versace, markanın yeni erkek parfümü Eros’u şu şekilde tanımlıyor: “Yeni parfümüm Eros’u, Yunan tanrıları gibi tutkulu ve kahraman bir erkek için tasarladım, erkeksi gücü simgeliyor.” Akdeniz’in doygun turkuaz rengi, hem parfümü hem de Eros’u markanın sembolü Medusa ile buluşturan şişe tasarımını etkisi altına almış. Bu taze ve odunsu oryantal açılışını nane yağı, İtalyan limonu ve yeşil elmayla yapıyor. Kalbinde Venezuela’dan tonka çekirdeği, ambroxan ve sardunya gizli. En derinlerde yatan Madagascar vanilyası, vetiver, meşe yosunu ve sedir ise baştan çıkarma sanatında Eros kadar becerikli.
Bejewelled Kaliforniya sahillerinde moda endüstrisinde yerini arayan Jennifer Fisher, New York’a taşınıp oğlunun doğumuyla tetiklenen yeteneğini keşfeder. Takı tasarımıyla aradığı yeri sonunda bulan Fisher'ın tasarımlarının çıkış noktası kişiye ait olması. Sarah Jessica Parker, Nicole Kidman, Naomi Watts, Liv Tyler, Uma Thurman ve Gwyneth Paltrow’a kadar uzanan liste belki de sizin bileklerinizde son bulacak. CFDA/Vogue Fashion Fund ödüllü tasarımların sahibi Jennifer’ın her koleksiyonu için değişmeyen tek bir unsur var: İlk gördüğünüz andan itibaren aitlik hissi yaratması.
Jour D'Hermés "İnsanlara koklayabilecekleri bir kucak dolusu çiçek vermek istedim, herkes kendi seçtiği çiçeği, koklamak istediğini koklasın." Jean-Claude Ellena, Jour D'Hermés için bu cümleyi kullanıyor. Markanın olfaktif idaresini üstlendiğinden beri karşımıza hafif, parlak ve ışıklı esanslarla çıkan Ellena, Pierre Hardy tasarımı şık ve yalın şişenin içine hapsettiği son esansında, Akdeniz'in aydınlığını milyonlarca çiçek ile birleştiriyor. Açılışını neredeyse kolonyamsı bir tazelikle yapan Jour D'Hermés, tene yerleşmeye başladığı andan itibaren tüm çiçeklerini birer birer sahneye çağırarak misk üzerine yalın bir kompozisyon kuruyor. İşte o andan itibaren Ellena'nın rafine ve karmaşık formülünü çözmeye çalışmak yerine, bütünün tadını çıkarmaya ve havada dönen o kocaman çiçek buketini yakalamaya karar veriyorsunuz.
The Little Book Of ... Evet hatırlıyoruz, Taschen’in ‘seks editörü’ Diane Hanson daha önce sayfalarımıza teşrif etmiş, elinden çıkma büyük ‘şeylerin’ kitapları serisinin de bahsi geçmişti. The Big Butt Book serideki favorileriniz arasına girdi mi bilinmez. Şayet girmediyse Hanson’ın antitez niteliğindeki yeni kitabı The Little Book of Butts’ı deneyebilirsiniz. Yanlış anlaşılmalara mahal vermeden, bahsi geçen küçüklük sadece kitabın boyutları ve fiyatıyla alakalı. Hatta Taschen ne kadar cömert olduğunu göstermek için kitaba 30 yeni fotoğraf daha eklemiş.
Shwood 'Doğa ile basit bir deney girişimi' mottosuyla çıkan marka sadece doğallığın sağlayabileceği bir eşsizlik duygusuna sebebiyet veriyor. İnovasyon ve yaratıcılık kelimelerinin sözlük anlamından da öteye giden safhada teknoloji ile buluşturdukları tasarımları el işçiliğinin sonucu olarak hayata geliyor. Tahta’nın doğal yapısına zarar vermeden minimum manipülasyon ile tasarlanan gözlüklerin kasasına Carl Zeiss lensler eşlik ediyor.
Pasta dİlİmlemenİn geometrİsİ Okul sıralarında bir dairenin eksik açısını hesaplarken döktüğümüz terler, bir keki eşit parçalarda kesebilmek olarak gerçek hayatta da peşimizi bırakmadı. Gözler kısık yapılan hesapları bir kenara bırakıp By Klipy’nin kek bölücüsünü tam merkez noktasına sapladığınızda anında sonuca ulaşıyorsunuz. Eğer soruda hepsi eşit olmak zorunda değil, ince isteyenler var diye de soruyorsa ayarlanabilir kollar yardımınıza koşuyor.
Paul Smith x David Bowie 10 senelik uzun bir aradan sonra David Bowie, The Next Day albümü ile yeniden karşımıza çıktı. Bu uzun süreli sessizliği bozan Bowie’yi ise Paul Smith taçlandırdı ve The Next Day’in resmi tişörtünü tasarladı. David Bowie söylesin, hayranları giysin diye tasarlanmış olduğunu düşündüğümüz tişörtlerin esin kaynağı Bowie’nin Heroes albüm kapağı.
ONE WITH THE POWER OF TWO Clarins Double Serum, anti-aging kremler hakkında yaşadığımız kafa karışıklıklarına son veriyor ve hidrojenli, lipidik sistem üzerine inşa edilmiş yeni bakım serumu için 25 yaş ve üstünü hedef gösteriyor. 20 bitki özü, jel yapının hafifliği ve kremin konforuyla buluşuyor. Nemlendirme, beslenme, oksijen takviyesi, koruma ve yenileme. Hepsi Double Serum’dan sorulur.
173
Loeffler RandalL Giymek istediklerimizi bulamayıp da ‘kendim mi tasarlasam?’ sorusu zaman zaman vuku bulan bir kriz anı kabul. Ama kimileri için bu kriz anları kariyere dönüşüyor. Bahsi geçen zat da tam olarak bu gruba dahil olan şanslı/yetenekli sıfatına sahip. Loeffler Randall’ın tasarımları ‘flat’ modelleriyle doruk noktasına ulaştıktan sonra CFDA Swarovski Award for Accessory Design ödülünü alarak kolay kolay tepeden inmeyeceklerinin sinyallerini verdi. Önümüzdeki sezon için de gardıroplarda vazgeçilmez bir yer bulacağına kuşkumuz yok.
LIP COLOR SHINE Tom Ford mat ruj konusundaki haklı galibiyetinin tadını çıkaradursun, ‘ışıltılı, yarı transparan rujlar dudakları baştan çıkarıcı ve öpülesi hale getirmenin en güzel yoludur’ diyor. Doğal ve romantik tonlar Mr. Ford’un nemli ve parlak dudaklar için reçetesi kabul edilebilir. Sadece Kanyon Harvey Nichols’da bulunan Lip Color Shine serisi, soya tohumu özü, Brezilya murumuru yağı ve papatya yağı sayesinde dudakları nemlendiriyor. Şık ambalajı ise TF bonus’u.
KISS ME ALOHA Önümüzdeki yaz serin havaların antitezi olmaktan çok uzaktayken, yaza hazırlanan gardıroplarda anneanne temkinliliği baş göstermekte. Aloha From Deer, biraz vahşi kedilerden biraz da ıslak dudaklardan aldığı ilhamı uzay boşluğuyla birleştirip kazaklara yerleştirirken temkinli olmayı arzulamaya sebebiyet veriyor. Başını serin tut söylemini bir sezonluk rafa kaldırıp ‘statement’ tişörtlerin sezonlardır üstlendiği görevi başımızın üzerine çıkarıyoruz. Ve son olarak bacaklarımızda kafi miktarda parıltı ve Rönesans etkisiyle noktayı koyuyoruz. Home Sweet Home Jo Malone’un nevi şahsına münhasır esansı English Pear & Freesia, bu bahar eve taşınıyor. Ev koleksiyonunda mum, diffuser, oda spreyi, scent surround askı ve yastık gibi keyifli seçenekler mevcut. Dalından koparılmış taze armutlar, bembeyaz frezyalarla sarılıp amber, paçuli ve odunsu notalara batırılıyor. Özellikle beyaz çarşaflara çok yakışacağını düşündüğümüz English Pear & Freesia, taze, yeşil ve buna rağmen şehvet dolu.
XOXO The Mag
John Derian Company John Derian’ın, 89 yılında New York’ta küçük stüdyosunda başlattığı tasarımları şimdi tüm dünyada lüks ürünler skalasına girmeyi başardı. Evet, İstanbul dahil. Dekupe tabaklar, kağıt ağırlıkları, bardak altlıkları, ve kaseler tasarlayan Derian’ın koleksiyonları tamamen el yapımı. Tasarım ürünler arasından çıkan antikalar ve vintage objeleri hatta Derian tasarımı mobilyaları East Village’da, Midnight Express’te ya da markanın oyun alanını andıran sitesinde bulmanız mümkün.
Misela 2008 yılında New York’ta doğan Misela, İstanbul’a taşındığı andan itibaren vazgeçilmezler listesinde yerini aldı. Geçtiğimiz yıl ‘Rising Star’ ödülü için finale kalan Serra Türker’in tasarımları yeni sezonda da yolumuzu Pera’ya düşürmemize sebep.
JEUX DE REGARDS Chanel'de sayısız mucizeye imza atan Peter Philips'in soğuk ve sıcak oyunlar oynadığı Jeux De Regards'ın en dikkat çekici iki öğesi, sınırlı sayıda üretilen Les 4 Ombres Quadra Eyeshadow'un iki farklı rengi. Gri, turkuaz ve mavinin buluştuğu Fascination soğuk rüzgarlar estirirken, şeftali, gül kurusu ve kahveye göz kırpan Seduction, sıcak ve alımlı. Le Volume De Chanel maskara, mavi, mürdüm ve siyahın en doğru tonuyla kirpiklere hacim kazandırıyor. Altın rengi Illusion D'Ombre Convoitise, 'Kleopatra da kimmiş' derken, isli lacivert Apparition, farkını ortaya koyuyor. Markanın klasiklerinden Stylo Waterproof Long Lasting Eyeliner, yedi farklı renge bürünüyor: Espresso, Grenat, Santal, Gris, Black Shimmer, Taupe, Bleu Exquis.
175
PERUĞUNU YOLLA BANA New York, Londra, Paris ve Milano hattından anlıyoruz ki peruk, sadece Tootsie’nin kullandığı bir aksesuar değil. Luigi Murenu, Riccardo Tisci’nin isteğiyle Givenchy defilesinde saçları sahte bir romantizmin altına gizledi: Mavi ve turuncu renkteki gül peruklar, en az koleksiyon kadar ilgi gördü. Kısa saçın dönüşü perukanın yükselişi oldu. Marc Jacobs defilesi için Guido Palau, 55 perukla Edie Sedgwick, Joan Jett ve Marianne Faithfull arasında gidip geldi. Sam McKnight’ın Fendi için yarattığı Punk-Mohikan’lar, upuzun ve sımsıkı bir örgüyü sahte kürkle tamamladı. Bu da demek oluyor ki önümüzdeki kış berelerle değil peruklarla geçecek.
(Y)+S+L = Saint Laurent Paris? Y harfinin tekinsizliği Saint Laurent semalarında devam etmekteyken, yokluğuna alıştığımız harf, İlkbahar – Yaz 2013 hazır giyim koleksiyonunda yüzünü yeniden gösterdi. Uzun zamandır görmediğimiz dostumuzu görmüşçesine sarılma ihtiyacı uyandıran, Hedi Slimane’ın rock’n roll enerjisini bağıran tişörtler için beyninizi 70’lere bedeninizi ise Saint Laurent Paris’e atabilirsiniz.
Fleet Ilya Fleet, deri zanaatkarlığını heykel işçiliği ve bilinçaltındaki fetiş duygularla birleştirip Resha Sharma ile yarattığı markasında sergiliyor. Zanaatkarlığının katmerlediği lüksüyle hala genç bir marka olan Fleet Ilya ürün yelpazesi de geometrik bir genişleme gösteriyor. İç mekan tasarım ürünleri ve mağazalar için yaptıkları vitrin tasarımlarıyla eşzamanlı farklı bir yolda da faaliyet gösteren ikilinin aksesuarları için Museum of Fine Clothing’in kapısını çalabilirsiniz.
XOXO The Mag
Alejandro Ingelmo Alejandro, aile geleneği olan ayakkabıcılığı, zanaat ve modern tasarımları birleştirerek 2006’dan beri Soho’daki stüdyosundan dünyaya yayıyor. Genelde ilhamını köklerinden esen Küba rüzgarında bulan Alejandro’nun skalası retro çizgilerden de nasibini alıyor. Markanın mottosu mu? “Designed to perfection.”
The Mad hatter Hobileri arasında aslan evcilleştirmek de olan Anthony Peto’nun şapka tasarımlarını gördükten sonra bu hobisi o kadar da iddialı gelmiyor. Şapkaların moda dünyasına muhteşem geri dönüşünü bekleyen biz fanilerin aksine o, hiçbir zaman bir geri dönüşün mümkün olmayacağını savunuyor. Tasarımlarında eser miktarda baş gösteren esprili yaklaşımı ise sitesinin her yerinden fışkırıyor.
Eıght Hour Makyaj gurusu Pat McGrath’ın çantasından ve backstage’den eksik etmediği Elizabeth Arden 8 Hour Cream, yüz için tasarlanmış bir ürün olsa da modeller ve biz faniler tarafından daha ziyade dudağa sürülen bir mucizedir. İşte marka da, stick şeklindeki dudak nemlendiricilerinin kimseye yetmediğini fark etmiş olacak ki müptelası olduğumuz turuncu balsamı cömert bir kavanoza doldurmuş. 8 Hour Cream Intensive Lip Repair’i her sabah yumuşak bir diş fırçasıyla dudaklarınıza masaj yaparak uygulamanızı şiddetle tavsiye ederiz.
Meet the new face Superga İlkbahar–Yaz 2013 kampanyası için bayrağı Alexa Chung’dan Rita Ora devralıyor. Lüks sokak stilinin öncüleri arasına ismini taşıyan Ora’nın ilhamlarını da görebileceğiniz koleksiyonda parlak renklerin gözünüzü alması muhtemel.
177
ve deneyimlediklerimi kullandığım malzemeye yansıtmaya çalışıyorum. Yani, yüzeyler, renkler, konular, cinsiyetler ve ırklar üzerine deneyler yapıyorum. İlgi alanlarımın değiştiğini hissediyorum, çalışmalarım gelişiyor, bu durum öğrenmemin bir parçası.
XOXO ID TOYIN ODUTOLA Sanatçı Resim yapmaya ne zaman başladın? Ciddi anlamda resim yapmaya lisenin son yılları ve üniversitenin ilk yıllarında başladım. “Ciddi” diyorum, çünkü resim yapmaya ilk başladığım yıllarda kendimi sanatçı olarak değerlendirmiyordum. Çizim benim için çok dolaysızdı, çocukken gördüklerimi kopyalamak ve çizmek benim için günlük tutmak gibiydi, aklıma takılanları ve hissettiklerimi kağıda veya tahtaya çiziyordum. İlk çizimlerime Japon manga animasyonları ve Amerikan animasyonlarını kopyalayarak başladım. Büyüdüğüm zaman mangaka veya illüstratör olmak istiyordum ama üniversitede sanat okuduktan sonra bu hayalim yerini güzel sanatlara bıraktı. Sanatı 5 kelime ile tanımlayabilir misin? Empati kurabilen, büyüleyici, öğretici, meydan okuyabilen ve ilham verici. Genel olarak sanat için aklıma gelenler bunlar. Kendi işlerimle ilgili olarak ise, hiçbir fikrim yok aslında. Resim yapmaya devam ettiğim sürece anlamaya çalışacağım. Şu an için sadece, değişik bir labirent boyunca ilerlediğimi söyleyebilirim. Yaşayan, görünmeden ışıldayan ve
temel çizimler. Beş oldu mu? Biraz hile yapıyorum sanırım. Nelerden ilham alırsın? Kendimi diğer sanatçılar ve çalışmaları ile ilgili eğitiyorum, eserlerini ve sanat akımlarını öğreniyorum. Bu bilgilere internet ile kolayca ulaşabilmek hayret verici. Sanatçılar ile yapılan röportaj videolarını izlemeyi seviyorum: Çağdaş ve eski dönem sanatçılarının eserlerine bakıyorum. Sanatçı olarak, asla öğrenmenin ve gelişmenin bitmemesi gerektiğini düşünüyorum. Eserlerin genel olarak özgün ve ortak bir tema üzerine kurulu. Sen de aynı fikirde misin? Bence eserlerimde biraz da olsa ortak bir estetik tema var (kompozisyon, materyal, ortak konu olduğunu söyleyemem) ama çok eşsiz olduklarını da düşünmüyorum. Çizimlerim genel olarak, bir tiyatro oyununun sergilenmesi gibi, ilgimi çeken şeyleri sorguladığım bir alan. Çelişkileri ve limitleri sorgulamaya başladığım zaman, ırkların maruz kaldığı dayatmaları, kimliklerine zorla şekil verilmeye çalışıldığını gördüm; ve bu durum, günümüzde, hassas bir hikayeye dönüştü. Her resim serisinde önce kullandığım malzemeyi anlamaya çalışırım. Çalışmalarımda daha çok tükenmez kalem kullanıyorum
Kariyerin boyunca çizim tekniğinde nasıl gelişmeler oldu? Başlarda, ağırlıklı olarak daha önce bahsettiğim, ırksal kimlik dayatmalarından ve izdüşümlerinden deneyimlediğim hissiyatı izleyiciye geçirmek amacıyla yapılmış monokrom portrelerden ibaretti. Portrelediğim özneler esasen benim çeşitli tekrarlarımdı. Resmettiğim konular çeşitlendi ve daha renkli denemelere dönüştü - aile üyeleri, arkadaşlar, karşılaştığım insanlar. Daha sonra, kullandığım malzemenin özelliklerine göre denemler yapmaya başladım, tükenmez kalemin ve kullandığım malzemelerin sınırlarını zorlamaya çalıştım, kullandığım malzemeler ile daha farklı neler yapabileceğimi görmek istiyorum ve hala keşfetme sürecindeyim. Bütün bu denemelerimi portrelerimde kullanıyorum, çelişkileri ve sınırları zorlamanın sonuçları böylece kendini gösteriyor. Favori ressamların kimler? Birkaçını söyleyecek olursam, Kerry James Marshall, Lucian Freud, Charles Wilbert White, Zhang Xiaogang, Elizabeth Catlett, Michaël Borremans, Korehiko Hino, Francis Bacon, Ghada Amer, Takehiko Inoue, Elizabeth Peyton, Hans Holbein the Younger, Hank Willis Thomas, Wangechi Mutu, Craig Thompson, Richard Mosse, Kara Walker, Marlene Dumas, Lynette Yiadom Boakye, Karel Funk, Julie Mehretu, Lorna Simpson ve Rembrandt, Sanatçı olmanın iyi ve kötü yanları nelerdir? Genel anlamda bilmiyorum aslında, herkes adına bir şey söyleyemem, ama kariyerim ilerledikçe kendimi daha çok belirsizlik içinde hissediyorum. Başarılı olup olmadığım konusunda daha çok şüphe duymaya başladım,
sıkça kendimi tekrarladığım ve sıradan olduğum kuşkusu duyuyorum. Bence hem iyi hem de kötü yanları bir arada. Bazen bu belirsizlik dizginsiz ilerleme, risk alma ve araştırma arzusu yaratıyor, diğer zamanlarda ise gerçekten engelleyici olabiliyor. Şu anda ne üzerinde çalışıyorsun? Şu anda, ilk solo sergim için hazırlanıyorum. Mayıs ayında New York’ta Jack Shainman Gallery’de “My Country Has No Name" adıyla gerçekleştirilecek. Şu anda, bütün işlerim stüdyomda her yere dağılmış durumda. Hem heyecanlı hem de ürkütücü bir dönem, dışarıdan gelen yoğun baskı kendime fazla yüklenmeme sebep oluyor. İlerleyen dönemlerde neler yapmayı planlıyorsun? Yaklaşan solo sergim dışında, “Benin Kingdom” heykel ve maskelerinin sergi düzenlemeleri üzerinde çalışıyorum. Henüz gelişmekte olan bir proje olduğu için konu ile ilgili daha fazla bir şey söyleyemiyorum. Ayrıca, beni heyecanlandıran diğer bir proje ise, San Francisco’da bulunan Asya Sanatı Müzesi’inde gerçekleşecek ve benim de içinde yer alacağım yeni bir sergi.
PreMıer CRU Caudalíe’nin yenilenen bombası Premier Cru, Bordeaux bölgesinde yetişen Grand Cru üzümlerinin en değerli ve etkin içeriklerini geri dönüştürülebilir, hava geçirmeyen pompalı bir şişeye hapsediyor. Fransız bağlarının gençlik iksiri, hücre yenilenmesini sağlayan Resveratrol-Oleyl’in yanı sıra, leke oluşumunu engelleyen Viniferine ve bitki dünyasının en etkili antioksidanlarından üzüm çekirdeği Polifenolleri’ni bir araya getiriyor. Sıkı, yumuşak, lekesiz ve ışıltılı bir cilde giden yol, bir nevi şaraptan geçiyor.
Jewel Heritage 2010’dan beri koleksiyonlarında mitolojiye hayat veren, sembollerin anlamlarını kovalayan ve mücevher mirasını irdeleyen Jewel Heritage bu sezon da araştırmalarına kaldığı yerden devam ediyor. Ekonomik tasarımları aynı zamanda organik malzemelerden üretmeyi başaran markanın el yapımı tasarımları, arkeolojik kazılardan çıkarılmış gibi.
Camper To&ether Lügatlerimizde rahatlıkla eş anlamlı Camper, marka felsefesinden şaşmadan yeni fikirleri ve alışılmamış projeleri desteklemeye devam ediyor. Tasarımın önde gelen isimleriyle yaptığı son iş birliği Camper To&ether da konfor, yaratıcılık ve deneyim üçlüsünün bir tezahürü. Bernhard Wilhelm, Veronique Branquinho, Romain Kremer ve Jasper Morrison’ın gardırobunuzu renklendirip ayaklarınızı huzura erdirecek tasarımları için harekete geçin.
Chanel Montre Première Bracelet İlk olarak açıklık getirmemiz gereken mevzu ‘ilk’in (première) anlamları. Sözlükleri karıştırıp anlamı terminolojilere böldükten sonra saatlerimizi durduruyoruz keza Chanel için ilk dakikalar 1987 yılında ilk defa sadece kadınlar için tasarlanan seri ile başladı. Place Vendome’un şeklini alan kadrajı ile bileklere zincirlenen seri, 3 farklı renk seçeneği ile karşımıza çıkıyor. Aslında ne akrep yelkovanı ne de yelkovan akrebi kovalama peşindeyken biz Chanel Montre Première Bracelet ile günleri ayları yılları kovalamayı tercih ediyoruz.
YES TO GRAPEFRUIT Cildi arındırıcı Ölüdeniz tuz ve kilini botanik özlerle buluşturan Yes To ailesinin son üyesi greyfurtla tanışın. Macerasına havuçla başlayıp, domates, salatalık ve antioksidan yönünden zengin yaban mersiniyle devam eden Yes To, yeni serisinde de %95 doğal içerikten ve parabenpetrolium duvarından vazgeçmiyor. Ciltteki parlaklığı artıran ve pigmentasyonu engelleyen greyfurt serisinde, Daily Facial Scrub, Facial Towelettes, SPF 15 Moisturizer, Dark Spot Correcting Serum, Dark Circle Correcting Eye Cream, Exfoliating Body Wash ve Dark Spot Correcting Body Cre me gibi hit'lere rastlıyoruz. Söz konusu güneş ve yaşlılık lekeleri olduğunda yüzümüze odaklanıp vücudumuzu unuttuğumuz günler geride kalmış gibi görünüyor.
179
Violent Femme photographer begüm yetiş fashion editor erkan altunay make–up mert nazlim/k.u.m agency hair tayfun kaydok
tişört aslı filinta tişört eleven paris/v2k mayo eres/l'appart pr ayakkabı christian louboutin/l'appart pr kolye gazzas
XOXO The Mag
üst lanvin/beymen mayo eres/l'appart pr ayakkabı céline/beymen
181
g繹mlek jil sander/beymen yelek vakkorama ayakkab覺 marni/beymen
XOXO The Mag
羹st balenciaga/beymen pantolon josep font/l'appart ayakkab覺 chris tian louboutin/l'appart pr
183
iç çamaşırı eres/l'appart pr mayo eres/l'appart pr ceket lanvin/beymen gömlek equipment/v2k
XOXO The Mag
iç çamaşırı eres/l'appart pr ceket paule ka/vakko pantolon vakko ayakkabı céline/beymen saat rolex
185
端st phillip lim/beymen mayo oye/l'appart pr
XOXO The Mag
iç çamaşırı eres/l'appart pr ceket alexander wang/beymen pantolon rick owens/v2k kolye gazzas ayakkabı christian louboutin/l'appart pr
187
MUSIC
REVIEWS
She & Him
Johnny Marr
The Men
Gruba, Zooey Deschanel’in hipster kraliçesi tacını almasından sonra çok daha fazla kulak verildiği bir gerçek. Ben Gibbard’la evliliklerinin bitmesi, iki tarafın da müzik hayatına artı puan olarak geri döndü belli ki. New Girl setlerinden fırsat buldukça stüdyoya girip tamamladıkları Volume 3’nin ilk single’ı ‘Never Wanted Your Love’, klasik bir She & Him hiti. Tatlı, parlak, Zooey’nin gülümseten vokaliyle melankolik bir indie pop şarkısı. Yazarının, 10 parmağında 10 marifet Zooey olduğunu söylememize gerek yok herhalde.
‘The Messenger’ single'ını yayınladığında herkesi heyecanlandıran Johnny Marr, aynı isimli albümü ile The Smiths'ten sonraki sınavına nasıl hazırlandı diye merak ediyorsanız, cevabımız: Tam bir İngiliz gibi. İngiliz sound'una sadık kalan Marr, gitar tonları, vokal yapısı ve şarkıların tümüne yayılan bir bütünlük ile hazırlamış yeni albümünü. ‘Upstarts’, ‘I Want The Heartbeat’, ‘European Me’, ‘Sun & Moon’ gibi şarkılarla gençlere taş çıkaran Johnny Marr'a “Cheers!” diyoruz.
The Men üyeleri kaç yaşındalar bilmiyorum ama zaman tükenmeden etkilendikleri müzik akımları, müzisyenler, enstrümanlar ve olaylardan derhal şarkı yazarak dört senede dört albüm yaptılar. Geçen seneki albümleri Open Your Heart’taki çok çeşitlilik, New Moon ile rock müziğin alt açılımlarının neredeyse hepsine temas eden, rastgele sıralandığı izlenimi veren şarkılar halini almış durumda. Grubun kısa geçmişine bakınca, şizofrenik tabir edilebilecek bir albümle karşılaşmamız şaşırtıcı değil.
Never Wanted Your Love Merge Records (Single)
The Messenger Warner Bros. (LP)
merve evirgen
New Moon Sacred Bones Records (LP)
busen dostgül
beren özel
Phosphorescent
Jimi Hendrix
Palma Violets
‘Song for Zula’, sahip olduklarıyla Muchacho’nun önceki albümlerden farklı olacağının sinyallerini verir gibiydi. Matthew Houck’un bir süreliğine her şeyden uzaklaşmak için gittiği Tulum, Meksika’da temellerini attığı son albümü, kanımca müzikal kariyerinin en güzel eseri. Bunalımlardan kaçıp, uzak diyarlara yerleşmek kulağa tam bir sanatçı klişesi gibi gelse de, Tulum’un havası Houck’un tam da ihtiyacı olan şeymiş anlaşılan, zira albümde yer alan her bir şarkı Meksika güneşinden bir şeyler çalmış sanki.
Jimi Hendrix’in yayımlanmamış kayıtlarını hayranlarına ulaştırmak için kolları sıvayan müzikal yoldaşları Mitchell, Kramer ve Jansen’a şükranlarımızı borç bilirken, bu kayıtların hakkını satın alıp sıradan stüdyo müzisyenleri ile sözüm ona ‘cilalamaya’ çalışıp eline yüzüne bulaşturan prodüktör Alan Douglas’ın ardından, Hendrix’in vefatından bu yana dinlediğimiz en orijinal, en ham albüm People, Hell & Angels düştü kucağımıza. %100 Hendrix. ‘Earth Blues’un gitar riff’leri bile kendimizden geçmeye yeterli.
NME, 2012 listelerini açıkladığında Palma Violets’ın ‘Best Of Friends’ adlı parçasını yılın en iyileri listesinde ilk sırada görünce kısa dönemli bir şok yaşamıştık. Hele ki söz konusu liste için Tame Impala, Egyptian Hip Hop ve TOY gibi tahminlerde bulunurken Palma Violets ile karşılaşmak şaşırtıcıydı. NME’nin 2012 seçkisini açıklamasından kısa bir süre sonra 180 isimli ilk albümlerini piyasaya çıkaran grup, garage ve psychedelic arasında gidip gelen şarkılardan oluşan lezzetli bir işe imza atmış.
aslı arduman
arda tümer
onur yazıcı
Muchacho Dead Oceans (LP)
People, Hell & Angels Legacy (LP)
XOXO The Mag
180 Rough Trade (LP)
How To Destroy Angels
Woodkid
Tube & Berger
Dubstep etkileşimli ‘The Wake-Up’ ile açılışı yapan albüm, Trent Reznor’ın, eşi Mariqueen ile birlikte, Nine Inch Nails’den bağımsız olarak yayımladığı ilk LP. Albüm her ne kadar iddialı açılışı, ‘Keep It Together’ ve ‘Ice Age’ gibi kayıtlarla ilk dakikalarda ümit vadediyor olsa da, dinleyici olarak sonrasında aynı tadı yakalamak güçleşiyor. Yine de aksak ritimlere eşlik eden karanlık synth-basların üzerinde jilet gibi kayan Mariqueen’in dingin vokalleri, NIN takipçilerini grubun turladığı bu dönemde bir süreliğine idare edebilir.
Görsel sanatlar alanındaki yeteneğini müzikte de gösteren Woodkid, ‘Run Boy Run’ ve ‘Iron’ single’larıyla son bir senedir zaten radarımızdaydı. Bu iki şarkının da yer aldığı albüm, birçok hit yıldızı taşıyan şarkıya sahip. Videosuyla sosyal medyayı fetheden ‘I Love You’, orkestra popun en iyi örneklerinden ‘The Great Escape’ gibi şarkılarla The Golden Age; ilk albüm olamayacak kadar olgun ve profesyonel bir iş. Görünen o ki, Woodkid son zamanlarda Fransa’dan çıkan en büyük isimlerden biri.
90’ların başında bir punk grubu macerası ile başlayıp, tech-house ve deep house yörelerine ayak basmak zaten oldukça sıra dışı bir hikaye. Bastığı bu zemini gerçekten titretmeyi başarmak ise Alman ikili Tube & Berger’a özgü bir meziyet. Daha önce It Began In Africa projesi için yaptıkları parça ‘Free Tribe’ ile Beatport zirvesinde olan Arndt Rorig ve Makro Vidovic’in yeni EP’si Pleasure Dip’i dinlediğiniz zaman, çoğu meslektaşlarının aksine, müziklerinin yazılım ürününden ibaret olmadığını göreceksiniz.
Welcome Oblivion Columbia (LP)
The Golden age Green United Music (LP)
vehbi görgülü
Pleasure dıp Suara (EP)
merve evirgen
arda tümer
Clinic
Justin Timberlake
Sally Shapiro
2000’den bu yana ortalıkta olsa da merkezin hep biraz dışarısında kalan ya da kalmayı tercih etmiş Liverpool’lu Clinic, zaman içerisinde giderek hak ettiğinden daha az kişiye ulaşmış olsa da, sadık dinleyici kitlesini asla hayal kırıklığına uğratmadı. Free Reign, hem Clinic’i bugüne taşıyan son derece karakteristik niteliklerini hem de aynı anda alaycı, soğuk, mesafeli ve seksi olabilen melodilerini, psychedelic rock’tan popa, cazdan post-rock’a uzanan çok yetkin bir prodüksiyonla topluyor.
2013’ün en heyecan verici albümlerinden biri olduğunu söylersek abartmış olmayız. ‘I’m Ready’ başlıklı geri dönüş sinyali veren bir video, Jay-Z düetli ilk single ‘Suit & Tie’, Tom Ford’a emanet edilen bir gardırop, SNL sunumu... R&B ve neo-soul türlerinde değerlendirilebilecek albümde her bir şarkı en az 7 dakikadan oluşuyor, zira Timberlake, Queen ve Pink Floyd yapabiliyorsa ben neden yapamayayım demiş. Klasik rock’a saygımız büyük ama The 20/20 Experience’ın çok daha akışkan olduğu kesin.
Disco Romance ile italo disco yıldızını yeniden parlatan Sally Shapiro, ikinci albümle gelen kendilerini tekrar ettikleri yönündeki eleştirilere kulak tıkayıp Somewhere Else ile bildiğini okumaya devam ediyor. Italo disco 80’lerde de kendini tekrar eden bir müzik türüydü, dolayısıyla ömrü pek uzun olmadı. Yine de bugünlerde ‘This City’s Local Italo Disco DJ Has A Crush On Me’ gibi adından bile naiflik akan sevimli pop-dance melodilerini bulmuşken ön yargılı olmamak gerek.
merve evirgen
vehbi görgülü
Free reign Domino (LP)
The 20/20 Experience RCA Records (LP)
seda niğbolu
189
Somewhere else Paper Bag (LP)
MUSIC
REVIEWS
Cold Cave
Wild Belle
Chelsea Light Moving
Geçmişi hardcore’la şekillenmiş Wesley Eisold’un kişisel projesi olarak başlayan Cold Cave, başlangıçtaki benzersiz noise/ endüstriyel/synth wave karmasından giderek daha pop ve new wave etkili bir yere yöneldi. Henüz yayın tarihi açıklanmayan yeni EP’leri Oceans With No End’in isim parçası, önceki albümün The Killers’ı andıran görkemi ve yüksek enerjisine sahip olsa da post-punk gitar melodileri ve noisy synth’leriyle daha koyu ve ekibi neon renkli sürüden ayırmaya yetiyor.
Karşımızda ilk albümlerini yayımlamış iki kardeşin klasik hikayesi var; müziksiz yaşayamayan bir aileye doğuyorlar ve müzisyen olarak yetişiyorlar. 11 şarkıdan oluşan albümün öne çıkanları ‘Keep You’, ‘Backslider’ ve ‘It’s Too Late’. ‘Keep You’ ile gönül evimizden vuran Wild Belle’in sound’unu indie rock ve modern reggae’nin dansı olarak tanımlayabiliriz. Natalie’nin yumuşacık sesiyle rüya gibi işleyen albümün ilk videosu ‘Keep You’daki sevimli aşk hikayesini de mutlaka izlemelisiniz.
Chelsea Light Moving, hem yeni bir grup hem de yeni bir albüm olarak karşımıza çıksa da dinlendiğinde resmen 90'lardan kalma, kaydedilmemiş bir Sonic Youth albümü hissi uyandırıyor. ‘Burroughs’, ‘Sleeping Where I Fall’, ‘Frank O'Hara Hit’ ve ‘Empires of Time’ Thurstoon Moore'u özleyen herkese uzaklardan gelen, şiddetli bir tokat etkisi yaratan şarkılar. ‘Communist Eyes’da içindeki punk'ı akıtan Chelsea Light Moving, Sonic Youth ile alıştığımız gitar tonlarını bizimle yeniden buluşturuyor.
Oceans With No End Deathwish (single)
Isles Columbia (LP)
Chelsea Light Moving Matador Records (LP)
seda niğbolu
busen dostgül
merve evirgen
Devendra Banhart
French Fries/Zebra Katz
Bilal
2000’lerin ve 20’lerinin başlarındaki işlerine baktığımızda daha ‘freak folk’ işitiliyordu Devendra Banhart ve biz de bundan şikayetçi değildik. Ama yıllar geçtikçe Venezuella kökenli Teksaslı, sanatında daha dingin bir noktadan seslenmeye başladı bizlere; Anthony and The Johnsons ve Little Joy gibi gruplarla çalışması, her Wes Anderson filminde bir şarkısını muhakkak işitmemiz ve son olarak zirve yaptığı albüm Mala, bu durumu su yüzüne çıkarıyor. Bir süre güneşi bu albüm ile doğurup, bu albüm ile batırabilirsiniz.
Son dönemin en büyük rap sürprizlerinden Zebra Katz, Clek Clek Boom şefi French Fries’la yaptığı bir split EP ile geri döndü. Orijinali yine sade, derin, ağır mı ağır ve müthiş seksi olan ‘Sex Sellz’, Teeth’in sıkı kontrolünde aksaklığı elden bırakmadan çok daha enerjik, hafif, bol baslı ve 808’li bir kulüp hitine dönüşüyor. French Fries’ın ‘Modular’ıysa, minimal techno ritimleri etrafında dönen bir bas parçası. İşin aslı, bu sound da Zebra Katz’in yoğun ve karanlık tonlarının yanında bir nebze gölgede kalıyor.
Coltrane klasiği ‘A Love Supreme’den esinlenen yeni Bilal albümü A Love Surreal, son aylarda piyasaya sürülen en sıkı neosoul kayıtlarından. Bilal’in, yeni jenerasyon neo-soul şarkıcılarının yapmış olduğu gibi, albümünde bolca rapper’ı konuk etmek yerine tamamı canlı enstrümanlarla bezeli aşk şarkılarını en duru halleriyle dinleyiciye sunması, onu ‘yeni D’Angelo’ yakıştırmasından kurtardığı gibi, vokal ve bestelerin gücünü de ön plana çıkarıyor. Neo-soul takipçileri ve Prince hayranları için biçilmiş kaftan.
arda tümer
seda niğbolu
vehbi görgülü
Mala Nonesuch (LP)
Module/Sex Sellz Signal Life (EP)
XOXO The Mag
A love surreal eOne (LP)
Mitzi
Atoms For Peace
Dirty Beaches
Son dönemde Avustralya’dan çıkan Strange Talk, New Navy, San Cisco ve Palms gibi genç grupları ilgiyle takip ediyoruz. New Navy Avustralya’nın Two Door Cinema Club’a cevabıysa, Mitzi de New York indie’si LCD Soundsystem’ın tahtına göz dikebilir. Klasik disko ve house sound’unu muazzam synth’lerle donatarak indie rock’tan dance-punk’a kadar uzanan ve her şeyi olması gerektiği gibi konumlandıran bir albüm Truly Alive. Albümle aynı adı taşıyan parçayı dinleyerek tüm bu övgülerin nedenini siz de anlayabilirsiniz.
Atoms For Peace projesi ile Thom Yorke, bu kez artık tecrübelerini akıttığı ama yaşlandığını da kabul ettiği sakinlikte bir albüm yaratmış. AMOK baştan sona enfes bir albüm; ‘Before Your Very Eyes’ mükemmel bir giriş, ‘Ingenue’, ‘Unless’, ‘Judge’ ve ‘Jury And Executioner’ ise Radiohead severlerin hasretlerini giderecek nitelikte şarkılar. Adının aksine farklılık yaratan ‘Default’ albümün favori şarkıları arasına girerken, kapanışı yapan ‘AMOK’ ise iki yıllık özlemin hakkını veriyor.
Evan Prosofsky’nin aynı adlı filminin müziklerinden oluşan Water Park, son dönem yeraltından gelen seslerin öncülerinden Alex Zhang Hungtai’ın yeni eseri. Film, Alberta’da yer alan West Edmonton Mall’daki koca su parkından yükselen seslerin plastik sakinliğini ele aldığı gibi, albümde yer alan yedi şarkı da bu dinginlik halini yansıtıyor. Seyahate gidemeyen, şehirde kalakalmış, bir alışveriş merkezi içinde dinlenmekle yetinen Kanadalıların ruh hali, uğultu, yankı gibi birtakım melankolik seslerle dile getiriliyor.
onur yazıcı
busen dostgül
Truly Alive Future Classic (LP)
AMOK XL Recordings (LP)
Water Park OST A Records (LP)
beren özel
Dusky
Iceage
!!!
Geçen yıl yayımladıkları Henry 85 ile büyük ilgi gören Dusky, arayı soğutmadan yeni bir EP ile karşımızda. Dört kayıttan oluşan kısa çalardaki ‘Nobody Else’ ve ‘Dummy’yi grubun takipçileri Radio 1 Essential Mix’ten hatırlayacaklardır zaten. En az bu iki parça kadar güçlü olan ‘Atone’ ve ‘What I Never Knew’ da playlist’lerin vazgeçilmezi olmaya aday kayıtlar. Derin baslar, vokal loop’ları ve 90’lı yılların Strictly Rhythm stilini anımsatan old school synth tonlarıyla Nobody Else yılın en iddialı house kayıtlarından.
Danimarkalı ekibin ikinci albümleri süresi yarım saati bile bulmayan, kısacık ama çok etkili bir darbe. İlk albümden daha karmaşık ve kaotik yerlere giden Iceage, punk-rock’tan aldığı tüm enerjiyi hem post-punk ve gotik severlere uzak kalmayacak bir hale dönüştürüyor hem de sırtını büyük oranda post-hardcore’un acı melodilerine yaslıyor. Hepsine eşlik eden acı dolu vokalse zaman zaman emo-hardcore sınırlarında geziniyor. Bu kadar gençlik enerjisiyle dolu olup, geride kalan yılların ilhamını da müziklerine bir o kadar iyi taşımak Iceage’in en büyük gücü.
Dance-punk hareketinin öncülerinden !!!’in, Spoon’dan tanıdığımız Jim Eno’nun yapımcılığını üstlendiği beşinci albümü THR!!!ER 30 Nisan’da piyasaya çıkacak. Grup, merakla beklenen yeni albümlerinden ilk single olarak dinleyeni dansa davet eden ‘Slyd’ı çıkarmayı tercih etti ve doğru da bir karar verdi. Ancak ‘Slyd’, Jim Eno’nun yapımcılığını üstlenmediği tek parça. !!!, tamamı grubun yaptığı klasik dans müzik tabanlı sample’lardan oluşan ‘Slyd’ ile LCD Soundsystem’ı özleyenler için burada.
Nobody Else Aus (EP)
You’re Nothing Matador (LP)
SLYD Warp Records (Single)
seda niğbolu
vehbi görgülü
191
onur yazıcı
GAMES
hazırlayan emre doğan
Spock ve Kirk Omuz Omuza Bildiğiniz gibi orijinal Star Trek 1966 çıkışlı bir yapım. 1966’dan beri de çeşitli kutu oyunlarına ve benzeri oyunlara konu oldu. Dijital oyunların başlangıcı ise 1971 ve yanlış saymadıysam incelemekte olduğumuz oyun 53. video oyunu. 90’ların sonu 2000’lerin başı gibi mesela pıtırcık-vari Star Trek oyunları türemişti. 2009’da J.J. Abrams’ın çektiği filmle yeniden başlattığı Star Trek manyaklığı, Mayıs ayında tamamlayacağı ikinci filmle devam edecek. Eh bu durumda yeni oyunun Nisan’da çıkması pek de anlamsız sayılmaz. Oyun, bol aksiyonlu, serüvenli, third person shooter türüne düşüyor. J.J. Abrams’ın filminde olmayan bir macerayı konu alacak olan oyun, Kaptan Kirk ve Mr. Spock’ın galaksiyi kontrolü altına almaya çalışan kötü kalpli bir ırkla (Gorn’lar) mücadelesini canlandıracak. Basit bir kurtarma operasyonu ümidiyle başlayan macera, Vulcan’ların gezegenlerini yeniden inşa etmek için
kullandıkları bir cihazın Gorn’ların eline geçmemesi davasına kadar ilerliyor. Çünkü bu cihaz evrende yarıklar oluşturabiliyor ve Gorn’lar bu cihaza sahip olurlarsa onları durdurmak imkansız hale gelecek diye endişeleniyoruz. Hikaye için epey uğraşıldığı söyleniyor, ancak ben henüz sonuç iyi mi kötü mü tartamıyorum. Oynanış konusunda co-op görevlere vurgu yapılıyor. Arkadaşınızla birlikte Spock ve Kirk’ün kontrolünü elinize alıyormuşsunuz; ikisinin farklı şeyler yaparak bir işi ortaklaşa bitirmesi gibi “stratejik” görevler varmış. Ben bir Star Trek fanatiği değilim, en fazla sempatizanı denebilir. Oyun hakkındaki ilk izlenimim de çok olumlu sayılmaz. Günümüzde bu tip girişimlere para tuzağıymış gibi yaklaşma refleksine sahip olmak pek olağan dışı sayılmaz.
STAR TREK [PS3, Xbox 360, PC]
Zombilerden Kaçış Yok Riptide, aslında kıyıya çarpan dalgaların deniz zeminindeki bir yarık yüzünden geri dönerken insanı içine çekmesi anlamına geliyor. Dead Island’ın ikinci oyununa bu adı vermesi ise oldukça manidar. Zira kahramanlarımız ilk oyunun sonunda helikoptere atlayıp donanmaya ait bir gemiye çıktıklarında kendilerini kurtulmuş sanmışlardı. Oysa bu bahtsız kardeşlerimiz, çilekeş kurbanlarımız kendilerini beterin beteri bir halde buluyorlar. Virüs, bir şekilde gemi mürettebatına yayılıyor ve kabus yeniden başlıyor. Oyunun büyük bölümü yine tropik bir adada geçiyor olacak. Temiz hava, okyanustan gelen ferahlatıcı esinti, bolca orman, yer yer bataklık ve tabii ki, sonu gelmeyen zombiler. Dead Island: Riptide’da beş ana karakter bulunuyor. İlki Uzak Doğulu, çekici olduğu kadar
da atletik ve zeki olan Xian. Bir şarkıyla üne kavuşan, sonra saman alevi gibi sönen Sam B, kimlik bunalımı ve bağımlılık sorunlarını bir kenara koyup zombi katletmeyi kendine meşgale edinecek. Eski bir Amerikan futbolcusu olan Logan, budalaca egosu ve trajedilere neden olmuş sokak yarışçısı geçmişiyle sözde-fiyakalı bir kas torbası. Başına buyruk bir adalet savaşçısıyken yanlış adama çatan Purna, hikayenin aklıselim karakterlerinden gibi görünüyor. Mürettebattan ekibe katılan John Morgan aslında bir yakın dövüş uzmanı, ancak idealleri nedeniyle orduda aşçılık yapmayı daha uygun görmüş. Adada güvenli bir yerimiz var ve zaman zaman buraya zombi saldırıları gerçekleşiyor. Bu yere mitralyözler ekleyerek, çitler örerek alan savunması yapıyoruz. Bunların dışında oyunda çok bir yenilik olduğu söylenemez. Kafa yormayan bir alternatif.
Dead Island: Riptide [PS3, Xbox 360, PC]
Kurbanlık Ruh Geldi Soul Sacrifice tam bir Japon oyunu. Takip edebildiğimiz kadarıyla oyun kültürü, Batı'da ve Japonya’da çok farklı işliyor. Resident Evil, Metal Gear Solid ve belki Devil May Cry gibi istisnaları saymazsak, Japon oyunları Avrupa ve Amerika’da aynı coşkuyla karşılanmıyor. Mesela Soul Sacrifice için kan kırmızısı bir PS Vita ve kırmızı kulaklıklar içeren özel bir bundle hazırlanmış. Burada olsa pek kimsenin yüzüne bakacağını zannetmiyorum. Genel bir bakışla, oyunun bol aksiyon içeren bir RPG olduğunu anlıyoruz. Kahramanımız, zalim ve erk sahibi bir büyücünün kölesi. Bu evrende büyüler ve doğaüstü aktiviteler genelde “kurban etmek” üzerine kurulu. Kahramanımız da büyücü için kurban edilecekken ortaya bir kitap çıkıveriyor. Meğersem bu kitap, aslında kitap suretinde bir iblismiş. (Demiştim, tam Japon kafası.) Bu kitapta, bizim zalim büyücünün envai çeşit canavarla tutuştuğu savaşlar ve
diğer maceralar bölüm bölüm bulunuyor. Kahramanımız da bu efsunlu bölümlere girerek hikayeleri baştan yaşayabiliyor. Bu sayede deneyim ve dolayısıyla çeşitli yeni güçler edinebiliyor. Muhtemelen bütün bölümler bittikten sonra da zalim büyücüyü alt edip oyunu başarıyla tamamlıyor olacağız. PS Vita’lar multiplayerfriendly cihazlar olduğundan, Soul Sacrifice’ın da kuvvetli bir co-op yapısı olacak. Beyzbol şapkalı Japon kardeşlerimizin kafelerde yan yana oturarak bu oyunu oynarken çığlık attıkları halleri gözümde canlanır gibi oldu. Karakterimizi tank, ranged caster ya da melee’ci olarak eğitmemiz ve geliştirmemiz mümkün. Bu arada eklemeden geçmeyelim: Oyunun yaratıcısı, Mega Man’i yaratan ekipten Keiji Inafune, oyun tasarımcısı duayenlerinden sayılabilir. Bu tip oyunları sevenlere ve tabii PS Vita sahiplerine önerebiliriz. Soul SACRIFICE [PS VITA]
Kahraman Dalaşı Önce bir şeyi açıkça ortaya koyalım: Bu dövüş oyununda tanıdığımız-sevdiğimiz kahramanlar birbirlerine kafa göz girişiyorlar. Van Damme’ın Kan Sporu filminde olmadığımız için, geliştiriciler bu kavgaya kılıf uydurmak için atmasyon bir hikaye ortaya atmışlar. Bu ortam diğer DC olaylarından tamamen bağımsız. Metropolis’in hazin durumu, karısı Louis Lane’in ve doğmamış çocuklarının trajik ölümü Süpermen’i iyice çileden çıkarmış, ona yeminini bozdurmuştur. Tüm bu olayların müsebbibi Joker’e “ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın ülen!” diyen ve hükümetin kolluk kuvvetlerine “siz aradan çekilin” diyecek kadar ileri giden Süpermen, aslında bir nevi darbe yapmış, diğer süper kahraman arkadaşlarını da örgütlemiştir. “Size rağmen, sizin için” düsturunu yeterince demokratik bulmayan ve durumdan rahatsız olan Batman de, kendi gibi liberal diğer süper kahramanları örgütleyip
bir direniş başlatmıştır. Saçma sapan bir hikaye ama gel gör ki milyonların hayran olduğu karakterleri dövüştürecek kadar da tutarlı. Süper kahramanların aşkları da kavgaları da büyük olur. Süpermen’in özel hareketlerinden birisi, rakibini bir aparkatla atmosferin dışına, sonra oradan bir sol direkle yine yeryüzüne zıbartabilmesi. Flash’inki, rakibinin yanından koşarak geçip, dünyanın etrafından dönüp, aldığı hızla yumruğu yapıştırması. Çok sayıda kahraman ve çok sayıda arena bulunuyor. Her arena birden çok bölümden oluşuyor ve gayet interaktif görünüyor. Bölümler arası geçişlerde çevredeki nesnelerin rakibe karşı kullanılması olabildiğince doğal gerçekleşmiş. Aquaman, Bane, Catwoman, Green Lantern, Harley Quinn, Wonder Woman, Lex Luthor ve daha fazlası oyunun karakter ekibinde yer alıyor. Bunlardan birini alıp, gıcık olduğunuz bir süper kahramanı patır kütür dövmek elinizde.
Injustice: Gods Among Us [PS3, XBox 360, WII U]
BEST OF Selected by BRANDROOM
Roberto Cavalli
İkonik stile sahip tasarımlarıyla ünlü İtalyan moda tasarımcısı Roberto Cavalli, feminen kesimli tasarımlarında renkli baskılı kumaşlar kullanarak görsel bir şölen hazırlamış. Cavalli’nin koleksiyonunda muhteşem detaylar ve desenler dikkat çekiyor. Egzotik ve koyu baskıların ustası olan ünlü tasarımcı, bu koleksiyonunda geçtiğimiz sezonlardan keyifli bir uzaklaşma sunuyor. Mavi, mor ve sarı renklerin ağırlıklı olduğu barok şekilleri kullanan Cavalli, koleksiyonunda Hindistan’a yaptığı geziden esinlenerek leopar desenleri ve egzotik çiçekleri sık ve yoğun bir şekilde kullanmaktan kaçınmamış.
Giuseppe Zanotti
Afrika’dan esinlenilen koleksiyonun ‘statement piece’i olan bu stilettolar ‘must have’ listenizin baş sıralarına gördüğünüz andan itibaren yerleşmiş olmalı. Eski bir DJ olan Zanotti, tasarımlarında masumiyeti ve rock’n roll ruhunu harmanlıyor. Altın detayları ile Afrika kraliçelerinden etkilenen ateşten kanatlı ayakkabıların Kanye West’in tasarladığı beyaz versiyonundan uyarlandığını da belirtmeden geçmeyelim. Platformlu büyük topukluların her yanımızı sardığı zamanları yaşarken Zanotti stilettolarının zarifliğine göz kırpıyoruz.
Theory
Önceki koleksiyonlarına nazaran, bu sezon tasarımcının koleksiyonunda beklenmedik eğlenceli dokular ön planda. Transparan, ipek ve şifon elbiseler, deri şort ve ceketler, tüvitler İlkbahar– Yaz 2013 koleksiyonunda buluşmuş. Theory’nin beyaz deri ceketi ile baharda modern ve asi bir görünümü markanın iddiasının kanatları altında buluşturabilirsiniz. Uyaralım: Geleceğe bakmayan çünkü onu yaratma iddiasında olan tasarımları ile kıyafete bakış açınızı 180 derece değiştirmek üzeresiniz.
Michael Kors
Michael Kors'un İlkbahar-Yaz 2013 koleksiyonundaki rengarenk parçalar yaza damgasını vuracak. Evet, biraz iddialı bir giriş oldu fakat ilkbahara eğlenceli giren koleksiyonda yer alan çantalar, gözlükler ve saatler bu fazlasıyla heyecanlı giriş cümlesini mecbur kıldı. Hatırlatalım: Koleksiyonda bu yıl da zımbalı çantaların geniş ve büyük gözlüklerin hakimiyeti devam ediyor.
Matthew Williamson
Desenleri ile ünlü Matthew Williamson çiçekli gömleği ile aynı yolda devam ediyor ve gömlek, canlılığı ile giyenlere mutluluğu garanti ediyor. Trendlerin değil tasarımların üzerinde duran Williamson, renk konusunda sınır tanımıyor ve geliştirdiği Primavera deseniyle piksellenen çiçekler kapımızdaki baharın haberlerini veriyor.
XOXO The Mag
Salvatore Ferragamo
Salvatore Ferragamo’nun ikonik çantasının yeni tasarımı, The Sofia İlkbahar-Yaz 2013, zarif renkler ve grafik efektler ile lüks kavramını yeniden tanımlıyor. Ultra feminen model, Ferragamo dünyasının yeni ikonik özelliklerinden biri olan Gancio metalinin çantanın yan taraflarına uygulandığı ve sapının fonksiyonel elemente dönüştürüldüğü piercing efekti kullanılarak modernize edilmiş. The Sofia İlkbahar/Yaz 2013 ile Salvatore Ferragamo; güzelliğin ve eşi olmayan lüksün, zanaatkarlığın ve fonksiyonelliğin, cazibeli sofistikeliğin ve çağdaş vizyonun eklektik karışımını yaratıyor.
Diane Von Furstenberg
Diane Von Furstenberg, tasarımlarını içinde bir çingenenin ruhunu taşıyan prensesler için tasarladığını söyler. Her sezon bahsi geçen önermeyi doğrulayan Diane, bu sezon da neon renkleri elegan modellerle buluşturuyor. Pembe blazer’ı baharın enerjisiyle daha da renklendirmek ya da minimalist çizgilere çekmek tercihini size bırakıp renk skalanıza DVF pembesini de eklemeyi ihmal etmemenizi öneriyoruz.
IRO
Bu bahar da herkes bembeyaz giyinecek. Hatta iddiamızı biraz daha artırıp "White is the new black" diyelim. Asilliğin ve masumiyetin rengi beyazı, modern tasarımlarla buluşturan IRO, çabasız Parizyen cool’luğunu modayla tanıştırıyor. Son yıllarda dikkatleri üzerine çeken marka herkesin giydiğini, herkesin bildiğini giymek istemeyenlerin adresi.
Alaia
Tunuslu ailesi çiftçi olan Azzedine Alaia, içindeki couture aşkını dizginleyemediğinden, yaşı hakkında yalan söyleyerek kendini moda dünyasının içine atar... Ve o andan itibaren hepimizin aşina olduğu bir isim haline gelir. Sadeliği, sofistikeliği ve seksiliği temsil eden, siyah ve pudra renginin birleştiği işbu tasarıma gelince; vazgeçilmeziniz olan siyah küçük elbisenizin en yakın dostu olacak.
Vita Fede
Vita Fede, sanattan, mimariden ve kültürlerden etkilenerek el yapımı mücevherlere ev sahipliği yapıyor ve markanın tasarımcısı Cynthia Sakai’nin ana temaları arasında ‘hayat’ ve ‘kader’ geniş yer tutuyor. Los Angeles’ta doğan, İtalyan işçiliğiyle harmanlanan tasarımlar ilhamlarını tüm dünyadan alıyor. Bileklik, yüzük, kolye ve küpeden oluşan aksesuar koleksiyonları evcil dostlarınız için de tasarımlar sunuyor. Vita Fede’nin tek kötü yanı ise mağazalara geldiği gibi tükeniyor olması.
195
BEST OF Selected by BRANDROOM
Hackett
Hackett İlkbahar-Yaz 2013 koleksiyonunda nostaljik erkek stiline modernliği getiriyor ve 1920'lerin Bright Young Things’inin zarafetine göz kırpıyor. Yün, keten, ipek ve pamuktan hafif kumaşlar kullanmaya özen gösteren tasarımcı, imzası olan 1920'lerin Gatsby stilini örnek alıyor. Koleksiyondaki geniş yakalar, çift pilili geniş paçalı pantolon modellerini tamamlayarak modern centilmenin dolabına geri dönüş yapıyor. Krem rengi, fildişi, kemik rengi, tütün ve moka renkleriyle birlikte kullanılan beyaz, yaz sezonunda sofistike bir çağın gelişinin haberini veriyor. Eski zamanlardan ilham alan modeller, günlük çantadan bavul boyutlarına kadar geniş bir aksesuar çeşitliliğiyle kombinleniyor.
Hamaki-Ho
Markanın Basel isimli modeli, hafta sonlarını hareketli geçirmekte olanlar için ideal. Çizgisiz bırakılan ayakkabı, kalıpsız yapısıyla ayakta hiç yokmuş etkisi yaratıyor. Aşikar stilinin yanı sıra markanın özel Vibram® tekniğiyle sürtünmeye ve aşınmaya karşı dayanıklı ve esnek bir tasarım var huzurlarınızda. Elinizdeki çorabı sakince çekmeceye geri koyun, çünkü özel tasarımı sayesinde Basel’lerin ihtiyacı olan tek şey ayaklarınız.
Horiyoshi The Third
Kısa bir etimoloji dersiyle başlayacak olursak; markanın tarzı ve adı ünlü Japon dövme sanatçısı Horiyoshi III'den geliyor. Ünlü dövmecinin yeteneğine övgü olarak 2010 yılında kurulan marka, tasarımlarında dünyaca ünlü sanatçının eserlerini bire bir yansıtmakta. Tişörtleri ile ön planda olan Horiyoshi The Third modaya kişisel ve özgün bakış açısını katıyor.
Boglioli
Dedelerimizin hırkaları sandıktaki yerlerini terk edip stil sahibi erkeklerin gardıroplarına gireli kısa sayılamayacak bir zaman oldu. Boglioli koleksiyonun ilham kaynakları ise hayatının bir döneminde istisnasız herkesi etkileyen Ernest Hemingway ve Francis Scott Fitzgerald. Japon tasarımcı Takuji Suzuki ile iş birliği devam eden marka, felsefe ile seyahat etmeyi bir koleksiyonda buluşturuyor.
Tom Ford
Tasarımcının bu bahar için hazırlanan yepyeni koleksiyonundaki rujlar kolay uygulanıyor ve yapısı sayesinde makyajı doğal görünümle tamamlıyor. Tom Ford bu bahar makyaj koleksiyonuna ışıltılı renklerle tasarlanmış, yarı transparan rujları da ekliyor! Lip Color Shine rujlar, ince yapıları sayesinde dudaklara doğal tonlarda ışıltılar veriyor ve makyajın daha aydınlık durmasını sağlıyor. İçeriğinde soya tohumu özü, Brezilya murumuru yağı ve papatya yağı bulunan rujlar uzun süre dudakta kalıyor ve yapışkan his vermiyor.
XOXO The Mag
Phillip Lim
Resort 2013 koleksiyonunda plaja gitmek yerine bahçesinde oturmayı tercih eden Phillip Lim, modernliği ve fonksiyonelliği sentezliyor. Heykelsi formlar ile birleşen çiçek desenleri, bu sezon vitrinleri dolayısıyla da gözlerinizi hayli meşgul edecekken, gardıroplarınızı bu bahar havasından mahrum bırakmayacağınızı düşünüyoruz. Şehrin griliği altında kuracağınız pastel renkli, limonlu sorbe kokulu düşleriniz için ilk adımı attınız.
Peter Pilotto
Peter Pilotto yeni koleksiyonunda tema olarak kusursuz ve canlı renkleri, mozaik desenleri ve monokrom şıklığı bir arada kullanmış. Tasarımlarının en önemli özelliği rahat gibi gözüken kıyafetlerinin hem göz alıcı hem de herkes tarafından giyilebilir oluşu. Peter Pilotto İlkbahar-Yaz 2013 koleksiyonunda kullanılan renkler, ustalıkla modernleştirilmiş antik baskılar ve tasarımcının yarattığı mimari etkilerin her bir parçasına sahip olmak isteyeceksiniz.
Pierre Hardy
Marka sneaker’larıyla olduğu gibi renkli çantalarıyla da gönlünüzü fethedecek. Sezonun en gözde renklerinden turuncu ve mavinin buluştuğu çant,a kıyafetlerinize aradığınız enerjiyi depolayacak. İlhamını moda tarihinden değil mimariden ve grafik sanattan alan Hardy koleksiyonlarında da bunu yansıtarak orijinalliği yakalıyor. Logodan, büyük fermuarlardan kısaca dikkat dağıtabilecek her şeyden uzak duran tasarımlar hafifliği ile tercih sebeplerinizden biri olabilir.
Penhaligon's
Markanın son kreasyonu Peoneve, yazın İngiliz bahçelerinin nefis canlılığını, yeşil yapraklarını ve çiçek kokularını bir arada hissettiğiniz bir parfüm. Bahçenin kalbindeki şakayık çiçeği; parfümör Olivier Cresp tarafından bol çiçek yaprakları ve kadifemsi kokularla donatılmış. Peoneve, menekşe kokusuyla patlama yapıp, tatlı şakayık, acı Bulgar gülü ile orta notaya giriş yapıyor ve enerjik Hedione (parlak yasemin) çiçek notalarıyla devam ediyor.
Juicy Couture
Juicy Couture’un yaz için sloganı: Yelkenler fora. Rengarenk ve genç ruhlu koleksiyonlarda imzası olan marka, bu bahar da geçenleri aratmıyor ve tasarımlarından neşe yaymaya devam ediyor... Swarovski çapasıyla gardırobunuza demir atan kazakla yola çıkmaya hazırsınız. ‘Ahoy!’
197
SET UP
LEVON KORDONCİYAN
Dressing The Gentleman
Kuşaktan kuşağa taht misali geçen terzilik mesleği, ve dedesi ile aynı ismi taşıyan, ailenin dördüncü kuşak yeni temsilcisi Levon Kordonciyan. 150 yıllık bir tarihe tanıklık eden ustalık, Atatürk’ten, Obama’ya, Sean Connery’den Frank Sinatra’ya, Godfather’dan James Bond’a, dünya çapında sayısız siyasetçiye ve Hollywood yıldızına dikilen fraklar, smokinler, kostümler... Atatürk’ün eğitim için Paris’e gönderdiği bir ekiple başlayan hikaye, 99’dan beri Harbiye’de devam ederken, smokinin de bir formülü olduğunu kabul etmekte fayda var. Balolar için özenle dikilmiş frakları, Hollywood yıldızları üzerinde gördüğümüz şık smokinleri düşünürken, işin mutfağında buluyoruz kendimizi. hazırlayan damla tütüncü fotoğraflar özkan önal
XOXO The Mag
soldan sağa: 1. Atayaka pliseli gömlek 2. Kalın pileli smokin kuşak 3. Dededen kalan kol cetveli 4. Şal yaka kalıbı 5. Smokin rugan zımbalı ayakkabı 6. Levon Dede atölye resmi 7. Dressing The Man, Alan Flusser 8. Frak silindir şapka 9. Lüks lamba 10. Minyatür dikiş makinesi 11. Dedemin piposu 12. Lem Nelson’ın hediyesi 13. Makine masurası 14. Dedemin fotoğraf makinesi 15. Cep açma tırtırı 16. İplik çifti 17. Hassas omuz terazisi 18. Gömlek cep açma tırtırı 19. Terzi pasaportu 20. Özel tasarım kol düğmeleri 21. Çelikten firma etiketi 22. Erkek terzi yüksükleri 23. Kravat iğnesi 24. Dedemin bambu bastonu 25. İngiliz papyon 26. Bordo krem smokin papyonu 27. Geniş boyun papyonu 28. Bağlamalı papyon 29. Masa saati 30. Minyatür ütü 31. Smokin düğmesi 32. Gömlek batonu 33. Ceket rozeti 34. Hediye eski para 35. İğnelik 36. Terzi sabunu 37. Dikiş makinesi tornavidası 38. Demir rayından makas 39. Nostalji atölye radyosu 40. Smokin askısı 41. İnce makas 42. Dikiş açma neşteri 43. Kumaş ataşı 44. İnce tornavida 45. Kömürlü ütü.
199
Locations Where You Can Find Us...
40 360 Ada Kültür All Sports Anjel Ara Cafe Artlimits Arzu Kaprol Aşşk Cafe Babylon BAYLAN Backhaus Badehane Bahar Korçan Balkon Bebek Kahve Bebek Koru Kahvesİ BEJ Cafe Beymen BLENDER Bloom BEymen Brasserie Bruno's Building Butİk Buka Cafe Fİruz Caffe Nero İKSV Cahİde Casİta Çello Cezayİr ÇOKÇOK Thai COOK SHOP Corvus Wine & Bite cremeria milano CUBA BAR Cullinary Institute Cuppa Cafe Da Mario Dai Pera Delicatessen Delirium Den Cafe Derİn Design DİVANE Dizzia DÜKKAN BURGER Ece Aksoy EGERAN Ellipsis ESMOD FAKÜLTE AJANS Flavio Galatta Brasseria Galerİ Zilberman Galerist Garajİstanbul Gate Gatetattoo Gezİ İstanbul Ghetto Gölge Cafe Gram Groove Günselİ Türkay Hardal Habitat Happily ever after Harvard Cafe Hatİce Gökçe Helvetia Hillside City Club H&M Home Room İstanbul Moda Akademİsİ Journey Kafika Kahve6 KAKTÜS KAHVESİ KanTİN Karabatak KaSABIM Kiki Kırıntı Köşe Brasserie Kulp La BRISE Lastİk Pabuç Laundromat Lazy Butİk Le Pain Quotidien Leb-İ Derya Leblon Lili Pud Lokal Asmalı Lomography Lucca Lulu's Lush Hotel Mahalle MAMA SHELTER Mangerie Mano Burger Masa Mavra MAYA Mesta Meyra Midnight Express Mezzaluna Midpoint Mİnyon Miss Pizza Momo Mono Münferİt Nar Pera Non Galerİ OPS Cafe OPUS 3A Otto Sofyalı Otto Tünel Pandora Kİtabevİ Paristexas Patİka Kİtabevİ Pi Artworks Picante Pilot Galerİ Piola Plieé Point Hotel Pop-Up Cafe PROPOGANDA Que Tal Rafİnerİ Reasürans Galerİ Robinson Crusoe Rook Rose Marine SANAT GALERİSİ Salomanje Salt Bistro San Lazzaro Sİmay Bülbül Şİmdİ Simurg Kİtapevİ Smyrna SNTRL DÜKKAN Soda Sosa Sugar Cafe Susam Cafe Sushi Express Sushico Tabe Kıyamet Takkunya Tamİrane TAPS The House Apart The House Cafe The House HOTEL Touchdown Tribeca Ugly Ulus 29 Unter Urban Vogue WE White Mill Witt Suites Xflats Yıldırım Özdemİr Zanzibar zazie Zencefİl
Also, you can ask for us at cool hair salons and innovative art galleries! XOXO The Mag