XOXO The Mag/July-August 2013

Page 1



1



3


İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@xoxothemag.net Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Editörler Aslı Arduman, Serap Gecü, Gazali Görüryılmaz, Ayşecan İpek, Sedef Kırdök, Aslin Kumdagezer İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Melahat Çakır Fotoğraf Editörleri Sezer Arıcı, Emir Sarısaç Katkıda Bulunanlar Orhan Cem Çetin, Emre Doğan, Busen Dostgül, Güneş Engin, Şenol Erdoğan, Merve Evirgen, Vehbi Görgülü, Bala Gürcan, Elif Kamışlı, Yalım Kartal, Müjde Metin, Seda Niğbolu, Özkan Önal, Beren Özel, Aslı Özyenginer, Arda Savcı, Türkü Şahin, Didem Şenol, Dinçer Şirin, Arda Tümer, Ali Tünay, Erman Ata Uncu, Merve Ünsal, Özlem Ünsal, Seda Yılmaz, Sinem Yılmaz Reklam cihan@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.

N U R TA N E S İ S K . N O : 3 4 Y I L D I Z B E Ş İ K TA Ş İ stanbul T : + 9 0 2 1 2 2 5 9 0 6 6 9


CONTENTS

INTERVIEW

COVER

10... Lauren Beukes

90... Gezi Parkı

Zaman Tünelinde Bir Seri Katil röportaj aslı arduman

32... Alfred Schopf El Yapımı Hayaller röportaj cihan şerbetcioğlu

ART & DESIGN

MUSIC

18... Keith Haring’in Sanat Politikası

28... Thom Yorke

Adalet, Özgürlük ve Değişim

Huzurlarınızda

yazı müjde metin

yazı busen dostgül

50... Ali Kazma

44... Gizli Kapaklı İşler

Nihayet Yaşamayı Öğrenmek

Maskelerin Ardından Ses Verenler

röportaj elif kamışlı

yazı seda niğbolu

İçi, Dışı, Öncesi, Sonrası ile

röportaj arda savcı

60... Dimore Studio Atmospheric Interiors röportaj sedef kırdök

64... Alice Anderson Kolektif Deneyimin Gücü röportaj merve ünsal

80... Som Interior Yaratmanın Ruhu röportaj serap gecü

Strong & Delicate röportaj ayşecan ipek

46... Lula Sketched, Scanned and Digitally Restyled röportaj aslin kumdagezer

68... Cengiz Aktar Sivillik İtaatsizleştirir röportaj ali tünay

54... Tom Dixon “Kazara” Tasarımcı

40... Keiko Mecheri

FASHION 14... Martin Andersson & Karin Gustafsson Trendlere Nanik röportaj seda yılmaz

72... Stanley Donwood İnzivada Bir Uyumsuz röportaj dinçer şirin

MORE 08... Self Tan = (No) Self Respect Diren Sahte Bronzluk yazı ayşecan ipek

20... Bukowski vs. Hemingway Hayali Boks Maçları yazı şenol erdoğan

30... Her Daim Renkli Sofralar İçin Yaz Meyveleriyle Kışa Hazırlık yazı didem şenol

38... The Fall Bir Cinayetin Anatomisi

24... Natalie Joos

yazı erman ata uncu

Bana Güzelliği Anlat

84... Tropicana

röportaj türkü şahin

76... Steal My Sunshine 110... High Street photographer grant thomas stylist kieran partise


Robert Montgomery, The City is Wilder Than You Think (watercolour), 2012

NO EDITO

P.S. I Love THIS CITY

OLGA ŞERBETCİOĞLU


EVENT MANAGEMENT

PUBLISHING

CONCEPT DESIGN

BRAND PLATFORMS

AND ANYTHING COOL

FOR MORE FACEBOOK.COM/COPRODUKSIYON 123@COISTANBUL.COM +90 212 2590669


BEAUTY

Self Tan = (No) Self Respect

Diren Sahte Bronzluk

Copyrighted image from the movie Willy Wonka & The Chocolate Factory

yazı ayşecan ipek

Makyajımızı biber gazıyla ya da tazyikli suyla temizlediğimiz şu günlerde güneşsiz, sahte bronzluktan bahsetmem tuhaf kaçacak elbette. Yine de kendimi -bu konuyla hafiften dalga geçerken- çözüm aramaktan alıkoyamıyorum. Self Tan deyince sırasıyla aklıma gelenler: Kırmızı elbiseleriyle olduğu kadar kırmızı suratıyla da dikkat çeken ünlü tasarımcı Valentino Garavani, Willy Wonka’nın çikolata konseyindeki Umpa Lumpa’lar, bir dönemi yüzünde koyu sarıdan terracotta rengine uzanan 18 farklı bronz renkle geçiren Lindsay Lohan (hatta hatırlar mısınız bilmiyorum, kına taklidi yapan turuncu avuçlarıyla kameralara el de sallamışlığı vardır); bir zarafet kraliçesi kabul edilmediği günlerde, gerçek bir ‘futbolcu eşi’ ruhuyla sarı saçlarını turuncu teniyle kombinleyen Vicky Beckham ve tabii ki Friends’in bir bölümünde ‘fake tan’ kabinine girerek hayatının en büyük hatasını yapan Ross. Pek iç açıcı görünmüyor değil mi? Oysa işin bir de şu yüzü var: Güneşin tam tepeden baktığı bir yaz gününde yolda yürüyorsunuz. Bacaklarınız henüz sezonu açmadığından beyaz ve cıbıllar. Şimdi burada uzun uzun sayacak değilim ama siz deyin varis ben diyeyim kılcal damar… Her şey ortada. Self Tan’le ilgili üç büyük sorunumuz ise şu şekilde sıralanıyor: Doku, koku ve yöntem. Neyse ki kozmetik markaları güneşsiz güneşin ortaya çıkardığı felaket tablolarını dikkate aldı ve teknolojiyi bu yöne çevirdi. Hatta Self Tan, bazı markaların çıkış noktası oldu. Mesela Kate Moss’un yüzü olduğu St. Tropez. Yani altın vuruş. Yani turuncu olmayan doğal görünümlü bronzluk. Aynı zamanda kokusuz olan ürün skalasıyla bizleri çilek, açık sarı Haribo ya da saç spreyi gibi kokmaktan kurtaran markanın en iddialı iki ürünü köpük yapıdaki Self Tan Bronzing Mousse ve Gradual Tan Everyday Face’in Light/Medium rengi. Biri köpük diğeri

jel yapıda bu iki ürünü çantaya attınız mı, yüzünüz ve vücudunuz emin ellerde demektir. Jel kategorisindeki diğer iddialı ürünler; oyuna uygulamayı kolaylaştırıcı eldivenlerle katılan ve paraben hilesi yapmayan Tarte Brazilliance Skin Rejuvenating Maracuja Face And Body Self Tanner, Clarins Instant Gel, Shiseido Brilliant Bronze Tinted Self-Tanning Gel For Face and Body. ‘Eskilerdenim, illa da losyon isterim’ diyecek olursanız Estée Lauder’nin Brigitte Bardot’ya gönderme yaptığı Bronze Goddess serisinden Self-Tan, Sisley Soleil Sans Soleil Self Tanning Lotion For The Body ve Aveeno Continous Radiance Moisturizing Lotion’ı rahatlıkla tavsiye edebilirim. En iyi ve iddialı ürünü satın alsanız bile kullanmayı bilmediğiniz sürece sizi en büyük felakete sürükleyecek bir araba gibi self-tan. Birinci adımda tüm ölü derilerden kurtulacaksınız. Cildiniz tabiri caizse kaymak gibi olacak. Uygulama öncesi asla yağlı ya da kremli bir dokuyla nemlendirme işlemine girişmeyecek, yani boyunuzdan büyük işlere kalkışmayacaksınız. Zaten size saydığım çoğu ürün nemlendirici özelliğe de sahip. Her ne kadar eldiven tavsiye edilse de eşit dağıtım için avuç içlerinize güvenin. Dairesel hareketlere kalkışmayın, yukarıdan aşağı gidin. Gün ışığı alan, her şeyin olduğu gibi göründüğü, göründüğü gibi olduğu bir mekan tercih edin. Her bölgeye uygulama yaptıktan sonra ellerinizi sabunla yıkayın ve kurulayın. Ürün teninize yerleşene kadar giyinmeyin, bembeyaz bir koltuğa oturmayın. Bekleme süresi boyunca sıkılmamak için Jane Fonda, Farrah Fawcett, Halle Berry gibi Amerikan güzellerinin en bronz, en taş resimlerine bakarak ayırdığınız vakte değeceğine kendinizi inandırabilirsiniz. Konuşmak kolay, icraat zor. Size saydığım her şeyi yaptım. Sonra… yağmur yağdı.

XOXO The Mag


MAD ABOUT THE SEA

9


INTERVIEW/LITERATURE

LAUREN BEUKES

Zaman Tünelinde Bir Seri Katil Başta kulağa tuhaf gelen, ama sonra ‘aslında çok iyi bir fikir’ olduğu kanısına vardığımız ‘zaman yolculuğu yapan bir seri katil’ üzerine bir roman yazmak muhtemelen daha önce kimselerin aklına gelmemiştir. Bilim kurgu ve cyberpunk türleri arasında seyreden romanların ardından, günün birinde aklına bir anda gelen bu fikir üzerine bir kitap yazmaya karar veriyor Lauren Beukes; böylece ortaya çıkan The Shining Girls ve beraberinde getirdiği, çözülmesi imkansız ve dehşet dolu bir gizem. röportaj aslı arduman fotoğraf morne van zyl

XOXO The Mag


Yazarlık kariyerinin gazetecilikle başladığını biliyorum; peki roman yazmaya nasıl karar verdin? Esasında roman yazarı olmak beş yaşından beri yapmak istediğim bir şeydi, daha sonra yazarlığın hakikaten geçerli bir meslek olabileceğini fark ettim. Gazetecilik ise roman yazmaya başlamadan evvelki ilk adımdı benim için; yazarlıktan para kazanmanın ve kendimi geliştirmenin yollarından biriydi.

Chianti’sini yudumlarken diğer yandan da peşindeki dedektifi başarıyla manipüle eden sofistike ve üstün birer predatör olduklarına dair bir kanı var. Oysa ki, bu konuda yaptığım araştırmalar, True Crime podcast’lerini dinlemem ve profil uzmanlarının yazdığı kitapları okumam sonucunda öğrendiklerim, gerçeğin bu yönde olmadığını gösteriyor: Seri katillerin çoğu aslında aşağılık, zavallı, iktidarsızlık problemleri olan ve eylemlerinin nedenleri konusunda hiçbir içgörüsü olmayan adamlar. Harper’ın da şiddet dolu bir geçmişi var. Tüm klasik patolojiler onda da mevcut; insanların evlerine zorla giriyor, hayvanlara eziyet ediyor, korkunç bir fakirlikten, yetersiz beslenmeden ve aile içi şiddetten muzdarip (muhtemelen bazı epigenetik faktörler de söz konusu) ve bunların üzerine bir de 1. Dünya Savaşı’na gidiyor. Yani esasında onun bu hale gelmesindeki nedenler ortada, öte yandan, temelde alçak bir kişilik zaten orada ve ortaya çıkmayı bekliyor. Bir nevi kendini gerçekleştiren kehanet misali.

Gazetecilik geçmişinin roman yazarlığının üzerinde etkileri olmuştur mutlaka... Gazetecilik sayesinde, bir nevi sahne arkası geçiş kartı kazandım diyebilirim; yani normalde asla ulaşamayacağım yerlerde buldum kendimi, köpek balıklarıyla dalış yapmaktan tutun da, gecekondu mahallelerindeki haraç örgütü liderleriyle röportaj yapmaya uzanan bir liste... Kısacası gazetecilik sosyal bilincimin gelişmesini sağladı, bu sayede dünyaya açıldım, insanları dinlemeyi ve parçaları bir araya getirerek hikayeler oluşturmayı öğrendim.

Önceki romanların -Moxyland ve Zoo City- Güney Afrika’da geçiyordu. Bu kez neden Chicago’yu seçtin? Zaman yolculuğunu 20. yüzyılla sınırlamak istedim ve eğer hikaye Güney Afrika’da geçiyor olsaydı, apartheid her şeyi gölgeleyecekti. Bunun yanı sıra, Chicago’da yaşadım ve şiddet suçları, yozlaşma, ayrımcılık gibi birçok açıdan Johannesburg ve Cape Town’a benzediğini söyleyebilirim. Fakat aynı zamanda da, canayakın insanların yaşadığı müthiş bir şehir; gökdelenlerin doğuşuna, film endüstrisinde Charlie Chaplin öncesi döneme uzanan çok zengin bir tarihe sahip. Yine, ilk nükleer reaksiyon, Capone, 68 ayaklanmaları, Jane Collective, 90’lardaki alternatif müzik, Chicago denince aklıma gelenler arasında. Kısacası bu şehir ihtiyacım olan tüm unsurlara sahipti.

Gelelim son kitabın The Shining Girls’e; özellikle konu olarak önceki kitaplarından epey farklı olduğunu söyleyebiliriz sanırım. ‘Zamanda yolculuk yapan seri katil’ fikri nereden çıktı? Utanarak itiraf ediyorum: Bu fikir aklıma Twitter’da vakit öldürdüğüm bir sırada geldi. Hiç tanımadığım birisiyle sohbetim esnasında ortaya, zamanda yolculuk yapan bir seri katil hakkında bir kitap yazmam gerektiği fikrini attım. Ardından bu tweet’imi alelacele sildim, çünkü bir roman için harika bir konsept olabileceğini fark ettim, ve bir başkasının aklına gelmeden bunu bir an önce yazıya dökmeliydim. Bu konsept kafamda belirdiği anda aklıma ilk gelen görüntü ise, elinde -o tarihte henüz üretilmemiş olan- My Little Pony oyuncağı ile topallayarak, küçük bir kıza yani Kirby’ye yaklaşan Harper oldu; bu hediyeyi, yani Pony’yi, daha sonra Kirby büyüdüğünde geri alacaktı. Tabii Kirby’yi tekrar ziyaret ettiğinde ve onu da diğer kadınlar gibi öldürmeye çalıştığında, onun hayatta kalacağını ve peşine düşeceğini hesaba katmamıştı.

Zaman yolculuğuna bağlı olarak, Chicago’yu farklı zaman dilimlerinde tasvir ediyorsun. Oldukça fazla araştırma yapmış olmalısın. Hem de nasıl! Bir sürü kitap okudum, belgeseller ve YouTube’dan 2. Dünya Savaşı’nda, Chicago dünya fuarında çekilmiş videolar ve 90’ların punk konserlerini izledim, Studs Terkel’n sözlü tarih kayıtlarını dinledim. Ayrıca, bir araştırma gezim sırasında Chicago’yu tekrar ziyaret ettim; Congress Hotel’in arka koridorlarında dolandım, Wrigley Field’a uğradım, Englewood’dan geçtim, ve Chicago’lu bir tarihçiden tutun, mimarlara, spor muhabirlerine, müzik yazarlarına, ceza avukatlarına, dedektiflere ve hatta eski delil muhafaza kutularına göz atmam için bana yardımcı olan polis şefine kadar pek çok insanla görüştüm.

Kitapta ‘zaman yolculuğu’ kavramı nasıl bir önem taşıyor? Öncelikle, çözülmesi mümkün olmayan bir esrar yaratmanın en güzel yolu diyebilirim. Öyle ki, hiçbir dedektifin Harper’ın zamanda yolculuk yaptığını ya da onun nasıl bir metot izlediğini ortaya çıkarmasına olanak yok; oradan oraya atlıyor, bir taraftan da mesela 1993’te 1984’te olduğundan daha sert ve işlediği cinayetlerde de belli bir düzen ya da zaman sırası söz konusu değil. Bu da benim ‘loop’larla ve paradokslarla oynamama olanak tanıdı. Zaman yolculuğu kavramı bir diğer yandan da, 20. yüzyılın bizi nasıl şekillendirdiğini ve tarihteki tekerrürleri göstermesi açısından önemli. Tekerrür demişken, tıpkı Red Scare’in yarattığı paranoyanın haklarımızı ihlal etmek için bir bahane olarak kullanılmasının günümüzün War on Terror’ını çağrıştırması, Büyük Buhran’ın yankılanmalarına şimdiki krizde de rastlamamız, kadınların bedenleri üzerindeki haklarının 2013’te halen tartışılan bir konu olması gibi örnekler verebilirim.

Bu durumda, kitapta gerçek olaylara dayanan detaylar var mı diye sormalıyım... Tüm cinayetler gerçek. Harper, Kirby ve Dan’in hikayesi kurgu, ama bunun dışında her şey gerçeklere dayanıyor. Örneğin bahsi geçen beyzbol maçı, gerçekten olmuş bir maç, kitapta geçen tarihi olaylar da yine aynı şekilde gerçek olaylar. Bunun dışında Jane Collective de (ya da The Jane Abortion Group) gerçekte yaşamış olan bir grup. Üzerine radyumlu boya süren ve radyasyon yanıklarının tedavisi için hastaneye giden genç burlesque dansçısı da gerçekte yaşamış birisi. Hatta bu dansçının hakkında çıkan orijinal makaleden, Milwaukee Sentinel’in izniyle, alıntılara da yer verdim kitapta. Öte yandan, bu dansçının ismini değiştirdim ve onu Chicago’da konuşlandırdım, geriye kalan detayları da kurguladım.

Peki zaman yolculuğunun devreye girmesi kitabı yazarken kafa karışıklığına sebep olmadı mı? Bunu engellemek için bir metoda başvurdun mu? Üç farklı zaman diliminde gerçekleşen her şeyi çok dikkatli bir şekilde takip etmem gerekiyordu. Kulağa biraz çılgınca gelecek ama, not kartları kullanmanın yanı sıra, çalışma masamın arkasındaki duvarda, kırmızı ipler kullanarak cinayetleri, siyah ve sarı iplerle de Harper’ın bir kurbanından alıp, daha sonra bir diğerinde bıraktığı ‘trophy’ objeleri takip ediyordum.

The Shining Girls’ü yazarken seni en çok zorlayan ne oldu? Harper’ı yazmak benim için korkunç bir deneyimdi. Berbat bir adam. Ve benim için bununla başa çıkmanın yolu, her bulduğum fırsatta onun canını yakmaktı. Aşil tendonunu yırttım, çenesini kırdım. 1954’te polisler tarafından hırpalandı ve bir köpek tarafından ısırıldı.

O halde biraz da Harper’dan bahsedebilir misin? Kitapta onun neden bir seri katile dönüştüğü konusunda pek bilgi vermiyorsun... Popüler kültürde, seri katillerin, Hannibal Lecter-vari, bir yandan

Kitapta en sevdiğin şey nedir? Kirby ile, kriminal haberlerden sorumlu bir gazeteci iken sonradan 11


spor muhabiri olan ‘sidekick’i Dan’in arasındaki ilişki. Birlikteyken çok tatlı ve esprililer; yavaş yavaş birbirlerine aşık olmaya başlıyorlar -bir de Kirby buna izin verse... Peki sence kitaptaki en önemli tema nedir? Dünya her açıdan çok değişmiş olmasına rağmen, ne yazık ki kadınlar için aynı kaldı. Her geçen gün, genç ve parlak bir sürü kadın öldürülüyor -zaman yolculuğu yapan bir seri katil tarafından olmasa da, sosyal koşullardan dolayı... Kadına karşı şiddet, yalnızca güzel bir ceset ya da çözülmeyi bekleyen kanlı bir bulmaca değil; korkunç ve şoke edici bir gerçek ve ne olursa olsun dehşet verici bir kayıp. Biraz da yazma tekniğinden bahsedebilir misin? Yazmaya başlamadan evvel, hikayeyi tüm detaylarıyla planlıyor musun, yoksa daha çok yazarken mi gelişiyor hikayeler? Başlangıçta ve sonda neler olacağını ve önemli dönüm noktalarını en baştan itibaren biliyorum. Geriye kalan ise işin eğlenceli kısmı; bilinçaltının devreye girmesine izin veriyorsun ve kendi kendini şaşırtmaya başlıyorsun. Kısacası, 5-10 sayfalık bir taslak yazarım ve onun üzerinden çalışmaya başlarım; bir benzetme yapmak gerekirse, bu bir GPS’ten ziyade, bir korsanın elle çizilmiş hazine haritası gibidir. Sevdiğin yazarlar kimler? Şu ara neler okuyorsun? Sevdiğim yazarlar, William Gibson, Margaret Atwood, David Mitchell, Alan Moore ve Jennifer Egan. Son zamanlarda okuduğum kitaplar arasından Max Barry’nin Lexicon’unu çok sevdim. Onun dışında Sara Gran’in Claire DeWitt and the City of the Dead’ini yeni bitirdim; New

Orleans’ta geçen olağanüstü bir suç romanı -Haruki Murakami’nin The Wire’ı yazdığını hayal edin. Bu arada, MRC ve Leonardo DiCaprio’nun film şirketi Appian Way, The Shining Girls’ü televizyon dizisine uyarlayacak diye duydum. Prodüksiyona başlandı mı? Sen bir şekilde dahil olacak mısın projeye? Anlaşma daha yeni imzalandı! Dolayısıyla henüz hiçbir şeye başlanmadı. Öncelikle bir yönetmen ve senaryo yazarı bulmaları gerekiyor. Ben de danışman olarak projeye dahil olacağım, ve böylesine yetenekli ve kitabımı seven insanlar bu işi ele alacağı için de çok mutluyum. Şu anda ne üzerine çalışıyorsun? Yeni romanım Broken Monsters üzerine çalışıyorum; Detroit’te ortaya çıkan tuhaf cesetleri konu alıyor. Son olarak, Türkiye’de olup bitenlerden haberdarsındır eminim. Eski bir gazeteci olarak Türk medyasının tutumuyla ilgili yorumunu merak ediyorum. Gerçekten korkutucu olduğunu düşünüyorum. Moxyland tam da bununla ilgiliydi esasında; devletin iletişim yollarını kesmesi, hangi haberlerin yayınlanıp hangilerinin yayınlanmayacağını kontrol altına alması, sansür ve sosyal kontrol. Fakat tabii benim kitabım, Güney Afrika’da apartheid esnasında olup bitenlerle ilgiliydi. Bunların yanı sıra, Gezi Parkı olaylarına uluslararası basında da çok fazla yer verilmedi sanırım, en azından ABD’de olduğum zaman zarfında öyleydi. Twitter’dan, haber kanallarından öğrendiğimden çok daha fazlasını öğrendiğim bir gerçek.

XOXO The Mag


TATİL KEYFİNDEN ÖDÜN VERMEYEN BONUBON.COM ÜYELERİNE, TÜRKİYE'NİN EN SEÇKİN BUTİK OTELLERİ, ÖZEL KONSEPTLİ TURLAR VE LÜKS ARAÇ KİRALAMA HİZMETLERİNDE ÇOK ÖZEL TEKLİFLER. İYİ YAŞAMAKTAN ÖDÜN VERMEYENLERE

13


INTERVIEW/FASHION

Trendlere nanİk

Martin Andersson & Karin Gustafsson Sokak modası markaları trendlerle kafa kafaya verip “kullan-at” kıyafetlerin giyilmesini salık verirken, COS son kullanma tarihi olmayan parçalarla da stil sahibi olunabileceğini gösteriyor. H&M’in olgun ablası olan marka, Eylül ayında ilk mağazasıyla İstanbul’da yerini alacak. Bu vesileyle, hiç vakit kaybetmedik ve markanın tasarımcıları Martin Andersson ve Karin Gustafsson’la COS estetiğini konuştuk. röportaj seda yılmaz fotoğraf cos’un izniyle

XOXO The Mag


Cos x Salone Del Mobile x Bonsoir Paris, 2013

ettiğimizde onun sürdürülebilir olması da öne çıkıyor. MA: Bunun yanında insanların sürdürülebilirlik konusuyla ilgili farkındalıkları arttı. “Giy-at” kültürünün doğaya verdiği zararın farkına vardılar. Giydikleri şeylerin daha uzun ömürlü olmasını talep ettiler. H&M de bu talebi keşfederek COS’u yarattı.

COS’un en yakın arkadaşınız olduğunu ve onu başka bir arkadaşınıza tanıştırdığınızı farz edelim. Nasıl takdim ederdiniz? Martin Andersson: COS’un çok modern olduğundan bahsederek girizgahı yapardım. Giyim tarzının zamansızlığını vurgulardım. Aynı zamanda özgüvenli ve ne istediğini bilen bir kişilik olduğunun altını çizerdim. Karin Gustafsson: Tasarımla ilgilenen ve belirli bir estetik algıya sahip biri olduğunu söylerdim.

Tasarımlarınız trendlerin ne kadar peşinden gidiyor? MA: İlham almak için podyumlarda olan biteni takip ettiğimizi söyleyemem. Daha çok mimariden ve sanattan besleniyoruz. Marka kimliğimizin çok güçlü olduğunu hissedebiliyoruz. Dolayısıyla, bir tasarım ortaya çıkardığımızda onun, bizim müşterimize uygun olup olmadığına odaklanıyoruz. Fakat tabii ki her sezon farklı bir yöne doğru bakarak inovasyonlar yapıyoruz.

COS’un açılımı ‘Collection of Style’. Nasıl bir stilden söz ediyoruz? KG: Zamansız. Koleksiyonlarımızdaki parçaları çok farklı şekillerde giyebilirsiniz. Abartıdan uzak ve yalın bir stilin temsilcisiyiz. MA: Aynı zamanda şaşırtıcı doneleri olan bir stil COS’un vadettiği. Gardıropların demirbaşı olan klasik parçaları, akıllıca kesimlerle veya yepyeni kumaşlarla yeniden icat etmeyi seviyoruz. Böylece belirli bir zaman dilimiyle sınırlandırılmayan parçalar, farklı bir kimlik kazanmış oluyor.

COS kadınını ve erkeğini nasıl tanımlarsınız? Kim onlar, neleri severler? KG: Toplumda neler olup bittiğinden haberdar, tasarım ve sanatla ilgili kimseler olduklarını düşünüyoruz. Spesifik bir kadın veya erkek türünden söz etmiyoruz. MA: Spesifik bir yaş grubunu da hedeflemiyoruz. COS giyen insanların belirli bir zihniyete sahip olduklarına inanıyoruz ve biz de bu zihniyeti hedefliyoruz. Genelde metropollerde yaşayan insanların bakış açısına sahip olduklarını düşünüyoruz. Bunun için illa bir metropolde yaşamaları gerekmiyor.

Yani zamansız kıyafetlere alışılmışın dışında bir dokunuş konduruyorsunuz. Bu dokunuşu nasıl tarif edersiniz? KG: Mesela gömlek gibi çok ikonik bir parçayı ele alalım. Farklı kesim teknikleriyle ona yeni bir silüet kazandırıyoruz. Sokak modası markaları, toplu üretim ve tüketim tapınakları olarak görülüyor. Diğer sokak modası markalarıyla kıyaslandığında, COS ritmi daha düşük bir moda anlayışını öne sürüyor. 2007 yılında marka kurulurken, tüketicilerin bu tür bir ritim taleplerinden mi yola çıkılmıştı? KG: 2007’de H&M grubu pazarda bir boşluk olduğunu gördü. Neydi bu boşluk? Hiçbir marka, lüks moda segmentindeki hissi veren kıyafetleri ulaşılabilir fiyatlarla sunmuyordu. Biz yavaş ritimden ziyade, kaliteden bahsetmeyi seviyoruz. Aslına bakarsan bu ikisinin el ele yürüdüğünü söyleyebiliriz. Çünkü zamansız bir parçadan söz

Siz bir metropolde yaşıyorsunuz, COS’un genel merkezi Londra’da. Böylesi canlı ve hareketli bir şehirde yaşamak tasarım anlayışınızı nasıl etkiliyor? KG: Londra’nın çok ilham verici bir şehir olduğunu düşünüyorum. Çok sayıda heyecan verici sergi, bit pazarları, tiyatrolar ve daha pek çok şey burayı bir çekim merkezi haline getiriyor. Özellikle de yaratıcı insanlar için. MA: 16 yıldır Londra’da yaşıyorum ve bunun için çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Dünyanın en iyi moda ve sanat okulları burada. Bu 15


Courtesy of COS, 2014 AW

okullardan mezun olan yetenekli gençler şehirde. O halde, Londra’yla ilgili size en çok ilham veren şey nedir? KG: Etrafta bir enerji olduğuna inanıyorum ve bu da insanın sürekli antenleri açık gezmesine sebep oluyor. MA: Dünyadaki en kozmopolit şehirlerden biri olması çok etkileyici. Burada çok farklı kültürler bir arada bulunuyor. Bizim ofisimizde bile Avrupa’nın türlü türlü şehirlerinden insanlar çalışıyor. Tasarım ekiplerinizde kaç kişi var? KG: Kadın giyimde 14, erkek giyimdeyse 4. Ekiplerinizle ofiste bir gününüz nasıl geçiyor? KG: Aslına bakarsan bu çok değişkenlik gösteriyor. Bazen bit pazarlarını geziyoruz, bazen ekipçe koleksiyonlar üzerinde çalışıyoruz. MA: Organik bir çalışma sistemimiz var. Kalıpçılarımız burada olduğu için onlarla yakın temas halinde çalışıyoruz. Londra’ya geri dönelim, şehirde tipik bir hafta sonunu nasıl geçirirsiniz? KG: 4 yaşında bir oğlum var ve hafta sonlarında onunla vakit geçirmeye çalışıyorum. Sabah bisikletle gezinti yapmak, ardından beraber bir sergi gezmek hoşuma gidiyor. MA: Son yıllarda çok popüler hale gelen Doğu Londra’da yaşıyorum. Burada neredeyse her hafta yeni bir restoran ve kafe açılıyor. Hafta sonları bu yeni mekanları keşfetmeyi seviyorum. Hava güzel olduğunda da etraftaki parklarda zaman geçirmekten keyif alıyorum. Bu arada klasik soru, sormadan geçmeyelim. İskandinav kökleriniz markaya nasıl yansıyor? KG: Daima tasarım, sanat ve mimari alanlarındaki yenilikleri takip

ediyoruz. Bu da İskandinav olmamızdan kaynaklanıyor sanırım. MA: Her zaman uluslararası bir marka olduğumuzu vurguluyoruz. İskandinav tasarım mirasını da beraberinde getiren bir tasarım anlayışımız var. İlham almak için Danimarka ve İsveç’in büyük modernistlerini incelemeyi seviyoruz. Böylece İskandinav tasarımıyla özdeşleşmiş olan yalın kesimler bizim tasarım dilimize de sızmış oluyor. Müşterilerinize sadece kıyafet değil, aynı zamanda bir yaşam tarzı sunuyorsunuz. Mağazalarınızda bu yaşam tarzını nasıl anlatıyorsunuz? KG: Örneğin bir sanatçıdan etkileniyorsak bu sanatçıyla ilgili bilgileri mağazalarımızda paylaşmayı tercih ediyoruz. Bu sayede insanları COS dünyasına davet ediyoruz. MA: Mağazalarımızda insanların rahatlayıp vakit geçirecekleri alanlar yaratıyoruz. Bu alanlarda COS dünyasına ait şeylere yer veriyoruz. Bu bir kitap olabilir veya çıkardığımız dergiler. Sanat ve mimariyle yakın bir ilişki içerisinde olduğunu söylediniz. Bu, marka kurulduğundan bu yana var olan bir ilişki mi? Yoksa zaman içerisinde mi gelişti? KG: Sanırım başlangıçta böyle bir şeye karar verilmedi. Fakat organik olarak gelişti. Lüks marka hissi olan kıyafetler tasarlamak için markanın güçlü bir kimliğe sahip olması; bu kimliği oluşturmak için de farklı disiplinlerden beslenmesi gerekti. Son olarak, kadın ve erkek için COS’un imzası haline gelmiş parçalar neler? MA: Beyaz gömleğe bayılıyoruz. Hem kadın, hem erkek için. Ona çok değişik formlar veriyoruz. KG: Gömlek elbiseler ve kabanlar da müşterilerin çok tercih ettiği parçalar arasında.

XOXO The Mag


Yeni BMW Z4

www.bmw.com.tr

SÜRÜŞ KEYFİ İÇİN TASARLANDI. YENİ BMW Z4.

Daha az tüketim. Daha fazla sürüş keyfi.

17

Sheer Driving Pleasure


ART

Keith Haring'İn Sanat Polİtİkası

Adalet, Özgürlük ve Değişim

Diktatörlüklerin sanatsal gelişim açısından iyi olduklarına dair bir tartışma da var gündemde, onca tartışma arasında. Ancak ilginçtir; popüler sanat söz konusu olunca totaliterlik ortadan kaybolmak zorundadır. Çünkü Jackson Pollock’un soyut çizimleri, modern caz ve rock ‘n’ roll gibi yaşamın enerjisini yakalayan durumlar özgürlüğün olmadığı bir yerde doğmadı. Özgürlük olmasaydı Tracey Emin de sanatını yapamayabilirdi. Yöneticileri seçebilme ve onları eleştirebilme hakkının hissedilmediği bir yerde, doğabilecekler elbette yine sizin hayal gücünüze bağlı.

Untitled, 9 Avril 1985, Collection Particulière, © Keith Haring Foundation

The Tree Of Monkeys, 1984, Courtesy Fondazione Orsi, © Keith Haring Foundation

yazı müjde metin

eğer dünyaya bakma yoluysa, herkes bir süre sonra gördü ki Keith Haring’in yolu da oldukça önemliydi.

Neyse ki Keith Haring soluduğu özgür atmosferle kendini açıkça ifade etme şansını yakalayan sanatçılardan. Ama onun da içine düştüğü başka zorluklar vardı elbette. Sanatıyla ne yapmaya çalıştığını aslında her ne kadar net bir biçimde sokaklarda ilan etse de, değerlendirenler tarafından bir türlü tam olarak anlaşılamama kaderine sahip isimlerdendi (aslında bu herkesin başına gelebilen bir genellemedir). Şu anda ise onu anlamayanlar için Paris’te bir nevi günah çıkarma töreni düzenleniyor; Musée d’Art Moderne de la Ville de Paris ve Le Centquatre’ın iş birliğiyle düzenlenen ‘Keith Haring: The Political Line’ sergisi, 1958-90 yılları arasında yaşayan sanatçının politikayı baz alan esas değerlerini ortaya koyuyor.

Haring’in günlüğü aslında onun şehrin içini döşeyebilmek için uyguladığı görsel stratejiyi başından beri açıklıyordu: Sanat sokakta, hayat sokakta. Çizimleri bir yana, son zamanlarda daha da yaygınlaşan kolaj sanatını Haring 1980’de New York Post başlıklarını kafasına göre kesip yeniden birleştirerek yapıyordu, yaratıcılığında politika ve fotokopiyi araç olarak kullanıyordu. Ona göre sanat ulaşılabilir olmalı ve içeriği güncel konularla işlenmeliydi. Hitap ettiği kesimin geniş olabilmesi için sanatının sokakta olmasını tercih etmişti. Yıllar boyu süren çeşitli iş birliklerinin bu sebepten kaynaklandığını da değerlendirmeliyiz. Geçtiğimiz sene çıkarılan Obey’in baskılı giysileri, DKNY’ın parfüm şişesi ve Reebok’ın ayakkabıları, Keith Haring’in çizimleriyle tasarlanan en yeni birleşimlerden. Kısacası Keith Haring çizimlerinden esinlenen ürünlerin ailesi de büyümeye devam ediyor. New York duvarlarından Berlin’e kadar uzanan Keith Haring, bu kez uluslararası markalar arasında seyahat ediyor. Sanatçıların çizimlerinin reprodüksiyondan geçip günlük hayata dahil olmaları, onları daha iyi okuyabilmemize de yardımcı oluyor.

Haring’in 1982’de Documenta 7 ile başlayan sergi serüveni, Andy Warhol, Jean-Michel Basquiat, Roy Lichtenstein, Robert Rauschenberg, Jenny Holzer ve Daniel Buren gibi sanatçılarla birlikte yer aldığı müzeler ve bienallerde sürdü. Haring her zaman sanatın herkes için olduğuna inanıyordu. Sanat demokratikleşiyor mu yoksa popülerleşiyor mu diye tartışılırken, pop art sevmeyen kesimden o da nasibini aldı. Bazıları 80’lerin gösterişli, yüzeysel ve MTV tarzındaki tüketici kültürüyle bağdaştırdı Keith’in sanat anlayışını. Bir kısım ise Lascaux’daki eski çağlara ait mağara çizimleriyle Picasso’nun bir harmanı olarak, Dubuffet’den aldığı ilhamlarıyla değerlendirdi onu. Çalışmaları iki tarafı da bir türlü bütünüyle tatmin etmedi. Haring’in çalışmalarını sadece karikatür olarak değerlendirenler dahi oldu. Belki de babasının karikatür olmasından etkilenmişlerdir. Ama sanat

Zulüm, arzu veya ölümü gösteren Keith Haring hiyerogliflerini incelediğimizde, ilk tepkimiz bunları akıl eden yaratıcılığı takdir etmek oluyor. Devamında ise bünyede duygusal veya politik tepkiler uyanıyor. Doğum, ölüm ve savaş… 1980’lerde New York City’nin duvarlarını Haring bunlarla kaplıyordu (sırasıyla; adalet, özgürlük ve değişim için). The Political Line sergisi ise bu yaz 18 Ağustos’a kadar sürecek olan bir Keith Haring retrospektifi olarak, tam anlamıyla onun ne anlatmak istediğini gösteriyor. Belki de onu şimdi daha iyi anlayabiliyor olmamızın sebebi, benzer bir süreçten geçiyor olmamızdandır. Pop art ve demokrasi arasındaki ilişkiyi atlamamak lazım. Popüler kültür, yeni fikirlere karşı açık ve hoşgörülü olan bir toplumun sembolü sayılabilir ve unutmayalım ki barok kültür, pop art’la -demokrasi olmadan- asla iyi geçinemez.

XOXO The Mag


İstinye Showroom Sarıyer Caddesi, ABC Plaza No:1 İstinye - İstanbul T. 0212 323 69 64 F. 0212 229 50 80 info@fercomotor.com.tr www.fercomotor.com.tr 19


WHATEVER

Bukowski vs. Hemingway

Hayali Boks Maçları yazı şenol erdoğan illüstrasyonlar güneş engin

Yazarların gövdeleri -cüsse anlamında- hiç ilginizi çeker mi? Benim çeker. Coğrafyalarla müzikleri arasındaki doğal ilintiye benzetirim yazarların görünüşleriyle arasındaki ilişkiyi. Bir keresinde Salinger’ın resmini ilk defa gören bir arkadaşım, “A, bu muymuş Salinger!” demişti, söylemeye çalıştığı şeyin ne olduğunu hemen anlamıştım -fiziksel bir beğeni ya da itkiden bahsediyorum gibi algılanmasın. Charles Bukowski de -ki at gücünde bacakları olduğunu ve bacakların gücünün her şeyden önemli olduğunu söyler-, savaş adamı ve avcı Hemingway de bir gövde farkındalığı durumundaydılar hep. Belki de bu, psikolojik ve fiziksel zorlukları olan yaşamlarında ihtiyaç duydukları güç için bir çıkış noktasıydı. Hemingway’in ve Bukowski’nin adını aynı cümlede zikretmişken, Bukowski ile arkadaşlık da yapmış olan -kendisinden 20 yaş genç- şair Locklin’i de anma gereği duyuyorum. Locklin, Bukowski ve Hemingway’i anlama yolunda Harold Bloom’un edebiyat teorisi olarak ödipal yaklaşımlarında çözüm arar: çocuğun -ki burada yazar oluyor- babasını edebi bir biçimde öldürmesi önermesinden yola çıkarak ödipal kavramın Hemingway’in yazarlığında ana etken olduğunu ve anne tarafından -edebi dönüşümünde- kendisine yüklenen efemine yapıyla başa çıkmak için çaba göstermek zorunda kaldığını düşünür. Diğer taraftan, Bukowski’nin, babasına nefret tabanlı yabancılaşmasını her türlü okuru bilir; işte Bukowski Hemingway’de “baba sesiyle” yazabilme olasılığını ve hatta bunun garantisini gördü; babasına karşı beslediği o nefret ve malum babanın hormonları kağıtta bir şekilde ses buldu (Locklin). Lakin bunun ataerkillik babında söylenmediğini anlamışsınızdır, zira

okur kitlesinin büyük bir kısmını kadınların oluşturduğu Bukowski’ye feminist anlamda saldırmaya kalkanlar kadar anlamsız bir yönelim olur bu. Dileyen Bloom’un (Metis Yayınları tarafından da basılan) Etkilenme Endişesi’ni okuyabilir, lakin ben bunu sadece iki yazar arasındaki benzeşiklik noktasından ortaya attım -hepsi bu. Kadın okuyucu demişken takdir ve tahmin edersiniz ki Hemingway’in de kitlesini cinsiyet babında çoğunluk olarak kadınlar oluşturmaktaydı. Bu da başka bir ortak yön. Belki de bir dostumun dediği gibi Bukowski için bir kıskanma noktası. Neyse. Sık sık zikrettiği ve olumlama beslediği baba Fante olsun, Hamsun (ki ona da giydirir zaman zaman Buk) olsun, ya da Celine ve belki de Jeffers’a, onlar kadar çok zikrettiği Hemingway’den daha alaycı ve eleştiri bazlı bakması olsun, diğerlerini asla rakip ya da rakibimsi görmeyen Bukowski’nin, Hemingway’i aşılması gereken bir engel olarak gördüğü noktasına pay kazandırır. En çok merak ettiğim şey (tahminlerin canı cehenneme, bunu Bukowski’nin kendisine sormak isterdim) Hemingway’in intiharı ile Bukowski’nin ne hissettiği idi! Hemingway öldüğünde Buk 41 yaşındaydı, ve bu yan anlamda şu demek; yavaş yavaş edebiyat tanrılığına doğru gidiyordu, lokal ünü 60’lı yılların sonunda artık uluslararası üne dönüşecekti, 1971 senesinden itibaren de krallığı kim ne derse desin ilan edilmiş olacaktı. Bu anlamda Hemingway’in artık olmaması ve ölüm şekli elbette Buk’u rahatlatmış olmalı. Hatta onu içten içe sevdiği denli gerçek olmalı bu diye düşünüyorum. Her ne kadar Freud’cu değilsem de kaçılmaz saptamalara takılmıyor değilim, “rasyonel hayvan olmama” durumundan yola çıkarsak şayet,

XOXO The Mag


evlerde raflarda duran Hemingwaylerin çoğu tarafınızca okunmadı, ya da sadece elinizde -bahse girelim- İhtiyar Denizci ile Çanlar var. Kanımca Hemingway bir Amerikan yazarı olarak hep daha Avrupalı bir duruşa hatta dünya yazarı duruşuna sahip -ki edebiyatının dönemlerini yaşadığı ülkelerdeki süreçler belirliyor. Diğer yandan, yolculuk yapmanın eyalet içinde dolaşmak anlamına geldiği Bukowski’ye baktığımda Amerikan edebiyatına tam anlamıyla ait, kökleri Almanya’da olan biri için fazlasıyla Amerikan bir yazar görüyorum. Onu bu anlamda Thoreau kanadına kaydedebiliyorum, tıpkı özgürlükçü dil denemeleri ile aynı saflarda adını yazdıran diğer Amerikan şairleri gibi, William Blake’in, Ginsberg’in içinde olduğu bir daire bu. Politik tabanda ise her ne kadar metinlerinin ağırlık noktası olarak işçi sınıfı edebiyatına da dahil edilmeye çalışılsa da, Bukowski’nin sola ana bir eğilimi yoktur, bu anlamda hiptir, Hemingway’in radikal solculuğunun aksine... Zira Buk’un, yaşam sürdüğü dönemde Amerika’da civcivli olan aktivist politikaya karşı denemesi olsa da meyli yoktu, biliyoruz. Aslında bir açıdan apolitik olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Diğer yandan Hemingway ile ‘uğraşma’ noktasında, hep Bukowski’nin eğlendiğini düşünmüşümdür. Bu yazıya da aşırı bir ciddiye alıştan ziyade sadece ilgimi çekmesinden dolayı eğildim, amaç kıyaslama yapmak değil, zira dini yargılarından postmodern-modern edebi yapılarına dek inmek gerekir ki bunun gereği olduğunu sanmıyorum. Bunu Bukowski de istemezdi hem.

rasyonalitesine sıkı sıkıya bağlı olan bir memeli olarak insan, etkilenme noktalarını açığa vurmaya meyilli değildir, ya da egosu buna müsaade etmez diyelim. Hemingway, kadınların ilgisini çeken ve sosyal anlamda üstün bir insandı, diğer taraftan erken dönemden itibaren uluslararası edebi bir ünü vardı -beklemesi gerekmedi bunun için. Kabaca duruma böyle baktığımızda, Bukowski ise bu tablonun tam tersiydi. Daha iyi demeyelim ama daha fazla içtiği bir gerçekti, benim ilgi noktam da burada başlıyor zaten, balık tutan, boğa güreşi manyağı, av sever, seyahatçi, savaş tecrübeleriyle örülü bir romancıyı benimsemek dinime küfretmekten farksız. Bukowski, Freud çözümlemelerinde ortaya çıkan haklılıklarla değil de, sarhoş olup, zihinsel ve bedensel kaybolmasıyla, yersiz yurtsuzluğuyla, bireysel kök salışıyla benim için çok büyük bir şair oldu. Şairdi. Romancı değil. Ama romanları gerçekten mükemmeldi, nasıl ki Hemingway’in şiirleri iyi değilse! Evet, kendini tüketerek yaşamayı seçmesi ve intihardan uzak kalması Amerikan edebiyatı vasıtasıyla dünya edebiyatına çok şey kattı. William Burroughs’un Shakespeare’i tüfekle vurduğu bir video vardır (nette dolaşır), işte Bukowski’nin Shakespeare’den büyüklüğünü savunduğu noktayı ancak böyle açıklarım ben. Burroughs büyük bir romancı mıydı, elbette hayır, onun büyüklüğü edebiyata yaptıklarıydı, tıpkı Bukowski’nin şiir diline getirdiği gibi. Allah aşkına kaç insan tanıyorsunuz dünya şiirinin gidişatını durdurup yeni bir dil yaratan? Burroughs bunu düzyazıyı anasından doğduğuna pişman ederek yapmıştı, tıpkı Charles Bukowski’nin yaptığı mucizevi şey gibi. Hemingway de Bukowski de uluslararası okur kitlesine sahip isimlerdi. Hemingway’in dünya çapında daha çok sattığını düşünüyorum ama Bukowski’den daha çok okunduğuna inanmıyorum. Eminim o

Evet yarı şaka yarı ciddi, bir rakibe ihtiyacı vardı Bukowski’nin ve kendine Hemingway’i seçti, çok eğlendi, eğlendirdi. Bir şair olarak Charles Bukowski, Miles Davis müzik tarihine ne yaptıysa edebiyata onu yaptı! 21


XOXO The Mag

Š 2013 Vans, Inc. Photo: Liam Marsden


23


INTERVIEW/FASHION

Natalie Joos

Bana Güzelliği Anlat Natalie Joos moda tasarımcılarının en özgün parçalarını kendi yorumuyla bir araya getirdiği Tales of Endearment isimli bloguyla dünyayı kasıp kavuruyor. Son zamanlarda ortada moda blogundan bol bir şey yokken “Bu işin bize ne faydası var?” diye sorabilirsiniz. Estetiğin yanında fayda arayan Antik Yunan filozoflarına sorma şansınız olsaydı, işlerinin muhtemelen hiçbir değer taşımayacağı, Kant güzel ile faydalı arasındaki köprüyü yıkmamış olsa, belki bugün adını bile duymamış olacağınız bir meslek, bir kadın… İsterseniz tasarımcıların hünerinden, çekimlerinde kullandığı birbirinden renkli mekanların cazibesinden pay çalıyor bile diyebilirsiniz. Ancak bir şeyi atlamış olursunuz. Beraber ele alındığı tüm unsurlar bir kenara bırakıldığında, tek bir şey tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor: Güzellik! Fayda, yücelik ya da gerçeklikten bağımsız… Natalie’nin dünyasına hoş geldiniz.

fotoğraf aram bedrossian

röportaj türkü şahin

XOXO The Mag


fotoğraf aram bedrossian

Styling’lerinde güçlü bir yaratıcılık ile zengin renk ve doku kombinasyonlarına dair müthiş bir duyarlılık okunuyor. Peki bir markanın baş tasarımcısı olmak isteseydin bu hangisi olurdu? Cevap vermesi oldukça kolay bir soru oldu bu benim için. Miu Miu ya da Moschino!

Öncelikle moda kariyerinin nasıl başladığını anlatabilir misin? Ghislaine Nuytten’in yanında staj yaparken başladı diyebilirim. Onunla Paris’te bir Dries Van Noten şovunun kulisinde tanıştım ve yanında staj yapıp yapamayacağımı sordum. Daha önce stajyer pozisyonuna kimseyi almamıştı ve böylece önce yeni bir pozisyon yaratılmasına vesile olup sonra da işe kabul edildim. Ve birkaç yıl içinde New York’a taşınmamın ardından, Glenn O’Brien’ın, kısa süre sonra da McDean’in yanında çalışmaya başladım.

O halde biraz casting’den konuşalım… Bir casting direktörü kendi vizyonunu ve estetik anlayışını ne şekilde sürece dahil eder? İşin esası, müşteriyi inceden inceye kendi tarafına çekmek, yönlendirmek. Kısacası, sana gelen brief’i kendi tercihlerinle uyumlu olacak bir şekilde yorumluyorsun, ve sonunda müşteriye sunduğun, ondan gelen brief ile sana göre bu işin nasıl en iyi şekilde yapılacağının bir birleşimi oluyor.

Küçükken ne olmak isterdin? Çok küçükken çiçekçi olmak istiyordum hatırladığım kadarıyla. Ancak sonraları moda tasarımcısı olmak ve Antwerp Academy’ye gitmek gibi hayallerim de oldu. Ancak ne yazık ki ailem üniversitede klasik anlamda kabul görmüş mesleklerden birini okumamı istedi.

Diyelim ki, çok ünlü bir model senin casting’inde olmak için can atıyor. Fakat öte yandan da bu isim, yorumlamaya çalıştığın hikayeyle hiç bağdaşmıyor. Buna rağmen bu modele yer verir miydin? Pek sanmıyorum. Ama böyle bir modele yer verecek bile olsam, onun şovun bir parçası olarak, bir şekilde anlam ifade etmesini sağlardım, ya da onun varlığını dengeleyecek aynı kalibrede başka modeller olmasına dikkat ederdim. Çünkü bu iş tamamen denge ile alakalı. Dolayısıyla yalnızca bir büyük ismin varlığı pek bir anlam ifade etmiyor.

Blogunun ismi olan Tales of Endearment için ilham kaynağın ne oldu?
 Aslında özel olarak etkilendiğim bir şey olduğunu ya da üzerine fazla kafa yorduğumu söyleyemem. Bir anda aklıma geldi. Sevgi ifadesi içeren terimleri severim zaten oldum olası, sevdiğin insanlara ya da arkadaşlarına söylemeyi sevdiğin sözcükler örneğin... Terms of Endearment isimli, artık insanların zihnine kazınmış filmi de hatırlarsınız. Ben de yazı yazmaya başladığımdan bu yana yazılarımı ‘masal’ olarak nitelendirmişimdir, bunun da payı var sanırım. New York’a gitmeye nasıl karar verdin? Bir iş teklifi aldım ve onu kabul ettim. Amerika’ya taşınmayı hiçbir zaman hayal etmemiştim. Sadece gittim ve bir daha geri dönmedim.

Casting’in en zorlu tarafı nedir? Elindeki bütçeyle istediğin modelleri tutabilmek. Bu işe ilk başladığın zamanlarda en revaçta olan trendin ‘heroin-chic’ olduğunu söylemiştin. Peki ya günümüzün modelleri nasıl bir görünüme sahip? Bu aralar piyasaya hangi trend hakim? Senin için ideal model nasıl olmalı? Bugün piyasaya daha çok çeşitlilik hakim. Müşteriler, güzellik, ölçüler ve ırk konusunda artık çok daha açık görüşlü. Modeller ise, komşu kızı misali, çok daha mütevazı bir görünüme sahip; klasik model tanımına bire bir uyduğunu söyleyemeyeceğim enteresan yönleri var. Benim için ideal model cool ve eğlenceli olmalı, aynı zamanda da ‘cast’e biraz da gerçeklik hissi katmalı.

New York’lu olmanın en güzel tarafı nedir peki? İstediğin yere gitme, istediğin şeyi giyme ve dilediğini söyleme özgürlüğü. Son derece açık görüşlü bir şehir ve dünyanın her bir tarafından izler taşıyor. Ben de yaşlı ve kocaman bir sünger gibiyim ve çevremdeki her şeyi emiyorum. Tales of Endearment dışında moda sektöründe ne gibi işler yapıyorsun?
 Defileler, moda çekimleri ve tanıtımlar için rol seçimini yürüttüğüm bir casting ajansım var. 25


fotoğraf sandra semburg

Stil ve zevki nasıl tanımlarsın? Bana göre stil daha çok güven ve denge etrafında döner. Bilhassa kadınlar için stil, güven ve feminenlikle eşdeğerdir. Bir kadın, en çok güvenini sergilediği ve en çekici yanlarını dışa vurduğu zaman stil sahibi görünür. Zevk de bir denge meselesi bana kalırsa; zevk sahibi olduğunu belli etmek için abartıya kaçılmamalı, görsel anlamda denge içinde kalınmalı. Ya da Coco Chanel’in tabiriyle: “Her zaman taktığınız son aksesuarı çıkarın.” Ona göre elbisenin içinde kadını aramalı. Eğer görünürde elbisenin işaret ettiği bir kadın yoksa, elbise de olmaz, ve bu durumda stil de...

gibi yeni nesil tasarımcıları takip etmek beni çok mutlu ediyor. Bunun yanında tabii ki Stella McCartney, Valentino ve Chloé gibi daha köklü markalara bayıldığımı yeniden keşfetmek de harika. Bir de moda zaten her sezon değiştiğinden dolayı heyecanlanacak malzeme bulmak konusunda endişelenmeye gerek yok. Ancak modada bir nevi arınma yaşanacağı günlerin hayalini kurarak yaşıyorum bir yandan da. Sadece yetenekli insanların piyasada kaldığı, zevk ve kalite yoksunu çerçöpün elenmesi için en uygun akımı bekliyorum. Kullanıp atmalık moda ürünlerinden gerçekten bıktım.

Peki senin stil anlayışın hep aynı mı kaldı yoksa zamanla değişti mi? Giyim tarzım hep aynıydı, fakat son zamanlarda kendi stilimin daha çok farkındayım. Gençken yaşıtlarımdan daima farklı giyinirdim. Annem bana elbiseler dikerdi, çünkü aradığım çoğu şeyi Belçika’da bulamıyordum. Tabii gençken herkes belli dönemlerden geçiyor. Mesela ben ilk erkek arkadaşımla 17 yaşında tanışmadan evvel tam bir tomboy’dum ve sürekli jean ve bol tişörtler giyiyordum, çünkü vücudumla yeterince barışık değildim. 20’li yaşlarımın sonlarına doğru ise kaykaya merak sardım ve jean ve bol tişörtlere geri döndüm. Ama etek ve elbiselerden hiçbir zaman vazgeçmedim; bir kadın olarak bana yakıştıklarını düşündüm hep.

Şunu da sormak istiyorum: Blog ve bloggerların kapitalist ekonomide serbest meslek sahibi yetenekler olarak her geçen gün sağlamlaşan yeriyle ilgili ne düşünüyorsun? Blogger kelimesini hiç sevmiyorum ve sıklıkla böyle anılmamak
için uğraşırken buluyorum kendimi, ancak bazılarını da çok takdir ediyorum. Moda dünyasında kayda değer değişikliklere ön ayak olan çok az blogger var. Öte yandan bunu başarabilenler gerçekten modaya hükmediyor ve bu gözden kaçırılmamalı diye düşünüyorum. Bir günde, bir derginin bir ayda ulaştığı insan sayısından fazla insana ulaşıyorlar. Çok geniş, dünya çapında bir platformda söz sahibiler, oldukça hızlı bir biçimde milyonlara ulaşıyorlar. Reklamcılar için bu müthiş bir fırsat ve bence her geçen gün popüler bloglar üzerinden mesaj vermek için daha çok para harcanacak. Bu kesinlikle büyük bir iş sahası.

Yaratıcılığın ve tatlı gülümsemen blogunun seninle ilgili ele verdiği ilk özelliklerinden. Bizlere bu denli ortada olmayan hangi yönlerinden bahsedebilirsin? Oğlak burcuyum, bu yüzden azimli ve hırslıyım. Tembellikten nefret ederim. Yeni fikirler ve yaratıcı olmanın yollarıyla ilgili kafa yormayı seviyorum. Beni ararsanız her daim bilgisayar başında bulabilirsiniz, sürekli iletişim halindeyim ve bu da bana enerji veriyor. Gülüşüme gelirsek; sadece güldüğümde daha güzel göründüğüm için sıklıkla gülüyor olabilirim. Gülmediğim zaman ciddi anlamda daha yaşlı gözüküyorum, bu yüzden gülmeyi unutmamam lazım! Amerikan ve Avrupa modasının dünü ve bugününü kıyaslayabilir misin?
 Moda bugün eskiye kıyasla çok daha tekin bir alan olmasına rağmen, beni hala heyecanlandırıyor. JW Anderson, Karla Spetic ve No.21

Peki bu durumda ilham verici olduğunu düşündüğün blog, web sitesi ve bir de dergileri öğrenebilir miyiz? İtiraf etmeliyim ki çok fazla blog okumuyorum, fakat Leandra Medine, Susie Bubble ve Emily Weiss’ın yaptıklarını çok takdir ediyorum. En sevdiğim dergi her zaman için Rolling Stone; yazarlarını ve sizi, konu ettikleri kişilerin hayatlarında bir tür mini yolculuğa çıkarmalarını çok seviyorum. Favori dergim bir moda dergisi olmadığı için şaşırmış olabilirsiniz, ama şunu söyleyebilirim ki, moda dergilerini okumuyorum ve onları sıkıcı buluyorum. Tek ilgi çekici tarafları içlerindeki görseller. Bir de Harper’s Bazaar’ın ürün sayfalarını seviyorum! Son olarak, senin için sırada ne var? Daha fazla danışmanlık!

XOXO The Mag


27


musıc

Thom yorke

İçi, Dışı, Öncesi, Sonrası ile Huzurlarınızda yazı busen dostgül fotoğraf eliot lee hazel

1990’ların son çeyreğinde İngiliz ciddiyetinden nasibini alan beş adamdan birine açık ara daha çok hayrandık, itiraf edelim. Zatı muhterem de beslenen duyguları boşa çıkarmadı ve adını İngiltere’den çıkan en iyi müzisyenler arasına altın harflerle yazdırdı: Thom Yorke. İzninizle kaseti biraz geri saralım... Babasının mesleği yüzünden sürekli yeni düzenlere adapte olmakla çocukluğunu geçiren Thom, bir de gözündeki rahatsızlıktan ötürü henüz küçük yaşta hayattan ikinci golünü yemişti bile. 11 yaşında ‘en azından’ uzun bir süre ikamet edecekleri Oxford’da müzikal kariyerine, gelecekte grup arkadaşı olacağı kişiler ile başlayan Thom Yorke’un depresif estetiğini neye borçlu olduğunu anlamak için Freud’un koltuğundan yardım almamız kaçınılmaz. Çocukluğunu travmalarla dolu günler içinde geçirerek, insanlardan kendini bir şekilde uzaklaştıran Thom Yorke, bu şekilde kendini zamanla yalnızlaştırmış ve bunu bir hayat biçimi haline getirmişti. Kendisi ile yapılan röportajlarda verdiği kaçamak cevaplar, tanıştığı kişiler ile geçirdiği minimum zamanlar depresif karakterinin aslında en büyük göstergesiydi. 1996 yılında bir gazetecinin röportaj isteğine “kendi kendine röportaj yaparak” karşılık veren Thom Yorke’un şizofrenik kişiliği de depresyonunun en yakın dostuydu kuşkusuz. Bütün bu şizofrenik hareketleri sergilediği dönemin en büyük tetikçisi ise bir anda gelen ünüydü. Thom Yorke, aslında (gelecek yıllarda yaptığı açıklamaları göz önüne alacak olursak) insanlardan kaçan ama aynı zamanda onlar için var olan bir şarkı yazarından ibaret değil önermesine sığınabiliriz. Daha küçüklükten beri başkalarının konuşmalarını dinlemeyi seven ve bunu devamlı bir şekilde yapan Yorke’un, yaptığı müziği ve şarkı sözlerini kendi için yazdığını düşünemeyiz. Bencil gözüken karakterinin altında yatan aslında tamamen “faydacılık”. Ancak bunu olumsuz bir eleştiri olarak almamak gerek. Müzik yaptığında veya şarkı yazdığında kendini daha

güvenli hisseden ve bunu yapmayı bıraktığında hayatının daha kötü bir hal alacağını düşünen Thom Yorke’un yaptığı iş aslında hem kendi için hem de onu dinleyenler için faydalı bir hareket olarak algılanmalı. Onun gibi depresif birinin başkaları tarafından sevilmesinin önemli olduğunu vurgulamasını açıklayacak yegane şey çocukluğunda yaşadığı travmalar olabilir. Psikolojisi bu kadar dağınık birinin nasıl olur da başarısına bu kadar istikrarlı bir şekilde devam ettiğini merak ediyorsanız, OK Computer albümünün yayınlandığı yıla, yani 1997 yılına geri dönmeniz gerekir. Son 20 yılın neredeyse en iyi 10 albümü arasında yerini alan OK Computer yayınlandıktan sonra içinde bir şeylerin kopup gittiğini ve kendisine bir anda bir şey olduğunu söyleyen Thom Yorke, üç yıl sonra Kid A albümü ile Radiohead’in geleceğini de belirlemiş oldu. Grup üyeleri ile geçirdiği müzikal zamanları enstrümanlar ile geçirmeye başlayan Thom Yorke, elektronik dans müziği devriminin gelmesini kolaylaştırdı ve böylece 10 yıl sonra kuracakları Atoms For Peace’in de temellerini atmış oldu. Yıllar boyunca Radiohead’i örnek alan, esinlenen sayısız müzisyenin ardından Thom Yorke’un kendisinden, yani Radiohead’den esinlenmesi yeni şeyler denemekten belki de tedirginliğinin göstergesiydi. Radiohead albümlerinin sound açısından birbirine benzer albümler olmaları, Atoms For Peace’in bu albümleri alıp yeni formlarda kullanma isteğini hiç de şaşırtıcı kılmıyor aslında. Bir röportajda, “İnsanların ortaya çıkardığı mevcut şeyleri, yeniden ele alıp yeni formlara sokmayı seviyorum. Aslında bütün hayatını böyle geçirebilirsin ama bunun da mastürbasyondan farkı kalmaz” diyerek kendini yenilemeyi sevdiğini de bir şekilde dile getiriyor. Bir zamanlar Clueless’ta Alicia Silverstone’un müziğine ‘mızmız rock’ yakıştırması yaptığı Thom Yorke’un, son icraatı olmadığına inandığım Atoms For Peace’te yakaladığı kendine özgü duruşu devam ettireceği açık bir şekilde belli oluyor. Ne diyebilirim ki? İyi ki varsın Thom Yorke!

XOXO The Mag


29


FOOD

HER DAİM RENKLİ SOFRALAR İÇİN

Yaz Meyveleriyle Kışa Hazırlık yazı didem şenol fotoğraflar orhan cem çetin

Ekşi mayalı kızarmış ekmek ile kuvvetli bir peynir ve marmelat üçlüsünden vazgeçmem zor. Favori marmelatlarım ve reçellerim yaz meyvelerinden olanlar. Haziran başında çileğin son demlerini yakalayıp bol kokulu, ufak tarla çileklerinden reçel yapıyorum. Çilek reçelinin ideali güneşte olanı. Güneyde yaşadığım dönemde güneşte yaptığım reçellerin parlak rengini, şehirde ocakta yaptığım reçellerde yakalamak zor. Ocak üzerinde reçel yaparken meyveleri bir taşım kaynattıktan sonra kenara alıp suyunu kıvamı gelinceye kadar tıkırdatıyorum. En son meyveleri içine katıp soğumaya bırakıyorum. Çilek reçeli yaparken ayıklanan çileklerin çürümemiş ve yumuşamamış olması önemli. Bir diğer favori reçelim haziran ayındaki vişnelerden yaptığımız vişne reçeli. Bazen tarçınlı, bazen karanfilli hazırlıyorum. Suyunu daha az çektirip, şekerini daha az koyarak sakızlı muhallebi sosu hazırlıyoruz. Yine haziran başı, beyaz kirazdan kiraz reçeli yapıp özellikle küflü peynirlerle servis etmek keyifli oluyor. Temmuzda, bol kokulu kayısıdan ve tatlanmış kırmızı erikten marmelat hazırlıyoruz. Eski kaşar ve erik marmeladı birbirine çok yakışıyor. Ağustos ayında ise, taze incirle kekikli reçel hazırlıyorum.

İncir chutney yaparken de incirin morlarını tercih ediyorum; şeker ve sirke miktarıyla tadını dengeleyip, sonbaharda tavuk ciğeri patenin yanında servis ediyorum. Yaz meyveleri tezgahtayken kış için hazırlık yapmak sene boyunca sofraların daha renkli olmasını sağlıyor. Burada bahsetmediğim şeftali, nektarin, üzüm gibi meyvelerle de değişik şeker oranlarında farklı lezzetlendiriciler kullanarak hoşaflar, kompostolar, reçeller, marmelatlar ve soslar hazırlamak mümkün. Tarçınlı Vİşne Reçelİ * 4 kişilik 1 kg vişne 1 adet çubuk tarçın 600 gr. toz şeker Yarım limonun suyu Vişne reçelinde çekirdek beni pek rahatsız etmediği için vişnelerin çekirdeklerini çıkarmamayı tercih ediyorum. Vişneyi tarçın ve şekerle birlikte bir gece önceden büyük bir tencereye koyuyorum ve kapağını kapatıyorum. Suyunu salması için bir gece bekletiyorum.

XOXO The Mag


2-3 saat bekliyorum. Çubuk vanilyayı ekleyip kısık ateşte kaynamaya bırakıyorum. Üzerinde oluşan köpüğü kevgirle alıp atıyorum. Reçeliniz çok köpürmesin ve parlak olsun; isterseniz tencereye bir parça tereyağı atabilirsiniz. Reçelin meyvesiz kısmından alıp tabağa damlattığınızda damla damla kalacak hale gelmeli. Reçelin piştiğini anladıktan sonra, yarım limonun suyunu sıkıp reçele ekleyin ve bir taşım daha kaynatıp ocaktan alın. Meyve çok pişmesin ve bütün kalsın istiyorsanız, ancak suyu hala kıvama gelmemişse, meyveleri yine bir kevgir yardımıyla başka bir tabağa alabilir ve reçelin suyunu çektirmeye devam edebilirsiniz. Bu su, kaşıktan damla damla düşmeye başladığında ise meyveleri geri ekliyorum. Son olarak üzerine kişniş tohumu serperek servis ediyorum.

Ertesi gün tencereyi ocağa koyup kısık ateşte kaynatıyorum. Limon suyunu ekleyip bir taşım kaynattıktan sonra ocaktan alıyorum. Ara ara reçelin üzerinde biriken köpüğü toplayıp atıyorum ve reçeli tahta kaşıkla karıştırıyorum. Reçelin suyu tabağa damla damla akmaya başladığında reçel olmuş demek. Aynı reçeli tarçın yerine karanfil kullanarak da yapmak mümkün. Reçelinizin uzun süre dayanmasını isterseniz cam bir kavanoza koyup ağzını sıkıca kapatın. Bir tencerede su kaynatıp kavanozu ters olarak -kapağı suya girecek şekildekaynayan suya sokun. Bu şekilde kavanoza vakum yapmış olduğunuz için buzdolabında sakladığınız sürece çok daha uzun ömürlü olacak. Kİşnİşlİ Beyaz Kİraz Reçelİ * 4 kişilik 1 kg beyaz kiraz 600 gr toz şeker 1 adet çubuk vanilya Yarım limon Bir tutam kişniş tohumu

Reçel Yaparken: Pişirdiğiniz reçeli karıştırırken tahta kaşık kullanın. Şekerlenmelere karşı limon tuzu yerine limon sıkın. Piştikten sonra da kuru ve temiz kavanozlara koyun. Reçeli, pişirdiğiniz tencereden başka bir kaba aktarmazsanız pişmeye devam eder.

Kirazların çekirdeklerini çıkardıktan sonra büyük bir tencereye koyup üstüne toz şeker ekliyorum. Kapağını kapatıp sulanması için

*Daha detaylı tarifler için, yazarın Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Kızımız Defneyi, Oğlumuz İskorpite… isimli kitabına bakabilirsiniz. 31


INTERVIEW/MASTERS

Alfred Schopf

El Yapımı Hayaller

Fotoğraf ya da optik işine herhangi bir yerinden bulaşmış herhangi bir insandan sahip olmak istediği markaların listesini yapmasını isteseniz… Neyse cümlenin devamını siz yazın. Bu ay Masters’da konuğum, Leica’nın CEO’su Alfred Schopf. Bir marka düşünün, size oldukça uzak bir duruşu var ama en çok sevilen markalardan… Yine bir marka düşünün, hem fotoğrafik hem de optik ürünler tarihinin en takdire şayan yeniliklerine imza atıyor ama bunu hiç gözünüze sokmuyor. Şimdi yine bir marka düşünün, sizin için geleceğe yön veriyor ama tarihinden bir an olsun uzaklaşmıyor… Şimdi uzanın, hiçbir şey düşünmeyin, okuyun, lütfen. röportaj cihan şerbetcioğlu görseller leica’nın izniyle

XOXO The Mag


seri üretim yapmıyoruz. Günün sonunda, yarattığımız her Leica benzersiz, el yapımı ve kaliteye gösterilen sonsuz özenle karakterize oluyor. Ve teknik olarak mümkün olanı en iyi şekilde ortaya koyabilmek için gösterdiğimiz aralıksız çabanın karşılığını almış oluyoruz. Sonuç: Bugünün fotoğrafik imkanlarının erişebildikleri arasında en iyilerden olan fotoğraflar.

Klasik bir soruyla başlayalım: Alfred Schopf ’un Leica’da bir günü nasıl geçiyor? Muhtemelen diğer CEO’ların günlerinden farklı değildir. Sabah yaklaşık 8 gibi planlama ve tartışma hazırlıklarıyla başlıyor. Sonra genelde 10 gibi toplantılar oluyor ve çoğunlukla kurulun diğer üyeleriyle bir araya geliyoruz, devamında da öğle yemeği için 15 dakikalık bir vaktim oluyor. Öğleden sonralarımı ise yönetim kadrosuna ve iş ortaklarıma ayırıyorum. Akşamüstü 6 gibi masamın üstü boşalıyor, sonra stratejik ve kavramsal konulara vakit ayırıyorum; yazışmalarımı yapıp analizleri okuyorum. 9 gibi de günü bitiriyorum.

Leica’yı diğer önde gelen üreticilerden ayıran en hayati üretim farklılığı nedir? Açıkçası, söz konusu dijital bir fotoğraf makinesiyken, el yapımı olma özelliği ilk akla gelenlerden biri değil… Fabrika üretim prensibi Leica Camera ilk kurulduğu günden bu yana üretim felsefemizin bütünleyici bir parçası oldu. Bugün bile, dijital çağda, mümkün olan en iyi fotoğrafları garantilemek için, mekanik ve dijital parçalar zahmetli manuel süreçlerden sonra mükemmel bir şekilde birleştiriliyor. Birleştirme işlemi hassas cihaz mühendisliğinde ekspertizi olan muazzam kabiliyetli kişilerce yapılıyor. Mesela, lenslerin doğru kilitlenip kilitlenmediği kulakla test ediliyor. Ayrıca, her lensin kalitesi insan gözüyle ek bir kontrolden geçiyor. Sürecin sonunda, her Leica, insanoğlu ve teknoloji arasındaki mükemmel etkileşimin bir ürünü oluyor.

Bildiğim kadarıyla, Leica’dan önce de optik endüstrisine uzak değildiniz. Evet, profesyonel hayatımın yarısını optoelektronik endüstrisinde geçirdim; dünyanın en büyük film kamera üreticisiyle çalıştım. Öncesinde de resim geliştirme, lazerle materyal geliştirme, lazer telemetreler ve yüksek kalite endüstriyel yarı iletken optiklerle ilgileniyordum. Leica adı neredeyse fotoğrafın tarihiyle eş anlamlı; özellikle de fotoğraf gazeteciliği ve sokak fotoğrafçılığından bahsediyorum. Leica’yı bugün hala görüntü üretiminin ön saflarında tutan etkenler neler? Leica, neredeyse 100 yıllık bir fotoğraf geleneğini son dijital teknolojilerle ve en ince detaylara dahi dikkat eden fabrika bazlı üretim prensipleriyle birleştiriyor. Biz, bir montaj hattı üzerinden

09.09.09 tarihinde piyasaya sürülen M9 ve ardından geçtiğimiz yıl çıkan 99. yıl kitabı; 9 rakamı Leica için neden bu kadar önemli? Hatta, o tarihte sadece M9’u çıkarmakla da yetinmedik, 9 yeni ürün daha çıkardık. 99pages adlı yayınevini keşfettikten sonra, 33


tartışmalarımız 99. yıl kitabıyla nihayete erdi. Leica Camera 100. yılını 2014’te kutluyor olacak. Düşündük ki, yüzüncü yılı kutlamak aşırı bilindik bir şey, peki ya 99. yıl? Leica sürprizler konusunda her zaman başarılıdır, ve asla kolaya kaçıp apaçık bekleneni tercih etmez. 2009, klasik M serimizin 9. kuşak piyasa sürümüne tanıklık etti, bu yüzden 09.09.09 tarihini seçtik. Bu arada artık kuşakları saymıyoruz. Çünkü bir M her zaman M’dir. Her kuşak aynı genetik mirası paylaşır. Hermès, Paul Smith ve Magnum gibi farklı markalarla iş birlikleriniz oldu. Bu konularda karar verme mekanizması nasıl işliyor? Sıra dışı markalar sıra dışı diğer markaları ararlar. Pek çok seçkin, uluslararası tasarımcı ve yüksek kaliteli üretim firması Leica ile çalışma şansını yakalamak için tabiri caizse can attı ve sonuçta iş birliğimizden inanılmaz zevk aldı. Leica, partnerlerinin bu tür girişimlerdeki yaratıcı duruşlarından fayda sağlıyor, tıpkı onların Leica efsanesinden ve prestijli marka mirasından fayda sağladıkları gibi. Bu durum Magnum için de geçerli, fotoğraf tarihinde eşsiz ve benzersiz rolü olan bir fotoğraf ajansı olarak onlar da tabiatıyla Leica’yla partner oldular. Magnum’un kurucularından Robert Capa ve Henri Cartier-Bresson’un zamanında Leica kullanmış olmasından ve ajans üyelerinden Elliott Erwitt ve René Burri’nin halihazırda birer Leica kullanıcısı olmalarından dolayı ayrıca memnunuz. Fotoğraf çekme dürtüsünün çoğunlukla fotoğrafların

paylaşılmasıyla tetiklenen bir tarafı var. Facebook ve Instagram’ın bu denli başarılı olması da bu anlamda şaşılası değil. Sosyal medyanın fotoğrafçılık ve fotoğraf makineleri üzerindeki etkisi hakkında siz ne düşünüyorsunuz? Sosyal medyanın, özellikle fotoğrafçılıkla ilgili az çok bilgisi olan insanlara bu işin heyecanını ve büyüleyiciliğini hissettirme konusunda önemli bir rolü olduğunu düşünüyorum. Bu mecralar aynı görüşte olan insan topluluklarının oluşmasını ve birbirleriyle bilgi alışverişi yapmalarını da destekliyor. Bu yüzden de uzunca bir süredir bir Facebook sayfamız var. Diğer taraftan Leica Blog var. Nihayetinde, sosyal medya her geçen gün daha fazla insanın, fotoğraflarını ve fotoğrafçılık bilgisini paylaştığı bir alan haline geldi. İnanıyorum ki, insanların yaygın bir şekilde cep telefonuyla fotoğraflar çekip paylaşması sayesinde her geçen gün daha çok kişi fotoğrafla ciddi olarak ilgilenmeye başlayacak ve hepsi bir gün kaçınılmaz bir şekilde Leica ile tanışacak. Tamam, mevcut müşteri kitlenizden ilerleyelim, Leica’nın dünya genelindeki en büyük pazarını oluşturan ülkeler hangileri ve büyüme beklentisi nerelerde yükseliyor? Konuya Türkiye özelinde bakarsak, beklentilerinizi karşılıyor mu? Yıllarca Avrupa ve Kuzey Amerika en önemli pazarlarımız oldular. Bugün ise odağımız tamamen Asya bölgesi, özellikle de Çin ve yanında Güney Amerika, Orta Asya ve Rusya. Türkiye pazarı da son yıllarda önem kazananlar arasında. Türkiye’de varlığımızı güçlendirmek için mükemmel fırsatlar görüyoruz. Halihazırda

XOXO The Mag


Ayrıca, bu sayede, sanatsal değeri ve önemi olan ve zamanımız belgeleyen nitelikte fotoğraflar elde edebilme arzusuyla insanlar cep telefonu fotoğrafçılığından uzaklaşmaya başlıyor.

ürünlerimizi almak isteyen pek çok Türk fotoğraf meraklısı var. Peki, geleceğe baktığınızda, önümüzdeki birkaç yıl içinde sizin öncülüğünüzde gerçekleşmesini istediğiniz marka vizyonuyla ilgili ne söyleyebilirsiniz? Leica yüksek kaliteli bir marka olabilir, ama bununla beraber dünyanın pek çok yerinde hala yeterince güçlü değil. Şu anda Leica Store konseptimizi, büyüme vadeden yeni pazarlara doğru genişletmeye odaklanmış durumdayız; bilhassa bir Leica kullanmanın hayalini kuran birçok fotoğrafçının olduğu Asya bölgesi üzerinde çalışıyoruz. Dünya çapındaki mevcut pazar payımızı %0.15 oranında artıracağımızdan eminiz. Teknolojik kilometre taşları dikmeye devam edeceğiz; M Monochrom ve M serisi makinelerimizden, daha önce hayal bile edilemeyecek kalitede siyah-beyaz fotoğraf elde edebilmemiz örneğinde olduğu gibi, her zaman yaratıcı fikirlerle alışılagelmişin dışına çıkmaya devam edeceğiz.

Leica Galleries hakkında da konuşmak istiyorum. Galerilerin gündemiyle ilgili genel olarak ne söyleyebilirsiniz, bu yıl yenilerini açmayı planlıyor musunuz? Leica Store konseptimizinin genişlemesine paralel olarak Leica Galleries’e yenilerini eklemeyi planlıyoruz. Amacımız, Leica Store’lara gelecek ziyaretçilerin benzersiz galeri deneyimini yaşamalarını sağlamak. Ayrıca galerileri kendi adlarına planlayan adaylar da var. Önerdikleri konseptleri ve Leica dünyasına ne kadar uygun olduklarını karşılıklı irdeliyoruz. Son olarak Henri Cartier-Bresson’dan bir alıntı: “Fotoğraf makinesi benim için bir eskiz defteri gibidir, sezgiselliğin ve spontanlığın bir enstrümanı...” Bu minvalde, bir Leica’yı siz nasıl tanımlarsınız? Leica, unutulmaz anları yakalamak için ideal bir araçtır. Hatta bazen insan gözünün göreceğinden fazlasını görür, özellikle had safhada hızlı lenslerimizi düşünürseniz. Spontanlık da gerçek anlamdaki yaratıcı eylemin karakteristik özelliklerinden biridir, hatta bazı anlarda ön koşuludur. Özenli bir kadraj ve kompozisyon iyi bir fotoğraf için her zaman yeterli değildir, hatta iyi fotoğraf, daha ziyade anlık bir ilhamın ve sonrasını düşünmeden deklanşöre basmanın bir sonucudur. Ve bir Leica da daima böylesi anların özünü yakalayıp koruyacaktır. Çünkü doğası budur.

Malum dijital fotoğraf makineleri her yerde etrafımızı sarıyor. Artık herkesde en az bir tane var. Fotoğraf makinelerinin günlük hayatımıza bu denli girmesinden yola çıkarak, dijital makinelerin geleceğini nerede görüyorsunuz? İnsanlar daha çok fotoğraf çektikçe ve daha fazla fotoğraf dijital kanallardan bizi buldukça, fotoğrafa ve daha iyi görüntüler elde etmeye karşı ilgi de artıyor. Fotoğrafın demokratikleşmesi, en nihayetinde makinelere, lenslere, resim kalitesine ve fotoğrafçıların kişisel becerilerine ilişkin beklentilerin yükselmesine yol açıyor. 35


Magazıne

Kanı Soğuklara Kuzey Şurubu

Kaltblut

Dergi ofisleri Berlin’e de şube açadursun, şehir yine de en şık olana bile direnmeyi sürdürüyor. Kendine has glamour’ı ile asla fazla gösterişi kaldırmayan şehir halkı kendine belirlediği yeraltı yaşamının içinde günlerini geçirme telaşında. Çocuklu aileleri şehrin bir tarafına itmeye çalışanlar aynı şeyi başka bir göç hareketi olarak hipster’ların gittiği yerlere de yapmaya başlamışken, bir yandan da şehirde bir şeyler değişmeye devam ediyor. Velhasılıkelam, değişkenleriyle bezeli rutin hayat olağan hızında akıp gitmekteyken Berlin’in az sayıdaki moda dergilerinden birine yenisini ekliyor Marcel Schlutt ve Nicolas Simoneau. Editoryal yazısına “Merhaba, benim adım Anna Wintour” diye başlayan Schlutt, okuyucusunu Playboy’un son sayısında görmekten memnun olduğunu belirtiyor. Derginin özü Berlin’in kendi ürettiği estetiği de kapsayan zengin bir içeriğe sığınıyor. Kaltblut, adından da belli olacağı gibi biraz Avrupa mesafesi, biraz da Berlin direktliğinden yaratılmış gibi görünüyor. Kapakta bizi kan revan içinde karşılayan derginin içeriği de aslında sadece modadan oluşmuyor. Gerçi ‘bugün modanın kendisi bile sadece

kumaşlardan oluşmazken hangi dergi sadece modadan oluşuyor ki?’ sorusunun bilincinizin bir köşesinden haklı seslenişine de cevap veriyor Kaltblut içeriği. Yeni sayısında kendine rota olarak kuzeyi belirlemiş olan dergi kendi mesafesini Nordik suların serinine bırakıyor. Kuzey kıyılarının kuru soğuğundan çıkan bütün görsel malzemenin ardında, o görselliği üreten yaratıcı zihinlerle hazırlanan bir sayı bu. Henüz ikinci sayısını çıkaran Kaltblut genç yaşının tüm asiliğiyle soruyor: Gerçekten dolu bir içerik mi arıyordunuz? Siz sorunun cevabını vermeden, sade ve sadece arayışında olduğunuz bir içeriğe hizmet üzere dergicilik andını içiyor ve 404 sayfalık XL bir cüsse ile yerini alıyor. Derginin çoğuna yayılmış ve kuzeyin mitlerine karışan çekimler elbette oralardan çıkan sanata da dokunan içeriği ile şehri iyi gezdiren bir seyahat ajandası gibi de görünüyor. Kuzey şehirlerinin merkezine hiç uğramayan kültürel farklılıkları göstermeye de çalışan, bunun için kırsaldan da söz edebilen dergi için soğukkanlı olmak yetiyor. Alt komşu kendini yakınca evde ilk önce şalterleri söndürmeye çalışan rasyonel bünyelere yaz hediyesi olsun. kaltblut-magazine.com

XOXO The Mag


37


SERIES

THE FALL

Bir Cinayetin Anatomisi yazı erman ata uncu

Başlık 1959 tarihli Otto Preminger şaheserinin uyarlandığı suç anlatısından... Ancak, böyle bir başlık koymamızdaki sebep, benzer konulu yeni bir eserden söz edecek olmamız değil. Çağrışımın asıl kaynağı çok kez denenen ama çok az seferinde altından kalkılabilen bu iddiayı, bir cinayetin anatomisini çıkarma işini layığıyla yapan bir eserle karşı karşıya olmamız: Gillian Anderson’ın başrolünü oynadığı The Fall uzun zamandır görmediğimiz tazelikte bir seri katil anlatısı sunuyor. Zorlama olay örgüsü sürprizleriyle, içeriği hepten boş veren biçimsel oyunbazlıklarla, artık iyice tatsızlaşan standartlıkta sebep-sonuç ilişkileriyle çoktan heyecanını yitiren bir türe hiç beklenmedik bir dönemde tazelik getiriyor BBC yapımı dizi. Efsane çizer Saul Bass’ın Otto Preminger için yaptığı ikonik afiş çalışması (parçalarına ayrılmış bir beden üzerine yazılı ‘The Anatomy of a Murder’ başlığı) sanki The Fall’da en net, açık haliyle tekrar hayat buluyor. Dizide, her küçük ayrıntıyla insanı daha da hikayeye bağlayan, heyecanı diri tutan bir yapı ve oyunlara ihtiyacı olmayan berraklıkta bir cinayet anatomisi söz konusu. Ve işin asıl ilginç yanı The Fall’un sade hikayesinin, kağıt üstünde böyle vaatleri olmaması. 2010’lar Belfast’ı... Sınıfsal ayrımın artık iyice belirginleştiği, onlarca yıl süren buhran sonrası bürokrasinin tıkır tıkır işlediği bir kent... Belki görünüşte çok kozmopolit ama dizinin gazeteci karakterinin de belirttiği gibi hala herkesin birbirini tanıdığı küçük bir yer... Hunharca öldürülen 30’lu yaşlarının başında kariyer sahibi Alice Monroe cinayeti, Londra MET’ten dedektif Stella Gibson’ın (Gillian Anderson) şehre gelmesine vesile oluyor. Yastaki hastalar üzerine uzmanlaşmış terapist Paul Spector ise, tam da bir seri katil geriliminden bekleneceği üzere rengini hiç belli etmeyen bir karakter. İnsanlara mesafesini hep koruyor. Öte yandan, iki çocuğuna karşı sevecen bir baba, eşine karşı anlayışlı bir koca... Üstelik bebek bakıcılarının açık açık flört edeceği kadar yakışıklı (ne de olsa eski Calvin Klein modeli Jamie Dornan tarafından canlandırılıyor). Ancak The Fall’u ekrana getiren yaratıcıların titizlendiği bir nokta, Paul’u çifte

yaşam sürdüren diğer seri katil tiplemelerinin fersah fersah ötesine taşıyor. Paul’un ikili yaşamı arasındaki geçişkenlik onu daha kanlı canlı kılıyor kuşkusuz. Paul, gece kabus görüp uyanan küçük kızını yatırdıktan sonra, kendi cinayetlerini tasarladığı dehşetengiz not defterini alıp uyuyakalıyor. Bir sonraki kurbanının evine ‘keşif gezisi’ yaptıktan sonra eve geldiğinde kendisini karşılayan küçük oğlunu anlayışlı bir baba olarak teskin etmesi, tüyleri iyice diken diken ediyor. Ve Jamie Dornan’ın ölçülü, dört dörtlük performansı karakterin tekinsizliğine tekinsizlik katıyor. Benzer şekilde dedektif Stella’nın hoşlandığı bir komisere daha ilk tanışmada oda numarasını söyleyecek güçlülükte, kendinden emin karakteri, onu canlandıran Gillian Anderson’ın usta oyunculuğuyla daha da ete kemiğe bürünüyor. Kısacası The Fall’un her unsurunda sağlanan denge, oyuncuların performansının da belkemiği. Ve bu dengenin temelinde yatan ise The Fall’u benzerlerinden ayıran en önemli özelliği: The Fall, temel olay örgüsüyle seri katil anlatılarına pek de yeni bir şey sunmayacakmış gibi duran bu hikayeyi çatarken, İrlanda’yı ve baskın sınıf sistemini hiç unutmuyor. Paul’un alt sınıf Katolik hastalarıyla yaşadığı gerginliklerde, Stella’nın İrlanda emniyetinin düşük rütbeli memurlarına davranışlarında, karakoldaki ‘merhum dedektiflerimiz’ panelinde, İrlanda’nın Britanya’yla mücadelesinin tarihinin, İrlanda’da üst sınıfın endişelerinin izleri tek tek açığa çıkıyor. Bu sene İstanbul Film Festivali’nde seyrettiğimiz Ne Yaptın Richard?’da da kız arkadaşının eski sevgilisini öldüren, geleceği parlak bir İrlanda gencinin endişelerinin mülkiyet arzusuyla ne kadar bağlantılı olduğunu izlemiştik. Benzer bir şekilde The Fall’da da Paul Spector’ın vahşi cinayetlerinde de yerine oturmayan mülkiyet sisteminin, bürokrasiyle gölgelense de hala kımıl kımıl sınıf çatışmasının izleri var gibi... Tam da bu yüzden The Fall alelade bir TV geriliminde sıradanlığıyla keyif kaçıracak bir hikayeyi alıyor, bambaşka bir boyuta taşıyor; cinayetin anatomisini çıkartırken hiçbir boyutu es geçmediği için...

XOXO The Mag


39


INTERVIEW/BEAUTY

Keiko Mecheri

Strong & Delicate

Japon kökenlerinin bu işte bir payı olsa gerek, Keiko Mecheri, aynı müptelası olduğu Taif gülü gibi narin katmanlara sahip. İsmini taşıyan markası, çatısı altında şimdilik 45 parfüm ve sayısız değerli ham madde bulunduruyor. Bunların içinde zarif, güçlü ve bildiğini okuyan bir çiçek olarak tanımladığı gül, aynı etrafında şekillendirdiği esansları gibi, ünlü parfümörün kendine tuttuğu bir ayna niteliğinde: Siz sade ve basit deyin, biz karmaşık ve gizemli diyelim. röportaj ayşecan ipek görseller keiko mecheri’nin izniyle

XOXO The Mag


Keiko şu an neredesin? Beverly Hills’deki evimde mutlu mutlu oturuyorum.

de bir kenara not ederim hep. Örneğin Rumi, gülü, sonsuz krallığa giden yolda tatlı bir rehber, akıl ve mantığın nefesi olarak tanımlar.

Etrafında ne görüyorsun? Güzel oğullarımı ve güneşli havada keyifle parıldayan ağaç yapraklarını.

Parfüm senin için ne ifade ediyor? Mesela çocuklarına parfümü nasıl tarif ediyorsun? Bana göre parfüm, olfaktif bir sanat. İyi dokunmuş bir parfümü keşfetmek ilham vericidir. Bebekliklerinden beri parfümlerin içinde yaşayan oğullarıma hep yaptığım bir oyun var: “Gözünüzü kapatın ve bana ne duyduğunuzu söyleyin.” Herkes yeni bir parfümle böyle tanışmalı.

Neyin kokusunu alıyorsun? Taze pişmiş çikolata parçacıklı kurabiyelerin! Sanırım vanilyayı biraz abartmışım…

Koleksiyonuna gönderme yaparak sormak istiyorum, vintage parfümler hakkında ne düşünüyorsun? Favorilerin hangileri? Klasik Guerlain parfümleri içinde Mitsuoko ve Jicky favorilerim. Kendi vintage koleksiyonumu hazırlarken sık sık onlara döndüm: Umé, Mihime, Iris d’Argent ve Iris Pourpre, Art Deco akımı, vintage Japon manzaraları ve Poiret’nin sırma işli, ipek elbiselerinden yola çıkarak hazırladığım bir koleksiyondu. Yakın zamanda modern bir fujer olan Savile’i de ekledik.

Sen ne kokuyorsun? Bugün eski bir favorimi yeniden hatırlamaya karar verdim: Musc. Atami’de doğmuşsun. Çocukluğundan bahsedebilir misin? Kaygısız ve tembel yazlar. Oldukça çekici bir bahçeye sahip bir Buddha tapınağına yakın oturuyordum. Çocukluğumda arkadaşlarımla ağaçların arasında saklambaç oynadığımı ya da dallara olanca gücümüzle asılarak Tarzan taklidi yaptığımızı hatırlıyorum. Atami bir Japon ‘riviera’sı olduğu için sahilde de vakit geçirirdik. Doğal sıcak su havuzlarını ziyaret etmek her Atamili’nin yaptığı bir şeydir.

Yaratıcı süreç senin için nasıl işliyor? Belki klişe bir cümle olacak ama herhangi bir yaratım için kalbinin ve beyninin çok açık olması lazım. Bunu uygulamak söylemekten çok daha zordur. Diğer tüm sanatlar gibi sonrasında sizi çok çalışmanız gereken, daha akıllı bir süreç bekler. %99 ter ve %1 esinlenme!

Japonya ne kokuyor sence? Tokyo’dan uzakta yaşadığım için çocukluğum, tütsü, frankincense, odunsu balsamlar, meşe yosunu, bir Japon çamı olan Matsu, okyanus kokusu, kiraz çiçeği kokuları içinde geçti. Ne yazık ki endüstrinin kurbanı olup doğal dokusunu kaybeden büyük ve kalabalık metropoller, kokuların peşine düşebileceğiniz yerler değil. Haritada Kyoto ve Osaka’ya yakın duran Higashiomi’nin, toplu taşıma araçlarında yemek yağı kullanıldığı için, kızarmış tavuk koktuğunu duymuştum mesela…

Markanın özdeğerini nasıl tanımlarsın? Kalite, kusursuz işçilik, seçicilik, zanaat, donanım. Gerçek esans erbaplarının peşinde olduğu şeyler… Hangisi önce geliyor? Esans mı yoksa hikaye mi? Benim için her zaman esans önce gelir. Her parfümün ardında bir hikaye olsa da, ben o hikayenin parfüm tamamlandıktan sonra ortaya çıktığına inanırım.

Dünya üzerinde en çok sevdiğin koku neye ait? Tabii ki çoğu koku burnumun ilgisini çekiyor ama rahatlıkla tütsü ve gül bağımlısı olduğumu söyleyebilirim. Özellikle Taif gülüne bayılıyorum. Parfümlerimde de hareket noktam bu zarif, güçlü ve bildiğini okuyan çiçek oluyor genelde. Ünlü şair ve yazarların içinde gül geçen cümlelerini

Keiko, bize bir hikaye anlatır mısın? İki hafta önce Avrupa’dan döndüğümüzde çantamda 30 Euro buldum 41


ama bir şekilde parayı çıkarıp bir kenara koymayı unutmuşum. Birkaç gün sonra anaokulu öğretmeni, seyahatimizden döndükten hemen bir gün sonra en küçük oğlumun öğle yemeğini almak için sıraya girdiğini, yemeğini önden sipariş etmeyi unuttuğum için ona yardımcı olan görevliye elindeki parayı uzatıp “annem yemeğimi ısmarlamayı unuttu, ona satın almak konusunda yardımcı olmak istiyorum çünkü çok meşgul” dediğini iletti. Son zamanlarda duyduğum en dokunaklı ve tatlı hikaye bu. Gelmiş geçmiş en başarılı bağımsız parfümörlerden biri olduğunu da hesaba katarak XOXO şu sorunun peşine düşüyor: Bağımsız parfümeri yaşayacak mı? Beklentilerin nedir? Bağımsız parfümeri kesinlikle yaşayacak ve üstelik duruşunu da güçlendirecek. 15 sene önce bu işe başladığımda tamamen farklı bir manzara vardı. ‘Niş parfümeri’nin bir kategori olarak kabul edilmesinde katkımızın olduğunu düşünüyorum. Bugün, bu kategoride her gün yeni bir marka doğuyor, yüzlerce niş marka var. Lüks pazarlama konusunda uzman bir arkadaşım her ay 30 yeni marka ile tanıştığını anlattı, bu da her gün yeni bir ismin piyasaya çıkması demek. Müşterilerin de parfüm ve parfümün gerekleri ile ilgili bir uyanış içinde olduğunu düşünüyorum, kimse uçakta iki koltuk öndeki insan gibi kokmak istemiyor. Anahtar kelime: Kalite. Hayat arkadaşın Kamel Mecheri ile nasıl tanıştın? LA’de ortak bir arkadaşımızın tanıştırmasıyla. Onunla ilk tanıştığımızda ne kadar çekici olduğunun farkına varmıştım ama aklımda ciddi bir ilişki yaşamak ya da evlenmek gibi fikirler yoktu. Çok kısa bir süre sonra aklımda olmayan her şeyi yaparken buldum kendimi. Evlendik, birlikte bu işi kurduk ve şimdi iki oğlumuz ve 50’nin üzerinde parfümümüz var. Çok farklı kültürel yapılardan geliyoruz ama ikimiz de paylaşmayı ve yaratmayı seviyoruz, estetik duygumuz da birbirine çok yakın. Sanıyorum bizi her anlamda güçlü bir takım yapan, işte bu paylaşma arzusu. Bir anne, bir sevgili, bir arkadaş, bir ortak, bir parfümör ve bir iş kadınısın. Nasıl işliyor bu çark? Modern kadının rolü bu. Ve bence kadın olduğum için başarabiliyorum. Kamel, her anlamda müthiş destekleyici bir partner. Bir kadının kendi ayakları üzerinde durması tabii ki çok önemli ancak yeri geldiğinde destek almayı da bilmesi gerek. “Kalbinin sesini dinle, başkalarına karşı nazik ol ve hiçbir zaman gülümsemeyi unutma.” Benim mottom bu. Woody Allen’ın “Whatever Works” cümlesini ödünç aldığın zamanlar oluyordur herhalde… Her zaman! Hem işimde hem de özel hayatımda bir şeyleri sürekli kontrol etmeye çalışmanın ne kadar yorucu ve boşuna olduğunu keşfettim. Olayları biraz akışına bırakmak zorundasınız. Parfüm endüstrisinde yer almam bile çeşitli olayların sonucunda gelişti, eğer birisi bana dönüp “İleride burnunla iş yapacaksın” deseydi hayatta inanmazdım. Ailem de ben de resim üzerine gideceğimi düşünüyorduk. Kontrol edemediğimiz o kadar fazla şey var ki, bazen arkana yaslanmak ve “teslim oluyorum” demek en iyi karar olabiliyor. Teknoloji ile aran nasıl? İyi anlaşabiliyor musunuz? Teknoloji beni rahatlatıyor. iPhone, iPad, iMac’ten oluşan bir dünyamız var. İşlerimin çoğunu bilgisayarla hallediyorum ama teknolojisiz de idare edebilirdim. Geçen yaz, Mendocino kıyılarında bir ev kiraladık ve bu minik göçümüz sırasında yanımızda telefon dışında hiçbir şey götürmedik. Hatlar çok zayıf olduğu için telefon da işlevini kaybetti ve kendimizi bir hafta boyunca kano, hiking ve bisiklet gibi aktiviteler içinde bulduk. Akşamları şömine başında yemek yiyip uzun sohbetler ettik. Bir aile olarak geçirdiğimiz en sakin ve güzel tatillerden biriydi. Yeniden kokulara dönecek olursak, ilk parfümün neydi? Cacharel’den Anaïs Anaïs. Kıskandığın bir parfüm var mı? Kendi parfümüm Loukhoum’u çok kıskandığımı söyleyebilirim. Onunla

yarışacak bir esans yaratmak çok zor oldu. Loukhoum, Türkiye’de çoğunlukla Thierry Mugler’in Angel’ıyla karşılaştırılıyor. Loukhoum’u çok daha kırılgan ve şık bulsam da bu benzetme mevcut. Bununla ilgili ne düşünüyorsun? İnsanların Angel ile ilgili neler söylediğini biliyorum! Yine de bana büyük bir iltifat gibi geliyor bu. Çizdiği ticari portreyi bir kenara bırakırsak Angel’ı sevdiğimi itiraf etmek zorundayım. Müthiş bir karışım, müthiş bir esans bence! Piyasaya çıktığında fikirleri alt üst eden, dominant bir karakter. Şişelenmeden önce şirket tarafından kabul görmesi üç sene sürmüş! Çünkü kimse onun hakkında gerçek bir sonuca varamamış, seviyorlar mı yoksa nefret mi ediyorlar? Bana kalırsa Angel, sektörde yeni olanaklara sebep oldu. Ondan önce parfümler daha tahmin edilebilir, bir bakıma daha sıradandı ve esans, çoğunlukla büyük isimlerin gölgesinde kalıyordu. Loukhoum ve Angel’a verilen tepkileri ben de benzer buluyorum. Kimse onu unutmuyor. Genel olarak sevilip sevilmediği önemli değil ama onunla aşk yaşamaya başlayan birinin sadakatini hiçbir şey bozamıyor. Türk lokumu senden önce kimsenin aklına nasıl gelmedi ki zaten? Değil mi? Bu sorunda biraz ironi seziyorum. Siz Türkler her yerde karşınıza çıkan bu minik ve yumuşak küplerden sıkılmış olmalısınız. Oysa bir parfümör için olağanüstü bir keşif! Loukhoum’da Türk lokumu ile birleştirerek imzanı attığın gül, sabah serinliğinde bir bahçe gülü değil asla… Evet, bu özellikle istediğim bir şeydi. Gülü, bal, badem ve Türk lokumu ile ısıttım. Daha doğrusu ılık ve balsamlı bir hale getirdim. Ultra-feminen, iddialı ve buna rağmen kırılgan yapısını koruyan bir parfüm çıktı ortaya. Şişe tasarımından da bahsedebilir misin? Bildiğim kadarı ile eşimin imzasını taşıyor. Evet. Her detayla ikimiz ilgileniyoruz. Kamel’in ürün tasarımı konusunda iddialı bir geçmişi var. Seksi araba Lamborghini… Ve Patou gibi… İllüstrasyon, resim ve klasik piyano gibi ilgi alanlarıma rağmen, UCLA’de tasarım okudum ve işe bir grafik tasarımcı olarak başladım. Bir takım olarak yapamayacağımız çok az şey var. Klasiklere göndermede bulunan modern bir tasarım, parfümler için en uygun kılıf olacaktı. Modern bir yüzü de olan Neo-Barok bir görünüm tercih ettik. Koyu renk hem esansı hem de işin gizemini koruyor. Parfümlerini nasıl vaftiz ediyorsun? Kendi aramızda bu konuda sürekli şakalaşıyoruz. Tüm parfümlerimizin Frang-lish, Japan-glish ya da Fra-panese isimleri var. Diller sürekli birbirine karışıyor, sanırım seneler içinde farkında olmadan kendimize ait bir dil yarattık! İsimler de aynı şişe tasarımı ve hikaye gibi parfümden geliyor. İçinden kelime ve kavram seçebileceğimiz kocaman bir havuzumuz var diyelim… Biz röportajı yaptığımız sırada Türkiye hareketli günler geçiriyor. İstanbul’da Gezi Parkı’nın muhafaza edilmesi için başlayan protestolar, bambaşka bir kimlik kazandı ve bir özgürlük bildirisine dönüştü. Sence bu sürecin parfümü ne olurdu? Kamel ve ben bu tip meselelerle yakından ilgiliyiz. Şiddetin ortaya çıkışı, gereksiz yere kullanılan güç ve savaş hali, dünyanın neresinde olursa olsun ikimizi de son derece rahatsız eden, tepki gösterdiğimiz bir konu. Yine de eğer çocuklarımız için daha iyi bir geleceğin kapılarını aralayacaksa, bazı savaşlar vermek zorunda kalabiliyoruz. Ben böyle durumlarda iyimser tarafımı canlı tutmaya, onu beslemeye çalışıyorum. Karşılaştığım herkese de aynı yolu tavsiye ediyorum. Canlandırdığı hatıralar nedeniyle, koklayan herkese duygusal bir aydınlanma yaşatan Loukhoum, benim için direnişin kokusu. Öfke yerine erdemli duruşun öne çıktığı bir direniş… Hayat bir hediyedir ve herkes iyi ve özgür bir hayat yaşamayı hak eder.

XOXO The Mag


43


MUSIC

GİZLİ KAPAKLI İŞLER

Maskelerin Ardından Ses Verenler

Ne kimliğini saklayan müzisyenler ne de maskelerin ardına gizlenenler yeni bir tema. Son birkaç yıldan bu yana utangaçlık, pazarlama stratejisi, sahne şovu ya da müzik endüstrisine karşı durma gibi çok farklı motivasyonlardan dolayı karanlıklar ardına sığınan pek çok isim var karşımızda. Hatta meseleyi alter-egolara götürürsek David Bowie’nin Ziggy Stardust’ından Gorillaz’a kadar uzanan uzun bir gelenek var. Yine de son dönemlerde vuku bulan birkaç olay konuyu yeniden gündemimize getirdi. Daft Punk’ın yeni albümünün yarattığı heyecan ve tartışma bunlardan biri. Zomby’nin yeni double albümü With Love ile geri dönmesi de... Ama hepsinden öte bir-iki hafta önce gerçekleşen bir hadise gizem, anonimlik ve sır çözme konusunda hem müzik basını hem de dinleyicilerinin hala ne kadar takıntılı olduğunun ve maskeli müzisyen mevzusunun tazeliğini yitirmediğinin bire bir göstergesi. Müzik aleminin asparagas sitesi Equilizer’da yayınlanan bir yazı, sitenin ciddiyet seviyesinin belli olmasına rağmen, manasızca bir sarsıntı yarattı. Four Tet, Burial’ın aslında kendisi olduğunu açıklamıştı siteye göre. Hatta bunu iddia eden (aslında Photoshop’lanmış) Twitter ve Facebook postları aracılığıyla... İlginç olan -etrafında oluşan mit çıkış noktasına zarar verince, sonunda kendi iradesiyle kim olduğunu açıklayan- Burial’ın kimliğinin zaten ne zamandır bilinmesine ve şakanın bayatlığına rağmen kopan heyecan dalgası. Bloglar bile adandı bu meseleye. O kadar ki Four Tet ‘Burial’ olmadığını her yerden bağırmak zorunda kaldı. Bu konudaki takıntı magazinel bir merakı aşmıyor çoğu zaman. Bir taraftan anonimliğin bu denli imkansıza yakın olduğu bir dönemde gizeme karşı duyulan hayranlık, öte yandan bir gün kim olduğunu doğru tahmin edebilme ihtimalinin verdiği ego var. Peki ya müzisyenlerin kimliklerini ya da yüzlerini saklamaktaki motivasyonları ne? ZOMBY Gizem perdesinin ardına sığınanların çoğu gizemli ya da okült müzikler yapanlar değil de techno prodüktörleri artık. Bunda pek çok sebep var. ‘Performans’ kavramının laptop başında çoğu zaman anlamını yitirmesi ve sahne personalarının bir rock grubuna göre geri planda kalması bunlardan en etkilileri. Tabii ki rock ve metal

mf doom

monarchy

zomby

yazı seda niğbolu

aleminde kökeni Kiss’e kadar giden ve bugün Gwar, Ghost B.C. ya da Slipknot gibi gruplarda gördüğümüz bir maske fetişizmi de var ama çoğu zaman daha çok şov amaçlı. Rave ve jungle kökenlerinden gelip dubstep’e varan Zomby’nin kimliğini saklayıp maskesiyle performans göstermesinin amacıysa ‘sanatsal bir Zomby miti’ yaratmak. Yaptığı müziğin tek bir kimlikle etiketlenmesinin yerine ‘her zaman oradaymışçasına Londra’nın havasına karışmış olmasını’ tercih ediyor Zomby. Sahnede pek de yaratıcı olmayan şekilde taktığı Guy Fawkes maskesi ise politik bir söyleme sahip değil. Hatta bu maskenin yanında Rolex saatini takmasından dolayı, tasarımcıların, “giyinmesini biliyor” şeklinde eleştirilerine maruz kalmışlığı da var. REDSHAPE Son yılların gözde techno prodüktörlerinden Redshape’in arkasına gizlendiği kırmızı maske çok fazla çağrışım yapıyor. Operadaki Hayalet, Eyes Without a Face, süper kahraman, korku filmleri... Bu ürkütücü ve etkileyici maske, canlı performanslarında da dahil olmak üzere, her an orada. Berlin çıkışlı ve Detroit etkili müzisyen, verdiği çok az sayıda röportajdan birinde, maskesinin müziğin ardındaki bilinmezi temsil ettiğini, şovlarına derin bir atmosfer verdiğini ve olabildiğince dürüst olduğunu söylemişti. Utangaçlık ya da politik bir söylem değil çıkış noktası: “Benim için dinleyici adımı veya yaşamımı yaptığım parçalarla bağlantılandırmazsa, fikirlerime daha fazla alan kalıyor. Umarım bu romantik ve bilinmeyen şeyin tadını çıkaran birileri vardır. Hele ki artık her şeyin bilinir ve görülür olduğu bu günlerde.” DAFT PUNK Bangalter & de Homem-Christo ikilisinin gösterişli ve bugün artık tasarımcılara tasarlatılan pahalı kostümlerinin çıkış noktası başlangıçta utangaçlık ve sahnede başka bir şeye dönüşebilme arzusuydu. Bangalter GQ’ya verdiği bir röportajda, Clark Kent ve Superman’in ikili kimliğinin onu ne kadar etkilediğini anlattı geçenlerde. Zamanla bu dönüşüm arzusunun nasıl bir markaya ve elektronik müzik tarihinin en pahalı şovlarından birine dönüştüğünü ise hepimiz biliyoruz. Nasıl göründüklerini artık herkes bilse de,

XOXO The Mag


redshape

deadmau5

sbtrkt

daft punk

MONARCHY Listedeki isimler içerisinde popa bağları en sıkı olan Monarchy, sitesindeki uzaylı temaların ve görsellerin, şarkı sözlerinin doğasına uyduğunu söylüyordu. İkili, ilham kaynağını Daft Punk olarak gösteriyor, kendine yakın hissettiği kişi ve şeylerin de astronot ve uzaylılar olduğunu belirtiyordu. Bir süre ne yüzleri videolardaydı, ne isimleri ortada, ne de MySpace’te tek bir arkadaşları vardı. Bir nevi paket program. Pazarlama açısından akıllıcaydı yaptıkları, çünkü internetteki ‘kim daha çok bağıracak’ yarışının dışına çıkınca daha çok ilgi çektiklerine inanıyorlardı. Ama sonunda onlar da kim olduklarını açığa çıkardılar. Kimliklerini saklamalarının ardında olanınsa, sanatsal bir eğilimden ziyade, kendilerini eski grupları Milke’den ayırma ihtiyaçları olduğunu böylelikle öğrendik.

neredeyse 20 senedir robot kimlikleriyle ortadalar. Mesele gizem değil ama burada, daha çok Kraftwerk gibi bir makine-insan ilişkisi. Ama sosyal ya da entelektüel bir boyuttan ziyade, eğlencelik tadında artık. DEADMAU5 Joel Thomas Zimmerman’ın devasa fare kafasının ardında bir ikonlaşma hayali var. Bir chat odasındaki isim önce sanatçı ismine, oradan da logoya dönüştü. Maske fikrini verense tek atımlık endüstriyel pop grubu Orgy’nin bir üyesi. Onunki daha çok giyilip çıkarılan bir kıyafet gibi, farklı renkler ve şekillere bürünüyor. Ve kesinlikle Takashi Murakami’nin işlerini hatırlatacak dikkat çekicilikte. DJ’lere bulaşıp kendini DJ olarak tanımlamamak istemesi sürüden ayrılma isteğinin ardındaki etkendir belki de. Kesin olan bir şey var ki, bugün dev festivallerde çalıp MTV video ödüllerinde boy gösteriyorsa, sebebi müziğinden ziyade akılda kalıcı görselliği. PUSSY RIOT Tüm bu saydığımız isimler içinde en politik olanı ve bu yüzden yakın zamanda hapsi boylayan Pussy Riot, gerilla performansları ve performansları sırasında taktıkları kar maskeleriyle biliniyor. Röportajlarında da sadece takma adlarını kullanıyorlar ve tüm bu hareketlerin bu kadar baskılanmış bir coğrafyada tabii ki haklı sebepleri var. ‘Holiganizm’le suçlanan ekibin derdi Rus polisinden kaçarken anonim kalmak. Bugün üçü tutuklanan Pussy Riot üyelerinden geri kalanlarının isimleri cisimleri bu sayede hala bilinmiyor.

SBTRKT Aaron Jerome’un garage, house, dubstep gibi farklı yerlerden beslenen projesinin adı SBTRKT; bu, aynı zamanda, iş birlikçisi Sampha ile canlı performanslarında kullandığı isim. Kendi ismini kullanmamasının nedeni anonimliği korumak. Söyledikleri Redshape’i andırıyor biraz. “Bir kişi olarak kendim hakkında konuşmaktansa müzik kendi için konuşsun istiyorum.” Sosyal biri olmadığını, DJ’lere çalmaları için parçalarını verirken konuşmayı hiç sevmediğini, onun yerine anonim biri olarak müziğini paylaşmanın işini kolaylaştırdığını söylüyor. Bu anonimliğin en büyük koruyucusuysa Hidden Place tarafından tasarlanan ilkel kabilelerin rengarenk seremoni maskeleri.

SHIFTED 2011’den bu yana İngiliz endüstriyel techno sahnesinde etkili olan bu müzisyenin kim olduğu bilinmiyor. Anonimite yeni bir şey değil ve amacı kendi tabiriyle Underground Resistance ya da Frozen Border kolektifi gibi insanları taklit etmek değil. Shifted adı altında yaptığı işlerin diğer işleriyle karşılaştırılmasını istemiyor sadece: “Birlikte çalıştığım çoğu insan kimliğimi biliyor ve eminim bir gün açığa çıkacağım ama onu olabildiğince uzun süre gizli tutmayı ve müziğimin kendi adına konuşmasını istiyorum.”

MF DOOM Daniel Dumile’in grubu KMD, ikinci albümünün yayınlanmasının öncesinde dağılmış, albüm rafa kalkmış, Dumile’in kardeşi ve grup arkadaşı öldürülmüştü. Tüm bu travmaların ardından, “onu bu denli feci şekilde deforme eden müzik endüstrisi”nden intikamını almak için küllerinden MF Doom olarak doğdu Dumile. Maskesinin yaratıcısı New York’lu efsanevi graffitici KEO (Blake Lethem) iken, maskeye dair en ilginç tartışmalarsa, Doom’un kendisi onaylamış olmasa da, konserlere kendi yerine başkalarını yolladığı yönünde. 45


INTERVIEW/Magazıne

LULA

Sketched, Scanned and Digitally Restyled Bu ayki Genel Yayın Yönetmeni konuğumuzla tanışmadan evvel gerçeklik algınızı birkaç sayfa için rafa kaldırın. Dijital ortamda doğup büyüyen ve bir anda bizim tabirimizle gerçekliğe adım atan Lula’nın dünyasındasınız. Dijital dünyada hazırladığı aynı zamanda Genel Yayın Yönetmeni olduğu matbu dergisi Herself davetiyeniz. Kaybetmeyiniz. Sahte, absürt ve fantastik olan her şey burada gündelik rutinlerin bir parçası. Her şey olması gerektiği kadar gerçek görünüyor mu diye soracak olursanız cevabı hazır: “Önemli olan inandırabilmek.” Algılarınızın ayarı ile oynayınız. röportaj aslin kumdagezer görseller herself’in izniyle

XOXO The Mag


Klasik soru ile başlayalım; Lula kimdir, ne yapar? İntromda da yazdığı gibi; eskiz olarak doğdum, scan edildim ve yeniden şekillendirildim. Sadece illüstrasyonlardan oluşan ve senede iki kere çıkarılan moda dergisi Herself’in Genel Yayın Yönetmeniyim.

bazen olaylara ve hayata farklı bir perspektiften bakmak gerekir. Ve birkaç boyut kaybetmek benim için doğru bir karar gibi göründü. Peki bu aralar çok popüler olan 3. boyut hakkında ne düşünüyorsun? Eğer 3. boyut hakkında her gün kafa yorup yormadığımı soruyorsan evet sürekli düşünüyorum. Hatta belki bir gün animasyona dönüp 3D olabilirim.

Bildiğim kadarıyla şu sıralar Herself’in yeni sayısı üzerinde çalışıyorsun. Nasıl gidiyor hazırlıklar? Yeni sayıda bizi neler bekliyor, biraz ipucu verebilir misin? Evet, derginin hazırlıkları devam ediyor ve o kadar meşgulüm ki sorularına hızlıca cevap verip işime geri dönmeliyim. Yeni sayımızda moda sektöründe inanılmaz etkileri olan kadınlarla harika iş birlikleri içerisindeyiz. Aşağı yukarı 20 isim var. Temaya gelince çok popüler olmasının yanında kişisel olarak da çok sevdiğim bir konu. İllüstrasyonun gücü sayesinde yine tanıştığımız birçok harika isim ve karakteri öne çıkaran estetik olarak da günümüzle bağlantılı konular var. Birkaç örnek vermem gerekirse; Rönesans’a güzelliği ile damgasını vuran Lucrezia Borgia Papalık trendlerini anlatacak: Haliyle kırmızı renk, kürk ve erdemli şıklık konuşulacak. Hazırladığımız Bizans güzellemesinin yüzü olarak İmparatoriçe Theodora’yı ağırlayacağız. Tabii ki Dolce & Gabbana bu konuya önderlik edecek. Ayrıca Marchesa Luisa Casati, Tom Ford’un son koleksiyonuyla gözden düşmüş olan abartıyı yeniden canlandıracak.

Dijital dünya nasıl kokuyor? Nane gibi. Aynı anda hem Kreatif Direktör hem de Genel Yayın Yönetmenliğini nasıl yürütüyorsun? Her şeyin kontrolün altında olması sürecin daha mı rahat işlemesini sağlıyor yoksa tam tersi bir etki mi yaratıyor? Her yerden ve her şeyden o kadar çok ilham alıyorum ki, bir noktada sanki bütün dünya katkıda bulunuyormuş gibi geliyor. Sanki herkes serbest editörmüş gibi. Yapısına baktığınız zaman dergiler çok sayıda gücün birleşiminden oluşurlar. Herself’te karşılaştığımız zorluk ise bunu çok sınırlı sayıda tutuyor olmamız. Tek bir görüşe hizmet eden bir ürün çıkarabilmenin peşindeyim ve bu bakıldığı zaman hayli zor fakat bunun gerçekleşmemesi için hiçbir bahanenin varlığına inanmıyorum.

Sadece illüstrasyonlardan oluşan bir moda dergisi fikri nereden çıktı? Derginin kendine has stili nasıl gelişti? Dergilere olan aşkımın ve dijital araçların sonsuz olasılıklar sunmasına karşı duyduğum şaşkınlığın bir sonucu olarak doğdu. Modaya duyduğum ilgi ve yine modanın kendini her sezon ıslah ettiği gerçeği de işin içine girince bu dergiyi çıkarmaktan başka şansım olmadığını fark ettim. Derginin stili ise tamamen kendiliğinden oluştu. Aslında illüstrasyonlardaki eksiklerin bazen giysilerin aslına ne kadar uygun bir temsile yol açtığını görmemle de oluştu diyebiliriz. Dijital doku sayesinde yarattığım karakterler kıyafetlerin dijital yorumlarını değil bizzat orijinallerini giyiniyorlar. Bunun yanında minimal, saçmalıktan uzak ve saf grafik tasarımı da Herself’in bir tahtası eksik tabiatının olmazsa olmazları arasında.

Devil Wears Prada’daki gibi bir Genel Yayın Yönetmeni misin? Prada giyindiğim doğrudur. Parfümüm ise Prada Candy. Sanırım bu sorunu tam olarak cevaplıyor. Dijital bir dünyada yaşayıp matbu bir dergi çıkarıyorsun. Dijitalden matbuya geçiş süreci nasıl işliyor? Hepimiz bu geçişi bir şekilde yaşıyoruz aslında. Ve hepimiz de bunun zorluklarıyla karşılaşıyoruz. Dolayısıyla benimki de sizin yaşadıklarınızdan çok farklı değil. Zaten herkes yarı dijital yarı gerçek yaşamaya başlamadı mı? Orası öyle. Peki yine senin bakış açından matbu ve dijital yayınlar arasındaki hiyerarşi nasıl görünüyor? Bugünlerde matbu bir dergi çıkarmanın biraz küstahça olduğunu düşünüyorum. Yüksek dozda kendine saygı ve paylaşacak eşsiz bir bakış açısına sahip olman gerekiyor. Ve gerçekten eşsiz bir bakış açısı fazla popüler olamaz aksi takdirde cool olmaktan çıkar. Yani temelde kabataslak bir fikre sahip olmanız ve ortaya çıkmanız gerekir. Herkesin okuyabileceği hatalar yapabilirsiniz ve yaptıklarınızı başa dönüp düzeltmekten çekinmemelisiniz. Biz de kendimizden ve fikrimizden

Derginin adının Herself olmasının özel bir nedeni var mı? İsmini burada vermek istemediğim biri, küçükken adı Herself olan bir dergiye sahip olmak isterdi. Her zaman 8 yaşında küçük bir kızın hayallerine ve sezgilerine güvenin. Neden dijital dünyayı ve iki boyutlu olmayı tercih ettin? Gerçek dünya sana dijitalden daha mı sahte göründü? Katiyen. Gerçek dünyanın harika bir yer olduğunu düşünüyorum. Ama 47


emindik ve kağıdı hak ettiğimizi düşünmeye cüret ettik. Bana kalırsa vizyonunu dijital medya aracılığıyla paylaşmak ve yine dijital medya üzerinden ürünlerini satmak çok daha mütevazı bir tutum.

için kendine ait bir odaya ihtiyacı vardır.” der. Ve Frida’ya dönüp çok sevdiğim bir sözünü alıntılayarak noktayı koyayım soruna: “Kabuslarımı ya da hayallerimi değil kendi gerçekliğimi çiziyorum.”

Dergiyi oluşturma sürecinden bahsedelim biraz da. Konulara ve kapaklara nasıl karar veriyorsun? Öncelikle kafamda defilelerden, trend ve moda haberlerinden tamamen bağımsız bir tema oluşturuyorum. Sonrasında tema bir şekilde sezonun parçaları ve hit yüzleriyle birleşiyor, görsel ve yazınsal tasarımlarımızla da kendini en iyi şekilde ifade etme yolunu buluyor. Örneğin, endüstriden kadınlarla konuşmam sırasında, kendi fikirlerini paylaşmak için çok heveslilerdi ve düşüncelerinin bizim grafik kodlarımıza tercüme edileceklerini biliyorlardı.

Frida için çizmek aynı zamanda acılarını yok etmekle eşdeğerdi. Sende de Frida’nın karanlık tarafından bir parça var mı? Sanırım ben o kadar derin değilim. O kadar karanlık bir yanım olduğunu düşünmüyorum. Belki biraz koyu tonlarım, cazibeli bir ahmaklığım ve gizlenmiş yumuşak bir realizmim olabilir. Yaptığım her şeyin yarım kalmış, henüz yapılmamış bir kurgu olduğunu düşünüyorum. Ve yaptıklarımın şimdiki zamanın mesajını taşıyabilmelerini umuyorum.

Dergi içinde asla olamaz dediklerin var mı? Asla illüstrasyonları bir şeyleri açıklamanın kısa yolu olarak kullanmam. Asla popüler olan yazı karakterlerine yer vermem, iddialı look’lardan kaçınırım ve son olarak asla, asla kelimesini kullanmam.

Bu kadar efsanevi arkadaşın arasında, dijital dünyada bir günün nasıl geçiyor? Güne iki saat spor yaparak başlıyorum. Ardından lahana, elma ve zencefil suyu karışımı içiyorum. Daha sonra masama, güzel Mac’imin başına oturuyorum ve Wacom kalemimi alıp siyah çizgilerle çizerek işe başlıyorum. Bunun haricinde her günüm birbirinden o kadar farklı ki anlatabileceğim bir rutinim yok.

Dergide reklamlar bile illüstrasyon halinde. Marka tarafının duruma bakışı nasıl? Yeniye ve daha önce yapılmamış şeylere her zaman aç olan bir endüstri varsa o da moda endüstrisidir ve şanslıyım ki ben de onlarla çalışıyorum. Başladığın günden bu yana çizimlerin nasıl evrildi? Daha hızlı çizmeye ve tercihlerimi daha yavaş değiştirmeye başladım. En yakın arkadaşlarından biri olan Frida Kahlo, yalnızlığından kurtulmak için çizdiğini söylemişti. Senin için de durum aynı mı? Yalnız olduğunu düşünüyor musun? Yalnızlık kelimesine çok fazla anlam yüklüyorum. Görüp görebileceğiniz en sosyal insanlardanım ve mutluluğun paylaşılmadıkça hiçbir anlamı olmadığını düşünüyorum, fakat günümün bir kısmını mutlaka yalnız geçirmeliyim. Kendi hikayemi yazabilmek için kendimle baş başa kalmalıyım. Hatta bu soruna başka bir ikondan alıntı yaparak cevap vereyim. Virginia Woolf “Bir kadının kendi kurgusunu yaratabilmek

Birçok dergi Photoshop konusunda yapılan hataların akabinde biraz daha temkinli olma yoluna gitti. Senin Photoshop’a yaklaşımın nasıl? Şu anda olduğum kişiyi Photoshop’a borçluyum. Dehasına ve sihrine ne kadar teşekkür etsem az. Tabii elinde büyük bir güç bulundurmak sorumluluk ister ve herkes bu güçle başa çıkamayabilir. Photoshop için de durum bundan ibaret. Karşılaştığımız grotesk rötuşlar için Photoshop’un kendisini suçlayamam. Fakat onu kullanan el ve arkasındaki mantık için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Herself’in içeriğinden biraz kopya çekmemize izin ver. Senden derginde birçok insana sorduğun gibi kendi portreni kelimelerle çizmeni isteyelim. Aman tanrım! Teşekkür ederim. ‘I am’ başlığı altındaki o bölüm

XOXO The Mag


pek de doğru olmadı. Küçük aletler de zaman zaman dahiyane olabiliyor.

dergideki en sevdiğim bölümlerden bir tanesi. Her zaman kendim için de yapmak istedim. Ama gel gör ki şu an tamamen hazırlıksız yakalandım...

Aynı zamanda Julia Roitfeld’in yeni blogu Romy and the Bunnies’e de katkıda bulunuyorsun. Julia harika birisi. Yaptığı ve karar verdiği her şey tamamen spontan ve üzerinde çok fazla düşünülmemiş şeyler. Harika bir espri anlayışı da var. Küçük Romy’den bahsetmeye hiç başlamayayım, durduramazsınız. Birkaç ay önce Londra’da Notting Hill’de harika bir kahvaltı esnasında tanıştık ve sonra her şey kendiliğinden gelişti.

Peki, o zaman moda haftalarından bahsedelim biraz. Ufukta birçok defile var. Hangilerine katılmayı düşünüyorsun? Kesinlikle hepsine! Açık konuşmam gerekirse modada son zamanlarda beni fazlaca yoran, sıkıntıdan ağlamama sebep olan ve pek de heyecan verici bulmadığım şeyler oluyor. Fakat moda şovları ve onların saf formları, benim için her zaman moda sektörünün en heyecan verici kısmı olacak.

Ayrıca kreatif danışmanlık hizmeti de veriyorsun. Bir başkası için çizmek daha zor geliyor mu? İşimin en güzel kısımlarından biri diyebilirim. Kendi vizyonunu bir başkası ile paylaşmak ve onunkini yorumlayabilmek çok heyecan verici. Web sitemizde projelerimiz bölümüne bakmanızı şiddetle tavsiye ederim. Asıl zor olan üzerinde uğraştığınız bir projenin iptal edilmesi, ki bu da elinizde olan bir şey değil. Tabii tüm bunların ötesinde kendin için çizmek harika bir ayrıcalık.

Son zamanlarda hemen hemen her şovun canlı olarak internet üzerinden yayınlanması hakkında ne düşünüyorsun? Keşke henüz ben küçük bir çocukken de yayınlansalardı diye düşünmeden edemiyorum. Modaya en muktedir çocuk ben olurdum. Her şeye o kadar hakim olurdum ki, moda sevdamdan vazgeçip astronot olmayı isteyerek büyüyebilirdim. Bu arada ofisin nasıl görünüyor? Sonsuzluk ve daha ötesi gibi. Ama hayli derli toplu.

Merak ediyorum, hiç yaşlanacak mısın? Bilmiyorum. Bu sorudaki asıl zorluk, Dorian Gray’den alıntı vermeden cevap verebilmek olsa gerek.

Takip ettiğin dergi ve bloglar hangileri? Dergilerden, Purple ve Self Service’i çok seviyorum ve son birkaç yıldır The Gentlewoman’ın hiçbir sayısını kaçırmadım. Tabii bunların yanında Garage, i-D, Fantastic Man, A Magazine, CR Fashion Book, Wallpaper, Alla Carta, Love, Apartamento, Vogue Italia, The Journal, System ve Double’ın da sıkı takipçisiyim. Bununla beraber çok sıkı bir blog takipçisi değilim. Sadece The Cut ve Nowness benim için din gibi.

Sence bir önceki yaşamında neydin? Umarım, bir leopar, bir kelebek ve Napoléon Bonaparte olmuşumdur. Gizli zevklerin neler? Dizi sezonlarını durmadan arka arkaya izlemek; mantığa aykırı sayıda izleyebilirim. Kitap okumak çünkü hemen hemen hepsinin sinema versiyonları oluyor ve karşılaştırmayı çok seviyorum. Son olarak da çikolatalı musun üzerine bir tutam tuz atmak.

Dergi harici projelerine de değinmek istiyorum. Son olarak bir fular serisi çıkarttın. Gelecekteki projelerin neler? Aslında aklımızda fazlaca fikir var fakat tüm bunları şimdi söyleyip aklınızı karıştırmak istemem. Tüm enerjimizi dergiye aktarıp vizyonumuzu dergi üzerinden paylaşmak şimdilik tek odağımız. Gerisi kendiliğinden gelecektir. Yine de ipucu vermeden duramayacağım, aklımızda high-end ürünler satışa sunmak var. Ivır zıvırlarla ilgilenmiyoruz. Aslında bu dediğim

Son olarak bize senin hakkında kimsenin bilmediği bir şey söyler misin? Sağ baldırımda mükemmel şekilde birbirlerine hizalı üç tane ben var. Tabii çizimlerde göremiyorsunuz. 49


INTERVIEW/ART

ALİ KAZMA

Nihayet Yaşamayı Öğrenmek Ali’yle konuştuğumuzda AKM’nin üzeri hala pankartlarla doluydu, Taksim cıvıl cıvıldı ve Gezi Parkı’nda neşeli bir kalabalık vardı. Sonra arka arkaya yaşanan müdahalelerle toplumsal bir kırılmaya ve inanılmaz bir halk direnişine tanıklık ettik. Bu söyleşide kitaplar, beden ve ölüm ekseninde konuştuklarımız, bu kelimeler, içinde bulunduğumuz bağlamda daha da anlam kazanıp, her birimizin hayatına işliyor. röportaj elif kamışlı fotoğraf özkan önal

XOXO The Mag


Rezistans, Video Still, 2013, Tüm eser görselleri sanatçının izniyle

açılacağını umuyorum. Bu sefer kaybetsek bile, ki kaybetmek ne demek esasında, bir sürü şey kazanıldı; en azından birbirimizi fark ettik, neler yapabileceğimizi hissettik ve polis gazı yemekten korkmayan bir kuşak olduğunu gördük! Bir de her zaman daha iyi kaybetmeyi öğrenmek gerekir; yine kaybedelim, ama daha iyi kaybedelim. Tüm bu nedenlerle bu hareketi çok önemsiyorum; bütün şehrimle ve Türkiye’de bu harekete katılan herkesle çok gurur duyuyorum. Bu mücadelede hayatlarını kaybeden arkadaşlarımız için ise çok çok üzülüyorum.

Daha evvel Tony Oursler, Mat Collishaw, Gabriele Basilico, Ernesto Neto ile iş birliği içinde sınırlı sayıda sanatçı kitabı üreten Take5Editions, 2012 yılında basılan son kitabı için seninle çalıştı. “Kitap üzerine bir kitap” diye adlandırılan Recto Verso’dan biraz bahseder misin? Yayınevi bana birlikte bir kitap yapmayı önerdiğinde 2010’un başlarıydı. Her yaptığım projede olduğu gibi burada da öğrenmek istediğim bir konuyu öne çıkartmak istedim. Kitap yapmayı ve kitapları çok seviyorum; ama kitabın bir nesne olarak nasıl üretildiği hakkında yeterli bilgim yoktu. Bu proje bana kitap hakkında merak ettiğim birçok şeyi görme, öğrenme şansı verdi. Yayınevinin Avrupa’da kitap üretiminin çeşitli aşamalarında çalışan epey tanıdığı var. Çalıştığım editör Céline Fribourg, Cenevre’de yaşayan bir Fransız. Bu sebeple ağırlıklı olarak Fransa ve İsviçre’de birçok farklı yere gittik, çekim yaptık. İki senenin sonunda da kitap ve arşiv istediğim hale geldi. Kitaptaki diğer kişilerin isimlerini geçmeden olmaz: Alberto Manguel, Philippe Apeloig ve Jean-Luc Honegger ile yapılan önemli bir iş birliği var. Bu proje için yaptığın seyahatlerde seni en çok nereler heyecanlandırdı? Kütüphaneler beni her zaman çok etkiliyor. Paris’in merkezindeki eski Bibliothèque Nationale de France’a, kapandıktan sonra, içeride kimse yokken girmek çok heyecan vericiydi. Sessizliğiyle, yapısıyla, kokusuyla, bütün kitapların seni çevrelemesiyle çok etkileyici bir yer; mabet gibi. Buranın benim için asıl sürprizi yerin altındaki bölümleriydi. 16. ve 17. yüzyıldan kalma aletlerle o dönemin kitaplarının restorasyonunu yapıyorlar. Oradaki ustaları, onların yanında yetişenleri görmek çok çarpıcıydı. Cenevre’de yer alan Fondation Bodmer de kitapseverler için inanılmaz bir mekan.

Sakinleşmek için kitap koklayan biri olarak merak ediyorum; senin kitaplarla olan güçlü bağın nereye dayanıyor? Galiba çocukluğuma çok bağlı. Ben çok kitap olan bir evde büyüdüm; annemle babamın büyük bir kütüphaneleri vardı ve o kitaplar hayatımızın değişmez bir parçasıydı. Daha sonra 1980 darbesinde, içinde Rus ve dünya klasiklerinin de olduğu yasaklı kitapları yazlık evimize götürüp, bir duvarın önüne dizip onun da önüne duvar örmüşlerdi. Kitaplar atılmak yerine, kamufle edilmişti. Bu benim için çok önemli. Bir de dayım, teyzem çocukken bana Samed Behrengi ve benzer yazarların kitaplarını alırlardı ve onlarla bu kitaplar hakkında konuşurduk. Okumayı öğrendikten sonra çok okumaya başladım ve öyle de devam etti. Okumak, benim için hayattaki en önemli şeylerden. İyi bir kitap ve o kitabı uzun uzun okuyabileceğim sakin bir ortamsa bana en keyif veren durumlardan biri. Şu anda da George Orwell, Albert Camus, John Berger gibi savaşmış ya da direnmiş yazarların metinlerini okumak, onların varlığını bilmek ve tarihin karşılarına çıkardığı olaylara nasıl cevap verdiklerini görmek bana güç veriyor. Evimde onların ve günümüzde bu mücadelenin bir parçası olan Noam Chomsky ve Naomi Klein’ın kitaplarının olması bana destek oluyor. Belki bu kişilerin çoğu savaşta kaybetti; ama esasında kaybetmediler ki...

Kitap için Alberto Manguel’in yazdığı metni okurken Gezi Parkı olayıyla başlayan halk hareketini ve hükümetin bu süreci yönetişini düşünmeden edemiyorum. Bana öyle geliyor ki artık pandoranın kutusu açıldı. Sen ne düşünüyorsun? Sana katılıyorum. Kutu açıldı ve açılması da çok iyi oldu. Bu noktaya varışımızda bazı tarihsel ve politik öğelerin bir araya gelmesinin önemli olduğunu düşünüyorum. Öncelikle artık asker yok. Sırtını askere dayamayan bir direniş, gerçek direniş olur. Seneler önce şu an Erdoğan’ın yaptığına benzer konuşmaları asker yaparken, ben hep “önce bir asker çekilsin” diyordum. Çünkü politikacının aksine, askerle savaşılamayacağını, sırf kendi tarihimizden değil, Latin Amerika’dan ve İspanya’dan da biliyoruz. Demokrasi ve hak mücadeleyle alınır. Bu mücadele devam ettikçe, katılımcı demokrasiye giden kanalların

Müzikle aranda üretim süreçlerine eşlik eden bir bağ var mı? Ses ve görüntüyü, ses-görüntü diyelim, bütün işlerimde birbirinden ayrılmaz görüyorum. Ancak çok nadiren ses-görüntünün gerçekliğinde bir yanlışlık olduğunda, ses ve görüntüyü birbirinden ayırıyorum. Örneğin, çok önemli bir görüntünün üzerine biri “kafana dikkat et” gibi bir laf ettiğinde onu temizliyorum. Ses, montajlarımdaki ritmi belirleyen en önemli etkenlerden de biridir; onu destekleyen, bazen kıran, bazen ritmi oluşturan, bazen de tamamen ritimsizliğe iten. Video işleri tamamlandığında dijital ortamda bir formu olur. Benim de her eserim üzerinde çalışırken kafamda o esere ait bir form vardır. Dijital ekranda görünen form kafamdakiyle örtüştüğünde o video bitmiş olur. Müzisyenler de benzer bir üretim sürecinde olduklarından, bunu anlayabilirler diye düşünüyorum. Müzik konusundaysa çok az bilgim

51


var; hiç enstrüman çalmadım, nota okumayı bilmem. Ama müziğin dürüst ve iyisiyle, safsatacı olanını ayırt edebildiğimi hissediyorum; bu da herhalde benim de sürekli bir üretim sürecinde olmamla ilgili. Soğuk Savaş döneminde inşa edilmiş ve şu an terk edilmiş bir sığınağı konu alan “Absence” adlı videonu düşünerek bu soruyu soruyorum. Ölümle güçlü bir ilişkin var. Soğuk savaş sürecinde büyümenin, her şeyin bir anda yok olabileceği endişesine maruz bırakılmanın ölümle olan ilişkini belirlediğini düşünüyor musun? Ben diğer insanların ölümle ilişkisinin çok güçlü olmamasına şaşırıyorum ve kendiminkini normal görüyorum. Çünkü ölümü düşünmeyen kişi özgür olamaz. Çok garip, sert bir laf gibi; ama ben bundan çok eminim. Birçok kişi için ölüm korkusu çok manipüle edici... Tabii ki, zaten kişi ölümden korktuğu ve bu korku nedeniyle ölüm yokmuş gibi yaptığı için özgür olamıyor. Ben de ölümden korkuyorum; ama ölümü düşünüyorum ve varlığını kabul ediyorum. Hayatını sahiplenmen için, ölümünü sahiplenmen lazım. Her dönemde ölüm var; veba, savaşlar, soğuk savaş... Bugün daha beterleri de var. Atılan gaz kapsülü kafana çarpabilir; motosiklete, arabaya, uçağa biniyoruz, soluduğumuz havanın içindekiler var, kanser var... Bu kırılgan bedenimiz ölümü zaten her an içinde taşıyor. Ben bir karar verirken, onun varlığını hep hissediyorum. Bence ciddi insanların her zaman düşündüğü bir şey bu. Jacques Derrida ölümünden evvel kendisiyle yapılan son röportaj “Nihayet Yaşamayı Öğrenmek”te “Hayatta en mutlu olduğum anlar, ölümden en çok nefret ettiğim ya da ölümü en çok düşündüğüm anlardı; hayatta en zorlandığım zamanlardaysa ölüm düşüncesi beni çok rahatlattı” der. Yani iç içe geçmiş bir hal bu. Robert M. Pirsig’in 1974 tarihli Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı’nda yazar, öğrencilerinden niteliğin ne olduğunu anlatan bir yazı yazmalarını ister ve yazarın kendisi dahil, tüm sınıf günlerce bunu tanımlayamamanın sıkıntısıyla boğuşur. Merak ediyorum, senin için nitelik ne? Bana göre nitelik bir sanat eserinde üç öğeden oluşuyor: İlk olarak sanatçının motivasyonunu çok önemli buluyorum; ikincisi form; üçüncüsü form ve içerikle ilişkili olarak minimalist kurgu. Eserde bir şeyin eksik olmasını kabul edebilirim, ama fazla olanı, gereksiz olanı çok kolay kabul edemem. Bu unsurların belli bir şekilde birleşmesi benim için niteliği tanımlıyor. Örneğin Anish Kapoor’un son dönem eserlerini beğenmiyorum; oysa form ve içerik yönünden hala aynılar, hatta ölçekleri büyüdükçe daha etkili olabiliyorlar; ama sanatçının motivasyonu artık şüpheli. Sanatçı çalışmalarıyla kendi gelişimine, hayatı yaşayışına katkı mı sağlıyor, limitlerini mi deniyor; yoksa elde edilmiş bir başarıyı mekanik olarak tekrar mı ediyor? Bu noktada şüpheye düştüğüm anda benim için o eserin niteliği de zedeleniyor. Bu sıralamada sanatçının motivasyonunu ilk sıraya koyuyorum. Eğer sanatçının motivasyonu doğruysa, kendi dönüşürken dünyayı dönüştürmekse, yeni bir estetik, felsefi alan açıp insanların ona bakmasını sağlamak, yeni imkanlar yaratmak ise formu biraz daha göz ardı edebilirim. Buna örnek olarak da Jean-Luc Godard’ı verebilirim. Birçok filmini form ve içerik olarak çok iyi bulmasam da motivasyonundan hiçbir zaman şüphe duymadığım bir film yönetmeni, sanatçı. Galatasaray futbol takımını bir sezon boyunca izlediğin “Eski Açık Sarı Desene” adlı belgeselin hayatında bir dönüm noktası olduğunu söyleyebilir miyiz? Sanatçı Ali Kazma’nın videolarında bu deneyimden izler var mı? O proje, bir süreci bu kadar uzun takip ettiğim, bedenin limit tecrübelerine bu kadar yakın olduğum, kapalı kapılar ardındaki bir dünyaya girdiğim ilk işti. Bunların hepsi çok belirleyiciydi; çünkü bu tecrübeyle böyle bir deneyimin beni dönüştürdüğünü ve bu yönde ilerlemek istediğimi anladım. Bir yandan da projenin etrafında büyük bir insan grubu vardı; hem Galatasaray hem biz birer takımdık ve filmi yaparken form ve içerik dışında da birçok şeyi düşünmem gerekiyordu. Pek özgür değildim ve bunu da kaldıramadığımı anladım. Bu projeyle süreçlere dahil olma, süreçlerdeki açılımlara kendimi sokma, bu durumların bana dokunmasına

izin verme ve öğrenmeye açık olma gibi işin sevdiğim kısımlarını alıp; sevmediğim kısımlarından uzaklaşarak, ağırlıklı olarak yalnız bir üretim sürecine girdim. Buradan öğrendiklerimi birleştirerek, yavaş bir şekilde yeni üretim sürecimi kurabildim. Bunun için çok önemli bir tecrübeydi. Önce “Engellemeler”, ardından Venedik Bienali’nde ilk kez gösterilen “Rezistans” serisiyle aslında bugün insan olmaya dair ansiklopedik bir bilgi de birikiyor. Kendini bir sanatçıdan da öte, sonraki nesillere tarihsel bilgi bırakan titiz bir koleksiyoncu gibi gördüğün oluyor mu? Ansiklopedileri, ansiklopedik bilgiyi çok severim; çocukken bir ara her gece okurdum. Ama benim eserlerim için ansiklopedik değil de, Ardenne’in deyişi ile, şiirsel bir arşiv demek daha doğru sanki. Çünkü ben ansiklopedi gibi objektif bir bilgiyi arşivlemekten ziyade, birbiriyle ilişki kurmasını umduğum birtakım girişler yapıyorum. Bu girişlerin birbiriyle konuşabilmesi için de birbirlerine açılabilecekleri karanlık, boş, çelişkili noktaların kalması lazım. Videolarım elbette içlerinde ansiklopedik bilgiler barındırıyor; ama dediğim gibi daha çok şiirsel bir arşivden bahsedebiliriz. Bir de hızın övüldüğü ve bu sebeple her şeyin basitliğinin ve çabuk anlaşılırlığının teşvik edildiği bir dönemde, ben hala dünyanın çok katmanlı ve karmaşık bir yer olabileceğine ve bu karmaşıklığın da aslında bizim için çok iyi bir şey olduğuna inanıyorum. Bu karışık ve katmanlı dünyanın içinden değer yaratabileceğimizi, eser üretebileceğimizi, anlamlı her şeyin bu bilinmezlerin içinden kurulabileceğini düşünüyorum. Bana kalırsa sanatçının da, dilin de, bilinenin değil; bilinmeyenin yanında yürümesi gerekiyor. Bu sebeplerden yaptığım şeylerin merakı açmasını istiyorum. Son yıllarda videonun yanı sıra fotoğraf üretmeye de başladın. Paris Photo 2012’de gösterilen fotoğrafların küçük de olsa insandan iz taşıyan manzaralarken, Recto Verso için kitaba dair 8000 kadar fotoğraf çektin. Eylül 2013’te İstanbul Bienali paralelinde Galeri Nev’de açılacak serginde de bu defa fotoğraflarından genişçe bir seçkiyi göreceğiz. Bu iki mecra ile ilişkini nasıl görüyorsun? Yavaş yavaş fotoğraf üretimini artırman neye dayanıyor? Ben esasında ilk fotoğrafla başladım; daha sonra filme ve videoya geçtim. Fotoğraf üretimi benim için hiç durmadı, ama çok yapmama rağmen kafamda tam oturtabildiğim bir mecra değildi. “Niye fotoğraf çekiyorum?” sorusuna yanıt veremediğim sürece hiç fotoğraf sergisi yapmadım. Daha sonra, yavaş yavaş, videolarımdaki hareketliliği, üreten insan elleri gibi mikro görüntüleri, dünyanın insana dokunuşunu değerlendirirken; bu karşılıklı temas halinin öbür tarafına geçmek, dev bir doğa içinde yer alan ufacık insanı düşünmek bana teleskopu tersine çevirmek gibi geldi. Bu iki durum karşılıklı oturdular gibi hissediyorum. Hep yakından bakmaktan, içine girmekten, dokunmaktan kendimi geri çekmek bana nefes aldırdı. Paris Photo 2012’de de bu fotoğrafları gösterdim. Ama şimdi bu bana videoda da yapılabilir gibi gelmeye başladı. Rezistans’tan sonra başlamak istediğim ve fotoğrafta geldiğim bu noktadan yola çıkan bir video projem var. Kendimi o boşluğa, doğanın içine atmak, kendi bedenimin ölçeğini, ufaklığını görüp bunun içinden yeni bir üretime geçmek istiyorum. İçeriği kitaplar olan Galeri Nev’deki sergimde de fotoğraf gösteriyorum; ama göreceksiniz ki sinematik bir sunum olacak. O fotoğraflar da videoyu montajlarken yaptığıma benzer bir süreçten geçiyor. Rezistans bedeni kendine mesele alan bir seri. Venedik Bienali için üç başlık altında 15 video oluşturdun. Bedeni saran kabuk olarak mimarı, bedenin içine müdahale ve bedenin kabuğu deriye yapılan müdahale. Bu serideki kavramsal çerçeve ekseninde seni bedenle ilişkide en çok düşündüren başlık hangisi? Beden dışında her şey için de geçerli bir ayrım bu sanırım: Yüzey, yüzeyin içi ve var olduğu bağlam. Seride bu üç öğenin birlikte büyümesini, bir anlam üretecekleri dengeli bir birlikteliklerinin olmasını çok önemsedim. Hapishane resmen içime nüfuz etti; bambaşka bilmediğim bir şey olduğundan benim için çok etkileyiciydi.

XOXO The Mag


Absence, 2 Kanallı Video, Sesli; Prodüksiyon Karesi, 2012, Ali Kazma

Rectoverso, 2012, Editions Take5, Fotoğraf: Ali Kazma

Gezi Parkı’nda başlayan dayanışma hareketi bağlamında bu projeyi nasıl değerlendiriyorsun? Projenin en başından beri hep bedenin bir direnç dili oluşturmaya uygun bir platform olup olmadığını düşündüm. Beden yeni bir direniş diskuru için bir başlangıç noktası, bir açıcı, yön gösterici olabilir mi? Bir yanıyla içinde barındırdığı bilinmezler, ölüm ve hiçbir zaman taklit edilemeyecek teknolojisiyle hayatın mucizevi yanına gönderme yapan, hayret uyandırıcı bir mekanizma olarak beden var. Her bedenin tekilliğinin getirdiği, kişiyi dünyayla biricik bir tecrübe kurmaya zorlayan da bir durum bu aslında. Bunun karşısında ise, sosyolojik, kültürel, ekonomik, tarihsel baskılarla bu otantik ilişkiyi basite indirgeyen, gruplandıran, olağanlaştıran bir durum var. “Bugün kim olmak istiyorsun?” reklam sloganında örneklendiği gibi, günümüzün rakipsiz neoliberal politikaları ile yaygınlaşan kodlaştırma, basitleştirme, hızla tüketme halinin sonucu olarak insan bedeni görülmemiş bir baskı altında. Her an bize dayatılan, önerilen, özendirilen şekillerde yaşamaktan, lifestyle zırvalıkları ile hayatlarımızın metalaştırılmasından bahsediyorum. Halbuki bir durabilsek, bir adım geri çekilip bedene ve içinde taşıdığı imkanlara baksak; belki de bedenin sonsuz sayıda olanaklara açıklığının farkına varacağız. “Rezistans” bir imkanları araştırma projesi. Beden, bir direnç noktası olarak kendine dayatılan, yaşadığı şeyi dışarıdan adlandıran bir kodlamaya karşı bir direnç noktası olabilir mi? Bugün tüm bu teknolojinin olduğu bir dönemde, yeşil bir parkın hala fiziksel olarak bedenlerle istila edilmesinin anlamlı olduğunu, bu rezistansın gücünün de insanların bedenleriyle direnişe katılmalarından ve bedenlerini riske etmelerinden kaynaklandığını düşünüyorum. Bunun yanı sıra üzerimizde insanların bedenlerine ne soktuğu (alkol, yiyecek gibi), ve bedenlerinden ne çıkardıkları (üç çocuk, kürtaj) gibi ifadeler üzerinden doğan ve müthiş tepki uyandıran bir baskı var. Bunların hepsi benim bu projeyle olan ilişkimi de tekrar düşünmeme ve yeniden kurmama neden oluyor.

çekim yapmama olanak veren bir bütçemiz vardı. Bu kısıtlı zamanda, iki haftada bir, yeni bir iş çekerken videoların hepsini tek bir işmiş gibi düşünmek durumunda kaldım. İlk kez bütün işlerimin ritmi ve leitmotivleri birbirleriyle bu kadar iç içe geçti. Kurulum bölümü de çok yoğundu. Eski binalarda sergi yapmak kolay değil! Bir de Venedik’in ‘spectacle’ bölümü var; ki o da çok zordu. 15 yıldır devam eden sanat üretimim boyunca farklı aşamalarda çalıştığım kişileri, arkadaşlarımı, koleksiyoncuları üç dört gün gibi kısa bir süre içinde gördüm ve bu yoğunluk müthiş bir duygusal yorgunluk yarattı. Bir de benim açılışım 30 Mayıs’tı ve 31 Mayıs’ta burada büyük olayların patlamasıyla yüzümüz tamamen İstanbul’a döndü; elimizden geldiğince burada ne olup bittiğini duyurmaya çalıştık. Avrupa’da ve Amerika’da seni temsil eden dört galeri ve hiç durmadığın ciddi bir yoğunluğun var. Tüm bunları tek başına yaptığını düşününce, yalnız çalışmayı sevmenle motosiklet kullanman arasında bir ilişki varmış gibi geliyor. Sen ne dersin? Olabilir. Motorda olmanın fiziksel bir yanı var, yoruluyorsun; bir yandan devamlı değişen bir ortam içindesin, harika bir şey; öte yandan da etrafında olanlara sürekli dikkat etmen gerek. Motordayken kafam boşalıyor; fiziksel olarak yorulmayı, sonrasında dinlenmeyi ve vücudun kendini yenilemesini çok seviyorum. Bu sürecin tamamı sanatsal üretimde de böyle. Mutluluğa en yakın hissettiğim anlar, kendimi fiziksel ve ruhsal olarak tamamen bir şeye verip, bitirmeye yakın ve bitirdikten sonra yaptığım işe bakıp huzurlu hissettiğim, ardından kendimi dinlenmeye bıraktığım zamanlar. Her seferinde kendimi daha genç hissediyorum! Gelecek projeler? Eylül 2013’te René Block’un son sergisine katılacağım. Yine aynı dönemde Galeri Nev’deki sergim var, bu sergi için Régis Durand’ın yeni bir metninin yer alacağı bir kitap basılacak. Paul Ardenne’in “Motopoetics” adlı motosiklet ve sanat üzerine düzenlediği sergiye katılıyorum. Bir-iki proje daha var; ama bir zaman bulduğumda önümüzdeki seneleri düşünmek ve yıllık sergi sayısına bir limit koymak istiyorum.

Peki Venedik nasıl bir deneyimdi? Emre Baykal’ın davetiyle başlayan çok yoğun bir süreçti. Kendimi diğer tüm işlerimden ayırıp, kısa zamanda çok üretim yapmam gerekti. Bir de çok yüksek olmamakla birlikte Tokyo’dan Arizona’ya kadar gidip 53


INTERVIEW/DESIGN

Tom Dixon

“Kazara” Tasarımcı Akademik anlamda kalifiye olmayan kişilerin, ilgilendikleri konularda, kendi çaba ve motivasyonlarıyla saygınlık kazanmaları, mesleki anlamda zirveye oynamaları kariyer hikayeleri arasında her zaman en etkileyici olanlardır. Ne de olsa öğrenmenin yaşı yok değil mi? Röportajımızın öznesi Tom Dixon da aynı şekilde düşünmüş olmalı. Zira tasarıma adım atışı pek çok tasarımcı gibi akademik formasyonlarla değil, bir motosiklet kazasıyla yarıda kesilen müzik kariyerini takiben merak saldığı kaynak işleriyle olmuş. Bir anda kendini ünlü İtalyan markalarına tasarım yaparken buluveren bu müthiş insana, siz de İstanbul’da Mozaik ve 220 Volt aracılığıyla ulaşabilirsiniz. Dixon’a, ikonlaşan aydınlatma tasarımlarından kariyer basamaklarına, esin kaynaklarından yeni projelerine pek çok soru yönelttik. Bayanlar baylar, huzurlarınızda Sir Tom Dixon... röportaj arda savcı fotoğraf tom dixon’ın izniyle

XOXO The Mag


beat vessels

beat light

sahip olması. Yeni ışık kaynakları, enerji tüketimine yönelik artan bilinç ve yürürlüğe giren yeni yasalar aydınlatma tasarımını her geçen gün daha da ilginç kılıyor. Daha temel bir bakış açısıyla da insanların, içinden elektrik geçen bir ürünü, modern dünyaya ait modern bir unsur olarak gördüklerini de söyleyebiliriz. Mobilya konusunda ise insanların, daha uzun ömürlü, sınırları daha belirgin tasarımlara yönelirken, yenilikçi, yapay malzemelere evlerinde en rahat aydınlatma ürünlerinde yer vermeye açık olduklarını düşünüyorum.

Tasarım dünyasına girişinizin ardında, içinde müzik geçen ilginç bir hikaye yatıyor. Pek çok kez tekrarlamışsınızdır bu hikayeyi eminim ama rica etsek bizlerle kısaca tekrar paylaşabilir misiniz? Tabii ki. Bugünlerde nasıl Londra’da neredeyse herkes öğretmense benim büyüdüğüm dönemlerde herkes bir müzik grubunda yer alıyordu. 15 yaşındaydım. 6 ay kadar bir sanat okuluna devam ettim ama sevmedim. Bazı temel teknik işlerde çalışmaya başladım ve gün geçtikçe kendimi müzikle daha haşır neşir olurken gördüm. Ta ki bas gitaristi olduğum disko müziği grubu profesyonel olmaya karar verene kadar... Turnenin başlamasına bir hafta kala bir motosiklet kazası geçirdim. Onlar da benim yerime çok daha iyi bir bas gitarist aldılar. Bunu takiben gece kulüplerinde çalışmaya başladım. Gece kulübü işi çok rahat çünkü günde sadece birkaç saat çalışmanız gerekiyor. Ben de gündüzleri arta kalan vaktimi kaynak işleri yaparak geçirmeye başladım. Fotoğrafla ilgilenen ya da müzik videoları çeken yönetmen arkadaşlarıma ihtiyaç duydukları türden, demir objeler üretiyordum. Yani aslında imalattan tasarıma geçiş yaptım diyebilirim.

İsminizi her duyduğumda benim aklıma anında Mirror Ball koleksiyonu geliyor. Aslında çok basit bir forma sahip olmasına rağmen son derece ikonik bir yanı var. Bir tasarımı geometrik bir şekilden çıkarıp bir tasarım ikonuna dönüştüren şey sizce nedir? Ben yıllardır objeleri olabildiğince basit ve gösterişsiz yapmaya çaba harcıyorum. Açıkçası akıllı tasarım yaptığımı düşünmüyorum. Ancak tasarımlarımın barındırdıkları sadelikten ötürü daha uzun ömürlü oldukları düşüncesindeyim. Materyaller olsun, kaplamalar olsun, mükemmel sonucu elde etmek için çok mesai harcıyorum. Mirror Ball koleksiyonunu bu kadar başarılı kılan bence herkesin onda farklı bir şey görüyor olması. Kimisi 1960’ların stiline göz kırpan geometrik bir form görüyor, kimisi de Noel ağacı süslemeleri görüyor. Bense tasarlarken bunların hiçbirini düşünmedim. Daha çok kamuflaj olgusu üzerine yoğunlaştım. Tasarladığım şey o kadar yansıtıcı olsun ki, etrafındaki her şeyi yansıtabildiği için her türlü iç mekana adapte olabilsin istedim.

Kendi kendini eğitmiş bir tasarımcısınız. Peki bu yeteneğinizi keşfettikten sonra tasarım odaklı herhangi bir teknik eğitim aldınız mı? Hayır almadım. Hiçbir şekilde kalifiye değilim. Ne yaptığımı bilmiyorum, hala oldukça amatörüm. Çok çeşitli işlere imza atsanız da daha çok aydınlatma tasarımlarınızla tanınıyorsunuz. İsminiz zikredildiğinde neden insanların aklına ilk olarak aydınlatma ürünleri geliyor sizce? Aslında böyle bir kanı her zaman yoktu. Başlarda, daha çok mobilya tasarımıyla ilgilendiğim dönemlerde sandalye tasarımcısı olarak görülüyordum. Bir dönem Habitat’ın Kreatif Direktörlüğünü yaptım. Ardından kendi markama yoğunlaştığımda peşi sıra birkaç tane, başarılı aydınlatma tasarımına imza attım. İnsanlar sizi çabucak kategorize edebiliyor, sizi hemen bir aydınlatma tasarımcısı olarak yaftalayabiliyorlar. Aydınlatmanın güzel olan yanı, aslında giderek daha tutucu bir hal alan ve 1960’lardan beri gerek yaşam tarzı, gerek malzeme açısından pek de radikal bir değişikliğe sahne olmayan mobilya tasarımının aksine, her an gelişen ve yenilenen bir yapıya

Geometri tasarımlarınızda neden bu kadar belirgin bir öğe? Bence geometri herkesin bir şekilde, farkında olmadan sevdiği bir olgu. İnsanoğlunun çevresindeki şeylerin daima mantık ve doğruluk çerçevesinde yer almasını tercih ettiği de göz önünde bulundurulduğunda, doğası gereği hem yapısal hem biçimsel anlamda daima doğru olan geometrinin bu cazibesi daha da anlaşılır hale geliyor. Tıpkı Mirror Ball tasarımlarında olduğu gibi, herkes bir şekilde kendini yakın hissedebiliyor. İslami bir bakış açısına sahipseniz camilerin mimarisinden çini motiflerine kadar her yerde geometriye rastlayabilirsiniz. Aynı durum Viktoryen dönemin dekoratif sanatlarına ya da klasik dönem mimarisine ilgi duyanlar için de geçerli. Geometri 55


fan dining chair

aynı zamanda moleküler yapı ya da hücre bölünmesi gibi doğanın temel unsurlarını da açıklayan bir olgu. Dolayısıyla da herkese hitap eden evrensel bir gerçekliğe sahip. Bunu tasarıma aktardığınızda da insanlar için oldukça tatmin edici bir noktadan yola çıkmış oluyorsunuz. Peki tasarım süreçlerinizden biraz bahsedebilir misiniz? Çıkış noktanız tam olarak ne oluyor? Tasarım yapmaya nasıl başladığımdan bahsederken de söylemiştim; benim asıl ilgimi çeken imalat süreci. Ziyaret ettiğim bir fabrikadan, bir zanaatkardan aldığım dersten veya kendi başına bir üretim ortaya koyabilecek bir makine düşüncesinden yola çıkarım genellikle. Zira en başından beri buna ilgi duyuyorum. Bu nedenle de çok fazla seyahat ediyorum ve pek çok tasarımcının aksine imalat sürecinin tamamında yer alıyorum. Üretim yaptığımız bütün fabrikaları ziyaret ediyorum. Zaten en temel çıkış noktam da kendi ellerimle bir şeyler yapabilmek olduğundan genellikle üretimden önce bire bir boyutta modelleme yapıyorum. Fikirler pek çok yerden çıkıyor. Bir binaya bakarken, tatilde dolaşırken, internette bir fotoğrafı incelerken veya bisiklete binerken gelebiliyor aklıma. Ancak onları hayata geçiren şey, söz konusu fikri imalat sürecine ya da maddi potansiyele nasıl adapte edebileceğim üzerine detaylı düşünmem oluyor. Bilgisayar başında uzun zaman geçirmiyorum. Hemen üç boyutlu modellemeye geçiyorum. Karton ya da tel kullanarak gerçek boyutunda modelliyorum. Kafamdaki düşünceyi üç boyutlu olarak karşımda görmek de bana tasarımın doğru oranlara sahip olup olmadığını, herhangi bir mekanda nasıl görüneceğini ve insanların onunla nasıl ilişki kuracağını öngörme imkanı tanıyor. Bu dediklerimi bilgisayar ekranından öngörmek pek de mümkün değil bence. OBE (Britanya İmparatorluk Nişanı) sahibi olmak nasıl bir duygu? Bunun sosyal ve profesyonel yaşamınızda ne gibi etkileri oldu? Bu durumun pek çok kişi tarafından görmezden gelindiğini söyleyebilirim. Çalışmalarımdan ötürü takdir görmek güzel bir his tabii ki ancak bazılarının kıskançlığa kapıldığını görmek, “neden ona verildi ki?” diye sorduklarını duymak insana komik geliyor. Bir yandan da, dediğim gibi çok da alaka gösterildiğini söyleyemem. Ne de olsa bir

general gibi ceketinize madalya takıp Londra sokaklarında dolaşacak haliniz yok. Halbuki bu çok daha eğlenceli olabilirdi! Bununla ilgili komik bir anım da var: Bir gün kızlarımdan biri madalyaya bakmak istedi. Her yerde aramamıza rağmen bulamadık. En sonunda Noel süslerinin sakladığımız kutunun içinde bulduk. Temizlikçi kadın bunun bir Noel süsü olduğunu düşünüp diğer süslerle birlikte kaldırmış. Bu da bu madalyayla elde ettiğiniz saygınlığı özetliyor aslında... Kariyerinizin önemli bir bölümü İtalyan markalarıyla çalışarak geçti. İtalyanlarla olan deneyimlerinizden biraz bahsedebilir misiniz? Evet, uzun yıllar İtalyanlarla çalıştım. Sonrasında bıraktım çünkü artık kendi markama yoğunlaşmam gerekiyordu. Özellikle 1990’lı yıllarda Cappellini ile olan çalışmalarıma dönecek olursak tasarım süreçlerimin hep aynı olduğunu söyleyebilirim. Ben atölyemde üretim yapıyordum, onlar da gelip ürün seçiyorlardı. Farklı olan şey, İtalyanların kalite süreçleri ve kalite mühendisliğine olan inanılmaz yatkınlıklarıydı. İtalyanlarla çalışmanın belki de en mükemmel yanı bu. Zira inovasyona ve kaliteye gerçekten çok inanıyorlar. Bunun yanı sıra herhangi bir ürünü daha iyi hale getirme konusunda inanılmaz bir birikime sahipler. Onlar sayesinde bir objeyi seri üretim esnasında rafine edip aynı zamanda daha lüks ve kaliteli hale getirmeyi öğrendim. Kaliteye ve stile yönelik inanılmaz bir göze sahipler. Mühendislik ve zanaat konusunda inovasyona da çok açıklar. İtalyanlardaki bu kombinasyon gerçekten rakipsiz. Pek çok ülkede bir fabrikadan bir ürün sipariş edersiniz ve ortaya çıkan sonuç çoğunlukla hiç de beklediğiniz gibi çıkmaz; iyileştirmek için ekstra mesai harcarsınız. İtalya’da ise fabrikadan çıkan sonuç beklediğinizden çok daha iyidir. Kısacası İtalyanlarla çalışmak çok keyifliydi ancak yaptığım işlerden fazla para kazanamıyordum. Bu nedenle uzun süre önce onlarla çalışmayı bıraktım, önce Habitat’a girdim, sonra da kendi markamı kurdum. Sezonun en ses getiren işlerinden biri adidas’la olan iş birliğiniz. Bize biraz bu projeden bahsedebilir misiniz? Moda üzerine bir şeyler yapma düşüncesi beni hayli huzursuz etti aslında. Çünkü bu alanda orijinal bir şeyler ortaya çıkarmak son derece

XOXO The Mag


gem group

marka olarak müşteri kitlemizi genişletmek, bireysel olarak da bugüne kadar el atmadığım işlere beni angaje edecek bir oyun alanı yaratma amacıyla yola çıktım. Bildiğiniz üzere Londra’da bir restoranımız var. Dolayısıyla sofra takımlarından doğrama tahtalarına ya da çaydanlıklara, bir restoranda ihtiyaç duyulabilecek her şeyi tasarlayabilmek istedik. Bunun yanı sıra markamız bünyesinde çok sayıda restorana, otele veya gece kulübüne iş yapan bir iç mimari departmanımız var. Bundan evvel bize verilen bir projeyi tamamlayacak ufak tefek objeleri temin etmekte hep zorluk çekiyorduk. Yani işin özünde, elimizdeki bir projeyi sadece mobilyalarla değil, tüm aksesuarlarıyla birlikte bir bütün olarak teslim edebilme imkanına sahip olma arzumuz yer alıyordu.

güç. Aklınıza gelen neredeyse her fikir daha önce birileri tarafından uygulanmış. Dolayısıyla zorlayıcı bir deneyim oldu benim için. Ben her zamanki düşünce şeklimi koruyarak, insanların ne giymek istediklerine veya benden ne gibi şeyler beklediklerine kafa yormaktansa kendim için ne tasarlamak istediğime yoğunlaştım. Ortaya çıkan sonuç benim Milano deneyimlerimle yakından ilişkili aslında. Milano’daki mobilya fuarları genelde bir hafta sürer. EasyJet veya benzeri bir indirimli havayolu ile uçarsınız. Dolayısıyla yanınıza ufak bir kabin bavulu alırsınız. Ancak konumunuz gereği pek çok farklı ortamda bulunmanız gerekir. Günlük rutine, iş toplantılarına veya şık davetlere uygun farklı kıyafetlere ihtiyaç duyarsınız. Ben de buradan yola çıkarak, kabin bagajına sığabilecek, az sayıda kıyafetle maksimum sayıda kombinasyon ortaya koyabilme düşüncesine yoğunlaştım. adidas’la olan iş birliği aslında bir çift ayakkabı tasarımıyla başladı. Sonrasında ona eşlik eden bir bavul da mı yapsak dedik. Sonuçta ortaya bu kapsül koleksiyon çıktı. 2015’e kadar anlaşmam var, dolayısıyla dört sezon boyunca devam edecek bu iş birliği. Yani ufak bir pazarlama ortaklığından çıkıp moda tasarımına yönelik, kendi adıma son derece ciddi bir girişime dönüştü.

Arada hızlıca sorayım, tasarımlarınız İstanbul’da Mozaik’te ve 220 Volt’ta satılıyor. Şehrimizi ziyaret etme şansınız oldu mu? Evet, daha evvel geldim ve çok güzel vakit geçirdim. Her şey çok ilginçti. Bir dahaki ziyaretimi planlama aşamasındayım açıkçası. Sonbaharda düzenlenecek Tasarım Haftası’na gelmeyi düşünüyorum aslında. Ünlü İngiliz tasarım markası Habitat’ta uzun süre çalıştınız. Son dönemde markanın İngiltere ayağında yaşadığı sıkıntılar hakkında epey şey okudum. Habitat neden bu noktaya geldi sizce? Bence sorun markanın sahibinin 17 yıl gibi uzun bir süre boyunca IKEA olmasıydı. IKEA son derece başarılı bir firma olmasına rağmen belki de Habitat için doğru isim değildi. Zira iki marka arasında tüketicinin satın alma psikolojisi açısından çok ciddi farklar söz konusu. Sorunlar buradan başladı. Sonrasında el değiştirip muhasebecilerin yönetimine geçti. Markanın asıl ihtiyacı olansa kurucusu Terence Conran gibi hem ticareti hem de tasarımı aynı ağırlıkta ele alabilecek biriydi. Sadece parayla ilgilenen değil, ürün tasarımına da tutkuyla bağlı biri. Kısacası marka yanlış kişilerin elinde çok uzun süre kaldı. Son derece üzücü bir durum bence.

Peki başta bahsettiğiniz amatör tasarımcı ruhunu başka hangi alanlara taşımayı düşünüyorsunuz? Sanırım mimari üzerine yoğunlaşabilirim. İlk projemi geçen sene Monako’da tamamladım. Bir müşterimin eviydi ve harika bir deneyimdi. Ulaştırma üzerine de yoğunlaşabilirim. Şu ana kadar hiç motosiklet ya da araba tasarlamadım. Buzdolabı gibi elektrikli ev eşyaları ya da küvet ve klozet gibi banyo ürünleri de tasarlamadım hiç. Yani naif ve amatör ruhumu aktarabileceğim daha çok alan var, merak etmeyin! Bu yıl yeni Eclectic koleksiyonunuza da çok sayıda ekleme yaptınız. Bu koleksiyonun ardında yatan fikir neydi? Hangi ürünlere yer vereceğinizi nasıl belirliyorsunuz? Bugüne kadar daha çok mobilya ve aydınlatma gibi, iç mekanların daha zor ve hareketsiz unsurları üzerine yoğunlaştık. Daha taşınabilir parçalar tasarlayıp markayı daha geniş bir kitleye ulaştırma düşüncemiz hep vardı. Neticede sıfırdan döşeyecekleri evleri olmayan veya tam tersi, tüm dekorasyonu tek seferde çözmeyi arzu eden müşteriler de var. Kısacası

Habitat markasının yaratıcısı Sir Terence Conran ile zaman geçirmişsinizdir mutlaka. Bir tasarımcı olarak size ne şekilde ilham verdi kendisi? Habitat’ta çalışmaya başladığım sıra firmanın sahibi uzun yıllardır 57


mirrror ball pendants

IKEA olduğu için kendisiyle fazla vakit geçirme şansım olmadı. Yani doğrudan bir iletişimim yoktu ama ben zaten Terence Conran’ı çok daha öncesinden tanıyorum. Tasarladığı mekanlar için benden epey ürün almışlığı vardır. Hatta çocuklarını da yakından tanıyorum. Yani aslında bir guru ya da mentor değil de, bir baba figürü olarak tanıdım ben kendisini. Ancak tasarımcı kimliğiyle tabii ki her zaman ilham verici bir yanı olmuştur. Hem ticareti hem de insanların ne satın almak istediğini çok iyi anlayan bir isim. Etrafta çok başarılı tasarımcılar var ama hepsinin ticaretten anladığını söylemek zor. Terence Conran tasarımın çok iyi bir ticari faaliyete dönüştürülebileceğini kanıtladı. Bu da pek çok kişi için ilham verici bir özellik. Tasarımcılığa ilk adım attığınız günlerden bugüne değişimi en çok hangi noktalarda hissettiniz? Geleceğe dair neler söyleyebilirsiniz? Bence şu an tasarımcı olmak için ideal bir dönemin içerisindeyiz. Zira hem global bir kitleye ulaşabilme hem de kendi ürünlerinizi üretebilme imkanları hiç bu kadar geniş olmamıştı. Eskiden olduğu gibi bir İtalyan markası tarafından keşfedilip, tasarımlarının endüstriyel boyutlarda üretildiğini görebilen tasarımcı sayısı çok daha fazla değil elbette. Bu sadece birkaç tasarımcının başına gelebilecek bir şey. Ancak artık tasarımcılar tüketicilere bizzat erişebilme şansına sahipler. Aynı zamanda tasarımlarının üretimi ve dağıtımı için gerekli altyapıyı da çok daha düşük maliyetlere kurabiliyorlar. Yani genç tasarımcıların önünde çok daha geniş olasılıklar mevcut. Artık kendi işlerini kendileri halledebiliyorlar. Buna ek olarak tasarım ve imalata yönelik dijital araçlar da artık birbirine çok benzer hale geldi. Önünüzde devasa bir dijital ve global dağıtım ağı var. Tasarladığınız ürünü eBay ve Amazon gibi siteler üzerinden birkaç dakika içerisinde tüm dünyaya sunabiliyorsunuz. Bu da Türkiye ve Amerika’daki iki tasarımcının eşit koşullara sahip oldukları ve ikisinin de Çin ya da Fransa gibi farklı pazarlara rahatlıkla girebileceği anlamına geliyor. Başta müzik sektörü olmak üzere pek çok iş alanında inanılmaz bir dijital devrime tanık oluyoruz. Artık bunlara tasarım da dahil oldu.

Sizi temsil edecek tek bir tasarım sunmanız gerekse bu hangisi olurdu? Beni temsilen tek bir tasarım mı? Bunu sizin seçmeniz daha doğru olmaz mı? Tabii uluslararası anlamda tanınmamı sağlayan tek bir tasarımdan bahsetmek mümkün, o da S-Chair. Hem MoMA’da sergileniyor, hem bana uluslararası bir ün getirdi hem de bizzat ellerimle ürettiğim bir sandalye. Bizzat 100’e yakın sayıda üretmişimdir. Tabii sonrasında başka bir markanın, Cappellini’nin koleksiyonuna girdi ve halen üretilmeye devam ediyor. Bildiğiniz üzere korsan, imitasyon ürünler ve replikalar markalar kadar tasarımcılar için de ciddi bir sorun teşkil ediyor. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz? Ne gibi önlemler alıyorsunuz? Bu hayli zor bir mücadele. Tabii ki öncelikle büyük moda markaları geliyor akla. Mesela Prada. Milano’da, markanın merkez ofisinden sadece birkaç sokak ötede bile, kaldırım kenarında sahte Prada çantalar satan birine rastlamak mümkün. Büyük markaların bile güçlükle mücadele edebildiği böyle bir sorun karşısında bizim gibi ufak markaların yapabileceği yegane şey, herkesten daha kolay tanınabilir ve hızlı hareket eden bir çizgi yaratmak, kopyalamayı daha zor hale getirmek için tasarımları çok daha benzersiz kılmak. Buna rağmen tasarımlarımız halihazırda ciddi boyutta kopyalanmaya devam ediyor. Bitirirken, son dönemde İstanbul’da başlayıp tüm ülkeye yayılan protestolardan haberdarsınızdır. Dışarıdan bakan biri olarak konuyla ilgili neler söyleyebilirsiniz? Evet tüm dünyayla birlikte ben de olanlardan haberdarım. Ben de Orta Doğu’da, Tunus’ta doğdum. Mısır’da da bir süre yaşadım. Bu coğrafyada, özellikle de Tunus’ta değişimin ilk zamanlarında oldukça pozitif bir atmosfer vardı. Ancak şu anda ortaya çıkan sonuç insanları eskisinden çok daha tedirgin ediyor. Türkiye’de son yaşananlar da tüm dünyayı ilgilendiriyor ve aslında sorundan çok çözüm yollarından bahsetmek gerekiyor. Pek çok kişi Türkiye’nin, sorunlara bakıp en doğru çözümün gerçek demokrasi olduğunu anlayabileceğine inanıyor.

XOXO The Mag


59


INTERVIEW/DESIGN

Dimore Studio

Atmospheric Interiors Renklerle deneyler yapan bir ikili düşünmenizi isteyeceğiz sizden. Beyaz laboratuar önlüklerinin yerine Prada kıyafetler giyen ve tüpler yerine mobilyalar ile çalışan. Yolumuz Milano’ya, tam olarak tarif etmemiz gerekirse Via Solferino’ya düşüyor. Dimore Studio’nun arkasındaki iki dehadan biri Britt Moran sorularımızı cevaplarken küçük bir Milano turu atmamızı sağlıyor. Hafızanızın oyununa gelmemek için elinize bir not defteri almanız ya da bir dahaki Milano seyahati için takip eden sayfaları yanınızda bulundurmanız tavsiye edilir. röportaj sedef kırdök görseller dimore studio’nun izniyle

XOXO The Mag


ve Londra’da çalışma lüksüne sahip olabilmemiz sanırım. Zaman zaman farklı bir şehre gidip oradan çalışabilmek, birkaç günlüğüne uzaklaşmak iyi geliyor. Fakat günün sonunda, Milano yaşamak için çok güzel bir şehir, İtalyanlar çok sıcakkanlı ve yemekler harika...

Bu iki yetenekli tasarımcının geçmişini merak ediyoruz. Eğitiminizden ve nerede tanıştığınızdan başlayalım. Aslında şu an yaptığım işten bağımsız bir eğitim hayatım oldu; Biyoloji ve Antik Yunan Edebiyatı okudum ve bu işi yapmak hiç aklımda yoktu. Babamın bir mobilya şirketi vardı, yazları onun yanında çalışırdım ve hiç de severek gittiğim bir iş değildi. Ama işte hayat, karma ya da adına her ne derseniz; eninde sonunda gençken yaptığım şeyle uğraşırken buldum kendimi. Ortağım için de döngü aynı şekilde işlemiş: Gençliğinde İtalya’da Güzel Sanatlar okumuş ve sonrasında babası için bir mobilya firmasında çalışmaya başlamış. Kısaca, ikimiz de kendimizi ailelerimizin yaptığı işleri devam ettirirken bulduk... Emiliano ile beraber yaptığımız ilk iş Singapur’da bir otel projesiydi. Maalesef gerçekleşmeyen bir proje oldu, ama bu tecrübenin ardından, birlikte çalışmaya devam etmenin iyi bir fikir olabileceğine karar verdik. Çünkü iyi bir dinamik yakalamıştık. Derken, küçük bir şirket kurduk ve şimdi Milano’da hoş bir ofisimiz var.

Bu yılki Salone Del Mobile hakkında ne düşünüyorsun? Dimore’nin başka yerlerde enstalasyonları olacak mı bu sene içeresinde? Bu yılki fuarda, ofisimizin de bulunduğu Via Solferino’da enstalasyonlarımızı sergiledik. Ayrıca bu sene mobilya pazarı üzerine bir sergi düzenleyen ILIAD’ın davetlisiyiz, dolayısıyla onlarla birlikte iş üzerinde yoğun olarak çalışıyoruz. Geçtiğimiz senelerde de Galleria Nilufar ve Galerie Balice Herling ile harika bir iş birliği yapma fırsatımız oldu. ‘The Squat#1’ FIAC sırasında sergilendi. Bu projede çok şanslıydık, çünkü müşterilerimizden biri Paris’teki 350 m2’lik evini bize ödünç verdi ve tüm alanı baştan tasarlamamıza olanak tanıdı. ‘The Squat#1’ boyunca sergilediğimiz tüm tasarımları şimdi Milano’da da sergiliyoruz. Ayrıca yeni bir iş birliğimiz daha var: yakında Londra merkezli bir dergi çıkaracağız. Tabii şu an adını söylemem mümkün değil ama biraz ipucu vereyim; tema genel olarak renkler üzerine yoğunlaşıyor olacak. Ayrıca derginin renklerini baz alarak özel bir ek de yaptık..

Yanılmıyorsam Paris’te de bir ofisiniz var, ama biz Milano üzerinden gidelim, Milano’da yaşam nasıl? Sence hala tasarımın başkenti mi? Milano garip bir yer, keşfedecek çok fazla şey var. Özellikle Nisan ayında Salone Del Mobile ile muhteşem bir şehre dönüşüyor. Çok daha uluslararası, çok daha kozmopolit bir yer oluyor. Moda ile de çok sıkı bir ilişkisi var ve baktığınız zaman çalışmak için çok güzel bir yer. Diğer taraftan, işlerin ilerleme hızı ve pratiklik açısından aynı şeyi söyleyemeyeceğim. İtalyan bürokrasisi de malumunuz... Bu bakımdan biraz stresli olabiliyor. Yine de Milano’yu seviyorum. Tabii bunu bu kadar rahat söyleyebiliyor olmamın sebebi arada bir Paris

Tasarımlarınızda da estetiğiniz renk kullanımı ve desenler üzerine yoğunlaşıyor. Bu çerçevede çalışma ortamınızdan ve atmosferinizden bahseder misin? Kendine has bir karakteri ve yaşanmışlığı olan harika bir binada çalışıyoruz. Dolayısıyla ofis alanımıza olabildiğince müdahale etmemeye özen gösterdik. Sadece yaşanabilir ve çalışılabilir kılmak 61


adına elzem değişiklikler üzerine yoğunlaştık. Ofisim ve evim de aynı apartmanın içerisinde karşılıklı daireler. Dolayısıyla ofise bisikletle değil yürüyerek gidebiliyorum. Dimore Studio’nun eklektik ama aynı zamanda da renkli ve güncel bir estetiği var. Adlandırmayı tam olarak başaramıyorum. Sen nasıl adlandırıyorsun? Aslında yapmaya çalıştığımız, mümkün olduğunca farklı stilleri bir araya getirmek. Bu, yaşanılan ya da vakit geçirilen alanı daha cazip kılıyor. Göze, bakıp tadını çıkarabileceği birçok şey sunmuş oluyoruz. Renkler açısından bakarsak, sanırım, elimizden geldiğince siyah, beyaz ve griyi kullanmamaya çalışıyoruz; deneyler yapmak hoşumuza gidiyor. Renklerin, mobilyalardan bağımsız olarak dekorasyona katkıda bulunduğunu, alanı daha ilgi çekici kılmanın yanında birbirinin üzerine geçen renkler ve desenler müşterilerin dikkatini çekmek gibi bir rol de üstleniyor. Şu anda ne üzerinde çalışıyorsunuz? Milano’da, bu ay açılması planlanan harika bir restoran projesi üzerinde çalışıyoruz. Bir binanın çatı katında olması bakımından şehirde daha önce eşi olmayan bir proje. Bina İtalya’nın faşizm döneminden ve biz de yapının bu karakterini ön planda tutarak dekorasyonla da desteklemek için fazlaca 30’lu 40’lı yılların içerisine çekildik. Genel olarak, o dönemin ruhunu canlandırmak istiyoruz, ama bunu yaparken de sade bir deneyim yaratmayı hedefliyoruz... Restoran, 2 yüzme havuzu olan yapının tam ortasında yer alacak. Konsept ise ‘soho house’ ile özel üyeleri olan bir kulüp karışımı gibi olacak. Tam olarak nerede olacak bu restoran? Çin Mahallesi’nin etrafında. Kapsamlı bir proje olması açısından ve eklemek istediğimiz detaylar sebebiyle çok fazla zaman ve emek isteyen bir iş aynı zamanda. Konut projeleri için yaptığınız işler günün sonunda bir kafeyi, ticari projeleriniz ise içlerindeki detaylarla bir evi andırıyor. Bu çerçevede tasarımlarınızı birbirinden çok ayırmadığınız açık, fakat yine de sormak isterim; konut projelerini mi yoksa ticari projeleri mi daha çok tercih ediyorsunuz? Aslında bu homojenliğin sebebi ticari projeyle gelen birçok müşterimizin evi anımsatan rahat tasarımlar talep etmesi oldu. Özellikle otel ve restoran müşterileri de böyle tasarımları tercih ediyor. Bir de buralara gelen kitlenin iş için sürekli seyahat eden ve gittikleri yerde yumuşak ışıkla, sıcak renkleri ve rahat koltukları tercih eden bir kitle olduğunu göz önünde bulundurursak, ev gibi bir ortam yaratmamızın sebeplerini daha iyi anlatmış olurum. Sanırım aynı şey ev tasarladığımızda da geçerli oluyor. İnsanlar yeni kokan, yeni görünen evler istemiyorlar. Yaşanmışlığı olan ve rahatlığın ön planda olduğu alanlar istiyorlar. Vazoyu kaldırmaya korktukları bir alandansa, objelerle oynayabilecekleri alanları tercih ediyorlar. Her şeyin birbiriyle uyumlu ve güzel görünmesinin yanında, ihtiyaçlara paralel olarak değişebilir olması da çok önemli. Tam da bu yönüyle konut projelerini çok daha zorlu buluyorum. Çünkü evini tasarladığın kişilerin hayatlarına girmen ve onlarla yoğun bir iş birliği yapman gerekiyor. Kesinlikle daha zor. Ticari proje yapmayı daha kolay buluyorum. Talebe paralel bir teslim tarihin oluyor ve kendini disiplinli çalışmaya zorlayabiliyorsun. Fakat söz konusu bir konut projesi olduğunda aslında hiçbir zaman gerçek teslim tarihinden söz edemiyorsun. Dolayısıyla müşteriyi ikna etmek de çok daha zor oluyor. Biz bu bakımdan çok şanslıyız, çünkü pek fazla konut projesi almıyoruz. Çalıştığımız insanlar da estetiğimizi ve ne yapmak istediğimizi

anlıyorlar, zevklerimiz kesişebiliyor. Dolayısıyla geriye sadece onlar için doğru düzenlemeyi bulmak ve uygun renk seçimlerini yapmak kalıyor. Zaten müşterilerimiz yaptığımız işi beğendikleri için bizimle çalışmayı tercih ediyorlar; bu sebeple, süreç daha kolay işliyor. Biraz da işlerinizdeki kontrastlara değinmek istiyorum. Tasarladığınız alanların geri planları olabildiğince yumuşak olmasına rağmen renk kullanımınız bir o kadar güçlü. Dengeyi nasıl sağlıyorsunuz? Aslında bunun matematiksel bir tarafı yok bizim açımızdan. Daha çok bütünlüğünün nasıl hissettirdiği ve nasıl göründüğü ile ilgileniyoruz. İşe yaracağını düşündüğümüz zaman uyguluyoruz. Ayrıca yine çok şanslı olduğumuz bir diğer konu da otel ve restoranlarda müşterilerinin neler isteyeceğini çok iyi bilen kişilerle beraber çalışıyor olmamız. Sadece siyah, beyaz ve gri kullanarak minimal bir restoran tasarımı yapmak bence çok kolay, çünkü bu kuşkusuz herkesin beğeneceği bir şey olacaktır. Ama tasarımcı tarafından baktığınız zaman çok da heyecan verici bir şey değil. Şahsen, son zamanlarda, özellikle insanların bir otelde kaldığında ya da bir restorana gittiğinde mekan dolayısıyla da heyecanlanmaları gerektiğini düşünüyorum. Keza onlar da normal zamanda deneyimleyemeyecekleri şeylerle karşılaşmak istiyorlar. Buradan hareketle, bizim bir projeye yaklaşımımız da en son halini deneyimleyecek kullanıcının hissettikleriyle alakalı. Ayrıca insanların evlerinde görmekten pek de hoşlanmadığı mavi, turuncu gibi renkleri kamusal alanlarda görmeyi istemeleri de bizi etkiliyor. Bu arada bundan etkilenen sadece biz de değiliz, insanlar da bu renklerden etkileniyor ve bu renkleri evlerine de taşımaya karar veriyorlar. Müşterilerimiz çoğu zaman bize boş bir kağıt verip farklı renkler ve dokular deneyimlememize izin veriyorlar; en büyük şansımız da bu, sanırım. Peki Hermès’in vitrinini tasarlarken süreç nasıl işledi? Hatta başından alalım; iş birliğiniz nasıl gerçekleşti? 2 ya da 3 sene önceydi sanırım; mobilya fuarı sırasında Via Palermo’da yeni ev koleksiyonları için kumaş ve duvar kağıdı tasarımlarını tanıtıyorlardı. Bu sırada Paris ofisimizi arayıp vitrinlerini tasarlamakla ilgilenip ilgilenmediğimizi sordular. Tabii ki ilgileniyorduk. Çok şanslıydık ve harika bir iş birliği gerçekleştirdik; bizim açımızdan eşsiz bir deneyimdi. Mobilyalarınızı nerede üretiyorsunuz? Tüm üretimler Milano’da gerçekleşiyor. Birçok tedarikçimizin burada olması Milano’yu tercih etme sebeplerimiz arasında ilk sıralarda yer alıyor. Her şeyin elimizin altında olması kontrolü daha iyi sağlamamıza yardımcı oluyor ve bu da işlerin hızlı ilerlemesi açısından lehimize oluyor. Peki, bu bahsettiğin üreticiler küçük zanaatkarlar mı yoksa ünlü markaların büyük fabrikaları ile mi çalışıyorsunuz? Çok çok küçük zanaatkarlar ile çalışıyoruz. Sanırım bu, İtalya’yı diğer Avrupa ülkelerinden ayıran en önemli özellik. Burada hala zanaat çok önemli bir yere sahip. Hala pirinç, ahşap, mermer ve kumaşla mükemmel işler yapan birçok küçük atölye var. Ayrıca yıllarca bu işin içerisinde çalışmış birçok insanın deneyimlerini öğrenmek ve paylaşmak gibi sosyal bir tarafı da var küçük zanaatkarlarla çalışmanın. Üretim aşamasında size birçok tavsiye verebiliyorlar. Çalışmak için doğru insanı bulduğunuzda yaptığınız iş birliği de harika sonuçlar veriyor. Bu, aynı zamanda bir öğrenme-öğretme süreci gibi de işliyor. Ofisinizdeki üretim süreci nasıl işliyor peki? Haftalık toplantılarımız oluyor ve fikirler bu toplantılarda ortaya

XOXO The Mag


hayli karmaşık bir süreç gerektiriyor. Ve bu iki isim bu alanda denedikleriyle hayli başarıya ulaşmış markalar.

çıkıyor. Aslında Emiliano ve ben, sürecin tamamına, olabildiğimiz kadar dahil olmaya çalışıyoruz. Yani keskin hatlarla ayrılmış bir iş bölümü yok aramızda. İkimizin de iş üzerinde kendine ait düşünceleri oluyor; sonrasında bunları ofisteki takımımızla paylaşıp geliştirmeye başlıyoruz. Ekibin geri kalanında da beraber çalışma düsturuyla ilerliyoruz. Tabii ki grafiklerden ve mobilya üretiminden sorumlu kişiler var, fakat genel olarak kolektif bir çalışma ortamı hakim. Bu, farklı bakış açılarına sahip olmak bakımından da çok yararlı oluyor.

Bu anlatımın bana biraz parfüm tasarımını da anımsattı. Evet haklısın. Yine aynı isimden bahsedeceğim bu alanda da: Comme des Garçons. Son çıkardıkları parfüm favorim. Takip ettiğin bloglar ve dergiler hangileri? Aslında çok fazla blog takip ettiğimi söyleyemeyeceğim. Genelde bilgisayar başında olduğumda e-maillerimi kontrol ediyorum. Dergilere gelince World of Interiors’ı çok beğeniyorum. Bunun yanında AD’nin Almanya ve Fransa edisyonlarını sürekli takip ediyorum. Ve tabii ki, az önce de bahsettiğim yeni çıkaracağımız dergiyi çok seviyorum.

Kalabalık bir ekip misiniz? Aslında çok kalabalık değiliz, sadece 8 kişiyiz. Milano’nun modayla ilişkisinden biraz önce söz ettin. Milano’da yaşamayı seven biri olarak moda ve moda tasarımcıları estetiğini ne kadar etkiliyor? Oldukça fazla. Prada mesela harika bir örnek olabilir bu konuda. Tasarımlarında yeni materyal ve renk kullanımı bakımından müthiş bir yaratıcılık ve inovasyon var. Yaklaşımlarının ne kadar farklı olduğu su götürmez; ve bunun yanında sundukları her şeyin arkasında bir araştırma ve çalışma süreci var. Aynı şeyleri bir diğer favori markam Comme des Garçons için de söyleyebilirim. Moda göründüğü kadar kolay değil, aksine, ilişki kurmanın hayli zor olduğu bir alan aslında. Malzemeyi yorumlamak, ona gerekli formu verebilmek ve bunları kumaşlarla, renklerle birleştirmek

Bitirmeden, Milano’da mutlaka gitmemizi önereceğin yerler var mı? Via Portaluppi’yi ziyaret etmelisiniz. Milano’nun merkezinde 1940’ların rasyonalizmini hissedebileceğiniz harika bir yer. Muhteşem çizgileri ve projelerimde fazlaca yer verdiğim bir zarafet anlayışı var. Yeni açılan güncel sanat müzesi de görülmesi gereken yerler arasında bence. Bunun yanında Trattoria Milanese ve Via Santa Marta’yı da saymalıyım. Bu arada Via Santa Marta’ya gitmişken küçük ve saklı restoranlara gitmeyi de es geçmeyin. 63


INTERVIEW/ART

ALICE ANDERSON

Kolektif Deneyimin Gücü Mimari ve heykel arasındaki muğlak sınırda işler üreten Alice Anderson ile yaptığımız söyleşide, sanatçı, kolektif olan hafıza ve bilinci ön plana çıkarma arzusunu anlatıyor. Kendi deneyimini, başkaları için deneyim üretirken şekillendiren sanatçının pratiğini irdelerken tabii eldeki en önemli araç da, sanatçının estetik çarpıcılığı, baştan çıkarıcılığı. Alice Anderson ile işleri, mekanları ve metodolojisi üzerine konuştuk. röportaj merve ünsal görseller alice anderson’ın izniyle

XOXO The Mag


365 Days, Architecture of 365 Bars, Red Fibre, Copper Thread, Copper Sheets, 2013

Üç boyutlu işlerinin nasıl deneyimleneceğini hayal ediyorsun? Benim için boyut ve biçim değişse de niyet tamamen aynı. İzleyici, 365 tane parmaklığın etrafında yürüyor da olsa, bir binanın etrafını da dolaşsa, bir Koruma Odası’nın sığınağına da girse aynı şey. Fiziksel olarak da zihinsel olarak da aynı yolculuğa çıkıyor: Örneğin, Koruma Odası’ndaki her obje uygarlığın parçalarını oluşturan bir hazine gibi. Bir başka ilginç boyut da, izleyicinin Travelling Factory’de aynı zamanda bir performansçı olması. Travelling Factory’yi bir gezici mekan olarak kurguladım, ki izleyici dahil herkes, müşterek heykele katkıda bulunabilsin. Bu durumda deneyim, içinde yaşadığımız dünyayı, performansı gerçekleştirilen obje üzerinden yeniden düşünmeye davet ediyor. Bakır tel ile mumyalaştırdığımız objeler kişisel ve kamusal önem taşıyor. Sosyal etkileşim ise sanal değil; insanlar fiziksel olarak bir arada yaratıyor.

Yakın zamanda yaptığın heykel çalışmaları bana “Spesifik Nesneler”i hatırlatıyor. Minimalizm senin için bir ilham kaynağı mı? Özellikle Donald Judd’ın yansıtan yüzeylerini düşünüyorum... Minimalizm, sanat işini en az yüzey, şekil ve dokuya indirgeme fikrine atıfta bulunur; kendinin fiziksel ve mekansal bir obje olması dışındaki referanslardan kaçınır. Mumyalaşmış objelerim için de bu geçerli. Çoğunun şekilleri geometrik, süssüz ve hepsi aynı şeyin parçasıymış gibi nötrler. Bunun yanı sıra, bakır telin yarattığı yüzey her katkıda bulunanın el izi gözükse de endüstriyel bir yüzeye dönüşüyor. Bu durumda, Eva Hesse’nin heykellerine yakınlaşıyoruz. Objelerim aydınlatıldığı zaman çok fazla parlıyor ve bakırın yansıması bir tür ayna etkisi yaratıyor. Yansıyan yüzey, performans sırasında önemli bir unsura dönüşüyor, çünkü her performansçı için objenin farklı bir evresini yaratarak aşamalar oluşturuyor. Örneğin bir obje hızla hareket ettirildiğinde bir bulanıklık yaratılır. Görüşümüz, objeleri şekilleri değişiyormuş gibi algıladığından, onların akışkan olduğunu zanneder. Maddenin kendisi enerji olarak dönüşür. Başkaları adına konuşamam ama bu buğulu yansıma beni büyülüyor ve başka bir algı boyutuna ulaşmama neden oluyor. Judd’ın objeleriyle kurabileceğim başka bir bağ da, eğer hiç dokunulmazsa objenin kontrol edilen çevresiyle olan ilişkisi sonsuza kadar değişmeyebilir, ki bu da tam olarak benim objelerimin amacı.

Farklı objelerin, bakır iplikle birleştirilmesi sanatçının elinin birleştirici gücüne atıfta bulunuyor. İşlerini bu şekilde ortaya çıkarmaya nasıl karar verdin? ‘Travelling Factory’, birleştirici bir güç; farklı ortamlara ait, farklı ülkelerden insanların bir araya gelerek üretmesi, kolektif hatıraların üretilmesine, tarihsel ve kültürel geçmişlerin kaynaşmasına yol açıyor. Bu da güzel bir insanlık macerası; hem sosyal hem de eğitimsel işlevleri var. Ben, kolektif hareket üzerinden kolektif düşünmeye inanıyorum. Hareket, bir ideoloji olabilir. ‘Travelling Factory’ kolektif düşünceden bir platform oluştururken günümüze şahit olan objeler üretiyor.

Heykellerinin mimari çağrışımlarını nasıl müzakere ediyorsun? 65


Ladder, 1.60 M Ladder, Copper Wire, 2013

Gun, Copper Wire, 2013 Headphones, Copper Wire, 2013

Objelerin üzerini kaplamak/açmak pratiğinde var olan bir kaygı gibi. Görüp/görmemenin işlerindeki bu gerginliği ne şekilde çerçevelediğini düşünüyorsun? Her şey objeleri korumak adına. Germe işlemi bittiğinde, sonuç bir sürpriz olabilir. Özellikle de bir saklama süreci olan mumyalamanın teşhir etme sürecine dönüştüğü düşünülürse. Bazen objeler farklı bir şekil ortaya çıkarıyorlar ve orijinallerinin geometrik türevleri daha da öteye gidiyor: Şekiller tamamen saklanıyor ve objeler artık tanımlanamıyor, yani soyutlaşıyor. İşin daha da ilginç tarafı, mumyalaşma süreci sırasında bazı objelerin şekli önemli ölçüde bozuluyor. Bakır tellerin mikro gerginliklerinin bir objenin etrafında defalarca döndürülmesinin getirdiği bir sonuç bu. Böylece, hareketlerin fizikselliği ve jestin kendisini açığa çıkıyor.

sorunsalından bahsedebilir misin? Bildiğin gibi, hafızanın mekanik tarafıyla epeyce ilgiliyim. Hafıza üzerine yapılan nörolojik araştırmalar daha yeni yeni meyvelerini vermeye başladı ve bilincin yapılanması bakımından bu büyük önem taşıyor. Mumyalamanın da, hafızanın işleyişiyle ilgili çok kuvvetli bir metaforik anlatımı olduğunu düşünüyorum. Bu bakımdan da, biz bir şeyleri objektif bir biçimde hatırladığımızı ve bildiğimizi düşündüğümüzde hafızanın girdiği yaratıcı sürecin hayli ilham verici olduğunu düşünüyorum. İşlerimin -senin deyiminle‘evrenselleşmesinin’, belleği harekete geçiren o içsel ve evrensel yaratıcı süreçle olan yüzleşmeden kaynaklandığını düşünüyorum.

Malzeme ile olan ilişkin oldukça takıntılı, uzun dönemli. İçerik ile şekil birbiriyle ne şekilde ilişkileniyor? Malzeme işlerini ne şekilde yönlendiriyor? Tekrar, pratiğimin temelinde: Hareketi tekrarlamak, jesti tekrarlamak. Bir şeyin görünür olmasını sağlamanın tek yolu tekrar ve kararlılık; bakır tel, bunu sağlıyor. Objeler tamamen mumyalaştığında ise materyal koruma ve muhafaza etmenin bir parçası haline geliyor. Bakırın iletkenliği ve ışığı yansıtması pozitif enerjiyi cisimleştiriyor.

İşlerinde eskiden kullandığın kırmızı iplik oldukça performatif. Performans ile kadın vücudunu kullandığın işlerin arasındaki ilişkiyi nasıl kuruyorsun? MaryWigman, Anna Halprin, Simone Forti, Yvonne Rainer, Judy Chicago ve Marina Abramović gibi ikonik sanatçılarla aynı mirası paylaştığımı düşünüyorum. Biraz önce de söylediğim gibi, tekrar, performansın çok mühim bir unsuru. Tekrar edilen hareketler, kolektif şamanik danslara benziyor, performansı törenleştiriyor ve iplik döndükçe bir kimliğin ifade edilişine, bir bilgiye ve paylaşılan bir hatıraya dönüşüyor.

İşlerin daha çok zaman ve hafıza üzerine olsa da, otobiyografinin de önemli bir yeri var senin için. İşlerin, geçmişinden ve kişisel hayatından ne şekilde etkileniyor? Bilincinin derinliklerinde olanı evrenselleştirmenin

İplik, genelde kadınlarla ilişkilendirilen bir malzeme. Bu durumda genellikle kadınlar tarafından kullanılan zanaatlarla olan ilişkin nedir? 2011’de Londra’daki Freud Müzesi’nde, Anna Freud’un dokuma XOXO The Mag


Alice Anderson's Travelling Factory, (Partial View/Whitechapel Art Gallery London) 2012

ön plana çıkarmaya karar verdik. Ev ve koleksiyonu, 1939’a kadar bu mekanda yaşamış olan Sigmund Freud’un işleri ve hayatını ön plana çıkarıyordu. Öte yandan, 40 yıldır bu ev, kızı Anna Freud’a aitti. Anna öncü bir psikanalist olmakla birlikte babasının mirasına da sahip çıktı. Bu durumda, babasının çalışmalarını ve hayatını anmak amacıyla Anna Freud’u anmaya karar verdik. Çocukluğumun ritüelleri üzerinden kurmak istediğim bu iş esnasında, görüşlerim ve ilgi alanlarım değiştiğinden yerleştirmenin bir bölümündeki geometriyi zorlamaya başladım ve bu da, pratiğimde yepyeni alanların açılmasına olanak verdi. Şimdi, belli bir mesafeden baktığımda, Freud Müzesi’nde yaptığım işimden hemen sonra, neden objelerin, özellikle de günlük hayatımın bir parçası olan objelerin etrafını sarmaya başladığımı anlayabiliyorum. Sanırım anılarımı kristalize edecek bir süreç arayışındaydım. Başlangıçta kişisel olan bu işlerim, zamanla bir anda kolektif hale geldi.

tezgahını kullandım. İpliklerle, iple yaptığım iş, ‘grid’ mantığıyla işliyordu. İşte bu noktada geometriye olan takıntım devreye girdi ve ilk ‘grid’ serimi gerçekleştirdim. ‘Grid’in erkeksi çağrışımları, şekilci iddiaları ve bedensiz soyutlamaları, bedensel ve feminen olan iplik çağrışımlarını dengeliyordu. Saç ve saça benzeyen malzemeler 20. yüzyılda çeşitli sanatçılar tarafından farklı şekillerde kullanıldı. İşlerinle, saç kullanan diğer sanatçıların işleri arasında nasıl bir ilişki kuruyorsun? Saç, kültürel, dini, mitolojik ve sihirli anlamları olan bir sembol. Acıyı hissedemese de, kesildikten ya da ölümden sonra uzamaya devam etse de, vücudumuzun önemli bir parçası olarak kabul edilir ve cinsiyet ve cinsellik konusunda önemli bir gösterge görevi üstlenir. Öte yandan, saçla ilişkilendirilebilen kırmızı ipliği kullanmamın esas nedeni, bu malzemenin kendine has özellikleriydi. Elastik olması, istediğim gerginliği üretebilmemi sağladı; farklı mimari noktalar arasında bağlar kurabildim. Ağırlığı sayesinde ise, yerçekimini kullanarak şekiller oluşturdum. Bir odanın ya da binanın en yüksek noktasına giderek, malzemeyi boşluğa bırakıyor ve tekrarlanan hareketler sonrasında bir kalıp oluşturuyordum.

Son olarak Gezi Parkı olayları ile ilişkili olarak, Taksim Meydanı’na nasıl bir anıt yerleştirmek isteyeceğini sormak istiyorum -özellikle de İstanbul’un bu önemli meydanının tarih boyunca farklı hükümetler tarafından bir güç simgesi olarak kullanıldığı düşünülürse. Kolektif deneyimin ve paylaşılan düşüncelerin benim için öneminden yola çıkacak olursak, en manidar anıtın, büyük çapta kolektif bir hareket ile ortaya çıkacak, mümkün olduğunca çok insanın direnişini ve direncini gösteren bir sanat eseri olacağını tahmin edebilirsiniz.

Freud Müzesi’ndeki enstalasyonun oldukça çarpıcı, özellikle Freud’un psikanaliz yöntemi ile ilişkilendirildiğinde... Bu projeyi gerçekleştirmeye nasıl karar verdin? Küratör Joanna S. Walker ile Anna Freud’un mekandaki varlığını 67


INTERVIEW/PEOPLE

CENGİZ AKTAR

Sivillik İtaatsizleştirir Cengiz Aktar’ı Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri üzerinde uzman bir akademisyen, köşe yazarı ve Türkiye’de ses getiren önemli sivil projelerin öncüsü olarak tanıyoruz. Bu çerçeve ister istemez bizi Türkiye’de sivil olmak konusunda konuşmaya itti. Geldiğimiz noktayı Cengiz Bey’in makalesinden bir alıntı ile oluşturduğumuz başlık özetliyor. Şimdi sivil irade üzerinde düşünmenin tam zamanı. röportaj ali tünay fotoğraflar yalım kartal

XOXO The Mag


aslında böyle bir şey yok. Bu topraklardan, bütün dünyadan olduğu gibi, ulus ve iktisadiyat kavramları, uygulamaları geçti. Silindir gibi geçti. Bitti o iş. Bunun dışında kalabilen topluluklar, Amazonlar’da zaman zaman keşfedilen devletle alakası olmayan kabilelerdir. Afrika’da biraz var. Biraz Latin Amerika’da var, Papua Yeni Gine’de falan var. Onun dışında iş bitmiştir. Batı çıkışlı ulus kavramı ile Batı çıkışlı iktisadiyat kavramı bütün dünyayı ele geçirmiştir. Dolayısıyla bu durum sanallıktır; çok da tehlikelidir. Farklı bir şey yapıyormuşuz, yeni bir şey üretiyormuşuz, dünyaya yeni bir varoluş biçimi sunuyormuşuz gibi bir vehimdir bu. Temeli yoktur. Burası da her yer gibi milliyetçi, iktisadiyata tapan, ekonomiyi insanın önüne koyan bir ülkedir.

Avrupa Birliği-Türkiye ilişkileri üzerine düşündüğümüz zaman sürekli tartıştığımız bir konu ile başlamak istiyorum. Türkiye’nin dış dinamiğe ihtiyacı var mı? Dünyaya kapalı olan Türkiyelilerin çok sevdiği bir dinamik değil bu. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana var olan ruh halinden “Bizim bu dış dinamiklere ihtiyacımız yoktur, biz bu işleri kendimiz yaparız” söyleminden söz edebiliriz burada. Ve bu çok yaygın bir şuur. Ama ne kadar doğru ona bakmak lazım. Dış dinamik utanılacak bir şey değil. Avrupa Birliği’nin kurucu üyelerinin bile ortak dinamiğe ihtiyacı vardı. Bugün Fransa’da gey ve lezbiyen hakları varsa bu biraz da Kuzey ülkelerinin, Finlandiya ve İsveç’in 1995’te üye olması ve onların Kıta Avrupası’na getirdiği yeni düşüncelerle alakalıdır. Dolayısıyla kimse bundan azade değil ve en önemlisi bu utanılacak bir durum değil. Türkiye ne Norveç ne de İsviçre. Avrupa Birliği’nin dışında kalarak kendi borusunu öttürebilecek, kendi başına denizlerde yol alabilecek bir ülke değil. Bunun tarihsel nedenleri var. Dolayısıyla şu anda bu iç dinamiklerin ne kadar yetersiz olduğunu görüyoruz zaten. Avrupa Birliği süreci 2006-2007’den itibaren duraksamaya başladı. Burada sadece hükümetin değil AB’nin de payı var. Zamanında ben buna “karşılıklı gönülsüzlük” demiştim. Hükümet “biz bu işleri kendimiz de yaparız” havasına girdi. 2008 mali krizinden sonra bu durum daha da şeddelendi. Türkiye gibi gelişmekte olan bir ekonomiyi Avrupa’nın gelişmiş ekonomileri ile kıyaslamaya başladılar. Abes bir kıyaslamadır. Avrupa tarafı ise Sarkozy gibi Türkiye ve İslam ile takıntılı politikacılar ile genel gönülsüzlüğe dahil oldular ve rüzgar kesildi. Kesildiği andan itibaren bu kadar oluyor. Kötü mü, değil. Ama bu kadar oluyor. Daha fazlası olmuyor.

Yazılarınızda ayrıca 1983 yılından itibaren “kabuk değiştiren” bir Türkiye’den bahsediyorsunuz. Neden 1983 yılını milat olarak alıyorsunuz? Bu süreç içerisinden dönüşen dinamikler nelerdir? 1983 çok önemli bir tarih. Öyle olmasının birkaç nedeni var. Türkiye’de asker darbe yapar, sonra iktidarı geri verir ama onun önemlerini alır. 1982 anayasası bunun örneğidir. 1980 darbesi sonrası sivil bir figür görüyoruz. Her ne kadar bazı konularda idar-i maslahatçı davranmak zorunda kalsa da askerlerin adamı değildir. Sivildir. Kürttür. Dünyaya açık biridir. Mühendistir, hukukçu değildir ve kişiliği çok önemlidir. Toplumların hayatında kişiler çok önemlidir. Turgut Özal yerine başka biri olsaydı böyle olmayabilirdi. Askerlerin olmasına rağmen toplumun kudretlenmesinin önünü açan ilk siyasetçidir. AK Parti üyeleri, 1983 reformlarının çocuklarıdır. Türkiye’nin itilip kakılmış iki temel kitlesinin önünü açan bir dönemdir, 1983 yılı. Bu iki kitle Müslümanlar ve Kürtlerdir. Özal önce Müslümanların önünü açtı, Kürtler de kendi başlarına önlerini açtılar. Bugün Türkiye’de iki kitle de söz sahibi. Bu iki kitlenin de Türkiyelileşmesi lazım. Belki Gezi Parkı protestoları bunun önünü açacak.

Türkiye için Avrupa Birliği aynı zamanda bir modernleşme hedefi. Bu süreci tarihi açıdan da ele alabilir misiniz? Osmanlı modernleşmesi, bu iki yüzyıllık serüven, devlet katında başlar. Sivil ve askeri bürokraside başlar. Niye Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü bu ülkenin yöneticileridir? Bu bir tesadüf değil. Askeri okullar ve askeri tıbbiye 19. yy Osmanlısı’nın en önemli elit üretme fabrikalarıdır. Bu dinamik devlet katıyla sınırlı bir dinamiktir. Cumhuriyet ile beraber bunu toplum katına yayma amacı başlar. O da tepeden inmeci, zorla güzelliktir. Halk için halka rağmen dediğimiz. Bir yere kadar tutmuştur bir yere kadar da tutmamıştır. Ama bu reddedilebilecek bir birikim veya geçmişte kalan bir şey değildir. Buna dikkat etmek lazım. Tarihi 1923’te durdurup günümüz Türkiye’sinde başlatmak doğru bir hareket değildir. 1913 ile 2002 arasında dünya kadar şey oldu. Günahıyla, sevabıyla... Yanlış doğru bir sürü şey oldu arada. Şu anda Türkiye’de şeriat tartışma konusu bile değilse bu, Cumhuriyet Dönemi’nin katkısıdır. Bunu küçümsememek gerekir. Murat Belge’ye katılıyor muyum? Bundan daha ziyade, işler böyle gelişti. Askeri bürokrasi Osmanlı modernleşmesinin Türk modernleşmesinin, katalizörüdür.

Sizin yazılarınızda dile getirdiğiniz bir başka noktaya geçmek istiyorum. “Tüket ve sus” siyaseti. Hem bireyselleşmek, hem tüketmek, hem de susmak olmuyor değil mi? AKP Türkiye’nin iktisadi ve siyasi bekası için çok şey yaptı. Yiğidi öldür hakkını ver derler ya. Öyle bir durum bu işte. Ama bir yerde takılıp kaldığını görüyoruz. Önünde tüketim toplumu gibi çok önemli bir fırsat olduğunu gördü. Türkiye son on yılda kitlesel tüketim toplumu oldu. Aynı 1945 sonrasında Avrupa’da olduğu gibi. “The Glorious Thirty” derler. Perişan olmuş Avrupa’nın tekrar ayağa kalkması ve tüketim çılgınlığı ile herkesin her şeyi alabildiği, imkanların çoğaldığı bir dünya. Amerikan modeli aynı zamanda. Hükümet böyle bir imkan olduğunu ve bunun, toplumu kontrol etme, toplumu yönlendirme anlamında çok işlevsel olduğunu gördü. Dikkat ederseniz hükümet bahşediyor, hizmet veriyor ama kendisinden hiçbir şey istenmesine razı değil. Burada demokratik bir açık var. Bahşetmesini seviyor ama talep edilmesini sevmiyor. “Tüket ve sus” diyor. Bu mümkün değil. Çok yerel, çok spot hareketler var Anadolu’nun her yerinde. HES’lerle ilgili, nükleerle ilgili, termik santrallerle ilgili. Ancak tam olarak çevre bilincinden bahsetmek mümkün değil. İnsanlar “burada yapma, git başka yerde yap” diyor. Daha çevre bilincine gelmedik. Ancak bunların; insanların hayatlarını etkileyen, bir kişi tarafından, hiçbir istişare yapılmayan, sonuçları ne olacak sorusu sorulmadan alınmış kararların, artık toplum tarafından kabul edilmediğini görüyoruz. İtiraz budur. Diğer taraftan bütün toplumsal varoluşu değiştiren bir şeydir tüketim toplumu. Asla yetinmezsin, hep daha fazlasını istersin. Bunun içinde biraz görgüsüzlük de vardır. Özellikle kırsal kökenlilerin AVM çılgınlığı budur. Hiçbir zaman kırsal kökenliler bu kadar malı bir arada görmediler. Bu iş bir müddet daha sürecek. “Tüket ve sus” siyasetine itiraz gençlerden geldi. Ancak bunun toplumsallaşması

Bir makalenizde “Kendini diğerine göre kurgulayan tek tasavvur Batı tasavvurudur” diyorsunuz. Bu söyleminizi biraz açabilir misiniz? Bu tabii felsefi bir bakış açısı. Doğu felsefesinde karşılaştırma yoktur. Görmezden gelir. Hiyerarşi vardır. Kaale almaz. Nitekim bu Osmanlı’da da böyledir. Avrupalıların burada her daim büyükelçisi olmuştur. Osmanlı’nın ilk büyükelçisi 1720’de Fransa’ya giden Yirmisekiz Mehmet Çelebi’dir. Sefaretler çok sonra açılmıştır. Doğu küçümser. Aynı seviyede addetmez. Batı, aksine, bütün medeniyetlerin eşit olduğu ilkesinden yola çıkarak öbür medeniyetleri aslında tahakküm altına alır. Bu temel bir veridir. Bahsettiğiniz makalenin özü şu: Son zamanlarda yeni Doğululuk ve farklılık varmış ve Batı’dan tamamen kopulmuş, yepyeni bir şey yapılıyormuş iddiası var ama 69


konusunda çok da umutlu olmamak gerekiyor. Kitlesel tüketimle yeni tanışan toplumlarda çevre bilinci kolay gelişmez. Askeri vesayet üzerinde de düşünen bir aydınsınız. Bu noktada Türkiye’de sivil iradenin özellikle savunma politikalarında söz sahibi olmadan askeri vesayeti yenebileceğine inanıyor musunuz? Bu tartışma yeni; Türkiye’ye Narcís Serra’nın kitabının çevirisi ile geldi. Narcís Serra İspanya eski Savunma Bakanı’dır ve İspanya’nın askersizleşmesinin en önemli mimarlarından biridir. Şöyle bir şey var “askerlik askerlere bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir” diyor. Askerlik bir uzmanlık gerektiriyor artık. Askeri kararların siviller tarafından verilmesi, askeri okulların müfredatının değişmesi gerekiyor. Sivil uzmanlar yetiştirmek ve karar mekanizmalarını gözden geçirmek gerekiyor. Bunları yapmadan askersizleşme olmaz. Çünkü asker kendisi ile ilgili bir kararı alırken hem taraf hem hakim oluyor. Böyle bir şey mümkün olmamalı. Burada mutlaka seçilmiş kişilerin ve uzmanların işin içine girmeleri ve asker politikasını hayata geçirmeleri gerekiyor. Bu nedenle Türkiye’de hala tam olarak askeri vesayet bitmiştir diyemeyiz. İstanbul 2010 Kültür Başkenti girişiminin öncülerindendiniz. Sizce bu süreç nasıl işledi? İstanbul’un 2010 kültür başkenti olması muazzam bir fırsattı ve bu fırsat maalesef heba edildi. Biliyorsunuz, bütçenin tamamı da kullanılmadı. 1985’ten bu yana Avrupa’nın kültür başkenti olan kentler arasında kayda değer bir yer alamadı. Mesela Anvers, Edinburgh ve Fransa’da Lille bu dinamikleri çok iyi kullandı. Hatta Lille’de hala bu dinamik devam ediyor. Bütün kültür politikaları, Lille 3000 oluşumu üzerinde yürüyor. Maalesef İstanbul’da bu olmadı. Bu arada Türkiye’de bu girişimi sivil toplum başlatmıştı. İstanbul’un kazanmasının en önemli nedenlerinden biri de girişimi sivil toplumun başlatmasıydı.

Büyükşehir Belediye Kanunu’na karşı da muhalif bir tutumunuz var. Sizce bu yasa nasıl yapılandırılmalıydı? Temel konu ademimerkeziyet ilkesinin anayasaya girmesidir. Bu olmadan olmaz, çünkü Türkiye’nin idari sisteminde “idari bütünlük” diye bir kavram vardır. Farklı illere, farklı bölgelere farklı uygulamalar yapamazsınız. Bir de “idari vesayet” vardır. Bu sadece sözel olarak değil, anayasanın 123. 126. ve 127. maddelerinde de vücut bulmuş bir vesayettir. Bütün bunları kırabilmek için önce anayasal bir teminat gerekiyor. Sonrasında gerekli yasaların çıkartılması ve Türkiye’nin ademimerkezileşmesi lazım. Bu sadece BDP’nin veya bazı liberallerin talep ettiği bir şey değildir. AKP de bunun farkında. Çünkü yereldeki dinamik kendini gösteremiyor. Bunun önünü açmak gerekiyor. Büyükşehir yasasını tadil ederek bunu başaramazsınız. Orada bir yatırım kurulu var ve kurulun başında vali var. Mali özerkliği olmayan bir bölge, belediye, yerel yönetim istediğini yapamaz. Merkezin kulu olmaya devam eder. O vali seçilmiş olsa bile bu böyle olur. Burada temel bir paradigma değişikliğine ihtiyaç var. Mülki sınırlarla belediye sınırlarının örtüşür hale geldiğinin iki tane örneği var Türkiye’de. Bir tanesi İstanbul, diğeri Kocaeli. İkisinin de ne hale geldiğini görüyoruz. Bütün küçük yerel yönetimleri iptal etmek aslında betonu bütün vilayet sathına yaymak demektir. Kimsenin ağzını açmaması demektir. Bu Türkiye’nin kırsal dengeleri açısından son derece tehlikelidir. Son olarak, röportaj boyunca ister istemez Gezi Parkı protestoları söylemlerinize konu oldu veya argümanlarınızı etkiledi. Gezi Parkı kalabalığına baktığınız zaman nasıl bir kitle görüyorsunuz? Müthişti. Rengarenkti. Son derece toleranslıydı. Açıktı. Bireyciydi. Bireysel değildi daha. Kozmopolitti. Kitap okuyordu. Mizah doluydu ve sivildi, itaatsizdi. Böyle bir topluluk baş etmek için değil, dinlemek içindir.

XOXO The Mag


71


INTERVIEW/ART

Stanley Donwood

İnzivada Bir Uyumsuz

Thom Yorke gibi bir dehanın kendinden yarattığı kişisel projelerine ya da Radiohead ismi altındaki istişarelere görsel olarak kimin cevap verdiğini merak ediyorsanız, cevap bu ayın sayfalarına neon harflerle S T A N L E Y D O N W O O D yazıyor. Genelde Thom Yorke için yaptıkları ile anılsa da Donwood’un kendi inzivasından çıkardığı farklı üretim biçimlerinin ama en çok da anlattıklarının izini sürmek için sanatçı ile konuştuk. Adada güneşli bir gündü. Bisikletini henüz park etmiş ve tuhaf hikayelere dönüşecek görüntüleri bilinçaltına çağırmıştı. Biz sorduk, o, eteğindeki taşları döktü. röportaj dinçer şirin fotoğraf stanley donwood’un izniyle

XOXO The Mag


Hollywood Limousine, Silver Foil

Şu anda neredesin? Güneşli bir gündü, bisiklet sürdüm. Şimdi evdeyim ve birazdan dışarı yemek yemeye çıkacağım. Beni çok sakin bir anımda yakaladın.

kadarıyla bir günlüğe çok yakın bir şey yarattım. Aptal bloguma geri dönüp ne yaptığıma bir bakmam lazım. Tumblr meselesi ise Thom’un fikriydi. Yaptığımız şeyleri yükleyebildiğimiz bir tür online eskiz defteri gibi… Dropbox gibi işleyen bir paylaşım mecrasını da kullanmayı amaçladık, bu yüzden whathaveyoudonetomyface’e koymadan önce yaptığımız şeylerin beraber üzerinden geçiyoruz.

Bildiğim kadarıyla Oxfordshire kırsalında yaşıyordun. Hala orada mısın? Hayır, artık Oxfordshire’da yaşamıyorum çünkü orası çok tuhaf bir yer. İlk bakıldığında görünen şey iyi bir yer olduğu ama aslında orada zamanında ilk atomik denemeler yapılmış. Fakat görünenin ötesine baktığında, ki bu kırsal alana doğru yürüdüğünde ya da tozlu yollarında bisiklet sürdüğünde görünür olan bir şey, çitlerle çevrilmiş, unutulmuş alanları, terk edilmiş askeriye mekanlarını tek tek fark ediyorsun. Gördüklerin yine de çok ‘İngiliz’ oluyor: sazlıklardan yapılmış kulübeler, yabani köyler, eski kiliseler…

Sebebini bilmediğin bir şekilde söyleyeceklerini bir blogda topluyorsun ve açıklamaya şöyle devam ediyorsun: “Önemli olan şu an, geçmiş ise termal kağıt üzerine basılmış bir faks dokümanı kadar.” Gündelik olaylara, bunlar politik içerikli olabilir ya da olmayabilir, hızlıca cevap veren insanlar olduğu gibi, bazılarımızın bugün o kadar hızlı tepki vermediğini görüyoruz. Senin bugünkü zaman algısı ile ilişkini ve bugün bu tepkiselliği kendi hızında nasıl yorumladığını merak ediyorum. Çok hızlı. Keşke hızlı iletişim kanalları öncesindeki zamanlarda yaşamak mümkün olsa. Bu hızın kullanışlı bir metot önerdiğini de düşünmüyorum. Global kültürün gün geçtikçe hız ve verimlilik mefhumlarına karşı bir tehdit olarak geliştiğini görmemiz de söz konusu. Diğer yandan, gerçek anlamda, tüm zamanımı bahçe ile uğraşıp insanlarla konuşarak geçiriyor olabilsem, daha fazlası ile de uğraşmam sanırım.

Blogunu ‘aptal’ olarak adlandırıyorsun. Blogun üretiminin kendisi olarak işlerlik kazanırken, Tumblr’da sürdürdüğün içerikler ise daha çok pratiğinin görsel bir günlüğü gibi. Blogosfer ya da Tumblrosfer’deki varlığın hakkında konuşalım mı biraz da? Web sitemi kuralı çok uzun zaman oldu; internetin gidebildiği kadar uzak tarih öncesi çağlardan bahsediyorum. Bir önceki yüzyıl da diyebiliriz. Blogging ya da web-logging bunun çok sonrasında geldi. Blog meselesinin bir parçası olmadan önce, çok uzunca bir süre bu dünyaya dahil olmayı reddettim. İnternet gibi tanımadığım milyonlarca insanı kapsayan bir yerde benim gibi bir ahmağın düşündüklerini paylaşması fikrinin aptalca olduğunu düşünüyordum. Ama sonradan çok sevdim. Becerebildiğim

O zaman şöyle sorayım, kariyerizm gibi konuları düşündüğümüzde bugün zaman, ekonomik bir anlamı karşıladığından, senin için başarının tarifi nasıl oluyor? Sevdiğim insanları koruyup kollamak dışında benim için hiçbir anlama gelmiyor. 73


LA Exit

Stüdyonda sürekli görmeye gereksinim duyduğun bir şey var mı? Görmeden yapamadığın, seni üretmen konusunda sürekli meşgul ve tetikte tutan mesela… Enteresan bir soru. Sanırım, biraz düşündükten sonra şöyle cevap verebilirim: Her şeyi bıraktığım halleriyle görmek istiyorum. Şöyle de diyebilirim, stüdyoda sürekli görmek istediğim şey arkadaşım Andy’nin henüz bitirmiş olduğu baskı yığını olabilir. Gün geçtikçe dijital yayınlara alıştığımız için ve sen de baskı ve yayın ile uğraştığından, sanatçı yayınlarının geleceği hakkında ne düşünüyorsun? Hiçbir fikrim yok. Dijital medya ölmek üzere. Bu, geniş ölçekli çok karışık teknolojik ağlara bağlı. Bu ağlar her tür zarar ziyan için de çok hassas yapılar. Bir Arap özdeyişini hatırlatmak gerekirse: Dedem midilliye binerdi, babam araba kullandı, ben bisiklet sürerdim, çocuğumsa yürümek zorunda kalabilir. Gelişim fikrinin lineer olduğuna dair büyük bir yanılgı içinde çabalıyoruz. Oysa ki o düz bir ilerleme çizgisinde yoluna devam etmiyor. Yayın biriktiriyor musun? İlgilendiğin, peşine düştüğün sanat kitabı fuarları var mı? Çok fazla kitap alıyorum ama buna koleksiyonerlik diyemem. Kendi sesinden bazı metinleri de paylaşıma açıyorsun. Okuyucu/dinleyici senin seslendirdiğin kısa öyküleri de dinleyebiliyor. Kurmaca okumaya zamanın oluyor mu? Bugün edebiyattan kimleri takip ediyorsun? Sürekli okurum. Bu herhalde bir alışkanlık. Kitapçıların önünden

geçip gitmekte çok zorlanırım. Bir kere girdim mi bir şey almadan çıktığım çok nadiren olur. Bu yüzden de evim kitaplarla dolup taşıyor. Evin her yerindeler. Takip ettiklerim arasında ise sayacaklarımı seçmekte zorlanıyorum. Belki tuhaf olacak ama Thomas Hardy’yi sevdiğimi söyleyebilirim. Tahmin edileceği gibi George Orwell ve JG Ballard’ı da söylemem lazım. İllüstrasyonlarından bazıları bize doğadan kimi parçaları gösteriyor. Doğaya kendini ne kadar bağlı hissediyorsun? Bundan çok emin değilim. Doğaya bağlı olmak çok kolay olmasa gerek, özellikle de bilgisayarlar ve smartphone’lar, arabalar ve elektrik ile çevriliyken... Doğada, kırsalda vakit geçirme fikri üzerine düşünmeyi seviyorum ama bunu gerçekte yapmayı çok beceremiyorum. Doğa ile aramda olduğunu düşündüğüm bağ belki de medyaya doyurulmuş ve karmaşık bir dünyada yaşamanın sonucu olarak düştüğüm karışık duyguları sakinleştirmek için geliştirdiğim bir simulakrum, bir tür illüzyondur. Biraz ‘Holloway’ adını verdiğin kitabından bahsedelim mi? Kitap Robert Macfarlane ve Dan Richards ile beraber yaptığınız bir eser. Bu süreç 1939 yılında basılmış olan Rogue Male ismindeki bir kitap ile başlıyor. Bu kitapta isimsiz bir anlatıcı Avrupa’dan bir diktatöre suikast yapmaya yeltenir, amacına ulaşamaz. Yakalanır ve işkence görür. Sonra kaçar ve Avrupa üzerinden İngiltere’ye gelir. Burada da görülmeyeceği bir oyukta gizlenir. Robert Macfarlane bana saklandığı yerin nerede olduğunu bildiğini söyledi ve biz de Dorset’e bisikletle indik ve orada kamp kurduk. Birçok açıdan bu bir maceraydı ve birçok farklı hava koşulunu

XOXO The Mag


Apocalypse 101

aldı. Sonra onların baskılarını yaptım, fotoğrafladım ve Amok için bir ambalaj tasarımına çevirdim. Aslında bu iş Thom’un kişisel albümü The Eraser için yaptığım işle de ilişki içinde, onun bir tür devamı gibi oldu. Atoms for Peace de daha çok bir konser grubu olarak kurulmuştu. Los Angeles’ta güneş altında başka oymalar da yaptım. Bunlardan başka baskı, linoprint ve serigrafi serileri ürettim. Bu üretimleri sonradan LA’de sergilediğimde, bayağı çılgınca bir şey oldu. Bu işleri web sitemde görebilirsin.

orada deneyimledik. Kitap olan Holloway ise bu sürecin bir sonucu olarak ortaya çıktı. İlk edisyonu yeni harfler üreterek ve 1965 Heidelberg baskı makinesini kullanarak bastık. İlk kopya 277 adetti. Bu aynı zamanda tepenin deniz seviyesinden yüksekliği olan 277 metreye de referans veriyordu. Faber & Faber kitabı yeniden bastı ve bundan çok mutlu olduğumu söylemeliyim. Bu yeniden basım 16 Mayıs’ta piyasaya sürüldü. Kamusal alanda gösterdiğin işlerden de konuşmak istiyorum. Stüdyonda çalışırken yalnızsın ve daha çok o an ürettiğin şeyin etrafında seni besleyen hikayeler ile meşgulsün. Ama yoldan geçenler ile arasında birçok farklı karşılaşma anı yaratacak olan bir mekana işini yerleştirdiğinde işinin kazandığı anlamlar da başka zamanlara açılıyor. İşini kamusal alanda paylaşma fikri senin için ne anlama geliyor? İşi kamusal mekana yerleştirdiğinde o artık benim olmuyor. Bunu görmek harika bir şey ve bu yapıt üzerindeki kendi bakış açımı da radikal biçimde değiştiriyor. Stüdyoda uzunca bir süredir beraber yaşadığım yapıt, sergilenme biçimi üzerinden başka bir şeye dönüşüyor.

İlk kez ne zaman Radiohead dinlediğini hatırlıyor musun? Tam tarihi hatırlayamıyorum. Ama şunu söyleyebilirim ki onlarla ilk çalışmaya başladığımda rock müzik ile pek ilgilenmiyordum. Herhalde ilk duyduğum zaman 1994’ten öncesi ya da buna yakın bir tarih olamaz. Ama onlar kendilerine Radiohead demeden önce onları canlı olarak Oxford’da bir pub’da izlemiştim. Thom Yorke’un bir süredir dansa olan merakı ve koreograf Wayne McGregor ile olan iş birliklerine nasıl bakıyorsun? Çok beğeniyorum. Wayne ve Thom’un beraber geliştirdikleri fikirler ve aralarında gelişmiş olan güvenin çok iyi işlediğini görmek şahane bir şey. Onlarla beraber o videoları yapan Garth da bence bir yönetmen dehası taşıyor.

Thom Yorke’un Atoms for Peace projesinden çıkardığı albümü, Amok’u senden dinlemek istiyorum. Senin albüme tasarım anlamında yaptığın katkı için neler söylersin? Los Angeles’ın yangın, sel felaketi ve meteor yağmurundan zarar görmüş hallerinin 5.5 metrelik Orta Çağ stiline benzeyen oymalarını yapmaya başlamıştım. Bu oymaları yapmam iki yılımı

Röportajı sonlandırmadan önce, sanatçı olmasaydın ne olurdun diye sormak istiyorum. Ormanda yaşayan deli bir münzevi olurdum. 75


FILE

Ste l My S nsh ne İkon kavramı, modanın göreceliliğinin ötesinde, kolektif beğeniyi ve hayranlığı mümkün kılan ortak bir estetik anlayışın sonucu olarak da tanımlanabilir. ‘İlham perileri’ aracılığıyla gün yüzüne çıkan bu ortak anlayış, belki de bu kelime söylendiği anda aynı isimleri haykırmamızın sebebi bir ölçüde. Ama bu kavramın sürekliliğine en büyük etki, günümüz tasarımcılarının onları zihinlerinin üst raflarında tutmaları. 2013 yaz podyumlarına bakınca anlıyoruz ki bu sezonun mayo ve bikini tasarımları da bir istisna değil. Uzatmayalım, sımsıcak bir kumsala doğru yelken açmak vakti geldi, güvertede Grace Kelly, Brigitte Bardot, Marilyn Monroe ve niceleri sizi bekliyor... Ahoy!

hazırlayanlar bala gürcan & aslı özyenginer illüstrasyonlar anıl tankut dilaver

İzninizle ‘And God created woman’ diyerek başlayalım. Brigitte Bardot’nun, kadın bağımsızlığının ve cinsel özgürlüğün sembolü olan devrim niteliğinde bir kadın olarak akıllarımıza kazınmasını bir kenara bırakalım. Çünkü Bardot sadece bahsi geçenleri yapmakla kalmadı, yaz mevsimine bikini kavramını da armağan etti. Manina, La Fille Sans Voiles filminin unutulmaz tekne sahnesi canlansın gözünüzün önünde, ve bu sahneye bikininin evrim sürecine son halkayı takan isimi getirelim: Lisa Marie Fernandez. Estetiğini mayo ve bikinilerin kumaşında neoprene kullanarak destekliyor tasarımcı. Kendi imzası niteliğinde olan fermuar detaylarını 2013 yaz koleksiyonuna da dahil etmekle kalmıyor, metalik renkleri de plajlara taşıma vaktinin geldiğinin sinyallerini veriyor. Koleksiyondaki bronz renkli fermuar detaylı straplez bikini, Brigitte’in devriminin emin ellerde evrildiğini bir kez daha kanıtlıyor.

ndez ie Ferna r a M a Lis

LISA MARIE FERNANDEZ - BRIGITTE BARDOT

MATTHEW ZINK - BETTIE PAGE Malumunuz, modanın tarihin tozlu sayfalarında arz etmesinden çok zaman önce başlıyor leopar desenin hikayesi. Hem de bugün kadınlarla özdeşken, en heybetli, en cesur erkeklerin omuzlarında yükselerek. Tarih dersini bir kenara bırakalım ve 2013 Yaz sezonunun da gözdesi olan desenden bahsetme sebebimize gelelim: Matthew Zink. 2013 Yaz sezonu için hazırladığı koleksiyonunda tropik çiçekler ve parlak renk chevron baskılı tasarımlarının yanında animal print seçimini leopar deseninden yana kullanmış tasarımcı. Söz konusu bu kadar çok kullanıma maruz kalmış bir desen olunca klişe referanslar içerisinde kaybolmak olasıdır. Bizim klişemiz de Bettie Page’in iki leopar arasında, leopar desenli mayosu ile verdiği poz olsun. Bettie’ye ilham kaynağı olduğu old school “Betty Boop” çizgi filminden aşina olmak bir yana Bunny Yeager’in çektiği efsanevi fotoğraf ile leoparın sözlük anlamını değiştirmiş kadın sıfatına da selam etmeyi bir borç biliyoruz. Ve ikonik karenin vahşi ruhunu Matthew Zink ‘in 2013 Yaz koleksiyonu ile günümüzde ağırlıyoruz.

XOXO The Mag

Matt hew Z ink


JETS BY JESSIKA ALLEN - JANE BIRKIN Fransız Rivierası’nda, Saint Tropez yakınlarındaki bir villaya ait havuzun kenarında alevlenen bir aşk üçgeni, karakterler ise Jane Birkin, Alain Delon ve Romy Schneider. Jacques Deray’in 1969’da çektiği La Piscine, şüphesiz Fransız şıklığını kusursuzca ekrana taşıyışı ile ikonik bir film. Jane Birkin’in giydiği tığ örgüsü beyaz mayo ise kendisine has seksi, masum ve bohem tarzın filmin kostüm tasarımcısı André Courrèges tarafından yaza uyarlanması adeta. Ferragamo’nun bu filmden ilham alarak yarattığı 2011 bahar koleksiyonundan sonra, bu sene de ünlü mayo tasarımcısı Jessika Allen Jets White Label koleksiyonu için Jane Birkin’in bu görüntüsünden esinlenmiş. Allen’ın pamuktan yapılmış olan örgü mayosu, Jane Birkin’in sade ve abartıdan uzak tarzını tercih eden ve onu plajlara taşımak isteyenler için ideal.

llen Jessika A Jets By

Siyah renginin kaldıramayacağı bir durum yoktur. Cansız bir renk olduğu iddialarına sırt çeviriyoruz ve yüzümüzü Charlie’nin eski meleği rolünde izlediğimiz Demi Moore’a dönüyoruz. Demi, elinde bir sörf tahtasıyla denizden son derece havalı bir şekilde çıkarken giydiği siyah bikini de bu iddiamızı güçlendiriyor. Sportif ve aktif olmak sadelik ve optimum rahatlık getirir, tabii bunlar mütevazı olmakla eş anlamlı değil. Bottega Veneta, kendisinin de sık sık kullandığı siyah bikini modeline bu sezon da mayo tasarımları arasında yer vermeyi ihmal etmemiş. Tasarımcı, şıklık detaylarda saklıdır dercesine bikini üstü için ağ gözü detayı kullanarak klasik modele modern bir adaptasyon yapmayı tercih etmiş. Bir taşla iki kuş vurduran bu bikini, hem rahat hem de fazlasıyla göz alıcı.

Bottega Veneta

BOTTEGA VENETA - DEMI MOORE

s Rocha

ROCHAS - GRACE KELLY Hollywood yıldızı söyleminin temsilcilerinden ve Hithcock’un favori sarışınlarından Grace Kelly, herkesin onu tanımlamakta kullandığı asil sıfatını boşa çıkarmaksızın Monako Prensesi oluşu ve hazin ölümüyle kalbimizde yeri apayrı olanlardandır. Zamansız bir stil ikonu olan Grace Kelly’miz klas stilini plajda da elden bırakmadığı gibi, yine eskilerin favorisi yüksek bel ve burgulu bikini üstüyle bizi kendine hayran bırakmayı başarıyor. Rochas ise 2013 Yaz koleksiyonunda uçuk renkli ve çiçek desenli, askılı ve yüksek bel modeliyle eskiye dönüş fikrinin günümüz modasında vücut buluşunu sergiliyor. Bu kreasyonla nostalji sevdamızın karşılık bulacağını sevinerek bildiriyoruz.

77


FILE

Brezilyalı moda tasarımcısı Liana Thomáz’ın 2013 Yaz koleksiyonu için hazırladığı tropik meyve baskılı, sarı yüksek bel bikinisini gördüğümüzde aklımıza ilk gelen ismin 1944 “Pin-Up Girl”ün ikonu Betty Grable olmasına şaşırmadık. Siz de soğukkanlılığınızı koruyunuz. 40’lı yıllarda Amerikan askerlerinin rüyalarını süsleyen bir numaralı Pin-Up kızının ikonik sarı bikinisi hala ünlü tasarımcıların bilinçaltında hayli yer tutuyor. Biz de bilinçaltının yansımalarından nasibimizi alıyoruz. Thomáz’ın 2013 Yaz koleksiyonunda retro kesimlerin, tropik bitki ve meyve desenli baskıların hakimiyetine boyun eğiyoruz. Thomáz tasarladığı muz desenli sarı bikinisi ile bizi güneye, sıcak iklimlere doğru bir yolculuğa çıkarıyor ve orada Betty Grable’a rastlıyoruz, şemsiyeli kokteylimizle onu selamlıyoruz...

y Coco B e az m D o h a Agu iana T L

ÁGUA DE COCO BY LIANA THOMÁZ - BETTY GRABLE

Zimmermann

ZIMMERMANN - LOLITA Masumiyetin getirdiği çekicilik Lolita, kendi başına bir güzellik ölçütü kabul edileli kaç yıl oldu saymadık. Nabokov’un sansasyonel hikayesinin sansasyonel karakteri Lolita, Kubrick yönetmenliğindeki film uyarlamasında da yine toyluk ve kadınsı cazibe arasındaki çizgide seyreder. Bu hal ve tavır estetik anlayışımıza da yansır, Lolita sempatik desenler ve flörtöz modellerin oluşturduğu bir tarzı betimlediğimiz bir kelime olup çıkar. Lolita’nın çimenlerde uzanıp kitap okurken giydiği çiçekli bikini de bu tanımın görsel yansıması olarak vuku bulurken, hayran kalınan sahneler sekmesinde zihnimizin bir köşesine kazınır. İşte Zimmermann’ın tropik desenli büstiyer bikinisinin bu sezonki favorilerimizden olması da bu yüzdendir. Lolita etkisinin kumsallardan eksik olmadığı bir yaz için...

WILDFOX - MARILYN MONROE

Wildfox

Marilyn; kendi baştan çıkarıcı sarışın imajının ötesinde Andy Warhol’un portreleri vasıtasıyla ikonik kimliğini mütemadiyen yineleyen kadın. Pop ve Hollywood kültürünün baş tacı Monroe’yu şatafatlı gece elbiseleri ile hatırlamakta serbestsiniz. Ama hafızalarınızda bir bahar temizliği yapalım ve kışlıkların yerine yazlıkları çıkarıp Marilyn’in beyaz bikinili hallerini şatafatlı halleriyle değiştirelim. Marilyn’in denizci stilini hatırlatan düğmeli yüksek bel bikinisi ile boylu boyunca uzandığı fotoğrafından bahsediyoruz. Wildfox’un bu sezon için tasarladığı bikini de bu look’u sevenlerin hafızalarından gardıroplarına terfi etmeye aday. Retro tarzıyla tanıyıp benimsediğimiz marka, beyaz ve düğme detaylı bikinisi ile bize Marilyn’in dünyasının kapılarını açıyor.

XOXO The Mag


Elvis Presley’nin Hawaii’de bir kumsalda kamp ateşinin yanında ukelele’siyle bir kıza serenat yapması, zamanın genç kızları için ayılıp bayılmalara sebep bir adrenalin seviyesiydi. 50,000,000 Elvis Fans Can't Be Wrong isimli albümüyle de bu kanımızı kanıtlayan Elvis, Blue Hawaii filminde tam da böyle bir sahneyi canlandırırken, sevdiceği rolündeki Joan Blackman’ın üzerinde çarpıcı sarı bir mayo vardı. Size o sahneyi vadedemesek de, zihnimize kazınan bu görüntüyü DKNY’ın yaz sezonu için çıkardığı sarı renkli mayo tasarımı ile canlı tutma fırsatımız var. Sarının enerjisi ve her zaman göz alıcı olduğu gerçeği de bu mayoyu tercih edilenler listesinin başına koyuyor. DKNY’ın urban ve cool stilinin etkisinde mayo son derece sportif bir görünüm kazanmış, beline eklenen kemer çanta aksesuarı da onu şehir hayatına adapte etmiş. Yine de Blue Hawaii sayesinde tropik adaların güzelliğinden çok uzakta hissetmeyeceğiz gibi görünüyor.

DK N Y

DKNY - JOAN BLACKMAN

MOSCHINO - SALLY FIELD Moschino Cheap and Chic 2013 Yaz koleksiyonunun Kreatif Direktörü Rossella Jardini, bu sezon için 1960’lı ve 1970’li yılların çılgın enerjisini tasarımlarında harmanlayıp bizlere sunuyor. Son birkaç sezondur göz alıcı parlaklıklarıyla trend koltuğunu kimselere kaptırmayan neon renklere, baskılı kumaşlara bolca yer veren Moschino’nun 2013 Yaz koleksiyonu alabildiğine özgür renkleri zarafetle bütünleştiriyor. Bir süreliğine 1965’teki televizyon dizisi Gidget’ın başrolündeki Sally Field canlanıyor gözlerimizin önünde. Hatırlamakta güçlük çekenler için: İlhamını sörfçü Kathy Kohner’den alan Gidget film ve dizi furyası 1960 ve 1970 Amerikası’nı kasıp kavurmuştu. Moschino’nun koleksiyonundaki retro tasarımlar bizi Gidget’a bir kez daha hayran bırakarak plaj çantamızda kendine haklı bir yer bulma şansını yakalıyor.

79

Moschino

Senaryosu ve yönetmenliği Bertrand Blier’ye ait olan 2010 yapımı Fransız filmi Le Bruit des Glaçons’u izledikten sonra aklımızda kalan sahnelerden biri hiç şüphesiz Christa Theret’nin kışın ortasında sıcak havuzdan siyah Eres mayosuyla çıkıp üzerine geçirdiği kürkle havuz başında salındığı birkaç dakikadır. Jean du Jardin’e özürlerimizi iletiyoruz. Theret bahsi geçen halleriyle baş döndürmekle kalmadı, aynı zamanda siyah mayonun ne kadar seksi olabileceğini bir kez daha hafızlarımızda canlandırdı. New York’lu tasarımcı Mara Hoffman’ın 2013 Yaz koleksiyonunda da derin dekolteli siyah bir mayoya rastladığımızda kafamızda haliyle Christa Theret şimşekleri çakıverdi. Karar verildi: Mara Hoffman’ın tasarımı bu yaz, diğer bütün siyah mayolar arasından kendini sıyırıyor.

an of fm H ara M

MARA HOFFMAN - CHRISTA THERET


INTERVIEW/DESIGN

SOM INTERIOR

Yaratmanın Ruhu Uzun yıllar farklı tasarım projelerinde yer alarak edindikleri deneyimle kendi girişimlerini başlatmaya karar veren üç kişilik genç bir ekip var Som Interior imzasının arkasında. Hedefleri, kendileri gibi tasarıma değer veren insanlara ulaşabilmek ve uluslararası platformda adlarını duyurabilmek; ilkeleri ise iyi işçilikle doğal ve şehirli üretimler yapmak. Her şeyden önce tasarımın ruhuna inanan bu üçlüyle Çukurcuma’daki ofislerinde bir araya gelip tasarımın Som Interior halini konuştuk. röportaj serap gecü görseller nurettin sarı

XOXO The Mag


Ulaşılabilir fiyat demişken; malum, lüksün demokratikleşme çabası moda alanında sıklıkla rastladığımız bir olgu. Söz konusu mobilya tasarımı olunca da yüksek kaliteyi uygun fiyatlara sunabilmek mümkün olabiliyor mu? Tabii ki yüksek kaliteli ve iyi malzemeli ürünü ulaşılabilir fiyat noktasında sunmak çok kolay değil. Biz tüm altyapı çalışmamızı buna göre yaptığımız için, az önce de söylediğim gibi, olabildiğince tasarımdan anlayan, tasarıma değer veren insanlara ulaşılabilir noktada kalmaya özen gösteriyoruz.

Som Interior’dan önce farkı projelerde yer aldınız. Kendi ofisinizi açmaya nasıl karar verdiniz? Uzun zamandır bu işin içindeydik aslında ve kendi tasarımlarımızı sürekli biriktiriyorduk. Artık bunları koyacak yerimiz kalmayınca da tamamen kendimize ait bir alan açmanın zamanının geldiğini anladık... Böylece 2012 yılının Haziran ayında Çukurcuma’da dükkan-ofisimizi açtık. Çukurcuma’yı çekici kılan ne oldu sizin için? Çukurcuma tasarımcılar, mimarlar ve farklı ürünler arayanlar için her zaman bir çekim merkezi. Nerede olmalıyız diye düşünürken değerlendirdiğimiz birkaç nokta ile beraber burası aslında hep olmak istediğimiz yerdi. Biz Çukurcuma’nın ruhunu çok seviyoruz ve buradan çok besleniyoruz.

İş birliklerine nasıl bakıyorsunuz? Sizce ünlü tasarımcıların ticari markalarla yaptıkları iş birlikleri iki tarafa avantaj mı sağlıyor yoksa birbirlerine uyum sağlamak, bütçe ve satılabilirlik bakımından iki tarafa da uzun vadede sekte mi vuruyor? Biz bu projelere oldukça sıcak bakıyoruz. Yakın gelecekte böyle iş birliklerine girmek hedefimiz. Bu, hem markanın o tasarımcının ürününün kendi çatısı altında nasıl görüneceğini deneyimlemesi, hem de tasarımcının kendi tasarım anlayışını değiştirmeden başka bir ruha uyum sağlayıp sağlayamayacağını görmesi açısından iyi bir fırsat.

Ofisinizi tasarlarken nelere dikkat ettiniz? Önceliğimiz ürünlerin ruhuna uygun bir mekan yaratmaktı tabii ki, ve ürünlerin ön planda olmasını sağlamaktı. Tüm ürünlerimiz tek bir mekanda dursa burası nasıl bir yer olurdu diyerek beyaza boyalı tuğla ve ham betondan oluşan bir kombinasyon tasarladık... Geçmiş deneyimleriniz mutlaka yol gösterici olmuştur ama yeni bir girişim olarak zorlandığınız noktalar oldu mu? Genel olarak pek zorlanmadık diyebilirim, ama özellikle işin perakende kısmı bizim için yeni bir tecrübe oldu.

Konsept geliştirme ve tasarım süreçlerinde en çok nelerden ilham alıyorsunuz? Materyal seçimi mi önce geliyor, tasarım fikri mi? Yaratım sürecinde bize ilham veren şeylerin başında her şeyden önce mekanın kendisi geliyor. Bu bir projeyse, mekana bakıp bizde canlandırdığı imgelere ve yarattığı duygulara göre burada ne olmalı diye düşünerek işe başlıyoruz. Mobilyalarda ise o dönem içinde bulunduğumuz ruh hali gibi bizi etkileyen malzeme ve formlardan ilham alarak yola çıkıyoruz. Dolayısıyla tasarım sürecimiz yaşadığımız hayattan bağımsız bir süreç değil aslında. Her an aklımızda mekan ve ürün fikirleri geziyor ve bunlar tam olarak olgunlaştığında, önce çizerek ve bazen de maketini üreterek hayata geçiriyoruz. Materyal mi tasarım mı önce derseniz, aslında ikisi de el ele geliyor. Çoğu zaman bir

Aranızda bir rol dağılımı var mı? Hem hepimiz her şeyi yapıyoruz hem de herkesin kendi tecrübesine göre bir görev dağılımı var. Tasarımların hepsi Som Interior’ın ortak tasarımı. Tasarım felsefenizi nasıl tanımlarsınız? Som Interior’ın tasarım felsefesi; iyi işçilikle üretilmiş, tasarım değeri taşıyan, doğal ve şehirli mobilyaları ulaşılabilir fiyat noktasında, tasarımı bilen ve anlayan müşterisine sunmak. 81


tasarım materyalle can bulurken, materyaller kendiliğinden bir tasarımın oluşmasını da sağlayabiliyor. Tasarlama sürecinde aslında ürün kendi materyali ile birlikte beliriyor aklımızda ve bu şekilde tamamlanıyor. Peki kişisel olarak tasarım açısından sizi en çok etkileyen dönemler hangileri? Özgün tasarımın her alanda rahatça yaratılıp sergilendiği 1950’ler ve 1960’lar. Bugün hepimizin evlerine girmiş, aklımıza gelen tüm formların birçoğunun kökleri bu dönemlere dayanıyor. Koleksiyonunuzdaki ürünler arasında bir favoriniz var mı? Tüm ürünlerimiz tabii ki favori, çünkü tasarımlarımızdan kendi aramızda en favori bulduklarımızı hayata geçiriyoruz. Fakat yine de Berlin koltuğun bizim için özel bir yeri var. Ürün adlarında New York, Berlin, Barcelona gibi şehirlerden esinlenmenizden hareketle sormak istiyorum. Sık seyahat eder misiniz? Yaklaşan seyahat planlarınız var mı? Seyahat zaten bir yaşam tarzı. Bizim yaşamımız ve tabii ki ürünlerimiz de bu seyahatlerden oldukça etkileniyor. Yakın zamanda seyahat planımız yine benzer doğrultuda Berlin ve New York’a. Bu şehirleri yıl içerisinde 1-2 kez ziyaret ediyoruz. Tasarım organizasyonlarını da takip ediyor musunuz? Evet, tasarım fuarlarını takip ediyoruz. Cosmit fuarlarını, tabii ki özellikle Milano’yu yakından takip ediyoruz. Ayrıca takip ettiğiniz dergiler ve bloglar var mı? Tüm dünyadaki güncel tasarım yayınlarını takip ediyoruz. Frame, Bob ve Interni favori dergi listemizin baş sıralarında yer alıyor. Bloglar arasından ise İskandinav merkezli olanları çok başarılı buluyoruz. Evinizin olmazsa olmaz tasarım nesnesi nedir? Tolomeo lamba ve tabii ki Eames Lounge Chair.

Endüstriyel tasarımın ve bu alanda üretim yapan tasarımcıların Türkiye’deki genel durumuyla ilgili ne söyleyebilirsiniz? Türkiye’de de tasarım bilincinin belli bir noktaya geldiğini düşünüyoruz ve bu bizi heyecanlandırıyor. Bu alanda gerçekten iyi işler çıkaranlar var ve bu alanda çalışan herkes bizim için çok değerli; çünkü sektörün bir noktaya gelmesini ancak birlikte sağlayabiliriz. Bu noktada Som Interior’ın gelecek planlarını da sormak istiyorum. Gelecek için hedefimiz; Som Interior’ın, uluslararası başarı elde etmiş, farklı tasarımcıların özel koleksiyonlar hazırladığı bir tasarım ve üretim atölyesi olarak kendini kanıtlaması. Peki İstanbul’un gelecekte nasıl görüneceğine dair öngörüleriniz size neler söylüyor? İstanbul’u İstanbul yapan her şey çok değerli. Türk, Rum ve Ermeni mimarisinin bir arada bulunması kendi içinde özel bir ruha sahip semtlerin ve tüm şehrin oluşmasında çok etkili. Hem yeniyi hem de eskiyi içinde barındıran nadir kentlerden birinde yaşıyoruz. Değişim ya da dönüşüm eskiyi gölgelemediği takdirde tabii ki iyidir; fakat bu şehre olan sorumluluklarımızı unutmamalıyız... Bu anlamda daha fazla rant elde edebilmek için silüetin ve mahallelerin ruhunun bozulmasına sebep olan işler yapılmasından kaygılıyız; diğer taraftan, insanların bu anlamda bilinçlerinin arttığını ve bu tür işlere karşı konulduğunu görmek bizi umutlandırıyor. Bitirmeden; Gezi Parkı ile ilgili gündemi nasıl yorumluyorsunuz? Gezi Parkı, park olarak kalmalıdır. Dünyada önemli gördüğümüz tüm büyükşehirlere değer katan şeyin her zaman yeşilin ve tüm halkın faydalanabildiği rekreasyon alanlarının niceliği ve niteliği olduğunu biliyoruz. Hal böyleyken artık kimsenin daha fazlasına ihtiyaç duymadığı AVM gibi mekanların yapılmasında herhangi bir kamu yararı göremiyoruz. Bu sebeple Som Interior olarak ilk günden beri Gezi Parkı’ndayız.

XOXO The Mag


83


FILE

‘Her name was Lola, she was a showgirl’ diye başlar, yağa ve neme doymuş bronz bir ten, parlak ve sağlıklı saçlar, havada uçuşan hindistan cevizi, papaya, monoi tiare çiçeği ve kakao esanslarıyla devam eder hikayemiz. Uzak adalar, günahkar kaçamaklar filan derken bir de bakmışız, yaz bitmeye yüz tutmuş. Siz en iyisi kendinizi bir an önce denize ve güneşe teslim edin, şu ürünlerden birkaçını da palmiye desenli çantanıza atmayı unutmayın.

AERIN BEACH CREAM Estée Lauder’nin prensesi Aerin Lauder, kendi markasını piyasaya sürdüğünde çoğumuz, Hamptons’da bir yaz gününü anımsatacak, şık ve feminen bir koleksiyonla karşılaşacağımızı biliyorduk. Beach Cream, vücut kremi olarak kullanıldığında, bronz rengi, yumuşak dokusu ve tene yayılan esansı ile Photoshop etkisi yaratıyor. Islak saça sürüldüğünde ise güneşte ısınarak nemlendirici bir saç bakımına dönüşüyor. Amerikan kızının fast & fresh dünyasına hoş geldiniz.

LUCAS PAPAW OINMENT Into the Gloss’un kurucusu Emily Weiss’tan tutun da yaşı ve cildi arasındaki orantıyı bir türlü kuramadığımız, karizmatik aktris Cate Blanchett’a kadar bizler için önem teşkil eden herkes, özellikle de uçak seferlerinde ve yaz tatillerinde yanından bu minik kırmızı tüpü ayırmıyor. Antibakteriyel özellikleri de bulunan bu yoğun balsam, yanık, yara ve sivilcelerde mucizeler yaratıyor. Çatlamış ve kurumuş deriyi nemlendiriyor. Yani ona ihtiyacınız var!

CRABTREE AND EVELYN AVOCADO, OLIVE & BASIL HAND THERAPY Başka bir ödüllü ürün, tropik coğrafyaya oldukça uzak olan İngiltere’den geliyor. Macadamia, shea ve avokado yağları, zeytin ve fesleğen özleri ile zenginleştirilen bu yoğun krem, çok kuru ciltlere şiddetle tavsiye edilir. Nem deposu seramidler ve yaşlanma karşıtı E vitamini de bonus.

BATISTE TROPICAL DRY SHAMPOO Sıradan ve klasik bir kuru şampuan kullanmak yerine Batiste’in tropik formülünü deneyin. Hindistan cevizi ve tropik meyveli parfümü ile saçı iki yıkama arasında tazeleyen, yağlanmayı ustaca gizleyen ve bu sırada saça bakım yapmayı da ihmal etmeyen Batiste kuru şampuan, bir çift espadril gibi: Onsuz yaz, yaz değil.

TIKI MONOI TIARE SHAMPOO Fransız Polinezyası'ndaki kadınların uzun, parlak saçlarını düşünürken, yerel marka TIKI'nin Monoi Tiare şampuanı ile karşılaşıyoruz. Bu nazik şampuan hem saç hem de saç derisi için mucize niteliğinde. Saç köklerini ferahlattığı ve rahatlattığı için saç uzamasına da yardımcı olduğu söyleniyor. %5 Monoi Tiare yağı içeren şampuandan sonra saç kremi kullanmak da gerekmiyor. Her saç tipinin her gün kullanabildiği bu ürün, boynunuza egzotik çiçekler asıp dans etmek isteyeceğiniz kadar tropik!

PHILOSOPHY SENORITA MARGARITA Şampuan, duş jeli ve banyo köpüğü bir arada. Taze misket limonunun başrolde oynadığı margarita, bu kez tuzsuz versiyonuyla vücudunuzda gezinecek. Duşta Happy Hour diye buna denir! Baştan aşağı nemlenerek temizlenmek ve bu klasik kokteyl gibi kokmak hoşunuza gidiyorsa, paraben ve diğer kimyasallara 'adios' diyen bu neşeli, 3'ü 1 arada ürünü hemen şu an sipariş edin. Özellikle mavi yolculuk hazırlığı yapacaklara tavsiyemiz.

XOXO The Mag


JIL SANDER SUN Güneşten esinlenen Pierre Bourdon’un Jil Sander için 1989’da yarattığı Sun, ılık, tatlı, sıcak, baharatlı bir floral. Tatlı portakal çiçeği ile esrarengiz oyunlar oynayan Bourdon, zambak, ylang-ylang, karanfil ve güneş çiçeğini de listeye ekliyor. Vanilya, beyaz tonka çekirdeği, sedir ve benzoin sayesinde neredeyse maskülen bir karakter kazanan parfüm, bugün, birçok erkeğin de tercihi olan gerçek bir klasik.

HAWAIIAN TROPIC DARK TANNING OIL Çikolata renkli şarkıcılarımıza saygı duruşunda bulunan bu kült ürün, egzotik ada botaniklerinin yanı sıra cildi yatıştıran kakao ve aloe vera’ya da sahip. Bir yandan cildi besleyip yumuşatırken bir yandan da dore tınılı bir bronzluk elde etmenizi sağlayan Hawaiian Tropic Dark Tanning Oil, ilk randevularda değil, güneşle samimiyeti ilerlettikten sonra kullanmanız gereken bir yağ.

BUMBLE AND BUMBLE SURF SPRAY Son yıllarda deniz tuzunun faydalarını keşfettik ve ‘iki banyo’ arası duş yapmayı bir kenara bıraktık. Güzellik sektöründe özellikle saç şekillendiricilerde kullanılan deniz tuzu, esmer su yosunu ile birleşerek saçı yıpratan değil, besleyen bir ham maddeye dönüşüyor. Bumble and Bumble Surf Spray, o tam kıvamında kirlenmiş, yıpranmış, kolay şekle giren saça, şehir güneşinde de sahip olmanızı sağlıyor. Siz deyin Anja Rubik, biz diyelim Blake Lively…

LIGNE ST BARTH PAPAYA PEELING SHOWER CREAM Dairesel hareketlerle vücudunuza uygulayacağınız bu krem peeling, gözlerinizi kapadığınız anda sizi St Barth’a götürebilir. İçeriğindeki jojoba incileri ve papaya enzimleri ölü deriden bir çırpıda kurtulmanızı sağlayarak cildin nefes almasını sağlıyor. Eğer çok kuru bir cilde sahipseniz bu ürünü ıslanmadan kullanmayı deneyin. Üzerine hangi duş jelini sürmeye cesaret edebileceksiniz, bilemiyoruz… O kadar güzel kokuyor!

COMPTOIR SUD PACIFIQUE AMOUR DE CACAO Oryantal vanilyanın en şahane yorumlarından biriyle karşı karşıyayız. 1993’te piyasaya sürülen bu parfüm bugün hala müdavimleri tarafından bulunabiliyor. Açılışını portakalla yapan Amour De Cacao, kalbinde kakao ve tropik yıldız meyvesini taşıyor. En dipte yatan vanilya ise bu seksi parfümü ısıtıyor.

MICHAEL KORS ISLAND VERY BALI Michael Kors'un ada rüzgarlarıyla bezeli, aquatic parfümü Island, piyasaya ilk çıktığında Jet Set Michael Kors kadınını mutlu etmişti. Yaz kokan bu parfüm, sınırlı sayıda üretilen farklı adalarla kendini yeniledi. Very Bali, egzotik notalarla kombinlenen klasik çiçekleri barındırıyor: Gül, misk, yasemin, odunsu notalar ve okyanus notaları, beyaz floral olarak tanımlanan bu yaz kokusunun iskeletini oluşturuyor. Okyanus demişken, Very Bali'yi kokladığınızda burnunuza deniz tuzu esintileri gelirse şaşırmayın.

NARS MONOI BODY GLOW II Lüks bir yat ismini andıran Monoi Body Glow ll, lüks bir yatta ya da salaş bir plajda ihtiyaç duyduğumuz başlıca şişe! İçine yerleştirilmiş Tahiti gardenyasıyla orijinal bir dokunuş gerçekleştiren bu kült ürün, egzotik gardenyanın, hindistan cevizi yağında 10 gün boyunca bekletilmesi ile elde ediliyor. Böylece vücuda sürüldüğünde parfümlü durmayan, doğal ve ferah bir Tropicana esansı ortaya çıkıyor. Cildi nemlendiren, sakinleştiren ve bronzlaşmış cildin soyulmasını engelleyen bu yağ, yüzyıllardır Fransız Polinezyası'nda kadınların güzellik iksiri olarak cilde ve saça uygulanıyor.

HEI POA PUR MONOI TAHITI 1000 FLEURS Yüzde yüz doğal, mis kokulu, mucizevi Tahiti gardenyası, Monoi Tiare adı altında hemen hemen her yaz ürününde karşımıza çıksa da biz, aslından vazgeçemiyoruz. İnternet ya da tropik bölgelere seyahati alışkanlık haline getirmiş arkadaş yardımıyla elde edebileceğiniz bu bakım yağını cildiniz ve saçlarınız için kullanabilirsiniz. Hei Poa’nın 1000 Fleurs yorumu, Monoi Tiare dışında başka egzotik çiçekleri de karışıma ekliyor ve ortaya cennette bir gün çıkıyor.

85


FILE

TOCCA BALI CANDLE Mumun, en az bakım ve makyaj malzemesi kadar önemli bir güzellik aracı olduğu konusunda bizimle hemfikir misiniz bilemiyoruz ama Tocca'nın Bali isimli mumunu banyonuzda bir kere yaktıktan sonra bir daha ondan vazgeçemeyeceğinizi biliyoruz. Champaca çiçeklerinin günahkar esansını taşıyan Bali Candle, ılık ve tropik bir gece gibi kokuyor. Champaca çiçeğinin gittiği her yere denge ve uyum getirdiğine inanan Bali halkı, neden bu kadar sakin sanıyorsunuz…

TOM FORD ILLUMINATING CHEEK BLUSH Seksi makyaj denince akla ilk gelen isim işe bakın ki Tom Ford oldu. Seneler önce nefes kesen tasarımlara imza atmakla yetinmedi, kadın ve erkeğin her alanda seksapelini artırmaya soyundu. İşte Tom Ford'un yeni sezon makyaj koleksiyonunda, sınırlı sayıda üretilen bir ürün var ki, tasarımcının makyajda en önemli detay olarak kabul ettiği aydınlık-gölge oyununda önemli bir yere sahip. Illuminating Cheek Blush'ın inci pembesi Guilt, aydınlanması gereken bölgelerin üzerinden geçerken, takım arkadaşı Bronzed Amber da yüz ve dekoltede kemik hattından geçerek makyaja boyut kazandırıyor.

LUSH KING OF SKIN BODY BUTTER Ezilmiş muz ve avokado parçaları, yulaf, süt ve lavanta ile bir araya geliyor ve işte ortaya bu taç şeklindeki katı vücut yağı çıkıyor. Lush'ın büyük maharetle karıştırdığı doğal malzemelerin gücünden olsa gerek, tek bir cilalama ile tüm gün süren etki sağlanabiliyor. Banyoda ıslak cilde uyguladıktan sonra güzel bir masajın ardından durulayınız. Çıkışta krallara layık bir cilt sizi bekliyor olacak.

SISLEY CREAMY MASK WITH TROPICAL RESINS Avokado, ananas ve papaya gibi tropik özlerin özellikle yağlı ve karma ciltler için müthiş bir temizleyici ve nemlendirici olduğunu zaten biliyoruz. Bilmediğimiz ve Sisley ile öğrendiğimiz detay şu: Laden reçinesi, tütsü ve benzoin gibi ham maddelerin temizlerken cildi matlaştırdığı, bütün ve temiz bir görünüm kazandırdığı. Siyah noktaları ortadan kaldıran bu temizleyici maskeyi nasıl uyguladığınız da son derece önem taşıyor. İnce bir tabakayı cildinize özenle yaydıktan sonra, 10-15 dakika bekliyorsunuz. Gerekirse maske uygulamanızı peeling'e dönüştürerek yumuşak bir sünger ya da elleriniz yardımıyla ovalayarak çıkarıyorsunuz. Daha sonra da ılık su ile duruluyorsunuz. Et voilà!

CLINIQUE CHUBBY STICK INTENSE PLUSHEST PUNCH Clinique'in tombul ve parlak stick'leri gelmiş geçmiş en pratik rujlardan biri olabilir mi? Klasik Chubby'lerden sonra zenginleştirilmiş, daha yoğun bir renk pigmenti ile karşımıza çıkan Chubby Stick Intense Moisturizing Lip Colour Balm, içeriğindeki mango ve shea yağlarıyla dudakları renklendirirken nemlendiriyor. Tropik bir punch'ı andıran Plushest Punch rengi, tüm yaz boyunca dudaklarımızda salınabilir.

M.A.C TROPICAL TABOO MINERALIZE SKINFINISH Kapanışı M.A.C'in Tropical Taboo koleksiyonuyla yapmak boynumuzun borcu. Markanın iç içe geçmiş çılgın renklere yer veren koleksiyonunda özellikle Mineralize Skinfinish pudralar dikkat çekiyor. Parlak pembe ile vurgulanan bronz rengi Rio, son dönemlerde pudraların hemen hemen hepsinde rastladığımız inci pigmentine sahip. Böylelikle cilde doğal bir ışık kazandıran bu pudra, pırıltı ya da sim gibi hoşumuza gitmeyen aksesuarları bir çırpıda geride bırakıyor ve etkileyici bir yaz bronzluğunun kutsal kapılarını aralıyor.

ESSIE MEZMERIZED Essie’nin iddiali renklerinden Mezmerized, Yves Klein mavisinin elektriğini tırnaklara taşıyor. Resort koleksiyonundan In The Cab-Ana, markanın klasiklerinden Lapis of Luxury, buzlu Aruba Blue, ismini bir başka tatil istikametinden alan turkuaz Turquoise & Caicos da hedef listenizde yer alabilir.

BENEFIT HOOLA BRONZER Jean ve Jane Ford kardeşlerin ödüllü bronzlaştırıcı pudrası Hoola, gerçek bronzluğa takviye ya da sahte bir bronzluk aracı olarak kullanılabilir. Mat yapısı ve ince dokusu sayesinde elmacık kemiklerine, çene kontürüne, göz kapaklarına ve alın bölgesine kıvamlı bir uygulama yapmak ve böylece sağlık fışkıran, güzel bir tene sahip olmak çok kolay.

XOXO The Mag


87

ve t端m m端zik marketlerde


ART

ART basel

art ON Direktörlerinin Kaleminden

Chiharu Shiota, Templon, Art Basel 2013, Unlimited

yazı sinem yılmaz & özlem ünsal

Konumuz, artık neredeyse herkesin öyle ya da böyle hakkında bilgi sahibi olduğu Art Basel. Konu Basel olunca da, yeniliğe aç gidilen sanat fuarından sanata doyulmuş bir şekilde çıkıldı, üstelik gözler de doyuruldu. 1994’ten beri UBS sponsorluğunda gerçekleşen ve bu yıl 44. kez sanat izleyicisiyle buluşan Art Basel’in 10 Haziran’da gösterişli bir açılışla başlayan bir haftalık hızlı maratonu, 16 Haziran’da yorgun bir kapanışla son buldu. Picasso’nun portreleri, Andy Warhol’un çorba konserveleri, Piet Mondrian’ın renkli geometrik tuvalleri, Joan Miró’nun sürrealist fantezileri, Frank Stella’nın monokrom yağlı boya tabloları, Roy Lichtenstein ve Tom Wesselmann’ın son dönem işleri derken bu sene fuardaki koruma hizmetini Francis Bacon’ın Marlborough Gallery standında yer alan ‘Self-Portrait’ isimli satışa açık olmayan tablosunun kazandığı kanaatindeyiz. İlk kattaki zengin koleksiyona sahip modernist bir müzeyi andıran atmosfer, galeri konumlandırılmasında çepere yerleştirilen ve ‘Features’ adıyla Art Basel’deki ilk gösterimlerini yapan galerilerin stantlarında yer alan eserlerle biraz da olsa kırılıyordu. Yüksel Arslan’ın eserleriyle bu sene ilk kez Art Basel’e katılan ve fuarın 44. yılındaki tek Türk sanat galerisi olan Dirimart’ın standı ise oldukça dikkat çekiciydi. Burası hızlıca geçildi ve 2. katta arzıendam edildi: Doug Aitken,

Elizabeth Peyton, Olafur Eliasson, Yue Minjun, Paul McCarthy ve Mona Hatoum gibi çağdaş sanatın önde gelen isimlerinin fuar için özel olarak ürettikleri işlerle beklenen oldu. Devam... Unlimited bölümünü gezerken “boyut mu, işlev mi?” sorusu tekrar gündeme geldi, çünkü burada sergilenen tüm işler büyük, anıtsal ve çarpıcıydı. Oldukça etkileyici olan bu bölümde Antony Gormley’in ‘DRIFT I’ adlı işi, Claudio Parmiggiani’nin ‘Untitled’ çalışması, Walid Raad’ın mekanı dönüştüren yerleştirmesi akıllarda yer etti. Ai Weiwei’nin ‘Fairytale Ladies Dormitory’, Chiharu Shiota’nın ‘In Silence’ ve özellikle Chen Zhen’in ‘Purification Room’ isimli yerleştirmeleri ise “Sadece bu üçünü görmek için bile Basel’e gidilir” dedirtecek nitelikteydi. Öte yandan, Unlimited önceki senelere göre ‘video box’ kurgusunu bariz bir şekilde sınırlandırdığı için izleyicileri az da olsa hüsrana uğrattığını söyleyebiliriz. Amalia Pica’nın, birbirini tanımayan iki kişinin gün boyu bir flama şeridini salonun ortasına germeleri üzerine kurulu performansı bile ‘video box’ eksikliğinin yerini dolduramadı. Gösterilen az sayıda videonun içinde öne çıkanlar ise, Kader Attia’nın savaş sırasında özellikle yüzlerinden yaralanmış kişilerin yaralanmadan önce ve tedavileri tamamlandıktan sonraki

XOXO The Mag


Wolfgang Laib, Ropac, Art Basel 2013, Unlimited

Antony Gormley, Continua, Art Basel 2013, Unlimited Kutluğ Ataman, Dane, Sperone Westwater Art Basel 2013, Unlimited

Walid Raad, Cooper, Sfeir-Semle, Art Basel 2013, Unlimited

Ayrıca, Alman sanatçı Thomas Schütte’nin ‘artist talk’unu ve ‘Collecting New Media’yı dinleme fırsatına sahip olduğumuz için de kendimizi şanslı hissediyoruz. Schütte’nin konuşmasını dinlemek, onun retrospektif sergisini gezmek kadar etkileyici ve öğreticiydi. New Media Collecting konuşmasını dinlerken, dünyada koleksiyonerliğin ne noktalara ulaştığını ve teknolojinin sanata olan etkilerini görmenin çarpıcı olduğu kanısına vardık.

dönemlerine ait fotoğraflarının karşılaştırıldığı ‘The Repair’, Pierre Huyghe’nun görsel olarak Microcosmos belgeseline yakınlaşan, ancak sanatçının üretim pratiğine göre ses yoğunluğu ve detayları kullanılarak kurguladığı tüyler ürpertici atmosferle Microcosmos’un korku versiyonu olarak betimlenilebilecek videosu, Kutluğ Ataman’ın altı farklı ekrana yansıtılan zikir performansı ‘99 Names’i ve Thomas Demand’in Yeni Zellanda açıklarında fırtınaya yakalanan bir cruise gemisinin görüntülerine YouTube’da rastlamasıyla benzer bir set up kurarak alabora olmak üzere olan bir geminin lobisindeki eşyaların hareketini gösteren ve 15 ayda filme aldığı ‘Pacific Sun’ isimli kaydı oldu.

Fuarın ikinci günü Art Basel’i, sanatı elitist ve snob hale getirdiği iddiasıyla protesto eden genç sanatçılar Tadashi Kawamata’nın ‘Favela Café’ isimli işlevsel yerleştirmesinin önünü işgal ettiler. Yemek stantları kuruldu, bedava yemek dağıtılmaya başlandı, çadırların altlarına geçilip kitaplar okundu, biralar içildi. Fuarın önündeki zemin bir anda Art Basel’i protesto eden sloganlarla rengarenk oldu.

Design Miami’nin yeni mekanından da bahsedecek olursak; fuarın ana salonuna olan yakınlığı ile önceki senelere göre daha çok izleyici çektiğini söyleyebiliriz. İskandinav tasarımcıların klasik üstünlüğünün stant stant hissedildiği kurulum, tasarımla sanat arasındaki zaten ince olan çizgiyi daha da bir inceltmiş gibiydi. Öte yandan, Fondation Beyeler’deki Max Ernst retrospektifi, ne yazık ki, Maurizio Cattelan’ın doldurulmuş beş atı duvara çivilettiği ‘Kaputt’ isimli enstalasyonuyla yarışacak durumda değildi, ve enstalasyonun yanında Andy Warhol’un Marilyn Monroe’ları ve ünlü Empire State videosu bile sönük kalıyordu.

Ve tabii ki Gezi Parkı, Art Basel’de de bizimleydi. Sanata doymak icin soluğu Basel’de alan bünyelerin gündemindeki konu Gezi Parkı protestoları oldu. Son yıllarda İstanbul’un sanat konusunda yatırım yapılabilir, yükselen bir pazar olarak değerlendirilmesi konuşulurken, bu sefer siyasi konjonktürü ve biber gazıyla olan ilişkimizi konuştu ziyaretçiler. 89


cover

GEZİ PARKI WHAT ELSE IS THERE? Bilirsiniz, bazen hayatınızda facia, mutluluk, sürpriz, aşırı durgunluk vb. bir şey olduğunda, dönüp, her şeyi en başa geri sarıp, oynat tuşuna basarsınız. Bağıra bağıra (ya da sessizce) ağladığınızı, sinirlendiğinizi, fazlaca güldüğünüzü, harekete geçmek için çırpındığınızı, kontrolsüzlükten haz almayı istediğinizi, kendinizi ifade etmek için kendinize ve aynı zamanda birlikteliğe ihtiyacınız olduğunu hissettiğinizi, nefes almak için önce iyice boğulmayı istediğinizi falan düşünmezsiniz. Sadece oynat tuşuna basarsınız, bazen de dondur tuşuna. Olan biteni ve çevresinde gelişenleri yeniden izleyip, nerelerde hatalar veya doğrular olduğunu görmeye çalışırsınız, hani o anın içinde farklı duygularla yaklaştığınız ve sonradan baktığınızda daha net gözükenleri... Anlamaya çalışırsınız olup biteni, yabancı olursunuz, içeriden olandan belki de daha kuvvetli olursunuz. Ya da, olasılıklar dünyasında kayboluverirsiniz, küçük ve müphem ayrıntıları gözden geçirirken, detaylarda boğulursunuz. Keşkeleri kenara bırakıp, hayatınız boyunca kullanmaktan imtina ettiğiniz -meli, -malı’ların yardımcı eylemliğinden uzak durup, çözüme odaklanırsınız. Kimseye gönül koymadan, bilenmemiş her türlü fikrinizi ve uzvunuzu sürmanşetten silersiniz. Yüklerinizi hafifletmek için de son hamleyi yapıp, yaşadıklarınıza biraz da kader eklersiniz -size bağlı olandan ve olmayandan. İşte böyle bir şey.

interviews xoxo the mag editors XOXO The Mag


Gürbüz Doğan Ekşioğlu

91


cover

prelude

Gezi Parkı Dersleri Asu Aksoy

Gezi Parkı’nı ortadan kaldırarak yerine Topçu Kışlası binasını yapmak isteyen ısrarı, olgunlaşması zaman almış olan bir kültürel elitizm arayışı olarak okuyabiliriz. Kültürel elitizm kendisini avamdan ayırt etmek isteyen tepeden inmeci bir tavırdır. Bir ilham kaynağı, estetik üstünlük olarak kendisini konumlandırması bakımından avamın pasif kılındığı asimetrik bir politika önerir. Neden olgunlaşması zaman almış diyorum, zira, hükümet, iktidarının önemli bir süresini Türkiye’nin taşra girişimcisinin küresel pazarlara doğrudan entegrasyonunun önünü açmak ve çeperlerin sosyo-ekonomik olarak yukarıya doğru hareketliliğini sağlamak gibi, Cihan Tugal’ın “İslami muhalefetin düzenle bütünleşmesi” diye nitelediği, ekonomik büyüme odaklı programını hayata geçirmeye çalışarak geçirdi. Kültürel cephede ise yakın zamana kadar Sütlüce Mezbahası, Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu, AKM gibi, binaların yıkımı-yeniden yapımı söyleminden öteye pek geçilmedi. Ekonomik programa hakim neoliberal bakış kültür söz konusu olduğunda, örneğin AKM’nin yıkılarak yerine küreselleşen İstanbul’un yeni imajına layık daha şık, daha büyük ve gösterişli bir bina inşa etmek gibi, meselenin görüntüsü ile ilgilendi. Kendisine ‘muhafazakar demokrat’ diyen bu politika yakın zamana kadar kültür anlayışı ile ilgili kalın hatlar ile çizilmiş bir iddia -yeni bir yaratımortaya koymadı, koyamadı. Kapitalist sisteme entegre olarak refahı artırmak uğruna TOKİ tarafından inşa edilen yaşam mekanlarının ortaya çıkardığı ultra modern durumu hazmetti; yaygınlaşan tüketim toplumu alışkanlıklarının gündelik hayatın tüm kılcal damarlarına kadar teneffüsüne izin verdi. Temsil edilen muhafazakar değerlerle modern yaşam arzusu, alternatif kültürel ifade ve ürünlere ihtiyaç duyulmaksızın, yan yana durabildi. Fakat Türkiye’nin uluslararası alandaki artan varlığı, kendisini küresel alışverişin bir parçası olarak daha fazla konumlandırması, kültürel kimlikle ilgili nasıl bir vitrinin sunulacağı sorusunu da kuşkusuz beraberinde getirdi. Yunus Emre Kültür Merkezlerinin kuruluşunu bu bağlamda değerlendirmek gerekir. İskender Pala’nın köşe yazılarında sorduğu, ‘Türkiye’nin kültürel ve sanatsal yüzünün ne derecede İslam ve Türk medeniyetini temsil ettiği’ sorusu bu dönemde telaffuz edildi. Ardından muhafazakar sanat tartışması koptu: Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Profesör Mustafa İsen “nasıl muhafazakar demokrasi diye bir şeyden bahsediyorsak” diyordu, “muhafazakar estetik, muhafazakar sanat diye bir şeyin normlarını ve yapısını da oluşturmakla

yükümlüyüz.” Yazar İskender Pala da İsen’in çağrısını referans alarak muhafazakar sanatın ne olduğunu tanımlayan bir manifesto yayınladı. Tartışma sadece manifestolar ve metinlerle sınırlı kalmadı; İstanbul Şehir Tiyatrosu, oynadığı bir oyunun müstehcen olduğu yönündeki kampanya akabinde, özerkliğini kaybetti, ve daha da radikal bir kararla, sanat konseyi kurulması motivasyonuyla Devlet Tiyatroları kapanma sürecine sokuldu. Türkiye’nin özellikle kuruldukları yıllarda yüzü Batı’ya dönük modernleşmesinin kültürel dilini yaratan bu kurumların marjinalleştirilmeleri, devletin belediyesi ile birlikte kültür ve sanatın Batıcı haline aldıkları mesafeye işaret ediyor. İskender Pala’nın dediği gibi muhafazakar sanat “Batı’yı reddetmez, metodoloji ve üretimlerini kabul eder ama ruhuna mesafeli yaklaşır.” Taksim’in kimliğinin önemli bir parçası olan Gezi Parkı’nın yerine yıkılıp gitmiş olan Topçu Kışlası binalarının yeniden inşa edilmesi önerisi işte tam da muhafazakarlığın kültürel ve sanatsal dilinin ne olduğu sorusunun ortaya çıktığı döneme denk gelir. Kent, şimdiye kadar kentsel dönüşüm projelerinin ürettiği yabancılaştırıcı, soyut bir evrensellikten dem vuran mekansal düzenlemeler yerine ‘bizden olanın’ kurgulanarak tasarım diline yansıdığı, muhafazakar kültürün muhteviyatının cisim bulacağı bir sahnedir artık. Bu sahnenin merkezinde yer alan Taksim’in göbeği, taşıdığı sembolik anlam itibarıyla da bir o kadar önemlidir muhafazakar kültür gösterisi için. Edhem Eldem’in dediği gibi Topçu Kışlası yeniden inşa projesinde “Türk milliyetçiliğinin Cumhuriyeti Osmanlı kültürüyle bağdaştırmayı amaçlayan bir “Osmanlıcı” kurgusuyla karşı karşıyayız.” Burada ilginç olan, Topçu Kışlası binasının içinde ne olacağının önem taşımadığı: öneriler AVM ile başlayıp, otel, rezidans ile ilerleyip sonunda şehir müzesi şeklinde çeşitlenmiştir. Önemli olan Topçu Kışlası’nın yeni yaratılmakta olan devasa Taksim yaya alanı için tanımlayıcı, ana referans kaynağı olarak göreceği sembolik işlevdir. Kültürel elitizm burada devreye girer; tüm ihtişamı ile bu Osmanlı mimarisi, tek anlam, üstün estetik iddiaları ile kentliler üzerinde sembolik bir tahakküm kurar. Bu anlamda Topçu Kışlası bahsedegeldiğimiz yaklaşımın modernist yüzüdür. Topçu Kışlası projesi, geçtiğimiz günlerde New York Times gazetesinin dediği gibi onu körü körüne savunanların Aşil topuğu haline gelebilir. Zira, Gezi Parkı ve çevresinde oluşturulan hareketin

XOXO The Mag


işlev gördü: Farklı insanların birbirleriyle konuştukları, tartıştıkları, anlaşmaya vardıkları, uzlaşamadıkları, müzakereye devam ettikleri; Habermas’ın deneyimlemesi gereken bir alan. Güç yatay olarak ne kadar bu diyaloğa katılanlar arasında yayılarak etkisizleştiyse demokratik müzakere o kadar gelişkin oldu. Buradaki insanların aslında temel talebi basitti; parkın kamusal bir alan olarak korunması. Ancak bunun hükümet kanadında yarattığı huzursuzluk ve ardından gelen kolluk kuvvetleri baskısı nedeniyle parkın korunması odağı çoğulluğun kendisini yeniden ürettiği ve gösteriye sunduğu farklı bir eksene kaydı. Artık sadece bir mekan olarak değil aynı zamanda bir fikir olarak Gezi Parkı ve çevresinde gelişen olaylar, alanın içinde barındırdığı tüm farklılıklarıyla Türkiye toplumunun çoğulcu karakterinin görünür kılındığı ve özgürce bir arada durulabildiğinin gösterildiği bir demokrasi ve bir sanat dersi olarak öne çıktı. Neden sanat dersi? Zira, direnişçiler her eylemlerinde Joseph Beuys’u anımsatacak şekilde yaratıcıydılar.

gösterdiği gibi toplum postmodern bir duyarlılığa geçmiş vaziyette, modernist düzenleyicilik otoriterlik olarak mahkum edilmekte. Gezi Parkı olayları süresince toplumu meydana getiren çoğulluğun cisimleşmiş halini gördük ve bundan sonra günümüzün mekansal politikalarının bu çoğulluğun müzakeresinden geçmeden kolay kolay sürdürülemeyeceğini hissettik. Parklar, ormanlar, deniz kenarları, meydanlar gibi müşterek alanlar ve tarım alanları, dereler, denizler, hava, su, toprak, genlerimiz, gibi müşterek geleceği ilgilendiren konularda neoliberal politikaların taraflar olarak devlet ve pazar mekanizması dışında aktör tanımamasını eleştiren bu hareket, insanların ve insan-olmayan şeylerin farklı hakları ile bu denklemin bir parçası olduğunu gösterdi. Ve belki ilk defa bu kadar yoğun bir şekilde, bu eleştirel postmodernist durum, paranın geçmediği, değiş-tokuş masalarının işletildiği, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışmanın öne çıktığı, yaşam için gerekli kaynaklara ilişkin kullanım değerinin önem kazandığı bir modernizme ‘direniş’ olarak Türkiye’de yaşandı. Öbür taraftan, sosyal medya uzmanlığı, ironik duruşu, oyun düşkünlüğü ve küresel ağları harekete geçirebilme kabiliyeti ile Gezi Parkı hareketi, 1968 kuşağının modernleşme karşıtı eleştirel bilincinden farklı olarak, modernizmi farklı bir şekilde yorumlamaya çalışan situasyonistlere benzedi.

Gezi Parkı’nın boşaltılması akabinde park yeniden kırılgan bir şekilde geleceğini beklemeye koyuldu. Belediye alelacele parkı bildik teknokratik yöntemlerle binlerce işçi çalıştırarak birkaç günde yeniden yarattı. Mesaj alınmamıştı, zira asıl sorulan “Kamusal mekanları hep birlikte nasıl üretebiliriz ve devamlılığını sağlayabiliriz?”di. İstenilen, belediye işçilerinin onlar için bir park üretmesi değildi; “Kentliler olarak bizler hep birlikte hepimiz için müşterek alanlarımızı nasıl meydana getirebiliriz, aktif nasıl rol oynayabiliriz?” soru buydu. Bu sorular aslında ne hükümetin ne de başka modernist bir yaklaşımın, tepeden inmeci buyurgan kültürel elitizminin artık fazla alıcı bulamayacağını gösteriyor. İnsanlar yakında “Kendi kent müzemizi kendimiz yapmak istiyoruz” diyecekler -nitekim bir Gezi Müzesi bu olaylar sırasında açılmıştı bile. Fakat kabul etmeliyiz ki, burada sunulan sorular öyle kolay yenir yutulur türden değil; kamusal alanları müşterekliği besleyecek şekilde hep birlikte tasarlamaya çalışmak zannedildiğinden daha zor; referandum, plebisit, bunlar postmodern demokrasi yöntemleri hiç değil. Ve Türkiye’de böylesi bir deneme de henüz yok. Bitirmeden son tespit olarak şunu söyleyebiliriz: İstanbul Bienali belki kentlilerin üretken katılımlarının kaçınılmaz bir şekilde yarattığı kaotik durumlardan sanatçıların bir sosyal heykel yaratabilme becerilerini harekete geçirerek tam da konusu olan kamusallığın meydana getirilmesi konusunda bir paratoner rolü oynar.

Gezi Parkı hareketinin park ısrarı kamusal diye tabir ettiğimiz müşterek alanlarımızın korunması gerektiğine dair çok temel bir konuyu gündeme taşımakta. Kamusal alanlar bir taraftan özelleştirme ve rant ekonomisinin baskısı, diğer taraftan kentlilerin korunaklı güvenlikli sitelerine çekilmeleri, arabaya teslim olmaları gibi dinamikler sonucu hızla erimekte. Oysa kentin kamusal alanları kente canlılığını ve kentsel atmosferini veren karşılaşma, geçiş, buluşma, mekanları. Bir zamanlar kamuya ait olan, erişilebilir ve açık mekanların Topçu Kışlası gibi alanı çevreleyen projelerle kapanması, belirli kullanımlara özelleştirilmesi söz konusu. Kapitalizm Henri Lefebvre’in dediği gibi “kenti metalaştırarak kendini yeniden üretiyor”. Ve bundan nasibini ilk alan yerler kamusal alanlar oluyor. Bu yaşanılan sürecin harekete geçirdiği en önemli dinamik bence bu alanın kamusal saha olarak işlemeye başlamasıdır. Bir parkın normal zamanda aslında yaratamayacağı diyalog imkanı Gezi Parkı olayları süresince konsantre bir şekilde yaşandı. Park kamusal bir saha olarak 93


cover

PEOPLE

YAŞAR ADANALI, Kent Araştırmacısı & Akademisyen Kent hakkı kavramı üzerinden Gezi Parkı olaylarını nasıl değerlendirirsiniz? Kent hakkı kavramı ‘bu dünyayı nasıl daha iyi kılarız’dan ziyade ‘başka bir dünyayı nasıl kurarız’ sorusuna cevap aramaktadır. Yani, şu an var olan kentlerde gerçekleşebilecek, mevcut sistemin dışladığı kesimlerin farklı haklarının (sosyal, ekonomik, kültürel vs.) genişlemesi ile (mevcut kentlere) dahil olma mücadelesi değildir. Bu sistem içinde henüz var olmayan kenti, bütün toplumsal, mekansal, ekonomik ilişkileri ile yeniden, yeni bir paradigma olarak kurma mücadelesidir. Gezi Parkı olaylarına baktığımızda, bir kentsel mekan savunusunun, özgürleşme (bedenimize, hayatımıza ve yaşam alanlarımıza dair kararları alma) ve adalet (kentsel hizmet ve mekanlara erişim, devlet şiddetine maruz kalmama) seferberliğine genişlediğine tanık olmaktayız. Dolayısıyla Gezi Parkı sürecini kent hakkı kavramı ile birlikte okumak için elimizde yeterince sebep bulunmakta. 31 Mayıs öncesi ve sonrası Gezi Parkı’nın taşıdığı anlamlar sizin için nasıl değişti? Benim için 31 Mayıs öncesinde Gezi Parkı, kentin korunması gereken, ama potansiyelinin altında kullanılan çok önemli bir park alanıydı. Gezi Parkı’nda ağırlıklı olarak tüketmeden var olma hakkını kullanan kentlileri görmekteydik. Sabah kahvaltısını ağaçların altında bir bankta oturup simit ve sokak satıcısından aldığı çayla yapanlar; Taksim ve İstiklal Caddesi kalabalığından kaçarak baş başa kalan sevgililer; her an taciz edilmeden vakit geçiren evsizler; parkta oynayan çocuklar... Bu sıralananları da ‘kentin romantik enstantaneleri’ oldukları için değil de, kentsel (kamusal) mekanların ticarileştirilmesi, kapatılıp özelleştirilmeleri, buraları kullananların kuşatılıp, kıstırılmaları karşısında bir pratiği, ihtiyaç ve hakkı ifade ettiği için önemli buluyordum. Çünkü kentsel mekanda ‘tüketmeden var olabilmek’ temelde adalet (adil bir şekilde kentsel mekanlara/hizmetlere erişim) ve demokrasi (kendi gündeminle mekanı yeniden üretmek) mevzusu, yani politikanın alanıdır. Protestolar süresince parkın hem bu anlamları kuvvetlendi, hem de parka yepyeni anlamlar yüklendi. Belki de ilk defa Türkiye’de gerçek anlamda bir kamusal mekan deneyimi yaşadık. Ekolojik bir kentleşmenin imkanlarını tarttık. Kent hakkı mücadelesini somutlaştırdık. Sonuç olarak benim için Gezi Parkı, İstanbul’da tehdit altındaki onlarca kamusal mekandan biriyken, bir umut mekanı olarak anlamsal dönüşüm yaşadı. Tarih yeniden inşa edilebilir mi? Bu minvalde replika fiziki mekan üretimi hakkında ne düşünüyorsunuz? Söz konusu üretimin başarılı örnekler verdiği oldu mu? Öncelikle bir şeyin ‘yapılabilir’ olmasının onun yapılması gerektiği anlamına gelmediğini vurgulamak lazım. Tarihin yeniden inşası konusunda aslında birçok alt başlık bulunmakta: Kullanılacak malzemeden inşaat tekniğine, mekanın yeniden fonksiyonlandırılmasından, bulunduğu mekansal bağlama ve o bağlamdaki dönüşüme, kullanıcıların hafızasındaki yerinden, kentin bugünkü durumu ve ihtiyaçlarına kadar… Bütün bu konuları dikkate almadığınızda ortaya çıkan yapı da bir tiyatro dekorundan öteye gidemez. Topçu Kışlası özelinde yapılmak istenen replikanın küçük bir modelinin Miniatürk’e yapılması İstanbul için en hayırlısı olacaktır!

Böylesine bir yeniden inşanın nispeten anlamlı olduğu belli örnekler bulunabilir. 2. Dünya Savaşı sonrası büyük yıkımlar yaşamış Avrupa kentlerinde tarihi kent merkezlerinin yeniden imarı gibi. Adeta bir ‘hafıza mekanı’ olan Mostar Köprüsü’nün yeniden inşası da başarılı bir örnek olarak tartışılabilir. En eski sosyalleşme alanı olan parklar, teknolojinin ve yaşam standartlarının bireyselleştirmesiyle Türkiye’de kullanılmayan alanlar olmuştu. Gezi Parkı olayları park algısını eski haline döndürür mü? Gezi Parkı olayları, bu hareketin mekansal pratikleri ve protestoların İstanbul ve Türkiye genelinde başka yerel parklara yayılması sonucunda, bırakın eski haline dönmeyi, yepyeni bir ‘park/kamusal mekan algısı’ ortaya çıkabilir. İnsanlar bir yandan mekana sahip çıkıp, o mekanı nitelikli bir şekilde kullanırken aynı zamanda buralarda yeni kamusallıklar üretmekteler. Bu deneyim sonucunda, geliştirilecek parklar arası iletişim, koordinasyon ve karar alma mekanizmaları sayesinde kamuoyunu demokratik bir şekilde oluşturma, siyaseti aşağıdan yukarı yeniden kurma imkanı bile doğabilir. İstanbul, İstanbullulara bırakılsa paralel evrende ne olurdu? Kentsel mekanı, iktidarın kontrol aygıtlarından ve yaşamın her alanına hızla yayılan kapitalizmin rant arayışından arındırdığımızda ortaya çıkan potansiyeli bir ‘özgürlük mekanı’ olarak Gezi Parkı örneğinde gördük. Çok ciddi bir katılım alanı oluştu, yurttaşlar inisiyatif almaktan kaçınmadılar, muazzam bir dayanışma sergilendi, kararlar demokratik bir şekilde alındı ve ayrımcılığa kamusal alanda izin verilmedi. Polis yoktu ama suç da işlenmedi. Belediye yoktu ama (çöp toplama, temizlik vb.) kentsel hizmetlerde bir aksama yaşanmadı. Tek tip, kontrollü mekansal pratikler belki de daha önce bu topraklarda hiç tecrübe edilmediği oranda çeşitlendi, renklendi. Çıkarılacak derslerden biri insanların yaşam alanlarına dair kararları almak istemeleri ve bu konuda iktidar ve sermaye odaklarından daha başarılı olacaklarıdır. Sonuç olarak İstanbul, İstanbullulara bırakılsa çok daha adil, demokratik ve yaşanabilir bir kent olabilir. MUHSİN AKGÜN, Fotoğrafçı Olaylar esnasında çektiğin fotoğrafları bir kitapta toplasan kapağa hangisini koyardın? O anı biraz anlatır mısın? Sırrı Süreyya Önder’in kepçeye doğru yürüdüğü fotoğraf. Her şeyin bittiğini hissettiğimiz bir andı, ama şimdi anlaşılıyor ki, her şeyin başladığı anmış. Gezi kitin nelerden oluşuyordu ve yoğun olarak hangi semtlerde bulundun? Fotoğraf makinesi, gaz maskesi, bol sigara, yedek bataryalar, cep telefonu şarj aleti… En çok bulunduğum lokasyonlar Gümüşsuyu, İstiklal Caddesi, Sıraselviler, Dolmabahçe, Elmadağ, Talimhane ve Cihangir oldu. Olaylar esnasında karşılaştığın profilleri, fotojeni minvalinde anlatır mısın? Profesyonel hayatıma bakınca, toplumsal olay fotoğrafçılığına uzak olduğumu görebilirsiniz. Yıllardır ara ara 1 Mayıs çekerdim. Bu sene Emek Sineması ve Gezi Parkı protestolarını da çekmiş oldum. Benim

XOXO The Mag


Türkiye algılarını gözden geçirdiği kanaatindeyim. Öte yandan, Başbakan’ın, göstericileri marjinal, terörist ve birtakım Batılı (üstü kapalı olarak Yahudi) finans lobilerinin maşası olarak yansıtmasının da, kendi seçmeni üzerinde olduğu gibi, Arap ülkelerindeki siyasal İslam hareketleri üzerinde de etkisi olduğunu tahmin ediyorum.

elimden gelen şey fotoğraf çekmekti, o yüzden fotoğraf çektim. Gezi Parkı olaylarının unutulmaması, kalıcı olması için olanları belgeledim. Yani benim için ön planda olan, hayatın fotoğraftaki estetiği değil, hayatın kendisi. Bu nedenle bu soruya yanıt veremem. İnternette pek çok fotoğraf paylaşıldı. Bu fotoğraflar arasında seni en çok etkileyen hangisi oldu? Tek bir fotoğraftan söz edemem. Kentin geniş açıyla bile çekilemeyen, pek çok fotoğraftan oluşan büyük fotoğrafından etkilendim.

Gezi Parkı hareketinin bireysel özgürlükler açısından demokrasimize hangi katkıları sağlayacağını düşünüyorsun? Bu, kısa vadede hükümetin takınacağı tavıra, uzun vadede ise hareketin hangi prensipler üzerinde ne kadar etkili bir şekilde kurumsallaşıp siyasete etki edeceğine bağlı. Hükümet tarafından gelen sert tepkiler, bireysel özgürlükler açısından sıkıntılı dönemler yaşamaya devam edeceğimiz yönünde bir izlenim uyandırıyor. Öte yandan Gezi Parkı’ndan hangi fikirlerin ağır basarak sivrileceği de önemli. Bence Gezi’den çıkarılacak en önemli ve umut verici mesaj, ötekileştirici, kindar ve ayrıştırıcı siyaset geleneğine karşı -ki bu gelenek laik çevrelerde de, muhafazakar çevrelerde de son derece yerleşik- çoğulcu, kapsayıcı, tolerans sahibi, barışçıl ve demokratik bir siyaset yapma talebidir. Bu talep yüksek sesle dile getirilip, kurumsallaşıp, sivil topluma ve siyaset meydanlarına yansıtılırsa, uzun vadede Türkiye’yi çoğunlukçu demokrasi anlayışından çoğulcu demokrasiye terfi ettirebilir.

Yaşananların kolektif bilincimize katkısı ne oldu sence? Yıllar sonra bu sorunun yeniden hakiki bir soru olmasını sağladı. KARABEKİR AKKOYUNLU, Akademisyen Gezi Parkı olayları dışarıdan nasıl görünüyordu? Olaylar başladığında New York’taydım. İlk günlerde gelişmeler birkaç fotoğraf karesi, birkaç paragraflık durum raporunun ötesinde yansıtılmıyor, merak edilmiyordu. ‘Kırmızılı Kadın’ fotoğrafının yayılmasından ve 31 Mayıs sabahı gelen polis müdahalesinden sonra uluslararası medya da birden “Türkiye’de bir şeyler oluyor” demeye başladı. Yine de sanırım en çok Twitter ve Facebook üzerinden yayıldı haberler. Türk internet kullanıcıları bir anda bu iki platformu da işgal etti ve çok hızlı bir şekilde meseleyi dünya gündemine taşıdı. Dünyanın birçok büyük şehrinde olduğu gibi, New York’ta da destek eylemleri yapıldı, hatta bunlara Occupy Wall Street bizzat destek vererek protestoların görünürlüğünü ve etkisini artırmaya çalıştı.

Gezi protestoları sence bir gençlik hareketi mi? Öyle gözüküyor. En azından şu ana kadar yaş itibarıyla veya apolitik yetiştirilişi sebebiyle sesi pek çıkmayan kuşağın ön planda olduğu bir hareket. Buna 12 Eylül kuşağı demek en doğrusu herhalde. Yani 1980’lerde ve 1990’larda 12 Eylül’ün yarattığı siyaseten uyuşuk, tüketim endeksli ortamda yetişmiş bir neslin birdenbire ortaya çıktığı bir süreç oldu Gezi Parkı olayları. 80 öncesi kuşaklara göre farklı bir toplum anlayışı, farklı söylemler ve sloganlar, farklı bir etkinlik biçimi ile göze çarpıyorlar. Umalım ki uzun vadede sağlıklı bir bilinçlenme sürecinin de başlangıcı olmuş olsun.

Yurt dışında siyasal platformda Türkiye algısı ne yöne evrildi? İlk başta bir kafa karışıklığı yarattığını düşünüyorum. Çünkü her ne kadar eleştiriler olsa da son dönemde Türkiye’yle ilgili genel intiba, çevresindeki çalkalanmalardan etkilenmemeyi başarmış, ekonomik ve siyasi açıdan istikrarlı, hem Müslüman hem demokratik, yükselen bir ‘model ülke’ olduğuydu. Bu çapta protestoların ve polis şiddetinin yaşanması bu ‘model ülke’ algısıyla çelişti. Aslında ‘model ülke’ söylemi özellikle Batı’daki stratejik düşünce kuruluşları tarafından ABD’nin bölgesel birtakım çıkarlarıyla örtüştüğü düşünüldüğü için ortaya atılıp desteklenmişti. Gezi Parkı olayları ile birlikte ortaya çıkan görüntüler, bu söylemin altında yatan gerçekleri ortaya çıkardı. En sert tepkiler Avrupa’dan geldi. Fakat herkes Başbakan’ı aynı noktadan eleştirmedi. Bir taraftan gerçekten demokrasi ve insan hakları temelli, yapıcı eleştiriler gelirken, diğer taraftan zaten Türkiye’yi Avrupa’ya ait görmeyenlerin kendi ön yargılarını tasdikleyip güçlendirdiği İslamofobi içeren ötekileştirici söylemler de ortaya çıktı. Yani Avrupa’da Türkiye’ye yönelik yer etmiş fikir ayrılıkları eleştirilerin de çıkış noktasını belirledi. ABD ise her zamanki gibi son derece ‘pragmatik’ davrandı. Bir yandan ifade özgürlüğü vurgusu yaparken, sert eleştirilerden kaçındı. ABD hükümetinin, olayların daha fazla büyümeden ve hükümet kontrolü kaybetmeden bir an önce sona ermesini istemiş olduğunu düşünüyorum. Washington bölgede, özellikle Suriye’de, Başbakan ve hükümetinin üzerine çok sorumluluk yükledi. Korktukları şey, Başbakan’ın meşruiyetini yitirip, bölgesel hesapları zora sokmasıydı. Bir o kadar önemli olan mesele de olayların Arap coğrafyasındaki algılanışıydı. Bu coğrafyada da ‘model ülke’ Türkiye ve ‘büyük lider’ Erdoğan retoriğinin ufak da olsa bir sekteye uğradığı, olayları yakından takip eden insanların

Bu yaşananlara benzer olayları daha önce bir yerlerde görmüş olmalıyız. Tarihte bu hareketin örnekleri var mıdır? Gezi Parkı olayları tek bir kaba konulacak tarzda eylemler değil. İspanya’da ve Yunanistan’da kemer sıkma politikalarına karşı yapılan gösterilere benzetseniz, konular tam olarak örtüşmüyor. Arap coğrafyasındaki ayaklanmalarla da aynı kategoriye koymak çok doğru değil. Fakat hepsiyle ortak yönleri var ve aslında ABD’deki ve Avrupa’daki 2008 krizi ile başlayan, 2009’da İran’da devam eden ve 2010 sonundan itibaren Arap coğrafyasına da yayılan toplumsal huzursuzluk sürecinin ve değişim talebinin bir parçası. Bizden hemen sonra Brezilya’da patlak veren gösteriler de bu zincire Gezi’den sonra da yeni halkalar ekleneceği yönünde. Daha geriye giderek 2001’de Arjantin’de yaşanan protestolar, hatta 1968 Paris olayları ile de benzerlikler bulabiliriz. Sonuç olarak çağımızda yaşanan her ayaklanma, her direniş hikayesi, bir yandan kendine has özellikler ve talepler içerirken, diğer yandan da kendinden önceki örneklerden etkileniyor, ilham alıyor ve paralellikler taşıyor. MAHİZER AYTAŞ, Moda Editörü Yaşadığın duygusal bir anı paylaşır mısın? Tüm hareket boyunca hepimiz karışık ruh halleri yaşadık. Kendi adıma 95


cover

bu süreç boyunca üzgün değil kızgın olmayı tercih ettim sanırım. Kara Cumartesi de dahil olmak üzere günler boyunca diğer illerde maruz bırakıldığımız -ve halen devam eden- şiddet, beni üzmekten çok güçlendirdi. Ölümler, yaralananlar ve sakat kalanlar da dahil bu ruh halim değişmedi, fakat Fazıl Say’ın ‘İnsan İnsan’ şarkısı ve videosu tüm gardımı indirmeme sebep olan tek şey oldu. Sanırım yaşadığım en duygusal an da, o videoyu izlediğim zamandı. Bu süreçte seni en çok güldüren ne oldu? Ne kadar komik bir millet olduğumuz bu süreçte tam anlamıyla kanıtlanmış olduk sanırım. Ben de bu süreçte pek çok şeye güldüm, aralarından tek bir tanesini seçemeyeceğim. Moda camiası ve bu camianın yaratım sürecinde etkin rol oynayanlar bu işin neresinde kaldılar? Tüm arkadaşlarım ve moda camiasına dahil olan tüm insanlar dışarıdaydı, dışarıda olmayanlar ise evlerinden haber takip ederek ve paylaşarak bizlere destek oluyordu... Benim tanıdığım herkes bu sürecin bir parçasıydı, zaten yaşanan acıları ve zulmü hissetmekten ibaretti hareketin ruhu ve sanıyorum ki bu camiadan yok denecek kadar az insan bu ruhun dışında kaldı. Yurt içi ve yurt dışı basının tavrı ve duruşu hakkında genel düşüncelerin neler? Ana akım medya tamamen hainlik olarak tanımlanabilecek bir tutum sergiledi. Hepimizin bildiği sebeplerle, gazetecilik etiğini tamamen göz ardı ederek koskoca bir milleti sistemli olarak habersiz bıraktılar ve hala da bırakmaktalar. Yurt dışı basın ise ülkemde olmasını hayal ettiğim ve en acısı bizim belki de hiç yaşamadığımız; son derece objektif, dürüst ve etkin bir yayıncılık yaptı. Öyle ki buradaki basından çok yurt dışı basını takip etmeye başlamamız kaçınılmaz hale geldi bir süre sonra... Gezi kitin nelerden oluşuyordu? Anladığım kadarıyla Gezi kiti denen şey hazırlanmıyor, kendiliğinden oluşuyor gerçekten. Her geçen gün malzemelerim arttı: İlk gün yedek tişört fular, güneş gözlüğü ve limondu. 31 Mayıs sonrasında ise deniz gözlüğü, medikal maske ve solüsyon şişemiz, su, ağrı kesiciler, gazlı bez olarak tamamlandı... PROF. DR. İHSAN BİLGİN, Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekanı Gezi Parkı olayları süresince Türkiye tarihinin en dayanıklı kolektif anılarını biriktirdiğimizi yazdınız. Bu anılar sonraki jenerasyonlara nasıl aktarılacak sizce? En sağlam yol hala bire bir, yüz yüze anlatılarla; benim orada kastettiğim, olayın unutulamayacak tarihi dönüm noktası niteliğinde ve önemde olduğuydu. Eminim bu yaşananlar akademik tezlere ve kitaplara da konu olacak, zira sosyal hafızayı sorun etmiş sanatçıların da doküman biriktirdiğini biliyorum. Ama en önemlisi herhalde sosyal medyada birikip çöpe dönüşmeden saklanmış dokümanlar olacak, ki bu hakkında en az ve zor konuşabileceğimiz damar; çünkü deneyimi yok. Peki bu tecrübe park algısını sizce nasıl değiştirir? Bence ciddi bir değişiklik olmaz; park ve ağaç daha çok espri ve

özdeyişe konu olur, gençlerin söylemine nüfuz eder. Esasen Gezi Parkı’nın, asıl kent parkı hacmindeki Maçka vadisinin İstanbul’un başlıca merkezi Taksim’e açılan yüzünün özenle tasarlanışından başka bir şey olmadığını bile ne kadar az kişi fark etmiştir... Ben uzaktan bu eylemi izleseydim, Gezi’yi Hyde Park, Regents Park, Tiergarten, Central Park ölçeklerinde bir kent parkı zannederdim mesela. Herhalde gelecek yıllarda uzaktan eylemi duyup ‘Gezi neresi?’ diye gelenlerin hayal kırıklığıyla karşılaşacağız bol bol. Tıpkı İstanbul’un garını merak edip Sirkeci’yle karşılaşanların hayal kırıklığı gibi; öyle ki, kuzey Ren kıyısına kurulmuş kasaba ölçeğindeki yerleşmelerde bile daha bol ve derin bir tabiat var... Ben hep Maçka vadisini öne çıkaran bir perspektifle konuşmaya çalışıyorum. Biraz önce bahsettiğiniz yazıda da o nedenle vadiyi kuşatan kışlalar serisini bağlam olarak almıştım. Klişeler çoğu zaman gerçekliğe ve bir şeyin hakikaten ne olduğuna dair normatif veya performatif tanım ve izlenimlere galebe çalıyor. Dolayısıyla kent parkı olgusuyla ilgili klişelerin ötesinde bir farkındalık olacağını sanmıyorum; tersine popülarize olmuş her konu gibi sonuçta klişeler pekişir. İstanbul’un total yaşam konforunu nasıl artırabiliriz? Kentin sosyal donatılarını hem yoğunlaştırıp hem de kalitelerini artırarak, ki Gezi Parkı’nın başlıca özelliği de özenli bir tasarımı vadinin doğal bitki örtüsünden ayıran yapısıydı; ağaçları değil. Gazete yazılarımda Kağıthane vadisinin kent içi konumu ve formu bakımından ne kadar mükemmel bir kent parkı olabileceğini ve Sultanahmet-Yenikapı aksından da ne denli cazip bir arkeolojik park çıkacağını anlatmaya çalışmıştım. Kent konforundan böyle şeyleri anlıyorum ben. Tarih yeniden inşa edilebilir mi? Bu minvalde replika fiziki mekan üretimi hakkında ne düşünüyorsunuz? Söz konusu üretimin başarılı örnekler verdiği oldu mu? Replikadan hiç rastlamadım ama Rob ve Léon Krier kardeşlerinkiler gibi soyutlayarak yorumlama çabaları bazen ilgiye değer sonuçlar verebiliyor. Demokrasi arayışının kentsel bir konu üzerinden ortaya çıkmasını nasıl yorumlarsınız? Siyasetin jenerik konularından çıkmasına oranla daha umut verici bulurum. TANER CEYLAN, Sanatçı Bu başkaldırıyı anonim sanat açısından değerlendirebilir misin? Şunu görmek ve atlamamak gerekir ki; bu hareketi çok taze beyinler ve zihniyetler gerçekleştirmekte. Ben dahil olmak üzere eminim birçok sanatçı, bu ortamda yaratıcılıklarına şapka çıkartılan üretimlerle karşılaştı. Hatta bu dehanın ve yaratıcılığın bu kadar hoyratça ve bolca ortaya dökülmesi en küçük fikrin paraya dönüştürüldüğü bir ortamda gerçekten hayranlık uyandırıcıydı. Kimin yaptığının hiçbir önemi yok. Çünkü aslolan cümlenin kendisi. Günümüz sanat ortamına ve piyasa koşullarına ne kadar aykırı. Starın tamamen yapıtın kendisi olduğu bir alan... Tabii, burada bu yaratıcı sürecin teşvik edilmesi çok önemli. Yurt dışında örneklerine sıkça rastladığımız üzere belediyelerin alan açması gibi temenniler şimdilik sanırım uzak bir ihtimal gibi görünse de, kuş kafesten uçtu bir kere...

XOXO The Mag


Toplumun hafızasının kısalığı/uzunluğu söz konusu olmadan, yaratılan eserlerin ömürlerinin neye bağlı olduğunu düşünüyorsun? Arşivlenmelerine ve hafızada tutulmalarına... Bu ülkede ne yazık ki en eksik yapılan şey sanatın hafızasının tutulamaması. Kısmen ve sıkça tarafsızlığına inandığım Zeynep Rona’nın arşivi dışında bir şey yok. Sanatçı kendi arşivini kendisi tutmak zorunda. Keşke bu inanılmaz yaratıcı süreçte birileri sırf buna kafayı takarak ortamda üretilenleri belgelemiş olsa, hatta kitaplaştırsa!

gündelik hayatlarını zenginleştirecek farklı ulaşım, vakit geçirme, kısaca alternatifli yaşama tercihlerinde bulunabildikleri bir yer açık şehir olmaya aday. Ama yetmez. Çünkü sunulmuş olanlar arasında tercih yapmak, özgürlük değildir. Esas mesele o sunulan tercihleri biçimlendirmektir. Açık şehre dair görüşüm, özgürlük meselesi odağında tek bir eksene sahip. O da, aşağıdan yukarıya bir örgütlenme şemasıyla, şehri yaşayanların, yaşadıkları alanı, öncelikle de kendi mahallelerini doğrudan yönetmeye hevesli olmaları. Küçük yerleşmelerde, köylerde, ilçelerde, küçük kentlerde bu heves daha canlı iken; büyük kentlerde bizler bu hevesi uzun süre önce kaybettik. Bu her şeyin başladığı kaynak. İnsanlar mahalleleri, sokakları, binaları, parkları, kaldırımları hakkında somut taleplerde bulunup, bunları farklı görüşler ile sınayıp, yeniden şekillendirip, bu talepleri kendi örgütlenmeleri ile ya da halihazırda örgütlenmiş yerel yönetim araçlarını kullanarak gerçeğe dönüştürdüklerinde işler değişmeye başlayacak. Komşularla buluşmak, yaşadığın yeri tartışmak, gündelik hayatını kaliteli kılmak için konuşmak, beraber üretmek, paylaşmak, yaşadığın yere dair sorunları beraber çözmek gibi temel ortak noktalarda buluşmak... Bu, en küçük ölçekten şehir ölçeğine doğru demokrasinin örgütlenmesi demek. Bu heves yoksa açık şehircilik yok. Heves varsa, yerel yönetimin şehri baskın olarak, merkezi yönetim ve ekonomik güç odakları ile biçimlendirmesi yerine, kentlinin şehrin kurulmasına doğrudan katılması için yasal araçlar örgütlenmeli. Referandum ya da anketten farklı olarak daha doğrudan süreçlerle kurulmalı. Bu çok haklı bir talep çünkü kentli, hem yerel yönetime hem merkezi yönetime kendi adına vekalet etme hakkını veren güç, hem de kentin gelirlerini oluşturan ekonominin esas kaynağı. Ona yönetim ve karar verme kademelerinde ‘doğrudan’ temsil şansı verilmeli. Ama dediğim gibi, kentlinin kendi yaşadığı yeri, diğer yaşayanlarla konuşarak, beraber üreterek ve paylaşarak değiştirme hevesi varsa, bu niyet yukarıda tariflediğim yerel yönetim mekanizmalarında olması gereken yaklaşımı da yaratacaktır. Öncelik; herkesin bu hevesle hareket etmeye başlaması olmalı.

Peki, LGBT açısından değerlendirdiğinde neler görüyorsun? Kendilerini yeterince ifade edebildiler mi? Ettiklerini düşünüyorum. En başta, en önde yürüyüp desteklerini verdiler, bu zaten onların nasıl ve nerede durduklarını gösterdi. Ama sonuçta birçok şey bütçeyle alakalı, yardımlarla zar zor ayakta duran iki üç oluşum sözünü ettiğimiz. Bu süreçte büyük sanat kuruluşlarının, sanat galerilerinin ve özellikle Bienal’in duruşunu nasıl değerlendiriyorsun? Gönül tabii ki ilk günden itibaren büyük sanat kurumlarının Gezi Parkı olaylarında kapılarını açmalarını ve desteklerini vermelerini isterdi. Neticede bu kurumların çoğu fazla estetize buldukları için resim ve heykeli güncel sanat sergilerinin dışında tuttular. Siyaseti sanatla harmanlayarak bir yığın sergi yaptılar ve gerekçe de siyasi ve politik sanatın erki ve toplumu dönüştürebileceği umuduydu (diyelim). Türkiye’nin, sanatın yeşermesi için verimli toprakları olmadığı gibi, bir avuç sanat kurumunun varlığı çok değerli ve hepimiz adına var olmaları çok önemli. Kurumlar bir şekilde fonlarıyla, sponsorluklarıyla çok farklı şekilde farklı yerlere göbekten bağlılar. Uzaktan davulun sesi hoş geliyor ama bir şekilde bu kurumlar da olmasa geriye ne kalacak? Bu kurumların kendi aralarında birbirlerine davrandıkları kadar bizim onlara sert davranmamız lazım. Şimdi el ele olma, bir olma, tekrar yapılanma, sorgulama zamanı.

Tarih yeniden inşa edilebilir mi? Bu minvalde replika fiziki mekan üretimi hakkında ne düşünüyorsunuz? Söz konusu üretimin başarılı örnekler verdiği oldu mu? Tarih yeniden inşa edilemez. Tarihi yeniden inşa etmeye çalışmak da tarihte kendine yer bulur. Ne inşa ederseniz edin o yapıldığı ana aittir ve sadece o anın düşünce yapısını, ekonomik örgütlenmesini yansıtır. Bu bağlamda tarih inşa edilemez ama inşa ettiğimiz her şey şu anın tarihini yazar. Tarih kelimesini ‘eskiye ait’ olarak düşünmek gerek. Ve evet, eskiye ait biçimler ile fiziki mekan üretmek ve bundan güzel sonuç almak mümkündür. Ama unutmamak gerek; bugün tarihi bir öneme sahip olan yapı, bu önemini bugünden bakan bir değerlendirme süzgecinden süzülen, yapıldığı tarihsel anın koşulları içinde estetiğiyle, yapı teknolojisiyle, inşai örgütlenmesiyle, tarihsel olaylarla, kişilerle bağlantısıyla, mimarlık tarihindeki yeriyle kazanmıştır. Tüm bu bağlamdan soyutlanmış bir replikanın ise hiçbir önemi yoktur. O sadece bir binadır. Zaten dikkat edin, bu konudaki tartışmalar öncelikle, binayı kutsayacak bu hare ile başlar, binadan başlamaz, biçimsel bir takıntı sürekli dillendirilirken ve aynı kalırken, binanın işlevi sürekli değişebilir. Zaten bu da her şeyi anlatır.

Ütopya/distopya kavramları üzerinden ilerlersek, nasıl bir çözümleme yaparsın? Ben Altın Çağ’ı Gezi Parkı’nda gördüm. Paranın geçerliliğini yitirdiği, paylaşımın doğal olarak işlediği, sanatın kendiliğinden ürediği ve toplumla iç içe olduğu bir atmosferi yaşadım. Hayal bile edemeyeceğimiz bir iyi niyetin doğmasına tanıklık ettim... Bu gerçek olduğuna göre ütopya diye bir şey yok. Distopyadan zaten bahsedemeyiz. Evet Mayaların öngördüğü gibi bilinen tarih bitti. Tüm dünya tekrar biçimleniyor. Ben umutluyum, hem de çok. HASAN CENK DERELİ, Yüksek Mimar, NOBON Açık mimarlık başlığından yola çıkarak soralım, açık şehircilik nasıl olmalı? Açık şehir, açık şehircilik... Bu kavramlar 60’lardan beri dünyada şehircilik alanında en çok yazılmış-tartışılmış konulardan. Her noktasına toplu taşıma ile ulaşmanın mümkün olduğu, toplumun farklı kesimlerinin buluşabileceği halka ait alanlara sahip, kentin fiziksel, kültürel, doğal zenginliklerinden para ödemeden faydalanabilinen, güvenlik bahaneleri ile kontrole boğulmamış, her an kayıt altına alınmayan, insanların iz bırakabildikleri ve şehir içi yaşantılarında

En eski sosyalleşme alanı olan parklar, teknolojinin ve yaşam 97


cover

standartlarının bireyselleştirmesiyle Türkiye’de kullanılmayan alanlar olmuştu. Gezi Parkı olayları park algısını eski haline döndürür mü? Benim belleğimde metropol kentler için park, asla bir sosyalleşme alanı değildir. Seksen sonrası jenerasyonun ne kadarı için bu aynı bilmiyorum ama yakın çevrem için de parkların öyle bir anlamı olmadığı tespitini yapabilirim. Aynı şekilde bazı istisnalar dışında meydanlar da benim belleğimde asla Türkiye’nin sosyalleşme ve toplanma alanları değildir. Ben, Türkiye’de sosyalleşilen ve farklı toplumsal kesimlerin bir arada olduğu alanı hep sokağın kendisi olarak gördüm. Sokakta evinin önünde oturmak, sokaklardan kurulu çarşılarda devam eden gündelik hayat... Metropolde de olsa küçük ölçekli kentlerde de olsa sokak daima parklara ve meydanlara göre bu anlamda üstündür. Belirli bir sınıf, teknoloji ve yaşam standartlarının bireyselleştirmesiyle, gündelik hayatın mekanlarından giderek çekilmiştir. Doğru ama zaten parklar hiçbir zaman onların sosyalleşme alanları olmamıştır ki. Gezi Parkı olaylarından önce de oranın çok farklı kullanıcıları vardı. Oradaki çocuk parkı iyi havalarda doluyordu. Gündüz ayrı, öğlen ayrı, gece de ayrı bir nüfusu vardı. Bunu unutmamak gerekir. Gezi Parkı ile kentsel yeşil alanların kullanılarak korunması, tüm bu alanlara dair yeni bir bilincin doğuşu ufukta görünen; ama kesinlikle eskide kaybedilmiş bir şeyin yeniden bulunuşu değil, bugüne ve geleceğe ait yepyeni bir şey. 31 Mayıs öncesi ve sonrası Gezi Parkı’nın taşıdığı anlamlar sizin için nasıl değişti? Taşkışla binasında mimarlık okumuş olan biri için, Gezi Parkı, Taksim meydanı ile beraber, çalışılması gereken bir vakadır. Meydan çalışıyor mu? Park yeterince kullanılıyor mu? Parkın gerçek kullanıcısı kimler? Gezi Parkı’nın, Hilton Oteli’nin arkasındaki park, Maçka Parkı, Harbiye Açıkhava Sahnesi, İnönü Stadı, Dolmabahçe sahili ile beraber parçası olduğu 2 numaralı park bu şehir için ne anlam ifade ediyor? Pek çok tespit ve soru... Ara sıra içine girdiğim, çoğunlukla kenarından geçtiğim park, Herkes İçin Mimarlık Derneği’nin (herkesicinmimarlik. org) 2012 Mart ayında başlattığı Geleneksel Gezi Parkı Şenlikleri ile benim için kullanımlar yaratarak mimarlık yapmanın bir sembolü haline dönüşmüştü zaten. 31 Mayıs’tan sonra park, halkın kendine ait herhangi bir şeye ve en temelde de kendi hayatına dair (özgür düşünce, beden, ifade özgürlüğü, özel hayata saygı, tek tipleştirilmemiş eğitim sistemi) seçtiği temsilcilerin değil, kendisinin kararının öncelikli olduğunu haykırdığı bir sembol artık. Bu park halkın, ve halk buranın bir AVM olmasını değil, park olarak kalmasını istiyor. Bu dilek toplumun her kesiminden kişiler tarafından, kol kola dillendirilen diğer tüm özgürlük taleplerinin, güç aldığı sağlam zemin. Gezi Parkı’yla beraber özgürlük, ağaçlar altında büyüyor. Aklınıza kazınan bir sokak sanatı oldu mu? Kurulan barikatları unutamıyorum. Kuruluşlarını izlemek, sonunda ortaya çıkanın kuvvetini daha da artırıyor. Sanırım imece, daha önce onu deneyimleme fırsatını yakalayamamış bir jenerasyon tarafından sokaklarda keşfediliyor demek abartı olmaz. Sokaklarına polisin girmesini engellemek için çöp kutularını kullanarak yolu kapatıp, yol ortasında davul zurna ile dans eden yaşını almış mahallelilerden, Gümüşsuyu’nda şiddetten korunmak için art arda kurulmuş onlarca dev barikata kadar hepsi apayrı hikayelere sahip. Ve tabii ki Duran Adam.

GÜRBÜZ DOĞAN EKŞİOĞLU, Sanatçı Bu başkaldırıyı sanatsal açıdan değerlendirebilir misiniz? Sanat kadar anlamlı ve güzeldi, başkaldırının ifadesi olan en önemli sanatsal performans da Erdem Gündüz’ün gerçekleştirdiği Duran Adam eylemiydi. Y Jenerasyonu’nun yaratıcılığı ve sahip olduğu farklı bakış açıları bu süreçte çok konuşuldu. Bu konuda sizin düşünceleriniz neler? İletişim araçları, yöntemlerinin gelişmesi, yayılmasıyla belli düşünceler arasında sıkışmış insanlar burada birbirlerini oldukları gibi kabul etmeyi ve özgürlüğün, birey olmanın erdemini keşfetti. 10 yılı aşkın süregelen iktidarın her geçen gün öncelikle dini referansları ön plana çıkarması ve yapılan her türlü haksızlık karşısında yaşananlar (bugünlerde forumlara dönüşen dayanışma biçimi) bu insanların yaşamlarına müdahale edilmesi sonunda biriken tepkinin taşması şeklinde açıklanabilir. “Fosforlu olan kedi gözlerinin bize yol gösterici olması” sizce ne demek? Bu, kedi gözü de olsa görmeyle çözümlenecek bir olay değildir, bakmak ve görmek çok farklıdır, herkes her şeye bakar ama göremez; görmek için bilme, düşünme, yorumlama, analiz etme yetilerine sahip olmak gerekir... Öneri almak için davet edilen ‘akil’ dizi oyuncusu yeterli birikime sahip olmayınca, olaylara bu şekilde bakınca, yorumu da yetersiz, hatta trajikomik oldu. Lokal ve yabancı basının olayları okumalarındaki farklılıkları neye bağlarsınız? Lokal medya %80 taraflı medya konumunda olduğu için olanları Gezi Parkı’ndaki ağaçlara indirgeyerek protestoların asıl amacını görmezden geliyor. Aynı medya, 12 Eylül’e karşı olduğunu söyleyen hükümetin 12 Eylül’den kalma seçim yasası ile yapılan seçim sonucu elde ettiği oy potansiyelini muhafaza etmek için de olayları bilerek görmemeye devam ediyor. Dış medya ise bu olayları çok gerçekçi bir şekilde verdi. Türkiye’deki insanların, süreci yerli haber kanallarından değil de CNN International’dan izlemeleri de bambaşka bir trajikomik durum. MELİH ELİDÜZGÜN, Bahçeşehir Üniversitesi Öğrenci Konseyi Başkanı Öğrencilerin olaylarda aktif rol oynaması ve bu rolü oynama şekilleri hakkında ne düşünüyorsun? Öğrenci popülasyonunun daha yoğun olması bence sevindirici, çünkü her zaman sessiz, sakin ve ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ mantığında olduğu zannedilen genç neslin aslında yaşanan toplumsal olaylar karşısında ne kadar da duyarlı olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Olaylardaki karşılıklı tavırsa çok büyük önem taşıyor tabii ki, yani gençlerimizin genellikle haklarını daha aklıselim bir çerçevede savunduklarına şahit olduk. Ancak araya karışan, amacı saptıran, üç-beş provokatif insan, pozitif duruşa zaman zaman gölge düşürdüğü için, onların yaptıklarını ve sonuçlarını kesinlikle tasvip etmiyorum. Gezi hareketine çeşitli okullardan toplu öğrenci katılımları oldu ve zamanlama olarak çoğu eğitim kurumunun final dönemine denk geldi. Eğitim görevlilerinin bu duruma yaklaşımı nasıldı? Evet, ancak bağlantıda olduğumuz birçok üniversite temsilcisinin şehir

XOXO The Mag


da ikinci günden itibaren kalabalık, herhangi bir grubun kontrolünden çoktan çıkmıştı, ortak bir akılla hareket edip, çatışkıları da bu şekilde müzakere ediyordu.

dışından bile Gezi Parkı’na gelerek destek olmaları, genç neslin ne kadar da duyarlı olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Aslında eğitim görevlilerinin de görüşlerinde çeşitlilik vardı, ama genel olarak bakmak gerekirse birçoğu öğrencilerinin duyarlılığında, hatta bazen yanlarında alanlardaydı. Bizim üniversitemiz de, konumu gereği olayların merkezinde kaldığı için sınavlarımız 2 gün ertelendi; ancak daha sonra final dönemimiz olağan akışında devam etti.

Y Jenerasyonu’nun yaratıcılığı ve sahip olduğu farklı bakış açıları bu süreçte çok konuşuldu. Bu konuda senin düşüncelerin neler? Bence bu hareketi bir nesle indirmek çok doğru değil. Orada her açıdan çok çeşitli gruplar vardı. Ama belki şunu söyleyebilirim, Y neslini bazı deneyimlerden ve ön yargılardan ‘kurtarmış’ olması onlar için de, hareket için de nefes alacak alan sağladı.

Gezi Parkı olayları sence bir gençlik hareketi miydi? Bence bu bir gençlik hareketi değil, bir halk hareketidir. Türk halkının politik perspektiften değil de, insani hakları bakımından ne kadar sesini duyurabildiğine şahit olduk. Ancak bu halk hareketinin çoğunluğunu yine gençlerin oluşturduğu unutulmamalıdır.

“Plus ça change plus c’est la même chose”, Gezi hareketi için de geçerli bir söylem mi? Aynı kalmanın yalnızca güç odakları için geçerli olduğunu düşündüm ben bu süreçte. İktidar bloğu hala komplo teorilerinin jargonuyla konuşuyor ve hareket ediyor, ama Gezi Parkı’nda toplanan insanların dili ve deneyimi başka. Devlet ve aygıtları isim ve kılık değiştirse de aynı kaldı, ama bizim onunla ilişkilenişimiz değişti, korkmuyoruz artık, yabancılaştık ve olan biteni sorgular olduk. Değişimin elle tutulur olduğunun en güzel örneği de bence yaratıcı küfür atölyesiydi, çok geniş bir kitle niye ‘ibne’yi, ‘orospu’yu küfür olarak kullanmanın doğru olmadığını gördü. Zamanla belki de ‘plus ça change’ kötümserliğini bile yenebiliriz; ne büyük değişim olur!

Olaylar yatıştıktan sonra üniversite öğrencilerinin, apolitik/ politik, hayata bakışında ne tip değişiklikler olacaktır sence? Bence yaşanan bu olaylar gençliğimizin, sanılanın aksine, hiç de apolitik olmadığını göstermiştir; ancak, tekrar ediyorum, olayların ideolojik algılar etrafında değil de toplumsal bir algı çerçevesinde alevlendiğini unutmamak lazım. Asla unutamayacağın bir enstantane? Özellikle Beşiktaş’ta yaşanan olaylar sırasında okulumuzu halka açtık ve Arama Kurtarma ekibimiz BUSAR ile birlikte insanlık görevimizi yerine getirdik. Polis müdahalesinde ağır yaralanan; kafası yarılan, kaburgası kırılan, elmacık kemiği açılmış, elinde ayağında hem kırık hem yanık olan, gazdan zehirlenen astım hastası yurttaşlarımız ve daha birçoğuyla orada yaşam mücadelesi verdiğimiz dakikalar asla gözümün önünden gitmiyor.

SİNAN GÜLER, Sporcu Genel olarak süreç içerisinde sporcuların duruşu hakkında ne düşünüyorsun? Gezi Parkı ve çevresinde yaşananların, kendilerini ifade etmeleri açısından önemli bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Konuyla ilgili duruşu ne olursa olsun kendi düşüncesini paylaşan veya paylaşmayan kişilere saygı duyuyorum. Olayın özünde düşünce ve yaşam özgürlüğünün sınırları ile ilgili olan bu oluşum, genelinde herkesin fikrini dinleyip değerlendirmeye açık olmalı.

LARA FRESKO, Yazar Gezi Parkı olayları toplumun kolektif hafızasında ne oranda canlı kalır sence? Bu hareketlilik yoktan var olmadı, çok uzun zamandır biriken deneyimler birden bire patladı. Aslında öncesinde hiçbirimiz bunu beklemiyorduk. Ama bugün geriye doğru bakınca neden olmasın diye düşünüyorum. Bundan sonra Gezi deneyimimizle hayatımıza devam edeceğiz ve kısa vadede çok ufak değişiklikler gibi görünse de bunların yıllarca daha büyük değişimlere yol açacağını düşünüyorum. Bu kadar yayvan ve derinlikli bir hareketin de, ne günlük hareketlerden ne de toplumsal hafızadan silinmesinin kolay olduğunu düşünüyorum.

Uluslararası düzlemde düşünürsek, yakın çevren ne tepki verdi? ABD’de okumuş biri olarak, bir sürü arkadaşımdan mesajlar aldım ve onları olabildiğince kendi bildiklerim üzerinden bilgilendirmeye çalıştım. Tabii ki olayların dış medyada lanse edilişi onların merakını daha da artırdı, ama inanıyorum ki geçtiğimiz 20 gün içinde olan biten her şey ülkemiz adına ve gezegen için insanlık adına önemli bir oluşum. Ben gördüğümü, duyduğumu, bana anlatılanları dinledikçe, hepimizin uyuyor dediği büyük bir kısım insanın hafızalarına ‘İnsanlık 2.0’ yüklendiğini düşünüyorum.

Tüm bu olanları kamusal alanı merkezine alan Bienal’le ilişkilendirmeni isteyelim. Yine uzun zamandır biriken deneyimlerimizden hareketle cevap vereyim; şehirde kentsel dönüşümle, sürdürülebilir yaşamla ilgilenen grupların deneyimi kadar, daha kırsal alanda “Anadoluyu Vermeyoz”, “Karadeniz İsyandadır” gibi hareketlerin deneyimi de çok önemliydi. İşgal deneyimini “Occupy” hareketinden önce gerçekleştiren, Ankara’nın kara kışında 78 gün süren TEKEL direnişi de önemliydi. Protesto ve işgal kültürü çok değerliydi. Ancak, Bienal’in aldığı eleştiriler ve protestolar karşısında verdiği tepkiler, kendine konu olarak seçtiği alana ne kadar yabancı olduğunu gösterdi, bir açıdan. Zira kamusallık biraz kontrolü kaybedebilmeyi gerektiriyor. Gezi Parkı’nda

Aklına kazınan bir sokak sanatı oldu mu? “5. günün şafağında doğuya bak” yazısı gerçekten en başarılılarından biriydi, halbuki hala Gandalf gelmiş değil ama, kim bilir, belki de Kartalları toplamaya çalışıyordur. Bir basketbol oyuncusu olarak Gezi Parkı olaylarındaki “takım oyunu” hakkında ne düşünüyorsun? Gerek sosyal medyada, gerekse olayların olduğu alanlarda şiddetten 99


cover

uzak, yardımsever, kadınlı erkekli yaşlılı çocuklu büyük bir kesimin bulunuşu, ve mezhep, ırk, dil ayrımı yapmadan çoğunluğun birlikte hareket edişi Atatürk’ün görüp de duygulanacağı, uzun süredir unutulmuş ve hatta bastırılmış duyguların ortaya çıkışını sağladı. MEHMET GÜLERYÜZ, Sanatçı Gezi Parkı olayları süresince yaşananları tuvale dökmeyi düşünüyor musunuz? Bir olayı bire bir resmetme gibi bir alışkanlığım yok, o nedenle benim açımdan bir illüstrasyonunu yapma, onu anlatma gibi bir yaklaşım olmaz. Daha çok, benden metaforik bir anlamda dönüştürmeler halinde bir şeyler çıkar. Tabii bu biraz da sürece bağlı, çünkü resim oluşturmak makale yazmak gibi bir şey değil. Tek bir meseleye bağlı kalıp anlatım kısıtlılığı yaşamayı tercih etmem, o yüzden belli bir sürece yayılması önemli. Bu arada yeri gelmişken bahsetmek isterim; bazı sosyal olayları daha önceden adeta medyum gibi gördüğüm de oluyor. Daha önce Çin’deki demokratik iç hareket sırasında bir fotoğraftan etkilenerek bir resim yapmıştım. Hepimizin bildiği bir andır; Tiananmen Meydanı’ndaki bir tankın karşısında duran bir adam vardır fotoğrafta... Bu vesileyle, resmin adını da ‘Çin, Kardeşim Benim’ koydum. Resimde ağaçlar var ve ağaçların birinin altında bir kişi bir kişiyi kurşuna diziyor. O açıdan çok garip bir şekilde bence Gezi Parkı’nı da içeriyor bu çalışmam. Bunun üstüne tabii yeni resimler çıkabilir, zaten buna benzer desenlerim var. 1971 senesinde Jardin des Plantes isimli botanik bahçesinin desenlerini yapmıştım. Bahçenin askerler tarafından ele geçirildiğini resmeden bir desen serisiydi ve aslında o günlerde Türkiye’deki askeri darbe yaklaşımlarına ve yaşanan baskılara metaforik bir bakıştı. Yeni desenlerimde şüphesiz Jardin des Plantes’ın yerini Gezi Parkı alıyor. ‘O anı’ yaşayan bir kişi olarak toplumun hafızasına kazınan bir fotoğrafınız var malum. Bu fotoğrafı değerlendirebilir misiniz? 1948’de, o fotoğrafın çekildiği yerden sadece üç metre ötede çekilmiş bir fotoğrafım var. İlkokul mezuniyetimden dönerken annemle beraber Abide’nin önündeyiz... Aradan geçen süreci hesap etmek zor benim için ama, 65 sene sonra aynı yerde, polisin gaz bombalarının etkisiyle üç metre ötedeki bir direğe dayanmışken çekilmiş bu fotoğrafı görmek hem hüzünlü, hem komik. O direğin önünden de defalarca geçmişimdir... İnsan ne olacağını bilemiyor, o yönden de kaderin bir cilvesi gibi. Daha önce yaşanan sosyal olayları da düşünürsek, Gezi Parkı olayları diğerlerinden nasıl farklılaşıyor? Gezi Parkı olaylarının çok ayrı bir özelliği var: Bu bir bağımsız bireyler hareketi. Her sosyal olay özünde demokratik bir ortama veya demokrasiye ulaşmaya gayret eden bir çabanın sonucu olmuştu, bizim yönümüzden. Bunu terse çekenlerin de hareketleri olmuştur, onlar da meydanlara çıkmışlardır ama bizim mücadelemiz daha ziyade özgürlükler adına oldu hep; tabii her birinin motifi başkaydı. Burada ise bir sembol olarak Gezi Parkı vardı, hem ağaçların hem şehrin merkezindeki büyük alanın Cumhuriyet Anıtı’na ait olduğu düşüncesi, onun korunmasını her yönüyle üstlenmeye hazır bağımsız bireyleri bir araya getirdi. Bu başkaldırıyı sanat dünyası özelinde nasıl değerlendirebilirsiniz? Sanat dünyası çok homojen bir yapıya sahip değil, zaten çevrelerin,

özellikle siyasal bakışların, sanatçı olarak kabul ettikleriyle gerçek sanatçılar arasında ayrımlar var. Sanatçı olarak gösterilmek istenen ve muhatap olarak Başbakan’la konuşmaya seçilenler eğlence ve magazin dünyasının belirlediği, özellikle güçlendirdiği ve altını çizdiği, üstüne değerler atfettiği sanattan uzak kişiler. Bu tercih, gerçek sanatçıların gücünü görmezden gelmenin ötesinde, bu gücü muhatap olarak kabul etmemek anlamı taşıyor. Ayrıca, maalesef, görünen o ki hükümetçe barışmaya dayalı bir adım atılmayacak. Kışkırtıcı söylemlere devam ediliyor ve bu söylemler çok önemli bir tehlikeyi destekliyor. Bu tehlikeden kimse yararlanamaz. Aksine bu tehlikeyi körükleyenler de zarar görür, çünkü buradaki kayıp, bir ülkenin toplam kaybıdır. KORHAN GÜMÜŞ, Mimar, İnsan Yerleşimleri Derneği Başkanı Taksim Topçu Kışlası projesi konusunda geri adım atılmadığı takdirde park için çözüm yolu sayılabilecek alternatif bir proje olabilir mi? Yıllardır kamusal alanların Zabıta veya Park ve Bahçeler Müdürlükleri gibi kamu işlevleriyle yönetilemediğini söylüyoruz. Sadece Gezi Parkı mı? Doğrusunu söylemek gerekirse AKM de, Topkapı Sarayı da, Kongre Merkezi de yönetilemiyor. Çünkü 1930’lardan kalma, sivil toplumu dışlayan, seksiyonlaşmış kamu zekası ile kamusal alanları yönetmek mümkün değil. Biz daha bu proje ortaya çıkmadan harekete geçmiştik zaten. Birçok uluslararası çalışma da yapıldı. Hatta İstanbul bu nedenle Avrupa Kültür Başkenti bile seçildi. Çünkü Kültür Başkenti programı tam da bu sorun üzerine oturuyor. Ama ne yazık ki başarılamadı. Bu süreçte ana fikri geçmişte kalan, Beyoğlu ile Nişantaşı arasındaki devasa kültür ve rekreasyon vadisi bir bütün olarak ele alındı ve öneriler tartışmaya açıldı. 19. yüzyıl modernleşmesinin merkezi Pera ile 20. yüzyılın gelişen semtleri Nişantaşı, Şişli arasındaki işlevsiz alanı rekreasyon ve kültür alanına dönüştürmek, Açıkhava Tiyatrosu, çok amaçlı salonları, Şehir Tiyatrosu, sergi alanları, ile kente enerji verecek bir alan olarak planlamak gerçekten dahiyane bir uygulama. Tarihe baktığımızda, Atatürk’ün davetiyle bu projeyi yapan tanınmış mimar Henri Prost’tan sonra bir daha asla böyle bir adım atılmadığını görüyoruz. Ancak bugün kent için son derece önemli olan bu alan inşaat yapılacak bir boşluk olarak görülüyor. Sürekli özelleştirme tehdidi altında parça parça satılıyor. Biz Kahire’de, Selahaddin Eyyubi surlarının bitişiğindeki El-Ezher Parkı’nda Ağa Han Vakfı’nın gerçekleştirdiği gibi, ya da Ruhr havzasında, eski endüstriyel alanın dönüşümünde yürütülen projelerde olduğu gibi yeni bir şehircilik deneyimi için misyon odaklı, entegre bir yönetim organı öneriyoruz. Bu pilot proje başka alanlara, örneğin dünyanın en önemli kentsel sur varlığı olan İstanbul surlarının yönetimi için de bir örnek teşkil edebilir. Konu hakkında TMMOB Mimarlar Odası’nın genel duruşu nasıl? Meslek odalarını bazı arkadaşlarımızın yaptığı gibi “devrini tamamlamış köhne örgütler” gibi görmek ve dışlamak yerine sahiplenmek gerekli. Çünkü kamusal kararların oluşumunda şu anda etkileri olmasa da, normalde çok önemli işlevleri var. En azından dünyada bu iş böyle. Örneğin Almanya’da, Japonya’da, Fransa’da, İngiltere’de, Hollanda’da meslek kuruluşları yenilikçi projeleri destekliyor ve kamu projelerinin yönetiminde kamusal bir işlev görüyor. Halkın kendi yaşam çevresini ilgilendiren kamusal kararların katılımla geliştirilmesinde meslek örgütlerinin de sorumluluğu bulunuyor. Mesela mimarlık alanı

XOXO The Mag


bilinci korumak için neler yapılabilir? Burada eski siyasetin öğelerinin yanında yepyeni bir durumun ortaya çıktığını, hatta eski öğelerin yeni bir karışım içinde, birlikte yeni bir deneyim gerçekleştirdiğini düşünüyorum. Bu gelişmenin geri alınamayacağına, tarihten silinemeyeceğine inanıyorum. Durumu anlayan bir belediye başkanı adayının ortaya çıkmasını ve merkezci politika ile barışçıl ilişkiler içinde göbek bağını kesmesini bekliyorum. Kentin enerjisini dışlamayan, insanları eşya gibi görmeyen bir yönetim İstanbul’a kesinlikle çok şey kazandırır.

yalnızca piyasa işleyişine terk edilemez, kamusal bir boyutunun olması gerekir. Bu nedenle meslek örgütlerinin, işlevlerini yalnızca itirazla sınırlandırmamaları, kamusal işleyiş üzerinde de etkili olmaları gerekir. Ayrıca, meslek örgütlerinin bu konuda kendi politikalarını gözden geçirmeleri, onların da yeni siyasetin aktörleri olarak işlev görmeleri arzu edilmeli. Mesleki alanın politikasının yalnızca ulusalcı politikalara endekslenmesi demokratik bir durum değil... Türkiye’de kamusal alanda mimarlık, sanat, tasarım, araştırma gibi fikir üretimiyle ilgili konular resmi otoriteye bağımlı. Peki sivil toplum nasıl katılıyor? “Piyasa aktörü” olarak konumlanan şirketler “üç yerden teklif getir, en düşüğü seninki olsun” yöntemi ile iş üstleniyorlar. Çoğu zaman uygulama safhasında proje tartışılmaya başlanıyor; ondan yıllar öncesine giden bir süreçte, elbette ki “atı alan Üsküdar’ı geçmiş” oluyor. Meslek kuruluşları yalnızca itiraz eden kuruluşlar gibi algılanıyor ve kamusal alandaki gelişmeler de piyasa aktörlerine teslim ediliyor. Meslek kuruluşlarının görevlerini yerine getirmesi, kamusal işleyişi tartışmaya açması lazım. Bu meseleyi tartışmak ve sözgelimi Mimarlar Odası’nı bu açıdan etkin hale getirmek için öğrenciliğimizden beri hepimiz çaba gösterdik. Ama yıllardır tartıştığımız gibi, merkezci siyasal rejim meslek kuruluşlarını da kendi iklimi içinde tanımlıyor, dönüştürüyor. Otoriter işleyişe enerji veriyor ve sivil toplumu bastırıyor. Kısaca, kamusal alan üzerindeki örtüyü kaldırmak, cesaret, birikim ve deneyim gerektiriyor.

Gezi Parkı olayları park algısını sizce nasıl değiştirdi? Sorun, insanların yaşam çevrelerini ilgilendiren konuların dahi ulusal siyasetin araçlarıyla işlenmesi, toplulukların kutuplaştırılmaya çalışılması. Merkeziyetçi, otoriter bir devlet işleyişinin ürettiği bir anlam dünyası içinde şehirleri dönüştürüyoruz. Projelerin, planların, kamusal alanların katılım ve müzakere gerektirmeyen konular, teknik işler gibi algılanması da bunu göstermiyor mu? Yaratıcı faaliyetler, fikir üretimi filantropik alana sıkışmış vaziyette. Bu, kentlilere karşı çok büyük bir haksızlık. Çünkü İstanbul’da seçimle gelmiş bir kent yönetimi var ve buna rağmen kente dair kararların merkezi otorite tarafından alınması bu çatışmacı ortamı körüklüyor. Bu yaklaşım, barışçıl, diyaloğa dayalı gelişmeleri ve kentin enerjisini sürece katmayı engelliyor. Türkiye’nin önündeki AB süreci ve diğer problemli konular ile alakalı demokratik standartlar geliştirilmesine ihtiyaç var. Artık yerel konuları araçsallaştıran, katılımı engelleyen ve toplumu kutuplaştıran bu merkezci siyasetin değişmesi gerekiyor. Ben çözümü, “kamusal alanı kim ele geçirecek” mantığından uzaklaşmakta buluyorum. Başbakan’ın ve eski siyasetin mantığını geçersiz kılacak tek yöntem de bu. Bu nedenle Gezi Parkı’nda bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Oradaki sivil inisiyatiflerin gerçekleştirdiği harikulade hareketi bence yeni bir şehircilik deneyimi olarak görmek mümkün.

Tarih yeniden inşa edilebilir mi? Bu minvalde replika fiziki mekan üretimi hakkında ne düşünüyorsunuz? Söz konusu üretimin başarılı örnekler verdiği oldu mu? Tarih yeniden inşa edilemez elbette. Ancak savaş, terör saldırıları vs. sonucu yok olan bir bellek mekanını, kültür mirasını canlandırmak için bir çalışma yapılabilir. Mimarlık deneysel bir çalışmadır, birçok alternatif olabilir. Yok olma/edilme olayının enerjisi Taksim Topçu Kışlası’nda yapıldığı gibi basit bir inşaat mantığına terk edilmemelidir. Çünkü o zaman mimarlık basit bir imar gerekçesine döner, ki ‘restorasyon’ adına yapılan uygulamalara baktığımızda hep bir tuhaflık görmemiz de bundandır. Topkapı’nın veya Kremlin’in taklidini yapmakla, son derece yaratıcı ve deneysel bir çalışma olan restorasyonu birbirine karıştırmamak gerekir. Yoksa -genellikle İstanbul’da gördüğümüz gibirestorasyon adına en değerli kültür varlıklarını yok edersiniz. Venedik Bienali Küratörü Aaron Betsky “inşaat mimarlığın mezarıdır” demişti. Diğer taraftan, başarılı örnekler elbette ki olabilir. Örneğin ben terör saldırısı sonucu yok olan Tepebaşı’ndaki İngiliz Konsolosluğu (Pera House) kapı binasının deneysel bir çalışmayla yeniden ele alınmasını öneriyorum. Çünkü, güvenlik amacıyla oraya dikilen kale duvarı, terör saldırısının izlerini kalıcılaştırdı. Londra’da Shakespeare’in eserlerinin nasıl bir ortamda sergilendiğini göstermek için Globe Tiyatrosu, tamamen deneysel bir araştırma yöntemiyle yeniden inşa edildi. Kısaca, mimarlık açık uçlu bir faaliyettir ve esas sorun, bir mimarın “ben arkama kamu gücümü aldım, benim fikrim tek fikirdir” demesidir. Burada ifade özgürlüklerinin engellenmesi söz konusu. Yalnızca mimarların değil elbette, toplumun genelinin kendi yaşam çevresi üzerinde söz sahibi olması açısından böyle bir dayatma kabul edilemez. Zira bütün fikirler değerlidir.

EFECAN GÜRBÜZ, Tasarımcı, Naif Tasarım Gezi Parkı olayları toplumun kolektif hafızasında ne oranda canlı kalır sence? Bunu değerlendirirken, parkın içindeki ruhu ciddi anlamda ayrı tutmak gerek. Yardımlaşmayı, barışı, birlikteliği, kolektif çalışma örneğini, mizahı, doğa ve hayvan sevgisini bire bir görmüş veya uzaktan da olsa bunu ‘gerçekten’ hissedebilmiş herkes için, insanların ruhlarına ve beyinlerine kazınmış, toplumda ilerisi için de örnek olabilecek çok kalıcı bir bilinç aydınlığı olduğuna inanıyorum. Aklına kazınan bir sokak sanatı var mı? Sokaktaki graffitileri ve sloganları da ikiye ayırmak gerekiyor; biri gerçekten bu mizah diline alışık bir kuşağın ileri derecede zeka ürünü ve komik olanlar, diğerleri ise içinde mizah barındırırken gerçekten onu doğru okuyabilenlerde spiritüel anlamda yeni bir kapı açabilecek olan örnekler. Benim için “Kahrolsun bağzı şeyler” yazısı, dışarıdan bakınca çok sıradan ve yüzeysel gibi gözükse de, üzerinde düşününce, alt metnindekilerle Dadaist bir sanat eserinden farksız. Türkiye’deki kent parklarının tasarımıyla ilgili genel olarak ne düşünüyorsun? Peyzaj ve çevre planlamasıyla ilgili çok fazla gözlemim ve birikimim

Kentlilik bilincinin yansımalarını Gezi Parkı olayları ile bu kadar geniş çaplı ve çoksesli bir şekilde görünce ne düşündünüz? Bu 101


cover

olmadığından ahkam kesmek istemediğimi söyleyerek cevap vereyim: Türkiye’de tasarıma bakış açısının özellikle büyük şehirlerde maalesef birçok noktada sıradanın ötesine geçemediğini düşünüyorum. Fakat örneğin, güneye doğru gidildikçe veya Karadeniz’deki turistik yaylaların çevrelerinde, biraz da oraların iklimine ve dünyada tasarımın geldiği noktaya yakın olarak, salaş ve doğal tasarım yaklaşımları beni büyükşehirlerin ‘steril’ tasarım anlayışından daha çok yakalıyor. Kullanılabilir tasarımın kent hali nasıl olmalı? Şüphesiz, doğanın saflığı ile kent yaşamının modernitesinin birbirine doğru harmanlanmış haliyle olur. Bir mobilya tasarlar gibi Gezi Parkı’nı tasarlamanı istesek, çevresel ve tarihi özelliklerini de işin içine katarak, nasıl adımlar belirlersin? Gezi Parkı’na tasarım açısından yaklaşırken, 20 gün öncesinin gerçekleriyle yaklaşmak artık olası değil, dolayısıyla bu komün bilince uygun olarak düşünmek gerekiyor. Örneğin Gezi Parkı’nda daha önce kalan ve muhtemelen bugünden sonra da kalmaya devam edecek tüm evsizler ve çocuklar, orada kurulan kütüphaneden, dağıtılan yemeklerden, orada yapılan aktivitelerden, müzik dinletilerinden faydalanıyorlardı ve bizleri gerçekten yakınları gibi görmeye başlamışlardı. Bu nedenle, toplumsal bilincin yükseldiği bir alanda, tasarım yaklaşımlarında kaba tabiri ile sosyal sorumluluk projelerine uygun olacak mekanlar yaratmanın, orayı kolektif kullanıma uygun olacak bir şekilde organize etmenin, sokak hayvanlarına da sürdürülebilir olacak şekilde yardımcı olabilecek tasarımlar geliştirmenin, tasarımın en doğru adımları olacağı kanaatindeyim. DEFNE HALMAN, Oyuncu Genel olarak sanatçıların Gezi Parkı olaylarına bakışını nasıl değerlendirirsiniz? Sizce bir sanatçı böyle bir ortamda nasıl bir tavır sergilemeli? Sanatçılar da pek çok değişik meslekten insanlar gibi, öğrenciler gibi, anneler gibi Gezi Parkı olaylarına hayli destek verdiler, fiziken varlık gösterdiler. Zaten hareketin ruhu da herkesin katılımına açık, herkesi birleştiren bir ruhtu, başlangıcı da keza insanları birleştiren bir duygu ile başladı. Sanatçı arkadaşlarım da her gün bilfiil orada hazır bulundular. Yazarlar, oyuncu arkadaşlarım, şairler, ressamlar, müzisyenler sanatın geniş şemsiyesi altındaki herkes orada varlığını gösterdi. Malumunuz Gezi Parkı’nda bir sahne bile kuruldu ve orada gösteriler yapıldı. Elbette tanınmış, takip edilen insanların böyle bir hareketi meşrulaştırmak adına orada bulunması çok önemli, fakat, bu hareket tek başına varlığını sürdürebilen bir hareketti ve kimsenin tanıtım adına bir şey yapmasına gerek yoktu. Bu kadar naif ve barışçıl bir ruha sahip olması dolayısıyla da tarihimizde bir ilk niteliği taşıyor. Sanatçılar minvalinde eklemem gereken bir diğer şey de, hareketin başlangıcında ön saflarda harekete destek veren arkadaşlarımız tebrik edilecekleri yerde hedef gösterildiler. Bu olanları da üzüntüyle karşılıyorum. Çünkü sanatçıların bu gibi durumlarda destek olmaları gerektiği kanısındayım. Ben de kişisel olarak sanatçı kimliğimden önce bir insan, bir yurttaş olarak varlık göstermem gerektiğini hissediyorum. Son olarak eklemem gereken şey ise, hiçbir sanatçının Gezi Parkı ve muadili olaylarda bireysel olarak öne çıkıp hareketi ikinci planda bırakmaması gerektiği.

Kadınların bu hareketteki rolü ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Malumunuz kadınlar yoğun bir şekilde bu hareketin içerisinde varlık gösterdiler. Bunun başlıca sebebinin de, son zamanlarda artan bir grafikle, kadınların özel hayatlarına getirilen müdahaleler olduğu kanısındayım. Kadın bedeni üzerinden yapılan politikalar kadınları halihazırda çok öfkelendirmişti. Kadınların “Gezi Parkı’na dokunma” söylemlerinin alt metninde aslında “bedenime dokunma, özel hayatıma karışma” fikirleri de yatıyordu. Ben de oyuncu olmanın dışında bir anneyim ve bu kimliğimle de eylemlerde hazır bulundum. Zaten bu hareketin sembolleri de yüzüne biber gazı sıkılan ‘Kırmızılı Kadın’, tazyikli suya kollarını açan ‘Siyahlı Kadın’dı. Son zamanlarda ise ‘Duran Adam’ın hemen ardından ‘Duran Kadın’ da hareketin sembollerinden oldu ve hafızalarımıza kazındılar. Sosyal medyayı bu süreç içinde gayet aktif bir şekilde kullandınız. Bu minvalde yaptığınız paylaşımları toplumsal etkileşim açısından değerlendirir misiniz? Sosyal medya Gezi Parkı olaylarında haberleşme ve bilgi paylaşımı açısından elzem önem taşıdı. Tabii ana akım medyanın tutumu da bu konuda belirleyici unsurlardan biri oldu. Demokratik bir hak olan haber alma hakkı ellerinden alınınca insanlar, kendi imkanları dahilinde haber yaymaya başladılar. Ben de onlardan biriydim. Bir parantez açarak belirtmeliyim ki, 20 Mayıs’ta ABD’deydim ve sürecin ortasında ülkeye dönebildim. Bu süre zarfında da gelişmeleri aktarmak, yabancı kamuoyunu haberdar edebilmek için İngilizce paylaşımlar yaptım. Tabii ne denli etkili oldu bilemiyorum fakat Kanada’dan bir muhabirden geri dönüş aldım. Bu sırada tabii New York’ta da harekete destek için Union Square’de, Zuccotti Park’ta ve Türk Konsolosluğu’nun önünde eylemler yapıldı; bunlardan da yine sosyal medya aracılığıyla haberdar oldum ve üç değişik eyleme de katılma imkanı buldum. Bilgi kirliliği konusunda ne düşünüyorsunuz? Sildiğiniz tweet’ler ya da retweet’lerinizi geri aldığınız oldu mu? Bu kadar yoğun bir şekilde kullanılan ve birçok insanın dahil olduğu, hiçbir süzgeçten geçirilmeden anında bilgi paylaşımına hizmet eden bir platformda bilgi kirliliği yaşanması çok olağan bir durum. Bazılarının 10.000’leri bulan tweet’lerine karşılık benim toplamda 755 tweet’im var. Çok dikkat ederek ve kontrol ederek yazıyorum. Zaten Twitter’ı aktif kullanma sürecim de Emek Sineması eylemlerinin başlangıcına denk geliyor. Ondan önce çok az kullanıyordum ve aklıma her geleni paylaşmayı gerekli bulmuyordum. Gezi Parkı sürecinde ise yazılanların doğruluğunu bir şekilde konfirme etmeden, gaza gelmeden yazmaya çalışmama rağmen sanırım bir ya da iki tane geri aldığım tweet’im oldu. Gezi Parkı örneği üzerinden, şehirleşme ve ekosistemin kaotik ilişkisini nasıl tanımlarsınız? Aslında burada tekrar Emek Sineması’nın yıkılması mevzusuna döneceğim. 1924’te kurulan ve ilk sinema olma özelliği taşıyan Emek Sineması’nın yıkılıp yerine AVM yapılması istemi, Gezi Parkı’nda ve daha birçok yerde olduğu gibi, İstanbul’un tarihi dokusunu zedeliyor. Elbette bir şehir büyüdükçe, nüfusu genişledikçe doğru oranda değişim söz konusu olacaktır, fakat bunun karşılığında nelerden feragat edildiğine de dikkat edilmeli. Rant uğruna doğaya ve insana zarar vererek, insanları şehrin dışında kurulan steril sitelerde yaşamaya

XOXO The Mag


bakmasınlar ama bazı markalar krizi ve itibarlarını iyi yönetemediler. Bazıları söyledikleriyle ufak hataları daha da büyüttüler. Sosyal medyada çok takip ediliyorsanız, söylediğiniz bir şeyi geri almanız bile tepki yaratır. Her aksiyonu çok iyi düşünmek gerekir. Çok düşünmeye vaktiniz yoksa, vicdanınızla hareket edersiniz. Markaların da insanlar gibi karakterleri vardır. Bu karakter her nasılsa, onlara uygun davranmak gerekir, aksi takdirde inandırıcılığınız gider. Bu konuda son olarak, olaylardan negatif etkilenen markaları tercih etmeye devam eden insanlara tepki göstermenin yanlış olduğunu söylemek istiyorum. Herkes özgürce seçimlerini yapabilmelidir, herkesin tercihi kendini bağlar. Tepkili olduğunuz markadan uzaklaşırsanız, kimse bir şey söyleyemez. Yakın durmaya devam edene de tepki gösteremezseniz.

zorlayıp, ötekileştirerek yapılan değişimlere karşıyım. Bir şehrin tarihi dokusu, kültürel hafızasını hiçe sayarak her yere AVM, rezidans yapılması yerine, çevre koşullarını, doğayı, insanı ve kültürel dokuyu da işin içine katarak gelişmek gerektiğine inanıyorum. ÖZGÜR İNCEOĞULLARI, Pazarlama Direktörü Yaratıcı sektörün ve buna paralel pazarlama sektörünün olaylar esnasındaki duruşunu değerlendirir misiniz? Ortaya konulan sonsuz fikrin, yarın öbür gün pazarlama faaliyetlerinde kullanılması ne gibi tepkilere yol açabilir? Olaylar herkesin ruhsal durumunu derinden etkiledi. Sinirlendik, kızdık, ağladık, coştuk, duygusal patlamalar yaşadık. Böyle olunca ister istemez farklı düşünmeye, bakmaya başladık. “İnsan mutluyken şarkının müziğine, mutsuzken sözlerine dikkat eder.” diye bir söz var. Galiba mutluluk, mutsuzluk gibi duygular birbirine girdi ve sonunda bu karışım, yaratıcılığımızı da etkiledi. Sokaktaki herkes metin yazarı, görsel tasarımcı oldu. Twitter’ın yoğun kullanımı, 140 karakter kısıtlaması kısa ve öz anlatımı beraberinde getirdi. Doğal olarak yaratıcı sektör de olayların analizini yaptı. Yaratıcılıkları katlandı ve ortaya muhteşem şeyler çıktı. Yazılar daha derin, çizgiler daha anlamlı, fotoğraflar daha dolu oldu. Bu içeriğin pazarlama sektörüne ve ticari boyuta taşındığını düşünmüyorum ve taşınması gerekliliğine de inanmıyorum. Zira tüm bu olaylar çevre duyarlılığından ortaya çıktı ve çeşitli sebeplerle farklı boyuta geldi. Bazı markalar zaten çevresel kaygılar taşıyor ve bununla ilgi mesajları yıllardır verip, duyarlı tüketicilerin sempatisini ve parasını kazanmaya çalışıyor ancak hiçbir markanın Gezi Parkı olaylarında yaşananlar hakkında bir söylemi olacağını sanmıyorum. Kaldı ki konu yoruma oldukça açık ve herkes hem etkili hem de tepkili. Markaları yönetenler bu riski alamazlar.

Orta, üst-orta ve üst segmentte yer alan birçok markanın hedef kitlesi olan güruhun bu olaylar esnasındaki tavrı sonucunda, iletişim faaliyetlerinde yeni bir dönem açıldı diyebilir miyiz? Evet. Bu durum, her şeyden önce markaların, iletişim yaptıkları kitleleri daha yakından tanımalarını sağladı. Birçok şirket ve marka zaman zaman tüketiciden uzak olma hatasına düşer; herhalde artık daha detaylı ve yüz yüze tanıma fırsatına ulaşmışlardır. Tüketicinin hızı, birbirleriyle olan iletişimi, markalara bakışı, sosyal ve politik konular hakkında düşünme hızları gibi konuların tamamı ortaya çıktı. Markalar, ve onların iletişimine yön veren ajanslar, artık yeni söylemler oluştururken bütün bunları akıllarının bir köşesinde tutacaklardır. Bundan emin olabiliriz. BAHAR KORÇAN, Moda Tasarımcısı üst bilinçlerin var olduğunu gördüm o genç bedenlerde çok olgun bir ruh varmış umutlandım şiddeti bilmeyen bu bedenlere şiddet uygulandı ağladım

Pazarlama faaliyetlerinin bıçak gibi kesilmesi beklenmedik bir durum değildi. Ancak normalizasyon süreci nasıl işlemeli? Pazarlama alanı, insanın ruh haline çok endeksli. Hepimiz biliyoruz, kaygıları olan kişi satın almadan önce iki kere düşünür veya iki tane alacakken bir tane alır. Dolayısıyla ticari hayatı insan ruhu belirler. Şu aralar hepimizin aklı biraz karışık, herkes “durdu”. Dolayısıyla şirketler de ister istemez ciro kaygısı yaşıyor ve harcamalarında yavaşlıyor. Tabii bu gibi durumlarda her şeyin bıçak gibi kesilmesi de bir çözüm değil. Akılları karıştıran meselelerin sonucuna ulaşmak zaman alacak olsa da, pazarlama faaliyetlerinin belli bir seviyede devam etmesi lazım. Aksi takdirde yumurta-tavuk prensibiyle insanların morali daha da düşer ve bu herkesi mutsuzluğa götürür.

tek bir dünyada yaşıyoruz hayat denen bu keskin oyunda niye kavga ediyoruz yarınları bu temiz bilinçler kuracak inanıyorum bekliyorum Gezi Parkı olaylarının moda ile alakası nedir? Malum #geziparkındamodaçekiminehayır diye bir hashtag başlatılmıştı. Gezi Parkı olaylarının moda ile hiçbir alakası olamaz. Bir sivil hareketti ve devam ediyor.

Markaların bu süreç esnasındaki kriz yönetimleri hakkında düşünceleriniz nasıl? Bu süreçte birçok marka öne çıktı. Çoğu negatif olarak anıldı, birkaçı ise pozitif olarak. Hiçbiri bunları planlamamıştı ve her şey çok hızlı gelişti. Sosyal medya gücünü ve hızını gösterdi. Sosyal medyanın dışında kalmayı kimse göze alamıyor artık, çünkü orada yoksanız bir şekilde dünyanın dışında kalıyorsunuz. Sosyal medya artık medyanın kendisi. Birçok kişi eski stil medyayı takip etmeyi bile bıraktı. Televizyon izlemeyen, gazete okumayan bir nesil var ama yine de olan bitenden haberdarlar, çünkü bağlantıdalar. Sekiz yıl önce Kevin Roberts’ın “Sisomo: The Future on Screen” kitabında anlattığı gibi... Kusura

Unutamadığınız bir enstantane var mı? Çok fazla an var hafızama kazınan, ama eşim ile birlikte ilk biber gazına maruz kaldığımız anı unutmak kolay değil. Hareketin üçüncü gününde Divan Oteli’nin önünde hiçbir neden yokken polisin saldırısına uğradık; diğer binlerce İstanbullu gibi. Ama ne olursa olsun barış ve birlik olma duygusunu yitirmeden insanların birbirine yardım etmesi, kendi canı yanarken yanındakine dayanak olması uzun zamandır görmediğim bir birlik beraberlik duygusunun yansımasıydı. 103


cover

Bireysel özgürlükler açısından demokrasimize hangi katkıları sağlayacağını düşünüyorsunuz? Yıllardır ne olursa olsun sesini çıkarmayan ve saygıyla, sükunetle dinleyen milyonlar sonunda bir ağaç sesine uyandı. Varlığımızı, burada olduğumuzu, farklı inançlarımız ve farklı tercihlerimiz olmasına rağmen birbirimizi kabul edip, saygı gösterilmesi gerektiğini hatırlatmak istedik. Beni dinle, bana zorla diretme, beni ilgilendiren kanunlarda fikrimi sor, ben yokmuşum gibi alanımı mahvetme, kısaca demokrasi gerekliliklerini uygula. Bana şiddet uygulama, bana benim kardeşlerimle saldırma. Beklentimiz budur. Kişisel olarak sizin derdiniz neydi? Ben 1980’leri yaşadım. Ortaokul son ve lisenin ilk yılında bir sürü sarsıcı sahneler gördüm, duydum. Olayların yakınındaydım. İçim acıyor hala. Bu eski ve hantal devlet sisteminin genç yürekleri, bedenleri nasıl yok ettiğine, yaraladığına o dönem insanları olarak maalesef şahit olduk. Şimdi 2013’te 22 yaşındaki kızımın ve onun jenerasyonunun yüreklerinin acımasına izin vermek istemiyorum. Direniyorum; daha temiz, doğayı daha iyi anlayan, kişisel alanlara daha saygılı, evrensel düşüncenin daha hakim olduğu “bir” yapıya sahip olmalıyız diye düşünüyorum. Çünkü biz gençlerimize bunu borçluyuz. NASUH MAHRUKİ, AKUT Başkanı Bu hareketi nasıl tanımlarsınız? Başka sosyal hareketlerle hangi noktalarda paralellik gösterdi veya farklılaştı? Bir kere bu çok geniş katılımlı, özellikle gençler üzerinden başlayan ve insanların son derece doğal bir amaçla bir araya gelmesiyle ortaya çıkmış bir halk hareketi. İstanbul’un zaten sınırlı olan yeşil alanlarından birine, senaryosu ne olursa olsun, bir AVM yapılacak olması fikrine karşı doğalı korumak isteyenlerin başı çektiği bir hak arayışı. Ancak ne yazık ki bu süreç çok yanlış yönetildi. İnsanların haklı talepleri doğru okunamadı. “Provokatörler”, “dış güçler” dendi ve bu şekilde şiddetin dozu artırıldı. Şiddetle tabii ki hiçbir yere varılamadı, aksine uygulanan şiddet hareketi güçlendirici bir faktör oldu. O genç insanların peşinden anneleri, babaları, ağabeyleri, ablaları, teyzeleri, dedeleri de sokağa çıktı. Ve on binlerce insan ya sokağa çıkarak ya evde tencere tavayla bu harekete destek verdi. Sosyal medyanın da katkısıyla geniş çapta bir halk hareketine dönüştü. Tamamen sürecin yanlış yönetilmesiyle, ateşe biber gazıyla, şiddetle, sopayla her seferinde körükle gidildi, amaca da varılamadı, üstüne üstlük hareket daha da büyüyünce, maalesef içine gerçek provokatörler girdi, her zaman olduğu gibi... Peki sizce bu süreçte hangi toplumsal değerler baskın rol oynadı? Daha sonra provokasyonlarla ve başka etkenler nedeniyle sağa sola dallanıp budaklanmış olabilir ama burada insanları bir araya getiren en önemli faktör demokratik hak arayışı oldu. İnsanlar her zaman haklarını aramak istiyorlardı zaten, ama bu isteği yüksek perdeden dile getirecek cesaretleri yoktu. Son 10 yıldır yaşadığımız süreci hepimiz biliyoruz. Olay belki çevreyi, ağaçları, doğayı koruma hareketi olarak başladı ama üstüne aşırı şiddet uygulanınca gençler daha çok bir araya geldi. Örgütlü toplum güçlü toplumdur. Tek sorunumuz örgütlenememekti, dağınıkken o çoğunluk bir işe yaramıyor, gücünüzü tek bir yere odaklayamıyorsunuz. İlerleyen zamanlarda toplumsal anlamda bu yaşananlar bize

neler kazandıracak? Bu yaşananlar Türkiye’nin demokratikleşmesi, çağdaşlaşması, hak ve özgürlüklerinin çağdaş ölçütlere ulaştırılması yolunda bize çok önemli oranda mevzi kazandıracak. Geleceğin Türkiye’si bugünün Türkiye’sinden çok daha sağlıklı bir Türkiye olacak. Süreç içinde sivil toplum kuruluşlarının ve sivil inisiyatiflerin olaylar karşısındaki tepkisini neye bağlarsınız? Kolektif bir bilinç oluştu, bu konuda ne düşünüyorsunuz? Cesaret bulaşıcı bir şeydir, bu bir kolektif bilince dönüştü, bunun içinde STK’ların da yeri muhakkak ki vardır ama bu bir STK operasyonu değil, bir halk hareketi. Birey hak ve özgürlükleri için bireysel olarak inisiyatif alan ve bu uğurda biber gazını solumayı, dayak yemeyi, tazyikli suyla püskürtülmeyi, yaralanmayı, sakatlanmayı, ölmeyi dahi göze alan insanların ortaklaşa oluşturduğu müthiş bir enerji var. Bu gerçeği kabul edip daha farklı politikalar üretmek lazım. Özellikle gençlerin taleplerini doğru okumak lazım. AKUT bu olaylar süresince aktif rol oynadı, başka kurtarma ekipleri de dahil oldu mu? Oldu tabii. Öncelikle AKUT buraya protestocu olarak katılmadı, sonuçta biz bir kurtarma ekibiyiz, bir yardım kuruluşuyuz. Zaten yeterince protestocu vardı, eksik olan orada başı derde girebilecek, yaralanabilecek insanlara ilk yardım ve sağlık desteği verebilecek unsurlardı. AKUT Birleşmiş Milletler tarafından akredite edilmiş bir kurtarma takımı olarak ve bu anlamda Türkiye’nin altına imza atmış olduğu bütün ulusal anlaşmaların da bir tarafı olarak afet durumlarında, acil durumlarda ve insan sağlığının tehlikeye girdiği durumlarda doğrudan görev alıp gönüllü olarak sorumluluk üstlendi ve çalıştı. Biz ilk günden itibaren arazideydik, bizi gördükten sonra 1999 depreminden sonra AKUT’tan feyz alarak kurulmuş diğer STK’ların birçoğu da çıktılar araziye ve onlar da çok yetkin görev yaptılar. Gerçekten Türkiye’nin en zor zamanında çok önemli bir boşluğu doldurdular. Hep birlikte doldurduk bu anlamda. NEVŞİN MENGÜ, TV Spikeri, Gazeteci Türkiye’nin geçirdiği süreçleri göz önünde bulundurduğumuzda, Gezi Parkı olayları toplumun kolektif hafızasında ne oranda canlı kalır sence? Çabuk unutan bir toplum olduğumuz söylenir. Bilemiyorum, belki de bugüne kadar hep unutmak istedik. Hatırladıkça toplumsal travmalar deşilsin istemedik. Ama ilk kez bu ülkenin sokaklarında bir araya gelmesi imkansız gruplar el ele yürüdü. Kolluk yürümeyeceksiz dedi, bu kez sadece durmayı seçtiler. Bir ilk görüyoruz. Çabuk unutulacağını sanmıyorum. Öyle veya böyle Türk siyasi tarihinde bir referans dönemi, bir tür milat olacak gibi görünüyor. Yurt içi ve yurt dışı basının tavrı ve duruşu hakkında genel düşüncelerin neler? Türk basını çekinik dilini sorgulaması gerektiğinin farkına vardı. Kamuoyu da basın nedir, ne değildir, ne yapması, ne yapmaması gerekir, bunlara kafa yormaya başladı. Olayların yabancı basın eliyle tertip olduğu falan gibi iddialar ise ergen söylemleri bana göre. Ne gördülerse kendi kamuoylarına aktardılar; olan budur.

XOXO The Mag


Olaylar başlamadan önce, böyle bir sosyal tepkinin olacağı fikri hiç aklına gelmiş miydi? Açık ve net söyleyeyim, hayır gelmemişti.

LALE MÜLDÜR, Şair Gezi Parkı olaylarına şu şiir çok yakışıyor dediğiniz oldu mu? Divanü Lûgat-it-Türk kitabımdaki Yaban şiirleri geliyor aklıma.

Bu süreçte seni en çok güldüren ne oldu? Yine açık söyleyeyim, evet komik sloganlar, yazılar, afişler vardı. Ama ben hiç gülemedim. Gülmeye vakit olmadı çünkü. Maalesef iktidar mekanizması birden çok sertleşti, kullanılan dil yer yer ürkütücü oldu, toplumsal ayrışma çok keskinleşti. Ben mide ağrısı çektim daha ziyade.

Sizce yaşananlar barbarlık mı? Evet, barbarlık; hepimiz yetiştirilme terbiyesi açısından onun içindeyiz zaten. Ben barbar olarak şu an çıksam sokağa “barbarım, ben barbarım, barbarım” diye dolaşsam bir barbar beni bulur. Barbarlık, adı olmayan ve illegal bir durumdur ve buna ancak barbarlığı çocuk terbiyesi olarak almış kişiler erişebilir.

Kadınların bu hareketteki rolü ile ilgili ne düşünüyorsun? Derdi olan sokağa indi diye gördüm ben bu protestoları. E kadının derdi başından aşkın. Evdeki ataerkil yapıya karşı çık, kamusal alandaki ataerkil yapıya karşı çık, cam tavana kız... Kadının söyleyecek sözü çok, kadının isyan noktası çok.

Tüm bu olanları kamusal alanı merkezine alan Bienal’le ilişkilendirmenizi istesek neler söyleyebilirsiniz? Bienal ilk defa doğru bir seçim yapmış derim; çünkü barbarlık kadar bize yakışan ve tartışılması gereken bir kavram yok bence. Dışarıda da en çok kullanılan isim bizim için barbarlık; onun için ilk defa bu kadar içten, bu kadar istenilene yakın bir kavram seçiliyor Bienal’de.

YASEMİN MORİ, Sanatçı Bilgi kirliliği ve sosyal medya kullanımı konusunda ne düşünüyorsun? Sildiğin tweet’ler ya da retweet’lerini geri aldığın oldu mu? Bilgi kirliliğini çağımızın ve küreselleşmenin doğal bir sonucu olarak görüyorum. İnternete ne kadar az bağımlı olursak ihtiyacımız olan bilgiye ulaşma ihtimalimiz o kadar yükseliyor. Sosyal medya konusunda da aynı tutumu göstermeye çalışıyorum. Gerekli olduğunu düşündüğüm, pozitif ve değişime yönelik mesajlar, işe yarayan bilgiler dışında paylaşım yapmıyorum.

Kadınların bu hareketteki rolü ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Kadınlar ve erkekler eşit biçimde sürükleniyorlardı. Bu sürecin size hissettirdiklerini bir şiirle dile getirebilir misiniz? ben mavi suların üstünde yelkensiz ve bayraksız bir gemiyle ilerlerken öyle susku duyan suskun sayıklamayan hatta sayıklayan kimi vapurcuklar da yaklaşırdı böyle ve buradan da, bu hareketle kedimin bana yaklaşmasını izler uzaktan görünen Ayasofya’ya selam derdim selam Ayasofya selam işte buradasın nihayet buradasın, kimsenin göremediği gözlükler takıyorsun gizli odalarında adamlar senin için ilahiler yakıyorlar ve biz hepimiz medyunuz sana selam Ayasofya selam

Basının tavrı ve duruşu hakkında genel düşüncelerin neler? Demokratik haklar, insan hakları, ifade özgürlüğü gibi konuların ve ülkemizdeki siyaset anlayışının ne derece sallantıda olduğunu hep beraber gördük, yaşadık. Tüm bu olguların yeniden ele alınması ve şekillendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Basının özgürleşmesi, bu değişim ve gelişim döneminin en önemli unsurlarından. Örneğin Polonya’da Basın Özgürlüğü Yasası 1532’de, İsveç’te 1766 yılında kabul edilmiş... Bu süreçleri izlerken içinden herhangi bir şarkı sözü geçti mi ya da Gezi Parkı olaylarına şu şarkı çok yakışıyor dediğin oldu mu? Queen - We Will Rock You. Bir de protestolardan bir gün önce kaydettiğimiz, 485 liseli öğrencinin özgürlükleriyle ve istedikleri dünya ile ilgili yazdıkları cümlelerden seçerek yaptığım ‘Keşkeler Çirkin’ isimli yeni şarkı.

OT DERGİSİ Genel olarak, mizah dergilerinin ve mizah yazar/çizerlerinin duruşu hakkında ne düşünüyorsunuz? Gezi süreci bize mizahın hala en iyi yol olduğunu gösterdi. Sokakta üretilen mizah yanında, dergilerin işi zordu ama onlar da bu dinamiği yakalamakta, gençlerin beklentilerine karşılık gelecek işler üretmekte geç kalmadı. Çıkan özel sayılar, gazetecilik tabiriyle “reflekslerin” çok güçlü olduğunun emaresi oldu.

Y Jenerasyonu’nun yaratıcılığı ve sahip olduğu farklı bakış açıları bu süreçte çok konuşuldu. Bu konuda düşüncelerin neler? Y Jenerasyonu’na mensup biri olarak kuşağımla gurur duyuyorum. Dünyanın bizden öğreneceği çok şey var.

Mizahın olayların tam göbeğinde yer alıyor olması, toplumsal tepki ve kolektif hafıza açısından bir sürpriz miydi? Evet, büyük bir sürprizdi. Sohbetler tam da “ne olacak bu 90’ların hali” geyikleriyle demlenirken, 90’lar topu taca attı. 40 yıllık kadim sloganlara şu son bir ayda üretilen işler eklendi... Bunların mizahla harmanlanan şeyler olması gündelik hayat diline de sızmalarını kolaylaştırdı. Üzerinden 20 yıl geçse de şu bir ayda yaşananlar

Yaşananların kolektif bilincimize katkısı ne oldu sence? Şüphesiz ki; bu ayaklanma herkesin birbirine aslında ne kadar bağlı olduğunu ve toplum bilincimizin ayakta olduğunu, dayanışmanın ve beraber iyi düşünceler üretmenin ne kadar iyi geldiğini gösterdi. 105


cover

hafızamızda yerini alacak ve birilerine “Kahrolsun bağzı şeyler” dedirtecek, eminiz. Eylem yapmayı bile bilmediğini düşündüğümüz bir güruh nasıl oldu da bu yaşananlarda bu kadar aktif rol oynadı? İnsanların içtiği ilaçtan, gezdiği yere kadar her şeye karışırsanız, bilgisayar karşısında ense yapan bir insanın içinden de Hulk çıkarırsınız. Mutlaka bizden daha iyi komplo teorisi yapanlar vardır, bizim bu insanları sokağa döken dönüm noktasıyla ilgili teorimiz basit: “Ya bi yürü git.” OT Dergisi ekibinde ve dergiye katkıya bulunan isimler arasında okuru en çok güldüren ve düşündürenler kimlerdi? Met-Üst’ün “Sinirlenince çok güzel oluyorsun Türkiye” sözü yalnızca bizi değil, bir sürü insanı güldürdü, kısa sürede eylemin mottoları arasına girdi. Onun dışında yazarımız Emrah Serbes’in başına bir şey gelmesinden kaygılandığımız, yüreğimizi ağzımıza getiren olaylar oldu... Faruk Kaya’ya zaten çok güleriz, onun Twitter performansı bizi yine bu süreçte en çok güldüren şeylerden biriydi. Seyit Ali Aral, Deli Mutfağı’nı Gezi Parkı’na taşıdı, sandviç üretimiyle küçük bir efsane yarattı, o da bizi hayrete düşüren bir başka şey. Genel olarak OT, Gezi hareketi süresince “çayır çimen geze geze” bir performans sergiledi. Yaşanan ve yazılanları düşünürsek, en komik anlar hangileriydi? Yaşanan olayların çoğu çok acayipti. Duvar yazıları özelinde “Tomalara göğüs geren/ İşte benim Zeki Müren”, “İzmir’de tomaya tomat diyoruz”, “Tomalıhilmi”, “Tomaya en etkili silah anne terliği”, “Mustafa Keser’in askerleriyiz” bizi çok güldürdü. İnsanların su sıkılmasına rağmen yavaş yavaş gitmesi, annelerin Gezi Parkı’na geldiği gün dönen geyikler de bizi gülümseten olaylar... Hareketi özetleyen ifadelerden biri de “Çare Drogba” oldu. Çünkü hiçbir siyasi figüre anlam atfetmiyor kitle. Hiçbirinin kendisini temsil etmediğini düşünüyor. Bu yüzden, aslında ironik yaklaşımlara fazla alınganlık gösterilmemesi gerekir. Çünkü kral çıplak diyen her zaman küçük çocuklar olmuştur. Çok ciddi ideolojik sloganların yerine bu tipte sloganların revaç bulması harekete dahil olan insanları anlamak adına önemli bir veri. Kısaca, iyi ki bugünleri gördük, yaşadık. LOKMAN ŞAHİN, MAS Matbaacılık Sahibi Yaşınıza saygı duyarak soruyoruz, daha önce yaşanan sosyal olayları kenara koyarsak, Gezi Parkı olayları hafızanızdakilerden hangileriyle benzeşiyor? Gezi Parkı protestoları bu ülkede daha önce tanık olduğum etkinliklerden pek çok bakımdan farklı, naif, mizah dolu, romantik ve çok masum bir eylemdi. Eylemi yapanlarsa apolitik olduklarından, okumadıklarından, deneyimlerimizden istifade etmediklerinden sıkça şikayet ettiğimiz, eğitimleri için varımızı yoğumuzu harcadığımız çocuklarımızdı. Bizler 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü, 28 Şubat’ı ve dolayısıyla çok büyük acıları yaşamış, kamplara bölünmüş bir nesiliz. Birbirimizi anlamaya yeni yeni başlayabilmiştik. Onlarınsa böyle sorunları yoktu. Kavgasız gürültüsüz anlaşıyorlardı. Yaşları otuzu geçmiyordu, pek çoğu hiç oy kullanmamıştı ve herhangi bir partiye de kendilerini yakın hissetmiyorlardı. Farklı inançlara ve yaşama biçimlerine sahiplerdi. Ortak paydaları çevre duyarlılıkları; silahları safiyetleri

ve mizah yetenekleriydi. Çok kültürlü, çok renkli ve farklılıkların zenginlik olduğu bir toplum için küçük bir laboratuar kurmuşlardı. Geleceğin Türkiye’si için umut veriyorlardı. İstekleri de son derece masumdu. Her tarafı beton yığınlarınca kuşatılmış kentlerinde sembolik de olsa bir alanın, ama en sembolik olanının Gezi Parkı’nın korunmasını ve yeşilin yok olmamasını istiyorlardı. Son derece iyi niyetliydiler. Kolayca anlaşılacaklarını ve işin uzamayacağını düşünüyorlardı. Ancak ölçüsüz bir şiddetle karşılaştılar ve sonrası malumunuz... Olayların ekonomik etkileri tartışma konularından biriydi, bir yatırımcı ve işveren olarak, negatif etkilerin önemli olduğunu düşünüyor musunuz? Hiç beklenmedik bir zamanda, hiç beklenmeyen bir kesimden gelen ve hiç umulmadık bir formda ortaya çıkan bu toplumsal reaksiyon kısa dönemde kırılgan ekonomi üzerinde bazı olumsuz etkiler yaratabilir ama bu uyanışın ve gücünün farkına varışın getireceği sosyal dinamizmin yanında bu etki devede kulak kalacaktır. İnsanların barışçı yollarla kendilerini ifade edebilmeyi geliştirmeleri de cabası. Onların isteklerine bir an önce kulak vermek gündemimizdeki çok daha büyük sorunlarımızı çözme yolunda son derece yararlı olacaktır. Şiddet ve kutuplaştırma insanları suça itmektedir. Yakın tarihinde bu acıyı ve sonuçlarını yaşamış bir toplumun bireyleri olarak gençlerimizi suçtan uzak tutmak için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız. Umarım siyasi iktidar da yurttaşlarıyla çatışmak yerine onları anlamaya çalışma refleksini bir an önce gösterebilir. Elbette ki bu olayları dokümante etmek için çokça yayın çıkacak, sizin bu konudaki ön görüleriniz nasıl? Henüz olaylar hafızamızda tazeyken ve sağlıklı bir analiz için sonuçları görmeyi beklemeden tüm belgeler toparlanıp notlanmalı ve mümkünse yayınlanmalıdır. Kendilerine yöneltilen her suçlamayı mizah süzgecinden geçirip bir karşı silaha dönüştüren ve toplumu derinden sarsan bu insanlar her türlü ilgiyi hak ediyorlar. Bu yaşananlardan aklınızda neler kaldı? Etkileyici fotoğraflar, duvar yazıları ve mizah... İDİL TABANCA, Bullett Magazine Genel Yayın Yönetmeni Olaylar başladıktan sonra neden hemen İstanbul’a geldin? İstanbul’a Gezi Parkı protestolarına katılmak için geldim. Türkiye’de böyle bir hareketlenme olması beni çok heyecanlandırdı ve sürece dahil olmak istedim. Aslında yurt dışına gitme sebebimin temelinde de kendi jenerasyonumun beni hayal kırıklığına uğratması yatıyordu. Benim zamanımın gençliği bana hep vurdumduymaz, bencil, kopuk ve apolitik gelmişti. Gençliğin neden sorgulamadığı ve yaratıcılığın nereye kaybolduğu kendime hep sorduğum bir soruydu. Bu yaratıcı, esprili ve cesur reaksiyon sanki hayatım boyunca beklediğimi bilmediğim bir andı. Bana inanılmaz ilham verdi ve yeni jenerasyonla gurur duydum. Gezi Parkı olayları dışarıdan nasıl görünüyordu? Çok heyecan verici. New York’ta kalan arkadaşlarım gelemedikleri için çok üzüldüler. Sonuçta fiziken orada olmak tarihe tanıklık etmek gibi. Yaşanan sürecin Türkiye’nin geleceği için çok önemli olduğunu

XOXO The Mag


çoğunluğunun neler olduğuna dair en ufak bir fikri yoktu. Dolayısıyla yabancı basının ilgisi bizim için önemliydi, üstelik yaşananların global kimliğini de yabana atamayız, nitekim Brezilya da bize bu global kimliği kısa sürede hatırlattı. Dolayısıyla bu protestoların dünyada yankı bulması, dünya basınında yer alması sürecin doğal bir parçasıydı. Elbette Türkiye’nin bölgesel önemi ve güncel Orta Doğu dengeleri de bu ilginin ana sebeplerinden biriydi, bunu da yadsıyamayız. Yabancı basında çıkan haberleri elimden geldiğince kendi dilinde takip etmeye çalıştım ve bazı “kibirli” olarak nitelendirebileceğim yaklaşımları bir kenara ayırırsam genel olarak doğru bir iletişim dili kullanıldığını düşünüyorum.

düşünüyorum. Ayrıca yabancı basın olayları olduğu gibi yansıttığı için uluslararası kamuoyunda Türk gençliğine karşı inanılmaz bir saygı ve sempati doğdu. Bu barışçıl, cesur ve şiddetsiz tepkimizin tüm ülkelere örnek teşkil ettiği kanısındayım. Hatta kısa zamanda Türkiye dışına yayılırsa hiç şaşırmam. Bullett Magazine olarak bu süreçte duruşunuz nasıl oldu? Burada tabii hayat devam ediyordu. Bu bizim için çok zorlayıcıydı. İlk gün derginin sosyal medya kanallarından açıklama yaptık. Web sitemize de ben ve derginin Özel Projeler Müdürü Büşra Erkara birer açıklama yazdık. Sonrasında ise bir hafta boyunca tüm sosyal medya paylaşımlarımızı durdurduk. Aksi bir tutum etik olmazdı. Kendi dergimiz dışında Refinery29 için de olaylarla ilgili bir yazı yazdım.

Gezi Parkı ve çevresinde devam eden süreç halkın marka alışkanlıklarında sürdürülebilir değişiklikler yaratır mı? Güven bir kere kırıldıktan sonra telafisi zor ancak markaların yaklaşımı da burada belirleyici. Doğru bir kriz yönetimiyle zedelenen itibarlarını geri kazanmaları mümkün. Fakat önümüzdeki 6 aylık süreçte halkın farklı tüketim deneyimlerine yöneleceğine inanıyorum, bu deneyimlerin kendileri açısından sürdürülebilirliğini ise zaman gösterecek.

Bu yaşananlara benzer olayları daha önce bir yerlerde görmüş olmalıyız. Aklına gelen bir kitap veya bir film var mı? V for Vendetta ve Persepolis geliyor aklıma. Genel olarak dergicilerin duruşu hakkında ne düşünüyorsun? Dergiciler için reaksiyon göstermek diğer yayınlara kıyasla biraz daha zor. Dijital mecra kadar anlık değilsiniz bir kere. Bir dergi aylar öncesinden hazırlanıp baskıya veriliyor. Bu nedenle böyle güncel bir oluşuma reaksiyon vermek epey zor. Birkaç derginin sitesinde Gezi Modası başlığı altında, Gezi Parkı’nda insanların neler giydiğine yer veren haberler gördüm ve çok yersiz buldum. Bu yaklaşımların söz konusu onurlu hareketi pop kültüre indirgeyerek ucuzlaştırdığı kanısındayım. Bahsi geçen olay Coachella Festivali değil neticede. Ben 5 gün Gezi Parkı’ndaydım ve her gün aynı kıyafeti giydim.

Gezi Parkı’nın geçmişinden ve şimdiki zamanından aklımızda kalan fotoğraflar bir kenara; bir de önümüzde geleceği gösteren üçüncü bir fotoğraf var, bu fotoğrafta ne görüyorsunuz? Üçüncü fotoğrafta kırmızı elbiseli kızı görüyorum. Bu defa parkta köpeğini gezdiriyor yahut çimenlere uzanmış kitap okuyor. Park, o ve çevresi için yalnızca geçip gittiği bir yol değil, bir vakit geçirme, sosyalleşme mekanı; arkadaşlarıyla parkı bir yaşam alanı kılarken kendileri de İstanbul şehir yaşamında ne yazık ki eksikliğini hissettiğimiz o yeşil alan kültürünü deneyimleyerek değişiyorlar. Bir grup piknik yaparken diğeri çocuklarıyla oynuyor, paylaşım ve karşılıklı saygının hüküm sürdüğü parka büyük resimde baktığımızda görüyoruz ki, bir şehrin gündelik hayatında Henri Lefebvre’in bahsettiği o devrimin kıvılcımları çakılıyor.

FERİDE TANSUNG, L’Appart PR Kurucusu Bir proje olarak bu hareketin halkla ilişkilerini nasıl yürütmek gerekir? Öncelikle hareketin içsel dinamiklerini anlamak çok önemli; farklı ideolojilerden, farklı sosyal sınıflardan gelen kişilerin birleşerek böylesine büyük bir direnişe destek vermelerinin ardındaki süreci dikkatlice okumak gerekir. Eğer hedef algıları değiştirmekse, bunun tek yolunun diyalogdan geçtiğini düşünüyorum, bu doğrultuda oluşturulacak komitelerin karşı tarafla görüştürülmesi, forumlar organize edilmesi ve taleplerin, beklentilerin mümkün olduğunca bir potada eritilerek bildirilmesi bence doğru bir yönetim olacaktır. Elbette tüm bu sürecin halka tüm şeffaflığıyla yansıtılması da hayati öneme sahip; gerek basılı ve görsel, gerekse online medya kanallarında tarafsız bilgi paylaşılması, hatta düzenlenen toplantı ve forumların televizyonlardan yayınlanması aşamaları demokratik kimliğini korumak adına vazgeçilmez, ama içinde bulunduğumuz koşullar düşünüldüğünde ne kadar gerçekçi onun takdirini size bırakıyorum.

ARDA TÜRKMEN, Leblon Olayları bir çorbaya benzetirsek, içinde hangi malzemeler var ve sizin tuz ekleme konusunda tavrınız ne oldu? Olaylar bir çorba olacaksa, kesinlikle sebze çorbası olurdu, orta ateşte tıkırdattıktan sonra el blender’ı ile çekilen cinsten. Benim çorbadaki katkım az mı çok mu bilemiyorum, kendimce çok, başkasınca az... Asla unutamayacağınız bir enstantane var mı? Asla unutamayacağım birçok enstantane var, ama en çok çevik kuvvet polislerine gülümseyerek kitap okuyan gencin görüntüsünü hiç unutamam gibi geliyor.

Basının tavrı ve duruşu hakkında genel düşünceleriniz neler? Ben bu konuda cevabımı “susarak” vermeyi tercih ediyorum.

Sosyal bir tepki olarak mekanların, özellikle olayların ilk gününde, kapılarını kişilere açmaları konusunda karar mekanizmasının nasıl çalıştığını düşünüyorsunuz? Sizce herkes samimi miydi? Bu, olayda inisiyatif kullanan mekan sahiplerinin ya da mekan sorumlularının bir anlık doğru ya da yanlış kararı gibi geliyor bana.

İstanbul’da yaşanan olayların dünya çapındaki yankısını iletişim dili açısından değerlendirir misiniz? Biz kendi televizyonlarımızdan yaşananları izleyemeyip gazetelerimizden okuyamadığımızda büyük bir öfkeye kapıldık. Aramızda ciddi biçimde yaralananlar vardı, ama ülkenin büyük 107


cover

Mekanları o kargaşadan zarar görmesin diye bir tepki göstermiş, mekanlarını koruma altına almış olabilirler, ancak sokaktaki yardım bekleyen bir insana her kim olursa olsun yardım eli uzatmak/uzatmamak bence vicdan ile doğru orantılı. Çok açık ve net söyleyebilirim ki, mağdur durumda yardıma ihtiyacı olan her kim olursa olsun, elimden geldiğince yardım etmeye çalışırım. Bu olaylar sırasında da mekanımı herkese açtım. Samimiyet konusu ise herkesin kendi vicdanına kalmış... Olayların ekonomik etkileri tartışma konularından biriydi. Bir yatırımcı ve işveren olarak, negatif etkilerin önemli olduğunu düşünüyor musunuz? Emin olun, bizim sektörümüz fazlaca etkilendi. Yakın zamanda ne derece ciddi maddi kayıplar yaşadığımız daha net ortaya çıkar. Ancak işin maddi olarak verdiği zararın yanında, manevi olarak insanların hakları olduğunu düşündükleri bir sosyal duygu çevresinde birleşebildiğini görmek, maddi kayıplarla kıyaslanamayacak kadar büyük bir manevi kazanç. Tüm süreci, yemek tarifi olarak bize anlatır mısınız? Zor bir betimleme olur, ama sanki mutfak şefinin, yapılan çorbaya gidip gelip sürekli aynı baharatı eklemesi ve çorbanın tadı bozuldukça da bunu müşterilerin ağız tadına mal etmesi gibi bir durum. “Bu çorbayı nasıl seversiniz, nasıl yapalım arkadaşlar?” diye sorsaydı şef, kimsenin ağız tadı bozulmazdı gibi geliyor bana.

şekilde direnen iki kadının görüntüsü uzun süre hafızalarımızdan çıkmayacak sanırım. Aklınıza kazınan bir sokak sanatı oldu mu? Joseph Beuys “Herkes sanatçıdır” der. Gezi Parkı olayları sırasında sıkça aklıma geldi bu söz. Olaylar sırasında okuduğum, izlediğim pek çok şey de bana bu sözü yeniden hatırlattı. Her şeyden önce bu kadar ince bir ironi ve mizah gücümüzün olduğunu bir daha fark etmek çok hoştu. Açıkçası pek çok uluslararası bienalin kıskançlıkla sergilemek isteyeceği yaratımlar vardı her köşe başında. Ama, böyle süpürülüp, üstü boyanıp yok edilmesi ayrıca düşündürücü. BENGİ ÜNSAL, Salon İKSV Direktörü Gezi Parkı olaylarına yabancı sanatçıların tepkisi nasıl oldu? İlk günlerde bizi merak edip sağlığımızı soranlar, daha sonraları olaylara dair bilgi almak ve tepkilerini belirtmek için e-mailler atmaya başladılar. Genelde destek mesajları aldık. Çoğunluğu Twitter üzerinden de destekledi. Yaşananların İstanbul kültür-sanat hayatına etkisi ne oldu? Çok fazla konser ve etkinlik iptali yaşandı. Kısa vadede etkisi bu bağlamda negatif olsa da uzun vadede faydası olacaktır diye düşünüyorum. Taksim ve çevresinin aldığı hal ise muazzamdı bence. “Gezi Hareketi Sergisi.”

YEŞİM USTAOĞLU, Yönetmen 31 Mayıs öncesi ve sonrası Gezi Parkı’nın taşıdığı anlamlar sizin için nasıl değişti? 31 Mayıs’tan önce toplumun içine sinmiş bir yılgınlık, öfke ve korku vardı; yerini umuda, dayanışmaya, mizaha, korkmadan hak ve hukuk, özgürlük, çoğulcu demokrasi ve varoluş arayışına bıraktı.

Bilgi kirliliği ve sosyal medya kullanımı konusunda ne düşünüyorsun? Sildiğin tweet’ler ya da retweet’lerini geri aldığın oldu mu? Bu dönemde hepimiz bu konuda çok şey öğrendik. Medya bir anda bizler oluverdik ve verdiğimiz bilginin doğruluğu ve saati inanılmaz önem kazandı. Bir tek retweet geri aldım; o da yanlış bilgi verdiğimi öğrendiğimde...

Gezi Olayları toplumun kolektif hafızasında ne oranda canlı kalır sizce? Taksim Meydanı zaten toplumsal hafızamızda yer etmiş çok önemli bir semboldü. Gezi Parkı hareketinin de hafızamızda ve hatıralarımızda bundan sonra çok önemli bir sembol olarak kalacağını düşünüyorum.

Kadınların bu hareketteki rolü ile ilgili ne düşünüyorsun? Hareketin başlangıcı itibarıyla kadınların rolü çok büyük. Tutku ile ve korkusuzca inandığından dönmedi kadınlar. Kırmızılı Kadın, Toma karşısında dikilen kadın ve Gezi’nin etrafına çember yapan anneler. Her biri muhteşemlerdi.

Yurt içi ve yurt dışı basının tavrı ve duruşu hakkında genel düşünceleriniz neler? Yurt içindeki basının tavrı zaten çok konuşuldu ve biz de sinemacılar olarak daha hareketin başında bu tavrı hemen kınadık. Daha sonra basının nispeten kendine çeki düzen vermeye çalıştığı da belki söylenebilir. Ama zaten sosyal medya haber alma konusunda hepimize, hatta daha az kullananlara bile ders verdi sanırım. Genel olarak, yurt dışındaki basının daha duyarlı olduğu söylenebilir.

METİN ÜSTÜNDAĞ, Karikatürist Gezi Parkı olaylarına hem sosyal medyada hem de sokaklarda verilen tepkiler son derece mizah doluydu. Ayrıca Y Jenerasyonu’nun yaratıcılığı ve sahip olduğu farklı bakış açıları bu süreçte çok konuşuldu. Bu konuda senin düşüncelerin neler? Bu gençlerin hepsi mizah dergisi okuru. Dolayısıyla mizahı biliyorlar ve hem bizim yaptığımız esprileri çeşitliyorlar, hem de çok zeki sıfır espriler üretiyorlar. Ayrıca Başbakan’la ilk papaz olanlardan biri Penguen’di. Eylemciler, 17-24 yaş arasında dolayısıyla tam mizah dergisi okuru profili. Bu çocukların siyasi donanımı mizah dergilerinden edindikleriyle oluşuyor. Bizim kuşakta teori ön şarttı. “Marx şöyle der, Engels böyle der” durumu yok bu gençlerde. Spontan ve refleks bir tepki var. Direkt ‘kanka’ bilgisi mizahından besleniyorlar. Bu gençlerin direnişi daha samimi ve kendiliğinden. Dergiyi hazırlarken aklımıza bir espri geliyor, ‘gençler yapmıştır’ deyip kontrol

Kadınların bu hareketteki rolü ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Çok güçlü, etkileyici ve aynı zamanda barışçıl olduğunu düşünüyorum ve kadınların bu kadar baskı altındayken böylesine büyük bir yoğunlukla hiç korkmadan sokaklara çıkmasını çok önemli buluyorum. İstiklal Caddesi’nin girişinde yere oturarak gazdan ve şiddetten hiçbir şekilde korkmadan son derece güçlü ve barışçıl bir

XOXO The Mag


kullanımına açık kalması amacıyla Türk Patent Enstitüsü tarafından, ayırt edicilik vasfı olmadığı gerekçesiyle reddedilmesi ihtimali var. Öte yandan, söz konusu ibare kamu düzenine aykırı bulunarak reddedilmesi riski de çok az da olsa kanımca ihtimal dahilindedir. Ancak “chapulling”, “chapullers”, gibi ibarelerin marka olarak tescil edilme ihtimali daha yüksek. Zira böyle ibareler her ne kadar çapulcu kelimesinden esinlenmişse de uydurma ve orijinal kelimeler ve ayırt edicilik özellikleri mevcut. “Gezi” ibaresini içeren marka başvuruları açısından ise durum farklı. Markalar sicilinde “Gezi” ibaresini içeren 100’den fazla marka başvurusu veya tescili var. Bu sebeple “Gezi” ibareleriyle yapılan marka başvurularının önceki haklar itibarıyla reddedilme riski daha yüksek.

ediyoruz mesela. Bir de esprileri çok gerçek, çok doğal. Mesela, biz beyaz kağıda eskiz çiziyoruz, onlar direkt duvarlara, kaldırımlara yazıyorlar. Hem de biber gazı altında. Bu gençlerin hepsi alaylı, hem okulsuzluk anlamında, hem de şakacılık anlamında! Bir yandan, kendi yazdığım esprilerin türevlerini görmek de çok mutlu ediyor beni. Bir ara biz de, sanki 17 yaşındaymışız da sokağa dökülmüşüz duygusu oluştu bende. Mizah dünyasında ve olaylara genel yaklaşımınız açısından, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak mı? Bu hareket çok samimi, çünkü ileriye dönük büyük hayaller uğruna değil öncelikle günlük hayat kısıtlamaları adına spontan olarak yapılmıştır. Buradaki büyük şiiri görmek lazım.

Markaların, genel olarak, itibar yönetimlerinde yaşayabileceği hukuki sorunlar hakkında bir öngörünüz var mı? Gezi Parkı olayları sırasında markaların veya tanınmış kişilerin sosyal medyada yaşadığı problemler çok ciddi bir boyuta ulaştı. Bu olaylar sırasında birçok kişi ve markanın Twitter’da “fake” hesaplarının arttığını, “fake” hesaplardan aslında gerçek hesapmış gibi tweet atıldığı ve bu şekilde birçok spam tweet’in dolaştığı gözlemlendi. Sosyal medyada Youtube/Google/Facebook ve Twitter için kimlik hırsızlığı, marka tecavüzü veya telif hakkı ihlalleri ve istenmeyen içerikler ile farklı şikayet işlemleri yapılabilir. Bu firmaların her birinin kimlik hırsızlığı, telif hakkı ihlalleri ve istenmeyen mesajlar ile ilgili oluşturduğu etkin politikalar ve öngördükleri önlemler mevcut olup, bu imkanlardan fayda sağlayabilmek için markaların, belirli bir strateji ve devamlılık çerçevesinde, öncelikle teknik ve daha sonra hukuki boyutla çözümlenmesini sağlamaları gerekir. Gezi Parkı olayları, markalar tarafından yapılacak sosyal medya yönetiminin önümüzdeki 10-15 sene içerisinde ne kadar ön planda olacağına dair bir gösterge niteliğinde oldu.

Olayların ekonomik etkileri tartışma konularından biriydi, senin bu konuya mizahi yaklaşımın nasıl olur? Tarihi olaylara esnaf gözüyle bakmak komikmiş. “Fransız İhtilali bütçeyi nasıl oydu” demek gibi bir şey. Bu tür tarihi olayları sadece ekonomik yönden tartışmak yanlış olabilir. “Netekim,” ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler diyen de olmuştur. EMRE KERİM YARDIMCI, Avukat, Deriş Patent ve Marka Acentalığı A.Ş. Anonim yazıların ve sanat eserlerinin, fikri haklar özelinde doğuracağı sonuçları nasıl değerlendirirsiniz? Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun -telif haklarını düzenleyen mevzuat diyebiliriz- temelinde “eser sahibi” vardır. Buna göre bir eserin sahibi onu meydana getirendir. Anonim yazı ve sanat eserlerini oluşturan kişilerin bilinmemesi nedeniyle söz konusu eserlerin böyle bir korumadan faydalanması mümkün değil. Bununla beraber yayınlanmış olan bir eserin eser sahibi belli olmadıkça, yayınlayan veya o da belli değilse çoğaltan, eser sahibine ait hakları ve yetkileri kendi namına kullanabilir. Fakat eser sahibinin ortaya çıkması durumunda, bu eseri yayınlayan ve çoğaltan ile asıl hak sahibi arasındaki ilişki vekalet ilişkisine göre değerlendirilir.

Olaylar esnasında ortaya çıkan fotoğraflar, yazılar ve üretimlerin fikri anlamda korunması mümkün mü? İlk sorunuzda da biraz değindiğim üzere, bir fotoğraf veya yazının eser olarak korunabilmesi ve Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu çerçevesindeki korumadan yararlanabilmesi için eserin, eser sahibinin özelliklerini taşıyan nitelikte olması gerekir. Bu anlamda olaylar esnasında çekilmiş bir fotoğrafın (bu fotoğraf teknik, ilmi veya estetik olmalıdır) veya yazının eser olarak korunabilmesi için eser sahibinin hususiyetini taşıması gerekir. Profesör Hirsch’e göre bir hususiyetin varlığı için, fikri üründe yaratıcı bir aktivite bulunmalı ve eser sahibinin özelliği bir şekilde esere yansımalıdır. Yani eser herkes tarafından meydana getirilemeyen bir ürün olmalıdır. Başka bir deyişle, çalışmanın eser olarak korunması için zihinsel bir çabanın ürünü olması veya bir üslup taşıması gerekir. Dolayısıyla, en doğru yaklaşım, olaylar esnasında ortaya çıkan üretimlerin Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun koruma kapsamında sayılıp sayılmayacağının, hususiyet şartı çerçevesinde teker teker değerlendirilmesi olabilir. Diğer taraftan haber mahiyetinde olmak ve bilgilendirme kapsamını aşmamak kaydıyla, günlük hadiselere bağlı olarak, fikir ve sanat eserlerinden bazı parçaların işaret, ses ve/veya görüntü nakline yarayan vasıtalara alınması ve alınmış parçaların çoğaltılması, yayılması, temsil edilmesi veya radyo ve televizyon gibi araçlarla yayınlanması serbesttir.

Çapulcu sözcüğü gibi Gezi’ye dair ikonik sözcüklerin markalaştırılma süreci başladı. Bu minvalde ne gibi gelişmelerin olacağını düşünüyorsunuz? Türk Patent Enstitüsü kayıtlarına göre 1 Haziran - 20 Haziran 2013 tarihleri arasında “Çapul” ve “Chapul” köklerini içeren (çapulcu; çapulistv; chapullers vs.) 23 adet marka “Gezi” ibaresini içeren (Gezi parkı; diren Gezi vs.) 10 adet marka tescil başvurusu yapılmış gözüküyor. Söz konusu markalar altında parfümeriden tekstil ürünlerine, kitaptan alkollü içeceklere, restoran hizmetlerinden perakendecilik hizmetine kadar farklı tür ürün ve hizmetlerin pazarlanması amaçlanmakta. Bu markalar tescil edilebilirlik (inherent registrability) özelliği kapsamında Türk Patent Enstitüsü tarafından re’sen incelenecek. Bu inceleme sırasında dikkate alınabilecek kriterleri şöyle sıralayabiliriz: Ayırt edicilik özelliğinin olup olmaması, kamu düzenine ve genel ahlaka uygunluğu ve daha önce başvurusu veya tescili yapılmış çok benzer markaların varlığı... “Çapulcu” veya “Chapulcu” ibaresini içeren marka başvurularının, 31 Mayıs 2013 sonrası yaşanan gelişmeler dolayısıyla “Çapulcu” kelimesinin belirli bir ürünü veya bir hizmeti ayırt etmeyi sağlayamaması ve herkesin 109


HIGH STREET photographer grant thomas styling kieran partise hair kim roy make-up bunny hazel clarke model robyn/select model management photography assistant leif grunberger styling assistant charlie howard


k端pe ve y端z端k kyle hopkins ceket valentino


küpe kyle hopkins elbise dior ceket rochas mont alberta ferretti çorap falke ayakkabı manolo blahnik


küpe ve kolye kyle hopkins sütyen damaris gömlek fendi ceket salvatore ferragamo etek aigner çorap falke kürk editöre ait çanta zagliani


küpe ve kolye kyle hopkins üst hervé léger ceket ve etek versace çorap wolford ayakkabı dior


şapka new era küpe ve kolye kyle hopkins sütyen hervé léger hırka oscar de la renta etek oscar de la renta ceket valentino


küpe ve yüzük kyle hopkins sütyen damaris gömlek fendi etek aigner çorap falke ceket salvatore ferragamo çanta zagliani ayakkabı salvatore ferrragamo



k端pe ve y端z端k dolce & gabbana kolye kyle hopkins s端tyen damaris elbise dolce & gabbana


şapka new era küpe kyle hopkins hırka oscar de la renta ceket valentino kürk editöre ait


BRIEFS

EN OR ROUGE BY LE GRAMME THE THIRD EYE Özellikle Aydınlanma (!) Çağı’nın doruklarında, insanoğlu tarih boyunca kabul edilmiş dogmaları artan bir şiddette sorgulayarak batıl inançları başından büyük ölçüde savmayı bildi. Locke, Voltaire ve Rousseau’nun izinden bir an olsun ayrılmamalıydık; sorgulamalı, gözlem yapmalı, neden-sonuç ilişkilerini kurabilmeli, hislerimizin bizi yanıltmasına ebediyen engel olmalıydık. Olmadı. Nereden mi bu sonuca vardık? Popülaritesi

günbegün artan nazar boncukları desek. Estetik faktörünün dışında, bizim de yer yer ne kadar çok nazar değmesi/göze gelme durumundan dem vurduğumuzu fark ettik. Göz motifinin olası anlamlarına dair farkındalığın ötesinde, dünyada yalnız olmadığımız fikri bizi bir nebze rahatlatmadı da değil. Görüyoruz ki ünlü modacı Kenzo, ‘kem gözlere şiş’ dercesine yeni koleksiyonunda bu motifi çokça kullanıyor, hatta koleksiyondaki bazı elbiselerde, ayakkabılarda ve eteklerde Yayoi Kusama’nın fallik şekillerini hatırlatan takıntılı bir hal alıyor. Del Toro da tasarladığı Prince Albert Bone Canvas Slipper’ında yine mavi gözü kullanarak Sürrealist bir etki altına alıyor bizi, bildiğimiz mavi göz ikonik

halinden çıkıyor ve sembolikleşiyor, bize ve bilinçaltımıza hitap ediyor. Giyimde son derece alternatif olsa da, nazar boncuğunu tılsım

niyetine koldan veya boyundan eksik etmeme durumuna alışığız. Lulu Frost’un tasarımı olan Insight Necklace da buna başka bir örnek. Amerika’da üretilen kolyede kristal taşlar kullanılıyor ve böylelikle klasik olduğu kadar incelikli bir görünüm kazandırılıyor. Aynı konseptte küpeler de hazırlamış Frost. Icon adını verdiği küpelerdeki metalik detaylar asi bir hava katsa da odak yine gözlerde ve bize sunduğu batıl çağrışımlarda. E, teknoloji çağındayız, sık sık aldığımız bir eleştiri ise akıllı telefonlarımıza olan bağımlılığımız, onsuz yapamam anlayışımız. Vaziyet böyle olunca iPhone’umuzu da belalardan korumazsak olmaz. Danijo’nun iPhone 4 için hazırladığı kolaj görünümdeki Eyem Warholic isimli kabı ‘göz kulak olmak’ ifadesinin postmodern uyarlaması adeta. ‘Eye’ ve ‘I’ kelimeleriyle oynayarak da dönemin sözel karmaşalarına bir gönderme yapan tasarım popüler akımın bakma ve bakılmaya dair takıntılarına ortak oluyor.

BEOLAB 14 BY BANG & OLUFSEN Üstün görüntü ve ses kalitesine sahip ürünleriyle bildiğimiz Bang & Olufsen, yeni Beolab 14 surround hoparlör sistemiyle kalbimizi bir kez daha çaldı. Beolab 14, kompakt ve yalın tasarımı ve farklı kapak seçenekleriyle tüm iç mekanlara uyumlu olacak şekilde tasarlanmış. Raflara veya zemine yerleştirilebileceği gibi, duvara da monte edilebilen ürüne sınırsız bir esneklik sağlanmış. Artık ne yerden ne de ses kalitesinden feragat etmek durumunda kalacaksınız.

XOXO The Mag

Fransız takı markası Le Gramme’ın dünyası sayısal ve bilimsel prensiplere dayalı, böylece sistematik ve ölçülebilir. Markaya ait takılar doğada bulunan saf elementler gibi ağırlıkları ve içeriklerine göre isimlendirilse de, ardındaki usta işçiliği unutmamak gerek. Markanın yaratıcıları Erwan Le Louër ve Adrien Messié imzalı yeni koleksiyon En or Rouge, üç farklı boyut ve ağırlık seçeneği olan, geri dönüştürülmüş kırmızı altın bileziklerden oluşuyor. Doğal olsun benim olsun diyenlere.

TO 'LUXE' OR NOT TO 'LUXE' Comme Des Garçons ne zaman yeni bir parfüm serisi için kolları sıvasa kendimizi hayaller kurarken buluyoruz. Mesela bugünlerde lüks ham maddelerin, bu kimselere benzemeyen marka tarafından yorumlanışına şahit olmak üzereyiz. Champaca ve Patchouli gibi iki tarihi aroma etrafında dönen seri, pek tabii ki ambalajıyla da bizi kalbimizden vuruyor. Hindu törenlerinde kullanılan manolya ailesinden Champaca çiçeği beyaz biber, kimyon, beyaz misk ve irisin katkılarıyla, pudralı yüzüyle arzı endam ederken hippiler tarafından parfüm dünyasıyla tanıştırılan paçuli, soya notası, sedir ve meşe yosunu ile buluşuyor. Sonuç, reçineli, karanlık, tehlikeli bir paçuli. Sabırsızlanıyoruz!


JEREMY SCOTT x CYBEX Kreatif tasarımların hayatımızın her alanına rahatlıkla uzandığı gerçeği son derece aşikar. Tekrara mahal yok fakat bilindik cümleleri tekrarlama sebebimiz; çılgın tasarımlarıyla bildiğimiz Jeremy Scott’tan başkası değil. Bu sezon da bebek eşyaları markası olan CYBEX ile çalıştığını duymak beklenmedik bir haber olsa da şaşırtıcı değil. Pusetleri, bebek koltuklarını ve kanguruları olası monoton görünümlerinden kurtaran Scott, tasarımlarında ‘food fight’ teması altında hamburgerler, lolipoplar ve türevi eğlenceli grafikler kullanmış. Scott renkli kişiliğini konuşturarak biteviye ürünlere eğlenceli bir alternatif sağlamış.

I NEED PROTECTION İş güzelliğe geldiğinde Donna Summer'a kulak verin. Cildimizi güneş ışınlarından korumak için ne gerekiyorsa yapmaya hazırız. Burt's Bees Radiance Body Lotion With Royal Jelly, güneş sonrası aydınlık bir bakım sağlıyor. Arı sütü ve hindistan cevizi yağı içeren losyon, cildin kurumasını engelliyor. Dermalogica Super Sensitive Shield SPF30, akıllı kapsül teknolojisi ile zararlı ışınlara ve serbest radikal hasarlarına karşı savaş veriyor. Hassas ciltlerin de rahatlıkla kullanabildiği bu koruma, antioksidan özellikli C ve E vitaminleri açısından da zengin. L'Occitane Shea Protective Cream SPF20, mineral güneş filtreleriyle Shea yağını birleştiriyor. Özellikle kuru ciltlere tavsiye edilen yoğun krem, etkili bir nemlendirici.

BARRIQUE – THE THIRD LIFE OF WOOD Geri dönüşüm hareketinin tasarım anlamında bize kattığı türden bir proje var karşınızda. Ferragamo ve Missoni’nin de içerisinde bulunduğu 30 tasarımcıyı seferber eden çalışmada, eski şarap fıçılarını kullanarak alternatif üretim ve çevrecilik adına sade, orijinal ve en önemlisi doğal bir mobilya serisi sunulmuş. Amerika’nın farklı şehirlerini galeri galeri gezen tahta mobilyaların altında yatan yeniden doğuş temasını kamusal yönden de uygulayan projede, tasarımcıların İtalya’daki San Patrignano Rehabilitasyon Merkezi’ndeki hastalarla beraber çalıştığını da belirtelim.

121


BRIEFS

THE SILVER AGE OF DC COMICS Kült olma hali öyledir ki demodeliğin kaçınılmaz olgusu bile karşısında iki büklüm kalır, havlu atar. Türünün sonraki gelen örneklerini kendisiyle boy ölçüşmek durumunda bıraktığından da biraz acımasızdır. Taschen’in DC Comics’in tarihine hürmeten dünden bugüne konseptinde yayınladığı seriden çıkacak olan sıradaki cilt The Silver Age of DC Comics, bu ayın sonunda yayınlanacak. Deadman, Green Lantern ve Batman’in yaratıcısı Neal Adams’a ait bir röportaj da cabası.

REINVENT YOURSELF Yenilik, içten gelen dinamik bir sürecin ürünüdür. Jaeger Le-Coulture, 180. yeni yaşı şerefine yeniden tasarladığı Reverso Kadın Koleksiyonu’nun yeni reklam filminde bu süreci Diane Kruger’ın başarılı oyunculuğu ve asaleti aracılığıyla bizlere aktarıyor. Film şeridi konseptinde ilerleyen reklam filmi Diane Kruger’ın hayatındaki evreleri ve büründüğü farklı kimlikleri şiirsel bir görsellikle sergilerken bize soruyor, hayatta kendimizi kaç kez baştan yaratabiliriz? COMME DES GARÇONS X LOEWE

TRULY GAME CHANGING MASCARA Danimarkalı, New York'ta yaşayan makyöz Kirsten Kjaer Weis, doğal makyajdan yana, ancak kendine ait markasındaki ürünleri oldukça şehirli ve modern bir kılıfta sunuyor, üstelik teknolojinin her nimetinden faydalanmayı da ihmal etmiyor. %99.81 oranında doğal bir maskara ile tüm bakışları üzerinde toplayan Weis, Truly Game Changing Mascara'nın ismiyle de iddiasını ortaya koyuyor zaten. Bal mumu, Carnauba mumu, lavanta çiçeği suyu ve gül yağı gibi organik ham maddeler nasıl oluyor da kirpikleri daha uzun, daha siyah ve daha gür gösterebiliyor, bilemiyoruz. Tek bildiğimiz gözü kaşındırmadığı, yakmadığı, genelde maskaralarda karşımıza çıkan o tuhaf kimyasal kokuyu barındırmadığı. Denemeye değer.

XOXO The Mag

Tez ve antitez, ying ve yang... Siz saymaya devam ededurun. Loewe ve Junya Watanabe’nin beraber hazırladıkları koleksiyon zıtlıkların bütünleşmesi gerektiğine dair inançlarımızın modada karşılık bulduğu son nokta. Junya Watanebe’nin isyankar ve kalıplara sığmayan Comme des Garçons markasına ait fermuarlı cüzdan modeli Loewe'nin derideki mükemmeliyetçiliğiyle tanışınca ortaya orijinal bir estetik çıkmış. Kot koleksiyona büyük ölçüde hakimken, deri versiyonlar da mevcut. Ağustos’ta satışa çıkacak olan koleksiyonun tamamını Loewe veya Junya Watanabe’nin mağazalarından edinebilirsiniz.


Geçtiğimiz günlerde Salone del Mobile’e katıldın. Nasıldı? Fuarda, Hindistan’da üzerinde çalıştığımız ve resmi olarak sene sonunda lanse edilecek deri mum standının örneklerini sergiledik. En sevdiğin sanatçı ve tasarımcı? İkisi için de Joep van Lieshout! Çalışırken müzik dinler misin? Son zamanlarda en çok beğendiğin albüm ne? Şu sıralar favorim Legowelt. İş dışında bugünlerde nelerle meşgulsün? Şu sıralar Amsterdam’daki evimi yeniliyorum. Tamamen çürümüştü ama eski şehir merkezinde olduğundan çok güzel bir lokasyonu var. Bu sebeple de hayallerimin evi.

XOXO ID Pepe Heykoop Tasarımcı Kendi stüdyonu açmaya nasıl karar verdin? Hep düşündüğüm bir şeydi, okulu bitirdikten sonra da hemen hayata geçirdim. Bu sayede her gün kendime ait bir işi yürütmenin getirdiği özgürlüğün keyfini yaşıyorum. Her an köklü değişiklikler yapabilme rahatlığı beni mutlu ediyor. Bir tasarımcı olmanın en keyifli yanı ne? Çözümler halinde düşünmek. Tasarım yapmak, beklenmedik yollarla puzzle çözmeye benziyor biraz. Bu şekilde varılan sonuçlarda da materyal, renk, konsept, boyut , kompozisyon gibi öğelerle ilgili doğru oranlar yakalanıyor. İlhamını nelerden alıyorsun? Geri dönüştürülmüş malzemeler başta geliyor. Aynı eşyaları tekrar kullanmak çocukluğumdan beri yaptığım bir şey. Bunun dışında, başka tasarımcılardan ilham aldığım da oluyor tabii. Tasarım stilini üç kelimeyle tarif eder misin? El yapımı, geri dönüştürülmüş, ham.

Nasıl bir ekibin var? Amsterdam’daki stüdyomda birkaç stajyerin yardımıyla tek başıma çalışıyorum. Ayrıca, Hindistan’ın Mumbai şehrinde kuzenimle beraber -onun kurduğu- Icw the Tiny Miracles Foundation isimli atölyeyi yürütüyoruz. Bu proje sayesinde Mumbai’deki halkı on sene gibi bir süre içinde yoksulluktan kurtarmayı hedefliyoruz. Örneğin şu an Paper Vase Cover projesinde Mumbaili otuz altı kadın kağıt vazo yapımında aktif olarak görev yapıyor. Oldukça başarı elde eden bu projenin bir sonraki aşaması ise şeffaf kağıttan katlanabilir lambalar yaratmak olacak. Tiny Miracles Foundation kaç yıllık bir oluşum ve gündeminde başka neler var? Şu anda bu iş birliğinin üçüncü yılındayız. Hepimiz bu projeye kendimizi adadık; çünkü amacı sadece iyi ürünler çıkarmak değil, biraz önce de bahsettiğim gibi, bunun çok daha ötesinde. Uzun vadede kolay olmayabilir ama bizi tatmin eden bir iş. Proje hakkında kısa bir videoyu internet sitemde (www.pepeheykoop.nl) bulabilirsiniz -kelimelerin açıklayabildiğinden fazlasını açıklıyor.

Stüdyonun atmosferini tarif eder misin? Açık ve özgür bir atmosferi var. Yarısı, sergilenmekte olan ürünlerle dolu ve bu işlerin arasında çalışıyoruz. Diğer yarısı ise prototiplerin üretildiği ‘dağınık’ atölyeden oluşuyor. KOLONYA GÜNLÜKLERİ Kolonya o kadar da iştahımızı kabartan bir şey değil aslında. Ne zaman ki romantik ve ultra-Fransız yorumuyla Annick Goutal'den kolonya yorumu gelir, işte o zaman bir durup düşünürüz, ya da koklarız. En çok satan üç parfümünün kolonya versiyonlarıyla yaza merhaba diyen Goutal, Vétiver'i taze ve odunsu bir bitirişle değiştirirken, Néroli'yi tatlı ve pudralı bir hale getiriyor. Portakal ve güneş çiçeği ve beyaz miskin yumuşak bir versiyonu başrolde. Madonna'nın favorilerinden Eau d'Hadrien ise İtalyan limonu, selvi, Mısır fesleğeni ve misk ile aşina olduğumuz notalarını hatırlatıyor. Bu üçlü serideki 'taze'lerden biri, sizin için yaratılmış olabilir.

Şu ana kadar en sevdiğin projeler hangileri oldu? Skin koleksiyonuna karşı bir zaafım var. Eski mobilyalar kırılıp tekrar yapılıyor. Ana yapı tamamlandığında, etrafı küçük deri parçalarıyla kaplanıyor. Dikişleri dışarı doğru olduğundan yapının büyüyerek çerçevesini aştığı bir görünüm oluşuyor. Zaman zaman, deri parçaları gibi artık materyaller bir arada kullanıldığında hayranlık uyandıran sonuçlar ortaya çıkıyor. Koleksiyon yaklaşık otuz beş parçadan oluşuyor.

123

Tasarımcıların markalarla ortak projelere imza atmaları hakkında ne düşünüyorsun? Marka-tasarımcı iş birliklerini olumlu buluyorum. Beklenmeyen fikirler ürütmek ve ilginç sonuçlara erişmek için iyi birer fırsat olarak görüyorum. Gelecekte seni nasıl projelerin beklediğinden bahsedebilir misin? Hindistan’daki proje devam edecek, bundan hiç şüphem yok. Amsterdam’daki özel koleksiyonlar da yeni eklentilerle adım adım genişleyecek. XOXO için bir şey tasarlasaydın bu ne olurdu? Derginizden kesinlikle bir pop-up tasarım yapardım. Dergiyi el işi bir yapı haline getirirdim, bir barınak ya da benzer bir şey.


BRIEFS bir durum bu. En sevdiğim müze ise evimin hemen köşesinde. Büyük bir şehirde olmak beni enerjik kılıyor. Birçok büyük şehirde yaşayabilirdim ama Rotterdam benim temelim. Sanatında el işi, fotoğraf ve lazer print’i beraber kullanıyorsun. Farklı materyallerle çalışmak daha zor bir yöntem mi sence? Bana çok doğal olarak gelen bir yöntem. Oluşturmak uzun sürdü ama yine de bana en çok uyan teknik bu. Her şey bir yapboz gibi birbirine uyuyor. İşlerimi oluşturmak çok vaktimi alıyor. Kendime karşı çok acımasızım ve bu da sonuçlara yansıyor. Eğer bitirmek üzere olduğum bir işte hata yaparsam her şeyi çöpe atıp baştan başlıyorum.

XOXO ID JACKY HIJSTEK Sanatçı Sanat çalışmalarına ne zaman başladın? Bu çok güzel bir soru. Bu tip sorular sorulduğunda, sanatın ne olduğunu sorgulamaya başlıyorum. Yalnızca senin yapabileceğin güzel bir şey yaratmak mı? İnsanların bakmayı sevdiği bir şey yapmak mı? Yoksa yalnızca bir galeride işleri sergilenenler mi sanatçı sayılırlar? Bana göre bunu cevaplamak çok zor. Küçük bir çocukken sanat akademisine gitme hayalim vardı. Bütün vaktimi bir sanat okuluna hazırlanarak geçiriyordum. Birçok teknik denedim, ve böylece sürekli bir şey yaratmakla meşguldüm. Kendi yolumda devam ettim, sanat okuluna gittim, yurt dışında eğitim gördüm ve şimdi buradayım. İnsanların sanat olarak nitelendirdiği şeyler yapıyorum. Tekniğini nasıl oluşturdun? Hep benzer bir teknik mi kullanıyordun yoksa zamanla mı oluştu? Kağıt, kolay şekil verilebilmesi sebebiyle hep ilgimi çeken bir malzeme oldu. Ama her şey The Haunting Period’ın üstünde çalışırken başladı; sanat okulunun son senesinde, bir otoportrenin dört baskısı daha büyük bir parça oluşturmak için birleştiğinde. Geleneksel bir sanat olan dokumacılığı birkaç yüzyıl geri gitmeden kullanmak istedim. Tumblr’da bulup bastığım küçük boyda portreleri kesip yapıştırarak tekrar birleştirmemle oluşan bir seri olarak başladı aslında. Çok tatmin edici bir çalışma. Okulun son haftalarında günde 12 -14 saat arası çalışıyordum. Akıl almaz derecede yoğun zamanlardı. Kendi çektiğim, kendimi çektiğim fotoğrafları da kullandım ama kendi vücudunu kullanarak sanat yapan kadın sanatçı genellemesine uymak istemedim. Bugünlerde model fotoğrafları çekerek tamamen kendi malzemelerimi ve çalışmalarımı oluşturuyorum. Yani zamanla oluştuğunu söyleyebiliriz, çoğu zaman geçerli olduğu gibi.

Kendini 10 sene sonra nerede görüyorsun? On sene içinde bir sanat galerisi tarafından desteklenmeyi umuyorum. Ya da sürekli sergilerde yer almayı. Şu anda sergilerimin arasında çok fazla boşluk oluyor diye düşünüyorum. Kopenhag’daki Louisiana Müzesi’ni ilk ziyaret ettiğimde orada bir sergim olmasını istediğime karar vermiştim, on sene

içinde umarım bunu başarmış olurum. Geçen yıl, 2013 yılı için koyduğum hedef “Solitude is Bliss” isimli tek kişilik sergimdi ve o üç hafta önce bitti. Şu anda olduğum nokta hakkında şikayet etmemeliyim gibi hissediyorum çünkü daha geçen sene mezun olmama rağmen çok hızlı bir başlangıç yaptım. Birkaç hafta içinde tekrar tek kişilik bir serginin hazırlık aşamasını bitireceğiz, aynı zamanda Rotterdam’ın en cool mağazalarından birinde çalışmam satışa çıktı. Şimdi hareket etme zamanı. Daha büyük ve daha iyi işler yapmak istiyorum, henüz yaptıklarım benim için yeterli değil. Yakınlarının çalışmaların hakkındaki yorumlarını alır mısın? Bir sergi için seçim yapmam gerekiyorsa, evet, en yakın arkadaşlarımdan bazılarının fikrini soruyorum.

Ama yine de ben kendi kendime çalışıyorum ve bunu bu şekilde tutmak istiyorum. Bu benim fikrim ve benim işim. İlham almak için sanat blogları veya başka kaynaklar kullanmaktan hoşlanmıyorum; bence düşünce sürecini kötü etkiliyorlar. Sanat hakkında okumayı çok seviyorum, genellikle sanatçıların biyografilerini okuyorum veya belgesel izliyorum. İlhamımı da buradan alıyorum. Bir işin yapılış süreci hakkında konuşulması bana daha ilginç geliyor. Günümüzün sanat dünyasını nasıl görüyorsun? Bence çok adaletsiz bir dünya, en çok bağlantısı olan insanlar daha iyi eleştiri alıyor ve en iyi yerlerde sergileniyorlar. Bu da demek oluyor ki benim sergilenmek için çok fazla yalakalık yapmam gerekiyor. Rezalet bir durum. Onun yerine işlerime odaklanmayı tercih ederim. Bununla birlikte çok fazla kişi, blog ve daha az tanınan galeri yeni sanatçılara işlerini sergileme fırsatı sağlamaya çalışıyorlar. Bu çok hoşuma gidiyor. Şu an hangi projeyle meşgulsün? Şu an bir sonraki adımımı planlıyorum. Geçen seneden kalan küçük işleri bitirdim ve daha büyük işlere başlamak istiyorum. Belki tamamen farklı bir teknik denerim ama bu bir paradoks çünkü aslında yaratmak benim için düşünmek demek. Bu da aklımda olan bir şeyi yazıp çizmediğimi gösteriyor, önce işe başlıyorum ve nasıl sonuçlanacağına bakıyorum. Kulaklıklarımla saatlerce dark house ve techno müzik mixtape’leri dinliyorum. Bu mix’lerdeki ritim ve bpm yaratıcılığımı artırıyor. Kendimi stüdyoya kilitlemek ve telefonumu kapamak da yardımcı oluyor. Ayrıca gittiğim şehirlerde galerileri ve müzeleri ziyaret ediyorum, kahve dükkanlarına gidip kahve içerken insanları inceliyorum. Huzursuz bir arayış içindeyim ama soruya geri dönersek şu anda Berlinli bir fotoğrafçıyla bu senenin sonlarına doğru Miami’de sergilenecek ortak bir proje üzerinde çalışıyoruz. Çok heyecan verici. Seni ne kızdırır? Full-time çalıştığım işim! Sanatıma ayırdığım saatleri kısıtlıyor.

Rotterdam sana ilham veriyor mu? Başka bir şehirde yaşamak ister miydin? En sonunda en iyi işlev gösterdiğim yeri buldum sanırım. Rotterdam tarih dolu bir şehir. 2. Dünya Savaşı sırasında büyük bir kısmı bombalanmış ve o zamandan beri şehirde heyecan verici yeni bir mimari gelişiyor. Şehrin hiçbir yeri birbirine benzemiyor. Hala yeni cevherler keşfediyorum. Rotterdam etnik farklılıkları barındırıyor, ayrıca Avrupa’nın en büyük liman şehri. Etrafta birçok farklı tipte insan dolanıyor, devasa gemiler sularında seyrediyor. Her an bir değişim içinde. Şehir merkezinde olan ve bana tam anlamıyla uyan bir evde oturmak da burada yaşamayı daha da kolaylaştırıyor. Bir yere gitmek veya bir şey görmek istediğimde bisikletime binmemle beraber oraya gitmem an meselesi. Şehrin biraz dışında illegal partiler veren birkaç gençle tanıştım, çok müthiş

Dünya üzerinde herhangi biriyle tanışma fırsatın olsa, bu kim olurdu? Ya Chuck Close derdim, ya da Keith Haring. Chuck Close’un hikayesi ve sanatı kusursuz. Büyük boy realist fotoğraflarıyla fotoğraf ve resim arasındaki çizgileri bulanıklaştırdı ve bunun için Amerikan sanatının önde gelen isimlerinden. Keith Haring ise favori sanatçım. Bazı kısımlarını kendisinin yazdığı biyografisini okurken sanat yapma konusunda çok heyecanlanmıştım. En sevdiğin albüm hangisi? Bu zor bir soru! Matthew Dear’ın Beams’i ve Tame Impala’nın müthiş albümü Lonerism berabere kalıyorlar sanırım. Bununla birlikte Fort Leon isimli indie gruba da aşık olmuş bulunmaktayım.

XOXO The Mag


BIRKIN’İN PEŞİNDE Dünyanın en çok arzu edilen çantası Hermès Birkin Bag sayesinde elde edilen bir başarı hikayesi düşünün. Birkin’in Peşinde, Birkin Bag’e sahip olmak için müşterilerin bekleme listesine alınması sorunsalını çözen ve sonrasında bunu bir internet ticaretine dönüştüren Michael Tonello’nun hikayesi. Tonello’nun bizzat kaleme aldığı kitap şimdi en çok satanlar listesinde. Film haklarının da alındığı Birkin Bag macerasını yakında beyaz perdede de göreceğimiz aşikar. Beyaz perdedeki uyarlamasından önceyse kitap sizi shopigo.com’da beklemekte.

ERAGATORY BY BLOCH İşkence aletlerinin yemek masasında nasıl bir yer teşkil edebileceğini hayal etmeye durun, biz size Isaie Bloch’un tasarladığı Eragatory setini takdim edelim. Belçikalı tasarımcının imzasını taşıyan çatal-bıçak seti, Orta Çağ’ın sadist araçlarından ve toplumsal görgü kurallarından ilham alınarak tasarlanmış. 3D printing tekniğiyle üretilen bu Tim Burton-vari tasarımı sipariş etmek için sergilendiği showstudio’nun web sitesine tıklayabilirsiniz.

ISABEL MARANT FOR H&M Müjdemizi isteriz. Geçtiğimiz yıllarda Karl Lagerfeld, Versace, Lanvin, Maison Martin Margiela ve niceleri ile koleksiyon hazırlayarak bizi mağaza önlerinde upuzun sıralarda bekleten H&M, yine yapacağını yaptı ve bu kervana Isabel Marant’ı da kattı. Isabel Marant’ın Paris kadınlarından esinlenerek yarattığı bohem ve zarif tarzını yansıtacağı kreasyon, kadın ve erkek giyimin yanı sıra aksesuarlardan oluşacak ve 11 Kasım’da bizlerle buluşacak.

TERN LINK D8 PREVIEW Kalabalık şehir hayatı ve bisiklet ilişkisi oldum olası bazı kaçınılmaz problemleri bünyesinde barındırır. Bu problemlerin bir nebze de olsa aşılması ve bisiklete binmenin daha pratik olması gerektiğine inanan Tern, Link d8 bisikleti ile fotoğraf makinesi, telefon gibi birçok teknolojik aletin çok daha kolay taşınabilir olduğu çağımızda bisikletleri de geride bırakmıyor. Link d8, gerek spor gerekse ulaşım amaçlı bisiklete binmek adına yepyeni olasılıklar yaratacağa benziyor.

HOT CITIES Etro, Rajasthan'da. Parlak ve canlı renklerden, görkemli yıllardan esinlenen parfüm, limonun parlak ışıklarıyla yapıyor açılışını. Araya giren damask gülü ve sarı mimoza ile parfüm, tatlı bir mola verdikten sonra Rajasthan'ın kalbine doğru ilerliyor. Baharatlı badem, pembe biber ve sıcak amber tene yerleştikten bir süre sonra en dipte yatan labdanum ve beyaz misk temiz bir kapanış yapıyor. Aynı ismini aldığı şehir gibi, Rajasthan içinde sürprizler barındıran, renkli bir esans: Kaşmir desenlerinin, pembe, turuncu, mor ve turkuaz gibi canlı renklerin kullanıldığı şık şişesiyle de Hindistan'a selam gönderiyor. L'Artisan Parfumeur, Endülüs'te. Bu kez kontrastlarla dolu bir coğrafyadayız. Séville à l’Aube, baharat ve yeşil notalarla başlattığı hikayeyi, yasemin ve bal mumu ile derinleştiriyor. Oysa ki başrolde portakal ağaçları var. Sıcaklığı sağlayan nota ise Seville'in meşhur lavantalarıyla harmanlanan tütsü notası.

125


BRIEFS

ALEXA CHUNG, 'IT' İngiltere topraklarının yarattığı ‘it girl’gillerden Alexa Chung’ın Anna Wintour da dahil olmak üzere çokça takdir edilen tarzına istinaden bir nevi stil günlüğü gibi hazırladığı kitabı çıktı. Kendisine magazin tarafından yakıştırılan it-girl etiketinin ‘hiçbir şey yapmadan ünlü olma’ çağrışımlarından dertli olsa gerek ki, Chung kitabına It adını verdi. Bu isim stil günlüğünden çok katil bir palyaçoyu hatırlatıyor olsa da, Alexa’nın yakın bir geçmişte Twitter’da yayınladığı kapak tasarımı gerek üstündeki makyajlı gözüyle gerekse toz pembe kapağıyla içeriği açıklığa kavuşturuyor. Bir ‘scrapbook’ şeklinde tasarlanan kitapta stil notlarının yanında kızımızın çizimlerine, fotoğraflarına ve denemelerine de yer verilmiş. Kitap 5 Eylül’de satışa çıkacak, ama önce davranmak isteyenler ön sipariş için Amazon’a başvurabilirler.

MAKE UP YOUR BAG Bu sezon birbirinden 'fantastik' makyaj çantalarıyla karşı karşıyayız. Öyle ki onları elimize alıp, daha büyük boyda bir şeyler bakınmadan kapıdan çıkıp gidesimiz var. Ted Baker'ın kaleydoskop etkili modelini fazla çocuksu mu buldunuz? Öyleyse şöyle gelin, 3.1 Phillip Lim'in olgun, sade, konyak rengi derisiyle başka bir ligde oynayan 31 Minute Cosmetic Zip Pouch'una bir bakın. Şeffaf bir operasyon düzenleyen Marc Jacobs, makyaj çantasında aradığı malzemeyi bulamayan bir kadının neye dönüştüğünü iyi biliyor olsa gerek. Checkmate Landscape Zip Pouch'un lacivert ve kırmızı seçenekleri mevcut. Rebecca Minkoff'un 'My Junk' başlıklı pembe eseri ise, bize göre bu yarışın galibi.

LEICA X VARIO COMPACT CAMERA Fotoğrafa ait arzu objelerinin yüz yıllık üreticisi Leica, analog devrini kapatarak üretimine başladığı dijital modellerine bir yenisinin daha ekleneceği müjdesini fotoğraf severlere duyurdu. M serisinin mini hali olarak tasarlanan X Vario, APS-C sensör ve sabit zoom lens özellikleri ile kompakt fotoğraf makinesi dalında yeni favorimiz olmaya aday. Klasik tasarımı ve mercek kalitesiyle efsaneleşmiş Leica’nın X Vario modeli, hem vazgeçemeyenler hem de kopan yaygaranın sebebini merak edenler için piyasaya çıktı.

MARC JACOBS BEAUTY En sonunda bu da oldu. Hayır, fotoğraf zaten olmuştu, NARS için makyajlı poz veren Marc Jacobs, büyük takdir görmüştü. Bu kez Sephora ve Marc Jacobs güçlerini bir makyaj koleksiyonu için birleştiriyor. Kapatıcı, mürekkep siyahı eyeliner, minnacık ojeler, 9 Ağustos'ta Amerika ve Kanada'daki Sephora mağazalarına merhaba diyecek. Jacobs, tabii ki operasyonu bizzat yönetiyor. Parlak renkler ve lüks dokular etrafında şekillenen koleksiyonda natürel bir palet görmeyi beklemeyin, zira Mr. Jacobs'a göre "natürel makyaj tembeller için".

HELLO ZOYA Sınırsız renk seçeneği mevcut. 10 güne kadar parlaklığını koruyor. "5 Free" özellikli doğal formülü ile kırılma ve sararmaların önüne geçiyor. Hamileler tarafından da kullanılabiliyor. Açıldıktan sonra uzun süre tazeliğini koruyor. Nihayet Zoya ojeler de ülke sınırları içindeki yerlerini aldı. Turuncu Thandie, pembe Yana, kahverengiye çapkın bakışlar atan Dea, sarı Darcy ve yeşil Jossie'nin dışında metalik yapıya sahip bronz Colette ve dore Goldie, favorilerimiz arasında.

XOXO The Mag


XOXO ID James gullıver hancock İllüstratör New York’taki tüm binaları çizmeyi hedeflediğin bir projen var. Bu dahiyane fikir nereden aklına geldi? Daha önce seyahat ettiğim şehirlerde benzer projeler yapıyordum. Çizimlerimi günlük gibi kullanıyorum, farklı yerler gezdiğim zamanlarda etrafımdaki dünyayı anlamam ve takdir etmemde bana yardım ediyorlar. Web sitemde (www.jamesgulliverhancock.com) ‘All the Snow in Montreal’ ya da ‘All the Bicycles in Berlin’ gibi baskılarım var. New York’a taşındığımda ‘All the Buildings in New York’u başlatmam çok doğal bir süreçti. Yalnızca bir seyahat olmadığı için de günlüğüm daha da obsesif bir hal aldı ve şimdi her gününde farklı binalar keşfettiğim sonsuz bir hayatı var.

olduğuna inanıyorum. Fotoğrafta olduğu gibi gerçekliği yansıtmadıkları ve eksikleri olduğu için çizimler çizerin çıkarımlarının bir ürünü olup karakterini ve gerçekliğin ötesinde ilettiklerini bu eksiklikten alırlar. Diğer takıntıların neler? Çizim yapmak genel olarak en büyük takıntım. Eğer çizim yapmıyorsam kendimi rahat hissetmiyorum. Kendini üç kelimede anlatmanı istesek? Takıntılı, enteresan ve odaklı.

Yeni şehirlere gittiğinde farklı görselleri biriktirdiğini ve çizimlerini yaptığını söylüyorsun. İstanbul’u hangi yönüyle çizmek isterdin? Aslında eşim Lenka’nın konseri için önümüzdeki Eylül’de ilk kez İstanbul’a geleceğim. İlk önce şehri duyumsamam ve beni orda neyin heyecanlandırdığını görmem gerek.

Kendine hep bu tarz kesin hedefler koyar mısın yoksa daha özgürce çalışmayı mı tercih ediyorsun? Bu obsesif koleksiyon çalışmalarımı seviyorum, bir bitişe doğru hareket ettiğimi hissediyorum, pul koleksiyonu yapmak gibi bir nevi. İnsanda toplanan her neyse onu kucaklamak, tamamıyla kapsamak adına bir his oluşuyor. Bu sebeple New York şimdiye dek çizdiğim binin üzerinde binasıyla bana fazlasıyla tanıdık. Etrafta gezerek ve çizim yaparak onu tanımış oldum, kendime ait bir haritasını yaptım da denebilir.

Aldığın en kötü tavsiye neydi? Kötü tavsiyelere kulak asmamaya çalışırım, etrafımda şimdiye kadar olan insanların yaptığım işi ve beni desteklemiş olmalarından dolayı çok şanslıyım.

Ne tarz binaları çizmek sana daha çok keyif veriyor? Bazılarını sıkıcı bulduğun oluyor mu? Hepsini çizmekten zevk alıyorum, tabii ki daha eski binaları, detayları ve dekorasyonlarından ötürü çok seviyorum, ama New York’un en güzel tarafı farklı görünümdeki binaların yan yana olması. Zıtlıkların yan yana oluşu yoğun bir kontrast sağlıyor ve bu da hem çizmeyi hem etrafı keşfetmeyi çok heyecan verici kılıyor. Çizimlerinde pastel ve parlak renkleri kullanıyorsun. Renk senin için ne ifade ediyor? Renk benim için görsel bir araç olarak tabii ki çok önemli, ve 1950’ler tarzı daha nostaljik renkleri çok seviyorum. Daha aydınlık renklere yönelme sebebim sanırım çizimlerimde çizgilere odaklı olmam, açık renkler çizgilerin arkasında kaldıklarından onlara daha uyumlular. Ama siyah ve beyazı da çok seviyorum. Avustralyalı bir fotoğrafçının çok güzel bir sözü var; “Renk her şeyi söyler, siyah ve beyaz ise hayal gücünü çalıştıracak kadarını.” Bu sözü seviyorum ve çizimde de geçerli

saçılmış eşyalar bulmak mümkün mü? Global müşteri tabanım sebebiyle stüdyom hep değişim halinde. New York’ta ve Sydney’de iki stüdyom var ama birçok çizimi zaten yolda, insanların yemek masalarında, bekleme odalarında ya da uçakta yapıyorum. Ama bir yerde bir stüdyom olduğunu bilmek güzel, yapmam gerekenler arttığında her şeyin bildiğim yerlerinde olması çok rahatlatıcı. Bunu söylemişken, stüdyomda biraz dağınık olmayı severim, kolajlarım ve referanslarım odaya saçılmış halde olurlar. Sonra temizlik zamanı gelir, sürekli bir dağıtma ve toplama hali anlayacağınız.

Baskı altında çalışabilir misin? Değişir, aslında web sitem için yaptığım illüstrasyonlar için zaman sınırlamalarıyla ve başka baskılarla günlük olarak mücadele etmem gerekiyor, ve bence onlara karşı iyi bir mücadele gösteriyorum. Daha katı işleri seviyorum çünkü insana oyalanma veya küçük detaylar hakkında kaygılanma şansı tanımıyorlar, hemen işe koyulmak gerekiyor. Aldığım bazı New York Times işlerini aynı gün içinde tamamladım, bazı kitap projelerim ise aylar sürüyor. Kendi stüdyomun olması bu esnekliği sağlıyor, yalnızca 9-5 çalışmaktansa ajandam belirsiz ve karışık. Böyle olmasından çok memnunum. Son zamanlarda takip ettiğiniz yeni yetenekler var mı? İlgimi çeken şeyleri gulliverstravels.tumblr.com adresli tumblr’ımda biriktiriyorum. İnternette çok fazla yeni yetenek olduğundan takip etmekte zorlanıyorum. Çok fazla bakmamak ve kendi görsel dünyamla yoluma devam etmek en iyisi. Stüdyon hep düzenli ve toplu mudur yoksa etrafa

127


MUSIC

REVIEWS

Miles Kane

M.I.A.

Mount Kimbie

Geçtiğimiz yıllarda yayınladığı ‘First of My Kind’, ‘Rearrange’ gibi single’lardan sonra aynı keyifte şarkılarla karşılaşmayı umarak dinlediğim Dont Forget Who You Are, ilk dinleyişte vuran bir albüm değil maalesef. Albümde yer alan iki şarkının babası olan Paul Weller ise hemen kendini belli ediyor. ‘You’re Gonna Get It’ ve ‘Give Up’, Kane’in bu yıl en çok dinlenecek şarkıları olmaya aday. Miles Kane & Paul Weller iş birliği, İngiliz ekolüne yeni bir tat getirecek gibi görünüyor.

Profesyonel kariyerine 10 yıl önce bağımsız bir plak şirketinden yayınladığı şarkı ile başlayan M.I.A., bu zaman aralığına birçok albüm, ana akımın kapısından içeri adımını atan hit’ler, bir plak şirketi, aktivist tavırlar ve söylemler, tartışma yaratan videolar, bir kitap ve sayamadığımız daha birçok şey sığdırdı. Nereden baksanız hareketli bir sanat hayatı sürdüren M.I.A., hala yaratım sürecinin doruklarında yaşıyor. Bunun en büyük kanıtı ise ‘Bring the Noize.’ Sadece dinleyin.

2010’daki çıkış albümleri Crooks & Lovers, chillwave’den witch house’a sisli bir hayal alemine boğulmamızdan az evvel dubstep ritimlerini rüya gibi vokallerle bir araya getirmişti. Eğilimin tükenme noktasına geldiği anda Mount Kimbie de çok daha kompleks ve ayrıntıcı bir stüdyo prodüksiyonu ve öncekinin yumuşaklığının yerini farklı deneylere bıraktığı vokallerle döndü. Caz, post-rock, funk gibi çok farklı yerlerden beslenen albüm, Warp’un da son dönemdeki en sağlam işlerinden.

busen dostgül

gazali görüryılmaz

seda niğbolu

Dont Forget Who You Are Columbia (LP)

Bring the Noize Interscope Records (single)

Cold Spring Fault Less Youth Warp (EP)

Chromatics

Sonny and the Sunsets

Appleblim

Dikkatli kulaklar, Chromatics’in daha önce yayınlanmamış olan single’ı ‘Red Car’ı grubun Kill for Love mixtape’inden hatırlayacaklardır. Şimdi ise bu şarkı, piyasaya sürdüğü arabalar kadar yayınladığı iyi müzikle de bilinen otomobil markası Scion’un 10. yılına özel toplamada yer alıyor. Kill For Love prodüktörlerinin elinden çıkma şarkı, ismi sayesinde mi bu toplamaya layık görülmüş bilemiyoruz ama, çıktığınız uzun yolculuklarınızda başvurabileceğiniz bir single.

Sonny Smith, boşanmasının ardından 2012’nin en iyi ayrılık albümünü çıkarmıştı. Bu yıl da, yakın bir arkadaşının ölümüyle, ölüm ve ölüm sonrası durumları irdeliyor. Bu albümlerinde de medyum ziyareti, uzaydan kesitler, birtakım ilkel istekler ve daha nice kafa karışıklığı ve sorgulama halleri sunuluyor. Kişinin bazı çaresizlik ve kayıplar karşısında boşluğa düşüp, hiç yapmayacağı şeyleri yapması an meselesi. Gel gör ki, hala ümidimi kaybetmemekteyim ve yarın için direniyorum.

Bristol çıkışlı prodüktör Laurie Osborne, kendi plak şirketi Applepips’i kurduğu günden bu yana imza attığı ortaklıklarla adını sıkça duyduğumuz bir isim. İki parçadan oluşan Fluorescent ise Osborne’un Appleblim adıyla yayınladığı ilk solo EP olma özelliğine sahip. ‘Fluorescent’, şimdiden yılın en iyi dans kayıtları arasına girme potansiyeline sahipken, b-side ‘Past Present Future’ karanlık tonlu bas yürüyüşüyle şık bir kapanışın zeminini hazırlıyor. Yetmedi ama evet!

merve evirgen

beren özel

vehbi görgülü

Red Car ScionAV (single)

Antenna to the Afterworld Polyvinyl Records (LP)

XOXO The Mag

Fluorescent Applepips (EP)


Black Sabbath

Radio adidas Originals Presents

Kanye West

Black Sabbath denince akla gelen ‘gaz’ dolu şarkıların aksine, bu kez grup, 18 yılın ardından yayınladıkları yeni albümleriyle durulmayı tercih etmiş. Albüm öncesi paylaştıkları teaser’lar ile heyecanımızı artırsalar da 13, eski albümleri aratıyor. ‘God Is Dead’ single’ı yeni albümün en güçlüsü olması gerekirken kapanış şarkısı tadı veriyor. ‘Live Forever’ ile derin bir oh çekmeyi başarsak da büyük fotoğrafa baktığımızda Ozzy Osbourne’un yaşlandığını kabullenmemiz gerekiyor.

Kışın her ne kadar mutlu olsanız da, yaz aylarının bu konuda daha dayatmacı olduğu bir gerçek. Bu zorunluluk haline bir destek de iki yılı aşkın bir süredir yayın hayatına devam eden Radio adidas Originals’dan geldi. Sony Music Türkiye iş birliği ile hazırlanan Exclusive Hits & Remixes Vol.2’de, sizi tüm yaz ve sonrasında da ayakta tutmayı sağlayacak, son dönemlerin en popüler şarkıları ve birbirinden orijinal remix’lerle birlikte tam 16 şarkı yer alıyor.

Kanye West’in altıncı albümü Yeezus, belki bir önceki My Beautiful Dark Twisted Fantasy değil ama bunun sebebi karşılaştırılan albümün rap tarihinin belki de en iyi ilk on albümünden biri olması. Albümde yer alan ‘New Slaves’in 66 ayrı noktada akılları oynatan bir bina projeksiyonuyla tanıtılmasının ardından beklentileri yükselten albüm, bu beklentileri rahatlıkla karşılıyor. Kanye’nin Daft Punk, RZA, TNGHT ve Hudson Mohawke gibi isimlerle çalıştığı Yeezus’un her bir parçası geçer not alıyor.

13 Vertigo Records (LP)

Exclusive Hits & Remixes Vol.2 Sony Music Türkiye (LP)

busen dostgül

Yeezus Def Jam Records (LP)

gazali görüryılmaz

merve evirgen

Mykki Blanco

Surfer Blood

Iggy Azalea

Michael Quattlebaum, ilgi gören mixtape’inin ardından dişi alter egosu Mykki Blanco adıyla ilk EP’sini yayınladı. Hip hop dünyasında queer rapper olmak Amerikan ordusuna katılmaktan zor olsa gerek; Blanco ise rap stili ve ilk EP’si ile uzun soluklu bir müzisyen olacağının sinyallerini veriyor. ‘Bugged Out’ ve ‘Ace Bougie Chick’ EP’nin funky’leri arasında yer alırken, agresif beat’leriyle ‘Angggry Byrdz’ ve ‘Vienna’ rapper’ın tarzını konuşturduğu heyecan verici kayıtlardan.

İlişkilerden, iş hayatından, müzik-film-sanatedebiyat dünyasından, siyasetten istikrar beklemenin, her ne kadar doğal olsa da, hayal kırıklığından başka bir şey getirmesi istisnai bir hal teşkil eder. İkinci albümleriyle istikrarı muhafaza eden Surfer Blood da bu istisnalardan. Phythons, henüz yaşayamadığımız yazın, çıkamadığımız tatilin, bulamadığımız huzurun tema müziği. Üstelik baştan sona. Gel gör ki, hala karada, havada, denizde, sosyal medyada sörf yapmakta direniyorum.

Herkese hayırlı olsun. Artık resmi olarak uzunca bir süre üzerinde çeşitli oyunlar oynayabileceğimiz, Iggy Azalea adında yeni bir oyuncağımız var. Iggy’nin geçtiğimiz sene başlayan, kimilerine göre abartılı, kimilerine göre ise haklı yükselişi ilk albümü The New Classic ile zirve yapacak, orası kesin. Öncesinde bize düşen, Iggy’nin trap soslu hip hop’tan house alt yapılı pop-rap’e uzanan ışıltılı serüveninin keyfini çıkarmak. Bounce ise bunun için en iyi yol kesinlikle.

Betty Rubble: The Initiation UNO (EP)

Bounce Universal Music (EP)

Pythons Warner Bros. (LP)

vehbi görgülü

beren özel

129

gazali görüryılmaz


MUSIC

REVIEWS

James Holden

Boards of Canada

CSS

Dinleyiciyi Nathan Fake, Fairmont gibi isimlerle tanıştıran Border Community şefi James Holden’ın yeni albümü The Inheritors’ın müjdecisi Renata, yükselip alçalan synth’leri ve post-rock vari davullarıyla label’ın ikili ruhunu çok iyi yansıtıyor. Daphni (aka Caribou) remix’i, synth’leri geri plana alıp Four Tet’in ‘Love Cry’ını hatırlatan parçalanmış vokal sample’larını merkeze oturturken, Steve Moore’un ambient synth’leri ise BC’nin hayalperest eğilimlerini temsil ediyor.

90’ların ortalarında IDM mailling’lerine yolladıkları birkaç parça ile Autechre’den Sean Booth’un dikkatini çekerek hayatımıza giren İskoç kardeşler Mike ve Marcus, Tomorrow’s Harvest ile sekiz yıl aradan sonra, beşinci günün şafağında doğuda beliren Gandalf misali deneysel elektronik müzik dağının zirvesinden bize ışıldıyor. Şu zamana kadar dinlediğim en iyi post-carpenterian (bknz: John Carpenter) albüm ve bolca Tangerine Dream havaları da esmekte. Özetle, tek kelimeyle muazzam.

Bugüne kadar yayınladıkları şarkılarla bizi sürekli dans ettiren CSS, Planta ismini taşıyan yeni albümlerinde bu kez tempoyu biraz düşürüyor. Trompetin ön plana çıktığı ‘Hangover’, dub’a doyduğumuz ‘Sweet’ ve alışık olduğumuz CSS sound’unu hatırlatan ‘Hangout’ albümdeki favoriler. TV On The Radio üyesi Dave Sitek’in prodüktörlüğünde hazırlanan albümdeki her şarkı birbirinden farklı müzikal öğelere sahip. Planta ile güzel bir sürpriz yapan CSS, büyümüş ve olmuş.

seda niğbolu

arda tümer

Tomorrow’s Harvest Warp Records (LP)

Renata Border Community (EP)

Planta Street Quality Entertainment (LP)

busen dostgül

Disclosure

CHVRCHES

Gun Goodbye Records (single)

Partygoing Merge Records (LP)

Bu yıl dans müziğinde kesinlikle bir Disclosure fırtınası yaşandı. Biri 91, diğeri 94 doğumlu Lawrence kardeşler sayesinde dans pistleri yumurta pişecek kıvama gelirken, bu kıvamı kendilerine özgü bir tarif ile tutturmuş olmaları da hayranlık uyandırıcı. Post-dubstep, disco, deep house, R&B, ne ararsanız Settle albümünde bulabilirsiniz. AlunaGeorge, Jessie Ware, Eliza Doolittle ve daha nice mükemmel vokal de albüme konuk oldu. Settle karşısında dans etmeye direnmek zor, ama imkansız değil, çünkü artık her yer direniş.

İnternet aramalarında kilise sonuçlarıyla karışmasın diye adını CHVRCHES olarak stilize eden Glasgow’lu electro pop üçlüsü, Eylül’de yayınlanacak ilk albümlerinin üçüncü single’ı ‘Gun’ı geçtiğimiz günlerde yayınladı. Önceki iki single ‘Recover’ ve ‘Now Is Not the Time’dan çok daha yüksek enerjili ve mutlu bir şarkı ‘Gun’; müzik endüstrisinin eski moda kayıtlarını anımsatan fade out finali ve grubun alametifarikası olan akılda kalıcı melodileri barındırıyor.

Yaşlanmak, 69 Love Songs’tan bu yana, Stephin Merritt’in gündeminde. Ellerindeki kırışıklardan piyano çalamadığı günlerin yolunu gözlüyor adeta, korkarak ama aynı zamanda kendini alamayarak. Future Bible Heroes’un yeni albümünde, aşka hayır diyemese de, gençlere ayak uydurmaya devam etse de ve mükemmel pop şarkısının formülünü muhafaza etse de, yorgun düşmüş bir aşıktan farksız. Yaşlanmış hissetmesem de, bugün yorgunum. Gel gör ki, hala partiye iştirak etmekte direniyorum.

arda tümer

merve evirgen

beren özel

Settle PMR (LP)

XOXO The Mag

Future Bible Heroes


Gold Panda

Suede

Todd Terje

Üç sene önce çıkardığı Lucky Shiner’dan bu yana Gold Panda’nın techno/house arasında gezinen müziği, köklerini dünyanın her coğrafyasından gelen melodilere, asla çok sertleşmeyen dans ritimlerine ve huzur verici organik seslere dayıyor. Ancak yeni albümde pastoral görüntülerden şehir hayatına doğru bir kayış söz konusu. Nedeni Hong Kong’dan Brezilya’ya varan yoğun tur hayatı. Daha köşeli ritimler ve vokallerin yokluğunda düş kurmak daha zor, ama her zamanki sıcaklık baki.

Gitar tonunu, davul sesini gözünüz kapalı tanıyabileceğimiz gruplardan olan Suede, dinleyenlerini zaman yolculuğuna çıkarıyor yine. Brett Anderson’ın azmedip sürdürdüğü müzik kariyeri, 2013 yılında da hala ‘lisedeymişiz’ hissiyatı uyandırıyor. ‘Barriers’ ile açılışı yapan Bloodsports’ta neredeyse size yabancı gelecek hiçbir şarkı bulunmuyor. Bildiğimiz, sevdiğimiz Suede ve yaşlanmayan bir Brett Anderson ile karşı karşıyayız. Kaybettiğimiz Suede’i sanırım yeniden bulduk.

70’lerin disko klasiklerine getirdiği yorumu ve kendi prodüksiyonlarını severek takip ettiğimiz Todd Terje, Lindstrom destekli Lanzarote’nin ardından tatil konseptini Strandbar’a da taşımış. ‘Strandbar’ın samba, disko ve bonus olmak üzere üç versiyonunun yer aldığı EP’de, bonus diğer iki kaydın Latin perküsyonlarını funk baslarıyla ve disko ritimleriyle harmanlamasından ötürü ayrı güzel. Soğuk Norveç’ten duymaya alışık olmadığımız sıcaklıkta başarılı bir kayıt.

busen dostgül

vehbi görgülü

Bloodsports Warner Music (LP)

Half of Where You Live Ghostly International (LP)

Strandbar Olsen Records (EP)

seda niğbolu

Cassie

Lansing-Dreiden

Washed Out

Cassie, R&B sahnesinin en yetenekli ama en alçak gönüllü isimlerinden biri kuşkusuz. 2006’da çıkardığı ilk albümünden sonra herhangi bir plak şirketine bağlı olmaksızın yayımladığı kayıtlarla adını hiç unutturmayan ve aynı zamanda da arsız rapper kız sendromuna girmeyen Cassie, yedi yıl aradan sonra ikinci resmi kaydına imza attı. EDM’ye hiç bulaşmayan, süssüz ama kaliteli şarkılardan oluşan RockaByeBaby, son zamanlarda dinleyebileceğiniz en kaliteli R&B albümlerinden biri.

Miami çıkışlı Lansing-Dreiden’ın 2000’li yıllar boyunca hazırladıkları The Incomplete Triangle, A Sectioned Beam ve The Dividing Island kayıtları Mexican Summer tarafından yeniden yayınlandı. Bu üç albümden kavramsal olarak en bütünlüklü olanı The Incomplete Triangle, psychedelic ve space rock’tan 1980’lerin synth pop’una uzanan müzikal yelpazesiyle grubun mütevazı duruşuna tezat bir zenginlik vadediyor. Lansing-Dreiden’ı keşfetmek için en uygun seçim.

Sahne ismi Washed Out ile bildiğimiz Ernest Greene, chillwave akımıyla tanıştığımız 2011’de yayınladığı ilk albümünün ardından sessizliğe bürünmüştü, ta ki Ağustos’ta yayınlayacağı ikinci albümü Paracosm ve albümün ilk single’ı ‘It All Feels Right’ı duyurana kadar. Lyric videosuyla yayınlanan single, bildiğimiz ve alıştığımız Washed Out dinginliğine sahip. Parti sonrası sessizliği ve öğleden sonra kestirmelerine fon olabilecek şarkı, tam da ihtiyacımız olan zamanda yardımımıza yetişti.

gazali görüryılmaz

vehbi görgülü

merve evirgen

RockaByeBaby Bad Boy Records (LP)

The Incomplete Triangle Mexican Summer (LP)

131

It All Feels Right Sub Pop Records (single)


GAMES

hazırlayan emre doğan

Aksiyona Tam Gaz Devam

Pikmin Kardeşliği

Lost Planet serisi, 2006 yılında Capcom tarafından yaratıldı. Dünyadaki kaynakların tükenmesi ve doğa koşullarının yaşanmaz hale gelmesiyle insan ırkı EDN III gezegeninde kolonileşmeye başlıyordu. Yeni gezegenin buzul çağı ortamına bir de eciş bücüş dev uzay böcekleri ekleniyor, third person action tipindeki oyunda bolca vurdulu kırdılı maceralar yaşanıyordu. Öte yandan uzaylılara karşı kapsamlı bir savaş yürüten dev şirket NEVAC, elindeki güç sayesinde sıkıyönetim ilan etmişti ve insanlara eziyet etmekten geri durmuyordu. İkinci oyun hikayede 10 sene ilerliyor, buzulların yerini çöller ve ormanlar alıyordu. Yine bir takım kaynaklar uğruna bir sürü çatışma ve savaş yaşanıyordu. Yüksek teknoloji silahları, zırhları ve kaba saba adamların ettiği klişe lafları seven gençler için iyi bir eğlence kaynağıydı. Lost Planet 3, ilk oyunun geçtiği zamanlardan da önceye gidiyor; dolayısıyla doğa dokusu yine

Japon kardeşlerimizi çok seviyoruz. Kültürlerinden gelen ‘doğrudanlık’, 2. Dünya Savaşı sonrasında Batı’yla köprüler kurulduktan sonra bize de sirayet etti. Başta anime ve mangalar olmak üzere, filmlerde ve oyunlarda da karşımıza çıkan abartma ve aşırıcılık da sevimli bir Japon karakteristiği haline geldi desek çok olmaz herhalde. Erotizmde en gıcıklayıcısı, korkuysa en dehşet vericisi, aksiyonsa en hararetlisi, entrikaysa en karmaşık, sevimlilikse en bıcır bıcır örnekleri birbiri ardına bu topraklardan bizlere ulaşıyor. Pikmin serisi de, üçüncü oyunuyla böylesine bir sevimlilik abidesi olarak yükseliyor. Akla gelen en yakın muadili Playstation’ın LittleBigPlanet’i oluyor tabii haliyle. Pikmin’in gerçek zamanlı strateji oyunu olarak sınıflandırıldığını söylemeden başlamayalım. Dünya’ya çok benzeyen bir gezegene giden kahramanımız çiçeğin,

buzul vesaire ağırlıklı. NEVAC henüz karanlık yüzünü göstermediği, robotların henüz silahlandırılmadığı, iş makinesi olarak kullanıldığı zamanlardayız. NEVAC’ın haklı mücadelesi için çarpışıyoruz, ancak oyun ilerledikçe kirli ve kokuşmuş planlar da yavaş yavaş su yüzüne çıkacak. Oyunda bolca birincil görevin yanı sıra, serbest dolaşırken konuştuğumuz insanlardan alabileceğimiz yan görevler de olacak. Bu bağlamda oyunun öncekiler kadar doğrusal ilerlemeyebileceğini öne sürebiliriz. Bolca uğraşılmış ve efor sarf edilmiş bir multiplayer modu da mevcut. Campaign bittikten sonra bir müddet daha zaman geçirilebilir. Grafik motoru olarak Unreal 3 kullanılmış, sonuç fena değil ama insan daha fazlasını istiyor. Neticede, bol aksiyon arayanlara, ateş etmeyi sevenlere gönül rahatlığıyla önerebiliriz.

Lost Planet 3 [PC, PS3, Xbox 360]

Pikmin 3 [Wii U]

börtünün böceğin arasında adeta harikalar diyarında kalan Alice gibi miniciktir. Peşine taktığı Pikmin yaratıklarıyla dolaşmaya başlar. Bu Pikmin yaratıkları yarı bitki yarı hayvan gibi bir mahlukat. Hepsi göz alabildiğine sempatik tabii. Karakterimiz, tek başına pek çelimsiz olan Pikmin yaratıklarını gruplar halinde yönlendirerek yırtıcılardan ve diğer saldırganlardan korunmak, etraftaki meyve sebze ya da diğer kıymetli materyalleri toplamakla mükellef. Farklı Pikmin sınıflarının farklı özellikleri var: Kırmızı gibi olanları ateş tükürebilirken, mavi olanları suda boğulmuyorlar mesela. Üçüncü oyunda eskilerine ek olarak, kırıp dökmeye yarayan taş Pikmin’ler ve minik hava saldırıları gerçekleştirebilen kanatlı Pikmin’ler de bulunuyor. Oyun 7 yaş ve üzeri için tasarlanmış, doğrudur, ancak ‘çocuk oyunu’ deyip kenara itilmeyi de hak ettiğini sanmıyorum.


Devenin Bale Pabucu

Fisher’ı Evde Zor Tutuyoruz

Saints Row, 2006’dan beri üç bölümü yayınlanmış bir seri. Biraz action-adventure, biraz da open-world özelliklerini barındırıyor. İlk oyunda çete savaşları gibi başlayan hikaye, yıllar içinde pek çok entrikaya ve maceraya gebe kalıyor. Son oyunda ise olaylar iyice kontrolden çıkmış, ve nedense çete lideri ABD başkanı olarak seçilmiş. Doğrudur, çoğulcu demokrasilerde olur öyle. Derken tam o arada uzaylılar dünyayı işgal ediyorlar ve protagonistimiz ile çetenin geri kalanını bir sanal gerçekliğe hapsediyorlar. İnceden Matrix esintilerini hissediyoruz. Belki de senaristler aralarında ‘abi bir de uzaylılar falan geliyormuş hohoha’ diye şakalaşırken işler kontrolden çıkmıştır. Karakterimiz yine süper iri kıyım ve saldırgan, ve fakat bu sefer üzerinde Sam Amca’nın ABD bayraklı kıyafetleri var. Yeni silahlar oldukça spektaküler ve sıra dışı. Örneğin Inflato-ray büyükçe bir lazer tabancasını

Tom Clancy adını duyanlar, ancak esbab-ı mucibesini çok bilmeyenler için kısa bir özet geçelim. Clancy, ABD’li bir yazar. Genellikle casusluk ve askeri bilim mevzularını konu ediyor. Zaten kendisi de ezelden muhafazakar bir cumhuriyetçi. Sayısız romanıyla edindiği ünü sayesinde önce 1-2 film, ardından da ortak olduğu bir oyun şirketi sayesinde birçok oyunun senaristliğini/ yazarlığını yaptı. Özellikle ABD’de çok satan bu oyunlar arasında Rainbow Six, Ghost Recon, HAWX ve tabii ki Splinter Cell serileri bulunuyor. Serinin ilk oyunu çıktığında heyecanla saldırıp, saatlerce oynadığımı hatırlıyorum. O zamanlar hem çok fazla stealth action oyunu yoktu, hem de ben çok gençtim. Şimdi geri dönüp baktığımda, Splinter Cell serisini çok farklı okuyorum. 2002’den bu yana piyasaya sürülen 6 Splinter Cell oyununda, protagonist Sam Fisher neler

andırıyor, ancak hedefindeki insanın önce kafasını sonra gözlerini balon gibi şişiriyor, ardından da kanlı bir şekilde infilak ettiriyor. Ya da Dubstep Gun, adından belli, insanlara ve arabalara dubstep yaptırıyor ve hazin bir biçimde hayatlarına son veriyor. Minigun ve roketatar ile silahlandırılmış dev mekakıyafetler gibi saçmalıklar da var. Bir diğer saçmalık, kahramanımızın süper güçleri. Flash gibi koşmak, Hulk gibi sıçramak, sonrasında Batman gibi süzülmek, Juggernaut gibi yumruk atmak, telekinezi, dondurucu güç ve bir şeyler daha. Başka eklenecek özellik kalmayana kadar eklemişler adeta. Saçmalık dediğime bakmayın, bir şeyin absürt olması onu eğlencesiz kılmıyor. Oyuncuya fazla güç, silah ve imkan verip onu tanrısallaştırdığınızda, karşısına da bunlarla orantılı rakipler koymazsanız oyun sıkıcı olur. Saints Row bunu becerebilmiş gibi görünüyor.

Saints Row IV [PC, PS3, Xbox 360]

yapmıyor ki... HırvatistanAzerbaycan-NATO üçgenindeki bazı gerilimleri çözüyor; ABD eliyle Endonezya’da filizlenen bir iç savaşta komünizm destekçilerinin canına okuyor; Çin, Kuzey-Güney Kore ve Japonya arasındaki gerginliğe müdahale ediyor; İzlanda’daki jeotermal enerji santralini araştırmaya gittiğinde patlak veren ve Meksika’dan Kongo’ya, Rusya’dan Pakistan’a uzanan karmaşık bir maceraya giriyor ve daha buraya sığdıramayacağım birçok karanlık olaylara müdahil oluyor. Son oyun Blacklist’te ise, Sam Fisher’ın çalıştığı Third Echelon birimi kapatılıyor ve yenisi kuruluyor. Bu arada da azılı teröristler bir kara liste yayınlıyor ve listedeki diplomatları sırayla öldürmeye başlıyorlar. Görevimiz diplomatların hepsi ölmeden teröristlere mani olmak. Grafiklere geldiğimizde, cutscene’ler berbat görünüyor ancak oyun içi görüntüler fena değil. Seriyi sevenler keyifle oynayacaklardır.

Splinter Cell: Blacklist [PC, PS3, Xbox 360, Wii U]


SET UP

Can Uzer & Mert Uzer

Motorcycle Diaries

Bir sonraki modeli almanıza yönelik üretilip, içinizdeki tüketim canavarını besleyen, teknolojiyle ruhu körelen yeni nesil motorlara karşı bir meydan okuyuş onların yaptığı. 2009’da kendi evlerinin salonunda başlayan, 40-50 yaşındaki motorlara hayat veren bir tutku... Can ve Mert Uzer hurdadan kurtardıkları motorları alıp, onlara yeniden asfaltları armağan ediyorlar. Bu esnada yeni sahiplerini de motorun küllerinden doğma aşamalarına dahil ediyorlar. Nasıl mı? Botlarınızı ayağınıza çekin, bandananızı takın, iki teker üstünde rüzgarlı bir yolculuğa çıkıyoruz. hazırlayan aslı özyenginer fotoğraflar özkan önal

XOXO The Mag


soldan sağa: 1. English wheel plaka şekil verme itme kolu 2. English wheel alt rulman 3. English wheel üst rulman 4. Deri falçatası 5. Deri kenar yapıştırma 6. Deri 4’lü delik delme 7. Deri delme 8. Deri kenar kesme 9. Deri sıralı delik belirleyici 10. Deri kenar oluk açıcı 11. Deri dikiş iğnesi 12. Tahta çekiç 13. 1971 t120 Triumph Bonneville benzin deposu 14. Kompresör hortumu 15. Kaynak eldiveni 16. Kaynak maskesi 17. K&N hava filtresi 18. Honda cb650 karbüratör 19. Dijital kumpas 20. 40 numara üstü cıvata sökücü 21. Triumph 1969 ön jant 22. Demir taş motoru zımparası 23. Numaralı matkap ucu 24. BUCK günlük çakı 25. Anahtar 26. Kurbağacık 27. Tahta demir dövme çekici 28. Boru anahtarı 29. 3 mm’ye kadar sac plaka makası 30. Çekiç 31. BMW R serisi anahtarı 32. Çekiç 33. Mamasboy bıçağı 34. 650cc piston 35. Balta 36-37-38. Lokma seti 39. Triumph crank case 40. Piston varili 41. Piston kapağı 42. Megafon susturucu 43. Hız göstergesi 44. El yapımı yağ tankı 45. Yan keski 46. Kablo soyucu 47. Triumph t100 kornası 48. Anahtar 49. Karga burun 50. Firestone lastik 51. Triumph t100 debriyaj kapağı 52. Triumph t100 yan kapağı 53-54. Arka amortisör 55. Sağ sol sinyal 56. Kılavuz 57. Debriyaj fren kolları 58. Far 59. 2012 Triumph Bonneville anahtarları 60. Triumph t100 plakası 61. Pirinç benzin vanası 62. Pirinç yağ deposu kapağı 63. Kurukafa 64. T100 gidonu 65. Kompresör için zımpara kafası 66. El yapımı deri cüzdan 67. Yangın tüpü 68. Gaz maskesi 69. İş gözlüğü 70. Karbüratör temizleme spreyi 71. Taş motoru 72. Simpson kask 73. Biltwell eldiven 74. Lokma seti 75. Pistole 76. Anahtar seti 77. Egzoz finleri 78. Bandana 79. El yapımı cüzdan 80. Kılavuz 135


Locations Where You Can Find Us...

40 360 All Sports Anjel artnext Arzu Kaprol Aşşk Cafe Babylon BAYLAN Backhaus Badehane Bahar Korçan Balkon BBC Bebek Kahve Bebek Koru Kahvesİ BEJ Cafe Beymen BLENDER Bloom BEymen Brasserie BREAD & BUTTER Bruno's Building Butİk Buka Cafe Fİruz Caffe Nero İKSV Cahİde Casİta Çello Cezayİr ÇOKÇOK Thai COOK SHOP Corvus Wine & Bite cremeria milano CUBA BAR Cullinary Institute Cuppa Cafe Da Mario Dai Pera Delicatessen Delirium Den Cafe Derİn Design DİVAN DİVANE Dizzia DÜKKAN BURGER Ece Aksoy EGERAN Ellipsis ESMOD FAKÜLTE AJANS Flavio Galatta Brasseria Galerİ Zilberman Galerist Garajİstanbul Gate Gatetattoo Gezİ İstanbul Ghetto Gölge Cafe Gram Groove Günselİ Türkay H&M Hardal Habitat Happily ever after Harvard Cafe Hatİce Gökçe Helvetia Hillside City Club Home Room İstanbul Moda Akademİsİ Journey Kafika Kahve6 KAKTÜS KAHVESİ KanTİN Karabatak KaSABIM Kiki Kırıntı Köşe Brasserie Kulp La BRISE Lastİk Pabuç Laundromat Lazy Butİk Le Pain Quotidien Leb-İ Derya Leblon Lili Pud Lokal Asmalı Lomography Lucca Lulu's Lush Hotel Mahalle MAMA SHELTER Mangerie Mano Burger Masa Mavra MAYA Mesta Meyra Midnight Express Midpoint Mİnyon Miss Pizza Momo Mono MSA ISTANBUL Münferİt Nar Pera Non Galerİ OFF PERA OPS Cafe OPUS 3A Otto Sofyalı Otto Tünel Pandora Kİtabevİ Paristexas Patİka Kİtabevİ Pi Artworks Picante Pilot Galerİ Piola Plieé Point Hotel Pop-Up Cafe PROPOGANDA Que Tal Rafİnerİ Reasürans Galerİ Robinson Crusoe Rook SANAT GALERİSİ Salomanje Salt Bistro San Lazzaro Sİmay Bülbül Şİmdİ Simurg Kİtapevİ Smyrna SNTRL DÜKKAN Soda Sosa Sugar Cafe Susam Cafe Sushi Express Sushico Tabe Kıyamet Takkunya Tamİrane TAPS The House Apart The House Cafe The House HOTEL Touchdown Tribeca Ugly Ulus 29 Unter Urban Vogue WE White Mill Witt Suites Xflats Yıldırım Özdemİr Zanzibar Zencefİl

Also, you can ask for us at cool hair salons and innovative art galleries! XOXO The Mag


COOL KALMAK

YIL 6 GARANTi

Vestel klimanızı sıcaklar bastırmadan erken alın, 6 yıllık garantiden yararlanın. 6 yıl garanti kampanyası 31.07.2013 tarihine kadar cihazın montajının yaptırılması durumunda geçerlidir. Belirtilen tarihe kadar alım ve montaj yaptırılmaması durumunda +3 yıl (toplam 6 yıl) garanti tanımlanmayacaktır.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.