036 FASHIONMUSICARTDESIGN
EKİM 2013 ÜCRETSİZDİR
One way (or another) (96)
Nıcholas kırkwood (24) arthur wortmann (44) İncİ evİner (50) ms mr (74) mgmt (92) aarhus (116) the fırst supper (138)
1
3
XOXO The Mag
5
IRO
STOP THE WATER WHILE USING ME
XOXO The Mag
PATRIK ERVELL
PURE FIX CYCLES
CARVEN
ANDREA POMPILIO EN&IS
shopigo.com 7
XOXO The Mag
9
XOXO The Mag
visit Armanibeauty.com
Cate Blanchett
the new fragrance
11
cover story one way or another photographer emre ünal
İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@xoxothemag.net Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Editörler Aslı Arduman, Serap Gecü, Gazali Görüryılmaz, Ayşecan İpek, Elif Kamışlı, Aslin Kumdagezer, Müjde Metin İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Melahat Çakır Katkıda Bulunanlar Sezer Arıcı, Ezgi Ateş, Mahizer Aytaş, Erdem Çağdaş, Orhan Cem Çetin, Emre Doğan, Busen Dostgül, Güneş Engin, Şenol Erdoğan, Hülya Ertaş, Gülüm Erzincan, Vehbi Görgülü, Deniz Yeğin İkiışık, Hasan Kaplan, Yalım Kartal, Benan Kaya, Yonca Keremoğlu, Sinan Kibirli, Ersin Koray, Esra Miller, Engin Önder, Beren Özel, Murat Süyür, Ayşegül Şahinbozkır, Didem Şenol, Arda Tümer, Ali Tünay, Erman Ata Uncu, Emre Ünal Reklam cihan@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.
N U R TA N E S İ S K . N O : 3 4 Y I L D I Z B E Ş İ K TA Ş İ stanbul T : + 9 0 2 1 2 2 5 9 0 6 6 9
XOXO The Mag
CONTENTS
INTERVIEW 18... Deniz Akçay Katıksız Kendi Yağında Kavrulan Travmalar röportaj erman ata uncu
COVER
36... Liza Klaussmann
96... One Way or Another
Geçmiş Zamanın İzinde
ART & DESIGN
MUSIC
28... Santiago Sierra
64... These New Puritans
Karanlığın Estetiği röportaj elif kamışlı
50... İnci Eviner Lame Pabuçlar, Doldurulmuş Kuşlar ve Bir Bavul
Bir Analog Dönüşüm röportaj gazali görüryılmaz
74... MS MR Bir Kadın, Bir Erkek
röportaj elif kamışlı
röportaj vehbi görgülü
66... Garret Chow
92... MGMT
Bir Tasarımın Mekaniği röportaj hasan kaplan
112... Faye Toogood Disiplinlerarası İlişkiler Uzmanı röportaj serap gecü
röportaj aslı arduman
MORE
44... Arthur Wortmann
40... Orange Is the New Black
Beynelmilel Mimarlık Editörü
İlk Sezonun Ardından
röportaj hülya ertaş
yazı ayşegül şahinbozkır
54... Hakan Bilginer Batı'nın Ahlaksızlığını Aldık
62... Ekim Güneşinin Altında
röportaj engin önder
Zeytin Ağacının Tepesinde
68... Cristiana Capotondi
yazı didem şenol
Filmler ve Saatler Aynı
72... Fili Hortumundan Tutmak
Geçmişin Bugünü
Denizde Yüzerse
Anormal Sanısı Yaratan
röportaj gazali görüryılmaz
röportaj benan kaya
Normal Bir Yazar
FASHION 24... Nicholas Kirkwood The Perfect Pair röportaj aslin kumdagezer
58... Guillaume Henry Neo-Couture röportaj müjde metin
138... The First Supper photographer murat süyür realization ayşecan ipek, aslin kumdagezer
78... Ömer Madra
yazı şenol erdoğan
Bütünün Bir Parçası Olmak
88... Smells Like Fall
röportaj ali tünay
hazırlayan ayşecan ipek
116... Aarhus hazırlayan serap gecü
AUTUMN BREAK
BU AY BENİ MAZUR GÖRÜN, AİLEMİZİN YENİ ÜYESİYLE HAŞIR NEŞİRİM… YANİ, BİRÇOĞUNUN HAYATTA TATMAK İSTEYECEĞİ MUTLULUKLA... AMA PEK DETAYA GİRMEYECEĞİM… ZATEN, İLK ÇOCUĞUMUZU ELİNİZDE TUTUYORSUNUZ, İKİNCİ ÇOCUĞUMUZ SOLO'YU INSTAGRAM HESABIMIZDA TÜM KOMİK HALLERİYLE GÖRÜYORSUNUZ, BU YÜZDEN YENİ OLANI KENDİME SAKLIYORUM.
NEYSE, NASIL OLSA MAL KENDİNİ SATIYOR, GELECEK AY YİNE MESAJ KAYGISI DOLU BİR EDITO'DA GÖRÜŞMEK ÜZERE.
P.S. I LOVE K.
OLGA ŞERBETCİOĞLU
EVENT MANAGEMENT
PUBLISHING
CONCEPT DESIGN
BRAND PLATFORMS
AND ANYTHING COOL
FOR MORE FACEBOOK.COM/COPRODUKSIYON 123@COISTANBUL.COM +90 212 2590669 15
INTERVIEW/CINEMA
denİZ AKÇAY KATIKSIZ
Kendi Yağında Kavrulan Travmalar Şimdiye kadar kaç ilk film için “bir filme sığması imkansız sayıda meseleyi aynı potada eritmeye çalışıyor” eleştirisi getirildi, bilinmez. İşte, Köksüz bu tip ilk filmlerle hiç alakası olmayan bir ilk film... Deniz Akçay Katıksız’ın festivalden festivale, ödülden ödüle koşan Köksüz’ünün meselesi de, anlatımı da, oyunculukları da net ve berrak. Hikayenin odağında, İzmirli orta sınıf bir ailenin üyelerinin, baba öldükten sonra kendi rolleriyle giriştikleri sancılı bir hesaplaşma var. Ve isabetli bir şekilde bu sancılar da Deniz Akçay Katıksız için yeterli. Köksüz’ün dünyasında fazlalıklara, sarkmalara ve büyük laflara pek yer yok. Katıksız’ı Venice Days’de yer aldığı Venedik Film Festivali’yle Adana Altın Koza Film Festivali arasında yakaladık, Köksüz’ü konuştuk. röportaj erman ata uncu fotoğraf kardelen eren
XOXO The Mag
Hem seyirci hem de festival jürileri nezdinde ilk filmlere pek nasip olmayacak yoğunlukta bir ilgi gördü Köksüz. Bu senin için beklenmedik miydi? Köksüz’ü çekerken ilk film olmasından dolayı bütün o karmaşa içinde neyi beklediğimi bilmiyordum, açıkçası. Kurgu bittiğinde gözüne güvendiğim birkaç sinemacı arkadaşımı da çağırmıştım. Film üzerine konuşmuştuk ama ne olacağını hiçbirimiz kestiremiyorduk. “Bu film olmamış” gibi bir şey düşünmedik. Ama yaparken de, kurgu sürecinde de ne beklemem gerektiğini bilmiyordum. Şu an ne desem yalan olur. Umutsuz değildim, çok umutlu da değildim. Tamamen nötr kalma derdindeydim. Ama hikayemi istediğim gibi anlatabildiğimi düşünüyordum.
ettim. Yönetmenlerin ilk filmlerinde, illa yaşadıkları değil belki ama dinledikleri, bir şekilde tanıklık ettikleri ama kesinlikle canlarını yakmış, onlarda yer edinmiş bir hikayeden yola çıkmaları gerektiğini savunuyorum biraz da. Eğer kendi hikayenizi yazıp da yönetmek kaygısındaysanız… Zaten ilk film de, kendi dilinizi bulmaya çalıştığınız filmdir. Burada da olabildiğince kendini frenlemek gerektiğini, ustalık dersine soyunmadan samimiyetle anlatmak gerektiğini düşünüyorum. Herhalde burada temel duygu samimiyet... Bana iyi geliyor. Bunun zorluğu, mesafe kollamak. Çünkü abartmaya çok meyilli oluyorsunuz. Ekstradan bir soğukkanlılığı korumak, sette her gün tekrarlanan bir zorluktu benim için. Bu yönde etkilendiğin başka ilk filmler var mı? Çoğunluk’tan çok etkilenmiştim. Anlatım dili ve naifliği dolayısıyla Sofia Coppola’nın Virgin Suicides’ını, Joachim Trier’in ilk filmini çok sevmiştim. Ama böyle listeler verdikten sonra hep kendi kendime kaldığım zaman “Eyvah şu filmler de vardı, niye söylemedim” diyorum. Bunlar ilk aklıma gelenler.
Kurgu aşamasındayken filmden nefret ettiğini bile söylüyorsun… Tabii, kurgu öyle bir şey... Bir buçuk ay sürdü gece gündüz. Her gün yatağa “ben ne yaptım, neden yaptım” diye yatıyordum. Beraber izlediğim sinemacı arkadaşlar, böyle bir duyguya gerek olmadığını söyledi. Kurgu bittikten sonra biraz uzak kalıp tekrar izlediğimde, duygusundan memnun olduğumu fark ettim.
Filmde çeşitli Freudyen unsurlar da var. Evin oğlunun, en yakın arkadaşının annesiyle cinsel ilişkiye girmesi, film boyu konu edilen tıkanık su tesisatı gibi… Olabildiğince derli toplu, küçük ve sarkmayan bir film yapmayı amaçladım. Süre olarak da 90 dakikayı geçmemesini istedim. Filmle vedalaşmayı becerememiş olmaktan kaçındım. Dolayısıyla kafamda planladığım zaman kısa olduğu için kullanabileceğim metaforları da olabildiğince detaylı ve özenli seçip, titizlikle yerleştirmeye çalıştım.
Otobiyografik özellikleri de olan bir hikaye. “Bunu ben anlatmalıyım” dürtüsüyle mi yazdın? Aslında ben otobiyografik bir hikaye olduğunu söylemiyorum. Her zaman bunun kurgusal bir hikaye olduğunu söylüyorum. Ama kurgu da otobiyografik bir zemine dayanır. O da bildiğim evren olan, babanın yokluğu evreni. Onun dışında bu aile, hikaye kurgusaldır. Ne var ki duygusunu ve atmosferini çok iyi biliyorum. Birinci dereceden yakınınızı kaybettiğiniz zaman bütün zeminin ayaklarınızın altından kayması meselesi, ondan sonra bir şeyin sizin için kestirilemiyor olması ve bu durumun önemini yitirmesi, ne yazık ki çok iyi bildiğim bir duygu. Ama asıl derdim, bunu zemine yayarak, bir anne-kız hikayesi anlatmaktı. Burada otobiyografik bir unsur yok. Bir kısmı kendi yaşadığım, bir kısmını, benzer durumları yaşamış arkadaşlarımdan devşirdiğim hikayelerden çıktı. O kadar bana aitti ki başka birisine emanet etmek istemedim.
Film, İzmir’de geçiyor. Tesadüfi bir seçim miydi bu? Ben İzmirliyim. Yine sırtımı bildiğim bir evrene yaslama arzusu yani. Bir de bana İzmir’in duygusu hep şöyle gelir: Üç büyük şehirden biri olarak adlandırılmasına rağmen aslında bir küçük sahil kentidir İzmir. Çok büyümesini, kendi ederini bir şekilde kendisinin teslim etmesini çok istiyorum. Ama bir şekilde kozasından çıkamamış gibi geliyor. Çok potansiyeli var ama gerçeğe dönüştüremiyor gibi… O yüzden hikayenin duygusuyla da, dokusuyla da örtüştüğünü düşünüyorum.
Bu kadar yakından bildiğin bir duyguyu aktarmak senin için zorlu bir süreç miydi? Bir sinema izleyicisi olarak ilk filmlerde şunu tercih ettiğimi gördüm; yönetmenin kendi bildiği sularda yüzdüğü bir hikaye anlatmasının bana iyi geldiğini, o duyguyu yönetmenle paylaşmaktan haz aldığımı fark
Filmdeki büyük kızın hala İzmir’de çalışmaya devam ediyor oluşu, çoğunluk gibi İstanbul’a gelmeyi tercih etmiyor oluşu da şehirdeki bu duyguyu destekleyen bir durum sanki… Evet, hem ailesini bırakabileceğinin mümkün olduğunu düşünmüyor, 19
çünkü ailenin babası konumunda; hem de İzmir’de çalışıyorsanız, maaşınız yeterlisiyle iki seçenek var önünüzde: Ya İstanbul’a gitmek ya da İzmir’in rahatına yaslanmak… Baba gidince aile dağılıyor. Anne gidince de dağılırdı muhtemelen ama burada bir ataerkillik vurgusu da var mı? Filmde anne gitseydi de dağılacaktı. Başka dinamikleri olacaktı belki ama yine dağılacaktı. Filmin önermesi hiçbir şekilde “aileyi bir arada tutan babadır” değil. Fakat İzmir’in seçilmesinin sebeplerinden biri de bu… Bunlar aslında orta sınıf, kendi yağıyla kavrulan ve belli ki siyasi seçimlerini ‘muhafazakarlıktan’ yana yapmayan bir aile… Tüm bunlara rağmen damarlarına işlemiş bir muhafazakarlık var. Belki kendilerinin de farkında olmadığı ama yaşadıkları toprakların baskısını iliklerinde hisseden insanlar bunlar. Yurtdışında da çok soruldu. İzmir görece cumhuriyetçilikten yanadır ve daha rahattır diye biliyoruz. Fakat böylesi bir muhafazakarlık da söz konusu... Ailenin annesinin muhtemelen Doğulu damat adayına “Sizin oralarda, çalışan kadına alışkın değillerdir” demesinde sınıfsal bir kibir mi var? İroni orada zaten… Bir yandan “çalışan kadına alışık değilsinizdir” derken, diğer taraftan da üç kadının bir adam etmediğine inanıyor. Ailenin üç kadını yemeğe çıkmak istediğinde “Tek başımıza mı?” diyor. Aslında eleştirdiklerinden pek bir farkı yok; bunun farkında da değil. Bu da biraz önce bahsettiğin ve İzmir’de görülen muhafazakarlığa bir örnek olsa gerek… Evet. İzmir’de tabii ki böyle düşünmeyen birçok insan da var. 13 senedir İstanbul’dayım. Ailem İzmir’de. Ve İzmir’e her gittiğimde bir tür kontrol mekanizmasının oraya daha da yerleşiyor olmasını can sıkıntısıyla izliyorum. Rol için baştan beri Ahu Türkpençe mi düşünülüyordu? Yazarken kafamda Ahu vardı. Birincisi, oyunculuğunu çok beğenirim. Kendisini karakterine adar. Ahu’nun kendini bir şekilde silebildiğini, karakterin içinde eriyebildiğini düşünüyorum. Ne yaparsa yapsın... İster bir dizide başrolde olsun, isterse bir markanın yüzü olsun; bir şekilde inandırıcılığından yitirmez. Filmde anne-oğulu oynayan Lale Başar ve Savaş Alp Başar gerçek hayatta da anne-oğul. Aynı zamanda anneanne karakterini de
gerçek anneannen canlandırıyor. Bunlar bilinçli tercihler miydi? Anne-oğlun beraber rol alması durumu tesadüfen gelişti. Uzun süren araştırmalar sonunda Lale Abla’yı görüp vurulduk. Üç seneden fazla oldu senaryoyu yazalı. Aslında yazarken oğul karakteri için hep Ahmet Rıfat Şungar’ı düşünmüştüm. Ama tabii o büyüdü bu arada. İşin açıkçası Lale Abla, kendi oğlu Savaş’tan bahsettiğinde de onu seçmelere aldık ve beğendik ama yine de biraz daha Ahmet’e benzeyen birinin peşinden koştuk. Bütün seçmeler bittiğindeyse, hem aile bütünlüğünü korumak hem de Savaş Alp’in enerjisini sevdiğim için onun en doğru kast olduğuna karar verdim. Anneanne içinse; bizim topraklarda o rolü oynayabilecek çok az oyuncu var. Bir kısmı gönül indirmiyor zaten bağımsız filmlere. Diğer bir kısmı da sağolsunlar ama her yerdeler! Bu durumdan çok sıkılmıştım açıkçası. Anneannem önce oynamak istemedi. Ama “film yapacağız, oyuncuya para veremiyorum” diye çok ağladım ve kabul etti. Köksüz’den önceki Deniz Akçay Katıksız’dan bahsedebilir miyiz biraz? Bir tane tek başıma yaptığım kısa film var öncesinde. Diğerleri hep deneme olarak kaldı. Gerçekleştirdiğim kısa film de erotomani üzerineydi. Erotomani çok nadir görülen bir psikosomatik hastalık. Bir kişinin görece kendisini olduğundan daha üstün gördüğü veya hakikaten üstün gördüğü bir insana derin bir bağlılık hissetmesi ve öyle bir şey olmamasına rağmen aralarında bir ilişki varmış sanrısına kapılması. Onun ismi de Köksüz’ün İngilizce ismi gibi Nobody’s Home’du. Ama Köksüz’ün tam İngilizce karşılığını bulamadığımız için onu kullandık. Ben Ege Üniversitesi’nden, Radyo-TV Sinema’dan mezun oldum. Uzun süre televizyonda senaristlik yaptım. Sinemayı gözümde kutsallaştırdığım için elim bir türlü sinema senaryosu yazmaya gidememişti. Buna ilk defa Köksüz’le cesaret edebildim. O zaman bitirmeden bunu da sorayım: Televizyonda da senaryo yazarlığı yapmış birisi olarak bu tarz bir hikayeyi televizyonda anlatabilmek mümkün mü sence? Hiç mümkün değil. Televizyonla sinema arasında benim için bir geçişlilik yok çünkü televizyonun ne talep ettiğini görüp ona göre hareket ediyorum. Televizyonun kendi dinamikleri ve istekleri var, bunlarla mücadele edemeyeceğimi erken yaşta öğrendim. Sinemada bağımsız film yapmamın yegane sebebi istediğim hikayeyi istediğim şekilde anlatma özgürlüğüydü. Birilerinin baskısı olmadan bunu yapmak gerçekten zorlu bir trekking gibi… Hatta çok daha zorlu yollardan geçtik. Yine de benim için duygusal olarak her şeye değerdi. Bir kez daha yapabilirsem, sinemada ne anlatmak istersem onu anlatmak isterim.
XOXO The Mag
21
M O N T E R O S A , I TA LY HERVÈ BARMASSE
PHOTO: Damiano Levati
NEVER STOP EXPLORING
SATIS¸ NOkTALARIMIz IçIN: Eu.THENORTHfAcE.cOM
™
INTERVIEW/FASHION
Nicholas Kirkwood
The Perfect Pair
Eğer camdan ayakkabıları olmasaydı, Cinderella prensine asla kavuşamazdı, Hollywood’un bahşettiği romantik komedilerde asıl kız yüksek topuklarını giymediği sürece yeterince vurucu sayılmazdı ve yakışıklı, zengin asıl oğlanın kendisini fark etmesini sağlayamazdı... Örnekleri siz artırın. O sırada biz çekiciliği yükseldikçe acı eşiğini zorlayan tasarımların daha da derinine ineceğiz. Sıra dışı tasarımlarıyla Londra’dan dünya sokaklarına yayılan Nicholas Kirkwood’la, ikimizin de ayağında düz ayakkabılar varken yüksek ökçe saplantısı üzerine konuşacağız. röportaj aslin kumdagezer fotoğraf nicholas kirkwood’un izniyle
XOXO The Mag
nicholas kirkwood, sonbahar-kış 2013 eskizleri
İtalya’daki fabrikalarla içli dışlıyım. Ayakkabının iç yapısı, ayağa doğru oturması, gerekli hissi verebilmesi için hem kadın hem erkek koleksiyonlarında beraberce ilerliyoruz.
Kariyerinize Phillip Treacy’nin yanında çalışarak başladınız. Şapka yapımından ayakkabıya geçiş süreci nasıl gerçekleşti? Aslında Philip’le çalıştığım süre boyunca şapka yapımıyla doğrudan bir ilişkim yoktu. Sadece mağazasında çalışıyordum. Bununla beraber onun üretim sürecine şahit olma şansını yakaladım. Benim orada yaptığım şey ise, mağazaya gelenlere styling desteği vermekti. Philip’in sıra dışı tasarımlarını kıyafetlerine nasıl adapte edebilecekleri konusunda müşterilere yardım ediyordum. Lüks kadın ayakkabısı pazarındaki boşluğu o zaman fark ettim. Sonrası da tahmin ettiğiniz gibi gelişti.
Bu arada erkek koleksiyonuna geçişiniz henüz çok yeni, tasarım süreci nasıldı? Erkek koleksiyonu tasarımlarımı kısa süre önce satışa sunmama rağmen aslında üniversite zamanlarımda tasarımlarımı erkek üzerinde yoğunlaştırıyordum, dolayısıyla bu koleksiyonu hazırlamak benim için bildiğim sularda yüzmek gibiydi.
Hikaye açık, evet. Isabella Blow’la da bu sıralarda tanıştınız sanırım, değil mi? Malumunuz, inanılmaz yaratıcı bir kadındı. Onun yaratıcılığı, kıyafetleri, yaşam tarzı ve duruşu özellikle kariyerimin erken dönemlerinde beni çok etkiledi.
Sizce zamanla erkekler de ayakkabı seçiminde kadınlar kadar deneysel olacaklar mı? Halihazırda çok daha deneyseller bence. Sadece ayakkabı seçimlerinde de değil üstelik, genel stil olarak sınırları daha fazla zorluyorlar. Aslında bir önceki sorunun çıkış noktası, geçtiğimiz yaz Pitti Uomo’da Aquazzura’nın pembe topuklu ayakkabılarla yaptığı sunumdu. Sizce ilerleyen zamanlarda bu kareler alışılmışın bir parçası olacak mı? Tabii ki kadın ayakkabısı giyen bir erkek görüntüsünün alışılmış olması gibi bir durum şu an ve yakın gelecek için söz konusu değil, fakat daha kalın ve oversize tabanlar son birkaç sezondur erkek ayakkabılarının kilit noktası. Ve bunun uzun zaman devam edeceği kanısındayım.
Yaratıcı demişken,yaratım sürecinizden biraz bahsetmek ister misiniz? Tahmin edeceğiniz üzere, eskizler ve karalamalarla başlıyorum. Yapı ve formlar üzerine çalışıp onların ayağa nasıl uygulanabileceği üzerine kafa yoruyorum. Sonra, araştırma ve teknik inovasyon süreçleriyle yeni imalat formülleri işin içerisine giriyor. Özel değilim. Pekala, teknoloji kelimesi markanın neresinde duruyor? Bir markanın güncelliğini koruması için inovasyon ve teknoloji kelimelerine karşı ilgili olması şart. Doğal olarak bizim için de aynısı geçerli, marka olarak sürekli yeni üretim tekniklerini takip ediyoruz. ArGe her zaman markamızın odağında.
Bu arada sormadan geçmeyeyim, topuklu ayakkabı giymeyi denediniz mi hiç? Evet ama itiraf etmeliyim ki o konuda berbatım! Şu an ayağınızda ne var peki? Sonbahar-Kış erkek koleksiyonumdan bağcıklı bir tasarım.
Bunun yanında geleneksel üretim süreçleriyle de bağınızı koparmıyorsunuz... Kesinlikle. İtalyan zanaatkarlarla çalışıyoruz. El yapımı ayakkabılar yapıyoruz, dolayısıyla üretimin her aşamasında zanaatkarlar ve
Sizce topuklu ayakkabı giyen bir kadın neden sosyal olarak 25
nicholas kirkwood, sonbahar-kış 2013 eskizleri
güçlü, sofistike ve seksi algılanıyor? Bence asıl mesele, giyenin kendini nasıl hissettiğiyle alakalı. Yüksek ökçeler kadına özgüven veriyor. Bu da aslında yüksek topukların, duruşu, vücut ve bacak uzunluğunu, dolayısıyla giyenin tavrını etkilemesiyle alakalı bir durum. Peki ya sneaker’lar? Ufukta bir koleksiyon görünüyor mu? Sneaker’ların yükselişi malum ama sanırım şu sıralar o işe girişmeyeceğim. Tabii asla “asla” dememek lazım... O halde odağımızı lüks kadın ayakkabılarında tutalım. Sektördeki erkek dominasyonu hakkında ne düşünüyorsunuz? Söz konusu kadın ayakkabıları olduğunda erkekler kadınları daha iyi mi anlıyor? Aslında hiç bu yönden düşünmemiştim. Şimdi düşününce ayakkabı üretimi geleneğinde erkek egemen bir oluşum olduğu doğru. Ama bunun sebebi kadınların taleplerini daha iyi anlamamızdan mı kaynaklanıyor, emin değilim. Hatta kendi üretim sürecimden yola çıkarsam, ben son kertede harika kadınların fikrini alıyorum... Gördüğümüz kadarıyla iş birliklerine hayli sıcak bakıyorsunuz. Söz konusu başkası için tasarlamak olduğunda işler daha da zorlaşıyor mu? Peter Pilotto ve Erdem gibi tasarımcılarla çalışmak söz konusu olduğunda yaratım süreci benim için tam bir meydan okuma. Onların estetiğini ve fikirlerini sürekli aklınızın bir köşesinde tutmanız ve çizgilerinize entegre etmeniz lazım. Tabii artık birkaç sezondur birlikte çalıştığımız için birbirimizi çok daha kolay anlıyoruz. Yaratıcılığıma güveniyorlar ve deneysel olmama izin veriyorlar. Bunun yanında bahsi geçen ayakkabı tasarımları şov amaçlı olduğu için ticari endişeleri resmin dışında tutabiliyoruz, bu da işin daha eğlenceli olmasını sağlıyor.
Bu arada, Londra’daki mağazanızı kendiniz tasarladınız. İç mimari yeteneklerinizi daha da ileri götürüp başka markalar için de tasarlamayı düşünür müsünüz? Aslında buradaki mağazanın amacı ayakkabıları sergileyebileceğim bir alan yaratmaktı. Dolayısıyla bunu bir mağazadan çok bir galeri gibi düşünmek lazım. Başka markalar için böyle bir şeye kalkışamam sanırım. Peki, ya tasarımlarınızdaki mimari etkilerden de yola çıkarak favori mimarlarınızı sormak istesem? Ah, bu benim için çok kolay bir soru oldu: Mies van der Rohe ve Frank Gehry. Sizce hangi şehir topuklu ayakkabılarla yürümek için daha uygun? Muhtemelen Los Angeles ya da Dubai gibi kimsenin aslında çok fazla yürümediği, yürümek zorunda olduklarında da dümdüz kaldırımlara sahip oldukları şehirler. Neden asla bej pump’lar tasarlamayacağınızı söylüyorsunuz? Çok sıkıcılar! Sizce de öyle değil mi? Cevap vermeyin. Peki, lüks ayakkabı alanında bir sonraki yenilik ne olacak? Orta boy topuklu ayakkabılar. Alışsanız iyi olur. Sizin için bir sonraki adım ne? Sanırım yeni ürün gamları geliştirmek üzerine çalışacağım ve perakende sektöründe daha da genişleyeceğiz. Bitirmeden, suçluluk duyduğunuz zevkleriniz neler? Birçok insanın listesinde yer alan dondurma sanırım...
XOXO The Mag
mudo.com.tr
facebook.com/Mudo
twitter.com/mudocomtr
instagram.com/mudocity
INTERVIEW/art
Santiago Sierra
Karanlığın Estetiği
Çağdaş sanat dünyasının en çarpıcı isimlerinden Santiago Sierra’nın eserleri 13. İstanbul Bienali ve ArtInternational Fuarı kapsamında Türk izleyicisiyle buluştu. İnsan olmanın beraberinde getirdiği duyguların sınırlarını zorlayan ve içinde yaşadığımız sistemin yarattığı utançlara ahlakçı bir üslup takınmadan yer veren çalışmalarının tonu her zaman siyah-beyaz. Sanatçının yüzünün bir fetişe dönüşmesine karşı duran ve bu yüzden tüm portrelerini yüzü duvara dönük şekilde çektiren Sierra, toplumda dışlananlar için de anonim bir kahraman. Biraz sertliğe hazır olun. röportaj elif kamışlı fotoğraf estudio de santiago sierra
XOXO The Mag
Los Encargados, Madrid, Spain. August 2012 (with Jorge Galindo), ©Santiago Sierra
13. İstanbul Bienali’ne ‘Los Encargados’ ile katılıyorsunuz. Bize eserinizden ve eserinizin bienalin kavramsal çerçevesiyle ilişkisini nasıl kurduğunuzdan bahseder misiniz? En basit haliyle demokrasi, tüm dünyada, ekonomik açıdan güç sahibi kişiler tarafından kontrol edilen iki diktatör arasında yapılacak bir seçimden ibaret olmaya başladı. Vatandaşlar tarafından yapılan bir müdahale neredeyse suç sayılıyor ve hakiki neo-kolonyalistlerin yerli askerleri tarafından sert bir şekilde bastırılıyor. Benim talihsiz ülkemde 1936’dan beri özgürlük diye bir şey olmadı; önce Merkezi Avrupa, daha sonraysa Atlantik faşizminin etkisi altına girmeye başladı. İspanya’nın durumu uzun hikaye. Geniş bir bağlamda bakıldığında, İspanya da Türkiye gibi jeostratejik konumunun bir kurbanı. Resimleri baş aşağı duranlar ise tüm bu olanların hizmetkarları. Sistemin görünür yüzleri bu “liderler” değil, onların sağ kolu olan kişiler. İnanıyorum ki; bu eser son derece uluslararası bir meseleyle uğraştığı için Türk halkının da ilgisini çekecek.
Dilenciler, göçmenler, evsizler, bağımlılar, işsizler gibi kapitalist toplumdaki marjinal kesimlere eserleriniz aracılığıyla görünürlük sağlarken, aynı zamanda bizlere çalışmanın bir ceza olduğunu tekrar tekrar hatırlatıyorsunuz. Bu eser grubu nasıl başladı? Gelişmemiş bir ülkede kentli işçi sınıfından gelen bir ergen olarak büyürken, kendi tecrübelerim sonucunda başladı; ama yalnızca çevreme dair gözlemlerimden kaynaklanmadı. Tüm enerjimi, bu lanetten kurtulmaya yönelttim. Daha sonraysa, bu problemlerden çok uzakta bir sosyal ortamın sınırları içinden hikayeyi anlatma sırası bendeydi. Hala bu keskin hamleden dolayı toparlanabildiğimi pek söyleyemem; kendimi sosyal olarak dışarıdaymış gibi hissediyorum. Kişilere dövme yaptırmaları için ödeme yaptığınız üç eseriniz var. Başkalarından para karşılığında bir şeyler istediğiniz diğer eserleriniz sosyal sisteme müdahalelerde bulunurken, dövmeli eserler doğrudan kişinin bedenine müdahale ediyor. Böyle bir şey yapmaya neden ihtiyaç duydunuz? Dövme ve diğer para karşılığı yapılan işler arasında bir fark görüyor musunuz? Dövmeler çok daha saldırgan, bu yüzden hayatlarımızı etkilemiş neo-faşist kapitalist hareketin emek ilişkilerindeki özgünlüğünü oldukça yakından anlatıyor. Bu eserlerde açıkça görülebileceği gibi, kapitalizm, sadizmin finansal yüzünü temsil ediyor. Neden toplum tüm hayatını bir grup çılgının isteklerine hizmet etmek için kurban eder ki? Dünyanın her yerinde elleri ayakları bu absürt sistem tarafından bağlanmış yetenekli, yaratıcılıkla ve harika fikirlerle dolu birçok kişiyle karşılaştım. Bunlar, hayatları tarafından bağlanmışlar; tıpkı dövme yapılan o kişiler gibi... Toplum doğası itibarıyla sefil değil -yoksulluk toplumsal kontrolü sağlamanın bir sonucu olarak ortaya çıkıyor ve televizyonlarda gösterilen kitlesel baskıyla müsamaha ediliyor.
Erken dönem eserlerinizden başlayarak minimalizmin sanatsal dilinize bir etkisi var. Eserlerinizdeki güçlü ve vurucu içeriğe karşı minimalist estetiğin bir nötr alan oluşturduğuna inanıyorum. Bana kalırsa, bu alan izleyicinin eserlerinizle bağ kurmasını kolaylaştırıyor. Minimalist dil olmadan çok ağır olabilirlerdi. Sizin bir izleyici olarak minimalizmle ilişkiniz nasıl? Size ilham vermiş sanatçılar var mı? Uzun yıllar önce, Madrid’deki gençlik yıllarımda Panza di Biumo koleksiyonunun gösterildiği muhteşem bir sergi vardı. Reina Sofia Müzesi’nde gerçekleşen bu sergi o kadar başarılı olmuştu ki, Panza oradaki işleri hükümete bağışlamak istedi; hükümettekiler ise şaşkın olduklarından kabul etmediler. Hayatımda gördüğüm en güzel sergiydi, unutulmazdı ve minimalist, kavramsal ve anti-formcu sanatçılardan oluşuyordu. Büyük bir keyif! Ayrıca, Richard Serra gerçek bir usta, ve zaten genel olarak Amerikalı sanatçıları sahiden seviyorum; aynı zamanda Ulrich Rückriem ve James Turrell, Francisco López, Franz Erhard Walther, Walter de Maria, Smithson gibi çalışmaları benimkilerden oldukça farklı kişilerle de ilgiliyim. Bu eserlerimde yeniden yaratmaktan hoşlandığım bir tür atmosfer; sadece ben diğer yöne, zemine bakıyorum.
Savaş ekonomisi içinde yaşadığımızı düşününce, gazilerin yüzünü duvar köşesine döndüğü eser grubunuz insanı gerçekten rahatsız ediyor. Bu yaşayan heykeller ile utanç, kolektif bilincimizin bir parçası oluyor. Buradakiler sahici 29
NO Global Tour 2011, HD 1080i and 35 mm, Black and white film, Running time 20327, ©Santiago Sierra
gaziler mi, yoksa yine kiralanmış kişiler mi? Eğer gazilerse, onları bu esere katılmaya nasıl ikna ettiniz? Teknik olarak her ikisi birden; onları sahiden gazi oldukları için kiraladım. Şimdi İkinci Dünya Savaşı’ndan, Kolombiya’dan, Vietnam’dan, Irak’tan, Afganistan’dan ve iç savaş yaşamış daha birçok ülkeden gazilerimiz var. İşin en üzücü yanı; bu seriye devam ettikçe kısa sürede giderek evlerimize yakın yerlerde çıkan savaşların gazilerini görmeye başlayacağız. Savaş şu anda dünyadaki en önemli mesele. Gazilerse yaratıcılıkları ve özgüvenleri tamamen yok edilmiş kişiler. Korkunç anılar taşıyorlar. Topluma yeniden kaynaşma süreçleri çoğu zaman sokaklardaki evsizlere dönüşmeleriyle son buluyor. Doğal olarak hemen hepsi bu şekilde resmedilmek istendi, yüzleri duvara dönük şekilde; çünkü bu duruş hislerini temsil ediyor. Bu sebeplerden dolayı ve para için eserlerime katılmayı kabul ettiler. Seçkinler tamamen kontrolden çıkmış; onların hareketleri -aktif ya da pasif- sadece kurbanlar yaratıyor. Eğitimli kişilerden oluşan ordulara ihtiyaç yok. Tek dileğim bu askerlerin bir gün yeniden özgürlüklerini kazanabilmeleri. Bize ‘100 Saklı Birey’ (2003) adlı eserinizden bahseder misiniz? İnsanları görünür kılmak için saklamaya nasıl karar verdiniz? Bu sıkça sahip olduğum bir his. Aklıma gelen ilk örnek Anapra’daki Juarez şehri. Orada ne olduğunu, tekstil fabrikalarında çalışan işçileri nasıl kaybettiklerini biliyorsun. Sana bu hikaye anlatılırken, sen bizzat olayların olduğu yerde duruyorsun. Ama hiçbir şey görmüyorsun, insanların evine girmiş medya sessiz ve açık alansa sağırlaştırılıyor. Bu hissin iyi bir şekilde aktarıldığına inanıyorum. Bu kadar korkunç bir şey gözlerimizin önünde çok nadiren gerçekleşir, ve işte o burada.
Diğer bir önemli eser grubunuz “NO”nun gücü, hayal kırıklıklarıyla dolu bir dünyadaki “NO” (Hayır) demenin evrensel ihtiyacından geliyor. ‘NO, Dünya Turu’ geçtiğimiz ay ArtInternational Fuarı’nda sergilendi. Avrupa’da başlayan tur, sistemin kalbi olarak tanımladığınız Washington, DC’de bitiyor. Sizce bir sonraki durak neresi olmalı? Bu, hani her yere uymayacak türde şeylerden. Asıl fikrim gerçekten çılgındı; turun hiç durmadan filme kaydedilmesini istiyordum. Fakat iki yıl sonra bu kadar fazla şeyle uğraşmaktan çoktan yorulmuştum ve işim dönüşmeye başladı. Nesnelerimde çok düşünüyorum, neredeyse çığlık atıyorum diyebiliriz; şu anki yaklaşımımsa daha az yoğun, öyle ki sakin olarak bile adlandırılabilir! Yani bunu yapabilmek için ne kadar hafiflediğimi anlatmak istiyorum. Times Meydanı’na dev bir “NO” koydum -bana kalırsa bunun için bir madalyayı hak ediyorum! Ama “NO” benim değil; herkese ait ve her türlü otoriteye karşı işleyen tek olası dil olduğundan, sizleri bunu kullanmaya teşvik ediyorum. Bitirmeden, son zamanlarda üzerinde çalıştığınız projelerden de bahsedebilir misiniz? Yeni Zelanda’da Clinton Watkins ile buluşmaktan ve çalışmaktan gerçekten çok hoşlandım. Benzer bir şekilde ressam arkadaşım Jorge Galindo ile yeniden bir araya geldik. Franz Erhard Walther ile kış sonrası ortak bir performans için tarih belirledim. Julius von Bismarck ile çalışmaktan keyif aldım; Madrid’de faşizm karşıtı bir hareketi, ‘Demokrasi’ projesini hazırlarken sanki çocukmuşuz gibi çok güldük. İşlerin halledildiğini görmeyi seviyorum. Santiago Sierra Lisson Gallery, London tarafından temsil edilmektedir. lissongallery.com
XOXO The Mag
Brand
Wardrobe for Skin
The Times They Are A-Changin’ yazı ayşecan ipek görseller chanel sas’ın izniyle
Bir mağara kadınının zamanla ve güzellikle olan ilişkisini merak ediyorum; güneşin doğuşu ve batışı arasında kalan gün, iç sesinin belirlediği bir ajandayla geçmiş olmalı. Tarihin fotoğrafla takip edebildiğim uzak dönemlerine uzandığımdaysa kadınların güzellik ve kendini güzel tutmakla ilgili ciddi bir çaba göstermeye başladığını, günlük hayattaki ‘yapılacaklar listesi’nde kendilerine (buna ayna karşısında sessizce durmak ve durumu incelemek de dahil) bakmakla ilgili görevlerin de yer edinmeye başladığını fark ediyorum. Takvimler ilerledikçe bu görevler de giderek artıyor. Oysa ki güzellik dediğimiz, şu içten dışa yansıyan mucize, zevkle yerine getirilen bir oyun olmalı. Bir lüks hissi, bir şımarma anı, bir kadınlık kutlaması… ‘Celebrate good times, come on’ gibi klişelerle tatlandırılan bir vitamin takviyesi… Tüm zevkli taraflarına karşı cilt bakımı, günümüzde es geçemeyeceğimiz bir gerekliliğe dönüştü. Chanel’in son cilt bakım serisini tanıtmak için Peter Lindbergh’ün objektifine Gabrielle Chanel’in esmerliğine kafa tutan bir sarışınlıkla ve serinlikle tebessüm eden Diane Kruger, güzel olmak adına yardım aldığımız kozmetik dünyasının zevk ve zorunluluk arasında gidip geldiğinden bahsediyor: “Bence güzellik güzel bir ciltle başlıyor. Cildime bakmayı seviyor olsam da, aslında ona bakmak zorunda olduğumu, bunun bir zorunluluk olduğunu biliyorum. Bir model ve aktris olarak bu durumla her gün yüzleşmem gerekiyor. Tonlarca makyaj değen cildimi en iyi şekilde korumak konusunda çok katı ve disiplinliyim.” Bu cümleleri okurken Diane’i son filminin setinde bir koltukta repliklerini ezberlemeye çalışırken, bir yandan telefonda kocası Joshua Jackson ile konuşup bir yandan da kostümleri şöyle bir karıştırıp neleri beğenip beğenmediğine karar vermeye çalışırken hayal ediyorum. Aynı anda birkaç işle uğraşmak, mağara kadınının, Marie Antoinette’in ya da ağzında
ince sigarası, saçında bigudileriyle bir sonraki ruj tazeleme seansını bekleyen Mad Men kadınının pek yakından tanıdığı bir durum değil. Şehir hayatını internet çağının hızında yaşadığımız şimdiki zaman, kendi hızını dünyanınkine uydurabilen kadınların egemenliğinde. ‘Gabrielle Chanel, onlardan biriydi herhalde’ diye geçiriyorum içimden. Diane, Gabrielle ile ilgili şunları söylüyor: “Onunla aramızda bazı ortak noktalar olduğunu düşünüyorum. İkimiz de incelikler konusunda hassasız, detaylara düşkünüz, kendimizi kontrol etmeyi ve taşımayı biliyoruz. Soylu, klasik malzemelere karşı zaafımız var. Son derece güçlü bir karaktere sahip, özgür ve kültürlü bir kadındı, ona saygı duymak ve bir rol modeli olarak kabullenmekten başka şansım yok.” Gabrielle Chanel, Mademoiselle olarak tanınmaya başladığı, Parizyen kadınların hayatını değiştirdiği yıllarını şimdide, bugünde yaşasaydı nasıl bir hayatı olurdu? Hafta içini dükkanı, atölyesi, yeni bir Chanel parfümünün peşinde Grasse şehri, evi, işleri ve aşkları arasında bölüştürürdü. Hafta sonunu ise Fransız Riviera’sındaki siyah-beyaz dekorlu şık sahil evinde, dalgaların sesiyle geçirirdi herhalde. Sinemanın Coco Chanel’e ayırdığı koca bir sezonda edindiğim bilgiler, okuduğum kitaplar beni, onun kendi zamanını yaratmakta, organize etmekte doğal bir başarıya sahip olduğuna inandırdı. Oysa, biz faniler bu konuda oldukça zorlanıyoruz. İç ritmimizi duyamıyoruz, cildimizin oynamayı beceremediğimiz zaman oyunları yüzünden yıpranmasına sebep oluyoruz. Erken yaşlanma dediğimiz şey de bir çeşit zamansızlık değil mi zaten? Kadınlar kadın olmaya devam ediyor, ama bir şeyler artık değişti. Genç anne, bir jet lag’den diğerine koşan kariyer kadını, aşk peşinde sürüklenen kadın, parti kızı ve birden fazla hayata ayak uydurmaya çalışan o ‘hep meşgul’ kadın… Tüm bu kadınlara Chanel’den yeni bir mesaj var: “Zaman nosyonunu yeniden keşfetme zamanı.”
XOXO The Mag
Bu anlamlı mesaj, bizi yeni kurallarla tanıştıracak ve cilt bakımı alışkanlıklarımızı da değiştirecek elbette. Örneğin, gece ve gündüz kremi olarak ikiye ayırdığımız bakım rutinimize üçüncü bir öğe eklenecek. Cilt, pazartesiden cumaya uzanan koşturmacadan çıkıp hafta sonunun nisbeten sakin temposuna geçtiğinde değişiyor, farklı ham maddelere ve farklı bir bakıma ihtiyaç duyuyor. Tüm bu hızın içinde vücudumuzun ritmini dinlemeyi unutuyoruz, yaşadığımız hayatla senkronize olmayı başaramayan cildimiz, yorgun düşüyor, ışığını kaybediyor. Ve üstelik bu sevimsiz tablo kendini belli ediyor! Kendimizi kuru, mat, yorgun, zamanından önce yaşlanmış bir ciltle baş başa buluyoruz. Hayatımızın yavaşlamaya niyeti yoksa, cilt bakım programımız yaşadığımız zamana ayak uydurmalı. Cilt zamanla arasında doğal bir diyalog kuruyor: Güneş parladığında cilt kendini korumaya alıyor, ay çıktığında ise sakinleşiyor ve kendini onarmaya çalışıyor. Chanel laboratuarları cilt bakımı kurallarına olduğu kadar günümüz kadınlarının hayat tarzına ve ciltleriyle ilgili isteklerine de duyarlı. Parlak bir cilt, ışığın yansımasıyla ortaya çıkıyor. Nemlenmiş bir cilt, dolgun görünüyor. Pürüzsüz bir cilt, lekelerin, çizgilerin ve kırışıkların düzleşmesiyle elde ediliyor. Böylece yoğun araştırmalar sonucunda üç farklı cilt bakım ürünüyle elde edilen yeni bir dinamik ortaya çıkıyor: Le Jour de Chanel, La Nuit de Chanel, Le Weekend de Chanel. Bu üç metronom ürün, 7/24 bir cilt programı sunuyor. Hücrelerin ritmini, hızlı yaşayan kadınların ritmine uyarlıyor. Kolaylıkla kişiselleştirilebilen bu yeni cilt bakımı önerisi, her kadının hayatına uyum gösteriyor. Üç renk kodu mevcut: Gündüz için beyaz, gece için siyah, hafta sonu için yanardöner.
Le Jour de Chanel, enerji ve reaktivite peşinde. Enerjiden sorumlu yasemin özü (jasminum grandiflorum) başrolde. Salisilik asit ise katmanlar arasında ilerleyen, narin bir peeling sayesinde cilde ihtiyacı olan tazeliği ve parlaklığı kazandırıyor. Günün erken saatlerinde, cilt temizliğinden hemen sonra sürülen bu etkili bakım, saydam bir dokuya ve taze, yeşil yasemin notasına sahip. Sürdükten hemen sonra değişmeye başlayan cilt, pürüzsüz ve yumuşak bir görünüm kazanıyor. Gözenekler sıkılaşıyor, sabah nemini hatırlatan sağlıklı bir buğu cilde yerleşiyor. Gece saatlerinde cildi onarıma alan La Nuit de Chanel, iki savaşçının gücünü şık bir ambalaja hapsediyor: Cildi yatıştıran buhur, hücresel yenilenmeyi de destekliyor, dolgunluğu ise hyaluronik asit sağlıyor. Bu serumun günün tüm yorgunluğunu attıktan ve cildi temizledikten hemen sonra yumuşak bir masajla cilde yedirilmesi tavsiye ediliyor. Cildi elastik ve yumuşak bir sabahla buluşturan La Nuit de Chanel, gül kokusuyla baştan çıkarıyor. Chanel hafta sonunda, cildi yenilenme kampına sokuyor. Le Weekend de Chanel, gül suyunun yumuşatıcı etkisine (rosa centifolia), yoğun nemlenme sağlayan, içeriğinde glikolik asit de bulunduran bir kompleksi ekliyor. Haftada bir kere sabah ve akşam uygulanan, hafif ve kadifemsi dokusuyla cildi saran bu losyon, deniz kenarında yapılan ferah bir yürüyüş adeta! Bu üçlüyle biraz vakit geçirdikten sonra cildimizin zamana ayak uydurmakta o kadar zorlanmadığını fark ediyoruz. Bu yeni cilt bakım düzenine, ihtiyaçlarımıza duyarlı teknolojiye teslim olan bizler zaman kazanıyoruz. Aşka, çocuklara, doğaya, hayata adamak istediğimiz o zamanı geri alıyoruz.
XOXO The Mag
INTERVIEW/lıterature
LIZA KLAUSSMANN
Geçmiş Zamanın İzinde İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan bir hikaye, Martha’s Vineyard’da kavurucu bir yaz, bir cinayet ve bir ailenin beş üyesinin gözünden aktarılan olaylar... Liza Klaussmann’ın ilk romanı Tigers in Red Weather, 40’lı yıllarda başlayıp 60’lara uzanan şaşaalı bir yaşamı ve gizemli bir hikayeyi, ilginç karakterler ve akıcı bir anlatım eşliğinde sunuyor okurlarına. Biz de, hikaye henüz belleklerimizde tazeyken, Liza’ya merak ettiklerimizi soruyoruz. röportaj aslı arduman fotoğraf elizabeth zeschin
XOXO The Mag
Bize biraz kendinden bahsedebilir misin? Tigers in Red Weather ilk romanın, bu durumda, önceden neler yapıyordun? 10 sene boyunca The New York Times’da gazetecilik yaptım. Üniversitede yaratıcı yazarlık okumuştum ve aslında yazar olmak küçüklüğümden beri hep istediğim bir şeydi; bir noktada kendi kendime “Ya şimdi ya hiç” dedim. O dönem Paris’te yaşıyordum ve İngiltere’de Royal Holloway’de yaratıcı yazarlık üzerine yüksek lisans eğitimi almak üzere Paris’ten ayrıldım. Tigers in Red Weather’ı da Londra’da yazmaya başladım. Tahmin edersin; kitabın gerçekten başarılı olması benim için çok önemliydi ve neticede öyle de oldu, sanırım.
Nick bambaşka biri oldu, ama bir nevi, anti-kahraman oluşunun arkasındaki isim büyükannem. Ed karakteri de çok ilginç. Karanlık eğilimlerine rağmen, ister istemez ona sempati duymadan da edemedim. Okuyucunun genel tepkisi ne oldu bu karaktere? Tabii ki tuhaf ve ürkütücü olduğu bir gerçek. Ama bir yandan da okurun ona farklı bir açıdan yaklaştığının ve onunla bir bağ kurduğunun farkındayım. Aslına bakarsan istediğim de buydu; olayları beş ayrı kişinin gözünden aktarırken, farklı bakış açılarını bir arada verebilmeyi ve okurlarımda da farklı duygular uyandırmayı amaçladım. Sonuçta, bir kişiye çılgınca gelen bir durum bir başkasının gözünden bakıldığında gayet mantıklı bir şey gibi algılanabiliyor.
Dönem olarak; İkinci Dünya Savaşı sonrası başlayan bir hikaye kurgulamanın arkasında yatan nedir? Sebebim basit; savaş sonrası oluşan atmosferin yaratmak istediğim karakterler için mükemmel olması. Savaşla birlikte pek çok şeyin değişmiş olması ve bundan dolayı insanların hayatlarına kaldıkları yerden devam etmek ve her şey normalmiş gibi davranmak zorunda olmaları fazlasıyla boğucu bir durum... Bu da dediğim gibi, karakterlerimin içinde bulunmasını istediğim türden bir ortamdı.
Peki Ed’in antisosyal kişilik bozukluğunun ardında yatan tam olarak nedir sence? İlk akla gelen tabii ki normal olmayan bir çocukluk geçirmiş olması; cinselliğin karanlık bir rol oynadığı türden bir çocukluktan bahsediyorum. Formla alakalı bir soru sorayım, romanda her bir bölümü farklı bir karakterin gözünden yazma fikri nereden çıktı? Böyle bir anlatım benim için öncelikle aile kavramını yansıtması açısından önemliydi; aile başlı başına tek bir ünite gibi algılanabilir ama esasında pek çok farklı bireyin birleşiminden oluşuyor. Dolayısıyla da tüm ailenin başından geçmiş bir olayı her bir bireyin algılayışı birbirinden oldukça farklı olacaktır. Romanı bu şekilde kurgulamamın nedeni de bir aileye ait olma tecrübesini yansıtabilmekti aslında.
Hazırlık süreci epey vaktini almış olmalı. Ne kadar zamanda yazdın peki? Evet, çok fazla araştırma yapmam gerekti. Bunun dışında, o dönemde yaşamış olan büyükannem ve büyükbabamla yakın olmamın faydasını da görmedim değil. Romanı tamamlamam ise aşağı yukarı iki buçuk senemi aldı. Romanın geçtiği Martha’s Vineyard ile nasıl bir ilişkin var? Çocukluğumda yazları hep Martha’s Vineyard’da geçirirdik. Dolayısıyla burası bana hep yazı, özgürlüğü ve çocukluğu hatırlatan bir yer oldu ve hafızamda net bir şekilde yer ettiğinden, mekanlarla alakalı anıları ve görüntüleri belleğimden çıkarıp almam da zor olmadı.
Tüm diğer karakterlerin bölümlerini üçüncü tekil şahısta yazmışken Ed’in bölümünü neden birinci tekil şahısta yazdığını merak ediyorum. Ed’in fazlasıyla içe dönük olması ve haliyle pek konuşkan bir tip olmaması bunun esas nedeni. Bu durumda, onun kafasından geçenleri ifade etmenin en iyi yolu, onun bölümünü birinci tekil şahısta yazmak olacaktı. Bunun yanı sıra, birinci tekil şahıs genel olarak okurun karaktere yakınlık duymasını sağlıyor, ki ben de zaten insanların Ed ile bir bağ kurmasını istedim. Aksi takdirde, biraz önce de bahsettiğimiz gibi tuhaf bir kişilik olması buna engel teşkil edecekti.
Peki Tiger House kurgusal bir ev mi? Öyle denilebilir. Esasında birkaç farklı evin karışımı, ve bu karışıma büyük-büyükannemlerin Martha’s Vineyard’daki -artık yerinde yeller esen- evi de dahil. Yani bir bakıma bu evden türetilmiş ve çevresindeki diğer evlerden de birtakım özellikler almış bir ev olduğunu söyleyebilirim. Romandaki bir diğer ilgi çekici unsur da gayet detaylı bir biçimde tasvir edilen elbiseler; vintage giyimle yakından ilgiliymişsin izlenimi veriyor. Elbette! Hatta annemden ve büyükannemden kalan bir sürü giysim var. Tabii şu da var ki, kitapta sözü geçen elbiselerin esasında mecazi bir tarafı da var. O dönemde kadınların arasındaki tek rekabet konusu elbiseler, zira kariyer yapmak gibi endişelere sahip değiller. Aynı şekilde, kumaşlar ve elbiseler kitaptaki kadınlar için de bir nevi savaş alanı vazifesi görüyor.
Yazarken seni en çok zorlayan şey ne oldu? Kitabın tam orta yerine geldiğimde, hiçbir zaman bitiremeyeceğim hissine kapıldım. Bir an için gözüme gerçekten olduğundan çok daha büyük bir proje gibi göründü. Tam o sırada Helena’nın bölümünü yazıyordum ve dolayısıyla bu bölüm benim için yazması en zahmetli bölüm haline geldi. Kitapla ilgili en çok neyi sevdiğini de sorayım o zaman. Yazarken en çok eğlendiğim bölüm kesinlikle Ed’in bölümü oldu! Hem romanın büyük bir kısmını bitirmiş olmanın verdiği rahatlık vardı hem de o bölümü birinci tekil şahısta yazıyor olmanın verdiği özgürlük hissi; açıkçası üçüncü tekil şahısta yazmak benim için biraz daha kısıtlayıcıydı.
Karakterlere gelecek olursak, Nick’in en alışılmadık ve ilginç karakter olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Bu karakteri yaratırken ilham kaynağın olmuştur elbette. Anlatır mısın? Kitabı yazmaya başladığım sırada büyükannemi kaybettim. Kendisi oldukça enteresan bir insandı; etrafındakilerde çelişkili duygular uyandıran bir kişilikti, seveni de çoktu, nefret edeni de. Ben de onun ölümünün ardından, kişiliğinin bu şekilde oluşmasındaki etkenler üzerine düşünmeye başladım. Böylece Nick’i oluştururken büyükannemin karakterinden yola çıkmaya karar verdim. Neticede
Peki, kitabını bir kenara bırakalım... Yazar adaylarına bir tavsiyede bulunmanı isteyebilir miyim? Genel anlamda gerçek yazarları ‘wannabe’ yazarlardan ayıran, yazmaya başladıkları kitabı bitirebilmiş olmaları. Dolayısıyla ilk 37
tavsiyem, yazdıkları kitabı mutlaka bitirmeleri olacaktır; felaket olduğu hissine kapılsalar bile yine de yazmaya devam etmeliler. Zira bir şeyi tamamlamadan, ortaya çıkacak sonucu bilmeye olanak yok. İlk aklıma gelen ve muhtemelen en temel tavsiye bu olsa gerek. İkinci olarak da, dile getirmek istediklerini özgürce yazmaktan korkmamalarını tavsiye ederim; yazdıklarının insanlar tarafından beğenilmeyeceği, diğer yazarlar kadar başarılı olamayacakları gibi endişelere asla geçit vermemeliler. Neticede bir yazarı okunur ve ilginç yapan kendine özgü oluşu. Biraz daha teknik bir soruyla devam edeceğim: Yazmaya başlamadan önce konuyu tüm hatlarıyla planlar mısın, yoksa yazdıkça mı gelişir hikaye? Hikayenin belli başlı noktalarını önceden belirlemiş olurum ve mutlaka bir taslak çıkarırım. Fakat A noktasından B noktasına nasıl geleceğimi asla önceden kestiremem. Mesela bir karakterin aşık olmasından okyanusta boğulmasına kadar geçeceği aşamaları önceden kesin hatlarla belirlemem pek de mümkün olmayabilir. Yazarken bazı şeylerin değişmesi de kaçınılmaz tabii ki. Genel olarak konuşmam gerekirse, ortaya çıkardığım taslak hemen hemen aynı kalır. Sevdiğin yazarlar kimler? Son zamanlarda neler okudun? Joyce Carol Oates’a karşı büyük bir hayranlık duyduğumu söyleyebilirim. Son zamanlarda okuduklarıma gelirsek; Richard Ford’un Canada adlı romanı gerçekten çok güzeldi, Charlotte
Mendelson’ın Almost English’i de çok eğlenceli bir kitap. Şu anda okuduğum kitap ise Kate Atkinson’ın Life After Life adlı romanı; bitirmek üzereyim ve gerçekten çok keyif alıyorum. Şu anda ne üzerine çalışıyorsun? İkinci romanım Villa America’yı yazıyorum. 1920’li yıllarda Paris ve Antibes’de yaşamış iki expat Sara ve Gerald Murphy’nin hayatlarının yarı kurgu bir biçimde yeniden anlatımı. Anladığım kadarıyla şimdiki zamandan ziyade geçmişe ilgi duyuyorsun. Bu neden kaynaklanıyor dersin? İtiraf etmeliyim ki bunun nedenini tam olarak ben de bilmiyorum. Ama sanırım araştırma yapmayı seviyorum ve geçmişle ilgili yazdığınızda araştırma yapmanız da şart oluyor -gerçi mesela 70’lerde geçen bir hikaye yazıyorsanız çok fazla araştırma yapmanız gerekmeyebilir, neticede işlediğiniz konuya bağlı. Bir de geçmiş bir dönemde geçen bir hikaye yazarken, tarihle ilgili daha önce kimsenin ele almadığı bir konu üzerine çalışmak ve olaylara farklı bir bakış açısı getirmek hoşuma gidiyor sanırım. Madem öyle, bitirmeden klişe olalım; eğer yeniden doğacak olsan hangi dönemde ve nerede yaşamak isterdin? Bir düşüneyim... Sanırım, 1940’ların Hollywood’unda yaşamak enteresan olurdu; noir-esque romanların yazıldığı dönemlerde. Muhtemelen savaş zamanında yaşamayı tercih etmezdim.
XOXO The Mag
SERIES
Orange Is The New Black
İlk Sezonun Ardından yazı ayşegül şahinbozkır
Televizyon dünyasına yepyeni bir boyut getiren Netflix’in son dizilerinden Orange Is the New Black’in takipçisi olma yolundaysanız, ilk bilmeniz gereken şey, şüphesiz ki, dizinin gerçek bir hikayeden uyarlanmış olduğu. Yaşanmış hikayelerin karşı konulamaz çekim alanına girdiyseniz, cilalanmadan sunulan bu hikayenin Zola-vari gerçekliğine karşı da hazırlıklı olmanız kaçınılmaz gereklilikler arasında. Dizinin başlangıcı şöyle gelişir. Piper Kerman, diziyle aynı adı taşıyan otobiyografik kitabını, Weeds’in yaratıcısı, Emmy ödüllü Jenji Kohan’ın yönetmenliğine emanet eder. Taylor Schilling’in Piper rolüne bürünmesiyle de Orange Is the New Black seyircisiyle geçtiğimiz Temmuz ayında buluşmuş olur. Neyse, dizi, ilk aşamada “hapse düşen masum kızın hapishanedeki karanlık karakterlerden hayat dersleri çıkarma öyküsü” gibi ahlak parmağını sallayan didaktik bir olay örgüsü olarak algılansa da, ilk bölümden itibaren Piper’ın aslında diğer karakterlerden hiç de ayrı tutulmadığına şahit oluyorsunuz. Belki de, bu yüzden, Orange Is the New Black için uzun zamandır rastlamadığımız dürüstlükte, samimi bir dizi desek yanlış olmaz. Öykü, her ne kadar Piper Chapman’ın etrafında dönse de, ana karakter diziyi hiçbir zaman tekeline almıyor. Hapse girmeden önceki hayatındaki ilişkilerinde tam bir egoist olarak izlediğimiz Piper, parmaklıklar ardında geçirdiği süre boyunca dışarıdaki karakterinden gün geçtikçe uzaklaşıyor. Seyirci bu değişime tanıklık ederken tüm yan karakterlerin geçmişleri de paralel kurgu ile, aynı ritimde, akıcı bir dille anlatılıyor. Kısacası, Piper’ın öyküsü izleyiciyi dört duvar arasında geçen hayatın içerisine sokmak için bir yol olarak kullanıldıktan sonra Kohan izleyiciyi her karakterin kendi özgün hikayesiyle baş başa bırakıyor. Dizinin en göze çarpan özelliği Taylor Schilling, Jason Biggs ve Laura Prepon dışındaki hiçbir oyuncuya aşina olmamamız. Bu
durum, no-name oyuncuların başarısına dikkat çektiği kadar, onlara güvenerek yola çıkan Jenji Kohan’a olan hayranlığı artırıyor. Diğer taraftan, dizinin, tehlikeli kadınlar koğuşu konseptiyle, 2002 yılında beyaz perdeye de aktarılmış olan Chicago müzikalini andırması galiba her kadın hapishanesi temalı filmin/dizinin kaderi. Hatta birinci bölümün sonuna kadar beyaz burjuva kız rolüyle diğer mahkumlardan ayrışan Chapman, Roxie Hart’ı oldukça anımsatıyor. Diğer karakterlerin senaryodaki yerlerinin oturmasıyla bu durum seyircinin gözünde sadece bir çağrışım olarak bırakılıyor ve Connecticut Hapishanesi öyküsüne bizleri geri çekiyor. Dizinin kahramanları her ne kadar farklı cinsel eğilimlere sahip, farklı etnik gruplardan seçilerek yaratılmış olsa da, Hollywood sinemasından aşina olduğumuz ‘çeşitlilik yaratma’ çabasından uzak şekilde çizilmiş. İlk bölümden itibaren, Pretty Little Liars’dan veya Skins’den alışık olduğumuz havalı ve bakımlı lezbiyen karakterler yerine inandırıcılığı çok daha kuvvetli, samimi bir karakterle tanıştırıyor bizi yönetmen. Komedyen Lea DeLaria’nın başarıyla can verdiği Big Boo, Uzo Aduba’nın canlandırdığı Crazy Eyes Sue, koğuş arkadaşı ile ilişkisi olan eski bağımlı Nicky bunlardan sadece birkaçı. Mahkumlardan biri olan ve aynı zamanda hapishanenin kuaförünü işleten transeksüel Sophia Burset karakterini ise kendisi de bir transeksüel olan Laverne Cox canlandırıyor. İyi performansının ardından, seyirciye kendisi hakkında araştırma yaptırtacak cinsten bir oyunculuk sergiliyor Cox. Tüm bunların dışında bir de Red karakteri var ki Piper Chapman dizinin uyarlandığı Orange Is the New Black kitabını ona ithaf etmiş. Uzun sözün kısası, Orange Is the New Black, yayınlanan ilk sezonu ile ikinci sezonu hakkındaki beklentileri oldukça yükseltti. Gerilimin komediyle olan tezatlığını böylesi bir uyum içinde, sağ gösterip sol vurma derdinden uzak biçimde izlettirmek, Jenji Kohan’ın Netflix’çilere yeni sezondaki vaatlerinden sadece biri gibi görünüyor.
XOXO The Mag
MAGAZINE
Bİr Nevİ Takıntı
Vulture
Eşikten adımınızı attıktan sonra, girdiğiniz yerin ruhunun, atmosferinin (satırlarının) sizi yutmasına izin veriyorsunuzdur aslında. Oranın sahip olduğu enerjinin sizi yer yer çiğnediği hatta sindirdiğini duymak hoşunuza gitmeyecek olsa da, zihninize aldığınız her yer size kendinden nefesler veriyor. Bu paylaşımı yaşadıktan sonra, o ilk adımı atmadan önceki kişi olmuyorsunuz artık. Hiyerarşilerin azalması (ümidi), adım atılacak alanları sürekli genişletiyor. Hatta bu sayede, ilgisizlerin algı çemberleri bile farkında değillerken gelişiyor; ilgi alanlarında olmayan bir fotoğrafın, bir cümlenin veya bir editörün çıkarmaya çalıştığı sesin tesadüfen karşılarına çıkmasıyla... Önce bölgeni belirle, sonra insan olduğun için haliyle sınırlarını zorla, etrafı bir güzel talan et içgüdülerinle, ‘farkındalık’ kelimesini popülerleştir ve hayatının her yerinde kullan (sanki bilincini etkileyebilecek), yarattığın karmaşadan sonra “sessizliğe ihtiyacım var” diye trip at dünyaya. Hepimizin bahçesi böyle kuruluyor işte. Rousseau veya Voltaire’in bahçesine komşu olabileceğinize inanmak, sadece aradaki çitleri hayal edebilmekten geçiyor. Malumunuz, kendi kreatif direktörlüğünüzü üstlenmeniz lazım. (Christian Dior’un Jardin de Granville’ine yanaşmak isterseniz, o da bir tercih elbette.) Vulture da, bahsedilen şu meşhur genç yaratıcı kuşağın bazılarınız uyurken keşfettiği fikirlerini toparlamaya çalışıyor. Yani, modern
kültürün bir diğer küratörü, namıdiğer alan yaratıcısı. Sanatı, tasarımları, müziği ve insanları harmanlamaya çalışıyor Vulture ekibi de. Bahçe temalı dördüncü sayılarından sonra çıkardıkları fetişlerle kaplı yeni sayılarını online okuyabilirsiniz. Bahçeden sonra fetişizme geçmelerinde köprü kuracak olursak, çiçeklerin biri hep en çiçek gibi olanıdır. Taşla arasında ilişki kurabilecek tek canlı gibi görünen bir çiçektir ‘o’ sanki. (Bahçeniz alaturka olsun, olmasın fark etmez!) Charles de Brosses, ‘fetiş’i icat ettiğinde sınırlarını Afrika kabileleri, doğallığa karşı tutundukları emik tavır ve nesnelerin doğaüstü güçleriyle belirlese de, fetiş tabiri zamanla şehirlerin odalarına kadar sızdı. Sakin olun, bunda kimsenin suçu yok, ekonomik değerlerin değişimi sırasında meydana gelen takıntılarla Marksist konsepte bile dahil oldu fetişlerin fetişleri! Dönelim Vulture’ınkilere. Onlar ne yapıyorlarsa kapı aralamaya hevesli zihinleri şımartma ve görüş çeşitliliğini destekleme meraklarından yapıyorlar! O bakımdan bahçelerine ekledikleri temaları takip etmenizi öneririz. İçinde olduğumuz şeyin artık pasif bir tepsiyi andıramayacağını, kahve fincanlarının sallanmakta ve her kahvenin şeker oranının farklı olabileceğini bünyelerimize bir sayıda daha kabul ettirdiysek, sakin durma çabamıza devam ederek, elinde ‘o’ çiçeği tutan kişiye doğru yönelmeye sağlıksızca ve tutkuyla devam edebiliriz. Ta ki başka bir çiçek gözümüze çarpana kadar.
XOXO The Mag
INTERVIEW/Magazıne
Arthur Wortmann
Beynelmilel Mimarlık Editörü Genç, uluslararası mimarlık dergisi Mark, 2005’te yayın hayatına başlarken ilginç mimari yapıların izini sürmeyi kendine hedef seçiyor. 21. yüzyılın küresel mimarlık ortamında yayına başlamanın verdiği ivmeyle yıldız mimarlardan genç yeteneklere uzanan geniş bir yelpazede, dünyanın dört bir yanından projeler o günden beri Mark üzerinden paylaşılıyor. David Keuning ile birlikte iki editörden biri olan Arthur Wortmann ile söyleşimiz mimarlığa bakışı ve bunun Mark’ın yayın ilkelerine yansıması üzerine. Bu arada, Arthur’un özel isteği üzerine, bu kez bir değişiklik yapıp, portresiyle değil de, onun kişisel mimari beğenisini yansıtan Mercedes Benz Museum’un fotoğrafıyla açıyoruz röportajımızı.
mercedes benz museum, UNStudio
röportaj hülya ertaş fotoğraf christian richters
XOXO The Mag
ülkede şu an çok kuvvetli fikirlerden biri; geleneksel mimarlık işi alma biçimlerinin modasının geçtiği ve mimarların belki de bir gün bina inşa etmeye varabilecek, tabandan tavana süreçler başlatarak, kendi işlerini kendilerinin yaratmaları. Bence bu tamamen saçma bir fikir, zaman ve enerji kaybı.
Diğer uluslararası mimarlık dergileriyle karşılaştırıldığında Mark görece yeni bir dergi. Bu durumun avantajlarından nasıl faydalandınız? Bence, uluslararası olarak adlandırılan diğer dergilerle aramızdaki en büyük fark, bizim gerçekten uluslararası olmamız. Diğer dergilerin birçoğu açıkça tanımlanabilecek ulusal bir tabana sahip. Çoğu hatta iki dilli. Belirli bir ülke içinde kendi geçmişleri, yerel bir kurum ya da destekçiye karşı yerine getirmeleri gereken yükümlülükleri var. Kendi bölgelerindeki en önemli gelişmeleri aktarmalarını bekleyen bir ana okur kitleleri var. Mark ise, mimarlık gerçek anlamda küresel bir etkinliğe dönüştükten sonra kuruldu; yani mimarlar ofislerinden çok uçaklarda vakit geçirmeye, öğrenciler farklı ülkelerde yüksek lisans okumaya, internet mimari olayları okyanuslar ötesine anında yaymaya başladıktan sonra... Biz de bu atmosferi yakalamayı başardık.
21. yüzyıl ekonomi, yiyecek ve iklim krizleriyle başladı. Bu krizlerin kısa ve uzun vadelerde mimarlığı nasıl etkileyeceğini öngörüyorsunuz? İnsanın kendi içinde yaşadığı dönemi eksen olarak ele alması varoluşsal bir gereksinim. Mimarlıkta, Peter Eisenman bu refleksi gösterme konusunda en aşırı noktalara varan isimdir. Proje açıklamalarına bakacak olursanız, özellikle postmodern 1980’lerde hep kısa bir dünya tarihiyle başladıklarını görürsünüz. Tarihte önemli olan bu andan itibaren, Eisenman, inşa edilmek üzere olan projesiyle her şeyi sonsuza dek değiştireceğini anlatır. Sözünü ettiğiniz krizler her zaman vardı. Ekonomiler yükselir ve düşer. İklim sürekli değişiyor. Dünya nüfusu gittikçe yükselen oranlarda yüzyıllardır artıyor. Dünya da bu durumlara uyum sağlıyor, insanlar vakti geldiğinde davranışlarını değiştiriyorlar. Bu yavaş ve süreğen bir süreç. Sürdürülebilir mimarlık gündeme çok başarılı bir şekilde yerleşti, ancak bir vicdan rahatlatma girişimi olduğu kadar bir pazarlama aracı da. Sürdürülebilirliğin mimarlıkta gerçek anlamıyla bir itici güç haline gelmesi için sanırım birkaç neslin ve başımızdan birkaç doğal afetin geçmesi gerekiyor.
Derginin alt başlığı “başka bir mimarlık”. Başka bir mimarlık nedir, Mark bunu nasıl yorumluyor? Dergi içeriğinin sürpriz öğeler barındırması gerektiğini düşünüyoruz. Okurlarımızla paylaşmak için öne çıkan mimariler arasından, her seferinde en belirgin olanları seçmek yerine, uç noktalardaki ya da ilk bakışta tuhaf gelen projeleri, cesur ve maceraperestlerin ellerinden çıkma işleri yayınlamayı tercih ediyoruz. Uluslararası mimarlık ve tasarım yaklaşımları bugün çok daha çeşitli. Mark bu ortamda, dergide hangi projelerin yayınlanacağına nasıl karar veriyor? Birinci amacımız mimarlara, mimarlık öğrencilerine ve disiplinle ilgilenen diğer kişilere ilham vererek ve dünya çapındaki çarpıcı örnekleri sunmak. İster tipolojik, ister biçimsel, işlevsel, strüktürel, isterse malzeme kullanımı açısından olsun; farklı, şaşırtıcı, eğlenceli ve inovatif olan projeleri seçmeye çalışıyoruz. Her hafta posta kutumuz muhabirler, yazarlar, mimarlar ve fotoğrafçılardan gelen yüzlerce öneriyle dolup taşıyor. Bu devasa olasılıklar denizinden en sevdiklerimizi seçiyoruz.
Mimarlık, politika ve ekonomi arasındaki ilişki hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu ilişki Mark’a nasıl yansıyor? Politika ve ekonomi mimarlığın kendini ortaya koymasının koşullarını sağlar. Koşullar ne kadar iyi olursa bizim tarafımızdan fark edilen ilginç mimarilerin üretilme ihtimali o kadar artar. Bizler gözlem yapan seyircileriz. Bir mimarlık dergisinin en önemli unsurlarından biri yapı fotoğrafları. Çekimleri siz mi yapıyorsunuz, yoksa görselleri mimarlardan mı alıyorsunuz? Kendi prodüksiyonlarınızda ne gibi konulara özen gösteriyorsunuz? Şimdilerde dergilerin birçoğu mimarların onlara sağladıkları malzemeyle yetiniyor, bu nedenle de bağımsızlıklarını kaybetmiş durumdalar. Şanslıyız ki bizim bir fotoğraf bütçemiz var, bu da neyin en iyi olduğuna karar verebilmemiz anlamına geliyor. Biz onlardan haberdar olana kadar binalar çoktan fotoğraflanmış oluyor genellikle. Eğer bize ulaşan malzemeyi beğenirsek kullanıyoruz, beğenmezsek başka bir fotoğrafçı gönderiyoruz. Gerçekçi fotoğrafları seviyoruz. Bağlamı, etraftaki insanları görmeyi istiyoruz, aşırı perspektifleri değil. Bu arada fotoğrafların kendileri kadar nasıl basıldıkları da önemli. Potansiyel olarak güzel olabilecekken berbat baskı kaliteleri nedeniyle mahvolan çok sayıda dergi örneği de var.
Frame ve Mark aynı yayıncılık şirketine ait. Frame daha çok iç mekan ve tasarıma odaklanırken Mark, mimarlığa yoğunlaşıyor. Bugünün disiplinlerarası dünyasında bu farklılaşma hakkında ne düşünüyorsunuz? Aslen ben disiplinlere sıkı sıkı inanan biriyim. Tabii ki etkileşim gerekli ama nihayetinde insanların en iyi yaptıkları görevi yerine getirmeleri lazım. Disiplinlerarası yaklaşımlara yönelik bu yeni ilginin, özellikle de finansal kriz yaşayan ülkelerde, bir panik tepkisinden kaynaklandığını düşünüyorum. Mimarlar için yeterince iş olanağı yok, o nedenle diğer uzmanlık alanlarında mücadele etmeye çalışıyorlar. Daha iyi zamanlarda bu hareket tersine dönecek tekrardan. Hollanda gibi bir 45
Shalom 1, Tel Aviv, 2009 (136 x 100 cm).
LONG
SECTION
E
N
D
I
N
G
R
E
A
L
I
T
BOOKMARK
M U NIC H/G ER M A N Y
For Mark, architect Felix Claus picked just six favourites from his collection of 10,000-plus books.
sunny winter day in IJburg, the new man-made archipelago extending the city of Amsterdam into the sea, and nothing could be more calculated to show Felix Claus’s self-designed library to advantage than the fiercely blue, searingly clear sky outside. From the huge rectangular windows of the top floor of the office of Claus en Kaan Architecten – the firm that he and Kees Kaan established in 1987 – you can lose yourself in the view of sea (now the tamed inland waters of the IJ) and sky, and in the reflections of sailing ships with their forest of tall masts, moored in the neighbouring harbour. ‘When we built the office here, a few years back, there was nothing else around,’ says Claus, boyish at 50-something in jeans and glasses. ‘We were real pioneers.’ Now, however, a new community – still feeling transplanted, slightly unreal – has sprung up around the severe yet serene concrete box that houses the architects and their staff. The building’s massive but reposeful presence gives it a kind of family resemblance to other Claus en Kaan structures – the Eekenhof in Enschede, for example, with its monumental stepped façade, and the Mövenpick Hotel near Amsterdam’s Central Station, which was likened, memorably if not very accurately, to ‘an enormous popsicle’ by The New York Times. We’re not here to discuss buildings, however, but books. At a table in the kitchen that’s also part of the library – because Claus loves to cook almost as much as he loves to collect books – he’s gathered a few favourite volumes from walls of shelves groaning with 10,000 more. Many of them are costly tomes, too, and so a testament to Claus and Kaan’s success: besides the office in Amsterdam, the duo has ‘establishments’ in Rotterdam, Paris
SECTION
Meixner Schlüter Wendt unites an old and a new building under a dark shell of copper sheets. Text Florian Heilmeyer Photos Christoph Kraneburg
Y
134 153
a
LONG
OF
Text Fabrizia Vecchione Photos Victor Enrich
Text Jane Szita Photos Daniel Nicolas
188
C L O A K
A
After studying architecture and working as a visualizer, Victor Enrich started making art.
PHOTOGRAPHY
Felix Claus.
UNDER
I N V I S I B I L I T Y
152
B
189
T H E C O L L E C T O R AMSTERDAM/NETHERLANDS
VICTO R
LONG
SECTION
HOUSE
135
and Tokyo, and current projects include the Supreme Court in Amsterdam, the Dutch National Military Museum, and the Centre for Molecular Research in Orsay, near Paris.
Cecil Balmond.
Why does an architect need a library? Felix Claus: It’s to do with how I see the discipline. As far as I’m concerned, architecture can never be original or autonomous. It’s always a response to the same set of problems, and that means you can always refer to solutions in other works, which you can find in books. Books are the physical evidence of the history of architecture. Even in the age of the internet? The internet has only images, photographs. I teach, and yesterday I was talking to a French architect, a fellow teacher. He said, ‘How come students can’t draw any more?’ We came to the conclusion that architecture is too pictorial now. It’s all about photos, images – magazines like Mark are partly to blame. The last 20 years have shown us the incredible power of the picture. I don’t know why this has happened, but architecture is always changing. That’s something you have to accept. These days, architecture books are almost an endangered species. There are hardly any specialist architectural book shops left. The Prairie Avenue Bookstore in Chicago is gone. At the end of November last year, the Librairie du Moniteur in Paris also closed its doors. When there were lots of book stores, you could make great accidental discoveries. There’s quite a bit of serendipity involved. On the internet, you find only what you’re looking for.
MEIXNER
SCHLÜTER
WENDT
‘We didn’t design for the Games really ’ Cecil Balmond and Anish Kapoor tried to design something that the hybrid city of London would enjoy. Text Grant Gibson Photos Andrew Meredith
C
So these are your favourite books. Tell us about the first one. This is Manière de bâtir pour toutes sortes de personnes by Pierre Le Muet. It dates from the first half of the 17th century, although this is a newer binding. It’s one of the first books about residential architecture for the bourgeoisie, for toutes sortes de personnes, not for kings and aristocrats. At the time, people worked only with plans, and this book shows the great craftsmanship required to do that. Those architects knew how to work with and manipulate plans. If you look at architecture today, it’s about something else completely. The book next to it looks even older than the Pierre Le Muet. It’s from 1550, but the work itself is 2000 years old – De Architectura by Vitruvius. If you look at this, you’ll see that people in those days had the same building concerns – the comfort of the client, providing hot water – it all sounds very banal, but the truth is, it’s always the same in our business. The importance of books is that they embody this continuity. A staircase by Michelangelo shows him grappling with FELIX
KÖ NIG STEIN/G ER M A N Y
ENRIC H
110
PERSPECTIVE
O B S E R VAT IO N
TOWER
111
ecil Balmond seems a little tense. As he arrives for our photoshoot, he mentions how busy he is, and when asked by Mark’s photographer to hold a model of the ArcelorMittal Orbit – the viewing tower he’s designed with artist Anish Kapoor – as if it were the Olympic flame, he’s perfectly compliant but appears preoccupied. It doesn’t bode well for our subsequent interview. Shoot over, he wanders immediately to a large table at the front of his North London studio. I hesitate for a moment, not entirely certain whether I’m supposed to join him. But then we settle down, and he begins to talk in a quiet but sonorous voice with an accent that betrays his Sri Lankan roots. And as he speaks he noticeably relaxes, frequently drawing on a piece of paper to amplify points in a discussion that meanders from the sports he used to play (tennis and squash, although now, he admits to favouring a nice long walk) to the relationship between music and architecture and, via a definition of beauty, the reason why he left Arup to strike out on his own. The main topic of conversation, though, is his controversial contribution to the Olympic Park, the vast tangle of red steel that rises to 114.5 m, dwarfing other stadiums built for the Games. The project apparently came into being when London mayor Boris Johnson
bumped into billionaire Lakshmi Mittal in the lavatories at the 2009 World Economic Forum in Davos, Switzerland, and persuaded the steel magnate to provide €24.5 million (£19.6 million) of the stadium’s €28.4 million (£22.7 million) cost (as you do). Money safely in place, there was subsequently a competition in which the Kapoor/Balmond design beat off entries from artist Anthony Gormley and architecture firm Caruso St John. Although still to open officially (as I write), it has received its fair share of critical opprobrium. Rowan Moore, who reports on architecture for The Observer, dismissed it as an ‘urban lava lamp’ – suggesting it might be fun for a while, before its novelty palls – while in an op-ed piece for Domus magazine last year Oliver Wainwright wrote that it resembled ‘a tortured scrunch of entrails, stretched and knotted into oblivion’. If these brickbats are bothering Balmond, he doesn’t let it show. ‘You’re not expecting everyone to like it,’ he contends amiably, before using St Paul’s Cathedral as an example. ‘They didn’t want a dome – we can’t understand that today – but everyone was used to a spire.’ Warming to his theme, he continues: ‘Eiffel was ridiculed totally, but people grew to love it. People will adjust.’ As for the accusation that the structure is nothing more than a three-dimensional
LONDON/UK
B AL M O N D/K A P O O R
CLAUS
Öne çıkan noktalarımızdan birinin Mark’ın grafik kalitesi olduğunu düşünüyoruz, ki bu da bünyemizdeki litografi ekibi ve matbaamızla aramızdaki ilişki sayesinde mümkün oluyor.
odur ki bunlar başka bir şeye, büyük ihtimalle NSA (Amerikan Ulusal Güvenlik Dairesi) tarafından daha kolay izlenip kontrol edilebilecek bir şeye evrilecek.
Dijital ve basılı yayınlar gittikçe birbiri içine geçiyor. Dijital dünya için planlarınız neler? Mark, bundan birkaç yıl öncesinden beri dijital olarak erişilebilir halde; basılı derginin PDF tabanlı dijital bir kopyası internette. Dijital dünyadaki formatlarının sayısının artmasını ve ikisi arasındaki iç içe geçmenin daha da yoğunlaşmasını umuyoruz. Bunun tam olarak nasıl olacağını ise şimdiden kestiremiyoruz. Frame birtakım yeni teknolojilerin denenmesi için kullanılıyor (örneğin; basılı sayılara fazladan dijital içerik eklenmesini sağlayan Layar, yeniden düzenlenmiş dijital edisyonlar gibi davranan ve basılı sayılardan farklı olan mobil uygulamalar gibi). Bir noktada bu teknoloji deneylerinden alınan dersler Mark’a uygulanıyor olacak.
Bir derginin grafik düzenlemesi ne türden bir iletişim aradığını yansıtır. Mark’ın grafik tasarımı mimar olmayan okurlara da ulaşmayı hedeflediği izlenimini veriyor. Bu okuma doğru mu? Evet, kesinlikle. Akademik olmayan ve doğrudan iletişim kurarak herkes tarafından anlaşılabilir olan bir dergi yapmak istiyoruz. Bu bence, profesyonel mimarların da hoşuna giden bir yaklaşım.
Sosyal medya görünürlük ve yayılım açısından medya kadar güç kazanmış halde. Bunu dergi ve gazete gibi geleneksel medya araçları için bir tehdit olarak görüyor musunuz? Mark’ın bu konudaki duruşu nedir? Baudrillard’ın, Twitter ve Facebook’un esrik fazına şahit olacak kadar uzun yaşamamış olması üzüntü verici. Yaşasaydı, bu fenomeni çok özel bir şekilde ele alacağından eminim. Televizyon çağında Andy Warhol’un bahsettiği 15 dakikalık şöhrete göndermede bulunacak olursak, Dezeen’de de her mimar 15 saniyeliğine ünlü oluyor, dünya çapında. İletişim arttıkça anlam nötrleşiyor. Facebook’taki beğenme tuşu, bir fikir beyan edildiği anlamına gelmiyor. Twitter’ın amacı anlam üretmek değil, en çok sayıda takipçi edinmek. Sosyal medya, anlamı simüle eden bir hiper-gerçeklik. Ya da daha az Baudrillard terimi kullanarak belirtmek istersek, geleneksel medyanın yerini alması imkansız olan bir paralel evren. Bunun en belirgin göstergesi, web sitemizde projesini yayınlamaya karar verdiğimiz her mimarın hayal kırıklığına uğraması, çünkü asıl dergide yer almak istiyorlar. Hazır bunu söylemişken biz de tabii kendi üzerimize düşen rolü yerine getiriyoruz. Bir Facebook sayfamız, Twitter hesabımız ve Pinterest alanımız var. Ama tahminim
Derginin katkıcı ve yazar ağını nasıl yönetiyorsunuz? Bu birbiriyle ilişkileri olan, birbirine bağlı bir ağ mı, yoksa sadece dergi üzerinden mi bağlantılılar? İş arkadaşım David Keuning de, ben de Mark’tan önce başka mimarlık dergilerinde çalıştık, dolayısıyla zaten ikimizin de bir ağı, bağlantıları vardı. Mark kurulmadan önce yedi yıl boyunca Frame yayınlanmış olduğundan, ondan gelen bir ağ da vardı. Bu nedenle sıfırdan başlamadık. Bu durumun üzerine Mark’ın sekiz yılını ve ödediğimiz makul yazar teliflerini ekleyince profesyonel bir topluluk çıkıyor karşınıza. İletişimimizin %99’u e-posta üzerinden ilerliyor olsa da en aktif yazarlarımızın birçoğuyla şurada ya da burada karşılaşıp tanışma fırsatı bulabildik. Ekibiniz sizi nasıl tanımlar? Bunu onlara sormalısınız. Benim açımdan “ekibim” neşeli, eğlenceli, enerjik, üretken, yaratıcı ve yetenekli insanlardan oluşan bir topluluk, tabii ki. Ekibimizin iyi yönü küçük olması ve içinde hiyerarşi barındırmaması. Daha önce dediğim gibi sadece iki editörüz. Genellikle bir kafa sallama ya da mırıldanma bir kararın alınması için yeterli sayılır aramızda. Diğer iş arkadaşlarımız, tasarımcılar, litograf, satış temsilcileri ve hatta yayınevinin direktörleriyle, gerekli durumlarda yüz yüze konuşmalar yaparız. Bu da bana Mark’ta çalışıyor olmanın en kıymetli kısmı gibi geliyor: Asla toplantı yapmıyoruz. Bir önceki işimden öğrendiğim üzere toplantılar, yaratıcılık ve üretkenliğe vurulan öldürücü darbelerdir.
XOXO The Mag
Andra Matin. Photo Mónica Carriço
Text
Photos
Katya Tylevich
Iwan Baan
Flyby Shooting
Text
Bert de Muynck
Iwan Baan casts a light on his photography, with its focus on buildings across the globe.
‘Architecture is more like a hobby than a profession’
T
This February, Perry Rubenstein Gallery in Los Angeles opened Iwan Baan: The Way We Live, a solo show of Baan’s photographs from the last eight years, including those shot in China, Venezuela and India. That the show follows a very different exhibition at the gallery, featuring the work of late artist Mike Kelley, is as clear an indication as any that Baan’s name, which for almost a decade has read fluently alongside Rem’s and Toyo’s, now sits comfortably in an art context. Plainly, a lot has changed in the six years since Mark last interviewed Baan (Mark 7, page 104) – to begin with, the photographer has to turn down most jobs he’s asked to do nowadays. Last year, Baan, in collaboration with Urban-Think Tank and Justin McGuirk, won the Golden Lion at the Venice Architecture Biennale for Torre David/Gran Horizonte, in which his photographs looked deeply into an unfinished Caracas skyscraper now functioning as a self-sustaining community. In November, Baan garnered international applause for his poetic photo of Manhattan – on the cover of New York magazine – rendered half-dark by Hurricane Sandy. I met up with Baan after the LA opening to talk about how his career has changed, along with his self-perception as a photographer and an artist. There was one question to get out of the way before we started – a cliché when talking to Baan: ‘Where are you going next, Iwan?’ His answer: ‘It was supposed to be New York, then Canada, but things got delayed. So I fly to Hong Kong tomorrow, then China and Japan. But I don’t know yet about the following week.’
Andra Matin is the nestor of contemporary Indonesian architecture.
Iwan Baan on top of Torre David in Caracas, Venezuela.
066
Perspective
Andra Matin
Portrait
Drehli Robnik (left) and Gabu Heindl. Photo Alexei Tylevich
Jakarta | Indonesia
067
158
Long Section
Iwan Baan
Text
Text
Katya Tylevich
Model Behaviour Gabu Heindl and Drehli Robnik collect film clips that feature architectural models.
Photography
Amsterdam | Netherlands
159
Photos
Aaron Betsky
Virgile Bertrand
Rock of Modern Ages
The Star by Andrew Bromberg of Aedas accommodates everything from rock’n’roll and Broadway shows to church services.
L
134
Long Section
Gabu Heindl and Drehli Robnik
Last autumn, Mock-Ups in Close-Up: Architectural Models in Film 1919-2012, a project by Austrian architect/urbanist Gabu Heindl and film theorist Drehli Robnik, played in a small exhibition room of Frankfurt’s Deutsches Architekturmuseum, as part of the show The Architectural Model: Tool, Fetish, Small Utopia. It was there that I spent several relaxing sits watching film clips like that of Ben Stiller as Zoolander smashing a model of the Center For Kids Who Can’t Read Good (‘How do we expect them to learn if they can’t fit inside the building?’) and Jack Nicholson peering over that spooky labyrinth in The Shining. My second, more recent experience watching Mock-Ups – this time in its entirety – was something closer
to a cult brainwashing. Three hours of clips of architectural models from international films, in chronological order spanning nearly 95 years, in a roomful of strangers, is bound to change some brain chemistry. Heindl and Robnik will attest to that. For over five years now, they’ve been travelling with their ever-growing experiment, screening in different cities around the world. The project began as video wallpaper that Robnik used while deejaying at an architecture symposium organized by Heindl, but has since evolved into an obsessive study of film, architecture and culture. The two say they plan to keep adding to the collection indefinitely. So in LA this spring, I sat down with them to ask: ‘What is it with you and architectural models?’
What are your criteria as you collect your film clips? DREHLI ROBNIK: To play dumb, abandon all free will and include all clips of models that we can get hold of, regardless of how horrible, macho, adoring of capitalism, unfunny or colonial the movies they come from are. GABU HEINDL: And no documentaries allowed. Surely a film theorist and an architect can’t stand to play dumb forever. What themes or arguments do you see emerging from the collection? ROBNIK: Our thoughts change as the collection grows. One unusual thing we’ve noticed is that 1950s and early ’60s films typically show the model at the centre of some important discussion, usually a briefing unrelated to architecture, like a military operation or a criminal heist. The models, in such cases, are at the centre of disciplined, hierarchical and sober situa-
tions. But we’ve come to see The Dirty Dozen [1967 World War II film] as something of a watershed moment, after which you start to see more and more ‘teamwork’ situations around the model – not at all about sobriety, but more about this neoliberal, capitalist idea of the undisciplined group, in which diversity and everybody’s distinct temperament are emphasized. So between the old ’50s World War II combat films and, say, Ocean’s Twelve [2004], we see a shift around the model from standardized army to freak circus in images celebrating ‘cooperation’ among men. Mock-Ups includes three clips from the last two decades that show Hitler and Albert Speer around Speer’s famous model for Berlin. Seems pretty standardized army to me. HEINDL: Yeah, and all three of those clips, although from different films, show two big heads over this small model,
Architectural Models in Film
Vienna | Austria
162
135
Amsterdam’da yaşıyor olmanız sizi ve dergiyi nasıl etkiliyor? Kentin ruhu enformel, dostane ve uluslararası. Bence bunlar yapmakta olduğumuz işi şu ya da bu şekilde etkiliyor.
Long Section
Aedas
Performance Hall
Singapore
163
verici ifade ve “hepinizden nefret ediyorum” gibi şeyler mırıldanması günümü gün etti, görmüş olduğumuz ilginç mimarlık örneklerinden çok daha fazla keyif verdi. Söylememe gerek bile yok ama kadınsı duruşuyla ilgili bir sorunum yok, sadece yüzündeki o ifade kendi yarattığı imajına uymadı.
Okumaktan keyif aldığınız dergiler ve bloglar hangileri? Mimarlık blogları için geçerli hiçbir iş modeli yok, dolayısıyla amatör bir uğraş. Blogları açanlar da ilgi ve motivasyonlarını er ya da geç kaybettiler. Hala var olanlar ise en az ilginç olanlar, yani basın bültenlerini ya da diğer bloglardaki yazıları kopyalayıp yapıştıranlar. Karşınızda internet üzerinden pompalanıp duran bir bilgi yumağı var. Eski medya açısından bakacak olursak da, dergiden çok kitaplara düşkünüm. Özellikle sevdiğim bazı yazarlar ise Georges Perec, Italo Calvino ve bu ikisinden daha az bilinen çağdaş İngiliz yazar Jonathan Coe. Coe’nun sevdiğim yönü (herhalde Calvino ve Perec’i sevme nedenim de aynı) “şüphenin askıya alınması” doktriniyle oynaması. Bazı romanlarında okurlarına seslenir ve onları romanın yaratımına ortak eder. Hatta 2010’da yayınlanan The Terrible Privacy of Maxwell Sim adlı romanında ana karaktere seslenir, o da sadece birinin hayal ürünü olduğunu fark edip ölür. Buna bir de ustaca bir tarz ekleyin. 2001’deki Rotters’ Club romanında Coe, kitabın bölümlerini çok sayıda farklı format olarak düzenlemiş, birincil tekil şahıstan üçüncü şahsa anlatımlardan, günlüklere, mektuplar ve gazete yazılarından iç seslere vs. dek; en nihayetinde de ortaya eğlenceli ve zeki bir sanat yapıtı çıkmış.
Sıklıkla seyahat eder misiniz? Son zamanlarda gittiğiniz favori mekanınız hangisi? Açıkçası hayır, çok sık seyahat etmem. Çoğu zaman herkesin yazılarını yazdığından, onların basıma hazırlandığından emin olmaya çalışan ofisteki adam benim. Yine de bunun için bir çözüm geliştirmek adına filmlere bağımlılık geliştirdim. Bir nevi zavallı bir seyahat şekli ama yine de işe yarıyor. Sabah Japonya’yı, öğlen Meksika’yı akşam da Finlandiya’yı gezebiliyorum. İstanbul’a hiç geldiniz mi? İstanbul’un mimari ve kentsel tasarım gündemi üzerine ne gibi yorumlarda bulunabilirsiniz? Ne yazık ki İstanbul’u da bu filmler aracılığıyla ziyaret ettim yalnızca. Son zamanlardan hatırladıklarım Ekümenopolis (2011) belgeseli -ki naif olmaktan öte politik buldum-, Bahman Ghobadi’nin süper sembolik imajlarla kötü oyunculuk ve kötü senaryoyu bir araya getirdiği Rhino Season (2012) filmi ve Nuri Bilge Ceylan’ın çok güzel filmi Üç Maymun (2008). Ancak iş arkadaşım David, İstanbul’un en sevdiği kentlerden biri olduğunu söyler, yine de mimarlık gündemiyle ilgili yorumlarını bilemem.
Geçen haftanın en çok keyif aldığınız anı neydi? Danimarka, Aarhus’ta kentin nasıl dönüştüğünü anlamak adına bir basın gezisindeydim. Farklı basın kuruluşlarından ve ülkelerden gelen on gazeteciydik. Her bir bireyin gördüklerimiz ve deneyimlediklerimiz karşısında verdiği tepkiyi gözlemlemek ilginçti, her ne kadar bu tepkiler, kültürel geçmişleri ve temsil ettikleri yayınlar göz önünde bulundurularak kısmen tahmin edilebilir olsa da. Rusya’dan bir lifestyle dergisinin muhabiri de aramızdaydı. Seyahat sadece iki gün olsa da önemli miktarda kıyafet getirmiş ki basın programının her bir bölümünde en iyi etkiyi uyandırabilsin. Bir noktada Aarhus Sea Rangers botuna binmek için üzerimize yağmurluk geçirmemiz gerekti. Bota doğru yürüdüğü sırada ve üzerine yağmurluğu geçirirken yüzündeki dehşet
Mark dışında başka bir dergide editör olarak çalışmayı düşünseydiniz, bu dergi ne üzerine olurdu? Rüya derginiz nasıl bir dergi olurdu? Mark’ı yakından takip edenler filmle epey yakından ilgilendiğimi görebilirler. Aslında filmler ya da bilgisayar oyunlarındaki mimarlığın mesleğin bir parçası olduğunu düşünüyoruz. Bunlar da her ne kadar sanal şekilde de olsa çok sayıda insan tarafından ziyaret edilen ve genellikle mimarlar tarafından tasarlanan yerler. Her neyse, filmleri seviyorum ve başka bir hayatta bir film dergisi yapmak isterdim. Mimarlıkla karşılaştırıldığında film çok daha tarafsız. Bir filmi sevmek ya da nefret etmek o nedenle kolay, bu kararı almak kaçınılmaz değil. 47
BRAND Bu bir ilandır.
Open Your Mind
smart yazı esra miller
Gidilecek yere, sözleşilen zamanda varmanın ütopik bir düşünceye dönüştüğü zamanlardayız. Geç kalmamak için erkenden hazırlanıyoruz, yola koyuluyoruz. Sonra trafikle mücadeleye girişiyoruz. Eğer yeterince şanslıysak, trafik bütün umutlarımızı tüketmeden sözleşilen yere yaklaşabiliyoruz. Tam da zafere ulaştığımızı düşünürken, o soru dikiliyor karşımıza: Nereye park edeceğim? Ve anlıyoruz ki asıl macera yeni başlıyor. Heyecanla okuduğunuz bir romanı hatırlayın. Sayfalar hızla tükeniyor, sona doğru yaklaşıyorsunuz. Birkaç güne düğüm çözülecek ve finale ulaşacaksınız. Birden bir şeyi hatırlıyorsunuz; bu romanı kütüphaneden ödünç almıştınız. Ve yarın da iade etmeniz için son gün. Romanın çözümünü telaş içinde, size kalan o dar zamana sıkıştırmak zorundasınız. O gün hissettiğiniz tuhaf gerginlik park yeri ararken de karşımıza çıkıyor işte; “Trafikteki onca macerayı atlatıp buraya kadar geldim. Döndüm, dolaştım ve şu daracık yerden başka bir yer yok. Peki, arabam buraya sığar mı?” Neyse ki şehir hayatının bu sorunu, akıllı ve estetik çözümünü de beraberinde getirdi: smart. smart sayesinde trafikte ve özellikle park ederken yaşadığınız stresli anlar, hayatınıza eğlenceli dakikalar olarak geri dönüyor. Daha önce kimsenin keşfetme şansına sahip olamadığı yerleri smart’ınızla fethetmenin keyfini sürersiniz; sonra o küçücük park yerine sığmış olmanıza rağmen içinde bulunduğunuz büyük konforun geometrisini çözmeye çalışırsınız. Aynı anda hem bu kadar küçük hem de bu kadar büyük olabilmek üzerine kafa yorduktan
sonra, smart mühendislerine duyduğunuz saygı daha da artar. Bu kadar yetenekli bir araçla beraberken kent düzenlemesi projelerinizi de rafa kaldırabilirsiniz. Hatta smart’ın manevra konusundaki yetenek hanesinden alıp, kendi ‘usta şoför’ hanenize bile ekleyebilirsiniz. Ve bir kafesin içinde olma fikri ilk defa bu kadar hoşunuza gidebilir. smart’ı çevreleyen yarış otomobillerindeki çelik takla kafesi, onu son derece güvenli bir araç yapıyor. Kısacası, keyifli zaman geçirmenin her şeyden önemli olduğuna inananlar olarak, smart kullanırken inançlarımızdan ödün vermemiş oluyoruz. Tabii cebimizin keyfi de yerinde. Genelde orta sınıf bir aracın yakıt deposu şehir içinde, trafikte bir türlü doymak bilmezken, smart çok düşük yakıt tüketimiyle yetiniyor. Büyük resme bakıldığında da şehirdeki yaşam daha sürdürülebilir bir hal alıyor. Yakıttan kar edip, eğlenceye yatırım yapmak için en ideal çözüm smart. Kilometre sayaçları, son dakika insanları, şehir turistleri, temkinli geziciler veya ‘ayağımı yerden kesmesi yeter’ciler… Hepsinin hikayesi farklı ama smart noktası bir yerlerde kesişiyor. Mesela bu devirde Auguste Renoir’nın meşhur ‘Dance at le Moulin de la Galette’ tablosunda dans eden şehirli çiftlerden biri olmak için smart’a atlayıp sokağa çıkmak yetiyor. Yolda Pink Martini’nin Sympathique tınısına kapılıp kendi mutluluğunuzla hayatın zevki arasında doğru orantı kurduğunuzda, günlerin aslında ne kadar güzel geçtiğini göreceksiniz. Hatta hikayenizde bagajda köpeğiniz için yer olduğunu unutmayın, eğlenmek onun da hakkı!
XOXO The Mag
INTERVIEW/art
İncİ Evİner
Lame Pabuçlar, Doldurulmuş Kuşlar ve Bir Bavul Eylül başında bir pazar sabahı Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nun avlusunda İnci Eviner’i dinlerken çocukluğumuza uzanan bir zaman tünelinde, yaşadığımız dünyadaki tuhaflıkların nasıl da güzel olduğunu düşünüyoruz. Konuştukça farklılıkların zenginleştirdiği, merakın bitmediği bir varoluşun özlemine dalıyoruz; neyse ki son hazırlıkları yapılan “Ortak Eylem Aygıtı: Bir Etüt”ten gelen mis gibi boya kokusu bizi kendimize getiriyor. röportaj elif kamışlı fotoğraf yalım kartal
XOXO The Mag
Ortak Eylem Aygıtı: Bir Etüt, 2013, Yerleştirme ve gerçek zamanlı performatif araştırma, Sanatçı ve Galeri Nev İstanbul’un izniyle Fotoğraf: Servet Dilber
Aygıtın içinde neler var? Mesela, biri Ece Ayhan ve şiirinin sesiyle ilgili çalışıyor. Benim onun için tasarladığım sahne bir selvi, içi doldurulmuş bir sülün, kitaplık ve çekmecelerin yer aldığı çift taraflı kara tahtadan oluşan bir yerleştirme. O sahne, bu performatif çalışmayı yapacak kişinin gövdesine bir hareket veriyor; o hareket düşüncelerini ve araştırma yöntemlerini etkiliyor ve sanat bir çeşit bilgi üretim alanı olarak canlı bir sahneye dönüşüyor. Bu, sanattan ne öğrendiğimizi araştırıyor. Çünkü genellikle, siyasi teorik söylemler sanata sonradan yapay yollarla giydirilir ya da sanat teorinin örneklendiği yerdir. İşte bunu kırmak, politik ve estetik olanın karşılaşmasının mantığını hayal edeceğimiz bir ortam yaratmak istedim.
13. İstanbul Bienali’ne iki çalışmanızla katılıyorsunuz. Bunlardan bahsedebilir misiniz? Yapıtlarımdan “Ortak Eylem Aygıtı: Bir Etüt” Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nda ara katta; “Huzursuzluğun Tasnifi” de Antrepo’da yer alıyor. Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’ndaki çalışmam birlikte varolmayla ilgili bir çeşit okul projesi. Burada iki yüz metrekareye yayılarak bir tür aygıt oluşturuyoruz. Aygıtın elemanları da daha önce üzerinde çalıştığım ve video oluşturduğum mekanlar içinde gerçekleşiyor. Açık çağrıyla bir araya gelen 35 öğrenci bu yerleşkenin içinde 40 gün sürecek performatif araştırmalarla aygıtı harekete geçiriyorlar. Mimari çizimleri kopyalayarak başlayıp, kendi jestlerimle devam ettiğim melez yapılardan ürettiğim yerleştirmeleri, atölye ve sahneler olarak hazırladım. Paralakslarla uğraştığım bu mekanları daha önce videolarımdan “Nursing Modern Fall”da kullanmıştım. Sergi süresince felsefenin üç temel meselesi olan zaman, hareket ve mekan konularında; estetikle siyasetin yan yana, karşı karşıya, iç içe geldiği bir alan yaratılıyor ve deneyimleniyor. Bu alan içinde çeşitli gruplar ve konular var. Burada hem hayal etmekten, hem de bir araştırmadan bahsedebiliyoruz.
Geleneksel sanat eğitimindeki davranış ve ifade biçimlerinin hepsine bir müdahale var burada o zaman. Evet, örneğin, ressam modeli tarafından ele geçirilmeye çalışılır ve atölye bir mücadele alanına dönüşür. Cansız model bir kuru meşe ağacıdır ve aynı zamanda bütün bunların merkezinde yer alır. “Her şey bir ağaçla başladı!” Bu çalışmanın ana motivasyonu ise Gezi olaylarının verdiği cesaret ve getirdiği değişimin enerjisi. Gezi’de otonom ve kendi ekonomisini yaratan farklı bir kamusal alan tarif edildi. Buradaki yerleşkenin de dahil olduğu, mimarlık öğrencileri tarafından Gezi ve Taksim planı üzerine kırk gün sürecek bir fresk çalışması yapılacak. Bu çalışma aynı zamanda kolektif aygıtın içinde Alice olup kaybolan ve kendi imgelerini arayan dansçıları, resim ve heykel atölyelerini, tiyatrocuları da bir araya getiriyor. Kadir Has Üniversitesi’nden katılan epey öğrenci var; anlaşılan bu sömestrin dersleri burada yapılacak. Bu yerleşke elbette benim hoca kimliğimle ilişkili. Öğretmek benim için öğrenmektir; farklı metotlar üzerine çalışmak, farklı okullar hayal etmek ve bunu deneyimlemek özgürlük alanlarının yaratılması için çok önemli. Yaptığımız, kolektif olarak düşünülmüş bir sanat yapıtının koşullarını açmak gibi. Tabii ki ciddi okumalar da yapıldı; bu düşünceyi Jacques Rancière ve Alain Badiou çok besledi.
Türkiye’de pek alışagelmediğimiz bir format bu... Aslında dünyada da... Daha evvel bir benzerini dokuz öğrenciyle “Offside Effect, Academy as Exhibition” başlıklı birinci Tiflis Trienali’nde yapmıştım. Açık çağrı yapılması önemli; böylece farklı üniversitelerden bir araya gelen öğrencilere, performatif araştırma üzerine yoğunlaşma imkanı yaratılıyor. Buna “aygıt” diyorum. Burada hem hoca, hem sanatçı kimliğimi sorgularken; sanat eğitimi ve sanat arasındaki sınırları kaldırırarak, birbirimizi motive edebileceğimiz bir alan yaratıyoruz. Yöntemlerden bir tanesi, normları başka normlarla karşılaştırarak, farklı metinler arası geçişleri sağlayacak bir performatif okuma. İzleyiciyse olanlara sadece yukarıdan tanıklık ediyor. Aslında yaptığımız işin izleyicisi de biziz. Burası aynı zamanda akademik araştırmanın ve akademinin de politik olarak sorgulandığı ve tartışıldığı bir yer. Herkesin üzerinde çalıştığı ve sanatsal araştırma yöntemlerinden yararlandığı bir konusu var. Bu aynı zamanda ortak çalışma gruplarını da içeriyor. Kimisi arşiv araştırmaları yapıyor, kimisi bedensel araştırmasını sürdürüyor. Ama, asıl mesele, bütün bunların birbirini etkileyecek şekilde, aynı alanda izlerini bırakarak sürdürülmesi...
Peki, bienalde sergilenen ikinci yapıtınız? Başlığı “Huzursuzluğun Tasnifi” olan desenlerim Antrepo’da yer alıyor. Benim çizgiyle geçmişe dayanan uzun bir ilişkim var, desenle 51
düşünüyorum. “Ortak Eylem Aygıtı: Bir Etüt”ün oluşumunda da hep desen vardı. Son yıllarda yaptığım ve Türkiye’de çok fazla sergileme şansımın olmadığı desenleri bir araya getiriyoruz. İçlerinde bolca botanik, zooloji ve hayat var. Ziyaretçiler bienaldeki iki çalışmamı da izlediklerinde aradaki ilişkiyi keşfetmek ilginç olabilir diye düşünüyorum. Eserlerinizdeki şiirsellik çok yoğun; özellikle desenlerinize ve fotoğraflarınıza bakarken kişi kendini yer yer gerçeküstü, ürpertici ve merak uyandırıcı bir hikayenin içinde buluyor. Bunun arkasında güçlü bir edebiyat bağı varmış gibi geliyor bana... Evet, özellikle şiir var. Edebiyatta hala çok naif bir şekilde, cümleleri kendimi adayarak okuyorum ve okuduğum romanın kahramanıyla bir süre özdeşleşiyorum; sanki bir başkası oluyorum. Yıllar önce birinin bana dediği gibi, olgun bir okuyucu değilim; metnin dışına çıkıp analiz edecek gücüm yok, bunun içinde kaybolmayı çok seviyorum ve bir süre sonra geri geldiğimde eteğimde bir sürü desen oluyor. Desen aynı zamanda hafızanın belirdiği yerdir. Çocukken dünyayla ilişki kurmamı sağlayan desen, edebiyatla beslenmeseydi; sanırım böyle derinleşemezdi. Mesela Ece Ayhan okursun, anlamazsın; ama sanki boyut değiştirirsin. İnsanın kendini orada askıda bırakması, ancak sanat yapmak için gerçek bir sebebe dönüşür; yoksa kimse durup dururken sanat yapmaz. Sanat, sanatı besleyen bir şey; bakmak, sergiye gitmek, birilerinin sahici bir ihtiyacının neler ansıttığını görmek, başka ressamların hayati kararlarına tanıklık etmek ve onların dünyasının bir parçası olmak olağanüstü bir deneyim ve insanı hayata daha sıkı tutunmaya itiyor. Sanat yapıtlarının belki de bütün amacı cesaret vermek. Yani sen busun, insan kapasitesi bu ve bunu nasıl kullanacağın senin sorumluluğun. Peki Ece Ayhan dışında vazgeçemediğiniz yazarlar var mı? Herta Müller’i okuyorum ve çok seviyorum. Aynı Herta Müller gibi, desen yapmak istiyorum; bir kumaş kıvrımında, tüm o kalpten vuran politik değişimleri anlatmak isterdim. Sizin de yıllardır eserlerinizde ilgilendiğiniz gibi bu coğrafyada kadın olmak travmalara gebe. Kadınlığın bu denli problematik olmadığı bir dünyada yaşıyor olsaydınız, sanatsal üretiminizin bundan nasıl etkilenirdi? Yeryüzünde böyle bir yer yok; bahsettiğin şey kültürel farklılıkları gözetse de, dünyada bu sorunun farklı yansımaları var ve aslında öznenin oluşumuyla ilgili zihinsel de bir durum var. Türkiye’deyse bu hal çok şiddetli; özellikle son yıllarda kadınlar itiraz ettikleri, hayatlarını kontrol edebileceklerini fark ettikleri anda cezalandırılmaya başladılar. Burada olay çok karmaşık ve feminizm kendi tanımlarını yapmak durumunda. Bir yandan meselenin global teorik çerçevesine dahil olup özgürlük alanlarını sorgularken, diğer yandan da hemen şimdi burada yaşanan şiddeti önlemek için bir şeyler yapmalıyız. Demokratik meselelerini çözmüş bir ülkeden bahsedersek, entelektüel kadınının zihnine sinmiş ayrımcı imaları çoğunlukla görmezden geliriz; o da kendi ülkesindeki mülteci politikalarını görmezden gelir ve hala bizim politik dinamiklerimizi bize öğretmeye çalışır. Bunun adı ayrımcılık değil de nedir? O temel ayrımların nasıl kodlandığını ve bunlar olmadan düşünemediklerini iyi hissediyorum. Sanırım önemli olan bu durumun nasıl ele alındığı... Bu konuda farklı görüşler var. Cinsiyet bir oluş durumu ve böyle bakıldığında bir yandan kadın olmayı öğrenme aşamasında özgürleşmek için bir mücadele alanına giriyorsun, diğer yandan da bu ülkede yanı başında kadınların öldürüldüğünü görüyorsun. Bu zihinsel ayrım bizi çok sarsıyor. Hangi koşullarda büyümüş olursan ol, bu yokmuş gibi davranamıyorsun. Bu durum okuduğundan değil; eğitimden, ailenden, her şeyden sızan ve üstüne bulaşan bir şey, görünür ya da görünmez olması önemli değil. Ben kadın olma meselesinde daha çok görünmez olan durumla, derinlerden gelen o hüzünle ilgiliyim. Ayrıca kendi bedenin de hep o çatışmaların olduğu bir özgürlük alanı. “Harem”de olduğu gibi, yaptığım işlerde görünmez olanın farklı ifadelerini bulup ortaya çıkarmak hoşuma gidiyor.
Zor gerçekten; bir yanda kırılganlık, öte yanda güçlü durma gerekliliği... Evet, hep bir kırılganlık var. Kendini güzelliklerle, şiirle yan yana tutmak istiyorsun; ama bir de çocuk doğurduğunda, bebek büyütürken hissediyorsun ki içinde o bebeği korumak için dünyayı alt üst edebilecek, parçalayabilecek hayvansı bir duygu var. Kadın olarak o içgüdülerle doğaya aitsin; hem kırılgansın hem de hayatta kalmak için tırnaklamak zorundasın. Sanat yapmayı sürdürmek bu anlamda çok sert olabiliyor ve bazen insanın kendine şiddet uygulaması gerekebiliyor. ‘80li yıllar böyleydi; çünkü kimse senden bunu yapmanı beklemiyordu. Doktor, avukat olabilirsin; ama sanat hobidir ve bir kadın hayatını buna adamaz! Oysa sanat yapmak ve sanatla var olmak çok temel bir varoluş ihtiyacı; çünkü zihnini, hayatını adıyorsun. Bebek yaptığında da kendine bu ikisi arasında birbirini besleyen alanlar açmaya başlıyorsun ve orada daha hayvansı olan ortaya çıkıyor. Özellikle, bunu anatomik hayvansı desenlerimde görebilirsin, sanki hep doğurmak ve bunu dünyaya taşımanın şaşkınlığı vardır... Kolektif hafızada yeri olan görsel öğeleri eserlerinizde kullanırken, bunların sanatsal anlatımınıza nasıl bir açılım sağladığını düşünüyorsunuz? Harem’de Melling’in gravürünü arka plan olarak seçmeniz gibi. Bu dünyaya atılmış bir sürü imge var ve o imgeler aslında bizim zihnimizi ve davranışlarımızı da etkiliyor. Ben onları bir sahne olarak ele alıp içinde hareket ederek bütün kuşattığı, bastırdığı şeylerin ortaya çıkmasını sağlıyorum: Tıpkı burada hazırladığım sahneler gibi. Bir sahnenin içinde hareket ederek, resim dilinin biçimlenmesinde önemli bir rolü olan ideolojik bakışı kırıp, hafızasında kaydedilmiş ve bastırılmış olanı ortaya çıkarmayı araştırıyorum. “Harem”de de Melling’in yarattığı mekan böyle bir şeydi. 18. yüzyılda Avrupa’da Melling gibi birçok dekoratör yetişiyor ve bizim gibi Batılı olmayan ülkelere zarafet, kültür, estetik öğretmek için yayılıyor. Melling işine son derece bağlı, tek amacı doğru perspektif uygulamak olan, hiç hareme girmemiş bir servis adamı; ressam değil. Ben de kartezyen bir bakış açısıyla yapılmış ve tasavvur edilmiş bu alan içinde hareket ediyorum. O alandaki kadınlar yaklaşımın gerektirdiği üzere dondurulmuş, zamanın dışına atılmış. Aslında son derece didaktik ve ben oraya hayat veriyorum, kendi sanat dilimin öğelerini yerleştiriyorum. Bu öğelerden bazıları kendi portrem, yamyamlık, doğum-ölüm, kaçış... Bu dil, bundan sonra yaptığım ve Türkiye’de çok sergilenmemiş birçok videomda araya giriyor. Aynı soruyu duvar kağıtları, çintemani gibi dekoratif öğeler için de sormak istiyorum. Bunlar Batı sanat tarihinin dışarıda bıraktıkları... Dolayısıyla sanat tarihi anlatımının dışında, kendime dekoratif alanı daha uygun gördüm. Sanat görmek amacıyla bakmadığımız bir alanda bu karşılaşma yaşanıyor. “Patlamaya Hazır Yürek”teki duvar kağıdını Tarlabaşı’nda bir evde görmüştüm; çöpe atılmış kağıdı bulup evlerine döşemişler. Eve girdiğinde, o tavus kuşu soyutlaması tuhaf bir duygu veriyordu. Bütün işlerimde olduğu gibi şiddet bizim için umulmadık bir alandan geliyor. Tüm bunlar görmeyi beklemediğin, daha kadınsı, domestik, dev bir erkeksi sanat tarihi alanının dışında tutulmuş bir yerden içeri sızıyor. Kendime yarattığım sahneler hep verili mekanlardan. Bu, varolduğumuz alanın politik koşullarını sorgulamakla, o dili ve görme biçimini, onun gizlediklerini açığa çıkarmakla ilgili bir şey. “Kırık Manifestolar”ı izlerken bir türlü odadan çıkamamış; gittikçe kendimi işin bir parçası gibi hissederek ritmin içinde kaybolmuştum. Bu örnekten yola çıkarak videolarınızdaki mekan algısından bahsedebilir misiniz? “Kırık Manifestolar”da izleyicinin içinde bulunduğu mekana katılmak, akmak istedim; dolayısıyla da bir mekan yok, ama boşluk var. Eseri, Paris’te Sam Art Projects’teki beş aylık konaklamam sırasında hazırladım ve Musée d’Art Moderne de la Ville de Paris’de 15 metre uzunluğunda yerleştirilerek gösterildi. Bu çalışma bir çeşit fresk, Bayeux halısı gibi;
XOXO The Mag
Harem, 2009, HD video, 3 dakika döngü. Sanatçı ve Galeri Nev İstanbul’un izniyle.
dünyada ne olup bittiğini anlatmak istiyorum ve anlatırken de içinde biraz bilinçaltı var, biraz da uzaktan tanıklık ediyorum. Buradaki üç büyük sahnenin (Göçmenler, Şiddet ve Gösteri) her birinde bir sürü küçük hikaye var. Asya Pasifik Bienali’nde bir izleyicinin işaret ettiği gibi burada bir şey anlatmıyorum, ama her şey bir hikaye olma potansiyeli taşıyor. Videodaki bazı öğeler hayvan postu içinde kızlar; uzakta yanan ateş; TOKİ’ler; Dalmaçyalı kostümü giyen sokak köpekleri; 19 Mayıs törenlerinin dans eden, utangaç bacakları...
Bir filmin parçaları gibi bir sürü hikayeyi taşıyan, belirgin bir perspektifle çizilmemiş kompozisyonlar çok hoşuma gidiyor. Bruegel’de öteki dünyayla ilgili birçok şey sembollerle ifade edilir ve resme bakıp hayal etmek çok önemlidir. Ben de hiçbir zaman insanın merkez olarak alındığı büyük kompozisyonlar yapamadım, dünyaya öyle bakamadım. Tıpkı “Ortak Eylem Aygıtı: Bir Etüt”te olduğu gibi bir sürü küçük hikayenin yan yana geldiği, zaman zaman birbirine sızdığı, geçmişte sırtlandığı alegorilerin hesabını yapan işlerim çoktur. Kendimi daha çok Bruegel’e bağlıyorum.
Çalışmalarınızı takip eden kişiler için bunlar bir hikayenin devamını izlemek gibi... Onu “Ortak Eylem Aygıtı: Bir Etüt”te görecekler mi merak ediyorum. Atölyemde de içi doldurulmuş kuşlar, kavanozun içinde bebek köpek balıkları, lame pabuçlar, yılan derileri durur; hep de yanımda taşırım. Dolayısıyla bunlar işlerin içinde de var.
Sanatçı kimliğinizin yanı sıra bir de eğitmenliğiniz var. Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Bölümü’ndeki özel anlayışı geliştirenlerdensiniz; şimdi de Kadir Has Üniversitesi’nde ders veriyorsunuz. Sizce eğitmenliğiniz üretiminizi şekillendiriyor mu? Çoğunlukla hocalığı sanatçı kimliğinden ayırmıyorum; dolayısıyla da hocalık anlayışım sanatla şekillendi diyebilirim. Yıldız’da ders verdiğim dönemde kendi pratiğim de farklı bir boyut kazandı. İlk olarak, kolayca ifade ettiğim bir şeyi kendimden uzak tutup daha derin, farklı bir şey yapmalıyım diye baktım. İkinci olarak da, ben öğrencilere hangi sanat metodunu öğreteceğim diye hiç düşünmedim; onun nasıl sahici bir ihtiyaca dönüşeceğini soruyordum, bu da meraktan geçiyordu. Farklı bir eğitim anlayışı ortaya koymalıydım ve bu da sadece benimle başlayan ve biten bir şey olmamalıydı. Orada görüşlerime katılan arkadaşlarla birlikte bu anlayışı gerçekleştirdik. Eğitmenlik benim hayatımda yeni bir kapı açmadı; her şey yerini buldu ve zihnimde bütünleşti. Öğrencilerin iştahı, merakları hoşuma gidiyor; ben onlardan besleniyorum, onlar da benden besleniyor. Verdikçe yoksullaşmıyoruz, aksine zenginleşiyoruz.
Peki sanatsal dilinizin parçaları olan bu öğeleri birleştiren stüdyonuzdan dışarı çıkmanız, misafir sanatçı programlarına katılmanız üretim sürecinizi nasıl etkiliyor? Bu programlar, zamanla irademin dışında gelişen konformist alışkanlıklardan vazgeçmek için çok önemli. Yani; yeniden canlanıp belli bir mesafeden buraya, dünyaya taptaze bakabilmek adına evini bırakabilmek gerekiyor. Bomboş bir yere giriyorsun, çoğunlukla daha evvel burayı başka bir sanatçı kullanmış oluyor. Orada hemen çizerek başlıyorum boşluğu doldurmaya, bir süre sonra orası benim atölyeme dönüşüyor. Hep yanımda taşıdığım bazı şeyler var; çocukken de öyle hep bir bavul taşırdım içinde ıvır zıvır. Gittiğin yerde ülkene, koşullarına, kendine yeniden ve belli bir mesafeden bakıyorsun. Sanatta o mesafeyi kurabilmek çok önemli. Eğer iyi kurulamazsa yapılan sanat değil, bir çeşit sayıklama oluyor.
Sanat dilinizdeki belirgin öğelerin her birinin size sağladığı farklı olanaklar var. Üretim süreçleri başkalıklar gösteren bu öğeler eserleriniz içinde nasıl bir dengede duruyor? Aslında son zamanlarda video bana çok olanak verdi; çünkü videoları katmanlarla uzun süre tasarlayabiliyorum. Hareket imkanı yaratıyor, bir sürü hikayeyi aynı anda anlatmamı sağlıyor. “Ortak Eylem Aygıtı: Bir Etüt” ise paralakslarla ilgili bir çeşit gerçek zamanda uygulanan video gibi oldu. Desen ise zaten hayatımda hep var; ama bu dil gittikçe şekilleniyor, ileride nereye doğru gideceğini bilmiyorum.
Çizimlerinizdeki olağanüstü karakterler bana Hieronymus Bosch’un tablolarındaki hibrit yaratıkları hatırlatıyor. Sanat tarihinde sizin için önemli referans noktaları var mı? Çocukken arka sayfalarını bir resme ayıran, güzel baskılı ansiklopediler vardı. Orada Bosch ve Pieter Bruegel ile karşılaştığımda dünyam değişti. 53
INTERVIEW/PEOPLE
Hakan bİlgİner
Batı’nın Ahlaksızlığını Aldık Levent Kırca’ya, Birol Güven’e değil de Ferhan Şensoy’a gülen, Ekşi Sözlük’te yazan çocuklar büyüdü, siyasi ve aktüel hicvi, toplumun güldürü sınırlarına sadık kalmayı reddederek “mizah için mizah” yapmak üzere Zaytung’u kurdu. İsmini sık sık duyduğumuz ama bir fırsat bulup aklımızdakileri sıralayamadığımız, Zaytung’u düşünen adam Hakan Bilginer’e Türkiye’deki mizah anlayışıyla ilgili bazı kavramsal soruları ve Zaytung’u ayakta tutan motivasyonları sorduk. Eğer bu açıklama içerikle ilgili yeterince bilgi vermiyorsa, tamam, gelin Zaytung diliyle de bir girizgah yapmış olalım: “Evinin kapılarını ilk kez XOXO kameralarına açan Zaytung’un kurucusu Hakan Bilginer’le aşk, kadın ve mizah üzerine keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.” röportaj engin önder fotoğraf yalım kartal
XOXO The Mag
Türkiye’de mizah kültürü hangi mecralar üzerinden gelişiyor? Eskiden ‘ShockHaber’ vardı, o günlerde başlayan sosyal evrim ve internet odaklı mizah çerçevesinde Zaytung bugün nerede duruyor? Zaytung, mizahi olarak aslında 2000’lerde başlayan sözlük akımından, temel olarak Ekşi Sözlük’ten besleniyor; neredeyse tamamen o platform üzerinden tanışarak bir araya gelmiş bir ekip. Mizah anlayışı orada şekillenmiş, hatta yazı yazmayı orada öğrenmiş insanlarız diyebilirim. Türkiye’nin internet camiasında baskın olan mizah dili ve ironi anlayışı da oradan doğuyor aslında. 90’larda Anglosakson mizahla, sitcom’larla ve talk show’larla ülkece tanışmamızla beraber; Türkiye’de güçlü bir kültür yaratan ve çok da benzeri olmayan yerel mizah dergilerinin etkisiyle yeni bir yazı kültürü oluştu. İşte Zaytung’un şablonu da böyle ortaya çıktı. Zaytung’u başlattığımda theonion.com’un Türkçe’sini yapmak vardı aklımda. Oradaki mizahı çok seviyordum, ama onu buraya tamamen taşımanın olanaksızlığını fark ettim. Çünkü o mizah, sizin kendi yerel kültürünüzle birleşip bir tür melez dil ortaya çıkarıyor ve neticede karma bir durum doğuyor.
söz konusu; sonuçta farklı şeylere gülüyorlar. Akasya Durağı’nı 20 sene önce yapsalardı muhtemelen yine aynı şekilde yaparlardı ve yine gülerlerdi. Bunlar 20 sene sonra da aynı şeyi yapıp, aynı şeye gülecekler. Burada toplumsal bir ayrışmanın da etkisi var, her yerde olduğu gibi... Dizilerde ölen karakterler için cenaze namazı kılınan ve dolayısıyla gerçekle hipotetiği ayırmakta çok da başarılı olmayan Türkiye, on yıl öncesine göre hem yazar hem de okur olarak ironiden daha mı iyi anlıyor? Türkiye’deki mizah tüketicisinin ironi anlayışı da şüphesiz değişti. Bizde taşlama kültürü vardır, ama ironinin mizah mecralarında yaygın olarak kullanılması, daha ziyade, sarkazm gibi örnekleriyle Anglosakson mizah kültürüne ait bir şeydir. Mizahın bizde tüketilen hali dışarıdan ithal edilmiştir, mantık ve dil olarak... Her ne kadar zamanla, kendi dilini bulup yerelleşse de çoğunlukla ithal bir kültürdür. Kökü itibarıyla 15 senedir gerek internette gerek televizyonda yabancı mecralardan beslenen bir kültürdür. Aslında South Park ve The Simpsons’ı izleyen, theonion. com’u okuyan insanların yarattığı bir durum, temel olarak özeti bu.
Bugün o zamanlara göre farklı şeylere mi güler olduk? Elbette. Bu, internetin yaygınlaşması ve Türkiye’de blogların etkinleşmesiyle ilgili. Eskiden güldüklerimiz arasında bizi hala besleyen bir sürü kaynak var, ama onlar da bizim jenerasyonumuzla birlikte dönüşüme uğradı. Mesela en sevdiğim Türk mizah yazarı Ferhan Şensoy’dur. Sözlüğe yazmaya başladığımda diline en çok öykündüğüm yazarlardan bir tanesiydi, ama o dil sonra bambaşka bir hal aldı. Zaytung’un dili de başladığındaki gibi değil, çünkü okuyucu katkısıyla şekilleniyor; zira, her platform kendini oluşturan insanların kültüründen beslenerek özgün bir dil oluşturuyor. Bu da bizim dilimiz.
O halde mizah kanıksadıkça, tükettikçe, ürettikçe gelişiyorsa; dürüst, tarafsız ve ahlaksız bir Zaytung haberinin sınırları neler? Down sendromlu çocuklarla ilgili bir haber epey tepki toplamıştı. Orada ben de ironi anlayışım bir tık geride mi diye düşünmüştüm. Bizim başlıca sınırımız ‘biz gülüyorsak tamamdır’dan ibaret. İkinci olarak da cinsiyetçilik, ırkçılık ve milliyetçilik gibi politik doğruluk anlamında koyduğumuz sınırlar var. Bu tür mesajları mümkün mertebe vermemek, aslında kişisel sınırlarımızı da oluşturuyor. Bunlar dışında bir sınırımız yok. Bahsettiğin haber ne ilk ne de son tepki alan haberimizdi. Bu durum, site ilk popüler olduğundan beri birkaç ayda bir tekrarlanır. Sitenin beş tane editörü var, hem içeriği oluşturuyorlar hem de ne yayınlanacağına karar veriyorlar.
Artık televizyonda insanların güldükleriyle, internette popüler olan mizah anlayışı da farklı gözüküyor. Zaman zaman örtüşüyor; Leyla ile Mecnun, İşler Güçler gibi örnekler verebilirim. Bunlar televizyonda yayınlanmasına rağmen internetteki izleyicilerinin çok daha fazla güldüğü, hatta yaygınlıklarını internete borçlu olan mecralardı. Ama elbette ayrım var. Televizyonda en fazla reyting alan komedi dizisi Akasya Durağı veya Birol Güven’in dizileri, bunlar internette tutmuyor, çünkü kullanıcı profilleri farklı. Bir tarafta eğitim seviyesi biraz daha dış dünyayla ilişkilenen bir site var, öbür tarafta daha yerel bir durum
Editörler kendi çevrenden insanlar mı? Hepsi, Ekşi geleneğinden dostluğum olan insanlar. Bizden başka kimse okumuyormuş gibi yapmak, temel yayın ilkelerimizden. Çünkü bir kere o toplumsal tepkileri, kırmızı çizgileri dikkate almaya başlarsan sonu gelmiyor, tamamen sıradanlaşmaya gidiyor ve TRT oluveriyorsun. Biz de ana akım medya için üretim yapıyor olsaydık, muhtemelen öyle 55
davranacaktık. Televizyonda Türkiye’nin şartları ve kanunları gereği dikkatli olmak gerekiyor. İnternette böyle bir sınır yok. Bizi herkes takip etsin diye hiç düşünmedik zaten, canı isteyen, komik bulan gelsin, kimseye zorla okutmuyoruz. Sevilme kaygısından uzak durmaya çalışıyoruz. Sizi kim takip ediyor? Kitlesini tanımlayabilir misin? Ben de merak ediyorum! Zaytung’u yaratan kitlenin yaş ortalaması 30, takipçilerininki de o civarda. 25-35 yaş arası diyebiliriz. Daha yüksek yaşlar da var biraz, ama üniversite yıllarının başlarındaki kitle daha az. Temel kitle beyaz yakalılar. İkinci çoğunluk da üniversiteliler. Beş editör var dedin, peki bu ekibin dışında formatı idrak edip düzenli içerik üretebilen kaç kişi var? 7-8 kişilik freelance çalışan bir ekip daha var. Bu ekip sitenin uzun içeriklerini üretip, dergilerini yapıyor olsa da, Zaytung’un devamlılığı en fazla olan kısımları Son Dakika ve Fotohaber. Bu bölümlerde Zaytung’a okuyucuları da katkıda bulunabiliyor. Sitenin 100 binin üzerinde kayıtlı kullanıcısı var onlardan her gün yüzlerce içerik geliyor, düzeltmeleri yapıp seçtiklerimizi yayınlıyoruz. Sosyal çevrende komik bir insan mısın? Hiç öyle değilim aslında. Çok neşeli ve konuşkan bir tip zaten değilim. Kendi arkadaşlarım arasında çoğu zaman suratsız diye bilinen, zaman zaman laf sokan biriyimdir. Keyfim yerindeyse komiğimdir, değilse konuşmam bile. Sınıfın komik çocuğu değildim mesela. Asosyal demeyeyim ama sınıfın göze batmayan, ortalama bir çocuğuydum. E bu halde, komik olmanın iş haline dönüşmesi zorlama içeriklere yönlendirebilir mi insanı? Zorunluluğa dönüştüğü de oluyor, insanın yazdıkça yazası da geliyor. Bazen ekip olarak havanızda oluyorsunuz ve o gün parlak bir fikir buluyorsunuz. Mesaideyken aslında ‘phrase’ bulmak için uğraşıyoruz. “Yaz da bitti, insanlar tatilden dönüyor, artık bununla ilgili bir şey yapalım” diyoruz, sonra ‘tatilden gelen adamın bronzlaşma çabası’nı buluyoruz. Fikir böyle geliyor ve başlık ne olsun diye düşünmeye başlıyoruz. İşin en can alıcı noktası başlığı bulmakta. Başlığın altını doldurmak için herkes bir şey atıyor ortaya. Eğer okuyucudan beslenmiyor olsaydık, komik olmanın iş haline dönüşmesi bizim için çok zorlayıcı olurdu. Neticede genişçe bir ekibimiz var. Yani bu durum sevdiğin işi yapıp para kazanabildiğin bir örnek gibi... Aslında, iş olduktan sonra durum çok da değişmiyor; eğlenceli iş diye bir şey yok. Sadece ne yapacağımıza kendimiz karar veriyoruz ve bu yüzden iş baskısını hafifletme lüksüne sahibiz. Bugün de çıkmadıysa çıkmadı, boşverin, diyebiliyoruz. Ayrıca sitede farklı mizah üretim diline müsait bölümler olduğu için haberden sıkılınca başka şeyler de yapabiliyoruz. 2008’de theonion.com Miley Cyrus’la ilgili bir haber yapmıştı, şu aralarsa MTV olayından sonra o haber çeşitlendirilmiş içeriği sayesinde tekrar dolanmaya başladı. Siz de içeriklerinizi internette tekrar değerlendiriyor musunuz? Bizde de dört yıla yakındır sitede biriken bir içerik geçmişi var ve uygun bir durum olduğunda, kendimiz tekrar dolaşıma sokuyoruz, o haberi manşete çekiyoruz ya da bizim bir şey yapmamıza gerek kalmadan zaten insanlar hatırlayıp paylaşıyorlar tekrar. Şaka maka binden fazla haber, yüzlerce dergi var yayında. Haftasonlarının çoğunda çalışmıyoruz ve eski haberler arasında bize o gün komik gelenleri veya gündeme uyanları manşete çekiyoruz. İçeriğin geriye doğru derinleşmesi böyle bir avantaj yaratıyor. Öte yandan dezavantajı da var. Çünkü içerik çoğaldıkça kendinizi tekrar etmeme yönünde daha büyük bir efor sarf etmeniz gerekiyor. Biz bu espriyi aynı yoldan gidip benzer mantıkta geçen sene yapmıştık, deyip duruyoruz. Bu bizim için de itici kuvvet oluyor. Deneme yanılma yöntemiyle başka neler öğrendiniz? Tepki aldığımız her durum bir kriz aslında, çünkü bu bize sadece
insanların reaksiyonu olarak dönmüyor, bazen o tepkiler hakikaten gazetelerin manşetlerinde, trending topic’lerde oluyor, e-mail’ler yağıyor, reklam verenden ‘reklamı çekeriz’ tehditleri geliyor. Artık içgüdüsel olarak nasıl davranmamız gerektiğini öğrendik. Reklam verenlerle ilişkiler de yaşayarak öğreniliyor. İçerik çıkmadığındaki rahatlığımızı da zamanla edindik, başta çok strese giriyorduk. İşin nasıl daha verimli yürüyeceğini, her iş gibi burada da, yaparak öğreniyorsun. Reklam verenler memnun mu Zaytung’dan? İnternet kullanıcısı genelde reklamdan kaçmaya çalışıyor ama Zaytung’da reklam alan içerikler de var. Buna ayak uydurmak zor oluyor mu? Advertorial da haber gibi değişiyor. Biz yazıyoruz ya da ne kadar başarılı olduğuna bakarak ajanstan geleni direkt yayınlıyoruz. Uzun dönemdir birlikte çalıştığımız Turkcell var mesela, zamanla kendine ait bir dil oluşturan Profesyoneller bölümü “İçime sinen bir albüm oldu” diyebiliriz, tabiri caizse. Peki, gerçek kişilerden yola çıkılarak yapılan mizah sıkıntı yaratıyor mu? ‘Sitede yazılanların hiçbiri doğru değildir’ ibaresi bizi kurtarıyor, tabii ki. Şu ana kadar böyle bir sıkıntı yaşamadık, çünkü o noktada dikkatli gidiyoruz, hukuki yaptırımlardan kaçınmayla ilgili özen gösteriyoruz. Hem zaten, ‘birilerine hakaret edelim’ gibi bir dil benimsemedik. Biraz da bu yüzden, gerçek kişilerin ismini kullansak bile direkt bir tepki görmüyoruz, çoğunlukla. Bu biraz bizim özenli oluşumuzla ilgili. Ersin Özbükey’li ‘Sierra Leone Parlamentosu’ndan geçen Ermeni Soykırımı Yasa Tasarısı’ haberini Banu Avar gerçek zannettiğinde ne düşündünüz? O dönemlerde Zaytung çıkış olarak 3-4 aylık falandı galiba. Olabiliyor böyle haberler. Bizim için ünlü bir simanın haberi paylaşmasının tek anlamı sitenin yaygınlaşması demek oluyor. Ama bizim niyet ettiğimiz ve çok da ilgimizi çeken bir durum değil. “E gerçek zannetmiş olabilir, ne var yani” diyoruz. Hatta biz ilginç bulunmasını ilginç buluyoruz. Gerçek hayatla Zaytung arasındaki mesafe azaldı, haberleriniz daha olası bir hal aldı artık... Bu, Türkiye’nin anormalleşmesiyle alakalı. Çok da normal zamanlar yaşamıyoruz. Üstelik, toplum olarak olgunluktan uzağız, genelde reflektif tepkiler veriyoruz ve bu, gündeme de yansıyor. Olmaz, söylenemez denen şeyler oluyor, söyleniyor vs. ‘Çapsızlık’ güçlü bir kelime olabilir bu durum için ama fantastiklik gerçekten bol. Bitirmeye yakınken bunu da sorayım, haber dilinizi ana akım medyaya karşı bir duruşu var. Bu tepki en fazla nereye kadar gidebilir, mizah yapmanın ötesinde protest olma niyetiniz var mı? Ana akım medyaya karşı bir tepkimiz yok. Bu mizahın gereği şöyle: Ana akım medyayı kullan ve orada yer almayan bir içerik yaz. Zaytung’un mizahının dayandığı noktalardan biri, dilinin ana akım medyayı tekrar ediyor olması. Onlar klişeleri kullanarak hiç gerçekleşmemiş bir şeyi ciddiyetle söyleyebilirler. Hani aslında ‘direkt atlamayın onlara’ gibi bir duruşumuz var. Niyetlendiğimiz bir durum değil bu ama o işleyişin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Protestle mizahı birbirinden ayırt etmek pek mümkün değil. Daha yoğun veya az; o muhalif duruş hep vardır. İroni üzerine politik, toplumsal ya da kişisel her ne içerik yaratıyorsan, kaynağını öfkeden alırsın. ‘İçerik muhalif değildir’ gibi bir çizgi yok; etki hep var. Bundan bağımsız bir şey yapmamız mümkün değil. Buna muhaliflik kazandıralım diye bir amacımız yok, taşlamanın da doğasından gelen bir şey bu. Ama, bazen, hiç muhalefetliği olmayan sadece komik bulduğumuz şeyler de oluyor. Çıkan iş bizim ruh halimize yansımasına göre belirleniyor. Anlam yüklediğimiz şey değil Zaytung, daha başka bir şey, değil mi? Kesinlikle, ne kendim yüklerim ne de başkasının yüklemesini isterim. Doğal olarak öyle bir şey gelişiyorsa tamam, ama bunun için zorlamaya gerek yok. İşlem tamam.
XOXO The Mag
AYRICALIKLI BİR YAŞAM İÇİN
BONUBON.COM İYİ YAŞAMAKTAN ÖDÜN VERMEYENLERE, SEÇKİN RESTORANLARDAN, SIRADIŞI DENEYİMLERDEN VE UNUTULMAZ TATİLLERDEN ÇOK ÖZEL TEKLİFLER.
ller Unutulmaz tati
Lüks araç kiralama
Seçkin restoranlar
Tazeleyici spalar
Sıradışı deneyimler
İYİ YAŞAMAKTAN ÖDÜN VERMEYENLERE
INTERVIEW/fashıon
Guillaume Henry
Neo-Couture
Annesinin Carmen de Tommaso’ya, minyonluğu yüzünden asla şık olamayacağını söylemesiyle ortaya çıkan Carven tasarımları, bir süre sonra Edith Piaf’tan Mısır prenseslerine kadar, şık olmak isteyen her kadının büründüğü bir başarı hikayesine dönüşür. Türkiye’ye bu sene Shopi go ile yakın zamanda gelmiş olmasına rağmen, aslında Carven seyahat etmeyi epey seven bir marka. New York’tan Doğu Asya’ya uzanan kendinden emin ve sakin tasarımları, 1947’de açılan bir Champs-élysées butiğinde başlamıştı. Dört senedir de Guillaume Henry’nin ellerinde hem köklü geçmişini muhafaza edip, hem bugünü yaşamayı bilen nadir bir anlayışta zarafet çalımları atarak ilerliyor. Carven’in gündeminde, artık Madame Carven’in yanı sıra, “genç Saint Laurent” diye anılan Monsieur Henry de duruyor. röportaj müjde metin fotoğraf jean-etienne portail
XOXO The Mag
1.
2.
Carven’i yeniden nasıl çekici bir Parisliye dönüştürdüğünü çok merak ediyorum, pazarlama planlarına inanıyor musun yoksa tesadüfler ağlarını örüyor mu? Madame Carven’in çalışmalarından her zaman büyülenmişimdir. Paris’teki ilk günlerimi bile hatırlıyorum; Champs-élysées’den geçerken gördüğüm couture mağazaların üzerimdeki etkisini… 2009’da hayatımın fırsatıyla karşılaştığımda, yani Carven’de kreatif direktörlük teklifi aldığımda, benim için doğru zamanın en güzel şekilde geldiğini hissetmiştim. Sonuç olarak, her şey tamamen keyif ve saygı ikilisine bağlı olarak ilerliyor. Ben buna inanıyorum.
anlatırdın? Kötü özellikleri var mıdır? Carven, her kadın olabilir. Bu durumu sevmemi sağlayan bir neden de aslında uyumluluğu sayesinde herkesin markayı kendine has şekillerde giyebiliyor ve bir bakıma yeniden yorumlayabiliyor olması. Onu giyenler, onunla arzu ettikleri gibi oynayabilecek kadınlar ve ben böyle olmasından çok hoşlanıyorum. E o zaman, insanlar dışavurumlarını diledikleri tarzda kıyafetlerle gerçekleştirince daha mutlu mu hissediyorlar dersin? Aynen böyle düşündüğüm için, her yaşta, her yerden kadının giyebileceği tasarımlar yapıyorum. Podyumdaki Carven kadını gençten ziyade canlı gözükür, koleksiyonlarıma bu hissiyatı taşırım. Mağazalarda duracak ürünler de bunun üzerinden ilerleyip geliştirilir, böylece teknik olarak da her bedene yakışabilecek duruma gelir. Sergiletmek istediğim kadın profili ve sezonun ruhuyla; koleksiyonlarımın son duruma geldiğindeki gerçekliği arasında fark yaratırım. Bilirsin, genç kalmanın yaşla ilgisi yok! Tek bağlantısı, ruh hali…
Markanın o eskiden etkilendiğin couture tasarımlarının artık var olmaması sana ne hissettiriyor? Bugün hazır giyim koleksiyonları, lüks moda tüketicileri üzerinde haute couture kadar etkili olabiliyor mu? Zaten Carmen de Tommaso tasarım evini 40’larda başlattığı zaman, herkesin satın alabileceği fiyatlarda couture koleksiyonlar tasarlıyordu. Toplumun eşitlik algısında yaşanacak evrimi ve doğacak belirgin değişiklikleri seziyordu. Ben de bu prensibi modernleştirerek, lüksü hazır giyime dahil etmenin, günümüze uyarlamanın doğru olacağına karar verdim. Couture, Carven’in çevresi ve şartlarına göre bugün gayet modası geçmiş bir bağlam.
Daha önce Givenchy’de Riccardo Tisci’yle çalışmıştın. Edindiğin deneyimler şu anki görevine başlarken işine yaradı mı? Givenchy’den Paule Ka’ya, deneyimlerim birbirinden çok farklıydı. Hepsi hikayemin birer parçası ve bugünlere gelmeme elbette yardımcı oldu. Ama ne yalan söyleyeyim, o anılarla Carven’de üstlendiğim görevi pek de ilişkilendirmiyorum. Önceliğim couture modaevinde işlerin nasıl yürüdüğünü anlamaktı. Givenchy, bu sistemin içine girmemi ve yeni yollar üretmemi sağladı.
Peki, yenisi ve eskisi arasındaki başlıca farklar neler? Bence Carven’in kodları halen aynı: Tazelik, doğallık ve zarafet. Ben bilinçli bir şekilde geçmişe dönüp orada ilham bulmaya çalışmadım. Carven’i günümüzün canlı ve modern dünyasına uyarlayabilmek için dikkatimi hep markanın kimliğini anlamaya odakladım. Amaç, geçmişte yapılanları kopyalamadan, kimliği koruyabilmekti. Bu arada Carmen de Tommaso’nun tüm çalışma arşivini Musée Galliera adındaki Paris’in moda müzesine bağışladığını da araya ekleyeyim; geçmiş o haliyle, orada güzel duruyor.
Deneyimlere ihtiyaç duymadığına göre zorluklarla da pek karşılaşmadın o halde... Gerçekten böyle oldu, çünkü en çok markanın kimliği ve Carmen de Tommaso’nun kendisi ilgimi çekiyordu; mevcut koleksiyonlar
Carven bugün bir yakın arkadaşın olsaydı, onu nasıl 59
1-4. Carven Fall 2013 Campaign, Fotoğraf: Vivianne Sasen
3.
4.
daha sonra geliyordu benim için. Ben sadece ondan aldığım çoşkuyla, Carven’i daha hevesli bir marka haline getirmek istedim! Carmen de Tommaso’yla nasıl tanıştın? Moda tasarımı eğitimi aldığım sırada, Madame Carven’in düzenlediği bir tasarım yarışmasına katılmıştım, ödül aldığımda bana “bu andan itibaren, artık senin moda dünyasındaki vaftiz annenim” demişti… Anlatageldiğin bu özgün ve bağımsız duruştan etkileniyor olsam da, geçen sezon koleksiyonunda gördüğüm zebra desenlerde markanın yeni ruhunun artık trendlere önem verdiğini hissettim. Yanılıyor muyum? 2013 Kış koleksiyonunda 80’lerin Fransız filmlerindeki noir hislerden ilham almıştım. Özellikle Jean-Jacques Beineix ve Luc Besson yönetmenliğindeki filmlerin gece parlayan estetik sahneleri, Béatrice Dalle ve Isabelle Adjani’nin canlandırdığı kadın karakterlerin birlikte taşıdığı agresiflik ve savunmasızlık… Kabanlar ve ayakkabılarda gördüğün zebra desenlerin tümü yalnızca bu hikayenin görünen kısmını teşkil ediyorlardı aslında. Böylece sezonun senaryosunu bu parçaların birleşmesi sayesinde hazırlayabildim. Önümüzdeki sezonun senaryosunda bizi neler bekliyor? Süpriz var mı? Batıl inançlarım var benim, işin püf noktası sır saklamak gibi geliyor! Ama şunu söyleyebilirim ki önümüzdeki her koleksiyon için şu anda bile ayrı ayrı heyecan duyuyorum.
koleksiyonlarının tasarım sürecinin işleyişinden bahsedebilir misin? Yeni bir koleksiyona başlarken her zaman üç kadın hayal ederim. Üç farklı kişiliğe sahiptirler ancak her biri somutlaşırken ideal Carven kadınının şekline bürünür. Tasarlama sürem boyunca, gördüğüm hayal meyal görüntülerin hepsini onlara yansıtırım. Yolun sonunda, eğer tasarladığım bir şey bu üç kadından herhangi birine yakışmıyorsa, o zaman tasarımı iptal etmek zorundayımdır çünkü o, bir Carven tasarımı olamamıştır. Özgür hissediyor musun? Bugün bulunduğum pozisyonda olduğum için şanslı hissediyorum ve tüm eforumu, vizyonuma ve yeteneğime paralel olan doğru tercihleri görebilmeye harcıyorum. Anılarına dönelim, yeteneğinin farkına vardığın bir ‘aydınlanma anı’ yaşamış mıydın? Moda dünyasında tasarımcı olarak çalışmak istediğimi çocukken fark ettim. Televizyonda Yves Saint Laurent’in couture defilesini izlerken hem de! Sanırım bu yaratıcı dünyanın neşesine kapıldım; sınırlar olmaksızın, kısıtlama hissetmeksizin kapıldığım girdap beni büyüledi. Yves Saint Laurent demişken, mümkün olsa sen de Carven’in isminde değişiklik yapmak ister miydin? Kesinlikle hayır!
Madem yeni sezon sürprizlerini kenara atıyoruz, o zaman
Bir de şu girdap sözcüğüne takıldım. Bunda kaybolmamak için tutunduğun bir şey var mı? Her zaman kendin olmak ve hiçbir diktaya kulak asmamak…
XOXO The Mag
FOOD
EKİM GÜNEŞİNİN ALTINDA
Zeytin Ağacının Tepesinde yazı didem şenol fotoğraflar orhan cem çetin
Her sene ekim ayında bir haftalığına güneye iniyorum. Yanlış anlaşılmasın, tatile değil, çalışmaya. Gerçi bu iş yorucu olduğu kadar eğlenceli de. Her sene, havaların gidişatına göre ya ekimin başında, ya ortasında, ya da sonlarına doğru zeytin sıkmaya Kumlubük’e babamların yanına gidiyorum. Biz zeytini erken hasat ediyoruz. Yani çoğunluğunu yeşil, bazılarını alacayken topluyoruz. Siyahlaşan zeytinden çok daha fazla yağ çıksa da; biz yağda taze aromaların peşinden koşuyoruz. Zeytin sıkmanın belki de en önemli adımlarından biri zeytinleri doğru bir şekilde toplamak. Doğru budamak ve kimyasallarla ilaçlamamak da zaten olmazsa olmaz şartlar arasında. Ağaçlardaki zeytinleri ellerimizle toplayıp bez torbalara dolduruyor veya ağacın altına ağ gerip ağacı hırpalamadan büyük bir eli andıran ve titreşen bir makine yardımıyla dallardaki zeytini topluyoruz.
Yere önceden düşmüş zeytinleri asla kullanmadığımız gibi, toplarken düşenleri de yerde bırakıyoruz. Toprakla temas eden zeytini kullanmak yağın asiditesini artırıyor; tıpkı sinekli zeytinleri sıktığınızda asit oranının yüksek olması gibi. Topladığımız zeytinleri sekiz kiloluk kasalara doldurup aynı gün içinde sıkıyoruz. Çok büyük kasalarda zeytinler birbirini ezip acı suyunu çıkarır, ki biz bunu istemeyiz. Uzun süre sıkımhanenin kapısında bekleyen zeytinler de tazeliklerini kaybeder. Beklemiş zeytin daha ağır çeker. Birçokları zeytinini sıktırmadan bir süre bekletir fakat bu yağa yapılabilecek en büyük kötülüktür. Yağı sıkarken soğuk sıkım yapıyoruz; bu da makinede ezilen yağın çevresinden geçen suyun 24-26 derecelerde, yani oda sıcaklığında olması demek. Bu suyun ısısını artırmak daha fazla yağ ile sonuçlansa da, yağdaki bütün aromaları ve tadı
XOXO The Mag
ince kestiğimiz levreğe biraz deniz tuzu koyuyor ve biraz da bir gün öncenin yağından gezdiriyorum. Birkaç domatesi yuvarlak dilimleyip aynı işlemi onlara da yapıyor, bahçeden topladığım çıtır rokaları buzlu suyla yıkayıp sofraya götürüyorum. Odun fırınından çıkan çörek otlu minik pideler ve birer duble eşliğinde senenin yağını kutluyoruz.
maalesef öldürüyor. Bu bilinçle miktara değil, keyifli olmasına özen gösteriyoruz ve yüz kilo zeytinden sekiz kilo yağ alıyoruz. Hiçbir ticari kaygı olmadan kendimiz yemek için sıktığımız bu yağ, damla damla akmaya başladığında atölyeyi yemyeşil bir koku kaplıyor. Herkesin yüzünde kocaman bir gülümseme beliriyor ve minik bardaklarımızı alıp senenin hasadını tatmak üzere ince borunun altına tutuyoruz. Ekmek mi? Tabii ki hayır. Avucumuzun içinde ısıttığımız bardağın üstüne diğer avucumuzu kapatıp biraz çalkalıyoruz, sonra derin bir nefes çekip ilk çağrışan kokuları söylüyoruz; badem, çam, yeni koparılmış domates, çimen, incir, kayısı... Kokladıktan sonra, herkesin aklına gelen ancak dile getirmekte zorlandığı bir malzemenin adı geçtiğinde, gruptan heyecanlı sesler yükseliyor.
Hayatın anlamı da bence işte bu kokularda; bir ekim öğleninde güneşin altında kısa kollu tişörtle oturabilmekte, kilolarca topladığın zeytinin azıcık çıkan yağına ekmek banmakta saklı. Beş kiloluk tenekemi alıp İstanbul’un yolunu tutarken, bir gün güneyde yaşamanın hayalini kuruyorum. Tenekeyi lokanta mutfağına getirdikten sonra, ekiple zeytinyağının tadına bakıp bir sene öncesiyle kıyaslıyor, bu sene hangi tabağı onurlandırsa diye kendi aramızda şakalaşıyoruz.
Ertesi sabah babam balık halinden büyük bir levrek alıyor. İnce 63
INTERVIEW/MUSIC
These New Puritans
Bİr Analog Dönüşüm Artık biliyoruz ki; herhangi bir kavramın başına sanat ifadesini koyunca, bu onun değerini artırmıyor. Fakat, durum These New Puritans için böyle değil. Art rock olarak adlandırdıkları müziklerini yeni albümleriyle gerçek bir sanat eseri ortaya koyarak destekleyen These New Puritans’ın her şeyi Jack Barnett ile aksanlı bir söyleşi yaptık, siz de aksanlı Türkçeyle okuyun. röportaj gazali görüryılmaz fotoğraflar dean chalkley
XOXO The Mag
Field of Reeds ile daha deneysel bir yöne eğilim gösterdiğinizi görüyoruz. Hidden albümünüzde taiko davulları ve güçlü beat’ler yer alırken, Field of Reeds’de sadece bir iki şarkıda davul duyuyoruz. Sizi daha yumuşak bir sound’a yönlendiren ne oldu? Büyük bir değişim gibi göründüğünün ve hatta bu değişimi yaşadığımızın farkındayım ama bunun için gayret sarf etmedik, kendiliğinden, doğal bir şekilde gelişti bu durum. Herkes bir anda, aniden şekil değiştirdiğimizi düşünüyor. Fakat bu değişim, zaman içinde olgunlaşarak Field of Reeds’de son halini aldı. Haklısın, davullar sound’a ayrı bir güç katıyor ama biz zaten neredeyse tüm albümü piyano armonileriyle yazdık.
cihazı icat eden kişiyle de tanışma fırsatı yakaladık. Bize dört saatlik bir sunum yaptı ve piyano tellerini özel manyetikleriyle detaylı bir şekilde yeniden düzenledi. Bu uygulama, kelimenin tek anlamıyla klasik piyanonun alfabesini zenginleştirdi, bizim için. Birkaç şarkıda kullandık synthesizer’lardan almak istediğimiz sesi gerçek bir piyanodan alarak albümün sound’unu zenginleştirmiş olduk. Bizim için de inanılmaz bir deneyimdi. Bir diğer farklı yaklaşımınız da bir şahinin kanat çırpma sesini kaydedip albümde kullanmanız oldu. Bunun dışında başka ne tip sample’lar kullandınız? Aslında bu fikir zaten sample kullanmamak üzerinden ortaya çıkmıştı. Doğal bir canlının sesini kullanmak istiyorduk ve sonunda bir şahinin kanat çırpma sesini kullanmaya kadar verdik. Bunu da sample olmadan canlı bir kayıtla yapmak istedik ve aslında sample kullanmama fikrinden yola çıkarak kaydettiğimiz sesi sample olarak kullanmış olduk.
Albümün yaratım sürecinde karşılaştığınız en büyük zorluk neydi? Sanırım en büyük zorluk her zamanki gibi işe başladığımız anda, albümün iskeletini oluşturmak için stüdyoya girdiğimizde karşımıza çıktı. Birçok müzisyen bu altyapıyı oluşturmak için önce davullardan başlar ve sonrasında orkestral bölümler gelir. Biz bunu tam tersine çevirdik diyebilirim.
Özetlersen, kayıt süreci zor muydu? Benim için pek zor olmadı aslında. Birçok farklı stüdyo ziyaret ettik ama ilk başta güvenlik sebebiyle uygun bir yer bulamadık. Bir şahini stüdyoya sokmak için güvenilir yeri bulmak çok zamanımızı aldı ve kayıt süreci de bir o kadar garipti. Şahin yükseldiğinde sesi kaydetmekte zorlandık ve sanırım ses mühendisimiz de şahinden bir hayli korktu.
Geçtiğimiz günlerde söylediğin bir söz vardı; “Pop müzikten nefret ediyorum. İnsanlar iyi müziği takdir etmiyor o yüzden bu insanlar için bir şeyler yapmaya çalışmanın bir anlamı yok”. Bunu dikkate alarak Field of Reeds’in pop müziğe karşı bir reaksiyon olduğunu söyleyebilir miyiz? Aslına bakarsan o şakayla karışık bir ifadeydi. Yani, tabii, o büyük resmi sadece bu cümleyle canlandırmak biraz zor oluyordur. Müzik türleri üzerinden değil de insanların müzik dinleme alışkanlıklarına bir gönderme yapmak istedim. Pop müzik olsun veya olmasın, ben sadece benim için anlamı olan bir müzik yapmak istiyorum. İnsanların verebilecekleri olası reaksiyonları çok da düşünmüyorum aslında.
2008 yılına, ilk albümünüze dönmek istiyorum. Beat Pyramid çıktığında Wu-Tang Clan’dan etkilendiğinizi söylemiştin. Günümüz hip hop sahnesi hakkında ne düşünüyorsun? Wu-Tang Clan gelmiş geçmiş en büyük gruplardan biri benim için. Hem bizim yaptığımız müzikte hem de kendi alanında birçok insanı etkilediler tabii ki. Şu an açıkçası güncel hip hop albümleri ve gruplarıyla pek de ilgilenemiyorum ama hala sıkı bir Wu-Tang Clan takipçisiyim.
Bu albüm ile sınırlarınızı zorladığınızı düşünüyor musun? Kesinlikle, bu sadece Field of Reeds için de geçerli değil. Biz her yeni albümde, durumumuzu kendimiz için hiç de kolaylaştırmaya çalışmadan sınırlarımızı sonuna kadar zorluyoruz. Bence her albüm bir öncekine göre farklı bir şeylere sahip olmalı, herhangi bir şey, ne olursa, ama farklılık kesinlikle hissedilmeli. Etrafta o kadar çok şey olup bitiyor ki bunlara kulağımızı tıkayıp, hala başladığımız noktadaymışız gibi davranamayız. Bunu da özellikle konuk sanatçılar alarak, dışarıdan birilerinin bakış açılarını ve yaratıcılığını kullanarak sağlamaya çalışıyoruz.
Bundan 100 yıl sonra sence müzik nasıl duyulacak? Çok ama çok uzun bir yoldan bahsediyoruz. Sanırım frekanslar ve radyo dalgaları ile ilgili değişim yüksek miktarda olacak, bunun da müziğe nasıl yansıyacağını biz göremeyeceğiz ama merak ediyorum. Ve son olarak, günümüzde internetin hızı, işlerini yaparken seni ne şekilde motive ediyor? Aslında tam tersi; motive ettiğini söyleyemem. Her şeye kolayca erişebilme durumuna karşı pek de pozitif bir bakış açısına sahip değilim. Ben müzisyenlerin inanılmaz aranjmanlarla, kendilerini yaptıkları müziğe adayarak elde etmek istediklerini belki de yıllarca uğraşarak başarabilmeleri fikrine hayranım.
Biraz önce de bahsetmiştin gerçi, Field of Reeds’de klasik piyano sesinin çok daha farklı duyulmasını sağladınız. Ama nasıl? Daha önce hiçbir pop müzik albümünde kullanılmayan ve oldukça nadir bulunan ‘magnetic resonator piano’ adlı bir cihaz kullandık ve bu zengin
65
INTERVIEW/DESIGN
Garret Chow
Bir Tasarımın Mekaniği İnsanı da bir mekanik sistem olarak değerlendirdiğimizde, makine mühendislerindeki tanrı kompleksini anlamak aslında çok da zor değil. Garret Chow neyse ki ne bir mühendis ne de kompleksli bir tasarımcı. San Francisco’dan Hollanda’ya, Tokyo’ya ve daha adını sayamadığımız birçok yere uzanan serüveninde İstanbul’da karşılaştığımız bisiklet tasarımcısı Garret Chow’un fiziğe meydan okuyan tasarımlarını eşeledik. röportaj hasan kaplan fotoğraf yalım kartal
XOXO The Mag
Bize kısaca Garret Chow’un hikayesini anlatır mısın? Nereden başlasam bilemiyorum. Tüm hikayeyi düşününce, çıktığım çılgın yolculuğa geri dönüyorum. Belki biliyorsundur, o dönemlerde Amsterdam’da yaşıyordum. Bir çılgınlık yapıp San Francisco’dan Amsterdam’a taşınmıştım. Aslında grafik tasarım ve illüstrasyon kökenliyim, ve o zamanlar bir tasarım ajansında çalışıyordum. Ben ve iki arkadaşım, Bob ve Charles, o zamanlar geceleri Amsterdam sokaklarında street art uygulamaları yapıyorduk. Yani gündüzleri ajanstaki işime devam ediyor, geceleri sokakları boyuyordum. Tesadüfen 290 Square Meters’ın sahibi Ido ile tanıştım. Henüz yolun başındaydı, ilk dükkanını açmıştı. Şimdikinden çok farklı ve küçük bir mekandı, hatta adı 90 Square Meters’dı. Neyse, bizim street art işlerimizi takip ediyormuş, bizi dükkanında bir gösteri yapmamız için davet etti. Devasa işler yaptık. Sanırım o mağazadaki ilk etkinlik bizimkiydi.
skateboarding’in içinde doğdum ve büyüdüm. Fixed gear bisikletler de benzer bir hareket sağlıyor. Arabaların ve trafiğin arasında hızla ilerlemek, işte ben buna sınırsız özgürlük diyorum. Mesela burada havaalanından eve gelmem saatlerimi aldı. O sırada bile şunu düşündüm, bisikletim yanımda olsaydı bir saat önce evde olurdum. İnsanlar sinirli bir şekilde arabalarında oturup beklerken, yanlarından hızla geçmenin verdiği huzur tarif edilemez. Kabul ediyorum, İstanbul özelinde bu biraz tehlikeli, fakat söz konusu özgürlük hissi olunca bazı riskleri almanız gerekiyor. Ama ben bisikletimle çok mutluyum. 15 yıldır hiç arabam olmadı. Benzin, sigorta, vergi, hiçbiriyle uğraşmak zorunda değilim. Biraz da işin tasarım kısmına girersek, kullanmaktan en çok zevk aldığın malzemeler neler? Bisiklet tasarımının tarihine baktığımızda kullanılan en eski malzeme, çelik. Ben de çelikten şaşmıyorum. Tabii ki her malzemenin farklı fiziksel özellikleri oluyor, daha pahalı malzemeler seçilirse titanyum veya karbon fiber de seçenekler arasına girebilir. Ama dediğim gibi eski bisikletler sadece çelikten yapılıyordu ve inan bana çelik bisiklet kullanmanın verdiği his bambaşka.
Canlı uygulama mı yapmıştınız? Hayır, canlı değildi. Bizim için ayrılmış olan yaklaşık iki buçuk metre genişliğinde bir alan vardı. İşlerimizi bu duvar üzerine uyguladık. Sonunda Ido ile yakın arkadaş olduk ve o da bir şekilde bizim iş partnerimiz olarak hayatımızda yer almaya başladı. Bu, hikayenin Hollanda tarafı, sonrasında ise Tokyo dahil olmak üzere üç yıl boyunca, sadece bir çanta ile dünyanın çeşitli yerlerini dolaştım ve nihayet San Francisco’ya geri döndüm.
Çeliğin rijitliğini göz önüne alırsak sürüş çok daha stabil oluyordur diye düşünüyorum. Kesinlikle öyle. Ağırlık problemi olsa da çelik bisikletler yoldan gelen tüm vibrasyonu emiyor. Bazen ağırlık sorununu ortadan kaldırmak için alüminyum gövdeler kullanılıyor fakat o zaman da vibrasyon oranı oldukça yüksek oluyor. Karbon fiber ise, hepsinden daha hafif, rijit ve pahalı. Karbon gövdeler çoğunlukla yarışlarda kullanılıyor, hatta Tour de France’da kullanılan bisikletlerin tüm parçaları karbon fiberden yapılıyor. Mesela 150 gram hafif gibi görünebilir ama bisiklet tasarımında önemli bir miktar.
Üç yıl çok uzun bir süre değil mi? Evet, aslında öyle. Aşağı yukarı beş yıl boyunca street art ile uğraştım ve bunun üç yılı seyahatle geçti. Avrupa’nın birçok şehrine gittim ama onun dışında Asya ve Amerika dahil farklı bir sürü yer gezdim. İstanbul’a da geldin mi peki? Hayır, İstanbul’a ilk gelişim oluyor bu. Ama şu an keşke daha önce gelseymişim diyorum.
Peki estetik mi sağlamlık mı senin için daha önce geliyor? Benim için sağlamlık ön planda. Şehir içinde kullanırken eğer bisikletiniz kırılırsa yaralanabilirsiniz. Yarışırken de bisikletin altınızda esnememesi gerekiyor. Ne kadar esnek olursa, pedal çevirirken uyguladığınız gücün absorbe edilmesi o kadar fazla olur. Yani uyguladığınız güç karşısında elde etmeniz gereken torku yakalayamazsınız.
Peki o kadar seyahat ettikten sonra tekrar San Francisco’ya dönmeye nasıl karar verdin? Aslında San Francisco’ya yeniden yerleşmem de tamamen tesadüfi oldu. Kız kardeşimi ziyarete gitmiştim ve o dönem yeni insanlarla tanıştım, yakın arkadaş olduk. Bu ekip sürekli bisiklet kullanıyor ve film yapıyordu. Ben de onlarla çalışmaya başladım. O sıralarda, tekrar evde olma fikri bana çok rahatlatıcı geldi ve orada kaldım. Bu arkadaşlığımız ve iş birlikteliğimiz devam etti ve nihayet Specialized çatısı altında Mash adlı projemizi gerçekleştirdik. Bisikletlerle geçirdiğimiz bu süre içerisinde, ufak bir şirket olmamıza rağmen pozitif enerjimiz ve çevremiz sayesinde daha büyük firmaların dikkatini çektik ve onlarla çalışmak için davetler aldık. Specialized’la geçen beş yıldan sonra geçtiğimiz Nisan ayında ekipten ayrıldım ve şu an yine bisiklet tasarımı yapıyor olsam da sadece kendim için çalışıyorum.
Mekanik bir sistem yaratmak için en az bir mühendis ve bir de tasarımcıya ihtiyaç var. Sen bu ikisi arasında nerede duruyorsun? Yıllardır çeşitli mühendislerle birlikte çalıştığım için temel konulara hakimim. Ama aslında söylediğine ek olarak bu mekanik sistemin yaratım süreci için ben en az üç kişinin gerekli olduğunu düşünüyorum; mühendis, endüstriyel tasarımcı ve grafik tasarımcı. Bazı durumlarda endüstriyel ve grafik tasarımcı birinci sırada yer alırken, bazı durumlarda ise bir kişi tüm süreci yönetebilir.
Seni bisikletlere bu kadar bağlayan ne oldu? Ayaklarla daire çizmek bir form aslında. Bu formda beni en çok etkileyense ‘fixed gear’ oldu. Fixed gear bir bisiklette fren sistemi yoktur, tıpkı olimpiyatlarda yapılan hız yarışlarında gördüğünüz bisikletler gibi. Siz pedal çevirdikçe krank her zaman döner, durmak istediğinizde de ters yönde pedal çevirmek zorundasınızdır ki bisiklet zıt yönde hareket etmeye çalışarak dursun. Yani sürekli pedal çevirmek zorundasınız. Ben ve arkadaşlarım aslında veledrom’lar için tasarlanan bu bisikletleri kullanmaya başladık ve bir daha da kopamadık.
Şu an üzerinde çalıştığın farklı tasarım objeleri var mı? Hayır, sadece bisikletlere yoğunlaşıyorum şu aralar. Son olarak, elinde sadece bir seçenek olsa bisiklete binmeyi mi yoksa bisiklet tasarımı yapmayı mı tercih edersin? Buna cevap vermem biraz zor. Haftanın her günü, her an bisiklete binebilirim. Fakat tasarım yapmak da benzer bir tatmin duygusu veriyor. Bisiklet kullanmak, daha doğrusu yarışçı olmak daha çok fedakarlık isteyen bir durum. Hem mental olarak hem de fiziksel olarak vücudunuzu terbiye etmelisiniz.
Şehrin içinde mi kullanıyorsunuz bu bisikletleri? Evet, kulağa çok çılgın geliyor, değil mi? Ben zaten Kaliforniya’da 67
INTERVIEW/PEOPLE
CRISTIANA CAPOTONDI
Filmler ve Saatler Aynı Denizde Yüzerse Erken yaşlarda İtalya’daki televizyon ekranlarında beliren Capotondi, 1995’ten beri sinema endüstrisinde tutkuyla çalışıyor. İtalyan sinemasında yer aldığı için hissettiği mutluluğu her cümlesinde aktaracak kadar kendinden ve tercihlerinden emin olan Cristiana, Hollywood’a sırtını dönmüş hayaller kuruyor. Jaeger-LeCoultre’un Emergency Vakfı ile birlikte gerçekleştirdiği sosyal sorumluluk projesi kapsamında gittiği Afganistan anıları sayesinde hayata başka açılardan bakmayı öğrenen Cristiana Capotondi, denizcilik ve oyunculuk arasında bir yerlerde -şimdi sayfalarımızda- duruyor. röportaj benan kaya fotoğraflar diambra mariani
XOXO The Mag
yüzeysel sonuçlar beni pek etkilemedi.
Oyunculuğun içgüdüsel olduğunu söylerler ama, çalışma hayatını rol yapmak üzerine kurmaya karar verdiğin dönemi hatırlıyor musun? Kendimi bildim bileli hayatın bazı yerlerinde bir şekilde paylaştığım ve mesleki olarak da benimsemek istediğimi hep bildiğim bir tutkuydu aslında. Oyunculuğun benim için taşıdığı bu önemin farkına erken varmam beni şanslı biri olduğuma inandırıyor, çünkü ne istediğimi bulmaya çalışarak zaman kaybetmedim ve diğerlerinin yürüdüğü o hep bahsedilen zorlu yolları arşınlamak zorunda kalmadım. Hayallerini aklında döndürüp durmakla kalmayıp onlara sıkıca tutunmayı tercih eden biriyim. Bu yüzden hayallerimin gerçekliğe karışabilmesinde yola erken çıkmış olmamın önemli bir rol üstlendiğine inanıyorum.
Peki, gitmek istediğin yol hakkında gayet emin olmana rağmen, üniversitede neden bambaşka bir tarafa, İletişim Stratejileri’ne yöneldin? Çünkü aynı zamanda hayatımı daha normal ve sıradan hale getirmek istiyordum! Ayrıyeten başka bir işimin olması ve o alanda eğitim almak benim için çok önemliydi. Bir metodoloji öğrenmek ve onu hayatıma uygulamak beni gerçekten daha farklı bir insan yaptı. Özellikle üniversitede aldığım kültür, sanat, tarih, felsefe ve psikoloji gibi derslerin hem bana hem de oyunculuğuma katkısı oldukça fazla. Film endüstrisine girmeseydin eğitim aldığın alanda ilerlemek ister miydin? Deniz mühendisliği okumayı çok isterdim; öyle ki denizi hayatımın yönünü tamamen değiştirmeyi düşünecek kadar seviyorum. Ancak denizcilik üzerine eğitim alabilmek uğruna Cenova’ya ya da Napoli’ye taşınmam gerekecekti. Bu durum film kariyerime sekte vuracaktı çünkü Roma’da yaşıyorum ve İtalyan sinemasının kalbi de Roma’da. Böylece oyunculuktan dolayı, denize yönelmekten vazgeçtim. Bir deniz aşığı olarak her fırsatta denize koşsam da, sanırım bu birkaç günlüğüne şehirden kaçmak için başvurduğum bir çözümden ibaret...
Bir bakıma, kariyerini erken yaşlarda inşa etmeye başlamayı doğru mu buluyorsun? Çocukluğumdan beri bağımsızlığa düşkündüm, kendi başımın çaresine bakabileceğim günleri iple çekerdim. O yaşlarda bile ailemden para almak istemezdim, niye ailem bana bakmak zorunda olsun ki diye düşünürdüm. Bu açıdan baktığımda çalışma hayatına önceden atılmanın bana epeyce zaman ve tecrübe kazandırdığından eminim. Kişiliğinin oturduğu bir dönemde oyunculuk yapmak... Hiç mi zorluk yaşamadın? Film işinde her zaman başka biri olmak durumundasınız. Sizden her an farklı bir kimliğe bürünmeniz ve buna göre davranmanız, yürümeniz, konuşmanız, bakmanız bekleniyor. Makyajınız, giysileriniz, saçınız bile size ait değil aslında. Her seferinde bir başkası olurken kendi kişiliğinizi bulmanız ve ona tutunmayı başarmanız o yaştaki bir insanı zorluyor haliyle. Karakterinizin hamur gibi yoğrulduğu bir dönemde zorluklar üst üste gelebiliyor. Benim de en fazla dikkat ettiğim husus, olgunlaşırken oyunculuk yapmanın beraberinde getirdiği gelgitlerden kötü etkilenmemekti. Yoksa çalıştığım için daha az tatil yapıyor ya da arkadaşlarımla daha az gezip tozuyor olmak gibi
Oyunculuk seni nereye götürüyor? Nereye sürüklendiğimi bilemiyorum ama İtalya’da kalmak istediğimden kesinlikle eminim. İtalyan sineması eskiden bir numaraydı ancak şu anda istenilen noktada değil; hatta belki oldukça kötü durumda olduğunu bile söyleyebiliriz. Bir yandan İtalyan sinemasını eski görkemli günlerine geri döndürmek için atılan ciddi adımlar da söz konusu. Hayallerimi bu değişimin ve dönüşümün parçası olmak süslüyor. Birçok kişinin aksine, Hollywood düşleri kurmuyorum. Sadece Rus Çariçesi Katerina’yı canlandırmak bile beni çok mutlu eder mesela; ona ve yaptıklarına gerçekten hayranım. Daha önce de Avusturya imparatoriçesi Sisi olarak rol almıştım, bu arada 69
ben sanırım tarihten karakterleri canlandırmayı seviyorum! Son filmin Un Ragazzo d’Oro’da Sharon Stone ile oynamak nasıl bir duyguydu? Pupi Avati, İtalyan sinemasının yetiştirdiği en iyi yönetmenlerden biri, ciddi bir geçmişi ve tecrübesi, çok orijinal bir bakış açısı var. Filmin çekildiği yer de rüyaları süsleyecek kadar güzeldi. Diğer taraftan Sharon Stone’un sete getirdiği bir Amerikan metodu vardı ve bu garip bir kontrast oluşturdu ama aynı zamanda harika bir karışım oldu. İtalyan sinemasını Hollywood’dan her fırsatta bariz bir şekilde ayırmanın sebebini açıklayabilir misin? İtalyan sinemasının özünde her şeyi daha güzel ve özel yapan bir şey var: Amerika’daki gibi milyonlarca dolarlık bütçelerle çalışmıyoruz, bu nedenle daha özgürüz ve bu da bizim filmlerimizi daha doğal ve hayatın içinden yapıyor. Sanırım Sharon Stone da tüm bunlar nedeniyle Pupi Avati ile çalışmayı çok sevmişti! Senin birlikte çalışma hayali kurduğun bir yönetmen var mı? Luc Besson birlikte çalışmayı çok istediğim bir yönetmen. Onun dışında İtalyan yönetmenlerle çalışmak memnun olmam için bana yetiyor. İnsan başkalarıyla çalışırken edindiği deneyimler sayesinde çok farklı vizyonlar edinebiliyor. “Beni değiştirdi” diyebileceğin iş birliklerin oldu mu hiç? Venedik Film Festivali’nde Jaeger-LeCoultre’un Emergency ile yaptığı projenin uzantısı kapsamında geçen yıl Kabil’de bir doğum merkezine gittik. Anabah Doğum Merkezi’nde her ay 300’den fazla çocuk doğuyor; biz oradayken günde ortalama 10 doğum gerçekleşiyordu. Ben iş birliğimize karşı hissettiğim inancın gücünü gösterebilmek adına orayı ziyaret ettim ve neticede hayatımdaki en özel deneyimlerden birini yaşadım. Koşullar o kadar ilkel ki insan orada doğuramaz zannediyorsunuz. Ama sonra, doğumların gerçekleştiğini gördükçe, insanın doğanın ayrılmaz bir parçası olduğunu görüyor, biyolojinin, metafiziğin ve spiritüelliğin ne olduğunu anlıyorsunuz. Dünyanın o bölgesinde yapılan doğumlara tanık olunca, hayata başka gözle bakmaya başlıyorsunuz. Nitekim ben de doğumun taşıdığı anlamı iliklerimde hissettim.
Emergency başka neler yapıyor? Emergency, aslında dünyanın en şanssız bölgelerinde, yani savaş ve kıtlık gibi sorunlardan muzdarip olan yerlerde hastaneleri olan İtalyan bir vakıf. Kurulalı sanırım 10 seneden fazla oluyor ama bu kısa sayılabilecek süre içerisinde başardıkları çok fazla. Şu sıralarda Afrika’da yer alan dünyanın en fakir ülkelerinden Sierra Leone’de bulunan cerrahi çocuk merkezine destek veriyor. Hatta daha yakından tanımak isteyenler, birlikte çalıştığımız Riccardo Scamarcio’nun orayı ziyaret edip yaşadıklarıyla ilgili hazırladığı belgeseli izlemeliler. Emergency’nin orada yaptıkları belki Afganistan’dan bile daha önemli çünkü ülke o kadar fakir ki bir hasta başka hastaneye gittiği zaman yaşama şansı yok gibi bir şey. Emergency’nin hastanesindeyse doktorlar Amerika ve Avrupa’dan geliyor, her şey olması gereken standartta tam teşekkülle ilerliyor. Sen nasıl dahil oldun bu projeye? Jaeger-LeCoultre ile birkaç yıl önce Venedik Film Festivali sırasında tanıştım. Benim için gerçekten çok önemli bir buluşmaydı bu. Emergency de bu buluşmadan sonra bana hediye gibi geldi... Jaeger-LeCoultre, sadece mücevher değerindeki tasarımları ya da teknik özellikleri açısından değil, duruşuyla da özel olan bir marka. Ben de saatlerini beğenip, bir yandan bu tavrına ve sorumluluklarına karşı hissettikleri farkındalığına saygı duyuyordum. Kişi seçtiği saatle karakterini de yansıtır mı sence? Neden olmasın! Örneğin, Jaeger-LeCoultre’un çok sevdiğim bir Reverso tasarımı var, neşeli ve insanları şaşırtabilen bir saat olduğunu düşünüyorum. Bu arada Rendez-Vous da çok beğendiğim tasarımlardan. Elbette herkesin tercihi kendi karakterini yansıtıyordur; markasını bilmeden ilk görüşte aşık olduğumuz saatler olması bunun bir kanıtı. Ama açıkçası Jaeger’in saatlerinde ortak bir özellik de var, hiçbiri zarafetten ödün vermiyor. Bu kadar çok ‘saat’ dedikten sonra aklımdaki klişe soruyu sormadan bitiremiyorum: Zaman sana ne ifade ediyor? Geç kalmayı hiç mi hiç sevmeyen bir insanım; bekletmek yerine beklemeyi tercih ederim hep. Beklediğim süre içinde hayal kurar, kitap okur, etrafımı seyrederim. Acele içinde olmayı sevmiyorum. Her gün kendime az da olsa zaman ayırmayı ve bu zamanı huzur içinde geçirmeyi seviyorum.
XOXO The Mag
lıterature
FİLİ HORTUMUNDAN TUTMAK
Anormal Sanısı Yaratan Normal Bir Yazar yazı şenol erdoğan illüstrasyonlar güneş engin
“Bundan sonra yazı yazmaya her oturduğunda, henüz yazar olmadan çok önce bir okur olduğunu hatırlayabilsen. Bu olguyu kafanda tespit et, sonra hareketsiz otur ve kendi kendine, bir okur olarak, Buddy Glass eğer kalbiyle seçebilse bütün dünyada hangi yazıyı en çok okumak isterdi diye sor. Bir sonraki adım korkunç, ama öyle basit ki yazarken ben bile zorla inanıyorum. Utanmazca oturursun ve kendin yazarsın. Bunun altını bile çizmeyeceğim. Altı çizilmeyecek kadar önemli.” J. D. Salinger/Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar ve Seymour: Bir Giriş (1963) Bir insan neden filmlerden nefret eder? Cevaplar sonsuzluğa uzanıyor gibi gözükse de, hayatın kurgusuna kapılarını kapamış birisi için cevap gayet kısa ve basit olabilir. Sinema size “filmik evren”i verir, Ado Kyrou’nun dediği gibi “sinemanın kapısından girilir ve çıkılır, lakin bir gün bir filme girersiniz ve bir daha çıkamazsınız.” Tüm gerçekliğiniz o filmik evrenin kurgusallığına bürünebilir -nasıl ki yaşadığımız bu gerçekliğin (birilerine göre ilahi kurgu) ne olduğuna dair, atomaltı fiziğinin miladından bu yana, fizik ötesi düşünceler üretiyorsak… Diğer taraftan zamanın öncesinden bize seslenen Zhuangzi (Chuang
Tzu)’nin “Rüyamda bir kelebek olduğumu mu gördüm, yoksa şu an insan olduğunu düşleyen bir kelebek miyim; bilmiyorum.” sözü de akla gelmiyor değil. Shane Salerno’nun yönettiği belgesel ve ölümünden sonra yayımlanacağı konuşulan kitapları vesilesiyle yazımızın kahramanı olan Salinger da bahsi edilen bu tümün farkında; onun problemi kurguyla zira. Filmlere kapalı olduğu gibi hayata (hayatın kurgusuna) kapalı olması, kendi ürettiği kurgudan başka bir şeyin varlığını kabullenmemesi, onun bireysel evreninde üstlendiği tanrı(cılık) rolünün -aslında senarist- göstergesi elbet. Bu noktada kaynak olarak yönelmek isteyenler Bergson’un görüntü üzerine ürettiklerine, Jim Morrison’ın ondan etkilenerek oluşturduğu vizyon notlarına ve Deleuze çözümlemelerine başvurabilir elbet. Öte yandan, kanımca, edebiyatın ölümüne yani ölmemesi gerekliliğine dair de bir hareket noktasıdır Salinger’inki, zira görsel-işitsel yayınlar, kitabın ve kurgusunun yerini alma noktasında öldüren oluşumlar olma gücüne sahiptir. Tıpkı politik olanın edebiyatı
XOXO The Mag
-her nedense- onu merak ediyorsanız yapmanız gereken tek şey yayımlanmış tüm eserlerini okumanızdır. Belki de yaratabilen bir yazar olarak Salinger, Kafka’nın bir yahudi olarak Almanca konuşamama azabını çekmekteydi tüm kaçışlarında. Kurgunun içindeki kurguyla başının dertte olduğuna inanmamam ve de bunun varoluşsal saçma bir sancıya, sonrasında da çok zevkli, kurgusuyla bağlantılı bir oyuna dönüştüğünü düşünmemem için hiçbir engelim yok ki. Nihayetinde, kalkıp Hemingway’i övgülerle ziyaret eden bir adamın tek derdi, yazınındaki kurgu olmalıdır da diyorum ben. Deleuze, bize “Bir olanaksızlıklar bütünü yaratıcının soluğunu tıkamıyorsa o bir yaratıcı değildir; bir yaratıcı kendi olanaksızlıklarını yaratan ve aynı zamanda olanaklıyı yaratan biridir.” derken, sanki, Salinger’ın benim için hiç de gizemli olmayan ve insanlar için neden gizemli olduğunu da hiç anlamadığım durumunu açıklıyordu. Sonuçta neyi çok iyi biliyoruz; her yazarın, yaratıcının gölge olduğunu (hakiki varoluş, üretimdir) ve gölgelerin narsisizminin olamayacağını; belki de budur tüm mesele. Stop.
öldürme noktasına geleceği gibi -ki bunun örnekleri SSCB’de var (Deleuze)-, burada da kapanma ve kurguyu koruma mevzusu ortaya çıkar yeniden. Örtmek ve örtünmek, bilinir ki, insandaki eşeleme dürtüsünü açığa çıkarır. Saklanan yani örtünen bir yazar, yazması sebebiyle, örtünenden çok kendini açığa koyan, ortaya dökendir. Her zaman merak etmişimdir, dahası bana ilginç gelmiştir; neden insanların hayatları, yazdıklarının ve hatta sanatlarının ötesinde irdelenmeye çalışılır, zira bugünün pop magazin kültürünün paparazzi geleneğinden hiç de farklı olmayan organizmalardır bunlar. Öte yandan, bir yazarın üzerine yazı yazmak noktası da böyledir, örneğin Salinger hakkında öğrenilmek istenen bir şey varsa gidip tüm kitaplarını okumak, onu sevmek ya da çöpe atmaktır tüm mesele. İlla bir adım öteye gitmek isteyen biriyseniz; hatırı sayılır bir araştırma kitabı olan -hem de kalınÜzüntü, Muz Kabuğu ve J.D. Salinger isimli Türkçe çalışmayı irdeleyebilirsiniz. Hatta internete girip yazar hakkında bireysel yüzlerce saçmalığı sağdan soldan da okumanız da mümkün. Ama tekrar ediyorum, bir şekilde Salinger okumamışsanız ve 73
INTERVIEW/MUSIC
MS MR
bİr kadın, Bİr erkek Dream pop’a yeni bir soluk kazandıran New York’lu MS MR, ilk albümleri Secondhand Rapture ile yılın en çok konuşulan gruplarından biri haline geldi. Kayıt sürecini en yakınlarından bile saklayan Lizzy Plapinger ve Max Hershenow ile, temkinli adımlar atarak kaydettikleri albümlerini bahane edip bir araya geldik. Karşımıza, MS MR adının müzik dünyasında günü birlik bir proje olmadığının sinyallerini veren, planlı davranan, heyecan verici müzisyenler çıktı. röportaj vehbi görgülü fotoğraf selex
XOXO The Mag
fotoğraf selex
dolaylı iletişim biçiminden soyutlayabilmesi mümkün mü? LM: Aslında buna gerek yok, çünkü ikimiz de medyayla kuşatılmış bir jenerasyonun çocuklarıyız. MH: Secondhand Rapture’ın derin ve duygusal anlamda yoğun bir albüm olduğunu düşünüyorum. Bu yoğunluğu elektronik enstrümanlarla yakalamak kimi zaman zor olabiliyor. Fakat medyanın da içine fazlasıyla dahil olduğu bir alanda müzik yapmayı heyecan verici buluyorum. Yararlanmayı bildiğiniz sürece elinizin altında birçok olanak var.
Birlikte müzik yapmaya karar verme süreciniz ilginç mi? Lizzy Plapinger: Pek sayılmaz, Max’le tanıştığımız dönemde halihazırda elimde bulunan çalışmalar vardı. Bir araya gelmemizle birlikte, kayıtların neredeyse %75’ini hemen tamamladık. Fakat dinleyici ile buluşmadan önce Max ve ben müzikal anlamda hangi noktada durduğumuzu tam olarak kestirmek istiyorduk, bu nedenle de albümü yayınlamakta aceleci davranmadık. Aceleci değilsiniz, ama sizi hiç dinlemeyen birisine hızlıca kendinizi nasıl tarif edersiniz? Max Hershenow: Bu bizim ilk müzikal projemiz, ve sanıyorum yaptığımız işi rahatlıkla saf pop müzik olarak tanımlayabiliriz.
Kayıt sürecini en yakın dostlarınızdan bile gizlemişsiniz. Süreci neden saklı tutmayı tercih ettiniz? MH: Liz’in de söylediği gibi, her şeyden önce müzikal anlamda bulunduğumuz konumu kavramak, pekiştirmek ve tam anlamıyla bağımsızlığımızı elde etmek istedik. İlk albümümüz de bu bağımsız ruhu yansıtıyor. Ne bağlı olduğumuz plak şirketinin, ne de herhangi bir başka aktörün etkisi albüme yansıdı. Sadece ikimiz varız. Kayıt sürecini gizli tutmamızın bir diğer sebebi de, Liz’in, plak şirketi Neon Gold’un kurucu ortaklarından biri olmasının projeyi gölgelemesinden duyduğumuz çekinceydi.
Her ikiniz de yeni medyayla doğrudan alakalı alanlarda eğitim aldınız. Sizce işin teorik boyutu müzik yapmak için önemli mi, yoksa tam tersine kısıtlayıcı etkilere mi sahip? MH: Elbette ki önemli. Kayıt süreci boyunca Lizzy ile akademik seviyede edindiğimiz bilgiler ve ilham aldığımız fikirler hakkında sıkça paylaşımda bulunduk. LM: Dediğin gibi, ikimiz de yeni medyaya karşı oldukça ilgiliyiz. Dolayısıyla ister bir video prodüktörü, ister bir senaryo yazarı olun, öğrendiğiniz her şey değişen medya ortamını anlamanızda yol gösterici oluyor.
Secondhand Rapture’da ‘Think of You’ gibi duygusal anlamda fazlasıyla yoğun parçalar var. Albümdeki parçaların yorucu bir ilişkinin ardından yazılmış olduğunu söyleyebilir miyiz? LM: Tam olarak değil. Her bir şarkı farklı ilişkilerimizden, farklı deneyimlerimizden izler barındırıyor. Yine de albümün lirik bir anlatım yapısına sahip olması böyle bir izlenim uyandırıyor olabilir.
Bir röportajınızda, tüm ilişkilerin medyanın da içine dahil olduğu dolaylı bir yol kullanılarak kurulduğundan bahsediyorsunuz. Üretim sürecinde insanın kendini bu 75
fotoğraf shervin lainez
Neden ilk albümünüzü Neon Gold aracılığıyla yayınlamadınız? LM: Neon Gold olmadan da var olabileceğimizi göstermek istedik, temel olarak. Aksi takdirde yaptığımız iş ciddiye alınmayan bir projeye dönüşebilirdi. MH: Neon Gold, kataloğunda ilham aldığımız birçok ismi ve yakın müzisyen dostlarımızı barındırıyor. Yaratıcı bir iş ortaya çıkarmak adına buradan tamamen soyutlanmamız gerektiğini düşündük. Bir MS MR şarkısının yaratım sürecine neler ilham kaynağı oluyor? MH: Keşke ben de bilsem; inanın, hayat daha kolay olurdu. Yine de bilirsiniz işte… Bazı kilit anlar yaşıyorum. Kırılgan olduğum anlarda ya da akşamdan kaldığım bir gecenin sabahında fikirler zihnimde uçuşmaya başlıyor. Kendimi savunmasız hissettiğim anlarda daha yaratıcı oluyorum. Galiba insanım. Bırakın sıkıcı olayım; ilham aldığınız müzisyenler kimler? LM: Ben de sıkıcı cevap vereyim o zaman: Tek bir isim vermek zor, müzisyenlerin algısı her zaman açık oluyor. Örneğin; kısa bir araba yolculuğuna çıktığında bile, radyoda onlarca parçayı arka arkaya dinliyorsun ve hiç beklemediğin anda aralarından biri senin ilham kaynağın olabiliyor. Eminim müzikal üretim yapan herkes aynı hissiyatı paylaşıyordur.
Görsel duruşunuz en az müziğinizin kendisi kadar vurucu bir etkiye sahip. Neden parçalarınızı internet üzerinden paylaştığınız ilk dönemde anonim kalmayı tercih ettiniz ve fotoğraflarınızı bile takipçilerinizle paylaşmadınız? LM: Bu da aslında Neon Gold’dan bağımsız olarak çalışmak istememize ve stüdyodayken kimseye haber vermememize benzeyen bir durum. İnsanların müziğe yoğunlaşmalarını istedik, çünkü bu projenin temelinde müzik yer alıyor. Şimdi insanlar videolara ve fotoğraflarımıza bakıp neye benzediğimizi görüyorlar. Fakat işin bu kısmı bizim için hiçbir önem taşımıyor. Tüm derdimiz ve kaygılarımız, yaptığımız sanatla ilgili. New York’ta yaşamak müziğinizi hangi açıdan etkiliyor? MH: Albüm kayıtlarını benim dairemde gerçekleştirdik ve sokaktan yankılanan sesleri temizlemek için herhangi bir girişimde bulunmadık. Dikkatle dinlerseniz, parçalarda şehrin sesini duyabilirsiniz. Şehrin melodisini kayıtlara taşıdığımız bu durum fazlasıyla hoşumuza gidiyor. Peki son olarak, sizi İstanbul’da canlı izleme şansımız olacak mı dersiniz? LM: New York’ta müzik yapıp Türkiye’de tanınıyor olmak insana kendini muhteşem hissettiriyor. İstanbul’da sahne almayı tabii ki çok isteriz.
XOXO The Mag
İstinye Showroom Sarıyer Caddesi, ABC Plaza No:1 İstinye - İstanbul T. 0212 323 69 64 F. 0212 229 50 80 info@fercomotor.com.tr www.fercomotor.com.tr
INTERVIEW/PEOPLE
ÖMER MADRA
Bütünün Bir Parçası Olmak Açık Radyo’da Ömer Madra’nın masası üzerindeki okunmuş onlarca makaleyi, gazete kupürlerini görünce, “Ben de bütün bunları okursam, aklındaki kelimelere, hatta düşünce dünyasının ana damarına ulaşırım, belki...” diyebilmeniz mümkün. Ancak asıl mesele; tüketim sınırına varalı, hatta onu zorlayalı çok olduğunu idrak etmekte. Sizin farkındalık geç kaldıysa, an itibarıyla “Kendi kendime yeterek nasıl yaşayabilirim?” sorusuna yönelmeye hazırlıklı olun. Zira, ilerleyen sayfalarda Ömer Madra, insanlara -onlarca defa duydukları ama hep göz ardı ettikleri bir konular bütünü olarak- bir kez daha doğanın sadece birer parçası olduklarını hatırlatmaya çalışacak, ve bunu tabii ki bizim aracılığımızla yapacak. röportaj ali tünay fotoğraflar yalım kartal
XOXO The Mag
Biliyorum bu konu çok fazla konuşuldu bugüne kadar ama bununla başlayalım... İklimin, çağımızın en büyük insan hakları mücadelesinin “ana sahnesi” olması inancınızın temel unsurları neler? Bütün her şeyin bağlamını iklim oluşturuyor. Temel, biyolojik, kimyevi, fiziki bir gerçeklikten bahsediyoruz. İnsanlığın yerleşik düzene geçmesi on bin yıldan biraz fazlaya tekabül ediyor. Ondan sonrasında, her şeyi içeren, mimarisinden, demokrasisinden, diktatörlüğüne kadar medeniyet adına aklınızdan ne geçiyorsa kurulmasına izin veren zaman diliminden söz ediyoruz. Bunu da ancak ılıman bir iklimde yapabiliyor insanlık. Başka bir deyişle, ekim yapmaya imkan veren: İklim. Şimdi, kontrolden çıkmaya yüz tutmuş bir olaydan bahsediyoruz. Sadece insanlığın değil, pek çok türün de sonunu getirecek, dünya üzerinden silinmesine neden olacak bir iklim değişikliği var. Gezegen tarihinde ilk defa iklim değişikliği insan faaliyetlerinden kaynaklanıyor. Açmak gerekirse, Subhankar Banerjee’ye göre içinde bulunduğumuz durum bir distopya. Tam bir distopya toplumunda yaşıyoruz. Enerji ve iklim açısından çeşitli boyutları var; ekolojik, ekonomik, politik ve sosyolojik. Aslında, distopya dediğimiz şey edebiyatçıların hayallerinden çıkar. Örneğin; George Orwell’in 1984’ü. Bugünse içinde bulunduğumuz fiziki gerçeklik zaten bir distopya yaşadığımızı söylüyor.
ortada. Sistemin sürdürülemeyeceğinin herkes farkında. Ancak böyle davranılmıyor. Herhangi bir akşam, televizyonu açın, sonu gelmez reklamlarla tüketim ekonomisinin pompalandığını görüyorsunuz. 11 Eylül saldırılarından sonra Bush kendi vatandaşlarını alışveriş yapmaya çağırmıştı. Hastalıklı bir durum var. Çok taze, Gezi Parkı forumlarında yeni bir toplum nasıl kurulur konusu konuşuldu. Mutluluk arayışıyla çok önemli bir dönüşüm oldu ve bu süreç devam ediyor. BBC muhabiri Selin Girit, “daha fazla tüketmemenin yolunu bulmalıyız” şeklinde konuşan, foruma katılan insanları tespit etmiş. Diğer taraftan, tüketimi durdurmayı vatana ihanet olarak gören bir anlayış var karşımızda. Yanlış bir bakış açısına sahipler. Tüketimin durdurulmaması halinde, ne hükümet, ne insanlar, ne hayvanlar ne de bitkiler kalacaktır. Tüketiciliğin yerine bir alternatif geliştirmek gerekir. Bütün mesele bu. Bu durumda, basit bir çözümlemeyle; hayat tarzımızı tamamen değiştirmek gerekiyor, değil mi? Elbette, mantık bunu söylüyor zaten. Fiziki kurallar da bunu gerektiriyor. Sınırlı olan bir dünyada sınırsız büyümeye dayalı bir ekonomiden bahsediyoruz. Bunu ancak şu anki delirmiş dünya düşünce yapısı kabul edebilir. Her şeyin sınırlı olduğunu hepimiz biliyoruz ama sınırsızmış gibi davranıyoruz. Tüketim anlayışının en önemli sorunu şu; insan değerleri çarpılıyor. Eğrilip, bükülüyor. Demokrasinin temeli kendi geleceğini belirleyebilme, seçme hakkıdır. Şu anda yaşadığımız demokrasinin bu hakkı sunduğuna kesinlikle katılmıyorum. Buna gerçek demokrasi yerine bir çeşit “uyurgezer demokrasi” diyebiliriz. Seçimden seçime, birilerini seçip, aynı şeyi sürdürmek... Bu kabul edilebilir değil, devam ettirilemez.
Bu noktada sizin iklim değişikliğine karşı İstanbul Manifestosu’nda da yer verdiğiniz, “iklim değişikliğiyle sosyal adaletsizlik de büyüyor” noktasına geliyoruz… Şüphesiz, ta kendisi… Muazzam bir sosyal kaos olacak. Mesela Bangladeş gibi bir ülkenin de üçte biri su altında kalacağı için Hindistan’a gitmek zorunda kalacak. Denizde boğulmayacaklarsa… Bu arada Hindistan binlerce kilometrelik bir duvar örmekle meşgul. Söylediğim gibi, sosyal kaos olacak ve bunun adı da sosyolojik distopya. İstanbul Manifestosu’nda da dillendirdiğimiz gibi Orta Doğu’da Suriye, İran ve Türkiye’yi de içine alan bölgede de çok ciddi bir kuraklık bekliyoruz. Belki bu durum Suriye’deki olayların sebeplerinden biri olarak da ortaya çıkıyor.
Noam Chomsky ile yaptığınız röportajda doğa haklarından bahsetmiştiniz. İnsan haklarını vermeden doğayı korumak mümkün değil veya tam tersi de geçerli diyebilir miyiz? Aynı şey zaten. En temel bakış açısı, çoktan kaybedilmiş durumda. 500 yıl kadar önce, Kuzey Amerika, Orta Amerika ve Avustralya yerlileri ortadan kaldırılıp, yerine beyaz adam düzeni getirildi. Sonrasında da Birinci Dünya Savaşı’nı takip eden tüketim çılgınlığı yerini aldı. Şimdi, o ortadan kaybolan yerlilerin bakış açısı geri geliyor. Onlar büyük resmin bir parçası olduklarının farkındaydılar. “Doğa yoksa biz de yokuz” temelinde bir kültürleri var. Yerlilerin “doğanın hakları bizim haklarımızdır” dedikleri bir şey var ve bu geri geliyor. Örneğin; Bolivya’da, Evo Moralez bir yerli olarak başa geldi.
Çizdiğiniz bu çerçevede iklim değişikliğini bir modernite sorunu olarak görmek mümkün mü? Bence modernite sorununun da ötesinde bakmamız gerekiyor. Tuhaf bir şey; paradigma meselesi aslında bu. Halihazırdaki modelde, herkesin en iyisi olduğunu düşündüğü kapitalizmin içinde olduğumuz şekliyle bu işin sürdürülmesinin mümkün olmadığı mantıken de 79
Chomsky de bu yerlilerin değerlerinin bir şeyleri değiştirebileceğini söylüyor. Tarihe baktığımızda eski çağlardan bu yana medeniyetler arası alışverişin sürdüğünü görüyoruz. Dolayısıyla küreselleşme için yeni bir olay demek zor. Bu noktada, şu anda sonuçlarına katlandığımız sistemi bir kronoloji içinde ele almak mümkün mü? Küreselleşme kesinlikle yeni bir şey değil, bunu hepimiz biliyoruz. Sorunuza gelince, bir kronoloji içinde değerlendirmek çok kolay değil tabii. Kristof Kolomb’a kadar gidilebilir ama gerçek anlamda doğanın üzerinden silindir gibi geçilmesi Endüstri Devrimi ile başlar. İnsan emeği, hayvan emeği ve kölelerin emeği yerine; önce kömür, sonra buhar makinesi, sonra da petrol ve doğal gazla yani fosil yakıtlarla, milyonlarca yıllık güneş enerjisinin, sınırsız büyüme hayali ve aptallığı içerisinde tüketilmesine dayanan bir sistem ve bunun üzerine her şeyi feda edebilme düşüncesi başladı. O zaman ne doğa ne de başka bir şey umursanıyor tabii. Sonra da İkinci Dünya Savaşı sonrası tam bir çılgınlık halini alıyor. Sınırlarını tam çizmek zor… Genek olarak, iklim değişikliğine karşı ‘indirgemeci’ yaklaşımdan çok şikayetçisiniz. Bu terimi biraz açabilir misiniz? Denizlere demir tozu atarak, aynalar koyarak, güneşi gökyüzüne yansıtarak jeo-mühendislik projeleriyle durumu çözeriz gibi bir bakış var. Bunlar tamamen sendroma yönelik yaklaşımlar. Sendromu hastalık sanarak onu iyileştirmeye çalışan bir bakış açısıyla karşı karşıyayız. Bunun esiriyiz aslında. Bu hapishanenin dışına çıkamıyoruz. Aynı şey beslenmede de mevcut. Kanser, diyabet… Düşünsenize, çocuklarda diyabet çıkıyor. Küçük çocukların tip 2 diyabet hastalığına yakalandığını görüyoruz. Kalp ve damar hastalıkları da en büyük öldürücü olmaya devam ediyor. Bu hastalıkların hepsine tek tek bakıp “şu molekül yapıyordur, şu zehirdir, bunu karşı bir aşı üretelim” diyoruz. Her hafta yeni bir ilaç, yeni bir ameliyat tekniği çıkıyor. Temelde bütün bunlar çevredeki toksisitenin artması ve beslenme alışkanlığının kötülüğünden meydana geliyor. Bunu kimse söylemiyor. Orman yangınlarından ve sellerden bahsederken kimse küresel iklim değişikliğinden bahsetmiyor. Bütünün bir parçasından başka hiçbir şey olmadığımızı görebilsek durum çözülecek ama bu bakış açısında da para yok. Bu nedenle bir türlü devreye giremiyor.
Bu arada bu sistemin sadece ekolojik olarak değil aynı zamanda ekonomik olarak da devam ettirilemez olduğunu kanıtlayan haberler de gelmeye devam ediyor ve tabii bu hep sürecek gibi gözüküyor. Bu çerçeveden Detroit şehrinin batmasına dair haberleri nasıl okursunuz? 18 milyar dolarlık borçtan söz ediyorlar. Olacak iş değil! Ve bunu kurtardılar. Batan şirketlerin hepsi kurtarıldı ama orada çalışanlar mahvoldu. Tepeden aşağı çöken bir sistemi gösteren bundan daha iyi bir örnek bulamazsınız. Chrysler, Chevrolet… Herkesin gözdesi. Kapitalizmi besleyen bir numaralı ikonayı yok ettiler; yerlerde sürünüyor. Zaten nüfusu da eski nüfusunun %40’ına inmişti. Peki Türkiye’deki şehirleşmeyi nasıl görüyorsunuz? Tarım nüfusu gittikçe azalıyor. Aynı sorun. İnsanların yerel haklarını muhafaza etmeniz gerekir. Zaten kalmış bir tarım üretimi yok. Hepsi fabrikalaşmış durumda. Köylülerin o topraklarda barınamayacağı bir sisteme doğru gidiliyor. Köylülüğün kalmadığı tamamen tarım endüstrisine yönelik bir sistem. Bu noktadan bakınca neoliberalizme, liberal ve demokratik bir sistem demek zor oluyor, değil mi? Şöyle düşünelim, dünyada hapiste olan insanların dörtte biri sadece ABD’de. Ancak Amerikan nüfusu dünya nüfusunun %5’ine denk geliyor. Düpedüz köle olarak çalıştırıyorlar. Kaliforniya’da otuz bin kişinin katıldığı isyanlar aslında birer köle isyanıdır. Spartaküs isyandır. Bugün, sıradan suçlar için bile insanlara günde sadece bir saat avluya çıkma izni veriyorlar. Bu, Clinton döneminden beri böyle. Occupy hareketi bu nedenle çok başarılı. Şu anda dağıldı ama geri gelecektir. Biraz klişe olacak, ama son sözü size bırakmak istiyorum… Hepimizin bildiği üzere, ABD, dünyanın en zengin ülkesi ve bir numaralı sorunu açlık. Böyle bir şey düşünülebilir mi? ABD’de 49 milyon insanın yatağa girdiği zaman yarın ne yiyeceği konusunda bir fikri yok. Bu, kabul edilebilir bir sistem olamaz ve bunu değiştirmek için de çok zaman kalmadı. Şimdi kavga zamanı, sürekli konuşmalarımda kullandığım, Rebecca Solnit’in çok sevdiğim bir lafı var; “Kavgaya girersek bir ihtimal kazanabiliriz ama girmezsek kazanamayacağımız garanti!”
XOXO The Mag
ŞİMDİ, FARKLI TATLARLA KANATLAN İ N E Y
CRANBERRY. MİSKET LİMONU. YABAN MERSİNİ. RED BULL ETKİSİ. 81
CHIC AND CURVY Yeni ATIV BOOK 9 LITE Dizüstü Bilgisayar; dokunmatik ekranı, 16.9 mm ince ve hafif tasarımı ile hayatınızı kolaylaştırmak ve şıklığınızı tamamlamak için tasarlandı…
* an original idea by CO photographer emre ünal styling mahizer aytaş hair mehmet menteş photography assistants abdullah inal, erdi doğan post-production sezer arıcı
Bu bir iland覺r.
elbise ipekyol kolye ipekyol bilezik ipekyol
bluz ipekyol triko machka etek zara kolye ipekyol saat storks çanta prodßksiyona ait
elbise beymen collection
kaban céline/beymen çanta saint laurent/beymen gözlük stella mccartney
ceket ipekyol gรถmlek ipekyol pantolon ipekyol saat storks
fıle
Menüde sıcak baharatlar, derin odunsular ve bir de tuhaf beyaz çiçekler var. Sonbahar, turuncu yapraklardan ya da kurgusu önden yapılmış romantik yağmur sahnelerinden ibaret değil, nemin neredeyse yok olduğu, sek ve serin rüzgarlar da oyuna dahil. Kayda alınması gereken, gelmiş geçmiş tüm burunlar, borsa bandı gibi hep aynı cümleyi tekrarlıyor: “İş parfüme geldiğinde, teniniz kadar yaşadığınız coğrafyanın iklimi de önemli.” İşte sonbahar ve kış; yan masada oturan, talihsiz bir figürana şiddetli baş ağrıları yaşatmaksızın odunsu notaların, kremli aromaların, sıcak baharatların tadına varabileceğimiz bir dönem. Kimi zaman beyaz çiçeklerin ve güllerin de kendilerini ‘baharın sonu’na ustaca (sinsice demek daha doğru olur, bu beyaz çiçeklere hiç güven olmaz) uyarlayabildiğini görüyoruz ve tabii ki bu tip cüretli ataklara saygımız sonsuz. Ancak bizim gözümüz yüksek basınçta, yüksek notalarda, yüksek doz baharat ve odunsularda. Merhaba safran, merhaba is ve pus, merhaba kakule, merhaba Gaiac ağacı, merhaba deri akorları… Sizleri görmek her zaman bir zevk. hazırlayan ayşecan ipek illüstrasyonlar deniz yeğin ikiışık
FALL DELICACIES Beyaz çiçeklere neler oluyor?
İs ve pus takımının fanatiği olsak da beyaz çiçeklerin gücünü inkar edemeyiz. Net, keskin ve ağırbaşlı bu hanımefendiler, kütüphane stilinde giyinen ‘iyi kızlar’ gibidir. Beyaz gömleğin ikinci düğmesi açıldığında ortalık cehenneme dönebilir. Bu çiçeklerin en iddialısı hiç kuşkusuz, zambak. Aedes de Venustas, ikinci parfümü Iris Nazarena’da kiliseninkilerle birlikte tehlike çanlarını da çalıyor. Nasıralı zambağın etrafında dönen bu odunsu ve pudralı parfüm, Ralf Schwieger’in yaratımı. The Different Company’de babasının ayak izlerini takip eden Celine Ellena, Sublime Balkiss’te İtalyan bergamotu ve orman meyvelerini, Bulgar gülü, Mısır menekşesi, zambak, paçuli ve deri akoruyla harmanlıyor. Ormonde Jayne Tiare, parfüm eleştirmenleri tarafından bir mücevher olarak tanımlanıyor. Parfüm evinin kurucusu Linda Pilkington, turunçgiller ve Tahiti gardenyası arasındaki dengeyi bulmakta bir hayli zorlanmış. Mandalina, portakal çiçeği ve Sicilya misket limonu sahneyi frezya, su zambağı, yasemin, ylang ve menekşe köküne bıraktıktan sonra Tiare, parıldak ve kıvılcımlı kimliğini terk edip kremli bir yeşilliğe bürünüyor. Bu dönüşümün sorumlusu en dipte yatan sedir, vetiver, sandal ağacı, paçuli, yosun ve misk olsa gerek… Estée Lauder, uzun süreli sessizliğini Modern Muse ile bozuyor. İşe bakın ki parfümün yüzü Arizona ‘Muse’. Kendine ve stiline güvenen kadının portresini çizmek parfümör Harry Frémont’a düşüyor. Başını pırıltılı yasemine, XOXO The Mag
vücut buldu. Ben Gorham’ın egzotik karakteri, fotoğraf dünyasının ismi telaffuz edilemeyen ikilisi Inez van Lamsweerde ve Vinoodh Matadin’in hayatı ile birleşiyor ve tabii ki bu evliliğe en çok biz seviniyoruz. 1996’da ikili tarafından fotoğraflanan Kirsten, gizli ilham perisi. Inez ve Vinoodh, seyahatlerinden akıllarında kalan notaları, evlerini, fotoğraflarını Ben Gorham’a açıyor ve ortaya buzlu orman meyveleriyle başlayan, kremli menekşe kökü ve flörtöz menekşe çiçeği ile devam eden, konyak renginde ve tadında sıcacık, zehirli amber, deri akoru ve paçuli ile son bulan bir hikaye çıkıyor. Keiko Mecheri’nin kült parfümü Loukhoum, Eau Poudrée versiyonuyla şekerli badem ve beyaz gülü daha da gurme bir yerlere taşıyor. Pudralı ve şekerli olmasına rağmen alıştığımız kadın kokularından hemen ayrışan bu lokum, sıkılmadan kullanılabilir.
gövdesini ise güçlü odunsulara yaslayan esans, çok satanlar listesine hızlı giriş yapacak Estée Lauder parfümlerinden biri olmaktan öteye geçebilecek mi göreceğiz. Agent Provocateur’ün parfüm sektöründeki gücü inkar edilemez. Pétale Noir, markanın parfümlerinde karşımıza çıkan çiçeksi ve aquatic karaktere sadık kalmış, yani seksi bir iç çamaşırının parfüme dönüşmüş halini temsil ediyor.
FLOWERS AND MORE
Çiçek özleriyle yaratılmış bu parfümler, aslında çok daha fazlasına sahip.
SMOKY CITIES
Tokyo, isli puslu şehirlerden ilham alan bir kategoriye nasıl girdi demeyin… Comme des Garçons Black, modaevinin kıyafetlerden daha fazla ilgi gören parfüm yaratma kuralını bozmuyor. Açılışını karabiber, tütsü ve olibanum’la yapan bir aromatik odunsudan bahsediyorsak, bizi neyin beklediğini az çok kestiriyoruzdur. Deri, meyan kökü, huş ağacı kalpte. Sedir ve vetiver ise en dipte. Siyah, yalın şişenin içinden çıkan sek votka görünümündeki esans, tene değdiğinde is, pus ve dumana dönüşüyor. Tom Ford da sis ve pusun peşine düşen bir diğer isim. Private Blend koleksiyonunun son üyesi London’dan çiçekli böcekli
Bir anti-çiçek ve anti-meyve insanı olarak şunu itiraf etmeliyim ki çiçeklerin açtığı yerlerde güzel sürprizlerle karşılaşmamız da mümkün. Örneğin, Tom Ford’un Atelier d’Orient serisinde yer alan Shanghai Lily, çiçeksi oryantal kategorisine taze bir soluk getiriyor: Olibanum, vanilya, acı portakal, pembe ve kara biber, karanfil, yasemin, gül, vetiver, kaşmir, benzoin, labdanum, tütsü ve Gaiac ağacı gibi zengin bir sofraya kurulan bu parfüm, Madame Butterfly’ı bile sollayacak karmaşıklıkta. Armani Privé’nin Doğu’ya göz kırpan parfümü Rose d’Arabie, Binbir Gece Masalları’nın modern bir yorumu: Damask gülünü, paçuli ve Arap odunsularıyla kombinleyen parfüm, siyah şişesi ve altın kapağıyla ait olduğu coğrafyayı bir kere daha belli ediyor. Parfüm dünyasına heyecanlı fısıltılarla yayılan Byredo 1996, nihayet klasik Byredo şişesinde
masallar dinlemeyecektik elbette! Madagascar’dan gelen biber yağı, safran, kakule, kişniş tohumu, kimyon ve kahve, kalpte yatan sardunya, yasemin absolute, tütsü ve laden, en dipte yer alan oud, meyan kökü, Atlas sediri ve torç ile London, yangın sonrası geride kalan küllerin de alevli bir esans yaymaya devam edebileceğini kanıtlıyor. Le Labo’nun şehirler serisinin eski üyelerinden Gaiac 10 Tokyo, işte hemen şu an hatırlanması gereken bir parfüm: Misk, Gaiac ağacı, sedir ve olibanum’un dışında kimselere yüz vermiyor ve tam da bu yüzden çok özel. 89
fıle
SAFFRON, OUD AND LEATHER Sıcak, tehlikeli, karmaşık formüller, Doğu’ya saygı duruşunda.
Kimileri hızla uzaklaşır, kimileriyse havayı koklayarak yavaş yavaş yaklaşır. Bu köşeli ve etkileyici kategori, baharat ve odunsuların iddialı bileşiminden oluşuyor. Safran, 2013’ün yıldız ham maddelerinden biri. L’Artisan Parfumeur bu durumu önceden kestirmiş olsa gerek. 2002’de piyasaya sürülen ve o günden itibaren Le Marais sokaklarını egemenliği altına alan Safran Troublant, ünlü
oud ile başlayan mistik Doğu hikayelerine kayıtsız kalamıyor. Velvet Desert Oud, tütsü, oud, amber ve miski kadifenin pürüzsüzlüğüyle buluşturuyor. Favorilerimden biri olan Maison Francis Kurkdjian Cologne Pour Le Soir’ın kaşmir bir kazak giymekten hiç farkı yok. Siyam’dan benzoin, Bulgar ve İran gülü ve tütsüyle yaratılan bu sözüm ona ‘kolonya’, soğuk günleri ve kalpleri ısıtacak, yumuşak başlı bir güce sahip.
A DIFFERENT KIND OF GREEN
Kötü kraliçelerin bahçesinde acımtırak ve kekremsi yeşiller yetişir. parfümör Bertrand Duchaufour’un bizlere bir hediyesi. Çarkıfelek çiçeği, sandal ağacı, kırmızı gül, vanilya, safran, şeker ve zencefil ile acı-tatlı bir pudraya dönüşen parfüm, ismine yaraşır etkiye sahip. Jo Malone Intense Cologne, bu kez safrana değiyor. Tütsüye getirilmiş taze bir yorum, kremsi odunsuların gölgesinde kalan baharatlı ve pudralı bir gövde, sıcak amber, beyaz misk, Gaiac ağacı ve sarı odunsularla tamamlanan güçlü bir iskelet… Safranın
Galler, kadim hikayeler, melankolik kahramanlar… D.S. & Durga’nın HYLNDS koleksiyonuna ait Bitter Rose Broken Spear, savaş meydanından modern zamanlara yapılan bir gönderme adeta. Sentetik parfümerinin gelmiş geçmiş en ilginç örneklerinden biri olan parfüm, acı yeşil notalar ve burunda erimiş demir kokusu bırakan metalik bileşenlere sahip. Karanlık bir yerlerden çıkıp geldiğine hiç şüphe yok. Yohji Yamamoto’nun özlediğimiz parfümleri bu sene raflardaki yerini alıyor. Yohji Essential, Olivier Pescheux’nün yorumuyla hayata dönüyor. Tasarımcının en sevdiği renk kırmızıya ithafen yarattığı bu parfüm, greyfurt ve karanfil ile yaptığı açılışını gül, yasemin ve ylang ylang ile sürdürürken, en dipte yatan yosun ve paçuli sayesinde yeşile bürünerek renk değiştiriyor. Sıcak baharatlarla bitki özlerinin buluştuğu, müthiş bir iksir adeta! Creed Millesime 1849 da yeşil kategorinin atlanamayacak üyelerinden. Sıcaklığından ödün vermeyen Millesime 1849, aromatik odunsuların unisex tavrına sahip çıkıyor. Bergamot, paçuli, sedir, ylang ylang, sandal ağacı, oud ve bourbon vanilyanın gerçek yüzünü göstermesi için parfüme biraz zaman tanımakta fayda var.
kendi kimliğinden şüphe duyacağı bir modernlikle karşı karşıyayız. Aurelien Guichard’ın Robert Piguet için yarattığı Oud da aynı sebeple şaşırtan bir parfüm. Ağdalı halleri bir kenara bırakan Oud o kadar net ve kuvvetli ki parfüm, temiz ve serin bir odunsuya dönüşüyor. Safran, köknar balsamı, kara buhur, sarı sakız gibi bir büyücünün çantasından çıkmasını bekleyeceğimiz ham maddeler, oud, paçuli ve Gaiac ağacı gibi klasiklerle kombinleniyor. Dolce & Gabbana da XOXO The Mag
INTERVIEW/MUSIC
MGMT
Geçmİşİn Bugünü Bir süre önce bugün olan zamanların şu an yakın geçmiş olması ve bir süre
sonra da sadece geçmiş olması konsepti sizin de dengenizi bozuyorsa, MGMT’nin hayatınıza ilk girdiği anı hatırlarken bugün kendi isimlerini verdikleri yeni albümlerini dinlemek ayrı bir duygu sıçraması yaratacaktır. O zaman buyurun, yoğun duygular içinde önce Andrew’u sonra da Ben’i okuyalım. röportaj gazali görüryılmaz fotoğraflar sony music entertainment’ın izniyle
şeyse; bunu yapabilmek için oturup hesap yapmak zorunda olmamak. Bu yaklaşım kulağa riskli gelebilir, ama bunun sonucunda gerçekten de olumlu bir geri dönüş aldığımızı düşünüyorum. Yaptığımız müzikle aramızda kuvvetli bir bağ var ve birlikte bir bütünü oluşturduğumuza eminim.
Andrew diyor ki... Son albümünüzde The Flaming Lips’ten Dave Fridmann ile beraber çalıştınız ve albüm New York’ta küçük bir stüdyoda, sadece ikinizin yer aldığı seanslarla kaydedildi. Sence bu durum albümün sound’unu nasıl etkiledi? Açıkçası albümde bir değişim hissettirdiğimizi düşünüyorum. Geçmişten gelen birlikteliğimizin de etkisiyle sadece ikimizin olması, yaptığımıza farklı bir vizyon kazandırdı. 2011’de albümün çalışmaları için ilk kez bir araya geldiğimizde belirli bir hedefimiz yoktu, aslında. Sadece beraber mix’ler yapıp, biraz eğlenmek istiyorduk. Öyle ki, genellikle stüdyoya bir şeyler üretme amacıyla girmek istemiyoruz. O zaman işler yolunda gitmiyor çünkü bu albümün kayıtları sırasında da üniversite yıllarımızdaki gibiydik: Aslında o zamanlar mix yapmak amacıyla girdiğimiz küçücük stüdyolar vardı. En fazla üç saatlik çalışmadan sonra, işler hep partiye dönerdi. O zamanlara geri dönmenin bize farklı bir ilham verdiğini düşünüyorum. Örneğin; çoğu kaydı tek seferde yaptık. Bu da oldukça rahat hissetmemizi sağladı ve tabii ki albümün doğal akışını da olumlu yönde etkiledi.
Albümün nasıl bir ortamda ya da ne şekilde dinlenmesini tavsiye edersin? Mix’lerin, aranjmanların ve genel olarak prodüksiyonun içerisine çok fazla detay ekledik. Bunu göz önünde bulundurduğumda, albümün kesinlikle en azından bir kere kulaklıkla dinlenmesi gerektiğini söyleyebilirim. İnternette gezerken veya başka bir işle ilgilenirken dinlenecek bir albüm değil. Fon müziği olarak dinlenirse pek de bir şey ifade etmeyecektir. ‘Alien Days’, toplumdan dışlanmak veya kendini toplum içerisinde yalnız hissetmek gibi kavramları çağrıştırabilir. Peki bu şarkının sende çağrıştırdığı anlamlar neler? Bu soruyu albümdeki tüm şarkılar için sorabilirsiniz aslında. Birçok insanda olan ortak özellikleri anlatmasından ve bunları bir bütün olarak sunmasından dolayı pozitif bir yanı var. Diğer taraftan da, insanlara daha önce farkına varmadıkları ve kötü olarak nitelendirilebilecek durumları açıkça göstermesinden mütevellit, negatif bir yönü olduğunu da söyleyebilirim. Her zamanki konu aslında; kontrolümüz dışında gelişen tüm olaylar bizim için kötü bir anlama sahip. Aslında ne kadar görmezlikten gelsen de bir şekilde etkileniyorsun bu durumdan. İşte bu karmaşa tüm şarkılarımızın içinde kendini bir şekilde gösteriyor.
Optimizer ismini verdiğiniz teknolojiyle müziği görsel bir hale getirdiniz. Bunu albüme dahil etmekteki amacınız neydi? Müzik dinlemeyi başka bir boyuta taşımak istedik. Eğer görselliği her zaman müziğe paralel bir şekilde gördüyseniz, gerçekten de güzel bir etkiye sahip olduğunu tahmin edebilirsiniz. Turnelerimizde yer alan ve sahne görsellerimizi yapan Alejandro Crawford tarafından hayata geçirildi bu proje. Albümü incelediğinizde daha fazla fikir sahibi olabilirsiniz. MGMT’nin saykodelik çizgisi her albümde biraz daha belirginleşti ve şimdi de karşımızda son çalışmanız duruyor. Anlaşılamama kaygınız oldu mu hiç? Bu oldukça tehlikeli bir his bence; sahip olmak isteyeceğim türden bir endişe olduğunu söyleyemem. İnsanların ne düşüneceğini fazlasıyla önemsemek her anlamda rahatsız edici. Eninde sonunda önemli olan tek şey; duymayı istediğimiz ve içimizden gelen müziği yapabilmek. En güzel
Günümüz müzik tüketimi hakkında ne düşünüyorsun? Plak koleksiyonu yapmak senin için hala değerli bir uğraş mı, yoksa artık analogdan vazgeçip dijitale tamamen teslim olmanın vakti geldi mi? Tahmin edersin ki çok fazla yolculuk ediyoruz ve mp3 formatında veya YouTube üzerinden dinlenecek çok fazla müzik var. Beraberinde sayısız 93
müzik taşıyabilmenize olanak sağlayan, oldukça kullanışlı bir teknolojiye sahibiz. Öte yandan, tamamen dijitale yönelmenin benim için pek de mümkün olduğunu söyleyemem. Plak ve kaset dinlemeyi çok seviyorum. Özellikle de albümlere fiziki olarak sahip olma fikrini seviyorum; sanat eseri niteliğinde bir objeye sahip olmak gibi... Birçok insan da aynı benim gibi bu durumdan büyük bir haz alıyor ve dolayısıyla bu fetişin biteceğini düşünmüyorum. Bilakis; bu merak gittikçe yayılıyor ve yayılmaya da devam edecek bence. ‘Mystery Disease’ kısmen akciğer hastalığı bulunan bir arkadaşınız hakkında ama aynı zamanda da albümdeki en pop şarkı olduğu söylenebilir. Şarkının hikayesi ve sound’u arasındaki bu kontrastı nasıl açıklarsın? Albümde birçok şarkı bu çelişkiye sahip. Son derece akılda kalan melodiler ve beraberinde oldukça derin şarkı sözleri... ‘Mystery Disease’in melodisiyse son üç-dört yıldır aklımdaydı ve kendine bu şarkıda hayat buldu. Üçüncü albümünüzde ciddi bir şekilde Aphex Twin’den etkilendiğinizden bahseden bir yazı okudum. Bu noktada elektronik müzik ile nasıl bir ilişkiniz var? Aphex Twin ve house müzikten etkilendiğimize dair birtakım yazılar daha biz albümü bitirmeden çok önce yayınlanmıştı. Tabii ki çeşitli etkileşimler olmuş olabilir ama çok da fazla olduğunu düşünmüyorum. Kişisel olarak elektronik müzikle olan ilişkim son üç yıl içerisinde daha da gelişti. Eskiden üniversitede dinlediğim bir müzikti. Aphex Twin, Mouse on Mars ve daha bir sürü elektronik müzik yapan grupla bu dönemlerde tanışmıştım. Neden bilmiyorum, sonra bir süre ara verdim bu tür müzikler dinlemeye ve bugünlerde yeniden bu türe yöneldim. Benim için bir nevi tarih dersi gibi oldu. Artık farklı bir bakış açısına sahip olduğumu fark ettim. Ben diyor ki... Bir röportajınızda, “Herkesin, ilk dinleyişte anlayacağı bir müzik yapmamaya çalışıyoruz” demiştin. Bu yaklaşımınız günümüz pop müziğine karşı büyük bir meydan okuma aslında. MGMT’nin müzikal yaklaşımı ve müziğe bakış açısı ilk albümden bu yana nasıl değişti? Aslında anlatmak istediğim şuydu: Biz kolaylıkla erişilebilen ve birçok
yönden de pop müzik öğelerini barındıran bir müzik yapıyoruz. Ancak şarkılarımız oldukça katmanlı ve bunları tam olarak anlamak için birkaç kere dinlemek gerekiyor. Her dinleyişte yeni sesler, farklı hisler keşfedebiliyorsunuz. Kısacası, dediğim gibi, ilk dinleyişte şarkıların ihtiva ettiği his tam olarak kavranamayabiliyor. Peki, o halde, bu bol katmanlı sound’un yaratım süreci ve ilham kaynaklarından da bahsedebilir misin? Synthesizer’larımızdan ve genel olarak ses tasarımlarımızdan ilham aldık diyebilirim. Yeni fikirlere ulaşmamız bu şekilde oluyor genelde; synthesizer’larımızla vakit geçirirken bir anda ortaya tüyler ürperten bir sound çıkıyor ve bu sound’u nasıl kullanacağımızı düşünmeye başlıyoruz. Son albümle birlikte kendimizi biraz daha özgür bıraktık. Birçok farklı synthesizer ve drum machine kullandık. Bu da albüme epeyce hareket kattı ve bir sürü ses yaratmamızı sağladı. Bu albümün açık ara en karanlık albümünüz olduğu söylenebilir. Sence bunun nedeni, ekonomik, politik ve sosyolojik olarak zor zamanlardan geçmemiz olabilir mi? Bazı yönlerden çok karanlık olduğuna katılıyorum. İçinde bulunduğumuz ve kayıtsız kalmamızın mümkün olmadığı durumlar belki artık biraz daha korkutucu. Bu albümde, dediğin gibi, hayatın gerçeklerine değindik ve bunlarla yüzleşmeye çalıştık. Özellikle ilk albüm bizim için bir kaçış albümüydü; sorunlarla yüzleşmek yerine geri çekilmekti diyebilirim. Şimdiyse ileri adım atmanın vakti. Sence albümün en provokatif noktası ne? Provokatif bir noktası var mı, emin değilim. Genel olarak kaygıları olan ve bunları dışa vuran bir albüm olarak görüyorum son albümümüzü. İnsanların bu albümde kendilerinden bir şeyler bulacaklarını düşünüyorum. Bu da sana son pasım, albümde bir de Faine Jade cover’ı var: 1968 tarihli ‘Instrospection’... Genel olarak başka şarkıları yorumlama fikrini çok seviyoruz ve özellikle bu şarkı, albümün genel hissiyatına çok yakıştı. Bu nedenle dönemler arası geçiş konusunda hiç zorlanmadık açıkçası. Harika bir şarkı ve kesinlikle özel bir tarafı var; birçok farklı tarza uyarlamak mümkün.
XOXO The Mag
cover
ONE WAY Or Another
Bir aile olarak (kelimenin tam anlamıyla), bu ay heyecanlı olmamız, kendimizi sorgulamamız, üretimimize farklı bir açıdan bakmamız vb. kadar beklenilesi bir durum olamaz(dı). Malum, yeni bir üyemiz var (bakınız: Edito). Neyse ne, biz de bu parlak kırmızı bahanenin arkasına saklanarak, halimizi sanatın, tasarımın ve tabii ki ana şemsiye olarak modanın etkisine sokuyoruz, dehlizlere dalıyoruz... Elimizde sezonun ‘lokal’ hitleri, önümüzde ve arkamızda da karanlık ya da yer yer aydınlık fikirler var. Tasarımları zaman eskitmeden önce, erken davranıp onları çöpe atarsak, yaşlanmaya çözüm bulacağımızı zannediyor olabiliriz, mesnetsiz... Zaten birçoğunuzun aylar önce ya yerinde ya da masaüstünde izlediği/gördüğü, yine birçoğunuzun ülke sınırları içinde ve dışında kısa sayılamayacak bir süredir yakından baktığı, denediği, beğendiği ve iş bu ya beğenmediği parçalara sığınıyoruz. Ama kader o ya, biz tüm bunları -işleve takılmadan- yeniden yorumluyoruz. Değişeceğinden değil... Hiç okumadığımız, garip hikayelerle bezeli, Emre Ünal objektifinden çıkma, Mahizer Aytaş styling’li Ekim kapağımız işte tam burada başlıyor. Mantık, reddetmek üzerine kurulu ve tek güvence, şüpheler iken; herkes kendi ilhamına sıkı sıkıya tutunsun... Devam.
photographer emre ünal styling mahizer aytaş make-up gülüm erzincan hair serkan aktürk photography assistants abdullah inal, erdi doğan post-production sezer arıcı model lina/option mgmt XOXO The Mag
ceket christian dior/beymen etek zara ayakkab覺 gianvito rossi/beymen
kazak stella mccartney/beymen elbise miu miu/beymen pardĂśsĂź miu miu/beymen
g繹mlek ann demeulemeester/harvey nichols kazak joseph/harvey nichols etek haider ackermann/beymen kaban lanvin/harvey nichols ayakkab覺 gianvito rossi/beymen
99
mont jason wu/harvey nichols
XOXO The Mag
elbise miu miu/beymen kazak stella mccartney/beymen etek stella mccartney/beymen etek zara pantolon christian dior/beymen pardösü miu miu/beymen çizme giuseppe zanotti/beymen
kazak stella mccartney/beymen masa ĂśrtĂźleri zara home
XOXO The Mag
103
ceket lanvin/harvey nichols bluz christian dior/beymen triko salvatore ferragamo/harvey nichols
XOXO The Mag
kazak zara etek christian dior/beymen
105
ceket alexander mcqueen XOXO The Mag
107
battaniye zara home
bluz christian dior/beymen triko salvatore ferragamo/harvey nichols etek christian dior/beymen elbise zara ceket lanvin/harvey nichols 癟anta christian dior/beymen ayakkab覺 christian dior/beymen 109
XOXO The Mag
elbise valentino/beymen yastık kılıfı zara home masa örtüsü zara home peçeteler zara home
111
INTERVIEW/DESIGN
Faye Toogood
Disiplinlerarası İlişkiler Uzmanı Faye Toogood, birlikte projelere imza attığı Tom Dixon gibi kendi kendini eğitmiş bir tasarımcı. 10 yıl boyunca dergiler için stylist’lik yaptıktan sonra, Rei Kawakubo’nun da elinden tutmasıyla tasarım dünyasına hızlı bir giriş yaptı. Bugün, kendi adını taşıyan markasıyla çocukluk hayali olan heykeltıraşlığı gerçeğe dönüştürüp heykelsi objeler ve mobilyalar tasarlarken, Studio Toogood ile markalara iç mekan çözümleri üretip, enstalasyonlar yapıyor. Tek bir şey yapmakla yetinmeyecek kadar açgözlü olduğunu bağıra bağıra söyleyen Faye’i, Londra’daki ofisinde yakaladık ve hikayeyi başa sarıp bugüne kadar geldik. röportaj serap gecü fotoğraf philip sinden
XOXO The Mag
browns focus
Sanat tarihi eğitimi, ardından The World of Interiors ve Wallpaper dergileri için stylist’lik... Nihayetinde tasarımcı olmaya nasıl karar verdin? Dergi camiasından ayrıldıktan sonra, tıpkı fotoğraf çekimleri için hikaye ve atmosfer yarattığım gibi, bu kez müşteriler ve markalar için üç boyutlu mekanlar ve enstalasyonlar tasarlamaya karar verdim. Kalıcı veya yarı-kalıcı tasarımlar yapmak ve fotoğraflarla yetinmekten ziyade daha gerçek deneyimler yaşamak istedim. Ve zamanla, iki boyutlu görsellerden uzaklaşıp, üç boyutlu mekanlara kaydım. Daha fazla mekan tasarladıkça da, o mekanlardaki objeleri de tasarlamak istediğime karar verdim. Yani, tasarımcı rolüne yavaş yavaş evrildim, diyebilirim.
olsun, bir obje veya bir mekan, hep bir hikaye anlatma telaşındayım, çünkü yaptığım işlerin insanlara ulaşmasını ve bir şekilde ne yapmaya çalıştığımı onların da anlamasını istiyorum. Studio Toogood ve Faye Toogood markalarını birbirinden ayıran nedir? Studio Toogood ile müşteriler için tasarım çözümleri üretiyoruz. Markalar için enstalasyonlar yapıyoruz. Ürün tasarımcıları, mimarlar, sanatçılar gibi farklı disiplinlerden insanlardan oluşan bir ekibimiz var. İç mekan tasarımında aynı anda hem bir sanatçıyla hem de bir mimarla çalışmak disiplinlerarası bir etkileşim sağlıyor, ve ben bunu çok önemsiyorum. Asla kopyala yapıştır gibi bir mantığımız yok, sürekli daha önce yapılmamış olanı yaratmanın peşindeyiz. Geleneksel mimarlar gibi müşteriyi tek bir stile veya görüntüye zorlamak yerine çağdaş, yenilikçi bir yaklaşımla çalışıyoruz. Faye Toogood’u ayrı tutmamın sebebi ise, daha çok bana dair olması, daha kişisel olması. Eskiden heykeltıraş olmak isterdim (bir daha dünyaya gelseydim kesinlikle heykeltıraş olurdum) ve Faye Toogood ile de bu tutkuma geri dönüyorum, sanırım.
O halde, yaşadığın yerlerin bugünkü tasarım anlayışının oluşmasında nasıl etkileri oldu? İngiltere’nin kuzeyinde çok küçük bir köyde büyüdüm. Kelimenin tam anlamıyla bir köydü; annem ve babam doğayla hep haşır neşirdi. Haliyle, ben de çocukluğumun büyük bir kısmını doğayla iç içe geçirdim ve erken yaşlarda doğal objeler biriktirmeye başladım. Etrafımdaki dünya bana çok ilginç geliyordu. Daha sonra İngiltere’nin güneyinde küçük bir kasabaya taşındık ve ardından sanat tarihi okumak için Bristol’a gittim. Ondan sonra da, zaten, direkt Londra’ya geldim. Londra’daki bugünkü şehirli hayatımın -ki kendimi tam bir şehirli gibi görüyorumbundan önce yaşadığım yerlerle arasındaki kontrastın ve ortaya çıkan kombinasyonun, tasarım anlayışım ve algım üzerinde oldukça güçlü bir etkisi olduğuna inanıyorum. Hatta, işlerimdeki karanlık ve aydınlık arasındaki kontrast da tam olarak bundan besleniyor. Bu arada, yaşadığım yerler kadar ailemdeki kadınların da üzerimde büyük etkisi oldu. Hepsi el işleri konusunda epey yaratıcı. Annem bir florist; büyükkannem de terziydi. Sürekli bir şeyler üretiyorlardı. Basit bir fikirle yola çıkıp çok az malzemeyle bir şeyler yaratılabileceğini, sıfırdan bir şeyler yapabilmeyi onlardan öğrendim. Ve tabii ki annem sayesinde, evde her zaman bir sürü bitki ve çiçek olurdu. Böyle bir atmosferde büyümenin de kaçınılmaz bir şekilde beni etkilediğini düşünüyorum.
Tasarımcılığa geçiş yaptıktan sonra, sana ciddi anlamda ivme kazandıran ilk proje hangisi oldu? Comme des Garçons için Rei Kawakubo ile çalışmak çok büyük bir fırsattı. Dergiden ayrıldığımı biliyordu ve bana bir şovu için birlikte çalışmayı teklif etti. Kariyerimin bu kadar başındayken böyle bir tanınırlığa erişebilmem çok iyi oldu. Ondan sonra daha fazla moda işi almaya ve daha büyük markalarla çalışmaya başladım. Mobilya tasarımlarıyla ilgili ilk sıçrama noktam da Phillips De Pury için oluşturduğum Assemblage 3 koleksiyonum oldu. Gerçekten hala minnettar olduğum bir projedir. Mobilya tasarımlarında kullandığın materyallerin fiziksel özellikleri konusunda takıntılı olduğunu söylemişsin. Bunun tasarım stilin üzerindeki etkisinden biraz bahseder misin? Doğrusu, yeni fütüristik silüetler veya formlar yaratmak pek ilgimi çekmiyor. Malum, son 10 yılda mobilya tasarımcılarında böyle bir çaba var. Ama benim ne böyle bir kaygım ne de isteğim var. Ben en basit anlamıyla salt geometrinin klasikliğinden hoşlanıyorum, bu yüzden işe her zaman oldukça basit bloklar oluşturarak başlıyorum, sonra da arkadaki hikayeyi ve hissi yeniden yorumlayabileceğim materyalleri seçiyorum. Aynı biçimleri ahşap, çelik veya bronz
İşlerinde hikaye anlatıcılığını hep ön planda tutuyorsun... Sanırım hikaye anlatıcılığının işlerimde bu kadar yoğun hissedilmesi sanat tarihi eğitimi almış olmamdan kaynaklanıyor. Tabloları, iki boyutlu resimlerin arkasındaki hikayeleri anlamaya çalıştıkça zamanla böyle bir algı geliştirdim. O yüzden de üzerinde çalıştığım şey ne olursa 113
spade chair, la cura
gibi farklı materyallerle çalıştığımda, her birinin ilettiği mesaj veya uyandırdığı his bambaşka bir hal alıyor. İşte benim esas arayışım da bunun üzerine kurulu. Bir şeyleri yeniden yorumlamak benim için gerçek bir tutku, ama bunu formla değil kullandığım materyallerle yapmayı tercih ediyorum. Bu yüzden stüdyoda sürekli yeni materyaller keşfetmenin peşindeyiz, tabii ki yeni derken son teknoloji ürünü olanları kastetmiyorum, geleneksel olana yeni bir perspektiften bakmak ve yeni kullanım olanakları yaratmaya çalışmak bizimkisi daha ziyade.
var. Farklı materyallerle üretildiğinde dahi varlığını koruyabiliyor. İkonik bir tasarım uzun ömürlü olmalı, tasarlandığı zamanla bağ kurabilmeli, tamamen yeni bir silüet ve yeni bir şekil hissi vermeli.
Sıklıkla, farklı dokuları bir arada kullandığını da görüyoruz. Mat ve parlak, pahalı ve kırsal olan arasındaki kontrastı da materyaller sayesinde elde edebiliyorum. Assemblage 3’nin sergi parçaları için oldukça ağır, endüstriyel, sert ve siyah çelik tel örgüleri mavi-yeşil bronz ve yanar döner camla beraber kullandık. Yanar döner cam oldukça şık bir etki yaratıyor, 1920’lerden beri dekorasyon sanatında kullanılan bir malzeme. Kısaca, işlerimi farklı kılan şey, materyalleri bir araya getirme biçimim diyebilirim.
Modaya dönersek, Vivienne Westwood, Alexander McQueen ve Kenzo için podyum tasarımları ve enstalasyonlar yaptın. Moda projelerinde yer almak nasıl hissettiriyor, zorlayıcı tarafları var mı? Her zaman çok heyecan verici oluyor. Çünkü, bunlar beni bir anlamda, vaktin her daim çok kısıtlı olduğu, setlerde stylist’lik yaptığım eski günlerime götürüyor. Yani, en zor tarafı, modada her şeyin hemen yarına yetişmesi gerekliliği. Her şey aşırı hızlı. Bunun yanında, moda camiasındaki insanlar her zaman açık görüşlüler ve sanat, tasarım ve mimari gibi farklı disiplinlerden esinlenme gayretindeler. Halbuki, mobilya ve ürün tasarımında biz pek dışarıya bakmayız, daha içe kapalıyızdır. Bu farklılığın tazeleyici ve ufuk açıcı bir etkisi olduğunu düşünüyorum.
Hem işlerinde antika parçalara ağırlık vermen hem de senin de bahsettiğin gibi, zaman zaman çok ağır, dayanıklı malzemeler kullanmandan hareketle, tasarımda sürdürülebilirlikle ilgili düşüncelerin neler? Öncelikle sürdürülebilirliği geri dönüştürülmüş materyaller kullanmak olarak algılamıyorum. Biraz daha farklı bir açıdan yaklaşıyorum bu konuya. Tasarladığım objeler ve mobilyalar kesinlikle uzun ömürlü olmalı. Nasıl ki büyükannemin jenerasyonu aldığı mobilyayı eskiyince atmayıp kendinden sonrakilere miras bıraktıysa veya başka birine verdiyse, ben de bu şekilde nesilden nesile devredilebilecek, çabuk tüketilmeyen mobilyalar yapmaya çalışıyorum. Bu yüzden de işlerimde her zaman doğal malzemeler kullanmaya gayret ediyorum.
Lüks markalarla çalışmanın da çetrefilli tarafları vardır mutlaka. Markaların beklentileriyle senin yaratıcı vizyonun nasıl örtüşüyor? Adrenalini epey yüksek bir işten bahsediyoruz. Bizimle çalışmak isteyen markalar lüksün bugünkü ve gelecekteki anlamlarına yoğunlaşıyorlar. Aslında, eskiden bunun tam tersi bir yaklaşım hakimdi; markalar daha çok, lüksün tüm dünya tarafından nasıl algılandığıyla ilgileniyordu. Ama akıllı olanlar artık lüksün sadece altın ve mermerden ibaret olmadığını keşfettiler. Çünkü bir şeyi lüks yapan şey esasen sizin dünyaya yaklaşım biçiminiz ve felsefenizdir. Bu nedenle de lüksün tanımı hem Doğu’da hem de Batı’da sürekli olarak değişiyor ve bizler de bu değişimin bir parçasıyız. Bu farkındalığa sahip olan markalarla çalışmak da neredeyse sorunsuz oluyor.
İmzan haline gelen tasarımın Spade Chair’den de bahsetmek istiyorum. Bir tasarım objesini geometrik bir şekilden çıkarıp bir tasarım ikonuna dönüştüren şey sence nedir? Bu hem çok güzel, hem de her tasarımcının cevap aradığı bir soru. Sanırım genel olarak göze hitap edebilen güçlü bir form ve bir silüet yaratabilmek ve ilk bakışta tanınabilir olmak diyebilirim. Spade Chair çok basit ve zarif bir forma sahip; oldukça heykelsi bir duruşu
Bu çerçevede senin bugün için geçerli lüks tanımın nedir? Diğer taraftan, epeyce tartışılan demokratik lüks kavramı hakkında ne düşünüyorsun? Şu anda lüks benim için zaman demek. Pek çok insanın zamanı inanılmaz kısıtlı. Bu yüzden de insanlara zaman yaratabilmek için çok büyük bir baskı söz konusu. İç mekan tasarımı açısından baktığımızda, bu, insanların bizzat gelip deneyimleyebileceği mekanlar
XOXO The Mag
alter piece
caged birds
dünyasında her şeyi tek başına kotaran bir tasarımcı olarak ona çok saygı duyuyorum; tasarlıyor, üretiyor, dağıtımını yapıyor, hepsini kendi markası altında başarıyor. Büyük fabrikalarla çalışmak yerine kendi üretimini kendisi yapıyor. Ve bu İngiliz tasarımına yeni bir boyut kazandırıyor.
yaratmak anlamına geliyor. Malum, lüks ürünleri internet üzerinden çok çabuk tüketebiliyoruz ve bu erişim kolaylığını mekanlar için de yapmamız bekleniyor. Lüksün demokratikleştirilmesi mevzusuna gelince, bir kere şunu söylemeliyim, halihazırda zirvede olan lüks markalar yarın da zirvede olmaya devam edecek. Söz konusu markalar şu anda kendilerinden çok daha genç markalara bakıp ilham alma peşinde. Eskiden bunlar belli bir yaş grubuna ve elit bir kesime hitap etmeyi hedefliyordu, şimdi ise daha demokratik bir yaklaşım var. Bu demokratikleşme sürecinin, bundan sonra da, daha fazla insanın lükse erişebilmesiyle ivme kazanacağını düşünüyorum.
Biraz da çalışma ortamından, stüdyondan bahseder misin? Londra’nın kuzeyinde, bir kanal üzerinde eski bir matbaa binasını stüdyo olarak kullanıyoruz. Işıkla dolu, sade, güzel bir yapı. Temiz, geniş, beyaz alanlardan oluşuyor. Çalışmak için çok güzel bir yer, 15 kişi huzur içinde çalışıyoruz.
İlham alınan genç markalardan söz açılmışken, Opening Ceremony ile de bir iş birliğin oldu. Nasıl bir araya geldiniz? Yakın zamanda ortak bir proje daha olacak mı? Humberto ve Carol, ilk olarak, Kenzo’nun podyum tasarımı için bize geldiler. Daha sonra da Londra’da açacakları pop-up mağazasının tasarımı için beni davet ettiler. Londra’da bundan sonra açacakları yeni mağazalarda da birlikte çalışacağımızı düşünüyorum. Opening Ceremony sanat ve tasarım dünyasıyla kuvvetli bir bağı olan bir marka. Bu anlamda tamamen yeni bir şey yapabilmek adına sınırları zorlayan bir tarafları var. Bir açıdan OC’nin lüks bir marka olduğunu da söyleyebiliriz ama tabii lüksü oldukça genç bir üslupla, cesurca ve büyük bir özgüvenle sunuyor.
Peki şu an ne üzerinde çalışıyorsunuz? Londra Design Festival’da sergilenmek üzere Established & Sons için hazırladığımız, The Conductor adlı ışık enstalasyonunu yeni tamamladık. Bir Cumartesi sabahı seni nerede bulabiliriz? Kızım yeni doğdu, muhtemelen ailemle birlikte Londra’daki lokal pazarlardan birinde olurum veya bir galeride bulabilirsiniz beni. Hafta sonları genelde çok sakin geçiyor. Ailemle yeterince vakit geçirmek benim için çok önemli. Son zamanlarda kimlerden ilham alıyorsun? Heykelde Barbara Hepworth, tablolarıyla Pierre Soulages ve mobilya tasarımlarıyla Eileen Gray şu anda bana en çok ilham veren isimler.
Geçtiğimiz yıl, Tom Dixon’la da çalıştın. Birlikte hazırladığınız House Hightops enstalasyonundan bahseder misin? Londra Design Festival için böyle bir proje yapmamız istendi. Esasen, insanların tasarımın üretim aşamasına tanıklık edebilecekleri şeffaflığı yaratmayı amaçladık. Bunu yaparak insanların bir tasarım nesnesinin nasıl ortaya çıktığını ve ne kadar vakit aldığını göstermek istedik. Çünkü hem moda hem de tasarım dünyasında insanlar ürünlerin nereden geldiğini, nasıl ortaya çıktığını, yapımına kaç kişinin müdahil olduğunu pek önemsemiyorlar.
15 sene önceki halinle bugün karşılaşsan o zamanki Faye’e ne söylerdin? Hiçbir konuda endişelenmemesini, üzülmemesini, kesinlikle korkusuz olmasını, içgüdülerinin peşinden gitmesini söylerdim. Ve tabii her şeyin mümkün olduğunu da. Kapanışı senden bir alıntıyla yapalım. “Sadece tek bir şeyle uğraşamayacak kadar açgözlüyüm.” Sırada neler var? Sıradaki açgözlülüğüm gerçeğe dönüşmeye başladı bile. Kız kardeşimle Toogood adlı yeni bir marka yaratıyoruz. Tasarladığımız paltolar, iki hafta sonra gerçekleşecek olan Paris Fashion Week’te sunulacak. Çok heyecanlıyım.
Beraber başka projeleriniz de oldu. Sanırım bizi bir araya getiren ve aynı dili konuşmamızı sağlayan şey, temelde İngiliz kültürünü ve İngiliz tarzı üretimi tanıtmak gibi ortak bir tutkumuz olması. Her ne kadar ortaya çıkan ürünler farklı olsa da, tasarım felsefelerimiz birbirine çok yakın. Ayrıca, tasarım 115
FILE
AARHUS UNDER OPFØRELSE Söz konusu -muhtemelen- pek çoğunuzun adını ilk kez duyduğu bir şehir olunca, ister istemez bir parça Vikipedik bilgiyle başlamak icap ediyor söze: Geçmişi Vikingler’e kadar uzanan liman şehri Aarhus, -Kopenhag’dan sonra- Danimarka’nın ikinci büyük şehri. 2017 Avrupa Kültür başkentlerinden biri olarak seçilmesi ve kapsamlı bir kentsel dönüşüm sürecinde emin adımlarla yürüyor olması vesilesiyle de, dosyamızın konusu oluyor. Danimarka Hükümeti’nin daveti üzerine, Aarhus Kommune aracılığıyla katıldığımız dört günlük yoğunlaştırılmış geziyi takiben, kuzeyin yeni yüzünü ve baştan tasarlanmakta olan şehrin söz sahibi tasarım ofislerini sayfalarımıza taşıyoruz. Hepsinin tek bir ortak noktası varsa, o da hiç şüphesiz, kentsel dönüşümde ve genel olarak tasarımda her şeyden önce katılımcılığa inanmaları. Kulağa hoş geldiği kadar, göze ve en nihayetinde ruha da hitap eden bu anlayış, tasarımda yeni olanakları mümkün kılıyor. Her şey bu kadar makul ilerlerken ve hiç hesapta yokken, binalar arası fazla boşluklardan, mesafelerden dem vuruyorlar. “Tek derdiniz bu olsun” deyip, boşluksuz ve bitişik nizam kentimize dönüyor ve İskandinav kökenlerinden kopmadan modern mimariyi denklemlerine kusursuzca dahil eden tasarımcıları size havale ediyoruz.
AART Architects Jesper Hallstroem Eriksen
Aarhus’taki geçmiş projeleriniz ve halihazırda devam etmekte olanlar hakkında biraz detay verebilir misiniz? Şu anda İskandinavya başta olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde 500.000 metrekareden fazla bir alanda çalışmaktayız. Aarhus’ta, Warehouse 2013 adı altında 35.000 metrekarelik bir ofis inşası üzerinde çalışıyoruz. Bulunduğu çevreye yeni bir vizyon getirecek ve çevreyi canlandıracak bir yapı olmasını planlıyoruz. Warehouse 2013 projesinin dışında, daha yeni tamamladığımız, Aarhus’un merkezinde bulunan 18.000 metrekarelik bir otel inşaatımız var. Scandic Aarhus City adındaki otel ise, şehrin 150 yıllık tarihiyle modern mimarinin harmanlanmış olduğu bir proje. Bunlar dışında projesi 2011’de tamamlanan, Aarhus’un kuzeyinde, Skagen’de bir eğitim merkezi tasarladık. Aarhus’un 2017 Avrupa Kültür Başkenti seçilmesinin mimari
açıdan şehri nasıl etkileyeceğini düşünüyorsunuz? Bu durum şüphesiz ki Aarhus’un mimari gelişimi açısından olumlu olacaktır. Şehri Avrupa’nın önemli kültürel merkezlerinden biri yapacak. Ayrıca, Aarhus’un mimari alanda nerede olduğunu ve gelecekte nerede olabileceğini tüm dünyanın görebilmesini sağlayacak dev bir vitrin yaratacak. Katılımcı mimarinin kökenlerinin İskandinavya’ya dayandığını göz önünde bulundurarak, şehir planlamasına bakışınız nedir? Bizim mimari ve şehir planlama anlayışımız, katılımcı mimari ile tamamen birbirine bağlı, paralellik gösteren anlayışlar. Baktığınız zaman, mimari ve şehir planlama, insanların hayatlarını güvenli, sağlam ve ilham verici şekilde geliştirmek üzerine kurulu olmalı. Esasen bu işin özü, insanların severek kullanacağı ve yaşayacağı mekanlar yaratmak.
XOXO The Mag
maritime education centre
headquarters for water association
hazırlayan serap gecü
house of vestas
ARKITEMA ARCHITECTS Jørgen Bach
Mimari tasarımda önceliklerinizden ve faaliyet alanlarınızdan bahseder misiniz? Mimaride ilgilendiğimiz temel nokta insanlar; tasarımlarımızı ve binalarımızı yaparken de onları odağımıza alıyoruz. Genel olarak beş ana bölüm üzerine çalışıyoruz; sağlık, eğitim, konut, ticari binalar ve şehir planlama. Tasarımlarımızı kısaca İskandinavyalı, fonksiyonel ve dayanıklı olarak tanımlayabiliriz.
şehrin en yüksek yapısı olacak HL House da yolda. Danimarka tasarımı genel olarak Hans Wegner’in ve Arne Jacobsen’in örneklendirdiği üzere, formun işlevselliği ve sadeliği üzerine. Sizin tasarımlarınız İskandinav tasarımının bu mirasını kucaklıyor mu, yoksa farklı düştüğünüz noktalar var mı? Ünlü Danimarkalı tasarımcıların her biri kültürümüzde ve mimarimizde önemli rol oynuyor. Onlar bizim değerlerimizin birer parçası -dayanıklılık, fonksiyonellik ve estetik. Evet, onları kucakladığımızı söyleyebiliriz.
Şimdiye kadar Aarhus’ta gerçekleştirdiğiniz projeler neler? Ufukta neler var? Arkitema Architects 1969’da Aarhus’ta kuruldu ve o zamandan beri Aarhus’ta çok sayıda ev inşa etti. Yakın dönem projelerimize gelince, Vestas Rüzgar Sistemleri için iki adet bina tasarladık: House of Vestas ve Vestas Technology R&D Centre. Aarhus’un merkezindeki Student Housing Aarhus projemiz 2025 düşük enerji yapısı niteliğinde. Ayrıca
CEBRA Mikkel Frost
Aarhus’un 2017 Avrupa Kültür Başkenti seçilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Şehrimizin Avrupa Kültür Başkenti seçilmesi her anlamda çok sevindirici. Bu, dünyanın dört bir yanından konukları ağırlayacağımız anlamına geliyor ve onları en iyi halimizle karşılamalıyız. İnsanların buraya gelmelerine değecek birçok iyi iş çıkaracağımıza eminim. Cebra olarak, şu anda limandaki gözetleme kulesiyle ilgili proje yarışmasını sonlandırıyoruz. Çok daha fazlası için çalışmalarımız sürecek. Şehri en iyi hale getirebilmek için benimsediğiniz planlama yaklaşımını nasıl tanımlarsınız? İskandinav yaklaşımıyla bire bir aynı, diyebiliriz. Örnek olarak, Aarhus’un çeperinde NYE adlı yeni bir kasaba planladık. NYE, kullanıcı katılımına ve farklı görüşlerde olan insanların iletişimine
dayanarak, bu prensiple gelişmeye devam edecek. Mimari tasarım anlayışınız, özelde Danimarka genelde İskandinavya tasarımının neresinde duruyor? Genel olarak projelerde öncelikleriniz neler? Aslına bakarsanız, kendimizi Danimarka kırması olarak tanımlıyoruz. Danimarka’da karşıt iki mimari gelenek var. Biri, tasarım konularıyla daha az ilgili, kullanıcı ilişkilerine önem veriyor; diğeriyse tam tersi müşteri isteklerinden çok sanat odaklı bir yaklaşıma sahip. Genelde Danimarkalı mimari tasarımların çoğu bu iki görüşten birini benimser, biz ise CEBRA’da ikisini birden yapmaya çalışıyoruz. Müşteri görüşleriyle sanat görüşlerimizi birleştiren sanatsal işler yapmaya çalışıyoruz. Bize göre bir yer hem ikonik hem de yaşamak için çok uygun olabilir; mesela Iceberg bunun mükemmel bir örneği... 117
the iceberg
grundfos dormitory
Aarhus’un kapsamlı dönüşüm projesi üzerinden gidersek planlamada öncelikler ne olmalı? Şehir planlamasında önemli olan, binaların kendileri değil, binalar arasındaki mesafelerdir. Şehirde insanların buluşabilecekleri ve konuşabilecekleri alanlara odaklanmalısınız.
aarhus university
botanical hothouses
FILE
C.F. MØLLER ARCHITECTS Julian Weyer
Gelişmekte olan bir şehir olarak Aarhus, 2017 Avrupa Kültür Başkenti seçilmiş olmasını nasıl değerlendirecek? Aarhus İskandinavya’nın 7. büyük şehri ve zaten bir dizi lider mimarlık şirketini bünyesinde barındırıyor. İskandinavya piyasasındaki birçok şirkete ev sahipliği yaptığını göz önünde bulundurursak, kentte Aarhus’un kimliğinin tamamlanması ve mimari politikaların uygulanması için yoğun bir çaba var. Tüm bu çabalarla umarım Aarhus Avrupa Kültür Başkenti 2017 buluşması, şehrin arzuladığı mimari ve kentsel gelişimi, koyduğu yeni hedeflerle kendini aşarak gerçekleştirecektir.
the school on the terraces
Aarhus’ta gerçekleştirdiğiniz projeler arasında öne çıkanlar hangileri? Bölgesel katılımımızı göz önünde bulundurduğumuzda Aarhus’un proje
listesi çok uzun. Önemli projeler üzerinde durmak gerekirse, şehir üzerinde büyük etkisi olan dört farklı projeyi söyleyebilirim: Aarhus Üniversitesi (1931-2013), Aarhus Yeni Üniversite Hastanesi, DNU (2007-2020), Botanik Serası (2013) ve Senfonik Konser Salonu (2008).
Henning Larsen Architects Anne Marie Galmstrup
Genel olarak yapılanmanızdan ve ekibinizden bahseder misiniz? Henning Larsen Architects İskandinavya’daki en büyük beş mimarlık ofisi arasında. Kopenhag, Oslo, Münih, Riyad ve İstanbul olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde beş tasarım ofisimiz ve 200’den fazla çalışanımız var. Aarhus’un mimari anlamdaki gelecek projeksiyonu için öngörüleriniz neler? Aarhus’un üzerindeki ilginin yaratıcı ve kültürel bir şehir olarak artacak olması şehri mimari açıdan geliştirecektir. Aarhus zaten şu an gelişmekte olan limanın çevresindeki yeni mahalleleriyle büyük bir gelişim içinde olan bir şehir. Avrupa Kültür Başkenti seçilmesi vesilesiyle de, mimarlar, sanatçılar ve diğer girişimciler yaratıcı gelişim projelerine dahil olmak için teşvik ediliyorlar. İstanbul’da ofisi olan bir mimarlık şirketi olarak, İstanbul’un
mimarisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Aarhus’taki ve İstanbul’daki kentsel dönüşüm çalışmalarını karşılaştırsanız neler söylersiniz? Mimari, İstanbul’un kimliğinin ve güzelliğinin paha biçilemez bir parçası. Maalesef geçtiğimiz yüzyılda hızla çoğalan nüfusla birlikte müthiş bir değişim yaşandı ve bu durum yaşadığımız alanları kötü yönde etkiledi. Biz İstanbul’un halka açık alanlarının korunması gerektiğine inanıyoruz. Kentsel dönüşüm uygulamalarında yayaların mutlaka göz önünde bulundurulması gerektiğini düşünüyoruz. Yeşil alanlar ise şehrin gelecekteki canlılığını garantilemek açısından büyük önem taşıyor. Aarhus İstanbul’a göre çok daha küçük bir şehir, bu nedenle kentsel büyüme daha yavaş gerçekleşiyor. Bu durum da halka açık yaşayan alanların daha kolay korunabilmesini sağlıyor. Yeni projeler var olan yapılara dikkatlice uyarlanıyor ve halka açık alanlar her zaman en önem verilen öğelerden biri oluyor.
XOXO The Mag
moesgaard museum
Çalışma prensiplerinizi ve projelerinizin işleyişini belirleyen kriterler neler? C.F. Møller Architects, pratikte müşteriler ve bazı tasarım danışmanlarının sıkı iş birliğiyle binalar yaratıyor. Çalışma prensibimiz, tek bir bireyin kişisel başarısından öte, ortak mimari hedefler taşıyan belli bir insan grubunun dahil olduğu süreçler yaratmak. Özellikle sahip olduğumuz hayat görüşü, mimari temellerde işlevimizi sağlayan mesleki esaslar ve aramızdaki iletişim açısından birbirimize güvenimiz tam. Çevre sorunları, doğal kaynak bilinci, bina bütçesi, sosyal sorumluluk ve ince işçilik, işimizi yaparken üzerinde hassasiyetle durduğumuz konular arasında.
dokk1
ARoS aarhus kunstmuseum
Schmidt Hammer Lassen Architects Marlene Mørup Damgaard-Sørensen
Stüdyonuzun yapılanmasından ve ekibinizden bahseder misiniz? 25 yıldan fazla bir tecrübeyle, Schmidt Hammer Lassen Architects, İskandinavya’nın en çok tanınan, bol ödüllü, yenilikçi ve sağlam tasarımlara imza atmış mimarlarıyla çalışıyor. Şirketin Aarhus’ta, Kopenhag’da, Londra’da ve Şangay’da ofisleri bulunuyor. Schmidt Hammer Lassen Architects kentsel kontekstle etkileşim halinde olan projeleriyle uluslararası bir tanınırlığa sahip. Tasarımlarımızda fonksiyonelliğin yanı sıra sürdürülebilirliği tüm yönleriyle ele alıyoruz ve kullanıcıların spesifik ihtiyaçlarına odaklanıyoruz.
kültürel merkezi haline geldi. Dokk1 şehir kütüphanesi; bu yapı İskandinavya’nın en büyük halk kütüphanesi olacak ve içinde birçok potansiyeli barındıran, yeni jenerasyon, karma bir kütüphane haline gelecek. Adını anmak istediğim diğer projemiz ise VIA University College’daki Campus N.
ny banegårdsgade
İmzanızı taşıyan Aarhus projeleri arasında en çok ses getirenler hangileri? ARoS Aarhus Modern Sanat Müzesi; çarpıcı bir sanat müzesi olarak tasarlanan bu yapı Danimarka’nın ikinci en büyük şehri olan Aarhus’un
TRANSFORM Lars Serup Kuruluşundan bugüne stüdyonuzun odaklandığı ana ilgi alanlarından bahseder misiniz? Transform, 90’lı yılların sonunda, Aarhus Mimarlık Okulu’nun akademik anlamda gelişmekte olan çevresinde kuruldu. Ofis olarak her zaman modern şehre ve şehirleşmenin topluma katkıda bulunabilme enerjisine büyük ilgi duyuyoruz. Hem yapıların şekli, hem kullanılan alanlar hem de kentsel yapılanma açısından. Nasıl bir ekibiniz var? Transform bünyesinde şu anda 12 kişi çalışıyor. Buna mimarlar, inşaat mühendisleri, muhasebe ekibi ve yönetici kadro dahil. Aarhus’ta şu anda devam etmekte olan projeleriniz neler? Şu anda Aarhus’ta yürürlükte olan iki projemiz var. İlki Hasle Hills; bu proje, yeni modern kentsel mekanlar yaratma dalında Realdania
yarışmasında ödül aldı. Diğeri Ny Banegårdsgade; basit sağlam tasarım konsepti üzerine yaratılmış, genel anlamda kentsel yapılaşma yaratmayı planlayan bir kent çemberi olarak adlandırabileceğimiz bir proje. 2017 Avrupa Kültür Başkenti seçilmesiyle beraber Aarhus’un mimari kimliğinin ne yönde değişeceğini düşünüyorsunuz? Bu durumun her şeyden önce yeni ve ilgi çekici projeler ortaya çıkmasına vesile olacağını ve Aarhus’un kentsel yapısında değişiklik yaratacağını düşünüyorum. Buna bizim Ny Banegårdsgade’deki yeni otobüs terminali projemiz de dahil. O zamana kadar şu an yürürlükte olan projeler bitmiş olacak ve limanın yeni hali güçlü bir kimliğe bürünmüş olacak. Yani var olan yaratıcı potansiyel açığa çıkmış olacak. Avrupa Kültür Başkenti olmak uluslararası ilgiyi artıracak ve Aarhus’u Avrupa haritasında daha fark edilir kılacak. Kısaca, Danimarka’da Kopenhag’dan daha fazlası var. 119
bruun’s galleri
İskandinavya için katılımcı mimarinin ana vatanı diyebiliriz. Bu geleneğin bir parçası olarak planlamaya bakışınız nedir? Biz mimarinin, çevresindeki öğelerle tamamen bütünleşmiş olması gerektiğini, işlevsellikle ve sosyal içerikle yakından alakalı olduğunu düşünüyoruz. Schmidt Hammer Lassen Architects olarak, dış dünyaya tamamen açık binalar tasarlıyoruz. Planlama ve şehir yenileme projelerine, şehrin gelişimi ve değişimini göz önünde bulundurarak, sağlamlığı temel kaide olarak benimseyerek yaklaşıyoruz. Tasarladığımız her binanın akılda kalıcı, özgün ve çevresindekilerle uyumlu olmasını arzuluyoruz.
gömlek carven x michael wolf/shopi go şapka joshua sanders/shopi go ayakkabı camper together kremer
Bu bir ilandır.
(F I TS WELL) * an original idea by CO
photographer murat süyür/rpresenter styling aslin kumdagezer&müjde metin photography assistant çağdaş başar
ceket aslı filinta/v2k çanta love moschino/beymen blender ayakkabı camper annie brook
kazak givenchy/beymen pantolon each x other/v2k saat iwc ayakkab覺 camper 1913
atk覺 vakko pantolon mudo saat iwc ayakkab覺 camper together kvadrat
123
jean mudo sweatshirt a question of conscious apparel/shopi go ayakkab覺 camper together kremer
kaban carven/shopi go ayakkab覺 camper twins
çanta anya hindmarch/vakko cüzdan comme des garçons/beymen defter smythson/beymen ayakkabı camper twins
gömlek mudo kazak mudo kitap louis vuitton gözlük editöre ait ayakkabı camper clay
kitap louis vuitton saat iwc mendil brooks brothers/beymen ayakkab覺 camper together kremer
atk覺 louis vuitton 癟orap paul smith/beymen kravat vakko ayakkab覺 camper clay
BRIEFS
İlham sence nedir? Yaşadığınız her şeyle bağlantılıdır. O yoksa hiçbir çabanın önemi yok. Tasarım stilinizi bir cümleyle nasıl ifade ederdin? Kendine özgü olduğunu söyleyebilirim. XOXO ID Güneş Engin & Sezin İzmit 6x5 Yaratıcıları Çorap tasarlama fikri nasıl doğdu? Sezin'le çocukluk arkadaşıyız aslında. O daha önce çorap sektöründe çalışıyordu. Bir gün bana gelip birlikte marka yaratmayı teklif etti, o şekilde başladık. Aranızda nasıl bir rol dağılımı var? Tasarımlar benden soruluyor, Sezin de işin 'iş' kısmıyla ilgileniyor. Markanızın ismi neden 6x5? Adımızın baş harfleri G ve S'yi rakama çevirdik.
Bir hikaye yazacak olsan içinde ‘çorap’ kelimesi yer alan ilk cümle ne olurdu? "Çoraplar güzel ve giyilmesi gereken şeylerdir." Çorap tasarımını diğer moda tasarımlarından ayıran şeyler neler? 6x5'da belli bir kalıp var. Yaptığım şey o kalıbın üzerine deseni çizip renklendirmek ve onu 'o çorap' haline getirmek. Yazı mı daha çok seversiniz kışı mı? Elbette bir çorap markasına bu soruyu yönelttiğinizde cevap kış olacaktır. Çalıştığınız yerde, tasarım yaparken, etrafında neler olur genelde? Ben tasarım veya çizim yaparken farklı mekanlarda bulunmayı seviyorum. Bir genelleme yapılacaksa etrafta dikkat dağıtacak birinin olmamasını tercih ediyorum. Şu ana kadar en sevdiğiniz tasarımınız hangisi? Hepsini seviyoruz. Hepsi çocuğumuz. Hayal ettiğiniz herhangi bir iş birliği var mı? İleride çizerler veya grafik tasarımcılarla iş birliği yapmak istiyoruz aslında. İkili olmanın en keyifli tarafı nedir? Tasarım oluşturduğum zaman etrafımdaki herkese fikrini sorarım. Sezin de ilk sorduğum kişi zaten. Son kararı birlikte veriyoruz.
Peki ya zor tarafı var mı? Bazen karar aşamasında şakalaşıyoruz. Tasarımlarınıza nereden ulaşabiliriz? Satışa ilk Building'le ve Bilstore'la başlıyoruz. Ayrıca, anlaşma aşamasında olduğumuz başka mağazalar da var. Yakın zamanda tasarımlarımıza internet üzerinden de ulaşılabilecek. Gelişmeleri web sayfamızdan takip edebilirsiniz. ŞiDDET ALTINDA SANAT 16. yüzyıldan bu yana ilk kez mercek altına alınan, sanata yansıyan fiziksel şiddet temalı sergi “Britanya’nın İkonoklazm Hikayeleri” bu sonbaharda Tate Modern’da sergi severlerle buluşacak. Dini ikonların ve sembollerin kasten yıkılması anlamına gelen “iconoclasm”, aynı isimli sergisinde şiddetin objeye, resme ve heykele olan yansımasını konu alıyor. Serginin en iddialı eserlerinden Thomas Johnson’ın Canterbury Katedrali’nin İçi 1657 isimli eseri, iddiasını Protestan İkonoklazm’ının İngiltere’deki resmedilmiş tek hali olmasından alıyor. Şiddet Altında Sanat için gözünüz 2 Ekim-5 Ocak arası Tate Modern’da olsun.
ALPHABET CREAMS Onlarla artık yakından tanışıyoruz. 'B' harfi ile başlayan cilt bakımı derslerimizi ilerlettik, şimdi 'D' harfine geçmek üzereyiz. Ancak ikisinin arasında kısa bir mola verelim ve Chanel laboratuarlarının eşsiz patentini taşıyan bir Complete Correction harikasıyla tanışalım. Cilt bakımı ve makyajı bir araya getiren bu minik dev, kusursuz görünüm konusunda takıntılı Asya kadınlarından bir hediye. Mavi kantaron suyu hassas cildi yatıştırıyor. Hyaluronik asit cildi içeriden nemle besliyor ve tüm gün nemli kalmayı garantiliyor. SPF 30 ve PA+++ güneş filtreleri ve Rejuvencia yaşlanmayı hızlandıran dış etkenlerle savaşıyor. Kızarıklar, lekeler ve gözenekler gözle görülür derecede azalıyor. Sanırız büyüklerimiz gözle görülmeyen makyaj derken böyle bir şeyden bahsediyordu.
XOXO The Mag
RODEO DRIVE, 1984 Beverly Hills’de alışveriş yapan sayfaları kitaplığınızda eksik etmeyin. 41 fotoğraftan oluşan ‘Rodeo Drive, 1984’ isimli kitap, 80’ler ışığında Beverly Hills sokaklarını yansıtıyor. Sosyoekonomik detayları da ortaya koyan kareler aslında gizli semboller barındırıyor. Anthony Hernandez’in objektifinden yansıyan fotoğrafları, dönem meslektaşı Lewis Baltz “bu görünenler Rodeo Drive’daki zaferlerin tadını çıkaran kahramanlar aslında” diye ifade ediyor. Ralph Rugoff’un yazılarıyla basılan kitap sayesinde tüketim gerçekliğini somutlaştıran fotoğrafları arşivleyin.
BWGH 2010’da iki Fransız kafadar David Obadia ve Nelson Hassan tarafından kurulan Brooklyn We Go Hard, adıyla pek de müstesna olmayan yeni koleksiyonu Stonehaven için İskoçya kırsalından alıyor ilhamını. Macerası eksik olmayan efsanelerin anavatanında konuşlandırılmış şehir çocuğu profiliyle doğayı metropol ile birleştiriyor marka. Tabii yüzünü doğaya dönen çizgilere silüetini teslim etmişken kullandığı malzemelerin de yün, pamuk gibi doğal olması şaşırtmıyor. Colette, Le Bon Marché, Opening Ceremony ve Hypebeast’ten ulaşılabilen koleksiyon, görselleriyle sonbahar havasını hücrelerinize enjekte etsin.
PEKİ YA ORMAN? Radiohead albüm kapaklarının arkasındaki yaratıcı güç Stanley Donwood, Soho’da açtığı Far Away Is Close At Hand In Images Of Elsewhere sergisiyle bizi ormanların derinliklerine indiriyor. Donwood, Thom Yorke’un The Eraser albümü için siyahbeyaz kalın çizgilerle karanlık bir hava yansıtmış, sonra King Of Limbs için de renkli çizgileriyle yine kapalı bir atmosfer yaratarak Radiohead dünyasını resmetmişti. Stanley Donwood’un kendine has görsel diliyle anlattığı gizemli öyküleri topluca görebileceğiniz sergi, Soho Outsiders Gallery’de.
131
BRIEFS
COMPLETELY UNEXPECTED TALES Roald Dahl’ın hayal dünyasının karakterlerini sihirli çizimleriyle illüstrasyonlaştıran Quentin Blake’e genç bir rakip yetişiyor. 2012 V&A Illustration ödüllü genç sanatçı Holly Mills, Roald Dahl öykülerine modern bir yorum getirerek öykülerdeki acı tatlı havayı kendi tarzı ve suluboya renkleriyle yaratarak, bizi Dahl’ın öyküler alemi içine alıyor. Sanatçının, Dahl'ın seçme öykülerinin bulunduğu “Completely Unexpected Tales” kitabına yaptığı illüstrasyonlarına ve diğer çalışmalarına Holly Mills’in web sitesinden (hollymills.org.uk) ulaşabilirsiniz.
PARIS DESIGN WEEK DRAWING GLASS EXHIBITION Fabrica’nın son projesi olan Drawing Glass Exhibition, Paris Design Week’te sunulacak. Kreatif Direktör Sam Baron’un liderliğiyle gerçekleşen sergi, tasarım gruplarını masa başına geri döndürdü. Proje, Studio FormaFantasma’nın bulunduğu sergide, bu yaratıcı beyinlerin cam olarak görmek istedikleri tasarımı A4 kağıda çizmeleri ve usta cam tasarımcısı Massimo Lunardon’un, kağıttakileri üç boyutlu harikalara çevirmesiyle gerçekleşti. Bu başarılı iş birliğinden çıkan 14 parça, Paris Design Week kapsamında Christian Lacroix mağazasında, kağıtlardaki ilk eskizleriyle birlikte satışa sunulacak.
PAINT YOUR EYES NARS'ın minik kavanozlarını nasıl değerlendireceğiniz size kalmış. Darbe etkisi taşıyan pigmentlerin parlak kaplar içerisine yerleştirilerek sunulduğu bu çok yönlü ürün, far ya da eyeliner olarak kullanılabiliyor. Uygulaması kolay jel yapısı ve François Nars'ın başka kimselere benzemeyen özel renkleriyle Eye Paint, hızlıca kuruyarak hanesine bir puan daha ekliyor. Siyah Black Valley, kahverengi Mesopotamia, gri Transvaal, turkuvaz Solomon Island, zeytin yeşili Mozambique, yeşil pırıltılı siyah Snake Eyes, mürdüm pırıltılı siyah Tatar, mavi pırıltılı siyah Ubangi, gümüş Interstellar ve dore Iskandar'dan birini seçin.
XOXO The Mag
XOXO ID Kay Kwok Moda Tasarımcısı Tasarıma kadın giyimle başlayıp erkek giyim üzerine uzmanlaştın. Seçimini değiştirmene ne sebep oldu? Tamamen tesadüf. London College of Fashion direktörlerinden Darren Cabon, Hong Kong’a gelip benimle mülakata girdiğinde erkek giyiminde müthiş bir potansiyelim olduğunu düşünüp beni yönlendirdi. Sanırım ona kulak vermekle doğru olanı yaptım. Genelde genç tasarımcılar yolun başında daha deneysel olurlar, fakat zamanla ticari kaygılar bu yönlerini köreltir. Dünyaca ünlü bir marka olmak için sen ne kadar ödün verebilirsin? Ben bunu tasarımın ve tasarımcının doğal ortamında olgunlaşması olarak görüyorum. Ben de bahsettiğiniz evreden geçtim. 8 yıldır moda tasarımıyla uğraşıyorum ve yüksek lisansımın hemen ardından Londra Moda Haftası’nda tasarımlarımı sunabildiğim için hem çok şanslı hissediyorum hem de doğru yönde olgunlaştığımı düşünüyorum. Moda dünyasında ciddiye alınmak için ne yapmak gerekli? Bence, kendine karşı dürüst olman ve ne olursa olsun ısrarcı davranman gerekli. Ne zaman “başardım” diyeceksin? Kulağa biraz ukalaca gelecek ama, sanırım geçtiğimiz Londra Moda Haftası’ndan sonra dedim bile. Hong Kong’da eğitim görmüş bir tasarımcı olarak hayalim, vizyonumu bütün dünya ile paylaşmaktı ve sanırım bunu başardım. GQ Çin’in, arkadaşlarımın ve ailemin de katkılarıyla bu hayalimi gerçekleştirmeye devam edeceğim. Son iki koleksiyonunun Antik Mısırlıların takımyıldızı üzerine yaptığı araştırmalardan ilham almasına bağlı olarak soralım, astrolojik olaylar günlük hayatını etkiler mi? Sanırım doğrudan günlük hayatımı etkilemiyorlar, ama koleksiyonlarım için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Antik Mısırlıların bu araştırmaları beni serbestçe düşünmeye ve hayal etmeye teşvik ediyor.
NUIT MAGIQUE Binbir Gece Masalları'na bir doz Rock, bir doz pırıltı, bir doz da Paris havası eklersek Chanel Nuit Magique koleksiyonunu elde ederiz. Modanın en aktif gecesi için sınırlı sayıda üretilen koleksiyon, Chanel severlere parmak ısırtacak güzellikte. Başrolde mavi ve gümüş renginin oynadığı bu kozmik hadiseye şöyle bir yakından bakalım. Önce ojeler: İçinde gümüş ve mavi pırıltılar taşıyan asi siyah Cosmic, istenirse derin gök mavisi Magic ile aynı anda sürülebiliyor. Soğuk mercan Élixir ise Parizyen hanımefendiler için. Chanel'in Sonbahar 2013 defilesindeki modelleri şöyle bir süzüp 'bu göz makyajını istiyorum' dediyseniz karşınızda Ligne Graphique de Chanel. Yine gümüş pırıltılı yoğun siyahla Rock tınılı bir kuyruk çizen bu eyeliner, Le Volume de Chanel maskarayla bir araya geldiğinde dayanılmaz bir göz makyajı yaratıyor. Stylo Yeux Waterproof 88 Noir Intense, mutlaka makyaj çantanıza girmesi gereken bir başka siyah. Illusion D'Ombre 81 Fantasme, buz beyazıyla göz kapaklarını ve göz pınarlarını aydınlatıyor, oyunu farklı oynamak isteyenler ise onu elmacık kemiklerinin hemen üzerine de yerleştirebilir. Les 4 Ombres Mystic Eyes, doğru toprak tonlarıyla dumanlı bir göz makyajını sıradan olmaktan kurtarıyor.
133
Erkek giyimin yeni kadın giyim olduğu yönündeki söylemlere katılıyor musun? Ah, bilemiyorum, sanırım bazı insanlar için geçerli bir önerme bu. Ama ben yine de kadın giyimin kendine has bir feminenliği olduğuna inanmak istiyorum ve bu durumun uzun bir süre değişmeyeceğini düşünüyorum. Hong Kong genç bir tasarımcı için ne kadar önemli bir sahne? Maalesef Hong Kong hala genç tasarımcıları pek önemsemeyen bir şehir. Henüz tasarımı takdir etmek için gerekli çevre ve olgunluğa sahip değil. Gelecekte daha iyi olacağını umuyorum. Londra’ya gelmemin asıl nedeni de buydu zaten; hayatta kalabileceğim bir yer arıyor olmamdı. Şu ana kadar karşılaştığın en büyük zorluk neydi? Tasarımlarımın ticari tarafıyla ilgilenmek. İkonun var mı? Uzaylılar! Sence paralel evrende moda dünyası nasıl olurdu? Bence, tamamen teknoloji üzerine kurulu bir moda anlayışı olurdu. Bildiğimiz anlamıyla kumaş, kıyafetlerin ham maddesi olmazdı ve insanlar zeka gücüyle kıyafetlerini değiştirebilir, hayal ettikleri şeyi anında giyebilirlerdi.
BRIEFS
XOXO ID Duygu Şahin Moda Tasarımcısı Tasarıma nasıl başladın? Annem çok iyi dikiş diker. İşin içinde büyüdüm ve uzun zaman hayal ettiklerimi giyebildim. Boğaziçi’de İşletme okudum ama sonra döndüğüm yol yine kıyafetler oldu. Mesleğinin en keyifli yanı nedir? Yaratmak ve ortaya çıkan sonucu başkalarının da sevmesi. İlham sence nedir? Doğa… O da zaten bir tablo. Tasarım stilini üç kelimeyle tarif eder misin? Desenli, rahat, özgün. Çalışırken etrafında neler olur genelde? Çizim tabletim, kahve bardağım, köpeğim Dolce. Şu ana kadar en çok sevdiğin tasarımların hangileri? Sonbahar – Kış 2013 koleksiyonumdan zürafa desenli ceket ve bir önceki sezondaki deniz yıldızlı kimonolar.
REBEL NUDES Yves Saint Laurent'ın Rouge Pur Couture Vernis à Lévres saga'sının ilk bölümünü geçen sezon izlemiştik. Şimdi ise 'nude' kavramına çılgın bir skala ekleyen Rebel Nudes koleksiyonuyla karşı karşıyayız. Daha canlı renklere sahip, daha cesur nötr tonlar, pembe, gül kurusu ve mercan rengi etrafında dans ediyor. İnci pigmenti sayesinde ışığı yakalayan, bu ışığı rujun farklı katmanlarına yansıtan Rebel Nudes, parlatıcı etkisine sahip olmadığı halde dudakları dolgun gösteriyor. Cara Delevingne'in daha da iştah açıcı hale getirdiği bu koleksiyona bir göz atın ve 8 farklı renkten birini seçin.
XOXO The Mag
Bugünlerde ne üzerinde çalışıyorsun? İlkbahar – Yaz 2014 koleksiyonumun. En sevdiğin sanatçı kim? Tim Walker. Çalışırken müzik dinler misin? Hayır çünkü konsantrasyonumu bozuyor. Sadece zihnimin sesine müsaade ediyorum. Son zamanlarda en çok beğendiğin albüm ne? Daft Punk, Random Access Memories. Boş vakitlerinde ne yapmayı seversin? Fırsat varsa yelken yapmayı. Yeni bir proje planın var mı? Var! Desenlerimi vücudunuza yakınen temas eden bazı ürünlerde de görmeye başlayacaksınız. XOXO için bir şey tasarlasaydın bu ne olurdu? XO adamı ve XO kadını; buluşup XOXO olurlardı.
MODERN ELIZABETH New York Fashion Week yıldızlarının en beyaz ışıklısı İlkbahar–Yaz 2014 sezonu adına Thom Browne’du. Her moda haftasında keskin omuz hatları bu kez hangi karaktere oturacak diye heyecanla beklediğimiz tasarımcı, seçtiği güçlü hayallerden yine vazgeçmiyor. Sonbahar 2013 koleksiyonundan Alice in Wonderland’deki Red Queen, ihtişamlı gücünü geçen ay New York’ta Joker makyajlı kraliçe Elizabeth’e devretti. Sanıyoruz Cate Blanchett’in canlandırdığı Elizabeth’in pudrayla kaplı bembeyaz yüzü de Browne’un hayal dünyasında devreye girdi. Kısacası, Thom Browne’un kadınları bu devirde Napoleon’dan daha güçlü. Eh, Michelle Obama da boşuna Thom Browne giymemişti!
PARFÜM KÜTÜPHANESİNDEN SON ESER: MOULIN ROUGE Gerald Ghislain’ın ünlü karakterlerden, ham maddelerden ve efsanevi yıllardan ilham aldığı koku kütüphanesi Histories de Parfums, Moulin Rouge’dan gelen renkli ışık demeti ile Paris’in kalbine yolculuğa çıkıyor. Şeker, baharatlı tarçın ile karışıyor, Şam gülü, absinthe içinde eriyor. İris pudrası ruj kokusu, misk ve paçuli bulutu içinde sokaklara süzülüyor. Köpüklü, şehvetli ve baştan çıkarıcı bu esans, kış rüzgarlarına çok yakışan bir alternatif olabilir.
TEATRAL İNGİLİZ MODASI 80’lere moda tarafından iniş yapmak için bir fırsatınız da Victoria & Albert Museum’dan geçiyor. 16 Şubat 2014’e kadar sürecek olan ‘Club to Catwalk London Fashion In The 1980’s sergisinde Londra’daki moda akımının 80’lerde yaşanan kreatif patlamasına şahit olabilirsiniz. O dönemde genç olan ünlü tasarımcılardan Betty Jackson, Katharine Hamnett, Wendy Dagworthy ve John Galliano sergide yer alıyor. Eklektik tasarım anlayışının gece hayatı ve sokak modası arasında nasıl köprü kurduğunu i-D ve Blitz gibi dergilerden fotoğraflarla da belgeliyor.
135
BRIEFS SPACE DUMPLINS Nisan sayımızda röportaj yaptığımız Craig Thompson, 2014’te çıkarmaya hazırlandığı yeni çizgi romanının ipuçlarını resmi Instagram hesabından vermeye başladı. Röportaj esnasında gelecekteki projelerini sorduğumuzda da bahsettiği üzere, bu kitabın hedef kitlesi çocuklar. Çağdaşlarının çizgi romanın sadece çocuklar için olmadığını kanıtlamak için gösterdikleri yoğun çabanın, günümüzde çocuklar için çizgi roman üretilmemesine neden olduğunu savunuyor Thompson. Hem görsel açıdan hem de konusuyla yalnızca yetişkinlere hitap eden bir önceki kitabı Habibi’den sonra bu eğlenceli çizgi romanın yaratım sürecinde Star Wars, Goonies ve Ghostbusters gibi klasiklerden esinlendiğini de ekliyor başarılı çizgi romancı. Bizler ise gözümüzü dört açtık, yeni kitabın raflarımızda yerini almasını bekliyoruz.
AUTUMN THERAPY Sıcak kumsallardan serin odalara dönüşü bir tek şey daha dayanılır hale getirebilir: Mum ve oda esansları. THANN, aromaterapinin en dayanılmaz esanslarını yeni koleksiyonunda bir araya getiriyor. Bizim favorilerimiz lemongrass ve kaffir lime ile ruhu rahatlatan Oriental Essence mum ve portakal, mandalina, hindistan cevizi ile enerji veren Aromatic Wood serisinden tarçın çubuklarına damlatılarak kullanılan çubuklu esans. Tüm serilerde mum, saf esans ve oda parfümü seçenekleri mevcut. Çevreye duyarlı tutumunu en üst seviyede tutan, doğaya dost ürünler üreten, hayvanlar üzerinde testlere ve çocuk işçi çalıştırılmasına şiddetle karşı duran markanın felsefesini de en az ürünleri kadar seviyoruz.
MR. FEURER Bugün Iman’ın döneminde en iyilerden olduğunu tasdikleyen Kenzo kampanyasına baktığınızda, Hans Feurer’in o çekimi 1983 yılında gerçekleştirdiğine inanamıyorsunuz. Fotoğrafçı olarak tanınmadan önceki grafik tasarım ve kreatif direktörlük çalışmalarında edindiği detay yeteneğinden dolayı, Hans Feurer’in fotoğrafları, dikkatli objektifi ve keskin hatlarıyla her daim canlılığını koruyor. Çalışmalarının toplandığı ilk kitap, bu ay başında Damiani tarafından yayınlandı. Feurer, günümüzde Inez & Vinoodh gibi popüler fotoğrafçıların da esin kaynağı. Interview dergisinden Fabien Baron’un tasarladığı kitap sayesinde Feurer iyi ki Afrika’ya gitmiş diyebilirsiniz (kendisi o seyahat sonucunda fotoğrafçı olmaya karar vermiş).
XOXO The Mag
XOXO ID Mak Chun Ting Moda Tasarımcısı Markanın adı olan Jourden’in ardında bir hikaye var mı? Asıl ismim, Anais-Jourden Mak Chun Thing. Anais Fransız bir hava vermesi, Jourden ise androjen bir dokunuş taşıması için. Belki de ikinci isim biraz daha burjuva bir hava katmak içindi aynı zamanda. Keza küçük bir çocukken ikinci bir ismim olmasını biraz gösteriş meraklılığı gibi düşünür ve hiç sevmezdim. Fakat markam için bir isim arayışına girdiğimde, tam da orada, hazır beni bekliyordu. Seni bir tasarımcı olarak diğerlerinden bir adım öne çıkaran ne? İnce işçilik ve dürüstlüğe olan inancım. Yeni bir şeyler tasarlarken önceliğin ne olur? İlk olarak koleksiyonda kullanacağım kumaşları belirlerim. Endüstrinin çizelgesi dahilinde güncel olmak durumundalar. Ham maddeleri masaya yatırdıktan sonra kapasitelerini ve güçlerini nasıl kullanabileceğimi hayal etmeye başlarım. Sonrasında da silüetleri ve bitirişleri üzerine çalışırım. Ve istisnasız her tasarım sürecinin başında ‘galiba bu kez yapamayacağım’ hissiyatı baş gösterir, fakat teslim tarihlerine ve strese boyun eğerek yoğun temponun içerisinde yok olur. Bununla beraber, bu standart tasarım sürecinin dışında bilincimin ulaşamadığım arşivinde daha karmaşık bir yaratım süreci olduğunu da düşünüyorum. Paris ve Hong Kong’un üzerinde ne gibi etkileri var? Paris bence sofistike açıdan narsist bir şehir. Fransızlar da beğenileri konusunda oldukça dürüstler. Bu şehir tutkularımı ve kızgınlıklarımı keşfetmemi sağladı, şehrin etkileri estetik ve zihinsel düzeylerde kendini gösterdi. Bunun yanında yaratmak için en önemli gerekliliklerden biri olan kendinden memnun olma halini geliştirmeme yardımcı oldu. Hong Kong ise hızına aşık olduğum bir şehir. Ulaşılabilirlik ve etkileşim kelimelerinin tercümesi. Oradayken karşıma çıkan hemen herkesten ilham alabiliyorum.
tanışamadım ama ayakkabılarım Rem Koolhaas ailesinden birkaç kişinin ilgisini çekti ve kısa süre de olsa, ayakkabı markaları United Nude’da çalışma fırsatı buldum. Harrington ceketinden yola çıkarak bize kumaşlarla oynadığın oyunlardan bahseder misin? Kumaşlar ve dokulara karşı müthiş bir tutkum var. İtalya’daki en iyi kumaş atölyeleri ile çalışıyoruz ve yılda iki kez, kullanacağımız kumaşları belirlemek için Paris’e gidiyoruz. Tüm koleksiyonlarımın çıkış noktası kumaşlar. Harrington cekete gelince albenisini parlak çift taraflı yün ve 800 gram kaşmire borçlu olduğunu düşünüyorum. Bize, tasarımlarını giyen birinin resmini çizebilir misin? Modayı motamot algılamayan, yuvarlak hatları hacimle birleştirebilen bir kadın düşünüyorum. Ben her zaman gerçek kadınları ve onların ihtiyaçlarını düşünerek tasarlama taraftarıyım ve bugün feminenliğin aslında biraz da maskülen olmaktan geçtiğini düşünüyorum.
Rem Koolhaas ailesinin dikkatini çekmen nasıl oldu? 2008 yılında Hong Kong’daki Chanel Mobile Art partisinde bir çift el yapımı topuklu ayakkabı ile Karl Lagerfeld’in yolunu gözlüyordum. Karl ile WANTED Louis Vuitton'un Michelle Williams'ı ağırladığı son reklam kampanyasının yansımaları güzellik dünyasında görülmeye başladı bile. Herkes bordo ve kırmızı arasında gidip gelen en doğru şarap kırmızısının peşinde. 90'lardan hatıra "Reality Bites"da Winona Ryder'ın katlı kesimini hatırlayanlarınız ise Michelle Williams'ın bu saç modelinin yeni ve modern bir Lelaina sürümü olduğunun farkındadır. İşte kısa sarı saçlar, şarap rengi ruj ve saçtan iki ton koyu belirgin kaşlar bir güzellik mönüsü olarak bize sunuluyor. Peter Lindbergh'ün objektifine Sam McKnight imzalı saçları ve Stéphane Marais imzalı makyajı ile soru işaretli bakışlar atan Williams, hiç bu kadar güzel görünmemişti.
GÜZELLİK UYKUSU Estée Lauder, gelmiş geçmiş en ünlü cilt bakımı ürünü Advanced Night Repair'i yaratırken eczaneden ilham alıyor ve ortaya 'küçük kahverengi şişe' çıkıyor. Dakikada 9 adet satılan bir güzellik canavarından bahsediyoruz. DNA onarımı gibi mucizevi bir işlemle yetinmeyen marka, şimdi aynı minik kahverengi şişeyle hücreleri de yeniliyor. Synchronized Recovery Complex II, hücresel arındırmanın gücünü, senkronizasyonun dakikliğine ilave ederek, doğal gece onarımının maksimize olabilmesine yardımcı oluyor. Tüm bu teknik bilgileri bir kenara bırakırsak geriye söyleyecek tek bir cümle kalır: Gerçek bir güzellik uykusu için bu ürüne şiddetle ihtiyacınız var.
137
photographer murat süyür/rpresenter realization ayşecan ipek&aslin kumdagezer
THE FIRST SUPPER
soldan sağa: diesel fuel for life spirit cologne, acca kappa libo cedro cedar shampoo & shower gel, aveda men pure-formance shampoo, tom ford tobacco vanille eau de parfum, gianna rose atelier le petit chocolat labrador french milled soap, ysl l’homme parfum intense, clive christian london perfume spray, clive christian x perfume spray, maison francis kurkdjian absolue pour le soir, histoires de parfums 1740 eau de parfum, terre d’hermés eau de toilette tabaklar editöre ait, supla villeroy and boch, saat jaeger-lecoultre duomètre à quantième lunaire, yaka mendili alexander olch/beymen, kulaklık bang&olufsen h6, servis tabağı mudo concept, manikür seti taylor of old bond street/shopi go, ayakkabı fratelli rossetti/vakko, servis tabağı mudo concept, kravat vakko, saat sky-dweller rolex, kalemler editöre ait
soldan sağa: thann tırnak fırçası, babor men no:2 eau de toilette, taylor of old bond edwardian tıraş seti, st barth homme eau de toilette, baxter of california after shave balm, dermalogica clean bar, dior homme cologne eau de toilette, thalgo men algue bleue vitale wake-up shave, kiehl’s facial fuel energizing face wash, clarins men rasage idéal smooth shave foaming gel tabaklar mudo concept, ayakkabı joshua sanders/shopi go, yaka mendili brooks brothers/beymen, saat jaeger-lecoultre amvox
soldan sağa: biotherm homme razor burn eliminator, toni & guy men styling putty casual matte finish, paco rabanne invictus eau de toilette, sothys paris gel douche vitalité hair and body revitalizing gel, montale musk to musk eau de parfum, clinique skin supplies for men dark spot corrector, ermenegildo zegna uomo eau de toilette tabaklar villeroy & boch, kitap helmut newton photography, kol düğmeleri louis vuitton, ayakkabı louis vuitton, anahtarlık louis vuitton, kravat vanities/beymen, saat milgauss rolex
soldan sağa: amouage memoir man eau de parfum, by killian pure oud eau de parfum, ch men carolina herrera after shave balm, carner barcelona cuirs eau de parfum, ys-uzac pohadka ainsi la nuit eau de parfum, ormonde jayne ormonde man eau de parfum, tom ford noir deodorant, armani eau de nuit pour homme eau de parfum amerikan servisi mudo concept, tabaklar villeroy & boch, kulaklık bang&olufsen h6, ipad kılıfı saint laurent/beymen, para klipsi louis vuitton, saat çantası louis vuitton, tepsi editöre ait
MUSIC
REVIEWS
Goldfrapp
Frankie Rose
Lorde
Goldfrapp’in her yeni albümünde farklı bir sound’la karşımıza çıkmasına alışkınız; Tales of Us ile de gelenek bozulmuyor. Supernature’ın karbon kopyası Head First’ün enerjisine kıyasla yeni albüm, Lynch filmlerinden fırlamışçasına dingin ve eterik bir atmosferde yankılanıyor. Bütünlüğüyle ise grubun en iddialı çalışmalarından. Felt Mountain’ın en iyi Goldfrapp albümü olduğunu iddia edenler Tales of Us’ı henüz dinlemediler. ‘Thea’, ‘Simone’ ve ‘Clay’ şiddetle tavsiye edilir.
Adı Crystal Stilts, Dum Dum Girls ve Vivian Girls ile anılan Frankie Rose ne mutlu ki solo çalışmalarına bir yenisini ekliyor. Geçen senenin enfes Interstellar’ından sonra, sırada yeni albüm Herein Wild var. Güçlü davullar, geniş ve bol katmanlı bir sound ile bu yeni albüm Interstellar’dan pek de uzakta bir yerde değil aslında. Albümün ilk single’ı ‘Sorrow’ ve canlı dinlenmesi gereken ‘The Depths’ dikkate değer parçalardan. En güzel sürprizlerinden biri ise The Damned cover’ı ‘Street of Dreams.’
Hepimizin şu hayatta inanmakta zorluk çektiği ama gerçek olmasını içten bir şekilde dilediği bazı durumlar var, değil mi? Lorde’nin ilk şarkısı ‘Royals’ı dinlediğimizde de benzer duygular hissetmiştik. “Bu ses gerçek mi”, “Gerçekten 16 yaşında mı Lorde”. Evet, ikisi de doğru neyse ki. Hatta bu gerçekliği bir adım daha ileri götürüyor ve Lorde’nin ilk albümünü müjdeliyoruz. Gerçek hayatta fantastikliğe 10 şarkılık yolculuk yapmak isteyenler Lorde’ye takılabilir.
aslı arduman
ezgi ateş
Tales of Us Mute (LP)
Herein Wild Fat Possum Records (LP)
vehbi görgülü
Pure Heroine Universal Music (LP)
Honest
Janelle Monáe
The Internet
Honest müzik dünyasındaki en yeni yüzlerden bir tanesi ama yayınladıkları ilk şarkılarıyla kendilerini buraya taşımayı bildiler. Bu yılın ilk aylarında online müzik aleminde adını duyurmayı başaran Honest, türdaşları Disclosure, Cyril Hahn ve French Fries’ın aksine ABD'nin Tempe eyaletinden katılıyor aramıza. Elektronik temeller üzerine, çizilen baslar ve boğucu vokallerle tam da olması gereken bir müzik yapıyor Honest. Sonraki işleri için bookmark’larınıza ekleyin.
Monáe’nin ilk albümü bizi daha ziyade sound’uyla büyülemişken, akustik tınılarla bezenen The Electric Lady müzisyenin iddialı vokallerini keşfetmemiz için bize eşsiz bir imkan sunuyor. Prince, Solange ve Miguel gibi isimlerin de konuk olarak yer aldığı albümden çıkan ilk single ‘Q.U.E.E.N.’, The Electric Lady için sıkı bir referans. Monáe, sıkça kıyaslandığı Prince’in tahtına mı oynar bilinmez ama psychedelic soul’un en heyecan verici genç temsilcisi olduğu kesin.
Türler arasındaki karmaşada sıkışmadan, dingin, dinlediğinizde kendinizi iyi hissedeceğiniz bir albüm arıyorsanız uzun süredir, Syd tha Kyd ve Matt Martian ikilisinden oluşan The Internet’in yeni albümü Feel Good tam size göre. Soul, jazz, easy tempo, chill out ve benzeri müzikler ilginizi çekiyorsa, ya da sadece basitçe güzel müzik dinlemek istiyorsanız Yuna, Tay Walker, Mac Miller ve Jesse Boykins III gibi isimlerin de yer aldığı Feel Good’a kulak verin.
vehbi görgülü
ezgi ateş
Got The Love Self Release (single)
The Electric Lady Bad Boy (LP)
hasan kaplan
XOXO The Mag
Feel Good Odd Future (LP)
Freddie Gibbs & Madlib Deeper Rap Cats (EP)
Son zamanlarda birbirini tekrarlayan iş birliklerinden sıkıldıysanız, sizi oldukça heyecanlandıracağını düşündüğümüz iki ismin birlikteliğine göz atmaya davet edelim. Freddie Gibbs ve Madlib, 2014’ün ilk aylarında yayınlanacak Piñata adlı albümlerinden önce Deeper EP’lerini yayınladı. Nas’ın One Love’ından beri yaratılan en iyi sound’lardan biri olarak adlandırılan EP, Beat Konducta etkileşimli Chicago funk’ından esintiler hissettiren tam bir old school düzenlemesi.
Forest Swords
SWEET+TALKER
Liverpool'un gururu Matthew Barnes, duyma fonksiyonunda yaşadığı sorunlar nedeniyle müziği bırakmakla yüzleşmiş, kendi sanatını sorgulamaktan bitap düşen fakat tüm bu içsel hesaplaşmalarını müziğinde hissettiğimizde mest olduğumuz bir yetenek. 2010'daki Dagger Paths EP'nin ardından 3 sene sonra gelen Engravings, saykodelik, dub, drone gibi birçok elementin iç içe geçip kaybolduğu ve topyekün hayranlık uyandırıcı şekilde yeniden ortaya çıktığı bir şaheserler bütünü.
Müzik türleri gelip geçse de, insanların dönemlik ilgileri başka zevklere kaysa da singer-songwriter geleneği ve bu türün takipçileri yerini hep koruyor. Sizleri yeni ozanımız, Kaliforniyalı Kevin Fisher ile tanıştırmak isteriz. SWEET + TALKER ismi ile sahne alan Fisher, önümüzdeki günlerde yayınlayacağı ilk EP’sinden ‘Here We Go Again’i paylaştı. Yoğun bir enstrümantal ambiyansa sahip bu aşk şarkısı, yoğun hayatınızı sakinleştirmek için birebir.
Engravings Tri Angle (LP)
Here We Go Again Self Release (single)
sinan kibirli
arda tümer
hasan kaplan
Neko Case
Estelle
Elvis Costello & The Roots
The Worse Things Get..., Case’in son yıllardaki deneyselliğinden uzak folk parçalarının yer aldığı dingin bir albüm. Şarkıların ruhuna, müzisyenin ailesinden birçok sevdiği kişiyi aynı dönemde kaybetmesinin etki ettiğini söylemek mümkün. Nükteli sözler (Night Still Comes), müziğin kimi zaman terapi görevi üstlenebileceğinin kanıtı gibi. Country dinlemeyenlerin bile hoşlanabileceği, metaforik göndermelerle dolu ‘Wild Creatures’ albümün en güzel parçalarından.
İngiliz müzisyen Estelle’in bir öncekini takip eden yeni projesi, üç şarkıdan oluşan Love & Happiness Vol.2: Waiting To Exhale, R&B’nin güçlü isimlerinden Jeremih ve rap’çi Jim Jones’a ev sahipliği yapıyor. Estelle’i, EP’nin son şarkısı ‘So Different’ta ise yalnız görüyoruz. Bir önceki çalışmalarının üzerine pek de bir şey koymuş gibi görünmeyen Estelle, yine kendi standartını koruyarak, pop-R&B çizgisinde salınım yapmadan yoluna devam ediyor.
Elvis Costello, son dönemin en başarılı soul ekibiyle bir araya gelirse neler olur diye merak ediyorsanız, size cevabımız bu albüm olacaktır: Wise Up Ghost and Other Songs. Elvis Costello'nun duygusal ve bir o kadar romantik vokallerinden sıyrılıp kendini soul ve funk'a adadığı bu albümde, The Roots kelimenin tam anlamıyla döktürüyor. Çıkış parçaları 'Walk Us Down' ile dinleyenleri şaşırtmayı başaran ikili, albümde harikalar yaratmış diyebiliriz.
vehbi görgülü
ezgi ateş
busen dostgül
The Worse Things Get, The Harder I Fight Anti- (LP)
Love & Happiness Vol. 2: Waiting To Exhale Self Release (EP)
145
Wise Up Ghost and Other Songs Blue Note (LP)
MUSIC
REVIEWS
Kaskade
Ta-ku
Bodhi
Amerika çıkışlı DJ Kaskade’in yeni albümünde ağırlıklı olarak deep-house parçaları (‘Take Your Mind Off’, ‘Missing You’) ve ballad’lar (‘Floating’) yer alıyor. Albümün uçak seferlerini gerçekleştiren ‘MIA to LAS’ ve ‘LAX to JFK’ ise özel ilgiyi hak ediyorlar. Prodüktörün vokallerini de ilk kez albümle aynı adı taşıyan parçada (‘Atmosphere’) dinlemek mümkün. DJ’in mixtape’lerinde sıkça yer verdiği ‘No One Knows Who We Are’ da ballad versiyonuyla Atmosphere’da dinlenebilir.
Beat müziğin günümüzdeki en üretken ve yaratıcı isimlerinden biri olan Ta-Ku’nun Ekim ayında çıkacak Song To Break Up To adlı yeni EP’sine doğru kaynama noktasına yaklaşırken, ortaya çıkan ‘Krule Love’la vücut ısımız yeniden normal seviyesine düştü bir anda. Güçlü bassline’ların arasında süzülen, temiz piyano ve organ edit’leriyle birleşen TaKu’nun karakteristik beat’leri, Avustralya’nın eşsiz doğasından gelen doğal bir ses hissi uyandırıyor.
Son yıllarda nu-disco’nun içine kaçan deep house ve slo-mo tonlar, sanki türü içinde debelendiği çıkmazdan bir nebze olsa da kurtardı gibi. Bu yükselmenin en büyük destekçilerinden biri de Future Classic ekibinden İngiliz prodüktör Bodhi şüphesiz. Geçtiğimiz günlerde yayınladığı Imperfection EP’si ile bol vokalli, melodik, modern disco sound’unda ne kadar iddialı olduğunu gösteren Bodhi, hem DJ set’ler hem de evde dinlemek için kusursuz bir isim.
Atmosphere Ultra Records (LP)
Imperfection Future Classic (EP)
Krule Love Self Release (single)
vehbi görgülü
Oneohtrix Point Never R Plus Seven Warp Records (LP)
Şu dünyada birinin zihninde yaşamak gibi bir opsiyonunuz olsaydı, seçeceğiniz isimler arasına Daniel Lopatin’i koymak isterdiniz kesinlikle. Kafasında planladığı deneyleri, sesler üzerinden hayata geçirdiği karakteri Oneohtrix Point One ile Warp Records’tan R Plus Seven adlı ilk albümünü yayınlayan Lopatin, standart insan sinir sistemini zorlayacak elektronik ve ambiyans sesler yaratma konusunda alanının en iyilerinden biri kuşkusuz.
erdem çağdaş
gazali görüryılmaz
Pusha T
Bill Callahan
My Name Is My Name Def Jam (LP)
Dream River Drag City (LP)
2013 gerçekten de merakla beklenen albüm heyecanları ve bu albümlere birer birer kavuşma sevinçleri ile geçti, geçmeye de devam ediyor. Sıradaki albümümüz ise Pusha T’nin My Name Is My Name adlı son çalışması. Geçtiğimiz günlerde Kendrick Lamar’ın da yer aldığı, albümün ilk single’ı ‘Nosetalgia’yı yayınlayan Pusha T, tahmin edildiği gibi bölük pörçük ritimler üzerine su gibi akan sözlerle beklentileri karşılayacak gibi duruyor.
Smog adı altında, 15 yıl kadar çoğunlukla lo-fi, deneysel müzik icra ettikten sonra, nüfus kağıdında yazan ismiyle müziğe ve hayatına devam eden Bill Callahan adeta bir şarap misali... Bariton sesinin etkisi, şarkı sözlerindeki içsellik, gitarından perküsyonuna tüm enstrümanlardaki olgunlaşma bu mahzenin rutubetinin ne kadar yerinde olduğunun apaçık göstergeleri. Sekiz parçadan oluşan Dream River, yaşı kemale erdikçe ışıldayan bir sanatçının hikayesi.
ezgi ateş
hasan kaplan
XOXO The Mag
arda tümer
The Weeknd
Delorean
Ro James
Abel Tesfaye, namıdiğer The Weeknd, ilk albümünde tematik olarak kadın-erkek ilişkileri ile duygusal tatminsizliklere yoğunlaşıyor. Kanadalı şarkıcı yaptığı müziği R&B olarak tanımlasa da çoğu zaman düzenlemelerin electronica’ya kaydığının da altını çizmek gerekir. Bu duruma sample’ladığı Portishead gibi grupların da etkisi ettiğini söyleyebiliriz. Drake destekli ‘Live For’ ve albümün açılışını yapan ‘Professional’ gibi kayıtların hatırına şans verilebilir.
Delorean, bir önceki albümü Subiza’ya kıyasla daha dingin bir albümle geri dönüyor. Grubun yüksek tempolu dans ritimlerini arayanlar olacaktır şüphesiz. Öte yandan bu yeni albüm daha özenli bir prodüksiyona sahip. Hatta grubun alışılagelmiş vokal sample’larının yerini gerçek kadın vokalleri alıyor: Chairlift’ten Caroline Polachek ve Glasser albümün konuk vokalleri olarak karşımıza çıkıyorlar. Apar’ın güçlü bir çalışma olduğu iddia edilemez, fakat albümü yabana atmak da haksızlık olacaktır.
Coke ve Jack EP’lerinin ardından yayınladığı Cadillacs ile üç parçalık EP sersini tamamlayan Ro James’in yanında bu sefer Wynter Gordon ve Snoop Dogg (Snoop Lion artık) gibi isimler de var. New York yerlilerinin alışkın olduğu bir gırtlağa sahip olan Ro James, soul vokalleri, yumuşacık beat ve melodileriyle çağdaş R&B’nin en modern örneklerinden birine daha imza attı. Bundan sonra muadilleriyle ismi sıkça anılacak Ro James’i takipte olmakta fayda var.
vehbi görgülü
aslı arduman
gazali görüryılmaz
Kiss Land Republic/XO (LP)
Apar True Panther / Mushroom Pillow (LP)
Cadillacs XIX (EP)
Justin Timberlake
Kid Sister
Peter Gabriel
Kariyer yapıtının her bir tuğlasını dikkatlice, bazen şımarık bir şekilde, bazen üzgün, bazen olgun, çokça dans ederek koyan Justin Timberlake, bu yıl içinde ilk bölümünü yayınlayarak kafamıza sıktığı kurşunun açtığı gediği, yivli ikinci kurşunu ile daha da genişletiyor. Timbaland’in prodüktörlüğünü yaptığı albüm, Jay Z ve Drake’in iştirakiyle zenginleşirken, Justin Timberlake’in pop müziğe koyduğu, aşılması zor görünen yeni standartı ile ayrı bir yerde duruyor.
Tahmin ediyoruz ki, yıllardır iyi kötü müzik dinliyorsunuz. Peki hayatınızda hiç ‘katamaran house!' diye bir tür duydunuz mu? Duymadıysanız Kid Sister’ın son single’ı ‘Bed Breaker’ı dinlemeye davet ediyoruz sizi. Katamaran house tam olarak ne demek biz de çözemesek de M.I.A. meets Baauer tadında bir sound olduğunu anlayabiliyoruz. Los Angeles rapinin trap prodüksiyonu olan ‘Bed Breaker’ müzikte melodi ve sertlik arayanlar için ideal.
Peter Gabriel’in 2010 yılında yayınlanan Scratch My Back cover albümünün devamı olarak tasarlanan And I’ll Scratch Yours, yaklaşık üç yıllık gecikmenin sonunda, yılların verdiği süreksizlik sonucu sadece I’ll Scratch Yours olarak hayata geçirildi. Albümde, David Byrne, Bon Iver, Regina Spektor, Stephin Merritt, Randy Newman, Arcade Fire, Elbow, Brian Eno, Feist, Lou Reed ve Paul Simon gibi isimlerin Gabriel şarkılarına yeni yorumlarını dinleyebilirsiniz.
gazali görüryılmaz
sinan kibirli
The 20/20 Experience (2 of 2) Sony Music (LP)
I’ll Scratch Yours Real World Records (LP)
Bed Breaker Self Release (single)
hasan kaplan
147
GAMES
hazırlayan emre doğan
Arkham’da Neler Olmuştu?
Multiplayer Nefis, Hikaye Patates
Popüler kültürün önemli ikonlarından Batman, son yıllarda video oyunlarında da oldukça revaçta. E nasıl olmasın? Yeni filmde Ben Affleck’in oynayacağı haberi bile internet camiasını sarsmaya yetti. 2009’dan bu yana Arkham Asylum, Arkham City ve mini konsollar için çıkan yan oyunlar epey sattı. Geliştirici ve yayımcılar da mevzu soğumadan yeni oyunu hazır ettiler bile. Arkham macerası pek tabii bitmek bilmiyor. Aslında bitmek biliyor da, biten her seride yapıldığı üzere Arkham hikayesinin başlangıcına (ya da orijinine) dönüş yapıyoruz. Oyun, Arkham Asylum’dan yaklaşık beş sene önce, Bay Wayne henüz Batman’likte uzmanlaşmamışken vuku buluyor. Şehrin ve Gordon’un henüz kanunsuz koruyuculara tahammülü yok. Öte yandan, suçlular da Batman’in farkına vardıkları ve ondan ziyadesiyle kıllandıkları
Battlefield serisi 2002’den beri first person shooter camiasında bulunan, expansion’larla beraber 23 oyunluk dev bir külliyat. Askeri temalı FPS oynamış herkesin yolu bu seriden muhakkak geçmiştir. Call of Duty gibi, Battlefield da asıl ününü tarihsel olayları konu eden oyunlardan sonra edindi. CoD gibi, o da modaya uyarak modern ve gelecek zamanlarda geçen savaş oyunları üretti. 2011’de görücüye çıkan Battlefield 3 -ve ilgili DLC’ler- günümüzde geçiyordu, Battlefield 4 ise yakın gelecekte, 2020’de geçiyor olacak. Başında olduğumuz ‘Mezartaşı’ isimli askeri manganın aldığı çeşitli görevleri tamamlamaya çalışacağız. Bunlar arasında Bakü’de istihbarat çalarken bir Rus generalden kaçmak veya Singapur yolunda batan bir uçak gemisindeyken yine istihbarat çalarken Çinli askerlerden kaçmak gibi görevler var. Habire istihbarat
için başına yüklü bir ödül koymuşlar. Ödülü koyan Black Mask, geceleri Bruce Wayne gibi esen bir rüzgarken, gündelik hayatında kozmetik şirketinin varlıklı sahibi oluyor. Sevgili Batman de bir yandan ödülü kovalayan amansız katillerin hakkından gelmeye çalışırken, diğer yandan da şehrin kolluk kuvvetleriyle meşgul olacak. Özetle hikaye genel anlamda çok enteresan ya da yeni sayılmaz. Zaten farklı ya da alakasız olması daha sorunlu olurdu. Dolayısıyla, anlatıma çok takılmadan, karşımıza geleni dövüyoruz. Normalde sorunlarımızı şiddet kullanarak çözmemeye özen gösteriyoruz ama bilgisayar oyunlarında önüne gelene aparkat çıkarmakta bir beis yok. Gelene yapıştır, gidene yapıştır, kodu mu oturt.. Grafikler, efektler falan da fena değil. Bugün bir Batman kolay yetişmiyor.
Batman: Arkham Origins [PS3, Xbox 360, PC, Wii U]
kaçırmamızın nedeniyse, Çin’de seçilmek üzere olan barışçıl lidere yapılacak suikastın ve dolaylı olarak Çin-Rusya-ABD arasında çıkması muhtemel Üçüncü Dünya Savaşı’nın engellenmesi olacak. Yani klasik Amerikan politik tavrı: Barış getirmek için cebir ve şiddet kullanımı. “Barış için savaşmak, bekaret için sevişmeye benzer” özlü sözünü hatırlayıp oyuna geri dönelim. Battlefield’daki multiplayer deneyimini benzerlerinden ayıran en önemli karakteristik, devasa haritalar, yüksek oyuncu sayısı ve hava-kara-su araçlarının bolluğu. Bunlar layığıyla yerine getirilmiş. 2014 arifesine yakışan gölgeler, ışık oyunları, nesnelerin ve yapıların parçalanma efektleriyle hazırlanan diğer animasyonlar da gayet hoş. Edilen savaş karşıtı onca kelamdan sonra ve bunun bir oyun olduğunun bilincindeyken, 64 kişilik tatlı bir müsabakada oynamak istenir mi? İstenir.
Battlefield 4 [PC, PS3-4, Xbox 360-One]
Zavallı Jodie Holmes
Yağmur Dersem Çık
Tercihini, hikayesi sağlam olan ve tuşlara beyinsizce basılmayan oyunlardan yana kullananlara müjde! Başrolünü Ellen Page’in oynadığı ve William Dafoe’nun da rol aldığı yeni ‘interaktif drama’ Beyond: Two Souls, epey ilginç olacağa benziyor. Oyun psikolojik, spiritüel ve korku elemanları etrafında dolaşırken, asırlardır merak edilen nihai sorunun cevabını arıyor: Ölümden sonra ne olur? Ana karakterimiz Jodie, ne idüğü belirsiz doğaüstü bir varlık olan Aiden’la garip bir ilişki içindedir. Aiden, küçük yaştan beri Jodie’nin etrafındadır ve hayatına bir şekilde müdahale etmektedir. Öyle ki; Jodie, beş parasız ve evsizken, defalarca intiharı düşünür, hatta kendini binanın tepesinden bırakır ancak mucizevi bir şekilde Aiden onun kendi canına kıymasına müsaade etmez. Hikayenin ilerleyen noktalarında bu paranormal durumu fark eden ve Jodie’den faydalanmak
Büyük bütçeli, dev prodüksiyonlar kadar, nispeten daha küçük oyunlara da yer vermek lazım. Rain, alıştığımız anlamda bağımsız bir yapım değil, ancak Japonya’nın küçük-orta ölçekli stüdyolarından çıkma bir oyun. Şiirsel anlatım, yer yer sulu boya görseller ve iç ferahlatan bir masumiyet havası fışkırıyor oyundan. Rain, bir gün camdan bakarken yağmur altında yürüyen bir kız silüeti gören çocuğun hikayesi. Neredeyse görünmez olan bu kızı, habis ruhlu bir yaratık silüeti takip etmektedir. Çocuk dayanamaz ve kendini sokağa atar. Kız ve yaratık, uhrevi bir kapıdan geçerler ve kaybolurlar, bizim oğlan da peşlerinden... Böylece kahramanımız da artık görünmezdir. Sadece yağmur altında silüeti ortaya çıkmakta, diğer zamanlarda yalnızca ayak izleri fark edilmektedir. İlerledikçe anlayacaktır ki yaşadığımız dünyada başka görünmez varlıklar da bulunmaktadırlar, aramızda
isteyen devlet görevlileri de olacaktır. Hatta Jodie’yi askeri eğitimden geçirip sınır ötesi operasyona bile gönderirler. Bu yazının yazıldığı tarih itibarıyla Beyond: Two Souls’un hikayesi tamamen açıklanmış değil. Kaldı ki; açıklansa bile net bir şey söylemek mümkün olmazdı. Çünkü oyunda -tıpkı Heavy Rain’de olduğu gibialdığınız kararların ‘yanlış’ olması diye bir durum söz konusu değil. Karakterinizin adına bir karar verdiğinizde, bu onun ölümüne yol açacak olsa dahi oyun bitmiyor. Sadece hikayeye farklı bir yoldan devam ediyorsunuz. Oyunun grafikleri ve türü göz önüne alınırsa da oldukça doyurucu sayılır. Aksiyon seviyesi düşük, istenen beceriyse sadece biraz refleks ve ekrandaki yönergeleri takip edebilmek. Bu tip oyunlardan hoşlananları -ve yanındakileri- saatlerce ekran başına kilitleyebilecek bir yapım. Beyond: Two Souls [PS3]
Rain [PS3]
gezmektedirler. Oldukça ilginç ve ruhu olan bir macera oyununa benziyor. Karakterimiz sadece yağmur altındayken görünüyordur. Bu fenomeni ve diğer özellikleri kullanarak çok sayıda bulmacayı çözmemiz ve oyunun başında gördüğümüz kızı bulmamız gerekmekte. Bu arada, yağmur altında değilken karakterimizi biz de göremiyoruz. Dolayısıyla ayak izleri, çarptığı masa vb. çevreyle etkileşimlerden yola çıkarak, ekrandaki yerimizi ancak dolaylı olarak saptayabiliyoruz. Ortam kasvetli ve sürekli yağmurlu ancak garip bir şekilde korkutucu değil. Oyun için önerilen yaş da henüz belli değil ama, 15’in üzerinde olacağını sanmıyorum, zira hikaye ve yaşanan olaylar gayet masalsı. İyi bir oyun oynamak için olağanüstü grafiklerle karşılaşmamız ya da çok para harcamamız gerekmiyor. PSN’den makul bir fiyata indirebileceğiniz oyun, sonbaharın havasına uygun bir macera olabilir.
SET UP
Yalın Tan
Creating Lifestyles Merakı her daim cezbeden yaratıcı güç, söz konusu etrafımızı kaplayan alanlar olunca kademe atlıyor ve ardındakini bir nebze daha fazla merak ettiriyor. Yakın zamanda ruhunuzu ele geçiren mekanlardan birinin arkasındaki ismi merak ettiğinizde cevabı belki de Yalın Tan’dı. Hafızanızı kontrol ediniz. Biz de, 2000 yılında Jeyan Ülkü ile iç mimari ve tasarım ofislerini kurduktan sonra birçok global ve lokal markanın projelerini yürüten Tan’ın yaratım sürecinin sırlarını öğrenebilmek için çalışma masasına sızdık. hazırlayan ayşegül şahinbozkır fotoğraflar yalım kartal
XOXO The Mag
soldan sağa: 1. Kumaş kartelaları 2. Kurşun, flomaster, tükenmez ve füzen kalemler 3. Baret 4. La Sardina Lomography Lomo 35 mm. fotoğraf makinesi 5. Kredi kartlık 6. Ajanda 7. Kağıt ağırlığı 8. Alüminyum numuneleri 9. Portföy 10. Kartvizitlik 11. Wireless kulaklık 12. Stres topu 13. Zemin kaplama numuneleri 14. Ölçekli cetvel 15. Vitra Miniature Collection (Eames Tabure) 16. Not defteri 17. Laminant kaplama numuneleri 18. Silindir paralel cetvel 19. Güneş gözlüğü 20. Deri dosyalık 21. New Bar and Club Design kitabı 22. Mobilya tefriş şablonu 23. Ahşap numune 24. 0.7 mm uçlu kalem 25. Ahşap yapı kılavuzu 26. Paspas numuneleri 151
Locations Where You Can Find Us...
360 7 GR ANJEL BABYLON BADEHANE BAHAR KORÇAN BALKON BALTAZAR BEJ CAFE BRUNO'S BUILDING GALATA BUTİK BUKA CAFE FİRUZ CAFFE NERO GALATASARAY CAFFE NERO İKSV CEZAYİR İSTANBUL CUBA BAR İSTANBUL CULLINARY INSTITUTE CUPPA CAFE ÇOKÇOK THAI RESTAURANT DAI PERA DELIRIUM DIZZIA CAFE RESTAURANT LOUNGE ECE AKSOY EGERAN GALERİ FAKÜLTE AJANS FLAVIO GALATA NO:5 KUAFÖR GALATTA BRASSERIA GALERİ ZILBERMAN GALERIST GARAJISTANBUL GATE TATTOO GEZİ İSTANBUL GHETTO İSTANBUL GRAM GROOVE HELVETIA HOME ROOM JOURNEY KAFIKA KAHVE ALTI KAKTÜS KAHVESİ KARABATAK CAFE KASABIM KİKİ KOMODOR KÖŞE BRASSERIEKULINATA KULP LABISTANBUL LASTİK PABUÇ LAUNDROMAT LAZY BUTİK LEB-İ DERYA LEBLON LILIPUD LOKAL ASMALI LOKANTA MAYA LOMOGRAPHY GALLERY STORE İSTANBUL LUSH HOTEL MAMA SHELTER MANO BURGER MASA MAVRA MESTA MEYRA MISS PIZZA MOMO MUHİT MÜNFERİT NAR PERA NON GALERİ OFF PERA OPS CAFE OPUS 3A OTTO SOFYALI OTTO TÜNEL PANDORA KİTABEVİ PARISTEXAS Pİ ARTWORKS PICANTE PİLEVNELİ PROJECT PİLOT GALERİ PLIEÉ POINT HOTEL PROPAGANDA QUE TAL RAFİNERİ ROBINSON CRUSOE ROOK SALT BISTRO SAN LAZZARO TRATTORIA PIZZERIA SELF ESTATE SİMAY BÜLBÜL ŞİMDİ/NOW SİMURG KİTABEVİ SMYRNA SNTRL DÜKKAN SUGAR CAFE SUSAM CAFE SUSHI EXPRESS TABE KIYAMET TAKKUNYA TAPS THE HOUSE APART CİHANGİR THE HOUSE APART GALATASARAY THE HOUSE APART TÜNEL THE HOUSE CAFE İSTİKLAL THE HOUSE CAFE TÜNEL THE HOUSE HOTEL GALATASARAY UGLY UNTER URBAN WE WHITE MILL WITT SUITES İSTANBUL XFLATS ZENCEFİL
Also, you can ask for us at cool hair salons and innovative art galleries! XOXO The Mag
Aeron®
reçete ile satılan tek koltuk
Authorized Herman Miller Dealer
Ayazma yolu sokak No:5 Etiler T: +90 212 263 6406 info@bms-tr.com / www.bms-tr.com
HAYATINI SEN YAZ Hayatının hikâyesi yazılırken, kalemi başkasının tutmasına izin verme.
www.hayatinisenyaz.com