037 FASHIONMUSICARTDESIGN
KASIM 2013 ÜCRETSİZDİR
Valerie Van Der Graaf & Dioni Tabbers (106)
RUTH OZEKI (16) ANNA CALVI (20) ALEJANDRO ARAVENA (38) DR. SENAİ AKSOY (56) FABRICE PAINEAU (68) MURAT AKAGÜNDÜZ (80) WHEN THE LIGHT GOES GREEN (136)
XOXO The Mag
visit Armanibeauty.com
Cate Blanchett
the new fragrance
3
XOXO The Mag
5
cover guests valerie van der graaf & dioni tabbers photographer grant thomas
İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@xoxothemag.net Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Editörler Aslı Arduman, Serap Gecü, Gazali Görüryılmaz, Ayşecan İpek, Elif Kamışlı, Aslin Kumdagezer, Müjde Metin İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Melahat Çakır Katkıda Bulunanlar Cihan Alpgiray, Richard Aslan, Ceylan Atınç, Orhan Cem Çetin, Emre Doğan, Güneş Engin, Şenol Erdoğan, Hülya Ertaş, Pawel Fabjanski, Vehbi Görgülü, Hasan Kaplan, Yalım Kartal, Linda Kocabıyık, Ersin Koray, Dorota Magdziarz, Alican Öyke, Beren Özel, Jason Rodgers, Murat Süyür, Didem Şenol Tiryakioğlu, Arda Tümer, Ali Tünay, Erman Ata Uncu, Özge Ünsal Reklam cihan@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.
N U R TA N E S İ S K . N O : 3 4 Y I L D I Z B E Ş İ K TA Ş İ stanbul T : + 9 0 2 1 2 2 5 9 0 6 6 9
XOXO The Mag
CONTENTS
COVER 106... Valerie Van Der Graaf & Dioni Tabbers
INTERVIEW 16... Ruth Ozeki
ART & DESIGN
An Interview for the Time Being röportaj aslı arduman
10... Anna Wili Highfield
22... Nalden
Creatures of Paper
Creating to Share
röportaj aslin kumdagezer
26... Kris Kuksi Eski Dünyadan Gelen röportaj özge ünsal
38... Alejandro Aravena Şili Doğasından Tasarıma röportaj hülya ertaş
48... Kenny Scharf
röportaj cihan şerbetcioğlu
MUSIC 20... Anna Calvi Tek Nefeste röportaj gazali görüryılmaz
73... Omar Souleyman Bir Şeyin Baharı röportaj beren özel
Future Art
İstanbul’un Bir Diğer Yüzü röportaj erman ata uncu
56... Dr. Senai Aksoy
MORE 46... Nar Ekşisi Tatlı Bir Mayhoşluk yazı didem şenol
Büyük Umutlarla Şişen Karınlar röportaj ayşecan ipek
68... Fabrice Paineau
64... Masters of Sex Masum Çağlara Veda yazı erman ata uncu
Yeni Fikirler Yönetmeni
röportaj richard aslan
60... Adam Broomberg & Oliver Chanarin
30... Aslı Özge
röportaj serap gecü
FASHION
92... Things That Matter hazırlayan ayşecan ipek
Brecht, Fotoğraf ve Reenkarnasyon
42... Prabal Gurung
96... Carolyn Cassady
röportaj müjde metin
Ladies First
Some Girls Are Bigger Than Others
röportaj aslin kumdagezer
yazı şenol erdoğan
80... Murat Akagündüz Resmin En Yalın Hali
52... Exhibition à la Mode
röportaj elif kamışlı
hazırlayan aslin kumdagezer
88... Mehmet Kütükçüoğlu
76... Details
Genelgeçerin Reddi röportaj hülya ertaş
hazırlayan müjde metin
LOVING YOU IS EASY... "GÜNLERİMİ İLK KEZ ANNELİK YAŞAYAN HERHANGİ BİR KADINDAN FARKLI GEÇİYORUM" DERSEM, SİZE karşı DEĞİL KENDİME KARŞI KOMİK DURUMA DÜŞERİM. BİLDİĞİNİZ; KAOTİK, AMA KENDİ İÇİNDE ÇOK GEÇERLİ BİR DÜZENİ OLAN, BOLCA GEL-GİTLİ RUH HALİYLE BEZELİ GÜNLER İŞTE, NE EKSİK NE FAZLA… AMA BU, ÜRETTİĞİNİN KÖLESİ OLANLARDAN DEĞİLSENİZ, AKIP GEÇEN GÜNLER DE YAŞADIKLARIMIZDAN FARKSIZ DEĞİL. AMBALAJI FARKLI, RUHU İSE BİR GARİP... EVERYBODY NEEDS SOMEBODY. BU AY, İKİ kapak KONUĞUMUZ VAR VE YİNE İKİ FARKLI KAPAKLAYIZ. ELİNİZDEKİ DERGİNİN KAPAĞI, ELİNİZDE OLMAYANI, AMA fazla dert etmeyin; MUHTEVİYATLARI AYNI. ÖYLEYSE KONULARA GELELİM, BU AY SİZİ MARUZ BIRAKTIĞIMIZ KONULARA… HANİ BAZEN ÜRKEK BİR TAVŞAN GİBİ HİSSEDERSİNİZ YA, HAH İŞTE, BİZ BU SAYIDA, YİNE, HİÇ ÖYLE HİSSETMİYORUZ. ELİMİZİ KORKAK ALIŞTIRMADAN, KASIM’IN BİZE SUNDUĞU BEREKETSİZLİĞİ AVANTAJA ÇEVİRİYORUZ. ANLATACAKLARI İLGİNÇ OLAN KİŞİLERE, FAZLA İLGİNÇLEŞME ÇABASINA GİRMEDEN MERAK ETTİKLERİNİZİ BİZİM AĞZIMIZdan SORUYORUZ. YENİ OLANDAN, ZATEN YILLARDIR BURADA OLANA, HEYECAN VERİCİ OLMAYANDAN, AYAKLARIMIZI TİTRETENE, ARDILI OLMAYANDAN ÖNCELİ OLMAYANA SAYFALARIMIZI AÇIYORUZ. MODADAN DEĞİL STİLDEN DEM VURUYORUZ, TASARIMIN HER HALİNDEN, MÜZİĞİN YENİSİNDEN, GÜZELLİĞİN SAKLI OLMAYIP GÖZ ÖNÜNDE de OLMAYANINDAN, SANATIN HEM KLASİK HEM DE GÜNCEL OLANINDAN, HAYATIMIZDA İZ BIRAKANınDAN, OKUDUĞUMUZDA YA DA İZLEDİĞİMİZDE AKLIMIZDA SORU İŞARETİNDEN FAZLASINI ekleyenİnden, SİZDEN, BİZDEN, ONDAN, BUNDAN VE ŞUNDAN… P.S. I LOVE K.
OLGA ŞERBETCİOĞLU
EVENT MANAGEMENT
PUBLISHING
CONCEPT DESIGN
BRAND PLATFORMS
AND ANYTHING COOL
FOR MORE FACEBOOK.COM/COPRODUKSIYON 123@COISTANBUL.COM +90 212 2590669 9
INTERVIEW/art
Anna Wili Highfield
Creatures of Paper
1700’lerin ortalarında Rousseau ve Rameau, Fransız operasını iki ayrı uçtan çekiştirmekteyken, sadece insanoğlunun yaratımlarının doğayı taklit etmekteki gücü konusunda hemfikir olabilmişlerdi. En azından bir bakıma... Rameau, doğanın Kartezyen tarafında matematik hesapların arasında denklemleri birleştirirken; Rousseau, bir meşe ağacının gölgesinde tutkuları, duyguları ve iç hesaplaşmalarını kağıda döküyordu. Birkaç yüzyıl sonra hala Querelle des Bouffons’un iki kutbunun temsilcilerinin öğretileri etrafında dönüp duruyoruz. Anna Wili Highfield doğayı taklit edenler sınıfında heyecanla parmak kaldırıp söz istiyor. İzninizle söz veriyoruz ve Highfield’in doğa tasvirini okurken tüm öğretilerimizi takip eden röportaj için kitap sayfalarında bırakıyoruz. röportaj aslin kumdagezer fotoğraf shauna greyerbiehl
XOXO The Mag
1.
2.
Duymaya alışık olduğun bir soru ile başlayalım, estetiğine nasıl karar verdin? Aslında halihazırda herhangi bir şey üzerinde karar kıldığımı söyleyemeyeceğim. Yaptığım şey daha çok, hayatım boyunca karşılaştığım etkenlere beni görsel olarak tatmin edecek şekilde tepki vermek. Dolayısıyla karşılaştığım veya dikkatimi çeken herhangi bir şey işimi ve estetiğimi etkileyebiliyor.
yapmadığını okumuştum. Özel bir sebebi var mı? İşin komik yanı, ben de bilmiyorum. Nedense işe hiç çizerek başlama ihtiyacı hissetmedim. Parçaları birbirine dikerek başlamak daha mantıklı geldi. Üzerinde çok fazla düşünmeden, tasarımın nasıl olacağına karar vermek beynimi boşaltabilmemin tek olası yolu. Bu çerçevede biraz da bilinçsizce bir ritim tutturabildiğimde en başarılı sonucu aldığımı gördüm.
Peki ya kullandığın malzemeler; neden sadece kağıt, iplik ve bakır telle çalışıyorsun? Babam kuklacıydı... Yarattığı karakterler ve sadece bir iple onları hareket ettirip canlandırması beni her zaman etkilemiştir. Sanırım işlerimde iplik kullanmamın sebebi de, ipleri kontrol ederek hayatı yakalayabilme arzusu... Kağıda gelince, aramızda giderek daha sağlam bir harmoni oluşuyor. Sınırlarını zorlayabildiğim bir madde olduğu için çalışmayı özellikle seviyorum.
Neden sadece hayvanlar üzerinde çalışıyorsun? Hayvanların hisleri, bilinç ve yaşamlarına her zaman hayranlık beslemişimdir. Herkesin farklı hayvanlarla, farklı enerjiler deneyimlediklerini ve onlara farklı karakterler atfettiklerini de göz önünde bulundurursak bence, bir hayvanın portresine bakmak, insanınkine nazaran daha öznel, daha dolaysız ve daha bilinçsiz bir etkileşim sağlıyor. İnsan portresi üzerine çalışman teklif edildi mi hiç? Henüz böyle bir teklif almadım. Kariyerim dahilinde bir meydan okuma olurdu herhalde. Aslında tanınmış, enteresan görünüme ve karaktere sahip birileri üzerinde çalışmak çok keyifli olabilirdi.
Sınırlarını zorlamak derken tam olarak neyi kastediyorsun? Kağıt sanıldığı kadar kırılgan bir malzeme değil. Size, itip çekmeniz, asılmanız ve hatta yırtmanız için gerekli alanı sunuyor. Kolay şekil alabilen, mücadele gerektirmeyen malzemelerle çalışmayı sevmiyorum. Kağıt bu noktada hayli tatmin edici olabiliyor, bazen aklımda hiçbir fikir yokken sadece onunla verdiğim uğraş sırasında şekillenen şey ilhamım olabiliyor.
Bir sonraki çalışmanın hangi hayvan üzerine olacağına nasıl karar veriyorsun? Çok da enteresan bir süreç değil aslında. Bir tanesi her zaman, o ya da bu nedenle bir adım öne çıkıyor, ardından biraz görsel araştırma yapıp üzerinde çalışmanın beni heyecanlandırıp heyecanlandırmayacağını tartıyorum. Sonra da başlıyorum...
Bu durumda kırılganlık ve dayanıklılık arasındaki çizgi, yaratımının üzerinde, fiziki anlamın ötesinde de var oluyor... Bence kullandığım malzeme ana fikrimle oldukça uyumlu ilerliyor. Kırılgan bir malzemeyle vahşi yaşamın izlerini taklit etmek, aslında yırtıcıların savunmasızlığı adına bir söylem. Her ne kadar onlara belli bir küstahlık ve cüretkarlık aşılasam da aslında oldukça hassaslar. Dolayısıyla her heykelde dayanıklılığın ve kırılganlığın gelgitleri mevcut. Kendi varoluşsal deneyimimin de işlerimin içerisinde olduğunu hissediyorum; fakat, henüz onları bilinçli bir şekilde ortaya koyma cesaretini gösteremiyorum sanırım.
İşlerin ilk nasıl popüler oldu? Moda tasarımcısı bir arkadaşım için bakır borudan devasa bir at heykeli yapmıştım. Dükkanında sergiliyordu, dolayısıyla kulaktan kulağa duyulmaya ve birçok sipariş almaya başladım. Hermès’le olan iş birliğin nasıl gelişti peki? Birkaç yıl önce, Hermès Avustralya İletişim Müdürü bana ulaştı. İş birliğinin detaylarını konuşmaya başladığımız anda ikimiz de birbirimizi heyecanlandıran fikirler ortaya attık. Benim açımdan tarif
İşe koyulmadan önce genelin aksine bir eskiz ya da çizim 11
4.
edilemez bir iş birliği oldu. Bir projeyi tamamladıktan hemen sonra yeni bir proje fikriyle geldiler. Bence Hermès, ürünlerinin el yapımı olması dolayısıyla, elleriyle üretim yapan bir sanatçının beraber çalışabileceği ideal bir marka, ki bu özellikleri marka olarak onların da medarıiftiharı. Ben de kendi adıma zanaat ve tasarımı, çatısı altında bu kadar homojen bir şekilde birleştiren tarihi bir markayla çalışabildiğim için onur duyuyorum. Aynı zamanda kişiye özel siparişler de alıyorsun. Hangisi daha zorlayıcı? Bence ikisi de eşit derecede eğlenceli. Çünkü ticari ya da kişisel farkı gözetmeksizin, karşı taraf halihazırda işlerime aşina oluyor ve yaptığım şeylerle bir noktada bağ kurmuş şekilde geliyor. Bana da onlara özel yaptığım çalışmalarda onları etkileyebilmek ve keyif almalarını sağlamak kalıyor. Bunu başarabilmek benim için en büyük ödül. Konuyla alakasız; röportaj öncesi adını Google’ladığımda sinemayla da bir bağın olduğunu gördüm. Bir zamanlar oyunculuk kariyer planların arasında mıydı? Hayır! Hiç aklımdan geçmedi. Bir zamanlar arkadaşım çektiği bir kısa film için kamera karşısına geçmemi istemişti. Gördüğün o filmle alakalı bir link olmalı. Hala ortalarda olduğuna inanamıyorum. Çalışmalarına geri dönelim o halde, yaşadığın yer işlerini nasıl etkiliyor? Bazen çalışmalarımın doğaya karşı duyduğum özlemin bir tercümesi olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, eğer şehir yerine daha ormanlık bir yerde yaşıyor olsaydım belki de daha geometrik şekiller üzerinde çalışırdım, diye düşünmeden edemiyorum. Sanırım bu epey uzak bir olasılık. Ama şehir olarak Sydney’in beni doğrudan etkilediğini düşünmüyorum. Herhangi bir şehirde yaşayıp işlerime devam edebilirdim, bu kez oradaki yerel hayvanlara odaklanırdım. Çalışırken aşırı dozda Nick Cave dinlediğin doğru mu? Ah, evet ama artık biraz daha enstrümantal müziğe kaydım sanırım. Özellikle piyano. Sadece bir müzik aletinin domine ettiği parçalardaki minimalizm beni şu sıralar çok etkiliyor. Sanırım bu sayede aklımın
1-4. fotoğraflar: petrina tinslay
3.
bir köşesinde kendime ve yapacağım işe de yer açmış oluyorum. Şu an ne üzerinde çalışıyorsun? Son zamanlarda kangurularla aşk yaşıyorum desem abartmış olmam sanırım. Hareketli yapılarının ardında zaman zaman o kadar durgun ve donuk olabilmeleri beni büyülüyor. Bir çalılıkta karşılaştığınızda siz onu fark etmeden önce onun sizi fark ettiğini ve dik dik size baktığını görebilirsiniz. Bir kanguruyla göz kontağı kurmak yaşayabileceğiniz en derin deneyimlerden biri bence. Şimdilik, o göz göze gelme anını somutlaştırmakla uğraşıyorum. Kontağın kaybolup kangurunun kaçmasından önceki o mahcup ve merak dolu bakışını canlandırmaya çalışıyorum. Gelecek için projelerin neler? Hermès için yeni bir projeyi henüz noktaladım, bunun sonuçlarını yıl sonu görebileceksiniz. Bunun yanında bir baykuşun durduğu andan uçmaya başlamasına kadar olan havalanma etaplarını yansıttığım altı parçalık enstalasyonum üzerinde çalışıyorum. Hareketi barındıran tek bir parça gibi olmasını istiyorum. Bu çalışmalarım bittiğindeyse artık bir sergi açmayı planlıyorum. Yoğun bir iş temposu ve iki çocukla günlük rutinin epey karmaşık olmalı. Tahmin bile edemezsin. Oldukça delice ama eğlenceli olduğunu söyleyebilirim. Daha yeni yeni çocuklar ve işim arasındaki doğru dengeyi bulmaya başladım. Açık konuşmam gerekirse, annelik kendimden daha emin olmamı sağladı. Çocuklarınız olunca dişi bir aslana dönüşüyorsunuz. Hayatınızda, her şeyden daha fazla değer verebileceğiniz birileri olması harika bir his. Peki tipik bir Cumartesi seni nerede buluruz? Bugün Cumartesi ve stüdyomda sorularını cevaplıyorum. Oldukça huzurlu bir ortam. Ama genelde çocuklarımla plajda ya da parkta bulabilirsin. Bitirmeden sormalıyım, kendini hangi hayvanla özdeşleştiriyorsun? Yırtıcı bir kuş. Çünkü uçabiliyor, güçlü ve bir amacı var.
XOXO The Mag
W HY JUST BE PRECISE WHEN YOU CAN BE THE MOST PRECISE?
MASTER TOURBILLON DUALTIME. Jaeger-LeCoultre Calibre 978B with patented jumping date. Winner of the first International Timing Competition of the 21st century, held under the auspices of the Geneva Observatory, Jaeger-LeCoultre Calibre 978 boasts peerless precision in a new 41.5 mm-diameter pink gold case. Its 71-part tourbillon regulator features an ultra-light grade 5 titanium carriage and a large variable-inertia balance beating at a cadence of 28,800 vibrations per hour.
YO U D E S E RV E A R E A L WATC H.
JAEGER-LECOULTRE Butik, Nişantaşı, +90 212 232 3017 İstanbul: SAPPHIRE Flyinn AVM, +90 212 663 2828 / RHODIUM İstinyePark AVM, +90 212 345 5697 Antalya: D JEWELS, +90 242 340 5500 / ARGOS, +90 242 310 3210 / VIKING Kemer, +90 242 814 5152 www.jaeger-lecoultre.com
brand
SHALL WE DANCE?
Makeup Goes Black Tie yazı ayşecan ipek fotoğraf chanel sas’ın izniyle
Her şeyin gereğinden fazla rahatladığı, özensizleştiği, tabiri caizse sıradanlaştığı günümüzde, Downton Abbey sakinleri misali, bir akşam yemeğine, bir partiye ya da sırf öyle istendiği için amaçsız bir geceye itina ile hazırlanmayı özledik. Hayatının her gününü özen, bakım ve şıklık içinde geçiren Gabrielle Chanel’in bu işte bir parmağı olsa gerek, bu seneki yılbaşı hediyemiz bronz, haki ve kırmızının egemenliğindeki Nuit Infinie de Chanel. Chanel Makeup Studio, bu gösterişli koleksiyonla gece ve gündüz arasına net bir çizgi çekiyor. Koleksiyonun baştan çıkarıcı ilk işaretini Le Vernis Rouge Rubis veriyor: Bu olabildiğine canlı ve parlak kırmızı, gıcır gıcır bir Ferrari’nin soğuk asfalttaki ihtişamına benzer bir etkiye sahip. Ombres Matelassées de Chanel Charming, markanın imzası baklava desenine bürünmüş, bej, bronz ve mürdüm tonlarında beş kült rengin bir araya geldiği bir far paleti. Cam kavanozunda değerli ve metalik bir balsam gibi parıldayan Illusion d’Ombre, platin bronz Initiation ve gümüş menekşe Fatal ile iki yeni renge kavuşuyor. Bronz ve haki tonlarındaki Ligne Graphique de Chanel Bronze, kirpik çizgisinden geçerek bakışları aydınlatıyor. Cils Scintillants Bronze Platine, siyah
maskaranın üzerine bir kat geçildiğinde metalik bir etki yaratıyor. Dudaklar da aynı feminen ve çarpıcı etkiye teslim oluyor, Rouge Allure Velvet, kadife mat dokusunu iki farklı renkte yansıtıyor: Accessoire oje ile uyumlu La Désirée, rengini kırmızı şaraptan alıyor. Rouge Rubis ile uyumlu La Précieuse ise cesur ve canlı bir kırmızı. Saten dokulu Rouge Allure, koleksiyona parlak pembe Radieuse ile katılıyor. Pudra dokusunun asla hissedilmediği, neredeyse çıplak gibi görünen ten makyajı, bu koleksiyonun vazgeçilmez bir parçası. Joues Contraste Accent allık, her tene uyum sağlayan pembe beje, sağlıklı bir parıltı yaratmak amacıyla dore inci etkisi ilave ediyor. Koleksiyonun en iddialı ürünlerinden Poudre Universelle Libre Moonlight ise incecik dokusu ve inci efekti ile yüze ve dekolteye uygulandığında doğal bir ışıltı sağlıyor. Dudak ve tırnaklar arasındaki uyum, pırıl pırıl bir ten, bronz tonlarında dumanlı bir göz makyajıyla gündüzden geceye dramatik bir geçiş yapan Nuit Infinie de Chanel, hava karardıktan sonra ortaya çıkan ışık ve parlaklığı arayanlar için.
XOXO The Mag
15
INTERVIEW/LITERATURE
Ruth Ozeki
An Interview for the Time Being Ruth Ozeki, son kitabı A Tale for the Time Being’i yazmaya bundan tam yedi yıl önce başlar. Uzun bir süreçten sonra 2011’de kitabın ilk taslağını editörüne teslim edecekken, Japonya depremi ve tsunami faciası meydana gelir ve bir anda her şey değişir; bunun üzerine Ozeki kitabı baştan yazmaya karar verir. Serüven uzadıkça uzar, ama sonuç buna değer. Uyaralım; karşınıza bolca Japon kültürü ve Zen felsefesi, kamikaze pilotları ve Schrödinger’in Kedisi çıkabilir. Ancak gözünüz korkmasın, zira A Tale for the Time Being’in son zamanlarda okuduğunuz en güzel kitaplardan biri olması kuvvetle muhtemel. röportaj aslı arduman fotoğraf kris krug
A Tale for the Time Being, yazar bir kadının, 15-16 yaşlarında Nao adlı Japon bir kızın deniz kıyısına sürüklenmiş günlüğünü bulmasıyla başlıyor. Bu konuda bir roman yazmak nereden aklınıza geldi? 2004 ve 2005 yıllarında, 13. yüzyılda yaşamış Zen ustası Dogen Zenji’nin yazılarını, özellikle de zaman kavramıyla ilgili denemelerini okuyordum. Bu esnada, “Uji” adlı bir denemesi fazlasıyla ilgimi çekti. Japonca’da ‘uji’ kelimesi, Çince’de ‘olmak’ anlamına gelen karakteri ve ‘zaman’ anlamına gelen karakteri kapsıyor. Benim okuduğum İngilizce tercümede ise bu kelimeyi ‘time being/şimdilik ya da şu an için’ olarak çevirmişlerdi. Ben de bu kavramı bir varlık, bir insan gibi düşünmeye ve ‘time being’ nedir diye kendi kendime sorgulamaya başladım. Ve bir anda bu soru, kitabın baş kahramanlarından Nao’nun sesine dönüştü. Nao da bildiğin gibi genç bir yazar ve lisanın gücüne dair güçlü bir inanca sahip. Birisinin ona karşılık vereceğinden emin bir şekilde, yazdıklarını dış dünyayla paylaşıyor. Bu, esasında, tüm yazarların sahip olduğu bir inanç, dolayısıyla da bu kitabın temelinde aslında yazar ve okur ilişkisi yatıyor. Yani, benim çok değer verdiğim ve ilham verici olduğunu düşündüğüm, yazma ve okumanın arasındaki birliktelik ve etkileşim...
Ben son derece yavaş bir yazarım, dolayısıyla da tortunun yerleşmek ve tahakkuk etmek için fazlasıyla vakti oluyor. A Tale for the Time Being’i yazmaya 2006’da başladım, fakat düşününce kitabın izlerine son 20 yıldır okuduğum pek çok şeyde rastlamak mümkün. Çok fazla araştırma yaptığım doğru. Fakat buna araştırma demek ne kadar yerinde olur onu bilemiyorum; daha ziyade okuduğum ve ilgimi çeken şeylerin bir şekilde kitabın kurgusal girdabına kapıldığını söylemek doğru olur -bu durumda sanırım girdap, tortudan daha yerinde bir metafor olacak, zira girdap, tortunun aksine hareket halindedir. Peki, genelde konuyu önceden detaylı bir şekilde planlar mısınız? Keşke her şeyi önceden planlayabilsem! Eğer böyle bir beceriye sahip olsaydım, çok daha hızlı ve verimli bir yazar olabilirdim. Ancak dediğim gibi son derece yavaş yazıyorum; bir cümleyi tamamlamam için evrendeki tüm elementlerin yerli yerine oturmasını beklemem gerekiyor. Bunu organik bir yaklaşım olarak tanımlayabilirsiniz ama bana kalırsa gayet külfetli bir durum. Öte yandan, yıllar geçtikçe kaderime boyun eğdim ve daha sabırlı bir insana dönüştüm. Bu arada, Zen rahibi olmaya nasıl karar verdiniz? Pratiğiniz yazarlığınızı ne şekilde etkiliyor? Yazdığım her kitabın merkezinde Budist temalar yer alıyor: Geçicilik, benliğin yanılgısı ve evrendeki her şeyin birbirine bağlı olması... Budizm pratiğine 1990’larda başladım ve kendimi Budist olarak tanımlamam da 2005 senesinde oldu. 2010’da Zen rahibi oldum. Bunun sebebi de, bana çok yardımcı olan bu pratiği başkalarıyla da tanıştırmak istememdi. Bunun dışında, yalnızca yazı yazmanın benim için yeterli olmadığı hissine kapılmıştım. Yazı yazmak yalnızlık gerektiren bir uğraş. Oysa ki, Zen rahibi olarak atanmak, geniş bir topluluğa karşı sorumluluğu beraberinde getiriyor. Zen, Batı’ya yeni yeni ayak basmaya başladı ve ben de bu sürecin bir parçası olmak istedim. Açıkçası organize dinlere çok hayranlık duyan birisi olduğum söylenemez, dolayısıyla da benim gibi organize dinlere eleştirel yaklaşan birinin böyle bir sürece dahil olması gerektiğini düşündüm.
Nasıl oldu da Ruth olarak, kitabın karakterlerinden birisi olmaya karar verdiniz? Aslına bakarsan, kitaptaki Ruth karakterinin tam olarak beni yansıttığını söyleyemem. Birbirimize çok benziyoruz, ama o benim son derece kısıtlı bir versiyonum; sadece bu kitabın konteksti sınırlarında yer alan, yarı kurgusal bir karakter. Soruna dönecek olursam, ilk olarak otobiyografik bir karakter kullanmaya kitabı yazmaya başladığım zamanlarda karar verdim, 2007’nin başlarıydı. Kitabın, genç bir kızın gizemli bir şekilde ortaya çıkan günlüğü ve onu bulan okurun bu günlükle olan saplantılı ilişkisi üzerine kurulu olacağını önceden belirlemiştim. Sonrasında, bu saplantılı okur belki de ben olmalıyım diye düşündüm, fakat hemen sonra bundan vazgeçtim; böyle bir üstkurmacaya gerek yoktu. Bunun üzerine 4-5 yıl boyunca, tıpkı bir kast direktörü gibi, bu role uygun bir karakter aradım. Sonunda, 2011’in başlarında ilk taslağı -bambaşka bir okur karakteri ve çok daha farklı bir hikayeyletamamladım ve tam editörüme teslim edecekken Mart 2011’de Japonya depremi ve tsunami faciası gerçekleşti. Üstüne bir de Fukuşima sızıntısı meydana gelince, endişelerim artık küresel boyuta ulaşmıştı. Hem Japonya hem de dünya tamamen değişmişti ve dolayısıyla da yazmış olduğum kitabın bir geçerliliği kalmamıştı. Bunun üzerine, kafamda birtakım ciddi sorular belirmeye başladı: Böylesine gerçek bir faciaya bir romancı olarak nasıl tepki verebilirdim? Eşim Oliver, bu gerçeği direkt bir şekilde kitaba dahil etmenin yolunun, kurgusal içeriği kırıp, kendimi yarı kurgu bir karakter olarak kitaba dahil etmek olabileceğini önerdi. Kesinlikle haklıydı ve bu harika bir fikirdi; önceden vazgeçmiş olduğum bu yöntemi uygulamak için artık çok önemli bir gerekçem vardı. Tabii eğer ben kitapta olacaksam, eşimin de olması gerekiyordu. Neyse ki, ilginç bir düşünce deneyi olabileceğini söyledi ve bu önerimi kabul etti. Bunun üzerine 2011’de, Mayıs ayında kitabı yeniden ele aldım, önceden yazmış olduklarımın en az yarısını attım ve yeniden yazmaya koyuldum.
Ruth ve Nao’nun arasındaki ilişki, yani okur/yazar ilişkisi bir noktadan sonra gerçekle kurguyu birbirinden ayırt etmemizi güçleştiriyor. İkisinin arasındaki bağı ve buna bağlı olarak kendilik duygumuzu nasıl açıklarsınız? Karşılıklı bağıntılılık, dünyada her şeyin var olmak için çeşitli koşullara bağlı olmasını açıklamanın kısa yoludur. Bu mantıkla düşündüğünüzde, her şeyden bağımsız bir benliğe sahip olmanın imkansızlığını anlayabilirsiniz. Her bir kendilik, diğerlerine bağlıdır. Dolayısıyla insanın benliğini bağımsız olarak algılaması aslında bir yanılgıdır. Aynı şekilde, sabit bir kişiliğimizin olduğunu düşünmek de bir yanılgıdır. Çünkü her birimiz sürekli olarak değişiyoruz. Bu kitabı yazan Ruth ile, şu anda Heathrow Havaalanı’nda sizinle konuşan ve aynı zamanda da laptop’unun pilinin ne zaman biteceğini merak eden Ruth aynı değil. Bu röportaj yayınlandığında, bu Ruth’ların hiçbiri var olmuyor olacak. Ve bu röportajı okuyan her bir kişinin kafasında farklı bir Ruth canlanacak. Yani, dünyada çeşit çeşit Ruth var ve hiçbiri de gerçek değil. Hepsi bir şekilde kurgusal. Öte yandan, ben hava limanında oturup çıkış kapımın belli olmasını beklerken, kendimi gerçek hissediyorum ve etrafımdaki tüm diğer yolcular da bu şekilde hissediyorlar. Hepimiz kendimizi dünyada varlığını sürdüren sabit kişilikler ve hatta dünyanın merkezi olarak görüyoruz. Ve öyle olmamamıza karşın, kendimizi kalıcı varlıklar olarak algılıyoruz. Geçici olduğumuz konusu üzerinde durmaktan hoşlanmıyoruz. Bu durumda, gerçek nedir? Kurgu nedir? Her birimiz bir okyanusun dalgaları gibiyiz. Bir dalga belirir, biz de onu gösterip, “Dalgaya bak!” deriz ve hemen sonra alçalır ve yeniden okyanusun bir parçası olur.
Eşiniz Oliver kitaptaki versiyonuyla ilgili ne düşündü peki? Bu konuda tek yorumu, onun karakterini fazla akıllı yaptığımdı. Kitabı okuduktan sonra onunla tanışan insanların hayal kırıklığına uğrayacaklarından endişe ediyordu. Öte yandan, onu tanıyan herkes bu endişenin ne kadar yersiz olduğunun farkında olmalı. İşte, bu da gerçeğin kurgudan üstün geldiği durumlardan birisi! Böylesine katmanlı bir kitabı yazma sürecinizi merak ediyorum. Fazlasıyla araştırma yapmış olmalısınız. Betimlemeler ve temalar tıpkı coğrafi katmanlar gibi zamanla birikir. 17
Kitaptaki Ruth anılarını yazmaya niyetleniyor, fakat bunu gerçekleştirmekte zorluk çekiyor. Bu gerçek hayatta da yaşadığınız bir sorun mu? Ruth’un bölümlerini yazarken, aslında bir nevi kendi anılarınızı kitaba entegre ettiğiniz söylenebilir mi? Evet, kitaptaki bu meselenin gerçek hayatla benzeşen bir tarafı olduğunu söyleyebilirim. Yıllardır hem bu kitabı yazmaya, hem de aynı zamanda Alzheimer hastası olan annemle ilgilendiğim anları ve bu durumun Zen pratiğimin bir parçası oluşunu konu alan bir anı kitabı yazmaya çabalıyordum. Dediğin gibi, kitapta Ruth’a ait bölümleri, onun sekteye uğrayan anı kitabı olarak görmek mümkün. Zira, “Bir roman yazarı kendi anılarını yazmak konusunda nasıl başarısız olabilir?” diye soracak olursak, cevabı, “Anılarını kurguya dönüştürerek!” olacaktır. Kitapla ilgili en çok sevdiğiniz şey ne oldu? En baştan beri, Nao ve 104 yaşındaki büyük büyükannesi Jiko’yu çok sevdim. Kitaptaki varlıkları çok güçlüydü ve ne zaman ki çaresizliğe kapılıp yazmayı bırakmayı aklımdan geçirsem, her seferinde buna engel oldular. Ve sonraları, kitabı bitirmeye yakın, farklı boyutlarda anlamların bir araya gelerek, kurguyla üstkurmaca, romanla dünya arasında ahenkli bir rezonans ortaya çıkarması beni çok heyecanlandırdı. Evet farkındayım, kulağa biraz saçma geliyor olsa gerek, ama aynen böyle hissettim.
Biraz klişe bir soru olacak ama bu seneki The Man Booker Prize’a aday olduğunuzda neler hissettiniz? Çok şaşırdığımı söylemeliyim. Gerçekten onur duydum ve hemen listedeki diğer kitapları okumaya koyuldum. Mutlulukla ve samimiyetle söylüyorum ki, bana sorarsanız listedeki diğer kitapların her biri de kazanmayı hak ediyordu. Hepsi de müthiş kitaplar ve jüri üyelerinin yerinde olmak hiç mi hiç istemem; işleri gerçekten zor. Peki madem öyle, şu aralar okuduğunuz diğer kitapları ve sevdiğiniz çağdaş yazarları da sorayım. Açıkçası, Booker Prize’a aday olan kitaplar arasından özellikle Jim Crace’in Harvest’ından müthiş etkilendim. Hayatımda okuduğum en güzel biçimde yazılmış lirik kitaplardan biri; adeta müzik okumak gibiydi. Bunun dışında son zamanlarda hoşuma giden kitaplar arasında Colum McCann’in Transatlantic’ini, Karen Joy Fowler’ın We Are All Completely Beside Ourselves’ni, Ben Fountain’ın Billy Lynn’s Long Halftime Walk’unu ve Edward St. Aubyn’in Patrick Melrose serisinin son kitabı At Last’i sayabilirim. Sırada ise Marisa Silver’ın Mary Coin’u var. Şu anda üzerinde çalıştığınız yeni bir roman var mı? Kafamda oluşmakta olan bir fikir var yalnızca. Ama daha çok yeni ve açıkçası henüz ben de pek bir bilgiye sahip değilim, dolayısıyla da bu konuda konuşmak için çok erken. Fikirler tıpkı enerji gibiler, onlara sıkıca tutunmanız ve üzerinde konuşarak onları harcamamanız gerekiyor.
XOXO The Mag
19
INTERVIEW/MUSIC
ANNA CALVI Tek nefeste...
Bazı müzisyenler ne enstrümanını ne de sesini paylaşmak isterler; Anna Calvi örneğinde olduğu gibi... İkinci albümü One Breath’i geçtiğimiz günlerde yayınlayan sanatçı, kendi dünyasına iyice dönüyor, ama bu sefer kişisel hikayelerini üzeri kapalı da olsa bizlerle paylaşıyor. Fakat biz albümle yetinmiyoruz ve sanatçının düşüncelerinin derinliklerine yelken açıyoruz, rüzgarsa tam karşımızda. röportaj gazali görüryılmaz fotoğraf roger deckker
XOXO The Mag
Müziğinin genel olarak kulağa karanlık ve melankolik geldiğini söyleyebilir miyiz? Aslında karanlık ve melankolikten ziyade tutkulu ve romantik demeyi tercih ederim. Ama evet, dediğin gibi, karanlık olduğu anlar da olmuyor değil. Bu aslında biraz da karanlığı veya karamsarlığı ne şekilde ifade ettiğimize göre değişiyor. Romantik bir aşk şarkısı dinlediğimde, hem sözlerden hem melodiden hem de o anki psikolojimden dolayı her seferinde farklı duygular hissedebilirim. Bu herkes için geçerli. Tam da bu sebepten dolayı senin karanlık ve melankolik olarak tanımladığını, benim romantik ve tutkulu olarak tanımlamam gayet doğal oluyor.
Sen de, müzik tarihinde, sadece müzik yapmakla kalmayıp yaşadıkları dönemi de oldukça etkileyen Patti Smith ya da PJ Harvey gibi bir multienstrümantalist, şarkı yazarı ve solistsin. Geçmişteki bu referanslara baktığında, müzik dünyasında kendini nerede konumlandırıyorsun? Açıkçası bunu daha önce hiç düşünmemiştim. Yani kendimi bir yerde konumlandırmaktan çok içinde bulunduğum zamanın dinamiklerini değerlendirip kendi müziğime şekil vermeye çalışıyorum. Bahsettiğin bu referanslardan kesinlikle fazlasıyla beslendim, ilham aldım ve onların kendi dönemlerine olan etkilerinin de farkındayım. Fakat şu an, çok farklı ve tanımlamakta güçlük çektiğim bir zamanı yaşıyoruz. Zira artık bu kadar büyük etkilerin yaratılabileceğine de pek inanmıyorum. İnsanların ilgisi farklı alanlara kolaylıkla dağılabiliyor; kısa süreli olarak bu ilgiyi belirli bir yerde toplamak mümkün olsa da, uzun vadede eskisi gibi bir sürekliliği yakalamak oldukça güç. Bu açıdan baktığımızda, gittikçe bireyselleşen bir dünyada ben de kendi mücadelemi veriyorum.
Sesin ve şarkı sözlerin birbirini neredeyse kusursuz bir biçimde tamamlıyor. Biraz iddialı olacak ama, One Breath’teki şarkıları başka birinden dinlemeyi hayal bile edemiyoruz. Diğer taraftan, uzun süre sadece enstrüman çalıp şarkı söylemekten çekindiğini belirtmişsin. Nasıl karar verdin şarkı söylemeye? 20’li yaşlarımın ortasına kadar şarkı söylemek konusunda üzerimdeki utangaçlığı atamadım. Zaten oldukça yoğun bir biçimde enstrüman çalmaya yönelmiştim ve nedense sesim ve şarkı söylemek konusunda çekincelerim vardı; sesimin yapabileceklerinden emin değildim herhalde, bilemiyorum... Sonrasında da tahmin edeceğiniz gibi, ilk olarak evde kendi kendime şarkı söylemeye başladım; müzik kariyerim ilerledikçe de şarkı söylemenin kaçınılmaz olduğunu anladım. Ve şu an beni dinliyorsunuz, yorum sizin...
Genel anlamda şimdiki zamanın dinamiklerine ayak uydurmaya çalıştığını söylüyorsun fakat One Breath’te geçmişin izlerine rastlıyoruz... Haklısın, hatta bu sorunu cevaplayabilmek için biraz çocukluğuma döneceğim: İngiliz bir anne ve İtalyan bir babanın kızıyım. İkisi de psikolog olduğu için sanırım benimle nasıl bir ilişki kurmaları gerektiğini oldukça iyi biliyorlardı. Çocukken fiziksel bir rahatsızlık geçirdim ve yaklaşık üç senelik bir tedavi sürecinden geçtim. Bu benim için oldukça zor bir süreç olmuş; ‘muş’ diyorum çünkü aslına bakarsan çok net hatırlamıyorum, zira annem ve babam bu sancılı dönemi o kadar iyi yönettiler ki, özellikle de babamın hayata tutunmam konusunda bana verdiği destek sanırım çocukken aldığım en önemli ders oldu. One Breath albümümde de o dönemlerin izlerine rastlayabilirsiniz.
Tarzının oluşmasına neler yardımcı oldu? Klasik bir cevap olacak biliyorum, ama müzikal stilimin oluşmasında bana yardımcı olan tek şey, çocukluğumdan bu yana dinlediğim müzikler. Çok farklı türlerden beslensem de, genel olarak çağdaş rock müzikten etkilendiğimi söyleyebilirim; tahmin edersiniz ki David Bowie ve Tom Waits gibi isimler en büyük ilham kaynaklarım oldu.
Albüm ilk dinleyişte karmaşık, ritmik ve kendinden emin bir çalışma olarak tanımlanabilir, sen One Breath’i nasıl tarif edersin? Dünyayı daha yaşanılabilir hale getirmek benim elimde değil maalesef. Ama en azından içimdekileri sözlere dökmek konusunda kendimi özgür hissediyorum. Bu özgürlüğün verdiği serbestlik ile yeni albümümde kendimi daha iyi ifade edebildiğimi düşünüyorum. One Breath ilk albümüme göre çok daha kişisel; tamamen benim dünyamı anlatan, dış dünyanın benim gözümden nasıl göründüğüyle alakalı bir çalışma oldu. Şarkılarımda kendi hikayelerimi anlatmaktan hiçbir zaman çekinmedim, anlaşılmama gibi bir endişem de olmadı hiç. Zaten bu tarz kaygıları bir kenara bıraktığınızda ortaya çıkan sonucun daha da olgun ve sağlam olduğunu görebiliyorsunuz.
İlk albümünle Mercury Prize da dahil olmak üzere pek çok ödüle aday oldun. Müzik ödülleri seni heyecanlandırıyor mu? Çalışmalarınızın ve yarattığınız değerlerin başkaları tarafından kabul görmesinin ve onurlandırılmasının kötü hiçbir tarafı yok tabii ki. Fakat bu ödülleri elde etmek için kesinlikle fazladan bir çaba sarf etmiyorum. Daha önce de söylediğim gibi, One Breath oldukça kişisel bir albüm. Kendi hikayelerimi anlattığım şarkıları kimsenin anlamasını beklemiyorum. Belli bir mesaj vermeye çalışmıyorum, sadece duygularımı ifade ediyorum. Ama işte müziğin evrensel olması ve bireylerden bağımsız olarak gelişmesinin de güzelliği burada yatıyor; aslında kimsenin bir mesaj almasına gerek yok. ‘Suddenly’yi dinlediğinizde sizde canlanan duygular kuşkusuz ki bir başkası dinlediğinde daha farklı bir şekilde vuku bulacak. Bu her şarkı ve onu dinleyen her farklı insan için genelgeçer bir kural gibi aslında.
Albümün açılış şarkısı ‘Suddenly’ye saplanıp kaldık. Şarkıyı nasıl bir motivasyonla yazdın? Esasında tam olarak o dönemi ve şarkının çıkış noktasını çok net hatırlamıyorum. Bu sürecin belirli bir matematiği olmadığı için, iskeleti nasıl oluştu, emin değilim. Melodilerin oldukça hareketli olmasına karşılık, sözler bir o kadar karanlık. Kısacası, şarkının müziği ve sözleri arasında büyük bir kontrast var. ‘Suddenly’ içinde bulunulan karanlıktan kurtulmaya çalışmak, aydınlığa kavuşmak için bir kapı aralığı aramak ve her şeyi geride bırakıp ilerleyebilmek için gerekli gücü toplamaya çalışmak hakkında. Melodisinin bu kadar rahatlatıcı ve pozitif olması ise, bu mücadelenin sonunda iyi bir şeyler olacağına dair inancımdan kaynaklanıyor.
Ardında nasıl bir miras bırakmak isterdin? Miras bırakmak... İlk duyduğunda kulağa biraz ağır ve iddialı gelen bir kavram. Neticede ben bir müzisyenim ve hiçbir zaman karakterimle bir sanatçı figürü ortaya koymak istemedim. Zaten bu nedenle halen fazlasıyla utangacım. Bırakabileceğim en büyük miras, yaratıcılığımın yettiği kadar şarkı yazabilmek ve üretebildiğim kadar da çok albüm yayınlamak. Kısacası, müziğimin benden sonra da dinlenmeye devam etmesi benim için yeterli... 21
INTERVIEW/dıgıtal
Nalden
Creating to Share Serdar-ı Ekrem’de, henüz kapılarını açan 290 SQM’dayız ve yine yaptığımız işin en güzel taraflarından birine maruz kalıyoruz; kullandığımız/yararlandığımız şeyleri ilk kez düşünüp hayata geçirenlerle ve/veya onları yönetenlerle tanıştığımız tarafına... Present Plus’ı bilirsiniz, ya da Kuvva ya da bu ikisi değilse bile mutlaka WeTransfer’i bilirsiniz. Ama bazen bilmek yetmiyor, şimdi düşünceleri okuma zamanı, bu fikirlerin arkasında, önünde ve yanında duran Nalden’ın düşüncelerini... röportaj cihan şerbetcioğlu fotoğraf yalım kartal
XOXO The Mag
En başa dönelim; nasıl başladı her şey? Babam bana sürekli teknesinin fotoğraflarını gönderiyordu. Sen de bilirsin; annen baban sana e-mail ile bir şey gönderiyorsa kaçarı yok onlarca MB’lık bir paylaşım olur bu ve yetmezmiş gibi bir de en az beş farklı iletiye bölünmüş halde yollanan dosyalar bütün gelen kutunu doldurur. Sonunda, dayanamayıp babama neden Yousendit gibi servislerden yararlanmadığını sordum. Önerim üzerine her ne kadar bunları kullanmayı denediyse de pek başarılı olamadı. Eh, iş başa düştü ve bunu kökünden çözmek için, onun kullanabileceği kadar basit arayüzlü bir program hazırlamaya karar verdim.
verdiler bile. Kısacası, yaratıcı endüstrinin bir parçası olarak, iyi fotoğraflar, iyi illüstrasyonlar, güzel kıyafetler, desenler vb. görmek, göstermek istiyoruz. Aklımda WeTransfer’le ilgili sorabileceğim onlarca soru varken, bir taraftan başka şeyler de yaptığını biliyorum. Blogger’lıktan nalden.net’e geçişinden biraz bahseder misin? 13 yaşımda bilgisayar oyunlarıyla haşır neşir olarak başladı internet ve teknolojiyle ilişkim. 16 olunca da bir blog açtım. O zamanlarda blogger’lık bugünkü gibi değildi tabii ki. Facebook ve Twitter’dan falan da çok önceydi. Amacım sadece arkadaşlarımı yeni müzikler ve partilerden haberdar etmekti. Teknolojinin yanı sıra, yine dijital bir bakış açısıyla moda, kültür ve yaratıcılıkla ilgili içerikler de hazırlıyordum. Bir baktım, her ay 1 milyon ziyaretçim var. Kendinizi benim yerime koyun, garip değil mi? Amsterdam’dan sıradan bir çocuk için bu çok uçuk bir durum. Böylece markalar da işin içine dahil olmak istedi. Sitenin arka planına reklam almaya başladım. Her zaman reklamı web sayfamın tasarımına yedirmek istedim -tasarımı mahveden bir şey olarak değil, aksine onu web deneyiminin bir parçası haline getirerek... Birdenbire, 21 yaşımda, sadece blog yazarak hayatımı kazanır hale geldim. Şimdi 29 yaşındayım, bugünkü girişimciliğimi o zamanlara borçluyum. Farkında olmadan, kendim için tek öğrencili bir okul kurmuştum. 18 yaşımda okuldan ayrıldığım için, bunu her iki anlamda da söylediğimi bilin isterim. Elde ettiğim en değerli birikimler ise tanıştığım harika insanlar oldu; benim için olay para değildi, paylaşmaktı. Mesela, Ali (290 SQM’ın kurucusu). Ayrıca WeTransfer’deki ortağımla da yine blog sayesinde tanıştım. Onunla her şeyi kendi imkanlarımızı kullanarak inşa ettik. Sadece kazandığımız parayı kullandık; hala sermayeye katkıda bulunmak veya şirketi satın almak isteyen pek çok kişi/kurum var ama şimdilik buna ihtiyacımız yok.
Ne zamanlara tekabül ediyor bu olay? 2008 yılıydı. Daha sonra, blogumdaki görsellerden yararlanmaya başladım. Arkasından, bugünkü ortağım Damian Bradfield ile tanıştım ve bu basit başlangıç noktasından yola çıkarak WeTransfer’i kurduk. Kurmak biraz iddialı geliyor kulağa, aslında sadece bir deneyelim dedik. Tabii bu arada babamdan sürekli feedback almaya devam ettik: “Nasıl, böyle iyi mi”, “Yeterince basit mi?”... Peki, bugün niye buradasın? Kristal Elma’da bir konuşma yapmak üzere davet edildim. Teknolojinin yaratıcılığı baştan tanımlamasının en iyi örneklerinden biri benim sanırım. Teknoloji kesinlikle hayatımıza çok şey katıyor. Amacımız, insanlara bu katkıyı daha fazla hissettirebilmek, korkularını yenmelerini sağlamak. Törendeki konuşma da bu anlamda oldukça verimli geçti, insanların tepkileri çok olumluydu. Özellikle bu tip bir servisi nasıl reklamverenler için daha aktif hale getirdiğimizi ve getirebileceğimizi konuştuk. Reklama bakışımız da teknolojiye bakışımızla aynı aslında: Markaları daha estetik, daha yaratıcı reklamlar yapmaları konusunda eğitiyoruz. Çünkü banner’lardan nefret ediyorum. Ayrıca bizi takip eden çok genç bir kitle olduğunu ve her gün 2 milyon transfer yapıldığını biliyoruz. Her ay 16 milyon aktif kullanıcımız oluyor. Bu da bizim yenilikçi tarafımızı besleme güdümüzü artırıyor.
Yine de satılmaya direnmek zor olmalı. Biz farklı senaryolar peşindeyiz. ABD’de bu anlamda hala çok büyük fırsatlar var. Ama hiç mütevazılık göstermeyeceğim; sıfırdan bir şey yaratmak konusunda çok iyiyim ve esas sevdiğim iş de bu. Yani bir işletmenin ömrünü on safhaya ayırırsak, sıfırdan dörde kadar olan ilk aşamalarda yer almayı tercih ederim. WeTransfer’de de şu anda dördüncü aşamada sayılırız. Şirket belli bir büyüklüğe ulaştıktan sonra, iş biraz sıkıcı bir hal alıyor. Bütün gün toplantılardan çıkamıyorsunuz. Ben de toplantılar konusunda hiç iyi değilim. Bu yüzden, eksik kaldığım noktaları tamamlayacak ve yaptığımız işe değer katabilecek insanlarla çalışmayı tercih ediyorum.
Bu popülerliği neye bağlıyorsun? Her şeyden önce sunduğumuz hizmetin erişilebilirliğiyle alakalı. Kullanımı çok kolay. Hesap açmaya gerek yok, direkt web sayfasına gidip, anında 2 GB’a kadar yükleme yapabiliyorsunuz ve cebinizden hiçbir şey çıkmıyor. Bir de estetik açıdan verdiği his gerçekten ilham verici. Bu sayede, insanlar pek çok iyi ürün ve kampanya keşfediyorlar. Bu da başarıyı getiriyor. Üstelik hiçbir zaman WeTransfer’i tanıtma gayretinde olmadık. Pazarlamaya tek kuruş harcamadık. İnsanların viral olarak WeTransfer’i paylaşmalarının tek sebebi onu kullanmaları. Vaktimizin hatırı sayılır bir bölümünü kullanıcılarla konuşarak geçiriyoruz. Şikayetlere, sorulara ve bize ulaşanlara mümkün olduğunca cevap vermeye çalışıyoruz. Eh, bundan daha iyi bir ücretsiz pazarlama olamaz herhalde.
Aynı zamanda Present Plus gibi farklı işler peşindesiniz... Present Plus da bir nevi inovasyon stüdyosu bana göre. Daha çok, kendimize benzeyen insanlarla bir araya gelip deneyler yaptığımız ve yeni başlangıçlara imza attığımız bir oyun alanı.
Bir yandan da çok hızlısınız. Kendimden biliyorum, sorduğum soruya 15 dakika içinde dönüş yaptınız. Bazen daha hızlı olmayı bile başarabiliyoruz! Yalnız değilsin.
Neler yapıyorsunuz tam olarak? Merkezimiz Amsterdam’da ama şu anda Londra’da da ofis arayışındayız. Tasarım, yazılım ve film üzerine çalışıyoruz. Ama odak noktamız web. Hala online ile offline arasındaki boşlukta dolaşıyoruz. Hatta diğer bir projemiz olan Gallery 33’ü de bu yüzden açtık, galerinin üstünde de Present Plus’ın ofisi var.
Markaları reklam verme konusunda eğittiğinizi söyledin. Bunu nasıl kurguluyorsunuz? Öncelikle, ilk hedefimiz reklama biraz sevgi katabilmek. Malum, bugünlerde reklamlar kulağımıza gün boyu biri bağırıyormuş hissi veriyor. İlgi beklentileri sınırsız. Bu yüzden tam sayfa görsel kullanarak reklam yapmak biraz zorlayıcı. Aslında internet billboardlarını yapma referansıyla, kullanıcılara daha hoş görünecek şeyler düşünüyoruz. İletişim için sayısız kelime kullanmaktansa estetiği daha fazla önemsiyoruz. İlginç işler seçiyoruz, siteye ücretsiz olarak koyuyoruz ve kaynağa yönlendiren bir link veriyoruz. Bir nevi müze gibiyiz. Bu çok iddialı bir yaklaşım ve her geçen gün bu yolculukta bize yeni markalar eşlik etmeye başlıyor; Nike, Adidas, Vodafone, Türk Havayolları, Turkcell ve TBWA Istanbul reklam
Kreatif kitleyi ilgilendiren en önemli sorunlardan biri yasal yaptırımlar ve sınırlamalar. Yaratıcılıkta söz sahibi olsan da işleyişlere pek hakim olamayabiliyorsun. Paylaşım konusunda herhangi bir yasal zorlukla karşılaşıyor musunuz? Çok kısa bir cevabım var bu soruna: İnsanlar bize güveniyor. Hatta Lady Gaga bile... Evet ve hatta plak şirketleri bile bize reklam veriyor. Hakeza film şirketleri ve distribütörler de bizimle çalışıyor. Tabii bu biraz da hiçbir 23
WeTransfer’in taklitleriyle de karşılaşmışsındır mutlaka. Hem de fazlasıyla. Ama bence gurur verici bir şey; olumsuz yaklaşmıyorum. Reklamverenler için neden hala video opsiyonunuz yok? İnteraktif kampanyalarımız var ama Türkiye’de örneği yok henüz. Daha lokal işler var. Daft Punk için hazırladığımız video wallpaper’lar mesela. Nespresso ile de epey büyük bir kampanya yaptık. Hatta Barcelona ve Qatar Havayolları ile de projelerimiz oldu. Yani videolarımız giderek daha ilginç bir hal alıyor. Ülke seçeneğinizi değiştirip bu projelere göz atabilirsiniz. Amsterdam’daki Art Hotel’de yakın zamanda sergilenecek enstalasyondan da bahseder misin? Art Hotel’deki aslında bir müşteri projesi. Lobide 12 metre genişliğinde, 6 metre yüksekliğinde, interaktif bir sanat enstalasyonu sergiliyoruz. Xbox’ın oyunlar için yaptığını biz sanat için yapıyoruz. Aynı sensörleri kullanarak bir yazılım yarattık, insanlar yürüdüğünde, durduğunda veya sanat eserlerine el salladığında eserler karşılık veriyor. İzlemesi çok keyifli. Bu yazılımdan bir ürün yaratmaya ve gelecekte gerçekten ilginç olacak bir şey üretmeye çalışıyoruz. Sanatın da bu doğrultuda evrileceğini düşünüyoruz. Sürekli gelecekten bahsediyorsun. Sıradaki büyük yenilik ne olacak sence? Çünkü hep ileriye bakıyorum, bakmak zorundayım ve hatta bakmak zorunda bırakılıyorum. Bir sonraki büyük yeniliğin ne olacağını bilemiyorum ama mobil ürünlerin her geçen gün ilginçleşeceğini ve daha erişilebilir olacağını düşünüyorum. Harekete duyarlı teknolojiyle çalışan pek çok ürünle karşılaşıyoruz. Yakın zamanda buzdolabınızda, duvarlarınızda da olacaklar. Hareketlerinizi tanımaları fikri biraz korkutucu, kabul ediyorum ama aynı zamanda pek çok fırsat sunuyor. Peki sana karanlık gelmiyor mu bu gelecek tablosu? Yani
present plus exterior, fotoğraf: thijs wolzak
present plus 2nd floor overview, fotoğraf: thijs wolzak
data paylaşmıyor olmamızla alakalı. Yani data’yı saklama ve koruma konusunda epey eski kafalıyız, kullanıcılarımızın gizlilik haklarına saygı gösteriyoruz. Zaten yaptığımız iş, akla ilk gelen anlamda bir dosya paylaşımı da değil. WeTransfer’den paylaşılan dosyalar Google aramalarında gözükmüyor mesela. Bizi Megaupload ve onun gibi bir sürü saçmalıktan ayıran da bu zaten.
günün sonunda mutlu olabilecek miyiz? Hayatı daha pratik kılacağı kesin, isteğe bağlı olarak tabii. Seçim yapma şansınız olduğu sürece bence hiçbir sorun yok. Ama diğer yandan, sadece reklamlarla değil daha pek çok şey tarafından taciz edilme durumundayız. Bu biraz da bu konuda eğitimsiz olmamızdan kaynaklanıyor. İnternet mevzularının ve bu teknolojinin içine bir anda daldık ve hiçbirimiz bu konuda eğitilmemiştik. Gizlilik sorunlarıyla ve bilgi kirliliğiyle nasıl başa çıkacağımızı hiç bilmiyorduk. Ve bence bizim jenerasyonumuz bu anlamda bir şeyleri hep deneme yanılma yoluyla öğrendi. Sonunda bu tecrübelerimizi çocuklarımıza aktaracağız, bir sonraki jenerasyonu sınırsız bağlantı, bilgi, konuşma özgürlüğü fırsatıyla nasıl başa çıkılacağı konusunda eğitmek zorundayız. Siz de Türkiye olarak çok yakın zamanda online konuşma özgürlüğünün faydalarını deneyimlediniz. Evet ama dediğin gibi bilgi kirliliği de kaçınılmaz oluyor. Orada da kendi muhakeme gücünü kullanarak hangi bilgiyi kabul edeceğine kendin karar vermelisin. Zaten işin hem zor hem de heyecan verici tarafı bu. Dijital araçları ve yenilikleri yeterince takip edemediğini hissettiğin oluyor mu? Zaten dijital trendleri takip etmiyorum. Bir müzisyenin başka müzisyenleri dinlememesi gibi... İşe birlikte başladığımız ekipten, çok iyi anlaştığım, benimle aynı kafada olan ve aynı zamanda kendi işlerini yapan insanlar var. Pek çok arkadaşımın kendi şirketi var. Foursquare’den Dennis iyi arkadaşım, Instagram aplikasyonunu yapan çocuklar da Danimarkalı, Facebook’un tasarımını yapanlar da yine arkadaşlarım. Nihayetinde, dünya çok küçük. Aynı kafada olan insanlar bir şekilde birbirlerinin ilgisini çekip, bir araya geliyorlar. Teknolojiden ve genel olarak hayattan konuşuyorlar. Ve bence bizlere esas ilham veren de hayatın kendisi, yani teknoloji ilk sırada değil. Teknolojiyi sadece bazı şeyleri daha iyi yapabilmek veya kendimizi zorlayabilmek ve ilerleme kaydedebilmek için kullanıyoruz. Deneme kısmı da işin en ilginç tarafı tabii. En sevdiğin müzikleri de sorayım o zaman. Babam orkestra şefi. Haliyle, Bach, Chopin ve Mozart dinleyerek
XOXO The Mag
wetransfer infographics 2012
kendisidir. Başarının pek çok karşılığı olabiliyor bu durumda. Mesela, bana ilham verecek çocuklarımın olması ve onlara iyi bir gelecek tasarlamak da başarı sayılır.
büyüdüm. Yaşım ilerledikçe hip hop’a kaydım. Hip hop sadece bir müzik türü değil, aynı zamanda bir tepki aracı. Özellikle de o yıllarda bunu daha derinden hissetmek mümkündü. Mos Def, Company Flow, Black Star dönemlerinden bahsediyorum, gerçekten çok özel zamanlardı. Bu konuda meraklı ve internete de hakim olduğum için çok geniş bir mp3 koleksiyonu biriktirdim. Daha sonra plak almaya başladım. Hip hop beni çok etkiledi. Öyle bir müzik ki, sample’ların içinde dolaşmayı öğretiyor size ve nihayet caz, soul, funk ve blues dinlerken buluyorsunuz kendinizi. Ve tabii en sonunda yine klasik müziğe dönüyorsunuz. Klasik müziğin apayrı, ileri düzey bir doğası olduğunu anlamak lazım. Elektronik müziği de seviyorum. Floating Points’in ve Four Tet’in büyük hayranıyım. Bu arada, onlar da WeTransfer kullanmaya başladılar ve bir anlamda birbirimize yardım ediyoruz. Bu açıdan çok şanslı hissediyorum kendimi.
Hitchcock mutluluğun tanımını, endişenin var olmadığı, temiz bir ufuk olarak özetler. Yani başarı biraz endişeli olmakla da bağlantılı. Bir konuda endişe ediyorsanız, o konuyu önemsiyorsunuz demektir ve bu da her zaman iyidir. Ama tecrübelerimden öğrendiğim kadarıyla, endişenizi başkalarıyla paylaşmalısınız. Her konuda iletişim kurmak önemli, iletişim pek çok sorunun çözümü. Savaşların bile… WeTransfer analog bir posta servisi olsaydı nasıl çalışırdı? Güzel soru. Aynı bugünkü gibi çalışırdı sanırım, sadece daha çok müşteri odaklı olurdu. İletişim açısından daha insani olurdu. Daha çağdaş olurdu. Postayla bir şeyler göndermek kulağa her zaman keyifli gelir. Tesadüf bu ya, şu anda Hollanda’da posta servisiyle ilgili bir proje üzerinde çalışıyoruz.
Bugün WeTransfer kullandın mı? WeTransfer ile en son ne paylaştın? Hayır, kullanmadım. Artık her gün kullanmıyorum. En son, bana gönderilen bir filmi indirmek için kullandım.
Dijitalin matbuyu ortadan kaldırması konusunda şimdiye kadar konuştuğumuz birçok yayıncı bunun kısa vadede pek de mümkün olmayacağını söylüyor. Sen ne düşünüyorsun bu konuda? İnsanların elle tutulabilir olana merakı asla bitmeyecek ve tabii ki matbu hiçbir zaman yok olmayacak. Bir derginin tasarımı iyi olduğu sürece, hikayeleri kağıt üzerinden derinlemesine okuma hissinin yerine hiçbir şey geçemez. Tabii dijitalde de çok iyi işler yapabilirsiniz, ama bence dijital matbunun yerini falan almıyor. Hatta, ikisi arasındaki rekabet sayesinde daha iyi işler ortaya çıkıyor.
Senden bir alıntıyla devam edeceğim. “Twitter’ı bir pazarlama platformuna dönüştürmek harika olurdu. FC ve Twitter’ın bir araya geldiğini düşünün.” Twitter’ın erişilebilirliği çok yüksek ve bu anlamda çok basit bir iletişim aracı, çok sevdiğim bir platform. Tek bir tweet atarak basitçe alışveriş yapabilme konusu gerçekten ilginç olabilirdi. Facebook’ta beğenmek de bir alışveriş biçimi olabilir o zaman. Açıkçası, Facebook’tan ve beğenme mevzularından pek haz etmiyorum. Çok banal.
En son okuduğun kitap neydi? Yaklaşık bir yıl önce Jason Fried’ın Rework’ünü okudum. Doğrusu pek fazla kitap okuduğumu söyleyemem. iPad’den okuduğumda ise dikkatim çok dağılıyor. Bu anlamda kötü bir okuyucuyum.
Bir alıntı daha: “Kendimi çok başarılı bulmuyorum, herkesin kendine özgü bir başarı tanımı olduğunu düşünüyorum.” Başarı tanımın nedir? Öncelikle, tekrar edeyim, kendimi henüz başarılı görmüyorum, işin çok başında olduğumu hissediyorum. Sadece ilerlemek istediğim yolu buldum diyebilirim. Bence başarı, mutluluğa mümkün olduğunca fazla yaklaşabilmektir. Çünkü ona tam olarak eriştiğinizde artık mutlu olamazsınız. Yani esas mesele hep bir sonraki seviyeye ulaşmaya çalışmak. Mutluluk için dengeyi korumak gerekir. Klişe olacak ama, önemli olan; yolun sonunda erişeceklerin değil, yolun ve yolculuğun
One Minute Wonders projen için konuşuyormuşsun gibi düşün; 60 saniyen var. Kendimi her zaman iyimser bir insan olarak görmek hoşuma gidiyor. Başkalarına yardım etme fikri, yeni iş imkanları, yeni olasılıklar, insanların yüzünü güldürecek herhangi bir şey; basit şeylerin hayattan zevk almamızı sağlamasını seviyorum. Üstelik bunun için teknolojiye hiç ihtiyacımız yok, hatta benim de 60 saniyeye... 25
INTERVIEW/ART
KRIS KUKSI
Eski Dünyadan Gelen “Bir post-endüstriyel Rokoko üstadı…” Ünlü yönetmen Guillermo Del Toro, fantastik gerçekçi akımın son dönemdeki en dikkat çekici sanatçılarından olan Kris Kuksi’yi böyle anlatıyor. Yok olmuş uygarlıklardan, çocukluk anılarından, enkaz ve harabelerden beslenen sanatçıyla, incelikli işlerinin karanlık detaylarını, yeni projesini ve esin kaynaklarını konuştuk. Detaylarda kaybolduk, bütünde güzelleştik. röportaj özge ünsal fotoğraf angela aeillo
XOXO The Mag
Triumph, mixed media assemblage, 110"x78"x30", 2012
Dharma Bovine, mixed media assemblage, 41.5"x47.5"x16", 2009
oynayabilmek beni mutlu ediyor. Hafif oldukları sürece hangi malzemeden yapıldıklarının çok önemi yok aslında. Düşünüyorum da, şans eseri karbon fiberden ya da başka yabancı metallerden yapılmış bir casus uçağı bulsam, enkazından epey havalı bir şey çıkarabilirdim.
Bu ay New York’ta açılacak olan yeni serginden ve bu serginin öncekilerle arasındaki farktan bahseder misin? Daha çok heykellerden mi oluşacak yoksa çizimlerini ve yağlı boya eserlerini de görebilecek miyiz? Bu sergi tamamen yeni bir seriden oluşuyor. Yapısal anlamda farklı yerlere gidiyorum ve temasal açıdan da yeni bölgeler keşfediyorum. Şimdiye dek bu kadar çok esere yer verdiğim ilk sergi olacak. Ağırlıkla, heykeller olacak, ama arada çizimler de yer alabilir. Aslında, hala tam olarak karar vermedim, hazırlıksız yakaladın!
Bernini, Bosch ve Bruegel’e büyük hayranlık beslediğini biliyorum. Peki çağdaş sanatçılar arasında ilgini çekenler var mı? Sanat eseri topluyor musun? Evet, bir sanat koleksiyonum var. Sevdiğim ressamlar arasında Kris Lewis, Tony Curanaj ve David Kassan’ı sayabilirim. Bu isimlerden topladığım eserler var. Bunun dışında, gerçekten değer taşıdığını düşündüğüm birçok sanat biçimine saygı duyuyorum. Böyle hissetmeye bir anlamda da mecburum zaten.
İlk çalışmanı ne zaman sattığını hatırlıyor musun? Sanırım ilk işimi lisedeyken 20 dolara satmıştım. Iron Maiden’ın Killers albümünün kapağının bir reprodüksiyonuydu. Sonra bir bakmışım, yıl 2006 ve Philadelphia’daki bir galeride ilk heykelim ‘Palace of Hedonism’ satılıyor.
Koleksiyonerlerinden biri de Guillermo Del Toro. Birlikte çalıştığınız bir filmi oldu mu? Giger’ın Ridley Scott’la çalışması gibi mesela… Şimdiye kadar böyle bir iş birliğine girmedik ama şüphesiz çok isterdim. Bana sorarsanız, adam hem sanatsal açıdan hem de film çekme konusunda tam bir dahi!
En önemli iki ilham kaynağının Rococo ve Barok dönemleri olduğunu söylüyorsun. Ama öte yandan, eserlerini fazla karanlık, hatta Gotik bulanlar olabilir. Bu iki zıt dünya arasında dengeyi nasıl kuruyorsun? Bunu mizah yardımıyla yaptığımı söyleyebilirim. Bir eserin bütününe bakıldığında karanlık ve gizemli olduğu düşünülebilir ama detaylara daha yakından bakıldığında epey komik ayrıntılar ortaya çıkıyor. Aslında bakarsanız, bu eski ve yeni iki dünyayı, canlı ve cansızın buluştuğu noktada bir araya getirerek yeni bir estetik algı yaratmayı amaçlıyorum.
Eserlerinde siyaset ve savaş gibi konulara dikkat çekmeyi seviyorsun; takdire şayan George Bush çizimin ve “Churchtanks” serin bunun en iyi örneklerinden. Eminim son günlerde dünyada olup bitenler konusunda söyleyecek bir çift lafın vardır, değil mi? Kesinlikle! Bu konularda çok kati konuşmayı sevmiyorum, hassas konulara incelikli yaklaşmak lazım. Bence belli bir kesimin anlayabileceği bir mizah anlayışına sahip olmak çok önemli. Konu siyasi ve dini hiciv olunca sanatçıların tavrı budur, ki zaten sanatçıyı sanatçı yapan da olaylara farklı bir bakış açısı getirmesidir. Biz sanatçılar olarak, teskin eden yalanlardansa, rahatsız edici gerçekliklerle ilgileniriz.
Heykellerini yaparken, çocukluğundan kalma tuğla, küçük oyuncaklar ve metal parçalar gibi nesneler kullandığından bahsetmiştin. Peki materyal anlamında aynı çizgide mi ilerlemeyi düşünüyorsun yoksa seni karbon fiber ve yeni nesil uzay teknolojileri kullanırken de görecek miyiz? Yeni nesil uzay teknolojilerini ve maddelerini kullanmaya da açığım tabii, ama nesnelerin yapısına dokunup şekliyle 27
The Plague Parade: Opus 2, mixed media assemblage, 62"x42"x15.5", 2009
Birçok büyük sanatçı sanat anlayışını geliştiren, şekillendiren ve bazen de değiştiren farklı dönemlerden geçer. Sen kendini hangi dönemde görüyorsun ve bir sonraki adımın ne olacak? Ben hala Neo-Roma safhasındayım. Modern dokunuşlar eklenmiş şekliyle, görkemli Roma çağını geri getirmeye çalışıyorum. Yine de günün birinde tamamen farklı bir şey yapabilirim diye düşünmüyor da değilim. Şu anda ne üzerinde çalıştığıma gelince, başta da konuştuğumuz üzere, yeni sergim için 10 ayrı iş hazırlıyorum. Hepsi de şu anda içinde bulunduğum Neo-Roma safhasının güzel birer örneği. Malum, heykellerin oldukça karmaşık ve detaylı; yoğun bir kurgu aşamasından geçiyor olmalılar. Yeni bir projeye başlamadan önce her ayrıntıyı planlar mısın yoksa akışına bırakmayı mı tercih edersin? Her ikisinden de biraz, diyebilirim. İşleri metodik olarak enine boyuna düşünmeyi seviyorum ama aynı zamanda üretimimi akışına da bırakıyorum. İşe iskeletle ya da heykelin temelini oluşturmakla başlıyorum, ardından en büyük parçaları ekliyorum ve son olarak da en küçük parçaları ekleyerek devam ediyorum. Et voilà! Mitolojiye meraklı mısın? Bunu saklayamam, mitoloji benim için önemli bir esin kaynağı. Ama düşünüyorum da, tıpkı din gibi mitolojiyi de sık sık tiye alıyorum. İnsanlar hayatları boyunca birçok farklı şeye inandılar, inanmaya da devam ediyorlar. Şunu fark ettim ki; neye inanacağınız konusunda mutlak bir sonuca varmanız imkansız. Neye karar verirseniz verin, inandığınızın yanlış olduğunu söyleyecek birileri çıkacaktır mutlaka. Yine de Roma tanrılarından biri olmak hiç fena olmazdı. Bernini ile Borromini’nin ve ayrıca aralarındaki önlenemez rekabetin Roma’nın barok çehresine olan etkisi aşikar. Peki en çok beğendiğin Bernini heykeli hangisi? 2012 yazında eşim ve oğlum Isaac’le birlikte Roma’da Galleria
Borghese’yi ziyaret ettik ve bu sayede Bernini’nin en büyük eserlerini yakından görme fırsatım oldu. Sanırım beni en çok etkileyen eser ‘Apollo ve Daphne’ oldu; muazzam bir heykel, sanat dünyasında bir kilometre taşı… Heykellerindeki distopik tasvirler bazen ‘Sineklerin Tanrısı’nı, bazen de ‘1984’ü anımsatıyor bana. Heykellerinde edebiyattan ilham aldığın oluyor mu hiç? Evet ama belgesellerden ve insan psikolojisini konu eden eserlerden ilham alıyorum dersem daha doğru olur. Bahsettiğin eserler, işlerin niye ters gidebileceğini ya da insanların bazı dürtülere nasıl cevap vereceğini bilecek kadar güçlü sezgilere sahip yazarların imzasını taşıyor. İşlerimi daha çok fütürist olarak görüyorum, çünkü bir formun çöküşünün ardından bir toplumun idealist bir biçimde yükselmesi konusuna değiniyorlar. Son zamanlarda heykellerin yağlı boya eserlerine ve çizimlerine oranla daha ağır basıyor sanırım. Oysa ki kariyerinin başlarında bu tür işlere de ağırlık verdiğini biliyoruz… Sanırım her zaman ressam ya da çizerden çok, heykeltıraş olarak gördüm kendimi. Ayrıca galeriler de daha çabuk satıldıkları için heykellerimi tercih etti. Yani bir bakıma beni yönlendiren arz-talep ilişkisi oldu diyebiliriz. Çizmeyi ve resim yapmayı her zaman çok sevdim ama bir şeyleri zorlamak benim için çok boğucu oluyor ve tabii uymam gereken teslim tarihleri de işleri kolaylaştırmıyor… Son olarak, Türkiye’de hiç bulundun mu? Ya da işlerinin sergilenmesi için bir fırsat oldu mu? Oraya hiç gelmedim ama orada işlerimin sergilenmesini çok isterdim. Türkiye’de birkaç galeri tanıyorum ve sırf başka bir kültürü tanımak için bile olsa İstanbul’a seyahat etme fırsatını kaçırmazdım, böylece arkadaşlarımı da görme şansım olurdu. Sanırım cevabım birileri için yeterince davetkar olmuştur.
XOXO The Mag
29
INTERVIEW/cınema
ASLI ÖZGE
İstanbul’un Bir Diğer Yüzü Aslı Özge’nin yeni filmi Hayatboyu’nda, aldatılma durumuyla baş edebilme yöntemleri olabildiğine sakin bir biçimde perdeye geliyor. Tabii bu sükunetin ardında neler olduğu, nasıl zayıflıklarla yüzleşildiği, Defne Halman’ın gayet isabetli performansında, Özge’nin mekan kullanımında ve dingin mizansenlerinde iyice belirginleşiyor. Ve bu dinginlik sayesinde Hayatboyu, alelade bir ihanet melodramına dönüşmek yerine, havalı evlerde, sergi açılışlarında, kısacası yönetmeninin ifadesiyle “dışarıdan gözüken şaşaalı hayattaki ayakta kalma mücadelesine” dikkat çekiyor. Yönetmen Aslı Özge’ye bağlandık, Berlin Film Festivali’nin Panorama bölümü sonrası Adana Altın Koza’da gösterilen Hayatboyu’nu konuştuk. röportaj erman ata uncu fotoğraf adrian staehli
XOXO The Mag
Hayatboyu’nda üst orta sınıftan bir çiftin, sanatçı Ela ile mimar Can’ın, hikayesini izliyoruz. Son dönem Türkiye sinemasında görmeye çok da alışık olmadığımız bir alan. Sizi bu sınıfın hikayesini anlatmaya iten neydi? Sizin de söylediğiniz gibi, Türkiye sinemasında daha çok erkek egemenliğinde taşra filmleri yapılıyor. Aslında uluslararası alanda Türkiye sinemasından da beklenen bu. Ben de bu beklentilere tematik olarak uymayan ve Türkiye’nin popüler sorunlarına sırtını dayamaktan çok, sinema dili üzerinde düşünülmüş, insan ilişkilerini merkeze alan bir film yapmak istedim.
alanların çoğunlukta olduğu düşünülürse, Ela’nın yaptığı işlerle ekonomik özgürlüğünü kazanması çok zor. Filmin öne çıkan unsurlarından biri de deprem. Deprem, bu çiftin hikayesinde nasıl bir yere oturuyor? ‘Korku’, filmin ana temalarından biri. İstanbul’da yaşayıp da depremi düşünmeyen herhalde yok gibidir. Deprem her şeyi sıfırlama potansiyeli olan ama ne zaman geleceği belli olmayan, kontrol edemediğimiz en büyük tehditlerden biri. Evliliklerinde de bir nevi deprem yaşayan bu çifti anlatırken depremi yok sayamazdım. Ayrıca ‘felaketler’, hayatlarımızı ölümle ya da elimizdekileri yok etmekle tehdit ettiği için, kimi zaman birbirimize kenetlenmemize neden olur. Ela ve Can’a da, deprem, hayatta daha önemli sorunlar olduğunu hatırlatarak, onların birlikte kalmak için bahaneler bulmalarına zemin hazırlıyor. Ayrıca biz filmi çekmeden hemen önce Van depremi oldu. Başrollerden birinin mimar olduğu filmde bunu görmezden gelmek istemedim. Bu yüzden Can’ı Van’a götürerek, yıkıntıları onun gözünden göstermek istedim. Bu yolculuk, Can için hikayede bir dönüm noktası oluyor; somut bir yıkım ve acıyla karşılaştığı için elindekilerin değerini tarttığı içsel bir yolculuğa dönüşüyor.
Bir önceki filminiz Köprüdekiler de, Hayatboyu da İstanbul’da geçiyor ve şehrin farklı yüzlerini konu alıyor. Bu sadece bir tesadüf mü, yoksa bilinçli bir tercih mi? Bilinçli bir tercih olduğunu söyleyebilirim. Köprüdekiler’de bir anlamda azınlıkları anlatıyordum. Burada da yine azınlık olarak tanımlayabileceğimiz bir kesimi anlatıyorum. Bir röportajda iki filmi yan yana koyduğumuzda ortaya bir İstanbul portresi çıktığı söylenmişti. Bu da benim hoşuma gitti açıkçası. İki filmin bir anlamda birbirlerini tamamladıklarını düşünüyorum. Defne Halman tarafından canlandırılan Ela karakteri kendine ait yaşamı olan bir sanatçı. Ama hem ekonomik hem de duygusal anlamda bağımsızlığını ilan etmekte çeşitli zorluklarla baş etmek durumunda. Bunun sebebi nedir sizce? Çok sık düşündüğüm bir şey var; para ve sanat arasındaki aşk ve nefret ilişkisi. Dışarıdan gözüken şaşaalı hayat ve içeride yaşanan ayakta kalma mücadelesi... Bence bu ilişkinin acımasızca yaşandığı iki alan, sinema ve sanat ortamı. Sanatçılar, yazarlar ve yönetmenler ticari tarafı olan insanlar değiller. Ancak koşullar sanatçıyı kendi promosyonunu yapmaya zorluyor. Kimi zaman sanat ve sinemayla ilgisi olmayan kişileri, yapacağınız şeyin neden iyi ve gerekli olduğuna ikna etmeniz gerekiyor. Ela da bir sanatçı olarak bunun mücadelesini veriyor. Bir dekorasyon nesnesi olarak ‘resim’ satın
Defne Halman uzun zamandır sinemada görmeyi arzu ettiğimiz bir oyuncu. Hayatboyu’na nasıl dahil oldu? Defne Halman’ı bana birbirlerinden habersiz olarak kast direktörü Ezgi Baltaş ve Bülent Erkmen önerdi. Ezgi’nin stüdyosunda Defne’yle ilk buluşmamızda filmden sahneleri karşılıklı oynadık. Enerjisi ve birçok şey denemeye açık oluşuyla hemen dikkatimi çekti. Türkiye’de pek çok oyuncu, oyuncu seçimine gitmeyi hakaret sayıyor. “Ancak seçildikten sonra oynarım” diyen oyuncular var. Dünya standartlarında akıl almayacak bir mantık. Bence bu durum, oyuncuların kendi kendilerinden emin olmamasından kaynaklanıyor, oyuncu seçimini bir oyunculuk testi zannediyorlar. Halbuki bir yönetmen, üzerinde uzun süre çalıştığı karakterin yüzünü ararken, karşısında gördüğü kişinin sesiyle, duruşuyla 31
o karakteri yeniden hayal etmeye, tartmaya başlar. Bence tam tersinden, bunu yapmayan yönetmenle çalışmaktan korkmaları gerekir. Ev de Hayatboyu’nun başrollerinden birinde gibi. Bu evden biraz söz edebilir miyiz? Benim için çiftin yaşadığı ev, filmin gerçekten de üçüncü başrol karakteri. İki kişi arasında bir problem olduğunda sıkıntıyı en çok hissettiğiniz yer, birlikte paylaştığınız alandır. Muhtemelen uzun süre aynı evi paylaştığınızda ilk kaybedilen şey kişinin mahremi ve özeli olur. İnsanın kendisini dizginleyeceği, hislerini saklayacağı bir alanı kalmadığında, kontrolünü kaybedip, bastırdığı duyguların yerli yersiz patlaması hayatta çoğumuzun başına gelmiştir. Bütün bunları yansıtmada bize yeterli imkanı tanıyacak, görsel olarak sinema diline katkıda bulunacak, karakterlerin hayat tarzını yansıtacak evi uzun süre aradık. Üst üste oturan dört kutucuk şeklindeki katlardan oluşan değişik mimarisiyle bu ev, çiftin arasındaki klostrofobik ilişkiyi daha iyi yansıtmamızı sağladı. Evin mimari yapısı, Ela ve Can’ın birbirlerinden saklanmasına ve böylece problemlerini daha kolay görmezden gelmelerine adeta zemin hazırlıyordu. Ayrıca evin cephelerinde yoğun şekilde cam kullanılmış olması, seyirciye içeriyi gözetleme ve röntgenleme imkanı veriyordu. Tüm bunlar, dekupaj esnasında kurmayı hayal ettiğimiz sinema dilini uygulamada istediğimiz imkanları sundu. Berlin’in Panorama bölümünde de gösterildi Hayatboyu. Son dönem Türkiye sinemasının radarı dışındaki bir alanı
konu alması, yurt dışındaki yazarların dikkatini çekti mi? Aslında daha yapım aşamasındayken bile, konunun politik sorunlara yaslanmadığı ve kendi başına ayakta durduğu bir film yapma niyetimiz, projeye dahil olan yabancı yapımcıların dikkatini çekmişti. Bu yüzden de bizim için Hayatboyu’nun Berlin Film Festivali’nde açılmış olması önemliydi. Orada da filmin daha çok sinema dili, görüntüleri, oyunculukları ve yönetimi üzerine konuşuldu. Aynı zamanda, Türkiye’nin sinemaya pek yansımayan kesimine dair hikaye anlatmamıza değinen pek çok yazı da yayınlandı. Hayatboyu uzun bir festival yolculuğundan sonra vizyonda. Bundan sonraki projenizden bahsedebilir miyiz? Bir sonraki filmimi önümüzdeki yıl Almanya’da çekmeyi planlıyorum. Senaryonun ilk versiyonu çıktı, başrol oyuncusu belli, provalara başladık bile. Aslında yazmaya başladığımda Türkiye’de geçen bir hikayeydi, ama buradaki çetrefilli ilişkiler, çoğu oyuncunun risk almak istememesi, bir daha Defne Halman gibi bir oyuncuyla karşılaşıp karşılaşamayacağımı bilememek, filmleri dizilere göre planlamak zorunda olmak, gazetelerde çoğu zaman eleştiri diye çıkan yazıların düzeyi, genel olarak bir filmi finanse edebilme konusunda yaşanan zorluklar, beni burada film yapma konusunda şimdilik ara vermeye yöneltti. Ama benim için film yapmak dişçiye gitmek gibi. O sırada yaşadığınız acıyı ertesi gün hatırlamıyorsunuz bile. Bu yüzden de belli de olmaz, aklıma beni heyecanlandıracak bir şey gelirse, tüm sıkıntıları unutup onun peşine takılabilirim. Göreceğiz.
XOXO The Mag
33
INTERVIEW/ART
Olivier d’Agay
Saint-Exupéry’nin İzinde Küçük Prens’i okumamış insanlar tanıyoruz, ama adını duymamışlara pek rastlamadık. Ancak, ünlü yazarın varislerinin kurduğu Saint-Exupéry Vakfı’nı duymuşlara ise çok az rastladık... Yine de bu ne kadar önemli oldukları gerçeğine sekte vurmuyor, zira vakıf, bugünlerde Küçük Prens’i ve yaşattığı değerleri genç nesillere taşımanın ötesinde, birçok takdire şayan projeye imza atıyor. Biz de vakfın genel müdürü, aynı zamanda da Saint-Exupéry’nin varislerinden Olivier d’Agay ile, ana sponsorları IWC ile yaptıkları eğitim projeleri ve müzayedelerden, özel edisyon saatlere ve Küçük Prens’in 70. yıl dönümü kutlamalarına uzanan bir söyleşi yaptık. Gözlerinizi kapatıp, kalbinizle okuyun.
illüstrasyon antoine de saint-exupéry
röportaj aslı arduman fotoğraf IWC’nin izniyle
XOXO The Mag
Saint-Exupéry Vakfı’nın kuruluşundan bahseder misiniz? Vakıf, şaşırtıcı değil ki, varisler tarafından kuruldu. Bir süre, SaintExupéry’nin kız kardeşleri -birisi aynı zamanda benim büyükannem oluyor- yönetiminde devam ettikten sonra 1990 senesinde, büyükannemin çocukları göreve geldiler. Vakıf, bu bahsettiğim değişiklikten beridir de, şimdiki şekliyle yönetiliyor; yani SaintExupéry Vakfı olarak, Antoine de Saint-Exupéry’nin hayatı ve önem verdiği değerler çerçevesinde dünya çapında çeşitli programlar geliştiren şekilde... Altını çizmemde fayda var, bu vakfın bir özelliği de, 20. yüzyılda yaşamış olan bir yazar için kurulmuş en büyük vakıf olması.
çok yoğun bir program yürütüyoruz. Asli amacımız, daha geniş kitlelere ulaşmak kadar, çocuklara kitabın sahiplendiği değerleri tanıtabilmek. İlk olarak, üç sene önce başlattığımız animasyon TV dizisi projesinden bahsedeyim. Projeye başlarken, kitabın böyle bir uyarlamasını yapmak konusunda çekincelerimiz vardı, fakat ortaya çıkan sonuç başarılı olunca aklımızdaki boşluklar da dolmuş oldu. Bugün, çok prestijli televizyon kanallarıyla çalışıyoruz, dizi tam 50 ülkede gösterimde ve reytingler de gayet iyi. Bunun dışında resmi web sitemiz ve sosyal ağlarda hesaplarımız var; buralardan her türlü bilgiyi edinmek mümkün. Ayrıca bir de animasyon film projemiz var, ki bu çok iddialı ve aynı zamanda da pahalı bir proje. Filmin iki sene sonra, yani 2015 Kasım’da vizyona girmesini planlıyoruz.
Peki sizin bu tanımdaki göreviniz nedir? Vakfın genel müdürüyüm. Ne yaptığımı özetleyecek olursam; Paris’te vakıf için çalışan 12 kişilik ekibin başındayım. Ayrıca, çeşitli ülkelerde görev yapan 30 temsilciden oluşan bir de uluslararası ekibimiz var.
Ama yine de, düşününce, yetişkinler bir yana, bugünün çocuklarının ilgisini çekmek zor olmalı. Kitap okumalarını engelleyecek çokça dikkat dağıtıcı faktör var. Bu durumda çağa ayak uydurmamız ve dolayısıyla da yeni iletişim araçlarına başvurmamız gerekiyor. Öte yandan video oyunlarıyla ve televizyon dizileriyle rekabet halinde olduğumuzu söyleyemem. Sonuçta elimizde müthiş bir şey var ve yapmamız gereken bunu günümüzün çocuklarına ulaştırabilmek. Örneğin, bahsettiğim web sitemizin yanı sıra Facebook sayfamızı da aktif olarak kullanıyoruz. Ayrıca, o kadar da karamsar olmayın, Küçük Prens günümüzde de gayet iyi satıyor, çocuklar kitabı okumaya devam ediyorlar. Yani, endişe duyulacak bir şey yok.
Bu durumda çokça proje üzerinde çalışıyor olmanız da doğaldır. Tabii. Ana sponsorumuz IWC ile birlikte, Mali’de okullar inşa ettik. Şu anda da Kamboçya’nın Angkor bölgesinde kütüphanesi de olan bir okul yapıyoruz. Bu projeler dışında, şu an bizce çok heyecan verici olan, görme engellilere yönelik bir proje üzerinde çalışıyoruz. Küçük Prens de -İncil’den sonra dünyada en çok dilde tercüme edilmiş kitap olarak- bu projede ideal bir elçi görevi üstleniyor. Onlara yalnızca okuma imkanı değil, aynı zamanda da üç boyutlu illüstrasyonlara ulaşma olanağı sağlayacağız. Özel bir teknikle kitaptaki illüstrasyonlar üç boyutlu hale getiriliyor ve bu sayede dokunarak keşfedilebilir duruma geliyor.
Web sitesi ve Facebook demişken, Küçük Prens, dijital çağda yaşayan bizlerle tanışsaydı ne düşünürdü dersiniz? Bence kesinlikle çok mutlu olurdu! Antoine de Saint-Exupéry de onun mutluluğuna ortak olurdu. Çünkü, doğru kullanıldığında, dijital çağ, aynı zamanda birliktelik ve arkadaşlık çağı. Düşünsenize, Küçük Prens’in sadece Facebook’ta altı milyon arkadaşı var ve böylece, paylaşmak istediği değerleri her geçen gün çok daha fazla insana ulaştırabiliyor.
Projelerden devam edersek, Küçük Prens’i hem daha geniş kitlelere hem de genç nesillere ulaştırmak için ne tür çalışmalarınız oluyor? Açıkçası, bu bizim en önemli görevlerimizden biri. Altı yıldır bu konuda 35
Biraz önce IWC ile gerçekleştirdiğiniz sosyal sorumluluk projelerinden bahsettiniz. Başa dönelim, IWC ve Saint-Exupéry isimleri nasıl oldu da yan yana geldi? Saint-Exupéry söz konusu olduğunda ilk akla gelen şeylerden birinin insan ilişkileri olduğunu göz önünde bulundurursak, IWC ve SaintExupéry beraberliğinin kulağa son derece anlamlı geldiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Nedeni ise bu iş birliğinin çok ulvi bir mantık üzerine kurulu olması ve çok hızlı gelişime açılmış olmasıyla paralel. Zira, birlikteliğimizin hikayesi sekiz yıl önce, vakfı yönetmeye henüz başladığım zamanlarda, IWC’nin CEO’su, sevgili Georges Kern ile tanışmamla birlikte ortaya çıktı. Çok geçmeden, şu an kurduğumuz tipte geliştirilecek bir iş birliğinin hem onlar hem de bizim için son derece anlamlı olacağına karar verdik. Tabii Georges’un Saint-Exupéry’ye olan ilgisini ve onun büyük bir hayranı olduğunu da eklemeliyim. Hal böyle olunca da, bunun hem arkadaşlık hem de vakfın değerleri üzerine kurulu sağlam temelleri olan bir ilişki olduğunu tahmin edersiniz. Sekiz senedir birlikte çalışıyoruz ve herkes bu durumdan son derece hoşnut.
bu vesileyle neler yapacaksınız? Uluslararası bir yayın programımız var; 70. yıl vesilesiyle de özel bir edisyon çıkarıyoruz. Hatta kitap Türkiye’de de Mavibulut Yayınları’ndan çıkıyor. Bunun dışında sesli kitaplar da çıkarıyoruz. Fransa ve New York’ta kutlamalar organize ediyoruz. New York’u seçmemizin nedeni de, kitabın ilk defa orada basılmış olması. Bu organizasyonu da Columbia Universitesi’nde gerçekleştiriyoruz. Bunların yanı sıra, Montreal, Torino ve Barselona’da da organizasyonlarımız olacak.
Bu tip projeler yanında müzayedeleriniz de oluyor. Evet, ve hatta yakın zamanda da olacak. Çok özel, platin bir IWC saatimiz var. Takdir edersiniz ki çok değerli... Bu saati, Cenevre’de Sotheby’s ile birlikte düzenlediğimiz müzayedede satışa çıkaracağız. IWC’nin Saint-Exupéry’ye özel yaptığı tüm saatler, Saint-Exupéry hayranlarına ve koleksiyonerlere hitap ediyor. Bu tür okazyonlar için hep çok özel bir parça lanse etmeyi amaçlıyoruz ve neticede de hayranlar arasında bu saate kimin sahip olacağına dair hoş bir rekabet doğuyor. İşin güzel tarafı, vakfın en çok gelir elde etmesini sağlayan da bu tür müzayedeler oluyor.
Bitirmeden sormalıyım... Arada sırada Küçük Prens’i dinleyip, sizi tekrar çocukluğunuza döndüren şeyler yaptığınız oluyor mu? Saint-Exupéry’nin vermek istediği en önemli mesajlardan biri de bu aslında; bir zamanlar hepimiz birer çocuktuk ve bunu asla unutmamalıyız. Ben de kendi çocuklarımla olan ilişkimde bunu her zaman aklımın bir köşesinde tutmaya gayret ediyorum. Öte yandan, kendimi halen bir çocuk gibi hissediyorum; dolayısıyla yeniden bir çocuk gibi hissetmek için özellikle bir şeyler yapmama gerek kalmıyor. Aslında bu sadece bana özel bir durum olmasa gerek, düşündüğünüzde siz de halen çocuk olduğunuzun farkına varacaksınız.
Ayrıca, bu yıl Küçük Prens’in yayınlanmasının 70. yıl dönümü;
Sergiler de olacak mı? Kesinlikle. New York’ta Morgan Library’de bir sergi düzenliyoruz; zira burası Küçük Prens’in el yazmasına ve Saint-Exupéry’nin illüstrasyonlarına sahip. Sergi 23 Ocak’tan 23 Nisan 2014’e kadar ziyaret edilebilecek. Son olarak, önümüzdeki senenin sonunda Moskova’da Pushkin Müzesi’nde başlayacak bir sergimiz var. Bu sergi Temmuz 2015’te Paris’i de ziyaret edecek.
XOXO The Mag
INTERVIEW/desıgn
Alejandro Aravena
Şili Doğasından Tasarıma
Konuğumuz, son dönemde Şili’den adını dünyaya duyuran bir mimar. Yaptığı sosyal projelerinden Chairless sandalyesine, farklı bir tasarım anlayışını rafine bir üslupla yerküreye yayıyor. Aravena ile Şili doğasından sosyal tasarımın sınırlarına, mimarın rolünden kentlerin sorunlarına dek birçok konuyu konuştuk. röportaj hülya ertaş fotoğraf cristobal palma
XOXO The Mag
elemental sosyal konutları, şili. fotoğraf: tadeuz jalocha
sorunu, paranın ve politikanın sağduyuyu değil de sıradan ve klişe olanı takip etmesinden kaynaklanıyor. Başarı ölçütlerini tanımlamakta çok çekingen olan karar vericiler var ortada; sürünün geri kalanı neyi başarılı olarak addederse, ürkek davrandıkları için onun peşinden gidiyorlar ve sonuçta sıradanlık doğuyor.
Dünyaca bilinen Şilili bir mimar olarak, ülkenizden kimi kendinize öncü olarak sayabilirsiniz? Her ne kadar ateist olsam da, birer Benediktin papazı olan Martín Correa ve Gabriel Guarda’nın, Şili mimarisinde örnek gösterilebilecek nitelikte işler çıkardığına inanıyorum. Correa ve Guarda, 1960’larda mezun olmalarının hemen ardından, ruhani bir yaşam tarzına yönelmek üzere inzivaya çekilmişlerdi. Manastıra girdikleri anda, onlardan yeni kiliseyi tasarlamaları istendi ve ettikleri bağlılık yeminleri yüzünden bu isteği yerine getirdiler. Halbuki isteksizlerdi, inzivayla birlikte mesleki anlamda da gerçekten emekliye ayrıldıklarını düşünüyorlardı. 20’li yaşların sonlarında olmalarına ve ilk projelerini gerçekleştirmelerine rağmen, kilise tasarımındaki sentez ve olgunluk gerçekten hayret vericidir. Böylece, yapılan işlerin niceliğinden çok, yoğunluğunun önemli olduğunu kanıtladılar. Orası aynı zamanda onların son işiydi, bir daha hiç yapı inşa etmediler.
Şili’nin doğası çok heyecan verici. Bunun mimarlığınızı nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz? Gezegenin üretim fazlası olarak tanımlayabileceğim insan bedeninin, çok derin bir işleyiş seviyesine sahip olduğunu düşünüyorum. Latin Amerikalı ve Avrupalı olmak arasındaki farkın, tarihten ziyade coğrafi durumlardan dolayı çeşitlendiğini okumuştum. Bence de önemli olan mekan; zaman değil. Bir diğer açıdan, Avrupalılar Güney Amerika’ya geldiklerinde zaten zamanda yolculuk yapmış gibilerdi. “Yeni Dünya” olarak adlandırdıkları yer aslen daha eskiydi: Ne tekerlek, ne okumayazma, ne at binme keşfedilmişti. Bizim lüksümüz ilkellikteydi; her şeyin özüne yakın olmamızdaydı. Çünkü burada doğanın enginliği, mimarlığın lüzumsuz olanlarını elemeye zorlar.
İşlerinizde malzeme kullanımına vurgu yaptığınızı görüyoruz. Bunun ardında yatan nedenler neler? Malzemenin ürün yerine kullanılıyor olmasından söz ediyorsanız, nedeni şu: Ürün bozulur, malzeme yaşlanır. Eğer doğru davranılırsa, zamanla malzemenin kalitesi artar. Yani malzeme, ürün gibi binanın aleyhine çalışmaz ve nasıl inşa edildiğinin izlerini barındırmaya daha meyillidir; mimarinin güçlü yönlerinden biri olan soyutlamayı kaybetmeksizin, bina inşa etmenin fiziksel yönüyle, izi sürülebilir fikirlerin son üründe aynı anda gerçekleşebilmesine olanak tanır.
Alejandro Aravena Architects ve Elemental adında iki ofiste faaliyetlerinizi yürütüyorsunuz. Bu iki ofis ve çalışma alanları arasındaki farkı anlatabilir misiniz? Mimarlığın herhangi bir gücü varsa, o da sentez yapmadaki gücüdür. Elemental, daha fazla parçalarına ayrılamayacak olanın, indirgenemez olanın araştırılmasını imliyor. Ve bu yaklaşım, sosyal konut ya da doğal afet sonrası yeniden yapılanma gibi konularla uğraşırken bir zorunluluk haline geliyor. Doğal afet sonrası yeniden yapılanma ve sosyal konut projelerinde para ve zaman kıtlığı yaşanıyor. Kıtlık, keyfi kararlar için müthiş bir filtre işlevi görüyor çünkü konuyla alakası olmayan her şeyi eliyor. Novartis binası, Vitra ya da Angelini İnovasyon Merkezi gibi daha yüksek profilli projelerde, indirgenemez olanı aramak zorunda değiliz ama yine de lüzumsuz olanı elemek elimizde. Özetle Elemental, sentez yapmamız için tasarımcı kaslarımızı geliştirmemizi sağlıyor. Alejandro Aravena Architects ise tasarım tarafından genellikle yok sayılan bir alana, formun kazandırdığı stratejik faydaları sunuyor.
Sürdürülebilir mimarlık alanındaki son gelişmeler hakkında ne düşünüyorsunuz? Tasarımlarınızda sürdürülebilirliği nasıl yorumluyorsunuz? Sürdürülebilirlik, sağduyunun daha özenli bir hali. Sağduyunu izlersen sürdürülebilirlik sorunlarının %90’ınını çözersin zaten. Şili gibi ülkelerde, cam üzerine doğrudan gelen radyasyonu önler, pencereleri açılabilir yapar, çapraz havalandırmaya olanak sağlar ve kütleyi binanın çevresinde yoğunlaştırırsan, enerji tüketimini bildiğimiz cam kulelerdekine oranla dörtte bir azaltmış olursun. Sürdürülebilirliğin 39
Dünyanın farklı yerlerinde farklı projeler üzerinde çalışıyor olmanız mimari pratiğinizi nasıl etkiliyor? Bir sorunu çözmenin en iyi yolu, aslında o sorunun hiç var olmamasından geçer. Ofisimiz, 2010 depreminden sonra bir kentin yeni baştan inşası, Şili Bakır Şirketi için bir başka kentin ya da büyük kurumsal yapıların tasarlanması gibi karmaşık projelerle başa çıkabilecek kadar büyük. Diğer yandan da vaktimizi, ofisi yönetmeye değil de tasarım yapmaya harcayabileceğimiz kadar küçük. Bu boyut aynı zamanda ofisi sürdürebilmek için sürekli yeni iş alma zorunluluğumuzu da ortadan kaldırıyor. Bunun sonucu olarak da çok gerekli olmadığı durumlar haricinde seyahat etmiyoruz. Beş ortak, beş proje yöneticisi ve 10 ile 20 arasında değişen ofis çalışanıyla iş yükünü adilce paylaşıyoruz. Ayrıca, öğrenme eğrisinin yükselen kısmını seviyoruz, tam da kendimizi cahil hissettiğimiz, yeterince bilgi birikimimizin olmadığı alanlarda çalışmaktan hoşlanıyoruz. Bu yaklaşım da zamanın iyi kullanılmasını, sıkı teslim tarihleriyle stresli yaratıcılığın karışımını zorunlu kılıyor; yeni bilginin düzgünce üretilmesi için kendi üzerimizde zaman baskısı yaratıyoruz. Yani daha fazla proje yapacağımıza ofisteki zamanı yoğun kullanıyoruz. Hiç reddettiğiniz bir proje oldu mu? 2010’da Şili’deki deprem ve tsunami sonrasında Constitucion kentini yeniden tasarlamamız istendi. Altyapı, kamu binaları, enerji kaynakları, kamusal mekanlar, ulaşım, konutlar vs. kısaca her şeyi tasarlamak için 100 günümüz vardı. Ve de bu, ilk kent tasarımı işimizdi. İşin aciliyeti ve projenin politik olarak bize yakınlığı nedeniyle ofisi kapatıp tüm işverenlerimizden bize üç ay sonra ulaşmalarını rica ettik. Sonrasında anladık ki aynı anda hem yürüyüp hem de sakız çiğneyebiliyormuşuz. Şili Bakır Şirketi benzer bir proje için bize iş verdiğinde bu kez diğer işverenlerimize hayır demek zorunda kalmadık. Bir seferindeyse Şili dışında ilk projem olan Austin, Teksas’taki St. Edward’s Üniversitesi üzerinde çalışırken tasarım sürecinde, belki de işe başladıktan bir yıl sonrasında, işverenlerden biri, yeni projenin kampüsün eski mimarisiyle uyum göstermesi açısından kırmızı bir çatı eklememi önermişti. Bunu reddettim çünkü 1904’te hiç kar yağışı olmayan bir yerde dik eğimli çatılarıyla Alman mimarisini taklit ederek yapılmış bir binayı yeniden taklit etmek saçma olacaktı. Yarışmayı kazandığımda onlara taklit bir yapı istedilerse zaten en başta beni seçmemeleri gerektiğini söyledim. Neyse ki bana inandılar ve orijinalinde planlandığı gibi yapıyı bitirebildik. Bir dizi sosyal konut projesi üzerinde çalıştınız. Tasarım sürecinde topluluklarla birlikte nasıl iş birliği yaptığınızı, onların fikirlerini tasarıma nasıl dahil ettiğinizi anlatabilir misiniz? Öncelikle katılımcı tasarım, kısıtlı koşullar hakkında bilgi vermek ve iletişim kurmakla ilişkili. Karşımızdakileri bizlerle eşdeğerde birer yetişkin olarak görüyoruz; bu sayede şu ya da bunu seçerken kısıtlamaların neler olduğunu anlamanın hem hakları hem de görevleri olduğunu gösteriyoruz. Aksi takdirde, yerine getirilmesi imkansız vaatlerde bulunuyor olursunuz. İkinci olaraksa, onlara illa ki fikirlerini sormamız gerektiğini düşünmüyoruz. Tasarım yeteneklerimiz konusunda ne suçluluk ne de utanç duyuyoruz. Bizim üniversite eğitimi alma şansımız oldu ve onların bilmediği şeyleri biliyoruz. Öyleyse, tasarım konusunda onlardan daha hazırlıklı olduğumuz için neden suçluluk duyalım? Ayrıca bütçe, kamu politikası, kent ölçeği, çevre, yapı iskeleti gibi konular arasında uzlaşma sağlayabilecek şekilde büyük resmi görüyoruz ve tüm bunları forma aktarmak bizim görevimiz. Onlara sorduğumuz şeyler genellikle bizden daha iyi biliyor oldukları konularda oluyor, yani önceliklerin belirlenmesinde. Eşit alternatifler varsa karşımızda, onlara seçim sürecini açıyoruz. Sizce, dezavantajlı toplulukların güç kazanmalarında mimarlar onlara atfedilmiş bir rolü üstlenebilirler mi? Kendi içinde bir amaç olarak mimarlar dezavantajlı toplulukları
iyileştirme rolü üstlenemezler ama kısıtlı koşullarla yüzleşme yönteminin bir sonucu olarak bu gerçekleşebilir. Çözmemiz gereken denklem, birim başına 10.000 dolara konut çözümleri geliştirmek, bunun içinde arsanın maliyeti, altyapının inşası ve en iyi ihtimalle 35 m2’lik bir evin yapılması yer alıyor. Kanıtlar gösteriyor ki orta sınıf bir aile yaklaşık 70 m2’lik bir dairede iyi bir şekilde yaşamını sürdürebiliyor. Ortalıkta yeteri miktarda para olmadığında pazarın yaptığı iki şey şu: Yerinden et ve küçült. Pazar, yetersiz hizmet gören çeper mahallelerde hiç değeri olmayan arsaları satın alıyor ve konut biriminin boyutlarını azaltıp küçük evler halinde satıyor. Bizim sorunu ele alışımız 35 m2’nin küçük olduğunu düşünmektense, iyi bir evin yarısı olduğunu düşünmek üzerine kuruluydu. Sorun iyi bir evin yarısı olarak ortaya koyulunca ana sorun bizim hangi yarıyı inşa edeceğimize dönüştü. Devlet bütçesiyle inşa edilmesi gerekenin bir evin, ailenin kendi başına asla yapamayacağı kısımları olması gerektiğini düşündük. Bunun sonucunda her bir ailenin bir birimi tamamlama kapasitesine dayalı açık bir sistemle çalışarak ve orta sınıfın potansiyellerini açığa çıkararak onlara güç kazandırmış da olduk. Süreç boyunca görevleri paylaştık; sistemin nasıl işlediğiyle ilgili onları bilgilendirdik, çok şeffaf bir şekilde kısıtları gösterdik ama aynı zamanda onların kontrolü ele geçirebilecekleri alanları da sunduk. Sonuçta, tarih boyunca ikinci sınıf vatandaşlar olarak görülmüş bu insanlar hakları olduğunu fark ettiler. Ama aynı zamanda görevleri de olduğunun bilincine vardılar. Birlikte çalıştığımız çok sayıda topluluk önderi şu an öne çıkan politik figürler. Konut projesi üzerinde çalışırken yetenekleri su yüzüne çıktı, ki bu bizim amacımız değildi zira biz tasarımcılar olarak bu alanda konumlanıyorduk. Bir taraftan sosyal konutlar üzerinde çalışırken diğer yandan Chairless adlı oturma elemanınızla Vitra gibi yüksek profilli markalar için tasarım yapıyorsunuz. Bu gerilimli durumda mimar olarak kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz? Mimari olmayan sorunları forma dönüştürme yetisine sahibim. Sosyal konut, yoksulluk, eşitsizlik, sosyal öfke bizleri kentliler olarak ilgilendiren sorunlar. Oturmak ise her insanın yaptığı bir eylem. Bu temalar etrafındaki tüm bilgileri organize etmeye ve bir tasarımın formunu bilgilendirecek hale getirmeye çalışıyorum sadece. Chairless’ın tasarımının ardındaki öyküyü anlatabilir misiniz? Bir keresinde, bana Paraguay’daki bir Ayoreo Kızılderilisinin fotoğrafı gösterilmişti ve onun sandalyesini görüp görmediğim sorulmuştu. İlk bakışta bir bankın, taşın ya da doğrudan toprağın üzerinde oturduğunu düşünmüştüm. Ancak bir süre sonra fark ettim ki bedenini saran bir kumaş parçası varmış. Şok oldum. Sonrasında Paraguay’a gidip bu “sandalye”yi denedim ve bir sandalye tasarlamaya çalışırken nasıl da yanlış yaptığımızı anladım. Konu sandalye değil, nasıl oturduğumuz. Tasarım isim olarak sandalyenin ortadan kalkması ve oturma fiilinin önümüze gelmesiyle esas sınırlarına vardı. Birkaç yıl sonra, Pritzker Ödülü jürisi işlerimi görmek için Şili’ye geldiğinde Rolf Fehlbaum ile tanıştım. Sonrasında Fehlbaum, Weil am Rhein’deki Vitra kampüsünde Zaha Hadid’in yangın istasyonunun yanında bir yapı tasarlamamı istedi. Kriz vurunca proje rafa kalktı. Ancak toplantılarımız esnasında dedim ki: “Rolf, siz sandalye yapıyorsunuz ve belki sürekli cebimde taşıyor olduğum bu sandalye de hoşunuza gider.” Şaka yapıyor olduğumu düşündü, ben de cebimden çıkardım ve oturdum. Şok oldu. Yarı şaka, yarı ciddi “Bu, benim şirketimin sonunu getirir, biliyorsun değil mi?” dedi. Sonrasında sandalyenin sanayi versiyonu üzerinde çalışmaya ve Ayoreos’ların kaybediyor oldukları toprakları geri almalarına yardımcı olan bir vakfa karın bir kısmını aktarmaya karar verdik. Bugünün dünyasında mimarlıkta “yeni”yi nasıl tanımlarsınız? Nostaljik olmadan, trendden ve modadan kaçınabilen olarak. Bugünün kentleri için en sorunlu konular neler sizce?
XOXO The Mag
chairless for vitra, fotoğraf marc eggimann
Mimarlar bu sorunlara çözüm üretmede sürece nasıl dahil olabilirler? Aslında içinde yaşadığımız heyecan verici dönemde kentlerin kritik rolü yalnızca yarattığı sorunlardan değil, aynı zamanda potansiyellerinden kaynaklanıyor. Kentleri sanki bunlar birer mıknatıs ve bombaymış gibi düşünerek ele alıyoruz. Bir yandan kentler, insanları, bilgiyi, fırsatları kendilerine çeken, refah üretmek için güçlü araçlar. Ülkeler arası rekabet nedeniyle de kentlerin rolü gittikçe daha fazla oranda bilgi yaratımına odaklanıyor. Bunun gerçekleşmesi için yüz yüze iletişim gerekli ve üretken karşılaşmaların gerçekleşme olasılığı kentsel yoğunluklarda daha yüksek. Bilgi yaratıcıları, dünyanın her noktasında aşağı yukarı aynı oranda para kazanıyor ve kentlerin sunduğu yaşam kalitelerine bağlı olarak nerede yaşayacaklarını kararlaştırıyorlar. Yani Birinci Dünya Ülkeleri için zorlu olan; insani ve sosyal sermayeyi kendisine çekmek, gelişen ekonomilere sahip ülkeler içinse bu sermayeyi elinde tutmak. Bununla eş zamanlı olarak kentler sosyal ve politik sürtüşmeleri topluyor. Yoksulluk ve eşitsizlik bir sosyal baskı üretiyor, ki bu da ne zaman patlayacağı belirsiz bir saatli bomba. Oysa kent eşitliğin sağlanmasında bir kısayol, çünkü stratejik kentsel planlama, sadece gelir dağılımına bağı kalınmaksızın yaşam kalitelerinde eşitlik sağlayabilir. Toplu ulaşım, kamusal mekan, akıllı altyapı, kaliteli konut vs. bu saatli bombanın imha edilmesi için araçlar olarak işlev görebilir. Ofiste üzerinde çalıştığımız projeler bu çift yönlü durum içerisinde işliyor.
çizmek için Yunanistan ve Türkiye’ye gittim. Benim için İstanbul keyif vericiydi. Yerebatan gizemliydi, camiler çok kuvvetli, sokaklardaki yaşam enerjik ve kentin denizle kurduğu ilişki bir lükstü. Son zamanlardaysa İstanbul’da işleyen hızlı otobüs sistemi, Metrobüs beni hayrete düşürdü. Çok iyiler, keşke Şili’de de bu araçlardan olsa. Alejandro Aravena’nın tipik bir iş günü nasıl geçiyor? Sabah 7’de kalkarım. Kızlarımı giydirip onlarla kahvaltı yaptıktan sonra, onları okula bırakırım. 9’da ofiste ya da şantiyede olurum. Öğlen eve dönüp ailemle yemek yerim. Öğleden sonra 3’te 15 yaşındaki oğlumu okuldan alır, biraz sohbet eder ya da Amerikan futbolu antrenmanına bırakırım. 4’te ofise geri dönerim. Tam tamına 7’de ofisten çıkar evde ailemle akşam yemeği yiyip, kızları yıkar ve masal anlatarak uyuturum. Tahmin edersiniz, çalışma saatlerimi çok efektif kullanmalıyım ki toplantılar, telefonlar olmaksızın tasarım yapabileyim. Bu söyleşi de ancak şu anda yeni NCCA binası için açılan yarışmanın finalisti olarak açıklandığımız Moskova’ya seyahat ediyor olduğum için mümkün. Aksi takdirde sorularınızı yanıtlayacak vakti bulmam imkansızdı. O zaman son soruya geçelim. Mekan ve kent üzerine yazan çok sayıda eleştirmen var. Takip ediyor olduğunuz birkaç isim sayabilir misiniz? Eskiden çok okurdum, ancak şimdi eskisi kadar okumuyorum. Okuduğum o az şey de kesinlikle mimarlık ya da kent üzerine değil. Biyografi okumayı seviyorum. Formula 1 pilotu Ayrton Senna’nın ya da Thom Yorke’un biyografileri mimarlar ya da eleştirmenlerden daha ilham verici. Yine de ilhamın büyük kısmı doğrudan yaşamdan ve gerçeklerden geliyor. Ya da binalardan... Mesela Louis Kahn’ın Dakka’daki Parlamento binasından veya Rafael Iglesia’nın Arjantin’deki işlerinden esinleniyorum. Bunları takip ediyorum.
İstanbul’u ziyaret etme şansınız oldu mu? Kent üzerine izlenimleriniz neler? Binaların fotoğraflarına bakarak mimarlık okudum. Mezun olduktan sonraysa bu mimarlığı bedenimle deneyimlemem gerektiğini hissettim. Bir eskiz defteri, bir kalem ve bir şerit metre alarak yapıları ölçmek ve 41
INTERVIEW/FASHION
Prabal Gurung
Ladies First
Küçük adımlarla ilerlediğini savunurken merdivenleri üçer beşer atlayan Gurung, daimi pozitif enerjisi kadar mütevazılığıyla da sempatinizi kazanabilir. Tüm bunlardan bağımsız sadece tasarımlarından birini elinize almanız da yeterli olacaktır. Vücudunuzdaki elektriklenmenin sebebi Prabal’ın tasarımlarını kadını güçlü kılmak felsefesiyle kurgulamasından mütevellit. Voltajı biraz daha yükseltiyoruz ve sormaya başlıyoruz... röportaj aslin kumdagezer fotoğraf prabal gurung’un izniyle
1.
2.
Bir anlamda doğru yer doğru zaman klişesini kırdın diyebiliriz o halde? İstediğiniz şeylerin peşinden koşmanız ve gerçekleşene kadar sürekli savaşmanız gerektiğine inanıyorum. Eğer çabalayıp sonuna kadar gitmezseniz, yolun sonunda sizi nelerin beklediğini asla bilemezsiniz. Ve ben böyle bir bilinmezlikle asla yaşayamazdım.
New York Fashion Week nasıl geçti? Geriye baktığımda bence çok başarılı geçti. Yaklaşan haftalarda her şey bir araya gelmeye başladığında, look’lar, modeller, müzik seçimi yavaş yavaş tamamlandığında itiraf etmeliyim ki heyecanım giderek arttı. Özellikle bu sezon için seçtiğimiz konsept ve koleksiyonun yönü yaratıcılığın yanında deneysellik için de oldukça uygundu. Bu da biraz daha fazla heyecanlanmama neden oldu. Genel temayı melankolik bir atmosfer ve müzik üzerine kurdum.
Başarının bir gecede gelmediği aşikar fakat seninkisi nispeten hızlıydı. Bunun arkasında neler gizli? Klişe biliyorum ama arkadaşlarımın, ailemin ve endüstrinin desteğini her zaman için arkamda hissettiğim için çok mutluyum. Benim için hala çok önemlidir bu. Sürecin her aşamasında çok farklı insanların desteğini aldım aslında. Onlar olmasaydı, şu an olduğum yerde olmayabilirdim.
Neden melankoli? Koleksiyonu kurguladığım aşamalarda Marilyn Monroe’nun bir resmi elime geçti. Herkesin merak ettiği ve arzuladığı bir kadın olmasına rağmen ne kadar melankolik ve yalnız olduğunu düşündüm. Sonrası ise bildiğiniz gibi...
Moda dünyasında ciddiye alınmak için ne yapmak gerekiyor? Aslında biraz gamsız olmak gerekiyor, çok sert eleştirilere maruz kalıp zor zamanlara hazırlıklı olmalısınız. Asıl önemli kısım ise bu süreçte kendinize karşı dürüst kalabilmeniz. Eğer üretiminiz, hatta kişiliğiniz hakkında söylenen her şeye kafayı takar ve ciddiye alırsanız, kısa zamanda tüketilir ve vizyonunuzu kaybedersiniz.
Koleksiyonun renk paleti ve katmanlar heyecan verici detaylardı... Koleksiyon bir kadını her yönü ile temsil etmek üzere tasarlandı. Renkleri kadınlara bir övgü niteliğinde kullanmak istedim. Bunun haricinde renklerle farklı bir bağım olduğuna inanıyorum, karmaşık yapıları ve barındırdıkları derinlik beni çok etkiliyor. Kadınlar hiçbir zaman söyledikleri şeyi kastetmezler, söylediklerinin her zaman için bir alt metni vardır. Koleksiyondaki plastik katmanlar da kadının görünmeyen düşüncelerini temsil ediyor.
Sürekli yeniliğe aç olan bir sektörden bahsediyoruz ama aynı zamanda kullanıcı ve marka arasında bağ kurmak için de bir aşinalık gerekiyor. Bu ince çizgide nasıl dengede duruyorsun? Yeniliği çizgi ve silüetler üzerinden götürmek yerine teknik inovasyon peşinde koşuyoruz. Yeni bir kumaş ya da yeni bir desen üzerine yoğunlaşmak gibi... Bunun yanında da, Prabal Gurung denince akla gelen çizgileri, markanın imajını ve verdiği mesajı değiştirmeden sürdürülebilirliğimizi koruyoruz.
Favori şovların hangileriydi? En beğendiklerimden biri Marc Jacobs’ınkiydi. Huşu veren bir şovdu. Gerçek bir dahi olduğunu düşünüyorum. Benim için her zaman ilham kaynağı olmuştur. Başa dönelim mi? İlk koleksiyonunu sunduğun yıllara... İlk koleksiyonumu toparladığım zamanlar ekonomik duraklamanın en yoğun hissedildiği yıllardı. Tüm arkadaşlarım yanlış bir zamanlama yaptığım konusunda hemfikirdi fakat ben kararımda ısrarlıydım.
Bu arada hitap ettiğin kitle de kendi içerisinde epey çeşitli; Lady Gaga’dan Michelle Obama’ya uzanan bir müşteri listen var. Belli bir tasarım ritüeline sadık kalarak zıt kutupları 43
1-4. prabal gurung ss 2014
3.
4.
memnun etmeyi nasıl başarıyorsun? Tasarımlarımı giyen kadınlar çok farklı stillere, yaşam tarzlarına sahip olmalarına rağmen bence bir kıyafetten beklentileri çok da farklı değil. Tasarlarken motor kuvvetim her zaman kadını güçlü kılmak ve içlerinde gizli olan güveni, güzelliği ve gücü açığa çıkarmak. Su götürmez ki bu, tüm dünya kadınlarının bir kıyafette arzuladığı özellikler.
Kişisel stilinle de hayli öne çıkıyorsun, ufukta bir erkek koleksiyonu var mı? Çok sade bir stil anlayışım var: Basic bir tişört ve jean. Erkek koleksiyonu kesinlikle önümde olan projeler arasında ama bu büyük adımı atmadan önce, henüz olduğum yerde tamamlamam gereken şeyler var.
Beraber çalışmaktan özellikle keyif aldığın isimler var mı? İlk sırada tabii ki Michelle Obama var. Ayrıca, Cate Blanchett, Zoe Saldana, Gwyneth Paltrow, Oprah Winfrey ve Carey Mulligan beraber çalışmanın dışında hayran olduğum isimler. Farklı şekil, ölçü ve karakterde kadınlarla çalışmayı seviyorum. Tüm bu değişkenlerin yanında sabit kalan tek şey tasarımlarımı giyen kadınların kendine has özelliklerinin olması; hiçbiri sadece magazinsel değerleri sebebiyle ünlü değiller.
Target ile yaptığın iş birliğinden yola çıkarak lüksün demokratikleşmesi hakkındaki fikrini sormak istiyorum. Lüks marka tarafından bakıldığında avantajları ve dezavantajları neler? Bu iş birliği sayesinde markamızın farkındalığının arttığını söyleyebilirim. Tabii daha geniş bir kitleye seslenebilmemiz de cabası. Lüks pazardan birkaç adım uzaklaşmış olsak da yüksek kaliteyi kaybetmemek bu koleksiyon çerçevesinde önceliklerimizden biriydi ve Target da bu konuda her türlü desteği sağladı. Bu sebeple, bizim açımızdan bir dezavantajı olmadı. İş birliğinin başarısının ardındaki en büyük etken de bence buydu.
Kıyafetler söz konusu olduğunda kadınların beklentilerini anlamakta son dönemlerdeki erkek egemenliğinin sebebi ne sence? Erkek egemen bir dönemden geçtiğimiz konusunda seninle hemfikir olmakla beraber sebebi hakkında kesin bir düşüncem yok açıkçası. Yine de özünde moda endüstrisinin kilometre taşlarının Coco Chanel, Miuccia Prada, Diane von Furstenberg, Carolina Herrera gibi kadınlar olduğunu düşünüyorum. Tasarım estetiğine geri dönersek, kültürel mirasını tasarımlarına ne kadar yansıtıyorsun? Aslında kültürümü her zaman yanımda taşıyorum, tabii ki bir tasarım yaparken özellikle kültürümü yansıtsın diye bir çaba içerisinde olmuyorum ama sahip olduğum miras bir kumaşla, giriftli renk kullanımıyla, işlemeler ya da drapelerle varlığını belli ediyor. Baktığınız zaman tüm işlerim Nepal ve Hindistan’daki tecrübelerimin bir tercümesi.
Geçenlerde Oscar Ödülleriyle ilgili bir tahminde bulunmuştun, bu sene kimleri giydireceksin? Hayalimde Cate Blanchett var. New York’ta seninle bir gün geçirseydik nerelere giderdik? Sabah kahvesi için Colombe’a giderdik. Indochine sürekli gittiğim restoranlardan biri, dolayısıyla gün içerisinde kesinlikle uğrardık. Günü bitirmeden de Meatpacking District’te yeni açılan Bar Nana’nın muhteşem kokteyllerinden içerdik. Son olarak, asla geri dönmesini istemediğin trend ne? Ah, bu soruya cevap vermeye korkuyorum çünkü şu sıralar moda dünyası bir tekerrür içerisinde ve söyleyeceğim herhangi bir şeyin öyle ya da böyle geri döneceğine eminim.
XOXO The Mag
45
FOOD
Nar Ekşİsİ
Tatlı Bir Mayhoşluk yazı didem şenol tiryakioğlu fotoğraflar orhan cem çetin
Lokal malzemeyle yemek yapma hassasiyetim ve lokantada sadece Türkiye’nin değişik bölgelerinden gelen malzemeleri kullanmaya başlamam sanırım gerçek nar ekşisini tatmama dayanır. Yaklaşık 10 sene önceydi, İstanbul’da trendler, balzamik soslu parmesanlı roka salatası, şarap soslu bonfile ve patates püresi, füme somonlu makarnaydı. Salatalar, makarnalar, ana yemekler, sandviçlerden oluşan kitap gibi menüler günün gerçeğiydi. İşte tam bu noktada zeytinyağının iyisi yeniden moda olduğunda, sohbetlerde taş baskı, erken hasat gibi terimler yeni yeni kullanılmaya başlandığında bir nar ekşisi tattım. Tatlısı yerinde, hafif mayhoş, kıvamı yoğun, kokusu kuvvetli bu pekmez o güne kadar sadece marketlerden nar ekşisi sos tatmış bir kişi olan benim için bir lezzet bombasıydı. Evimde yemek için iyi bir balzamik sirkesinin peşinden hala İtalya’ya koşsam da, Türkiye’deki vasat benzerlerini mutfağımın parçası yapmamamı sanırım bu nar ekşisi sağladı. Esas malzemenin peşinden koşmanın ne kadar önemli olduğunu fark ettim.
misafirler de hissettikçe daha da cesur oldum. Malzemenin peşinden yol katetmeye başladım.
Bundan üç buçuk sene önce lokantayı açtığımda az seçenekli mevsimsel menümün baş aktörlerinden oldu Hatay’ın nar ekşisi, Urla’nın gün balı (güneşte pişen pekmez), Karadeniz’in hamsisi. Gerçek malzemenin fark yarattığını sadece ben değil, gelen
Aşkın Abi’nin deyimiyle ‘nar pekmezi’nin nasıl yapıldığını kendisinden dinlemiştim, bu sene de Gram’daki lezzetlerin arkasındaki isim olan Esra ile Hatay’a günübirlik gidip, yapılışını seyretme şansını yakaladık. Önce bıçakla narı ikiye bölüp, ufak
İlk tattığım nar ekşisi Aşkın Abi’nin değildi gerçi, ama lokantanın başına gelen en hoş şeylerden biri Aşkın Abi ve Şiraz Abla’yla tanışmam oldu. Lokanta Maya’nın ilk günlerinden beri kendi üretimleri olan nar ekşisi, minik halhalı zeytini, sürk, biber salçası, üzüm pekmezi, frik ve zahter yolladılar. Hatta bundan iki sene önce, sürekli iyi malzeme peşinde koşan arkadaşım Tangör Tan sayesinde, Antakya’da kendilerini ziyaret etme şansım da oldu. Misafir sevgileri anlatmaya değerdi. Bizi hem evlerindeki o müthiş kahvaltı sofrasında yedirip içirdiler, hem de Antakya çarşısında gezdirip, üzerine bir de oraya has humus ve baklanın tadına baktırdılar. Sanırım en güzeli de köylerinde çıktığımız ufak gezintinin ardından, akşam kurulan rakı sofrasında kendi hayatlarından binbir hikayeyi masadaki binbir lezzet eşliğinde dinlememiz oldu.
XOXO The Mag
1 adet limon 50 gr zeytinyağı 50 gr nar ekşisi Tuz
bir sopayla üstüne vurarak tanelerini çıkartıyorlar. Bu taneleri karıştırıcıya koyup suyunu sıktıktan sonra, bu suyu süzüp tülbentten geçirerek posasından ayırıyorlar. Kalaysız bakır bir kazanda 6-7 saat odun ateşi üzerinde tahta kepçeyle karıştırarak nar suyunu çektiriyorlar. Mevsimin başında sıkılan narlar daha ekşi olurmuş, hafif mayhoş bir pekmez yapabilmek için narların sulu olması ve tatlanmasını beklemek gerekirmiş. Aşkın Abiler ‘katır başı’ dedikleri nar cinsini kullanıyorlar. Bu narlar büyük ve sulu olduklarından 10 kilo nardan yaklaşık bir kilo nar pekmezi çıkıyor. Katkısız olarak yapılan gerçek nar ekşisinin, bozulma süresi yokmuş. İçine su karıştırırsanız suyu kusar ve ayrışırmış. Onlar, Antakya bölgesinde ekim sonundan kasım sonuna kadar nar ekşisi yapmaya devam ediyorlarmış.
Lokanta Maya’nın neredeyse ilk gününden beri hiç değiştirmeden servis ettiğimiz tabaklardan bir tanesi bu tarif. Çok seveni var. Gram’ın öğle saatlerinde kurulan açık büfesinde de zaman zaman yer alıyor. Buğday ve mercimeği bol suda ayrı tencerelerde haşlıyorum. Baklagilleri haşlarken tuz koymamaya ve kapaklarının açık olmasına özen gösteririm. Bu şekilde daha hızlı haşlanıyorlar. Haşlanan baklagilleri süzüp, soğuk sudan geçirerek pişmesini durdururum. Mercimeği yumuşayana, buğdayı dişe gelecek kıvama gelecek kadar haşlamak önemli. Roka, maydanoz ve taze naneyi ayıklayıp ince ince doğrarım, siz isteğinize göre bütün de bırakabilirsiniz. Narı ortadan ikiye böler, arkasından tahta bir kaşıkla vurarak tanelerine ayırırım. Ayrı bir kasede limon suyunu, nar ekşisini, erken hasat zeytinyağını bir telle çırparak sos kıvamına getiririm. Baklagilleri derin bir karıştırma kabında otlar, nar taneleri ve hazırladığım sosla karıştırıp, tuz ilave ederim. Bu tarifi hemen servis etmekte fayda var, bekleyen otlar belli bir süre sonra keyifsiz bir hal alıyor.
Narlı Otlu Baklagİl Salatası 100 gr buğday 100 gr mercimek 1 bağ roka 1 adet büyük boy nar 1/2 bağ nane 1/2 bağ maydanoz 47
INTERVIEW/ART
Kenny Scharf
Future Art
Kenny Scharf’ın kendine özgü işleri 1980’lerden beri galerilerde ve ABD’nin dört bir yanındaki duvarlarda arzıendam ediyor. Hızlı giden hayatında Kenny’yi Los Angeles’ta yakalıyoruz ve geçmişten geleceğe uzanan sorularımızı sorarken, odağımızı sürekli ‘insanı hayrete düşürmek’ fiilinde tutuyoruz. Siz de, Jason Rodgers’ın XOXO için özel olarak gerçekleştirdiği çekimden kareler eşliğinde Kenny’nin cevaplarına odaklanabilirsiniz. Ya da odaklanmayabilirsiniz, sizin tercihiniz. röportaj richard aslan fotoğraflar jason rodgers
XOXO The Mag
Çalışmalarının birçoğu çizgi filmleri anımsatıyor; çocukken sık sık çizgi film izlediğini düşünmeden edemiyor insan... Evet, hem de fazlasıyla; ve harika olduklarını düşünürdüm. Çakmaktaşlar, Jetgiller ve Felix en sevdiklerimdi. Hayranlığım, sadece çizgi filmdeki karakterlerin nasıl göründükleriyle alakalı olmaktan ziyade, hikayelerde geçmiş ve gelecek dolu fikirlerle nasıl oynandığıyla da ilgiliydi. Yani senin de söylediğin gibi, çizgi filmler işlerim üzerinde hayli etkili oldular; hala da izlemeye devam ediyorum, hatta geçtiğimiz yaz, bir galeri açılışında, büyük ekranda konuklara Jetgiller’i izletmişlerdi. Muhteşemdi.
mezunuyken, aklında hayatını bir sanatçı olarak kazanma fikri var mıydı? Tabii, New York’a taşınmamın nedeni de buydu zaten. İllüstratör olmayı düşünüyordum. Benim için para kazanmanın en mantıklı yolu buymuş gibi görünüyordu. Hatta, henüz öğrenciyken iş bulmuştum, ama nedendir bilmiyorum, kısa süre çalıştıktan sonra illüstratörlüğün bana göre olmadığını anladım. Galiba, insanların bana her daim ‘senin yerine başkasını bulabiliriz’ düşüncesiyle yaklaşması hoşuma gitmemişti... Sadece benim yapabileceğim, eşsiz olabileceğim işi yapma fikri bana daha yakın geldi ve sonunda en iyi bildiğim şeyi yapmaya karar verdim.
Peki genel anlamıyla popüler kültürün işlerin ve hayatın üzerindeki etkileri ne oldu? Los Angeles’ta büyüdüm, dolayısıyla popüler kültürün etkisi altındaydım. Reklamlar, mimari yapılar, tasarımlar... İlerleyen yıllarda, sanatla içli dışlı olmaya başladığım sıralarda, Warhol ile tanışma fırsatı buldum ve onun popüler kültürü algılayış biçimi beni derinden etkiledi, bazı şeyleri daha iyi anlamlandırmamı sağladı.
Peki o yıllarda New York’taki sanat sahnesi nasıldı? Umduğunu bulabildin mi? Bugünkünden epey farklıydı ve çok daha küçüktü. Her şeyin para etrafında dönmediği farklı bir dünyaydı. Açıklanamaz bir şekilde, para önemli bir mesele değildi o zamanlar. Birçok sanatçının New York’a gelme sebebi de şehrin ucuz olmasıydı zaten. Düşünsene, tüm faturalarını yarı zamanlı çalıştığın bir işle ödeyebiliyordun ve hala sanatın üzerine çalışacak zamana sahip olabiliyordun.
O halde, sence günümüzde popüler kültür nerede duruyor? Daha mı iyi, yoksa kötü mü? Etrafta çok enteresan ve eğlenceli işler görüyorum ama işin aslı, çoğu unutulmaya mahkum; çünkü doğaları gereği çabuk tüketilebilir işler. Gerçi bu çark hep böyle işlemiştir. Ama, açıkçası, bugün neyin iyi neyin kötü olduğunu söylemek daha zor. Çünkü, tabiri caizse, her yönden üzerimize doğru fırlatılan birçok etkenle çevriliyiz. Haliyle, artık bazı şeyleri takip etmek çok daha zor. Tabii sosyal medyanın da tetikleyici bir etkisi var; insanlar işlerini hiçbir aracıya gerek kalmadan kitlelere ulaştırabiliyorlar. Tüm bu resme uzaktan baktığımda, biraz klişe olacak ama, değişmeyen tek şeyin değişmek olduğu gerçeğiyle karşı karşıya kalıyorum. Bir klişe daha: İyi ve kötü her zaman beraber var olmaya devam edecek.
Hem ressam, hem heykeltıraş hem de performans sanatçısısın. Bu kadar geniş bir yelpazede üretim yapmak bir sanatçı için biraz alışılmışın dışında, değil mi? Her zaman farklı şeyler yapmayı seven biri olmuşumdur. Ama 80’lerde herkes hemen hemen bu kadar geniş yelpazelerde çalışıyordu. Şarkıcı, ressam, oyuncu ya da performans sanatçısı arasında günümüzdeki kadar belirgin sınırlar yoktu, o yüzden birinden diğerine kolayca geçiş yapabiliyordun. Yani o dönem için çok da alışılmadık bir şey değildi bu. Fakat zamanla insanlar yaptıkları bazı işlerden ciddi paralar kazanmaya başlayınca, sadece bir alan üzerine uzmanlaşma ihtiyacı hissettiler. Tabii ki bir işin en iyi şekilde icra edilebilmesi için, o iş üzerinde söz sahibi olan insanlara ihtiyaç var, ama bunun yanında yeni şeyler denemek için özgürlük de gerekli. Mesela ben küçüklüğümden beri çizimle içli dışlıyım ve bu konuda kimsenin yardımına ihtiyacım yok.
New York’ta 1980 yılında taze bir The School of Visual Arts 49
Ama başka insanları işime entegre etmek söz konusu olduğunda aynı özgüveni gösteremem. O konuda söylenecek ve işitmem gereken çok şey var. Yine de, günün sonunda ne yaptığımı bilmiyor olmak beni hala çok heyecanlandırıyor. Tekrar günümüz sanat sahnesine dönersek, en büyük zorluklar neler? Sanırım karşı karşıya olduğumuz en büyük zorluk, maddiyatı bir kenara bırakıp salt sanat üzerine nasıl daha çok odaklanabileceğimizi bulmak. Tabii ki paraya ihtiyacımız olmadığını söylemek istemiyorum, temelde işlerin motor kuvveti her zaman para. Fakat ana odağın fiyat etiketi olmasını istemiyorum. Sadece tek bir sanat sahnesi olmadığı malum, ama ne yazık ki, ilgi çeken tek sanat sahnesi, sanat ekonomisinin ön planda olduğu sahne. Ve bu bence çok önemli bir sorun. Gerçi, çok da karamsar olmamak lazım, çünkü paraya endeksli olmayan sanat anlayışları ve işleri de var etrafta. Neyse, sonuç olarak, ben iki tarafı da idare edebildiğimi düşünmek istiyorum. Birçok sanat simsarı ve sanat fuarı ile içli dışlı çalışıyorum ama bunun yanında sokağa çıkıp sokak sanatçılarıyla grafitiler de yapıyorum. Şu anda da epey uçuk bir proje üzerinde çalışıyorum. Adı Karbombz. Instagram ya da Facebook üzerinden tanıştığım insanlar benden arabalarını çizmemi istiyorlar, ben de hiçbir ücret talep etmeden yapıyorum. Hatta konuşmamız biter bitmez başka bir tanesini çizmeye gideceğim. Sen de bahsetmişken sorayım, sanat simsarları ve sanat fuarlarıyla çalışmayı seviyor musun? Ah, kesinlikle! Onlarla çalışmak gerçekten çok keyif verici olabiliyor. Özellikle her şeyin yolunda gittiği zamanlarda, tavrını açıkça ortaya koyabildiğin ve kendini en etkili şekilde yansıtabildiğin büyük bir sergi yapmak çok heyecan verici. Ayrıca onlar sayesinde sanat piyasasından insanlarla iyi ilişkiler kurabiliyorsun. Şu anda da çalışmalarımın temsilinde iş birliği yaptığım kişilerden gerçekten memnunum. Reklam dünyasından büyük isimlerle de çalıştın. Güzel sanatların ticaretle kesiştiği bu gibi durumlarda nasıl hissediyorsun? Reklam işleri, yaptığım çalışmalar artık çok tanınmaya başladığında çıktı karşıma. Yani aslında şanslıydım. Çünkü reklamcılar bana zaten yapmakta olduğum şeyler için geldiler, böylece hiçbir şekilde bana söylenileni yapmak zorunda kalmak gibi bir durum yaşamadım. Markalara kendi bakış açımı yansıtabildiğim için de gayet mutluyum; illa ki anlaşmazlık yaşanacak diye bir şey yok. Esas problem hem reklam hem de sanat çevresinde nitelik yeterince iyi olmadığında ortaya çıkıyor. Kmart’tan bazı galerilerde bulabileceklerinden daha ilginç şeyler alabiliyorsun. Demek istediğim, bir şeyin içinde olduğu şartlar değil, o şeyin ne olduğu önemli. 5 dolar veya 5 milyon dolar olması fark etmez, sanatçı her zaman yarattığı eserlerin arkasında durmalı. Pek çok sanatçıyla da ortak çalışmaların oldu. İçlerinden seni en çok etkileyen hangisiydi? Çağdaşlarımdan Keith Haring bana her zaman çok ilham vermiştir. Yaptıklarım şekillenmeden önce onunla bir sürü fikir paylaşmıştık. Bir de Basquiat ve elbette Warhol var. Warhol benden büyüktü ve onu bir kahraman gibi görürdüm. New York’a gitmemin sebebi de oydu. Factory’ye de gitmiş miydin? Herhalde! İlk gittiğimde Factory, Decker Binası’ndaydı. Bazı şeylerin içindeyken onlar hakkında pek fazla derin düşünmek mümkün olmuyor ama Factory bana her zaman büyülü görünürdü. Doğru yer, doğru zaman ve doğru insanların bir kombinasyonu gibiydi orası. Bazı şeyler sadece geçmişe baktığında özel görünebiliyor. Ama ben Factory’nin her zaman muhteşem olduğunu düşündüm ve diğerlerinin neden bir türlü orayı olduğu gibi kabul edemediğini anlayamadım. Senin ‘fabrikana’ dönelim; tipik bir çalışma günün nasıl geçiyor? Sergimin olduğu bir dönemdeysem, uyandıktan sonra direkt atölyemde
çalışmaya başlıyorum. Los Angeles’ta ve Brooklyn’de birer atölyem var. Gün ışığının dolduğu büyük, ferah odalardan oluşan atölyelerimin ikisini de çok seviyorum, onlara sahip olduğum için minnettarım. Müzik eşliğinde çalışmaktan hoşlanıyorum çünkü ritim, tekrar içeren figürlerde devamlılığı yakalamamı sağlıyor. Çalışırken kendi başıma çok fazla vakit geçiriyorum, ancak duvar resimlerini yaparken etrafımda her zaman benimle konuşan kişiler oluyor. Neyse ki odaklanmam gerektiği zaman konuşanları susturacak birileri daha oluyor çevremde! Los Angeles’ı New York ile kıyaslamanı istesek? İki yerde de olmam gerektiği için oradan oraya sürükleniyorum devamlı. Sık uçuşlara alışıyorum artık, ama evim dediğim yer hala Los Angeles. 70’lerin sonunda Los Angeles daha çok banliyö gibiydi, küçük ve boğucu olması yüzünden oradan ayrılacağım zamanı iple çekiyordum. New York ise ‘büyük şehir’di. Los Angeles’ta yaşamak ve çalışmak için çok sebep var ama aynı zamanda New York kadar tutkuyla ilham aşılayan başka bir yer olmadığını düşünüyorum. ABD dışına çok seyahat ediyor musun? İlk kez bu kadar fazla çalışıyor olmama rağmen çoğu sergimi ABD’de gerçekleştiriyorum. Böyle olmasını planlamamıştım, kendiliğinden gelişti. 80’ler ve 90’larda İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya’da sergilerim düzenlendi ama uzun zamandır oralardan uzağım. 80’lerde Tokyo’nun sanat dünyasıyla da ilgiliydim. New York’ta olup biten her şey onları cezbediyordu, biz de böylece oradaki dergilere ve televizyonlara röportaj verir olmuştuk. Geriye dönüp değiştirmek istediğin herhangi bir şey var mı? Tanrım, o kadar çok şey var ki! Herkes geriye bakıp, “neden onu yaptım, neden o şekilde yaptım veya neden onun yerine bunu yapmamışım” diye düşünür. Ben oralara dönmek istemiyorum çünkü aslında her şey nafile. Acı çektiğiniz bir anıyı değiştirebilmeyi dilersiniz ama hayatı deneme yanılmayla öğreniyoruz. Yani hata yapmak zorundayız. Ben de sadece içinde olduğum anı yaşayıp ileriye gitmeye çalışıyorum. Yaşlanmanın iyi tarafı, kendini fazla zorlamamayı öğreniyorsun ve farkındalığın artıyor. Gençken bir şey üzerinde hakikaten çok çalışman kimsenin umurunda olmayabilir, ama 20 hatta 30 sene sonra ödülünü alıyorsun. Sabırlı olmak zorundasın. Çalışmaların hep geleceği yansıtıyor. Peki, 2013, umduğun o ‘gelecek’ kalıbına uyuyor mu? Ben çocukken geleceğin fantezisi diye düşündüğümüz şeyler bugün gerçek oldu: Skype, Facetime, internet... Dünyanın başka bir yerindeki biriyle görüntülü konuşma fikri çılgıncaydı, şimdiyse gayet normal. Ama yine de bazı şeyler, potansiyeli olmasına rağmen, bir türlü değişmedi. Örneğin, bunca teknolojik gelişmeye rağmen, hala petrol kullanıyoruz. Çünkü ne yazık ki insanların hayatlarının hiçbir değeri yok; her şey paraya endeksli! Optimist misin, yoksa pesimist mi? Optimistim ama hayatın acı gerçeklerinin de farkındayım. Bir şeylere iyi tarafından bakmayı başarmak zorundayız, yoksa intiharın eşiğine yaklaşabiliriz. Pesimist olsam yaşayamazdım. Her sabah uyanıyorum, iyi şeyler görmeye çalışıyorum ve elimden gelenin en iyisini yapıyorum. Yola devam edebilmek için optimizm ve hayallere dalmak arasında ince bir çizgi var. Son olarak, genç sanatçılara ne tavsiye etmek istersin? Çoğu genç sanatçı nasıl ve kim tarafından temsil edilecekleri hakkında epey endişe duyuyorlar. Ama sanatınız gerçekten iyiyse başarı bir şekilde sizi buluyor. Eğer sanat piyasasının politik ve ekonomik boyutlarına odaklanırsanız gerçek bir sanatçı olamazsınız. Bir akşam yemeğinde veya bir partide sanat camiasından birileriyle tanışmanız size hız kazandırır belki ama güç vermez. Kayda değer bir şey söylemek, yapmak ve insanları şaşırtmak zorundasınız! Bu iş böyledir.
XOXO The Mag
51
FILE
Exhibition À-La-Mode Atomun içerisindeki parçacıklar yörüngelerinde spin hareketini tekrarlarken, gezegenler de en küçük parçacığını taklit edip, yörüngelerinden sapmadan akışına devam ederler. Bu sırada, mavi gezegendeki olgular çoktan rotalarından sapar ve disiplinlerarası çarpışmaların sonucuyla yüzleşir. Teknolojinin sınırlarını ihlal edişiyle eş zamanlı olarak, moda da kendini sanatın sularında bulur. Çarpışma kuvvetinden mütevellit, hızını alamadığı ivmesi yüzünden kutuplaşmalara dahi yer yer mahal verir. Pozitif enerji yüklü bünyeler fırsatları değerlendirip modayı uzun zaman önce galerilere taşımıştır. 2011’deki Alexander McQueen: Savage Beauty sergisiyle yüksek oktavdan seslenen trend, bu yıl azımsanamayacak sayıda müze ve galerinin ajandasına sızmayı başardı. Genelde tasarımcı tarafına yönelttiğimiz sorular için bu kez, alanı dar tutarak, galeri ve müzelerin kapılarını tıklatıyoruz. Sonunda işleyişin kendi dengesini bulacağının bilinciyle, epistemolojik dürtülerin peşinden gidiyoruz... hazırlayan aslin kumdagezer
Musée Carnavalet/Roman d’une Garde-Robe: Le Chic d’une Parisienne de la Belle Epoque aux années 30 Sophie Grossiord, Müze Direktörü
Sergiyi kurma aşamasında çerçeveyi nasıl çizdiniz? Ele aldığımız konu aslında oldukça geniş bir zaman dilimini kapsıyordu. 20. yüzyılın başından 30’lu yılların sonuna kadar, modaya düşkün bir Parizyen’in gardırobunu inceleme fikriyle yola çıktık. Bu yolda ilk karşımıza çıkan isim Alice Alleaume oldu. 1912 ve 1923 yılları arasında çalıştığı zamanın modaevlerinden Chéruit’deki kıyafetleri bulmamız da bu anlamda bize çok yardımcı oldu.
daha küçük olanları nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz? Genel anlamda modaya karşı daha geniş bir ziyaretçi kitlesinin ilgisini uyandırmanın yanında, bu tarz sergilerin beklentiyi yükselttiği de aşikar, fakat diğerleriyle aralarında doğrudan bir etki-tepki var mı emin değilim. Bizim sergimize gelince, daha küçük ölçekte ve bahsettiğiniz sergilere göre daha amatör, fakat günün sonunda modayla, modanın tarihsel ve sosyolojik boyutuyla ilgilenenleri kendisine çeken bir sergi.
Alice Alleaume’un gardırobunun sergiyi bu kadar etkilemesinin sebebi neydi? Öncelikle, Alleaume’un çağdaşlarınınkine nazaran çok daha uzun süreyi kaplayan bir kıyafet koleksiyonu vardı. Bunun yanında gardırobu da oldukça çeşitliydi; şapkalar, peruklar, mücevherler... Sadece bu dizinin kalitesi bile radarımızı o yöne çevirmemiz için yeterliydi. Bunun yanında bulduğumuz evraklar ve üzerinde yaptığımız çalışmalar dönemin alışveriş alışkanlıkları üzerine de hayli şey söylüyordu, ki bunlara da yine Alleaume sayesinde ulaştık. Bu sayede satıcıyla müşteri ilişkilerini ve haute coture bir modaevinin üretim sürecini görebilme şansı yakaladık.
Moda sergilerinde eser kredilendirmesi hakkında izleyici tarafında genel bir şikayet söz konusu. Bu konuda müzenizin tutumu nasıl? Moda sergileri özelinde, sosyolojik taraflarını da göz önünde bulundursak, aslında kredilerin, sadece sergilenen eserle alakalı bilgi etiketi olmadığını, aynı zamanda öğretici bir tarafları olduğunu da fark edersiniz. Eser sahibinin yanında eser adı, tarih, teknik, kaynak/köken ve detaylı bir yorum, eseri görüp geçmekten öte bir yere taşıyıp, pedagojik değer katar ve tabii ki elzemdir. Aslında değinmenize sevindim çünkü bu, sergimizde de özellikle dikkat ettiğimiz bir husus oldu ve her bölüme koyduğumuz anlatıcı panoların yanında tüm evrakların, eserlerin ve kıyafetlerin detaylı açıklamalarını yerleştirdik.
Büyük prodüksiyonlu moda sergilerinin
Brooklyn Museum/The Fashion World of Jean Paul Gaultier: From Sidewalk to the Catwalk Thierry-Maxime Loriot, Küratör
Jean Paul Gaultier’ye adanmış bu ilk uluslararası sergi, izleyicisine neler sunuyor? Öncelikle Jean Paul Gaultier tasarımlarının çok güçlü bir sosyal mesajın tercümesi olduğunu ve herkese hitap ettiğini düşünüyorum. Gaultier, toplum hakkında çok açık görüşlü ve onun moda anlayışında yaşı, vücut tipi, kökeni ne olursa olsun herkes kabul görüyor. Tabuların ve sınırların olmadığı bir anlayış... Bu anlamda serginin çok tazeleyici olmasının yanında, Gaultier’nin güncel moda dünyasını nasıl etkilediğinin görülmesinin de gerekli olduğunu düşünüyorum. Trendleri takip etmeyen, onları yaratan bir figürden bahsediyoruz. Sonuç olarak da sergi, izleyicisine tüm bu sıraladıklarımın harmanını sunuyor. Sergi aynı zamanda inovatif teatral mizanseni ve multimedya kullanımıyla da dikkat çekiyor... Bu, serginin retrospektif bir kurguyla hazırlanmamasından kaynaklanıyor. Daha ziyade Gaultier’nin çocukluğundan Londra punklarına uzanan korselerine, pop kültüre, tasarımcının tutkularına ve saplantılarına odaklanan güncel bir enstalasyon. Bunu yaparken de tasarımcının eğlenceli, meydan okuyan ve oyuncu karakterini yansıtabilmemiz çok önemliydi. Bu nedenle de Jolicoeur ve UBU Theather Company iş birliğiyle 32 adet hareketli manken kullandık. Ayrıca aynı teknolojiyi kullanarak yaptığımız Gaultier’nin modeli de, girişte izleyenleri karşılıyor. 53
Modanın kullanıcısıyla anında iletişim kurabilmesi (canlı yayınlanan defileler, moda odaklı televizyon şovları vb.) sizce moda odaklı sergileri nasıl etkiliyor? Çok etkiliyor mu bilemiyorum, bana birbirinden farklı tecrübeler gibi geliyor. Televizyon, daha direkt ve gerçekliği çoğu zaman yansıtmayan bir kurgunun ürünü. Öte yandan, canlı yayınlanan şovların harika bir fikir olduğunu düşünüyorum. Kuşkusuz ki bu hızlı etkileşim, merakı canlı tutmak için çok faydalı. Fakat bizimkisi gibi bir sergi bu saydıklarımızdan daha farklı bir yerde duruyor. İçerisinde yapımı 1.600 saat süren kıyafetlerin bulunduğu bir serginin, sadece görsellerini görmek sizi tatmin etmeyecektir. Sergi, bu noktada bire bir görüp tecrübe etmeniz gereken bir şeye dönüşüyor. İnsanlar da aynı fikirde olmalı, zira şu ana kadar 1 milyona yakın ziyaretçimiz oldu. Ziyaretçi sayısını göz önünde bulundurursak genel anlamda moda sergileri kamuoyunun bilincinde ‘görülmesi gerekenler’ olarak yer etti diyebilir miyiz? Kesinlikle. Zaten bu minvalde modanın başka bir yerde tutulmaması gerektiğini düşünüyorum, sonuçta bahsettiğimiz şey kültürün, tarihin bir parçası. Çoğu zaman toplum hakkında en çok şeyi anlatabilen bir mecra... Örneğin, Gaultier’nin büyük beden modellerle çalışmasıyla o zamana kadar geçerli olan güzellik kurallarını yıkması, toplumun sosyolojik algıları üzerinde bir ‘öncesi ve sonrası’ tablosunun tasviri...
FILE
V&A/CLUB TO CATWALK: LONDON FASHION SCENE IN THE 1980’S Kate Bethune, Küratör Asistanı
Musée Galliera/Azzedine Alaïa Olivier Saillard, Müze Direktörü
Sergiyi kurarken karşılaştığınız en büyük zorluk neydi? Sergiyi toparlama aşamasında o kadar değerli tasarımcılardan destek aldık ki, en zorlu kısmı hiç kuşkusuz eleme aşamasında yaşandı. Portfolyoların dağarcıkları hayli geniş ve eklektik olduğundan, belli bir görünüm üzerinde karar kılmakla öne çıkması gereken işleri belirlemek hayli zordu. Tabii bir de seçkinin, sadece tasarımcı özelinin dışında, serginin genel hikayesiyle de örtüşmesi gerekiyordu.
Boy George gibi kreatif insanlarla aynı atmosferi paylaşmak benim için çok önemli bir tecrübe.” demişti. Dönemin gece hayatı, tasarımcıların deneme tahtasıydı ve podyumda sunacakları yeni trendleri belirlemelerine yardımcı olan bir anten görevi görüyordu. ‘Yeni Romantikler’in 80’lerin ilk dönemlerinde gittiği The Blitz Club mesela... Bugüne gelince, hala belirli kesimlere hitap eden karakterli barlar mevcut olsa da, majörde gece hayatını domine eden büyük gece kulüpleri belirli stillerin kök salması ya da deneysellik için gerekli ortamı sunmuyor.
Serginin hitap edeceği kitleyi kafanızda nasıl şekillendirmiştiniz? Sonuçlar tasarılarınızla örtüştü mü? Müzik ve moda, aslında doğal bağa sahip disiplinler ve insanların da o ya da bu şekilde ilgilendikleri alanlar. Dolayısıyla hitap edeceği kitlenin hayli geniş olacağını biliyorduk; 80’lerin müzik ya da moda sahnelerine ilgi duyanlar, kreatif endüstriye mensup kişiler, moda öğrencileri ya da 80’ler dönemi gençliği... Sonuca bakınca, seyircinin heyecanı ve gösterilen ilgi, beklentilerimizin bile üzerindeydi.
Tasarımcılar dönemlerden ya da sanattan ilham alsalar da, bağlamından kopuk tasarımlar izleyicide inandırıcılığı kısıtlıyor. Bu bağlamda Club To Catwalk izleyicisine neler sunuyor? Genel olarak insanların 80’ler modasına ait algıları bol renkli, vatkalı ve tozluklu kıyafetler, Dynasty dizisinin stereotipleri gibi. Biz bu algıyı düzeltmeye ve aslında bu on yıllık dönem içerisinde çeşitliliğin ve yaratıcılığın ne kadar geniş ölçülerde var olduğunu göstermeye çalışıyoruz.
1980’lerin moda sahnesini etkilediği gibi bugünün moda akımlarını etkileyen gece kulüpleri var mı hala? Bence o dönemde gece hayatı ve moda arasında çok daha farklı bir bağ vardı. İlhamını Londra’nın gece hayatında bulan tasarımcılardan John Galliano, bir keresinde “Gece, beni besliyor...
Moda sergilerinin son dönemlerdeki gözle görülür artışını nasıl yorumluyorsunuz? Öncelikle bu artışı, modanın heyecan verici, dinamik ve ilham veren bir alan olmasına bağlıyorum. Fakat ana etken, son yıllarda modanın daha geniş çevrelerde ciddi bir sanat formu olarak kabul görmesinden ibaret.
Müzenin yeniden açılışı için neden Azzedine Alaïa’yı seçtiniz? Azzedine Alaïa bence moda sahnesindeki bağımsızlığı, -ya da Françoise Lacroix’nın tabiriyle tek tabanca yürüdüğü yol sebebiyle Palais Galleria’nın açılışı için biçilmiş kaftandı. Yaratımlarıyla şimdiki ve gelecek jenerasyonlara hitap eden bir tasarımcı. Bunun yanında M. Vionnet, C. Balenciaga gibi isimleri etkileyen ve el işine hayli önem veren jenerasyonun son varisi. Bu sebeple emperyalizme karşı direnişine, asla gizlemediği moda tarihi aşkına ve miras aldığı kültürü koruyuşuna bir saygı duruşunda bulunmak istedim.
tecrübesi. Asıl altını çizmek istediğim ise, yıllar geçtikçe defilelerin sürelerinin kısalması. 1950’lerde bir defile ortalama bir buçuk saat sürerdi, 1960’larda Courrèges’in de etkisiyle süre 40 dakikaya düştü, 90’lı yıllarda ise 20 dakika oldu. Şimdi ortalama bir defilenin süresi 7 ile 11 dakika arasında değişiyor. Dolayısıyla artık farklı sunum tarzlarının kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Zira içinde bulunduğumuz durum modayı ucuzlaştırıyor.
Sergi Azzedine Alaïa’nın hangi dönemine odaklanıyor? Alaïa’nın tasarımlarının satışa sunulduğu 1979 yılından günümüze uzayan 70 parçalık bir seçki izleyiciyle buluşuyor. Sizden bir alıntı: “Moda dünyasını alt üst edebilecek bir sonraki tasarımcı, kıyafetleri defile dışında bir mecra aracılığıyla tanıtabilecek yaratıcılığa sahip olan kişi olacaktır.” Günümüz şartlarında defileleri lüzumsuz mu buluyorsunuz? Bilakis, bence defileler büyülü anlar ve sadece modaya ait olabilecek bir enerji yoğunluğunun XOXO The Mag
Defilelere katılıyor musunuz? Tabii ki, işimin gereklerinden biri bu. Fakat geçirdiğim bu sürede arşiv yaratma telaşında olmuyorum. Daha çok tereddütsüz bir izleyici olarak katılıyorum ve defile sırasında benimle konuşulmasından da nefret ediyorum! Yeni döneminde müze ziyaretçilerini neler bekliyor? Musée Galliera hiçbir zaman geleneksel bir müze olmadı, izleyicisine her zaman basit anlamda bir gözlemden çok daha fazlasını sundu. Dört yılın ardından yeniden ziyaretçileriyle buluşacağı bu dönemde müzenin insanların gezmeyi arzulayacağı bir düş alanı olmasını istedim. Ziyaretçinin, bir eserle baş başayken kuracağı ilişkinin en kolay şekilde yaşanabildiği bir alandan bahsediyorum.
Yarat›c›l›¤›nla özgürlü¤e yol almaya haz›r m›s›n? Vespa LX anahtar› bir tasar›m uza¤›nda, uzansana! 10 Ekim - 30 Kasım 2013 Birinciye Vespa LX 150 Marley Hitch Kol Saati Vespa Academy E¤itimi
‹kinciye Marley Lively Up Messenger Çanta Vespa Academy E¤itimi
Detaylı bilgi için: artvespa@fercomotor.com.tr www.fercomotor.com.tr/artvespa
Üçüncüye Marley Lively Up Backpack Çanta Vespa Academy E¤itimi
INTERVIEW/people
DR. SENAİ AKSOY
Büyük Umutlarla Şişen Karınlar ‘Doğum’ ve ‘bebek’ kelimelerini 25 sene boyunca sayısız kere telaffuz etmiş, alanında uzman bir kadın doğum doktoruyla; 33 senedir bu iki kelimeyi hep başkalarının cümlelerinde kullanmış, oldukça kuşkucu bir kadın bir araya geldiğinde sorular acemi, cevaplar ise dobra ve biraz da dalgacı oluyormuş. Doktorluğu tanrıcılık oyunlarının aksine, hümanist ve karmaşık bir meslek olarak gören Senai Aksoy’un ironi ve soru işaretleriyle kurduğu yakınlık, hastaları ve dünyanın geri kalanı açısından rahatlatıcı bir durum olmalı. röportaj ayşecan ipek fotoğraf yalım kartal
XOXO The Mag
Kadın doğum doktoru olmak, erkek egosunu besler mi? Bize genelde “Kadın doğumcusun, ne güzel, ne keyif!” derler. Bu konuda ilk söyleyeceğim: Herkesin eğlendiği yerde biz çalışıyoruz. İkincisi, bir göz doktorunun göze bakmasıyla bir kadın doğumcunun vajene bakması arasında gerçekten fark yok. Üçüncüsü de, maalesef bize her gün modeller gelmiyor. Öyle bile olsa, ego ve cinsellik kafada biten şeyler olduğu için muayene masasında yatan bir kadına karşı çekim hissetmenin mümkünatı yok.
konforuna ve vücut yapısına uygun olan doğumu seçmeli. Hayallere dalmadan önce bunların tümünü hesaba katmak gerek. Hesaba katmak dediniz de… Hamile kalmak konusunda çok ince hesaplar yapılıyor. Hamile kalabilmek uğruna tüm planını programını, seks hayatını yumurtlama dönemine göre yaşayan kadınlar var. Oysa bir araştırmaya göre hamile kalmak isteyen çiftler, ısrarlı ve agresif denemelerin ardından pes edip evlatlık ediniyor ve daha sonra sürpriz bir şekilde hamile kalmayı başarıyorlarmış. Sizce iş çocuk sahibi olmaya geldiğinde oluruna mı bırakmak gerek, yoksa tıbbın tüm imkanlarından faydalanmak mı? Ortadaki çelişkiyi görüyorsunuz, değil mi? Doğum mümkün olduğu kadar doğal olsun, ama hamile kalmak son noktasına kadar medikalize edilsin. “Hamile kalmak istiyorum.” cümlesi ağızdan çıkar çıkmaz eczaneden yumurtlama kitleri satın alınıyor, her gün idrara bakıp “Hadi yumurtluyorum, koş sevişelim!” gibi bir tablo çıkıyor ortaya. Şöyle düşünelim, eğer her şey o kitlere bağlı olsaydı, işin kuralı bu olsaydı, yüzyıllardır hiçbir canlı üreyemezdi ve dünya da bu kadar kalabalıklaşmazdı. Biz şehirli bir toplumuz ve kendimize ait bazı reflekslerimiz var. Sabah kalktığımız andan itibaren o gün ne yapacağımızı dakika dakika planlamak istiyoruz. Oysa, biyolojik olaylar bu şekilde gelişmiyor. İnsanlar yumurtlama olduğu an ilişki yaşarlarsa hamile kalacaklarını sanıyorlar ama öyle olmuyor. Spermin içeride belli bir yaşama süresi var; ilişkisi yolunda giden, sağlıklı bir çiftin de belli aralıklarla tekrar eden bir seks hayatı. Bazı özel vakalar dışında, eğer mutlu bir beraberlik içindeyseniz bu işi abartmaya, gün saymaya zaten gerek kalmıyor. İşleri mekanikleştirdiğiniz andan itibaren, en az bebek kadar önemli bir şeyi, ilişkinizi zedelemeye başlıyorsunuz.
Peki, insanın canı hiç tanrıcılık oynamak istemiyor mu? Sonuçta, kendi ellerinizle bir hayat başlatıyorsunuz. Doktor olarak o kadar çok bilinmeyenle karşı karşıyasınız ve o kadar az şeyin kontrolüne sahipsiniz ki… Doğumdan kendine devasa bir pay çıkarmak budalalık olur. Bugüne kadar doğumhanede yaşadığınız en tuhaf olay neydi? Kadının birinin yere doğurmasıydı. Öğrenciyken Zeynep Kamil Hastanesi’ne staja gitmiştim, beşinci sınıfta falanım… Orada bir gecede neredeyse yüz kadın doğuruyor ve beş tane doktor var. Bir oda içinde yirmi kadın ‘ahlayarak, uflayarak’ dolaşıyor. Bir tanesi “Ay, ben doğuruyorum galiba!” dedi. “Dur, bir dakika!” derken, kadın pat diye yere doğurdu! Ömrümde böyle bir şey hiç görmemişim. Bebeği alıyorum, elimden kayıyor, tekrar yere… O gün bir bebeğin ne kadar sağlam olduğunu anladım. Eğer çok salakça işler yapmazsanız bir bebeği kaybetmek gerçekten zordur. Kadın vücudunun doğurabilme kapasitesine sahip olduğunu hesaba katarsak, her kadının doğum ve anne olma deneyimini yaşaması gerektiğini söyleyebilir miyiz? Annelik olmadan mutlulukta zirve yapmak mümkün değil mi? 35 yaşına kadar “Ben asla çocuk istemiyorum.” diyen çok kadın gördüm ama 35’le 40 arasında aynı cümleyi kuran kimse pek karşıma çıkmadı. Dolayısıyla ortada muhakkak içgüdüsel bir durum var. Her canlı soyunu devam ettirmeye programlı. Kendi varlığınızdan daha değerli bulduğunuz bir şey geliyor dünyaya, öyle ki bir kaza anında kendinizden önce çocuğunuzu düşünür hale geliyorsunuz; üreme, kendini korumanın da önüne geçebilen bir güdü. Bir kadın sadece anneliğe indirgenemez, ama bu kadar güçlü bir güdü de kolay kolay inkar edilemez.
Baskı tüm kötülüklerin babasıdır! Tabii ki! Baskı sonucu ortaya çıkan stresin kısırlıkla ilgisini kanıtlamak henüz mümkün değil, stres her insanda farklı ortaya çıkıyor. 25 senedir doğum yaptırıyorum, 25 senedir tüp bebek konusunda çalışmalar yürütüyorum. Kitaplar bu konuyla ilgili kesin ve net bir şey söylemez, ancak sizin de söylediğiniz gibi, evlatlık edinmeye karar verdikten sonra hamile kalan hastalarım oldu. “Tamam, her şeyi bırakıyoruz, pes ediyoruz” cümlesi bazen sihirli olabiliyor. Tüp bebek yöntemiyle hamile kalan hastalarımın yarısı, bir sonraki çocuklarını hiçbir yardım almadan doğuruyorlar. Ne zaman ki insanlar normal hayatlarına dönüyorlar, o zaman her şey doğanın istediği gibi oluyor.
90’lı yıllarda hüküm süren sezaryen modası artık geçti, değil mi? Bu konuda da herhalde kendimizce doğaya döndük. Sanıyorum doğum deyince, Türkiye’deki kadınların aklına küçükken gördüğümüz Türk filmleri geliyor: Acılar içinde, çarşafları tırmalayan, bağıran, kanlar içinde doğuran bir kadın… Kafada bu imaj olduğu zaman bunun etrafına hikayeler örülüyor, bir korku yerleşiyor. Erkeklerin sünnet beklentisi gibi biraz… “Sonuçta bir gün olacak ama, aman tanrım o gün ne yapacağım!” diyen bir tavır takınılıyor. Eğer doktor ve anne açısından her şey yolundaysa normal doğum aslında çok keyifli bir olay. Bilimsel açıdan daha sağlıklı olduğuna dair elimizde bir kanıt olmasa da, normal doğum doğal olan yöntem.
Her şeye hakim olduğunu düşünen ‘çok okuyan, çok araştıran anneler kulübü’ hakkında neler düşünüyorsunuz? Doğumun bilinmez bir olay olduğunu bir kere daha o annelere tekrar etmek istiyorum. Kadınların doğum doktorası yapmak gibi bir görevleri yok. Onlardan böyle bir şey beklemiyoruz. Hamileliğe ait her sorunun cevabını bilmek zorunda değiller, bir doktora soru sorarken bunu sıfır bilgi ve hazırlıkla da yapabilirler. Doktoruna güvenmek, teslim olmak da önemlidir. Kafanızda ideal bir anne tipi var mı? Hiç ideal olmayan bir tipleme var, belki oradan bağlarız. Anne olduktan sonra kendi hayatını unutan bir kadın kadar antipatik bir şey yoktur, Bu kadınlar anneliği bir meslek haline getirirler ve gerek arkadaşlarıyla gerek sosyal medyada sadece bundan bahsederler. Böylesine kapalı bir fanusun içinde yetişen çocuk nasıl erişkin olabilir ki? Oysa annenin amacı, çocuğuna kendi kararlarını kendisinin vermesini, hatalarını göğüslemesini, onlardan pay çıkarmasını öğretmek olmalı. Daha spontane, özgür ve plansız bir tavır takınmalı.
Bir de suda doğum modası var… Evet, o da son dönemlerde çok karşılaştığım bir talep. “Ben suda doğum yapmak istiyorum.” “Peki, nasıl hayal ediyorsun suda doğumu?” “İşte, havuza giriyorum, etrafta mumlar, ışıklar kısık…” “Sonra, ben ne yapıyorum? Mayo giyip yanına mı geliyorum? Nasıl yani?” Oysa ki suda doğumun gerçeği şu: Bir leğen var, leğenin içine oturuyorsun. Sonra, ya doğum başlayınca masaya geçiyorsun, ya da tüm doğumu suyun içinde, bebeğini kendi kendine çıkararak yaşıyorsun. Herkes alışkanlıklarına, 57
1.
2.
Hormonlarının esiri olmuş bir kadından daha tehlikeli bir şeyle karşılaştınız mı? İstediği şeyi söyleyen, onu verdiğinizdeyse ters yöne koşmaya karar veren bir varlıktan bahsediyoruz… Elbette karşılaşmadım. Bunu espri olsun diye söylüyorum ama, ömrünü iki bacak arasında tüketen birine, bana, “Kadınları anlıyor musun?” diyorlar. Anlamıyorum tabii… Öyle olsaydı iki kere boşanır mıydım? Sizce regl olmak, sevişmek, vajina ve penis gibi kelimeleri ülkece neden telaffuz edemiyoruz? Nedir bununla ilgili derdimiz? Çok komik şeyler var. Mesela, “regl” diyemiyor ama “renkli” diyor. Kirlenmek, hasta olmak… “Vajen” diyemiyor da, onun yerine “rahim” ya da “hazne” diyor. İsmiyle hitap etmeyince sanki o daha sevimli bir şey olacakmış gibi... Vajen deyince aklına sadece seks getiren bir toplumuz. Geçenlerde bir televizyon programında doğumlardan bahsederken ben tabii kendimi kaybetmişim, “Vajina çok doğurgandır.” gibi açıklamalar yapıyorum. Bir anda ortalık gerildi. Ne yapabilirim, sonuçta bu organ benim ilgi alanımda. Türk toplumunda neler deforme edilmiyor ki bu edilmesin… İnsanlar ufacık bir resimden ya da heykelden tahrik olabiliyorlarsa herhalde bu kelimeden de tahrik olabilirler. Eğitim şart… Bunu böyle bağlayayım ben. Bir bebeği kucağınıza ilk aldığınızda ne hissediyorsunuz? Merak ediyorum. Biraz endişeleniyorum aslında. Elimde bembeyaz bir sayfa var, her gün biraz kirleniyor ve biraz biraz ölüyor. O bebek otuzlu yaşlarına geldiğinde dünya nasıl bir yer olacak? Yaşamını sürdürebilecek mi? Geçmişe baktığımda hayatın bir sürü yönden daha kolay olduğunu fark ediyorum. İnsanlar arasında yoğun bir rekabet ve güvensizlik var. Üç çocuğumu da kendim doğurttum, her birini kucağıma aldığımda ‘acaba onlara ne olacak’ endişesini duydum. Paketin içinde herhalde ölüm endişesi de var. Doğum ve ölüm
hakkında neler düşünüyorsunuz? Birisi bana şöyle bir cümle kurmuştu: “Ölüm varsa sen yoksun.” Bu beni çok rahatlattı, hala da bu cümlenin getirdiği rahatlıkla yaşamaya çalışıyorum. Doğduğumuz andan itibaren vücudumuzda aslında ölüm sürekli mevcut. Her gün binlerce beyin hücremiz ölüyor, belli bir yerden sonra da artık çoğalmıyor. Buna rağmen evrende sürekli bir devinim var, bir şey yıkılıyor ve oradan yepyeni bir şey doğuyor. Yaşam ve ölüm de herhalde böyle bir ikili. Doğumunu gerçekleştirdiğiniz bebeklerin hayatlarını takip eder misiniz? E tabii, içlerinde kendileri veya anneleri hala hastam olanlar var. Buraya geldiği zaman kafasına vurup “Ne yapıyon len?” dediklerim var. Onların hayatlarında nereye geldiklerini, nasıl olduklarını görüyorum ama görkemli ve kutsal bir duygudan ziyade, bu durum bana ilginç geliyor. En son ne zaman bir doğuma yetişmek için trafik kurallarını ihlal ettiniz? Dün. Muayenehanesi Nişantaşı’nda olan bir doktordan daha azını bekleyemezsiniz. Hemen hemen her gün onları ihlal etmek zorunda kalıyorum. Ters yöne girmek, kırmızı ışıkta geçmek konusunda usta olduğumu bile söyleyebilirim. Kötü geçen bir ameliyattan sonra ne yaparsınız? Her hücremle ameliyata konsantre olurum. Yaşanan komplikasyon düzeltilene kadar rahat edemem, eğer düzeltilemiyorsa da keyfimi yerine hiçbir şey getiremez. Peki, iyi geçen bir ameliyattan sonra ne yaparsınız? Sigara içerim. Kadın doğum uzmanı olmak, babalık ve baba olmakla ilgili
XOXO The Mag
1-3. fotoğraf elif yaşar
3.
dönemi dışarıda kalarak, uzaktan seyrediyorlar. Sizce erkeklere sadece onları gücendirmemek için mi ihtiyaç duyduğumuzu söylüyoruz? Kesinlikle. Tabii ki o çocuğu, babasıyla birlikte bir aile ortamında büyütmek en ideali, en güzeli ve en sağlıklısıdır. Yine de şunu söylemek lazım, aile ve evlilik şu anki yaşam şeklimize çok uygun kavramlar değil. Benim bildiğim bir şey var, çocuk kadına aittir. Hamilelik de kadının etrafında ve hatta içinde şekillenen bir şey. Bazen yeni doğuran hastalarım anne gibi hissetmediklerini söylerler, öyle pat diye annelik mi olur? O da bir süreç. Kadınların bu konuda içlerini ferah tutmaları gerek. Babasız çocuk doğurmak Türk toplumunu endişelendirmeye devam eden bir konu, ama bekar anneler giderek daha da artacaklar. Hayat şartları böyleyken bu konu gündeme girmek zorunda.
düşüncelerinizi ve duruşunuzu etkiledi mi? Hamilelik ve doğum dönemlerinde çok rahattım. Kendimi hazırlamıştım, mükemmel ürün beklentim yoktu. Bir canlıyla bir proje arasındaki farkı anlıyordum, çocuğum dünyaya her nasıl geliyorsa kabul edecektim. Mesleğinizi listeden çıkarırsak geriye sizinle ilgili ne kalır? Böyle ‘şişko’ bir beden... Doktorluk insanın çok zamanını alıyor ve hobilere yer bırakmıyor. Sadece emekli olursam ne yaparım diye kendime soruyorum. Etrafımda gördüğüm yaşlı doktorlar var, 70-75 yaşına gelmişler. Her gün takım elbiselerini giyip hastaneye gitmeye devam etseler de artık hasta kabul etmiyorlar. Ben bu durumu biraz acıklı buluyorum. Bir yerden sonra insan, “Ben artık bu işi bırakıyorum, yeterince parayı da gömdük.” diyebilmeli. Benim hobi listemde derin şeyler yok, hep geyik şeyler var. Biraz fotoğraf, motor üzerinde seyahat, bol keyif; sefa pezevenkliği yani… Bir de müthiş güzel yemek yerim, hobi olarak.
İyi bir baba adayı kendini doğumhanede belli eder mi? Doğum anında her kadının desteğe ihtiyacı var. Bu destek partnerlerinden geldiğinde, bundan çok memnun olan kadınları da görüyorum, o adamı bir an önce başından savmak isteyenleri de... Doğumhanede bile birlikte olduğu kadına kaba davranan, orada olmak istemediğini her hareketiyle belli eden bir erkeğin babalık performansı da tartışılır tabii...
Motorunuza atlayıp en son nereye gittiniz? Güney Afrika’ya... Hastalarınızın yeme düzeni konusunda disiplinli misiniz? Hamile bir hastanıza kibarca “balina gibi oldun” dediniz mi hiç? “Popon Sabiha Gökçen gibi oldu.” ya da “Annesi gibi toraman bebek...” dediğim çok olmuştur. Belki başka biri söylese hormonları tavan yapmış kadın ağlar, ama ben söyleyince bir şekilde kaldırıyorlar. Hamileliği şişman bir kadın gibi bitirebileceklerini hissettiğim noktada müdahale ederim. Bir de hamilelere “Hamilesin sen, iki kişilik yiyeceksin.” diyen kişilere cevap vermek istiyorum: İki kişi dediğimiz zaman erişkin iki insan geliyor akla, oysa ki minik bir bebekten de bahsediyoruz, kimse “Senden iki tane varmış gibi ye.” demiyor!
Normal doğum sırasında beyaz atlı prens misali sevgilisinin ya da karısının elini tutup göz yaşı döken, gördüğü manzara karşısında şaşkına dönen ve sonra uzunca bir dönem vücuda küsen erkeklere ithafen, doğum sırasında vajinaya tam olarak ne olduğunu açıklayarak bitirelim… Aslında erkeğin doğum sırasında sadece istediği şeyleri görebilme özgürlüğü var, partnerinin yanında durup elini tutarsa belden aşağısını göremez zaten. “Ne oluyor orada?” deyip kafasını uzatan kendi bilir… Vajinaya fazla bir şey olmuyor ki, sadece orada saçlı bir kafa beliriyor. Öylesine esnek ve güçlü bir organ ki bu, içinden bir bebek çıktıktan sonra eski haline geri dönüyor.
Kadınlar dokuz ay boyunca karınlarında taşıdıkları bir bebekle daha farklı bir iletişim içine geçiyorlar. Erkekler ise uzunca bir 59
INTERVIEW/art
ADAM BROOMBERG & OLIVER CHANARIN
Brecht, Fotoğraf ve Reenkarnasyon
Şu sıralarda MoMA’da sergilenmekte olan War Primer 2, yazı ve fotoğrafın birbirini tamamladığının, Adam Broomberg ve Oliver Chanarin’in inanç referanslarıyla ortaya koyduğu bariz bir göstergesi. Brecht’e ait kitabın ellerine geçmesiyle tesadüfen başlayan Holy Bible çalışması da, War Primer 2’dan aldıkları ilhamla beraber deneme türünü farklı bir boyuta taşıyor. Brecht’in Versuche (Teşebbüsler) ve Werke (Çalışmalar) diye yaptığı ayrımın hep teşebbüs kısmında kalmayı ilke edinen Adam ve Oliver -birlikte cevapladıkları sorularımızda da rastlayabileceğiniz üzere- popüler kültürün bir parçası olduklarını ima ederken, dünün bugüne ayak uydurmasını sağlıyorlar. Yarın başkalarının kendilerini yeniden yorumlayacağının da farkındalar. röportaj müjde metin fotoğraf basil davidson
XOXO The Mag
Holy Bible, MACK&Archive of Modern Conflict, 2013 War Primer 2, MACK, 2011
War Primer 2’yla aynı minvalde ilerleyen Holy Bible çalışmanız nasıl doğdu? War Primer 2 için Berlin’deki Brecht Archive’daydık. Kapağında bir yarış arabası fotoğrafının yapışık olduğu, gayet sıradan gözüken ama Brecht’e ait olan İncil kitabına rastladık. Brecht’in gazete kupürlerini İncil kitabına yapıştırıp, dipnotlar aldığını görünce, Holy Bible çalışmamız da tesadüfen başlamış oldu.
War Primer 2 çalışmanızla, Bertolt Brecht’in War Primer’ı içinde yeni bir dünya yarattınız. Neden Brecht ve neden War Prime? Çünkü Brecht’in merakını paylaşıyoruz; görüntüler esrarengizdir ve birilerinin onları deşifre etmesi gerekir. “War on Terror” kısmı, bana Thomas Hirschhorn’un ana motifi olan “Quality=No. Energy=Yes.” bakışını da hatırlatıyor. Niceliğin niteliğin önüne geçmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Biz de bugün düşük çözünürlüğün, veya Hirschhorn’un tanımıyla niceliğin, gerçeğe denk olduğunu iddia ediyoruz. Bir görselin degradesi ne kadar yoğunsa, gerçeklik üzerindeki ısrarı bir o kadar inandırıcıdır. Kötü bir görsel bu yüzden en hakiki olan hissini verir. Tıpkı hafızamızda siyah-beyaz fotoğrafların fotomuhabirlikteki doğruluk anlamıyla yer etmesi gibi...
Brecht’in İncil’iyle karşılaşmadan önce dinle ilişkiniz nasıldı? Doğuştan seküler Yahudileriz. İncil’in bazı bölümlerine gayet yakın hissetsek de, Eski ve Yeni Ahit’in 721 sayfasının tamamını okumak bizi gerçekten zorladı. Kavramsallığı içerisinde takıntılı denecek bir biçimde geçmişle uğraşan mezmurlarda kendimizi bulduğumuz oldu, ama diğer kısımlar zihin uyuşturacak derecede tekrar içeriyordu. Bu yüzden bizim Holy Bible, Tanrı’yla değil, devletin nasıl ortaya çıktığıyla; yani, gücün kontrol sahibi olabilmek için felaketleri, türlü dönüm noktalarını nasıl kullandığıyla ve fotoğrafın bunun içerisine araç niyetine dahil oluşuyla ilgileniyor.
Fotoğrafın canlılığı, anlık olması ve yaşanmışlıkları dosdoğru aktarmasıyla doğru orantılı olarak mı artıyor? Fotoğraf makinesi mekanik bir cihaz, güzel ve çok, çok hızlı. Açıldığında içeriye ışık süzülüyor; eğer şansın yaver gittiyse, sonuç olarak sadece umduklarını -beklediklerini- elde etmiyorsun, daha fazlasıyla karşılaşıyorsun. Bu şaşırtmacadaki tek etken fotoğrafın kısacık bir sürede yaratılıyor olması değil aslında. Tesadüfler birbirini tamamlıyor bir anda. Bu yüzden büyük prodüksiyonların fotoğraflardaki samimiyeti yok etmesi, güzel sanatlarla arasındaki başlıca farkı gösteriyor. Biz çerçevenin dışında neler olduğunu da üstü kapalı anlatmayı ihmal etmeyen fotoğraflar çekmeye çabalıyoruz. Asıl olay, gözükmeyen, bazı durumlarda asla gösterilemeyecek taraflarda saklanıyor. Örneğin; insanların çektiği acılarda... Çünkü ölmekte olan bir adamın fotoğrafına baktığınızda, fotoğraf çekme görevinin orada ne kadar olağanüstü bir şekilde gereksiz olduğunu hissedersiniz.
Sadece Archive of Modern Conflict’den fotoğraflar kullanmanızın sebebi nedir? Brecht’e ait İncil’in bizde yarattığı çağrışımları bulmak acayip bir tecrübeydi. Kişiselliği, gayri resmiliği ve özgünlüğü… Tüm bunlar, Archive of Modern Conflict’e sinen garipliği de yansıtıyor. Orada doğrudan savaş kayıtları tutma amaçlı şeyler yok. İnsanlık, doğum, ölüm, sevgi gibi bulguların hepsi bir arada. Bize göre, kaybolmaya en müsait kaynak. Holy Bible’da neden özellikle Odi Ophir’in Divine Violence makalesine yer verdiniz? İncil’i okuduğunuzda, Tanrı’nın kendini, veya en belirgin üslubuna ait hitabelerini, felaketle sonuçlanan olaylarla, yani şiddet aracılığıyla, 61
açığa vurduğunu görürsünüz. Korkunç şeyler meydana gelir; yarattıklarının çoğunu ortadan kaldıran bir sel, Babil Kulesi, Sodom ve Gomorra -ölüme aşırı ölçülerde şahit oluruz ama mağdurlar böyle cezalara neden çarptırıldıklarının güç bela farkındadırlar. Adi Ophir bu olayları ışıl ışıl anlatır ama bir yandan, modern devletin tarihiyle, kanun ve düzenin gelişimini de anlattıklarına bağdaştırır. Divine Violence’ı okuduğumuzda derinden etkilendik çünkü fotoğrafın felaketlerle olan ilişkisi hakkında ürettiğimiz fikirlerin birer yankısını duyuyor gibiydik. Modern siyasetin dayatmasıyla safça kabullendiğimiz gizli cezalar, tamamen Holy Bible’ın temasını anlatıyordu. Yeniden yorumlama tekniğini diğer dini kitaplara da uygulasaydınız, ne gibi farklılıklarla karşılaşırdınız? En iyisi tekrar etmemek. Aksi takdirde herkesin canını sıkabiliriz. Prestige of Terror çalışmanızda kelimeleri ilk kez direkt görsel olarak kullanmıştınız. Daha sonra nasıl oldu da metinleri görsellere entegre etmeye karar verdiniz? Çektiğimiz fotoğrafların kelimelerle olan bağlantılarını her zaman düşünürdük. Başlangıçta, geniş formattaki portrelerle tipik belgesel tarzında çekimler yaparken dahi, bu kelime-görsel eşleşmesinin endişesini taşırdık. Bir dönem, fotoğraflarımız bizi tekrar tekrar hayal kırıklığına uğrattı. Anladık ki; deneyimlerin kayıt altına alınmasını sağlayan asıl bağ röportajlar ve düşüncelerdi. Bir keresinde şiir yazmayı bile denedik. War Primer 2 hazırlığının başlangıcında Brecht’in şiirlerinin yerine kendi uydurduklarımızı koymayı denedik, iğrenç oldu. Böylece işleyişi bozmaya gerek olmadığını, sadece sıralamayı ters çevirmenin yeterli olacağını anladık. Sonunda kelimeler yüzeye fotoğraflarla birlikte çıkmaya alıştı. Görsellik anlayışınızda hissettiğiniz bu mesaj kaygınızla, fotomuhabirliğin karakteristiklerinden olan sosyal sorumluluk değerini ilişkilendirmeli miyiz? Çalışmalarımızın bazı gereksinimleri karşıladığı doğru, ama bu fotomuhabirliğinkilerle aynı değil. Uzun zaman önce fotoğraflarımızın toplumsal değişimler üzerinde etkisi olmadığının, kötü şeyleri iyileştiremeyeceğinin farkına vardık. İşin kötüsü, statükonun korunmasına katkıda bile bulunabilirler! Bu çoğu fotomuhabirin de düştüğü bir yanılgı... Sözümona bir savaş fotoğrafçısı, savaşın yarattığı dehşetlere karşı muhalif durduğunu hissedebilir. Ama bu bir yanılsama. Onlar savaşın dehşetli tarafına aşıklar aslında. Fotoğrafçılığın ortamı, o temayı kullanarak çizilir. Eğer yaptığımız işin birilerinin hakkını aradığı durumlar oluyorsa da, bu tamamen retinanın ötesinde bakabilmenin kendisiyle alakalıdır. Fotoğraf, düşünmenizi sağlamalıdır. Peki, çarpışma alanlarına neden gittiniz? Savaş alanlarında çok kısa süre bulunduk. Tekrar eve dönmemiz gerektiğini anlayacak kadar da uzun bir süreydi… Epey korkağız. Zaten biz savaş şairi veya savaş fotoğrafçısı olmaya çalışmıyoruz ki. Her ne kadar çatışma denilebilecek durumlarda bulunmuş olsak da, kendimizi koruma güdümüz bizi her zaman zarar görmekten alıkoydu. Anlayacağınız, Chris Hondros ve Tim Hetherington’ın dünyaları farklı cinsten. Biz savaş resimlerinin zamanla nasıl harcandığı üzerine düşünmek yerine, bireylerin o görüntülere karşı verdiği tepkilerde rol oynamaya çalışıyoruz. Kısacası savaş bölgelerine yeni fikirler keşfetmeye gidiyoruz; bir şeyleri belgelemek niyetiyle değil. Bu yıl Deutsche Börse ödülüne layık görülen War Primer 2, jüri tarafından gayet cesur ve güçlü bir canlandırma olarak tanımlandı. O halde bu yorum ne kadar doğru? Eğer gerçekten cesur görüldüyse, bu bizim cesur oluşumuzdan
kaynaklanmıyordur. Brecht oyunlarını, kitaplarını ve makalelerini işten ziyade yeni şeyler deneyimlediği birer teşebbüs olarak hayata geçirmişti ve çalışmaları her zaman tamamlanmamış halde kaldı. War Primer 2 da tam olarak onlara benziyor. Önümüzdeki sene birileri War Primer 3’yi hazırlayabilir ve o zaman fotoğraf ve şiddet arasındaki tuhaf aşk ilişkisinin nasıl geliştiğini yine farklı bir açıdan görmüş oluruz. Siyasi göndermelerinizi düşünecek olursak, çalışmalarınızı ‘protest art’ olarak görüyor musunuz? Haziran 2008’de çektiğimiz The Day That Nobody Died isimli seri, itiraz meylimizi yoğunca taşıyor denebilir. Afganistan’da İngiliz ordularıyla çevriliyken çektiğimiz bu seri sırasında, yaptığımızın huzur bozucu hatta yıkıcı olduğunu hissetmiştik. Askerlere gazeteci olduğumuz yalanını bile söyledik! Ama eğer sanatçı olduğumuzu bilselerdi, orada bulunamazdık çünkü devlet, sanatçıya nazaran muhabiri çok daha kolay kontrol edebileceğine inanıyor. Zira Pussy Riot’ın elde ettikleri, devletin kimi mahallerde sanatçılardan halen korktuğunu kanıtlıyor. Grubun birkaç üyesiyle bir ay önce Moskova’da bir proje üzerinde çalışırken tanıştık. İngiltere’de ise sanatın hakikaten kanunları çiğnemesi ihtimali çok düşük. Sanat anlayışı neredeyse büsbütün ana akım dahilinde kabul ediliyor. İnternet üzerinden binlerce görüntünün paylaşıldığı şu zamanlarda, fotoğraf kitapları bu duruma nasıl ayak uyduruyor? Sizin fotoğrafçılık yaklaşımınız teknolojiyle değişiyor mu? Bahsettiğimiz Moskova seyahatine, bir fotoğraf serisi çekmek üzere çıkmıştık. Yüz tanıması ve kamu güvenliği için geliştirilen yepyeni bir kamerayla birlikte… Bu yeni teknolojinin en kötü niyeti, ‘non collaborative mode’ adındaki, kişinin iznine gerek duymadan portresinin çekilebilmesi için tasarlanan özellikte seziliyor. Çoklu lensler, çekilen kişinin üç boyutlu şeklini oluşturabilmek için bir arada çalışıyor, böylece her ayrıntı ince eleyip sık dokunarak yakalanıyor. Kişinin ne yöne doğru durduğunun önemi olmaksızın, kamera yüzünün tamamını görüntüleyebiliyor. Fotoğrafın icadından beri devletin insan yüzünü klonlamak için kalkıştığı türlü girişimler ilgimizi çok fazla çekiyor. Portre fotoğraf serilerinizi düşünerek de soruyorum: Tanımadığı birinin portresini çekmesine kişi neden razı olur? Gösteriş veya aptallık, veya her ikisi de. Ama tersi de oluyor; Tanzanya’daki bir mülteci kampında başlayıp Patagonya’daki bir ormanda biten, günümüzdeki 12 gettoyu konu alan Ghetto serisinde çektiğimiz Mario, kameraya sırtını dönmeyi tercih etmişti… “Yaratıcılığın başlıca düşmanı zevktir.” demişti Pablo Picasso. Sizce zevk nedir? Yaratıcılık, zevkin damgasını içinde barındıran bir olgu. Herkesin farklı düşünceleri var. Cyril Connolly de sanatın, salondaki çocuk arabasından daha kasvetli bir düşmanı olmadığını söylemişti. Mesele güzel sanat yaratmanın zor oluşunda. Çünkü aklı başında insanların çoğu, kendilerine başka işler yapma gerekçesi buluyor, tabii eğer şansları varsa... Siz gerekçe bulmadan önce yakın tarihteki planlarınızı da sorayım. Yakında İkinci Dünya Savaşı’nda kullanılan ve Meksika kıyılarına düşen bir B-25 bombardıman uçağının iskeletine ait enkazı inceleyeceğiz. Hatta biz kazacağız. Şimdilik haber bu, detayları yakında açıklayacağız. Sanat koleksiyonunuz var mı? Bazı arkadaşlarımızın çalışmalarıyla yaptığımız takaslar dışında hiçbir şey biriktirmiyoruz.
XOXO The Mag
Şimdi bir otomobil hayal et. Şehir içinde her yere kolayca ulaşmanı sağlayacak kadar pratik ama ihtiyaçlarını karşılayacak kadar da büyük olsun. Sence olamaz mı? Yeni Hyundai i10’u görmeden karar verme. O, tüm detaylarıyla hayalindeki otomobilin ta kendisi. Geniş iç hacmi, ekonomik yakıt tüketimi ve şehir içi sürüş konforunu artıran donanım özellikleriyle Yeni Hyundai i10 seni bekliyor. hyundai.com.tr
facebook.com/hyundaiturkiye
twitter.com/hyundaiturkiye
63
Yeni Hyundai i10 modellerinin ortalama yakıt tüketimi 4.7-6.2 lt/100 km ve CO2 salınımı 108-142 g/km arasında değişmektedir. EC/715/2007
serıes
Masters of Sex
Masum Çağlara Veda yazı erman ata uncu
Öncelikle iç gıcıklayıcı bir isim: Masters of Sex… Bahsi geçen ‘master’ sadece bildik anlamda ‘usta’ya tekabül etmiyor. Kahramanımıza, yani ABD’nin cinsel hayatının bilimsel dökümünü çıkarmakta çığır açan Dr. William Masters’a gönderme de içeriyor. Ancak kahramanın kendi cinsel hayatında hiç de usta olmaması, hatta uygulamada kör cahilden öteye gidememesi (kadınların yer yer orgazm taklidi yaptıkları gibi bir bilgiden haberdar olmamaya kadar varacak bir cehalet) Masters of Sex’teki ‘usta’ göndermesini ironik bir boyuta taşıyor, ki dizinin de ustaca yürüdüğü bir eksen bu. Ustaca, çünkü ironi diye bas bas bağıran bir seyir izlemiyor Masters of Sex. Bu yeni Showtime harikası, insanların seks sırasındaki tepkilerini ölçen Dr. William Masters ve Virginia Johnson’ın gerçek hikayesini alıyor ve ironinin tam tadını yakaladığı yerden, yani gündelik hayatın içinde saklı olduğu halinden özgün bir anlatı sunuyor. Artık işlene işlene neredeyse çiğnenmiş, oyulacak, alt metin çıkartılacak hiçbir yeri kalmamış 50’ler sonu, 60’lar başı ABD’sinden yeni bir şeyler üretmenin zorluğunu düşünürseniz, Masters of Sex daha da takdir edilesi bir yapım. ABD’de ikiz yatağın bile mesele edildiği bir zamandan yavaş yavaş cinsel devrime doğru gidilen söz konusu dönemi basit bir muhafazakarlık/ilericilik ekseninde işlemek artık neredeyse bir refleks ne de olsa (akla ilk gelen, hak ettiğinden çok daha fazla övgü almış 1998 yapımı Pleasantville/Yaşamın Renkleri). Ancak Masters of Sex, seks konusunda pratik namına neredeyse hiçbir şey bilmeyen bilim adamının bu alandaki tökezlemelerini mizah malzemesi yapmak, ilk akla gelecek karşıtlıklara bel bağlamak gibi ucuz numaralara pek başvurmuyor. Onun için eksantrik karakterlerinin analizi, ayrıntılı bir şekilde ekrana gelmesi daha önemli. Bu sayede başroldeki Michael Sheen, William Masters’ta tam ustalığını göstereceği bir karakter bulabiliyor. Ve yine bu sayede Virginia Johnson (Lizzy Caplan) televizyon tarihinin en güçlü kadın figürlerinden biri olarak yeniden doğuyor. Şüphesiz seksten bihaber bir karakterin klinik bir tavırla konuya
yaklaşmasında komedi için gayet uygun fırsatların hiç kullanılmadığı da iddia edilemez. Masters, denek olarak kullandığı fahişeyle işin ayrıntılarını konuşurken ya da hastanedeki iş arkadaşı genç doktorun çapkınlık maceralarına buz gibi bir suratla yanıt verirken hınzır bir tavır sergiliyor. Ancak dizinin yaratıcısı Michelle Ashford’ın diziyi konumlandırdığı nokta Williams Masters’ın yanı başı. Başka bir deyişle Masters’a değil Masters’la beraber gülünen bir olay örgüsü söz konusu... Karısıyla cinsel problemlerine, bu alandaki zayıflığını içten içe kabul edip dillendirememesine tanık olduğumuz bu karakterin, tökezlemeleri de alay duygularını değil, sempatiyi besliyor daha çok. 50’lerin sonu 60’ların başı ABD’sinin eksantrik figürlerine yönelik anlayıştan Dr. Masters da nasipleniyor. Tıpkı Julie & Julia’daki efsane aşçı Julia Child veya yakın dönemden bir başka seksolog Kinsey gibi… Ne de olsa bugünden bakınca ucu o kadar sivri olmayan fırlamalıkların, yeni bir çağın eşiğindeki bir dönem bu. Ancak aynı zamanda ABD tarihi için de ‘o eski masum güzel günler’ denip geçilemeyecek, kuru bir nostaljiden çok daha fazlasını hak eden zamanlar… Ve Mad Men’den başlayarak ABD televizyonları da neyse ki bu döneme hakkını veriyor, klişelerin altında nelerin gizli kaldığını bir bir ortaya çıkaran hikayeler anlatıyor. Film tarihçisi Peter Biskind, “Seeing is Believing: How Hollywood Taught Us to Stop Worrying and Love The Fifties” başlıklı incelemesinde dönemin ana akımını belirleyen asıl motivasyonun, sağdan ya da soldan gelsin aşırılıkları törpülemek olduğunu söyler. Önemli olan tüm milletin sağduyunun sesine kulak vermesi ve ortak paydada buluşmasıdır. Elbette gündelik hayatın çıkıntılıkları da törpüleneceklerin başında gelir. Masters ve Virginia Johnson’ın cinsellik araştırmalarında, bilimsel bir tutkudan ve insanlara yardım etme amacından başka şeyler aramak komplo teorisine bel bağlamak demek. Ancak o zamana kadar gündelik hayatta yolunu bulan cinsel alışkanlıkların bu vesileyle kurumların radarına girmesi, dönemin ABD’sini düşününce çok manidar. Ve bu süreçte yaşanan çatışmaların ne kadar eğlenceli olabileceği de Masters of Sex’ten belli. İzleyiniz.
XOXO The Mag
65
MAGAZINE
A New Façade
This Is Paper
Müziğin mimarinin sıvı hali, mimarinin de müziğin dondurulmuş hali olduğu fikri için Goethe’ye teşekkür etmiş miydiniz? Vakti geldi artık. Zira bu hal hareket karışımı için yapılan, bundan daha doğru bir tanımlama duyulmadı henüz. Mesela, her evin kendi müziği vardır, müziksiz ev, yaşıyor hissi vermez; evsiz müzik ise, o evsizliğin tuhaf boşluğunu, ürpertisini bazen tebessümle bazen de bıkkınlıkla aktarır duyana, sokakta. Mimari, duyuların şekle şemale erdirilmiş bir hali olarak yer edinir uzayda. Dünyanın özgürlük anıtları mı? Muhtemel. Binalar, aslında bu kapsamda taşıdıkları isyan izleriyle, işlevsel birer sanat eserine dönüşür. İki yıllık bir sürenin ardından, soyutluk kavramına ayrılan zamanın sonuna geldiğini fark eden This Is Paper da, elle tutulur gerçekliğe hızlı bir giriş yapar ve açılış sayısını basmaya karar verir. Hikayelerine somut bir boyut kazandırmak mimariyle ilgilenen her mecranın kurduğu epik sonun hayalidir, mantıken. “Kabul etmesek dahi, inandığımız güzellik anlayışı, gün içerisinde kullandığımız basit nesnelerin içinde gizli” diye sesleniyor This Is Paper, Rönesans, gotik, barok ve neoklasik mimarinin her türlüsüyle
çevrili Varşova’dan... İlk sayısında Faye Toogood ve Phoebe English gibi güçlü kavramsal görüşleri olan sanatçılarla yola çıkıyor ve böylece internetin sonsuz boşluğuna karşı ayaklanan isyankar mimari gemiyi diğer sanat alanlarıyla birlikte harekete geçiriyor. İlginç gördüğü her rotayı, mağazayı, kişiyi, evi, hosteli hatta istasyonu önermekten de çekinmiyor. Her konuda, okuyanın edinmesi istenilen söz konusu ortak çıkar, estetik tatminden ibaret. Mimarinin şu meşhur tartışmalı estetik kaygısı… Platon’un gözünde güzelliğin, onu aslında rastlantı sonucu ifade eden fiziksellikten öte bağımsız bir varlığı daha vardır. Hani evin içinde yaşayan o müzik misali. Sokrates’in çirkinliğinin dillere destan olduğu söylense de, iç güzelliğinin yüzünden parıldadığını da okumuşuzdur illa ki aynı yerde. Hatta o da, heykeltıraşın eserlerinde ruhsal halleri de yansıtması gerektiğini söylerken, bu iki karşıt durumun ebedi birlikteliğine atıfta bulunur. Anlayacağınız, düşünmekten kaçamadığımız paradoks yakaladı yine kediyi ensesinden. Mimarın yaratmaya çalıştığı başka bir cephe bu; görüntüyü, görünmeyen taraftaki detayların güzelleştirdiğine inandığımız. Mutlu insanlarla dolu mutsuz binalar olmasın diye (binalar binaları doğurmasa bari). thisispaper.com
XOXO The Mag
67
INTERVIEW/Magazıne
Fabrice Paineau
Yeni Fikirler Yönetmeni Bu ayın dergi yöneticisi konuğu Double’ün Genel Yayın Yönetmeni Fabrice Paineau. Los Angeles hayalleri kuran bir Parizyen, mütevazılıkla gösteriş arasında gidip gelen bir frankofon, tesadüfen dergici, nevrotik şehrin tadını çıkaran bir özgür ruh... Boşlukları yeni fikirlerle doldururken, sektörün ihtiyacı olan temiz havayı ve taze kanı Double ile yılda iki kez bize sunuyor, üstelik bunu yaparken sisteme kafa tutuyor. Öyleyse, bir sandalye çekin ve New York’ta yakaladığımız Fabrice ile sohbetimize tanık olun. röportaj serap gecü fotoğraf jeff burton
XOXO The Mag
Yayıncılığa nasıl başladın? Doğrusunu istersen, yayıncılık üzerine kariyer yapmak hiç aklımda yoktu. Çağdaş Arkeoloji okudum ve bir süre bu alanda çalışmalar yaptım. En sonunda bir müzede çalışmak istemediğim için, daha eğlenceli bir şey yapmayı seçtim. Kendime tamamen bambaşka bir yön çizip moda dünyasına girdim, hep merak ettiğim bir dünyaydı. Double’den önce, yılda iki kere çıkan Rebel Magazine’i yapıyordum. Hatta Larry Clark’ın ilk moda çekimini de beraber gerçekleştirmiştik.
yatay formatı sayfa düzenlerini oturturken zorluk yaratıyor mu? İlk başladığımızda fotoğrafları ve diğer görselleri sadece yatay formatta görebiliyor olmak ciddi anlamda sinir bozucuydu ama sonra bir şekilde adapte olduk. Şimdi fotoğrafçılar da formattan memnun, bir nevi kitap hissi veriyor dergi onlara. Tıpkı Juergen’in yaptığı gibi: Havana’da bir Küba gezisi için 80 sayfa. Nihayetinde yeni fotoğraflarını ve yeni işlerini sergileyebilmesi için ona bir fırsat sunmuş oluyoruz.
Double’e geçişini tetikleyen ne oldu peki? Buradaki insanların özgür olmayı sevmeleri, söylemek istedikleri şeyleri daha rahat bir şekilde ifade edebilme şansına sahip olmaları beni çok cezbetti. Sonuçta, moda bugün esaslı bir iş ve moda fotoğraflarının çok büyük bir bölümünde tüketiciyi lüksün ve ışıltının bir ihtiyaç olduğuna ikna etmeye çalışan uygulamalar yapılıyor. Bizse, tüm bunlardan farklı olarak ve tıpkı 90’larda insanların yaptığı gibi, değişik bir şey ortaya koymak istiyoruz.
Bu kadar adı geçmişken; Juergen Teller’la, Calves & Thighs için de birlikte çalışmıştınız. Bu kez katkıda bulunan koltuğunda sen oturuyordun. Juergen, hiç abartısız, birlikte çalışmaktan en çok keyif aldığım sanatçı. Yaptığı işe ve insanlara samimiyetle yaklaşıyor. Başlangıçta biraz utangaç bir adam ama zaman geçtikçe, kendine has bir olgunlukla, sınırlarından kurtulabiliyor. Aradaki dengeyi çok iyi koruyor ve bence onu cazibeli yapan da bu. Sizi tek bir fotoğrafla öldürebilir ve aynı zamanda onunla sevişmiş gibi hissedersiniz kendinizi, neye uğradığınızı şaşırırsınız. Bazı portrelerine baktığınızda bunu çok net hissedebilirsiniz. Havana’daki çekimde de çok eğlendik. Ben de Juergen’i ve Küba yolculuğumuzu anlatan bir yazı yazdım. Yazdıklarım hoşuna gitmiş olmalı ki Calves & Thighs’a koymaya karar verdi. Voilà!
Peki göreve gelmenle dergide neler değişti? Format dışında her şey. Sanata ve modaya farklı bir bakış açısıyla yaklaşıldığında çok etkileyici işlerin ortaya çıkacağına inanıyorum. Bu düşünceden hareketle, dergide “the portfolio” diye bir alan yarattık. Bu alanda sanatçılara ilham verici bir deneyim sunuyoruz. Şimdiye kadar Juergen Teller, Roe Ethridge, Jeff Burton, Walter Pfeiffer, Viviane Sassen ve son olarak yeni sayı için Torbjørn Rødland’la çalıştık. Çekimlerde de Marie Chaix gibi çok sevdiğimiz moda editörleriyle çalıştık.
Birçok derginin endüstride eksik kalmış bir şeylerin yerini doldurabilmek amacıyla kurulduğunu göz önünde bulundurarak, Double’ün sektör içinde rolü ne ve sektöre diğer dergilerin sunmadığı ne sunuyor? Bilmiyorum, ama bence sektörün biraz temiz havaya ve taze kana
Ciddi yoğunlukta bir fotoğrafik içerik söz konusu. Derginin 69
ihtiyacı var. Özellikle de fotoğrafın modayı ve etrafımızdaki her şeyi nasıl etkileyebileceği konusunda yeni bir farkındalık gerekiyor. Biz de bu anlamda sistemle oynamaya çalışıyoruz ve bunu çarpık bir bakış açısıyla yapıyoruz; biraz önce bahsettiğim gibi, deneyselliğe olanak tanıyan alanlar yaratıyoruz. Ama, bir eksikliği doldurma kısmına gelince, cevabım kocaman bir evet. Boşlukları yeni fikirlerle dolduruyoruz, dergide sanatçılarla iş birliğine girişmeden önce yeni fikirler ortaya koymayı seviyoruz. Dergi olarak esas amacımız da bu. Hep moda ve fotoğraftan gittik ama dergide diğer alanların, özellikle sinemanın etkisi de güçlü bir şekilde hissediliyor. Aslında, fotoğrafçılar için sözünü ettiğim özgürlük aynı zamanda yazarlar için de geçerli olduğu için, her zaman modanın dışındaki diğer alanlardan içerik arayışında oluyoruz. Double sadece moda dünyasına veya oradaki işlere adanmış bir yayın değil. Ve bu yüzden evet, sinema kültürüyle organik bir bağımız var. Hatta yeri gelmişken söyleyeyim, yeni sayımızda Woody Allen’la, herhangi bir yayıncının baskısı olmadan, bir saatten daha uzun bir süre sohbet ettik. Medyaya pek sıcak bakan biri olmamasına rağmen, birbirimizi anlamanın bir yolunu bulduk ve bence en iyi röportajlarından birini verdi. Müthiş bir deneyimdi. Madem konuyu açtın, başka neler göreceğiz yeni sayıda? Stylist Max Pearmain ve yeni fotoğrafçı Harley Weir’ın birlikte imza attığı işler var. Hepsi çok iyi. Ve tabii Jamie Hawkesworth’ın fotoğraflarına olan aşkımız sürüyor. Genel olarak çekimlerin organizasyonunda ve gerçekleşmesinde senin nasıl bir rolün var? Bir kere, öncelikli rolüm insanları dergi için çekim yapmaya ikna etmek! Sonrasında da çekime olabildiğince müdahil olmaya çalışıyorum. Ve bence bu sanıldığı kadar kötü bir şey değil. Sürekli ondan bahsediyorum ama mesela Juergen’le Havana’daki çekimimizin güzelliğini anlatmaya kelimelerim yetmiyor, röportaj ve onun sanatsal dokunuşu arasında beni şaşkınlıklara sürükleyen bir deneyimdi. Fotoğrafçılardan favorinin kim olduğunu artık çok iyi biliyoruz. Peki dergici olarak ilham aldığın biri var mı? Citizen Kane? Carmel Snow? Bilmem, yok galiba öyle biri. Double’ün stilini birkaç kelimeyle nasıl tarif edersin? Özgür, fikri olan, çarpık, spiritüel.
Saçma sorulara girmişken, derginin adı neden Double? Çift sayfa, çift alan. Daha ciddi bir soru: Matbu yayınların sonunun geldiği tartışmaları süredursun, son yıllarda bu iddialara inat, iyi ve kalıcı olmaya aday yayınlar varlık göstermeye başladı. Sen ne düşünüyorsun bu konuda, söylentileri ciddiye alıyor musun? Tam da bugün buradaki bir kitapçıdan bir sürü bağımsız dergi aldım ve inan bana, matbunun bir yere gittiği falan yok. Hatta hepsi yeni fikirlerle ortaya çıkan bu kadar fazla sayıda bağımsız yayının varlığı beni -iyi anlamda- dehşete düşürüyor. Bana göre matbu dijitalle dirsek temasında varlığını sürdürmeye devam edecek. Çünkü kağıt üzerinde bir metni okumak, bir fotoğrafa bakmak başkadır, vazgeçilmez bir duygusu vardır. Bir kafede oturup kahve içerken dergilerin sayfalarını karıştırmak çoğumuz için neredeyse refleksif bir hareket. Biraz da vaktinin çoğunu bir arada geçirdiğin, birlikte çalıştığın insanlardan bahsedelim. Nasıl bir ekibin var? 100 kişilik dev bir kadro değiliz. 5 kişilik bir çekirdek ekibimiz var ve her şeyi beraber yapıyoruz. Metinler, styling ve görseller; hepimizin fikir birliğiyle yönetilen bir krallık söz konusu. Hazır küçük bir ekipken her şeyi paylaşabilmek çok güzel, çünkü işler büyüdüğünde her şey çok daha zor bir hal alıyor. Peki ekibinin gözünde sen nasıl bir yöneticisin? Devil Wears Prada’dakine benzer hallere büründüğün oluyor mu hiç? Öyle olabilmeyi çok isterdim ama insanları daha özgür bir ortam vadederken aşırı didaktik olma gibi bir şansım yok. Şaka bir yana; çoğunlukla kendimi dergiye dışarıdan katkıda bulunan, tabii bunun yanında bazı fotoğrafçılara ulaşabilme ve aklındaki projeleri onlarla gerçekleştirebilme gibi ayrıcalıkları olan biri gibi hissediyorum. Sayıca az da olsanız, dergiye nelerin girip nelerin girmeyeceğine karar vermek ve bahsettiğin gibi her konuda fikir birliğine varmak kolay olmuyordur herhalde... Bir anlamda zor, çünkü fazla konvansiyonel olmamaya çalışıyoruz. Bu yüzden, seçim sürecini dergiye başlamadan önce kafamızda kurgulamamız gerekiyor. Haliyle, aklımızdakilere uyum sağlayabilecek insanları ve konuları bulmak ciddi bir zaman gerektiriyor. Zira geleneksel bir dergi olmak istemiyoruz. İlk refleksimiz şöyle oluyor: Tamam, büyük moda fotoğrafçılarını, süperstarları, yani bize ihtiyaç duymayan ve bizden herhangi bir beklentisi olmayan insanları bizimle
XOXO The Mag
Kişisel tarzın nasıl? Bu sezondan favorilerin var mı? Otantik kıyafetlerle sportif ruhu birleştirmek hoşuma gidiyor. Bir çift Nike ayakkabı, jean pantolon ve lacivert kaşmir bir kazak. Yaşınız ilerledikçe seçimleri sadelikten yana kullanmakta fayda var.
çalışmaya ikna etmek zorunda değiliz. Esas mesele ister iyi ister kötü olsun, kendi zevkimizi ortaya koyabilmemiz, ki ben iyi ve kötü estetiğin bir araya gelmesinden hoşlanıyorum. Sanat ve modada, güçlü bir bakış açısına ve belli bir estetiğe sahip olmanız şart. Roe Ethridge buna iyi bir örnek. Fotoğrafçıların genel olarak reddetme eğiliminde olduğu yeni bir alan yaratmak konusunda oldukça başarılı çünkü ona göre aptallıklar ve klişeler de gayet güzel görünebilir. Aslında felsefesi bundan çok daha derin tabii; konsümerizm ve hiper-konsümerizm üzerine odaklanıyor.
Paris Fashion Week izlenimlerini de merak ediyorum bir yandan. Bu konuda çok söz sahibi değilim ama Céline defilesi gerçekten inanılmazdı. Phoebe Philo müthiş bir kadın; kişiliğine bağımlılığım var. 2013 yılında zarafet arayışında olan bir kadının iyi bir zevkle sınırları zorlaması bana çok saygıdeğer geliyor.
Susan Sontag’dan bir alıntı: “Kreatif insanların hayatını yöneten, onları yönlendiren ve kontrol eden esas güç sıkıntıdır. Yaptıklarımızın çoğunu sıkıntıdan kurtulmak için yaparız.” Sen sıkıntınla nasıl başa çıkıyorsun? Doğrusu, hala başa çıkabilmiş değilim. Diğer taraftan, sanat ve moda dünyası o kadar hareketli ki sıkılmaya çoğunlukla pek vakit olmuyor. Bu biraz iddialı bir söylem gibi gelebilir, ancak, sanatın ve sanatsal dünyanın işleyişi önceki yüzyılda olduğundan çok farklı. Fikirler dünyasına daha farklı bakış açılarıyla yaklaşıyoruz artık, ama öyle romantik ve poetik bir şey değil bahsettiğim. Bugün moda dünyasında birtakım Van Gogh’lar olduğunu düşünmüyorum, ki olsalardı böyle bir sistemde yer aldıkları için hayal kırıklığı içinde olurlardı, muhtemelen.
Son zamanlarda çalışırken ne dinliyorsun? Daniel Avery’nin Rinse FM için yaptığı mix’leri seviyorum, yeni albümü de ayrıca çok iyi. David Bowie’nin ‘Love is Lost’unun James Murphy remix’i de harika. Ama hepsinden fazla Los Angeles’tan Tropic of Cancer’ı seviyorum. Günümüzün en iyi grubu bence. Sevdiğin yazarlar ve kurgu karakterler kimler? Sırasıyla; Fitzgerald ve Charles Swan. Geçtiğimiz haftanın en çok keyif aldığın anı neydi? Bir otomobilde hız yaparken Prefab Sprout’un LP’sini dinlediğim ve Los Angeles’a geri gitme hayalleri kurduğum an(lar). Paddy McAloon da kahramanlarımdan biri!
Bu hareketliliğin tam ortasında, Paris’te yaşamak seni ve dergiyi nasıl etkiliyor? Paris’te yaşayan ve çalışan diğer herkes gibiyim aslında, hepimiz Walter Benjamin’in çocuklarıyız. Paris hayal kurmak, sokaklarda boş boş dolaşıp insanları ve binaları izlemek için çok özel bir yer. Bu şehirde modernliğin izlerini aramayın, asla bulamazsınız. Bunun için Fransa’nın dışına seyahat etmeniz gerekir. Çünkü, Paris gevşekliğin ve tembelliğin şehridir, kendinizle ilgili düşünebilmek ve insan ilişkilerinin iyi ve kötü taraflarını keşfetmek için yeterince vaktiniz olur burada. Nevrotik modanın nevrotik şehri yani. Şehir hala yaşıyor ve buna tanıklık etmeniz için sadece -mümkünse terası olan- iyi bir yerde bir kahve içip biraz vakit geçirmeniz yeterli. Paris modayı takip eden değil, modayı yaratan bir şehir.
Zamanda ileriye doğru bir yolculuğa çıkıp 15 yıl sonraki halinle karşılaştığını varsayalım; ne görüyorsun? Sanırım 15 yıl sonra da bugünkünden pek farklı olmayacağım. Böyle düşünmeyi seviyorum. Tamam, belki de Gabrielle Chanel’in Pierre Reverdy’si gibi biri olacağım, kreatif bir insanda yeni duygular uyandıracağım. Tabii ki bu konuya bir şair gibi yaklaşmayacağım, çünkü içinde yaşadığımız dünyada bu çok aptalca olurdu, ama moderniteye karşı hassas bir yaklaşımım var diyebilirim. Tanrım, tam Baudelaire gibi konuştum. Biz Fransızlar gösterişi biraz seviyoruz. Bağışlayın!
Peki ofisiniz nasıl görünüyor, yeterince nevrotik mi? Cevabım hayal kırıklığı yaratabilir; çok sade bir ofisimiz var. Tavandan doğal ışıkla aydınlanıyor ve bu sayede fotoğraf çekimlerimizin bir kısmını ofis içinde yapabiliyoruz, tıpkı Vivane Sassen ile yaptığımız çekim gibi. Ama sonuçta bir Milk Studios değiliz, küçük bir alanımız var.
Tamam. Gelecekten devam edelim. 2014’ten beklentilerin var mı? Double’le birlikte büyümek gibi bir beklentim var, deneysellikler arasında dengeyi bulabilmek, online, matbu vs. arasında hedeflerimizi belirleyebilmek... Double hala küçücük bir bebek ve artık biraz büyümesi gerekiyor. 71
INTERVIEW/MUSIC
Omar Souleyman
Bİr Şeyİn Baharı Coğrafi ve müzikal olarak her ne kadar bize yakın olsa da, merak ve hayranlıkla
uzaktan izlediğimiz Omar Souleyman ile konuşma fırsatı yakaladık. Biraz geçmişi, biraz müziği, biraz yeni albümü hakkında bilgi edindik. Röportajın sonunda ise, Omar Souleyman, kaç zamandır gerçekleşmesini beklediğimiz olayın müjdesini verdi. röportaj beren özel fotoğraf hisham bharoocha
XOXO The Mag
Yakında piyasaya sürülecek albümünüzü Suriye dışında ve Kieran Hebden (namıdiğer Four Tet) ile kaydettiniz. Alışık olduğunuz süreçten farklı mıydı? Kieran’ın albüme nasıl bir katkısı oldu? Çok güzel bir deneyim oldu benim için ve sonuçtan da son derece memnunum. Bugüne kadar gerçekleştirdiğim kayıt süreçleri arasında, ses kalitesi, ekipman, teknik ekip ve tabii ki prodüksiyon açısından en profesyoneli oldu. Kieran’ın, ses kalitesi, vokallerin yalınlığı ve müzikle uyumu gibi konularda önemli katkısı oldu. Deneyimi, bilgisi ve profesyonelliği ile albüme çok büyük değer kattı. Daha önce karşılaşmadığım bir şeydi aslında, kendisine müteşekkirim.
Öncelikle, Suriye’de olup olmadığınızı merak ediyoruz. Aileniz ve yakın çevreniz güvendeler mi? Şu an Şanlıurfa’dayım. Bir süreliğine burada yaşıyorum. Teşekkür ederim, ailem ve arkadaşlarım güvendeler. Çok şükür. Sizi Primavera Sound 2013’de izleme fırsatını yakaladık. Seyirciler kendilerini kaybetmişçesine dans ediyorlardı -anladığımız kadarıyla normal seyirci tepkisi bu. Batılı izleyicilerin tepkisi sizleri şaşırttı mı? Benim için şaşırtıcıydı çünkü Batılı izleyiciler şarkılarımın sözlerini anlamıyorlar. Ama bu tepkiyi, Avrupa ve Amerika’da verdiğim birkaç konserde, sahne aldığım birkaç festivalde gözlemledikten sonra artık yavaş yavaş alıştığımı ve hatta doğal karşıladığımı söyleyebilirim.
Gelin-damat ve davetlilerin huzurunda şarkılarınızı yazdığınız (ve buna alışmış olduğunuz) için, şarkıları stüdyo ortamında kaydetme süreci ne kadar farklıydı? Bunun şarkılar (ve yazılma süreci) üzerinde nasıl bir etkisi oldu? Tabii, düğün veya konser sırasında mevcut olan esneklik ve doğaçlamaya yatkınlık stüdyo ortamında daha az olduğu için, bu süreçte şarkıları kaydetmek için gereken süreyle şarkı yazma sürecim arasındaki dengeyi oluşturmam gerekti. Diğer bir deyişle, hem bu profesyonel ortama ayak uydurmam gerekti hem de kendi şarkı yazma sürecimin bir parçası olan doğaçlama ve esneklik unsurlarını muhafaza etmeye gayret gösterdim.
Düğünlerdeki setleriniz ile konser/festival setleriniz arasında ne gibi farklar var? Düğünlerde 3-4 saat (ve bazen daha uzun bir süre boyunca) sahnede kalıyorum. Ancak, sizin de bildiğiniz gibi, konser ve festivallerde belirli saat dilimleri içinde hareket etmem gerektiğinden 45 dakikalık bir setim oluyor. Bunun haricinde fark olduğunu düşünmüyorum. Gördüğümüz kadarıyla, şarkı söylerken elinizi ritme uygun olarak çırpıyorsunuz; bunun üzerine izleyiciler, bir anlamda, rahatlıyorlar ve kendilerini tamamen müziğe bırakıyorlar. Dışarıdan bakıldığında, ayin gibi bir hava mevcut. Senelerce çiftlerin -yakınlarıyla birlikte- sevgilerini, bağlılıklarını kutladıkları düğünlerinde şarkı söylemekten, yüzlerce birbirinden farklı nedenlerle orada bulunan değişik ülke vatandaşlarını bir araya getirmeye geçişin sizin için doğal bir süreç olduğunu varsayıyoruz. Yaptığınız işin müstesna olduğunu düşünüyor musunuz? Farklı insanların bir araya geldiği etkinliklerde özel ve önemli bir rolüm olduğunu düşünüyorum. Düğünler söz konusu olduğunda, davetiyelerde benim şarkı söyleyeceğim yazıyor ve davetlilerin beklentileri (ve umarım heyecanı) oluyor. İnsanlar, her ne kadar farklı çevrelerden gelseler de, tek bir amaç için orada bulunuyorlar. Festivallerde ise, konserler geç saate kadar devam etse de, izleyiciler muhakkak beni izlemek için alanda kalıyorlar. Şans eseri beni izlemeye gelen, müziğimi duyan ve enteresan bulup 45 dakikanın sonuna kadar kalan kişileri diğer izleyiciler ile bir araya getirme fırsatını yakalıyorum.
Sadece aşk hakkında şarkılar yazıyor, söylüyorsunuz ve her bir performansınız da şarkılarda yer alan mesajın izleyicilere aktarımı ve onların tepki vermesi ile tamamlanıyor. Takdir edersiniz ki, (bölge müziğinden etkilenen) Türk müziği genel anlamda aşk, kayıp ve özlem üzerine inşa edildiği için bizlerin alışık olduğu bir durum bu. Ancak, bugün itibarıyla -gün geçtikçe sayıları artan -bir kısım hayranlarınız şarkıların içeriğini ve mesajını tam olarak kavrayamamakta. Sizce bu, Batılı hayranlarınız ile aranızda bir engel teşkil ediyor mu? Şarkılara verdikleri tepkilerde herhangi bir farklılık gözlemliyor musunuz? Şarkı sözlerinin ne anlama geldiklerini bilmemelerinden dolayı, bir anlamda gözle görülen ve hissedilen bir engel mevcut. Herhangi bir Arap ülkesinde veya Suriye’de sahne aldığımda izleyiciler, sizin de dediğiniz gibi, alışılagelmiş ve beklenilen tepkiyi veriyorlar. Batılı izleyiciler ise ritme ayak uydurup, genel olarak müziğe tepki veriyorlar. Ancak, şunu söylemem gerekiyor ki, birbirinden farklı ülkelerde verdiğim konserler ve sahne aldığım festivallerde izleyicilerin ortak özelliği her birinin iyi vakit geçiriyor olması.
Hakkınızda birçok ilham verici hikaye var. Bunlardan bir tanesi, uzun zamandan beri ortak işler yaptığınız Mahmoud Harbi’nin yanınızda durup (eş zamanlı olarak yazdığı) şiirlerini kulağınıza fısıldaması, sizin de bunları (yine eş zamanlı olarak) söylemeniz. İzleyicilere anlık şiir sunmakla kalmayıp, alışılagelmiş bir performansın sınırlarını zorluyorsunuz. Sizin için zorlayıcı oluyor mu? Teşekkür ederim. Bahsettiğiniz ortaklaşa performansı sadece Suriye’de düğünlerde sahneleyebiliyorum. Her ne kadar zorlayıcı olsa da, kutlamalar uzun sürdüğü için gelin-damat ve davetlilere birçok farklı şey sunmak istediğimden ve kutlanacak şeyin değerliliğinden, performansımı geliştirmeye çalışıyorum. Ne yazık ki, konser ve festivallerde bunu yapamıyorum, çünkü setler 45 dakikadan uzun sürmüyor. Ama Mahmoud Harbi’nin (ve diğer sevdiğim şairlerin) şiirleri ezberimde.
Müzikal anlamda kendinize has bir tarzınız var. Neler etkiliyor müziğinizi? Açıkçası, içinde bulunduğum bölgenin gelenekleri haricinde doğrudan etkileyen başka bir şey olduğunu düşünmüyorum. Katı çizgiler çizmek ve tanımlar yapmaktan imtina etsek de, özellikle yakın senelerde piyasaya sürdüğünüz albümlerinizi dinlediğimizde, geleneksel öğeleri muhafaza etmek suretiyle yeni ve eskiyi birleştirdiğinizi gözlemliyoruz. Bu değişim nasıl oldu? Sizleri 90’lardan beri takip eden Suriyeli hayranlarınız nasıl tepki verdi? Zaman içinde, müziklerimi yazarken kullandığım geleneksel 73
fotoğraf: chris person
enstrümanların yerini keyboard aldı. Çünkü keyboard birden çok enstrümanı ve dolayısıyla birden çok ritmi tek bir cihazda toparlayan gelişmiş bir alet. Bu anlamda gelişim ve değişim oldu. Bu da, Suriye ve bölgede yaygınlaşan bir trend olduğu ve bunu yapan tek müzisyen ben olmadığım için Suriye’deki hayranlarıma göre doğal bir geçiş süreci oldu. Müzik hayatınız nasıl başladı? Hep istediğiniz bir şey miydi şarkıcı olmak? Yedi yaşımdan beri şarkı söylüyorum. 90’lı yılların başında, düğünlerde yalnızca 10 dakika şarkı söyleme fırsatım oluyordu. Bu 10 dakikalık performanslar arttıkça ve zaman geçtikçe adım duyulmaya başladı. 90’ların ortalarına geldiğimizde Suriye geneli ve bölgede aranan bir düğün şarkıcısı oluvermiştim. Suriye’deki olumsuz durum devam etmekteyken, Suriye ve kültüründen olumlu kesitler sunarak müziğinizi geniş kitlelere yaymak gibi önemli bir görevi üstlendiğinizi varsayıyoruz. Bu misyonunuz sizce olumlu karşılanıyor mu, mesajınızın ilgili kitlelere ulaştığını düşünüyor musunuz? Şarkılarımla ve şarkı söylediğim her zaman, ülkem, kültürümüz ve insanlarımız hakkında pozitif bir tablo sunmak için azami gayret sarf ediyorum. Sizin de dediğiniz gibi, bunu bir görev olarak üstlendim
ve bununla gurur duyuyorum, özellikle ülkemin zor günlerinde bunu yapıyor olmak benim için çok önemli ve anlamlı. Bir istisna yapıp barış ve hatta politika hakkında şarkı yazmayı planlıyor musunuz? Kesinlikle hayır. Yurt dışındayken, hayranlarınızla/izleyicilerle bağ kuruyor musunuz? Her zaman... Sevgi olan yerde bağ kurmak en doğal şeydir. En çok sevdiğiniz müzisyenler kimler? Eşsiz ve benzersiz Oum Kalthoum. Şu anda ne üzerinde çalışıyorsunuz? Önümüzdeki birkaç ay boyunca turnede olmayı planlıyorum. 2014’te de yeni albümümü çıkarmış olmayı umut ediyorum. Bu soruyu sormasak bu röportaj eksik kalırdı: İstanbul’da yakında konser verme planınız var mı? Evet, yakın zamanda İstanbul’da konser vermeyi çok istiyorum, çalışmalarımız devam ediyor. Hazırolda bekleyin!
XOXO The Mag
BİLGİ’de Bale Dersleri
Programları im Sertifika BİLGİ Eğit
DEKİ TÜRKİYE’ LİM GAYRİMÜS AR KL AZINLI
amları Sertifika Progr BİLGİ Eğitim
Acente ği İşletmecili Yapısı & Operasyonel 3. Modül - Acente Organizasyon Süreçler Yapısı • Acentelerde Organizasyon Altyapı Kurulumu • Sigorta Yazılımları ve Teknolojik • Personel Alımı ve Eğitimi
2. Modül – Acente & Kuruluş • Sektör Yapılanması • Dağıtım kanalları (acente/broker/banka)
1. Modül - Temel Sigortacılık Sayılar Kanunu • Sigorta Kavramı ve Büyük • Temel Sigortacılık Kavramları
• Sigorta Acenteliği Kavramı • 5684 Sayılı Sigortacılık Kanunu
• Sigortanın Temel Prensipleri • Sigortanın İşlevleri • Sigorta Türleri * 1.Sosyal Sigortalar * 2.Özel Sigortalar
İşlemler • Hasar Anında Yapılması Gereken iletişimi • Poliçe yenilemeleri ve sigortalı evrak akışı • Sigorta Şirketi ile iletişim ve
• Sigorta şirketi seçim kriterleri Yelpazesi • Komisyon/ Operasyon/ Ürün
+ Hayat Sigortaları + Elementer Sigortalar
• Reasürans • Reasüransla İlgili Kavramlar • Rasüransın İşlevleri
• Acentelerde Stratejik Planlama • Finansal Tablolar • Acente Yönetimine Yeni Bakış • Finansal Tablo Analizi • Vergi ve Denetim (Solvency)
• Etkili Müşteri İletişimi • Sunum Teknikleri
• Reasürans Türleri • Reasürans Yöntemleri
de sıcak bir dünyada olduğu gibi, Türkiye’de tartışılmasıysa, Azınlıklar meselesi, tüm Konunun kuramsal düzeyde sorun olmaya devam ediyor. nedeni; kültürel ve dayanmakta. Bunun bir oldukça yakın bir geçmişe devlet politikaları. Cumhuriyet boyu izlenen hukuki düzeyde Türkiye’de geçmişi çeyrek yüzyılı geçmiyor. Konuya dair kuramsal çalışmaların söz konusu alanda önemli çalışmalar rağmen, Ancak, bu yakın geçmişe Adından anlaşıldığı araştırmacılarla karşılaşılıyor. olmayan yapan akademisyen ve Türkiye’de yaşayan ve Müslüman üzere, biz bu programda, bu programın ilki, odak aldık. Altı hafta sürecek merkez azınlıklar ve sorunlarını yaşayan azınlıklar ve sorunlarını Ermeniler, genel anlamıyla Türkiye’de bu alanın temel azınlıkları alınacak. alıyor. Ardından gelen haftalardaysa, ve (Y)Ezidiler mercek altına Rumlar, Yahudiler, Süryaniler
& Yönetim 6. Modül - Finansal Yapılanma • Acente ve Sigorta Şirketi Muhasebesi
5. Modül - Pazarlama & Satış Faaliyetleri • Acentede Satış, Pazarlama • Temel ve İleri Satış Teknikleri Çapraz Satış • Müşteri Segmentasyonu ve • Kurumsal Kimlik ve Marka Yönetimi
4. Modül - Risk Yönetimi & Reasürans • Risk ve Sigorta İlişkisi • Sigortacılıkta Risk ve Risk Yönetimi
• Finans & Banka İlişkileri • Para ve Sermaye Piyasaları
• İtiraz Karşılama • İkna Taktikleri
• Masak Uygulamaları
| 0212 311 6464 Bilgi için: lale.yolsel@bilgi.edu.tr /apply/acente-isletmeciligi-pdf.pdf www.bilgi-egitim.com | http://www.bilgi-egitim.com/media İstanbul Bilgi Üniversitesi-BİLGİ
Eğitim, programlarında eğitmen,
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
İstanbul Bilgi Üniversitesi-BİLGİ
yapma hakkını saklı tutar.
İstanbul Bilgi Üniversitesi-Bilgi
Eğitim, programlarında eğitmen,
Türkiye’de Azınlıklar - Baskın Ermeniler - Rober Koptaş
Oran - 6 Nisan 2013
- 13 Nisan 2013
Rumlar - Elçin Macar - 20
Nisan 2013
Yahudiler - Rıfat Bali - 27
Nisan 2013
Süryaniler - Can Nacar
ve Yusuf Atuğ - 4 Mayıs
Sait Faik Sevgi Soysal
Ayfer Tunç
16 Şubat 2013
Karin Karakaşlı
23 Şubat 2013
9 Mart 2013
Murat Yalçın
Bilge Karasu
2013
İstanbul Bilgi Üniversitesi-Bilgi
Eğitim, programlarında eğitmen,
23 Mart 2013
Faruk Duman
Yaşar Kemal
30 Mart 2013
Sema Kaygusuz
Leyla Erbil
444 0 428 | www.bilgi.edu.tr cyberlaw.bilgi.edu.tr
İstanbul Bilgi Üniversitesi Dolapdere
İllüstrasyon:
Saat
Tarih
Gün
18.05.2013
Cumartesi
21.05.2013
Salı
ortaklığı ve Bilimkurgu Sanatları Derneği’nin İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Fantazya olağanüstü dünyalara kapı aralıyor. Hayal ile hazırlanan “Fantastik Sanatlar” eğitimi, kökeni olan mitolojiden, kültürlerin kurmanın özgürleştirici gücünden, fantazyanın fantezi ve olağan hayatlarımızı renklendiren içine işlemiş, dünyayı zenginleştiren uzman yaşadığımız dünyaya, konusunda yapıtlarından bahsediyor. İnsana ve çizgi sinemacılar ile edebiyattan sinemaya, yazarlar, araştırmacılar, çevirmen ve çerçevenin içinden bakıyor. romandan efsanelere, fantastik bir ile çok Yüzüklerin Efendisi ve Taht Oyunları Fantastik edebiyat, günümüzde en sanatçılar çok geniş bir yelpazeye yayılır. konuşulsa da, bu alanda kalem oynatmış periler kralı ile kraliçesinin birbirlerine Shakespeare, Bir Yaz Gecesi Rüyası’nda dev adlı eserinde, uyandığında kendisini oynadığı oyunları anlatır. Kafka, Değişim Rushdie, Samsa’yla tanıştırır bizleri. Salman bir böceğe dönüşmüş bulan Gregor ile içeren bir romanla, Gece Yarısı Çocukları ilk büyük başarısını fantastik öğeler katar. şeytanı alıp karakterlerinin arasına kazanmıştır. Goethe, Faust’ta, kurnaz da birçok eserinde kullanmıştır. Tüm kurtadamları ve hayaletleri Dumas, Alexander konuyu zenginleştiren, kendilerine sınırsız bu yazarlar fantazyayı işlemek istedikleri kucaklamışlardır. Program, fantazyanın özgürlük tanıyan bir anlatım biçimi olarak temanın oluşmadığına, her türlü konunun ve sadece hayallerden ve maceralardan olduğuna ışık tutmaktadır. biçimi anlatım bir güçlü işlenebileceği,
23.05.2013
Perşembe
1
25.05.2013
Cumartesi
5
28.05.2013
Salı
3
30.05.2013
Perşembe
3
01.06.2013
Cumartesi
5
04.06.2013
Salı
3
06.06.2013
Perşembe
3
08.06.2013
Cumartesi
3 2
ve Özgürlüklerin Güvence
İstanbul Bilgi Üniversitesi-BİLGİ
3 3
Prof. Dr. Sibel İnceoğlu Yrd. Doç. Dr. Oya Boyar Yrd. Doç. Dr. Ulaş Karan Prof. Dr. Osman Doğru Prof. Dr. Sibel İnceoğlu Prof. Dr. Sibel İnceoğlu
Adil Yargılanma Hakkı
Yrd. Doç. Dr. Ulaş Karan Dr. Gülay Arslan Öncü
Hakkı, Yakalama, Tutuklama Kişi Özgürlüğü ve Güvenliği ve Aile Yaşamına Saygı Hakkı Evlenme, Aile Kurma, Özel Yasallık İlkesi Mülkiyet Hakkı; Suçta ve Cezada
Yrd. Doç. Dr. Oya Boyar
Yrd. Doç. Dr. Lami Bertan Tokuzlu Eğitim Hakkı Din ve Vicdan Özgürlüğü; Yrd. Doç. Dr. Ulaş Karan Ayrımcılık Yasağı; İfade Özgürlüğü Seçim Yrd. Doç. Dr. Lami Bertan Tokuzlu - Sendikalar, Dernekler; Serbest Gösteri ve Örgütlenme Özgürlükleri Hakkı Prof. Dr. Osman Doğru Başvuru Usulü Anayasa Mahkemesi’ne Bireysel
Eğitim, programlarında eğitmen,
üsü tan Eğitim nbul Kamp Sürekli Uzak i santralista Üniversites İstanbul Bilgi
Bülent Somay Sevin Okyay
Efendisi’ne
Murat Mıhçıoğlu
Barış Müstecaplıoğlu - Doğu Yücel
Fantastik Edebiyat Yazım Atölyesi
Kutlukhan Kutlu
Fantastik Sinema
İstanbul Bilgi Üniversitesi-Bilgi Eğitim,
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
ve Borfin işbirliği ile İstanbul Bilgi Üniversitesi isteyen Sertifikalı eğitim programı, finansal okur yazarlığını geliştirmek Türkiye’de Araçları Analiz Yöntemleri” ve anlatıldığı bu eğitim programı, “Sermaye Piyasası Yatırım bir eğitim platformu ile karşılaşacak araçlarının ve analiz yöntemlerinin gerçekleştirilmektedir. Yatırım uygulamalarla teorinin desteklendiği uzaktan erişimle(Videolu eğitimlerle) Eğitim, Bu Eğitim programını alanlar, Analiz herkese hitap etmektedir. eğitimi bir arada almış olacaklar. Charts Pro, Fastweb Mali üzerine 10 farklı uygulamalı olarak kullanılacaktır: Active ilk defa sermaye piyasaları eğitim boyunca ücretsiz uygulamalı örneklerin yapıldığı dört farklı uzman analiz paketi Programı, eğitmenler tarafından tamamlanacaktır. yapılmaktadır. Eğitimde Veri Terminal (Yüzeysel) 3 ayda Analiz Platformu ve Matriks Eğitim süresi 128 saat olup, Programı, Stockeys Mali 3 ayda tamamlanacaktır. Eğitim süresi 128 saat olup, analiz paketleri olacaktır. yer alacaksınız. Sermaye sertifikalı katılımcıları arasında bir eğitim programının ilk NEDEN SPYAAY? hedefinize daha hızlı tırmanabileceksiniz. Türkiye’de ilk defa uygulanan ve analiz araçlarını kullanarak açıları bakış İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde araçlarını takip edebileceğiniz, alacaksınız. Bütün yatırım istiyorsanız, profesyonellerin bir eğitim programında yer piyasalarında kariyer yapmak uygulayarak eğitmenlere duayen isimlerin yer aldığı teorik bilgileri analiz paketlerinde Türkiye’de Sermaye piyasalarında kullanabileceksiniz. Derslerdeki olacaksınız. eğitim boyunca ücretsiz analizlerinizi yapabiliyor 4 uzman analist paketini tamamlandığında kendi En önemlisi de eğitim programı sorabileceksiniz. sorular 6- Analiz Yöntemleri Eğitimi 7- Vob Temel Düzey Eğitimi 8- Vadeli Piyasalar Eğitimi Eğitimi ve Hisse senedi 9- Opsiyon Piyasaları, Varantlar Temel Düzey Opsiyon Eğitimi, 10-Yatırımcı Psikolojisi Eğitimi
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
programlarında eğitmen, sunucu,
içerik, mekan, tarih değişiklikleri
| Her 7 Aralık 2013 16 Kasım – - 16.00 Saat: 13.00 hit Aköz Eğitmen: Müca
İstanbul Bilgi Üniversitesi-Bilgi
Eğitim, programlarında eğitmen,
4 Mayıs’ta başlayacak
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
• Nasıl kurtuluruz? • Pratik okumanın püf noktaları • 80/20 kuralı ve hızlı anlama • Okuma, göz ve beyin İlişkisi • Ritmik müzikle okumak İstanbul Bilgi Üniversitesi-BİLGİ
yapma hakkını saklı tutar.
www.bilgi-egitim.com www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim www.twitter.com/IBUbilgiEgitim www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com/ bilgiegitim@bilgi.edu.tr 0212 311 72 19
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
Ücret: 850 TL. (KDV dahil) ve mezunlarına % 20, Bilgi mensupları, öğrenci uygulanmaktadır. erken kayıtta % 10 indirim Taksit imkanı bulunmaktadır. İletişim: 0212 3117221 bilgiegitim@bilgi.edu.tr *Program, başlangıç seviyesindeki
BİLGİ Eğitim mları gra Sertifika Pro
dahil)
tamamlayan sınırlı sayıda öğrenciye,
BİLGİ Moda Tasarımı Lisans
Programı’nda farklı oranlarda
burs imkanı sağlanabilmektedir.
Eğitim, programlarında eğitmen,
zeminleri yaratmayı eğilimleriyle ilginç tartışma ihtiyacı duyduk. Bu sertifika karakterler taşıyan akım ve Türkçe şiir; birbirinden farklı olan bu şiiri yeniden ele alma Ömrü yüzyıla yaklaşan Modernetkileriyle neredeyse her on yıl ilginç değişimlere gebe gün ışığına çıkarmak. Bu yolla, Türkçe şiire ilişkin düşünsel Çünkü bugün Türkiye’de yer yer göz ardı edilen yüzlerini Toplumsal ortamın dolayımlı olarak da algılamak gerek. BİLGİ Eğitim bu sanata, sunumlar yoluyla Türkçe şiirin Türkçe şiire bir sahip çıkış programının ana hedefi, bu oluşturabilmek. Bu programı, geri plana çekilmekte. Ama, tüm bu tabloya rağmen, farklı dönemlere dair özel zayıflayıp, bağlamda yeni eleştirel zeminler ayak uyduramadığı ölçüde ısrarla sürdüren yedi önemli akademisyen veya araştırmacı şiir sanatı, tüketim kültürüne çıkıyor. Bu alanda çalışmalarını ayrıcalıklı bir biçimde sahip ufkunu biraz zenginleştirirse ne mutlu bize. şiir yaklaşımlarıyla izleyicilerin Veysel Öztürk - 16 Mart 2013 2013 Haydar Ergülen - 23 Mart Yahya Kemal ve Ahmet Haşim 2013 Modern Türkçe Şiirin Doğuşu: Mehmet Can Doğan - 30 Mart Kuşağı 2013 Nazım Hikmet Şiiri ve 1940 Mistik Eğilimler Yalçın Armağan - 6 Nisan Modern Şiirin Oluşumunda Mesut Varlık - 13 Nisan 2013 2013 Garip Şiiri Orhan Kahyaoğlu - 20 Nisan 2013 İkinci Yeni Şiiri Levent Yılmaz - 27 Nisan 1960- 1980 Modern Şiirde Farklı Açılımlar: hakkını saklı tutar. 1980 Sonrası Modern Şiir
Eğitim, programlarında eğitmen,
İstanbul Bilgi Üniversitesi-BİLGİ
Eğitim, programlarında eğitmen,
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
n Ster zasyoğ Tekn syen
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
Mayıs
– Ömer Albayrak – 25 Mayıs
- Varlığın Kendini Açması Olarak - Bir Muhalefet Biçimi Olarak
Sanat – Ömer Albayrak – 1 Haziran
Sanat –Ferda Keskin – 8 Haziran
- Yaratıcılıkla Delilik Arasında
Melankoli Deneyimi – Ferda
sunucu, içerik, mekan, Eğitim, programlarında eğitmen,
Keskin – 15 Haziran
tarih değişiklikleri yapma hakkını
saklı tutar.
yapma hakkını saklı tutar.
www.bilgi-egitim.com www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim www.twitter.com/IBUbilgiEgitim www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com/ bilgiegitim@bilgi.edu.tr 0212 311 72 20
www.bilgi-egitim.com www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim www.twitter.com/IBUbilgiEgitim www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com/ bilgiegitim@bilgi.edu.tr 0212 311 72 19
& University Proffesional Assocation Continuing Education
AL YET BURSA M OKULU YÖNET M
MEDYATDK M d
Ö
A
İstanbul Bilgi Üniversitesi-BİLGİ
Eğitim, programlarında eğitmen,
yapma
SERTİFİKA
ı (8 Hafta) Tarihleri Aras - 13:00 Aralık 2012 i 10:00 Her Cumartes ngül Sönmez Eğitmen: Seve na ve öğrenci,
dahil) TL (KDV ine, mezunları Ücret: 600 ına, öğrenciler BİLGİ mensuplar dahil) 450 TL (KDV
alanlarını, yeni başlayanlar için sektörün ve bu Programda yayıncılık sektörüne yayınevlerinde departmanları kitap ve süreli yayın basan çalışma biçimleri anlatılacaktır. aktarılacağı departmanların birlikte sürecinin tüm aşamalarının Bir kitabın / derginin oluşum konuklar: alanlarında uzmanlaşmış derslere yayıncılığın farklı Yönetmeni Üniversitesi Yayınları Yayın Fahri Aral, İstanbul Bilgi Yayınları Yayın Koordinatörü Aslıhan Dinç, Yapı Kredi Eda Çaça, AnatoliaLit Agency Yayınları Yayın Yönetmeni Raşit Çavaş, Yapı Kredi Emine Ayhan, Çevirmen Ar-ge Sorumlusu İhsan Sönmez, Timaş Yayınları Satış Pazarlama Müdürü Yayınları Özgür Akın, Yapı Kredi İstanbul Bilgi Üniversitesi-Bilgi
Eğitim, programlarında eğitmen,
lere
öğretmen
Sn T h
Hasta ğ Dan şman
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
m nden Mağara Res a s an es Rön
yapma hakkını saklı tutar.
gramları Sertifika Pro BİLGİ Eğitim
TP
NG L ZCES
Te ev zyon Okumak
Dz e n
n en ve e Tu k h Coug Un nbu B n
indirim Ücret: 450TLve Öğretmen indirimi, çalışanlarına %40 ve %20 Öğrenci si öğrenci mezun Bilgi Üniversite311 7219 İletişim: 0212
Nisan 2013
) artesi (6 Hafta | Her Cum 13.00 - 16.00
Eğitmen: Sönmez | Sevengül Koordinatör:
Özgür Akın
TL, KDV dahil), dahil) a %40 (270 TL (KDV TL, KDV dahil). ve mezunlarınKDV dahil), Ücret: 450 ktadır (315 ı, öğrenci (360 TL, uygulanma ere %20 BİLGİ mensuplar %30 indirim 311 72 19 öğretmenl Öğrenci ve | 0212 Birliği üyelerine ilgi.edu.tr Türkiye Yayıncılar dakuler@b İletişim: ceylan.yur
1. Hafta (9 Mart) Pazarlama Stratejileri Yayıncılıkta Pazarlama ve
ktadır.
uygulanma
Eğitim, programlarında eğitmen,
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
yapma hakkını saklı tutar.
YAZMA İ CESARET
PROGRAM Bakış (10 Kasım) 1. Ders: Sektöre Genel Bir (17 Kasım) 2. Ders: Kitap Yayıncılığı (1 Aralık) dünyada ve Türkiye’de durum 3. Ders: Korsan yayıncılık, Bakış (8 Aralık) 4. Ders: Yayınevlerine Yakın Genel Bakış (15 Aralık) 5. Ders: Hukuki Konulara (22 Aralık) çevirmen hakları, iyi çeviri 6. Ders: Çeviri, çevirmen, Giriş (29 Aralık) 7. Ders: Dijital Yayıncılığa Ocak 2013) (Dağıtım, Satış, Tanıtım) (5 8. Ders: Yayıncılıkta Pazarlama yapma hakkını saklı tutar.
www.bilgi-egitim.com • www.twitter.com/IBUbilgiEgitim www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim • bilgiegitim@bilgi.edu.tr www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com
i günleri Cumartes Nisan 2013 9 Şubat - 13 saatleri arası Kampüsü alistanbul 14:00 - 17:00 rsitesi santr Ünive usuz İstanbul Bilgi Eğitmen: Sema Kayg r ve Koordinatö KDV dahil) TL (3 taksit 720 TL (3 taksit KDV dahil) 810 dahil) TL (KDV .tr 700 TL (KDV Ücret: 800 Öğretmen bilgiegitim@bilgi.edu Öğrenci ve 311 7221 İletişim: 0212
dahil)
PROGRAM Yazınsal Anlayışlar Öykü Türünün Keşfi Kendini Tanımak… Buzdağı Tekniği
2. Hafta (16 Mart) Araçları ve Uygulamaları Yayıncılıkta Temel Pazarlama Yayın Grubu, Genel Yönetmen Konuk: Bülent Özükan, Boyut
4. Hafta (30 Mart) İletişim Fakültesi Dijital Çağda Pazarlama Saka, İstanbul Bilgi Üniversitesi, Konuk: Yard. Doç. Dr. Erkan Satışı 5. Hafta (6 Nisan) E-Kitap Satışı ve Online Kitap Kitap Satışı: Perakende Satış, Genel Müdür Yardımcısı Konuk: Betül Gümüş, D&R 6. Hafta (13 Nisan) Yaratmak ve Dağıtım Kitap Satışı 2: Satış Ekibi Punto Dağıtım Konuk: Kenan Kocatürk, İstanbul Bilgi Üniversitesi-Bilgi
Eğitim, programlarında eğitmen,
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
www.bilgi-egitim.com www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim www.twitter.com/IBUbilgiEgitim www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com/ bilgiegitim@bilgi.edu.tr 0212 311 7219
Sema Kaygusuz’un gözde isimlerinden biri olan Modern Türkçe Edebiyatın tutkunu, yazmayı seven ve yazarlık atölyesine edebiyat “Yazma Cesareti” yaratıcı 2013’te başlayacak atölye herkesi bekliyoruz. Şubat Düşürme, Tek Etki Kuramı yeteneğini geliştirmek isteyen keşfi, Buzdağı Tekniği, Gölge mekan, 10 hafta sürecek, Öykü türünün Grotesk metin ve grotesk özdeşim arasındaki farklar, Rastlantı, Empati, gözlem, başlıklar yer alacak. Özgünlük, Kâhin yazar vb. güzel öyküler rehberliğinde, meraklısı olarak, yazılmış en Birer yaratıcı okur ve yazı kurduğumuz ilişkiyi üzerine konuşarak, öykü türüyle türlü teknikler ve kuramlar öyküler yazacağız. derinleştirmeye çalışacak,
İstanbul Bilgi Üniversitesi-Bilgi
yapma hakkını saklı tutar.
k
9 Mart 2013 16 Mart 2013 Tarihin alternatifliği üzerine olarak mülakat ve sözlü tarih ve Yaklaşım olarak Sözlü gazetecilik ve belgesel filmi Sözlü tarih nedir? Metodoloji bilimlerin nitel araştırma yöntemi, Sözlü Tarih dedikleri-Sosyal 2013 Sözlü tarihin tarihi 23 Mart 1Ön hazırlık30 Mart 2013 Nisan 2013 2013 Sözlü tarih metodolojisi (pratiği) 2Alan çalışması (mülakatlar)6 haftada anlatılacaktır 13 Nisan 20 Nisan 2013 başlıkları altında sonraki üç Sözlü tarih metodolojisi (pratiği) 3Arşivleme ve değerlendirme ve pratiği üzerine genel değerlendirme Sözlü tarih metodolojisi (pratiği) bağlamında sözlü tarih teorisi tarih ve aile tarihi ile ilişkisi Genel Değerlendirme-Yerel
A YAYINCILIKTA VE SATIŞ PAZARLAM 9 Mart - 13
ar Yarat c Yaz Tekn k er
20 Nisan 2013 09 Mart Bilmez ör: Bülent Koordinat
10 Eylül 2013
Planı Hazırlama 3. Hafta (23 Mart) Konular, Pazarlama ve Tanıtım Pazarlamada Tamamlayıcı Konuk: Grup7 İletişim Danışmanlığı
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
m Y Yö m
www.bilgi-egitim.com www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim www.twitter.com/IBUbilgiEgitim www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com/ bilgiegitim@bilgi.edu.tr 0212 311 72 19
Programları m Sertifika BİLGİ Eğiti
A YAYINCILIĞ GİRİŞ PROGRAMI
dahil)
P A
D
www.bilgi-egitim.com www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim www.twitter.com/IBUbilgiEgitim www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com/ bilgiegitim@bilgi.edu.tr 0212 311 72 21
saat)
yapma hakkını saklı tutar.
Eğitim, programlarında eğitmen,
(KDV dahil)
Ayrımsızlığı – Kaan Atalay -11
– Kaan Atalay – 18 Mayıs
Somay n—Bülent Mesut Varlık ! ya da Eleştirme Babandır ülent Somay, 00 - Oedipus Şairin Dîvânı—B i: 13.00-16. Divanı ile Mesut Varlık Cumartes 00 - Freud’un • 18 Mayıs ülent Somay, i: 13.00-16. Dili Belası—B Cumartes esut Varlık 00 - Şairin • 25 Mayıs Baba!—M i: 13.00-16. Ettin Beni Cumartes 00 – Hadım • 1 Haziran i: 13.00-16. Cumartes • 8 Haziran
İstanbul Bilgi Üniversitesi-Bilgi
10 Kasım-29
www.bilgi-egitim.com www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim www.twitter.com/IBUbilgiEgitim www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com/ bilgiegitim@bilgi.edu.tr 0212 311 72 20
- Platon’da Sanat ve Cehalet
nedir? okur muydu? anlar mı? nın bize faydası ile şairin Freud şiir psikanalizden lir mi? “Divan”ı olarak kullanma Freud’un yöntemi Eleştirmenler ile anlaşabi hikâyesi, eleştirisi yaklaşarak, edilişinin z. edebiyat odağında Şairler, Oedipus a çıkacağı analizi bir rına “dil” Bir dilin “hadım” l bir yolculuğrı Psiko-kültürel ve eleştiri kavramla odaklanacağız. şiir birlikte düşünse takılanla Psikanaliz, “olası” ilişkileremakus talihi ile değil; aklımıza arasındaki Oedipus’un bildiklerimizi “Dîvân”ı şiire vedası, ken, “zaten” “baba”nın karmaşık böylesine Mevzular konuşacağız...
yapma hakkını saklı tutar.
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
- Pre-Sokratik Felsefede Bilim-Sanat
İstanbul Bilgi Üniversitesi-BİLGİ
İstanbul Bilgi Üniversitesi-Bilgi
11.00 - 14.00 Cumartesi
: 280 TL
- Özne ve Tin Bağlamında Sanat
Yurdakuler Kayıt: Ceylan 7219 311 Tel. +90 212 er@bilgi.edu.tr ceylan.yurdakulm.com www.bilgi-egiti
alan çalışması, (belgesel film, gazete röportajı, tarih’, Türkiye’de bulunan her türlü çalışmaya seksi bir kavram olarak ‘sözlü gördüğü için, içinde mülakat isim olarak karşımıza çıkan Son yıllarda büyük rağbet dizisinin başında, sözlü tarihin gözlem, vs.) verilen cazip sınırlı kalmıştır. Bu seminer metodolojik) derinlemesine görüşme, katılımcı başlanmış, ancak oldukça ancak aslen (ideolojik ve başından itibaren çalışılmaya olduğu tartışmaları bağlamında, tarih olma iddialarının akademik düzeyde 1990’ların çıkan çalışmaların (sözlü ve ‘tamamlayıcı kaynak arayışı’ kadar ‘sözlü tarih’ adıyla ortaya bu açıklıktan sonra, ne olduğu, bir yandan ‘metodoloji’ anlatılacaktır. Ardından, bugüne Kavramsal ve kuramsal düzeydeki arşivleme ve alternatifliği üzerinde durularak veya tasnifi üzerinde durulacaktır. (mülakatlar), karşısındaki konumlanışı ön hazırlık, alan çalışması tartışılması değil) bir birleri metodolojisi (pratiği) ise, tarih ve aile tarihi ile ilişkisi özetlenecektir. Sözlü tarihin sözlü tarih çalışmaların yerel sözlü tarihin dünyadaki tarihi anlatılacaktır. Seminerin sonunda, altında sonraki üç haftada değerlendirme başlıkları bir değerlendirme yapılacaktır. üzerinde durulacak ve genel
IKTA YAYINCIL ANLAR FARKLI AL| Gelecek
Eğitim, programlarında eğitmen,
| Her Haziran 2013
çalışanları dahil) mezun ve TL (KDV si öğrenci, Ücret: 450 Üniversite (KDV dahil) ilgi.edu.tr er: 360 TL İstanbul Bilgi dakuler@b öğretmenl ceylan.yur Öğrenci ve 311 7219 İletişim: 0212
rı: 175TL ve çalışanla TL Ücret: 360 tesi öğrenci, mezun 245 TL Bilgi Üniversi öğretmenler:bilgiegitim@bilgi.edu.tr Öğrenci ve 311 7219 | İletişim: 0212
• • • • • • •
Programları m Sertifika BİLGİ Eğiti
İstanbul Bilgi Üniversitesi-Bilgi
11 Mayıs-15
yapma hakkını saklı tutar.
TEORİ VE E PRATİĞİ İL İH R SÖZLÜ TA
Erken Kayı
Sanat Yayıncılığı, Digital Yayıncılık, Yeni alanlar...
ında n tarihleri aras ve 22-26 Nisa 15-18 Nisan .00 saat 18.00-21 toplam 8 gün , Her gün 3 saat püsü Kam Dolapdere
ve Bilgi, Güzel tiğinde İyinin Diyalek Yaratıcılık
NELERDİR? VASIFLARI EDİTÖRÜN İŞ YAPAR, KİMDİR, NE 1. DERS: EDİTÖR Mart) EDİTÖR (16 (9 Mart) YAPIMCI OLARAK Mart) 2. DERS: BİR KİTAP (23 ÜRETİM OLARAK 3. DERS: KÜLTÜREL Mart) KİTAP (30 TARİH İÇİNDE 4. DERS: SOSYAL VE TARTIŞMA (6 Nisan) DİA GÖSTERİSİ NE UMABİLİRİZ? BİR KİTAPTAN 5. DERS: GÜZEL (13 Nisan) GÖRME BİÇİMLERİ VE ELEŞTİRİ PERSPEKTİF, 6. DERS: KİTAP DENEME / YORUM / / ELEŞTİRİ Nisan) KİTAP (20 BİÇİM OLARAK Nisan) 7. DERS: BİR KİTAP (27 MALİYET OLARAK 8. DERS: BİR
Haziran 2013 18 Mayıs - 8 - 16.00 Cumartesi 13.00
www.bilgi-egitim.com www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim www.twitter.com/IBUbilgiEgitim www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com/ bilgiegitim@bilgi.edu.tr 0212 311 72 21
2013 5 - 6 Ekimt Son Tarih:
Program: Yöntemler/ Sorunlar/ Gelecek Çeviri Yayıncılığı, Çocuk Yayıncılığı, Edebiyat Yayıncılığı, Sosyal Bilimler Yayıncılığı, Yayıncılığı), Akademik Yayıncılık (Üniversite
yapma hakkını saklı tutar.
Hals. (27 Nisan)
yapma hakkını saklı tutar.
Sanat ve Hakikat
m
KÜLTÜREL ER N NCELEMEL HAR TAS
OKULU EDEB YAT AR
www.bilgi-egitim.com www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim www.twitter.com/IBUbilgiEgitim www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com/ bilgiegitim@bilgi.edu.tr 0212 311 72 19
katılacağı program, yayıncılığa Alanlarında uzman yayıncıların için kaçırılmaması ve yaklaşmak isteyenler geniş bir açıdan bakmak sunacaktır. gereken bir öğrenme olanağı
le, omics Gerner-Beuer Dr. Carsten School of Econ urer London Senior Lect ) Science (LSE and Political
• Sağ beyinle okumak Alıştırmaları • Donanımımızı Geliştirme ve konsantrasyon • Zihni okumaya hazırlama • Anlama konusunda ustalık • NLP tekniklerinin kullanılması yönergeler • Günlük alıştırmalar için • Bilinçaltı davranışı tanımak • Belleğinizden yararlanmak konsantrasyonla okumak • Yüksek motivasyon ve • Okuma gelişiminin değerlendirilmesi
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
www.bilgi-egitim.com www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim www.twitter.com/IBUbilgiEgitim www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com/ bilgiegitim@bilgi.edu.tr 0212 311 72 21
gramı Sertifika Pro
a Programları Eğitim Sertifik
yapma hakkını saklı tutar.
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
zincir bilincini ve kullanımını ilkelere dayalı bir soğuk sağlam bilimsel ve teknik anlaşılmasını teşvik etmektir. Programının temel amacı, altında yatan temel ilkelerin Soğuk Zincir Yönetimi Eğitim uygulanması ve yönetimi ve soğuk nakliyatçılığın artırmak, soğuk zincirinin organize edecek, ve Zincir Yönetimi Çalıştayını Yönetimi konusunda Soğuk Türkiye’de, Soğuk Zincir Soğuk Zincir Sanayi Uzmanları, aşağıda belirtilen unsurları gerçekleştirecektir: çalışması, yürütecektir. Bu atölye kalitesini arttırarak, kayıpları azaltarak ve ürün vitrini, katılımcılara konularında sunulacak olan teknolojiler takdir kazanmalarını sağlayacaktır. Modern uygulamalar ve ve kalite standartları için (katılımcıların) yenilik, güvenlik içeren, teknik eğitim programlarının transferi ve eğitim modelleri işleme, soğuk kurgulanan, yenilikçi teknoloji gıda güvenliği, hasat sonrası Programa, sanayinin liderliğinde bununla sınırlı kalmayarak, Üniversite, ve mikrobiyoloji, ve taşımacılık ilkeleri konularında endüstri ve lojistik geliştirilmesi ve uygulanması, entegre korunmasında etkili depoları, soğuk zincirinin zincir yönetimi, soğuk hava dahil olacaktır. uzmanlarından sunumlar
geçmişten bir sektör olarak yayıncılık, Sürekli değişen ve gelişen yanı sıra dünyada değerler/ alışkanlıkların bugüne taşıdığı ortak ilgileniyor. Türkiye’de olup bitenlerle de yakından yeni programında amacımız alanlarda Yayıncılık Okulu’nun bu yakından bakmak, kimi tartışmak. yürütülen yayıncılık faaliyetlerine ve gelecekte neler olacağını neler yapıldığını, değişimleri
Eğitim, programlarında eğitmen,
Programları
Z, PSİKANAŞLİ İRİ ŞİİR, ELE T
i (7 hafta) | Her Cumartes Nisan 2013 (KDV dahil) dahil) na 175 TL TL. (KDV dahil) çalışanları 16 Mart - 27 Ücret: 350 TL (KDV mezun ve lere 245 .tr BİLGİ öğrenci, öğretmen @bilgi.edu re 210 TL, - 16.00 bilgiegitim Öğrencile 311 7221 aoğlu Saat: 13.00 İletişim: 0212 Orhan Kahy Koordinatör: sürdürüyor.
ve fikirlerini karşı tarafa kendi konseptlerini, kabiliyetlerini ortaya Portfolyosu’nda tasarımcının da öğrencilerin bu hedefe yönelik bir portfolyo Gerçek hayatta bir Moda nasıl bir süreç sonucu Bu eğitim kapsamında çıkartıldığını, yaratıcı fikirlerin oluşturulur, renkler ve sunabilmesi hedeflenmektedir. koleksiyonların nasıl ortaya nasıl tasarımlar yapılır ve briefler moda illüstrasyonları koyabilmeleri amaçlanır. Öğrenciler nelerdir, ürünün hitap ettiği kitleye yönelik çıkarmanın temel teknikleri üretim teknikleri hakkında ortaya çıktığını öğrenecekler, bazı nasıl ilişkilendirilir, drapajın, kalıp tekstil malzemeleri tasarımla gibi konuların yanı sıra portfolyo hazırlama süreci ve şekilde sunulacağına dair fikir bir ve moda çizimleri nasıl yapılır olarak, hazırladıkları portfolyonun nasıl profesyonel Son da bilgi sahibi olacaklardır. yakalayacaklardır. bir bilgi birikimi ile katılma imkânı sahibi olacaklardır. BİLGİ yetenek sınavlarına belirli olacaktır. Programı tamamlayan öğrenciler yanı sıra kısa sureli ve uzatılmış çeşitli atölyeler lisans programlarına başvurmak Bu program kapsamında derslerinyurtiçi ve yurtdışında moda tasarımı eğitimi veren Programı tamamlayan öğrenciler olacaklardır. hazırlıyor üzere nitelikli bir portfolyo
İstanbul Bilgi Üniversitesi-BİLGİ
rkçe Şiire Modern Tü kmak Yeniden Ba
Tracy
TL (KDV
İstanbul Bilgi Üniversitesi-BİLGİ
www.bilgi-egitim.com www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim www.twitter.com/IBUbilgiEgitim www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com/ bilgiegitim@bilgi.edu.tr 0212 311 72 19
dahil) %20 indirim. TL (KDV çalışanlarına Fiyat: 250 mezun ve Bilgi öğrenci,İndirimi: %20 11 Ekim 2013 Erken Kayıt Kayıt Tarihi: Son Erken
rına: 360
Altın Çağı: Rembrandt, Vermeer, Sorunu ve Hollanda Resminin Rönesans’ta “Gerçeği Taklit” Ayrıntılar ve Barok. (4 Mayıs) Modern’in ayak sesleri. (11 Mayıs) Akademiler ve Düşmanları: Sürrealizm. (18 Mayıs) Fauvizm, Kübizm, Dada ve (25 Mayıs) Modern Müzesi’nde yapılacaktır). Türkiye’de Modern Sanat (İstanbul
yapma hakkını saklı tutar.
yapma hakkını saklı tutar.
BİLGİ
re Ha Üniversitele
*Programı üstün başarıyla
İstanbul Bilgi Üniversitesi-BİLGİ
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
www.bilgi-egitim.com www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim www.twitter.com/IBUbilgiEgitim www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com/ bilgiegitim@bilgi.edu.tr 0212 311 72 21
www.bilgi-egitim.com www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim www.twitter.com/IBUbilgiEgitim www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com/ bilgiegitim@bilgi.edu.tr 0212 311 72 19
rımı Moda Tasa mı zırlık Progra
TL (KDV
katılımcılara yöneliktir.
Eğitim, programlarında eğitmen,
yapma hakkını saklı tutar.
kçe Şiir Modern Tür
Ücret: 12.000
n hareketle kavramında bir editörlük bakış getirmeyi Geniş tanımlı dışında bir ve kitaplara alışılmışın çalışmasında eleştirel bu atölye rilecek. amaçlayan ı gerçekleşti bir ders uygulamas tartışmacı üzerinden ış farklı kitaplar sı, bir la, yayımlanm Katılımcılar in saptanma örneklerin ve bir kitabın hata ve kusur hazırlama kapak yazısı rilmesi gibi kitaba arka projelendi kitabın maliyet olarak yapımının atölyede bir rın yapılacağı bazı uygulamala yakından bakılacak. ın hepsine üretim aşamaların
Çarşamba günleri 19.00-21.00 Cumartesi günleri 10.30-12.30 Eğitmen: Elisabeth Bundsen Yer: santralistanbul kampüsü
2013 (1. Gün) 16 - 17 Kasım : 09.30 - 17.00 (2. Gün) Modül 01-05 : 09.30 - 16.00 Modül 06-10
ve mezunla dahil) arı, öğrenci TL (KDV esi mensupl Ücret: 600 dahil), Üniversit 480 TL (KDV (KDV dahil) İstanbul Bilgi öğretmenlere:üyelerine: 420 TL i.edu.tr Öğrenci ve r Birliği tim@bilg | bilgi-egi Türkiye Yayıncıla 311 7220 İletişim: 0212
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
TIRMALI KARŞILAŞ ŞİRKETLER HUKUKU
dahil) TL. (KDV Ücret: 250 ına %20 indirim. @bilgi.edu.tr bilgiegitim BİLGİ mensuplar 311 7220 İletişim: 0212
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
ına % 40, dahil) çalışanlar TL. (KDV aktadır. mezun ve Ücret: 450 rı, öğrenci, 20 indirim uygulanm u.tr lere % BİLGİ mensupla @bilgi.ed öğretmen Öğrenci ve 311 7221 bilgiegitim İletişim: 0212
Program arka plan 1. hafta: Tarihsel ve biyografik 2. hafta: İlk dönem öyküleri romanlar 3. hafta: Romansı öyküler / bileşik 4. hafta: Röportajlar 5. hafta: Yazılar, söyleşiler 6. hafta: Kayıp Aranıyor 7. hafta: Son dönem öyküleri
TL, KDV dahil), dahil) na % 40 (390 aktadır. TL (KDV ve mezunları KDV dahil), Ücret: 700 indirim uygulanm ı, öğrenci (520 TL, TL, KDV dahil) lere % 20 BİLGİ mensuplar % 30 (490 öğretmen öğrenci ve Birliği üyelerinedakuler@bilgi.edu.tr ceylan.yur Türkiye Yayıncılar 311 7219 İletişim: 0212
hafta)
gramı Eğitim Pro
(8 Hafta, üçer Aralık 2013 26 Ekim -14 Sönmez Sevengül EĞİTMEN:
Eğitim, programlarında eğitmen,
Eğitim, programlarında eğitmen,
Mayıs 2013 27 Nisan - 25 Yılmaz Dr. Levent Eğitmen: Prof.
dahil)
www.bilgi-egitim.com www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim www.twitter.com/IBUbilgiEgitim www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com/ bilgiegitim@bilgi.edu.tr 0212 311 72 21
(4 hafta) Cumartesi
değerlendirilmesi • Mevcut okuma alışkanlığınızın sonucunda neleri değiştirmiş • Hedef belirleme (Bu seminerin olmak istersiniz?) • Hızlı Okuma Teknikleri • Okuma frenleri nelerdir?
Seven Koordinatör:
4 Mayıs-5 Haziran 2013 (5
www.bilgi-egitim.com www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim www.twitter.com/IBUbilgiEgitim www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com/ bilgiegitim@bilgi.edu.tr 0212 311 72 20
| Sorunlar Yöntemler
İstanbul Bilgi Üniversitesi-Bilgi
yapma hakkını saklı tutar.
zlı Okuma Anlayarak Hı itimi Teknikleri Eğ
Nisan 2013 9 Mart - 27 Sökmen eni: Semih 10.00 - 13.00 gül Sönmez | Atölye Eğitm
yapma hakkını saklı tutar.
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
stratejilerine sahip olacaklar.
yapma hakkını saklı tutar.
VE “KİTAPLAR ” EDİTÖRLÜK İ ES ATÖLY
i ir Yönetim Soğuk Zinc
Eğitim, programlarında eğitmen,
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
İçerik
Sertifika BİLGİ Eğitim
Programları m Sertifika BİLGİ Eğiti
İstanbul Bilgi Üniversitesi-Bilgi
Eğitim, programlarında eğitmen,
Sait Faik’in doruktaki isimlerinden 20. yüzyıl öykücülüğünün hazırlanan bu seminerde yazarın ölümünün altmışıncı yılı yaklaşırken tavrının günümüzdeki anlamı eşitlikçi, doğacı, radikal-hümanist yazarın çok sayıda öyküsünün değerlendirilecektir. Seminerde diğer yapıtları, içine doğduğu ve yanı sıra romanları, röportajları felsefe, psikoloji, siyaset, ekonomi, toplumsal bağlam, biyografi, ele alınacak, ileri okumalar edebiyat kuramı gibi perspektiflerden için altyapı kazanılacaktır.
kullandığımız Teknikleri ile ilkokuldan itibaren önemlidir. Anlayarak Hızlı Okuma daha iyi anlayarak okuma alışkanlıkları ile daha hızlı ve hızla ulaşma ve öğrenme çok Günümüzde istediğimiz bilgiyekurtulma hedeflenmiştir. Bunların yerini alacak yeni okuma teknikleri ile yanlış okuma alışkanlıklarından hızlı okumalarını, bilinçaltı öğrenme frenlerinden kurtulup anlayarak mümkün olacaktır. okumaya neden olan okuma Bu eğitim ile katılımcıların yavaş amaçlıyoruz. öğrendiklerini kolayca uygulayabilmelerini
yatırımcı sunumunu modeline dönüştürmeye, kavramaktan, iş fikrini iş yeni bir bakış açısı girişimcililiğin esaslarını ve Girişimcilik kavramına Girişimcilik Eğitimi Programımız, kurmaya uzanan bir pusula olma niteleğini taşıyor, network stratejilerini oluşurmaktan, güçlü bir hedeflerine yönelik iş ağı başta olmak üzere girişimcilerin ve Dünya’dan gerçek örneklerle ele alıyoruz. getiriyor. geliştirmek ve iş dünyası Türkiye Sonuç odaklı etkin iş ilişkilerini olduğumuz bu programda, Girişimcilik kavramını sunuyoruz. tasarlama vizyonuyla hazırlamış esaslarını anlama sürecinde 360 derece bakış açısı programımızda uygulamalarla Ayrıca, katılımcıya, girişimciliğin İş Fikri, İş Planı ve İş Modeli oluşturmanın püf noktaları bildirim alma fırsatını bulacaklar. geri bilinen hazırlayacak, sunacak, ve ve Tanınma Girişimin omurgası olarak eğitim sürecinde sunumlarını Networking, Tanışma, Tanıştırma iletişim kurma detaylandırılıyor. Katılımcılar, nesil kazanma süreçlerinde yani çevre oluşturma ve yeni iş geliştirme ve müşteri program süresince etkili Yatırımcı bulma, ekip kurma, önem taşımaktadır. Katılımcılar Sanatı girişimciler için hayati
i (8 Hafta) | Her Cumartes
İstanbul Bilgi Üniversitesi-Bilgi
Eğitim, programlarında eğitmen,
www.bilgi-egitim.com www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim www.twitter.com/IBUbilgiEgitim www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com/ bilgiegitim@bilgi.edu.tr | 0212 311 6375 0 212 311 72 20 | 0212 311 6464
rd Eğitmen: Richa
-22.00 Nisan 2013 mbe 19.00 -16.30 | Perşe Kampüsü
dahil) TL (KDV Ücret: 1750 311 72 16 İletişim: 0212 .edu.tr yil@bilgi hande.ak
yapma hakkını saklı tutar.
arası
- 12 Aralık 2013 str: 30 Eylül 2014 Birinci Söme - 24 Nisan ) str: 6 Ocak 09.00-13.00 İkinci Söme Perşembe (PazartesiHafta içi 4 gün
aktadır.
uygulanm (KDV dahil) %20 indirim Ücret: 4050TL ve öğrencilerine 6464 | 0212 311 6375 | 0212 311 BİLGİ mensubu 311 72 20 İletişim: 0212 .edu.tr bilgiegitim@bilgi
Yatırım Araçları Diğer Sermaye Piyasası 1- Menkul Kıymetler ve Eğitimi Temel Düzey Eğitimi ve Özel Sektör Tahvilleri 2- Sabit Getirili Menkul Kıymetler 3-Temel Analiz Eğitimi Yöntemleri Eğitimi 4-Teknik Analizin Temel Analiz Mum Grafiklerle Teknik 5-Teknik Analiz Eğitimi-
Yiğit Değer Bengi
Çevirisi: Harry Potter’dan Yüzüklerin
Çizgi Roman Atölyesi
Kaydınızı bir an önce yaptırın, dersleri kaçırmayın.
BİLGİ ÖĞRENCİ KONSEYİ
ım asası Yatır Sermaye Piy z Yöntemleri ali Araçları An
Eğitim, programlarında eğitmen,
Türkiye’de Fantastik Edebiyat
280 TL
biçimine özgü gramer ve anlatım özellikleri, bu anlatım tamamen kendine özgü içsel Novel’ diye adlandırdığımız modern çizgi-romanın gelişimi, ve potansiyel) ilişkisi, ‘Graphic Çizgi-Roman’ın tarihçesi, doğrudan ve dolaylı (güncel ödüller kazanmış ve çizgi-roman semiotik temeli, diğer disiplinlerle Pulitzer ödülü dahil çeşitli vokabülerinin öğretilmesi, sonrası) ikon yaratıcıların tarihsel, psikolojik ve sosyolojik ve buna önayak olan (1980 ve ayrıca kültürel, politik, biçimin aslında bir ‘akım’ olduğu sırasında öğrendiğimiz temeller kabul edilen eserlerinin kurs dünyasında ‘kanon’ olarak
İstanbul Bilgi Üniversitesi-Bilgi
10.00 nbul Cumartesi i santralista Üniversites İstanbul Bilgi
????????????????? ????????????? ??????????? ??????????????? ??????????? ????????? ???????????? ??????????????
Kasım 2013
www.bilgi-egitim.com www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim www.twitter.com/IBUbilgiEgitim www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com/ bilgiegitim@bilgi.edu.tr 0212 311 72 21
yapma hakkını saklı tutar.
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
Programları m Sertifika BİLGİ Eğiti
İstanbul Bilgi Üniversitesi-Bilgi
Fantastik Edebiyat
Eğitim, programlarında eğitmen,
Birleşik Amerika ve kurum olan bir sınavdır. rı ve geçerliliği 7000’e yakın üniversite uygulanan Doktora Programla dünyada bir çok ülkede Lisans ve üzere tüm dünyada rı, Yüksek belirlemek olmak üzere Programla Dil seviyesini , Kanada başta erin Hazırlık ), IELTS İngilizce Avustralya (Listening de ünviersitel İngiltere, Dinleme ir. Türkiye’de Devletleri, IELTS sınavı kabul görmekted geçerlidir. uygulanan oluşur. belgesi tarafından ında IELTS iki farklı modülde dört bölümden ş olup, başvurular olmak üzere ) olmak üzere hazırlanmı a (Speaking Eğitim (GT) şeklinde bir program ayrılmış olup, programd (AC) ve Genel (Writing) ve Konuşma Akademik ve 40 saatlik , Yazma bir dilim ve sınav teknik Kursu 8 hafta beceriye 10 saatlik si hedeflenmekte en az Okuma (Reading) Modül IELTS geliştirilme tır. Her bir isteyen bireylerin Akademik Dil Becerileri programa katılmak olarak planlanmış zda açılan gün) Akademik 2 ın x Kurumumu nedenle, saat katılımcılar saat (2,5 aktadır. Bu haftada 5 4 temel beceride olarak amaçlanm , sınav merkezleriri belirtilen sı temel başvurular tedir. yukarıda materyalle in kazanılma gerekmek (sınav tarihleri, a tüm ders ve stratejilerinDüzey Üstü) olmaları arına ilişkin kapsamınd kurs a uygulamal sınavı B1+, B2 (Orta r. Programd verilecekti a ayrıca IELTS tarafından katılımcılar dahilinde de kurs eğitmeni Program tır. hizmetleri sağlanacak gibi) rehberlik olarak a ücretsiz katılımcılar
İstanbul Bilgi Üniversitesi-Bilgi
İstanbul Bilgi Üniversitesi-Bilgi
Altay Öktem
Hayal Kurmak Özgürleştirir Fantazya ve Düşünce Özgürlüğü: Fantazyanın Kökenindeki Dil: Mitoloji
dahil) m@bilgi.e TL (KDV Ücret: 450 311 72 19 - bilgi-egiti İletişim: 0212
Rejimi
yapma hakkını saklı tutar.
Eğitimi Girişimcilik
EĞİTMEN KADROSU alanında başarılı olmaları iş hayatında Uluslararası Finans Finansal İngilizce Sertifika Programımız, eğitim programıdır. Programımızın edinmelerini sağlayacak bir için katılımcıların dil becerileri Sertifikası sınavına hazırlamak Uluslararası Finans İngilizcesi müfredatı, katılımcıları Cambridge katılımcılar Cambridge Uluslararası ve 60 saatlik program sonunda alma üzere hazırlanmıştır. 10 hafta geçerliliği olan bu sertifikayı sınavına girerek uluslararası Finans İngilizcesi Sertifikası (ICFE) bilgisi şansı elde edeceklerdir. olan, orta üst seviye İngilizce dil kriterlerine göre B2 seviye Programa katılmak için Avrupa sınavı yapılmaktadır. program öncesi dil seviye tespit gereklidir, bunun için adaylara
du.tr
Kullanılması; Hakkın ve Yetkinin Kötüye Devletin Pozitif Yükümlülükleri; Alma Rejimi Hak ve Özgürlükleri Askıya Yasağı Yaşam Hakkı; Zorla Çalıştırma Yasağı İşkence ve Kötü Muamele Etkili Başvuru Hakkı
3
içerik, mekan, tarih değişiklikleri
çalışanları: mezun ve TL i öğrenci, Ücret: 450 Üniversites .tr er: 360 TL İstanbul Bilgi @bilgi.edu öğretmenl Öğrenci ve 311 7221 bilgiegitim İletişim: 0212
çerçeveler içinde, tartışılması...
dahil) TL (KDV du.tr Ücret: 800 er@bilgi.e İletişim: tugce.tum
175 TL, üyelerine dahil) TL TL (KDV TL, FABİSAD çalışanlarına 175 Ücret: 350 TL, öğretmen 245 mezun ve Öğrenci 210 Üniversitesi öğrenci rkkam@bilgi.edu.tr İstanbul Bilgi 311 7221 - gulbike.be İletişim: 0212
5 Ekim - 30
(KDV : 300 TL dahil) çalışanları TL (KDV mezun ve Ücret: 500 si öğrenci, (KDV dahil) er: 400 TL @bilgi.edu.tr Bilgi Üniversite öğretmenl bilgi-egitim Öğrenci ve 311 7221 İletişim: 0212
www.bilgi-egitim.com www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim www.twitter.com/IBUbilgiEgitim www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com/ bilgiegitim@bilgi.edu.tr 0212 311 72 21
8 Mart - 20
-13.00 artesi 10.00
| Cum üsü nbul Kamp i santralista Üniversites ertem İstanbul Bilgi Süha Oğuz Eğitmen: Dr.
Gündüz
- 16.00 tesi 13.00 n 2013 | Cumar lı 08 Hazira Adana 04 MayısMehmet Emin l Kampüsü Eğitmen: Gazi santralistanbu
yapma hakkını saklı tutar.
SERTİF
Sınavı: Kampüsü Seviye Tespit Dolapdere Üniversitesi, İstanbul Bilgi
Konu İHAS - Anayasa İlişkisi; Hak
3
programlarında eğitmen, sunucu,
Çizer: Ergün
| info@bilgi.edu.tr
k 2014 leri 2013 - 3 Ocaeri 18.30-21.00 saat 12 Kasım embe günl Salı ve Perş 1 Kasım 2013
Eğitimci
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
12. Uzlaşmayı Ölçmek 13. İlişki Ölçümleri
kullanılacaktır.
Ünive İstanbul Bilgi r Eğitmen: Koordinatö
Ünivers m İstanbul Bilgi Gülbike Berkka Koordinatör:
İsveççe
/ Bilgi için Ulaş Karan ulas.karan@bilgi.edu.tr
araştırmalarında Bu program akademik ve endüstriyel isteyen sağlık sektörü istatistiksel araçları kullanmak olan Ciddi araştırmalar için gerekli profesyonellerini hedef alır. SPSS uygulaması kullanılarak bütün temel istatistiksel araçlar teorik altyapı oluşturulacak, anlatılacaktır. İhtiyaç olan düzeyde üzerinde olacaktır. Dersler ancak asıl vurgu uygulamalar akademik dergilerinden ilerledikçe, farklı sahaların önemli uygulama pratiği açısından seçilen yayınlanmış makaleler
ı -21.00 Aras üsü mbe 19.00 dere Kamp Salı ve Perşe rsitesi Dolap
BİLGİ Eğitim’in programı başlıyor.
Bilgi mensuplarına %20 indirim
dahil)
Ertaç Altınöz
sü -16.00 istanbul Kampü Saat: 13.00 itesi santral
16 Şuba
dersler günü saat 18.00-21.00, diğer
KURSU
Kampüsü
ÇİZGİ ROMAN Üniversitesi İstanbul Bilgi
1. Medikal Verinin Doğası 2. Describing Data Çıkarım Yapmak 3. Örneklemlerde Popülasyonlara: Tahmin Etmek - Güven Aralığı Kavramı 4. Tek bir Popülasyon Parametresini Farkı Tahmin Etmek 5. İki Popülasyon Parametresi Arasındaki Oranlarını Tahmin etmek 6. İki Popülasyonun Parametrelerinin Sınamak. Arasındaki Farka Dair Hipotezleri 7. İki Popülasyonun Parametreleri Oranına Dair Hipotezleri Sınamak. 8. İki Popülasyonun Parametrelerinin The Chi-Squared Test Equality of Population Proportions: 9. Testing Hypotheses About the Testi Dair Hipotezleri Sınamak - Ki-Kare 10. Popülasyon Oranlarının Eşitliğine Ölçmek 11. İki Değişken Arasındaki Birlikteliği
n Rönesans’taSanat’a Kavramsal
arı
Programl
PROGRAM İÇERİĞİ
L FİNANSA CE İZ İLPR İNGİKA OGRAMI
Hallå!
Katılacak eğitimciler: Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi - Prof. Dr. Sibel İnceoğlu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi - Prof. Dr. Osman Doğru, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Fakültesi - Yrd. Doç. Dr. Oya Boyar, Marmara İstanbul Bilgi Üniversitesi Hukuk - Yrd. Doç. Dr. Lami Bertan Tokuzlu, Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi - Yrd. Doç. Dr. Ulaş Karan, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi - Dr. Gülay Arslan Öncü, İstanbul
Kayıt için (0212) 311 7220 bilgiegitim@bilgi.edu.tr
Eğitim, programlarında eğitmen,
i Sanat Tarih
m Sertifika
BİLGİ Eğiti
www.bilgi-egitim.com www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim twitter.com/IBU_BilgiEgitim www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com/ bilgiegitim@bilgi.edu.tr 0212 311 72 19
SA i (7 hafta) ASTİK FANT | Her Cumartes t-30 Mart 2013
ANAYASA MAHKEMESİ’NE BİREYSEL BAŞVURU HAKKI SERTİFİKA PROGRAMI 18 Mayıs-8 Haziran 2013 Cumartesi: 10.00 - 16.00/17.00 Salı, Perşembe günleri: 18.30-21.20
dahil) a %40 TL (KDV aktır. ve mezunların Ücret: 800 ı, öğrenci indirim uygulanac ere %20 BİLGİ mensuplar öğretmenl öğrenci ve 311 7220 İletişim: 0212
İstanbul Bilgi Üniversitesi-Bilgi Eğitim,
İstanbul Bilgi Üniversitesi-BİLGİ
yapma hakkını saklı tutar.
gramları Sertifika Pro BİLGİ Eğitim NATLAR
yapma hakkını saklı tutar.
www.bilgi-egitim.com www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim www.twitter.com/IBUbilgiEgitim www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com/ bilgiegitim@bilgi.edu.tr 0212 311 72 21
üsü nbul Kamp i santralista Üniversites İstanbul Bilgi Doç. Uğur Özdemir Eğitmen: Yrd.
Programları m Sertifika BİLGİ Eğiti
- oktayonay@gmail.com Ayrıntılı bilgi için: meldao@bilgi.edu.tr Kayıt: 0212 311 7220 bilgiegitim@bilgi.edu.tr
6 Nisan 2013
Murat Belge
Oğuz Atay
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
Katılım Ücreti: 1450 TL (KDV
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
www.bilgi-egitim.com www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim www.twitter.com/IBUbilgiEgitim www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com/ bilgiegitim@bilgi.edu.tr 0212 311 72 19
SANLI’nın dersi Çarşamba sürecek olup, Dr. Kerem Cem Sertifika programı 14 hafta saatleri arasında yapılacaktır. Cumartesi günleri saat 09.00-18.00
16 Mart 2013
Sevengül Sönmez
Sabahattin Ali
3 Kasım 2012 Başlangıç: arası 0 saatleri 10.00-16.0
Kampüsü
(KDV dahil)
için bir yol haritası ve onu geliştirip, gerçekleştirmek Bir belgesel film fikri olan bir aşamaya getirmiş olup tamamlamak için desteğe bir çalışma olacağı arayan ya da projesini belli bir programdır. Pratiğe yönelik ihtiyaç duyanlar için hazırlanmışsürdürülebilmesi için sınırlı sayıda katılım alınacaktır. getirilmesi hedeflendiğinden ve derslerin elverişli bir şekilde projelerin belli bir aşamaya 12 haftalık programın sonundave kurgu bilgisine sahip olmaları gerekmektedir. katılımcıların temel kamera
yapma hakkını saklı tutar.
yeni nesil iletişim baş döndürücü gelişmesi, elektronik haberleşme sektörünün gelmesi ve büyümesini ve Teknoloji Hukuku Enstitüsü, olarak daha rekabetçi hale İstanbul Bilgi Üniversitesi Bilişim “Elektronik haberleşme sektörünün global veren şirketler, elektronik bireyler açısından önem taşıyan teknolojileri, bu alanda hizmet hizmetlerin alıcısı durumundaki zamanda elektronik haberleşme doğrudan etkileyen ve aynı bu alanda bir Sertifika Programı başlatmıştır. şirketleri, bilişim şirketleri, ve Rekabet Hukuku” konulu Haberleşme Regülasyonları veren GSM operatörleri, Telekomünikasyon haberleşme sektöründe hizmet Sertifika programı elektronik tasarlanmıştır. için, programa katılan ve bilişimcilere yönelik olarak paralel olarak yürütüleceği çalışan hukukçular, ekonomistler Lisans Programındaki derslere olanakları mevcuttur. ve Teknoloji Hukuku Yüksek lisans dersi olarak kabul ettirme Sertifika Programı, Bilişim durumunda bu dersleri yüksek Lisans yapmak istemeleri adayların daha sonra Yüksek
2 Mart 2013
Behçet Çelik
Vüs’at O. Bener
alistanbul
ramları Sertifika Prog BİLGİ Eğitim
- 11 Mayıs 2013
(Y)Ezidiler - Amed Gökçen
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
2. Başkanı Sayın Sayın Dr. Tayfun ACERER, Kurul ve İletişim Kutumu (BTK) Başkanı Dr. Kerem Cem SANLI Eğitmenler: Bilgi Teknolojileri Üniversitemiz Öğretim Üyesi Üyesi Sayın İhsan KULALI ve Dr. Ayhan BEYDOĞAN ve Kurul aşağıda yer alan dersleri vereceklerdir. Dönem Öğretim Elemanı Güz Ders Adı Dr. Tayfun Acarer ID Güz Sistemleri Altyapıları İhsan Kulalı İletişim (Telekomünikasyon) Dr. T. Ayhan Beydoğan+ Dr. ITL 510 Güz ve Rekabet I Elektronik Haberleşme Düzenlemeleri Yrd. Doç. Dr. Kerem Cem Sanlı ITL 525 Bahar Genel Esasları Dr. Tayfun Acarer LAW 513 Rekabet Hukukunun Bahar İçinde Yayıncılık Hizmeti Türleri İhsan Kulalı Dr. T. Ayhan Beydoğan+ Dr. ITL 536 Bilişim Sistemleri Bahar Düzenlemeleri ve Rekabet II Yrd. Doç. Dr. Kerem Cem Sanlı ITL 530 Elektronik Haberleşme Hukuku Rekabet Uygulamalı 606 LAW
TL), na %40 (270 aktadır. dahil) TL (KDV i ve mezunları uygulanm Ücret: 450 ı, öğrenciler (360 TL) indirim .tr lere %20 BİLGİ mensuplar @bilgi.edu öğretmen bilgiegitim öğrenci ve 311 72 21 İletişim: 0212
- 13.00
ı: 450 TL
ile birlikte dahil) ruhunuz TL (KDV aynı i ve mezunları aklınız ve Ücret: 990 bu program ı, öğrenciler bedeniniz, ilgi.edu.tr ile tanışarak, çıkarmayı hedefleyen BİLGİ mensuplar dahil). dakuler@b değil, bale KDV ızı ortaya sanatçı ve dahil etmek (792 TL TL. 311 72 19 - ceylan.yur duyumların Balesi’nde riyle el bale hayatına uyum ve estetik Opera ve İletişim: 0212 egzersizle sizi profesyon . ır. Yaratıcılık, İstanbul Devlet kapsayan ısınma verecektir a amacımız, izi sağlamakt ile İzmir ve temel pozisyonu Bu programd ğinizi keşfetmen ri ile de tanışma fırsatı Oktay Keresteci Piroutte balede beş zenginlikle ve eğitmen bale devam edecektir.dahilinde yer alacaktır. eğitimler, neler yapabilece ği derslerle iç dünyanızınve Balesi’nde sanatçı vereceği 8 haftalık i de program programımızda, öğrenilen ın zamanda, inin öğretilece Opera Borovalı’n dönüş hareketler , de dahil olduğu İstanbul Devlet Burcu (Sürmeli) ve temel bacak hareketler zıplama ve in yapan gereği katılımcılar rin ardından, tekniklerin eğitiminin tekniklerin eğitmenlik çalışması egzersizle . koreografi doğru duruş için yapılan pique turns gibi temel yapılacak başlayıp, ı yapacaktır n artırılması derste chaines, tir. Son ı dans çalışmasın Vücut esnekliğini dönüşler, tour çalışma fırsatı da olacaktır. ve deneyecek n yaratacağ e köşeden kendilerini üzerlerind hazırlığı, türlerini izleyecek tekrarı, ve farklı dans özgü bir müzikle, adımlarının boyunca , kendilerine r, program i kullanarak Katılımcıla bale tekniklerin öğrendiği
PROGRAMI SERTİFİKA
üsü 6 Nisan nbul Kamp i santralista Üniversites LU İstanbul Bilgi KAHYAOĞ ör: Orhan Koordinat
k 2012 - Bitiş: 8 Aralı
i santr Üniversites İstanbul Bilgi r Pelin Esme Eğitmen: çalışanlar dahil) mezun ve TL (KDV Ücret: 750 esi öğrenci, Üniversit (KDV dahil) İstanbul Bilgi ler: 600 TL edu.tr öğretmen im@bilgi. bilgi-egit Öğrenci ve 311 7219 | İletişim: 0212
(BİYO İST
aktadır
E HABERLEŞM ELEKTRONİK ONLARI ve REGÜLASY REKABET
-13.00 2013 | 10.00
dönemi edebiyatçı - yazarı Cumhuriyet Günümüzün sekiz önemli altına alıyor. sekiz ünlü ustasını mercek Modern Türkçe Edebiyat’ın edebiyatımızın gözde isimleri. Dersleri verecek olan yazarlar edebiyatçısının genel edebiyat Dolayısıyla program günümüz yazarla gözlemlerini, önemsedikleri Bu eğilimleri yanında; bireysel yanlarını da ön plana çıkartacak. duygu bağlarını ve sezgici yaklaşımlarını ilginin yanında, eleştirel usta yazarlara gösterdikleri sekiz usta getirecekler. Konu olan dil, da gerektiğinde gündeme Türkçe edebiyatımıza, kurdukları yazarımıza gelince; bunlar, Bu ünlü yenilik kazandıran isimler. katkı ve üslup ve anlatımda birçok edebiyatçılarının getireceği yazarların eserlerine günümüz olası değil. yorumları merak etmemek
si | 10.00
Her Cumarte
RSİTESİ BİLGİ ÜNİVE ENSTİTÜSÜ İSTANBUL İ HUKUKU TEKNOLOJ BİLİŞİM ve
OKULU: EDEBİYAT ILAR EDEBİYATÇ ILARI ANLATIYOR TÇ İYA EB ED 16 Şubat -
ım 2013 Ekim - 30 Kas
uygulanm na %20 indirim
www.bilgi-egitim.com www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim www.twitter.com/IBUbilgiEgitim www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com/ bilgiegitim@bilgi.edu.tr 0212 311 72 19
www.bilgi-egitim.com www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim www.twitter.com/IBUbilgiEgitim www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com/ bilgiegitim@bilgi.edu.tr 0212 311 72 20
(4 hafta) Cumartesi
Eğitim, programlarında eğitmen,
5
-12.00 2013 artesi 10.00 15 Haziran 0 Her Cum 24 Nisan a 19.00-21.0 Her Çarşamb a 4 saat üsü saat, haftad nbul Kamp Toplam 32 steci i santralista Oktay Kere Üniversites eli Borovalı, İstanbul Bilgi : Burcu Sürm Eğitmenler
na 270 TL, dahil) TL (KDV i ve mezunları Ücret: 450 ı, öğrenciler TL ilgi.edu.tr lere 360 BİLGİ mensuplar dakuler@b öğretmen ceylan.yur öğrenci ve 311 72 19 İletişim: 0212
• Poliçeleşme süreçleri • Sigorta işlemlerinin muhasebesi
Bilgiler • Acente Kuruluşu İle İlgili Genel Modeli • Acente Yatırımında Kazanç • Ticari ve Hukuki Yükümlülükler
0 13.00-16.0 Cumartesi
Her üsü Mayıs 2013 nbul Kamp i santralista Üniversites İstanbul Bilgi Kahyaoğlu ör: Orhan Koordinat
6 Nisan - 11
MEDİKAL STİK İSTATİAT İSTİK)
SİNEMA BELGESEL ATÖLYESİ
Eğitim, programlarında eğitmen,
sunucu, içerik, mekan, tarih değişiklikleri
www.bilgi-egitim.com www.facebook.com/ibu.bilgi.egitim www.twitter.com/IBUbilgiEgitim www.ibu-bilgiegitim.blogspot.com/ bilgiegitim@bil
Aydınlanma Anı Gölge Düşürme Tek Etki Kuramı ılık… Rastlantı-Nedensellik-İnandırıc Farklar Empati, Gözlem, Özdeşim Arasındaki Grotesk Metin, Grotesk Mekan Özgünlük, Aşkın Özgünlük Kahin Yazar
yapma hakkını saklı tutar.
YÖNET M STRATEJ K
TANP N YEN DEN OKUMAK
Zihin ve Hafıza
OKULU EDEB YAT O
FILE
DETAILS
Birbirine benzeyen şeylere karşı astronomik ebatlarda ilgisizlik duymak, herhangi birini ayrıntılarda dahi farklılık aramaya yöneltebiliyor. Ancak İlkbahar–Yaz 2014’ün durumu da içinde olduğumuz Sonbahar sezonundan pek farklı değil: Markalar, insanların zürafalardan ayrıldığı gibi ayrışamıyor. Hatta ilham perileri el ele gezebiliyorlar bazen tasarım mutfaklarında. Konserve trendlere sağlık! Kıyafetlerin her sene bizden bir önceki taksiye binmesine de çoktan alıştık, değil mi? Eh, bu durumda top artık “bon appétit” diye karşılama yapan üreticilerde.
versace
jason wu
giorgio armani
céline
hazırlayan müjde metin
ÇİZGİ CUMHURİYETİ Piero Dorazio, Molto a Punta tablosunu tanımlarken, karakter ve nitelikle yüzleşmekteki en ikna edici faktörün, renklerin çizgilerle yarattığı derinlik oluşundan bahsetmişti. Hani bir hanedanın bayrağıymış gibi... Prada, İlkbahar-Yaz 2011 koleksiyonunu enine çizgiler -ve muzlarla- kaplamıştı. Sonra, geçtiğimiz yaz için hazırladığı koleksiyonda, Factory ilhamıyla Marc Jacobs devraldı bayrağı. Hatta hatırlarsınız, Jamie Bochert’in giydiği dikine parıltılı çizgilerle dolu olan tulum, her tasarımcının “Bunu ben niye akıl edemedim?” diyor olabileceği şeklinde yorumlanmıştı. Hedi Slimane ise İlkbahar-Yaz 2014 koleksiyonunda o tulumu alıyor ve etek takım olarak punk Saint Laurent diliyle baştan tasarlıyor. XOXO The Mag
alexander wang
saint laurent
gucci
givenchy
BLUE, BLUE, BLUE Geceyle gündüz arasındaki denge durumunda mavi hep ton değiştirir. Hava karanlıktır ama günün doğduğunu hissedersin, o dakikalarda lacivert kaplamıştır gökyüzünü. Mavi, siyahtan doğarken, yıldızlar bir önceki sezon defileleri gibi söner. Kozmik boşluktakinin aksine sönen yıldızlar, moda dünyasının tekerrür rüzgarına kapılıp yeniden yanabilir. Böylesi sert geçişlerde denge nasıl kurulur? Pavel Kuznetsov’un mavileri zamanla Stephan Huber’in ışığa dönüştürdüğü heykellere evrilebildiyse, elbet her renk modayla arasındaki dengeyi günü geldiğinde kuracaktır. Şimdi sıra, ilk olarak İlkbahar – Yaz 2014 erkek tasarımlarıyla kendini belli eden mavinin, kadın koleksiyonlarında da her tonuyla hakkını aramasında.
lanvin
giorgio armani
chanel
céline
chanel
stella mccartney
ralph lauren
céline
ÇIFIT ÇARŞISI Kocaman bileklikler ve her şekle giren değişik çantalar için yapılan ilk çağrı! Önümüzdeki yaz için minimalizmden sıkılan tasarımlar göze çarpıyor. Geometriyle -hatta çöp poşetleriyle- yolu kesişen çantalara kalın bileklikler eşlik ediyor. Alber Elbaz, “Özgürlüğün lüks olduğunu, lüksün de özgürlük olduğunu düşünüyorum.” demeciyle, sateni ve poşet çantaları neden aynı look’ta kullandığının ipucunu veriyor olabilir. Görüntüde araya çöp poşeti imajı karışsa da, bize doğru el sallayan saten silüetler buzdolabından yeni çıkmışçasına taze gözüküyor. Yatırımını karışıklıktan yana kullanarak özgürlüğünü vurgulamayı amaçlayan bu tipik tabloyu artık ‘semi-hippie’ diye adlandırmanın vakti gelmedi mi?
emilio pucci
dolge&gabbana
burberry
balmain
BOLD Céline’in 80’ler sonu hissi veren grafik dolu tasarımlarında, dikkatini geleceğe doğru toplayan bir detay vardı; güneş gözlükleri. Sanki, George Michael’ın Freedom şarkısı arka plandayken, Tony Viramontes illüstrasyonlarının canlanmış halini Steven Klein görüntülüyor gibiydi. Chanel’de de vizörlü gözlüklerin gölgesinde 90’ları hatırlatan stiller saklanıyordu. Uzun lafın kısası, her kıyafeti anında farklı bir tarafa çekebilen güneş gözlüklerinin misyonu önümüzdeki yaz daha fütüristik. Eh malum, bilim kurgu bir kenarda dursun, her ne kadar geçmişe saygı duyup değer versek de, planlarımızı hep daha iyiye taşıyabileceğimiz adreslere doğru yöneliyoruz. Çünkü malumunuz, gelecek, gelmekten vazgeçmiyor.
Belting Point Christian Dior’la özdeşleşen belde kemer takıntısı, bu sezon aksesuarların ivmeli podyum çıkartmasıyla aramıza dönüyor. Hoş geldin hazırlıklarına vakitlice başlayabilirsiniz. Dolce ve Stefano’nun kalbi hala -aslında hiç ayrılamadıkları- Sicilya’da atıyor; Balmain kemerlerdeki ince ayrıntılara karşı hassasiyetine devam ediyor. Defilelerde ayakkabı topukları durmadan mimarisini farklılaştırırken, kemerlerin de yaratıcılıklarını kısıtlaması mümkün olamazdı zaten. Podyumların her tekstil firmasına miras bıraktığı zımbaların yerini, önümüzdeki yaz büyük kemerler alır mı? Muhtemeldir, çünkü Patti Smith’den Sophia Loren’e rota çevirecek kadar radikal (?) bir moda dünyasında evriliyoruz. Her neyse, vive la différence! 77
dior
dolge&gabbana
balmain
alexande wang
FILE
proenza schouler
céline
altuzarra
3.1 phillip lim
PLIÉ, CHASSÉ, JETÉ “Kumaştır, katlanır” diye olası bir terzi mottosu var mıdır acaba? Issey Miyake istedi ve geri döndüler diyebileceğimiz pliler, ceket tasarımlarına kadar ilerlemiş durumda. İlerleme, güney, kuzey, doğu ve batı hatlarında durmadan devam edeceğe de benziyor. “Softly tailored” manşetlerinin geçmesiyle başladı bu sert drape türevi; zamanla, bünyesi ve yapısı itibarıyla sahip olduğu duruşun gücünü mimarlara dahi kabul ettirdi. Enteresandır ki akordeona benzeyen neşeli profiline ciddiyetini aksettirmeyi de başardı. Brooklyn Museum’da birkaç sene önce sergilenen plili dev mantar heykelleri düşününce, pli çılgınlığına kapılıp, defiledeki dekorlar da öyle olsaymış keşke denebiliyor. En azından biz içimizden geçirdik.
SPORT REFERENCES Sporun bedenimiz üzerindeki işlevselliği, bazı durumlarda görselliğin gerisinde kalabiliyor. Neyse ki geride bıraktığımız sezonda spor kıyafetlerin alter ego olmaktan çıkıp bünyelerde baş köşeye kurulmasıyla beraber, spor sütyenleri de blazer’ların içine enjekte etmeye alıştık. Devam. Defilelerden sokağa sızabilmeyi başarmış durumlardan olan bu sportif tavır, Marc Jacobs’ı New Wave akımına döndürüp -zaten hayli farkında olduğumuz- “ben o farklı olan gencim” cümlesini söyletiyor; farklılıkları hiçbir anlam kaygısı taşımadan birleştirerek komünist geçmişini yad etmesi için Miuccia Prada’ya yardım ediyor. Prada’nın hayatın her alanında şut çekebilecek gang’inin ilhamı da Richard Lindner’dan besleniyor. XOXO The Mag
marni
marc by marc jacobs
prada
emilio pucci
FİZAN YOLCUSU Marc Jacobs, yeni koleksiyonu için “İlkbahar-Yaz klişesini istemiyordum, Viktoryen bir elbise ve Birkenstock’larıyla işe gidebilen kızlar hakkında olmasını istedim” diyor. Klişeleri küçük parçalarına ayırıp yeni denklemlerde birleştiren Marc’ın ilhamı karşısında bir İtalyan heyecanıyla ‘Çok yaşa’ nidalarına boğulmanız olası. Podyumlara gelince, bu özgürlüğü vurgulamanın ana yolu hippie püsküllerinden geçiyor olmalı. Salaşlığı çok isteseler de podyuma ancak bir noktaya kadar taşıyabilen tasarımlarda, etnik detaylar o bağımsız ruhun marka elçilerine dönüşüyor. Bu ufak nüanslarla kimliğini belirginleştiren özgür tasarımcılar arasında 3.1 Phillip Lim, Céline, Altuzarra ve Proenza Schouler var.
INTERVIEW/ART
MURAT AKAGÜNDÜZ
Resmin En Yalın Hali
İstanbul’da kışı hissettiren bir sonbahar gününde, Murat’ın stüdyosunun berrak ışığı insanın içini ısıtıyor. Kendisiyle son dönemdeki video üretimlerini konuşarak başladığımız sohbetimiz farklı coğrafyalara, onların barındırdığı katmanlı zamanlara, denizlere uzanıyor. İçinden geçmekte olduğumuz dönemde de Hafriyat örneği üzerinden geleneğe, geleneksele bakışını merakla dinliyoruz. röportaj elif kamışlı fotoğraf yalım kartal
XOXO The Mag
Cehennem-Cennet sergi görüntüsü, 2012, Fotoğraf: Coşkun Aşar. Sanatçı ve Galeri Manâ’nın izniyle.
13. İstanbul Bienali’ni ziyaret edenler tablolarının yanı sıra “Akıntı” adlı yeni bir video çalışmanla da karşılaştı. Bu vesileyle bize “Akıntı” ve geçtiğimiz yıl izlenen “Cehennem-Cennet” videolarından bahsedebilir misin? “Cehennem-Cennet” videosu, Yurt-Anadolu projesindeki resimlere ilave olarak yaptığım ve oradaki göçmen, yabanıl kuşlarla Anadolu’nun daha kökensel mitolojilerinde mevcut bir sembolik eşleştirmeyi denediğim bir video enstalasyonuydu. Biraz örtük de olsa Türkiye’de Cumhuriyet sonrası sentezlemeci sanat (Batı’nın biçimsel anlayışına kendi folklorik öğelerimizi ekleyerek oluşan bir tür melez sanat) fikrinin uzantısı olan resimlerde, buraya özgü folklorik diye tabir edeceğimiz her şeyin içinde, duvar süslemelerinde, türkülerde, edebiyatta bir tür paganik öğe olarak kuş imgesi mevcuttu. Bu imgeyi bugüne ilişkin teknolojiye karşılık gelebilecek televizyon nesnesinin içinde ve bakana bakan vaziyette konumlamayı seçtim. Böylelikle resimlerle beraber, Anadolu’da neolitiğin bitmekte olduğu ve sanayileşmeyi modernleşme için bir formül gibi düşünen toplumlarda, formül işlememiş de olsa yaşanan dönüşümü ve bunun yarattığı edilgenliğe dair bir psikolojiyi kurmak istemiştim. Kuş gözlerinin yanında bir de Fırat Nehri’nin baş aşağı akan bir görüntüsü vardı. Orada, nehrin üzerindeki eski bir köprünün ayaklarının birinden çıkan suyun oluşturduğu kabarcığı çekmiştim. Bir coğrafyanın saflığına insanın müdahalesiyle suyun akışına yön verilmesi, kuşların gözlerinde ifade bulan edilgenlik benim için önemliydi. Fakat Gezi olaylarından sonra o edilgenliği düşüncemden uzaklaştırmam gerekti; çünkü talepkar ve sisteme karşı istediği şeyin arayışında olan bir kitleden artık bahsedebiliyoruz. Anadolu’nun da o kadar edilgen olduğunu düşünmüyorum. Farklılıklarını ve özgürlüklerini fark eden bir toplumun kendini tanımlarken bir parça ayrıştığını görüyorum ve bu da beni Fırat Nehri üzerinde yaptığım ikinci video çalışmama götürüyor.
Karkamış) dolunayın yansımalarını çektim. Aslında bu benim açımdan bir tür birleştirilmiş dijital resim ve son dönem resimlerimde görülen ışığın kendisiyle olan ilişkinin de en yalın hali. Ay görüntülerinde her ne kadar monoteist dinlerin etkisi çok kuvvetli olsa da, paganik etkinin gücünü de hissediyorsun; bu belleksel bir durum ve buna dair düşünmeyi seviyorum. Bir de görüntülenmiş su birikintilerinin suni göletler oluşu var alt metinde. Baraj projeleri belki mimarinin modernizm içindeki en yüksek noktalarından; hem çevreye inanılmaz büyük etkileri var, hem de görsel bir belleğin farklılaşmasını da temsil ediyorlar. Düşünsene tarihler boyu insanların kırsal olarak baktığı düzlüklerde artık su kayağı yapan birilerini görüyoruz. Bütün bunları düşünerek, biraz da gezme ihtiyacımın içinden doğan bir durumla ikinci video işimi de yapmış oldum. Son dönemde video üretimine ağırlık verdin. Videonun sana sağladığı olanaklardan, bu tercihinin nedenlerinden bahsedebilir misin? Ben aslında ressamım ve resimle düşünmeyi seviyorum; ama resmin karşıma çıkardığı bir takım sorunları ya da olanakları farklı bir zeminde düşünmeyi ve onlar arasında bağlar kurmayı da önemsiyorum. Kendi içimde analog ve dijital görüntüler arasında birbirleriyle konuşan durumlar yaratmaya çalışıyorum. Bu, adını tam koyamadığım dijital görüntünün resimsel bir imgeye dönüşebilirliğini de barındırıyor. Yani izlediğim bir filmin, okuduğum bir kitabın etkisi muhtemelen bende bir imge oluyor ve resmin içinde mevcut bulunuyor. Bunların arasındaki geçişkenlik üzerine de düşünüyorum. Peki videoların resim üretimini de besliyor diyebilir miyiz? Emin değilim. Ben imge resmi yaptığımı düşünüyorum ve bunun dijital karşılığını da araştırmak istiyorum. Videolarımda bir hikaye yok; durağan görüntülerde yöneldiğim detayları önemsiyorum. İnsan ve doğa arasında doğrudan ya da dolaylı şekilde kurulan ilişkiler, bunlar arasındaki farklar ve paralellikler ilgimi çekiyor ve bu alanın üzerine düşünmek hoşuma gidiyor.
“Akıntı”da nehir üzerindeki baraj göllerinde çekim yaptın, değil mi? Evet, en büyük beş baraj gölünde (Keban, Uzunçayır, Atatürk, Birecik ve 81
Resimlerine dönmek istiyorum. İlk olarak Ankara serisinde malzeme olarak seçtiğin reçineyi, son dönemdeki önemli eser grubun Yurt-Anadolu serisinde de görüyoruz. Reçinenin ışıkla olan ilişkisi bir hafiflik hissini de beraberinde getiriyor. Tarihsel bir ağırlığı olan bu mekanları resmetmek için neden reçineyi seçtin? Resimlerimde bir tür izlenim kullanmaya çalışıyorum. Reçinenin kendi doğasından gelen saydamlığı ve akışkanlığı ile izleyiciye resmin yüzeyini, katlarını göstermek hoşuma gidiyor. Yani bu malzemeyle tamamen açık ve kendini her şeyiyle ele veren bir yapı kuruyorum. Ayrıca reçine gibi çok eski dönemlere ait bir resim malzemesini tekrar kullanmak; resme dair sorguladığım çok temel sorunlarla, ontoloji ile, temel kavramların kendisiyle ilişki kurmamı sağlıyor. Ankara sergisinde, benim için Ankara imgesini bir tür yapıbozuma uğratma söz konusuydu. Sergiyi sanki birkaç ressam birlikte yapmışlar gibi bir his olsun istedim ve neyi nasıl istiyorsam öyle boyadım. Daha evvel zift gibi şeylerle resim yapmıştım, ama doğal bir malzeme olarak reçineyi ilk defa orada denedim. Reçinenin kırsal bölgelerde eklem ağrılarına iyi geldiğine inanıldığını, bir iyileştirici yanı olduğunu da duymuştum. Ankara resimlerinde biraz da şifa olsun gibi malzemenin böyle bir esprisini de kullanmak istedim. Peki Cumhuriyet Halk Partisi’nin görevlendirmesiyle 50’ye yakın ressamın 1938-1943 arasında Anadolu’yu resmetmek üzere yaptığı Yurt Gezileri’ne referans veren “Yurt-Anadolu” serisini biraz anlatabilir misin? Yurt Gezileri sonrasında o dönemin sentezlemeci sanat fikriyle yapılmış resimlere bir atıfta bulunuyor; reçinenin kendi yalınlığıyla, ilkel özelliğini kullanarak yeniden bir manzaraya bakıyorum. Bu geziler sonrasında üretilen resimlerin içeriksel ya da niteliksel nedenlerden büyük çoğunluğu kaybolmuş; burada tercih edilmiş bir belleksizlik var. Keşke o resimler kaybolmasaydı da, insanların neye nasıl baktığını görebiliyor olsaydık. Bu seride çalışırken böyle bir belleksizliğin yerini dolduran o dönemki ressam kimliğinin üstlendiği rolle de biraz ilişkiye girmeye çalışan bir bakışım vardı. Anadolu’da yaptığım bütün o gezilerin sonrasında billurlaşıp, hafızamda yer etmiş olan mekanların resimlerini boyamak istedim. Onlar da harika coğrafyaların içinde bir yere seçilerek yerleştirilmiş yapılar oldular; Şeytan Kalesi, Danak, Deyrulzafaran gibi... Bunlar bir topografyanın uzantısı olarak tasarlanmış ve çevresiyle form olarak müthiş bir hukuk geliştirmiş mimariler; insanın doğayla kurduğu ilişkideki tercihlerini görebildiğim önemli olgulara dönüştüler. Resimlerinde bellekle nasıl ilişki kuruyorsun? Cumhuriyet dönemi Yurt Gezileri’nde bir misyonla gidilen, görülen Anadolu ve yapılan resimler belleğimin bir yerinde duruyor. Bir de resmi tarih dışında bilmekte olduğum bir Anadolu var. Burada farklı belleklerin birbirine karışmasıyla ilgili bir durum var aslında. Bu yüzden de psikolojilerinde bir ağırlık taşıdıklarını düşünüyorum. Ben de tüm bu bilgiyle bir manzaraya bakmayı seçiyorum. Bir de benim için İstanbul dışına çıkmak aslında bir ihtiyaç gibi de doğuyor. Döndüğümdeyse artık aynı yerden bakamıyorum; bir şeyler değişmiş oluyor. Bu kültürel kimlikle, değişen sembollerle ve onların taşıdığı anlamlarla, bir bellekle ilişkiye geçmenin olanaklarının arayışı gibi de. Gezilerim, o anlamda beni çok besliyor; neredeyse zamansız bir evreye çıkartıyor ve daha yalın bakabiliyorum. Kavramlarla düşünebilmek, biraz bulunduğun zemini de tarif edebilmekle ilgili bana kalırsa; resim de bunları düşünmemde bana yardımcı oluyor elbette. Bu manzaraları resmederken, Anadolu’da hiç bulunmamış izleyicilerine o coğrafyaya dair vermek istediğin bir şey oluyor mu? O coğrafyanın kendine ait bir ışığı ve o ışığın da taşıdığı bir duygu var; bence bunu paylaşabilirler. Kent ya da Anadolu manzaraları... En başta manzarayı kendine
konu seçme sebebin nedir? Hafriyat olarak, Mimar Sinan mezunu olan 4-5 ressam ve zamanla hızla çoğalan bir sanat grubu iken Mimar Sinan’ın Türkiye sanatında güçlü bir belirleyiciliği olduğunun farkındaydık ve orada mevcut olan sentezlemeci yaklaşımın dışında bir özgürlük alanı arayışındaydık. Sahicilikle ilişki kurmak istiyorduk. Resmin içindeki sahicilik de, senin sosyal çevren, baktığın ve gördüğün yer tabii ki, ve onlar da Türkiye’de yaşadığımız bölgelerin değişiyor olan halleri. Bugün kamusal alanın kendisine çok konu ettiği şeyin kendisini biz 1990’ların ortalarında konumuz yapmıştık: Mahallelilik özelliğinin yitirilmesi, kentsel dönüşümler, liberalleşmeyle beraber çevrenin hızla değişen halleri, onun sosyal hayatta çatıştığı alanlar, Gazi Mahallesi ve olayları, oradaki mimariyle sosyal hukukun ya da hukuksuzluğun gerilimli alanları... Hafriyat’ın akademiden taşınan geleneksel form ya da akılcılık anlayışını yapıbozuma uğratmak istediğini düşünüyorum. Elbette benim yaşam alanlarım da gitgide çemberini genişletti. Dolayısıyla, resimlerim kendi sosyal çevremden, onun mimarisinden ve sosyolojisinden daha ontolojik olana, toplumsal bellek ve kendi belleğimin çakıştığı alanlara yöneldi. Aslında peyzaj yapma ihtiyacım da bunun içinden doğdu. Onlara insansız figürler demeyi tercih ediyorum; çünkü insan görünmese de içinde insanı barındırdığını düşünüyorum. Bu manzaralarla resimlerim yalınlaşsın ve onların içinden cümleler oluşsun istedim. Bu coğrafyalarda, kentlerde üst üste yığılan ve soluksuz geçirdiğimiz bir zamandan başka bir zaman anlayışını hissettim ve öylelikle insanın kökeniyle ilişki kurabildiğim bir alan doğdu. Ankara serisinde olduğu gibi kenti anlatan resimlerinde gayriihtiyari tarihsel bir kayıt da tutuluyor sanki? Bu yönüyle bakmadım; çünkü bu kaçınılmaz bir durum. Belki sadece Park Otel için söylediğine katılabilirim. Resmi yaparken onun öyle kalmayacağını biliyordum. Nitekim ben resimlediğimde üzerinde dokuz kat vardı, sonra onlar yıkıldı otopark oldu, ardından rezidans yapıldı, şimdi tekrar bir ilaveler yapılıyor. Tek bir obje bile yıllar içerisinde sürekli değişiyor, hızla tarih oluyor. Bu da kentteki zaman anlayışının karşılığı. Başka bir deyişle kente sirayet eden zaman fikrini belki çevremizdeki mimari kuruyor. Bir ya da iki senede bir şey eskiyebilir mi? Böyle bir zaman döngüsü içindeyiz; belirlenmiş zamanlar, belirlenmiş gündemler, belirlenmiş hayatlar... Kent bunu dayatıyor ve ondan sonra doğal olarak da insanlar beş tane ağaç için ortalığa dökülüyor. Aslında bu son videonu anlatırken dediğini de hatırlatıyor. Yıllarca düzlüğe baktıktan sonra inşa edilen bir barajla su kayağı yapan insanları izlemek... Belleğimizdeki kırılmalar. Bu bana Hasankeyf örneğini düşündürüyor. Evet, birçok zamanlılık içindeyiz aslında. Aynı anda üst üste binmiş zaman katmanlarını bir arada yaşıyoruz ve bunun içinden tabii ki bir hukuk doğamıyor, oluşamıyor. Mesela Hasankeyf’e gittiğinde zaman içinde çok gerilere gidebiliyorsun; ama oradaki hayat bir şekilde kendine göre de bu zamanla barışık bir düzen kurmuş. Oysa oraya ithal edilen ve “baraj yapacağız, kaloriferli TOKİ’ler olacak” diyen modern bir zaman dilimi var. Sıkıntı da buradan doğuyor. Ağaoğlu’nun dediği gibi “nitelikli, konforlu yapılara taşımak istiyoruz”; ama kime ya da neye göre bu nitelikler... Dolayısıyla da böylesine katmanlaşmış bir zaman diliminin içinden rol çalmaya çalışan bir siyaset ve onun dayattığı bir zaman fikri var; bizler de o fikrin içinden kendi hayatlarımızı yaşamak durumundayız. Az evvel değinmiş olduğun gibi Türk sanat dünyası için önemli bir örnek teşkil eden sanatçı kolektifi Hafriyat’ın üyelerinden biriydin. Kolektif aktif olduğu dönemlerde sanat piyasası, kamu-sanat ilişkisi gibi meselelere dokunan çalışmalarda bulundu. Bu geçmişini göz önünde tutarak sanat ortamının şu an evrildiği halle ilgili neler düşünüyorsun? Sorundaki gibi Hafriyat olarak kurumlara, kurumların sanat politikalarına, sanat dünyasına ve sanat çevresine, bunlar arasındaki hukuk gibi konulara değinen sergiler yaptık; özellikle Hafriyat Karaköy sırasında... Hafriyat son derece özgürlükçü bir alanı tarif
XOXO The Mag
Danak-Göle Yurt Anadolu serisin’nden, 2010, Tuval üzerine reçine, 250x200 cm, Sanatçı ve Galeri Manâ’nın izniyle.
kendime kendimi ispatlayacağım bir alandı. Bir tekneyle bir adaya gidebilmek, ufukta gördüğüm uzak bir noktaya varabilmek kendimi başarılı sayabileceğim dönüm noktalarıydı. Sonra üniversite yıllarında Büyükada’da yaşadım. Çok önceleri, babam kaptanlığı sırasında Heybeliada ve Burgazada’da bizi gezdirirdi. O adaların hayalimde taşıdıkları anlamla, hayatımın sonraki evrelerinde kazandıkları anlamlar üst üste bindi ve bende bir ada imgesi oluştu. Adaların taşıdığı tarihsel anlamlar, hikayeleri, coğrafyanın maruz kaldığı dönüşümler, hala Bizans’ı hissedebildiğimizi düşündüğüm mimarisi, kültürü, tüm bunlarla ilişki kurabileceğimiz alanlar olması benim için adaları önemli kıldı. Bunlar, vurguladığın gibi, “Ada-Kıta” adlı bir resim serisi yapmama da neden oldu; hala da ara vermiş değilim aslında.
edip, o alanın içini doldurmak isteyen kişilere ve kurumlara kendini açtı; bunda tabii ki oradaki sergilere katılan birçok sanatçının katkısı var. Sanat, kaçınılmaz olarak kurumsallaşmak adına kurumların politikasının altında tanımlanıyor. Hafriyat ise o anlamda bir kurum olmadı; bir kurum olmaya zorlandığı noktada da zaten o alanı bıraktı. Kurumsal olanla olmayan arasındaki boşlukta salındığından birçok kesimden ilgi gördü, üzerine yüklenen fazlaca anlamlar nedeniyle de birçok kesimden de hayal kırıklığına uğradı. Daha önce de belirttiğim gibi bizim inisiyatif olarak yapıbozumcu olduğumuzu söyleyebilirim ve yapıbozum bir kurumun kendisine de adapte edilebilir. İnanıyorum ki biz çok küçük bir sanat çevresiyiz ve etki alanımız zayıf; oysa sanki müşterek bir bütünsellik görüyor gibi davranıyoruz, fakat pek de öyle değil. Bence sanatın bir şekilde kurumsallaşması, kökenleşmesi, her kurumun geleneğinin oluşması çok önemli. Belki biraz pozitif ayrımcı olup, kurumlara destek vermemiz gerekiyor.
Senin bakmaktan keyif aldığın eserleri merak ediyorum. Beslendiğin, içinde büyüyen sanat yapıtları neler? Romantik ressamların içinden özellikle Caspar David Friedrich’i çok seviyorum. Soyut dışavurumcuları beğeniyorum. Son dönemden Gerhard Richter’i ilgiyle takip ediyorum; büyücü gibi kendini resminin malzemesi kılabilmiş bir sanatçı. Bana, Richter soyut resmin en önemli sorusunun kendisi ve cevabı olmuş gibi geliyor; boya olmuş. Resmin meta değeri, bugün nasıl konumlandığı gibi şeylerden bahsediyoruz; ama nihayetinde resim iki boyutlu ve her şeye rağmen mütevazı, saf bir alan. Bu alanın içinde Richter gibi bir ressamın varlığı çok iyi bir şey.
“Ada-Kıta” serisine referansla, denizle olan ilişkini sormak istiyorum. Denizle olan ilişkim her şeyde olduğu gibi zaman zaman değişen bir anlam taşıyor; ama bir bütün olarak deniz imgesini düşündüğümde koşullandığım tüm bağlamlardan kurtulduğum bir anlama sahip olduğunu söyleyebilirim. Denizde ufukla baş başa kalıyorsun ve sürekli ufuk görmek, karada gördüğün hayattan çok daha başka bir deneyim; belki de ufukla karşılıklı pozisyon almak bir varlık olarak en saf hal. Çok mahrem gibi geliyor; bu yönden bir çekiciliği var benim için. Bir de kişinin inisiyatifine bağlı olarak doğayla kurduğu bir ilişki var. Doğup büyüdüğüm yer, babamın ilgisi, benim ilgim derken deniz benim hayatımda çok pratik bir alandı. Ve deniz beni kendimden uzaklaştıran, sonra da yine kendime döndüren bir döngünün imgesi gibi.
Son olarak üzerinde çalıştığın projelerden bahsedebilir misin? “Akıntı”nın üzerinde çalışırken bir takım baraj göllerinin uydu fotoğraflarını çokça izledim ve bunlar iki boyutlu resimle dijital resim arasında tarif etmeye çalıştığım o alana ait şeylerdi. Şu aralar dijital bir görüntünün, hem de bir uydu fotoğrafının resmini nasıl boyayabilirim diye düşünüyorum ve bu beni çok heyecanlandırıyor. Onun dışında az evvel bahsettiğimiz resimlerin devamını zaten yapıyor olacağım. Seneye olacak kişisel sergimde de bunları birlikte sergilemeye çalışacağım.
Peki, resimlerinde gördüğümüz adalar? Gençliğini Yalova’da geçirmiş biri olarak adalar küçük yaşlardan beri 83
BRAND Bu bir ilandır.
camper kanyon
Alfredo Häberli
Tasarım felsefesİ Yeni bir projeye başlamadan önce, olabilecek en az sayıda materyalle maksimum fonksiyonellik sunan, fakat aynı zamanda da ruhu olan tasarımlar yapmayı hedefliyorum. Çok kültürlülük Arjantinli olup sonrasında hayatımı İsviçre’de sürdürmeye karar verişim, hayatımda ve tasarımlarımda oldukça eğlenceli bir diyaloğun oluşmasına olanak tanıdı diyebilirim -hatta diyalogdan da öte, bu durumu bir nevi masa tenisi maçına benzetiyorum. Oyuncular da (Arjantinli) Alfredo ve (İsviçreli) Mr. Häberli; eğer birisi renkler ve sezgiler konusunda daha üstünse, diğeri de daha rasyonel, gözlemci ve analitik bir bakış açısına sahip. Kısacası her iki taraf da hiç kuşkusuz tasarımlarıma yansıyor. Yaratım sürecİ İlk etapta, algılarımı açık tutup, olabildiğince çok görüntü, düşünce ve hissi benliğimde toplamaya çalışıyorum. Sonrasında tabii ki bu düşünceleri ve görselleri kendi süzgecimden geçiriyorum. Bu esnada, günlük hayatta yaptığım gözlemlerden de ilham alıyorum. Benim için en önemli sloganlardan biri, “En iyi düşünce, biçimi gözlemlemektir.” Dolayısıyla da, eskiz defterimi ve kalemimi asla yanımdan ayırmam.
Don’t run, just walk Yıllar önce Camper’la çalışmaya başladığımda, “Don’t Run, Just Walk” sloganı reklam kampanyalarının bir parçasıydı. Yani esasında bana ait olmayan, ama bir yandan da kendime çok yakın hissettiğim bir slogandı bu. Bugüne dek, dünyanın birçok şehrinde 20’ye yakın Camper butiği tasarladık. Her biri de birbirinden farklı ve kendine özgü... Tüm bu zaman zarfında, ne şirketin kurucusu Lorenzo Fluxá’yı ne de şu anda şirketin yönetimini üstlenmiş olan oğlu Miguel Fluxá’yı koşarken ya da acele ederken gördüm. Camper genel olarak gayet sakin bir yönetim anlayışının benimsendiği bir aile şirketi. Bu durumda şöyle diyebilirim: “Aceleye gerek yok; zaman var.” Günümüzde 1991 senesinde, mezun olduktan sonra, tasarım yapmaya yeni başladığım zamanlarda etrafta parmakla sayılacak kadar az sayıda tasarım dergisi vardı. Şimdilerdeyse çok sayıda dergi var. Her ay, dergiler yeni sayıları için yeni tasarımcılar keşfetmeye çabalıyor; ortaya tasarım yıldızları çıkarmaya çalışıyor. İletişim çok fazla gelişti ve büyüdü. Durum böyle olunca, bana sorarsanız, ortaya çıkan sonuçlar da çok iyi olmayabiliyor. Mümkünse gelecekte sayıca daha az, fakat nitelik açısından çok daha iyi özelliklere sahip tasarımlar görmeyi umut ediyorum.
XOXO The Mag
camper beyoğlu
Tokujin Yoshioka
İLKE Doğada yer alan elementlerin, sürekli değişen tavırlara sahip olması bizi hep bir şekilde memnun ediyor. Camper (Beyoğlu) mağazasını tasarlarken de bu güzel ve mucizevi değişimi yansıtmaya çalıştım. Aslında, mağaza tasarım fikrimi 2007 yılında New York’ta sunulan, 30 bin peçeteden oluşan enstalasyonumdan türettim. Alandaki peçeteleri karla kaplı bir bölgeyi andırmak üzere birleştirmiştim.
ÖZGÜN Camper’ın özgünlük konusunda gerçekten önde olduğunu düşünüyorum. Kendini her koşulda belli edebilen karakteristiğe sahip, dünyanın dört bir yanından tasarımcılarla gerçekleştirdikleri iş birlikleri, oldukça orijinal fikirler barındırıyor. Bu yenilikçi projelerden birine dahil olabilme fırsatı yakaladığım için de kendi adıma çok gururluyum.
KIRMIZI Camper mağazasının tasarımını yaparken kırmızı kumaşları tercih etmemin temel sebebi, hem çiçekleri resmedebilmek hem de markanın rengini yansıtmaktı. Mağaza, Bouquet Chair tasarımımla aynı vizyona sahip, görenlere mutluluk veriyor. Kökeninde de tıpkı peçete enstalasyonumda olduğu gibi doğayı sembolize etme çabası yatıyor.
DEĞER Camper’la, diğer her tasarımcının yaptığı gibi, sahip olduğum tasarım anlayışını yansıtabilmek amacıyla iş birliği yaptık. Ne de olsa her tasarımcının vizyonu kendine has... Bu yüzden her zaman markanın kimliğini koruyarak kendi değerlerimi tasarıma entegre etmeye odaklandım. YANSIMA Tasarımlarımın orijinalliğini mağazaya aktarmak hiç zor olmadı. Mağaza tasarımım, doğanın güzellik ve harikalarını her bağlamda Camper’la birleştiriyor. Bu da bir bakıma benim kişiliğimi yansıtıyor. Her bir taçyaprağı, mağazanın manzarasındaki değişken ayrıntıyı gösteriyor. Görenlerin de benimle aynı mutluluğu paylaşıyor olmasını diliyorum.
ÇİFT Camper, 2008’in Temmuz ayında bana bir mağaza ve bir çift ayakkabı tasarlamamı teklif etti. Ayakkabı kısmının hikayesi, uluslararası tasarımcıların dahil olduğu Camper Together projesine dayanıyor. Şu ana kadar mağaza kısmını başardım ama ayakkabılar halen tasarım aşamasında. 85
BRAND Bu bir ilandır.
camper taksim
camper suadiye
MartÍ Guixé
Karmaşa Camper Speaking Shop (Suadiye) mağazasını tasarlarken etkileşime açık bir yapı tercih ettim. Karmaşa fikrini destekleyen duvarlar tüm ziyaretçilerin isimlerini ya da istedikleri cümleleri yazabilecekleri bir kitap gibi, dolayısıyla, süreç tamamlandığında ortaya çıkan, tam olarak marka ve müşterisi arasındaki karmaşayı betimliyor. Bİlİşİm Camper (Taksim) mağazasının tasarımında ana tema olarak bilişimi kullandım ve kartpostalları bir bilişim malzemesi olarak inceledim. Son zamanlarda sosyal ağın boyunduruğunda olan bu alanı farklı bir şekilde ele almak istedim. Mesaj Tasarımlarda verilmek istenen mesajın sadece okunmakla sınırlı kalmaması gerektiğine inanıyorum. Herkesin deneyimleyip etkileşime girebileceği mesajlar sonucunda doğacak ilişkiler, kişiye göre farklılaşmalı. Yani tasarlarken asıl odak, mesajdan çok, herkesin o tasarımı nasıl algılayacağı, nasıl bir etkileşim deneyimleyeceği olmalı. Mağaza tasarımı Benim tasarımı algılayışım biçimsel ve fonksiyonel açıdan standart tasarım algısına göre çok daha farklı. Bu yüzden daha geniş bir vizyona sahibim. Camper için yaptığım tasarımlarda da; mağazadan
içeriye adım atar atmaz her grup ya da kişinin kendine özel dakikalar deneyimlemesini amaçladım. Şekİl Biçimsel olarak normların dışına çıkmayı seviyorum. Dediğim gibi, fonksiyon ve biçim tasarımı benim gözümde daha farklı bir yerde. Camper da 1998’de işbirliği yapmaya başlamamızdan bu yana vizyonumun değişkenliğine karşı hep açık görüşlü oldu. Yeni mağaza konseptlerinde anlaşırken hiç zorlanmadık. Marka olarak, girift ve aşina olanın ötesindeki unsurları açığa çıkaran tasarım anlayışımı benimseyip uygulamayı kabul ettikleri için çok mutluyum. Sanırım iş birliğimizin başarılı olmasının başlıca sebebi de bu. Eğlence Eğer bir yaratım içerisindeysem süreç mutlaka eğlenceli olmalıdır. Asla katı, stresli, yıpratıcı ve ayrımcı özellikleri olamaz. Tıpkı ben ve Camper gibi. Tasarım sürecİ Tasarımlarımı yaparken eskiz ve temel konsept yaratımlarıyla başlayan ve son haline gelmeden önce en iyi şekilde işlev görebilecek düzeltmelerin yapıldığı bir süreçten geçiyorum. Ayrıca benim özelimde, çok farklı alan ve bağlamların özel şeyler yaratabilmek için bir araya gelmesine dikkat ediyorum.
XOXO The Mag
camper capacity bakırköy
tomÁs alonso
Denge İşlerimde objeleri en yalın hallerine indirgeyerek, elde ettiğim yalınlıkla yeni tasarım dilleri veya yeni düzenleme biçimleri bulmaya çalışıyorum. Bu da, bir tasarım nesnesi ortaya koyarken her zaman basitliğin ve gerekliliğin peşinde oluşumdan ileri geliyor. Mümkün olabilen en yalın tasarıma ulaşabilmek için, üstünkörü ve yüzeysel olan unsurları ortadan kaldırıyorum. Bu yaklaşım sayesinde objeler daha temiz, basit, dengeli olabiliyor; üstelik, bulundukları ortamı fazla ihlal etmeden, çok fazla gürültü yapmadan, kendi karakterlerini koruyabiliyor. Yeni yapılar, oranlar ve mekansal ilişkileri deneyimleyerek pek çok insanın yaşam alanlarında halihazırda bulunan objelerle birlikte yaşamak zorunda kalacak yeni objeler yaratıyorum.
optik ilüzyona imkan sağladı.
Camper Together Camper’la iş birliğimiz oldukça doğal ve kendiliğinden gelişen bir süreç sonucu gerçekleşti. Sanırım bir açıdan, ürünlerimizde materyalleri kullanma biçimlerimiz paralellik arz ediyor. Ayrıca, o dönemde üzerinde çalışmakta olduğum metal tüp ve ahşap mobilyayı mağazaların tasarımına dahil etmek çok anlamlı göründü. Diğer ana unsur ise duvarlarda -bu mağazalar için özel olarak Gabianelli tarafından hazırlanan- seramik karolar kullanmamız oldu. 10x10 standart boyutlardaki karoların şekilleri ve farklı renk seçenekleri sayesinde her türlü izometrik çizime, tipografiye ve
İspanyol Kültürü İspanya’da doğdum ve İspanyol bir ailede yetiştim. Takdir edersiniz ki, bu güçlü kültürün, yaptığım işlerde ister istemez yansımaları oluyor. Diğer taraftan, neredeyse yarı ömrümü İspanya’dan uzakta, farklı kıtalarda ve ülkelerde geçirdiğim için farklı kültürlerin işlerim üzerindeki etkisi de tartışılmaz. Hatta genç yaşta İspanya’dan ayrıldığım için, sonraki dönemlerde bir arada olduğum değişik kültürler beni çok daha fazla etkilemiş olabilir. Tasarımcıların zihinleri sünger gibidir, sürekli etrafındaki şeylerden ve deneyimlerden bir şeyler alır, yani kısaca tasarım, yaşam deneyimlerinden besleniyor.
Fonksİyonellİk Bir tasarım objesi, kendisinden bekleneni en düzgün ve en etkili şekilde yerine getirebilmelidir. Kullanıcının objeyle bağlantı kurabilmesi, fonksiyonellik konusunda istenilen noktada olduğumuzu gösterir. İkonİk Bir mekanın veya bir objenin tasarım değeri zaman içerisinde ortaya çıkar. Geçen zamana rağmen, hala işlevini ve moda akımlardan bağımsız olarak anlamını koruyabiliyorsa ikoniklik mertebesine erişmiş olur.
87
INTERVIEW/desıgn
Mehmet Kütükçüoğlu
Genelgeçerin Reddi
Mehmet Kütükçüoğlu, Teğet Mimarlık’ın diğer ortağı Ertuğ Uçar ile birlikte Türkiye mimarlık sahnesinin üretken mimarlarından biri. Tek konuttan müzeye, ofisten opera binasına dek farklı işlev ve ölçeklerdeki projeleri, yalın ama yine de kendini ortaya koyan formlarla hayata geçiriyorlar. Kütükçüoğlu ile birlikte İstanbul’un gelişimi, yakın zamanda tamamladıkları Beşiktaş’taki Deniz Müzesi, projelere yaklaşımları, ofisin işleyişi üzerine sohbetimizi okumak için buyurun. röportaj hülya ertaş fotoğraf yalım kartal
XOXO The Mag
hayata geçirildikten kısa süre sonra geçerliliğini yitirip çöpe gider.
İstanbul sürekli büyüyor ve belli ki daha da büyüyecek. Bu büyümenin kodları var mı sence; planlı ve plansız diye nasıl ayırabiliriz? İstanbul’un coğrafyası, herhangi bir coğrafya değil. Özellikle de köprüler yapıldıktan yani iki yakalı bir şehir olduktan sonra, İstanbul doğal bir büyüme eğilimi göstermeye başladı: Kent, deniz kıyısı boyunca doğuya ve batıya doğru uzuyor. Kuzey tarafında ormanlarla sınırlanmaya çalışılıyordu, onlar da yavaş yavaş yeni ringlerle zorlanıyor. Şimdi üçüncü köprüyle birlikte ne olacak bilemiyorum. Ancak, şehir merkezi aşağı yukarı Boğaz civarındaki yerde kalıyor, sanki kentin ağırlık merkezi kaymıyormuş gibi oluyor. İstanbul bir yağ lekesi gibi değil de, çizgisel hatlar boyunca büyüyor. Planlansa da, planlanmasa da, birtakım doğal eğilimleri takip ettiğini söyleyebiliriz. Hatta coğrafyayı takip ettiğinden dolayı, anlaşılabilir bir büyüme şekli olduğundan bahsedebiliriz. Ama bu kapsamda yapılan çeşitli müdahaleler yüzünden bazı yönlerin ve alanların rolleri değişiyor. Mesela Boğaz’a yapılan köprülerle kuzeye doğru ringler devam ederken, şimdi bir tane de en güneyde, Marmaray’la şehrin aslında kurulmuş olduğu yere bir hat daha çekiliyor. Bu hattın kapasitesi diğerlerinden çok daha fazla. Bu da çok önemli çünkü o hat çekildiği an, tekrar şehrin merkezine ya da halihazırda oluşmuş şehir dokusuna bir geri çağırma olduğu düşünülebilir.
Az önce söz ettiğine benzer İstanbul’a dair kamusal sorunlar son birkaç aydır Gezi ile birlikte daha geniş bir kitle tarafından dile getirilmeye başladı. Bu mimarlığa nasıl yansıyacak? Yaptığın işin muhatabı çoğalmış gibi geliyor mu? Biraz geç de olsa, sivil halk, yapılı çevre ve kent arasında birtakım ilişkiler oluşmaya başladı. Ondan öncesinde bu ilişki, arsa, emsal değeri, inşaat alanı gibi daha başka düzeylerde seyir ediyordu. Bir şeyin iyi ya da kötü, değerli ya da değersiz olduğuna dair başka kriter yoktu. Şimdi hayatın ondan ibaret olamayacağına dair düşünceler yeni yeni belirmeye başladı, ama bunun da evreleri olacaktır. Şimdi ilk belirdiği anda biz mimarlar belki de çok daha zorlu görüşlerle karşılaşacağız. Herkes çabuk edinilmiş birtakım fikirlerle karşımıza gelecek. Belki bunlar bizim çoktan üzerinde düşündüğümüz konular olacak. Bu nedenle de biz mimarların daha dün yargılarımızı esnettiğimiz, bakışımızı genişlettiğimiz alanlarda, daha fazla kişi o çabuk edinilmiş, katı yargılarla gelecek. Ama bunun başka bir yolu da yoktur belki. O kişi bu yargılarla gelecek, bir ilişkiye gireceksin, sürtüşme yaşanacak, gelgitli bir dönemin ardından yavaş yavaş bilinçli bir dönem başlayacak. Kolay değil, belki de bizim yaşlarımızı aşacak. Ama her halükarda bu yolun açılması ve insanların bu çevre ve kent meseleleri üzerine düşüncelerini inceltmeleri lazım. Bunun için başta konuya kaba saba girişseler de, insanları bundan men etmemek, tam tersine davet etmek gerek. Davet ettiğinde belki hoşuna gitmeyecek bir dolu şeyle karşılaşacaksın, ama olsun, çünkü bu incelmenin gerçekleşmesinin tek yolu bu.
Büyükşehir Belediyesi’nin seçim kampanyasında öne sürdüğü metro şeması nasıl bir rol üstleniyor bu durumda? Aslında çok ciddi bir program var ortada. Ben de liste halinde görünen o programı çizip şehirle çakıştırarak, anlamlı bir ağa tekabül edip etmediğini anlamak istedim. Ve gördüm ki; doğu-batı yönünde uzayan kentsel yapı içindeki birbirine paralel altyapılar arasında, onları birleştiren kuzey-güney koridorları belirginleşebilir; Kartal, Kağıthane, Yenibosna gibi alanlarda. O koridorların çok önemi olacağını düşünüyorum. Birtakım eğilimler, onları takip eden altyapılar ve de o altyapıları takip eden yeni eğilimler var. Aslında bu gelişme biçimi çok da anlaşılmaz görünmüyor.
Şu an İstanbul’daki en problematik konulardan biri eski-yeni ilişkileri, koruma-yıkma-yeniden yapma uygulamaları. Son zamanlardaki genelgeçer yaklaşım hakkında ne düşünüyorsun? Bu konuda çok sayıda paradoks var. Bir yandan sakınmadan çevreye girişme, mevcut durumun altını üstüne getirme, kazıp yeni baştan yapma, sakınmadan kimyasını bozma eylemi sürdürülüyor ve bu yapılırken hiç de konservatif bir tutum sergilenmiyor. Tam tersine, hiçbir sakınma olmaksızın her şeyin yeni baştan yapılabileceği öne sürülüyor. Öte yandan da, bu duruşla paradoks içinde sürekli olarak geçmişe atıfta bulunuluyor. Tanımadığımız dedelerimiz yerine, kendi çocukluğumuzu biraz olsun hatırlatan bir iki şeyi kent yüzeyinden silmemek, patinesini hemen sıyırmamak üzerine düşünülmüyor. Onun yerine tüm kurgu, hemen halletmek üzerine kurulu. “Halledelim, burası tarih koksun. Hiçbir problem halledilmeden kalmasın.” gibi bir düşünceyle hareket ediliyor. Halbuki şehir dediğin aslen problemli bir alan; biraz da bırakman lazım. Her şeyi hem teşhis etmen hem de çok becerikli olup halletmen mümkün değil. Bir anda olabilecek bir şey hiç değil. İtalyanlar tarihi koruma konusunu 300 senedir iyice içlerine nüfus ettirmiş haldeler, bu ancak zamanla öyle olabilir. Hazır formüllerle bu işe nüfuz edemeyeceğimiz ortada, onu biraz yaşamak ve tartışmak lazım. Tabii çok da geç kalınmaması gerekiyor, çünkü zaten şu anda insan, İstanbul’da geçen çocukluğunu hatırlayamaz halde. Eskiye dair mekanlar kalmadı. Her yapılan da maalesef bir öncekinden daha eften püften bir halde, her an yıkılacakmış gibi. O yüzden de yeni yapılacak her şeye karşı insanın içinde bir güvensizlik oluşuyor. Bu da kötü bir durum.
İşlev ağırlıkları ve dağılımları açısından yine belli eğilimler okunabiliyor mu? Örneğin, konut alanı olarak kurgulanmış olan Levent bölgesi, bugün Maslak’ın da eklemlenmesiyle iş merkezi olarak işlev görüyor. Finans Merkezi’nin kurulmasıyla birlikte benzer bir durumun Ataşehir’de de yaşanacağını öngörebilir miyiz? Bir başka yönden konuya yaklaşılarak, Finans Merkezi nedeniyle çevresinde konut patlaması olacağı öngörülebilir. Orada Finans Merkezi yapılacağı için tüm çevresinin ofis olacağını düşünmek şart ya da anlamlı değil. Öte yandan, Finans Merkezi’nin vaziyet planını gördün mü? Bir kale gibi, her tarafından otoyol dönen bir arsa olarak tasarlanmış. Sadece tek tarafında otoyol yok ama orası da bir vadi, yani eğimden ötürü bir bariyer oluşuyor. Finans Merkezi neredeyse bir ada gibi kalıyor bu bariyerlerin arasında. Master planı yapılmış olmasına karşın, bunun tek amacı arsayı parsellere bölmek ve imar izinlerini dağıtmakmış gibi duruyor. Master planda sosyal bir hayat oluşturulmamış. Yapıların her biri ofis, finans kuruluşu, banka vs. Bu devirde bu kadar tek yönlü bir kent parçası yaratmak ne kadar akıllıca? Varsayalım ki ekonomik krize giriliyor, o zaman burası çok melankolik bir yer haline dönüşmez mi? Herkes mutsuz. Krizdesin, Finans Merkezi’ndesin ve finanstan başka hiçbir şey yok etrafında. Bugünün dünyasında böyle bir yer niye yapılsın ki? Yapılmaması lazım. Eskiden yapılırmış ya da Wall Street’te olduğu gibi şehrin bazı kısımları ona dönüştürülürmüş. Oysa bu devirde sıfırdan yaparken bu işlev şemasının bir kez daha düşünülmesi lazım. Bu işlevin nasıl kurgulanabileceğinin, ne gibi çeşitli işlevlerle karıştırabileceğinin araştırılması lazım. Böylesi tek taraflı bir hayat kurgusu, çökmeye çok müsait ve kırılgan. İyi düşünülmüş bir planda böylesi bir finans kalesi tasarlanmış olmazdı. Esneklik kazandırmak, daha az kırılgan yapmak gerekir. Yoksa şu anda yapılan birçok yer gibi anlık bir fantezi olarak,
Teğet Mimarlık olarak konut, müze, opera binası gibi çok farklı işlevlerde yapılar tasarlıyorsunuz. Bir uzmanlaşmayı tercih etmektense böylesi çok yönlü olmanın ne gibi avantajları var? Mimarların uzmanlaşması 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan ve hala gündemde olan ticari bir mesele. Mimarlıkta iş sirkülasyonundan emin olabilir misin? Hayır, ancak bir uzmansan olabilirsin. Sürekli alışveriş merkezi, otel ya da konut projeleri önüne gelebilir o zaman, hatta bu işlevler üzerinden zincir projeler bile yapabilirsin. Dolayısıyla bizimki gibi bir yol, çok zor. Yüzeysel 89
Yani ofisteki işler üzerinden kendinize özel bir dil yaratma gibi bir derdiniz yok. Böyle bir çabamız da yok, mimarın dili konusunun da bir hile olarak yaratıldığını düşünüyorum. Hemen kendine bir niş yakalıyorsun, ona çok hızlı bir şekilde görsel karşılık buluyorsun ve onu yaptığın sürece de kolay tanınabiliyorsun. Belki de daha çok arzu ediliyorsun. Bu da aslında uzmanlaşma gibi pazara daha hızlı bir reaksiyon gösterebilmek için üretilmiş hilelerden biri. Biz genelgeçer şeylere yönelik hafiften bir direnç üretmeye çalışıyoruz, ancak sadece zevkli olduğu ölçüde... Böylesi hafif bir bıçak sırtı duruş, bürodaki muhabbetimizi artırıyor. Ben de, Ertuğ da, projelerle çok ilgileniyor olsak bile projeleri bizim tasarlamamız ve ofisteki diğer mimarların onları hayata geçirmesi gibi bir durum söz konusu değil. Burada bizim gibi mimarlar çalışıyor, projelerini masaya koyuyorlar ve biz de o projeye, herkesin dokunduğu bir objeymiş gibi davranıyoruz. O obje üzerinde ortak bir muhabbet var. Bu muhabbeti kurmak için belki biraz öncülük ediyor olabiliriz ama en nihayetinde onu hep birlikte yapıyoruz. Beşiktaş’taki Deniz Müzesi süreci 2005’te mimari proje yarışmasını kazanmanızla başladı ve yakın zamanda da açılıyor. Yaklaşık dokuz yıllık bir süreçten söz ediyoruz. Mevcut bina restore edilmeden açılıyor, bu da dolaşımın yarıda
kesildiği bir duruma sebep olacak. Süreç boyunca çok zorlukla karşılaştık ama bunlardan çok da söz etmek istemiyorum ki meseleyi çok fazla ele geçirmesin. Çünkü bizden önceki nesil mimarların bir kısmında devletle birlikte yapılan işlere yönelik bir küslük, sarkastik bir tavır var. Bu tavra çok kaptırmamak gerekiyor; o zaman çok moral bozucu bir atmosfer oluyor. Süreç boyunca çok uğraşmış olsak da, binayı tamamladık. Yüzde 99’unu kaybedeceğini bildiğin bir savaşa giriyorsun, sonuçta ne kadarını kurtarabildiysen kardır. Nereleri kurtarabildiğinizi düşünüyorsun? Örneğin kayık galerisi, diğer taraflara göre bizim çizdiğimize daha yakın uygulandı. Ama ana kapıdan yapının fuayesine girerken tabelasından, cepheye koydukları çerçevelere, meydana döşedikleri taşlara dek çok sayıda detayı çizmiş olmamıza karşın projeye uygun şekilde uygulamadılar. Bir sürü ufak tefek, acayip şeylerle binayı doldurdular, garip renklerle, tuhaf mobilyalarla bir fuaye yarattılar. Oysa dekorasyon projesini de vermiştik. Bir şekilde önemsemediklerinden yapmadılar. Yine de bu tür detayları göz ardı etmiş olsalar da çabalarımızın tamamen boşa gittiğini düşünmüyorum, çünkü yapıda çok sayıda fikir var, mesela yoldan geçerken binanın içinden boğazı görmek. Diğer yandan bazı kazanımlarımız da var. Merdivenlerin olduğu meydanın kamusal alan olması için epey çaba sarf ettik. Her değişen komutanı teker teker ikna ederek askeri yapının sınırına bir duvar örülmesini engelledik. Bu çok önemli, değil mi? Bir askeri binanın duvarına gidip dokunabiliyorsun ilk defa. Moralimizi yüksek tutmaya çalışarak yüzde bir-iki oranlarında bir şeyler kazandık ve onlar da çok önemli. Deniz Müzesi eski bir yapıya ek olarak tasarlandı. Yeni eskiyle nasıl ilişkileniyor? Mevcut yapı, köşede bir küp ve yeni olan ise onu saran ama ona dokunmayan bir L şeklinde tasarlandı. Yeni olan eskiye çok ince dokunmaya çalışıyor, mesela Bulvar tarafında yeni yapı, tescilli binanın gerisinde bir hatta kuruluyor; öne çıkarılan eski yapıya tek katlı bir kütleyle bağlanıyor. Öteki taraftaysa sadece üstten bir köprüyle dokunuyor. Dolayısıyla yeni, eskiye dokunurken hassas davranıyor her seferinde. Fiziksel olarak ilişkisi bu düzeyde en aza indirgenmiş olsa da, yeni, çok sayıda farklı düzeyde ilişki kuruyor. Örneğin, dolaşımın bir parçası oluyor. Deniz Müzesi’ne giriyorsun, bir sarmal tur yaptıktan
XOXO The Mag
istanbul deniz müzesi, fotoğraf alican aktürk
olarak dışarıdan bakıldığında, dezavantajlı görünüyor. Her yeni gelen projede daha önce aynı işlevde bir yapı yapıp yapmadığımızı soruyorlar. İnsanlara bu şekilde bir uzmanlıkla çalışmadığınızı anlatmak da kolay değil. Araştırma yaptığımızı, çeşitli ilişkileri hızlı kurabilme yetilerimiz olduğunu, bu sayede daha farklı opsiyonlara yönelebildiğimizi, uzmanlığımızı böylesi bir açık fikirlilik üzerine kurduğumuzu anlatıyorum. Bundan daha çok zevk alıyoruz, bu da genel olarak yaptığımız işlere fayda sağlıyor. Yine de karşımızdaki kişi “Benim binamda mı öğreneceksin bu işi? Benim binam deney tahtası değil.” diyebiliyor. Halbuki deney olması güzel. Tüm bu çeşitli işler arasında dolaylı çağrışımlar da oluyor aslında. Tek ev, müze, opera, toplu konut vs... Düşününce çok değişik ölçeklerle projeler yapıyoruz. Bunların içinde belli belirsiz bir ortak tavır sezilebilir diye düşünüyorum. Onun tam olarak nasıl bir tavır olduğunu ben de merak ediyorum ama aralarında dolaylı bir alışveriş olduğunu düşünüyorum.
ykb akademi, fotoğraf cemal emden
Senin favori İstanbul rotan hangisi? Benim favorim de Anadolu tarafındaki Boğaz rotası. Hatta karşılaştırmalı olarak, bir kara, bir deniz şeklinde o rotayı kat etmeyi seviyorum. Zaten Boğaz, sanki ortaya ayna koymuşlar gibi, her şey simetrik: Rumelihisarı-Anadoluhisarı, Maslak-Kavacık, ÜsküdarBeşiktaş, Emirgan-Kanlıca. Topoğrafya da çok benziyor. Özellikle Anadolu tarafının yapısı henüz tam bozulmadığı için biraz denizden biraz karadan gidiyorsun. Bir noktada sahil yolu kapanıyor, karşına evler geliyor, sonrasında açılıp kamusal alan oluyor, tekrar kapanıyor... Denizden giderken de aslında evler ilk etapta görsel-kamusal bir kurgu oluşturuyor. Onların bittiği noktalarda, hafif belirsiz durumlar ortaya çıkıyor. Denizden gitmekle karadan gitmek o kadar farklı ki bu ikisini yan yana çakıştırmak epey ilginç. Tabii diğer yandan Tarihi Yarımada’da gezmek de çok eğlenceli geliyor. Her tarafını çok iyi bilmediğim için her yerde karşıma bir sürpriz çıkıyor.
sonra köprüyle eski yapıya geçiyorsun ve başladığın noktaya eski yapıdan ulaşıyorsun. Bu tarz ilişkiler sayesinde, eski olan yeninin ayrılmaz bir parçası haline geliyor. Tasarım yaparken nelerden besleniyorsun? Çok sayıda farklı şey var tabii, ama belirli bir şeye bakıp, ona yapışarak tasarım yapmak iyi sonuç vermiyor. Genel bir merak ve araştırma uğraşı içerisinde mimarlık yapıyorsun. Ve bu arka plan mutlaka bir şekilde sana bir şey hatırlatıyor. Çünkü daha önce olmayan bir objeyi boşluktan çıkarmıyorsun. Zaten öyle yapmak zevkli de değil. Tasarımın tarihle, insanlarla, psikolojilerle, sanatla vs. ilişki kurabilmesi çok önemli. Elbette o konulardaki birikimin rastgele bir yığın olarak arkanda durmuyor, onlara biraz kendince bir çekidüzen vermiş oluyorsun. O birikim yavaş yavaş bir projeye güzel bir şekilde bağlanabiliyor, belli bir mesafe olması şartıyla... O mesafeyi üretmek önemli, aksi takdirde arka plana çakan kısa devreler arzu edilmeyen, tehlikeli süreçler doğurabilir. O üretim, zanaat ve kendini onun içinde kaybetme uğraşı içerisinde insan müthiş bir bilinç kazanıyor. Aslında hafif spiritüel bir yanı da var. Üzerinde uğraştıkça, bazen beyhude bazı şeylere vakit harcadıkça ruhani bir yön de ortaya çıkıyor, bir iç dünya oluşuyor.
Şehir son birkaç yıldır sergi, konser gibi kültürel etkinliklerle dolup taşıyor. Sen yakalayabilenlerden mi, yoksa yetişemeyenlerden misin? Açıkçası son zamanlarda etkinlikleri takip etme konusunda pek iyi değilim. Pek sinemaya gitmediğim gibi konserlere de arada bir gidiyorum. Yine de en çok konserleri takip ediyorum. Ama çabalıyorum da yetişemiyorum diyemeyeceğim. Bazen çocuğumla daha fazla vakit geçirmek için, bazen de çok seyahat ettiğimden dolayı takip etmiyorum. Tabii bunlar pek iyi bahaneler sayılmaz, belli ki biraz sermişim.
Son zamanlarda İstanbul’da tamamlanan ve sevdiğin binalar hangileri? Var olan binanın içinde yakalanan yeni durumlar, binanın yeniden değerlendirilmesi hoşuma gidiyor, SALT’ın Galata ve Beyoğlu binaları gibi. Nevzat Sayın’ın Doğan Holding için yaptığı yönetim binası hoşuma gidiyor. Geçenlerde Bomonti’de SHCA’nın yaptığı Extensa Apartmanı’nı gördüm, doğrudan önündeki kaldırımdan apartmana giriliyordu, hoşuma gitti. Mesela Can Çinici’nin Gebze’deki Workinn Hotel’ini seviyorum. Cem Sorguç’un Noxx apartmanı... Biraz eski de olsa Kemerburgaz’da Han Tümertekin’in tasarladığı Ay-tek Evleri’nde binalardan ziyade, salonların birbirine baktığı, ortada yeşil alanın bırakıldığı şema, onun yarattığı sosyal ortam hoşuma gidiyor. Teğet projelerini de tabii ki çok tutuyorum.
Saksafon çaldığını biliyoruz. Müziğe devam ediyor musun? Onu da biraz boşladım ama onunla da ilgili güzel, ufak bir bahanem var. Boyun fıtığı olmuştum ve saksafonu da boynuma astığım için yaklaşık bir sene çalamadım. Şimdi bu sıralar boyun egzersizlerini yapmaya çalışıyorum ki bir motivasyonla yeniden saksafon çalışayım filan. Eskiden Nardis’te senede iki-üç kez çalıyordum; geçen sene yapamadım. Çalmaya niyetlendiğim zaman müzisyen arkadaşlarımı arıyorum, onlar için de uygun olursa birlikte çalıyoruz. Bir kısmını kendi bestelerimden çalıyorum. Bazen Sibel Köse olursa onun seçtiği şarkıları çalıyoruz. Bazen beğendiğimiz, çok klişe olanları değil de kenarda kalan standartları çalıyoruz. Bazen tematik olarak kurguluyorum; mesela Coltrane ya da Monk çalıyoruz. Değişiyor ama her konserin bir teması oluyor.
Benim Kuruçeşme-Hisarüstü arası belirli bir rotam var. Bu rotayı kat ederken de bazen karşısındaki manzarayı sevdiğim için asıl rotamın Boğaz’ın öte tarafı olduğunu düşünüyorum. 91
FILE
THINGS THAT MATTER hazırlayan ayşecan ipek
Banyo raflarınız ya da makyaj çantanız, XXL boyutlarına rağmen taşmaya devam ediyorsa derin bir nefes alın ve şu soruyu cevaplayın: “Gerçekten neye ihtiyacım var?” Birazdan yazacağım şeyler annenizin verdiği, dinlemesi ve uygulaması ekstra sıkıcı bir güzellik/ekonomi dersi gibi gelebilir. Olsun, yine de bu riski alacağım ve sizden hemen şimdi çantanızın içinde şişko bir timsah edasıyla yatan makyaj çantanızı, kimselerden utanmadan masanın üzerine koymanızı ve onu kuş bakışı incelemenizi isteyeceğim. Mobil haldeyken bile bir güzellik mezarlığı yaratmayı başarmışsanız, işleri basitleştirmenin ve öze dönmenin vakti gelmiş demektir. Hikaye benim için reddetmenin kabul etmek kadar önemli olduğunu idrak ettiğim bir günde başladı: Gelmiş geçmiş en güzel kırmızılardan birini, Bobbi
Brown Burnt Red’i çabasızca taşıyan bir moda editörüne bakıp iç geçirdim. Bu sıcak, içinde kiremit tonları da taşıyan kırmızı, kumral saçlı ve kumral gözlü biri için, yani onun için yaratılmıştı adeta. Bense soğuk kırmızıların insanıydım, demek ki Burnt Red benim makyaj çantama ait değildi. Bu aydınlanma sonrasında güzellik çekmecemde son iki aydır el değdirmediğim tüm ürünleri minik torbalara doldurdum ve onları keyifle kullanacağından emin olduğum arkadaşlarıma dağıttım. Hafiflemek diye buna diyorlar sanırım… Sizde hatırası olan çılgın renkte bir göz farı ya da duşta şarkı söylemek misali sadece tek başınıza olduğunuzda sürüp aynanın karşısına geçtiğiniz Barbie pembesi ruj, bu elemeye dahil edilmeyebilir. Benim hafiflemiş çantamda/çekmecemde kalan ürünlerden bazılarını listelersem belki size de cesaret verecek bir adım atmış olurum, ne dersiniz?
The Base Baz kullanmanın ne kadar önemli olduğunu en iyi partilerde anlarsınız. Gecenin ilerleyen saatlerinde yanınızdaki kızın makyajı olması gerektiği gibi ‘yaşanmış’ görünürken sizinki daha ziyade tükenmiş ve erimiştir. Clinique, bu konuya kafayı takmış olsa gerek, müthiş bir Primer serisi piyasaya sürdü. Altı farklı etkiye sahip seride favorim, Universal Face Primer: Dokusu şahane,
etkisi kalıcı, alerjilerden uzak. Krem fondötenin yumuşaklığını ve kadife etkisini, likit versiyonun doğal parlaklığı ile birleştiren NARS Radiant Cream Compact Foundation da çantamda kalıcı yer edinen ürünlerden biri oldu. Fiji, Santa Fe ve Stromboli, hemen hemen herkese yakışacak, orta karar tonlar. ‘Clé de Peau Beauté Concealer, gelmiş geçmiş en iyi kapatıcıdır’ dersem abartmış olur muyum? Hiç sanmıyorum! Öyle ki listemi hemen şu an bir tık daha küçültüp, fondöteni makyaj masamda bırakıp bir tek bu stick’i yanıma alacağım. XOXO The Mag
The Balm Balsam dokusu da aynı yağ gibi senelerdir müdavimi olduğum bir ayrıcalık. Bobbi Brown Extra Soothing Balm, kış aylarında hassaslaşarak kuruyan cildi nemlendirmek için ideal. Dudak ve tırnaklar için müthiş bir nemlendirici. Benim en çok yapmayı sevdiğim şey ise Bobbi’nin
Cream Coffee Walnut, elmacık kemiklerinin altından şakaklara doğru ince bir çizgi halinde çekilip dağıtıldığında müthiş bir etki yaratıyor, sanki birisi yüzünüze doğru yumruğu atmış gibi… Makyaj gurusu Charlotte Tilbury’nin kendi ismini taşıyan markasında da iddialı bir ürün mevcut: Filmstar Bronze & Glow. Elde edebileceğiniz en doğal ve en sahte güzellik için bu üç üründen biri şart!
İstanbul seferinde öğrettiği üzere bu balsamı nemli ve parlak bir görünüş için elmacık kemiklerinin hemen üzerine, göz kapaklarına ve dudak çizgisinin üzerine dokundurmak. Bu görkemli kavanozu makyaj çantasına sığdırmak ancak Hermione Granger’ın büyüleriyle mümkün, o yüzden Sephora’dan boş ambalaj takviyesi yapmanız gerekebilir. Dior Crème Abricot ise tırnak eti konusuna özellikle eğilmek isteyen, ekstra yardım ve bakıma ihtiyaç duyanlar için. Bir nevi el kremi görevi de görüyor. Nuxe Rêve de Miel Ultra Nourishing Lip Balm, dudaklarda yarattığı mat etki sebebiyle vezgeçilmezlerimden. Bal kokusunu ve bu değerli ham maddenin sağladığı yumuşak tedaviyi anında hissediyorsunuz.
The brush Parmakları kullanabilmek şahane ama fırça darbelerinin izi asla sürülemiyor. NARS Ita Kabuki Brush No:28, gölgelendirme için ihtiyaç duyacağınız çanta boyu aksesuar. Kevyn Aucoin The Eyeliner/Smudger Brush ile kirpik diplerine süreceğiniz eyeliner’ı sürdükten hemen sonra kalemi diğer tarafına çevirerek, far ya da göz kaleminizi dağıtabiliyorsunuz. İkisi bir arada formülü, hiç bu
The bronzer
Michael Kors’un Twitter’da paylaştığı ‘bronzlaştırıcı pudra, güzellik gardırobunuzun beyaz gömleği gibidir, her şeyle gider’ cümlesi çoktan bir efsane olmuşken, üzerine söylenecek çok az şey kalıyor. Kırmızı ve kiremit tonlarından uzak durmanız ise gerekli bir uyarı: Kış aylarında ten, olabileceği en soluk ve sağlıksız görünümlü moda geçerek bizlere hain oyunlar oynuyor, kırmızı tonlar sırıtıyor. Tom Ford Shade & Illuminate tahtını kimseye kaptırmayan kült ürünlerden biri. Koyu tonla gölgelendirip aydınlık tonla ışık tuttuğunuz bölgeler, yüzü tamamen değiştiriyor. M.A.C Pro Sculpting
kadar şık bir ambalaja sahip olmamıştı! Make up For Ever Brush No:152 ise NARS Ita’nın tam tersi bir etki yaratmak, yani aydınlatmak için. Özellikle krem ya da jel aydınlatıcılardan hoşlanıyorsanız parmaklarınız yerine bu fırçayı kullanmanız gerekiyor.
93
FILE
The lıpstıck Pürüzsüz bir ciltle kombinlenen ruju çok az şey sollayabilir. Kış sezonu bizleri, aynı bir önceki sezon gibi (yani merak etmeyin, hiçbir şey kaçırmıyorsunuz) dudaklarda şarap tonları, koyu kırmızılar ve bir de güven dolu natürel tonlarla buluşturuyor. Tom Ford Bruised Plum Lipstick, klasik mürdüme güzel bir yorum getiriyor. Bu tonların en büyük avantajı farklı katlarla farklı etkiler yaratabilmeniz: Tek kat sürün, sağlıklı bir pembeye kavuşun, ikinci kattan itibaren içinizdeki modern vampı besleyin. Laura Mercier Rouge Nouveau Weightless Lip Colour Sexy, yarı transparan dokusuyla kolay bir kırmızı. Chanel Rouge Coco Shine Canotier ise göz kapaklarının tüm makyaj görevini üstlendiği zamanlarda ihtiyaç duyacağınız o nötr ton.
aydınlatarak göz çevresini yorgun görünümden kurtaran, göz beyazını berraklaştıran bir ürün. Zaman zaman, dudak üstüne de uyguladığım oluyor. Guerlain Le Stylo Lèvres No:42 Bois des Indes, her sene stokladığım bir dudak kalemi. Sizin için doğru tonu seçtiğinizde dudak kaleminin kötü müzik videolarında ya da demode fotoğraflarda kalmış bir ürün olmadığını, aksine gerçek bir sihirbaz olduğunu anlayacaksınız.
The extras
Bu çerçeve içinde kalmak her zaman mümkün olmuyor, son dakika çantanın içine ‘e buna da ihtiyacım var’ diyerek atılan bir malzeme hep mevcut. Shiseido Pureness Oil Control Blotting Paper, T bölgesindeki yağlanmayı tek dokunuşta engelliyor. Laura Mercier Fresh Fig Hand
Cream’i bazen ellerime bazen de elektriklenen telleri yatıştırmak amacıyla saçlarıma sürüyorum, mis gibi kokuyor! Estée Lauder Zodiac Compact Collection’a ait matlaştırıcı pudram da hep yanımda. Pudrayı ne kadar kullandığım tartışılır ama arada sırada bu şık aynanın kapağını kaldırıp etrafımdakilere o gösterişli boğanın ardından bakmak hoşuma gidiyor.
The pencıl Hem makyajda hem de kırtasiyede en sevdiğim malzemelerden biri de kalemler. Giorgio Armani Eye Brow Definer Pencil No:2, gelmiş geçmiş en iyi kaş kalemi. Nokta. Hafif pudralı yapısıyla kontrolü tamamen size bırakıyor. Kaş üzerinde kaygan adımlarla ilerlemediği için sadece ihtiyaç duyulan alanları doldurabiliyor ya da kaş çizgisini uzatabiliyorsunuz. Benefit High Brow da kaşın hemen altını
XOXO The Mag
ŞİMDİ, FARKLI TATLARLA KANATLAN İ N E Y
CRANBERRY. MİSKET LİMONU. YABAN MERSİNİ. RED BULL ETKİSİ. 95
lıterature
Carolyn Cassady
Some Girls Are Bigger Than Others yazı şenol erdoğan illüstrasyonlar güneş engin
Yakın bir zamanda Alec Empire DJ Set’i dinlemek mutluluğuna eriştik İstanbul’da. Atari Teenage Riot’ı canlı dinleyememe sendromu çektiğimden dolayı bu harika set az da olsa içimi rahatlatacaktı, lakin aklımın diğer yarısı sürekli olarak ATR’a -daha doğrusunu söylemek gerekirse, grubun biricik kızına gidiyordu. Sahnede Alec’i dinlediğim sürece kırpıntılar şeklinde Hanin Elias gelip durdu gözümün önüne. ATR Hanin’siz olamazdı, çünkü “biz” ‘Hanin’e aşıktık ve o nereye giderse arkasından gidecektik. Bazı kadınlar -uğraştıkları saha ne olursa olsun- “ağır” oluyorlar, auraları onları gezegenin büyük kısmından farklı bir yere yerleştiriyor. Kısacası, kendimi sahnedeki adamı izlerken sahnede olmayan kadını düşünürken bulmak gerçeğinin içindeydim sabaha kadar. Şimdi tam da bunları klavye ederken paralel bir zihin akışı beni dürtüp durmakta; Steven Soderbergh gibi seçilmiş bir canlı türünün Sasha Grey merkezli The Girlfriend Experience’ı çekmesi aslında bahsettiğim şeyin başka bir evresi. Hayır, bu Lady Gaga ile Slavoj Zizek’in giriştiği muhabbetin popüler yansıması denli sığ bir durum değil, şov değil! Hani diğer yandan Kim Gordon gibi kainatın en tutarlı ve duruş sahibi kadınlarından birinin Richard Kern’e röportaj ve fotoğraf vermesi ve Kern’in hala New York karşı kültürü ile olan bağıntısını koparmamış olması ve Sasha ile yollarının kesişmesi ya da geçmişte Lydia Lunch ile yaşadıkları çoklu ortaklık gibi örnekler var. Yani bu kadınlar sadece yollarını çizen kadınlar olmaktan öte, yol
çizen kadınlar. Birbirine uzak gibi duran ama esasında hiç de öyle olmayan iki ucun tam ortasında duran Kate Moss da benim haritamda aynı çemberin içerisinde. Aslında, farklı kültürlerden gelen ve aynı çizgi üzerinde cambazlık yapan harikulade kadınların sayısı çok fazla. Bunlardan bir tanesi de, bu yazının varlık sebebi, Amerikan edebiyatının en şaşaalı dönemlerinden olan 50’lerin efsanevi kahramanı Neal Cassady’nin yakın zamanda vefat eden eşi Carolyn Cassady. Sessiz ve kenarda durup merkezde yer almak ve çarkların hızını, yaşamın yönünü belirlemek zorluğuyla uzun yıllar mücadele etmiş, güzelliği vücuduyla ruhu arasında çoğalan bir kadın. Amerikan edebiyatının en hızlı dönemlerinin roman kahramanı olan ve gerçekten debisi aşırı yüksek bir akarsudan farkı olmayan, bebop ritimlerinin dahi yanında yavaş kaldığı bir konuşma ve sevişme kapasitesine sahip olan Neal’ı yıllarca hayatında tutmak, ondan vazgeçmemek, çocuklarına bakmak gibi çoğaltabileceğimiz çokça meleksi yönü konu edilebilir olsa da, ben kendisine daha çok Beat edebiyatı denilen yapının arkeolojisini kendi çemberi dahilinde yapabilmiş bir “edebiyat tarihçisi” olarak bakıyorum. Diğer taraftan, bazıları onu sadece Jack Kerouac’ın delice aşık olduğu kadın olarak biliyor. Carolyn Cassady iki kitap kaleme alıyor; birisi kaçınılmaz olarak Neal Cassady ile yaşadığı hayata odaklanan Heart Beat, diğeri ise gerçekten zorlayıcı bir başyapıt olan, ülkemizde de Yoldakiler adıyla yayımlanan Off the Road.
XOXO The Mag
97
Aslını isterseniz, Yoldakiler -ki oylumlu bir kitap kendisi- okunduğu vakit Carolyn’in hayatının tüm köşeleri de bilinir oluyor, basit bir aşk hikayesi ve de bir adamdan ne yaparsa yapsın vazgeçmeyen bir kadın hikayesinin ötesinde bir algı taşıyor yaşamı ve anlattıkları. Zira, bir Amerikan idolünü kaybetmek istemeyen, saplantılı, aşık kadın figürünün çok ötesinde bir kadın Carolyn. Zaten her zaman edebiyat tanımlamalarının pek doğru olmadığını düşünmüşümdür. Mesela, Beat edebiyatına yön veren topluluk, sözde erkek egemen olduğu öne sürülse de, üyelerinin çoğunun eşcinsel olduğu bir yapılanmadan ibarettir ve buna rağmen aynı zamanda maço olarak bilinmeleri de karamizah noktasında sorgulanabilirdir. Bu algı yanlışının bir sonucu olarak da birçok kadın şair “Beat kadınları” adıyla sonradan gelen kuşak tarafınca yaftalandı. Halbuki, burada sorulması gereken şuydu: Beat kadını ne demektir? O halde gerisini nasıl sınıflandırmamız gerek; ne yani, “Beat erkekleri,” “Beat transları,” “Beat biseksüelleri” gibi komik ötesi bölünmelere mi gideceğiz? Aslında, Beat kadını derken kastedilen, aynı dönem içerisinde şiir ya da düzyazı yazan, eser veren kadınlardır. Hatta bir kısmı Beatnik’tir, ardıl kategorisine girerler, yani kuşağa zamansal olarak ait değillerdir. Oysa diğer yandan Carolyn Cassady örneğinde olduğu gibi, şair-yazar olmayıp bu misyonlarla dönem edebiyatı içerisinde yer almayan, lakin varlığı, konumu ve ilişkileri ile merkeze oturan kadınlar var, (elbette ki burada Courtney Love gibi olağan
şüphelileri yanımıza yaklaştırmıyoruz), onların yazmaktan öte sadece “olmak”, oluşu gerçekleştirmek esas görevleri zaten. Ama Carolyn, William Burroughs’dan Ginsberg’e, Kerouac’a kadar tüm tayfanın emekleyiş sürecine tamamen şahit ve hakim olması bakımından çok farklı bir yerde duran tek kadın, kesinlikle. Mesela, Elise Cowen Allen Ginsberg’in hayatındadır ama bu durumun basit bir hatıra olarak kalmak haricinde bir anlamı yoktur kimse için. Bunun en güzel örneğini, Jack Kerouac’ın Big Sur romanında anlattığı hikayelerin Carolyn’in Yoldakiler kitabında nasıl eksiksiz, geniş çaplı ve daha doğru anlatıldığını okuduğunuzda anlıyorsunuz. Baktığınız zaman, sadece Beat edebiyatı yazarları hakkında bilinenden daha özellikli bilgileri arzu edenler için gerekli olan şeyler bunlar. Ama harici olarak bir dönem hikayesi, uzun bir aşk romanı, iyi bir biyografi okuması olarak da önerilebilir. Vazgeçmeyen, aşk körü, hatta bazen salaklıklarından dolayı size cinnet arzusu getirten, ama asla pes etmeyen, yıkılmayan ve aynı anda hem Neal Cassady hem de Jack Kerouac ile yatağa giren dünya güzeli bir kadının hikayesi. Aslında hikaye şu: -burada benim, orada sizin- hepimizin hayatlarında “büyük” kadınlar var, ve ben bu kadınlara arzu, sevgi, hayranlık ve aşk besliyorum. İster popüler kültürün adı bilinen insanları olsun, ister sessiz sedasız, dünyanın bir yerinde hayatlarını yaşıyor olsunlar, bu şunu değiştirmiyor: İyi ki olmuşlar ve iyi ki olacaklar.
XOXO The Mag
99
Bu bir ilandır.
lamba habitat çanta yargıcı gözlük h&m kolye ve yüzükler editöre ait mumluk mudo
THE GLAMOROUS Yeni ATIV BOOK 9 LITE Dizüstü Bilgisayar; dokunmatik ekranı, 16.9 mm ince ve hafif tasarımı ile hayatınızı kolaylaştırmak ve şıklığınızı tamamlamak için tasarlandı… * an original idea by CO photographer murat süyür/rpresenter styling yasemin gençoğlu & ceyda sönmez photography assistant çağdaş başar
eldiven park bravo ayakkab覺 gianvito rossi/beymen kolye yarg覺c覺
bardak ve şişe mozaik şapka yargıcı cüzdan louis vuitton saat rolex
papyon vakko kol dĂźÄ&#x;meleri louis vuitton
รงanta editรถre ait bilezikler ipekyol
cover
B.F.F. VALERIE VAN DER GRAAF DIONI TABBERS Ekim’deki tatlı sert duruşumuzun aksine, bu sayımızda kendimizi romansın bulanık sularında yüzerken buluyoruz... Mevsimler ötelendi (öyle diyorlar), yaşadığımız topraklarda hava genellikle umut vadedici, parçalı bulutlu ve bazen güneşli, ama aynısını Londra için söyleyemeyiz. Eh haliyle, bu saklı olmayan zamanlardan birinde, unutulmuş, kasvetli bir oteldeyiz. Yanımızda, modanın içindeyseniz zaten “par coeur” bildiğiniz, değilseniz de adlarını sıkça duyacağınız iki Hollandalı var; Valerie Van Der Draaf ve Dioni Tabbers. Onlar konuşuyor, biz yönlendiriyoruz. Derinlere inme kaygısı olmayan, yüzeyde seyreden bir konuşmayı kaydediyoruz. Lafı lastik gibi uzatmıyoruz, tadında kalıyoruz. Styling için, bize göre, yeni bir isimle çalışıyoruz; Kieran Partise. Fotoğraf çekimi ise yeni alışkanlıklarımızdan biri olan Grant Thomas’tan. Sonuçları için ilerleyin.
photographer grant thomas styling kieran partise make-up alex byrne hair jo cree brown photographer assistant will marsden styling assistant abby clarke set design julia dias
VALERIE kĂźpe rellik london kazak cĂŠline
107
DIONI kazak burberry prorsum alt jean paul gaultier
VALERIE s端tyen mimi holliday tayt 3.1 philip lim DIONI k端pe ippolita s端tyen jean paul gaultier kazak louis vuitton etek louis vuitton 巽izme modele ait XOXO The Mag
109
cover
Valerie: Olabilecek en klasik soruyla başlamak istiyorum: Nasıl keşfedildin?
girmek gibi… Bu zamanları, galiba anılarımda genelde stresli anlar olarak kaydediyorum.
Dioni: Hyves’ı bilirsin (Facebook’un Hollanda muadili). 15 yaşındaydım, ve keşfedildim. Herkesin başına gelir miydi bilmiyorum, ama çok da değişik bir hikayem olduğunu düşünmüyorum. Zaten sosyal ağlar, bir yandan da, bu işe yaramıyor mu? Ben de sana sorayım aynı soruyu…
V: Ne çok söylendik, unutalım negatiflikleri… Kariyerinde aklında kalan, çok mutlu olduğunu hatırladığın bir an var mı?
V: Seninkinden daha enteresan bir hikayem yok. Her şey ablamın zorlamayla karışık önerisi üzerine cesaretimi toplayıp bir ajansa fotoğraflarımı göndermemle başladı. Gerisi de çorap söküğü gibi… Peki keşfedildiğin günden bu yana kendinle en çok ne zaman gurur duydun?
V: Peki en son nereye seyahat ettin?
D: Tek bir gurur duyduğum an yok elbette. Ama kendimi ne zaman büyük ya da önemli bir derginin kapağında görsem koltuklarım kabarıyor. İnanılmaz derecede gururlu hissediyorum, ama bu hisler, her şey gibi, geçip gidiyor, sonrasında küçük gülümsemeler bırakıyor. Bazen düşünüyorum da hayatlarımız dışarıdan bakanlara epeyce göz alıcı görünebiliyor, halbuki hep aynı tipteki mutluluklarla ve endişelerle dolu normal hayatlar içindeyiz. Sence bu, bulunduğumuz dünyanın bu kadar ihtişamlı gözükmesi durumu, gerçeğe ne kadar yakın?
V: Evet, harikaydı! Hangisini tercih ediyorsun; video çekimlerini mi yoksa fotoğraf çekimlerini mi?
V: Bana kalırsa oldukça uzak. Hiç de o kadar ışıltılı bir hayatım olduğunu söyleyemem. Hele bir de uzun saatler yoğun bir biçimde çalıştığımızı düşünürsen… Ama bu yaptığım işi sevdiğim gerçeğini değiştirmez. Sen ne buluyorsun modellikte?
V: Benim de tercihim fotoğraflardan yana, hele bir de bu çekimler arkadaşlarımla katıldıklarımdansa, tek söyleyebileceğim; daha çok verin, daha çok çekin.
D: Tabii ki seyahat etmek, yeni yerler görmek, şahane insanlarla tanışmak, genç yaşta Londra gibi harika bir şehirde yaşama şansını yakalamış olmak paha biçilemez. Ama söylediğin gibi tatsız tarafları da var… V: Evet, hatta bu konuda ben senin kadar iyimser değilim; sürekli tek başıma seyahat etmek zorunda kalmam arada sırada kendimi yalnız hissetmeme sebep olabiliyor. Ve tabii ki, ailemden de sık sık ayrı kalıyorum. Bir de, her an uçağa atlayıp iş için bir yerlere gitme ihtimalimden dolayı arkadaşlarım arasında ‘ipiyle kuyuya inilmez’ kişisi ilan edildim, ister istemez. Tabii kastingleri unutmayayım, bazen fazla yorucu olabiliyor. D: Bak o konuda haklısın. Sanki bir gün içerisinde beş iş görüşmesine
D: Şeyseller’e gitmek muhteşem bir deneyimdi. Gittiğim en güzel yerlerden biriydi.
D: Sanırım, beraber gittiğimiz Ibiza yolculuğuydu. Ne kadar eğlendiğimizi ve bütün gece durmadan dans ettiğimizi hatırlıyor musun?
D: Kesinlikle fotoğraf çekimlerini... Hayallerimdeki fotoğrafçıya da kavuşmuş olduğumu düşünüyorum. Ama, fırsat bulmuşken, aynı zamanda yakın arkadaşım da olan Grant’i övmeliyim; onunla çalışmak çok güzel bir deneyim; her seferinde çekime müthiş bir atmosfer katıyor, bir anda kendini sanki bir film sahnesindeymişsin gibi hissedebiliyorsun…
D: Bu sabah konuştuğumuz bir konuyu açayım, modelliği bırakmayı düşündün mü hiç? V: Bazen düşündüğüm oluyor. Modellikten önceki hayatımı özleyebiliyorum arada. Bütün gün okulda arkadaşlarımla takılmayı, düşünmeden vakit harcamayı… Sanırım, herkes kendi işiyle alakalı zaman zaman böyle düşünüyordur. Hiç başka bir iş yapmadığım için, kıyaslama yapma şansım da yok, ama her gün yeniliklerle dolu ve bir öncekinden çok farklı. Bu kadar erken yaşta bunları yaşayabilmek bir ayrıcalık. Bir yandan da işle özel hayatın iç içe geçiyor, gerçi ben bundan hiç rahatsız değilim. Peki, model olmadan önce ne yapıyordun? D: Hollanda’da lisede okuyordum, anlayacağın ilk işimdeyim hala. Tatiller dışında, yoğun geçen günlerin sonunda kendini nasıl
XOXO The Mag
V: Tabii ki sıkı fıkıyız. Son günlerde kimin arası iyi değil ki. Bir modelin Instagram ya da Twitter profili, takipçi sayısı, yazdıkları günden güne daha çok önem kazanıyor. Aslında bu durumun kariyerlerimizde oynadığı önemli (!) rolü de biraz komik bulduğumu itiraf etmeliyim.
ödüllendiriyorsun? V: Eve döndüğümde, kendime, erkek arkadaşıma ve arkadaşlarımıza yemek hazırlamayı çok seviyorum, meditasyon gibi... Ve gerçekten rahatladığımı hissediyorum. Her ne kadar eğlenceli bir dünyada çalışsak da bunaldığım günler oluyor ve es vermek çok iyi geliyor. Biraz önce sen sormuştun, bende sıra, aynı soru; senin de yaptığın işten sıkıldığın olmuyor mu hiç?
D: Güzelliğinden ilham aldığın birileri var mı? V: Artık birbirimizden isim listeleri istemesek nasıl olur? Görünümleriyle barışık ve vücut tiplerine göre giyinmeyi bilen kadınlar görmeyi seviyorum. Onların var olduğunu bilmek beni mutlu ediyor. Peki senin hiç görünümünle alakalı mutsuz hissettiğin bir dönem oldu mu? Üstesinden nasıl geldin?
D: Çok klişe bir cevap vereceğim, üzgünüm. Sıkılmıyorum, çünkü her gün yeni bir şeyler deneyimliyorum, hiç aklıma gelmeyecek yerlere gidiyorum ve sürprizlerle dolu bir hayat yaşıyorum. Bu tip şeyler de, bu işi benim için her daim heyecanlı kılıyor. Modellikte sürekli değişen trendler seni endişelendiriyor mu?
D: İnişler ve çıkışlar yaşıyorum. Elbette, bu serüvende, kendimden emin olmamama yol açan kötü tecrübeler de ediniyorum. Ama, en önemlisi her zaman pozitif şeylere odaklanabilmek. Üstesinden gelmek demiyeyim, iniş anlarını erteleyerek alt etmek daha doğru bir söylem olur.
V: Aslında pek değil… Birbirinden farklı, çok çeşitli işler var ve müşteriler her zaman farklı tipte kızlar arıyorlar, istekleri sürekli değişiyor ve bu fırsatları artırıyor. D: Moda dünyasında aklına gelen en sevdiğin isimleri sayabilir misin?
V: Gerçekten yine hayat dersi verir gibi konuştun. Neyse, henüz gerçekleştiremediğin, hep aklının bir köşesinde olan ne var?
V: Arkadaşım olduğunu düşündüğüm insanlardan bahsediyorsun! Liste yapmak uzun sürer. İş esnasında sınırların nerede başlayıp nerede bitiyor?
D: Köpek balıklarının yanında olabileceğim bir kafes dalışı. Ne o, pek ilgini çekmedi galiba?
D: Aslında pek sınır koyamıyorum, beraber iş yaptığım çoğu kişi aynı zamanda yakın arkadaşım. Hep beraberiz. Bu durumda bazen yapmak istemediğim şeylere de, çok rahatsız edici olmadıkları taktirde, evet demek zorunda kaldığımı hissediyorum.
V: Biraz daha şaşırmak istiyordum. Geçelim… Bu hafta okuduğun en ilginç haber neydi? D: Son zamanlarda okuduğum teknoloji haberleri beni çok etkiliyor açıkçası, çok heyecan verici şeyler oluyor. Düşünsene, birkaç sene sonra Mars’a insan yollayacak teknolojiye ulaşmış olacağız! Belki de beraber gideriz, ne dersin?
V: Etrafındakiler kariyerin hakkında ne düşünüyorlar? D: Ne düşündüklerini bilmiyorum, ve hatta umursamıyorum. Ama ailemin ve arkadaşlarımın beni her zaman desteklediklerini rahatlıkla söyleyebilirim.
V: O kadar uzun bir mesafe katedebileceğimden emin değilim. Uçakla seyahat bile bir noktadan sonra epey sıkıcı olabiliyor. Tabi, sonunda vardığın şehir Londra değilse...
V: Peki, modellik yapmadığında sen neler yapıyorsun?
D: Kesinlikle.
D: Tabii ki ben de senin gibi arkadaşlarımla takılıyorum. Yemek yapmayı ve arkadaşlarıma davetler vermeyi çok seviyorum… Diğer taraftan, sosyal medya da eğlenceli bir vakit geçirme aracı benim için. Bazen, telefonunla haddinden fazla haşır neşir olduğunu bilsem de sorayım; senin dijital dünyayla aran nasıl, buna olduğundan daha fazla anlam yüklediğini hissetmiyor musun hiç?
V: Son sözün ne? Benden kopya çekebilirsin: Gül ki onlar da gülsünler. D: İşin bittiği yerde iş başlar. 111
k端pe grays antiques s端tyen mimi holliday tayt 3.1 philip lim
k羹pe rellik london gecelik louis vuitton palto louis vuitton ayakkab覺 louis vuitton 113
kazak chanel etek chanel รงanta chanel XOXO The Mag
k端pe ippolita kazak stella mccartney/net-a-porter.com etek moschino
XOXO The Mag
kazak versace etek versace
117
k羹pe ippolita elbise tom ford ayakkab覺 tom ford
kazak burberry prorsum etek burberry prorsum
THIS&THAT
gömlek chalayan photography cihan alpgiray styling ceylan atınç/ayşe yılmaz make-up melis ilkkılıç hair yıldırım bozuyük model nina/option mgmt assistants aslı akal/çağdaş başar *Tüm ürünler Shopi go’dan temin edilmiştir.
palto rick owens lilies kemer ruby star ayakkab覺 no.21 eldiven isabel benenato k羹pe iosselliani
kazak american retro pantolon american retro ayakkabı joshua sanders yüzük chris habana
XOXO The Mag
gรถmlek chalayan etek hakaan
123
elbise iro
XOXO The Mag
kazak v ave shoe repair tayt gat rimon ceket american retro bileklik vanities bot giacomorelli
125
ceket american retro pantolon eleven paris ayakkab覺 grenson kolye sabrina dehoff
XOXO The Mag
kazak iro
127
çalışıyorum. Benim için her projenin kendi içinde bir hikayesi var. Bu hikaye içinde yer alacak olan materyaller de hikayeye göre çeşitlilik gösterebiliyor. İlham deyince aklına ne geliyor? Cesur olmak... Hep beni heyecanladıran, enerji veren şeylerin peşinden koşuyorum. Bu benim yaratma enerjimin kaynağı. Yaşadığımız dünyada bize gerekli olan enerjinin olduğuna inanıyorum. Önemli olan bu enerji neredeyse onu bulup çıkarmak. Bu yolda esnek olabilmek. Yeterince beslendiğimizde de bunu fark edip yeni arayışlar içine girebilmek. XOXO ID CEREN DABAĞ Endüstriyel Tasarımcı Tasarım yapmaya ne zaman başladın? Küçüklüğümden beri matematiğe, fiziğe meraklı olduğum kadar çizim yapmaya ve tasarlamaya da meraklıydım. Bu ikisini içinde barındıran ürün tasarımı üzerine eğitim almaya lisenin ilk yıllarında karar verdim. Üniversitede aldığım endüstri ürünleri tasarımı eğitiminden sonra, Salone del Mobile sırasında yakaladığım bir fırsatla kendimi Los Angeles’ta buldum. Her şey çok hızlı gelişti. Orada ünlü tasarımcılarla iş birliği yapan Japon bir aydınlatma firmasının Amerika ayağında çalıştım. Birbirinden epey farklı kültürlerin iş dünyasına yansımasını görmek, tasarımın pazarlama tarafıyla tanışmak, özel ilgi alanım olan aydınlatma tasarımıyla yakından ilgilenmek çok farklı tecrübeler kazanmamı sağladı.
Tasarımlarının tarzı aynı çizgide mi ilerliyor? Bence keşif ve deneysellik her zaman için daha heyecan verici! Eğilimlerim elbette var ama tasarımlarımın tek bir çizgide olmasını hayal etmek, tasarım anlayışımı da etkileyen hayat felsefeme aykırı. Heyecan vereni arayışım hep devam edecek. 10 sene sonra tasarımlarınla neyi başarmış olmak istersin? Hayallerimi süsleyen noktaya giden yolda emin adımlarla yürüyorum… Bu bir süreç ve benim katedecek daha çok yolum var. Ceren Dabağ markasının dünya çapında tanınması ve tasarımlarımın günlük hayatımda ansızın karşıma çıkması beni çok heyecanlandıracaktır.
Yaratıcılığı beslediğine inandığın şeyler var mı? Yaratıcı süreç her zaman için sürprizlerle dolu. Kimi zaman zorlayıcı da olabiliyor. Sürece bir bütün olarak bakmak önemli. Sizi zorlayan noktada ara vermeli ve kendinizi farklı enerjilerle beslemelisiniz. Bu kimi zaman yeni başlayan farklı bir proje olabildiği gibi, aileyle, dostlarla geçirilen bir zaman dilimi ya da sahilde tek başınıza çıktığınız bir bisiklet turu da olabilir.
Senin için klasik mi daha önemli yoksa yenilik mi? Tasarımlarımda hikayeler yaratmayı seviyorum. Bu hikayeler tasarımlarıma duygu yüklüyor. Kendimi geleneksel konularla sınırlamıyorum. Yaratıcılığımı besleyen konularda esnek olmaya
Yeni projelerinde yoğunlaşmak istediğin temalar belli mi? Bu aralar dinamik olana heyecan duruyorum. Hareketin farklı bir enerjisi var. Bir seri olarak düşündüğüm konsept kafamda çoktan oluştu. Konseptimi geliştirirken bir yandan da onun için gerekli olan teknolojiyi öğrenmeye çalışıyorum. Bu da benim için ayrı bir heyecan. Son olarak ekleyeyim, ürünlerim Galata Archive'da sergileniyor.
ORADA SAAT KAÇ? İsviçre’nin Vallée de Joux bölgesindeki Grand Maison’un 180. yıl dönümü ve Aston Martin’in 100. yılı şerefine, Jaeger-LeCoultre ve Aston Martin 8 yıllık iş birliklerine bir yenisini ekliyor. JaegerLeCoultre Master Compressor Extreme W-Alarm Aston Martin, kendi alanlarında referans olan iki markanın da ortak değerlerini yansıtan birçok nefes kesici teknik yeniliğe sahip. Modelin öne çıkan özelliklerinden biri, tek bakışta dünyanın dört bir yanındaki zaman dilimlerinin okunabileceği göstergesi. Ayrıca, saatin daha da kullanışlı hale getirilmiş olan alarm fonksiyonu hem mükemmel bir okunabilirliğe hem de güçlü bir tona sahip. Kadranda birleşen eğlence ve netliğin arkasındaki ritmin motor kuvvetiyse Jaeger-LeCoultre Kalibre 912’ye emanet.
XOXO The Mag
NIGHT NURSE Artık hepimiz cildimizin bizimle aynı ajandayı paylaştığını öğrendik: Gündüz çalışıyor, gece ise dinleniyor ve kendimizi yeniliyoruz. Aromatik cilt bakımı konusunda rakip tanımayan Darphin, Ideal Resource Light Re-Birth Overnight Cream'in içeriğini yaratırken kuralları bozmamış ve doğanın güçlü savaşçılarını bir araya getirmiş. Acı portakal ağacı çiçeklerinden elde edilen Neroli yağı hücre yenilenmesini destekliyor. Cilde parlaklık veren asetilglukozamin ve salisilik asit, siz uyurken peeling yapmayı ihmal etmiyor. Beyaz hibisküs ve Centella Asiatica ise cilt dokusunu iyileştiriyor. Ve tabii ki muhteşem kokuyor!
GİYİNME SANATI Bestival bu sene 10. yaşını kutluyor. İngiltere’de Eylül ayında düzenlenen Bestival, görsel şölenini bu kez The Art of Dressing Up kitabında sunuyor. Bestival küratörü Rob da Bank ve gazeteci Miranda Sawyer’ın yorumlarıyla bezeli kitapta, pek çok ünlü ismin portresi yer alıyor. 21. yüzyılın moda duruşunu tüm çılgınlığıyla arşivleyen kitap yüzünden gündelik kıyafetlerin sıradanlığından sıkılabilirsiniz.
METALLICA Bize mi öyle geliyor yoksa tırnaklarımızı üç sezondur yöneten mat dönem sona mı eriyor? Essie Weingarten'a kalırsa kesinlikle öyle. Farklı sonbahar hallerinden ilham alan yeni koleksiyon, New York sokaklarından, moda podyumlarına, okula ve işe dönüş zamanından, sonbaharın karşı konulmaz doğa manzaralarına uzanıyor. Tüm bunları yaparken de metalik tavrından ödün vermiyor. Petrol, dore ve zeytin yeşili yansımalarla parıldayan For The Twill of It, metalik fuşya The Lace Is On, gri ve yeşilin olabilecek en doğru iki tonunu bir araya getiren Vested Interest, cesur kırmızı Twin Sweater Set, okullu laciverte gönderme yapan After School Boy Blazer ve griyi yeni siyah ilan eden Cashmere Bathrobe, sezonun yeni renkleri arasında.
HE IS BACK! Ralph Lauren’in ayıcığını özleyenlere müjde. Geçen sene sonunda geri geleceği duyurulan oyuncak ayı ikonunun ne tipte geri döndüğü de belirlendi. Kısacası, Polo Bear figürü Ralph Lauren Vintage kapsamında üretilen kazakla geri dönüyor. İlk olarak 1991’de tasarlanan ve daha sonra markanın en popüler maskotu haline dönüşen Polo Bear’in tasarımı oylamaya sunulan seçenekler arasından seçildi. Kadın ve erkek modeli olan bu sevimli vintage tasarımı internetten sipariş edebiliyorsunuz.
129
alasdair mclellan, 032c, fall 2009
Moda dünyasında tekerrür kaçınılmaz sonken geleceğe yolculukta hangi trendin başı çekeceği son dakikaya kadar sonucun belli olmadığı bir yarış. Bu sezon yarışı burun farkıyla logosu üzerinde avaz avaz bağıran, büyük desenlere kucak açan sweatshirt'ler kazanıyor. Birinciliğini, bir yanında Kenzo, diğer yanında Givenchy ile kutlayan sweatshirt'ler Brian Lichtenberg dokunuşlarıyla azami miktarda ironiyi de bünyesinde barındırıyor. 90’lar ruhunu hep üzerinde taşımak isteyenlere gelsin.
peter lindbergh, vogue us, november 1998
MAKE YOUR STATEMENT
FONTLAR VE FUTBOL TOPLARI Rakamlar üzerinden, kişiye göre değişen türlü yorumlar hep döner. Numaralar matematikçilerden sökülüp bir güzel duygu yüklenir, yetmezse dövme olarak bünyeye hediye edilir. Rick Banks de bu saplantıyı farklı bir boyuta çekiyor. Londra’da Face37’ın kurucusu olarak tasarım yapmakla, sanat direktörlüğüyle ve yazı tipleriyle uğraşan Banks, son çalışması olan Football Type kitabında futbol sevgisiyle font merakını birleştiriyor. 2 senelik çalışmanın sonucunda ortaya çıkan bu kitaptan sadece 1000 adet basılıyor. Football Type’ı almak istiyorsanız, 5 farklı renkten birini seçip, hangi numarayı evinizde istediğinize karar vermeniz gerekiyor. Saplantılarınız rehberiniz olsun! footballtype.co.uk
XOXO The Mag
boyanmış bir kanvası giymek gibi... Ama bir yandan da bunun tamamen tavırlarla alakalı olduğunu düşünüyorum. İnsanlar tweet atmak için defilelere gidiyorlar. Güzel kıyafetlere sahip olma ve onları birer sanat eseri gibi toplama zevki sona eriyor, bu yüzden moda artık anlamsızlaşmaya başladı. Ben düşük bütçeli bir alışverişkoliktim ama şimdilerde dengemi buldum sanırım! (Hala bütçemin yetmediği kıyafetlere iştah kabartıyorum.) Sana en çok ilham veren tasarımcılar kimler? Yeni tasarımcılar keşfetmeyi seviyorum. Ama tabii ki ikonlaşmış olanlara hayranım. Gianni Versace bence bir dehaydı. Céline’in elegan tarzını, ya da Comme des Garçons’un modern mimari tasarımlarını çok beğeniyorum. Ben çok karışık ve renkli olsam da bazen daha sade ve siyah olmak istiyorum.
XOXO ID MICHELE MORICCI İllüstratör
New York Fashion Week için, 90’ların çizgi film karakterlerini konu alan illüstrasyonlardaki fikir ve karakterlerin çıkış noktası neydi? Swagger New York’tan birkaç kişiye son illüstrasyonlarımı göstermiştim. Etkilendiler ve bununla ilgili etkileyici şeyler yapmak istediler. Swagger’ın kurucusu Sian Pierre Regis, New York Fashion Week’te şehirde yürüyen 90’ların çizgi film karakterlerini tekrar hayata geçirmemi teklif etti. En sevdiğim birkaç tanesini sıraladım ve onlara tasarımcıların kıyafetlerini giydirdim. Böylece proje internet üzerinden dünyanın dört bir yanına yayıldı. Regis’e projeye değer verdiği
için her fırsatta teşekkür ediyorum! Başka moda haftası konulu planın var mı? Şimdilik bir plan yok. Bu arada Facebook sayfamdan çağdaş ikonlardan esinlenilen illüstrasyonlarıma bakabilirsiniz. Rihanna’dan Cher’e, Rufus Wainwright’tan Azealia Banks’e birçok kişi var. Hayatta ‘onlarsız yapamam’ dediğin saplantıların var mı? Her zaman ilginç projelerin içinde olmak isterim. Televizyon şovlarına ve fotoğrafa karşı da saplantılıyım. Yaşadığın şehir Floransa’nın işlerine etkisi nasıl? Floransa benim favori şehrim. Yürüyüşe çıktığımda bile hala etkileniyorum. Fakat eski moda bir şehir ve yeni trendlere yeterince açık değil, bu yüzden bana ilham vermiyor. Hatta yeni sinirli belediye başkanı da bu konu üzerinde çalışıyor! Önümüzdeki 10 yıl içerisindeki en büyük arzun nedir? Çok fazlalar... Son zamanlarda hayatın hiçbir garantisi olmadığını ve hayallerimi büyük tutmam gerektiğini öğrendim. 10 yıl içerisinde şu anki halimden daha mutlu, yanında küçük bir indie galeri ve bir de kahve dükkanı olan kendime ait stüdyomda olmayı diliyorum.
‘Pop goes the world’ motton nasıl ortaya çıktı? Moda benim hayatımın en önemli karakteri. Çocukluğumdan beri kıyafet kombinlemeyi ve kendi günlük kıyafetlerimi seçmeyi çok sevdim. Her zaman renklere, şekillere ve modaya açtım. Ben de içgüdülerime kulak verdim. Mottom ‘pop goes the world’ ise, dünyayı çiçekli bir dürbünden görüyor olmamla alakalı sanırım. Bu, sadece dünyanın pop’a doğru kaymasından değil, aynı zamanda pop’un da bizim hayatlarımızı takip ediyor olmasından kaynaklanıyor. Çıkardığın en önemli ders nedir? Hayatın adil olmadığını ve istediğin yere veya şeye varmana hiç umut olmasa bile, denemekten vazgeçmemek gerektiğini öğrendim. Moda dünyasını nasıl görüyorsun? Moda çok güzel! Bir tasarımcı tarafından çizilmiş ve EAT UP! Delfina Delettrez'in Paris Moda Haftası sırasında, yeni koleksiyonunu tanıttığı 'Vanity & Gravity' partisi, yalnızca kuralları bozmaktan hoşlanan mücevher tasarımcısının neon mavi göz makyajıyla da anılabilirdi pekala… Koleksiyonda yer alan, yer çekimine kafa tutan değerli taşlar ve mizah duygusu yüksek tasarımlar bir yana, kare aynaların üzerine yerleştirilmiş bir açık büfe, güzellik dünyasıyla dalgasını geçmeyi ihmal etmedi. Ruj ambalajlarının içine yerleştirilmiş çikolata ve çilekli şekerlemeler, krem kavanozlarında Chantilly kreması, Gin&Tonic ile doldurulmuş parfüm şişeleri, dudak parlatıcıların içine yerleştirilmiş Mojito'lar, eşantiyon şeklinde sunulan Prosecco ve böğürtlenler, Delettrez'in her an her yerde her şeyle dalga geçebileceğinin zevkli bir kanıtı oldu.
131
BRIEFS
SCENT THREE: SUGI Monocle ve Comme des Garçons ortaklığı, 2008'de Hiroki'yi, 2009'da ise Laurel'i koku dünyasına sunmuştu. Uzun soluklu bir bekleyişin ardından üçüncü esans Sugi bizlerle tanıştırıldı. Monocle Shop'larda, Colette Paris'te, Londra Dover Street Market ve Ginza'da satışa sunulan Sugi'nin ambalaj tasarımı Monocle'ın Kreatif Direktörü Richard Spencer Powell tarafından yapılmış, bu da demek oluyor ki değerli bir dekoratif objeyle de karşı karşıyayız. Mat sarı şişenin içinde olup bitenlere gelince… Odunsu aromatik parfüm, pek tabii ki unisex. Antoine Maisondieu'nün selvi, Madagascar biberi, zambak, sedir, çam ağacı ve Haiti vetiveriyle elde ettiği esans, Comme des Garçons CEO'su Adrian Joffe'a göre 'bugüne kadar yaratılan en müthiş parfüm'. Bu yoruma kayıtsız kalınabilir mi?
HE WAS A SKATER BOY Merakınızı cezbettiğinde, ‘skateboarding’ kelimesi Google aracılığıyla ekranınıza yaratıcılık bağlantılı, sanatsal bir ulaşım aracı açıklamasıyla yansıyacaktır. Tam da burada işin içerisine giren Ai Weiwei, önermenin kanıtı misali. Sanatçı, Belçikalı kaykay tasarım firması The Sk8room ile gerçekleştirdiği iş birliği sonucunda 3 tasarıma imza atıyor. Tasarımlar Weiwei’in önceden yaptığı işlerden ilham alıyor ve sanatçının muhalif tavrını fon olarak kullanıyor. Daha önce Damien Hirst, Keith Haring, Harmony Korine ve Juergen Teller ile iş birlikleri yapan The Sk8room’un Ai Weiwei tasarımlarından elde edilen gelirin %20’si de farklı etnik kökenlerden gençlerin sportif faaliyetlerini destekleyen Skateistan’a bağışlanacak. Roll it!
MOOOI Marcel Wanders ve Casper Vissers tarafından 2001’de kurulan Moooi, dekorasyonla ilgilenenlerin gözünü her yeni koleksiyonuyla daha da kamaştırıyor. Flemenkçe’de güzel anlamını taşıyan ‘mooi’ye bir harf daha eklemelerindeki amaç, estetiğe verdikleri önemi vurgulamak. Marcel, ticaretten anlayan tutkulu bir tasarımcı; Casper da tasarım zevkine sahip olan bir pazarlamacı olarak anlatıyor kendini. Marcel’in yanı sıra, Jurgen Bey ve Bertjan Pot gibi isimler de Moooi için özel tasarım yapan isimler arasında.
XOXO The Mag
CAROL VE HUMBERTO’NUN BALIKÇI KASABASI Kenzo’nun İlkbahar-Yaz 2014 koleksiyonunda yine her tasarım en ince noktasına kadar özenli ayrıntılar ve balıklar içeriyor. Opening Ceremony’nin Humberto Leon ve Carol Lim’i, kreatif direktörlüğünü yaptıkları Kenzo’yu, bu kez direksiyona daha emin ellerle sarılıp, kendi renkli dünyalarına benzetiyorlar. Sneaker’larda örgü dokusuyla sağlanan soyut dalgalarla karşı karşıyayız. Kenzo’nun yeni çanta tasarımı ‘Kalifornia’ ise, aklınıza gelebilecek her türlü renk ve kumaşa bürünüyor. Yüksek topuklarda da rahatlığı ön plana almaya çalıştığını söylüyor, Carol Lim. Geçtiğimiz sezonlardaki kaplan sweatshirt’leri ve göz desenlerinden sonra, şimdi Kenzo’nun balıkları trend alarmı veriyor.
NETTLE IS THE ANSWER Kuru şampuan zaman zaman yardım almaktan çekinmediğimiz, pratik bir kurtarıcı olabilir ancak itiraf edelim ki güzellik dünyasındaki heyecan verici statüsünü kaybetmek üzereydi… Ta ki Klorane, yağlı saçlar için bir istek şarkısı kabul edene kadar. Isırgan otu, doğal Türk şampuanları kategorisinde zaten keşfedilmiş bir ham maddeydi ama yağlı saçları arıtan ve dolgunlaştıran bu mucizenin Fransa sınırlarına dayandığından haberimiz yoktu. En son Michael Kors defilesindeki dağınık topuzlar için kullanılan Klorane kuru şampuan, ısırgan otlu yeni aromasıyla saçımızın ihtiyaç duyduğu en mühim aksesuar olarak listelere en tepeden giriş yaptı.
TOY STORY FOR ADULTS Cildine kendi parmaklarıyla bile dokunulmasından hoşlanmayan temizlik hastaları, derinlemesine temizlik konusunda parmaktan öte bir aksesuara ihtiyaç duyan amatör cilt bakım uzmanları, banyosunda böylesine ünlü bir ürünün de mutlaka yer almasını isteyen güzellik takipçileri… Beklenen an geldi. Clarisonic, yanı başımızda. İlk bakışta kulağa yaklaştırıp 'alo' deme hissi uyandıran Mia, markanın en çok satan modellerinden biri. Ne yapıyor? Narin bir peeling, masaj ve temizlik. İki özel hız ayarı, bir dakikalık sinyalli T-Timer programı ve seyahat çantasıyla cilt bakımı konusunda bir adım ileri gitmek isteyenleri baştan çıkaran bu alet, farklı başlıklar sayesinde her cildin ihtiyacını karşılayabiliyor. İtiraf edelim: Hepimizin sahip olmak istediği bir oyuncak.
133
BRIEFS KIRMIZI YOLCULUK Sonsuz karanlığa ilk adım atıldığından beri en yakınımızda olması münasebetiyle komşuluk ilişkilerimizi sıkı tuttuğumuz Mars’ı ziyaret için 250 milyon millik yolculuğu biraz uzun bulabilirsiniz. İçinizdeki kaşifi yakın menzil seyahatlere mahkum etmek keşfetme içgüdünüzü köreltmesin diye New York'lu kar amacı gütmeyen kuruluş Aperture, This Is Mars kitabını kütüphanelerinize dahil ediyor. Kırmızı gezegenin bugüne kadar görülmeyen manzaralarını panoramik karelerle sunan kitap, A.B.D.’nin MRO (Mars Reconnaissance Orbiter) uydusunun çekimleriyle oluşmuş. Coğrafi bilgileriniz arasına Mars’ın dağ ve ovalarını eklemek için Alfred S. McEwen’ın araştırmaları ve Xavier Barral’ın tasarımıyla oluşturulan kitabı Amazon’dan edinebilirsiniz.
HAT SWEET HAT Kabul, kötü bir saç kesiminin hayra alamet olması ihtimali, varoluş sorunsalının nihai bir cevaba kavuşması ihtimali kadar imkansız görünür. Fakat olasılıklar söz konusu olduğunda denklemdeki küçük bir değişken mucizeyi beraberinde getirir. Eugenia Kim tam olarak bahsettiğimiz değişken. Kötü saç kesimini kendi tasarımı şapkalarıyla kamufle ettiği yıllarda Londra sokaklarında keşfedilen tasarımcı kariyerinin temelini kötü kuaförüne borçlu. Hikayenin bizi ilgilendiren kısmı ise yeni sezonda başımızın üzerinde yeri olan tasarımları. Takmak için kötü bir saç kesimini beklemeyiniz.
LET'S SHARE Bioderma'nın bebek ve çocuklar için piyasaya sürdüğü serisi ABCDerm'i miniklerle paylaşmak konusunda ısrarcıyız. Serinin iddialı ürünü Foaming Cleanser'a bir göz atalım. Hassas ciltlerin bebeklerden öğrenecek çok şeyi var: Coco Betain sayesinde saç ve deriyi cildi tahriş etmeden temizleyen bu köpük yapılı ürün, pentilen glikol ile cildi nemlendirmeyi ihmal etmiyor. Koku ve doku konusunda en az bir bebek kadar hassassanız mutlaka denemeniz gereken bir seriyle, işte tam şu an, tanıştınız. Cold Cream'i de şiddetle tavsiye ediyoruz.
XOXO The Mag
KEITH HARING’SİZ OLMAZ Sneaker’lardaki sanatsal devrim Reebok’ta Keith Haring’le devam ediyor. Bu sezonun bir diğer sanat çalışmalarıyla bezeli tasarımlardan oluşan Jean-Michel Basquiat koleksiyonundan sonra, Sonbahar-Kış 2014 Keith Haring çizimlerini konuk ediyor.
YÜKSELEN MÜCEVHER TASARIMLARI Dominic Jones, 2009’daki ilk koleksiyonu olan Tooth and Nail’dan bu yana hitap ettiği kesimi güçlendiriyor. Anna Wintour, Beyoncé, Rihanna ve Florence Welch gibi isimler destekçileri arasında. Yeni sunduğu İlkbahar-Yaz 2014 koleksiyonuna ait kampanya için de son zamanların parlayan modeli Adwoa Aboah, zarifliğiyle Alex Sainsbury’nin objektifine karşı poz verdi.
UN AIR DE DIPTYQUE Parfümü yaşam alanlarına yerleştirmek Parizyen Diptyque'in en büyük hobilerinden biri olmuştur. İşte şimdi akıllara durgunluk veren bir teknoloji ve tasarımla Un Air de Diptyque, markanın imzası haline gelmiş beş esansı kapsüllerle görkemli bir difüzörün içine yerleştiriyor. Menüde Baies, Figuier, 34 Boulevard Saint Germain, Ambre ve Feu de Bois var.
İKİ TEKERLİ, KARBONFİBER CENTİLMEN Baudelaire’in 19. yüzyıl beyefendileri namıdiğer Flâneur’ler içinde bulunduğumuz yüzyılda Hermès’in ellerinde şekilleniyor. İlk kez bisiklet sektörüne el atan marka ultra hafif karbonfiber tasarımıyla iki ayrı model sunuyor: Le Flâneur d'Hermès ve Le Flâneur sportif d'Hermès. 3 farklı renk paletinde karşımıza çıkan tasarımlar haliyle el yapımı. Bu ay satışa sunulacak bisikletler için içinizdeki beyefendiye haber verebilirsiniz.
135
when the light goes green
Van Gogh, 1888 tarihli mektuplarından birinde, kardeşine ‘The Night Cafe’ tablosunu anlatır -bazen görünenin arkasındaki açıklamalara ihtiyaç sanıldığından fazladır: “Yeşil kullanarak insanoğlunun korkunç tutkularını yansıttım...” Yüzyıllar sonra, tam da o tutkular yeşilin fiziksel olarak neslini tüketirken duyduğun özlem, seni yeniden geçmiş zamanın peşine takabilir. O sırada Mona Lisa yeşil kıyafeti içerisinde donuk gülüşüyle sana eşlik edecektir. Pozitif enerjinin ve sükunetin sembolü olarak hafızanda yer eden yeşil, Michael Pacher’in ‘Saint Wolfgang and the Devil’ tablosunda şeytanın rengi olarak karşına çıktığında, koşulsuz kabullendiğin doktrinlerinin ardına sığınmaktan vazgeçmiş olacaksın. Boyunduruğuna girdiğin normları üzerinden silkelediğinde Aydınlanma Çağı’nın düşünceleri bünyende yeşerebilir. Neyse ki Rousseau ya da Goethe’nin yeşili arasında bir seçim yapmana gerek kalmadan taşlar yerine oturacak. Tutkularını körelttiğinde etrafın yeşerdiğini fark edebilirsin. Ama yanılma payının hala baki olduğunu aklının bir köşesinde tut. Yeşilin edebiyat ya da sanat dünyasına giriş yapmadan çok önce, sadece, Kuzey Avrupalıların kıyafetlerinde kendine yer bulduğunu artık biliyorsun. Şimdi karar senin, belki de kalan fiziki yeşiller sadece zihnini ya da gardırobunu yeşile boyayacaktır.
concept slominska & fabjanski photography pawel fabjanski/shootme.pl set-design zuza slominska styling dorota magdziarz hair&make-up lukrecja model karolina kur/united for models assistants bartlomiej soltysiak, konrad sieron retouch runrun thanks to studio tecza/studiotecza.com
üst see by chloé pantolon acne/dyed specially for xoxo ayakkabı aldo
羹st made for xoxo pantolon robi ayakkab覺 adidas originals by jeremy scott 139
端st robi pantolon american apparel
body suit calvin klein/dyed specially for xoxo ceket robi
gömlek ueg ceket balmain şort herzlich willkommen ayakkabı h&m
MUSIC
REVIEWS
Moby
Panama
Cults
Play gibi bir başyapıtın ardından, Moby ne yapsa onun gölgesinden kaçamıyor. Yine de yeni albüm, Wait For Me ve Destroyed’dan sıyrılan bir iş. Bu durumda Moby’nin daha fazla konuk vokale yer vermesinin (Skylar Grey, Inyang Bassey gibi) yanı sıra, Björk, Lady Gaga ve Depeche Mode’u da içinde barındıran kompleks bir müzisyen yelpazesiyle çalışan Mark Stent’in prodüktör koltuğunda yer almasının da etkisi olsa gerek. Innocents, beklentilere kapılmadan dinlenirse kolayca sevilebilir.
Geçtiğimiz yıl yayınladıkları ‘It’s Not Over’ parçalarıyla Avustralya’nın hisli melodilerini bize tekrar hatırlatan Panama, Always isimli EP’leriyle geri döndü. İlk çalışmalarının başarısının ardından San Francisco’nun yolunu tutan Sydney’li dörtlü, burada Holy Ghost!, Hercules & Love Affair gibi isimlerden tanıdığımız prodüktör Eric Broucek ile beraber albümün hit şarkıları ‘Always’ ve ‘Destroyer’ın kayıtlarını tamamladı. EP farklı tatlardaki üç şarkıdan oluşuyor.
60’lar popu, kısa ve uzun vadelerde hep karşımıza çıktı, çıkmaya da devam edecek. Kimileri sıkıcı ve kendini tekrarlayan, kimileriyse türe yenilik katmayı başarabilen, o dönemleri ucundan hatırlatarak, köprüleri tamamen atıp sadece uzaktan el sallayan çalışmalara imza attı. Cults, geçtiğimiz yıl ilk albümünü çıkardığında tam olarak ne yapmaya çalıştığına emin olamasa da yeni albümleri Static ile kafalarındaki sound’u tam olarak oturtmuşlar gibi duruyor.
ersin koray
hasan kaplan
Innocents Mute (LP)
always Future Classic (EP)
vehbi görgülü
Statıc Columbia (LP)
Korn
Flume
Monster Magnet
Korn gibi bir hanedanlığı masaya yatırmak meşakkatli bir hadise şüphesiz. Nu-metal’ın kurucularından olan grup, ilk beş albümleriyle bizi mest ettikten sonra, gitarist Head’in ayrılmasıyla gelen See You On The Other Side ve efsane davulcusu David Silveria’nın emekliliğinin ardından yayınladıkları Korn III ile o hissi yakalayamadı. Head’in geri dönüşüyle 20 sene öncesine gittiğimiz kısa gitar riff’lerine rağmen, The Paradigm Shift’in de fazla karın doyurduğunu söylemek güç.
Avustralyalı prodüktör Flume’un geçtiğimiz sene sismik belirtiler gösterdikten sonra bu sene yarattığı depremin enkazı altında kaldıysanız ve bir nebze olsun nefes almaya ihtiyacınız varsa, hiç kusura bakmayın çünkü prodüktörün Deluxe Edition’ı gün yüzüne çıktı. Albümde Boldy James, Alexander Spit, Freddie Gibbs, How to Dress Well ve Twin Shadow gibi isimler Flume’a eşlik ediyor. Artçı deprem mi oluyor yoksa fay hattı asıl şimdi mi kırılıyor artık siz düşünün.
Stoner rock, her ne kadar hala yeraltı bir müzik olarak anılıyor olsa da, günümüz ana akım rock müziğin içindeki örnekleri gün geçtikçe çoğalıyor. Suyun yüzeyindeki temsilcilerinden biri de, 80’lerin sonundan beri müzik yapan Monster Magnet. İyi çalışılmış nakaratlar, akustik gitarlar ve klasik rock düzenlemeleri gibi öğelerle kendi farkını yaratan Monster Magnet’in dokuzuncu stüdyo albümü Last Patrol’u dinlerken kendinizi çölde uzun bir yolculuğa çıkmış olarak bulabilirsiniz.
The Paradigm Shift Prospect Park (LP)
Deluxe Edition Future Classic (LP)
arda tümer
Last PATROL Napalm Records (LP)
gazali görüryılmaz
XOXO The Mag
alican öyke
Darkside
Glasser
Haim
Sinir bozucu derecede yetenekli, Frontera ile birlikte Şili’nin bize en büyük nimetlerinden olan Nicolas Jaar, gitarist arkadaşı Dave Harrington’la oluşturduğu projesi Darkside ile yine aklımızı uçuruyor. Beş saatlik MoMA performansı, BBC Radio 1 2012 Yılın En İyi Mix’i ve RAM remix’lerinden sonra, şimdi de Psychic denen 45 dakikalık kompakt bir vali tabağı... Techno, psychedelic rock ve minimal baharatlarıyla Jüpiter usulü funk albümü gibi bir şey Psychic; yani tarifsiz.
2010 tarihli Ring’in ardından yeni Glasser albümünü merakla bekliyorduk. Merakımızı dindiren Interiors ise bu işin hakkını vermiyor değil. Ring’e göre karanlık bir atmosferin sarmaladığı albümde, müzisyenin lirik ve vokal kabiliyetlerini keşfetmek mümkün. Özellikle ‘Shape’ ve ‘Dissect’, Cameron Mesirow’un Björk ve Bat For Lashes ile aşık atabilecek yeteneğe sahip olduğunu gösteren dikkat çekici parçalar. Mesai ayırıp albüme baştan sona kulak vermekte fayda var.
Haim, Forever EP’si ve sonrasında çıkan ‘Don’t Save Me’, ‘Falling’ ve ‘The Wire’ single’larıyla, daha ilk LP’sini yayınlanmadan yeterince büyük bir hayran kitlesine sahip oldu bile. Üçlünün bu başarıyı fazlasıyla hak ettiği, zira bu parçaların her birinin gayet başarılı pop şarkıları olduğu rahatlıkla söylenebilir. Days Are Gone da, bunun şişirilmiş bir başarı olmadığını kanıtlıyor; albümün önceden aşina olmadığımız şarkıları da kesinlikle hayal kırıklığına uğratmıyor.
psychıc Matador/Other People (LP)
ınterıors True Panther (LP)
days are gone Columbia/Polydor (LP)
arda tümer
vehbi görgülü
aslı arduman
Maxine Ashley
Alicia Keys
Chase & Status
Geçtiğimiz ay Portishead’in ‘Glory Box’ına kattığı seslerle gündeme gelen Krucial Noise üyesi Maxine Ashley, 2013’ün sonlarında filizi yeşeren ve 2014’te patlama yapması ön görülen kadın vokalistlerden biri. MOOD SWINGs, Maxine Ashley’in ilk mixtape’i olmasına rağmen prodüksiyon kadrosu oldukça güçlü; Kerry Brothers, Zeke MacUmber, The Outsyders ve Pharrell Williams gibi isimlerin etkisi her bir şarkıda kendini gösteriyor.
Alicia Keys şu günlerde oldukça meşgul. Bir yandan, kısa bir süre içinde yayınlanacak The Inevitable Defeat of Mister and Pete adlı filmin prodüktörlüğünü yapan New York’lu solist bir yandan da aynı filmin soundtrack’ine ‘Better You, Better Me’ adlı şarkıyla katkıda bulunuyor. Soul solisti Jennifer Hudson ve Anthony Mackie’nin de yer alacağı filmin soundtrack albümü henüz yayınlanmasa da Alicia Keys’in ‘Better You, Better Me’si şu an hevesimizi bastırmaya yetiyor.
Birçoğumuzun dubstep fırtınası sayesinde tanıdığı, aslında karakterini yıllar önce inşa etmiş olan Chase & Status, dubstep, breakbeat, drum and bass gibi türlerin sınırlarını zorlamaya devam ediyor. Üçüncü albümleri Brand New Machine’de daha derinlikli ve karanlık bir sound ile karşımıza çıkan grup, Nile Rodgers, Major Lazer, Pusha T gibi önemli isimlerle iş birliği yapmayı da ihmal etmemiş. ‘Gun Metal Grey’, ‘Pressure’, ‘Machine Gun’ albümün fırtına gibi esen parçalarından.
hasan kaplan
alican öyke
mood swıngs Krucial Noise Inc (EP)
Better You, Better Me RCA Records (single)
gazali görüryılmaz
145
Brand New Machine Mercury (LP)
MUSIC
REVIEWS
Giorgio Moroder feat. Alejandro
Lili K
Danny Brown
Synth müziğin kurucularından Giorgio Moroder, 80’lerde imza attığı hit’lerin ardından yeni dönem takipçilerine pek de ulaşamamıştı. Büyük çoğunluğu eski plakları didikleyen çevrelerden oluşan bilinirlilik kitlesini Daft Punk’ın son albümünde yer alarak genişleten Moroder, bu ivmeyi korumak istiyor olmalı ki şimdi de yanına Alejandro’yu alarak yeni bir single yayınladı. ‘My Name is...’ adlı çalışma 80’ler sonu 90’lar başı euro pop’un, klasik bir örneği olmaktan ileri gidemiyor.
Lili K ismini, Chicago’lu akranları Chance the Rapper, Vic Mensa ve Tree gibi isimlerle birlikte yaptığı çalışmalardan duymuş olabilirsiniz. Ama sonunda güçlü soul vokaliyle Lili K’in solo çalışmalarını duymanın vakti geldi. Modern soul müzikte krallığını daha doğrusu kraliçeliğini kurmuş isimlerin arasında hızla yükseleceğinin garantisini My Favorite Things isimli ilk EP’si ile veren Lili K, genç olmanın verebileceği hiçbir dezavantajı kabul etmeden gayet olgun bir işe imza atmış.
Günümüz hip hop ve rap müziğinin yaratıcılıkta sınırları zorladığı açık bir gerçek. Bu sınırların uçlarında gezinenlerden biri de şüphesiz Danny Brown. İki senelik aradan sonra gelen Old, Danny Brown’ın üçüncü stüdyo albümü. Albüm bir yandan klasik rap köklerine sadık kalırken, bir yandan ters köşeye yatıran EDM fikirlerine sahip. Asap Rocky, Purity Ring, Scrufizzer, Schoolboy Q gibi isimleri de içinde barındıran Old, bu senenin en iyi hip hop albümlerinden biri olmaya aday.
hasan kaplan
gazali görüryılmaz
alican öyke
My Name Is … Self-Released (single)
My Favorite Things Lili K Music (EP)
old Fool’s Gold (LP)
Dynasty
Fanfarlo
Pixies
Uzun ve çetrefilli bir süreçten geçecekseniz önce arkanızı sağlam bir kayaya yaslamanız yolculuğunuzun güvenliği açısından önemli. Queens’in yeni hip hop prensesi olmaya aday Dynasty de ilk single’ını DJ Premier’in prodüksiyonuna emanet ederek kazığını sağlam çakıyor. İlk albümü Star In Life’s Clothing’de daha birçok isme rastlamak mümkün; Talib Kweli, Skyzoo, Mike Mass, Koi ve Hometown Hero bunlardan sadece birkaçı. Samimi ve kolay dinlenir bir hip hop albümü isterseniz çekinmeden alın.
Indie folk türünde büyük başarı getiren ilk albümleri Reservoir’ın ardından 2012 yılında Rooms Filled With Light’ı yayınlanan Fanfarlo, görünen o ki stüdyodan pek de uzak kalamıyor. New World Records’dan çıkan EP’leri The Sea, yoğun bir şekilde 80’lerin synth pop ezgilerini barındırıyor. Dört şarkıdan oluşan EP, aynı zamanda grubun vokalisti Simon Balthazar’ın tarzındaki değişimi de açıkça ortaya koyuyor. EP dahilinde bir de Jim Pepper uyarlaması olan ‘Witchi Tai To’yu bulmak mümkün.
Kim Deal’ın ayrılmasına rağmen yeni Pixies şarkılarının yolda olduğu haberini alınca heyecanlanmamak elde değildi. Üstelik yirmi yıldan uzun süredir Pixies’den single’lar haricinde ses soluk çıkmazken. EP1, kendi yağında kavrulmakla birlikte, ‘Indie Cindy’ ve ‘Andro Queen’ gibi ilk dinleyişte eşlik edilesi parçalar barındırıyor. ‘Another Toe’yu atlayıp, grubun 80’ler kataloğuna göz kırpan kapanış parçası ‘What Goes Boom’a kulak verince “What comes next?” diye sormadan edemiyor insan.
hasan kaplan
ersin koray
vehbi görgülü
A Star In Life’s Clothing Jakarta Records (LP)
The sea New World Records (EP)
XOXO The Mag
Ep-1 Self-Released (EP)
Ryan Hemsworth
Panic! at the Disco
Best Coast
Bazen abartılı konuşmak çok eğlenceli olduğu kadar doğru da oluyor. Hatta abarttığınızı düşünürken aslında tasvir ettiğiniz durumu hafife bile almış olabiliyorsunuz. Bu noktada Ryan Hemsworth’ü kendimizce abartmak istiyoruz, belki de gerektiği değeri vermemiş bile olacağız; karşınızda son dönemlerin en yetenekli prodüktörlerinden biri duruyor. Elinden, kulağından, gönlünden ne çıkarsa defalarca dinleyin. Sıkılmanıza fırsat kalmadan yeni şeyler keşfedebilirsiniz.
Yıllardır çocuksu tavrına alıştığımız Panic! at the Disco, bu sefer iyice pop bir albüm yapmış olmasına karşılık daha olgun bir duruş sergiliyor. Albümde bolca kullanılan synth’ler ve elektronik davullar, seksenli yılların synth pop havasına göz kırpıyor. Albümden yayınlanan üç single arasında, videosuyla dikkat çeken ‘Girls/Girls/Boys’ albümü en iyi özetleyen şarkı diyebiliriz. Eğlenceli ve akıcı pop müzik dinlemek isteyenlerin albüme bir göz atmasında kesinlikle fayda var.
Fade Away, Best Coast’un 2010 yılında yayınladığı ilk albümü Crazy For You ve 2012 tarihli The Only Place’in ardından gelen, Jewel City imzalı yedi şarkılık bir mini albüm. Bethany Cosentino ve Bobb Bruno, bir kez daha teenage kalp kırıklıkları ve yaz aylarında sonu gelmeyen road trip temaları arasında seyreden, dağınık pop sound’larıyla dinleyicilere sarılıyor. EP’nin yüksek tempolu kapanış şarkısı, ‘I Don’t Know How’, büyük bir hit olmaya aday.
gazali görüryılmaz
alican öyke
ersin koray
Guilt Trips Last Gang Records (LP)
Too Weird to Live, Too Rare to Die! Decaydance (LP)
Fade Away Jewel City (EP)
King Avriel
The Field
Aloe Blacc
1900’lerin ortalarında başlayan, insanoğlunun fiziksel olarak uzaya çıkma hevesi yıllarca süren uğraşlar sonunda nihayete erdi malumunuz. Fakat bu yolculuğun ruhani boyutu hiç o kadar da zor değil. En basitinden King Avriel’in ‘Paranormal Paradigm’ single’ını dinleyebilirsiniz. Contemporary R&B’nin yükselişi hepimizce malum fakat türün bu kadar ambient taraflara kayması biz dahil herkesi şaşırtıyor, keyiflendiriyor ve düşündürüyor. Buyurun, bolca kafa boşaltıp kendi yolculuğunuza hazırlanın.
Techno dünyası, 2007 Mart’ında muazzam bir hadiseye tanık oldu: İsveçli Axel Willner, From Here We Go Sublime adlı bir albüm çıkardı, yetmiyormuş gibi iki senede bir çıkardığı albümlerle ezberleri bozmaya devam etti. Willner, bu altı senede kendi içinde bu kadar paradoks barındırıp özgün kalabilen yegane sanatçılardan. Looping State of Mind’daki agresifliği Cupid’s Head’de bulamasak da, yoğunluğu, ayrıntılardaki kusursuzluğu ve en önemlisi otörlüğüyle The Field yine müthiş bir işin altına imza atıyor.
Aloe Blacc’in alıştığımız soul tarzını özlediyseniz Wake Me Up sizi pek de memnun etmeyecek. Ama Aloe Blacc’in yeteneğinden sual olmaz diyorsanız, işte karşınızda kedinizden geçeceğiniz, birbirinden farklı dört yeni şarkı. Yaylılar ve blues gitarlarla sarmalanmış EP ile aynı adı taşıyan ‘Wake Me Up’ sizi sarsarsa, Pharrell’in prodüktörlüğünü yaptığı ‘Love Is the Answer’a daha dikkatli yaklaşın. Allah korusun bir anda aşk sarhoşu olur, zihniniz bulanıklaşır ve kapaklanırsınız yere.
Paranormal Paradigm Self-Released (single)
Cupid’s Head Kompakt (LP)
Wake Me Up Interscope Records (EP)
gazali görüryılmaz
arda tümer
147
gazali görüryılmaz
GAMES
hazırlayan emre doğan
Kombo Lazım mıydı Abla? Killer Instinct aslen 1994 asıllı bir atari salonu oyunu. Daha sonra SNES ve Game Boy platformları için uyarlamalar da yapıldı. Tuş kombinasyonları itibarıyla Street Fighter’ı, son hamleleriyle Mortal Kombat’ı andırıyordu. Ayrıca yüksek sayılı kombo kovalamak da dönemin moda özelliklerindendi. Microsoft bu oyunu, artık nasıl bir hedef kitleye ulaştırmayı amaçladıysa, Kasım ayı sonlarında piyasaya çıkacak olan yeni konsolu Xbox One için bir satış stratejisine dönüştürmek istiyor. Bunu söylerken, bir konsol için münhasır (“exclusive”) çıkan oyunların -mesela Uncharted, God of War vb.- o konsolu sattırabilecek kadar iyi olmasını bir ön kabul olarak düşünmek istiyorum. Gelgelelim yeni Killer Instinct bu kadar iddialı bir oyun mu, onu bir tartalım. Görebildiğim kadarıyla, ayrıca umduğum üzere, yeni donanımın o mest edici kokusu oyundan buram buram geliyor. Normalde bir programcı donanımı
zorlamayacak, optimum kod yazmaya güdümlüdür. Yeni konsola geçilen nadir zamanlarda, teknik yöneticinin masaya çıkıp “saldırın koçlarım!” dediği olabiliyor. O zaman hoyratça “ona da animasyon koyayım, bunu da şöyle gerçekçi modelleyeyim” diye şımarma şansı olabiliyor programcının. Biraz karikatürize etmiş olsam da, izlediğim görüntülerden hissettiğim bu. Onun dışında uzun uzun listelemeye gerek yok ama oyunda eski karakterlerin bir kısmı hazır bulunacak, diğer bir kısmı ‘downloadable content’ olacak, bazıları ise hiç olmayacak. Açık konuşayım, oyun birçok açıdan midesiz ve kötü zevkli duruyor. Karakter tasarımları zayıf, görsel tasarımları kötü bir örneğin parodisi gibi, mekanlar 90’ların aksiyon filmlerini andırıyor. Ama bazen bu tip işler o kadar kötü oluyor ki, garip bir biçimde tutuluyor insan. Emin olamıyorum, oynaması çok eğlenceli olabilir. Killer Instinct [Xbox One]
Oyuna Çok Takılmayalım Sony’nin yeni konsolu PlayStation 4, Kuzey Amerika yöresinde Kasım ortasında, Avrupa’da Kasım sonunda satışa sunulacak; dünyanın geri kalanı da yılbaşından önce parasını bastırıp PS4 alabilecek. Bazılarımız “aman fiyatlar düşmeden elden çıkartayım” diye düşünerek PS3’lerini sattılar bile. Yeni teknoloji konsolların satılması için, doğal olarak bu teknolojiyi kullanan yeni oyunlar gerekiyor. Killzone: Shadow Fall da böyle bir oyun. Sadece PS4 için piyasaya sürülecek bu oyun, aslında biraz da “bakın yeni oyuncaklarımızla neler yapabiliyoruz” şeklinde caka satmak, dosta düşmana gösteriş yapmak için ortaya atılmış gibi görünüyor. Zira oyunun pek reklamı yapılmadı, bildiğim kadarıyla. Direkt konsolla paketleyip (bundle) teslim edecek olabilirler. Shadow Fall’un hikayesi öyle
çok önemli, uğraşılmış değil. Belli ki “hızlıca yapalım, bizim asıl seriyi de pek etkilemesin” diye düşünülerek Killzone’dan 30 sene sonra geçiyor. Asıl grafiklerdeki gelişmeden bahsetmek lazım, neticede yeni donanıma geçiyoruz, önümüzde yeni imkanlar, özellikler var. Işık/ gölge efektleri gayet gerçekçi ve estetik görünüyor. Duman ve toz animasyonları oldukça hoş. Su hareketleri fena değil, ama PS3’den çok çok ileride sayılmaz. Ağaçlar ve diğer bitkiler öyle kaskatı değil, rüzgarla beraber tatlı tatlı salınıp dans ediyorlar. Karakter animasyonları, örneğin vurulduklarında başlarına gelenler, gayet iyi. En önemlisi, Killzone: Shadow Fall’a bakarak PS4 hakkında kesin hükme varmamak gerekiyor. Zaman ilerledikçe muhakkak daha iyi örnekler göreceğiz. Bu oyunu şimdilik yeni konsola ısınmak için bir egzersiz olarak düşünebiliriz.
Killzone: Shadow Fall [PS4]
Sen Kaşındın Mario
Tozutmadan, Usul Usul
“Ah, retro oyunlar ya, vintage, ben de çok severim, mesela...” diye başlayan cümlelerin büyük çoğunluğu Super Mario ile devam eder hep. Tabii bu Pong, Pacman veya Donkey Kong daha kötü diye değil, Mario daha popüler diye yaşanan bir olay. Neticede diğer oyunların hepsi mazide hoş bir tanıdık olarak kalmışken, Super Mario garip bir inatla -28 senedir!- hala piyasada var olabiliyor. Paspal görünümlü esnaf lokantaları için söylenen argüman, o muhitte barınabiliyorsa temiz/iyi olduğudur. Super Mario da dev oyun dağıtımcılarının birbirini yediği kurtlar sofrasında ısrarla tutunabiliyor. Tabii ki popüler kültürün itme gücünü de unutmayalım; Mario da, sevgili mantarları da fiyakalı figürler olarak masaüstlerini, tişörtleri, dövme formatında vücutlarımızı süslemeye devam ediyor. Bu da sadık müşterilerini kaybetmemesini ve yenilerini kazanmasını sağlıyor.
Normal şartlarda GTA V çıktıktan bir ay sonra sandbox tipi bir oyun piyasaya sürmek, satış stratejisi açısından gerçekten büyük bir risk. Ancak işin arkasında Ubisoft gibi bir piyasa devi olunca bu tip cesur hareketler anlamlı olabiliyor. Piyasa devi derken, 1986’dan beri yüzlerce oyun çıkarmış Ubisoft’un 2013 cirosu 1 milyar euro’nun üzerinde.
Oyunumuz, tip itibarıyla Super
Mario 3D Land’in devamı olarak düşünülebilir. Doğrusal ve sağa doğru ilerleyen 2 boyutlumsu bölümler olduğu gibi, open world olarak sınıflandırılabilecek daha ferah bölümler de içeriyor. Kontrol edebileceğimiz dört karakter bulunuyor: Mario, Luigi, Prenses ve mantar kafalı Toad. Her karakterin kendine has birtakım özellikleri de varmış. Eski Mario oyunlarındaki ‘Mantarı ye, tosbağayı dep, altınları topla, prensesi kurtar’ formülü sanıyorum artık pek geçerli değil. Hikayesi de çok cici. Bu gençler mantar krallığında gebeşlik ederken, olağandışı bir boruya denk geliyorlar. Sprixie adı verilen perimtrak bir mahlukla karşılaşıyorlar ancak Mario oyunlarının baş kötüsü Bowser bir anda belirip Sprixie’yi kaçırıyor. Sonrası tahmin edeceğiniz gibi oradan oraya koş dur. Seveni zaten kaçırmayacak, hiç oynamayan da bulaşmayacaktır diye tahmin ediyorum. Super Mario 3D World [Wii U]
Watch Dog, bekçi köpeği anlamının yanı sıra bir yazılım terimi. Ana uygulamayla ilişkili, ancak bağımsız çalışan, onun başına bir şey gelirse anında müdahale eden ikincil ve basit bir uygulama olarak düşünülebilir. Oyun, şehrin tüm altyapısını ‘ctOS’ adı verilen bir yazılımın kontrol ettiği Chicago’da geçiyor. Kahramanımız da yumruğu ve klavyesi kuvvetli bir hacker. Hikaye boyunca birtakım sıkıntılarını çözmek için sağı solu hackleyecek, kimi bilgisayarlara backdoor
ekleyecek, cep telefonlarına sızıp para aşıracak, belki resmi sunuculara format atıp hırsını alacak. Tam bilemiyoruz. Maceralarımız boyunca polis genellikle ensemizde olacağından, ve biz de Terminatör gibi takılmadığımızdan, gizlilik oyunun önemli yanlarından biri. Öyle roketatarları sırtlanıp, polis helikopteri düşürmek olmayacak amacımız; kovalamaca varsa bile usulca gizlenip ortalığın durulmasını bekleyeceğiz. Oyunun biraz Assassin’s Creed mekaniğini anımsatan heyecanlı bir multiplayer modu da bulunuyor. Rakibe çaktırmadan onun oyununa girip, cep telefonundan veri çalmak gibi heyecanlı işler yapılabilecek. Bu arada Assassin’s Creed de zaten Ubisoft ürünü, dolayısıyla karakterimizin hareketleri, hali, tavrı aynı değirmenden çıkmış gibi görünüyor -ki bu bence olumlu bir şey. Sıfırdan yazılmış olsa bu kadar olgun olamazdı.
Watch Dogs [PC, PS3, PS4, Xbox 360, Xbox One, Wii U]
SET UP
Reuben de Lautour
A Musical Mind
Yeni Zelanda’dan notaların peşine düşüp Princeton’a varan, ardından İstanbul’a yerleşen Reuben, Babajim İstanbul Studios’da genç müzisyenlerin profesyonel müzik dünyasına adım atmadan önceki safhasında karşımıza çıkıyor. 2012 yılında İTÜ MIAM bünyesinde Sonic Arts programını kuran müzisyenin, enstrümanlarının ve gözümüze enteresan gelen tüm aksesuarlarının altını üstüne getirdikten sonra onları nizama soktuk. İncelerken arka fona sevdiğiniz bir şarkıyı önünüze de konuğumuzun pozitif enerjisini koyun. hazırlayan linda kocabıyık fotoğraflar yalım kartal
XOXO The Mag
soldan sağa: 1. Kalimba 2. Sitar 3. Neumann C149 Tube Mikrofon 4. Johnny Hartman, I Just Dropped by to Say Hello (1963) 5. Spider shockmouth 6. 1923 Charles Jean-Baptiste Collin-Mezin keman 7. Ahşap uçlu tokmak 8. Davul anahtarı 9. Little Labs STD enstrüman kablo uzatması 10. Studio One taşınabilir dual mikrofon preampli 11. Alyan anahtar seti 12. DPA 4006-TL omnidirectional mikrofon 13. İşitme için Tinnitool soft-lazer 14. DPA mikrofon mandalı 15. Meksika topacı pirinola 16. DPA mikrofon için akustik basınç dengeleyici 17. Keman yastığı 18. DPA mikrofon için free-field miking grid 19. Keman susturucu 20. Yedek keman köprüsü 21. Mikrofon kafası 22. Davul ölçüm aleti 23. Gitar mandalı 24. Mikrofon başlığı 25. Gitar mandalı 26. Rolls direct box 27. Kulak koruyucu 28. Qeej 29. Davul anahtarı 30. Davul ölçüm aleti sabitleyici 31. Soft-lazer kulaklık 32. Gitar penaları 33. Electrovoice RE20 mikrofon 34. Alcide Goubaud Keman yayı 35. Keman yayı 36. Fırça baget 37. Gitar askısı 38. Guild Nightbird el yapımı elektrogitar. 151
Locations Where You Can Find Us...
360 7 GR ANJEL BABYLON BADEHANE BAHAR KORÇAN BALKON BALTAZAR BEJ CAFE BRUNO'S KUAFÖR BUILDING GALATA BUTİK BUKA CAFE FİRUZ CAFFE NERO GALATASARAY CAFFE NERO İKSV CEZAYİR İSTANBUL CUBA BAR İSTANBUL CULLINARY INSTITUTE CUPPA CAFE ÇOKÇOK THAI RESTAURANT DAI PERA DELIRIUM DIZZIA CAFE RESTAURANT LOUNGE ECE AKSOY EGERAN GALERİ FAKÜLTE AJANS FLAVIO GALATA NO:5 KUAFÖR GALATTA BRASSERIA GALERİ ZILBERMAN GALERIST GARAJISTANBUL GATE TATTOO GEZİ İSTANBUL GHETTO İSTANBUL GRAM GROOVE HELVETIA HOME ROOM JOURNEY KAFIKA KAHVE ALTI KAKTÜS KAHVESİ KARABATAK CAFE KASABIM KİKİ KOMODOR KÖŞE BRASSERIEKULINATA KULP LABISTANBUL LASTİK PABUÇ LAUNDROMAT LAZY BUTİK LEB-İ DERYA LEBLON LILIPUD LOKAL ASMALI LOKANTA MAYA LOMOGRAPHY GALLERY STORE İSTANBUL LUSH HOTEL MAMA SHELTER MANO BURGER MASA MAVRA MESTA MEYRA MISS PIZZA MOMO MUHİT MÜNFERİT NAR PERA NON GALERİ OFF PERA OPS CAFE OPUS 3A OTTO SOFYALI OTTO TÜNEL PANDORA KİTABEVİ PARISTEXAS Pİ ARTWORKS PICANTE PIOLA PİLEVNELİ PROJECT PİLOT GALERİ PLIEÉ POINT HOTEL PROPAGANDA QUE TAL RAFİNERİ ROBINSON CRUSOE ROOK SALT BISTRO SAN LAZZARO TRATTORIA PIZZERIA SELFESTATE SİMAY BÜLBÜL ŞİMDİ/NOW SİMURG KİTABEVİ SMYRNA SNTRL DÜKKAN SUGAR CAFE SUSAM CAFE SUSHI EXPRESS TABE KIYAMET TAKKUNYA TAPS THE HOUSE APART CİHANGİR THE HOUSE APART GALATASARAY THE HOUSE APART TÜNEL THE HOUSE CAFE İSTİKLAL THE HOUSE CAFE TÜNEL THE HOUSE HOTEL GALATASARAY UGLY UNTER URBAN WE WHITE MILL WITT SUITES İSTANBUL XFLATS ZENCEFİL
Also, you can ask for us at cool hair salons and innovative art galleries! XOXO The Mag
www.chanel.com
Watch in high tech ceramic. Moonphase complication with aventurine counter. Self winding mechanical movement. 42 hour power reserve.