XOXO The Mag/December 2013-January 2014

Page 1

038 FASHIONMUSICARTDESIGN

ARALIK 2013/OCAK 2014 ÜCRETSİZDİR

NATALIA KILLS (106)

BROKEN BELLS (24) CAROLINE KOÇ (32) ZOË RYAN (46) FRANCESCO VEZZOLI (60) CHRISTOPHER SHELDRAKE (70) NEVZAT SAYIN (76) CAN’T TOUCH THIS (148)


Watch in high tech ceramic. Moonphase complication with aventurine counter. Self winding mechanical movement. 42 hour power reserve. www.chanel.com



XOXO The Mag


3








visit Armanibeauty.com

Cate Blanchett


the new fragrance




cover guest natalia kills photographer mike rosenthal

İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@xoxothemag.net Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Editörler Aslı Arduman, Serap Gecü, Gazali Görüryılmaz, Ayşecan İpek, Elif Kamışlı, Aslin Kumdagezer, Müjde Metin İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Melahat Çakır Katkıda Bulunanlar Begüm Abban, Barış Akardere, Orhan Cem Çetin, Sarp Dakni, Emre Doğan, Erdi Doğan, Güneş Engin, Hülya Ertaş, Ceren Palaz Karaca, Deniz Karaman, Yalım Kartal, Ahu Keleşoğlu, Yonca Keremoğlu, Linda Kocabıyık, Ersin Koray, Besray Köker, Cem Mirap, Seda Ondin, Beren Özel, Berna Özyurt, Derin Sarıyer, Murat Süyür, Didem Şenol Tiryakioğlu, Grant Thomas, Ali Tünay, Erman Ata Uncu, Bengi Ünsal Reklam cihan@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.

N U R TA N E S İ S K . N O : 3 4 Y I L D I Z B E Ş İ K TA Ş İ stanbul T : + 9 0 2 1 2 2 5 9 0 6 6 9

XOXO The Mag



CONTENTS

COVER

INTERVIEW

106... Natalia Kills

32... Caroline Koç Kısık Ateşte Zarafet röportaj aslin kumdagezer

ART & DESIGN

MUSIC

20... Gillian Wearing

24... Broken Bells

Performansın Doğasında/

A Dose of Retro

Maskelerin Altında

röportaj ersin koray

röportaj müjde metin

42... Michel Comte Say Cheese (Or Don’t)

50... MØ Bir Kafa Karışıklığı

Beyan İle Arzu Arasında Bir Yerde röportaj besray köker

60... Francesco Vezzoli

FASHION 36... Anılar Şatafatlı Bir Hayatın

röportaj elif kamışlı

yazı ceren palaz karaca

76... Nevzat Sayın Bu Coğrafyanın Şifreleri

88... Like Always But Never The Same

röportaj hülya ertaş

röportaj elif kamışlı

52... Masoud Golsorkhi Denemeye Devam röportaj serap gecü

Akdeniz’in Ruhu

Mütevazı Anlatımı

Bir Anti-Kahraman

röportaj erman ata uncu

56... David Abulafia

Pırıltılı Hisler

98... Halil Altındere

Kılcal Damarlarda Dolaşan Komedi

röportaj gazali görüryılmaz

röportaj müjde metin

46... Zoë Ryan

38... Mahmut Fazıl Coşkun

röportaj ali tünay

80... Louise Doughty

MORE

Yvonne’un Suçu Ne?

64... Davetlere Hazırlık

röportaj aslı arduman

Büyük Güne Doğru Adım Adım yazı didem şenol tiryakioğlu

84... Elie Bernheim Üçüncü Kuşak Zarafet

118... The Creators

röportaj ve yazı serap gecü

hazırlayan ersin koray

Collection Icônes

94... Burak Tezateşer

Louis Vuitton SS 2014

Hüsn-ü Mücerred Bir Hikaye

126... Noir’a Aranan Taze Kan

yazı linda kocabıyık

röportaj emre doğan

İskandinav Suç Hikayeleri

102... Scott Sternberg The Outsider

124... Ali İşitir & Ido De Voos

röportaj aslin kumdagezer

290 Square Meters

yazı erman ata uncu

röportaj linda kocabıyık



2013 BU SENE NELER YAPTIK YORUMU BEKLİYORSANIZ, BEKLEMEYİN... 2014 NELER YAPACAĞIMIZI ANLATMAMI BEKLİYORSANIZ, BEKLEME YAPINIZ VE SONUNDA GÖRÜNÜZ. DEĞİŞİKLİK KAPIMIZI ÇALDI, BİZ DE DELİKTEN BAKTIK, BİR SORUN YOK, GELEN YABANCI DEĞİL... NOTE FOR THE EDITOR GEÇEN GÜN -HER SENE SONUNDA ADETTENDİR DİYE HAZIRLADIĞIM- WISH LIST’LERİME BAKTIM, DURDUK YERE. DARISI BAŞINIZA; BİRÇOK İSTEĞİM YERİNE GELMİŞ, GETİRMİŞİM, GETİRİLMİŞ. EH, O ZAMAN BU SENEKİNİ BU MOTİVASYONLA HAZIRLAYAYIM DİYORUM, SİZ DE BANA KATILIN; DİPLİ KUYUYA TAŞ ATIN. ARALIK BOYUNCA WEB SİTEMİZE TAKILIN.

OLGA ŞERBETCİOĞLU


19


INTERVIEW/art

Gillian Wearing

Performansın Doğasında/Maskelerin Altında Gillian Wearing, estetik, duygusal ve ahlaki değerlere karşı olan toplumsal yaklaşımları inceleyişiyle, sergisine gidenleri binbir türlü yargıya sürükleyebiliyor. Süregelen kavramsal tartışmalara eğildiğinin farkında, o sadece benliklerimiz hakkında ne düşündüğümüzü ve bu düşünceleri başkalarına nasıl aktardığımızı keşfederken, merakını izleyicilerine de göstermeye çalışıyor. Mahremiyetimizin hiper-bağlantılı yaşamlarımızda yok oluşunun eski tartışması, artık yön değiştiriyor. Yabancı birinin duymasını istemeyeceğimiz şeyleri, bir süre sonra yakınlarımıza da anlatmamaya başlayabiliyoruz. Gillian Wearing de, erozyona uğrayan davranış biçimlerine, yarattığı maskeler ve performanslarla ayna tutuyor. röportaj müjde metin fotoğraf paul cox

XOXO The Mag


Me as Mapplethorpe (based upon the Robert Mapplethorpe work: Self Portrait, 1988. © Robert Mapplethorpe Foundation), framed bromide print, 159 x 131 cm, 2009

Me as Cahun Holding a Mask of My Face, framed bromide print, 157.3 x 129 cm, 2012

herkes harikaydı ve çoğu gerçekten ilginç karakterleri canlandırmayı seçti. Ama ortaya bir sürü gerçek duygu sızdı. Mutluymuş gibi hissetmeye gerek olmadığını hisseden ve mutsuzluğu kabullenip rahatlayan insanlar bile vardı.

Çalışmalarının ana teması, iç dünyamızda benimsediklerimizle kamuya yansıttıklarımız arasında beliren çok miktardaki uyuşmazlıktan besleniyor. Bu durum, edebiyattaki karnavalesk türünü hatırlatıyor: Bireylerin ifadelerini katıksız aktarabildiği, iletişimin şeffaf ve sınırsız olduğu… Karnaval ruhuyla çalışmalarını nasıl ilişkilendiriyorsun? Karnaval kavramının yaklaşımını, o sırada kısıtlamaların ve çekingenliklerin kaybolması fikrini seviyorum. Bu durumun bir uzantısını ve oluşturduğu gerilimi, ‘Dancing in Peckham’, ‘Drunk’ ve ‘Broad Street’ gibi çalışmalarımda açıkça görüyorum. Bu noktada, Brueghel’in tablolarının bana ilham verdiğini söyleyebilirim. İnsanların köy ve kasabalarda içki içtikleri, dans ettikleri ve her şeyi oluruna bıraktıkları resimlerde beni aydınlatan parçalar sayesinde, ben de, kendimi içine soktuğum kısıtlamalara otobiyografik bir algıyla yaklaştım. Hatırladım ki, eğer dans etmek gibi rahatlayabileceğim bir şey bulamıyorsam, toplum içerisinde hiçbir zaman doğal davranamıyordum. İşte tüm bu fikirler, 90’ların sonunda yaptığım işlerime yansıdı.

‘Bully’ çalışmanda da, genç bir adam, çocukluğunda küçük düştüğünü hissettiği bir anı, gönüllülerle birlikte tekrar canlandırıyor. Sence yeniden canlandırmak, kötü anıların etkilerini yok eder mi? Terapi gibi… ‘Bully’yi yaratma fikri, orada genç adam olarak gördüğünüz James’in, kendi hayatını filme dönüştürme isteğinden doğdu. Tabii Bully’de hayatından yalnızca bir kesit canlandırıldı. Bazı çalışmalarım, bu sayede amelleri oyunculuk olan ve bilhassa filmlerde yer almış kişileri de bir araya getiriyor. Kötü anıları yok etmeye gelince; planlayarak gerçekleşebilecek bir şey değil, ama insanların hayatlarıyla ilgili dürüstçe konuşabilmesi, bir tedavi yöntemi sayılabilir. Bunun örneklerine itiraflara odaklanan çalışmalarımda, yani arkadaşlarına veya ailelerine anlatamadıkları şeyler hakkında hissettiklerini anlatıp rahatladıkları yerlerde, çok defa rastladım.

Bir alışveriş merkezinde kendi başına dans ettiğin ‘Dancing in Peckham’ video çalışmanla alakalı, kendini soyutladığın için oldukça üzgün ve yalnız bir durum sergilediğini söyleyen bir yorum okumuştum. Halbuki, kişiye özel bir keyfin toplum içinde yüzeye çıkışı da söz konusu. Sence hangi yorum daha uygun? ‘Dancing in Peckham’, yorumlara karşı ucu çok açık olan bir çalışma. Belki başlangıçta utangaçtım, ama asla üzgün hissetmedim. Bence bu çalışmanın yorumları kişiden kişiye göre hep çok farklılık gösterebiliyor, çünkü ne yaptığımı anlamlandırmaya çalışan herkes, yaptığı yoruma ister istemez kendinden bir şeyler katıyor. Bu yüzden bence bahsettiğin yorumların her ikisi de ‘Dancing in Peckham’ videosunun bağlamıyla uyuşuyor. Çünkü çalışmanın ne olduğu izleyiciye bağlı olarak değişiyor; özgür, komik, utanç verici veya izole…

Kamusal ve özel alan arasındaki ayrışımla neden bu kadar fazla ilgileniyorsun? Birinin özel yaşam alanında bulunmadan, o kişinin gerçek yüzüyle asla tanışamayacağına inanıyorum. Paradoks ise, gerçek yüzümüzü saklamamız gerektiğini öğrenerek büyümemizden kaynaklanıyor. Bu yüzden çoğu zaman bize en çok yakışan karaktere bürünerek etrafta kendimizi maskelerle sunuyoruz. Ama ironiktir ki, özümüzdeki karmakarışık tarafları bulduğumuz kişilerle bağ kurmak istiyoruz, çünkü bu durum içten içe samimiyeti yaratıyor. Sosyal medya hesapları da maskelerden besleniyor olabilir mi? Sosyal medya, anonimleşmeyi sağlıyor. Ve muhtemelen, bazı kişilerin kimlikleri ifşa olsaydı, kendilerini orada ortaya koydukları şekilde ifade etmezlerdi. Ama öte yandan, insanlar Facebook ve Twitter’da genelde gerçek isimlerini kullanmayı tercih ediyorlar. Bu da maske kullanımının karmaşık yüzüne işaret ediyor…

Doğaçlama yaparak anıların canlandırıldığı ve ayrıca ilk uzun metrajlı filmin olan Self Made’in çekimine katılan gönüllüleri seçerken kriterlerin nelerdi? Kriter yoktu, yalnızca içgüdüseldi. Self Made şöyle bir reklamla başladı: “Filmde oynamak ister misin? Kendini veya kurgu bir karakteri oynayabilirsin. Gillian’ı araman yeterli.” Neticede, aradılar. Seçmelerde

‘Kimlik’ kelimesini nasıl tanımlarsın? Çalışmalarım çoğu zaman ‘kimlik’ konusunu ele alıyormuşum gibi kategorize ediliyor. Ama aslında bu kelimeyi kullanmaktan bile 21


hoşlanmıyorum. Bazen bunun her şeyi daralttığını düşünüyorum. Çünkü biz benliğimizle çelişebilen, fikirlerini değiştirebilen, bir bakıma istikrarsız, yani değişken canlılarız. Bu yüzden de bence ‘kimlik’ kelimesi en çok, bilimsel, tıbbi veya adli araştırmalara yakışıyor. Neden sadece ‘Me as Cahun’ çalışmasında, yüzünde Claude Cahun maskesi varken elinde de kendi maskeni tutuyorsun? Claude Cahun, otoportresinde maske ve sahne elbiselerini kullanmıştı. Ben de ilham aldığım o çalışmayı tıpatıp kopyalamak istemedim -Cahun gibi hissettiren ama benim bakış açımı yansıtan bir şey yaratmak istedim. Sanatçı olarak, Cahun’a karşı hissettiğim subjektif etkilenmeyi, kendimi ve onu birleştirerek çözmeye çalıştım. Ortaya çıkan şuna benziyor; Cahun’ın fotoğrafı gibi gözüküyor ama aslında o çekmedi, ayrıca elinde başka bir sanatçının maskesini tutabileceği de hayal edilmemişti. Çalışmamın temasındaki esas nokta ise, kendi yüzümün görüntüye taşıdığı geçmiş ve gelecekle birlikte salınmakta gizli. Maskelerini hep gözlerin görüneceği şekilde tasarlıyorsun, bununla ne anlatmaya çalışıyorsun? Eklediğim saç ve kaş detaylarıyla birlikte, maskeler inanılmaz derecede girift ve gerçek gözüküyor. Gözler ise bu kusursuzluk perdesinin kalktığı tek yer. Göz çukurlarının olduğu bölgeyi özellikle kesip çıkartılmış gibi gösteriyorum, böylece maskenin nerede bittiğini ve derimin nerede başladığını görebiliyorsun. Maskenin sadece küçük bir parçası olan bu oyuğu rahatlıkla kesintisizmiş gibi gösterebilirim, ama bana göre gözler, görüntüdeki en etkili dramayı oluşturuyor, doğrudan sana bakıyorlar... Sen de gözlerimin bana mı, yoksa maskeye mi ait olduğunu düşünürken arada salınıyorsun. Aslında her şey gözlerle alakalı... Diane Arbus’un fotoğraflarında gözlere yüklediği güçlü anlamlar gibi… Diane Arbus’un çalışmalarını çok seviyorum. Bana hep ilham verdiğine inandığım bir isim. Her şeyin gözlere bağlı olduğunu da ilk kez onun kitaplarından birine rastladığımda fark etmiştim. Herkes bir yerlere dik dik bakar; bazen direkt olarak sana doğru ya da uzaktaki başka

2.

şeylere... Diane Arbus’un çalışmaları da bu çerçevede birleşiyor ve fotoğrafı belgesel tanımlamasından çıkarıp başka bir boyuta taşıyor. Ben de çalışmalarımda, gözlerin hep bu hissi vermesini istedim. Maskelerin hangi yüz ifadesini üstlenmesi gerektiğini anlayabilmek için ise canlandırmalar yaparak çok uğraştım. Bilgili mi, korkak mı, umarsız mı… Ne anlatmak istiyor, ne anlatmalı? Kendi sırrını açıklayan ile, yalan söyleyen bir ifadenin arasındaki fark nedir? İtiraf ile ilgili olan ‘Secrets and Lies’ çalışmamda, kamera karşısında yalan söylemek veya bir sırrı itiraf etmek seçimini, tamamen konuşan kişilerin tercihine bıraktım, çünkü sadece konuşan kişinin bu ayrımı yapabileceğini düşünüyorum. Pek çok hikayede, kişiler tutmaları gereken sırlar olduğunu hissedip, geçmişleri hakkında -iş arkadaşlarına da yaptıkları gibi- yalan söylemek zorunda kaldılar. Durum hep böyledir; sır tutuyorsan, hayatının belli yerleri hakkında mutlaka yalan söylemek zorunda kalırsın. Turner Prize’dan önce, ödüllerle ilgili ne düşünüyordun? ‘Sign’ serisi için sanat eğitimimi bıraktıktan birkaç sene sonra ‘ünsüz’ bir ödül kazanmıştım. Ödüllerle alakam bununla sınırlıydı. Daha sonra Turner’a adaylığım da aniden gerçekleşti. Turner, 90’larda muazzam bir olaydı ve elbette ödülü almak benim için inanılmaz bir duyguydu. O zamanlarda biliyor olmayı dilediğin bir deneyim var mı? Geleceğe bakamazsın ve ne olacağını tahmin edemezsin; yıllar içinde öğrendiğim hakikat… 2014 yılı içerisinde çalışmalarını nerelerde görebileceğiz? Temmuz’da The New Art Gallery Walsall’da; Eylül’de de Maureen Paley’de gösterime girecek solo sergilerde bana rastlayabilirsin. Son olarak Londra’da yaşamak planlarını nasıl etkiliyor? Çalışırken ihtiyacım olan her şeye kolayca ulaşabildiğim büyük bir şehirde yaşıyorum, tek faydasının bu olduğunu söyleyebilirim.

XOXO The Mag

1. Signs that say what you want them to say and not Signs that say what someone else wants you to say, EVERYTHING IS CONNECTED IN LIFE THE POINT IS TO KNOW IT AND TO UNDERSTAND IT, c-type print on aluminium, 1992-3 2. Signs that say what you want them to say and not Signs that say what someone else wants you to say, WORK TOWARDS WORLD PEACE, c-type print on aluminium, 1992-3 All images © the artist, courtesy Maureen Paley, London

1.



INTERVIEW/MUSIC

BROKEN BELLS

A DOSE OF RETRO Namıdiğer Danger Mouse ve Broken Bells’in bir yarısı Brian Burton’la önümüzdeki günlerde yayınlanacak yeni albümleri öncesi konuşma fırsatı bulduk. Eşsiz bir sound yakaladıkları After the Disco albümlerinin yüzeyi, derini, dostlukları, bizi ilgilendiren ve ilgilendirmeyen tüm detayları takip eden sayfalarda... röportaj ersin koray fotoğraf james minchin

XOXO The Mag


İlk albümden itibaren karakteristik bir sound’a sahip olmak pek yaygın bir durum değil, malum biraz vakit isteyen bir süreç ve karşılıklı uyum gerektiriyor. Hem James’in hem de senin kendinize ait bir stiliniz olduğunu düşünürsek, bir araya geldiğinizde oluşturduğunuz bu harmoniyi nasıl açıklarsın? Açıkçası, ben kendi üstüme düşeni yapıyorum. James için de aynı şeyi söyleyebilirim. Birçok farklı materyalin bir araya gelmesi sonucunda da ortaya bu karakteristik sonuç çıkıyor. Şanslıyız ki, oluşan bu sound bir sürü dinleyici tarafından beğeniliyor ve takdir görüyor. Bu arada, özellikle James’in vokalinin bu sonuca epey katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Şarkı söylemesinde beni çeken bir şeyler var ve bu benim motivasyonumu oldukça artırıyor.

var. Bu durumdan dolayı olsa gerek her zaman elektronik öğelere karşı bir yönelimimiz oldu. Örneğin, ilk albümün kayıtlarını yaparken çok fazla synth kullandık. Ama finale geldiğimiz zaman birçoğunu çıkarma kararı aldık. Bu albümde ise kesinlikle belirli bir planımız yoktu. Sanırım zaten hep içimizde olan bu öğeleri şarkıların içerisine aktardık ve bu sefer sonuçtan memnun kaldık. Tüm albüm genelinde, toplamda bir ya da iki tane synth kullandık diyebilirim. Ancak hissiyat olarak biraz daha yoğunlar. Bu durum, genellikle James ile sahip olduğumuz müzik ilişkisini de özetliyor aslında. Bir araya geliyoruz ve o an içimizden geldiği şekilde müzik yapıyoruz. Tüm fikirlerimizi o an uyguluyoruz, çıkan sonuca göre son kararımızı veriyoruz. ‘After the Disco’ ve ‘The Remains of Rock & Roll’ gibi şarkı isimlerine sahip olmanız, senin de belirttiğin gibi, 70’lerin ve 80’lerin üzerinizdeki etkisini açıklıyor. Bu etkileşimi biraz daha açabilir misin? O yıllarda, henüz gençken günümüzün nasıl görüneceğini hayal ederdim. Tabii, herkes gibi benim de yarattığım bir ideal portre söz konusuydu. Bu albüm de, görsel elementleriyle birlikte o portreyi oluşturuyor aslında. Ortaya çıkan modern ve aynı zamanda retro sound biraz da buna dayanıyor. Hiç aşık olmamış veya gelecek hakkında pek fikri olmayan bir çocuğu anlatması da bu yüzden. Olayların nasıl bir hal alacağıyla ilgili hiçbir fikrin yoktur ve bu sırada deneyim kazanarak büyümeye devam edersin. Sonrasındaysa, hayal ettiklerini ve sonuç olarak eline geçenleri karşılaştırma fırsatı bulursun. James ve ben bahsettiğim bu süreci 80’lerde yaşadık. Böyle bir durumun sonucunda büyük bir etkileşimin gerçekleşmesi kaçınılmaz oldu tabii ki. Şimdi, daha gençken duyduğum, aşk şarkılarına, kızlar hakkındaki şarkılara ve diğer tüm özel şarkılara bakıyorum. Az önce de söylediğim gibi, tüm bu şarkıları hatırlarken yoğun olarak hissetmek ve geriye dönüp baktığın zaman hayatının ne şekilde değiştiğini görmek bu albümün temasını oluşturuyor.

Yeni albümünüz After the Disco dinleyiciye farklı görüntüler ve duygular hissettiren melodilere sahip. Albümden çıkan ilk single ‘Holding on for Life’ ise saykodelik yapısı ve özgün sound’u ile albümdeki diğer parçalardan kolayca ayrılıyor. ‘Holding on for Life’ çok özel bir şarkı bizim için. Bunun en büyük nedeni sanırım senin de belirttiğin gibi yeni bir sound’a sahip olması. Bulunduğumuz güvenli bölgenin dışına çıkma konusunda da cesaret vericiydi ve ortaya çıkan sonuç çok hoşumuza gitti. Albümde diğerlerinden kolayca ayrılan birkaç şarkı daha var, ama ‘Holding on for Life’ın diğerlerine göre biraz daha karakteristik ve akılda kalıcı öğeleri barındırdığını düşünüyorum. Plak şirketi de aynı şeyi düşünüyor demek ki çıkış şarkısı olarak onda karar kıldık. Peki teaser video fikri nasıl doğdu? Benim bir süredir üzerinde düşündüğüm bir film hikayesiydi aslında. Kayıtlar sırasında da bu fikri bir şekilde uygulamaya geçirmek istedim, plansız ve spontane bir şekilde... Albümün genel duruşuna da yakın olması sebebiyle bir teaser video dahilinde kullanmaya karar verdik. ‘Holding on for Life’ ile de güzel bir kimya yakaladıklarını düşünüyorum.

Biraz da albümün kayıt sürecinden bahsedelim. Stüdyoda geçirdiğin yoğun kayıt döneminde nasıl bir hayatın oluyor? İlk albümdeki kayıt sürecine çok benzer geçti diyebilirim. James, Portland’dan Los Angeles’a yanıma geldi ve bende kalmaya başladı. Her gün stüdyoya birlikte gidiyorduk ve tüm bu fikir üretme, sonrasında

Albümün genel sound’una dönelim. After the Disco, ilk albümünüze göre daha çok elektronik öğe içeriyor. James’in ve benim 80’lerde büyümemizin, üzerimizde çok fazla etkisi 25


albüm kaydetme sürecini de beraber geçirdik. Çalışmalarımıza yaklaşık bir yıl önce başladık. Birkaç ay aralıksız çalışmanın ardından, ufak bir ara verdik. Nihayet, Şubat ve Mart gibi hızlanan süreç sonunda birkaç ay önce albümü tamamladık.

olmaları diyebilirim. Albüm dahilinde farklı farklı enstrümanlar çaldık ve birlikte çalacağımız kişilerin de bu özelliğe sahip olmasını tercih ettik. Genel fikir bu ve beraber bir uyum yakalamak adına bu metot önemli.

Her ikinizin de prodüktör ve enstrümantalist kimlikleri var. İkisini nasıl birbirinden ayırıyorsunuz? İkimiz de stüdyodaki vaktimizi benzer işler yaparak geçiriyoruz. Aynı anda yazıyor, hatta aynı anda kaydediyoruz. Prodüktör olmak, en iyi fikri belirledikten sonra, içlerinden en iyi performansı seçmektir. James ve ben doğamız gereği stüdyoda hep bu şekilde hareket ediyoruz zaten. İkimizin aklında fikirler oluyor, bunları beraberce enstrümanlar üzerinde uygulamaya geçiriyoruz ve gerisi geliyor. Özel bir yapısı yok gerçekten, sistem bu şekilde işliyor.

James ile birlikte çalmanın senin için ne kadar keyifli ve eğlenceli olduğunu anladık. Peki, aranızdaki kimya bu denli iyi olmasaydı ve bu kadar başarılı olmasaydınız, yine de Broken Bells devam eder miydi? Sanırım ederdi. Zor bir soru, çünkü durum biraz farklı. İlk albüm itibarıyla yaptığımızın epeyce değişik olduğuna inandık. Açıkçası, bu minvalde, kabul edilmek bizim için sürprizdi. Ama şunu da kesinlikle söyleyebilirim; daha ilk albümümüz çıkmadan, her koşulda birlikte müzik yapmaya devam edeceğimizi biliyorduk. After the Disco, ilk albümümüz kadar başarılı olmazsa bile, yeni bir albüm yapacağız. James ile kesinlikle çok güzel bir ilişkimiz var.

Broken Bells, diğer projelerinde gerçekleştirmenin mümkün olmadığı öğeleri barındıran bir birliktelik mi? Yoksa daha çok bağımsız, yeni bir oluşum demek daha mı doğru olur? Broken Bells, ilk albümden beri içerisinde yer aldığım bir proje. Ama tabii ki solo projelerimden biraz daha farklı işliyor mekanizması. Öncelikle ‘grup’ olmanın belirli getirileri oluyor. Ben, her zamanki gibi müziğimi yapıyorum. James çıkan bu sonuçları tercüme ediyor ve sonrasında o da üzerine kendi yorumunu ekliyor. Dolayısıyla ortaya çıkan sonuç da epeyce farklı olabiliyor ve kesinlikle şikayet edemeyeceğim bir hale bürünebiliyor. Soranlara bir grup içerisinde yer aldığımı ve isminin Broken Bells olduğunu söylüyorum. Solo projelerimi takip eden birçok insan ne olduğunu tam olarak bilmiyor, dolayısıyla ben de onlara bu durumu izah ediyorum ve izah ederken de içinde yer aldığım, hatta prodüktörlüğünü de yaptığım, ama çok farklı bir proje olduğunu belirtiyorum. 2009 yılında birlikte müzik yapmaya başladık ve devam ediyoruz, benim için önemli olan da bu. İki kişi olmanın -canlı performans grubu olduğunuzu düşünürsek- zorlukları vardır herhalde. Birlikte çalışacağınız müzisyenleri nasıl seçiyorsunuz? Aslında tam da şu an o sürecin içerisindeyiz. Bizim için en önemli kıstas, birlikte çalışacağımız müzisyenlerin multi-enstrümantalist

Broken Bells’den çok önce, diğer projelerin ile kazandığın bir ünün var. Bunun bir getirisi olarak, belirli kararlar almak ve radikal değişiklikler yapmak daha mı kolay? Broken Bells ilk grubun olsaydı, ortaya nasıl bir proje çıkardı? Gerçekten bilemiyorum. Şu anki hali gibi olmazdı sanırım. Müzik hayatım boyunca birlikte çalıştığım insanlar, yaptığım işte biraz daha iyi olmamı sağladı. Hatta After the Disco’dan hemen önce yaptığım projelerin bile, albümün genel sound’una yön verdiğini düşünüyorum. İşlerimi sadece tek bir grubun bünyesinde yer alarak yürüttüğümü düşünemiyorum bile. Farklı projeler ve fikirler şu an geldiğim noktayı belirledi. Her konuda dijitalin egemen olduğu bir zamanda yaşıyoruz. Müziğin dahilinde analog ve dijital formları nasıl bir araya getiriyorsun? Herhangi bir formülüm yok. Sadece kulağıma ne iyi duyulursa... Albüm dahilinde, konuştuğumuz gibi, hem analog hem de dijital sesler var. Bu konuda kesinlikle özel bir çaba içerisine girip seçici olmuyorum. Tek önemli olan birlikte yakaladıkları uyum diyebilirim. Yani bana ve umuyorum ki dinleyiciye bir şeyler hissettirmesi...

XOXO The Mag



magazıne

LOVED & FOUND

Yaşam Kullanma Kılavuzu

Görselliğin ve estetiğin giderek daha ön plana çıktığı ve kalabalık içinde aranan şeyin bulunamadığı, hatta bazen de fazla bilgi yığılması nedeniyle göz önünde olanların bile görülemediği bir zamanda, organize olmaya hasret yaşam süren insanlar… Artık her yerdeler, ve belki, siz de onlardan birisiniz. Hayatın hareketliliği içerisinde, ürün çeşitliliği ve alternatiflerin bir hayli fazla olması, hepimizi “Hangisi daha iyi?” düşüncelerine salarken, bu durum aslında karar aşamasının zorlaştığı anlara davetiye çıkarıyor. Artık insanlar daha çok gören, daha çok isteyen, ama tam olarak ne istediğini bilemeyen, bilse de emin olamayan, “Moda mı, ihtiyaç mı?” diye düşünürken, bambaşka noktalara sürüklenen hallere bürünüyor. Loved & Found da bu problemleri görmüş olmalı ki, hayatını düzene sokma arayışında olan bünyeler için, günlük hayatta ihtiyaç duyulan şeyleri önceden düşünüp gruplamayı üstüne vazife ediniyor. Zamanın her anının altın değerinde olduğu metropol insanı için, görselleri de maksimum estetik inancıyla büyütüyor ve en sonunda karşımıza tabiri caizse ‘açıklamalı, görsel bir yapılacaklar listesi’ çıkarıyor. Derginin konu çerçevesini ise moda, yemek ve spor başlıkları şekillendiriyor.

Adını takip eden mottosundan da anlaşıldığı üzere, sevdiğimiz şeyleri bulan bir kurtarıcı olma görevini üstleniyor. Bunu yaparken de fazlasıyla detaya değinerek, bilgi aktarımını başlatmak için durmadan düğmeye basıyor. Loved & Found için ‘yapılacaklar listesi’ tanımını yapmak, aslında onun, tüm bu detayları maddelendirerek sunmayı tercih eden karakterine de bire bir uyuyor. Bir taraftan da orijinal içeriğiyle, okuruna kesinlikle yeni bir şeyler öğretip, katma derdinde... İlgi alanlarımızın ve buna bağlı olarak bilgi ihtiyacımızın paralel olarak hızla arttığını kabul edersek -etmesek de olur-, Loved & Found kendi kendini bir ihtiyaç haline getirmeyi başarıyor ve aslında bunun sayesinde de akla ilk gelen şey olmayı amaçlayarak oluşturduğu karakterini, zihinlerimize daha sağlam bir şekilde yerleştiriyor. Çeşitliliğin sıkıcılığa dönüştüğü ve sadece gerçek manada orijinal olanın ayakta alkışlandığı günümüzde, üretilenin sıradanlaşmasına bir tepki olarak yaratılan nitelikli sayfalarıyla, ilgiyi hak eden türden. Ayrıca kullandığı kısa ve net cümlelerle, zaman zaman provokatif tavırlar da sergileyerek, farklılaşmayı takdir eden, modern, genç bir algıya sahip olduğunu gösteriyor. Uzun sözün kısası, sanatsal ve estetik bir bakış daha ürüyor ve tek başına bu da onu kategori dışında tutmaya yetiyor. lovedandfound.de

XOXO The Mag



M O N T E R O S A , I TA LY HERVÈ BARMASSE

PHOTO: Damiano Levati

NEVER STOP EXPLORING

SATIS¸ NOkTALARIMIz IçIN: Eu.THENORTHfAcE.cOM XOXO The Mag


31


INTERVIEW/PEOPLE

Caroline Koç

Kısık Ateşte Zarafet Malum, bir konu ya da kişi hakkında aşinalık arttıkça ahkam kesme olasılığı da doğru orantıda azalır. İçinde bulunduğumuz şartlar tam da bu cinsten. Konuğumuz, aileden gelen yatkınlığı, değer yaratma içgüdüsüyle birleştirip ortağı Banu Yentür ile kurduğu Haremlique ve Selamlique markalarıyla başarısına çoğumuzun aşina olduğu bir girişimci. O yüzden müsaadenizle uzun bir girizgaha gerek duymadan yoğun programına bizi de dahil eden Caroline Koç’a sorduğumuz sorular için sizi, iki orta şekerli kahve ile başlayan sohbetimize alıyoruz. röportaj aslin kumdagezer fotoğraf yalım kartal

XOXO The Mag


Haremlique’in ardında yatan fikrin kaynağı neydi? Haremlique, lüks ev tekstili ve aksesuarları kulvarında uluslararası bir Türk markası yaratma fikrinden doğdu. Bildiğiniz üzere, ülkemiz her ne kadar tekstil sektöründe oldukça güçlüyse de ekseriyetle değer ekonomisinden çok volüm ekonomisine dayanan bir yapıya sahip. Volüm ekonomisi dediğimiz şeyse üreticilerimizi fasoncu durumuna getiriyor. Bunun anlamı, çok çalışıp az kazanmaktır, hatta kimi zaman kazanmamaktır. Değer ekonomisindeyse iki unsur; marka ve tasarım ön plana çıkarak ürettiğinize değer katar. İşte tasarım gücüyle uluslararası bir lüks ev tekstili markası yaratma fikri buradan kaynaklandı. Ailemin asıl işinin tekstil olması ise bu fikri tetikleyen bir diğer önemli unsur sanırım.

çatışmaları doğurduğu kanısındayım. Bu yüzden de aklımdakini direkt söyleme taraftarı olmuşumdur hep. Haliyle, farklı fikirlere sahip olduğumuzda da öncelikle aramızda tartışırız. Eğer bahsi geçen, ürün, mağaza ya da satış ile ilgili bir konuysa pazarlama departmanlarımızdan fikir alır öyle yürürüz. Ham maddelerinizi nereden temin ediyorsunuz? Üretim girdilerimizi mümkün olduğunca iç piyasadan karşılamak gibi bir prensibimiz var. Ancak ilgili kaliteyi bulamadığımızda ya da bir ürünü ülke içinden temin edemediğimizde ithalat yoluna gidiyoruz. Sabun ve mum üretiminizden yola çıkarak biraz koku üzerine konuşmak isterim, tercih ettiğiniz notalar neler? Doğal kokuları tercih ediyoruz. Kullanılan kokunun öncelikle bir temizlik, paklık duygusu vermesi önemli. Ayrıca seçtiğimiz kokuların yine İstanbul’u ve özelliklerini yansıtması bizim için önemli unsurlar arasında.

Yine sürecin başından devam edersek; bir girişimci olarak işin başında ne gibi zorluklar yaşadınız, nelerden ilham aldınız? Bugün tasarım gücüne dayalı, kaliteden taviz vermeksizin ve birçok rakibin olduğu bir alanda uluslararası bir marka yaratmak, tahmin edersiniz hayli zorlayıcı oldu, olmaya da devam ediyor. İlham konusuna geldiğimizde, sanırım başından beri en güçlü ilhamımız İstanbul. Ardından, son beş altı senedir uluslararası arenada İstanbul’un yükselen bir değer olmaya devam etmesinin konseptimize güç kattığına inanıyorum. Tabii bununla beraber, İzmirli olmamın ve İzmir’in etkisini de göz ardı edemeyiz.

Çok da uzun sayılmayacak bir sürede uluslararası bir başarı elde ettiniz. Bu çerçevede izlediğiniz yollar ne oldu? Önce işimizin neye odaklanacağına karar verdik. Sonra marka ve konsepti oluşturduk. Konsepti, ilk mağazamız olan Akaretler’de hayata geçirdik. Akabinde, öncelikli hedef pazarlardaki ülke insanlarının bizi tanıyacakları bazı aktivitelerde bulunduk: Fuarlar, otel ve vitrin reklamları, bazı uluslararası dergilere editoryal yazılar vb. gibi. Tabii bunların öncesinde franchise şartlarımızı da belirlemiştik. Sonrasında zengin Körfez ülkelerinden gelen franchise taleplerini değerlendirdik ve şu anda bulunduğumuz noktaya geldik.

İşleyişin biraz daha içerisine girersek ortağınız Banu Yentür ile nasıl bir iş bölümü var aranızda? Oldukça dengeli bir dinamiğimiz var diyebilirim. Banu Hanım’la işin tasarım tarafında beraber çalışıyoruz. O tasarım konusunda daha ağırlıklı çalışırken ben işin idari yönüne daha çok yoğunlaşıyorum.

Uluslararası arenada boy göstermek denince akla doğal olarak sosyal medya geliyor, markalar bazında sosyal medya ile aranız nasıl? Sosyal medyanın gerekliliğine inancım tam. Ancak şu anda istediğimiz gibi yer aldığımızı söylemem de pek mümkün değil. Ama çalışmalarımız devam ediyor. İlerleyen zamanlarda etkili bir şekilde yer alacağız.

Peki, anlaşmazlıkları nasıl çözüyorsunuz? Hemfikir olmadığınızda konuyu rafa mı kaldırıyorsunuz yoksa birbirinizi ikna edene kadar fikir teatileriniz devam ediyor mu? Her alanda olduğu gibi, söz konusu iş olduğunda da açık sözlü olmayı tercih ederim. İçinde biriktirmenin ileriki zamanlarda daha büyük 33


Peki, bireysel olarak nasıl bir sosyal medya kullanıcısısınız? Sanırım ortalama bir kullanıcıyım. Twitter’dan önemli konuları olabildiğince takip ederim. Fakat en faal olduğum mecranın Instagram olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Geri dönersek, Haremlique içerisinde başlayan kahve üretimi bağımsızlığını kazanıp Selamlique oldu. Bunun için ikinci bir marka yaratma süreci nasıl gelişti? Kahveyi neden Haremlique içerisinde tutmak yerine yeni bir marka kurmayı tercih ettiniz? Haremlique, bildiğiniz üzere, 2009 yılında kuruldu. Özel tasarımlı ev tekstili üzerine faaliyet gösterirken bir hoşluk olsun diye çeşitli doğal katkı maddeleriyle aromalandırılmış kahve çeşitleri de tasarladık ve üretimine başladık. Başlangıçta kahvelerimizi Haremlique markasıyla ürettiriyorduk. Oldukça ilgi gördü. Bunun üzerine kahve işini yeniden tanımladık ve Selamlique markasıyla çeşitli Türk kahveleri, özel lokum ve arduazlar ve kahve ile ilgili aksesuarlar tasarladık. Bunların kendi kahve üretimimizle beraber hayata geçirilmesi 2011 yılı başıdır. Yani her iki markamız da daha çok genç. Kahve işini ayrı bir marka ile yapmaktaki esas amacımız ise markalarımızın odaklanmasını bozmamak. Çünkü ben bir marka ile bir iş yapılacağına inanırım. Bir marka ile farklı çok iş yapmak markanın gücünü azaltır. Doğu ve Batı nezdinde Türk kahvesi deneyimleri nasıl farklılık gösteriyor? Aldığınız ilginç geri dönüşler var mı? Değinmenize sevindim. Çünkü gerçekten de ciddi değişiklikler var; hatta öyle ki kimi zaman ne yapacağımız konusunda tereddüte düştüğümüz bile oluyor. Özellikle de kahvenin sertliği konusunda... Mesela Dark Roast çeşidimizi bu bildirimleri karşılayabilmek için çıkardık. Özellikle bazı Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde Türk kahvesi alışkanlıkları çok daha farklı olabiliyor. Mesela Irak ve Mısır’da neredeyse kakulesiz kahve içilmiyor. Kakuleli çeşidimiz var, sorun değil, ama bazen yanmış derecede istedikleri oluyor ve tabii biz bunu yapmıyoruz. Bunun dışında fındıklı, cevizli gibi çeşitler istendiği bile oluyor. Bu arada, markalarınızın isimlerinin ardında özel bir hikaye var mı? Harem ve selam kelimelerinden türeyen haremlik ve selamlığın sözlük anlamı malumunuz. Biz de bu anlamlardan yola çıkarak yatak odası ve banyoya odaklanmış ürünler için Haremlique ve sohbetlerin değişmez içeceği kahve için Selamlique isimlerini marka olarak kullanmayı uygun gördük. Bunların yarı Fransızca yazılmasıysa uluslararası alanda dikkat çekebilmek için yapıldı. Girişiminizin ilk yıllarında bu kadar köklü bir kültürün parçası olma fikri sizi nasıl etkiledi? Kahve işine girerken tam da bu kültür ve Türk kahvesi ritüeli bizi oldukça heyecanlandırdı. Biz bu ritüele yeni bir konsept getirmek istedik. Öyle bir şey olmalıydı ki bu, kahve şarki görünüşünden kurtulmalı ama bu toprakları da terk etmemeliydi. Amacımıza da ulaştık ve çok güzel geri dönüşler aldık. Bu minvalde de, zaten, kahve çeşitlerimizin yanında fincanlarımız, cezvelerimiz, tepsimiz ve diğer ürün gamlarımız da çok beğeniliyor. Bu arada sormadan geçmeyelim; kahvenizi nasıl içersiniz? Orta içerim. Ama şekersize de katlandığım olur. Peki, fala inanır mısınız? Klişe bir cevap vereyim: Fala inanma, falsız da kalma. Ne kadar güzel

söylenmiş. Falsız kalmadığımı söyleyebilirim. Bilir misiniz, Türk kahvesi falına bakılırken kötü hiçbir şey söylenmez. Hep iyi ve güzel havadisler çıkar bizim insanımızın falında. Markalarınıza geri dönersek, ileride görünen iş birlikleri ya da ufukta yeni projeler var mı? Ufukta iki-üç senedir üzerinde çalıştığımız kapsüllü Türk kahvesi makinesinin üretime geçmesi var. Halihazırda üreticilerle görüşmeler yapıyoruz. Bir aksilik yaşamazsak 2014 sonuna doğru piyasaya süreceğiz. Bunun dışında yetişemediğimiz ya da bilgimiz dışına çıkan konularda dışarıya iş vermek istiyoruz. Ortak mı olur yoksa tedarik şeklinde mi olur, ona o zaman karar vereceğiz. Sadece Haremlique ve Selamlique üzerinden gittik ama Caroline Koç’un çok daha yoğun bir temposu var. Mesela TAP Vakfı’yla ilgili konuşursak yeni projeleriniz neler? Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve TAP Vakfı iş birliğiyle kadın sağlığı, anne sağlığı ve toplumsal cinsiyet eşitliği konularında toplumsal bilincin artırılmasına yönelik çalışmalar yapmak üzere bir protokol hazırlığı içindeyiz. Bunun için eğitim programları ve materyalleri geliştirmek, eğiticiler yetiştirmek ve uygulamaları yaygınlaştırmak üzere çalışacağız. Ayrıca erken yaşta evliliklerin önlenmesi konusunda farkındalık ve duyarlılık artırma çalışmaları gerçekleştireceğiz. Bunun için kurumsal iş birlikleriyle medya kampanyası hazırlamak ve uygulamak istiyoruz. Erken yaşta evlendirilen kız çocuklarına yönelik sosyal destek çalışmaları doğrultusunda eğitimler yapmak da ajandamız dahilinde. Ekibinizle aranızdaki dinamik nasıl? Bütün ekibimle uyumlu bir şekilde çalıştığımızı düşünüyorum. Benim için özellikle önemli olan, çalışma arkadaşlarımın fikir uyuşmazlıkları olsa bile düşündüklerini rahatça ifade edebilmeleridir, açık olmalarıdır. Çalışma masanızın üzerinde neler buluruz? Bilgisayar, telefon, Mustafa’nın ve çocukların resimleri, içinde bol miktarda kalem bulunan bir kalemlik, o gün gelen henüz bakmadığım zarflar, dergiler, bir not defteri ve bir çiçek... Nedense masamın üstünde mutlaka gönderilmiş ya da kimi zaman benim satın aldığım bir çiçek vardır. Modayla aranız nasıl? Ateşli bir takipçi olduğumu söyleyemem ama tabii ki kendime göre takip ediyorum. Giyimde sakinliği ve sadeliği tercih ederim. Daha klasik bir tarzım var ve kalite benim için çok önemli. Daha ziyade detaylara ve aksesuarlara önem veririm. Bağıran bir giyim tarzı bana göre değil. Bu arada farklı alanlardan favori tasarımcılarınız kimler? Bir nefeste sayabileceklerim arasında Frank Gehry, Sri von Bueren, Maria Grazia Chiuri & Pierpaolo Piccioli, Tom Ford, Anouska Hempel var. Son olarak özel hayatınızı soralım; yoğun iş temponuzla nasıl dengeliyorsunuz? Başlangıçta eve iş taşımamaya gayret gösteriyordum ama şimdi evden çalıştığım oluyor. Çocuklar artık büyüdü sayılır. Artık işime daha çok zaman ayırabiliyorum. Yorucu oluyor mu anlayamıyorum ama zaman problemi yaşadığım kesin, yapmak istediğim daha çok şey var!

XOXO The Mag



book

ANILAR

Şatafatlı Bir Hayatın Mütevazı Anlatımı yazı ceren palaz karaca

Masalsı manzaralarıyla büyüleyen Galler’in kendi halinde bir adası, ve burada, Vogue’un aslında çoktan çıkmış olan yeni sayısı eline ulaşsın diye hevesle bekleyen küçük bir kız... Türlü başarılarla dolu uzun bir yolculuğa çıkıyor ve hayatındaki taşlar bir bir yerine oturuyor. Hünerlerinin aksine, karakterinin ünlenmesi ise bir hayli taze. İkindi çayı sohbeti kadar akıcı otobiyografisinde Grace Coddington, şatafatlı bir hayatın hikayesini şatafatsız bir dille anlatıyor. 2007 yılının 840 sayfalık ve yaklaşık 2,27 kiloluk meşhur Vogue sonbahar sayısı, hacimsel rekorunu çok uzun süre elinde tutamamıştı belki, ama sayının yaratılış sürecini konu alan The September Issue vizyona girdiğinden bu yana, Vogue’un en çok aranan ve en çok konuşulan sayısı olmaya devam ediyor. Belgeselin beklenmeyen yıldızı ise, bir yandan styling’de yarattığı harikalarla, bir yandan da hiç de yıldız sosuna bulaşmamış tavırlarıyla aradan hemen sıyrılan Grace. Anılar, 68 yaşından sonra sokakta yürürken yeni yeni tanınmaya başlayan ve çevresinden bir otobiyografi yazması konusunda yepyeni ve sürekli bir taleple karşı karşıya kalan Coddington’ın moda dünyasında ses getiren karşılığı. Modelin bavulundan çıkanları değerlendirmenin styling sayıldığı efsanevi Swinging London döneminde modellik serüvenleri. Trajik bir trafik kazası, ve sonrasında kamera arkasında asıl marifetiyle kucaklaşması... Önce İngiliz, sonra Amerikan Vogue’da yarattığı, trademark’ı haline gelen fantastik travelogue’ların, ünlü fotoğrafçılar ve daha da ünlü modellerle dolu perde arkaları... Kısacası, moda ile

ucundan kıyısından ilgilenen bir insanın kolayca içinde kaybolabileceği bir yaşam... Coddington’ın hayatı ne kadar ilginçse, bu hayatı anlatırken tutturduğu ritim de bir o kadar sıra dışı. İşiyle ilgili konularda ayrıntıların ardı arkası kesilmezken, en travmatik anılar birkaç satıra hapsolmuş. Bu, kitap boyunca kimsenin -tamam, Polly Mellen dışında- olumsuz yönleri üzerinde durmamasıyla da paralellik oluşturuyor. Grace belli ki hayatta hoşnut olmadığı şeyleri sindirmeden üzerlerinde konuşmayan biri. Öyle ki, The Devil Wears Prada’da agresif karakteri karikatürize edilen, The September Issue’da da Grace Coddington’la aralarındaki gergin ama üretken ilişkiye ışık tutulan Anna Wintour, ilk defa Anılar’da bu kadar sempati uyandırabilen bir insan olarak resmedilmiş. Bir otobiyografiden yazarın iç hayatına dair bilgiler bekleyenler, Anılar söz konusu olunca birkaç ipucuyla yetinmek zorunda. Grace Coddington’ın ne kadar sevgi dolu ve fedakar bir insan olduğu, ancak kitabın sonuna doğru kediler üzerine yazılmış uzun mu uzun bir bölümde ortaya çıkıyor. Tabii bir de kitap boyunca sayfalara serpiştirdiği özgün çizimler var. Kendinden bahsetmekten hoşlanmayan, iletişimini görsellik üzerinden yürütmeye alışkın bu kadına çok da şaşırmamak gerek. O hala yeni dünyada podyumdakilerden çok defileyi güneş gözlükleriyle izlemeye gelen konukların ilgi çekmesine anlam veremiyor. The September Issue’da işine olan tutkusu, kendisine olan tutkusundan bir adım önde olduğu için insanların hayranlığını kazanan kadın, Anılar’da da bu çizgiden ödün vermiyor. Usta işi baskıyla sunulan kitap, shopigo.com’dan satın alınabilir.

XOXO The Mag



INTERVIEW/CINEMA

Mahmut Fazıl Coşkun

Kılcal Damarlarda Dolaşan Komedi Sofia Coppola’nın Lost in Translation’ında ABD’den Japonya’ya gidip çeviride kaybolan karakterler, melankolilerini kültürel farkla pekiştiriyorlardı. Yozgat Blues’un İstanbul’dan Yozgat’a giden şanson müzisyeni kahramanı Yavuz’un melankolisinin sebepleri ise daha da muhtelif. Ne İstanbul’da ne Yozgat’ta tutunabilmesi, kol kanat germek istediği genç kadının hiç böyle bir şeye ihtiyacı olmadığını göstermesi, kendi idealize romantik dünyasının gerçek hayatta karşılığının olmaması, sebeplerden birkaçı... Mahmut Fazıl Coşkun’un yeni filmi Yozgat Blues, yoğun bir festival ve ödül töreni trafiğinin ardından Aralık ayında gösterime giriyor. Coşkun’la buluştuk, sakin mizahı ve nevi şahsına münhasır karakterleriyle Türk sinemasında özel bir yer alması kuvvetle muhtemel yeni filmi Yozgat Blues’u konuştuk. röportaj erman ata uncu fotoğraf yalım kartal

XOXO The Mag


Ercan Kesal’ı bir şanson müzisyeni rolünde ve böyle mizahi tarafı olan bir karakterde görmek, önceki rolleri düşünülünce epey şaşırtıcı. Nasıl karar verdiniz bu karakteri Kesal’a oynatmaya? Aslında oradaki mizahi yön, Vavien, Bir Zamanlar Anadolu’da ve Üç Maymun filmlerinde de hissediliyordu, ama o kadar net değildi. Orada bizim için asıl kritik karar, Frankofon, müzisyen, biraz daha salon adamı gibi olan bir karakteri Ercan Kesal’ın oynamasıydı. Çünkü şimdiye kadar canlandırdığı karakterler bu role biraz uzaktı. Dolayısıyla ilk düşündüğümde olmaz zannettim, ama deneyince kararım değişti.

yakalamayınca da bana son derece düz geliyor. Kısaca, sadece senaryoda yazılı şeyleri çekip bırakmıyorum.

Yozgat’a giden bir şansoncu kolay kolay akla gelecek türden bir karakter değil. Yavuz karakteri için bir ilham kaynağınız var mıydı? Senaristimiz Tarık Tufan’ın fikriydi. Bu karaktere dayanarak yazdığı bir hikaye vardı. Oradan başladık.

Çay salonundaki plastik çiçekler ya da Neşe ile Yavuz’un konuk olduğu radyo programının ağdalı tavrı gibi kitsch’likler de hep ön planda... Kitsch, filmin başından beri üzerine düşündüğümüz bir kelimeydi. Kesinlikle öyle. Zaten Yozgat’ta mimariden tutun ev dekorasyonuna, renk seçimine, kılık kıyafete pek çok tercih için kitsch diyebiliriz. Dolayısıyla gayet bilinçli bir tercih…

Genelde taşra konulu filmlerde buhranın kaynağı taşra gibi gösterilir. Halbuki Yozgat Blues’da İstanbul’la taşra arasında bu bağlamda pek bir fark yokmuş gibi… Tam da öyle... Filmin söylemek istediği şeylerden biri de bu: Taşrayla büyük şehirlerin aynılaşması ya da taşranın varoşlaşması... Varoşlaşmak derken taşranın büyük şehre özenmesinden ama onun gibi de olamayıp karakterini kaybetmesinden söz etmek istedik. Zaten Yavuz karakteri ne büyük şehirde ne taşrada tutunabiliyor. Neşe ise kendini taşrada buluyor.

Yozgat’ta Neşe’yle beraber çıktıkları gece kulübünde Yavuz karakteri neden aynı şarkıda bu kadar ısrarlı? Bu, karakterin biraz kendisinin idealize ettiği dünyasında hapsolmuş olduğunu, aslında bunun çok matah bir şey olmadığını anladığımız, onun idealist, romantik yanını gösteren bir ayrıntı. Ama o idealizminin ve romantizminin gerçek dünyada karşılık bulmadığını, hatta bizim gibi dışarıdaki insanların sıkıcı bulduğu bir dünya bu. O şarkı da bunun için var aslında.

Türkiye’de taşra ve büyük şehir farkı deyince işin içine bazen de Doğu ve Batı giriyor. Yozgat Blues’da da bir şanson müzisyeni bu kültüre hiç aşina olmayan bir şehre gidiyor. Sizce Yozgat Blues bu noktada neler söylüyor? Mesela Avrupa taşrasında geçseydi aynı dinamikler olur muydu hikayede? Doğrusu ABD’yi biliyorum ama Avrupa taşrasını çok bilmiyorum. Filmlerden biliyoruz Avrupa taşrasını. Filmlerden gördüğümüz kadarıyla da orada yine benzer durumlar yaşanabilir. Ama Türkiye daha farklı. Çünkü bir dönüşüm ülkesi. Ben 40 yaşındayım ve bu yaşıma kadar o kadar çok şey değişti ki... Ama Avrupa’da muhtemelen bu değişim tamamlandığı için çok daha yavaş akan bir durum söz konusu. Dolayısıyla Türkiye’nin taşrası ve büyük şehri arasındaki fark, muhtemelen Avrupa’dakine göre daha büyük. Ama şu hiçbir zaman değişmiyor: Büyükşehir insanıyla taşra insanı arasındaki farklar dünyanın her yerinde var.

Filmin altyazı çalışmasının yapıldığı Almanya’daki stüdyonun çalışanı size Wes Anderson, Sofia Coppola gibi isimlerin filmlerinin incelendiği, Melankolik Komedi adında bir tez hediye etmiş ve Yozgat Blues’un da bu türden bir film olduğunu söylemiş. Sizce bu tür filmlerin giderek popülerleşmesi ve artması günümüz insanıyla ilgili ne söylüyor olabilir? Bugünün insanı değil de genel olarak insana dair bir durum bu. Hayata da hep bu pencereden bakarım. Her zaman böyle küçük komiklikleri görüp bunu yakalamaya gayret ederim. Bundan keyif alan biriyim. Diğer taraftan, bu türe uygun bir film yapayım gibi bilinçli bir tercihim yoktu. Hayatın içindeki küçük utanmalar, küçük yakalanmaların meydana getirdiği komedileri, romanları seviyorum. Aslında bugünün insanına çok hitap etmiyor olabilir. Günü bütün şartlarıyla yaşayanlar daha büyük komedileri, göstermeci üslupları tercih edebilirler. Onlar çok bunalıyorlar ve gıdıklanmak istiyorlar belki ama ben daha ince, kılcal damarlarda dolaşan komediden hoşlanıyorum. Belki insanlar eski komedi anlayışından sıkılmış da olabilirler. Mizah dönüşen bir şey, her dönemin kendine ait mizahı ortaya çıkıyor. Hatırlıyorum, çocukluğumda gülünen mizahçılara artık gülünmüyor. Belki geleceğin mizahı bu olacak, bilemem onu...

Peki hikayenin Yozgat’ta geçmesinin özel bir sebebi var mı? Yoksa herhangi bir taşra kentinde de geçebilir miydi bu hikaye? Doğal güzelliği, tarihi dokusu, yani otantik diye etiketlenebilecek herhangi bir yönü bulunmayan bir şehir olsun istedik. Mesela Mardin, Ege veya Karadeniz yaylaları gibi değil, karakteri azalmış, tarihle ilişkisi yok olmuş, binaların üst üste yığıldığı kitsch bir yer arıyorduk. Tabii Yozgat’tan başka da böyle çok yer var. Yozgat olmasa başka yerler de olabilirdi. Ama Yozgat’ın kendine ait bir mahrumiyeti, Anadolu’nun tam ortasında yer almasına rağmen her yere çok uzak oluşu gibi bir özelliği, unutulmuşluğu, buruk bir tarafı var. O da bizi cezbetti. Bir de benim annem babam Yozgatlı. Çok seyahat etmeyi seven birisi de değilim, pek fazla yere gitmiyorum. Dolayısıyla bütün Türkiye’yi gezmiş de değilim. Yozgat bende kalmıştı. Diğer şehirlere göre çok daha iyi bildiğim bir şehir.

Anlık durumlara ilginiz film çekimine nasıl yansıyor? Ben senaryoya bağımlı kalıyorum. Ama bire bir bağlı kalmıyorum. Bu illaki komediyle ilgili bir şey değil. Sahne kurulduğunda oyuncular diyalogları ezberlemiş oluyorlar. Ama sahne kurulduktan sonra mutlaka başka bir şey arıyorum. Bu da, o an çıkabilen bir şey oluyor. Bazen oyuncuyla ilgili, bazen başka bir şey de olabilir... Onu arıyorum ve onunla geçiriyorum vaktimi. Bazen doğaçlamalar olabiliyor, bazen bir şeyin yerini değiştirebiliyorum. Yani sete bir şeyler bırakabiliyorum. Ama bu, işi sete bırakmak değil. Başka bir duygunun peşine takılıyorum. Onu

Ayça Damgacı’nın oynadığı Neşe, benzeri hikayelerde adet olduğu üzere bir arzu nesnesi veya ulaşılamayan bir figür gibi gösterilmiyor. Bu durum, Yozgat Blues’u bir kadın hikayesi mi yapıyor sizce? Bu Yavuz’un hikayesiydi en başından beri. Berberle Yavuz’un arasında kalan bir kadın vardı. Ama ikisinin gözünden bakıyorduk hikayeye. 39


Bir kadının açısından hiç düşünmedik. Hikayenin başından beri iki karaktere odaklandık. Ama bütün karakterleri güçlü yapmak istedik. Kadın da bir fotoğraf gibi değil ama varlığıyla yer alsın diye çok düşündük bu filmde. Dediğin gibi, kadını klişe hikayelerde olduğu gibi bir arzu nesnesi ya da ulaşılamaz yapmak yerine daha olduğu haliyle göstermek istedik. Neşe, erkek karakterlere göre seyirci için biraz daha gizemli. Arkasındaki öykü nedir? Filmde belki çok uzun anlatılmıyor. Ama tabii ki, biz biliyorduk onun hikayesini. Süpermarkette çalışan ve sesiyle bir şekilde çıkış arayan ortalama bir Türk insanı portresiydi bizim için. Kadın değil, erkek de olsa bu durum değişmezdi. Çok da derinleştirilebilecek bir hikayesi yok. Sıradan bir insan olsun istedik, o yüzden onunla ilgili söylenebilecek bir laf daha yok gibi geliyor bana. Mesela gerçek hayatta olsa televizyondaki yetenek yarışmalarına katılır mıydı? Tabii ki. Tamamen öyle birisi. Ama bunu belirtmek, filme öyle bir sahne koymak, çok göstermeci bir tavır gibi geliyor bana. Siz bunu söyleyebiliyorsanız, gerek de yok. Ayça Damgacı, aklınızdaki ilk oyuncu muydu Neşe karakteri için? Evet, hikaye ilk ortaya çıkmaya başladığından beri Ayça kafamdaydı. Ben onu ilk 2009’da Antalya Altın Portakal’da sahnede izledim. Şarkı söylemişti. Filmini de görmüştüm. Ama filmden çok sahnedeki hali bana “O karakter olabilir.” dedirtti. Kilit karakterlerden Kamil’i oynayan Nadir Sarıbacak’ın sinemadaki ilk büyük rolü yine sizin çektiğiniz Uzak

İhtimal’deydi. Sizce Nadir Sarıbacak’la nasıl bir oyuncu kazandı Türk sineması? Nadir çok iyi bir oyuncu. Uzak İhtimal’e de güç verdiğini düşünüyorum. Başka projelerde de izledim. Hiç kötü bir performansını görmedim. Nasıl yeni Türk sineması gibi laflar ediliyor, yeni yönetmenler ortaya çıkıyorsa böyle de bir oyuncu kuşağı var. Yeni sinemanın önemli bir ayağını onlar oluşturuyorlar. Nadir Sarıbacak da o kuşağa ait birisi. Bu kuşağın yeni gelişen sinemaya çok önemli katkıları olduğunu, yeni oyuncuların ne yapması gerektiğini de çok iyi gösterdiklerini düşünüyorum. Onunla birlikte birçok ismi, mesela Tansu Biçer’i de bu kuşaktan sayabilirim. Bu insanlar, fiziklerine dayalı olarak veya jön diyebileceğimiz oyuncular değiller. Sadece oyunculuklarına dayanıyorlar. Yozgat Blues ikinci uzun metrajlı filminiz. Uzak İhtimal’e göre ne gibi farklılıklar vardı çekim sürecinde? Nasıl bir sonuçla karşılaşacağımı merak ediyordum. Bir de pek çok açıdan kolay bir film değilmiş gibi geliyordu bana. Çünkü anlattığımız meselelerin seyirciye geçmesi açısından zor bir projeydi. Küçük şeyleri yakalamak büyük durumlar yaratmaktan daha zordu. Bir de plan sekans çektiğimiz, yani her sahne bir plandan oluştuğu için o da farklı bir çalışma biçimi gerektirdi. Mesela Uzak İhtimal’de daha klasik bir çalışma yöntemi vardı. Bir yönetmenin her filminin birbirinin aynısı olmasına gerek yok. Ama yine de Yozgat Blues ve Uzak İhtimal arasında herhangi bir akrabalık yok mu? Mutlaka var. Sonuçta Uzak İhtimal’de de bir arada kalmışlık var. Orada bir müezzin, burada bir şarkıcı var mesela. Ama bunlar bilinçli ya da bu filmler akraba olsun diye kurgulanmış şeyler değil. Öyle bir şey gözetmedik. Çoğul kullanıyorum çünkü Tarık da var işin içinde. Ama sonuçta bir aşçıyı yaptığı farklı yemeklerden de anlayabiliyoruz.

XOXO The Mag


Aeron®

reçete ile satılan tek koltuk

Authorized Herman Miller Dealer

Ayazma yolu sokak No:5 Etiler T: +90 212 263 6406 info@bms-tr.com / www.bms-tr.com


INTERVIEW/ART

Michel Comte

Say Cheese (Or Don’t) Michel Comte, hem önde gelen reklam fotoğrafçılarından biri hem de ünlü isimlere yakıştırılan karakterlerin perdesini aralama niyetinde bir sanatçı. İki uç noktanın dengesini kurmaya çalışması, tezcanlı ve huzursuz bir şekilde vurguladığı “anlık” görüntülerin peşine düşme gayretinde saklı. Zihninde canlandırdıklarını, kamera karşısındaki kişiye adapte ediyor, sonra, “30 yıl ve 5 dakika arasında tek ayrıntı vardır…” diyerek, sonucun o kişiyle ne kadar örtüştüğüne karar veriyor. Elipsis Gallery’de sergilenen portreleri de böyle ortaya çıkıyor. röportaj müjde metin fotoğraf elipsis gallery’nin izniyle

XOXO The Mag


Jeremy Irons, Interview, 1990, 67x57 cm, Edition of 20

Isabella Rossellini, German Vogue, 1990, 67x56 cm, Edition of 20

en güzel portreler arasında yer aldığını düşünüyorum.

Çektiğiniz portreleri diğerlerinden ayıran nedir? Ben bireyin dışarıdan gözüken, çoğu kez kendi yarattığı zannedilen ama genellikle toplumun çizdiği figürün arkasını göstermek ve kişinin esas karakterini yansıtmak istiyorum. Bu yüzdendir ki, Sylvester Stallone’yi bile Rocky kadar sert biri olarak göstermeyi değil de, suratında gül yaprakları olan biri olarak göstermeyi seçen bir fotoğrafçıyım.

Çekim tekliflerini fotoğrafçılık kariyerinizin başlarında da alıyor muydunuz? İlk işim en zor olandı, devamında her şey gayet kolay ilerledi. Yani, Karl Lagerfeld’den sonra herkes beni istedi: Ungaro, Dolce&Gabbana, Armani, Ferré, Versace, Nike… Doğal olarak, bu teklifler tutarlılığını sadece önemli moda dergilerinin çekim teklifleri yapmasıyla da korudu.

Kameranızın karşısındaki kişinin, yarattığınız senaryoya uygun ifadeyi vermesini nasıl sağlıyorsunuz? Bu, kasıtlı olarak yaratılabilecek bir durum veya plan değil. Portrelerimi çekerken sadece anı yakalıyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse, anı yakalamaktaki en iyi yöntemin de, sadece kişinin gerçek yüzünü ortaya çıkarmaktan geçtiğine inanıyorum.

Kariyerinize Karl Lagerfeld’le çalışarak başlama fırsatını nasıl yakaladınız? Esasen, kariyerimi planladığımı söyleyemem. Fotoğrafçılık eğitimi almadım, hepten otodidakt biriyim ve belki de bu nedenle fotoğraf çekmeye başladığımda, anavatanım olan İsviçre’de kimse bana iş vermek istemiyordu. Paris’te başka bir iş sebebiyle bulunduğum zamanlarda Karl Lagerfeld’le tanıştım. Karl, o sırada Chloé’nin tasarımcısıydı; bana yeni kampanyasını çekmemi önerdi. Ve fotoğraf kariyerim başladı… Hatta geçenlerde Paris’te buluştuğumuzda, ikimizin de o günü hala hatırladığından bahsettik.

Erkeklerin ve kadınların fotoğraflarını çekme süreci değişebiliyor mu? Süreç sadece kişiden kişiye bağlı olarak değişiyor, cinsiyetle pek alakası yok. Çekeceğim kişiyle aramda kuvvetli bir bağ oluşuyorsa, erkek veya kadın olması hiçbir şeyi etkilemiyor. Bu iletişime örnek olarak Jeremy Irons ve Sophia Loren’i verebilirim. İkisinin de yıllar boyunca çok defa portrelerini çektim.

Bu tesadüfi başlangıcı sağlayan Paris’te bulunma sebebiniz neydi? Yves Klein’ın eserlerini restore ediyordum.

Daha önce fotoğrafını çektiğiniz birini yeniden çekerken ne değişiyor? Eğer güçlü iletişim kurabildiğim biriyse her şey kolaylaşıyor. Ve bu da ikinci bir çekim isteğini doğuruyor. Ortada samimiyet yoksa, gelecekte ikinci bir çekim de yok demektir.

Reklam kampanyalarına ait fotoğrafların hepsi kusursuz gözüküyor. Gerçekliğe önem veren bir fotoğrafçı olarak, rötuşla aranız nasıl? Rötuştan nefret ediyorum ve elimden geldiğince kendi işlerimde engellemeye çalışıyorum. Ama tabii reklam için hazırladığım işlerde rötuş kullanmak zorundayım.

Peki, portresini çekeceğiniz bir sonraki kişinin kim olacağına nasıl karar veriyorsunuz? Çoğu zaman, fotoğrafını çekmeyi dilediğim insanlarla iletişime geçmeme gerek kalmıyor. İnsanlar teklif ediyor; kabul edip, etmemek de tamamen bana bağlı oluyor. Kimin fotoğrafını çekmek isteyeceğime karar verme arayışına da böylece nadiren giriyorum. Mesela, Louise Bourgeois bu nadir kişilerden biriydi; kişisel bir fotoğraf çekimi de olsa, teklifimi geri çevirmediği için çok şanslı hissediyorum çünkü çıkan sonucun çektiğim

Kampanyaların yanı sıra, ünlü isimlerin çektiğiniz portreleriyle tanınıyorsunuz. Şöhretin üzerinizdeki etkisinin ihtimali nedir? Şöhretin başlı başına beni etkilediğini düşünmüyorum. Ama ünlü kişilerin çoğunu gayet etkileyici bulduğumu söyleyebilirim. Bazılarıyla ömür boyu süreceğine inandığım dostluklar kurdum. 43


Çalıştığınız alan sizi bunalttığında ilham almak için ne yaparsınız? Moda dünyasının pek normal olduğunu söyleyemeyeceğim. Delirmenin an meselesi olduğu durumlar ara sıra ortaya çıkabiliyor. Yaşadığım yer olan Hollywood’da da işler aynı şekilde… Dolayısıyla her sene birden fazla molaya ihtiyaç duyuyorum. Sonra çantam ve fotoğraf makinemle yola koyuluyorum, genellikle Uzak Doğu’ya doğru… Fotoğraf makineniz hep yanınızda mıdır? Her zaman, hatta evde bile… Sanırım eşim Ayako’nun binden fazla fotoğrafını çekmişimdir, bir gün içerisinde yüz fotoğrafı aştığım da olmuştur.

Demi Moore, Vogue Italia, 1993, 67x67 cm, Edition of 20

Vanessa Paradis, Interview Paris, 1991, 68x68 cm, Edition of 20

Arkadaşlıklarınızın iş hayatınızla bağlantısı genelde kuvvetli midir? Dediğim gibi bazı durumlar dışında, aslında pek kuvvetli değil. Sanırım çok fazla arkadaş edinebileceğim bir alanda çalışmıyorum…

de o sıralarda kabul etti. Bahsettiğimiz özel görselin hikayesi böyle başladı. Sonra Christie’s kapsamında düzenlenen bir müzayedede, 93 bin dolar tutarında rekor bir rakamla satışı gerçekleşti. Bu rakamdaki en büyük etken, müzayedenin olduğu hafta sırasında, Bruni’nin Sarkozy’ye İngiltere ziyareti sırasında eşlik etmesiydi. Bugün halen o fotoğrafın sınırlı sayıda satışını yapıyoruz ama tabii çok daha düşük fiyatlar karşılığında… İnternet erişiminin yaygınlaşması sizi fotoğrafların telif hakları konusunda endişelendiriyor mu, yoksa açık görüşlü müsünüz? Hem iyi, hem de kötü tarafları var: İyi tarafı şu ki, müzeye veya galeriye hiç gitmeyen insanlar dahi artık çalışmalarımı görme imkanına sahipler. Ama öte yandan, internet üzerinden bir sürü insan dolandırılabiliyor, bunlara sanat alışverişleri de dahil.

İstediğiniz gibi poz vermeyi reddedenler oluyor mu? İnsanları şaşırtmak hep çok işime yarıyor. “Kıyafetlerini çıkar.” derken bile… Neden olduğunu bilmiyorum ama gerçekten bu sayede her dediğimi yaptırabiliyorum.

Şu sıralar Gagosian’da sergilenen William Eggleston’ın At Zenith serisine benzeyen, bulutların fotoğraflarını çektiğiniz bir seriniz var. Portre çalışmaları dışında, bunları içeren bir sergi planlıyor musunuz? Gökyüzü fotoğraflarım, dağ fotoğraflarıyla beraber aslında pek çok kez sergilendi. En kapsamlı ve duyulmuş olanı Hong Kong’un kardeş kenti olan Shenzhen’deki He Xiangning Müzesi’nde düzenlenmişti. Ama tabii doğa fotoğraflarım portrelerin gölgesinde kalıyor olabilir…

Nü fotoğraf serisi de böyle spontane bir şekilde mi doğdu? Öncelikle söylemek istiyorum ki, kimseyi soyunmaya zorlamadım! Onlar da anlık gelişmeler sonucu doğan fotoğraflardı, neredeyse kimse de öyle poz vermeyi reddetmedi. Aslında, Carla Bruni, Helena Christensen gibi bilinen nü portrelerimin çoğunu Safe Sex Campaign kapsamında çektim. İnsan çıplaklığının kırılganlığı, kampanyanın temasına bire bir uyuyordu. Diğer fotoğraflarıysa İsviçre’nin dağlarında, yani doğanın kalbindeyken çektim. Öylesi doğal bir manzaraya da kıyafet hiç yakışmıyordu.

Sinematografik vizyonunuzu ve oyuncularla olan çalışmalarınızın çokluğunu göz önünde bulundurursak, ileride film yönetmek gibi düşünceleriniz var mı? İlk filmimi bitirmek üzereyim! Bu, Puccini’nin Madame Butterfly operasını günümüze uyarladığım The Girl From Nagasaki filminde, Sophia Loren’in oğlu Edoardo Ponti, genç Pinkerton’ı; Christopher Lee ise yaşlı Pinkerton’ı canlandırıyor. Japon eşim Ayako da Suzuki’nin kısımlarını oynuyor.

Carla Bruni demişken, çektiğiniz portreler arasında, Bruni’ninkinin en bilindik karelerden biri olmasının sizce sebebi nedir? Ben o meşhur fotoğrafı çektiğimde, Carla çok gençti. O zamanlar çok defa birlikte çalıştık, Anti Aids kampanyama dahil olmayı ve nü poz vermeyi

En son çıkan kitabınızın adı neden 30 Years and 5 Minutes? Çünkü kitap 30 senelik fotoğraf dolu bir yaşam kesitini yansıtıyor. Ama herhangi bir fotoğrafın iyi olup olmadığına karar vermek için her zaman yalnızca 5 dakikaya ihtiyaç duyarsınız… Fotoğraf ve sanat arasındaki küçük bölünme de işte tam olarak budur.

XOXO The Mag



INTERVIEW/desıgn

ZOË RYAN

Beyan ile Arzu Arasında Bir Yerde Hızlı bir dönüşümden geçen İstanbul, tasarıma ve tasarımın günlük hayatla ilişkisine dair alternatif düşünce üretmenin merkezlerinden biri oluyor. İkincisi 18 Ekim ile 14 Aralık 2014 tarihleri arasında gerçekleşecek İstanbul Tasarım Bienali ise, 21. yüzyılı katederken geleceğimizi sorgulayan manifestoların peşine düşüyor. Nedenini sorduğumuzda; bienalin küratörü ve Chicago Sanat Enstitüsü Mimarlık ve Tasarım Bölümü Başkanı Zoë Ryan, bize soruyla yanıt veriyor, çünkü ‘gelecek artık eskisi gibi değil’. röportaj besray köker fotoğraf yalım kartal

XOXO The Mag


"Kusursuzluk", 1.İstanbul Tasarım Bienali, Musibet, İstanbul Modern, İstanbul, 2012, Fotoğraf: Ali Güler © İKSV

En azından fuarlardan farklı oldukları ortada… Kesinlikle öyle. Bu sebeple ne düşündüğüm ve ne söylediğimin bilincinde, kritik diyaloglardan, spekülatif meselelerden kaçınarak hareket etmeye gayret ediyorum. Bienallerden beklenen, herkesin, tasarımı ve mimariyi tartışması, ikisini merkeze alarak büyük fikrin ne olduğunu konuşması... Mobilya fuarlarından farklı olarak, bienaller sonuç odaklı önemli bir rol oynamalı. İnsanlar ve pazar için... Dünyanın dönüştüğü hal hakkında durum değerlendirmesi yapabilen, durup düşünme anlarını yaratan bienaller, bu anlamda çok değerliler. İstanbul için de eşsiz bir deneyim olacak.

Mimari ve tasarım dünyasıyla ilişkin nasıl başladı? Sanata karşı olan ilgim her zaman vardı, hatta sanat küratörü olmayı kafama çok önceden koymuştum. Bir süre Victoria&Albert Müzesi’nin resim ve grafik tasarım departmanında çalıştım. Burada edindiğim deneyimlerden sonra, New York’a gitmek istediğime karar verdim. Londralı olsam da en büyük hayalim, itiraf ediyorum; her zaman New York’ta yaşamaktı. Ve kazandığım bir doktora bursu sayesinde, MoMA’da Paula Antonelli ile çalışma fırsatına sahip oldum. Kariyerimi şekillendiren kişi de Paula’dır, çünkü mimariye ve tasarıma yoğunlaşmam için beni heveslendirdi ve New York’ta kalmam gerektiği konusunda ikna etti. Bu sayede birçok tasarım ve mimari odaklı farklı yayınlarda görev aldım. Ayrıca MoMA’da düzenlenen bir sergide, Brezilyalı tasarımcılar Campana kardeşler ve Alman tasarımcı Ingo Maurer ile çalışma fırsatı yakaladım. Bu sergi sonrasında da çalışmalarımı tamamen tasarıma ve mimariye adadım. Bugün bulunduğum noktadan çok memnunum çünkü dünya çapında mimari ve tasarım alanında çalışan küratörlerin sayısı oldukça az. Dolayısıyla yapabileceğimiz çok iş var. Özellikle müzelerde tasarım ve mimarinin algılanmasındaki seviyeyi yükseltmek adına sıkı çalışmalıyız. Herkes mimarinin ve tasarımın önemini kavramalı. İşte bu sebepten ötürü, yepyeni bir bienali düzenlemek de farklı bir deneyim olacak.

1. İstanbul Tasarım Bienali’ni ziyaret etmiş miydin? İlk bienali burada göremedim. Ancak Joseph Grima’nın New York’a taşıdığı ve New Museum’da sergilenen bölümünü görme fırsatım oldu. İlk olmak zorlayıcıdır, ama bir o kadar da ilham vericidir. Onlardan öğreneceğimiz ve bizlere aktardıkları çok şey olduğunu biliyorum, çünkü onlar işin en önemlisini yapıp, bir tasarım bienali çerçevesi belirlediler. Bu zamana kadar kullandığımız metotlar çoğunlukla sanat bienalleri veya sanat fuarlarının tasarıma tercüme edilmesi gibiydi. Dolayısıyla, projenin tasarım olarak algılanabilmesi ve sergilenmesi soruları vardı. Bence projeler ve sergiler sayesinde artık bunların cevapları şekillenecek. Zaten önemli olan tasarımın etkinlik haritasında yer bulmuş olduğunu göstermek.

Peki, uluslararası ölçekte mimari ve tasarım sergilerinin hitap ettiği kitlenin bienallere katılımını nasıl değerlendiriyorsun? Dünya genelinde bakıldığında, geri dönüşler şaşırtıcı ve hayret verici. İnsanlar çoğu zaman bienallerde ne göreceklerini bilmiyorlar, bu durum da ister istemez onlarda merak uyandırıyor. Tasarım bienalleri çok yeni, bu yüzden, dünyada kimsenin tasarım bienallerinin ne olduğu hakkında yerleşmiş ortak bir görüşü olduğunu düşünmüyorum. Ancak herkes heyecanlı. Bu bir fantezi, bir çoşku hali... Hatta o kadar çok bilinmeyen var ki, mimar ya da tasarımcılar dahi, bienallerde nasıl rol üstleneceklerini henüz çözemediler.

‘Gelecek Artık Eskisi Gibi Değil’ başlığını düşünerek, bugünün tasarım anlayışıyla geçmişin perspektifinden bugünün tasarım anlayışı arasındaki farklar sence neler? Oldukça hileli bir soru... Biz hala geçmişe dönük yaşayıp, ütopik hayaller kuran bir jenerasyonuz. Ancak şimdilerde yeni yöntem ve soru şekilleriyle dünyayı sorgulayan, olabildiğince sosyal, politik düşünen, anında tepkisini ortaya koyabilen yeni bir nesille karşı karşıyayız. Bence nereden gelip nereye gittiğimizi sorgulamak için 47


az zamanımız kaldı. Bu yüzden, 2. İstanbul Tasarım Bienali’nde işler ve projeler anlamına gelen manifestoların da bu kaygıyı taşıyarak, “Benim geleceğim nasıl olacak?” sorusunu izleyicilere yöneltmesini istedim. “İş” veya “eser” yerine “manifesto” kelimesini tercih etmenin temayla ilintisi nedir? Benim için “manifesto” geleceği tekrar düşünmek demek, bir niyet mektubu niteliğinde kişisel görüşünü ifade etmek için yaratılan bir platform… Sadece bir metin değil; bir bina, bir obje veya bir mobilya da manifesto olabilir. Hatta bir şarkı dahi kendi başına bir manifestodur. Bu bağlamda biz de bienalde yer alması için vizyonu olan projeler arıyoruz. Manifestolar öncelikle neyi söylemeli? Bienal, tasarımcılardan üretim anlamında ne bekliyor? Kendi adıma bir beklentim yok diyebilirim, çünkü aslında bunu biraz da bienalin şekli oturmaya başladığında göreceğiz. Ancak tasarımcı ve mimarların bienali sahiplenmelerini ve içselleştirmelerini umut ettiğimi belirtebilirim. Şaşıracağımız kadar farklı çeşitlikte manifestolarla bize geri dönmelerini istiyorum. 2014 yılında açıklanacağı belirtilse de, bir süredir İstanbul’da vakit geçirdiğini tahmin ederek sormak istiyorum, aklındaki bienal mekanları arasında nereler var? Öncelikle ana bir mekan düşünüyoruz ve buranın da, tüm enerjinin toplanması adına, bir merkez gibi çalışmasını istiyoruz. Diğer etkinlikler için ise, güçlü proje partnerlerine ihtiyacımız var. Bunlar sadece yeni yerleri değil; mevcut yerleri düzenlemeyi de kapsamalı. Bu noktada proje partnerlerimizin, dans, baskı veya farklı üretken formlar da dahil olmak üzere tüm potansiyellerini kullanmalarını bekliyoruz. Çünkü aklımızda çeşitli sergi formatlarını kurgulama düşüncesi var. En önemlisi, geleceği düşünen öğrenciler… Öğrencilerin gerçekleştireceğimiz akademik programlarda ve atölye çalışmalarında neleri ortaya çıkaracaklarını merakla bekliyorum. ABD’den sonra İstanbul’daki bir projede yer almak nasıl hissettiriyor? İstanbul’a gittiğimi söylediğim herkesin bana imreniyor olması çok keyifli, gerçekten burayı merak ediyorlar. Bu şehirde enerjisi çok yüksek, oldukça olumlu ve henüz tükenmemiş bir iyimserlik var. İngiltere ve ABD son yıllarda kasvetle doldu. İnsanlar geleceğe dair kaygılar taşıyor. Dolayısıyla bunlardan uzak, gün ışığına çıkmaya hazırlanan bir şehirde olmak benim için çok anlamlı. Türk tasarım anlayışı, henüz keşfedilmemiş, yeni yeni ortaya çıkan bir enerjiye sahip, ben de bunu ortaya çıkarmak istiyorum. Bulunduğun ülkenin yaptığın seçkiler ve çalışmalar üzerinde her zaman böyle spesifik bir etkisi oluyor mu? Elbette, işimin en sevdiğim ve en güzel yanı çok seyahat ediyor olmam. Ancak çok seyahat etmenin şimdiyi algılamakla ilgili sorun yarattığını düşünüyorum. Bir yerde olabilseniz de bazen şimdide olamayabiliyorsunuz. Bir şehire odaklanmışken birden kendinizi başka bir şehirde bulabiliyorsunuz. Bu yüzden hangi durumda olursam olayım şimdide kalmaya uğraşıyorum. Seyahat edip eve döndüğünüzde de durum aynı. Olması gereken bulunduğunuz yerin ve anın değerini bilmek halbuki. Çok gezdiğinizde şehirlerin birbiriyle olan benzerliklerini de görüyorsunuz. Geçenlerde ilk kez Japonya’ya gittim. Oranın kesinlikle başka bir dünya olduğunu söyleyebilirim. Yemekler, toplantılar ve diyalogların keyfini çıkardım... Şimdide kalmak yanlış anlaşılmaları da bertaraf ediyor. Bu sayede daha hassas ve daha fazla anlayışlı olabiliyorum çünkü büyük toplantılarda birçok insanla bir araya gelip çok çalışıyoruz. Ve örneğin, bu görüşmelerde herkes benim anadilimi kullanıyor ancak İngilizce belki de onların

2. veya 3. dilleri. Nüanslar var, dikkatsizliğe yer yok. Bu sebeple doğru anlaşılabilmek adına şimdide olabilmek önemli. Dolayısıyla burada İstanbul’da mimar ve tasarımcılardan oluşan bir danışman ekibi var ve emin olamadığım her seferde telefonu alıp, birine doğru yolda olup olmadığımı sorabiliyorum. Farklı yerler görmekten çok şey öğreniyorum; bu adeta şimdide kalmak ile turist olamamanın bir karışımı gibi. Bienal sonrasında seni bekleyen projeler var mı? 2015 yılında başlayacağım büyük bir sergi projesi var. Orada Afroamerikan tarihi ve kültürü üzerine önemli çalışmalarıyla tanınan İngiliz mimar David Adjaye ve birçok bienal tecrübesi olan Münih Haus der Kunst Direktörü Okwui Enwezor ile birlikte çalışacağım için çok heyecanlıyım. Mimarlık ve tasarım arasındaki bağlantıyı sorgulayan genç tasarımcılara neler önerirsin? Disiplinlerarası olmak ve bu disiplinler arasındaki sınırların bulanıklaşmasıyla ilgili birçok soru geliyor. Farklı disiplinlerin yok olmasına pek inanmıyorum çünkü bu ikisi arasında bir uyuşmazlık var. Ayrıca uzmanlık alanlarının olduğuna inanıyorum. Hepimiz mimar veya tasarımcı olup da bu yönlere gitmek zorunda değiliz. İş birliği yapıyoruz ve bu daha etkileyici çünkü bu sayede aynı platformda konuşabilmek adına ortak bir dil geliştiriyoruz. Mimari ve tasarım ekseninde geçen bir kariyerin ortasında senin işlerini en çok beğendiğin mimar ve tasarımcıların kimler olduğunu öğrenebilir miyiz? Ayırmak zor ama bir isim vermek gerekirse aklıma ilk Konstantin Grcic geliyor. Son dönemde, okumalarında hangi başlıklar üzerine eğiliyorsun? Birkaç farklı türde kitap karıştırıyorum. Tek birini söylemek özellikle bu dönemde pek mümkün değil benim için. Ancak çılgın bir tercih olarak Nicholson Baker’ın The Mezzanine isimli kitabına takıntılı olduğumu söyleyebilirim. Kitaplar haricinde çok fazla dergi okuyorum. Küçük yayınevlerinden çıkan farklı konulara odaklanan dergiler... Sürekli değişen konseptler üreten yayınlar, ki bu da bienali ilgilendiriyor. 2. İstanbul Tasarım Bienali’ne küratör olmadan önce bildiğin Türk mimar ve tasarımcılar kimlerdi? İlk isim olarak Defne Koz diyebilirim, pek tabii Chicago’da yaşadığı için... New York’ta olması dolayısıyla da Ayşe Birsel. İngiltere’den de birçok Türk tasarımcı biliyorum. Ancak isteğim; Türkiye’de çalışan farklı disiplinlerden insanlarla tanışmak ve onları ortaya çıkarmak, farzı misal, moda tasarımcıları... Tanınan ve bilinenlerin ötesinde insanları keşfetmek ve çeşitli disiplinlerdeki bu insanlara kendi işlerini sunabilme fırsatı vermek, onlara bir platform yaratabilmek beni heyecanlandırıyor. Sormadan edemedik; son olarak İstanbul mimarisi ve tasarımları hakkındaki fikirlerini öğrenebilir miyiz? Bana bu soruyu bienalden sonra sormaya ne dersin? İstanbul oldukça samimi bir şehir, özellikle de Chicago gibi katı ve sizi şaşırtmayacak bir şehirden sonra… Burası, yaşamların birbiri içine girdiği bir ambiyansta, bana biraz da Londra’yı hatırlatıyor. Genel olarak şehre baktığımda, mesela şu an, arkamızdaki binaların neden orada bulunduklarını ve neden orada çoğalmaya karar verdiklerini merak ediyorum. Ancak şehir özelinde öncelikle, buradaki mimar ve tasarımcıların nasıl ve ne düşündüklerini anlamakla ilgileniyorum. buraya ayak basınca, İstanbul’u hissetmemek mümkün değil. Bakış açım bu anlamda şimdilik yüzeyden, ama yüzeysel değil.

XOXO The Mag



INTERVIEW/MUSIC

BİR KAFA KARIŞIKLIĞI İnsanın gençken kafası neden daha karışık oluyor acaba. 30’larına geldiğinde,

yaşadığı karmaşık dünyada karşılaştığı onca şey daha çok kafasının karışmasına neden olmaz mı? Bu konuda henüz bir şey söyleyemiyor Karen (MØ), zira kendisi henüz genç ve kafası yeterince karışık. Ama onun söylemek istediği başka şeyler var. Gelin ona kulak verelim. röportaj gazali görüryılmaz fotoğraf sony music türkiye’nin izniyle

XOXO The Mag


Farklı müzisyenlerle iş birliği yapmak artık çok revaçta ve sen de bu geleneği takip eden isimlerdensin. Diplo ile aynı şarkıda yer almak nasıldı senin için? Son derece keyifliydi. Diplo, tek kelimeyle harika bir müzisyen ve inanılmaz iyi bir insan. Yeni çıkan ve yetişmekte olan sanatçılara vakit ayırıp, onlarla birlikte çalışıyor olması zaten söylediklerimi kanıtlıyor. Diplo ile ilk olarak Nisan ayında, Amsterdam’da tanıştık ve stüdyoda kısa bir vakit geçirme fırsatı yakaladım. O, prodüksiyon üzerinde çalışıyordu, ben de sözleri, melodiyi ve benzer şeyleri yazdım. Gayet keyifli bir deneyimdi ve hala iletişim halindeyiz.

Kendini bir müzisyen ya da birey olarak en iyi şekilde nasıl tanımlarsın? Kendin için yaptığın bu tanımla veya karakterinle şarkıların arasında nasıl bir bağlantı var? Müzik yaparken samimi ve dürüst davranmak benim için en önemli kriterlerden biridir her zaman. Yazdığım şeyler, benliğimin tam ortasından, kalbimin içinden gelmeli diye düşündüm ve bunu uyguladım şu ana kadar. Varlığım, davranışlarım ve hayatım, müziğimle iç içe geçmiş durumda. Zaten olmadığın bir şeyin imajını yaratamazsın hiçbir zaman. İskandinavya deyince akla hep hafızamızda kalan pop melodileri geliyordu. Ama son zamanlarda Icona Pop, MONONO, Elliphant ve senin gibi isimlerle birlikte, kuzeyin pop müziği daha karanlık ve sert bir yere doğru gidiyor gibi görünüyor. Bu yeni Nordik durumunun sırrı nedir sence? Buna benzer bir soru ile daha önce de karşı karşıya kalmıştım açıkçası, demek ki fark edilir bir hal almaya başladı bu durum. Sebebini bilmemekle birlikte, genellikle İskandinavların çok fazla boş zamanı olduğunu ve kendilerini ayrıcalıklı gördüklerini söyleyebilirim. Yoğun bir şekilde müziğe ve sanata yönelmelerindeki sebep budur belki. İyi bir şey mi pek kestiremesem de, sebeplerinden birinin zaman genişliğinden dolayı yeni arayışlara girmeleri olduğunu söyleyebilirim. Belki de bölgenin soğuk havasından kaynaklı ortaya çıkan melankoli insanları müzik yapmaya itiyordur.

Peki, çoğunlukla şarkılarını başka müzisyenlerle paylaşmaktan, onların ruhu ve hissini kendininkilere katmaktan keyif alıyor musun? Turneyle ve albüm yapımıyla çok meşguldüm şimdiye kadar ve bu yüzden başkalarıyla çalışmaya pek vaktim olmadı. Sadece Diplo ve birkaç isim daha... Aslında diğer sanatçılarla çalışmaktan gerçekten keyif alıyorum, son derece ilham verici bulduğumu söyleyebilirim. Karen müzik dışında neler yapar peki? Aslında şu aralar müzikten kafamı kaldıramıyorum ve farklı şeylerle uğraşmaya vakit bulamıyorum. Şimdi tekrar düşünüyorum da, son zamanlarda içinde müzik olmayan herhangi bir uğraşım yoktu. Ama genel olarak, görsel sanatlarla ilgilenmek, yüzmek ve koşmak hobilerim diyebilirim.

Geçmişte müzikle ilgili hayallerin nelerdi ve şimdi dönüp baktığında ne kadarının gerçekleştiğini düşünüyorsun? Küçük bir çocukken, sanırım yedi yaşındaydım, ilk kez bir albüm satın aldım ve onu dinledikçe de müzisyen olmaya karar verdim. Elbette şimdi insanların müziğime ilgi göstermesi harika bir duygu ama tam olarak bir şey başardığımı henüz söyleyemem. Demek istediğim; ortaya sağlam bir değer koymanın veya başarıyı inşa etmenin gerektirdiği uzun sürecin farkındayım. Şu an için henüz başlangıç çizgisindeyim ve insanlara bu konuda çok dürüst davranıyorum.

Sosyal medyayla aran nasıl? Günümüzde dünyanın işleme şekli bu. Demek istediğim; herkes vaktinin çoğunu internette ve sosyal medyada geçiriyor ve hatta sanal dünyada bir karakter sahibi oluyor. Bu, gittikçe kanıksadığımız bir durum halini aldı ve günlük yaşamımız da bu yönde yeniden şekillendi. Sosyal medya ve internet etrafımızı bu kadar sarmışken benim de kendimi bunun dışında tutmam pek de söz konusu değil zaten. Şu ana kadar sadece bir EP yayınladın ve neredeyse dünya çapında bir bilinirlik yakaladın. Tabii ki bu durum biraz önce konuştuğumuz iletişim teknolojilerinin sağladığı bir durum ve müzik tüketiminin yeni şekli böyle. Bu hızla tam olarak nasıl başa çıkıyorsun? Kolay ve çabukça tüketilebilir olmaktan korkuyor musun? Bence internetten yapılan paylaşımlar ve müziğin bu yolla yayılmasında hiçbir problem yok. Ben para için müzik yapmıyorum ve daha önce de söylediğim gibi; sosyal medya, internet ve her şeyin online paylaşılma biçimi konusunda pek de bir yaptırımımız olamıyor. Madem böyle bir gerçek var, o zaman ben de durumun avantajlarından yararlanmaya bakıyorum. Ayrıca Youtube ve diğer tüm müzik/video paylaşım siteleri, genç insanların istediği şeyler.

Aklıma takıldı, yedi yaşındayken aldığın o albüm neydi? Müziğe başlamak için geçerli bir sebep mi bilmiyorum ama bir Spice Girls albümüydü. Peki hangi noktada müziğin ileride kariyerine dahil olacağını fark ettin? Yıllar önce müziğe başladığımda, son derece kararlı ve tutkuluydum. Buna rağmen, müziği sonsuza kadar yapacağımı fark edecek noktada değildim. Sadece hayallerim çok büyüktü ve bolca umut doluydum. Sanırım, bu anlık bir karardan ziyade, sahip olduğum heyecanın zaman içinde hiç değişmemesi üzerine kendiliğinden gelişen bir sürecin sonucuydu. Tabii ki hayat sürekli değişiyor ve zaman içerisinde ne olacağını bilemezsiniz. Dolayısıyla, müzik yapabildiğim ve onun sayesinde yaşayabildiğim sürece mutlu hissedeceğim. Bunun da benim için bir ayrıcalık teşkil ettiğini düşünüyorum.

Biraz da tarzından bahsedelim. Giyim tarzınla, yaptığın müzik arasında bir bağlantı kuruyor musun? Giyim tarzım da, müziğimde yansıtmaya çalıştığım gibi rahatsızlık ve karmaşa temelli hisleri ifade ediyor. Tarzımı adlandıramıyorum açıkçası, sanırım eski, retro veya vintage değil de, oldschool diye tanımlamak doğru olabilir. Kaba kesimli, maskülen ve bol parçaları seviyorum. Benim için giydiğim şeyler klasik anlamda şık ve güzel olmamalı.

Şarkı sözlerinde ne anlatmak istiyorsun? Daha önce de söylediğim gibi, sözleri yazarken benim için bireysellikleri çok önemli. Yazdığım çoğu şarkı genellikle, toplum, gençlik, kafası karışıklık ve yetişkinlik yolunda ilerlemekle ilgili. Gençlik kültürünü temsil ettiğine inanıyor musun? Temsil etmenin yanında, bir noktada hala o kültürün bir parçasını taşıdığıma inanıyorum. Demek istediğim; ben de bir gencim, kafam son derece karışık ve müzik yapıyorum. Bu üçünü bir araya topladığımda cevabım evet olmak zorunda sanırım, ister istemez...

Son olarak, en sevdiğin Kuzeyli müzik grupları kimler? Aslında benim favorilerim çoğunlukla Amerikalı gruplar, ama Danimarka’da da takip ettiğim sıkı punk grupları var. 51


INTERVIEW/Magazıne

Masoud Golsorkhi

Denemeye Devam

Bu ayın dergi yöneticisi konuğu 15. yılını kutlayan Tank’in Kreatif Direktörü ve Genel Yayın Yönetmeni Masoud Golsorkhi. Herkes için en iyisini isterken, mükemmelin sınırlarını kapsayıcı ve demokratik bir gündemle çiziyor. Otuz yıldır Londra’da yaşayan bir İranlı olarak, her yeni gün bir illüzyonu özlüyor, ama bir yandan da kendini bulunduğu yere ait hissediyor. Tank, onun hayatının en güzel bahanesi. Biz de, bir bahaneyle, Masoud’u sayfalarımızda ağırlayıp, aklımızdakileri sorulara döküyoruz. Tanıklık ediniz. röportaj serap gecü fotoğraf sohrab golsorkhi-ainslie

XOXO The Mag


“İran’da doğup, 17 yaşında Punk devriminin bir parçası olabilmek için Londra’ya geldi, ama Punk biteli çok olmuştu. O günden beri bu hayal kırıklığının üstesinden gelmeye çalışıyor.” Huffington Post’taki kısa özgeçmişinde kendini böyle anlatıyorsun. Tank, bu hayal kırıklığıyla başa çıkma noktasında nasıl bir rol üstlendi? Tank o boşluğu tam olarak doldurdu. Hayata karşı merakımı korumamı ve biraz kışkırtıcı olmamı sağladı. Tanımayı çok istediğim insanlarla tanışmam ve başkalarının sorunları için kafa patlatmak yerine kendi yarattığım sorunlar üzerinde düşünebilmem için bir bahane oldu.

oğlumun müzik öğretmeniyle bir tartışmaya girdim. Bana, onun tıpkı sınıftaki diğer çocuklar gibi, keman çalma konusunda yetersiz olduğunu ve bu yüzden de zor müzik müfredatını, daha basit olan bir içerikle değiştireceğini söyledi. Keman çalmak yerine, Ses ve Hareket adını verdikleri, bongo davulları çalacakları bir ders yapmaya karar vermişti, böylesi daha kapsayıcı olacaktı ve böylelikle hiçbir çocuk kendini dışlanmış hissetmeyecekti. Bu, onunla son konuşmamız oldu. Oğlumu derhal okuldan aldım. Çünkü, her ne kadar berbat keman çaldığını bilsem de, dersi almaya devam edip, klasik müziğin ne kadar zor olduğunu takdir etmesini ve böylece daha iyi bir dinleyici olmasını istiyordum.

İran’ı özlediğin oluyor mu? İran’ı günün her anı özlüyorum, hatta artık var olmayan bir yeri özlüyorum ve bu da özlemimi daha da artırıyor. İllüzyon, sıradan bir nostalji hissinden çok daha tatlı geliyor. Londra da zaten başka yerler için nostaljik duygular besleyen benim gibi insanlarla dolu ve bu yönüyle de bir anlamda evimde hissettiriyor.

Bu çerçevede, sanat, edebiyat, politika ve moda arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsun ve bu ilişki dergiye nasıl yansıyor? Bağlamından kopuk hiçbir yaratıcılığın dikkate alınmaya veya eleştirilmeye değer olduğunu düşünmüyorum. Sanat, edebiyat, politika ve haberler; bunların hepsi modayla bir şekilde etkileşime giriyor. Biz salt moda yapmıyoruz; hatta salt modayı iğrenç buluyorum, midemi bulandırıyor, en iyi haliyle kostümden öte bir anlam taşımıyor benim için. Modanın gerçek anlamda moda olabilmesi için, çelişkiyi teneffüs etmesi, biber gazını içine çekmesi ve dans pistindeki teri koklaması gerekiyor.

Fotoğraf okuyup, profesyonel olarak fotoğrafçılık yaptıktan sonra yayıncı olmaya ve kendi dergini çıkarmaya nasıl karar verdin? Düşünüp de karar verdiğim bir şey değildi aslında. Elimde kalmış az bir parayla, devamının gelebileceğini hiç düşünmeden, bir şey yapmak istedim. Ne hırsım ne de bir iş planım vardı. Sadece güzel bir şey ortaya koyabileceğimi düşündüm. Derginin satış fiyatını, önceden planladığımız 5 pound yerine, 8 pound yapmaya karar verirken bile -ki o zamanlar için hiç akıl karı olmayan bir fiyattı- tek düşündüğümüz, pound işaretinin yanında 8’in daha iyi durduğuydu. Yani, nasıl olsa kimse almayacak, en azından her milimetresinden mutlu olmaya bakalım gibi bir durum vardı.

Tank’in, ilk çıktığında cep kitabı boyutuyla herkesi şaşırtması, dergide daha sonra yaptığın biçimsel değişiklikler ve sigara paketlerinden esinlenerek çıkardığınız kitap dizisi gibi örnekleri düşününce, içerik kadar formatı da önemsediğini görüyoruz. Derginin şu anki formatından memnun musun, değiştirmeyi düşündüğün oluyor mu? Formatın, son derece mühim olduğunu düşünüyorum. Bir şeyleri ortaya koyarken, dünyaya getirirken, nasıl görüneceklerini, nasıl hissettireceklerini ve dünyayı nasıl etkileyeceklerini düşünmemek aptallık olur. Hatta formatı o kadar önemsiyorum ki, sırf bunun üzerine ayrı bir röportaj yapabiliriz. Ayrıca, derginin ağırlığının verdiği his, sayfaların kokusu da derinden önemsediğim noktalar. Çünkü bunların, kapaktaki modelin şu anda kiminle yattığı gibi gelip geçici konulardan farklı olarak, kalıcılık arz ettiğini düşünüyorum. Hiçbir zaman tam mutlu olamıyorum, sürekli değişimi düşünüyor ve hayal ediyorum. Bu yüzden de son 15 yıla baktığımda, iki yılda bir, bir şeyleri değiştirdiğimizi söyleyebilirim.

Derginin Lyotard’dan alıntı mottosu “Elitism for All” senin için ne ifade ediyor, nasıl yorumluyorsun? Lyotard, hayranlık duyduğum ve geçmişte çokça okuduğum bir düşünür ve filozof. Alıntısını yorumlamama gelince; ki benim yorumum onunkinden farklı olabilir, Tank açısından, elitist mükemmeliyetçilik arzularını, kapsayıcı ve demokratik bir gündemle birleştirmek gibi bir misyonu ifade ediyor. Umarım, pek çok insanı, düşük standartlarla yetinmeyip, hayal edilebilecek en üst farkındalık seviyesine taşımak için çabalayabiliriz. Aslında, bu bir anlamda mükemmeliyet eleştirisinin bir eleştirisi. Şahsen, bolluk bereket ülkesi fikriyle bir derdim yok ve elimden geldiğince ihtişamdan haz almanın peşindeyim. Yani, elitizmi kınamıyorum ama sadece küçük bir azınlık için değil, herkes için en iyisini istiyorum... Bir keresinde,

Derginin katkıda bulunanlar ve yazar ağını nasıl yönetiyorsun? Dürüst olacağım, bu konuda pek iyi değilim. Bu yüzden de, harika kariyerler Tank’te başlar ama başka yerlerde devam eder. Çünkü çok 53


this page, from left, Megan: jumper j.w.anderson shirt miu miu trousers rochas Felix: jumper j.w.anderson shirt neil barrett Ben: top neil barrett trousers Paul smith opposite, Felix: jumper louis vuitton hair mari ohashi using bumble and bumble make-up sonia bhogal using illamasqua styling assistant daisuke hara models ben waters @ models 1, felix d @ d1 models, megan P @ m+P models 170 tank

çabuk sıkılırım ve bir aile gibi olmaya çalışılan, sonunda da kimsenin birbirlerinin kariyerlerine katkıda bulunmaktan öteye gidemediği, tekdüze bir sisteme tahammül edemem. Başarıyla işleyen bir formülü, tamamen yeni, daha önce hiç denenmemiş bir opsiyonu denemek uğruna çöpe atabilen bir dergi, bence saygıyı en çok hak edendir. Peki ya çekirdek kadro? Orada işler nasıl yürüyor? Tasarım, üretim ve moda üzerine çalışan çekirdek bir ekibim var. Kalanlar ise ortalama beş altı yıldır etrafta olan, katkıda bulunan editörler. Tank okurları bilirler; dergide ilana dayalı bir strateji gütmüyorsunuz. İlanlar ve ilanverenler etrafında şekillenmeyen bir yayın çıkarmayı başardığınız söylenebilir. Çoğu dergi okurunun, parasını ödediği içeriğe ulaşabilmek adına çok fazla ilana maruz kalarak, kelimenin tam anlamıyla kazıklandığını düşünüyorum. Bence dergiler, satış fiyatlarına veya başka bir deyişle okurlarına giderek daha az güvenmekle, kendi ölüm fermanlarını yazıyor. Çünkü aslında mesaj çok basit: “Parayı veren, düdüğü çalar.” Demem o ki, bir derginin görünümünü ve hissiyatını menfaatler belirler. Her dergi bu anlamda bir seçim yapar, ilanverenin menfaatini mi yoksa okurununkini mi gözeteceğine karar verir. Tank kapaklarında ünlü isimleri neredeyse hiç görmüyoruz. Kapak konularını belirlerken genel yaklaşımın nasıl? İnsanların yüceltilmesi fikrini seviyorum. Ama ünlü kültürünü ve şöhret için şöhret mantığını hem mide bulandırıcı hem de sıkıcı buluyorum. Peki, nasıl oldu da Claudia Schiffer’ı kapak yapmaya karar verdiniz? O, zamanımızın zarafetle yaşlanan büyük bir güzelliği olarak, hikayesiyle bizi cezbetti. Ünlü olmasıyla değil yaşlanmasıyla ve bununla nasıl başa çıkabildiğiyle ilgilendik. 40’larını yaşayan bir annenin güzelliğini herkese göstermek istedik. Yeri gelmişken, kadınların genç kalma takıntısıyla estetik müdahalelere başvurmasını

171

son derece rahatsız edici buluyorum. Suratları adeta bir suç mahallini andırıyor. Suçlular da biz erkekleriz, ve sanki o kadınlardan tek tek özür dilemem gerektiğini hissediyorum. Bir de, erkek kapak konuklarını da neredeyse hiç tercih etmiyorsunuz... Şimdiye kadar sadece bir iki tane oldu, ama bunu seneye değiştirmeyi düşünüyoruz. Bugüne kadar Tank çoğunlukla modanın feminen yanıyla ilgilendi, çünkü daha dinamik ve ilgi çekiciydi. Ama 2014 Sonbahar sayısı için özel bir çalışma yapmayı planlıyoruz.. Kreatif ajansın Tank Form’dan da bahsedelim. Orada ne tür projeler yürütüyorsun? Ekibimle, markalara reklam stratejileri konusunda destek oluyoruz, kurumsal yayınlar çıkarıyoruz ve kazandığımız parayı Tank’i finanse etmek için kullanıyoruz. Reklamverenlere karşı biraz önce bahsettiğimiz sağlam duruşumuzu da bu sayede koruyoruz. Mevcut müşterilerimiz arasında kültürel kurumlar olduğu kadar, çanta tasarımcıları ve moda dünyasından markalar da var. Kurumsal yayın çıkarmanın zorlu tarafları vardır mutlaka... Hiç belli olmuyor, bazen her şey çok yolunda gidiyor, ortaya güzel sonuçlar çıkıyor. Prada için yaptığımız Mock FT gazetesi projesi, Levi’s için çıkardığımız Mined kitabı bunun iyi örnekleri... Çünkü, bu örneklerle, özgünlüğü takdir edebilen ve risk almaya gönüllü olan firmalardan söz ediyoruz. Sanırım esas sıkıntı, markalar sırf rakipleri de öyle yapıyor diye yayın çıkarmaya karar verdiklerinde yaşanıyor. Bu tip markalar her şeye fazla kurumsal yaklaşıyor; yenilikten korkuyorlar ve cilalanmamış gerçeklikle yüzleşmekten ödleri kopuyor. E tabii sonuç da ya çok sıkıcı ya da çirkin oluyor. Hatta çoğunlukla ikisi birden... Bu yoğun gündemin arasında, BecauseLondon resme nasıl dahil oldu? Her şey, videonun moda dünyasındaki iletişimde baskın format olacağını fark etmemle başladı. 2008’de bir platform oluşturdum ve şirketimizin yaklaşımını salt stiller üzerine düşünmekten çıkarıp,

XOXO The Mag


this page, Johanna: skirt (as dress) CÉLInE Marcella: dress MaRnI opposite, Johanna: dress ERDEM

150 tank

151

this page: top and jewellery Inka’s Treasure

bodysuit TopyTop skirt FIlIgranas peruanas

Glitch art by Paul Duhard & Stefan Rappo

opposite: top lama hat FIlIgranas peruanas

84 TANK

item brand name item brand

Milla Jovovich, Downtown, Los Angeles (2000)

85

176 Tank

177

hakkında yazılanları okuması...

hareket eden görsellerle moda hakkında düşünmeye dönüştürdüm. Ve bence BecauseLondon, kısa videolarıyla, bugün sınıfının en iyisi diyebileceğim noktada.

Bu aralar neler dinliyorsun? Giderek daha az müzik; onun yerine bazı konuşmacıların podcast’lerini dinliyorum. Kendimi biraz eğitmeye çalışıyorum yani. Unutmadan, NewYorker Fiction podcast’lerine de şapka çıkarıyorum.

Senden bir alıntı; “Pek çok derginin dijital versiyonu, ücretsiz çalışan stajyerlerin mesleğe olan ilgilerini yitirdiği, yeni yetmelerin iş öğrenmeye çalıştığı bir moda gardırobu olmanın ötesine geçemiyor.” Bu haliyle, dijitalin matbu için bir tehdit teşkil edecek noktaya geleceğini düşünüyor musun? Bence o noktaya geldik bile. Matbunun kendisini dijitale karşı tekrar tanımlaması gerektiğini düşünüyorum, aksini değil. Sanırım Gibson’ın bir lafıydı: “Gelecek zaten burada, ama dağıtımında bir eşitsizlik var.”

Atlara karşı özel bir tutkun olduğunu okudum. Önceki hayatımla bağlantılı bir şey olabilir bu; her nedense atım olmadan kendimi pek insan gibi hissedemiyorum. Atlar bencilce olan tek bağımlılığım. İstediğin herhangi biriyle röportaj yapabiliyor olsan, bu kim olurdu? Şu anda hayalimde, Zadie Smith ile bir röportaj ve moda çekimi yapmak var. Romanları hoşuma gidiyor, ama esas makalelerine bayılıyorum. Bana göre, hem güzel hem de anlamlı bir insan.

Kısa bir süre önce yeni versiyonuyla okurlarınıza tanıttığınız Fashion Scan aplikasyonu dijital dünyanın neresinde duruyor? Dahası, dijitalle ilgili gelecek planlarınız neler? Fashion Scan, dergilerimizi zengin ve interaktif içeriklere sahip pop-up kitaplara dönüştüren bir uygulama. Dijitale yönelik çabalarımıza, mütevazılığı elden bırakmadan, Magazine 2.0 adını veriyorum. Böylesine bir teknolojiyi bu anlamda kullanabilen ilk yayın olduğumuzu düşünüyorum. Planımız iş düzenimizi, önceliği mobil yayıncılığa verecek şekilde yeniden ele almak. Yani bu konuda oldukça ciddiyiz.

Son sayıda, 15. yıla özel, derginin geçmişinden unutulmaz kareler içeren Indelible adında bir ek çıkardınız. Metinlerden ve röportajlardan oluşan bir ek hazırlanacak olsa, hangilerini seçerdin? Pankaj Mishra’dan herhangi bir şey... Mishra çağımızın en önemli düşünürlerinden biri, onunla tanışma ve birkaç kez metinlerini yayınlama zevkini tattım.

Bir röportajında “Kendimi bildim bileli dergi müptelasıyım.” dediğini okudum. İlk gençlik yıllarından dergiciliğe geçiş dönemine kadar en çok hangi dergilerden etkilendin? National Geographic, New Yorker ve Blitz’i severdim, ve bir süreliğine The Face muhteşemdi.

Tank, gün gelip de vintage olduğunda yeni nesillerin dergiyle ilgili ne düşünmelerini istersin? Baktıklarında, en azından şunu görebilmelerini isterim: “Denedik.” Kapanışı Wittgenstein’la yapalım: “Neden burada olduğumuzu bilmiyorum ama kendimizi eğlendirmek için olmadığı kesin.” Sence neden buradayız? Anlam aramak, daha az zarar vermek ve nazik olmak? Tahmin etmeye çalışıyorum! Ama yapabileceğimiz en iyi şey sadece kendimizi eğlendirebilmek olsaydı, bu gerçekten çok utanç verici olurdu.

En sevdiğin yazarlar ve kurgu karakterler hangileri? Şu anda Roberto Bolano’ya fena halde takmış durumdayım ve edebiyat dünyasının onu nasıl es geçtiğine inanamıyorum... Kendimi de kurgusal bir karakter olarak düşünürsem, kendimden sonra ikinci favorim Holly Golightly olur. İşim gereği, onunla haftada bir veya iki kere karşılaşıyorum, ve ondan tek istediğim gidip biraz kendisi 55


INTERVIEW/PEOPLE

DAVID ABULAFIA

Akdeniz’in Ruhu

David Abulafia, Cambridge Üniversitesi Tarih Bölümü üyesi. Yaşayan en önemli Akdeniz tarihçileri arasında gösteriliyor. Biraz klişe olacak ama; üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizi uluslarüstü bir bakışla anlamak için, herhalde, daha iyi bir akademisyen bulamazdık. Abulafia’ya kulak verip, Akdeniz’in tarihin derinliklerinden gelen ruhunu keşfederken kendi coğrafyamızda da ufak bir yolculuğa çıktık. Şimdi sıra sizde... röportaj ali tünay fotoğraf encore photography

XOXO The Mag


Britanya’nın en önemli tarihçilerinden biri olarak gösteriliyorsunuz. Bu nedenle biraz akademik bir başlangıç yapmak daha doğru olacak. Sizce tarih yazımı veya çalışmaları nasıl yapılmalı? Her şeyden önce, tarihçiler farklı seviyelerde yazabilmeliler. Benim de geçmişte yaptığım gibi, çok ciddi araştırmalara dayanarak hazırlanan tarih metinleri mevcut. Ancak, araştırma yapmak yetmiyor, ‘ciddi’ tarihçilerin geniş kitlelere de ulaşabiliyor olması gerekiyor. İnsanlara tarihin neden önemli olduğunu anlatabilmeliyiz. Yani sadece akademik, kapalı bir kitle hedef alınmamalı. Malum, finansal desteğin az olduğu çoğu ülkede sosyal bilimlerin neden önemli olduğunu anlatmak bir sorun, ama nereden geldiğimizi anlamak çok önemli. Bunu yaparken, son elli, yüz yılı ele almak da kesinlikle yeterli değil. Hele Akdeniz gibi bir coğrafyaya bakıyorsanız, binlerce yıl geriye gitmeniz gerekiyor. Kısaca, benim yapmak istediğim, hem sokaktaki insana hitap edebilmek hem de iş arkadaşlarıma, akademisyenlere Akdeniz gibi bir coğrafyadaki ilişkileri akademik bir katkı yapabilecek şekilde anlatabilmek.

akışını değiştirdiğine inanır. Bence durum böyle değil. Akdeniz çok dramatik değişimlerin yaşandığı bir yer ve ben bu değişimlerin insanların verdiği kararlar sonucu gerçekleştiğini düşünüyorum. Ayrıca, Braudel, insanların tarihin akışını etkilediğini de düşünmez, ki bu determinist bir yaklaşımdır. Bu noktaya da, Akdeniz tarihinin gerçek belirleyicisinin coğrafi özellikleri olduğunu öne sürerek gelir. Bu tabii aynı zamanda tarih yazımını Akdeniz’in üzerinden, onu çevreleyen topraklara doğru itiyor. Şahsen bu yaklaşımdan uzak durmaya çalıştım. İtalya’nın iç bölgelerinde veya eski Yugoslavya’da neler olduğundan bahsetmedim. Genel olarak kitabım için “anti-Braudelian” diyemem, ancak, Braudel’in insani koşullara yeteri kadar değer vermediğini ve coğrafi koşulların etkisini de abarttığını düşünüyorum. Bu açıdan “nonBraudelian” olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Toparlarsam, benim yaklaşımım daha dikey. Kronolojik bir çerçeve takip ediyorum. Bu yöntemin de Braudel’inkinden tamamen farklı olduğunu söyleyebilirim. Yanlış anlaşılmasın, onun ortaya koyduğu harika işi yok etmeye çalışmıyorum, ancak kendisinin yaklaşım problemleri var. Yine de umarım kitaplarımız bir arada okunabilir.

Bu çerçeveden baktığımızda sizce tarih yazımının kültürel bir rolü var mı? Kesinlikle. Mesela 20. yüzyıl Akdeniz tarihinde çok açık bir şekilde ulusalcı duygular mevcut, hatta ulus olma kavramının kökeni daha eskilere dayanıyor. İnsanların birbirlerinden kopmak yerine bir araya geldiği dönemler var. Bu anlamda, Akdeniz, kültürel açıdan tarihin önemli temalarından biri. Fakat ne yazık ki, şu anda pek çok ülkede tarih öğretimi hem liselerde hem de üniversitelerde geçmişe dayanan derinliğini kaybetmiş durumda, daha ziyade yakın tarihe odaklanılıyor ve bu son derece üzücü bir durum.

Tüccarlara dönersek, Musevilerin özel bir rolü olduğunu görüyoruz. Bunun nedenlerini açıklayabilir misiniz? Musevi tüccarlar için sınırları aşmak daha kolaydı. İslam çoğunlukla Müslüman tüccarların Hristiyan ülkelere gitmesini ve oralarda yaşamasını uygun görmezdi. Musevi tüccarlar genelde birkaç lisan konuşurlardı, gittikleri yerlerde aile bağları olurdu. Bu 11. yüzyılda da, 17. yüzyılda da geçerli bir durumdu. Örneğin 17. yüzyılda Livorno, Venedik, İzmir, Selanik gibi yerlerde bağlantıları vardı. Bu insanların sadece ticari değil aynı zamanda kültürel ve dini bir iletişim ağı mevcuttu. Bu da kolay hareket etmelerini sağlıyordu. Hristiyanlardan da, Müslümanlardan da daha rahat hareket ediyorlardı. Ama bazen de kimliklerini saklamak veya değiştirmek zorunda kalıyorlardı. İspanya’dan atılan Museviler, İspanya’ya döndüklerinde kendilerini Hristiyan olarak tanıtıyorlardı. Çok değişik, sıra dışı bir fenomen. Hatta bu durum Ermeniler için de geçerli diyebiliriz. Yani dini azınlıkların kendilerine has sınırları aşabilme kabiliyeti vardı ve çok uzak mesafelerde ilişkiler ağı kurabiliyorlardı. Bu açıdan Museviler gerçekten önemli bir vaka.

The Economist, Akdeniz tarihini konu alan The Great Sea kitabınızı, aşırı genelleştirilen jeopolitik yorumlara karşı adeta bir “düzeltici” olarak kabul etti. Bu görüşe katılır mısınız? Bence adil bir yorum. Bu kadar geniş kapsamlı bir kitap yazdığınız zaman bazı şeyleri doğal olarak basitleştirmek zorunda kalıyorsunuz. Dar bir coğrafi alandaki ilişkilerin ne kadar karmaşık olduğunu göstermeye çalışırken, bir yandan da yazdıklarınız konusunda çok seçici olmanız gerekiyor. Aslında anlaşılması gereken nokta; ülkelerin tarihini yazarken onları tek başlarına ele almaktan vazgeçmemiz gerektiği. Benim de kitapta yapmaya çalıştığım buydu. Yani sadece denizin etrafındaki kara parçalarının değil, çok daha geniş bir perspektiften bakarak, Akdeniz’in tarihini yazdım. Kitap boyunca sıradan insanların hikayelerine odaklanıyorsunuz. Özellikle tüccarlar ön planda; Akdeniz tarihi için neden bu kadar önemliler? Tüccarlar Akdeniz’in etrafında kurulan iletişimin öncüleri olarak kabul ediliyorlar. Asya, Afrika ve Avrupa arasında köprü görevi görüyorlar. M.Ö. 900 gibi Fenikeliler ile başlayan bu misyon, sonrasında Venedikliler, Katalanlar, Hollandalılar ile devam ettiriliyor. Bu arada Braudel’in de değindiği gibi, tüccarlar adeta Akdeniz’in üzerinde bir örümcek ağı kuruyorlar ve böylece Akdeniz ülkeleri zamanla birbirine bağlanıyor. Tabii sadece bu ağ üzerinde hareket eden insanlar değil, insanlarla beraber Akdeniz’de el değiştiren ürünler de önemli. Tüccarlar sayesinde Doğu’dan gelen ürünlerin modayı değiştirdiğini görüyoruz. Hatta sadece objeler değil, fikirler de el değiştiriyor. Tanrıların vücut bulması da bu şekilde oluyor, İbrahimi dinler yayılıyor. Özetle, bütün bu insanların, fikirlerin ve objelerin Akdeniz’de hareket etmesinde tüccarların rolü tartışılmaz.

Kitabın çerçevesini Barselona, Cenova, Venedik, Dubrovnik, İskenderiye, İstanbul ve İzmir gibi liman şehirleri etrafında kuruyorsunuz. Bu şehirlerin paylaştıkları ortak değerlerden bahsedebilir misiniz? Büyük bir kısmı, kültürlerin iç içe geçtiği, farklı kültürlere karşı açıklığın olduğu, aynı şekilde kültürel sınırların aşıldığı, lisanların birbirine karıştığı, insanların yan yana yaşadıkları, birbirlerinden yeni şeyler öğrendikleri yerlerdi. Ticaretle uğraşanlar oldukça kaynaşmış durumdaydı. Türkler, Yunanlar, Ermeniler, İngilizler ve Fransızlar İzmir’de yaşıyorlardı mesela. Bunun başka bir örneği ise İskenderiye’dir. Bundan yüz sene önce İskenderiye, Mısır’ın ucunda bir Avrupa şehri olarak görülüyordu. İskenderiyeliler de Avrupa ve Osmanlı dünyası ile iletişimde olmaktan gurur duyuyorlardı. Kurulmasından 1950’lilere kadar gelen süreçte, İskenderiye’de çok farklı etnik ve dini grup bir arada yaşadı. Kitabın bir bölümüne de insanların eskiden yan yana yaşayabildikleri o günleri anımsatan nostaljik duygu hakim. Tabii ki o dönemde de gerginlikler, anlaşmazlıklar oluyordu ancak büyük çoğunlukla karşılıklı bir anlayış vardı ve biz bunu yakın tarihte maalesef kaybettik. Bu anlamda, benim açımdan, şehrin çok heyecan verici bir tarihi var.

Adı geçmişken, Akdeniz tarihine yaklaşımınızı Braudel ile kıyasladığınızda ne tür benzerlikler veya farklılıklar görüyorsunuz? Braudel yatay bir yaklaşım benimser. Tarih içinden bir parça alır ve o noktadan ileriye ve geriye doğru bakar. Onun tarihi, zaman içinde oluşan değişimle pek ilgilenmez; aksine, bazı küçük anların tarihin

Kitapta da imparatorluktan ulus devlete geçişte liman şehirlerinin kozmopolit özelliklerini kaybettiklerini görüyoruz. Sizce bu durum kaçınılmaz mıydı? Nasıl okursunuz? Osmanlı İmparatorluğu’nu ele alacak olursak, imparatorluk 19. yüzyılda halihazırda ciddi bir kriz ile karşı karşıyaydı. Yunanlar, Bulgarlar gibi farklı etnik gruplar ayrılmaya hazırdı. Etnik grupların 57


imparatorluklardan kopması, Birinci Dünya Savaşı sonrası engellenemez hale gelmişti. Bu konunun ahlaki tarafı hakkında konuşmak bir tarihçiye düşmez, ama bence çok değerli bir şey yitirildi. Ancak şunu da söylemeliyiz: Osmanlı siyasi sistemi öyle ideal bir sistem de değildi. Peki bu dağılma engellenebilir miydi? Sanırım hayır. Sonuçta elimizde kalan bölünmüş bir Akdeniz oldu. Bu durum 20. yüzyıl boyunca daha da ciddi sorunlara yol açtı ve açmaya devam ediyor. Dekolonizasyon dediğimiz Akdeniz’de sömürgecilikten çıkma sürecinde, önceden kurulan bağlar kayboldu ve tek parça halinde hareket eden Akdeniz bu fonksiyonunu kaybetmiş oldu. Günümüze geldiğimizde, Akdeniz’in kuzeyinde yer alan ülkeler de artık Akdeniz mirasından ziyade Avrupa Birliği konusuyla ilgileniyorlar. Böylece farklı krizler yaşıyoruz. Euro Bölgesi ekonomik krizi buna bir örnek. Neticede, şu anda Akdeniz son derece bölünmüş ve ülkeler birbirinden kopmuş durumda. Bildiğim kadarıyla, kökeniniz İspanya’daki Sefarad Musevilerine kadar gidiyor. Hatta ailenizin bir kolunun 15. yüzyılda İzmir’e taşındığını okudum. Bu durum The Great Sea’yi yazarken sizi nasıl etkiledi? Bir tarihçinin, yazdığı şeyle kendini bir şekilde ilintili hissetmesi bence iyi bir şey. Akdeniz’in doğusu ve batısından deneyimlerle, her iki tarafa doğru gidip gelerek vücut bulan bir aileden gelmek benim için de kişisel bir “seyahat” oldu. Kesinlikle kitapta benden bir parça var, çok ufak da olsa... Güncel bir soru sormak istiyorum. Son dönemde Türkiye’nin Akdeniz ve Avrupa ile olan ilişkileri hakkında izlenimleriniz neler? Çok ilgi çekici bir soru. Baktığımız zaman, Türkiye, kaderinin ne yönde şekilleneceğine karar vermek durumunda olan bir ülke. Sadece Akdeniz için değil, Orta Doğu’daki varlığı için de bu durum geçerli. Türkiye son dönemde ekonomik gücünün farkına vardı. Malum, Akdeniz’de büyümesi devam eden tek ekonomi durumunda. Üstelik stratejik avantajı da mevcut. Diğer taraftan, gerçekten de medeniyetler arasında bir köprü. Bu noktada Türkiye’nin kimliğine karar vermesi,

bölge ve Dünya için de çok önemli. Hislerim beni yanıltmıyorsa, Türkiye her geçen gün Avrupa Birliği heyecanını kaybediyor. Zaten genel olarak ülkeler, Norveç ve İsviçre örneğinde olduğu gibi, Avrupa Birliği’nin bir parçası olmaktansa, onunla bir şekilde anlaşmaya gitmeyi düşünür hale geldi. Bu aşamada şunu söylemek gerek; bence Avrupa Birliği Akdeniz’deki ülkeleri kabul ederken, söz konusu ülkelerin ekonomik güçleri üzerinde fazla düşünmedi. Yunanistan, Kıbrıs bu durumun örnekleri olarak karşımızda duruyor. Böylece Türkiye’nin batısında kuvvetsiz bir ekonomik bölge oluşurken, Türkiye büyümeye başladı. Paradoksal bir durum diyebiliriz buna. Avrupa Birliği’nin kurucuları gerçekçi ekonomik kriterlerden ziyade duygusal bir yaklaşımla Yunanistan’a bağlandılar. Bir şekilde Yunanistan’ı Avrupa medeniyetinin kurucusu olarak görüyorlardı. Kuşkusuz duygusal bir yaklaşım... Bu durumda konu Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerini nasıl çözeceğine ve bu durumun Orta Doğu’ya nasıl yansıyacağına geliyor. Önümüzdeki en önemli mesele, şu anda geleceği belirsiz olan Suriye. İsrail ile çöken ilişkiler de malumunuz... Yakın geçmişte iki ülkenin politik ve askeri ciddi iş birlikleri söz konusuydu. Neyse, bu aşamada karar sanırım Türk seçmenine kalacak. Önümüzdeki seçimlerde Türkiye’nin ne yöne gitmesi gerektiğine onlar karar verecek. Bana kalırsa Türkiye, Akdeniz ve Orta Doğu’da adeta bir barometre gibi bölgenin durumunu göstermeye devam edecek. Son olarak Akdeniz’de en çok nerelere gittiğinizi merak ediyorum. Akdeniz sizin için neden önemli? Açıkçası en çok İtalya’ya gidiyorum. Ancak İtalya’ya gidişlerim genelde bir seminer veya toplantı vesilesiyle oluyor. Son dönemde İspanya’ya da çok gittim. Bazen insanın profesyonel ilgi alanlarından uzak kalması iyi oluyor. Bu nedenle Akdeniz kıyılarındansa, İspanya’nın kuzeyine gitmeyi seviyorum. Gerçi, Akdeniz’in içinde bir yerlerde olmak bana daha iyi geliyor. Sanırım her zaman keşfedilecek bir şey olması, tarihi zenginliği beni cezbediyor. Hiç duymadığınız ufak bir kasabaya gidiyorsunuz ve hayatınızdaki en sıra dışı mimari yapıyı görebiliyorsunuz. Aynı yerlere gidip farklı şeyler keşfedebilme hissi ve tabii ki insanlar, harika yemekler... Nasıl olur da yolum tekrar tekrar Akdeniz’e düşmez?

XOXO The Mag


MINI İLETİŞİM MERKEZİ: 0850 2522020

KENDİNİZE 4 KAT FAZLA GÜVENİN.

MINI COOPER COUNTRYMAN ALL4 Tasarım ve güvenliği buluşturan MINI Cooper Countryman ALL4 yüksek donanım paketi* ve 4x4 sürüş imkanıyla karşınızda. Daha dengeli bir sürüş sayesinde kendinizi daha fazla güvende hissedeceksiniz. MINI Cooper Countryman ALL4, Borusan Otomotiv Yetkili Satıcıları’nda.

BE MINI. *Otomatik vites, metalik boya, elektrikli açılır cam, arka park mesafe kontrolü, otomatik klima, Radio MINI Boost CD, bluetooth hazırlık kiti, yağmur sensörü ve daha fazlası. MINI Cooper Countryman ALL4 modelinin CO2 emisyonu 184 gr/km, ortalama yakıt tüketimi ise 7,9/100 km’dir.


INTERVIEW/ART

Francesco Vezzoli

Pırıltılı Hisler

Duygusal eğitimini yazlarını birlikte geçirdiği büyükanneleri ve onların seksenlik arkadaşlarından alan ve ünlü olmayı düşleyen bir çocuk; çok değil, yaklaşık 30 yıl sonra dünyaca tanınan ve günümüzün önemli müzelerinde büyük projelere imza atan bir isim oldu. Pırıltılı gözyaşlarının aydınlattığı, arzu nesnelerinin başrolde olduğu, karşıt duygularla sarmalanmış bir dünyada, geçmişle bugün arasındaki bağlara tutunan Vezzoli ile yeni projeleri, sanatının temel taşları ve beğenileri üzerine konuştuk. röportaj elif kamışlı fotoğraf matthias vriens

XOXO The Mag


“Self portrait with Vera Lehndorff as Veruschka”, 2001, Alüminyum üzerine dijital baskı, 120 x 125 cm, Sanatçı ve AGI Verona Koleksiyonu’nun izniyle

Sanıyorum şu aralar üç müze sergisinden oluşan Trinity projesinin gelecek ayakları üzerine çalışıyorsun. Roma’daki MAXXI sergisi Galleria Vezzoli geçtiğimiz Mayıs’ta açıldı; sırada New York’taki MoMA PS1 ve Los Angeles’taki MOCA sergileri var. Çağdaş sanat dünyasının en önemli müzelerinde bu retrospektif sergilerini yapmak eşsiz bir deneyim olsa gerek. Bizlere Trinity fikrinin nasıl doğduğundan, projenin yapısından bahseder misin? Temel fikir, her müze için var olanın tam tersi bir kullanım hissi oluşturmaktı. Bu sebeple MAXXI’nin aşırı fütürist alanı için alçı süslemeler, Pompei kırmızısı duvarlar, kırmızı kadife perdelerle klasik bir Roma müzesinin yeniden yaratılmasını hayal etmeye çalıştık. Elde ettiğimiz sonuçla da sanki Getty Villa’nın bir kısmını ‘Roma Caput Mundi’nin (Roma Dünyanın Başkenti) kalbine taşımış olduk. MoMA PS1’ın Tadao Ando-vari avlusu içinse Güney İtalya’dan 1850’de yapılmış bir kilisenin taşınmasını önerdik. Eğer tüm bürokratik ve finansal problemlerin üstesinden gelebilirsek, bu yerleştirmeyle doğacak karşıtlık çok çarpıcı olacak. Los Angeles’taki Geffen MOCA’nın mekanına ise Kuzey İtalya’da, mümkünse, doğduğum kentten ve 1950’lerden kalma bir sinemanın getirilmesi bence anlamlı olacak. Her şekilde eserlerime ev sahipliği yapan bu kurumlara her zaman kendimden, kişisel tarihimden veya görsel takıntılarımdan, neredeyse çocukluğumdan bir parça getiriyorum. Nasıl olursa olsun, hiçbir zaman geleneksel ‘survey’ (inceleme) sergisi yaklaşımından hoşlanmadım. Günümüzde Instagram, Twitter, tüm diğer sosyal medya öğeleri ve hemen her müzenin ziyaretçilerine sağladığı internet uygulamalarıyla dolaşan sergi fikrinin tamamen demode olduğunu düşünüyorum. Bunun için her mekanda, hemen hemen aynı eserler gösterilse de, her defasında farklı bir ortam yaratacak bir proje ortaya çıkarmaya çalıştım.

Lady Gaga, Helen Mirren, Sharon Stone ve Natalie Portman gibi isimlerin de içinde olduğu birçok ünlüyle iş birliği yaptın. Eserlerin ve popüler kültür ikonları arasındaki bu güçlü ilişkinin altındaki nedenlerden bahseder misin? Şöhret sistemi büyük ekonomik krizlerin, on yıllar süren sosyal ve politik çatışmaların içinde ayakta kalmayı başardı. Tüm olanlara rağmen aktörler, pop yıldızları ve televizyon ünlüleri hala inanılmaz derecede ilgi çekiyorlar ve insanları etkiliyorlar. Genel olarak meşhurlara, onların hayat biçimlerine, özel hayatlarına takıntılı yaşayan birçok kişi var. Kişisel olarak, ben böyle biri değilim; ancak eserlerim yalnızca benim özel takıntılarım etrafında kurulmuş değil. Bu iş birliklerimi daha ziyade toplumsal bir çalışma olarak görüyorum. Dolayısıyla eserlerim ve bu ikonlar arasındaki güçlü ilişki, benim insan davranışlarını gözlemlememe dayanıyor. Ben sadece bir aynayım ve beni çevreleyen dünyayı yansıtıyorum. Peki ünlülerle çalışmanı ve senin ünlü bir sanatçı olmanı düşünerek, ‘güç’ kelimesi sana ne ifade ediyor? Sahiden ünlü kişilerle çalıştıktan sonra, samimi olmam gerekirse kendimi pek öyle ünlü gibi görmüyorum. Soruna gelince, bana kalırsa güç sanattır ve sanat da güçtür. Gerek kilisenin, gerek hüküm süren ailelerin, gerekse refah sahibi koleksiyoncuların gösterdikleri güç olsun; geçmiş yüzyıllardaki sanatın çoğunun da güçle ilişkisi vardır. Günümüzdeyse gücü temsil eden; benim ilgi alanımın odağında bulunan medya... Geçtiğimiz yüzyılın son yarısında siyasi güç çoğu zaman televizyonları ve gazeteleri yöneten iş adamlarının elindeydi. Şimdi bu güçler yeni ve sosyal medyanın ön plana çıkmasıyla büyük ölçüde azaldı. Yakın gelecekte bu yeni medyanın kurallarını eserlerim aracılığıyla incelemek ve belki de yapıbozuma uğratmak istiyorum. Yalnız daha fazla açıklama yapmadan önce, epey çalışmam gerekiyor. 61


Nakış eserlerinin bazılarında var olan tabloları yeniden üretiyorsun. Bunlar arasında benim dikkatimi çeken Josef Albers’ın ‘Kareye Saygı’ serisinin küçük boyutlardaki uygulamaları. Bu yeniden yorumlamaya nasıl karar verdin? Çalışmalarımda sanat dünyasının aşırı entelektüalizmiyle dalga geçmeyi seviyorum. Bu sebeple Albers’ın ‘Kareye Saygı’ serisindeki teorik resimlerini nakışla işlemeye karar verdim. Bu resimler, yünden ya da pamuktan yapılma saçma minyatürler olmak için mükemmel özneler. Onlara baktığımda büyükannemin sıcak tencereleri taşırken kullandığı tutucuları hatırlıyorum. Özellikle son dönem üretimlerinden, seni Antik Çağ’ın

“Crying Portrait of Linda Evangelista as a Renaissance Madonna With Holy Child (After Botticelli)”, 2010, Tuval üzerine baskı, metalik nakış, pamuklu kumaş, bijüteri, akrilik, makyaj, sanatçının çerçevesi, 242 x 135 x 12 cm, Sanatçı ve Gagosian Gallery’nin izniyle, Fotoğraf: Matteo Piazza

“You Who Enjoyed My Tears (Oum Kalthoum’s Hall of Fame)”, 2013, Tuval üzerine lazer baskı ve metalik nakış, 16 öğe Değişken ölçüler; Detay görüntüsü, Sanatçının izniyle

Buradan senin ilk eserlerine, nakışlarına geçeceğim. Söyleşilerinin birinde gençliğinden beri meşhur olmayı hayal ettiğinden bahsediyordun. Londra’da sanat okurken, maskülen sanat tarihinde hiçbir yeri olmayan nakışların ortaya çıkıyor. Bugün nakış işlerin birer klasiğe dönüşmüş durumda, ama başlangıçta aklında ne vardı? Başlarda Londra’daki telefon kulübelerinde bulduğum fahişe kartlarından nakışlar yapıyordum. Seksüel bir ikonu, evcil bir teknikle sunmanın harika bir fikir olduğunu düşünmüştüm. Daha sonra bu tekniği sahiplendim ve daha geniş hikayelere uyguladım. Bu hikayelerde kamuya mal olmuş karakterler, çoğunlukla da aktrisler yer alıyordu. Ve nakışla işlenmiş gözyaşı benim için herkesin içinde yaşanan mutlulukla, kişinin özelinde yaşadığı acılar arasındaki karşıtlığı ve sınırı ifade eden bir yönteme dönüştü. Benim eserlerim duygular hakkında bir araştırma; ama birçok kişi bunu göremiyor ya da duygular çağdaş sanatta hala bir tabu olduğu için görmek istemiyor.

kahramanlarıyla birlikte gösteren mermer heykellerinde, kendini bir arzu nesnesi olarak konumlandırıyorsun. Bu aynı zamanda günümüz dünyasının en çok dilenen dileklerinden birini de yansıtıyor: ‘Bakılıyor olmak’. Bize narsisizmi eserlerinde bir kavram olarak nasıl gördüğünden bahsedebilir misin? Narsisizm şeytani, cezbedici ve ayartıcı bir bağımlılık; herhangi bir sosyal medya da eserlerim aracılığıyla aslında bunu kanıtlıyor. Bu konudaki zaafımı samimiyetle açıklıyorum. Yalnız unutmamalısın ki, heykelde Antinous bana bakarken, ben de ona bakıyorum; yani tarihi düşünüyorum. Tarih de narsisizm kadar baştan çıkarıcı olabilir. Az evvel de bahsettiğimiz gibi nakışlarında, filmlerinde ve heykellerinde her zaman geçmişle bugün arasında bir bağ kuruyorsun. Bir yandan eserlerinin çoğu farklı dönemlere saygı olarak da okunabilir. Bunu biraz açmak için soracağım; senin için ‘geçmiş’ ne demek? Öylesine hızlı bir hayat yaşadım ki, benim için önemli şeyleri veya tanıştığım anlamlı kişileri güçlükle hatırlıyorum. Yani kişisel geçmişim bana çok bir şey ifade etmiyor. Öte yandan, sanat tarihi bağlamında ‘geçmiş’ kavramı benim için çok önemli. İzlenimime göre çağdaş sanattaki sanatsal tartışma bir tür çıkmaza girdi ve birçok kişi bunu kabul etmeye hevesli değil. Aslında devrimci fikirlerle dolu on yılların, birçok çığır açan sanat hareketinin ve inanılmaz yenilikçiliğin ardından ‘durgun’ bir an yaşamak oldukça normal. Bir fikir krizine girildiğinde geçmişe bakmanın çok sağlıklı olduğuna inanıyorum; ama sadece sanat tarihine değil, aynı zamanda kendi geçmişine de... Bunu yaptığında birdenbire yüzyıllar boyunca sanatı yönetmiş olan dinamiklerin aynı olduğunu keşfediyorsun.

XOXO The Mag


“Ballets Russes Italian Style (The Shortest Musical You Will Never See Again)”, 2009, Performans, Gagosian Gallery, Performa 2.0 ve Garage Center for Contemporary Culture’ın izniyle. Fotoğraf: Jason Schmidt

gerçek bir düşünür; Ingmar Bergman ile Roland Barthes arasında bir geçit. Luchino Visconti’nin eski filmlerini izlemeyi de seviyorum; özellikle siyasi ajandasını bırakıp daha melodramatik sinema yaptığı son dönem yapıtlarını... Bir de Bertolucci’nin Novecento’su, Visconti’nin Leopard’ı, Pasolini’nin Salo’su, Sergio Leone’nin Once Upon A Time In America’sı gibi yönetmenlerini yıkılmanın eşiğine getirmiş tüm filmleri seviyorum. Bu örneklerin her birinde yönetmenler yapımcılarla ve dağıtımcılarla filmlerin uzunluğu, bütçesi, kesilecek yerleri ve çok hassas içerikleri sebebiyle korkunç çatışmalar yaşadılar.

Michelangelo’nun ve Caravaggio’nun geçtiğimiz yüzyıla kadar neredeyse görmezden gelindiğini ve sadece İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ihtişamlarını geri kazandıklarını fark ediyorsun. Siyasetin, çatışmaların, ideolojilerin farklı sanatsal uğraşlar üzerine algımızda nasıl etkili olduğunu görüyorsun. Bu sebeplerden ‘geçmiş’ son derece yardımcı olabilir. Aynı zamanda sana yeniden yorumlanmaya hazır eski fikirler verebileceği ve daha gerçekçi bir perspektifle kendi içine bakmanı sağlayabileceği için de önemli. 2011 yılında Gagosian New York’ta açılmış sergin Sacrilegio için 15. ve 16. yüzyıl Meryem ve Bebek İsa tablolarını günümüzün süper modelleriyle yeniden resmettin. Leonardo, Rafael, Bellini ve Botticelli gibi isimlerin orijinal resimlerini düşünüyorum... Sanat tarihinde sana özellikle ilham veren bir dönem var mı? Evet, Roma’da M.Ö. 2. yüzyıl ile M.S. 2. yüzyıl arasındaki süreç ve Antik Yunan’da Helenistik dönem. Roma’ya ya da Yunan’a ait herhangi bir antik heykelin bugün bizim kitsch diye bir kenara bırakacağımız, aşırı derecede boyalı ve süslü bir tarzda olduğu gerçeğine takıntılıyım. Yalnızca bu bilgi dahi tarza dair tüm algımızı ve beğenimizi kendi etrafında ters çevirebilir. Yeniden söylersem, geçmişle ilgili herhangi bir bilgi, geleceği yeniden icat etmek için son derece faydalı olabilir. Roma döneminden kalma bazı büstler alıp, onları parlak renklere boyamayı heyecanla bekliyorum.

Büyük prodüksiyonlar ve projelerle uğraşmak stresli olmalı. Yoğun bir çalışma döneminin ardından nasıl rahatlıyorsun? Seksle. Eylül 2013’te düzenlenen Art International’da Türk izleyicisi eserlerinden bir bölümle buluştu. 1999’daki 6. İstanbul Bienali’ne katılmış olduğunu da düşünerek merak ediyorum, burada yeniden bir proje yapmayı düşünür müsün? Evet, kesinlikle düşünürüm. Son sorum özel hayatınla ilgili. Francesco Vezzoli boş zamanlarında ne yapıyor? Her çeşit İtalyan televizyon şovunu izliyorum; ama kurguları, reality şovları, siyasi talk şovları, belgeselleri hepsinden daha çok seviyorum. Bana ulusumun ne düşündüğüne, neye üzüldüğüne, ne için endişelendiğine dair ipucu verecek ve ülkemi anlamamı sağlayacak herhangi bir programı ilgiyle izliyorum; görmek istediğim şeyler bunlar.

Bir izleyici olarak sinemadaki favorilerin neler? Takip ettiğin bir yönetmen var mı? Pedro Almodóvar’a hayranım ve filmlerine tapıyorum. Tüm filmleri beni güldürüyor ve ağlatıyor. Kesinlikle insani duygular üzerine 63


FOOD

Davete Hazırlık

Büyük Güne Doğru Adım Adım yazı didem şenol tiryakioğlu fotoğraf orhan cem çetin

Lokantayı açalı neredeyse dört sene oluyor. Açtığımızdan bu yana gelen davet isteklerini genelde hoş bir dille geri çevirdim. En fazla, oturmalı 10-15 kişilik davetleri başkalarının mekanlarında hazırlamayı kabul edip, daha büyük davetler konu olunca hep bir adım geride durdum. Bütün bu ezber bu sene Superpool’un, Studio X’in açılış davetinin yiyecek içeceğinden bizim sorumlu olmamızı istemesiyle bozuldu. Proje beni çok heyecanlandırdı. Sonunda kendimi otuz kişilik oturmalı ön izleme yemeğinin ve 500 kişilik partinin menüsünü yaparken buldum. Davete hazırlık lokantada yemek yapmaya pek benzemiyor. Checklist’ler iki hafta öncesinden yazılmaya başladı, ekip arasında bugüne kadar olmayan bir e-mail trafiği yaşandı. Davette hem Lokanta Maya hem Gram ekibi çalışacaktı, hal böyle olunca iş bölümü yapıldı. Aynı günlerde lokantalar açık olduğu için hazırlık yapılacak saatler belirlendi. En ideali sabah beşten itibaren hazırlığa başlamaktı, gece servisi bitince yemekleri bir araya getirmekti. Tabaklarına hayran olduğumuz Mehmet Kutlu’nun lokanta için

ürettiği tabakları davet gününe yetiştirmesi konu oldu, onlar tüm ekip büyük bir özveriyle el yapımı tabakları davetten bir gün önce bize teslim ettiler. Doluca’dan Ebru Hanım bizim menüyü en uyumlu şaraplarıyla eşleştirdi. İlk gün için menüye kahve fincanlarında kırlangıç çorbası, kiraz ağacında fümelenmiş çipura ve fırın pancar, porcinili beyaz peynir doldurulmuş kadayıf-trüflü bal, kuzu incik, otlu polenta, nar gremolata, anasonlu çikolata mousse-tarçınlı dondurma ve kahveyle servis etmek için çikolataya batırılmış hurma, mini biscottiler ve tahinli kurabiyeler koyduk. Tüm hazırlıklar öğleden sonra mekana getirildi. Toplam dokuz metrelik uzun bir masa kuruldu. Beyaz örtüler yerleştirilip ütüyle jilet haline getirildi. Kumaş peçetelerin içine aydınger kağıdına bastığımız menüler yerleştirildi. Masa hem başlangıç hem ana yemek servisleriyle ve kadehlerle kuruldu. Tüneldeki çiçekçiden aldığımız bir kucak dolusu turuncu erengül minik bardaklara yerleştirildi, ufak mumlar yakıldı. İki dirhem bir çekirdek servis elemanlarıyla her şeyin üstünden bir kez daha

XOXO The Mag


olduğum bir ekibim olduğunu ve değişikliğin herkese iyi geldiğini gösterdi.

geçilen kısa bir toplantı yapıldı. Hepimizin midesinde kelebekler uçarken, davetlileri beklemeye başladık. Sonunda davet, hayal ettiğimiz gibi geçti. Misafirler, sanırım, keyifli bir akşam geçirdi. Akşam eve geldiğimde topuklarımı ovuştururken yüzümde kocaman bir tebessüm vardı.

Evde yılbaşı hazırlığı Önümüz yılbaşı... Geçen seneler bana insanların birbirini en çok aralık ayında ağırlamaya çalıştığını gösterdi. Noel, yılbaşı, sene sonu toplantıları... Evde davet verirken de önemli olan şeylerin başında listeler yaparak ilerlemek geliyor. Önce bir menü oluşturmak, sonra menüyü kullanarak bir satın alma listesi hazırlamak gerek. Evdeki hazırlıkları iki-üç güne bölmekte fayda var. Ben evde misafir ağırlarken lokantadan yardım alsam da, sanırım zaten en çok masa hazırlama, çiçek, mum gibi şeylerle uğraşmayı seviyorum. Genelde masadan kalkmayacağım bir menü hazırlamayı tercih ediyorum. Gecenin başında hazırlıklara bazen misafirleri de dahil edip, mutfağın önünde onlarla laflamayı seviyorum. Sanırım iyi geçen bir akşamın sırrı rahat olmak, evde altı kişi için de dışarıda 300 kişi için de... Esas olan, baştan en ince ayrıntıyı düşünmeye ve programlamaya çalışıp, davet saati gelip çattığında davetin tadını çıkarmak...

Rutinin dışına çıkmak keyifli. Her gün üç aşağı beş yukarı aynı şeyi yaptığınız zaman, bünye otomatiğe bağlıyor. Rutine kapılmadan, her anını düşünerek hareket etmenin ise garip bir heyecanı var. Bence bu heyecanı sadece ben değil, bütün ekip hissetti. Kutunun dışında düşünmek ve hareket etmek herkese iyi geldi. Bu ruhla yaklaşınca her şeyin altından kalkılabileceğini, 500 kişilik davet için hazırlık yaparken fark ettim. 30 kilo patatesten pancar suyuna basılmış patates cipsi hazırlamak veya çerkez tavuğunu 1000 adet minik ekmeğin içine doldurmak, büyük eleklerin içine doldurduğumuz mini rozbifli dürümlerin üç beş dakikada yok olduğunu seyretmek, hepsi bizim için tecrübe oldu. Tüm bu hazırlık ve davet haftası bana bir sonraki davetin altından kalkabileceğine adım kadar emin 65


WHATEVER

JEAN ROLLIN

C Sınıfı Vampirlerin Efendisi

Lèvres de Sang, 1975, d. Jean Rollin, Nordia Films/Off Production/Scorpion V

yazı sarp dakni

Neil Jordan’ın Company of Wolves mucizesinden sonra, adeta aşılamayacak bir performansla, sinemaya taşıdığı Anne Rice imzalı Interview with the Vampire/Vampirle Görüşme’sinde, Kirsten Dunst’ın canlandırdığı sinir bozucu ufaklık Claudia, ölümsüzler arasına katıldığında önce şunu söyler: “Biraz daha istiyorum!” Herhangi bir Jean Rollin filmi izledikten sonra insanın adeta “Hepimiz Claudia’yız!” diyesi geliyor... Zira her seferinde mutlaka biraz daha, hatta biraz daha istiyoruz! Rollin, bütünüyle gizemli Castel ikizlerinin (Marie-Pierre ve Catherine) pek sinir bozucu hemşire kıyafetleri içinde gövde gösterisi yaptıkları Lèvres de Sang/Kanlı Dudaklar’ın 1975 yılında gerçekleşen çekimleri sırasında, daha kurgu tamamlanmadan elde ettiği sonuçtan fazlasıyla memnun ve kendini işine bütünüyle kaptırmış mutlu bir yönetmendi. Öyle ki, bir çekim arasında bazı sahnelerde kullanılan tekneyi dalgalar sürüklemeye başlayınca Rollin, bizzat kendini suların içine atmış, tekne kafasına çarpınca da bayılıp ciddi bir boğulma tehlikesi atlatmış. Bugün her ne kadar bir kült klasiği olarak kabul edilse de, bu film o dönemde yönetmenin kendisini böyle bir tehlikenin içine attığına pek değmemiş doğrusu. Variety eleştirmenlerinden Phil Hardy’nin editörlüğünü yaptığı The Aurum Film Encyclopedia’nın korku temalı üçüncü edisyonunda sürreel havaları ile yere göğe sığdırılamayan Lèvres de Sang, bugün ne yazık ki çok az kişi tarafından hatırlanıyor. Rollin’in, boğazına kadar borca batmasına sebep olan bu film için çekip kullanmadığı bazı sahneleri Suce Moi Vampire adıyla pornoya çevirip, yeniden düze çıkması da başka bir macera. Jean Rollin’in sürreel bir kişiliğe dönüşmesinde ve hatta filmografisini de böyle bir düzlem üzerine oturtmasında aile dostları olan Nietzsche

tutkunu efsanevi gerçeküstücü düşünür Georges Bataille’ın büyük etkisi olsa gerek. Özellikle ‘kötülük’ kavramı üzerine seneler süren çalışmalar yapan Bataille, küçücük bir çocukken Rollin’e masallar anlatırmış meğer... Hayatının hiçbir döneminde eleştirmenlere yaranamayan Rollin, birazcık para kazanıp hedeflediği filmleri çekebilmek için uzun yıllar boyunca Michel Gand, Michel Gentil ya da Robert Xavier gibi takma isimlerle saçma sapan ucuz porno filmler çekmek zorunda kalmış. Prestijini iyice kaybettiği bir dönemde kendini bu sektöre tamamen teslim edip, oturup bir senaryo yazmış ve bu kez yönetmen yardımcılığına bile razı olmuş. Bahsettiğimiz filmin Emmanuelle serisinin altıncısı olduğunu söylersek, durumun vahametini daha iyi anlayabilirsiniz. Acı ama gerçek; Rollin’e esas (Yoksa burada kötü mü demeliyiz?) şöhretini kazandıran film ise, kendi kısalarından biri üzerine kurguladığı 1968 tarihli Le Viol du Vampire/Vampire Tecavüz olmuş. Film, tam da 68 olaylarının yaşandığı günlerde yapımcıların tüm pazarlama ve gösterim çalışmalarını durdurdukları sırada, kendine iyi/kötü gösterim şansı bulmuş bulmasına ama Rollin hayatı boyunca işiteceği eleştirmen hakaretlerine böylece maruz kalmaya başlamış. Bizi güvenli koltuklarımızdan kaldırıp, gizemli ve tedirgin edici şatolara sokan Rollin’in sineması, bugün kimileri tarafından iğrenç, kimileri tarafından sıkıcı ya da komik olarak adlandırılabilir. Yine de öldüğü yıla kadar film çekmekten asla vazgeçmeyen bu cesur adamın, hiç değilse şimdi saygıyla hatırlanması gerekiyor... Eğer birazcık cesaretiniz varsa, mirası olan bir şatonun kapısını çalın. Karşınıza çıkan ilk güzel hanımefendiye de direnmeden boynunuzu uzatın. Hemen, şimdi!

XOXO The Mag


B&O PLAY by BANG & OLUFSEN

B&O PLAY ürünleriyle yeni yıla mutlu bir başlangıç yapın. Özel tasarımları ve üstün teknolojisiyle birbirinden şık armağan seçenekleri, mağazalarımızda sizleri bekliyor. Detaylı bilgi için: BEOPLAY.COM

H6

Beolit 12

Mutlu Yıllar! NİŞANTAŞI SHOWROOM Abdi İpekçi Cad. No. 25/1 34367 Nişantaşı / İstanbul • Tel: 0212 240 61 92 ANKARA SHOWROOM Uğur Mumcu Cad. No: 50/3 Çankaya / Ankara • Tel: 0312 437 61 20 MOzAİK DeSIgN 220 V Büyükdere Cad. Apa-Giz Plaza 1. Kat Levent / İstanbul • Tel: 0212 264 75 75

A9

A8

67


BRAND/LACOSTE Bu bir ilandır.

Charlotte

Herhangi bir renk sahneyi tek başına göğüslediğinde hipnotik bir etki yaratabilir, zira söz konusu beyaz olduğunda bu durum en takdire şayan hali alır. Neticede, kendisi bir renk olarak tanımlanamıyor. Şu anda ne olduğunu açıklayabilmek için de felsefenin derinliklerine inip soyutlukta yüzmeye müsait bir alanda değiliz. Bilimsel tarafını da size pasladıktan sonra, Lacoste’un Charlotte tasarımını mercek altına alıyoruz. Bir yanı sportif olduğunda daha rahat ve iyi hissedenlerdenseniz, saatinizin de bu tavrınıza ayak uydurmasını beklemeniz gayet normal. Beklentiniz sizi bu noktada Charlotte’a götürebilir. Siyah ve beyaz, çelik bilezik ve beyaz silikon kayış… Önünüzdeki saat kararının aşamaları bunlardan oluşuyor. Ortada şık ve fonksiyonel bir teklif var. Minimal sevginizi görünümünüzle beslerken, bir taraftan detaylarla renk patlamaları da yaşayabilirsiniz, tercihen.

Adrian Mesko’nun çektiği fotoğrafların baskı olarak kullanıldığı Temps des Rêves ipek fularlar, ilk sıradan eşliğe aday. Yalın ama keskin tasarımlardan bahsederken, Maison Martin Margiela’nın kazağının ve ayakkabılarının da, beyaz saatinizin modunu anlayabilecek en doğru hedefler arasında yer aldığını ekleyelim. Kurduğumuz senaryoda saatinizi üzerine koyacağınız komodin, bir Damien Gernay tasarımı. Tim Walker’ın tatlı büyükannelerine ithaf ettiği Thames&Hudson, Bryan Adams’ın endüstriler arası sıçramalar yaptığı monografisi Exposed, Diana Vreeland’in kariyerini kırmızı zarfla kütüphanenize postaladığı 37 Vreeland Memos, bu uzun komodinin öteki ucunda durmayı hak eden kitaplardan. Anlayacağınız, kendine güveniyle evinizin silüetine bile dokunabilecek bir saat arıyorsanız, Lacoste Charlotte’un radarına girdiniz.

XOXO The Mag


Fidji

veya tamamen dinlediğiniz müziğe bağlı olarak yapabilirsiniz. Tom Dixon’ın Dixonary ve Linda McCartney’nin Life in Photographs kitabından da bisikletinize atlamadan önceki ilham arayışınıza yardım almakta serbestsiniz. Özellikle Paul McCartney ve Annie Leibovitz’in katkılarıyla hazırlanan bir retrospektif olan Life in Photographs kitabı, aile fotoğraflarınıza da fikir ışığı tutabilir. James Franco, Björk ve Viktor & Rolf gibi isimlerin yazdığı masalların koleksiyonundan oluşan Visionaire’in mini kütüphanesi ise, kitap demişken akla gelen önerilerin başında geliyor. Fidji’nin renklerini kitaplarla eşleştirmeyi bırakacak olursak, Wes Montgomery’nin California Dreaming albümü, Hermès bisikletin tınısıyla uyumlu olacak ve gözlerinizi kapadığınızda bisikleti kullananın kolundaki siyah Fidji, sizi yazının başına dönmeye teşvik edebilir.

Uzayın sonsuzluğunda, bilincinize eşlik edecek tek şey sessizlik ve karanlık. Bu noktada karamsarlığa kapılmak yerine içinizdeki renkleri açığa çıkarıp siyahı partiküllerine ayırmanız lehinize olacaktır. Tartışılması tabu addedilen renkler Lacoste’un Fidji tasarımında, ılık bir iklim vadediyor olsa da, siyah renkteki modelin matlığı bu sıcak hava dalgasının yerini bir süreliğine serinliğe bırakıyor. Malum önümüz kış, ama bu seçenekleri sınırlamak için yeterli bir sebep değil. Sportif tavrını üç farklı silüete işleyen Fidji’lerin ortak noktası, siyah renk kasası ve silikon kayışından geçiyor. Karakterlerini farklılaştıran renklerindeyse, turuncusu yaz günlerini, okyanus mavisi California ruhunu, zeytin yeşili de doğayı temsil ediyor. Ton seçimini, fotoğraf makinenizi sırt çantanıza atıp, bisikletle keşfe çıktığınızda hissettiğiniz duygulara 69


INTERVIEW/beauty

Christopher Sheldrake

Parfümün Duygusal Matematiği Christopher Sheldrake’in ismi telaffuz edildiğinde, ilk jenerasyon parfümörlerden biri olmamasına rağmen, uzun ve etkileyici bir esans tarihçesi de beraberinde geliyor. Chanel’e damgasını vurmuş büyük burunların ve pek tabii ki Mademoiselle’in izlerini eşsiz tarzıyla takip eden Sheldrake, kült markanın imzasını taşırken kendi mesajını iletmeyi de unutmuyor; ona göre her parfüm bir karakter ve ruha sahip olmalı. röportaj ayşecan ipek fotoğraf chanel’in izniyle/julien claessens & thomas deschamps

XOXO The Mag


Chanel günlerinden oldukça gerilere giderek eğitiminizden başlamak istiyorum. Mimarlık kariyeri arzusuyla matematik, fizik ve sanat eğitimi aldıktan sonra Fransa’da üç ay geçirmeye karar verip, kendinizi Grasse’ta bulmuşsunuz. O dönemi nasıl geçirdiniz ve parfümeriyle yaşadığınız aşk nasıl başladı? Kendimi orada bulmak en büyük şansım oldu, çünkü parfüm tutkusuna sahip herkes için en uygun yer Grasse. Aslına bakarsanız, amacım Fransızcamı geliştirmekti. Charabot adında bir Fransız parfüm şirketinde çalışmaya başladım. Ben parfümörlere İngilizce öğrettim, artık emekliye ayrılmış usta bir parfümör de bana parfümleri öğretti. Üç ay sonra bana döndü ve “Bence bu iş için yaratılmış bir burnun var, kalmak ister misin?” diye sordu. Böylece bir üç ay daha kaldım, sonra altı ay daha, sonra iki sene daha… Böylelikle mimarlık geçmişte kaldı. Eğitimim boyunca farklı koku ailelerini keşfettim, ham maddeleri yan yana getirerek akorlar yaratmaktan ne kadar zevk aldığımı anladım. Bunda, sanırım Mısır’da doğmuş olmamın da katkısı var… Yedi sene boyunca etrafımdaki kokulardan etkilendim, özellikle odunsulardan. Babam da o dönem yerel ürünleri pazarlayan bir şirket kurmuştu, baharat özlerini çıkartırken kullanılan kimyasalların kokusuna bile aşinaydım. Bu yüzden Grasse, benim için geçmişe dönmek gibiydi… Kendimi evimde hissettim.

ve yarattığım parfümlerle insanları etkileyebilmek. Bu duyunun bu kadar farkında olmak ve her şeyi bilinçli olarak da koklamak sizi yormuyor mu? Bu biraz dinlemeye benziyor... Birisiyle sohbet ettiğimizde birbirimizin kurduğu cümleleri dikkatle dinleriz. Sohbeti dinlemeye konsantre olunca da, etrafımızda duyduklarımız hakkında düşünmeyiz ama yine de bunları işitiriz. Önceden de söylediğim gibi, bu, bilinçaltıyla bağlantılı bir durum. Yani, koklamaya ya da koklamamaya biz karar veremiyoruz. Aynı şekilde siz de duymaya ya da duymamaya karar veremezsiniz. Kendinizi bir sanatçı olarak görüyor musunuz? Bu benim de mutlaka içinde yer almak istediğim türde, müthiş bir tartışma konusu. Sanatçı bana göre ister müzik, ister heykel, ister resimle uğraşsın, yaratan kişidir. Şahsen, parfümü müziğe daha yakın görüyorum, çünkü bir armoni yazmanız gerekiyor. Resim ve heykelde ise tek bir şey yaratıyorsunuz ve herkes tarafından görülebiliyor, fark edilebiliyor. Zamana kafa tutan bir tarafı var. Diğer taraftan, parfüm, bir kere ticarileşti mi yok oluyor. Bu yüzden, parfümeriyi işlevsel ve estetik olarak ikiye ayırıyorum, eh, bu durumda da sanatını icra eden bir sanatçı daha çok ikinci kategoriye giriyor. Yeni bir parfüm yaratırken onun nasıl bir renk ve dokuya kavuşacağını hesaba katmak zorundayız. Bir parfümör kokuyu gözünde canlandırabilir. Demek ki tamamen soyut bir yaratımdan bahsediyoruz.

Çevrenizde gördüklerinizi, kokladıklarınızı nasıl algılıyorsunuz? Dünyayı nasıl kokluyorsunuz? Sanırım bu biraz duyularınla çalışmakla ilgili, bir müzisyen, ressam ya da şef de duyularıyla çalışır. Tabii ki biz parfümörler için en önemlisi, koklama duyusu; çünkü onu sürekli kullanıyoruz. Hepimiz yapıyoruz bunu, hem de hiç farkında olmadan, bilinçaltımızda... Duş alırken, bir toplantıya gittiğimizde, yeni insanlarla tanıştığımızda kokunun hep etrafımızda olduğunu fark etmiyoruz. Doğada da hep karşımıza çıkıyor; ateşte, suda, yemekte, kirlilikte, yağmurda… Sanırım benim için en büyük ayrıcalık o duyuyu hayata taşıyabilmek

Chanel’deki konumunuzdan dolayı sizin bu yaratım sürecinde bir adım önde olduğunuzu söyleyebilir miyiz? Ar-Ge Direktörlüğü, parfümör kimliğinizle çatışıyor mu? Herkesin tahmin edebileceği gibi yöneticilik, beraberinde belli sorumluluklar da getiriyor. Yani yaratıcı işlerimiz dışında, dışarıda yapılması gereken teknik işler de söz konusu oluyor. Bir yandan 71


düzenlemeleri ve yönetmeliği takip etmemiz gerekirken, bir yandan da yeni özütleme süreçleriyle ilgilenmemiz gerekiyor. Bir parfümör olarak, “Yaratıcılığımıza odaklanalım, yönetmeliği boşverelim.” diyebilirdim. Ancak bahsettiğim sorumluluklar beni durduruyor. Yine de Chanel’de diğer şirketlerin sahip olmadığı kadar modern ve açık fikirli bir yönetmeliğe sahip olduğumuzu belirtmeliyim. Böylelikle kuralların da bir adım önünde duruyoruz. Klasik ya da hiç klasik olmayan bir Chanel günü nasıl geçiyor? Her gün farklı insanlarla iletişim halinde oluyorum. Pazarlama bölümünden birileri ya da dışarıdan bize destek veren, kimisi dünyanın farklı köşelerinde ham madde arayışında olan kimisi de yeni özütleme teknikleri üzerinde çalışan uzmanlarımız… Yönetmeliğe de hakim olan bu kişiler, tanımlanması ve daha sonra kontrol edilmesi gereken moleküllerle ilgileniyor. Ve tabii ki üzerinde çalıştığımız projeleri test eden, ortaya çıkan ürünleri koklayan bir ekibimiz var. Tüm ticari kuruluşlar gibi biz de rakiplerimizin yaptıklarını ve yeni trendleri takip ediyoruz. Ancak, özellikle de yaratım sürecinde trendleri göz ardı ederek, zamanımızı daha ziyade, içinde yaşadığımız çağı takip etmeye ayırmamız gerektiğine inanıyoruz. Parfümlerimiz toplumun geçici hevesleri ile değil, piyasanın yeraltından ilerleyen derin hareket ve değişimleriyle şekilleniyor. Etrafınızda farklı işlerden sorumlu bir ekip olduğundan bahsetmişken, sizce parfüm dünyasında ekip işini önemli kılan nedir? Bu konuya gereğinden fazla değer biçildiğini düşünüyor musunuz? Bir ekip olarak hepimizin farklı bakış açıları var, ama ortak hedefimiz, hata barındırmayan parfümler yaratabilmek. Hepimiz farklı kokulara

karşı hassasız; örneğin ben okyanus tınısı taşıyan, marine akorlardan pek hoşlanmam. Ekibimizdeki bir başka parfümör yeşil ananas kokusuna dayanamıyor. Birlikte çalışırken herkes o projeyle ilgili fikrini, neyi sevip neyi sevmediğini açıkça söylemekte serbest. Tabii ki bunu kendi zevkimiz ve tercihlerimiz doğrultusunda yapıyoruz. Böylelikle parfümü zedeleyecek, dengesini bozacak, parçalayacak tüm nota ve akorlardan uzak duruyoruz. Yani tek bir fikir üzerine değil, farklı fikirler ve esinler üzerine yoğunlaşabiliyoruz. Bu da gerçek bir avantaj. Yarattığınız ilk parfüm neydi? Bugün onu kokladığınızda neler hissediyorsunuz? 1992’de Serge Lutens ile ilk kokumu, Feminité du Bois’yı yarattım. Bu parfüm benim için tabii ki çok önemliydi. Parfümeride bir çığır açmıştı, çünkü ilk defa bir kadın parfümünde odunsu notalar kullanılıyordu. Geriye dönüp baktığımda ise onun aslında ne kadar yumuşak başlı ve kolay bir koku olduğunu fark ediyorum. Zira bugün piyasada çok daha odunsu ve zor kokular var. Peki Chanel için yarattığınız ilk parfüm neydi? Chanel ekibine 8 yıl önce katıldım. O sırada Chance Eau Fraîche, Allure Homme Édition Blanche üzerinde çalışıyorduk. Blue de Chanel için de Jacques Polge ile bire bir çalıştım. Bu parfümlerin ortak noktaları yaratıcı nota ve akorlara sahip olmaları. İçlerinde favorim ise Allure Homme Édition Blanche; kusursuz, kremsi, niş bir parfüm... Mükemmeliyetçi bir yapıya sahip olduğunuzu tahmin ederek, imza attığınız parfümlerle nasıl bir dünya yaratmak istediğiniz merak ediyorum. Bir mesajınız var mı? Her markanın kendine ait bir imzası, karakteri ve felsefesi var, dolayısıyla kendimizi hep o nokta etrafında dönerken buluyoruz.

XOXO The Mag


mi yoksa erkek için mi?” demeye benziyor. Hepimiz o kadar farklıyız ki! Üstelik çoğu zaman neyi ifade etmeye çalıştığımızı da bilmiyoruz. Oysa bilinçaltı biliyor ve parfüm onu uyandırmak için harika bir araç. Bir parfümü kokladığımızda bizim için bir anlam taşıyor. Kokladığımız parfümü sevdiysek, büyük ihtimalle kalbimizde yer tutan bir şeyi, bir dönemi, bir hissi anımsatıyordur bize. Ne olduğunu tam olarak bilemeyebiliriz. Ama hikayenin çok da bir önemi yok, çünkü her parfüm, kullanıcısı ile kendine yeni bir hikaye yaratır.

Chanel, son derece feminen bir marka. Chanel parfümü dediğimizde, feminen, güncel, rahat esanslardan bahsediyoruz. Öte yandan Hugo Boss, son derece maskülen ve mesajlarını da bu yönde veriyor. Şahsen, parfümün yalnızca kokudan ibaret olmadığına, bir ruhu olduğuna inanıyorum. Ona bakıp, “Bu koku bana göre mi?” diyeceğiniz ana kadar parfümü tamamlanmış ya da tamamlanmamış addetmek de mümkün değil. Zira, parfüm onu süren kişiye eşlik etmek zorunda elbette, ama bizim ona kendine ait bir ışık ve ruh da vermemiz gerekiyor. Parfümeri dünyayı ve bilinçaltını anlamayı gerektirir. Gül kokan bir parfümden çok daha öteye gitmek, kişiye özgüven veren, onu mutlu ve evinde hissettiren bir esans yaratmak isteriz. Kısaca, parfümün ruhu olmalıdır. Evet, işte bu. Mesajım bu.

Kadın ve erkek ayrımı demişken… Pour Femme - Pour Homme arasındaki çizgi sizce net mi, yoksa son zamanlarda bulanıklaştı mı? Parfüm tarihine dönüp Doğu’daki kokulara bakacak olursanız, kadın veya erkek kokusu diye bir şey göremezsiniz. Sadece, misk, amber gibi gruplar, animalik içerikler ya da odunsu parfümler gibi kategorilere rastlarsınız. Keza bugün de, feminen parfümlerin içinde maskülen notalarla karşılaşıyoruz. Bu biraz “Pembe kız için, mavi ise erkek için.” demeye benziyor. Her ne kadar zambak daha feminen, sedir ağacı ise daha maskülen bir nota gibi görünse de, zamanın başından beri erkek parfümlerinde kendine en çok yer bulan çiçek gül olmuştur. Baharatlı ve odunsu notalar ise kadın parfümlerine şekil vermiştir.

Serge Lutens ile olan iş birliğiniz uzun yıllar devam etti ve birlikte parfümerinin en iddialı koleksiyonlarından birini yarattınız. Bu iş birliğinden doğan favori parfümünüz hangisi? Monsieur Lutens hakkında neler düşündüğünüzü de merak ediyorum. Her ne kadar koleksiyonda çok sevdiğim başka kokular olsa da, sanıyorum bu sorunun cevabı Ambre Sultan. Chanel ofisinde, masamın başında otururken Serge Lutens ile ilgili fazla bir şey söylemem doğru olmaz; ancak, her şiddetli parfüm, bir keşif yolculuğudur. Parfümerideki çoğu inanılmaz yolculuk ise Serge Lutens’in ifade etmek istediği bir şeylerle başlar. O noktadan sonra da parfüm kendi ışığına kavuşur ve kendi hikayesini yazar.

Feminen ve maskülen demişken, Genel Yayın Yönetmenimizin de koleksiyonun büyük bir bölümüne sahip olduğunu hesaba katarak, Les Exclusifs de Chanel’den bahsedebilir miyiz biraz? Chanel’in üzerinde en çok çalışılmış, en karmaşık parfümleri bile, markanın bir modaevi olarak hatırlanmasına engel olamadı. Ancak, Les Exclusifs koleksiyonu, Chanel’in kendini bir parfüm evi olarak da ispat etmesini sağladı. Bu özel seri, bize güçlü karaktere sahip farklı kokular yaratma, en değerli ve nadide ham maddeleri, bizim çok sevdiğimiz

Malum, üretimle uğraşan herkes süreç ve sonuçla ilgilidir, siz de röportaj boyunca esansın taşıdığı karakter ve ruhtan bahsettiniz. Hangisi sizin için daha önemli, parfüm mü yoksa parfümün ardındaki hikaye mi? Parfümün kendisi benim için çok daha önemli. Bu biraz “Kadın için 73


bitki ve çiçek özlerini kullanma şansı sağlıyor. Kullanıcı açısından baktığımızda da, serideki parfümler ticari bir kimliğe sahip olmadığı için onlara sahip olmak insanları daha özel hissettiriyor. Örneğin No 18, amber ve misk etrafında dönen, özel ve orijinal bir yorum. Peki şu an sizin üzerinizde hangi koku var? Yeni bir parfümün üzerinde çalışırken parfüm kullanmamaya özen gösteririm ya da test etmekte olduğumuz bir parfümü kullanmayı tercih ederim. Mesela bugünlerde yeni bir erkek parfümünü test ediyoruz ve şu anda da üzerimde o var. Koklama duyusunun en güçlüsü olduğunu varsayarak, sizin için nasıl bir duyu sıralaması yapabiliriz? En ilkel ve güçlü duyumun koklama duyusu olduğu doğru. Koklama, diğer insanlar için de ilkel bir duyudur. O yüzden fazla analiz etmeyiz, bir kokuyu fark ettiğimiz an tepki veririz. İkinci güçlü duyum ise zevk alma ya da hayatta kalma gibi bazı temel ihtiyaçların kesişmesiyle ortaya çıkabilir ancak. Tabii iş şehvet ve zevk gibi unsurlara geldiğinde dokunmak ve görmek de önem kazanıyor. Çok zor bir seçim ama sanırım görmek üçüncü sırada. Yeni bir erkek kokusu üzerinde çalıştığınızı söylediniz. Onun dışında şu sıralar neler üzerinde çalışıyorsunuz? Beş yıldır üzerinde çalıştığım bir kadın kokusu da var. Trendler her sene değişiyor. Şu an canlı ve sek kimliğe sahip güçlü ve odunsu notalara doğru ciddi bir eğilim var. Aynı karakterde amber ve sedir notaları da mevcut. Anlayacağınız, kendimizi sürekli yeni akorlarla oynarken buluyoruz. Kadın parfüm dünyası ise gourmand, tatlı notalar üzerine oynuyor şimdilerde, ki bu hiç de enteresan bir durum değil bana soracak olursanız...

Chanel’in kadın ve erkek parfümünde kullandığı imza akorları var mı? Gabrielle Chanel, Ernest Beaux’ya No 5 siparişini verirken “kadın gibi kokan” bir parfüm istemişti. Aslında, bunu yaparak ilk soyut kokunun yaratımına da katkıda bulunmuş oldu. Bir çiçek ya da baharat gibi kokmayan, tarif edilemeyen bir atmosfer... İşte biz de her yeni parfümümüzde tek bir notanın hakimiyeti altına girmeyen bu atmosferi yeniden yaratmaya çalışıyoruz. No 5 aldehitleri, tüm ürünlere eş değer bir soyutluk kazandırıyor, biz de bu amaçla kullanabileceğimiz ham maddelerin peşine düşüyoruz. Bir diğer önemli nokta da Chanel parfümlerinin genç bir ruha sahip olması ve kolay sürülebilmesi. İnsanın içinde kendini çok rahat hissedeceği bir kıyafet gibi olmalılar. Bu yüzden bir Chanel parfümünü notalarıyla değil, karakteriyle ve ruhuyla tarif edebilirim ancak. Hiç İstanbul’a geldiniz mi? Hayır ama içimden bir ses tam bana göre bir şehir olduğunu söylüyor. Doğrusu, uzun zamandır da şehrinizin hayalini kuruyorum. O halde bir oyunla sonlandıralım röportajımızı. İstanbul’un nasıl bir parfümü olurdu sizce? Bunu söyleyebilmek için İstanbul’un havasını koklamış olmak gerek ama resimlerde gördüğüm şehir elektrikli ve enerji dolu. Doğu ve Batı arasında bir köprü görevi gördüğüne göre, Doğu’nun eksantrik yönünü yansıtan modern bir parfüm olurdu. Bir yandan da Türk mutfağını hayal ediyorum, baharatlar sebebiyle oldukça kokulu bu mutfak, içinde kimyon, tarçın, kakule ve karanfil gibi öğeler barındırıyor. Bu yüzden, sanırım geleneksel ve modern yaşamın birleşiminden ilham alarak yaratılmış bir parfüm olurdu; karmaşık bir koku... Ben de bu karmaşanın tadına varmak için sabırsızlanıyorum.

XOXO The Mag


Move youR lee Premium quality denim in motion


INTERVIEW/desıgn

Nevzat Sayın

Bu Coğrafyanın Şifreleri Mimarlığın yer ile kurduğu ilişkiyi sorunsallaştırıp kendine özgü yöntemlerle kurmasıyla bilinir bazı tasarımcılar. Nevzat Sayın da kesinlikle onlardan biri. Türkiye’nin çeşitli coğrafyalarında tasarladığı yapılarla her seferinde bağlamı ana veri olarak ele almasıyla biliniyor. İslam felsefesinin mimarlığına yansımasını ve geleneği ele alış biçimini konuşurken Nevzat Sayın, bu coğrafyanın şifrelerini çözmek için başvurduğu yolları anlattı. röportaj hülya ertaş fotoğraf yalım kartal

XOXO The Mag


the seed konser salonu, fotoğraf: cemal emden

İslam felsefesiyle ilgilendiğini biliyoruz. Neler öğreniyorsun ondan? Benim İslam felsefesiyle ilgilenmemin asıl nedeni bulunduğum yerle ilgili birtakım bilgilere kısa yoldan nasıl ulaşabileceğimi anlamaya çalışmam. %99’unun Müslüman olduğu söylenen bir ülkede yaşayınca, bu düşüncenin ana hatlarını, nasıl bir seyir izlediğini ve kültürel yapıyı, çevreyi nasıl etkilediğini merak ediyor insan. Yani İslam felsefesini özel olarak merak etmiyorum; bulunduğum coğrafyanın temel özelliklerinden birinin bu olduğunu bildiğim için üzerine gitmeye çalışıyorum. İslam felsefesi bence, ilginç bir biçimde ancak mezhepler üzerinden anlaşılabilir, genel bir felsefe diye bir şey yok. Bir grup insan her ne kadar bunu Kur’an çıkışlı ve hiçbir mezhebe bağlı olmaksızın ifade etmeye çalışsa da, bence, bütün ifadeler, eninde sonunda hangi öğretinin üzerinden geliştirildiğine bağlı. Çünkü İslam’da kopmalar çok erken zamanda gerçekleşmiş, Hz. Muhammed’in ölümünden önce başlayan bir ayrışma süreci var. O süreçte ince gibi görünen bazı ayrıntılar aslında bütün hayatı belirleyen şeyler haline gelmiş. Mesela Hanefilere göre yasak olan sadece şaraptır, fakat bir Şafii için içki söz konusu bile değildir. Genel bir İslam felsefesi olduğunu düşünmüyorum. Eğer bu konuyla gerçekten ilgilenmek istiyorsan, mutlaka o kolları iyi tanımak ve onların üzerinden gitmek durumundasın. Yakın çevremde olup bitenleri anlamaya çalışma sürecimin bir parçası olarak İslam felsefesini bilmem gerektiğini düşünüyorum. Dahası ezoterik bütün bilgilere fazlasıyla meraklı olduğumdan, bugünkü dünyayı mevcut parametrelerinin dışında, doğrudan teolojik birtakım açıklamalarla nasıl anlayabileceğimi merak ediyorum. Mesela aynı kökten sürdükleri halde Alevi ve/veya Bektaşi inancıyla Sünni inanç arasındaki fark onların tüm sosyal donatılarını, dokularını değiştirecek kadar temel bir ayrım olarak karşımıza çıkıyor. Başkalarıyla olan ilişkiler, kadın-erkek ilişkileri, ortak kabuller, ötekileştirme davranışları gibi meseleler fiziksel mekana da yansıyor. Hatta bir mimarı fazlasıyla ilgilendiren bahçe duvarının yüksekliği, evin ortak alanları gibi noktalara kadar yansıyor. Bunlara ulaşmak bana anlamlı geliyor.

etrafında bir revak ve bir de ana yapı var. Ana yapının içinde Hanefiler namaz kılarken arkadaki revakların içinde Şafiiler namaz kılıyor. Fiziksel mekan böyle ayrıştığına göre orada bir cami yapıldığında bunu dikkate almak mı gerekiyor? Bu cevabı arayıp bulmak önemli. Ayrışma noktalarını bulup çıkarmak gerekiyor. Hem çok kullanışlı bilgiye ulaştırıyor, hem de kolay kolay akılla açıklanamayacak ve belli kabuller üzerinden gelişen ve bizim bilmediğimiz bir dünyanın kapılarını aralıyor. Mesela Alevi-Bektaşi inancının öbür dünya kavramının olmadığını, çevrim diye bir öğretiye (yani reenkarnasyona) inandıklarını, her şeyin bu dünyada olduğunu kabul ettiklerini bilmek bana şöyle bir soru sorduruyor: Peki o zaman Alevi-Bektaşi inancı neden İslam içerisinde? Antalya bölgesindeki Tahtacıların alışkanlıklarında Şaman geleneğinin egemen olduğunu görüyoruz. Hangi bölgede olduğuna bağlı olarak içki konusu, törenler, ibadetler ve ritüeller de değişiyor, ki bunlar da çok önemli kesitleri oluşturuyor. Bugünlerde cami ve cem evinin aynı yerde olma meselesi tartışılıyor. Bu tartışmanın çok ince noktaları var ama açıkça konuşulmuyor. Bazı Alevi-Bektaşi gruplar için ‘doluyla cem etmek’ diye bir kavram vardır, ibadet sırasında içki içilir. Oysa camiye belli bir mesafede bile içki içilmez. Bu ikisi aynı mekanda nasıl olacak? İki taraf da esneyebilirse iyi olabilir; fakat herkes kendi kurallarını dayatmak isterse de çok kötü olabilir. Bunları irdelemek bana iyi geliyor. Bu merakım Aleviliğin gizli tarihini anlatan ve oldukça kışkırtıcı bir ismi olan bir kitaba denk gelmemle başladı: Demirin Üstünde Karınca İzi. Şöyle bir bilgi vardı orada, Alevilik aslında Ali’den değil “alev”den türeyen bir kelime. Kendilerini ışık insanları olarak tanımlıyorlar. Işık insanlarının da kadim tarihi Likya’ya dayanıyor, başkenti de Ksantos. Dolayısıyla Bizans döneminde de Aleviler var, fakat uğradıkları baskı sebebiyle kendilerini gizleyerek öğretilerini yaşıyorlar. Aleviliği Ali üzerinden vurgulamak, bu inancın Müslümanlar açısından daha kabul edilebilir olmasını kolaylaştırıyor. Bu bilgiler aslında doğrudan yarar sağlayan bilgiler değil ama merakının peşinden gitmeni kışkırtan bilgiler, gerektiğinde kullanışlı olabilir.

Bu coğrafyayı anlamak için başvurduğun alanlardan biri olması dışında, bu ilginin ardında başka nedenler de yatıyor mu? “Ayrışma hangi noktada oluyor, farklı mezhepler dünyayı nasıl algılıyor?” gibi sorular soruyorum. Çünkü bir şeyi anlamanın yolu benzerlikler üzerinden gitmekten değil, ayrışmanın olduğu yere odaklanmaktan geçiyor bana göre. Mezheplerin birinde kıblenin tam o noktada olması gerekmiyorken diğeri için küçük bir sapma bile kabul edilebilir değil. Ritüellerin farklılığı bizi fiziksel mekanda ayrışmalara da getiriyor. Örneğin, Diyarbakır Ulu Cami’de avlunun

Bu tarihsel altyapıyı, üst üste kümelenmeyi izlemek ve çözümlemenin mimarlığına bir etkisi olduğunu söyleyebilir miyiz? Doğrudan bir etkisi yok ama dolaylı olarak var. Seni sen yapan bilgiler bunlar. Mesela 11 ve 12. yüzyıllarda Anadolu’daki Ortodoks Rumların, Haçlı Seferleri’nden ve Latin Hristiyanlardan çektikleri sıkıntı sonrası kitleler halinde Müslüman olduklarını görürüz. Tercihlerini yaparken de daha kendilerine yakın bulduklarından Alevi-Bektaşi gruplarını seçiyorlar. Ve böylelikle ritüeller birbirine geçiyor. Bu 77


senkretizm denilen şey, yani üst üste binen ve birbirine benzemeyen bilgilerin aynı anda ve tam o noktada oluşması, aslında çok fiyakalı bir melezlik oluşturuyor. Beni en çok ilgilendiren konulardan biridir bu. Birbirlerinin karşıtıysa eğer, safkanlık yerine melezlik her durumda tercih ettiğim bir şey. Dolayısıyla, hayatı izlediğimizde de birbirine hiç benzemiyormuş gibi görünen bir sürü şey tam o sırada tam orada cereyan ediyor. Bu üzerinde durulması gereken bir şey, çünkü başkalarını anlamayı ve başkalarıyla birlikte olmayı kolaylaştırıyor. Herkes senin gibi olmak zorunda değil. Sana düşen olabildiği kadar onu anlamak, kabul etmek ve onu illaki kendine benzetmeden onunla birlikte bir hayat sürdürebilmek. Bu hayatın var olabilmesine olanak tanıyan mekanın tasarlanabilmesi mümkün müdür? Bunun bir kısmı aslında mimarsız mimarlık. Mimar dahil olacaksa da iki koşulun yerine getirilebilmesi gerek. Birincisi, mimarın bunu tasarlayabilmesi için o öğretinin bilgisine sahip olması gerekli. İkincisi, tıpkı kendileri gibi bu düşüncelerin fiziksel mekanları da üst üste binmelerle zamanla oluştuğu için, bugünkü tanımıyla mimarın kolaylıkla becerebileceği bir şey değil. Biz modern bir anlayışa sahip olduğumuz için sistematik düşünmeye, birbirine benzeyen şeyleri bir araya getirmeye ve benzemeyenleri ayrıştırmaya daha yatkınız. Dolayısıyla, bunun dışındaki her şeyi arıza ya da aksaklık olarak kabul ediyoruz. Arıza ve aksaklık da modern dünyada çok kolay kabul edilemeyen şeyler. Halbuki tarafsız bakıldığında hayatın öyle seyretmediği aşikar. Mimarın bahsi geçen fiziksel mekanı tasarlayabilmesi için öncelikle kendini geri çekmesi, durumu sonuna kadar anlamaya çalışması ve içtenlikle anladığı şeyi yeniden düşünmeye başlaması gerekiyor. O güne kadar bildiklerinin en azından bir kısmını kenara bırakmayı başarabilirse bence yapabilir. Sence gelenek nedir? Olup biten her şey. Melezlik burada da devreye giriyor. Hem yakın hem de uzak ilişkideki gruplar arasındaki bütün vektörel ilişkilerden üretilmiş olan her şeydir gelenek. Gelenek kavrayışımızı coğrafya ile sınırlandırmalı mıyız? Coğrafya çok önemli ve kendine has, oraya özgü özellikler gösteriyor. Mesela aklıma takılan konulardan biri Akdeniz diye bir şeyin olup olmadığı. Özellikle Braudel’in Akdeniz üzerine kitaplarını okuduktan sonra epey aklımı çelen bir konu bu. “Akdeniz moderni diye bir şey var mı?” da bu konunun ana sorusu. Gerçekten ışık, iklim, güneş buradaki yapıları etkiliyor mu? Yoksa biz bunları aslında başka yerlerde de görebilir miyiz? Bana göre en önemli tayin edici özellik coğrafya; tarih değil. Sadece topoğrafyayı değil, fiziki ve beşeri coğrafyayı da kastediyorum. Gerçek olan şey coğrafya çünkü. Tarih sonunda egemenlerin kendine düzdüğü bir övgüden öteye geçemiyor. Stalin, Troçki’ye “Tarih sizi bir gün mahkum edecektir.” der, Troçki’nin cevabı da “Tabii ama bu, tarihi kimin yazdığına bağlı.” olur. Kısacası bence coğrafya en önemli belirleyici ve geleneğin sürdüğü en iyi alan. Daha önceki bir konuşmanda geleneğin bugünkü kavranışına ilişkin, içinden bazı parçaları “bu benim” diyerek alıp, gerisini kenara atma halinden bahsetmiştin. Onu açabilir misin biraz? Bunu, geleneği en iyi anlatan şey olan görgü üzerine anlatmıştım. Çünkü bir insanın ömrü içinde oluşturamayacağı şeyler bunlar. Dünyanın sahibi olsan bile görgü ve geleneği yeniden oluşturmak için zamanın yok. Akıl edene kadar zaten ömrünün yarısını geçirmiş olursun, kalanı da yetmez. Dolayısıyla arka planında dehşet bir zenginlik varken “bu benim” ve “bu değil” diye seçersen elinde kelimenin gerçek anlamıyla görgüsüzlük kalıyor. Ve sen bunu bilmesen de hissettiğin için geleneği yeniden üretmeye kalkıyorsun. Bu kadar uzun sürede oluşan bir şeyi kısa sürede yapmaya çalışmanın tek yolu abartmaktan geçiyor. Abartılı bir şey yapmak da paradoksal olarak seni görgüsüzlüğe götürüyor.

Büyük bir sandığın varmış da içinden “bu Osmanlı”, “bu Antik Yunan” diyerek bir şeyleri çekip almaya çalışıyorsun. Oysa hiçbiri bu kadar ayrışık değil. Aslında sandığın içine elini soktuğunda oradan alabileceğin şeyler birbirinden bağımsız olarak durmuyor. İçinde kocaman bir ağ var. O ağ örülürken her düğüm noktasına bir şey takılmış. Senin onun içinden bir şeyi alabilmen için o ağı kesmen gerekiyor. Her kesik, eline aldığın şeyin bağlamını koparıyor; kalanların kendi aralarındaki ilişkiyi de bozuyor. Ne kadar çok şeyi koparırsan o kadar bozuluyor birbirleri arasındaki ilişki ve sonunda elinde bir çöp yığını kalıyor. Geriye bıraktığın da, kimsenin olmayan ve kullanışsız bir döküntüye dönüşüyor. Bu basit bir “ben ve öteki” meselesi değil, hatıra defterinin bazı sayfalarını yırtıp yakmak gibi bir şey. Böyle bakınca şu an yaşadığımız şeyle 1980’lerin Batı Avrupa’sının postmodernizmi arasında ne fark var? Batı, modernizm ve postmodernizm üzerinde oldukça zaman harcayarak yaşadığı için, bunları birbirinin içinden çıkarmayı beceriyordu. Bize gecikmeli olarak yansıdığından, bizim postmodernizmle ilişkimiz şaşırtıcı derecede derinliksiz oldu. Seçmece bir şekilde eskinin ya da mevcudun içinden istediğimizi alma fikri herkese çok yakın geldi. Özümsenmiş, protest bir düşünce gibi değil de; kullanışlı, pratik bir yapıp etme biçimi olarak karşımıza çıktı. Batı’da yaşandığı hızla yaşandı neredeyse, fakat derinleşmek ve büyük soruyu sormak açısından bir faydası olmadı. Orada, modernizmin standart, sıkıcı ve kendini tekrar ediyor olmasına yönelik eleştirilerden ötürü postmodernizm doğmuştu. Burada ise insanlar daha o düşünceye gelememişlerdi. Türkiye’de modern düşünce resmi ideolojidir. Dünyanın her yerinde modern, kendini dayatan, protest, geçmişi inkar eden ve canlılığı olan bir şeydir. Oysa Türkiye Cumhuriyeti tüm kurumlarıyla modernist bir proje olmaya odaklanmıştı. O tarihte Türkiye’deki önemli devlet yapılarına baktığımızda şaşırtıcı derecede modern olduğunu görüyoruz. Modernizm devlet eliyle dayatılmış ama tutmamıştır. Bu bağlamda merak ettiğim sorulardan biri: “Acaba tarihsel olarak herhangi bir coğrafyada zamanın bir bölümü atlanabilir mi?” Bunun için ilginç bir örneğim var, Marmaris’te Yat İkmal Projesi yapılıyor 1984’te. Alana sadece tekneyle gidiliyor, karayolu bağlantısı yok, elektrik de yok. Biz bir akşam teknede otururken uzakta mavi bir ışık gördük ve gidip bakmaya karar verdik. Gördüğümüz şey bir öbek insanın televizyon seyrediyor oluşuydu. Charlie’nin Melekleri izleniyordu ve çocuklardan birinin üzerinde de dizinin tişörtü vardı. Orada kendi aramızda elektrik olmadan doğrudan elektroniğe geçilebilir mi diye konuşmuştuk. Acaba bu sıçrama travmatik bir kopuş mu yaratır, yoksa zaman mı kazandırır? Galiba, o zaman kazanılamıyor, öyle bir hızı yok hayatın. Geleneğin birikerek kendi döngüsünü tamamlaması gerekiyor. Gelenek üzerine bu kadar akıl yürütürken, bugünün dünyasında cami tasarlamak nasıl bir deneyim? Cami, en kritik kesitlerden bir tanesi. Düşünsel ve fiziksel mekanın kurgulanması anlamında sert kuralları olan bu gelenek için bugünkü dünyada yeni bir şey yapmak mümkün mü? Belli bir yöne bakacak, belli bir yerden girilecek, belli bir biçimde oturulacak ve keyfi bir biçimde değiştiremeyeceğin bazı kurallara sahip olacak. Ve sen hem bu geleneğin içine yerleşeceksin hem de yeni bir şey yapacaksın. Bence mümkün çünkü hala yoruma açık çok bilgi var. Benim izlediğim yol didaktik bir düşünme sistemi üzerine kurulu ve son derece gelenekçi oldu. Malatya’nın neresi olduğunu düşünerek başladım. 12. yüzyılda Beylikler Dönemi’nde yapılmış bir Ulu Cami var ve bir de 1915 yılında yapılmış Yeni Cami var. Ulu cami şemasına geçmek bence doğru bir yaklaşımdı çünkü büyük bir cami yapacaktık. Sinan’ın geliştirdiği merkezi ve büyük açıklıklı camiye alternatif olarak yeniden ele alınabilecek ulu cami, çok ayaklı bir şemaydı. Daha sonra malzeme bağlamını anlamaya çalıştık, kimi ahşaptan, kimi taştan yapılmıştı. Konya Beyşehir Eşrefoğlu Camisi benim ilham perim oldu ve proje

XOXO The Mag


the seed konser salonu, fotoğraf: cemal emden

olsa, müthiş bir şiirselliği olduğunu düşünüyorum çalışmalarının. Işık, malzeme ve bunların en aza indirgenmiş hali… Bunların azaldıkça çoğalacağını çok erken keşfetmiş olduğunu düşünüyorum. Cengiz Bektaş’ın Türk Dil Kurumu binası ve özellikle iç mekanı, Sedat Hakkı Eldem’in tekrar tekrar bakılması gereken Boğaz’daki Bayramoğlu Yalısı ve Yeniköy’deki Sirer Yalısı, Behruz Çinici’nin hiç eskimeyecek olan ODTÜ Mimarlık Fakültesi, eski haliyle Seyfi Arkan’ın Hariciye Köşkü benim için çok önemli yapılar.

çözüldü. Yaptığımız şey yapılmış olanı kendimizce bir kez daha yapmaktı, ama cami projemizi kime göstersek bu bağlamı kuramadı. Nitekim Başbakan da çok “modern” bulduğu için, inşaatı durduruldu. Çok modern dedikleri şey aslında 11. ve 12. yüzyıllardan süzülüp gelen bir gelenek. Benim yolum geleneğin içine girmek ve oradaki hiçbir şeyi ayıklamadan tümünü anlamaya çalışmak ve hiçbir şey almadan, öğrendiklerimin üzerine kurulu, yeni şeylerle çıkmak. Yaygın medyada cami Göztepe’deki Şakirin Cami, Ataşehir’deki Mimar Sinan Cami, Çamlıca Camisi ve Taksim’e yapılması muhtemel cami gibi örnekler üzerinden konuşuluyor. Buradan bakınca sence Türkiye’deki cami tartışmasının niteliği nedir? Nazım Hikmet modern düşünceye inanan ve komünizmin de modern düşüncenin siyasi bir ucu olduğunu düşünen bir adam olarak Moskova’da gördüğü şeylere inanamıyor. Her yerin neoklasik iri kıyım yapılarla dolu olduğunu görünce bunları kimin yaptığını soruyor ve “Stalin.” cevabını alıyor. “Stalin diye bir mimar mı var? ” diye soruyor. Türkiye’deki cami tartışması da bana bunu hatırlatıyor. Bu tartışma hep vardı ama bugünkü iktidarın ideolojisiyle üst üste örtüştüğü için okunaklı hale geliyor. Oysa 12 Eylül Dönemi’nde yapılan camileri düşündüğümüzde sayısal olarak önde olabilir ve hepsi de aynı özellikleri gösterir. Şu an Türkiye’de yaklaşık 86.000 tane cami var ve hatırı sayılı bir bölümü o dönemde yapılıyor. O dönemde de şimdiki yöntemler kullanıldı ama şu anki kadar konuşulmadı. Bugünkü iktidarın kendini ifade etme alanlarından biri olarak camiyi seçmiş olması çok anlaşılır. Konuyu en uç noktaya çekerek yapılanı bir daha yapmak istiyor çünkü biraz anakronik bir biçimde Cumhuriyet Dönemi’ni atlayarak Osmanlı Dönemi’ne tutunmaya çalışıyor. Çünkü iktidar, ifadesini orada bulduğunu düşünüyor ve toplumun yapısını da göz önünde bulundurunca bunun çok kolay kabul edilebilecek bir şey olduğunu görüyor. Böylece çok rahat işleyen bir mekanizmaya dönüşüyor, hiçbir yerde takılmıyor. Bence Türkiye’de yaşayan sıradan vatandaşın Ataşehir Camisi’ne yönelik bir şikayeti olmaz, o ancak bizim aramızda bir tartışma haline gelebilir. İktidar da bizim kendi aramızdaki tartışmayla ilgilenmiyor ve bu durum eğrisi doğrusuna denk gelen bir akışa dönüşüyor.

Dünyanın bir noktasında bir bina yapacaksın mesela, nereyi seçerdin? Hiç düşünmemiştim bunu ama çok iyi yerlere çakılmış yapılar biliyorum. Sorunun cevabını bulamadım ama konumunu sevdiğim, tam da orada olması gerektiğini düşündüğüm yapılardan bahsedebilirim. Mesela Assos’taki Athena Tapınağı ya da bugünkü haliyle yeri çok iyi algılanamıyor ve okunamıyor olsa bile hala çok özel bir yapı olan Didim Apollon Tapınağı. Priene Antik Kenti de muhteşem bir yer. Pozisyonu, yerleşme düzeni, yolları, tapınakları, her şeyiyle muazzam bir yer. Bunun dışında Bergama’daki tiyatro. Topladığın, biriktirdiğin şeyler var mı? Bir tür koleksiyoncu sayılırım. Resimler ve heykeller gibi sanat eserlerini, kalemler, saatler, bıçaklar gibi kullandığım nesneleri ve o güne kadar hiç görmediğim şeyleri topluyorum. Kirkit diye bir şey var mesela, halıyı dokuyan kişinin iplerin arasına sokup yünleri ittiği alet. Ne olduğunu öğrendikten sonra satın almaya başladım ve sanırım şu anda sayıları 80’e ulaştı. Ahşap, bronz, demir ve daha birçok malzemeden yapılmış çeşitleri var. Bir zamanlar kapı toplardım, sonunda onlar için bir depo tutmam gerekmişti. Dış kapılarla başlayıp iç kapıları da almamla iyice genişlemişti koleksiyon. Sonrasında uygulama yaptığım yerlerde bu kapıları tükettim ve bir daha o işe girmedim çünkü hacimli bir şey ve organize olman gerekli. Bilye topluyorum hala. Fakat belirli bir noktadan sonra topladıklarımı elimde tutmuyorum. Ara sıra ayıklıyorum her şeyi. Bir kısmını satıyorum, bir kısmını veriyorum, bir kısmını takas ediyorum. Ama başa dönüyorum, sonra tekrar başlıyorum. Sanat eserlerini nasıl topluyorsun, filtren ne? Sevmek. Sanatçılara karşı kıskançlıkla sevgi arasında bir yerde duruyorum. Canlarının istediği şeyi yapıyor olmaları ve bunu tek başına yapmalarını çok kıskanıyorum. Bu bizim dünyamızda olmayan bir şey. Mimar sanatçıdır denir ya, o tamamen yalan. Hep nereden ve nasıl başladıklarını merak ediyorum. Benim de onların dünyasına kısa süreli girme denemelerim olmuştu ve bu denemeler dört-beş yıl arayla bir sergiyle, kitapla ya da albümle biterdi. 2014’ün Mart’ında da Zamanın İzi adında bir sergi yine böyle bir deneme olacak.

Pratiğe yeni başlamış birine sorulan fakat ustalaştıkça es geçilen bir sorum olacak. Kendini mimar olarak kime hizalıyorsun? Dikkatle incelediğim ve çok önemsediğim isimler var. Meksikalı mimar Luis Barragán son derece önemlidir benim hayatımda. David Chipperfield’ın erdiğini düşünüyorum. Bunun dışında Renzo Piano’yu çok önemli buluyorum ama sadece bazı yapılarını diye sınırlandırmam lazım. Tadao Ando hala çok önemsediğim biri. Kaskatı bir hali de 79


INTERVIEW/LITERATURE

LOUISE DOUGHTY

Yvonne’un Suçu Ne?

İngiliz yazar Louise Doughty, son romanı Apple Tree Yard’da, başarılı bir genetikçi olan Yvonne Carmichael’ın hikayesini anlatıyor. Yvonne’un bakış açısından gözlemlediğimiz olay örgüsü yavaş yavaş çözülmeye başlasa da, romanın yarattığı merak hissi son sayfalara dek yanı başımızda. Londra’da bir mahkeme salonunda başlayan hikaye, bizi Westminster’ın ara sokaklarına, Parlamento Binası’nın gizli saklı köşelerine götürüyor. Apple Tree Yard’ın başarısı aynı zamanda hem gerçekçi anlatımı hem de gizemli ve sürükleyici olmasından kaynaklanıyor. Doughty ile İngiliz ceza hukukundan, ‘güç koridorları’na uzanan söyleşimize buyurunuz. röportaj aslı arduman fotoğraf jerome weatherald

XOXO The Mag


yanı sıra, iki kadın genetikçiyle görüştüm ve aynı zamanda hem aile ve çocuk sahibi olup hem de genetik alanında kariyer yapmanın ne şekilde mümkün olabileceğini anlamaya çalıştım.

Son kitabınız Apple Tree Yard bir duruşmaya odaklanıyor ve roman boyunca süregelen bir esrar söz konusu. Böyle bir hikayenin arkasındaki ilham kaynağını merak ediyorum. Apple Tree Yard’ın benim için alışılmadık tarafı, ilk yazmaya başladığımda kitabın neyle ilgili olacağı konusunda hiçbir fikrim olmamasıydı. Bir akşam üstü aklıma gelen çok belirgin bir görüntü üzerine kitabı yazmaya başladım: Londra’da Old Bailey’de, tanık sandalyesinde, kendi duruşmasında ifade veren bir kadın görüntüsü. Tek bildiğim bu kadının çok ciddi bir suçlama üzerine burada bulunduğu ve mahkemede söylediği yalanın ortaya çıkmak üzere olduğuydu. Yani kitabı yazmaya başladığım sırada bana ilham veren tek şey bu görüntüydü diyebilirim.

Romanın büyük bir bölümü Londra’nın Westminster bölgesinde geçiyor. Neden burayı seçtiniz? Parlamento Binası ile belli bir tanışıklığınız var mıydı? Açıkçası kitabın ‘güç koridorları’ olarak tanımladığımız yerlerde geçmesini istediğimi biliyordum. Westminster, Parlamento Binası, Old Bailey; bunlar herkesin az çok bildiği İngiliz kurumları, öte yandan içlerinde olup bitenlerin ne kadar resmi, geleneksel ve gizli kapaklı olduğundan çok az insan haberdar. Söz konusu olansa, damarlarında fazla miktarda adrenalinle karmaşık bir bürokrasinin içine hapsolmuş bir grup insan... Örneğin politikacıların ya da hakimlerin yasak bir aşk yaşarken yakalanmaları bana hiç de şaşırtıcı gelmiyor; bence esas şaşırtıcı olan bunun yeterince sık olmaması. Araştırmalarım esnasında Parlamento Binası’nı birkaç kere ziyaret ettim, ayrıca oranın güvenliğinden sorumlu polis memuru eşliğinde de gezme şansım oldu. Hatta ona utanarak sorduğum bir-iki soru da oldu; mesela, “Yasak ilişki yaşayan bir çiftin binanın içinde fark edilmeden takılabilecekleri gizli saklı noktalar nereleri olabilir?” gibi.

Roman son derece merak uyandırıcı bir giriş bölümüyle başlıyor; hikayeyi bu şekilde başlatmak nereden aklınıza geldi? Kafamda tanık kürsüsündeki kadın görüntüsü belirdiğinde hemen bilgisayarımın karşısına geçtim ve yazmaya başladım, ancak dediğim gibi, bu kadının neyle suçlandığı, bu duruma nasıl düştüğü konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Kesin olan tek şey, başının büyük belada olduğuydu... Apple Tree Yard ise, Londra’da Westminster’da Parlamento Binası’na yakın, gerçekte de olan bir sokak arası. Giriş bölümünde, duruşma sırasında avukat bu sokak arasına değindiği noktada, Yvonne, yani tanık sandalyesindeki kadın, o sırada her şeyi kaybetmek üzere olduğunu anlıyor. Neden ve nasıl? İşte ben de aslına bakarsanız, romanı bu soruları cevaplamak için yazdım. Bunun dışında gizli bir sevgilisi olduğunu ve o adamın da aynı suçtan dolayı mahkemede bulunduğunu biliyordum. Böylece kitabın ilk bölümünde ilişkilerinin başlangıç noktasına gittim ve yavaş yavaş “İkisi nasıl oldu da kendilerini mahkemede buldular?” sorusunu cevaplamaya koyuldum.

İngiliz ceza hukukunu da epeyce incelemiş olmalısınız. Biraz da bu süreçten bahsedebilir misiniz? Old Bailey’deki Merkez Ceza Mahkemesi’nde üç hafta geçirdim; bir cinayet davası boyunca her gün oradaydım. Bunun için hakimden özel izin almıştım, ki bu bir romancı için pek de alışılageldik bir durum sayılmaz. İlk başlarda romanın konusunu oluşturduğumu ve tek ihtiyacım olanın otantik birkaç detay olduğunu düşünüyordum, fakat zaman ilerledikçe, yasal süreçlerin işleyiş biçiminin beni fazlasıyla etkilediğini fark ettim. Ve tüm bunlar olup biterken de gözlerinizin önünde felaket bir insanlık dramı gerçekleşiyordu. Bu üç hafta boyunca kariyerimin en etkileyici tecrübesini yaşadığımı söyleyebilirim.

Bu durumda Apple Tree Yard’ın aynı zamanda bir mahkeme dramı olduğunu söyleyebiliriz -en azından bir kısmı için söylenebilir bu. Bu türün sizin için cezbedici tarafı neydi? Bence mahkeme dramları mükemmel bir anlatım biçimine sahip; Yunan trajedilerine kadar uzanan bir tür. Ortada çözülemeyen bir sorun, bir trajedi, bir anda tersine dönen talihler ve sürprizler var. Bir roman yazarı için adeta bir nimet. Öte yandan dediğin gibi kitabın yalnızca bir kısmı mahkemede geçiyor. İlk bölüm Yvonne’un gizli ilişkisi, ikinci bölüm ailesi, kariyeri ve onun davada tanık kürsüsüne çıkmasına sebep olan dramatik olayla ilgili. Sonrasında da olaylar çığırından çıkıyor zaten.

Romanınızda aynı zamanda adalet sisteminde kadınlara karşı yapılan haksızlıklara da değiniyorsunuz. Araştırmalarınız esnasında ne gibi can sıkıcı gerçeklerle karşılaştınız? Gerçekler hakikaten üzücü. Öyle ki, bir kadının güvenilirliği halen cinsel ahlakı ile ölçülüyor. Romanın hikayesini çok fazla ele vermeden şunu söyleyebilirim, kitapta gerçekleşen korkunç olayda Yvonne -en ufak bir şey yapmamış olmasına rağmen- sorumlu tutuluyor. Dünyanın her yerindeki mahkemelerde kadın tanıkları cinsel geçmişlerini ifşa ederek sindirmek o kadar kolay ki, hem de bu meselenin söz konusu davayla hiçbir alakası olmamasına rağmen.

Romanın ana karakteri oldukça başarılı bir genetikçi; Yvonne için bu mesleği seçmenizin nedeni nedir? Bunun sembolik olduğunu söyleyebilir miyiz? Kesinlikle öyle. Benim için Yvonne’un bilim insanı olması büyük önem taşıyordu çünkü tüm hayatı boyunca hep rasyonel birisi olmuştu; verdiği kararlar hep elle tutulur kanıtlara dayanıyordu. Sonra bir anda, bir adamla tanışmasıyla her şey değişiyor. Belli bir vakit geçtikten sonra, böylesine acele bir karar vermesinin ardında yatanın aslında, hayatının o döneminde mantıksız bir şeyler yapmaya ihtiyaç duyması olduğunu anlıyor. Ayrıca bir de, kitabın üçüncü bölümünün en başında Yvonne şöyle bir cümle kuruyor: “Beni yaratan DNA olduğu gibi sonumu da DNA getirdi.” Yvonne da herkes gibi DNA’dan oluştuğu gibi, kariyerini de bu alan üzerine kuruyor ama aynı zamanda mahkemede onu mahveden de neticede DNA oluyor.

Peki bu bağlamda Apple Tree Yard’ın feminist bir roman olduğu söylenebilir mi? Evet, kesinlikle. Sanırım bütün romanlarımın bir anlamda politik olduğu söylenebilir. Aslına bakarsanız benim yaptığım, politik yönleri olabildiğince, insana ilişkin bir hikayenin arkasına saklamak ve okurun kendi yorumuna bırakmak. Edebiyatta en sevdiğiniz kadın karakterler kimler? Favori kadın karakterlerimin her ikisi de Brontë kardeşlere ait: Jane Eyre ve Uğultulu Tepeler’in Cathy’si. Her ikisi de yoksul hayatlardan geliyor ve kendilerince bu durumla başa çıkmaya çabalıyorlar.

Peki genetik önceden aşina olduğunuz bir alan mıydı? Çok fazla araştırma yapmanız gerekti mi? Hiç mi hiç aşina olduğum bir alan değildi! Okulda kimyadan kalmış bir insan olarak, bu konuda umut vadettiğimi söyleyemem. Ayrıca fazlasıyla dağınık bir insanım. Sonuç olarak, ciddi anlamda araştırma yapmam gerekti. Anlamakta epeyce zorlandığım bir dolu kitap okumam gerekti ve Cambridge’in biraz dışındaki Wellcome Trust Sanger Enstitüsü’nü ziyaret ettim -burada gen haritası çıkarıyorlar. Bunun

Apple Tree Yard’a dönelim; yazılış biçimiyle ilgili bir soru sormak istiyorum: Kitabı birinci tekil şahısta yazmanızdaki en büyük etken neydi? Kitap Yvonne’un hikayesini anlatıyor, dolayısıyla da birinci tekil şahıs bu durumda en uygun seçimdi. Düşününce Yvonne bir bakıma çok da güvenilir olmayan bir anlatıcı; onun ne derece güvenilir olup ne derece olmadığıyla ilgili okurun algısıyla oynamak hoşuma gitti. Neticede bazı şeyler var ki, Yvonne bunları kitabın sonunda açığa vuruyor. 81


Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda kitabın başka türlü yazılmasının pek de olanağı yoktu aslında. Kitabı yazarken sizi zorlayan bir nokta oldu mu? Olayların sırasını akılda tutmak. Roman duruşma ile başlıyor ve sonrasında birinci ve ikinci bölümler tamamen geriye dönüşlerden oluşuyor ve bu esnada zaman zaman gelecekte olacaklarla ilgili ipuçları çıkıyor karşınıza, son olarak da şimdiki zamana geliyoruz ve dava sonuçlanıyor. Fakat aslına bakarsanız tüm roman Yvonne’un geçmişe dair bir hikaye anlatmasından oluşuyor. Bu da, okurun karşısına küçük sürprizler çıkarmama olanak tanıdı, ancak bir yandan da, neyin ne zaman olduğu konusunda benim de ara ara kafam karışmadı değil. Bu nedenle de ilk taslağı bitirdiğimde oturdum ve kitabın olay sırasını özetleyen bir takvim ortaya çıkardım. Peki kitabın en çok sevdiğiniz tarafı nedir? Apple Tree Yard hakkında söylenenler arasında en çok hoşuma giden, kitabın oldukça sürükleyici olduğu yönündeki yorumlardı. Bana kalırsa bu, bir romanda olması gereken bir özellik ve bunu şahsen başarabilmiş olmak benim için çok güzel bir duygu. Man Booker Prize da dahil olmak üzere birçok edebiyat ödülünde jüri üyeleri arasında yer aldınız. Bu senenin Booker Prize adaylarından Ruth Ozeki ile söyleşimizde kendisi bize, aday kitapların her birinin çok iyi olmasından dolayı jüri üyelerinin işinin oldukça zor olduğunu söylemişti. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Kesinlikle çok haklı, gerçekten oldukça zor bir iş! Şöyle söyleyebilirim, mesela Man Booker Prize’da en iyi 30 civarı kitap -yani katılan tüm kitapların aşağı yukarı dörtte biri- gerçekten çok iyi, hemen öne

çıkıyorlar zaten. Fakat sonrasında standart o kadar yükseliyor ki, önce uzun liste, sonra kısa liste ve son olarak da kazananı seçmek hakikaten çok zor. Bunun dışında jüri üyesi olmayı sevdiğimi söyleyebilirim, çünkü okumayı ve yeni yazarlar keşfetmeyi seviyorum. Öte yandan şu anda böyle bir şey yapmadığım için mutluyum; gerçekten hakkını vererek yaptığınızda oldukça uğraş gerektiren bir iş. Alışkanlıktan ya da meraktan Man Booker Prize’a aday olan kitapları hala okuyor musunuz? Mesela bu senekileri okudunuz mu? Kazanan kitabı okudum, Eleanor Catton’ın The Luminaries’ini, ve gerçekten fevkalade olduğunu düşünüyorum -gerçi ben olsam tasvirlerin bir kısmını çıkarırdım. Man Booker’ı her sene takip ediyorum, ancak dediğim gibi, kazananı seçenler arasında olmadığım için de minnettarım. Favori çağdaş yazarlarınız kimler? Kanadalı yazarları seviyorum: Margaret Atwood ve Alice Munro tabii ki ilk akla gelenler, ayrıca daha az tanınmış yazarlardan Mary Lawson ve Elizabeth Hay’i de seviyorum. Türkiye’dense Elif Şafak’ın büyük hayranı olduğumu söylemeliyim. Favori İngiliz yazarlarım ise, Hilary Mantel, Helen Dunmore ve Jill Dawson. Ancak insan hayatı, bütün şahane yazarları okumaya yetecek kadar uzun değil maalesef… Son olarak, şu anda ne üzerine çalışıyorsunuz? Endonezya, ABD ve Hollanda’da geçen yeni bir roman yazıyorum; bu sefer bir erkeğin bakış açısından ve global bir perspektiften -ve evet, politik bir kitap. Aslına bakarsanız beni fazlasıyla zorluyor şu aralar, zira hassas bir konu üzerine... Fakat bir kere kendimi kaptırdım mı, yazmayı bırakamayacağımı biliyorum, dolayısıyla da o an gelene kadar kendime biraz yükleneceğim.

XOXO The Mag



INTERVIEW/PEOPLE

Elie Bernheim

Üçüncü Kuşak Zarafet Anahtar kelimelerimiz; İsviçre, saat, aile, bağımsızlık ve sadakat... 62 yıllık bir deneyimin üçüncü kuşak takipçisi Elie Bernheim, konuğumuz. Müzikle organik bağını hiç koparmayan Raymond Weil’in notalarına, kendi kendini yönetebilecek profesyonellik mertebesine erişmiş ekibiyle ses veriyor. 40. yılını kutlamaya hazırlanan aile şirketinin kaderini yazarken, tevazu ve sağduyuya hep yakın duruyor. Siz de, kendi anahtar kelimelerinizi yanınıza alıp, sayfaları takip edin. röportaj ve yazı serap gecü fotoğraflar raymond weil s.a.’nın izniyle

XOXO The Mag


yaşamadığını söylese de, üstlendiği sorumluluğun endişesini taşıdığını da inkar etmiyor. Kardeşi Pierre ile şirkete dahil olalı neredeyse sekiz yıl olmuş. “Malumunuz, endüstride bağımsız kalabilmek çok zor. Başarı, ancak yeni kuşakların şirkete getirdiği taze kan sayesinde mümkün.” Karar verme aşamasında ise, şirket değerlerine sadakati devreye giriyor ve makul davranmasını sağlıyor. “Kaderimizi kendi ellerimizle yazıyoruz.” diyecek kadar ne yaptığının farkında. Ama her şeyi bu kadar net görebiliyorken, görüşü bozacak etkenlerden kaçmak her zaman o kadar olay olmuyordur diye düşünüyoruz. Saat endüstrisinde bağımsız üreticilere karşı giderek artan ilgi ve her geçen gün daha fazla insanın kendi markalarıyla boy göstermeye başlamasının Raymond Weil üzerindeki etkilerini merak ediyoruz. Yavaş yavaş alışmaya başladığımız bir sükunetle cevap veriyor: “Bağımsız üreticilerin varlığını pazarı canlandıracak sağlıklı bir rekabet ortamı yaratması açısından olumlu algılıyorum.” Bir yandan da Raymond Weil’ı diğer bağımsız markalardan keskin çizgilerle ayırmayı ihmal etmiyor: “Bağımsız bir üretici olmaktan, insanlar tarafından arzu duyulan bir lüks markası olmaya geçiş bambaşka...”

Şu anda bulunduğunuz yeri, kim olduğunuzu unutun, hikayeye baştan başlayalım ve yolumuzu hasbelkader ilk filozoflar zamanına, Zenon’un yaşadığı topraklara düşürelim. “Gerçek tektir ve değişmez.” diyen Parmenides’in sadık öğrencisi Zenon, hocasının felsefesini ciddiye almayanları hizaya getirecek bir paradoks geliştirmiştir. Aşil’in Kaplumbağa’yı asla yakalayamadığı hikayede, zaman dakikalara, saniyelere ve saliselere bölünür, ve hareketin imkansızlığıyla yüz yüze kalırız. Gerçek irkilticidir. Zaman ise, her şeyden bağımsız ve bütün imkansızlıktan müstesnadır. İçinden geçebildiğimiz, içimizden geçebilendir. Zamanla yarışacak kadar küstah veya ona boyun eğecek kadar pes etmiş olabiliriz. Kant gibi dakikliğimizle kıtalara nam salabilir, Sezar gibi takvimlere adımızı yazdırabiliriz. Ne yaparsak yapalım, zaman gerçektir ve değişir. Yine de, zamana rağmen değişmeyen şeylere tutunmaya yatkınlığımızla, geçmişimizi hatırlarız, eskiye sadakat yeninin kıymetini bilmenin bilinçaltıdır. Bir yandan da, bize iyi gelen, birlikte anlamlı göründüğümüz insanlar hep etrafımızda olsun isteriz. Bütün bunlar, Raymond Weil’ın üçüncü kuşak temsilcisi Elie Bernheim’la konuşmamıza dakikalar kala geliyor aklımıza. İsviçre menşeli saat evleri arasında aile şirketi olarak kalabilmiş az sayıda markadan biri ve 40 yıldır aynı ellerde. Elie, kendi adına yolun başındayken, ailesinin izinden gitme konusunda tereddüt

Lüksün tanımı baştan yazılırken, markaların bu yeni tanıma adapte olma çabaları pazardaki yeni yerlerini adım adım belirliyor. Lüksün sadece altın ve mermerden ibaret olmadığını anlayanlar kazanıyor; diğerleri ise habersizce sonraki baharı beklemekten memnun. Bir 85


taraftan da, potansiyel pazar gücü diye bir gerçek var ve zaman zaman bu gücün tasarımı dahi etkileyerek, lüks tanımına ‘katkıda’ bulunduğuna tanıklık ediyoruz. Çin, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerin sahip oldukları güçle Raymond Weil’ı ne ölçüde etkilediğini soruyoruz. Ama o kadar istikrarlı biriyle karşı karşıyayız ki, merakımızı ustalıkla bertaraf ediyor ve ekliyor: “Hiçbir zaman ürünlerimizi belli kültürlere adapte etmek gibi bir kaygımız olmadı.” Potansiyel pazarlardan söze girmişken, devamını Türkiye ile getiriyoruz. ABD. İngiltere, Çin ve Orta Doğu ülkelerinin en önemli pazarları olduğunu ve Türkiye’nin de kendileri için bu anlamda potansiyeli yüksek, ilgi çekici bir pazar teşkil ettiğini söylüyor. “Ayrıca kişisel olarak da pozitif duygular beslediğim bir ülke, ve en önemli 10 pazarımız arasında yer almaması için hiçbir sebep yok.” Zaman ilerledikçe, dakikalara, saniyelere ve hatta saliselere bölündükçe, kelimeler kendi müziğini yaratıp birbirlerini asla yakalayamayacakları bir yarışa girişiyor. Bu yarışa kendimizi kaptırmışken, marka kimliğinin çok önemli bir parçası olduğunu her fırsatta söyledikleri müziğe getiriyoruz sözü. Wired ile kısa bir süre önce gerçekleştirdikleri iş birliği konuşmanın gidişatını belirliyor. “Wired, genç yeteneklere bir platform sağlayarak, izleyiciler eşliğinde kendi yaratıcılıklarını keşfetmelerine yardımcı oluyor. Biz de bu iş birliği sayesinde, başarılı gençlerin tanınırlık kazanmalarına katkıda

bulunuyoruz.” Konuşmasından, bu iş birliğinin uzun süreli olacağını hissediyoruz. Pek çok ikonik konser alanının ana sponsoru olmak üzere attıkları adımlar ve son olarak Royal Albert Hall ile imzaladıkları anlaşma da bu hissimizi doğruluyor. Müziğin, özellikle de klasik müziğin, ailenin ve şirketin DNA’sına işleyen tesirini koleksiyonların adlarında da görüyoruz. Amadeus, Othello, Allegro, Don Giovanni ve Maestro... Genetik aktarımla taşınan ilginin Elie Bernheim üzerindeki yansıması ise piyano ile olmuş. “Annem profesyonel piyanist ve onun sayesinde beş yaşından beri piyano çalıyorum.” Hayatını işine adamış bir direktörle konuşurken, zaman ve ekip yönetimiyle ilgili ipuçlarını da araya sıkıştırma çabasındayız. Kendi kendini yönetebilen, sorumluluk sahibi bir ekibi olduğu için gözünün arkada kalmadığını söylüyor. “İşini bilen her yönetici gibi, kendi bilgimin geliştirilebilir olduğunu biliyorum ve başka fikirlere açık bir yapım var.” diyerek de mütevazılığı elden bırakmıyor. Önceleri 88 Rue du Rhone’daki işleri kardeşiyle paylaşırken, kısa bir süre önce rol dağılımındaki yaptıkları değişiklikle, vaktinin tamamını Raymond Weil’a ayırmaya başladığından dem vuruyor. Karşılıklı zaman tasarrufu, sohbetimizi noktalamamız için sinyalleri verirken, kapanışı bir mahrumiyet üzerinden kuruyor ve hayatı boyunca tek bir Raymond Weil takabilecek olsa hangisini seçeceğini soruyoruz. Cevabı sıfır tereddütle ve iki kelimeyle geliyor: “Maestro Semainier.”

XOXO The Mag



fashıon

Like Always But Never The Same

Collection Icônes Louis Vuitton SS 2014 yazı linda kocabıyık fotoğraflar angelo pennetta & takao oshima

Milat kabul edilen zamandan 400 yıl sonra Saint Augustine “Dünya bir kitap ve seyahat etmeyenler bu kitabın sadece bir sayfasını okumuş sayılırlar.” der, 1600 küsür yıl sonra hala aynı fikri paylaşmanın yanında kitabımızı bitirdik... Yeni kitaplar arayışındayız. Zira temel sorunsallar hala varlığını korumakta. “Issız adaya düşseydiniz yanınıza alacağınız üç şey ne olurdu?” sorusu ıssız bir ada kalmamasından mı, yoksa insanoğlunun seyahat kavramını günlük hayatının bir parçası yapmasından kelli mi “Bavulunuzdan çıkarmadığınız üç parça ne?” sorusuna evrildi? Peki, ya zaman yolculuğuna çıkabilseydiniz yanınıza neler alırdınız? Teknoloji bulunana kadar düşünmek için zamanınız var. Hali hazırda zaman mekan algılarıyla oynayan, bildiğimiz anlamıyla seyahat bile günün sonunda alışkanlıkları, stili ve hayatın belli bir süresini bir valize sokmaya zorluyor. Ve olasılık hesapları başlıyor: dört etek, iki kazak, bluz, büstiyer... 1940 yılında Japonya dönüşünde aynı olasılık hesaplarıyla boğuşan Charlotte Perriand altın oranı buluyor ve 16 farklı kombinasyonu aksesuarlarıyla da destekleyerek stilinin mottosunu yaratıyor: “Her zamanki gibi ama asla aynı değil!” Le Corbusier ve Jean Prouvé’yle iş birliklerine imza atan ve mobilya tasarım dünyasına modernizmin kapılarını aralayan Fransız, moda dünyasını da fonksiyonellik ve adaptasyonla tanıştırıyor. Kesişen kümeler toplamı yaşamda, yıllar sonra bir çarpışmaya daha vesile olan moda dünyası, yine aynı toprakların kült markası Louis Vuitton ve Charlotte Perriand’ı ikinci kez aynı cümle içerisinde kurmamıza vesile oluyor. Keza seyahat

ile başlayan bir cümlenin Louis Vuitton ile bitmemesi abesle iştigal edebilirdi. Pre-Fall 2012 koleksiyonunda Perriand ilhamlarını ağırlayan marka, Tokyo Station Hotel’de gerçekleştirdiği Timeless Muses sergisinde devrimci tasarımcıyla yeniden karşılaştı. Hayata farklı gözlüklerle bakan kadınlardan oluşan sergide Charlotte, tüm zarafetiyle, markayla uzun soluklu bir ilişkinin başlangıcında duruyordu. Ve beklenen oldu, İlkbahar-Yaz 2014 koleksiyonu için kütüphaneden ‘kitabı’ çıkaran Vuitton ekibi açtığı sayfada, kıyafetlerin adaptasyon gerekliliğini buldu ve ilham perilerinden kullanışlı formlarla öne çıkan Perriand’ı sahneye davet etti. Louis Vuitton Kadın Giyim Direktörü Julie de Libran, Charlotte’la çıktığı astral seyahatten -evet, bu yolculuk için de bir bavul hazırlamanız gerekir- 16 parçalık bir kapsül koleksiyonla döndü. Adapte olmak fiili, geleceğin klasisizmi olan koleksiyonda ekoselerin içerisine, blok renklerin arasına saklandı, ipek kumaş, fiili varlığını geride bırakıp Alpler’in üzerinde gezinen bulutların hafifliğine evrildi... Icônes koleksiyonunda modaevi, uzmanlık alanını Perriand’ın efsanevi düsturuyla birleştirip henüz keşfedilemeyen zaman yolculuğunu bir nevi gerçeğe dönüştürmeyi başardı. Bu durumda, artık malum sorunun cevabını verme vaktiniz de geldi...

XOXO The Mag



FILE

ÇABUK GEL.

Her şeyi gezegenlere bağlayacak değiliz ya; bu sefer, tamamen kendi kişisel güdülerimizle 2013’ü erkenden geride bırakıyoruz ve gözümüzü 2014’e dikiyoruz. Hem de ne dikmek; yalnız da değiliz üstelik. Liste yapma merakımıza bir kez daha yenik düşüyor ve bizim gibi sabırsız, meraklı ve hepsinden önemlisi ne istediğini bilen ve müzik dinlemeyi hayatının merkezinde bir yerlere koymuş kişileri bir araya getiriyoruz; biraz objektif, biraz subjektif, biraz da kehanete başvurarak 2014’te yayınlanacak, yayınlanması beklenen veya yayınlansa ne güzel olur diye düşündükleri beş albümü bizimle paylaşmalarını istiyoruz onlardan.

BERNA ÖZYURT

Mogwai // Rave Tape’ten yayınlanan ilk single ‘Remurdered’ı dinleyip de etkilenmemek pek mümkün değil.

Beck // Beck’in Morning Phrase adlı yeni albüm haberi, tam bir yeni yıl hediyesi. Broken Bells // Danger Mouse’un dahil olduğu her işi merak ediyorum. Broken Bells’in yeni albümü After the Disco’yu da bu nedenle heyecanla bekliyorum.

Metronomy // Love Letters adlı albümden gelen ilk single ‘I’m Aquarius’ oldu. Sonuç her zamanki gibi harika.

Garbage // Bende kredisi asla tükenmeyecek olan gruplardan. Albümün ismi maalesef henüz açıklanmadı.

BENGİ ÜNSAL

Neneh Cherry // 16 yıl geçmiş. Dile kolay. Hem de geri dönüş de öyle böyle değil. Prodüktör Four Tet. Ben havuç niteliğindeki ilk şarkıyı çok beğendim. Şubat olsun Neneh gelsin. Çok heyecanlıyım. Röyksopp // Albümden teaser niteliğinde yayınlanan Susanne Sundfør vokalli ‘Running To The Sea’ ve Jamie McDermott vokalli ‘Something In My Heart’ çok güzel şarkılar. Yazın hit albümü olacağı şüphesiz. Metronomy // Bu albüm de yaz hit’i olmaya oynar elbette ki. İlk şarkıdan çok etkilenmesem de, Metronomy yapar bir sürpriz diye düşünüyorum. Erykah Badu // Müziğinden hiç feragat etmeyen bir isim. Burnunun dikine giden. Bu kez ne yöne gidecek meraktayım. Crystal Castles // Son albümleri çıkalı henüz bir yıl oluyor. Mayıs ayında yeni bir albüm çıkartacaklarını duyduğumda bu yüzden biraz şaşırdım açıkçası. Oldukça üretken bir grup. Heyecanla bekliyorum.

CEM MİRAP

Metronomy // Son albümleriyle inanılmaz bir sound yakalayan ve son yıllardaki en favori albümlerimden birini yapan Metronomy’nin şimdi ne yapacağını çok merak ediyorum. Shit Robot // Favori prodüktörlerimden biri olan Shit Robot’un yeni albümü We Got a Love, yine James Murphy’nin plak şirketi DFA imzalı olacak. Çıkan ilk single’dan hayal kırıklığı olmayacağı belli oldu zaten. Broken Bells // Grubun yaratıcılarından Danger Mouse’un kötü bir albüm yapmayacağına emin olduğum için. Blondie // 80’ler New York’unun simge gruplarından Blondie, zamansız bir müzik yapıyor. Yeni albümleri Ghosts of Download’u da bu nedenle merakla bekliyorum. Destroyer // “Yıl 2013’tü, İngilizce bitik görünüyordu ve şarkı söylemek zordu.” diye demeç verdikleri ve yaptıkları İspanyolca albümün nasıl olacağını merak ettiğim için. XOXO The Mag


DERİN SARIYER

Say Lou Lou // Say Lou Lou, hiçbir döneme ait değil gibi, ya da tam tersi, her döneme ait. Zamansız. Bu uçucu fakat güncel tavır ilgimi çekiyor. Better in the Dark adlı EP’nin henüz ne zaman yayınlanacağı netleşmedi. Broken Bells // Güven veren melodileri var, bilindik fakat düşünülmüş. Yayınlanacağı günler olan Ocak ayının başına, kışa uygun. Metronomy // Astrolojiye karşı mesafem sonsuz. İlk single ‘I’m Aquarious’ belki de beni bu yüzden yakalamadı fakat Love Letters’dan albüm olarak ümitliyim. Metronomy gibi hemen fark edilen sound’lar bana çekici geliyor. Dum Dum Girls // Dum Dum Girls iyidir fakat Talk Talk daha da iyidir. Şaka bir yana melodik yapıları merakımın nedenidir. Too True adlı yeni albümleri, 2014’ün ilk aylarında piyasada olacak. Coldplay // Son albümlerinde melodi tıkanması hissettim. Brian Eno da stadyum grubuna oynarken sound’un şekerini biraz fazla kaçırmıştı sanki. Yine de başımın üstünde yerleri var. Yeni albüm geliyor gibi duruyor.

AHU KELEŞOĞLU

Kaytranada // Teedra Moses Remix’i ve HW&W Records’dan çıkan kendi single’ı ‘At All’ ile en beğendiğim prodüktörler arasında yer alıyor.

SZA // ‘Ice Moon’ adlı şarkısının canlı versiyonunu dinledikten sonra Jill Scott ve Erykah Badu gibi isimlerin yanında yer alabileceğine inandığım SZA, Dr. Dre’nin plak şirketi ile anlaşma yapmış olan ilk ve tek kadın şarkıcı. Actress // Albümün içinde yazan “R.I.P Music 2014” notundan dolayı Actress’in son albümü olduğu düşünülen ve ismi Ghettoville olarak belirlenmiş olan albümün 27 Ocak’ta çıkması bekleniyor. Neneh Cherry // 16 yıl sonra ilk defa solo albüm çıkaracak olan Neneh Cherry, Blank Project isimli bu albümünde prodüktör olarak Four Tet’le çalışmış. Kalbata & Mixmonster // RBMA’den arkadaşım olan Ariel Tagar aka Kalbata’ya techno ve house müzik dünyası yabancı değil, fakat bu kez Mixmonster’la birlikte yaptığı reggae albüm Congo Beat the Drum ile karşımızda.

BEREN ÖZEL

Sunset Rubdown // Adını feraye koydum. Spencer Krug’un yaratıcılığının sınır tanımıyor olmasını hayranlıkla dinlemekle beraber yeni bir Sunset Rubdown albümünü dört seneyi aşkın zamandır bekliyorum. Stephen Malkmus and the Jicks // Wig Out at Jagbags ile özlenen gitar riff’lerinin, geniş kaldırımların, şiir okuyan erkek kavramının hayatıma tekrar girmesi için sabırsızlanıyorum. Liars // Mart ayında çıkacak albüm, şimdilik isimsiz kalsın. WIXIW’dan birkaç adım daha öte bir albüm veya They Threw Us All in a Trench… ve Liars karışımı bir albüm olacağını umuyorum. The Mountain Goats // Bu zamana kadar beni hayal kırıklığına uğratmayan tek erkek John Darnielle’den yeni bir tematik albüm bekliyorum. Wu-Tang Clan // Raekwon ve Ghostface Killah’nın, daha etkin ve verimli bir ekip çalışması ile 2013 yılı içinde çıkması gereken A Better Tomorrow adlı albümü bir an evvel tamamlamasını temenni ediyorum.

SEDA ONDİN

The Knife & Light Asylum // Shannon Funchess geçtiğimiz günlerde The Knife ile Stockholm’de tekrar bir araya geldiğini ve kayıtta olduklarını duyurdu. Şarkının kimin albümüne gireceği ise şimdilik muamma. Xeno & Oaklander // 2014’te tüm ruhani güçler başımızda toplansın; grubun yepyeni single’ı ‘Par Avion’ gibi tüm şahanelikler bizi kutsasın. Glass Candy // Italians Do It Better’ın Mayıs ayında yayınladığı derleme albümü ‘After Dark II’da yer alan ‘The Possessed’ isimli yeni Glass Candy şarkısı, Body Work’ün artık 2014’te çıkacağının habercisi mi ne? She Past Away // She Past Away’den de beklentim büyük. Hatta albümde birkaç sürpriz isim de yer alacak. Tobias Bernstrup // Tobias Bernstrup’un Romanticism adlı yepyeni albümü 2014’te geliyor. Tobias’tan ufak bir spoiler da aldık; diğer albümlerindeki yoğun italo disco altyapı bir kenara dursun, bu albüm çok daha karanlık, duygusal ve sfenks kadar gizemli geliyor. 91


FILE

BARIŞ AKARDERE

Sampha // Sampha’yı SBTRKT ile birlikte yaptıkları çalışmadan tanıyorsunuzdur. Bense Drake’in ‘Too Much’ şarkısı ile sevmeye başladım. Dual EP’si ve ‘Too Much/Happens’ single’ının ardından Sampha’nın albümü, kesinlikle en heyecanla beklediğim çalışmaların başında geliyor. Jhené Aiko // İşte R&B’nin geleceği. Mükemmel beat seçimleri, kusursuz zamanlama ve öldürücü bir vokal. İyi görünüyor değil mi? Evet. Awanto3 // Amsterdam’ın efsane isimlerinden Steven de Peven (Awanto3) kısa bir süre içinde, nihayet solo albümünü yayınlayacak. House, bossa, beats, techno, Awanto3’den her şeyi bekleyebilirsiniz. Yani temel olarak hiçbir şey beklemeyin. fLako & Dirg Gerner // Farklı isimler altında tek bir kişiden bu kadar olağanüstü müziklerin gelmesi, geçtiğimiz senenin en büyük sürprizlerinden biriydi. Umarım Dirg Gerner EP’si ve José James için yaptığı remix 2014’te albüm yayınlaması için bir başlangıç olur. Beraber // Doğal olarak geçtiğimiz birkaç aydır üzerinde uğraştığım çalışmaları paylaşmak için sabırsızlanıyorum. Mudde, DDK ve O. Boogie ile yaptığım iş birlikleri ve tabii ki yeni Beraber şarkılarıyla bir süredir dans ediyorum.

ASLI ARDUMAN

Xiu Xiu // Tam da bu listeyi hazırlamaya başladığım sırada Xiu Xiu, Şubat’ta Angel Dust: Red Classroom adında yeni bir albüm yayınlayacağını açıkladı, hem de ‘Stupid in the Dark’ isimli yeni bir single eşliğinde. İsmini 1979 tarihli erotik bir Japon filminden alan kapkaranlık bir albüm haberiyle mutlu oluyorum… Solange // Solange’ın 2014’te yayınlanacak yeni albümünün çıkış tarihi henüz kesinleşmemiş de olsa, SBTRKT, Jessie Ware ve Dirty Projectors iş birliklerine dair söylentiler heyecanı artırıyor. Wild Beasts // Sevdiğiniz bir gruptan en büyük temenniniz çok uzun yıllar iyi müzik yapmaya devam etmesidir muhtemelen. Wild Beasts’in üç yıllık bir aradan sonra gelecek dördüncü stüdyo albümünün bir öncekileri aratmamasını umut ediyor ve baharı bekliyoruz. Angel Olsen // 18 Şubat’ta çıkacak Burn Your Fire for No Witness’ı heyecanla beklememin sebebi pek tabii Angel Olsen’ın ilk albümü Half Way Home derken, bir de üstüne yeni albümün ilk single’ı ‘Forgiven/ Forgotten’ı dinleyince bu albüme olan inancım daha da pekişti ister istemez. Wye Oak // 2011’in benim için en güzel albümlerinden biri olan Civilian’ından beridir yolunu gözlediğim Wye Oak ikilisi sonunda 2014’te yeni bir albüm çıkaracağı haberini verdi. Belki çok geçmeden bir single yayınlarlar deyip yeni albümü beklemeye koyuluyorum.

SARP DAKNİ

Azealia Banks // Melbourne performansının daha ilk dakikasında sahnede kafasına doğru atılan bira kutusunu havada yakalayıp, mikrofonunu yere fırlatarak sahneyi terk eden hırçın Azealia’nın ilk stüdyo albümü Broke With Expensive Taste, sadece benim değil pek çoğunuzun merak tahtasında ilk sırada olsa gerek. Metronomy // Bu albümü listeye eklerken, The English Riviera’nın yayınlanmasının üzerinden 2.5 yıldan fazla zaman geçtiğini fark edip hüzünlendim. The English Riviera öylesine iyiydi ki Metronomy’nin çıtayı daha da yükseltmesi çok kolay olmayacak gibi. Imogen Heap // İstanbul Modern’in bahçesinde ağzımızı bir metre ayırarak izlediğimiz büyüleyici Imogen’in bir diğer konseri için, yeni albümün turnesini beklemek gerekiyordu. Güzel haber Sparks adı altında geldi. Tony Bennett & Lady Gaga // Lady Gaga ile yıldızım son stüdyo albümü Artpop’a kadar barışmamıştı. Tam da onun üzerine daha önce Lady is a Tramp için bir araya geldiği caz efsanesi Tony Bennett ile bu kez bir stüdyo albümü için buluşuyor. İlk beşte olmaması düşünülemezdi. Sophie Ellis-Bextor // Karlar prensesi Sophie’nin her albümünün kalbimdeki yeri ayrı. %100 İngiliz yapımı safkan pop ve dansa asla hayır diyemem. Wanderlust’u daha dinlemeden bütünüyle beğeneceğime bire beş koyuyorum.

DENİZ KARAMAN

Raleigh Ritchie // Stay Inside’la kalbimi kırdı, ağlattı, süründürdü, bağırttı, eziyet çektirdi ama o kadar da keyif aldırdı ki devamını sabırsızlıkla bekliyorum. Sampha // Adam inanılmaz. Drake’in sayesinde sessinin güzelliğini binlerce insan duydu, ama Sampha’nın Drake’siz de dünyayı ele geçireceğinden eminim. Cocolores // İki pozitif, gencecik Alman house yaptığında ne kadar psycho enerjik ve mutlu bir şey ortaya çıkacağını hiç bilmiyordum ama Cocolores’in son birkaç EP’lerini dinledikten sonra, dans etmeyi bırakamadım. Şu an bile dans ediyorum. Albümleri çıktığında umarım kalpten gitmem! PARTYNEXTDOOR // The Weeknd biraz esprisini kaybetmeye başladı derken, önüme PARTYNEXTDOOR çıktı. Adamın şarkıları sadece seks, seks, seks! Ama nasıl güzel, yavaş, romantik ve duygulu bir seks. Yatak odasında non-stop repeat! Beraber // Yakın arkadaşım Barış Akardere’nin solo projesi. Onunla beraber Parfait du Plus olarak DJ’lik yaptığım için, yayınlanacak birkaç parçasını daha önce çaldık ve cidden XLR8R’den Hypem’a kadar, İstanbul’dan Rio de Janeiro’ya kadar, herkes Beraber’i konuşacak 2014’te.

XOXO The Mag



INTERVIEW/GAMEs

Burak Tezateşer

Hüsn-ü Mücerred Bir Hikaye Bağımsız oyunların yükselişini destekliyor ve yüksek bütçeli oyunlardan alamadığımız tatları buralarda arıyoruz. Her ay dergide yer verdiğimiz oyun kritikleri yerine bu ay bir değişiklik yapıp, memleketin önde gelen bağımsız oluşumlarından Nowhere Studios’un kurucularından, oyunun yapımcısı Burak Tezateşer ile pek neşeli bir söyleşi yaptık. Ocak ortasında yayınlanacak eserleri Monochroma’dan ve sektörün zahmetli yanlarından bahsettik. röportaj emre doğan fotoğraf yalım kartal

XOXO The Mag


Buzları kırarak başlayalım. Bize biraz kendinden ve stüdyondan bahsedebilir misin? Galatasaray Lisesi ve Üniversitesi mezunuyum. Ekonomi okudum, Barselona’da işletme ve Bilgi Üniversitesi’nde oyun teorisi çalıştım ama doktorayı tamamlamadan oyun yapımcılığına başladım. Stüdyodaki arkadaşlarımın çoğu oyun sektöründe bir şeyler yapan ve alanlarında gelişmek isteyen kişiler. Aslında hep birlikte uzman bir ekip oluşturmak istedik. Karakter ve mekan modelleme, oyun motoru, oyun programlama, kreatif yönetmen, oyun tasarımcısı, sanat yönetmeni, konsept artist, animasyon, müzik, ses gibi farklı alanlarda bir yere gelmiş insanlara daha ileriye gitme imkanı vermiş olduk. Amacımız, her şeyi bilen insanlardan ziyade; rolleri daha da ayrıştırıp, bir şeyi çok iyi bilen insanlar çıkarabilmek.

Monochroma çocukluk, tüketim toplumu ve düşmek üzerine bir hikaye. Oyun dilini mümkün olduğunca kullanabilmek için, Monochroma’yı sessiz, yazısız ve sinematiksiz yaptık. Teknik olarak ‘yandan görünüşlü bir puzzle-platform’ oyunu. Hikayeyi ve mesajları anlamak da, oyuncunun çözmesini istediğimiz bulmacalardan. Geliştirmemiz yaklaşık 2 sene sürdü. Oldukça yorucu bir süreçti, yoğun olarak Ar-Ge’yle, konsept karmaşalarıyla geçen ilk yılın sonunda elimizde pek bir şey yoktu ve ekip epey yorulmuştu. Ortaya çıkan demo ve gelen harika yorumlar, motivasyonu tekrar ateşledi. Monochroma’yla duygusal bağ kurmuş bir ekibimiz var, herkes müthiş bir şey ortaya çıkarmak istiyor, o yüzden bazen aramızda gerilimler de yaşıyoruz. Herkesin ortak isteği şimdiye kadar yapılmış en iyi puzzle platform oyunlarından birini ortaya koyabilmek.

Türkiye’de oyun çıkarmak son yıllara kadar riskli bir işti. Bu durum, mobil ve online oyunlardan sonra biraz değişti denebilir. Piyasada yıllardır var olan, belki ‘direnen’ çok sayıda firma var. Ekip olarak siz bu maceraya atılmaya nasıl karar verdiniz? Türkiye’deki oyun şirketlerinin arasındaki dayanışmaya hayranım. Biz onlardan müthiş destek gördük, dolayısıyla her şeyimizi şeffaf tutuyoruz ve deneyimlerimizi paylaşıyoruz. Dünyada hayran olduğum iki tane stüdyo var, birisi Ankara’dan Taleworlds; Mount & Blade’i yaptıkları zamanı düşününce, taş devrinde roket icat etmek gibi yaptıkları. Diğeri Vancouver’dan Klei; bir stüdyonun yaptığı her oyun mu güzel olur? Bu hala riskli bir sektör ama ben ekonomik tanım itibarıyla ‘risk neutral’ bir insanım, yani gidip piyango bileti almam ama arabama kasko da yaptırmam, güzel şeyler yapabileceğimize inandık ve girdik bir şekilde.

Peki Monochroma nasıl bir deneyim olacak? Oyunculara neler vadediyor? Monochroma bir hikaye. Bazen yapımcılar, yatırımcılar bizden oyunun feature list’ini istiyorlar. Özellikle kreatif yönetmenimiz, Orçun (Nişli) sinirleniyor, “Biz traş makinesi üretmiyoruz burada, bu soruları Fight Club filmi için soran bir kişi olmuş mudur acaba?” diye. Biz oyunculara bir deneyim vadediyoruz. Fikirlerin, duyguların ve kafa yormaları gereken bulmacaların olduğu bir dünya, bir masal sunuyoruz, burdan isteyen istediğini alıp, kalanını bırakabilir. Oyunu ilk görenler “Limbo’ya benziyor.” diye düşünüyorlar. Monochroma’nın kendine has yanlarından bahsedelim mi biraz? Bildiğimiz oyunlar arasında Monochroma’nın en çok benzediği oyun Limbo. Biz de zaten referanslarımızı sayarken önce Limbo’yu ve Ico’yu sayıyoruz. Limbo’nun ambiyansından ve oyuncuya verdiği histen çok etkilendik ve kendi yöntemlerimizle bu hisleri oluşturabileceğimiz bir oyun hazırladık. Ama iki oyunun da bambaşka hikayeleri, bambaşka bulmacaları ve teknik, sanatsal, müziksel altyapıları var.

Monochroma fikri nasıl ortaya çıktı? Monochroma duygusal ve entellektüel bir deneyim yaşatma amacında bir oyun. Bir hikaye anlatmak istedik ve bunu en iyi anlatabileceğimiz form, yeteneklerimiz ve tecrübelerimiz dolayısıyla bir oyun yapmaktı. 95


Kickstarter aracılığıyla ek bütçe almanızın ne gibi faydaları dokundu oyuna? Kickstarter ve aslında kavram olarak kitlesel fonlama, yaratıcı işler yapmak isteyen bağımsız stüdyolar için harika bir olanak. Topladığımız para az gözükmese de, biz buraya gelene kadar çok daha fazlasını harcadık. Ama orada insanların desteğini görmek, oyunla ilgili feedback almak, oyunu tanıtmış olmak ve oyun çıkmadan duygusal bağ kuran, sahiplenen “fan”lara sahip olmak paha biçilemez. Hedef platform ve hedef kitlenizi tanımlayabilir misin? Biz oyunun en iyi PC’de deneyimleneceğini düşünüyoruz. Sessiz, yalnız, odaklanmış bir oyun ortamı. Konsollar ve mobil cihazlar genelde bunu sunamıyor. Ancak PC’de yayınladıktan ve başarımızı tescilledikten sonra, diğer platformlara da gideceğiz. Hedeflerimiz arasında 2014’te Play Station, Xbox, Wii ve teknik olarak mümkün olursa Ouya gibi konsollar ve 2015’te mobil sürümünü çıkarmak var. Mümkün olduğunca kendimiz gibi insanlara hitap eden bir oyun yapmak istedik, bağımsız filmler izleyen, hayata eleştirel bakan, okuyan, müzik zevki olan, yüzeysel işlerden hoşlanmayan yani bizim gibi olan herkes hedef kitlemiz. Oyun geliştirme sürecinde başına gelen en keyifli ve en çok canını sıkan anıların nelerdi? Benim açımdan en keyiflisi, San Francisco’ya GDC konferansında oyunumuzu tanıttığımız sıralarda insanlardan, basından ve özellikle Vander Cabellero, Kellee Santiago gibi isimlerden gelen övgüler oldu. Güzel bir şey yaptığımızı düşünüyorduk ama bunun onaylanması gerekiyordu. En canımızı sıkan şeylerden biri ise Xbox’un Türkiye’ye geliştirici lisansını vermediğini öğrenmek oldu. Paralelde devam eden, ya da Monochroma’dan sonrası için planlanan başka bir oyun var mı? Bizim Monochroma öncesinde başlamış olduğumuz casual Facebook oyunlarımız var, bunların görselleri tasarımı çok önceden bitmiş olduğu için şu anda ekipten bir yazılımcı arkadaşımız bunla ilgileniyor, bir bubble shooter oyunu denedik ama finansal olarak başarılı olmadı, şimdi de bir solitaire oyununu son haline getirmeye çalışıyoruz. Aralık ayında deneme sürümüne çıkacak “Zodiac Solitaire”. Facebook’taki en güzel Solitaire oyununu yaptık diyebilirim.

Oyun sektöründe çalışmak isteyen, programcı olsun, tasarımcı olsun bir sürü gençle konuşma fırsatım oluyor. “Türkiye’de oyun işi zor.” herkesin diline pelesenk olmuş. Bu işler Türkiye’de ABD, Kanada, Avrupa ülkeleri ya da Japonya’ya göre daha zor mu? Tabii daha zor. Öncelikle bir ekosistem yok; atıyorum uzmanlaşmış bir görsel efekt yazılımcısı diye bir kişi yok, ‘environment artist’ yok, oyun tasarımcısı var ama yok, kreatif direktör yok, biz bu tanımları icat ettik ama kimse özellikle bu alanlarda çalışmamıştı. Oysa yurt dışında daha evvel bu rolleri üstlenmiş biriyle çalışma şansınız var. Kendi ilgilendiğiniz alanda, sizden daha uzman birilerine danışmak, kendi seviyenizi, gitmeniz gereken yolu anlamak gibi bir artınız var. Burada kimseden feedback almadan kendini geliştirmeye çalışmak çok zor. Üstelik ABD, Kanada, İskandinav Ülkeleri, Kore ve Japonya’da inanılmaz destekler var oyun sektörüne, bizde de verilmek isteniyor ama yapı hala oturmadı. Biz binbir zorlukla ilk TÜBİTAK desteğimizi aldık. Ürün geliştirme ve sonrası için altyapı hazırlayacak ikinci projemiz, gayet düzgün bir şekilde anlatılmış olmasına rağmen yeterli Ar-Ge barındırmadığı gerekçesiyle reddedildi. Oysa her türlü savunma sanayi projesi destekleniyor. Bu, ülkenin vizyonunu gösteren güzel bir kriter bence. Osmanlı döneminden beri Batılılaşma topla, tüfekle olacak zannediyoruz. Türkiye’de nispeten yüksek bütçeli filmler çıkmaya başladı. ABD’de oyun pazarının hacminin Hollywood’u geçtiğini düşünürsek, yerli ve yüksek bütçeli bir oyun ne kadar olası? Benim en büyük hayalim bu. Burada iki derdim var, ilki Türkiye’yi değiştirmek; tecrübeli, yaratıcı, görsel ve teknik alanda uzman işgücü ihtiyacımız var, zaman lazım ama sabredebilirim. Daha çok devlet desteğine, pazarda tanınırlığa, yurt dışındaki uzman ekiplerle iş birliklerine ihtiyacımız var, bunun mücadelesini de veriyoruz zaten. İkinci derdim piyasadaki yüksek bütçeli oyunların içeriğiyle alakalı; ben bu oyunlar tarafından aptal yerine konmaktan sıkıldım. AAA oyunlardan daha özgün, içerik olarak kaliteli, anlamlı, derinliği olan işler bekliyorum. Kitap okurkenki, film izlerkenki dolgunluğu bekliyorum. Bağımsız oyunlar bu boşluğu nispeten doldurabiliyor ama büyük şirketlerdeki eski kafalı yapımcıların değişmesi lazım. Dünyada bu beklentiye olan eğilim giderek artıyor. Zamanla olacak ve umarım bir gün daha büyük bütçeli oyunlar çıkarabileceğiz.

XOXO The Mag



INTERVIEW/ART

HALİL ALTINDERE

Bir Anti-Kahraman

Yakın dönem sanat tarihinin önemli figürlerinden Halil Altındere, son üç yılda üç farklı ülkede açtığı kişisel sergileri ve şu an Avrupa’yı ve ABD’yi dolaşmakta olan videosu ‘Wonderland’ ile kışkırtıcılığının sınırlarını genişletti. Biz de bir sabah kendisiyle yayıncı, küratör ve sanatçı olarak serüvenlerinden, 1990’lardan bugüne sanat sahnesindeki değişimden konuştuk. röportaj elif kamışlı fotoğraf yalım kartal

XOXO The Mag


Guard, 2012, Balmumu Heykel; Vehbi Koç Vakfı Çağdaş Sanat Koleksiyonu izniyle, Fotoğraf: Rıdvan Bayrakoğlu

İllegal Sokak Satıcısı Anıtı, 2012, Balmumu Heykel, Çantalar; Sanatçı ve PİLOT Galeri izniyle, Fotoğraf: Rıdvan Bayrakoğlu

projeden bahseder misin? Süreyyya ile 2007’de ‘Kullanma Kılavuzu: Türkiye’de Güncel Sanat 1986-2006’, 2011’de de ‘101 Yapıt: Türkiye Güncel Sanatı’nın Kırk Yılı’ adlı iki kitap hazırlamıştık. Birincisi 15 yazarın katılımıyla oluşan ve dört kuşaktan 78 sanatçının sunulduğu bir kitaptı ve daha çok sanatçıların tarihiydi. İkincisinde ise sanat tarihine eserler üzerinden bakmaya çalıştık. Bu iki projenin ardından güncel sanat konusunda çocuklarla ilgili ciddi bir çalışma olmadığını fark ettik, var olan yayınlar da genelde Batı merkezli kitapların Türkçeye çevrilmiş halleriydi. Bu doğrultuda Süreyyya ile birlikte farklı temalarda, güncel sanatı 1967’den günümüze kadar getirdiğimiz bir seçki yaptık; daha enformatik ve pedagojik yanı olan bu yayın için çocuklarla ilgili zengin bir bölümü olan Yapı Kredi Yayınları ile iş birliği yaptık. Bunu hazırlarken, hiçbir kitapta duymadığımız bir heyecan yaşadık.

1999’dan beri devam eden art-ist yayıncılık ile büyük bir boşluğun dolmasına katkıda bulunuyorsunuz. Sanatçı kitaplarının, sanat tarihi yazımının pek yaygın olmadığı bir coğrafyadaki neredeyse 15 yıllık yayın macerandan bahsedebilir misin? 1990’ların ikinci yarısında “Genç Etkinlikler”den çıkan yeni bir kuşağın katılımıyla daha hareketli bir ortam oluşmuştu. Benim de yüksek lisans için İstanbul’a geldiğim dönemdi. Farklı pozisyonlardan gelen, ama benzer kaygıları olan kişilerle bir araya gelip düzenli tartışmalar yapıyorduk. Tartışmaların merkezinde de neden fikrimizi, üretimimizi tartışabileceğimiz bir platform olmadığı sorusu yatıyordu. Buradan kaynaklanan bir motivasyonla bir grup genç sanatçı, sanat tarihçisi, eleştirmen ve radikal siyasetle ilgilenen kişi olarak birlikte bir dergi yapmaya karar verdik. 1999’un Haziran ayında art-ist’in ilk sayısı çıktı. Şunu da belirtmekte fayda var ki, o dönemde Vasıf Kortun New York’tan Türkiye’ye dönmüştü ve “Resmi Görüş” adında bir dergi çıkarıyordu. Tünel’deki Istanbul Contemporary Art Project (ICAP) adlı ofisinde her Cumartesi bir araya gelip genellikle dünya sanatını tartıştığımız buluşmalar yapardık. Bu, birçok birlikteliğin olduğu ve o birlikteliklerden inisiyatiflerin ya da sanatçı topluluklarının oluştuğu bir süreçti: Oda Projesi, Selda Asal’ın Apartman Projesi, Selim Birsel ve Mürüvvet Türkyılmaz’ın Bir Dükkan: Sanat Mekanı, Kamil Şenol ve Canan’ın Nihayet İçimdesin başlıklı tabela sergileri gibi... Biz de Vahit, Şener, Süreyyya, Erden, Serkan, sonradan aramıza katılan Hüseyin Alptekin ve diğer arkadaşlarla dergi projesi olan bir ekiptik. Sanatta profesyonelleşmenin, ayrışmaların henüz olmadığı, kolektif bir aradalıklar içinde yoğun tartışmaların olduğu bir ortamda art-ist doğdu ve on yıl boyunca hiçbir kuruma bağlı olmadan, altı ayda bir çıkarıldı. Derginin yayın hayatını 2008 yılında dondurduktan sonra yayınlarımıza teorik, yakın dönem güncel sanat tarihi ve genç sanatçıların ilk kitapları olmak koşuluyla monografik serilerle bugüne dek devam ettik. Sanıyorum toplamda 30-40 tane yayınımız oldu.

Peki dergi süreci küratörlük çalışmalarınla nasıl ilişkilendi? 1990’ların 2000’lere evrilmesi sürecinde konvansiyonel sanat dünyasından güncel sanata bir geçiş vardı ve art-ist’in sanattaki bu dönüşüme bir katkısı oldu. İstanbul-İzmir-Ankara merkezli sanat ortamını kırıp, Türkiye’nin farklı şehirlerine de yollandığı için oralarda da çoğu genç, bu meselelerle kafası karışık bir okur kitlesi oluşmuştu. İlk küratörlüğünü üstlendiğim sergiyi (Seni Öldüreceğim İçin Çok Üzgünüm!, 2003) yapma nedenim art-ist’in editörlük sürecinde farklı şehirlerden eleştiri almak için bize üretimlerini gönderenlerle kurduğumuz bağlantılara bakarak, birikmiş enerjiyi bir araya getirme isteğiydi. Yani küratörlük de yayıncılık gibi başladı; çok iyi işler üretiliyor, ama gösterilebilecekleri ortamlar çok sınırlı. O dönemin galerileri daha çok orta ve yaşlı kuşağın işlerini sergiliyor. Güncel sanat diye bir şey oluşmuş, ama platformu yok. Bu yüzden de iki yılda bir art arda beş tane sergi yaptık. Yayıncılıkla uzun zamandır uğraşan biri olarak senin kişisel kütüphaneni merak ediyorum... Benim bireysel kütüphanem 1998’den beri önce ICAP, sonra Garanti Platform ve şimdi de SALT Galata kütüphanesi diyebiliriz. Biz sanat ortamına girdiğimizde Türkiye’ye gelen sanat dergileri çok sınırlıydı ve

Son olarak Süreyyya Evren ile birlikte çocuklara Türk sanatçıların işlerinden örneklerle güncel sanatı anlattığınız bir yayın (Çocuklar için Türkiye Güncel Sanatı) hazırladınız. Bu 99


internet de pek olmadığından dünyada neler oluyor bilmek açısından, yurt dışından sürekli yayınların geldiği bu kütüphaneler önemliydi. Vasıf da ABD’den beraberinde valizlerce kitap ve katalog getirmişti. Ben de sürekli oralara gidip araştırma yapardım. Bunun bir sebebi bireysel merakım, diğeriyse art-ist yayınlarının bir editörü olarak dünyada olup bitenleri takip etmekti. Sanatıma ayırdığım zamandan çok oradaki yayınları, diğer müzelerde neler olup bittiğini izlediğim bir dönem olmuştu ve bu merak her zaman taze kaldı. Hiçbir zaman “Artık yeter, kendi kütüphaneme döneyim.” demiyorum; çünkü benim kütüphanem aynı zamanda dünyadaki bütün kütüphaneler. Bugün seyahat ettiğim birçok şehirde de, genellikle herkes önce müzeye girerken, ben önce müzenin kütüphanesine/kitapçısına bakıyorum. Buradan sanatçı Halil Altındere ile ilgili sorularıma geçiyorum. Yakın dönem çalışmalarından ‘Mezopotamya Üçlemesi’ndeki videoların ‘Oracle’ ve ‘Mirage’ da her zaman tercih ettiğin doğrudan dilin ötesinde daha metaforik bir anlatıma yer verdin. Buradaki dilsel sıçramadan bahsedebilir misin? Öğrenciyken kavramsal sanat, Fluxus, 1960-1970 arasındaki performans sanatıyla ilgileniyordum. Türkiye’den ilgilendiklerimse Nilgün Özayten’in tezinde de bir araya getirdiği post kavramsal sanatla uğraşan sanatçılardı. Bu ilgime rağmen, kavramsal sanatın sadece sanat için sanat yaklaşımının ya da ev ödevini yapmış izleyici gereksiniminin benimle örtüşen bir yanı yoktu. 1990’ların ortasından 2000’lerin ortasına kadar sanatsal dilimin daha doğrudan olduğu, hem mesaj hem de form olarak anlaşılabilirliği ön planda tuttuğum uzun bir dönem var. Nitekim küratörlüğünü yaptığım sergiler de, art-ist dergisinin dili de böyleydi. Hepsinin özünde “burada, şimdi ve burası için” fikri var. Bunların hepsini birlikte düşündüğünüzde birbirini tamamlıyorlar; ve dönüşüm içerisinde zamanla başka bir yöne evriliyorlar, haliyle bu değişim sanatsal dile de yansıyor. 1990’lar Türkiye’nin en karanlık yılları; o dönemin siyasal ve sosyal durumuna bakınca ‘Kayıplar Ülkesine Hoşgeldiniz’ ya da ‘Ya Sev Ya Terket’ gibi o dönemin siyasal atmosferiyle doğrudan ilişki kuran işleri ben kaçınılmaz olarak görüyorum. 2007’de Documenta’ya davet almamla birlikte aslında ilk defa özüme, doğduğum topraklara döndüğüm ‘Dengbejler’ video çalışmasını gerçekleştirdim. 2008’de ise medeniyetlerin doğduğu ve yakın gelecekte sular altında kalacak Hasankeyf’te ‘Mirage’ı ve ardından da Hasankeyf’in geleceği gibi düşünülebilecek ‘Oracle’ videosunu yaptım. Orada gerçeklik ve kurguyu karıştırıp, senin deyiminle daha metaforik bir sanat formu kullandım. Oysa bana kalırsa bu coğrafya ile ilgili herhangi bir metafor yapmaya gerek yok; suyun ortasından bir minarenin çıkmış olması ya da kayıkla bir barajın üstüne gidildiğinde suyun altında bir köy görmek en sürrealist işten daha sürrealist ve daha gerçek. Balmumu heykellerin 2008’de Yapı Kredi’nin önünde sergilenen ‘Pala Şair’ ile başladı. 2012 yılında üretilen diğer dört heykelden ‘Güvenlik Görevlisi’ ve ‘İllegal Sokak Satıcısı Anıtı’ geçtiğimiz sonbaharda Türk izleyicisiyle buluşurken; ‘Telephone calls from İstanbul’ ve ‘MadMan’ Tanas Berlin’de sergilendi. Bir Türk olarak balmumu deyince aklıma birçokları gibi ilkin Madame Tussauds Müzesi geliyor. Türklerin kolektif hafızasında böylesine bir yeri olan balmumu gibi bir malzemeyi neden seçtin? Genelde üretiminin zorluğu ve pahalılığı gibi nedenlerden, ‘değerli’ ve ‘popüler’ kişilerin balmumu heykeli yapılır. Bu işlerim daha önceden de kullandığım bir taktikle malzemeye yüklenen anlamı ve insanların algısını tersyüz etme isteğinden kaynaklandı; hiçbir zaman heykeli yapılmayacak kişilerin heykelini yapmak istedim. İlki, yaklaşık 20 yıl boyunca İstiklal Caddesi’nde bir heykel gibi duran Pala Şair idi. Kendine özgü kıyafeti, bir sürü rozeti, pala bıyığıyla dikkat çeken biriydi. Ofisim İstiklal Caddesi’nde olduğu için onunla sürekli karşılaşıyordum ve bir gün Pala Şair’i klonlamayı, caddede aynı anda ondan iki tane olmasını istedim.

SALT Beyoğlu girişinde yer alan ‘Güvenlik Görevlisi’ de bienalde çok ilgi çekti... Evet, genellikle üniforma giymiş coplu güvenlik görevlileri bir mekana girerken böyle hoş bir his yaratmıyorlar. ‘Güvenlik Görevlisi’ heykeli form olarak bir cüce boyutunda. Onu sevimlileştirerek davetkar hale getirip izleyiciyle kurum arasındaki o geçişi yapıbozuma uğrattım. Nitekim güler yüzlülüğüyle sergi süresince herhangi bir güvenlik görevlisinin hiçbir zaman görmeyeceği ilgiyi gördü. Peki ‘İllegal Sokak Satıcısı Anıtı’... Aslında bu işe baktığımızda Pala Şair’den çok farklı değil. Biz bu kağıtsız göçmenleri bir ülkeden diğerine giderken gereğinden fazla yolcu alıp batan gemilerin üçüncü sayfadaki haberlerinden tanıyoruz. Bu satıcılar dünyanın farklı metropollerinde hava kararınca ortaya çıkıyorlar; kimi saat, kimi çanta, ama hep ünlü markaların imitasyonlarını satıyorlar, onları ulaşılabilir kılıyorlar. Bu heykel de hem bu kağıtsızların yasal ve yasadışı olmak arasındaki durumunu, sattıkları imitasyon ürünlerin gerçekliğini ve sahteliğini, ve yine aslında görünmemesi gereken kişinin görünür olmasını irdeliyor. Aynı zamanda hoş bir jest olarak gördüğüm belli figürlere atıfta bulunan işlerin senin merakını sezdirmesi bakımından otobiyografik özellikler taşıyor. Emma Goldman, Alexander Brener, Mladen Stilinovic, Serge Gainsbourg ve Metin Erksan gibi isimlere baktığımda karanlıklar ülkesinden gelen anti-kahramanları görüyorum; içlerinde sertlik ve hüzün barındırıyorlar. Onları eserlerine taşımanı biraz anlatır mısın? Atıf yaptığım kişi ve eserler kendimi oluşturma sürecimin birer parçası... Geçtiğimiz Şubat ayında CA2M’de (Madrid) yer alan sergim için küratör, öğrenciyken yaptığım ilk işi; Henri de Toulouse-Lautrec’e atıfta bulunan bir foto kolajı sergiye dahil etti. Toulouse-Lautrec, 19. yüzyılın sonunda önemli bir ressam. O dönem fotoğraf sanatta bir altyapı olarak da kullanılıyor; sanatçı da bir foto kolajla atölyesinde kendisine modellik yapan kendini gösteriyor. Öğrenciliğimde sanat formlarını araştırırken bu benim çok ilgimi çekmişti ve okuldaki ilk fotoğrafik işimde kendimi, kendime poz verirken göstermiştim. Erksan, Brener, Gainsbourg, Mladen Stilinović, derken haklısın, bunlar hep anti-kahramanlar... Bu seçki belki bir yandan tesadüfi, bir yandansa benim yapmak istediğim şeyleri tamamlayan öğelerden oluşuyor; onlar bir şekilde beslenme kaynaklarım. Şüphesiz 13. Uluslararası İstanbul Bienali’nin en dikkat çeken işlerinden biri 2013’ün Şubat’ında üretmiş olduğun ‘Wonderland’ idi. Kentsel dönüşüm meselesini sert bir dille anlatan bu video için Sulukule’den Tahribad-ı İsyan ve hip hop’un kralı Fuat ile çalıştın. ‘Wonderland’ izleyiciyi ilk andan itibaren içine çekiyor ve kendini defalarca izlettiriyor... Bunlar filmi kurgularken saniye saniye düşünülüp yapıldığı için olabilir. Bir de müziğin bir sihri var, çocukların hayatlarından yola çıkarak sözlerini yazdığı ‘Wonderland’ büyülü bir parça ve seni alıp içine çekiyor. Şarkının sözlerinin çok sağlam olması, bu çocukların bugün yozlaşmış müzik sektörü içinde cesaret gösterip böyle bir performansı çekincesizce yapmaları izleyiciyi çekiyor. Son bir ay içerisinde yaptığım seyahatlerde gördüm ki, video dünyada kulaktan kulağa yayılmış. Serpentine’ın maratonunda daha sunum için sıramı beklerken tebrikler alıyordum. İlk defa bir eserimin bu kadar farklı yerlerde bu kadar yoğun ilgi gördüğünü söyleyebilirim. Hans-Ulrich Obrist’in videoyu izleyip beni hemen ardından maratona davet etmesi, aynı hafta İsviçre’deki bir dergiye eseri Goya’nın kurşuna dizilenler tablosu ile ilişkilendiren bir yazı yazması; New York’tan Creative Time’dan, içeriğin çoktan belirlenmesine rağmen ‘Wonderland’i izledikten sonra dünyadaki mutenalaştırmayı ele aldığı programa katılmam için çağrı gelmesi değerli ve önemli. Kentsel dönüşümü, ağlayan çocuk, evi başına yıkılan kişinin feryadı şeklinde değil de, bu çocuklar gibi her şeye rağmen cool olan ve başını dik tutan bir direnme stratejisi içerisinde göstermek istedim.

XOXO The Mag


Wonderland, 2013 Şubat, HD Video, 08'25''; Sanatçı ve PİLOT Galeri izniyle

Peki Tahribad-ı İsyan ile çalışmaya nasıl karar verdin? Dedim ya, uzun yıllardır Türkiye’deki kentsel dönüşümle ilgili bir şey yapmak istiyordum; ama yaparken de bu insanlara acınmasını istemediğim için biraz mesafeli durmuştum. Kentsel dönüşüm ile ilgili bir mağduriyet var ve bu bir kanser gibi gittikçe şehrin merkezine doğru geliyor. Romanlar da sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde vatansız kişiler olduğu için ilk oradan başladılar. Bu yüzden sembolik bir yanı da vardı; yoksa Sulukule sonrasında birçok yer kentsel dönüşüme uğradı, uğruyor. Pınar Öğünç’ün Radikal’deki bir yazısında Tahribad-ı İsyan’ı okuyunca etkilenmiştim. Ardından Sulukule’ye gittim ve bu tarzda müzik yapıyor olmaları çok ilgimi çekti. 7-8 ay birlikte takıldık; ben sıklıkla Sulukule’ye gittim geldim, onlar buraya geldiler ve onlara işlerimi gösterdim, ne yapmak istediğimden bahsettim. Bu esnada işin daha sanatsal kısmıyla ilişkili, daha kurgusal ve kentteki durumu herkese doğrudan görünür kılabilecek formları seçerek bir senaryo oluşturdum. Çekimler için uçan kamera kiraladık; profesyonel dublörler ile çalıştığımız sahneler oldu. Ama sözler tamamen çocuklara ait. Şunu da belirtmek önemli; kentsel dönüşüm sırasında kurulan Sulukule Platformu ve ardından Funda Oral yönetimindeki Sulukule Çocuk Atölyesi’nin bu çocuklara ve videoya katkısı çok.

şunu söylemek istiyorum: Bir gün uluslararası sergilere katılmak, müze koleksiyonlarına girmek ve uluslararası anlamda görünür olmak istiyorsan sadece galerilere umut bağlamak yanlış. Galeri seni ünlü etmez, ederse de bu Misak-ı Milli sınırları içinde olur. Sen ancak kendi sanatsal dilini kurduğunda, iyi bir sanatçı olup uluslararası sergilere kendiniz davet alabilirsiniz. Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse kendi kariyerini kendin yapacaksın; kimse senin adına kariyerini yapamaz, yaptığında da sahte olur ve balon gibi patlar. Bitirmeden bir de geçmişe gidelim istiyorum. Hikayene bakınca seni tam zamanında İstanbul sanat sahnesine girmiş bir provokatör gibi de görüyorum. Üniversite son sınıftaki Halil’in aklından neler geçiyordu? Çukurova’da Resim Öğretmenliği bölümünde okurken her hafta 200 galeriye mektup yazıp yayın istiyordum; ve bunları takip ederek İstanbul’da yapılan bütün üretimleri biliyordum. Kataloglara bakarak yıllar içinde belirgin bir estetik beğeni oluşturmaya, iyiyi kötüyü ayırabilmeye başladım. Nitekim 1996’da yüksek lisans için İstanbul’a geldiğimde büyüttüğüm kadar bir durum olmadığını, daha bu insanların tartışabilecek güncel sanat ile ilgili bir dergileri bile olmadığını gördüm. Sanat ortamında ise 20-30 yıl rötarlı sanat üretiminin olduğu, uluslararası olmayan bir pazar vardı. Elbette 1970’lerden ve 1980’lerden gelen orta kuşaktan sanatçılar vardı; ama onlar da neredeyse bu yerel kötü pazarda görünür olmamak için atölyelerinde üretmeye devam ediyorlardı. Bu anlamda ‘Yeni Eğilimler’, ‘Günümüz sanatçıları Sergisi’, ‘Öncü Türk Sanatından Bir Kesit’, ‘İstanbul Bienali’ ve ‘ABCD’ sergilerine katılan sanatçılar çok önemli. Bugün bizim yaptığımız bütün üretim o kuşağın oluşturduğu yol üzerinden gerçekleşiyor. Kimse sanat 1990’lardan sonra başladı diyemez; biz art-ist’ten çıkarmış olduğumuz yayınlarımızda bunların kökenlerini de göstermeye çalıştık.

Küratör Halil Altındere olarak şimdiki kuşakla ilişkini merak ediyorum. 2000’in ilk on yılında küratörlüğünü yaptığın sergilerle sanat dünyasına birçok yeni isim kazandırdın. Yeni kuşakla sizin dönem arasında gördüğün belirgin farklılıklar var mı? 2000-2010 arasında yaptığımız sergilere katılan sanatçıların hepsi bugün gündemdeler ve bana kalırsa bu da kolektif şekilde bir şeyler yapma isteğinin ne kadar doğru olduğunu gösteriyor. Bugün ne yazık ki o birliktelik dağıldı; bu durum da 2005 sonrasında Türkiye’deki sanat ortamına uluslararası ilginin biraz daha yoğunlaşmasıyla, sergi tekliflerinin ve yurt dışı sergilerinin çoğalmasıyla başladı. Son yıllarda bunun içine ticari galeri sistemi girince de sanatsal olarak birlikte paylaşımın olmadığı, her şeyin galeri çatısında gerçekleştiği bir hal oluştu. Bunlar bende hayal kırıklığı yaratıyor. Çünkü bir sanatçı olarak sanatsal formunu, kullanacağın dili en iyi test edeceğin yerler alternatif mekanlar ve sergilerdir; galeri sadece sergini yapmaktan, işini satmaktan, senin yerine sergi yazışmalarını yapmaktan, bir fuara katılmaktan sorumludur. 2000’lerin başında kurumlara karşı eleştirel tutum takındığımız sergilere katılanların şu anki tavrının yeni kuşağa da kötü örnek olduğunu düşünüyorum. Biz eskiden sistemle savaşırdık; şimdi insanlar sisteme girmek için savaşıyor. Böyle bir kuşağa sempatiyle yaklaşıp, onlara sergi yapmam çok zor. Sanatçılara

O zaman her şey ihtiyaçtan doğdu diyebilir miyiz? Evet, bu kolektif biraradalıklar bireysel ihtiyaçtan ve buradaki sanat ortamının ihtiyaçlarını belirleyip boşlukları doldurma isteğinden kaynaklanan bir serüvendi. Sanat üretmemi, yayıncılığımı, küratörlük yapmamı aynı hedef doğrultusunda ilerleyen ve birbirini tamamlayan şeyler olarak görüyorum. Biraz da burayla ilişkide olmak, yayın ve sergilerle buradaki sanat dönüşümüne katkıda bulunmak bana heyecan veriyor. Hazır kabul görmüş bir şeyin içinde var olmaktansa, rahatsızlık duyduğum şeyi yok etmeyi ve onun yerine kendim önerilerde bulunmayı yeğlerim. O yüzden de ilk sergimin ismi “Seni Öldüreceğim İçin Çok Üzgünüm” idi. 101


INTERVIEW/FASHION

Scott Sternberg

The Outsider

Sürü psikolojisinin dillere pelesenk olduğu bir zamanda, sürünün içerisinde bağımsızlığını ilan eden ve nevi şahsına münhasır olma yolunda sınırları içerisinde ilerleyenlerin aksine Scott, ani bir manevrayla sürüden kopuyor. Nouvelle Vague ilhamlarıyla kurduğu, sinema kareleriyle dolu markası Band of Outsiders ile kısa sürede başarıyı yakalayan Scott’ın tasarımları sakin sularda yüzüyor olabilir, ama kendisi Godard’ın meşhur söyleminden biraz çalacak olursak; Franz Kafka’nın, Alice’in ‘harikalar diyarındaki’ yansıması gibi. röportaj aslin kumdagezer fotoğraflar scott sternberg

XOXO The Mag


odaklanabilmeme olanak sağladı.

Kariyerinin ilk zamanlarına baktığımızda, aslında moda endüstrisi planların arasında görünmüyor, bu keskin dönüşün sebebi ne oldu? Film endüstrisinde başladığım profesyonel hayatım aslında işimde ne kadar sıkıldığımı anlamamla kökten bir değişime uğradı. Yani birçok insanın aksine benim yapmak istediklerimi şekillendiren neleri sevdiğim değil, bilakis sevmediğimi görmek oldu. Böylece benim için nelerin önemli olduğunun farkına vardım. Özgürlük, girişimcilik, fikirlerimi olabilecek en saf ve en direkt halleriyle paylaşabilmek, fiziksel bir şeyler tasarlayabilmek ve tüm bunların yanında, içerisinde bulunduğum film endüstrisinin hikaye anlatıcılığını kendime özgü bir yolla sunabilmek beni tetikleyen etkenler oldu.

Peki ardından kadın koleksiyonlarının gelişi nasıl oldu? Barneys aradı ve bir teklifte bulundu... Neden kadın koleksiyonunu direkt markaya dahil etmek yerine önce, Boy ve Girl olarak iki yan markayla çıkarıp sonrasında Band of Outsiders’la birleştirme kararı aldın? Kadın giyimin konseptini anlayıp, mümkünse kişiselleştirip kendi nişimi bu karmaşık dünyaya nasıl aktarabileceğimi görmek için yaptığım bir manevraydı bu. Markalar ve koleksiyonlar belli bir farkındalık seviyesine gelince de başlarda bana yardım eden bu manevranın artık yaratıcılığımı ve müşterinin algısını kısıtlamaya başladığını fark ettim. Böylece sunmak istediğim her şeyi Band of Outsiders adı altında toplamanın en doğrusu olduğuna karar verdim.

Tasarım alanında eğitim almamış olmak etkilerini nasıl gösterdi? Başlarda, koleksiyonların genişliğini ve yapabileceklerimin sınırlarını kısıtlayan bir unsur olmasına rağmen, şimdi baktığımda aslında bu, Band’in uzun vadede geleceği için hayli yararlı oldu. Markanın, sadece tişört ve kravatlar yapan bir erkek giyim markası olduğunu ve tasarımsal anlamda nasıl bir tonu olacağını belirlemede büyük kolaylık sağladı. Ben de böylece markanın ilk yıllarında moda dünyasının o ‘parıltılı’ sokaklarında kaybolmadan şirketimi kurabildim. Zira, endüstrinin o ışıltılı kısmının, erkek giyim söz konusu olduğunda kadın giyimdeki kadar büyük önem taşıdığını da pek düşünmüyorum açıkçası.

Robert Altman’ın film noir’ı The Long Goodbye’a bir saygı duruşu olan son koleksiyonundan yola çıkarak soruyorum; markanın adının Jean Luc Godard’ın filmiyle aynı isme sahip olması tesadüf mü? Hayır, kelimenin tam anlamıyla bir sinefilim ve doğal olarak ilhamımın büyük bir kısmını o hikayelerden ve beni etkileyen karelerden alıyorum. İş, markam için bir isim bulmaya geldiğinde de ilhamı yine aynı yerde buldum ve fikirler arasında gidip gelirken aynı zamanda en sevdiğim filmlerden biri olan Band of Outsiders karşıma çıktı. Bu üç kelimenin bir aradalığı da oluşturmaya çalıştığım şeyin tam bir tercümesiydi aslında.

Bahsi geçmişken; neden sadece tişört ve kravatla başladın? Ne halt ettiğim hakkında hiçbir fikrim yoktu ve yabancı olduğum bir dünyada kaybolmadan ilerleyebilmemin tek yolu bir şekilde aşina olduğum dallara tutunmaktan geçiyordu. Bahsi geçen durumda bu, kumaşlardı. Sadece tişört ve kravatla başlamak, tüketici ve amatör bir grafik tasarımcı olarak yakından bildiğim doku ve kumaşlara

O günden şimdiki zamana geldiğimizde aslında başarıyı hiç de azımsanamayacak kadar kısa bir sürede yakaladın... Bu sektördeki 10. yılım, ve itiraf etmeliyim, bir ömür gibi geldi. Gerçekten çok çalışmam gerekti, hala da gerekiyor... Ama dediğin gibi, 103


hemen hemen başladığımız ilk günden itibaren belli bir tanınırlığa ulaştığımız için çok şanslıydık. Sebebininse ürün odaklı çalışmak ve her sezon değişmektense istikrarlı bir estetiğe sahip olmak olduğunu düşünüyorum.

kopuk olması itibarıyla ayrıca saygı duyduğum bir yer. New York, birçok tasarımcı için taşı toprağı altın bir şehir olabilir ama Los Angeles benim evim. Biraz da sanırım bu yüzden benim için önemli, ben de yaptığım işin burada yürümesini sağlıyorum.

Kampanyaların da aslında bu istikrarın bir parçası, ilk günden beri Polaroid’lerle çekim yapmanın sebebi ne? İşin başında tamamen pratik olduğu için seçtiğim bir yöntemdi. En yakın marketten film alıp çekebiliyorsunuz. Tabii o zamanlar şimdiki gibi artistik değil daha ticari amaçlara yönelik kullanıyordum fotoğrafları. Fotoğrafçılık geçmişim de olduğu için kampanyaları kendim çekmek istedim ve bunu yapmanın en kolay ve ucuz yolu Polaroid’lerdi. Aslında her şey biraz tesadüfi gelişti diyebilirim. Ama günün sonunda mesajı iletme şeklinin ilettiğin mesajın önüne geçmemesi gerektiğini ve aslında o aracın çok da önemi olmadığını düşünüyorum. Değişim sinyallerini aldınız mı?

Bir röportajında Olivier Salliard, geçmişte bir buçuk saat olan defilelerin şimdilerde yedi dakikaya kadar inmesine ithafen yeni nesilde çığır açacak bir tasarımcının defile kavramını yok etmesi gerektiğini, çünkü halihazırdakilerin bu sihirli dünyayı yansıtmaya yetecek kadar uzun olmadığını söylemişti. Bu, aklıma anında senin 60 saatlik sunumunu getirdi... Modayla ilgilenen bir kalabalığın ilgisini yeni şeylere çekmek ne kadar zor olsa da ben her zaman yeni formatlar peşinde koşan biri oldum. Özellikle söz konusu kadın giyim olduğunda belirli kalıpların dışına çıkmaktan hoşlanmıyoruz. Ben de bu noktada izleyiciye beklediğini verip, kıyafet tasarımını odağımda tutmak adına defile formatından vazgeçmiyorum. Bu minvalde erkek giyim daha geniş bir oyun alanı sunuyor. Biz de bunu değerlendirip deneyselliğin sınırlarını zorluyoruz. Yenilik peşinde koşmak ve bunu yaparken eğlenmek kanımda var... Tabii, büyük ölçekte, insanları etkilemeyi ne kadar başarabildiğimi bilmiyorum. Umarım yeterince fazladır ve zaman geçtikçe daha da artar.

Evet... Yine kampanyalardan devam edersek, modeller yerine ünlülerle çalışmak zaman zaman riskli olmuyor mu? Tabii, isimsiz bir model yerine ünlülerle çalışmak, kişinin markanın önüne geçmesi gibi bir riski her zaman taşır ama biz genelde daha şatafatsız ve uyumlu ünlülerle çalıştığımız için riski en aza düşürüyoruz sanırım. Çalıştığımız ünlüler grubu aslında oldukça eklektik ve bir kişinin genel mesajı ele geçirmesinde ne gibi değişimler yapılabileceğinin kanıtı gibiler... Hiç seninle çalışmak için teklif getiren oldu mu? Tabii ki, burası Hollywood! Menajerler ve ajansların şehri. Röportajlarından birinde New York’un moda dünyasına girmeyi kesinlikle reddettiğini ve oradan ilham alarak tasarlamak istemediğini okudum. New York’u bu kadar kötü yapan ne? Ya da belki neden Los Angeles daha iyi diye sormalıyım... Los Angeles’ta yaşamak tamamen kişisel tercihim... Kabul edelim çok daha rahat, kolay, sıcak ve güneşli bir atmosfer. Ana akım modadan da

Özellikle sunumdaki bu inovasyon isteğin, sinemayla asla koparamadığın bağın diyebilir miyiz? Kesinlikle. Her ne kadar defilelerin auteur unsuru olsa da bana daha teatral geliyorlar, ben de bu anlamda sinematik alana yaklaşmak için elimden geleni yapıyorum. Bu anlamda önümüzdeki sene bizi neler bekliyor? Sanırım biraz mola vereceğiz. Önümüzdeki yıl New York’ta açacağımız mağaza üzerine odaklanıp markanın özünü oraya nasıl entegre edebileceğimize bakacağız. Yarattığın yan markalara dönersek, René Magritte ilhamıyla

XOXO The Mag


yarattığın This Is Not a Polo Shirt fikri nasıl gelişti? Polo tişörtlerle ilgili bir seri çıkarmak istedim. Fikir aslında çok yeni değildi, sonuçta Band’in kendisi de preppy kıyafetler hakkında bir preppy giyim markası. Dada ve sürrealizm hayranı olarak, neden buradan bir şeyler çıkmasın diye düşündüm ve Magritte’in sözünü koleksiyona entegre ettiğimde o kadar yanlış göründü ki kesinlikle doğru olduğuna karar verdim. Sonra aynı Boy ve Girl’de olduğu gibi odağı dağıtmamak için This Is Not a Polo Shirt’ü Band’den ayırdım. Aslında bana kalsa Boy, Girl ve This Is Not a Polo Shirt hala markadan ayrı olurlardı. Neyse ki söz konusu yan marka üretmek olunca tükenmeyen bir fikir dağarcığına sahibim. Şimdiki önceliğimse konseptlere fazla takılmadan Band of Outsiders’ın mesajını yayabilmek.

ticari tarafı var. Aradaki dengeyi nasıl kuruyorsun? İtiraf etmem gerekirse zevkim ve arzularım zaten oldukça ticariler, en azından öyle olduklarını düşünüyorum. Tasarımlarım görece, giyilmesi hayli kolay parçalar. Bununla beraber hala enteresan taraflarının olduğunu umuyorum. Her yeni koleksiyonun tasarım aşamasında kendime her zaman oynayabileceğim, belki biraz daha deneysel olabileceğim bir alan bırakırım. Bu alanda yaratmanın zorluğu o ürünün hala giyilebilir ve arzulanabilir olmasını sağlamak. Burada arzulanabilir olmaktan kastım, sadece editoryal seviyede değil aynı zamanda kişiler bazında da istek uyandırabilmesi. Peki, bir tasarımın istek uyandıracağından nasıl emin oluyorsun? Asla olamıyorsun. Tahmin etmesi imkansız bir şey. Tek yapabileceğin, içgüdülerine güvenmek, koleksiyonunu dengeli bir şekilde kurgulamak ve en iyisini ummak.

Sanattan ilham alan bir tasarımcı olarak, sanatın modayla ilişkisini nasıl buluyorsun? Aslında etrafta gördüğümüz birkaç iş birliğinin dışında tamamen sosyal bir ilişkiden bahsediyoruz. Moda dünyası gerçek kimliğini 10 yıl önce internet ve sosyal medya hızlıca büyümeye başladığında buldu. Böylece bant genişliğini doldurmak için daha fazla içerik ve görsel ihtiyacı doğdu. Tasarımcılar ünlenmeye başladı, moda şovları büyük medya şirketleri için global içerik haline geldi. Küresel etkileri olan devasa bir sektör moda, ve görünen o ki sanat bu anlamda ona destek olma konusunda elinden geleni yapıyor.

Yeniden film endüstrisine entegre olsaydın bu nasıl bir projeyle gerçekleşirdi? Sevdiğim birkaç yönetmenin ortak işi olan bir bilim kurgu filminin kostüm tasarımlarını yapıp filmin baştan sona her safhasında yer almak isteyebilirdim. En son hangi filmi izledin? Son zamanlarda o kadar çok seyahat etmek durumunda kalıyorum ki film seçkim uçakların insafına kalıyor. En son Tokyo seyahatinden dönerken Diana Vreeland’ın belgeseli The Eye Has to Travel’ı izledim. Açıkcası, film olarak çok iyi bulduğumu söyleyemeyeceğim fakat Vreeland’ın arşivinden çıkan çekimleri izlemek hayli eğlenceliydi. Yine aynı yolculukta Iron Man 3 ve Lord of the Rings serisini de bir kez daha izledim. Bu iki seriyi o kadar çok izledim ki söylemeye utanıyorum...

Markanın aynı zamanda kurucusu, tasarımcısı ve yönetim kurulu başkanısın. Gün içerisinde farklı şapkalar takmak işini nasıl etkiliyor? Ürün markanın, marka da ürünün kendisi. İş ortaklarımızla, fabrikamızla, müşterilerimizle, marka ve ürün bazında kurduğumuz ilişki her daim transparandır. Modanın ve bir moda şirketi sahibi olmanın en keyifli yanı da bu sanırım, her şey gerçek ve birbiriyle bağlantılı. Bu yüzden aslında farklı sıfatlara büründüğümü hissetmiyorum bile.

Bitirmeden, koleksiyoner olduğunu okumuştum, neler topluyorsun? Bana çocukluğumu hatırlatan her şeyi topluyorum aslında; Troll bebekler, Lego, eski video oyunları ve kitap, bir sürü kitap...

‘Ne istiyorsam onu tasarlıyorum’ diyorsun. Fakat işin bir de 105


cover

Unsolved Problem Natalia Kills Bolca ironi, azca duygu sömürüsü… Sıkça geçmiş, nadiren şimdi, bazen de gelecek… Çokça orijinallik, tadında benzerlik… Takıntı derecesinde tüketim, bir o kadar da üretim… Olabildiğince az kıyafet, tam tersi oranda aksesuar… Ama en nihayetinde, durmaksızın müzik, saatlerce parti ve zorla söndürülen ışıklar… Natalia Kills, 2013’ün son kapak konuğu ve orijinal ambalajında… Eylül’de çıkardığı, milyonlarca izlenme sayısına erişen videolarla bezeli albümünün heyecanından bir parça bile kaybetmemiş halde, Londra’dan sorularımızı cevaplıyor. Ama öncesinde, New York’ta havalı bir otel odasında, tekin fotoğrafçı dostumuz Mike Rosenthal’ın karşısına geçiyor, ve tabii, geleceği basılı olarak şimdiden görebilesiniz diye, şimdi de sizin karşınıza…

interview olga şerbetcioğlu photographer mike rosenthal/1+1 management producer andrew mcgrath styling donald hicks make-up michael anthony hair jason murillo photographer assistant nick eucker location hotel elysée/new york


pelerin lie sang bong s端tyen la perla kolye sugar scout y端z端k laruicci


cover

Şu anda neredesin? Londra’dayım. Sık seyahatlerin ev özlemi çekmene neden olmuyor mu? Açıkçası ev diyebileceğim bir yerin var olduğundan pek emin değilim; benim için, “Valizim neredeyse evim de orası!” demek daha doğru olur. Bu durum çocukluğumda da pek farklı değildi, ailemle sürekli olarak şehir ve ülke değiştiriyorduk. Bu süre zarfında oteller, apartman daireleri, malikaneler ve hatta sosyal konutlar gibi çeşitli yerlerde yaşadık. Anlayacağın, pek de ‘normal’ bir yaşam değildi. Dolayısıyla sürekli seyahat halinde olmak, aslında fazlasıyla alışık olduğum bir durum. Bu esnada yolun hiç İstanbul’a düştü mü? Evet, Moskova’ya giderken İstanbul’a da uğradım. Havalimanından ayrıldıktan sonra altı saat boyunca şehirde dolandığımı hatırlıyorum. Mimariye bayıldım, eskiyle yeninin kombinasyonu müthiş gözüküyordu. Ayrıca yemeklerin de çok lezzetli olduğunu hatırlıyorum. Akşam olup şehrin bütün ışıkları yanınca, tepelerde bir yere çıkıp, İstanbul’u yukarıdan seyretmiştim... Tüm bunları düşündükçe, orayı tekrar ziyaret etmeyi ve en azından bir hafta kalmayı çok istiyorum. Peki, şu aralar nasıl bir programın var? Günlerin nasıl geçiyor? İnanılmaz derecede yoğunum. Bazı günler 20 saat çalıştığım oluyor; röportajlar, fotoğraf çekimleri, katılmam gereken davetler ve canlı performanslarla geçen hareketli günlerin yanında, bazen yalnızca stüdyoda geçen günler de oluyor. Fakat işin iyi tarafı, eğer aklında bir dolu güzel fikir varsa ve eğlenmeyi bilen biriysen, yoğun geçen bir gün insana çok fazla çalışmış gibi değil de, sanki bu bir yaşam tarzıymış gibi hissettiriyor. Güzel fikirler bulmak, onları paylaşmak, gerçekleştirmek ve sonra yenilerini düşünmek... Güne bir zamanlar yalnızca kafamdaki fikirden ibaret olan bir projeyle başlamak, bir söyleşide ondan bahsediyor olmak veya sahnede, stüdyoda onu ortaya koymak; hayatım işte bundan ibaret. Bu fikirlerin kaynağını soracak olursan da; hayatta edindiğim tecrübeler, hatıralar, tatsız hadiseler, sevgililer, nefret ve drama... Bu arada, cevabını biliyorum ama sorayım; kapak çekimimiz nasıl geçti sence? Gayet eğlenceliydi. Hatta bir ara çok saçma bir şey oldu, biliyorsun.

Kameraya arkam dönük vaziyette yatakta zıplamam gerekiyordu. Fotoğrafçı arkamdan durmadan direktifler veriyordu -vücudunu kıvır, başını kaldır, daha yukarı zıpla derken tam o sırada kafamı tepedeki avizeye geçirdim. Bunun üzerine avize şangur şungur yere düştü. Oldukça komik bir andı! Biraz klişe ve sıkıcı bir soru olacak ama seni tanımayan birine kendini ve yaptığın müziği nasıl tarif edersin diye sormak istiyorum. Kelimelerle tarif etmem imkansız; beni ancak tecrübe edebilirsiniz... Ve sanırım bu sorunun cevabını burada kesmem gerek çünkü annemin okuması hoş olmayabilir! Aslına bakarsan son albümün Trouble seni daha iyi tanımamıza vesile oldu diyebiliriz; zira şarkı sözlerin fazlasıyla kişisel ve otobiyografik. Böylesine bir geçmişle hesaplaşma ihtiyacı nereden kaynaklanıyor? Düşününce, ortalıkta genç, çılgın, özgür ve muhteşem olmakla ilgili, aşk dolu o kadar çok müzik var ki... Fakat bunların hiçbiri beni anlatmıyor, çünkü geçmişim bana meteliksiz ve sevgiden yoksun bir yaşantıyı hatırlatıyor. Hırsızlık yapardım, haliyle polisle başım dertteydi; tam anlamıyla bir ‘kötü kız’dım. Öte yandan hayat -benle ya da bensizdevam ediyordu. Her Cumartesi akşamı insanlar dans ayakkabılarını giyip, hayatın tadını çıkarıyordu. Bir taraftan da benim gibi 17 yaşında olup bir sonraki adımı konusunda hiçbir fikri olmayan tipler vardı. Kendimi çok yalnız hissediyordum. Neticede hayat her zaman adil değil ve insanlar genelde kötü zamanları anmaktan pek hoşlanmıyorlar. Fakat eğer müzik yapacaksam, kendime ve başkalarına karşı dürüst olmalıydım, neticede beni ben yapan geçmişte yaşadıklarımdı. Açıkçası sen bunları söylemeden evvel, kendi hikayeni müziğine yansıtmanın seni zorlamış olabileceğini düşünmüştüm. Fakat sanırım, aksine senin için gayet doğal bir süreçti bu. Otobiyografik öğeler gelecekteki çalışmalarında da karşımıza çıkacak mı dersin? Aksini düşünmek biraz zor; zira başka türlü nasıl müzik yazabilirim bilemiyorum. Özellikle şarkı sözleri büyük önem taşıyor. Müzik dinlerken aslında önceden tanımadığınız birisiyle tanışıyorsunuz; aşina olmadığınız hislerle tanışıp, size ait olmayan anılarla karşılaşıyorsunuz. İşte ben de insanlarda böyle duygular uyandırmayı seviyorum.

XOXO The Mag


Peki, sende bu tarz duygular uyandıran müziklere birkaç örnek verir misin? Mesela Eminem’in albümlerini dinlediğinizde, ister istemez onun başından geçenlere karşı öfkeye kapılıyorsunuz. Çünkü o, öfke dolu hislerini aktarırken gerçekten samimi ve tam da bu yüzden senin de aynı hislere kapılmaman, onun yaşamına şahitlik etmemen neredeyse imkansız. Ya da, 1960’lardan Skeeter Davis’in ‘The End of the World’ünü dinlediğinizde, sanki hakikaten dünyanın sonu gelmiş gibi hissediyorsunuz, yalnızlığınızı kimsenin anlamadığı düşüncesi farkında olmadan aklınıza giriyor. O anda sizin için her şey mükemmel de olsa, sevdiğiniz bir işiniz, mutlu bir ilişkiniz ya da evliliğiniz bile olsa, o şarkıyı dinlediğiniz anda kendiniz olmaktan çıkıyor ve şarkının etkisine kapılıyorsunuz. Müziğin büyülü tarafı da işte bu; üç-beş dakikalığına bile olsa insanları değiştirebileceğinizi, onların hislerini yönlendirebileceğinizi bilmek. O anda belki de tanrıya daha yakınsınız.

geçirmeyi tercih ettim. Artık garsonluk yapmak zorunda olmadığım için ya da bir evsiz olmadığım için şanslı hissediyorum. İnsanın sevdiği şeyi yaparak hayatını kazanabiliyor olması gerçekten müthiş bir şey. Bu durumda senin için hayatta yalnızca müzik mi var? Mesela, oyunculuğa geri dönmeyi düşünmüyor musun? Bu konuyu ne zamandır hiç düşünmedim. Ama sorduğun iyi oldu aslında, belki de düşünmeliyim. Bu arada modaya meraklı olduğunu da tahmin ediyorum... Herhangi bir gece dışarıda karşılaşırsak, beni kesinlikle esprili, matrak, biraz saçma ve akılda kalacak türden bir elbisenin içinde bulabilirsiniz. O anda giydiklerimle eğer bir karikatüre benziyorsam anlayın ki doğru bir seçim yapmışım. Modaya yaklaşımım ve merakım böyle bir çerçevede...

Başka müzisyenler için yazdığın şarkıların nasıl bir hissiyatı oluyor sence? Dediğin gibi, kendim için yazdığım şarkılar fazlasıyla kişisel; öte yandan, başka birisi için yazdığım şarkının farklı yöne gitmesi de kaçınılmaz oluyor. Çıkış noktalarının benim hatıralarımdan oluşmasına rağmen, bir şekilde o şarkılar kişisel duygularımdan sıyrılıp, pek çok farklı insanın kendine atfedebileceği hisleri barındırıyor.

Diğer taraftan, son zamanlarda ortaya çıkan ya da belirginleşen müzik, moda ve sanat ilişkisine ne diyorsun? Açıkçası moda konusunda öyle uzun uzadıya düşünmüyorum. Giysileri seviyorum, giysiler de beni seviyor, öte yandan banka hesabım giysileri pek sevmiyor, zira onlara çok fazla para harcıyorum ve bu durum pek de umrumda değil. Sanat hakkında da derin düşüncelere sahip olduğumu söyleyemem, çünkü neticede bir sanatçı değilim. Galiba gerçekten de tek bildiğim, üzerinde kafa patlattığım şey müzik yapmak ve şarkı sözü yazmak... Bir de ayakkabılar...

Farklı müzisyenlerle çalışma konusuna gelmişken, bize biraz da son zamanlarda yaptığın iş birliklerinden bahsedebilir misin? Şu anda stüdyoda Willy Moon ile çalışıyorum; gerçekten müthiş bir prodüktör. Bu sene yayınlanan bir solo albümü var. Ayrıca Angel Haze ile de bir iş birliğim oldu; Trouble’da yer alan ‘Problem’ın remix’inde rap yaptı. Kendisi hakikaten inanılmaz yetenekli bir insan.

Madem öyle, modayı bir kenara bırakıp, güzellik sırlarını öğrenebilir miyiz? Gençlik iksirini keşfettiğimi ve bunu genç, çekici bir erkeğin tükürüğünde bulduğumu söylesem, mideni bulandırır mıyım? Ama ne yapayım, bol bol öpüşmek benim en büyük güzellik sırrım.!

Sence genel olarak, Trouble beklentileri karşıladı mı? Evet, netice gayet memnun edici. Fakat aslında benim için esas konu müziğimin beklentileri karşılayıp karşılamaması değil, yaptığım müziğin öncelikle kendi kulağıma güzel gelmesi gerekiyor ve bundan ödün vermemin mümkünatı yok. Zaten müzik, hayatta tek düzgün yaptığım şey. Diğer taraftan, garson, muhasebeci, hostes ya da bir anne de olabilirdim, ama gündüz tam zamanlı çalışıp sonra akşam eve gelip müzikle uğraşmak son derece tatsız bir durum. Onun yerine, hayatımın her saniyesini kendim olarak ve sevdiğim şeyi yaparak

O halde daha iştah açıcı bir şeyle yapalım kapanışı, yakın tarihte verdiğin en heyecan verici konser hangisiydi? Geçenlerde Hollywood Tepeleri’ndeki bir malikanede düzenlenen çok güzel bir moda partisinde sahne aldım. Hakikaten muazzam bir ortamdı. Tam şovumun ortasında partiyi polis bastı; ışıkları kapatmamızı ve müziği de kesmemizi söyledi. Çünkü müziğin sesi çok yüksekti ve sahne ışıkları da çığırından çıkmıştı. Polislerin ben tam sahnedeyken partiyi bastıkları an muhtemelen uzun süre aklımda kalacak. 109


korse victor desouza kolye laruicci bileklik laruicci kßpeler laruicci eldivenler lie sang bong çorap wolford ayakkabĹlar ruthie davis



eldivenler la crasia alt rue 107 รงorap agent provocateur



kürk derek lam kolye laruicci küpeler laruicci sütyen la perla alt la perla eldivenler lie sang bong kemer agent provocateur çorap wolford ayakkabılar walter stiger




korse vivienne westwood kolye sugar scout bilezik sugar scout etek atsudo kudo รงorap wolford


THE

FILE

creators Gün geçtikçe (katlanarak) büyüyen iletişim ve pazarlama ağının birer parçasıyız. Bir yanda geleneksel bakış açısının getirdiği ve kendi hayran kitlesi bulunan, sonu ol(a)mayacak bir tutum, konvansiyonel bir yaklaşım… Öte yandan, sunduğu imkanlar ve kararlılığıyla karşısındakine parmak ısırtan, teknolojinin paralelinde koşan bir dünya, dijitalizm… Aralarında ortak tek nokta var: Karşındakini cezbetmek ve istediği her neyse, aslında ona sahip olduğunu özgün bir üslupla söylemek. Kozmopolit bir toplumun aydınlanmayı bekleyen tüketicileri olarak, bazen kendi rızamızla etkileniyoruz, bazen de etkilenmekten başka şansımız kalmıyor. Arada bir yerlerdeyken de, bu bol analiz gerektiren dünyanın, hem yöneten hem de üreten ve yaptığı işteki başarılarıyla adından söz ettiren kişileriyle birlikte, reklam dahilindeki tüm kavramların ve ideallerin üzerinden geçiyoruz. Sonra farkına varıyoruz, bu kadar zor bir sektör, çok fazla emek gerektiriyor. hazırlayan ersin koray fotoğraflar yalım kartal

Güzel Sanatlar Saatchi & Saatchi’nin kurulduğu günden bugüne, Türkiye’deki reklam sektörü nasıl değişti ve siz bu değişimlerin neresindesiniz? Bu yıl 40. yılımızı kutluyoruz. Yaratıcılık ana işimiz ve sanırım hep de öyle kalmaya devam edecek ama teknolojinin getirdiği inanılmaz değişiklikler de var tabii. Ajansımız, bilgisayarların hayatımızda olmadığı bir dönemde başladı, bugün ise, o zamanlarda saatler, günler süren işleri 5 dakikada yapabiliyoruz. 80’li yıllarda uzay yolunu izleyerek büyüyen bir jenerasyondan geldiğimiz düşünülürse, yaratıcılığın sınırları kalmayacak gibi. Sürdürülebilir reklamcılık gibi bir tanım yapabilir miyiz? Biz reklamcıların süslü kelimeleri çok seven bir tarafı vardır, hatta bazı büyüklerimizin sadece bu sebepten birçok kitap okuyup ordan alıntılar yapıp herkesten daha akıllıyım imajını verdiğini düşünürüm bazen. Onlardan biri olsam buraya 3-4 paragraf doldurabilirdim ama değilim ne yazık ki. Sürdürülebilir reklamcılık var mıdır? Sanırım evet. Nasıl mı? Taze kalarak… Kayhan Şardan Güzel Sanatlar Saatchi & Saatchi

Türkiye’de markaların ve ajansların ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Eskiden markaların başlarında sahipleri vardı, yani işin patronları. Onlarla çalışmak kolay değildi ama eğer ajansına güveniyorlarsa, ki genelde güvenirlerdi, bizi sonuna kadar dinler, sabır gösterirlerdi. Manajans, Reklamevi ve Güzel Sanatlar gibi ajanslarla çalışan XOXO The Mag

birçok marka 80’lerde ve 90’larda bu sabrı gösterip büyük markalar oldular. Bugün ise profesyonel kadrolar ne yazık ki her şeyi bizden daha iyi bildiklerini düşünüyorlar. Karşılarında duran yüzlerce kampanyaya imza atmış insanlara saygı duymuyorlar, kendilerini her an her şeye revizyon verebilecek olgunlukta görüyorlar. Üzücü olan ise kaybeden hizmet verdikleri markalar oluyor. Yaratıcılık ölüyor, işler sıradanlaşıyor. Sektör olarak zor bir dönemden geçiyoruz. Günlük hayatınızda yeri olmayan veya kişisel olarak duruşunuza uymayan bir marka ile çalışır mısınız? Günlük olarak hayatımda yeri olmayan markalarla çalıştım ama kişisel olarak duruşuma uymayan bir yerle asla çalışmam, çalıştırmam. Reklam sektöründe yönetici olmak dışarıdan bakıldığında biraz rock yıldızı olmak gibi de görünebiliyor. Yine de soralım; hakikaten durum bu mu? Yoksa bu bir yanılsama mı? Bazen kendi kendine ön plana çıkanlar oluyor mesela Serdar Erener, Ali Taran gibi. Bu sene kristal elma jürisinde all-star bir kadro vardı mesela. Başkan da Ali ağabeydi. Keşke bir gizli kamerayla seyretseydim diye düşündüm açıkçası o birkaç günü. Bir rock grubunun kulisi gibi olmuş olabilir çünkü. Şakayı bir tarafa bırakırsak, bazı isimlerin yıldızlaşması ya da kendini öyle hissetmesi hatta sektörün, bir takım isimleri öyle görmesi gayet normal bence. Keşke daha çok olsa…


Teknoloji, yaratıcılığı ne kadar etkileyebilir? Aslında yaratıcılık teknolojiyi etkiliyor. Yaratıcı düşünce, teknolojiyi formdan forma sokuyor, insanın işine yarar hale getiriyor. Teknoloji, tek başına bir fikir değil. Ancak iyi bir fikir, onun nimetlerinden faydalanılabilir. Reklamla ilişkisi de aynı şekilde...

İlkay Gürpınar TBWA

Bir reklam fikrini başarılı yapan, ürünle kurduğu ilişki midir, yoksa, içerisinde barındırdığı mizah mı? Her şeyden önce, fikrin insan doğasıyla kurduğu ilişki geliyor. Burada, insan doğasına dokunan, gerçek bir şey yakalarsanız, başarılı olma ihtimaliniz kat kat artıyor. Reklamcıların, pazarlamacıların “insight” dediği konu... Gerçek ve halkta karşılığı olan bir insight bulduktan sonra, iş onu anlatma becerinize kalıyor. İster mizahla anlatın, ister dramla, ister müzikle, ister görüntüyle... Artık bu noktada ne kadar zeki, yaratıcı ve etkili bir şekilde anlattığınız önemli. Prodüksiyona koyduğunuz gusto, işçilik önemli. Sonuç olarak, ne anlatacağım ve nasıl anlatacağım... Bu iki konuda doğru ilerleyince “Aaa ne güzel olmuş!” reklamlarından oluyor. Bir de üstüne “Şunu arkadaşıma da göndereyim!” dedi mi, işte o zaman tadından yenmiyor. Karşınıza gelen radikal fikirler müşteri tarafıyla çok örtüşmediğinde, fikri üreten ekiple müşteri

LOWE’nin genel duruş olarak daha agresif bir hale gelmesi, işlerinizin de daha cesur ve radikal olmasını sağlayacak mı? Kendimizi çeşitli kalıplarla sınırlandırmamız gerektiğini düşünmüyoruz. Reklamcılık, en basit anlatımıyla, müşterilerin markaları için yapılan yaratıcılık ve cin fikirler dünyası. Kendimizi öyle ya da böyle iş yaparız şeklinde etiketlemek hem markalarımız hem de yaratıcılığımız açısından kısıtlayıcı. Türkiye’de reklamın geldiği noktayı nasıl tarif edersiniz? Aslında reklamcılıkta belki de Bill Bernbach’tan beri hiçbir değişiklik olmadı. Reklamcılık o zamandan beri yazar ve çizerin beraber oturup beyin fırtınası yaptığı, müşteri ilişkilerinin ve stratejinin bu ekibe sağlam bir şekilde destek olduğu bir yapıya sahip. Diğer yandan bize sektörün geçmişi de yol gösteriyor çünkü radyo çıktığında gazete öldü deniliyordu, sonra televizyonun radyoyu öldüreceği konuşuldu. İşin sonunda görüyoruz ki kolay kolay hiçbir şey bir diğerini öldürmüyor. Şu anda hepimiz ‘The Big Data’yı sorgular haldeyiz. Sonuç şu ki; reklamcılığın özünde zaten sorgulamak yatıyor. Ela Gökkan Savcı LOWE

Dönemsel olarak geçmişe dönmek her konuda oldukça sık rastlanan bir durum. Reklamda bu ne kadar mümkün? Markanın mirası, bize o markaya dair bir kaldıraç sunuyorsa, onu reklamın içeriğinde kullanmak elbette mümkün. Öte yandan, çalışmalarımızın yönü, insanların istekleri, duyguları ve arzularıyla beraber 119

arasındaki dengeyi nasıl kurarsınız? Her radikal fikir, harika fikir olacak diye bir şey yok. Müşterinin ihtiyaçlarıyla örtüşmeyen fikrin, işimizde yeri yok. Müşteriyi, ihtiyacı, siparişi doğru anlamak en önemlisi. Ama daha sonra bulduğunuz fikir, müşterinin ihtiyacını iyi karşılayan radikal bir fikirse, bu sefer ajans olarak sonuna kadar arkasında dururuz. Bunun getireceği iyi sonuçları, rakamları müşterimize olabildiğince iyi anlatmaya çalışırız. TBWA olarak ikna kabiliyetimiz yüksektir. Çok iyi olup da kabul görmemiş fikrimiz, çok şükür azdır. Çoğu zaman, müşterilerimizle beraber, hesaplanmış riskler alıp yürüyebiliyoruz. Bu da onlarla kurduğumuz uzun vade ilişkilerden, aramızdaki güven ilişkisinden kaynaklanıyor. Güven kolay inşa edilmiyor. Ama arka arkaya birkaç iyi iş yapınca da, o ilişki kolay zedelenmiyor. Global TBWA dahilinde Band of Brothers’ın 7 üyesinden birisiniz. Organizasyon dahilinde ne gibi projeler gerçekleştiriyorsunuz? Yıl içinde bir takım toplantılar yapıyoruz. Herkes kendi kişisel vizyonuyla, TBWA markasına katkıda bulunacak fikirler öneriyor. Yönetimsel fikirler bunlar... Aynı zamanda birbirimizden de öğrenmiş, beslenmiş oluyoruz. Türkiye ofisi, geçmiş yıllarda, hem ticari hem yaratıcılık konusunda büyük başarılar elde etti. Network’ün global kreatif yönetiminde bulunmak, bize ajans olarak ayrıca gurur veriyor.

ilerliyor. Gün gelir insanların hayat biçimleri gerçek anlamda geçmişe dönerse, reklamlar buna adapte olur. Aksi takdirde, reklamcılık sürekli ileriye giden ve gelecekte yaşayan bir meslektir. Y Jenerasyonu’nu artık sadece müşteri gibi tanımlamak gerçekçi bir tutum olmasa gerek. Yaratan, yargılayan, şaşırtması gittikçe güçleşen bir hedef kitleden bahsediyoruz. Hedef kitle çerçevesinde reklamcılığın geleceği nasıl evrilecek? Bu cevap verilmesi en zor soru, şu anda üniversiteler, araştırmacılar, sosyologlar Y Jenerasyonu’nu anlamaya çalışıyor. Geçmiş jenerasyonlardan çok daha korkusuz ve bireysel, ama bir o kadar da kolektif hareket edebilen duyarlı bir kitleyle karşı karşıyayız. Anlayacağınız, markaların üst perdeden konuştuğu 80’ler-90’lar tipi reklamcılık artık mazide kaldı. Bill Bernbach, reklamdaki en güçlü elementin gerçek olduğunu söylüyor. Sizce bu analiz günümüz için ne kadar doğru? Bu, bugün için çok daha geçerli. Artık markanın kendisiyle ilgili atıp tutması geçmişte olduğundan daha zor. Çünkü tüketicin mecrası var ve sesi çoğu zaman markalardan çok daha güçlü çıkabiliyor. Gerçek olmayan söylemlerin ertesi günün güneşini görme şansı neredeyse yok. Artık tüketiciler bir markayla ilgili yaşadıkları en küçük bir kötü deneyimi sosyal medyada anında paylaşıyor. Yani, gerçek hepimizin elinde, aksi düşünülemez.


FILE

Globalde ve yerelde birçok ajans belli bir stil oluşturup çalışmalarını bu çerçevede şekillendiriyor. Bu minvalde Grey’in stilini nasıl tanımlarsınız? Grey bugün dünyadaki tüm ajanslarında işlerini ‘famously effective’ felsefesiyle ortaya çıkartıyor. Bu felsefeye göre, yaptığınız iş hem meşhur olacak kadar dikkat çekmeli, hem de etkili olup skor yapmalı. Buna aynı zamanda “kurumsal bir yaşam felsefesi” de diyebiliriz. İyi bir reklam hatırlanabilir olan mıdır, yoksa anlık güçlü bir etkiye sahip olan mı? Reklamın iyisi, kötüsü yıllardır süren bir tartışma. Ama bunu konuşabilmek için bakılması ve incelenmesi gereken tek doküman; brief. Reklam keyif için değil, markaların ve kurumların bazı ihtiyaçlarını karşılamak için yapılan bir iş, sorumluluğu bundan ibaret. Bugün dünya çapında ve lokal olarak önde gelen markalara baktığımızda, marka değerlerinin arkasında yılların istikrarlı yatırımlarını görürüz. Ben de, öncelikli olarak, stratejilerin güçlenmesi gerektiğini ve bunu tamamlayacak -belki marka yolculuğunda markanın en büyük destekçisi olacak- sağlam fikirlere ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Ahmet Alper Üner Grey

Pop kültürüne teğet geçmeyen bir reklamın başarılı olma olasılığı nedir? Her topluluğun bir kültür tüketim şekli var. Hiç bilmediğiniz bir ülkeye gidin, televizyonu açın, reklam

Rafineri’nin tamamen yerel sermayeyle kurulmuş olması, sektörle olan ilişkisini nasıl etkiliyor? Bağımsız bir ajans, hazır global müşterilere, iletişim stratejilerine, pazarlama bütçelerine sahip bir network ajansına kıyasla çok daha rekabetçi olmak zorunda. Çünkü sizden kilometrelerce uzaktaki bir merkezde verilen kararlara uymak zorunda kalmadığınız için, başarınızdan da, başarısızlığınızdan da kendiniz sorumlusunuz. Bir ajansın başarısı, o ajansın sahip olduğu markalarla ne kadar ilişkili? Esas o markaları kimlerin yönettiği önemli. Ajans başarısı, reklamverenin pazarlama vizyonuyla, ajansın kimyasının tutmasına bağlı. Yani, iyi bir kampanyanın arkasında hemen her zaman iyi bir reklamveren olur.

Ayşe Balİ Rafineri

Kreatif süreçte ekibinizin nelerden beslenmesini tercih edersiniz? Reklamcılık insanın hayatını fazlasıyla dolduran bir iş, bazı reklamcılar sadece reklam izler, reklam konuşur, reklam düşünür. Yoğun tempo yüzünden eve de yatmadan yatmaya gider. Oysa biz Rafineri’de insanların iş dışında da bir hayatı olmasını önemsiyoruz. Kartvizitinde başka şeyler yazsa da, müzisyenler, dj’ler, roman yazarları, ressamlar, animasyon film üretenler, yelkenciler, aşçılar ekibimizde hep yer aldı. Bu çeşitlilik ajansın ortaya çıkardığı işleri de zenginleştiriyor. XOXO The Mag

kuşağına göz atın, o ülkenin birçok özelliğiyle ilgili fikir sahibi olursunuz. Reklam ve pop kültür kullanımı da ülkeler ve orada kültürü tüketen kitlelerle alakalı. Bu noktada David Droga’nın “Reklam problemleri bile çözebilir.” tespitine kesinlikle katılıyorum. Hatta bence Kristal Elma Festivali’ndeki Jose Miguel Sokoloff’un tecrübelerini yansıtan sunumu da, bunun bir diğer güzel örneği. Türkiye’ye baktığımızda yeni formatıyla Kristal Elma, lokal sektörü nasıl etkiliyor? Yeni haliyle, iş alanımızdaki tüm paydaşları bir araya getirerek, hem cesur işlerin değerlendirildiği, hem de bu yaratıcı süreçlerde rol oynayan insan kaynaklarının beslendiği bir platform yaratıyor. Önümüzdeki yıllara da bu olumlu etkilerin yansımasını diliyorum. Günümüzde radikal fikirler oldukça az sayıda. Bunun nedeni ajanslar arasındaki rekabetin fazlalığı mı, yoksa markaların sergilediği tutum mu? Öncelikle, değerli fikirler ödüllendirilmeli. Onları çıkartan reklamcılar da motive edilmeli. Çünkü bu tür fikirlerin markaya fayda sağlaması beklenir. Nitekim, Grey tarafından yapılan ve son 10 yılı içeren bir analiz, Cannes kazanımlarıyla iş büyümesi arasında doğrudan bir ilişki olduğunu ispatlıyor. Bu, bize aslında farklı ve cesaretli işleri markaların da ödüllendirdiğini gösteriyor. Türkiye’de de markaların değerli fikirlere, bunu yaratan ajanslara ve sektörümüzdeki yeteneklere sahip çıkması gerekiyor.

Lee Clow, iyi bir fikrin biraz da korkutucu olduğunu savunuyor. Türkiye’de cesur bir fikir ortaya koymak ne denli mümkün? Reklamcılar sanatçı değiller, işimizin özünde satış hedefleri var. Siz çok cesur olabilirsiniz ama fikirlerinizi gerçekleştirmek için harcadığınız para, nihayetinde başkasının parası. Rekabetin aşırı derecede artmasıyla, şirketler bugün kaderlerini ‘dahi reklamcıların’ eline kayıtsız şartsız teslim etmekten imtina ediyor artık, 20 yıl önceki gibi teslimiyetçi değiller. Pazarlama departmanları kendilerine daha güvenli alanlar yaratma peşindeler. Ama bazen haklılar, örneğin, ev kadınlarına margarin satarken tabu yıkıcı fikirlerle ortaya çıkmak, müşteriyi kaybetmekten başka bir işe yaramıyor. “Artık mesaj değil deneyim satıyoruz.” Bu sözünüzü biraz daha açar mısınız? Bugün klasik reklam mecralarını kullanarak, tamamen yeni fikirler üretmek giderek zorlaşıyor. Düşünsenize eskiden ne kolaydı, herkes tek kanallı bir televizyonun karşısında otururdu, oradan mesajı verdiniz mi, geriye bu mesajın satışa dönmesini izlemek kalırdı. Markalar artık arada sırada bir mesaj verip çekilmekle yetinemiyor, yaşayan varlıklar gibi sürekli tüketiciyle iletişim halinde kalmaları, ilgiyi canlı tutmaları gerekiyor. Bunun için en iyi yollardan biri de tüketiciye gerçek veya dijital deneyimler yaşatabilmek. Televizyonda gördüğümüz herhangi biri mi hafızamızda daha çok yer eder, yoksa dokunduğumuz, konuştuğumuz, bir şeyler paylaştığımız biri mi?


Dijital medyanın sunduğu etkileşim doğrultusunda, tüketiciler de reklam kampanyalarına yön vermeye başladı. Durumun getirdiği risklere karşı kontrol mekanizması nasıl işliyor? Aslında risk görmüyorum. Tüketicinin katılımı doğru yönlendirildiğinde, markanın asıl sahibi olduğu için, verdiği içgörüyle ortaya çok güzel işler çıkabilir. Önemli olan burada her şeyi tüketiciden beklememek. İçgörüyü al, uygulamayı yine ajans yapsın. Viral reklam kavramı sektörü nasıl etkiledi? İyi anlamda etkiledi ama kavramın içini yanlış dolduranlar da var. Viral reklam medya harcamasının yapılmayacağı anlamına gelmiyor. Sadece, benzer etkiyi yaratmak için harcayacağın paraya göre, çok daha az harcayacaksın demek. Artık televizyon reklamları bile daha paylaşılabilir, dijital noktaları içeren konseptler barındırıyor. Bu da çoklu platformda başarı getirebiliyor.

Alemşah Öztürk 41? 29!

Matbu bir dergide uzun yıllar kreatif direktörlük yapmış biri olarak, geleneksel reklam ve dijital reklam arasındaki hiyerarşiyi nasıl görüyorsunuz? Türkiye’de bu hiyerarşi sadece müşterinin gözünde var. Bugün birçok başarılı dijital ajans olmasına rağmen, aynı fikri getiren dijital ajansıyla geleneksel ajansa verilen bütçe arasında dağlar oluyor ya da tavırlar farklı oluyor. İşte böylece tüm sektör olarak kaybediyoruz. Umarım ki önümüzdeki dönemde bu algıyı kıracağız. Ekibinizi oluştururken nelere dikkat edersiniz? Temelde üç değere bakıyoruz; yaptığı işe inanıyor mu ve

Psikoloji eğitimi aldığınızı biliyoruz. Ürettiğiniz projeler dahilinde, bu eğitiminizin nasıl faydaları oluyor? Çok faydasını görüyorum çünkü bizim işimiz toplumu ve insanı okumayı gerektiriyor. Eskiden toplumu okumak yetiyordu ama iş artık insanı, bireyi okumaya dönüyor. Malum, dijitalleşen süreç de her bireyi tanıma fırsatı veriyor. Facebook ve Twitter’ın Türkiye’de bu kadar güçlü fenomenler olması, aslında kişisel görüşleri ortaya koymasından, yeni ifade alanları tanımasından kaynaklanıyor. Facebook’ta beğendiğimiz her şeye kendi adınızı koymuş oluyorsunuz. Bir nevi imza gibi... Bu yüzden bireyleri tanımak ve hayattaki dualite kavramını anlamak lazım. Hiç kimse çok güçlü ya da çok zayıf değil, bu iş tamamen insan faktörüne endeksli.

arzu ünal Y&R

Müşteri tarafında oldukça tecrübelisiniz. Bir kampanyanın yönetim sürecinde müşterinin etkisini nasıl hissediyorsunuz? Uzun süre boyunca bunu yapan biri olarak söylebilirim ki, müşteri ilişkileri, ajanstaki belirli bir departmanın sorumluluğu altında değil, çünkü aslında her reklamcının genel sorumluluğu. Bence bu gerçekten iki kişilik bir dans. Yani, müşteriye rağmen reklamcılık yapmak gibi bir durum söz konusu olamaz. Zira biz sipariş üzerine çalışıyoruz. Birlikte siparişi yaratabilir, markanın neye ihtiyacı olduğunu belirleyebilir, stratejiyi kurgulayabiliriz; ama ne olursa olsun markanın bize ait olmadığını, 121

tutkuyla bağlı mı? Karakter olarak bizim kültürümüze ve ekip yapımıza uygun mu? Daha fazlasını başarmak için istekli ve hazır mı? TEDX’de yaptığınız konuşmanızda; soru sormayan nesiller yetiştiren bir sistemden bahsediyorsunuz. Sizin ajansınız sorgulatma adına neler yapıyor? Biz biraz okul öncesi çağımızda gibiyiz; her şeye dokunan, merak eden, oynayan... Bu halimizi koruduğumuz sürece, etrafımızdakilerle beraber kendimizi de sorgulamaya devam edeceğiz. Bence gerçek başarı, “Oldum.” dememekten ve her zaman gelişime açık olmaktan geçiyor, bunun da tek yolu kendini sorgulayabilme yetisi. Mesleki deformasyonun kaçınılmaz olduğu bir çağda yaşıyoruz. Söz konusu reklamcılık olunca nasıl bir deformasyondan muzdarip olunuyor? Her şeyden önce yapılan reklamların %99’unu sen yaparsan daha iyi yapacağına dair sarsılmaz bir inancın oluyor. Bunu biraz sağlıklı buluyorum çünkü biz reklamcılar özgüvenle besleniyoruz. Sonra gördüğün her şeyi belirli çerçevelerle değerlendiriyorsun, tipografiyi incelemek, renk seçimine bakmak, filmlerin sinematografisine takılmak, insanların cümlelerini farkında olmadan revize etmek, her anı fotoğraf karesi gibi düşünmek, bulduğun her yeni şeyi nasıl bir reklam fikrine dönüştürürdüm demek… Özetle, en büyük deformasyon aslında hiç durmadan çalışmak zira kafa durmuyor.

yalnızca emanet aldığımızı, sonra bizsiz yaşayacağını unutmamalıyız. Öte yandan, bu elbette “Müşteri ne isterse yaparız.” inancını taşımıyor. Öyle olsa, müşteriler kendi kurdukları ajanslarla bunları halleder zaten, pazarlama departmanına bir de reklam ajansı eklemek hiç zor değil. Ama onlar da biliyorlar ki, burada başka uzmanlıklar, başka bakış açıları, başka görüşler yaşıyor. ‘’İçerisinde strateji barındırmayan yaratıcılığa sanat, strateji barındıran yaratıcılığa ise reklam denir.’’ demişti Jef I. Richards. Bu söz dahilinde sanat ve reklamın karşılaştırmasını sizden de alabilir miyiz? Sanat ve reklamcılık apayrı dünyalar. Siz, görsel ve tüm duyulara hitap eden bir iş yapıyorsunuz ve bunun içinde sanat var, çünkü duyuları uyarıyorsunuz. Bu yüzden reklamın içinde sanat var ama sanatın içinde reklam yok. Bence en temel fark bu. Yani reklamcı sanatçı kadar özgür değil... Kesinlikle... Biz gerçekten iş yapmak zorundayız. Elimizde bir hedef var. Algıyı değiştirmek, algı yaratmak, ürün satmak ve bir şeyleri duyurmak istiyoruz. Geriye dönüp yapılan işe baktığımızda, sadece harika bir fikir diye adlandırmıyoruz. Aynı zamanda amaca hizmet edip etmediğine de bakıyoruz. Oysa bir sanatçı süper bir iş yaptığında, hiçbirimiz amacını sorgulamıyor; amacına hizmet etmek gibi bir değerlendirmeyi aklımızdan geçirmiyoruz...


FILE

Leo Burnett, katılımınızla kendini sektörde nasıl konumlandırmaya başladı? Leo Burnett’in dünyada bugün hangi ofisine gitseniz karşılaşacağınız ortak bir kültürü var. Bu kültürü korumak ve çalışanlara aktarmak, bununla birlikte kendi altkültürlerimizi oluşturmak arzusundayım. Bir ajans için en önemli konulardan biri ekiptekilerin birbirine olan inancı ve güveni. Bu inanç ve güven kişilerin bu altkültürler içerisinde kendine yer bulabilmesi ve bu kültürlerden beslenebilmesi ile gerçekleşebiliyor. Hedeflerimizden biri de büyüme. Bu konuda planlar yapıyoruz ve hayata geçiriyoruz. Temel iş prensibimiz; aldığımız paranın karşılığını vermek. Çalıştığımız müşterilerimize “Leo Burnett’e verdiğimiz her kuruşun geri dönüşünü en iyi şekilde aldık.” dedirtebiliyorsak ne mutlu bize... Karşılaştırmalı reklam hakkında ne düşünüyorsunuz? Markalar açısından bakıldığı zaman ne gibi etkiler söz konusu olabilirdi? Eğer ürün özelliğiniz tüketici ihtiyaçlarına uygun ve anlamlı bir şekilde rekabetten ayrışıyorsa karşılaştırmalı reklam yapabilirsiniz. Doğru ve akılda kalıcı bir şekilde anlatırsanız çok da etkili oluyor. Melda Tamtürk Barkin Leo Burnett

Thomas Jefferson, gazetelerdeki en gerçek kısmın reklamlar olduğunu söylemişti. Bu söz günümüzde de işlevini sürdürüyor mu? Yıllar önce çalıştığım ajansın kreatif direktörü bize

Yaratıcı bireylerin genellikle yönetici kimliğinin zayıf olduğundan dem vurulur. İkisi arasındaki dengeyi nasıl sağlıyorsunuz? Denge kurmak için kasıtlı davranmıyorum açıkçası. Bunlar zaten birbirlerine paralel refleks olması gereken konular. Tabii ki dönem dönem bir taraf ağır basabiliyor veya bulunduğun duruma bağlı olarak ilişkileri değişkenlik gösterebiliyor. Günün sonunda tek bir hedef var aslında; o da bu işi eğlenerek yapmak. Geceli gündüzlü çalıştığımız bir iş olduğunu düşünürsek; keyifli, motive ve mutlu bir şekilde çalışabilecek bir ortamı yaratabiliyorsan, zaten dengeyi sağlıyorsun. Markalar arasındaki farkları da göz önüne aldığımız zaman, bir kampanyanın sistematiğine yön verirken genel olarak nasıl bir yol izlersiniz? Her markanın kendine ait bir konuşma tonu var. Burada oldukça iyi bir strateji departmanımız var. Yaratıcı ekip olarak devamlı iletişim halinde çalışırız. Herhangi bir kampanyanın brief aşamasındayken ortaya çıkması gereken bir cümle var ya, o cümleyi içimize sinen bir şekilde oluşturduğumuzda gerisi geliyor zaten. Can Pehlİvanlı Y&R

Peki, sıkıştığınızı hissettiğiniz oluyor mu? Elbette, geceli gündüzlü çalışmanın biraz da nedeni bu aslında. Müşterinin ticari bir derdi var XOXO The Mag

yılbaşı için özel tahta kutularda Hawaii Şaman öğretisinin yedi temel önermesinin yer aldığı kartlar hediye etmişti. Bu önermelerden biri tam da bu konuyla ilgiliydi: “Gerçek mi değil mi, etkisinden belli olur.” Bence reklamcılık için söylenmiş en doğru söz bu. Gerçek içgörüden ilham alan reklamlar her zaman tüketici üzerinde etki yaratıyor. İçgörü sabit ama o içgörüden hedef kitleyi gerçekten etkileyecek bir reklam yapabilmek reklamcının işi… Reklam, tüketici yönündeki değişimlerle birlikte başka bir yere konumlanıyor gibi görülüyor. Peki, reklamın geleceğini nasıl görüyorsunuz? Gidenler bilir; Efes Antik şehrinde kalıntılar arasında dolaşırken karşınıza taş üzerinde bir kadın ayak izi çıkar. Bu binlerce yıl önce yapılmış bir genelev reklamı. Size vadettiklerini sembolize ediyor, merak uyandırıyor, yönlendiriyor. Mecralar farklılaşabilir, gelişebilir, şekil değiştirebilir ama pazarlaması yapılacak bir ürün/hizmet olduğu sürece reklam da olacak. Bana göre bireyselleşmenin artması ve insanların beklentilerinin birbirinden farklılaşması sebebiyle gelecekte “kişiye özel” reklamlar artacak, bu da bilgiye ulaşma ve doğru şekilde kullanmayı daha önemli hale getirecek. Yine aynı sebepten insanlarda yalnızlık duygusu artacak ve beraber olma isteği baş gösterecek. Bu da daha önce belirttiğim gibi kitleleri bir araya getiren iletişim platformlarının artmasına neden olacak. Anlayacağınız, her iki ucu birlikte yaşayacağımızı düşünüyorum.

ve o derde derman olmak zorundasın. Sanat ve ticaretinin birbirine paralel gitmesi bu mesleğin olmazsa olmazlarından. Buradaki en büyük zorluk, bulduğun fikri indirgemek zorunda olman. Örneğin, televizyonda yayınlanacak bir reklam için ortalama 30 saniyen var. İnternet sayesinde belki derdini daha rahat anlatabiliyorsun ama, temelde çok kısıtlı bir zamanın var. Bir de o kısa sürede anlatman gereken ve özellikle söylemeyi istediğin çok sayıda mesaj var. Dolayısıyla, sadeleştirmek üzerine kurulu bir mevzuyla uğraşıyorsun ve bu kolay değil. Fikirler müşteriyle örtüşmediğinde, ekibiniz ve müşteriniz arasında nerede duruyorsunuz? İnandığım fikrin arkasında duruyorum. Dijital dünyada son zamanlarda oldukça yaygınlaşan proje siteleri dahilinde, insanlar kendi fikirlerini hayata geçirmek için maddi olarak destek toplayabiliyor. Bu durumun faydaları neler? İletişim ağının sunduğu harika getirilerden biri olduğunu düşünüyorum. Burada temel olan şey fikir. Dünyada fikir yaratan insanlar, doğru kişilerle buluşamadığından veya yeterli finansmanı sağlayamadığından dolayı fikirlerini gerçekleştiremiyor. İşte bu noktada bu tür platformların çok güzel imkanlar sağladığını düşünüyorum.


ŞİMDİ, FARKLI TATLARLA KANATLAN İ N E Y

CRANBERRY. MİSKET LİMONU. YABAN MERSİNİ. RED BULL ETKİSİ.


INTERVIEW/PEOPLE

Alİ İşİtİr & Ido de Voos

290 Square Meters

Serdar-ı Ekrem üzerinde yürürken yolun kısalığına ters orantılı keşif olanağıyla bir kez daha şaşırmaya hazırsanız yolun tam ortasına geldiğinizde solunuza dönünüz. Kafanızı uzattığınızda paralel evren etkisi yaratacak bir mağazada bulacaksınız kendinizi. Karşılaştığınız pozitif karmaşanın durumla alakası yok. Sözün kısası, sahip olma dürtünüzü kamçılamak söz konusu olduğunda tamamen tek başınızasınız. Tüm bu evrenin nasıl oluştuğunu merak ederseniz, yardımınıza koşabilir, aklınızdaki soruları -izninizle- sizin yerinize sorabiliriz... röportaj linda kocabıyık fotoğraf yalım kartal

XOXO The Mag


290 sqm/galata

Her şey nasıl başladı? Ali: Çok kısaca cevap verecek olursak; hayallerimizin peşinden koşmamızla.

Aranızda nasıl bir iş bölümü var? A: Ido 13 senedir perakende sektöründe çalışıyor, dolayısıyla, konuya çok hakim. Özlem, Erkut ve ben de reklamcılıkla içli dışlıyız ve 15 senedir sektörün içerisindeyiz. Farklı kreatif disiplinleri bir kapta eritiyoruz. Fakat en önemlisi, birbirimizi sürekli iyi olduğumuz işi yapma konusunda motive edip, devamlı yeni bir şeyler öğreniyoruz.

90 SQM olarak başlayan markanız şimdi 290 SQM oldu, ardında bir hikaye var mı? Ido: Bariz bir şekilde görüldüğü üzere adımızı mağazamızın alan yüzölçümünden alıyoruz. Bunun sebebi de aslında yarattığımız şeyin sadece bir mağaza olmaması. Sattığımız ürünlerin yanında sanat etkinlikleri düzenleyip lansmanlara ev sahipliği yapıyoruz, film gösterimleri düzenliyoruz. Açıkçası, bu konuda hiçbir sınırımız yok ve sevdiğimiz her şeyi bu çatı altında gerçekleştirebiliriz. Yani burada sunduğumuz şey aslında bir hayat tarzı...

Peki, anlaşmazlık olduğunda orta noktayı nasıl buluyorsunuz? I: Aslına bakarsan bu sorunun cevabını biz de bilmiyoruz. Bugüne kadar hiçbir anlaşmazlık yaşamadık. Umarım öğrenmek zorunda da kalmayız. Etrafıma baktığımda, ayakkabılar, kıyafetler, dergiler, hatta bir bisiklet bile görüyorum. Ürünler neye göre seçiliyor? I: Açıkçası özel hayatımızda ne beğeniyorsak mağazada da onları satıyoruz. Uluslararası arenada bu minvalde epey geniş bir ağa sahibiz. Aslında biraz da küratör gibi çalıştığımızı söylesek yanlış olmaz.

Daha da büyüyecek misiniz? A: Hiçbir zaman mağazalarımızı özellikle ölçüp biçerek aramadık, ama itiraf etmeliyiz ki, çok şanslıydık ve kafamızdaki yerler hep karşımıza çıktı. O yüzden sorunun cevabı sanırım şansımızın gidişatına göre değişebilir...

Az önce de bahsi geçti, reklam ajansınız nasıl gidiyor? A: Harika! Ajans kısmında daha organik bir büyüme modeliyle ilerliyoruz. Amacımız küçük ama esnek bir ajans olmayı başarabilmek. 10 kişilik bir limitimiz var ve bunun üzerine çıkmak istemiyoruz. Yılda 30 kampanyaya imza atmak gibi hedeflerimiz yok. Onun yerine yılda 8 ya da 10 projeyi daha kaliteli bir şekilde yapmayı tercih eden bir anlayışımız var.

Peki, yollarınız nasıl kesişti? I: Amsterdam’daki mağazada tanıştık. Ali iyi bir müşterimizdi, zamanla çok iyi dostum oldu. A: Başlarda, 290 Square Meters benim için kaliteli ve seçkin ürünler bulabileceğim bir vaha gibiydi. Ido ve babasıyla tanıştıktan sonra, sadece onların sohbeti için mağazayı daha sık ziyaret etmeye başladım. Konsepti ve hikayeyi İstanbul’a taşıma fikri nasıl gelişti? A: Her zaman kreatif bir ajans kurma ve bunu sevdiğim markalara yer verebileceğim bir konsept mağazayla birleştirme hayali kuruyordum. Birkaç zaman sonra Ido’ya bu hayalimden bahsettim ve eğer o da isterse Amsterdam’da Wieden+Kennedy’deki işimi bırakabileceğimi söyledim. Ve şimdi buradayız, hayalimizi yaşıyoruz.

Bu anlamda sizi diğer ajanslardan ayıran unsurlar neler olacak? A: Aslında güç büyük olanın elinde değil; bilakis, küçük olanın daha kuvvetli olduğu bir sektör bu. Günümüz koşullarında kreatif ajanslar ve müşterileri olabildiğince esnek olmalılar ve tüketicileriyle ilişkilerini bu esneklik düzleminde hızlıca gerçekleştirmeliler. Biz de tüm bu saydıklarımızı çantaya koyup insanların hikayelerini anlatırken açık ve dürüst olmayı tercih ediyoruz. Bizim için önemli olan, yaptığımız şeyin kendimiz, sevdiğimiz insanlar, toplum ya da insanlık için bir şeyler ifade ediyor olması.

Baktığımızda konsept mağazalar İstanbul’da çok da yaygın değil, bunun sebebini neye bağlıyorsunuz? A: An itibarıyla, sektördeki en büyük eksiklik, bağımsız konsept mağazaların yeterince geniş ürün gamına sahip olmamasından kaynaklanıyor. Biz de bu eksikliği doldurma çabasıyla İstanbul’u, geniş bir yelpazede, uluslararası perakende pazarıyla buluşturmayı umuyoruz.

Son olarak, 290 Square Meters olarak bir hayat tarzı sunuyorsunuz, peki sizinki nasıl? Rutin bir gününüz nasıl geçiyor? I: Her gün yeni sürprizlere gebe... Her an her şey olabilir, o yüzden, radarlarımız yeniliklere sürekli açık. Kişiliğinizi ve şirketinizi ancak böyle geliştirebilirsiniz. Bu nedenle hayatlarımızda rutinden bahsetmemiz pek mümkün değil. 125


Serıes

Noir’a Aranan Taze Kan

İskandinav Suç Hikayeleri

the bridge

yazı erman ata uncu

“Türkiye’de polisiye edebiyat niye gelişmedi?” sorusunun en hamasi ve standart cevabını hatırlar mısınız? “Çünkü Türkiye’de cinayetler planlı işlenmez, ekseriyetle ya cinnet anlarında ya da suçlunun suçunu kabul ettiği namus davaları sonucu işlenirler. Dolayısıyla Türkiye polisiye için elverişli bir zemin değildir. Nokta.” Çok şükür, son 10-15 senedir ‘sosyolojik’miş gibi yapan bu düz mantık tespiti boşa çıkaran örnekler fazlasıyla mevcut. Emrah Serbes’in yarattığı Behzat Ç. sadece televizyon dizisiyle değil, ona kaynaklık eden romanlarıyla da bir fenomene dönüştü. Esmahan Aykol, Ahmet Ümit, Celil Oker sadece polisiye alanında üreten Türkiyeli yazarlardan birkaçı. Hayatta iki kere ikinin her zaman dört etmediğinden, görünenin arkasında illaki saklı kalmış bir şeylerin olduğundan hareket eden bir tür, polisiye. Ve dedektif hikayelerinde nasıl cinayeti çözmek için birden çok olasılığı hesaba katmak gerekirse, polisiye edebiyatının nerede serpilip gelişeceği de bazen gözle görülmez koşullara bağlı. Son küresel fenomenimiz ‘İskandinav polisiyesi’ ya da daha uygun bir tanımla ‘Nordic noir’ gibi… Suç oranında bir artış bile olsa halen refah toplumu deyince ilk akla gelen, birçok ülkenin önüne rol model olarak konulan bir bölgeden gittikçe vahşileşen cinayetlerin konu alındığı daha karanlık ve kasvetli polisiyeler çıkıyor. İşin karanlık ve kasvet kısmı, malum İskandinav komedilerinde bile aynı ruh hakim olduğundan, pek de şaşırtıcı değil. Belki İskandinavya sınırları içinde depresyon bile denemeyecek bir serinkanlı duruş bu. Cinayet kısmında ise şöyle bir hal söz konusu sanki: Agatha Christie, klasiklerini yazmak için bir cinayet davetinden diğerine gitmiyordu; İskandinav polisiye yaratıcılarının da yazdıkları cinayetlerin

benzerlerine gerçek hayatta rastlamış olmalarına pek gerek yok. Polisiyeyi zamanın ruhuna bağlayan asıl unsur; cinayetlerin gerçeği ne kadar yansıttığı değil, o cinayete tepkinin ve dedektif üzerinde yarattığı etkinin ayaklarının yere ne kadar bastığı daha çok… Bu yüzden cinayetin çözülemezliği ve entrikanın derecesi kadar dedektif kahramanımızın karakterindeki katmanlar ve bunların, hikayenin kendi içindeki gerçekliğine ne kadar hizmet ettiği de önemli. Ve Nordic noir da son dönemdeki en doyurucu, ayrıntı yönünden en zengin ve neyse ki en çıkıntı karakterlere ev sahipliği yapıyor. Öyle ki bu furya, Anglosakson çevrimleri sayesinde dünya polisiye külliyatını da kendi merkezine çekiyor. Ve Nordic noir’a Anglosakson ayarı, Amerikalıların ve İngilizlerin sadece bu furyadan nasiplenmek istemesinin ötesinde bir şeylere işaret ediyor. İskandinav polisiyeleri bestseller etiketleriyle kitap raflarından inmeyip, televizyon uyarlamalarıyla da hem ticari hem de eleştirel başarı kazanırken, niyet elbette pek romantik olmayabilir. Ama ana akım dışında kendine yeni kültler alan cemaatin Nordic noir ilgisinin sebepleri ve sonuçları, bu kadar kolay kestirip atılacak cinsten değil. Küreselleştikçe daha da yerelleşen bir dinamik var ortada ve İskandinav polisiyeleri de bu dinamiğin en güncel kanıtı. Aysu Önen, Sabit Fikir’de yayımlanan ‘Kuzey Karası: İskandinav Polisiyesi Nasıl Bu Kadar Popüler Oldu?’ başlıklı ayrıntılı makalesinde, Nordic noir’ın ana motorlarından birinin “suç oranı yok denecek kadar az, tek renkli İskandinavya ile tehdit ve olasılıklara gebe yeni İskandinavya arasındaki gerilim” olduğunu söylüyor. Önen’e göre 1986 Olof Palme suikastı, 2011’deki Anders Breivik katliamı,

XOXO The Mag


the killing

depresif polis de, polis teşkilatı da, suçlular da İngilizce konuştu. Dizinin yayımlandığı dönem BBC’nin kaynaklarını İsveç’te geçen ve İsveçli bir yazar tarafından yaratılan bir hikaye için kullanmasını eleştirenler de oldu. Ama küreselleşme yeni yüzüyle ekrandaydı. Zaten dünyaya hiç de kapalı olmamasıyla tanınan Anglosakson alemi, İskandinavya polisiyesini de içselleştirecekti. Ancak Wallander’den görünen, bu içselleştirmenin İskandinav kökenlerine saygıda halel getirmeyeceğiydi. Ve öyle de oldu. The Killing, Danimarka kültü Forbrydelsen’in sert kadın dedektifini İskandinavya’dan Seattle’a taşırken, iki coğrafyanın da puslu bir atmosferi olmasından çok daha fazlasına güveniyordu. Belli ki Seattle’ın kasveti, bildik film noir klişelerinden daha taze bir damarla işlenmeyi bekliyordu. Okyanus ötesindeki bir polisiye dizi de buna vesile oldu. The Bridge, İsveçDanimarka-Almanya ortak yapımı Broen’ı öncülleri kadar başarılı bir şekilde Anglosakson dünyasına tercüme edememiş olabilir. Ama Danimarka ve İsveç sınırında bölünmüş cesedi ABD-Meksika sınırına taşımanın yol açtığı farklar yine de irdelenesi… İsveç ve Danimarka arasındaki kültürel mücadeleden esinlenen hikaye dünyanın çok daha çetrefilli diğer sınır bölgelerine de bakmanın aracı oluyor. Norveç’te bir kasabada hayatına yeniden başlama savaşı veren New York’lu bir gangsterin hikayesinin konu alındığı Lilyhammer ise bu furyanın televizyondaki ilk melez örneği olarak parıldıyor. Artık melez bir ürün verilmesinden de belli, İskandinavya’nın karamsar dedektifleri ve kasvetli hikayeleri bu bölgenin sınırlarında kalmayacak. Noir alemi, hazır yeni bir damar bulmuşken peşini bırakmayacak. Zira polisiye, dönüşüm havalarının estiği her dönemin vazgeçilmez eşlikçisi… Bu sefer havayı en iyi yakalayan da İskandinavya…

sistemin o kadar da pürüzsüz olmadığının, rol model İskandinavya’nın kendi içindeki çelişkilerinin, yüzey altında saklı kalanlarının ilk akla gelen örnekleri. Bu hayal kırıklığından beslenen İskandinav polisiyesini evrensele bağlayan tam da bu nokta: Dünyanın geri kalanının, yeni olasılıklara ve tehditlere gebe olması… Ve tabii bu ruh halini polisiyeye yansıtırken Nordic noir’ların noir dünyasına getirdiği taze kanda, dedektiflerinin üçüncü göbek Sam Spade taklitlerinden çok daha fazlası olmasının etkisi de es geçilemez. Anglosakson yaratıcılar, ilgiden ve popülariteden nemalanmaktan ziyade, film noir’daki bu açılımın keyfini sürüyor gibiler. Depresyonu ve kasveti Amerikalı benzerlerinden çok daha gerçekçi olan Wallander’in maceralarını, son dönem Hollywood menşeli herhangi bir aksiyonda benzerine rastlanmayacak derinlikteki punk feministin hikayesini (Ejderha Dövmeli Kız) bir de İngilizce anlatma seçeneği varsa, neden olmasın ki? Noir aleminin Seven’la postmodern bir boyuta çekilmiş hali bile rutinleşip heyecanını yitirmişken, türe taptaze bir kan getiren Nordic noir’lara ilgi gösterilmesinde pek de şaşırtıcı bir durum yok. Edebiyatta İskandinav polisiyesine yönelik ilginin tarihi İsveçli Maj Sjöwall ve Per Wahlöö’ye kadar gidiyor. Ama televizyondaki bu tuhaf fenomenin, İskandinavya ve Anglosakson dünya arasında paylaştırılan dedektiflerin başlangıcı Wallander’a ait. Henning Mankell’in, Wallander romanlarından uyarlanan sinematografik dizisi BBC tarafından Anglosakson dünyasına tercüme edilince dinamit de ateşlendi. Ancak ilginç olan, başroldeki Kenneth Branagh’ın öncülüğünde Britanya’ya uyarlanan Wallander’in mekanında ve ülkesinde değişiklik yapılmamasıydı. Wallander adet olduğu üzere uyarlamada ülke değiştirmeden kendi memleketinde kaldı, İsveçli 127


PIGMENT IS THE KING

Ellerinizi pisletmeye ve makyajı dramatik bir yerlere taşımaya hazır mısınız? Make Up For Ever’ın No 14.Violet ve No.26 Black pigmentleri karıştığında ortaya mor yansımalar yaratan bir kül etkisi çıkıyor. M.A.C Archie’s Girls koleksiyonunda yer alan, seksi Veronica’nın imzasını taşıyan Magic Spells ve Black Poodle pigmentler, sahip oldukları pırıltıya rağmen pul pul dökülmüyor ve çizgilenme yapmıyor. Karanlık tarafa biraz daha yaklaşmak isteyenler ise lllamasqua’nın Pure Pigment serisinden Involve ve Zeitgeist’ı denemeli. photographer erdi doğan styling ramazan tunç gülşen make-up gülüm erzincan hair suat ürün styling assistant deniz yetiş model fidan martinoviç


LITTLE ARTIST

Kömür siyahı bir far, eyeliner ve göz kalemi bir araya geldiğinde her an her şey olabilir. Benefit BADgal Liner, NARS Andy Warhol Colour Collection’dan Empire ve Bobbi Brown’ın ışıltılı bir yılbaşı için hazırladığı Smokey Cool Eye Palette, doğal makyajın da yeterince iddialı bir macera olduğuna inananları mutlu edecek.

bluz zeynep tosun boyunluk editöre ait


SECRET GARDEN

Raf Simons’un Dior bahçesi rüyalarımıza girerken, romantizmin agresif yanıyla da gayet iyi anlaşabildiğimizi fark ediyoruz. Pembe, mercan, lila ve mor etrafında şekillenen, gözlere odaklanan bu görüntü, dudaklarda da masum bir pembe tonuna ihtiyaç duyuyor. Clinique Long Last Soft Shine Lipstick’in Beauty ve Baby Kiss rengi mutlaka denenmeli. Chanel Rouge Coco Rose Comet, iki ton koyuya kaçmak için ideal.

kürk adamo eşarp vakko yüzük marc by marc jacobs


PAINT IT PINK

Body paint mi demiştiniz? O halde malzemeleri toplayalım ve bu kez yüze odaklanalım. İyi bir ressam gibi, sizin de muhteşem bir fırça setine ihtiyacınız olacak. Kryolan Modern Art Brush Set, teknolojiyi makyaj fırçalarıyla buluşturuyor. Shu Uemura Portable Brush Set, M.A.C Stroke Of Midnight Essentials Brush Kit’ten birini seçin.

bluz zeynep tosun aksesuar editöre ait


HERE COMES THE SUN

Sarı, onu sadece yaz aylarına yakıştıranlara isyan bayrağını kaldırıyor ve kış soğuklarını ısıtmaya koyuluyor. Olabildiğince mat bir yerlerde gezindiğinizden emin olun. NARS Fashion Rebel Eyeshadow Duo, neon sarısı yerine hardal tonlarını tercih edenler için, markanın Soft Touch Shadow Pencil koleksiyonundan Corcovado, boya kaleminden farksız bir ürün. Shiseido Luminizing Satin Eye Color’ın Solaris rengi de şiddetle tavsiye edilir. trençkot alexander mcqueen/beymen



elbise atelier mayer k端peler gillian horsup


Au-Dela photographer grant thomas stylist thea lewis post production sezer ar覺c覺 hair john macpherson make-up alex byrne nails sophie harris set designer julia dias model antonia wilson photography assistants leif grunberger, nick shand styling assistants victoria archer, kate sinclair


elbise issa çorap falke kßpeler gillian horsup bilezik pebble london


elbise vintage jean muir yüzükler pebble london çorap falke gözlük zanzan



elbise issa kolye gillian horsup


üst atelier mayer alt found and vision ayakkabılar orla kiely for clark's gözlük cutler and gross yüzük pebble london


kazak orla kiely y端z端k gillian horsup


FILE

THE VERY BEST OF 2013 Parrot Zik Sayborglaşmanın son çeyreğinde, her şey dokunmatik ekrana sahipken, kulaklığın bu yarışta geri kaldığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Parrot ve Philippe Starck iş birliğiyle ortaya çıkan Zik, dış sesi bloke eden ve tüm akıllı cihazlarınıza uyum sağlayabilen tasarımıyla hareketlerinizin emrine amade.

Labyrinth Chair Kökleri 2006 yılına dayanan Labyrinth Chair, ihtişamlı anlara bir övgü olarak tasarlanır. Akabinde, estetiğini ‘neo-gothic’ olarak tanımlayan Studio Job, düsturundan biraz kaymak pahasına tüm bu ihtişama biraz daha renk ve geometri katmak ister. Sıra sizde.

Smythson Passport Cover Yeni yılda gezmek, gezmek ve daha çok gezmek için bir totem yapın ve yanınızdan ayırmayacağınız pasaportunuza kılıf geçirin. Yeşil Smythson etkili bir bahane olmazsa, daha tropikal gezilere vesile olması umuduyla turuncu olanı da seçenekleriniz arasında.

Kevin Lyons x DC Shoes Kevin Lyons, canavarlarını da alıp çekildiği inzivasından bir iş birliği vesilesiyle çıkıyor. DC Shoes için snowboard’lar üzerine çizdiği figürleri de durumdan hayli memnun. Siz de memnuniyetinizi göstermek isterseniz, koleksiyonun takımı olan tişört ve yeleklere yönelebilirsiniz.

Nike Air MaxMetallic Silver Mücevherler yerine ayakkabıları tercih edenlerdenseniz, Nike Air Max 1’ın Liquid Metal serisini görür görmez avuçlarınızın kaşınmaya başlaması doğaldır. Gerçek gümüş kullanılmasıyla mücevher kutunuzda açılan boşluğu da doldurması muhtemel.

Maison Martin Margiela Russian Dolls Maison Martin Margiela, dayanamayıp karakteristiğini en geleneksel objelere bile taşıyor. 9 parçadan oluşan bu tasarım, matruşkaları koleksiyonuna eklemek için onların da minimal olmasını bekleyenlere sesleniyor. Yani, MMM’nin keskin dikişleri, bu kez ev koleksiyonundaki objelerle ahşap kalitesine dönüşüyor.

Football Soap on a Rope 2006 yılında Hipster anavatanı Shoreditch’te açtıkları berber dükkanını sanal dünyayla birleştiren Murdock London, artık şehrin 5 ayrı noktasında faaliyet halinde. Erkek kozmetik nişini bir adım öteye taşıyıp üzerine biraz da espri ekleyen markadan favorimiz, ipe bağlı bir futbol topu. Maç sonrası çamurunu üzerinden atmakta zorlananlara gelsin.

Butt Calendar 2014 Yeni yılın en keyifli taraflarından biri yeni bir takvime sahip olmak. Hayatınızda açacağınız yeni sayfalarla motivasyonu yükseltip, metaforun dibine vurmak da cabası. Tabii mesele tüm bunları bir sene boyunca masanızda bakmaya tahammül edeceğiniz bir tasarımla yapabilmek. Tam bu noktada devreye Fantastic Man’in kardeş dergisi Butt Magazine giriyor. 2014 takvimiyle şimdiden iyi seneler...

XOXO The Mag


Paul Smith Eldİven Norveçli balıkçılar ellerini soğuktan el kremiyle koruyor olabilir, biz önlem olarak ilk etapta eldiven kullanmanızı tavsiye ederiz. Renkli yün çizgileriyle Paul Smith eldivenler, soğuğu ait olduğu yerde bırakmanın açık ara en eğlenceli yolu. İtalyan siyah deri tasarımı da ciddi olmanızı gerektiren anlarda kaçış noktanız olabilir.

Häagen-Dazs İskandinav esintisi, tasarımcıların ilham kaynağı olma kontenjanını ne zaman doldurur bilinmez ama söz konusu Häagen Dazs olunca akan sular duruyor. Tasarım evi Front’un fikrinin ince gülü bulut dondurmalar damaklarımız için çoktan birer arzu nesnesi haline geldi bile.

Baccarat Zoo Tasarım dünyasının Almodovar’ı olarak nam salan Jamie Hayon, Baccarat ile iş birliğinin 3. yılında kristalin ışıltısını porselenle birleştirip ayı, maymun ve ördek familyalarının dünyalarına renk katıyor. Cazibeyle sevimlilik arasında gidip gelen kavanozlarla çocukluğunuza dönmekte serbestsiniz.

Jaeger-LeCoultre Grande Reverso Lady Ultra Thin İsviçre’nin saat işçiliği, art deco stili ve İtalyan moda dünyasına damgasını vuran Valextra bir kapta kısık ateşte kaynasaydı ortaya ne çıkardı? Tam olarak Jaeger-LeCoultre Grande Reverso Lady Ultra Thin. Üç farklı kayış seçeneğiyle kişiselleştirebileceğiniz model için yeni yılı bahane edebilirsiniz.

Black Mat Pro by Manduka Yoga, pilates ve mat gerektiren sporlar familyasında yeni favorilerden hot yoga seansınız için fonksiyonel, konforlu ve tabii ki havalı bir ekipman ihtiyacı su götürmez. Şimdiye kadar kullandıklarınızın pabucunu dama atmaya hazırsanız, Manduka’nın siyah mat’iyle tanışın. Değilseniz, derin bir nefes alıp pozisyonunuzu koruyun.

El Poaig Olive Oil Norma Kamali’nin gençlik iksiri zeytinyağını, sıkıcı şişesinden kurtarmak ve mutfak tezgahındaki dışlanmış yaşamına bir son vermek isterseniz CuldeSac Products’ın El Poaig tasarımı kurtarıcınız olacak. Beyaz porselenin minimalist kullanımı ve karton kutusu kalp atışlarınızı hızlandırabilir.

Kate Spade Clutch kelimesinin markalar bazında tercümesi addedebileceğimiz Kate Spade, sarı ve siyahı merkezine aldığı tasarımlarla İstanbul’u da çekim alanına sokuyor. Taxi baskılı seri günlük hayatınızda, New Yorker bir havayla, metropolün karmaşasına olan hislerinizin tercümanı olabilir.

Fort Standard Şİşe Açacağı Gregory Buntain ve Ian Collings’in çağdaş tasarım stüdyosu Fort Standard küçük eşyaların bile kendine ait bir kimliklerinin olmasından yana. Bu düsturla doğal materyaller kullanan tasarımcılar şişe açacağını geometriyle tanıştırıyor ve geçer notu kapıyorlar.

Armand Diradourian Malumunuz, iyi bir uykunun yerini hiçbir şey tutmuyor. Bu sebeple en temel güzellik iksirine biraz lüks eklemeyi boynumuzun borcu biliyor ve Armand Diradourian seyahat setini listemize ekliyoruz. Mr Porter için özel tasarlanan setin kaşmir ve ipek dokusunun jet lag etkilerini ortadan kaldırdığı söylentiler arasında.

Petit h “Sakla samanı gelir zamanı” düsturuyla hareket eden Hermès ekibinin, 2009’da başlattığı geri dönüşüm hareketi Pascale Mussard direktörlüğünde tam gaz devam ediyor. Konu turuncu kutular içerisinde sunulan objeler olunca, beklenti -haliyletavan yapıyor. Hermès derisinin en umulmadık halleri de yılın favorisi olarak listedeki yerini yine yeni yeniden alıyor. 143


FILE

Device 6 [iOS] Konu oyunlar olunca, nefes kesici bir sene geçirdiğimiz söylenebilir. Yüksek bütçeli, olağanüstü grafiklere sahip oyunlar gördük ve GTA V veya Battlefield 4 gibi oyunlar çok ses getirdi. Ancak 2013’ün en iyi oyunu İsveçli bağımsız geliştiricilerin elinden çıkan Device 6. Anlatımı, hikayesi, bulmacaları, görsel dili gerçekten eşsiz.

Bang & Olufsen A9 Nordic Sky Bang & Olufsen’in efsanevi BeoPlay A9 ses sistemi yeni yüzleriyle karşımızda. Uzun İskandinav gecelerinin renklerine bürünen Dusk, Dawn ve Twilight edisyonlarıyla Nordik -ve muhtemelen uzun süreli- bir misafir için evinizde yer açın.

Mast Brothers Chocolate A Family Cookbook Rick ve Michael kardeşlerin, eski tekniklere ve organik malzemeye sadakatlerinden ödün vermeden yarattıkları lezzetler damak hafızamızda yerini alalı çok oldu. O halde, “yapmakla yetinmeyiz, çikolatanın kitabını da yazarız” diyen bu ikilinin A Family Cookbook’unu da mutfak demirbaşına ekleme zamanı.

Rolex Cosmograph Daytona Profesyonel yarışçıların bileklerinden bizimkilere transfer olan bu ikonik model, 40 yıllık serüvenine hız kesmeden devam ediyor. Yüksek performans, dayanıklılık ve şıklık koordinatlarının kesişim noktasında onunla buluşmaya hazırlanın.

Leica M M serisinin son Leica’sı, Apple’dan Jony Ive ve tasarımcı Mark Newson’ın fikir birliğinin ürünü. Bono’nun kurduğu RED vakfını desteklemek amacıyla üretilen, 725 saatlik titiz bir çalışmanın ürünü model Sotheby’s New York’taki bir müzayedede sergilendi ve her anlamda hayırlara vesile oldu.

Heads or Tails by Nendo Köpeğinizi bütün gün evde yalnız bıraktığınız için vicdanınız hiçbir zaman rahat değilse, ona -ya da dolaylı olarak kendinize- bir hediye alarak nispeten huzura erebilirsiniz. Nendo’nun küçük dostlarınız için tasarladığı Heads or Tails, isminin de ipucu verdiği üzere, hem kulübe hem de minder olarak iki farklı şekilde kullanılabiliyor.

Jolly Roger chairs by Fabio Novembre Bu yılki Salone del Mobile’den aklımızda kalan tasarımlardan biri Fabio Novembre’nin Gufram için yarattığı Jolly Rogers sandalyelerdi. Korsanlardan esinlenerek tasarlanan kurukafa sandalyeler için Novembre “Herkesin yakın ya da uzak bir korsan tanıdığı olmalı,” diyerek bizi soyağacımızla baş başa bırakıyor.

Marc Jacobs x Panda Bicycles Markaların çevre dostu olma yarışı süredursun, el yapımı bambu bisikletler kervanına Marc Jacobs ve Panda Bicycles iş birliği bu tasarımlar da eklendi. Beş farklı renkte piyasaya sunulan bisikletlerden dilediğinizi seçip sokağa çıkmanız an meselesi, tek ihtiyacınız olan sürüş keyfinizi bozmayacak düz ve geniş yollar.

Cire Trudon İlhamımızı gümüşi gecelerden alıyoruz. Muhteviyatında amber, sandal ağacı, misk, tonka fasulyesi ve beyaz çiçek notalarını barındıran kokusuyla Cire Trudon’un sınırlı sayıda üretilen Bethléem mumunu başucunuza koyup, bitmekte olan yılın en güzel anlarını hatırlayabilir, yeni yıl için hülyalara dalabilirsiniz.

Comme des Garçons Patchwork Metal Wallets Sıradan bir cüzdanla iyi bir cüzdan arasındaki en az on farkı sağ baştan saymaya başlayalım. Ortalara geldiğimizde, kafamızın üzerindeki düşünce baloncuğunda ilk beliren markalardan biri Comme des Garçons olacaktır, kuşkusuz. Patchwork göndermeli bu model de şimdiden en iyi alternatiflerimiz arasına girmiş bulunuyor. XOXO The Mag


Star Wars Original Trilogy Character Poster Star Wars hayranları arasında bile fikir ayrılığı olabilmesi, sizi küçük çapta bir karamsarlığa sürüklüyor olabilir, veya bundan zevk alıyor da olabilirsiniz. Her iki koşulda da, meseleye iyi tarafından bakıp, Max Dalton’ın sadece orijinal üçlemeyi baz alarak hazırladığı posterlerle keyfinizin ayarıyla oynayabilirsiniz.

Ateliers Ruby Munich 90 Collection Alametifarikası Le Pavillion’la tanıdığımız Ateliers Ruby, bu kez BMW Motorrad’ın 90. yıl dönümü şerefine hazırladığı Munich 90 koleksiyonuyla gündemimize oturuyor. Beş farklı seçenek arasından aklımızı en çok çelen modellerden biri retro göndermeler taşıyan bu çizgili kask oluyor. Dikkat; “sınırlı sayıda üretim!”

Mac Pro İşbu sayfalar yayına hazırlanırken henüz piyasaya sürülmemiş olsa da, duyurulduğu ilk günden beri listemize girmeyi garantiledi. Apple, benzemez kimse sana diyerek Mac Pro’yu uzun uzun anlatadursun, o sadece görüntüsüyle bile takibimizde olmayı hak ediyor.

The Art of Ping Pong Tasarım ajansı Fivefootsix, BBC’nin Children in Need bağış organizasyonuna destek olmak için kolları sıvadı. Robert Ball, Kate Copeland, James Dawe, Hello Marine, Remi Rough, Camille Rousseau, Lorna Scobie ve Chris Wormell gibi isimlerin katkılarıyla hazırlanan pinpon raketleri size de iyi gelecek.

It's 'Oud'y Not Woody Doğudan esen Oud kokularına hepimiz maruz kaldık bu sene. Maison Francis Kurkdjian, Oud’dan üç farklı mod yarattı. Dolce & Gabbana, Versace, Roberto Cavalli, Valentino ve Armani gibi havalı İtalyanlar, Robert Piguet ve Yves Saint Laurent gibi usta Parizyenler, Jo Malone gibi klasik İngilizler ve New York’un en hip parfüm evleri de ona kayıtsız kalamadı.

This Is An Invisible Serum Daha önceki tüm Davines ürünleri gibi mizah dolu dil ve her banyoya renk katan ambalaj tasarımıyla göz çalan This Is serisinin yıldız ürünü Invisible Serum, saçtaki varlığını ancak deneyimli gözlerin fark edebileceği bir bakım ve şekillendirme serumu. Onu sürdükten sonra saçlarınıza dokunana kadar ne demek istediğimizi tam olarak anlayamayacaksınız.

The Goldfinch – Donna Tartt The Secret History hayranlarının beklediği an geldi; Donna Tartt, The Goldfinch ile hikaye anlatma becerisini bir üst düzeye taşıyor ve okurlarını yine gizemli bir dünyanın içine çekiyor. 700 küsur sayfalık bu kocaman romanı okunacaklar listenizin en başına ilave etmenizi şiddetle tavsiye ediyoruz.

Arcade Fire – Reflektor Kısa süren bir kararsızlıktan sonra favori listemize girmesi gereken albümün Reflektor olmasında karar kıldık. Öyle ki Reflektor da tıpkı Arcade Fire’ın önceki albümleri gibi uzun yıllar bıkmadan usanmadan dinlenecek türden bir albüm. Tabii Arcade Fire’ı canlı izlemekse yeni yıl dileklerimizin ilk sıralarında yer alıyor.

Crystalactite Yılın en heyecan verici iş birliklerinden biri Atelier Swarovski ve Maison Martin Margiela’dan geldi. Farklı bir füzyon teknolojisi kullanılarak yaratılan bu avangart ve fütüristik koleksiyonun esin kanynağı ise sarkıtlar. Ayrıca bu iş birliğinin 2014’te de devam edeceği müjdesini verelim.

Leaded Strand Lamp Clancy Moore Design tarafından tasarlanan ve Portadown’daki metal işçilerinin elinden çıkma bu el yapımı lambaların her biri özel olarak üretiliyor ve aslında hiçbiri diğerinin aynı değil. İki ayrı boyu olan bu zarif tasarımların küçüğünün yüksekliği 35 cm, büyüğünün ise 125 cm. 145


FILE

Teaball by Freud Çay saatinin gelmesini heyecanla beklemek için bir neden daha var artık: Teaball. Londralı marka Freud tarafından tasarlanmış, paslanmış çelikten bu tombul çaydanlığın, bir de cüsseli ve tahtadan bir tutacağı var. Ayrıca tutacağın beş farklı renk seçeneği olduğunu da belirtelim.

Radio adidas Originals iPhone Radio adidas Originals’ı nerede isterseniz orada dinleyebilmenizi mümkün kılacak iPhone uygulamasını deneyimleme vakti geldi. Beş alt bölümden oluşan uygulama, müzik dünyasından son haberler, yeni parçalar/albümler hakkında kritiklerin yanı sıra, kültürel etkinlikler hakkında haberlere de yer veriyor. all Puzzle bölümündeyse, eş bulma oyununu oynayarak, adidas Originals’ın en son koleksiyonlarıyla tanışıp, sürpriz hediyeler kazanabilirsiniz.

Misela, Estefania at Anatolia Misela’nın Estefania at Anatolia modeli bu kışın favori aksesuarları arasında. Bordo, yeşil, siyah ve bej olmak üzere dört ayrı rengi ve iki farklı boyutu var. İşin güzel tarafı da, hem gündüz hem de gece çıkarken kullanabileceğiniz bir model.

Nespresso Dharkan Nespresso’nun yakın zamanda çıkardığı kapsüllerinden Dharkan, özellikle yoğunluğu yüksek kahve harmanlarını tercih edenler için güzel bir yenilik. 11 yoğunluğa sahip Dharkan, Latin Amerika ve Asya Arabikası olarak tanımlanıyor ve düşük ısıda uzun kavrulma tekniği ile karakterini açığa çıkarıyor.

BCBG Animal Ears Cap Yıl sonu trendlerinden biri de hayvan kulaklı şapkalar ve bereler. Ve bu trendi takip eden aksesuarlar arasında da favorimiz BCBG tasarımı ‘animal ears cap.’ Bu şapkanın bej tonlarında bir seçeneği de olduğunu ekleyelim ama yine de biz biz olalım ve siyahtan şaşmayalım.

Givenchy Rottweiler Print iPhone 5 Case Givenchy’nin iPhone 5 için çıkaracağı Rottweiler ve Madonna desenli kılıflardan, pek tabii ki Rottweiler favorimiz. Yakında satışa çıkacak olan kılıflarla karanlık yüzünüzü ifşa edebilirsiniz, hem de Givenchy cool’luğu eşliğinde... Böylece yeni yıl wish list’imize bir madde daha ekleniyor.

Warby Parker İsmini Jack Kerouac’ın kişisel defterlerinde bulunan Zagg Parker ve Warby Pepper karakterlerinden alan gözlük markası Warby Parker, bu yılki favorilerimizden. Vintage esintilerine çağdaş bir yorum katan markanın, özellikle de yeni koleksiyonunda yer alan mürdüm tonlarındaki çerçevelerine bayıldık.

6X5 Dünyada olup biten herhangi bir şeyden ilham alabilen tasarımlarıyla henüz ikinci yılını yaşayan genç bir marka var karşımızda. Hayatınızda yeterince eğlence yoksa, iddiasız bir başlangıç yapıp, 6X5’ın iç açıcı çoraplarından medet umabilirsiniz.

Parabellum Luggage Tags Los Angeles’lı aksesuar markası Parabellum’un tasarımlarına hayran kalmamak elde değil. İşe yüksek kalitede kemerler üreterek başlayan marka, zaman geçtikçe ürün yelpazesini oldukça genişletti; çantalar, cüzdanlar derken, küçük deri aksesuarlar da kattı koleksiyonuna. Markanın ürün yelpazesine yeni eklenen ve hayran kaldığımız tasarımlarından biri de, işte bu valiz etiketleri.

The Kinfolk Table: Recipes for Small Gatherings Dünyanın her bir köşesinden iyi yemek meraklılarının tariflerini paylaştığı, Kinfolk Magazine’in çıkardığı The Kinfolk Table, sıradan bir yemek kitabı olmanın birkaç adım ötesine geçiyor. 85 tarifin bulunduğu kitap, aynı zamanda tarif sahiplerinin kendilerine de yöneliyor ve içinizi açacak fotoğraflar barındırıyor.

XOXO The Mag


LC7 Le Corbusier Armchair 1920’ler Paris’i, Le Corbusier, Jeanneret ve Perriand... Şartlar hazır olduğuna göre on yıllar boyunca arzu nesnesi olma özelliğini muhafaza edecek efsanevi bir tasarımın doğuşuna tanıklık edebiliriz. Edemediysek de, üretim yılından bağımsız olarak, onu hep en iyiler listemizde tutmaktan imtina etmeyiz.

Samsung Galaxy Gear Samsung’un akıllı saatlere bakışımızı değiştiren Galaxy Gear’ı, çığır açma iddiasıyla karşımızda. Alametifarikalarına gelince, internet bağlantısı, sesli telefon görüşmesi, sesli komutlar ilk akla gelenler. Vadettiği teknolojik şıklığın yanı sıra, kalp atışı ve kalori ölçme uygulamaları da cabası.

Meredith Wendell x SFK Collaboration Camera Straps Sarah Frances Kuhn ve Meredith Wendell iş birliği sonucunda, sınırlı sayıda üretilen bu rengarenk fotoğraf makinesi askıları sanki şık birer kolye gibi. İtalyan derisi, zincir ve İskoç kumaşı kullanılarak yapılan bu harika tasarımları her boyutta fotoğraf kamerasıyla kullanmak mümkün.

Mon Dupont By Karl Lagerfeld Sevdiği her şeye kendi imzasını atmayı düstur edinen Karl Lagerfeld bu kez uzmanlığını S.T. Dupont ile birleştiriyor. Parfüm şişesinden aldığı ilhamı ateşe teslim eden Karl, koleksiyonunda aynı zamanda kalemden USB stick’e kadar geniş bir ürün ağı sunuyor.

adidas Originals Luxury Pack adidas Originals efsanevi modellerinden dört tanesini İtalyan derisiyle buluşturup bir sonraki seviyeye taşıdı. Siyah ve beyaza yeni bir anlam ithaf etmenize sebep olacak koleksiyon Aralık ayında satışa sunuluyor ve 2013’ün son çeyreğinin en iyi sürprizlerinden sıfatını kapıyor.

PlayStation 4 PS4’un teknik özellikleri arasında, en başta 8 çekirdekli çok güçlü bir işlemcinin yanında yeni nesil Radeon grafik işlemcisini ve 8GB GDDR 5 RAM’i sayabiliriz. Henüz PS4 ile tanışmadıysanız, yüksek detay ve gerçeklik hissine hazır olun. Ayrıca, yenilenen PlayStation Network ile oyuncuların arasındaki etkileşimin de artırıldığını belirtelim.

The New Mini Üçüncü jenerasyon yeni Mini, Miniseverleri heyecanlandıracak gelişmelerle geliyor. Pek çok yeni teknolojinin yanı sıra, yeni Mini’nin en önemli kozu TwinPower Turbo motorları olsa gerek. Arabanın iç tasarımı ise hemen hemen aynı olmasına rağmen, ufak birtakım sürprizler de ihmal edilmemiş; mesela Mini Connected sayesinde Facebook, Twitter ve web radyolarına bağlanabiliyorsunuz.

Form Tea SetTom Dixon Basit ve gösterişsiz objelerin dahi tasarımcısı Tom Dixon imzalı Form Tea Set, İngiliz köklerine saygıda kusur etmeden, sofistike bir çay keyfi vadediyor. Geometrinin cazibesine kapılanlardansanız, pirinçten yapılmış bu seti alınacaklar listenize eklemek için bahaneniz hazır.

Share.Food by Bİlge Nur Saltık Bilge Nur Saltık tarafından tasarlanan, bu seramik sofra takımının ilk bakışta dikkat çeken özellikleri, her bir parçanın eğik bir forma sahip olması ve altındaki fosforlu pembe yansıması. Sonradan anlıyoruz ki, aslında eğik formların arkasında yatan fikir, insanları yemeklerini paylaşmaya teşvik etmek ve böylece insanların birbiriyle iletişim kurmasına vesile olmak.

Boy Chanel Mademoiselle’in henüz modaya olan tutkusu alevlenmeden kıvılcımlanan aşkı Boy’a ithafen tasarlanan Boy Chanel, modaevi için aynı zamanda klasiğin çağ atladığı bir değişimin artçısıydı. Yeni yılı bahane ederek kendi değişim sinyallerinizi yaymak üzere cross-body olmak için doğan Boy’dan -feyz- alabilirsiniz. 147


soldan sağa: mancera paris sand aoud ve armani privé cuir noir, doğu rüzgarlarına kapılırken, david yurman luxurious body cream ve les exclusifs de chanel beige daha temiz bir yerlerde geziniyor. ayrıca babor hsr de luxe ultimate anti-aging cream gibi lüks bir yaşlanma karşıtı krem, yüz, dekolte ve ellere günde iki kere uygulanmalı. çanta saint laurent/beymen


CAN’T TOUCH THIS photographer murat süyür/rpresenter realization aslin kumdagezer & ayşecan ipek

soldan sağa: yüzük cartier cartier baiser volé essence de parfum, beyaz çiçekler, yumuşak baharatlar ve vanilya ile baştan çıkarıcı bir hal alıyor. yüzükler editöre ait çanta louis vuitton


soldan sağa: estée lauder advanced night repair synchronized recovery complex ll, kült statüsünü koruyor. bileklik pomellato yeşil parfümlerin en tuhafı balenciaga florabotanica, yine sahnede. çanta charlotte olympia/beymen comme des garçons black, markanın siyah renge bakışını, dumanlı ve balsamik bir deri akoru ile özetliyor.


soldan sağa: chanel rouge allure luminous intense lipstick ve le vernis, pirate kırmızısında buluşuyor. saat chanel sezonun bir diğer iddialı kırmızısı ise christian dior rouge dior 999. çanta chanel


gecenin rengine bürünen creed fleurs de gardenia, calvin klein downtown ve tom ford café rose eau de parfum en hafiften en ağıra doğru sıralanıyor. kérastase k powder bluff, kuru şampuan ve saç spreyi arasında harika bir denge yaratıyor. lancôme dreamtone ultimate dark spot corrector, kiehl’s midnight recovery concentrate ve thalgo silicium cream, cildi derin bir uykuya hazırlıyor. çanta proenza schouler/beymen


soldan sağa: aedes de venustas signature eau de parfum, lüks, hacimli, bağımlılık yaratan bir şifre. yüzükler gilan m.a.c lustre lipstick sweet succulence, şarap renginin tahtına oturmaya kararlı. çanta chanel


soldan sağa: clinique chubby stick ve chubby stick intense dolgun ve parlak bir rengi tombul bir kaleme hapsediyor. saat rolex thierry mugler alien essence absolue, beyaz yasemin ve menekşe kökünü amber ve vanilya ile buluşturuyor. yüzük editöre ait montale red vetyver, sıcak baharatlar ve soğuk vetiverin güçlü kontrastıyla şekilleniyor. saat jaeger-lecoultre davines natural tech energizing shampoo, kafein, tarçın, zencefil ve karabiber yağlarıyla saç köklerini uyandırıyor. cüzdan louis vuitton


soldan sağa: acqua di parma acqua nobile iris, tene yerleştikçe derinleşiyor. yüzükler pomellato les exclusifs de chanel serisinden cuir de russie ve coromandel, konforlu ve modern bir portre çiziyor. clutch chanel bileklik editöre ait christian dior’un kült parfümü j’adore, voile de parfum ile misk ve pudra üzerine yoğunlaşıyor. kolye editöre ait


soldan sağa: clarisonic mia 2 ile derinlemesine temizlenen cilt, chantecaille pure rosewater ile canlandırılır. bileklik cartier elis faas, makyajın yalnızca kalitesini değil şeklini de değiştiriyor. eldivenler editöre ait saça 20 cm uzaktan sıkılan davines hair refresher sonrası saça hacim vermek için parmakları kullanmak yeterli. saat iwc


chanel les beiges healthy glow sheer powder spf 15/pa++, bronzlaştırıcı pudranın sahte ve abartılı görünümünü reddediyor. clutch givenchy/beymen


BRIEFS

AİLE ALBÜMÜ DEDİYSENİZ 1968’de bir film setinde Jane Birkin’in Serge Gainsbourg’la tanışmasıyla başlıyor meşhur Jane-Serge efsanesi. Birkin, kocasından ayrılır; Gainsbourg da Brigitte Bardot’dan yeni ayrılmıştır. Niye mi bir anda onların özel hayatlarına daldık? Çünkü Taschen bizi yönlendirdi; Jane’in kardeşi Andrew Birkin’in çektiği fotoğrafları ‘Jane and Serge, A Family Album’ adlı kitapta topladı. 1980’deki ayrılma dönemlerine kadar, ilişkilerine daha yakından bakmak ve evinizde başka bir aile albümüne yer vermek istiyorsanız Jane ve Serge çifti kütüphanenize ilk sıradan aday.

GERLAN JEANS Beyaz fonun önüne koyduğunuz rengarenk kıyafetlerle bir tutam eğlence işin içine girince, görüntünün hoş olmaması ihtimali iyice düşüyor. Gerlan Jeans İlkbahar-Yaz 2014 koleksiyonu adına yayınladığı lookbook’unda bu tabloya biraz da R&B havası katıyor. Boru O’Brien O’Connell’ın objektifinden çıkan fotoğraflarda, moda editörlüğünü Avena Gallagher üstleniyor. (Lookbook araştırmalarına tam gaz devam.) AQUA VITAE Yalın tarzıyla tanınan ünlü parfümör Francis Kurkdjian, Balear Adaları'nda geçirdiği aşırı sıcak bir öğleden sonra Aqua Vitae'yi hayal eder. Yin ve Yang, sihirli bir nefes, bir zevk ürpertisi derken karşımızda yeni senenin en heyecan verici unisex parfümünü buluyoruz. Calabria limonu, Sicilya mandalinası, Brezilya'dan tonka çekirdeği, vanilya, hedione ve Guaiac ağacı notalarıyla bu parfüm ten üzerinde parlak bir ışığa dönüşüyor. Bu taze odunsu ile tanışmak için La Déesse'e bekleniyorsunuz.

XOXO The Mag


XOXO ID MEHMET KÖSEMEN Sanatçı Zooloji ve paleontolojiye ilgin nasıl başladı? O tür çalışmalarımı topladığım Tarihimizde Hayali Varlıklar adlı kitabım çok gençken yaptığım bir çalışmaydı; onu şu anda ‘evlatlıktan reddettim.’ Hem resimleri çok eski gözüküyor, hem de içeriğinde büyük hatalar ve eksikler olduğunu biliyorum. Son zamanlarda sana en çok ilham veren sanatçı ya da çalışma hangisi? Elysium filminin konsept sanatçılarından Aaron Beck'in resimlerine hayran kaldım, bir de Romanyalı

canavarlar olarak hafızamıza kazımış durumda. Oysa ki, dinozorlar bundan çok daha farklı ve ilginç canlılardı. All Yesterdays kitabında, bilimsel bir akıl yürütme süreciyle ürettiğimiz dinozorların gerçekçi resimleri yer alıyor. Kitabımızda kuşlar gibi tüylü, birbirleriyle oynayan, çiftleşen, normal hayvanlar gibi yan gelip yatan dinozorlar var. Bu yeni bakış açısı yüzünden All Yesterdays büyük ilgi gördü, Brezilya’da, İngiltere’de gazetelere ve bilim dergilerine konu oldu.

Türkiye’deki çağdaş sanat dünyasını nasıl görüyorsun? Bu çok göreceli bir konu, ama yine de en büyük eksiklik, sanırım, Türkiye’nin ‘gerçek dünya’ ile arasında manalı bir bağının olmaması. Türkiye’de ‘büyük balık/küçük akvaryum’ sendromuna kapılmış çok sayıda sanatçı, kurum ve birey mevcut. Ortaya çıkan işler arasında insanı heyecanlandıran, orijinal, yaratıcı ve anlamlı fikirler içeren çok az şey var. Bu durumun sebepleri arasında ilginç bir temelsizlik görüyorum, Türkiye'de bilim ve rasyonel akıl süreçlerinden, ya da konularının tarihi arka planından haberdar olan çağdaş sanatçı yok gibi. Çoğu kişi sadece cool bir şeyler üretmenin derdinde.

Kendi yarattığın ya da geçmişte yaşamış bir hayvan türü olsan bu hangisi olurdu? Zor bir soru -herhalde derin denizlerde yüzen ya da uçabilen bir canlı olmak isterdim.

“Bunu ben üretmiş olmalıydım” dediğin bir eser/ proje var mı? Hep oluyor; Charles Knight ve Wayne Barlowe’un resimlerine, Olaf Stapledon ve Clark Ashton Smith’in hikayelerine, Rıfat Bali’nin tarih araştırmalarına, Ridley Scott ve Neill Blomkamp'ın filmlerine imrenerek bakıyorum.

Yaparken en çok keyif almış olduğun projen hangisi? Hepsinden aynı zevki alıyorum herhalde; merak ve kaşiflik duygusunun çok güzel bir karışımı. Geçtiğimiz Mayıs ayında The Empire Project’in Başıbozuk serisinde yer aldın. Bu projenin devamı olacak mı? ‘Başıbozuk’ sergisindeki resimlerimi, son üç yıl boyunca Kerimcan Güleryüz'ün desteği ve rehberliğiyle ürettim. Basit bir tarzla hazırladığım bu büyük ebatlı resimler, çocukluk meraklarım, rüya ve kabuslarım ve ilgi duyduğum diğer şeylerden esinlenerek hayal ettiğim acayip yaratık, figür ve varlıkları konu alıyor. Bu tarz resimler yapmaya sürekli devam ediyorum, Contemporary Istanbul'da da, Empire Project standında bazılarını sergiledik. Zooloji ve paleontoloji dışında gelecekteki projelerinde yoğunlaşmak istediğin farklı bir alan var mı? Son çıkan kitaplar sayesinde, zooloji ve paleontolojiyle ayrılmaz bir şekilde ilişkilendirildim, ama esasen birçok farklı konuda çalışmaya devam ediyorum. Tarih araştırmaları, belgesel film ve resim konusunda yeni şeyler yapmak istiyorum. Şu anda ne üzerine çalışıyorsun? Söylersem esprisi kalmaz, şimdilik gizli kalsın.

sürrealist Victor Brauner'in resimlerinden çok etkilendim. Yeni çıkan All Yesterdays adlı kitabından biraz bahseder misin? Bu kitabı İngiltere’den arkadaşlarım olan John Conway ve Darren Naish ile birlikte hazırladık. Hollywood filmleri ve popüler kültür, tarihöncesi canlıları normal hayvanlar yerine korkunç ve banal

J'ADORE L'OR Christian Dior için yılbaşının her daim özel bir anlamı olmuş, ailelerin bir araya geldiği bu gösterişli paylaşım dönemini her şeyden çok sevmiş. Ona göre hayat da siyah ve beyazdan değil, altın rengi ve kırmızıdan ibaret. Monsieur Dior, Paris'te Baccarat Crystal’in cam işlerinden yapılan muhteşem parfüm şişelerinin Noel döneminin geleneksel renklerini ortaya koymak için kırmızı ve altın rengi kutular içerisinde sunulduğu bir dönemde yaşamış. İşte J’adore l’Or bu büyüyü devam ettiriyor. François Demachy imzası taşıyan bu kült floral, elle toplanan gül ve yasemin yapraklarını, paçuli, amber ve labdanumun yarattığı oryantal rüzgara teslim ediyor. Tonka çekirdeği ve Tahiti vanilyası ise J'Adore formülünün vazgeçilmezi.

159


BRIEFS

SOĞUK RADAR Moskovalı Walk of Shame markası, Sonbahar-Kış 2013 sezonuyla dördüncü koleksiyonunu sundu. Tasarımcı Andrey Artemov, grunge’dan ilham alarak tasarladığı koleksiyonu, kısa ceketler, ipek elbiseler ve dantel detaylarıyla kendi tarzına çeviriyor. Walk of Shame’i takibinize alın. TOM FORD FOR MEN "Bakım, centilmen bir erkeğin vazgeçilmezidir. Bu seriyi bir erkeğin en iyi nasıl görünebileceğini tüm dünyaya kanıtlaması için yarattım." Tom Ford, modern bir dünya erkeğinin hangi sebeplerle yaşlandığını araştırmış: Stres, seyahatler, az uyku, dış mekan sporlarının cilt üzerindeki etkisine karşı bitki özleri, botanik dokunuşlar, antioksidanlar ve rahatlatıcı özlerle karşı koyan üç yüksek performanslı kompleks, Men Grooming Collection'ı oluşturuyor. Cildi temizleyen, rahatlatan ve yeniden canlandıran seride Purifying Face Cleanser, Oil-Free Daily Moisturizer, Anti-Fatigue Eye Treatment, Hydrating Lip Balm, Purifying Mud Mask, Skin Revitalizing Concentrate'in dışında bir adet kapatıcı ve bronzlaştırıcı jel de yer alıyor. Ne diyebiliriz ki? İyi görünmek konusunda Tom Ford'dan daha iddialı birini tanımıyoruz. Ayrıca şimdiden söyleyelim, bu koleksiyon, bir kadının sevgilisinden çalmak isteyeceği her parçaya sahip!

FENDI’NİN KENDİ TÜYLERİ En eski moda evlerinden -devlerinden- birinde bile artık pazarlama için bir noktada esprilere ihtiyaç duyuluyor. Fendi’nin Bag Bugs tasarımlarından bahsediyoruz. Kürk detayı bir hayli trend alarmı verirken, Fendi bu aksesuarı mizahla tasarlıyor. Tanıtım videosunu izlerken bir sahnede Moulin Rouge’u anımsayınca güldüğümüzü itiraf edip, Lucifur, Dragoo, Kooky ve Nutty’yi takdim edelim.

XOXO The Mag


EXCLUSIVE RANDOM ACCESS MEMORIES Daft Punk, son albümleriyle gündemde kalma yolunda kararlı. Ama açıkçası çıkardıkları Deluxe Box Set edisyonlarıyla, elektronik akımın fiyatını artırıyor gibiler. 275 dolar karşılığında sahip olacağınız Daft Punk seti içerisinde albümün yapılış aşamasındaki fotoğrafları içeren 56 sayfalık bir küçük kitap ve Giorgio by Moroder parçasının oluşmasını sağlayan esas röportaj da var. Geriye kalan eklentiler tipik bir hediye kutusu işte, ilgili plaklar, tasarım şablonları, USB; her biri Daft Punk’la dolup taşıyor. O halde BWGH’in tarzını tanımlayabilir misin? En iyi tanımlama: “Renkli.” Ama aynı zamansız şıklıkta tasarımlar yaratmaya çalışıyoruz. 10 yıl boyunca hiç çekinmeden giyebileceğiniz tasarımlar… Bu sebeple kıyafetlerin kesimlerine ve dokularının seçimlerine önem veriyoruz.

XOXO ID DAVID OBADIA BWGH’in Tasarımcısı BWGH fikri nasıl doğdu? İlk olarak aklımıza moda ve sanatı birleştiren bir proje fikri geldi. Ortağım Nelson Hassan’la, birlikte çalışabileceğimiz genç fotoğrafçıları belirlemeye başladık. Daha sonra bu sanatçıların isimlerini duyurabilmek için çalışmalarını tişörtlerin üzerlerine basmaya karar verdik ve böylece BWGH doğdu. İşimizde başından beri multidisipliner bir bakış açısına sahibiz. Amacımız kıyafet markalarından biri olmak değildi, gerçek bir etiket yaratmak istiyorduk. Bu yüzden, gardırobun içindekilerin tamamını tasarlamaya çalıştık, aktif sanatçıları bir araya getiren bir komünite yaratmak istedik ve bizi etkileyen, ilgimizi çeken en sevdiğimiz şeyleri yayması için bir dergi hazırladık.

Bu koleksiyonda BWGH’i özellikle yansıttığını düşündüğün bir parça var mı? En iyi temsilcilerden biri Hirish kazak. Renkli ama zarif bir tasarım olması için dört farklı iplik kullanılarak örüldü, ki bu da direkt olarak BWGH’in kodlarını yansıtıyor. Yaratıcı ifadeleri güçlü olan tasarımlar yaratmak istedik, ama tüm bunların yanı sıra, hem doğanın kalbinde hem de Paris sokaklarında giyilebilecek kolaylıkta tasarımlar olmalarına özen gösterdik.

kıyafetlerinin estetik kodları bizi büyüledi. İskoçya, enerji ve gizemle dolu mistik bir yer. Koleksiyon, adını doğa ve medeniyet kesiştiği ufak bir kasaba olan Stonehaven’den alıyor. Bizim için anlamı çok büyük çünkü şehir hayatı ve şıklığını oranın büyüsüyle birleştirdik.

BWGH tasarımları doğanın hangi yönlerini taşıyor? Başından beri doğal materyalleri tercih ediyoruz. Japonya’da, İskoçya’da, İtalya’da, yani dünyanın her yerinde imalatçılarımız var. Onlar bize en iyi kumaşları tedarik ediyor, ki bu kesinlikle BWGH’in kimliğinin oluşmasını sağlıyor.

BWGH, kimlere hitap ediyor? Bu konuda ne diyebilirim, bilemiyorum. Ama ilginç bulduğumuz ve bizden giyinmesini istediğimiz kişiler, her şeyden önce dinamik ve enerji dolu olmalı!

BWGH’in kimliğine yakın olduğunu hissettiğin markalar hangileri? Biz bazen bir sokak giyim markası

olarak tanımlanıyoruz. Ama ‘sokak giyimi’ artık eskisi kadar özgün değil, kimliği her geçen yıl daha da silikleşiyor. Şimdi, sokak ve lüks arasında yeni bir segment oluşuyor. Bizim kimliğimiz de bu uzlaşma kapsamında tanımlanabilir. Bu yüzden Stussy, Palace ve Supreme gibi markalara yakın hissediyoruz. Ama ayrıca Carven, Raf Simons ve Dries Van Noten de enerji ve yaratıcılıkları itibarıyla ilgimizi çekiyor. Bir sonraki koleksiyonunuz için aklınızda neler var? İlkbahar-Yaz 2014 koleksiyonunun, 70’lerdeki California ruhunu ve fotoğrafçı LeRoy Grannis’in işlerini parlatmasını planlıyoruz. Turuncu tonlarından esinlenen, eğlenceli ve renkli bir gardırop yaratıyoruz. İlham dolu bulduğun sanatçılar kimler? Gil Scott Heron, Miles Davis veya Johnny Cash gibi 60’lar ve 70’lerden sevdiğim pek çok Amerikalı sanatçı var. Onların çalışmaları ve yarattıkları evrenleri bize gerçekten ilham veriyor. Ama bugün BWGH için birini seçmek durumunda kalsaydım, bu isim Mos Def veya Frank Ocean olurdu. Markaya mücevher gibi farklı koleksiyonlar dahil edecek misiniz? Hayran olduğumuz herkesle çalışmayı seviyoruz, bu yüzden limit belirlemiyoruz. Mücevherle pek alakamız yok ama ilginç bir şeyle karşılaşırsak neden olmasın! Mesela, Gabriel Urist’le yeni tanıştım, sanatı çok hoşuma gitti ve onunla iş birliği yapmak istiyorum. Ayrıca aksesuarlara yönelmeyi düşünüyoruz, hatta ipucu vereyim, ev eşyaları önceliğimizde. Sürprizlere hazırlıklı olun.

2013 koleksiyonunda İskoçya’dan ilham aldın mı? Esinlendiğin şeyleri tanımlamak her zaman zordur; hareket, duyu gibi soyut şeyler de olabilir, bir sanatçı, renk veya yer gibi somut şeyler de… Aklımızda hepsi karışıyor. SonbaharKış 2013 koleksiyonunu hazırlarken İskoçya’nın bakir yerleri ve geleneksel

161


XOXO ID ASHLEIGH DOWNER Tawn’un Yaratıcısı Şu sıralar hayatın nasıl geçiyor? Çok yoğun bir dönemdeyim. Tawn’un stüdyosunu taşımakla meşgulum, elbette bir yandan da yeni tasarım fikirleri ve materyal arayışları içerisindeyim. Sürekli olarak her alanda değişim halindeyim, ama bundan rahatsız olduğum

dışavurmasıyla yeteneklerinin ortaya çıkması ve böylece kendi kimliğine karşı hissettiği şüphelerin yok olmasıyla ilişkili. Bu da bir bakıma özünü keşfetmek ve çekingenlikleri silmekle alakalı. Tüm bunlardan bahsettim çünkü insanların renklerden korkmasını yanardöner renklerin felsefesine bağlıyorum. Toplumda hepimiz engellere alışığız ve kısıtlamalara sıkışmış vaziyetteyiz. Önümüzdeki Tawn koleksiyonum için de yusufçuklardan ilham alacağım. ‘İlham’ı 5 kelimede tarif etmeni istesek? Takıntı, özgürlük, tutku, kıvılcım, bakış açısı.

söylenemez, her anından keyif alıyorum. Sence de bazı insanlar renklerden korkuyor olabilir mi? Son zamanlarda yusufçuğun ve yanardöner renklerinin sembolizmi hakkında yeni bilgilere rastladım. Yanardönerlik ışığın polarizasyonu ve düşüş açısına bağlı olarak gerçekleşiyor. Bu durumun büyülü tarafı da, bireyin gerçek yüzünü

İş birliği yapmak istediğin tasarımcılar var mı? Durmadan materyal sınırlarını zorlayan, kıyafetten ziyade sanat eseri yarattığını düşündüğüm tasarımcılara karşı hep hayranlık duymuşumdur. Bu yüzden de Iris Van Herpen’in çalışmalarını seviyorum. Sürekli evrim geçirdiğini düşündüğüm Herpen tasarımları da onunla çalışma isteğimi artırıyor. Baskılarını oluştururken nelerden etkileniyorsun? Yarattığım çoğu desende doğanın

harikalarından veya formlardan esinleniyorum, örneğin, meteor ve kristaller. Bunların yanı sıra elbette diğer dijital alanla ilgili sanatçılardan da etkileniyorum. Çalışma alanında neler var? Köpük tahtaları araştırdığım görsellerle kaplıyorum ve böylece etrafım ilham aldığım şeylerle çevriliyor. Ayrıca içinden dergi ve kitapların taştığı bir rafım var. Nostaljik anılarıma referans olan cam küreler ve kristal objeler de orada duruyor. Geri kalan detaylar dışarıdan birine gayet dağınık gözükebilir, ama bence çok düzenli. Markanın ismi neden Tawn? Tawn benim ikinci ismim, ama esas ismim olmasını isterdim. Neden grafik desenler? Bu aslında seçtiğim materyallerle alakalı bir durum. Baskılarım göktaşının mikroskobik görsellerinden üretildi. Tasarımlarımda esinlendiğim öznenin olabildiğince organik kalmasına dikkat ediyorum. Kristal çalışmalarım da gerçek kristallere bakarken çizdiğim resimlerden oluşuyor. Yaratmama esin kaynağı olan şeylerin özünü korumak istiyorum.

SİLÜET MESELESİ Bedenin heykel gibi görünmesi çoğu kült moda fotoğrafında aşikar olduğumuz bir durum. Viviane Sassen de bu yolda kendini renkler ve gölgelerle yarattığı farklılıklarda buluyor. Moda fotoğrafları dışında da çalışmaları olan Sassen, aynı zamanda markaların kampanya fotoğraflarını da çekiyor. Çekimleri oyun alanı olarak gördüğünü söyleyen Sassen’in In and Out of Fashion retrospektif kitabı da, bu çalışma hayatının 17 senelik bölümünü sergiliyor.

XOXO The Mag

THE PERFECT BATH Uzun bir gecenin ardından yorgunluk atmak için mükemmel bir banyo keyfi gerekir. Peki o mükemmel banyo keyfi için ne gerekir? Tüm duyulara hitap eden etkili ürünler. Üç beyaz çiçek etrafında dönen Lierac Les Sensorielles, kendini şımartma sanatında ustalaşanlar için yaratılmış: Argan yağı takviyeli Gommage Sensoriel ile etkili bir peeling seansının ardından, bitkisel özlü Gel Douche ile temizlediğiniz cildinizi ister Lait Sensoriel vücut sütüyle ister saç ister yüzde kullanılabilen kuru yağ ile nemlendiriyorsunuz. Hem banyonuz hem de siz mis gibi kokuyorsunuz.


HE IS PAUL SMITH Öncelikle tarihi bir bilgilendirme yapalım: Paul Smith ilk mağazasını Nottingham’da 1970’de açmıştı. Hatta Smith başka bir işte çalıştığı için mağazası sadece haftanın iki günü açıktı. Şimdi 350’den fazla mağazası var ve tabii haftanın iki günüyle kendilerini sınırlamıyorlar… Bu zaman dilimi içerisindeki Smith’le alakalı pek çok detay ise, Londra’daki Design Museum’da toplanıyor. Smith’in, 9 Mart 2014’e kadar sürecek olan ‘Hello, My Name Is Paul Smith’ sergisini tanıtırken, “insanları yaratıcılığa teşvik etmek için” sözlerini kullandığını ekleyerek, rotanızı Londra’ya çeviriyoruz. (Veya Paul Smith’in web sitesinden sergi kitabını sipariş etmekle de yetinebilirsiniz.)

PETER BEARD’S JOURNEY

PURE MALT

Taschen, 2006’da yayınladığı Peter Beard’ı konu alan kitabını tekrar yayına çıkardı. Fotoğraflar, yazılar ve anılarla dolu bu kitap bir nevi günlük. Francis Bacon tarafından resmi çizilen, Andy Warhol’la birlikte çalışan, Truman Capote ve Rolling Stones’la gezen, Jacqueline Onassis’le kitaplar yaratan Beard’ın hayatı tekrar raflarınıza aday. Tüm bunlar dışında Beard özellikle Afrika’daki toplumsal hayatı belgesele dönüştürme niyetini taşıyor. Yayınladığı kitaplarda o bölgede şahit olduğu şeyleri çok kez resmetmeye çabalamıştı. Şimdi de onun hayatı resmediliyor.

Thierry Mugler'in ilk erkek parfümü A*Men paçuli, vanilya ve kavrulmuş kahve ile güçlü bir oryantal olarak girdi parfüm dünyasına. Pure Malt 2013 ise, seçkin viskilerin üretiminde kullanılan geleneksek tekniklerden ilham alıyor. 6 hafta boyunca meşe fıçı içerisinde dinlendirilen koku, sıra dışı amber notasının gizemini dumanlı bir şölen ile sunuyor. Le Bar du Plaza Athénée Direktörü Thierry Hernandez ise parfümü yansıtan bir kokteyl tarifiyle Paris'e çağırıyor bizleri.

163


BRIEFS

SANAT SÜZGECİ Türeyen sanat dalları, dünya modernleştikçe daha özgürleşmeye ve kabul görmeye başlasa da, ‘arka planda kalma gerçeği’ halen var. Çoğu ehlinin eleştirilerde, tarih kayıtlarında, müzayedelerde veya koleksiyonlarda görmezden gelmeyi tercih ettiği bazı sanat işleri, Phaidon tarafından yeni yayınlanan Wild Art kitabında birleşiyor. Kısacası, sanat dünyasının bu bahsettiğimiz diğer tarafına ait olan işlerden en heyecanlıları komünleşiyor. Sokakta eriyen dondurma, yumurta kabuklarından yapılan tavuk heykeli, kumun üzerinde birkaç saatliğine beliren tablolar, buz kütlesinin garipliği… Bunlara benzer pek çok sanat eseriyle Wild Art ufkunuzu genişletebilirsiniz.

LOONEY TUNES AT LAZY OAF Çizgi film karakterlerinin ana moda sahnesini işgal etmesine tanık olduğumuz bu yıllarda, Londra’dan eğlenceli bir ses yükseliyor: Lazy Oaf. Geçen sene yaptıkları Batman koleksiyonlarından sonra, bu kez Looney Tunes’a yöneldiler. (Anlaşılan Warner Bros’la iş birliği iyi gidiyor, bakalım bu koleksiyon da yok satacak mı?) Karakterleri saymaya gerek duymuyoruz, malum hepsiyle bir şekilde tanışmışsınızdır. Kampanya fotoğraflarını da Sam Hiscox çekti. That’s all folks!

XOXO The Mag


EYEKO SAYS ALEXA Alexa Chung denince aklınıza sıska bacaklar, anneanne tüvit ceketler, şapkalar, hanımefendi ayakkabılar ve tüm bu menüye bir doz baharat katan hoş bir tavır dışında ne geliyor? Tabii ki eyeliner! It isimli ilk kitabının kapağına bir kere bakmanız durumu anlamanız için yeterli. Indie makyaj markası Eyeko da böyle düşünüyor olacak ki, Chung'ın ürün tasarımından illüstrasyon ve fotoğraf çekimine uzanan kreatif danışmanlığına adadığı özel bir koleksiyona imza attı. 'Eye Do' sıvı eyeliner ve bildiğimiz klasik ambalajı yerine bir tübe gizlenmiş olan suya dayanıklı maskara ile 'cat eye' ustası olmak çok kolay.

PAC-MAN OLDU ‘IT BAG’! Yeni sezonun bir diğer parlayan karakteri Pac-Man. Acne Studios’un Sonbahar 2013 koleksiyonunda yer alan clutch’ları da Pac-Man’den esinleniyor. Sanırız esintinin bir ucu da, şekil itibarıyla, mücevher kutusuna dayanıyor… Vintage oyun fotoğraflarından alınarak elde edilen renkler ve desenlerle tasarlanan çantaların adları ise Vanessa ve Akoya. 1980’lerin popüler yüzü, teknolojide oyunlara ayak uyduramasa da, modayı ucundan yakaladı, tebrik edelim.

FASHION GALORE Somerset House, Isabella Blow Foundation ve Central Saint Martins’le iş birliği yaparak yeni bir sergi sunuyor. Isabella Blow’un sıra dışı hayatı ve gardırobunu ortaya koyan bu serginin adı da Isabella Blow: Fashion Galore! Blow, kariyerine 80’lerde US Vogue’da Anna Wintour’un asistanı olarak başlamıştı. Sophie Dahl ve Stella Tennant gibi modelleri bizzat keşfeden Blow, pek çok yetenekli tasarımcının da gün yüzüne çıkmasına yardım etti; Alexander McQueen, Philip Treacy, Hussein Chalayan ve Julien Macdonald bu isimlerden bazıları. İşte böylesi önemli bir hayatın parçaları olan kıyafetler, Somerset House’da 2 Mart’a kadar gösterimde olacak. Gidemeyenlere not: Sergi kapsamında yayınlanan katalog da Rizzoli’den satışa çıktı.

LIPPY LIPPY YUMMY YUMMY Favori Burt's Bees aromamız klasik yeşil nane olabilir, zira her sürüşte yeniden diş fırçalamışçasına tazeleniyor her şey. Ancak soğuk kış günlerini ısıtacak çikolata ve yaban mersini ikilisine de göz kırpıyoruz. Güçlü antioksidanlar ve doğal içeriklerle nem ve bakım takviyesi yapan Revitalizing Lip Balm, Burt's Bees yelpazesindeki diğer tüm ürünler gibi katkı maddesi içermiyor.

165


SET UP

Hakan Urfalıoğlu

Cult Of Cuddle

İşi mutfağında öğrenenler kulübüne mensuplar sınıfından Hakan, uzun yıllar yaptığı moda editörlüğünün akabinde yaratımın bir sonraki safhasına, tasarıma terfi eder. Markası Cult of Cuddle, New York’ta doğar ve İstanbul’a taşınır. Adıyla pek de müstesna olmayan markasında, dövmeci, fotoğrafçı, ressam gibi farklı altyapılardan yaratıcılar ile çalışan Hakan’ın çalışma alanına göz atmak için yan sayfaya, tişörtlerden edinmek arzusuna kapılırsanız da online satış sitesine (cultofcuddle.com) veya Beymen Nişantaşı, İstinyePark ve Zorlu Center mağazalarına doğru yol alabilirsiniz. hazırlayan linda kocabıyık fotoğraflar yalım kartal

XOXO The Mag


soldan sağa: 1. Yapay kan 2. Ozan Aktuna'nın Boogie Boy isimli çiziminin çıktısı 3. USB stick 4. Anahtarlık 5. Dolma kalem 6. Voodoo bebeği 7. Terre D'Hermès 8. When Philip Met Isabella, Philip Treacy 9. Cult of Cuddle sticker'ı 10. iPod shuffle 11. Fotoğraf makinesi 12. İskelet 13. Cult of Cuddle etiket örneği 14. Man in Mask baskılı Cult of Cuddle tişörtü 15. Bıçak 16. Kristal kapaklı kurukafa şişede enerji için multivitamin 17. Kartvizit 18. Makas 19. Cult of Cuddle'ın Make Love tişörtü 20. Isabella Blow: A Life in Fashion, Lauren Goldstein Crowe 21. Maske 22. Not defteri 23. Yaz koleksiyonuna dahil olacak Ramon Maiden imzalı çizimin kumaş üstüne baskı örneği 24. Toothache isimli çizimin kağıt üzerine çıktısı 167


Locations Where You Can Find Us...

360 7 GR ANJEL BABYLON BADEHANE BAHAR KORÇAN BALKON BALTAZAR BEJ CAFE BRUNO'S KUAFÖR BUILDING GALATA BUTİK BUKA CAFE FİRUZ CAFFE NERO GALATASARAY CAFFE NERO İKSV CEZAYİR İSTANBUL CUBA BAR İSTANBUL CULLINARY INSTITUTE CUPPA CAFE ÇOKÇOK THAI RESTAURANT DAI PERA DELIRIUM DIZZIA CAFE RESTAURANT LOUNGE ECE AKSOY EGERAN GALERİ FAKÜLTE AJANS FLAVIO GALATA NO:5 KUAFÖR GALATTA BRASSERIA GALERİ ZILBERMAN GALERIST GARAJISTANBUL GATE TATTOO GEZİ İSTANBUL GHETTO İSTANBUL GRAM GROOVE HELVETIA HOME ROOM JOURNEY KAFIKA KAHVE ALTI KAKTÜS KAHVESİ KARABATAK CAFE KASABIM KİKİ KOMODOR KÖŞE BRASSERIEKULINATA KULP LABISTANBUL LASTİK PABUÇ LAUNDROMAT LAZY BUTİK LEB-İ DERYA LEBLON LILIPUD LOKAL ASMALI LOKANTA MAYA LOMOGRAPHY GALLERY STORE İSTANBUL LUSH HOTEL MAMA SHELTER MANO BURGER MASA MAVRA MESTA MEYRA MISS PIZZA MOMO MUHİT MÜNFERİT NAR PERA NON GALERİ OFF PERA OPS CAFE OPUS 3A OTTO SOFYALI OTTO TÜNEL PANDORA KİTABEVİ PARISTEXAS Pİ ARTWORKS PICANTE PIOLA PİLEVNELİ PROJECT PİLOT GALERİ PLIEÉ POINT HOTEL PROPAGANDA QUE TAL RAFİNERİ ROBINSON CRUSOE ROOK SALT BISTRO SAN LAZZARO TRATTORIA PIZZERIA SELFESTATE SİMAY BÜLBÜL ŞİMDİ/NOW SİMURG KİTABEVİ SMYRNA SNTRL DÜKKAN SUGAR CAFE SUSAM CAFE SUSHI EXPRESS TABE KIYAMET TAKKUNYA TAPS THE HOUSE APART CİHANGİR THE HOUSE APART GALATASARAY THE HOUSE APART TÜNEL THE HOUSE CAFE İSTİKLAL THE HOUSE CAFE TÜNEL THE HOUSE HOTEL GALATASARAY UGLY UNTER URBAN WE WHITE MILL WITT SUITES İSTANBUL XFLATS ZENCEFİL

Also, you can ask for us at cool hair salons and innovative art galleries! XOXO The Mag



« A drop of N°5 and nothing else » N°5 AND MARILYN MONROE

INSIDE-CHANEL.COM


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.