XOXO The Mag/February 2014

Page 1











cover guest jr

İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@xoxothemag.net Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Editörler Aslı Arduman, Serap Gecü, Gazali Görüryılmaz, Ayşecan İpek, Aslin Kumdagezer, Müjde Metin İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Melahat Çakır Katkıda Bulunanlar Matteo Carcelli, Orhan Cem Çetin, Sarp Dakni, Emre Doğan, Hülya Ertaş, Dilara Fındıkoğlu, Paul Hornschemeier, Hasan Hüseyin, Elif Kamışlı, Yalım Kartal, Ersin Koray, Alican Öyke, Hakan Öztürk, Tanla Özuzun, Mike Rosenthal, Nando Salva, Didem Şenol Tiryakioğlu, Ali Tünay, Aslı Yazan, Begüm Yetiş Reklam cihan@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.

NURTANESİ SK. NO: 34 YILDIZ BEŞİKTAŞ İstanbul T:+902122590669 XOXO The Mag


CONTENTS

COVER

INTERVIEW

94... JR

20... Matthew Frost İroninin Dayanılmaz Hafifliği röportaj serap gecü

ART & DESIGN

MUSIC

16... Patricia Urquiola

78... Gary Numan

Tasarım Dünyasının Kraliçesi

Here He Comes, again.

röportaj hülya ertaş

röportaj ersin koray

24... Kazuhiro Tsuji

85... About to Boom!

Hollywood'dan Sıkılmış Bir Hiperrealist

hazırlayan gazali görüryılmaz

röportaj müjde metin

32... Mario Botta

FASHION

Anıtsallığın Mimarı röportaj hülya ertaş

36... Mürüvvet Türkyılmaz

66... Maurizio Cattelan

röportaj ayşecan ipek

46... Jim Crace Hasat Sonrası röportaj aslı arduman

50... Thomas Persson Aklıselim Yaratıcılık röportaj serap gecü

60... Kelly Reichardt

Downtown Girl

Paranoyaya Aşina

röportaj aslin kumdagezer

röportaj nando salvá

56... Serra Türker

74... Paul Hornschemeier

True Colors of Misela

Life in Comics

röportaj ayşecan ipek

röportaj aslı arduman

Bibbidi Bobbidi Boo röportaj elif kamışlı

How to Edit a Perfume

40... Amy Smilovic

Küçük Şeyler Büyük Sözler röportaj elif kamışlı

28... Frédéric Malle

108... Jump Heidi Jump

82... Margaret Macmillan

photographer hasan hüseyin

Büyük Savaş’ın 100. Yılı

fashion editor hakan öztürk

röportaj ali tünay

128... Rock and Roll Is Here to Stay photographer begüm yetiş fashion editor dilara fındıkoğlu

MORE 64... Kış Çorbaları Biraz İçimiz Isınsın yazı didem şenol tiryakioğlu

70... No Need to Grow Up hazırlayan müjde metin

77... La Dama Rossa Uccide Sette Volte İtalyan Usulü Kan Banyosu yazı sarp dakni


UZUN ZAMANDIR İŞLERİNİ HEYECANLA TAKİP ETTİĞİMİZ BİR İSMİ, ÜNÜ ADINDAN KİLOMETRELERCE DAHA UZUN OLAN JR’I, KAPAĞIMIZDA AĞIRLIYORUZ, ÜSTELİK LINCOLN CENTER’DA NYC BALLET İÇİN HAZIRLADIĞI PERFORMANSLA SOSLANMIŞ ENSTALASYONUNDAN, KENDİSİNİN FOTOĞRAFLADIĞI İKİ DETAYLA... EH HALİYLE, BU BİRİNCİ YAPTIĞIMIZ SİZİ KANDIRMAYA YETMEYECEĞİ İÇİN, KONFORUMUZDAN FERAGAT EDİP, JR’I VE ENSTALASYONUNDAN SEÇTİĞİMİZ ESERLERİ DE BİZ FOTOĞRAFLIYORUZ. ÖZETLE, DÜNYAYI KANVAS OLARAK GÖREN BİR İSMİN YANINA KAYNAK YAPIYORUZ VE BİZ DE DÜNYAYI DERGİ SAYFALARI OLARAK HAYAL EDİYORUZ. NEYSE, BU SAYIMIZDA SİZİ ORADAN ORAYA FIRLATMAYI HEDEFLEDİK. FIRLATMAK DERKEN, SÖZCÜĞÜN GÖSTERİŞSİZLİĞİNE TAKILMAYIN, AKSİNE SİZİ FİKRİN VE GÖRSELLİĞİN DORUKLARINDA GEZDİRMEK ASIL AMACIMIZ. İSTANBUL MERKEZLİ DÜNYA TURUMUZA HOŞ GELDİNİZ. P.S. I LOVE THE EYE.

OLGA ŞERBETCİOĞLU


Metamorfoz, bir Hermès hikayesi


Crêpe de Chine elbise

Süet ve keçi derisi Impulsion sandalet


Metamorfoz, bir Hermès hikayesi


Metamorfoz, bir Hermès hikayesi

Koton  poplin  "

$ $ #



INTERVIEW/DESIGN

Patricia Urquiola

Beklediğimize Değdi

Patricia Urquiola, iç mekan tasarımını üstlendiği De Padova mağazasının açılışı için kısa bir süre önce İstanbul’daydı. Tasarım camiasının en güçlü kadın karakterlerinden biri olan ve nadiren röportaj veren Urquiola ile bir söyleşi yapma fırsatı yakaladık, o da bize İspanyol kökleriyle yıllardır çalıştığı Milano’nun, üzerindeki etkilerinden, endüstriyle zanaat arasında kurduğu geçişli ilişkiden ve kadınların tasarım mesleğinde karşılaştıkları zorluklardan söz etti. röportaj hülya ertaş fotoğraf yalım kartal

XOXO The Mag


dilmos, peter marigold, courtesy of l’arcobaleno Crinoline, B&B

İspanya’da doğdunuz ama çoğunlukla İtalyan firmalarla çalıştığınız için adınızı İtalya’da duyurdunuz. Ulusal tasarımın varlığına inanıyor musunuz? Bu çerçevede kendinizi İspanyol bir tasarımcı mı, yoksa İtalyan bir tasarımcı olarak mı görüyorsunuz? Evet, İspanya doğumluyum, ve evet İtalya’da eğitim gördüm ama hayatımın yarısından çoğunu bu ülkede geçirdim. Bu da beni İspanyol bir Milanolu yapıyor. Kendimi İtalyan değil, Milanolu olarak tanımlamayı tercih ediyorum. Çapraz etkileşimlere inanıyorum ve gün geçtikçe etkileşim olasılıkları artıyor çünkü seyahat masrafları çok düşmüş halde... Son yıllarda görüyorum ki, zamanımın çoğu bir yerden diğerine gitmekle geçiyor. Farklı yerlerde karşıma çıkan etkileşimlerde İtalyan yanımın İspanyol kimliğimi bastırdığını düşünmüyorum. Zira bu iki kimliğimin bir aradalığı sayesinde kendim oldum.

köklerimi sorgulamama neden oluyor. Etrafımızdaki değişimler, sanat, olup biten her şey benim için merak konusu. Merak etmek de kültürel değerler üzerine sürekli analiz yapmak demek. Bunu katı mimarlık eğitimiyle birleştirince işlerimdeki yaklaşımım ortaya çıkıyor. Sonuçta ürünlerime baktığınızda her seferinde küçük inovasyonlar yaptığımı fark edersiniz. Kimi zaman bu daha teknik düzeyde, kimi zamansa daha duygusal düzeyde bir inovasyon olabiliyor. Mobilya yaparak insanlara yaşamları için araçlar sunarken birçok deney yapabilirsiniz, kendi değerlerinizle geliştirdiğiniz bu deneysel yaklaşımlar da işinizin duygusal değerini ortaya koyar. İşte bu da diğer insanlarla ilişki kurmanız için gerekli altyapıyı sağlar. Küresel ölçekte herkesle değil ama bazı insanlarla bu yolla ilişki kurabilirsiniz. Zaten ben de herkesle ilişki kurmak istemem, ki eğer insanlarla ilişki kurmak istiyorsanız onların güvenlerini kazanmanız gerekir. Bana güvenebilecek insanlarla iletişim kurmak istiyorum ben de.

Küresel ölçekte tasarım yaparken ürünlerinizin dünyanın farklı yerlerindeki insanlar tarafından kullanılacağını biliyorsunuz. Herkesin kendisiyle bağ kurabileceği tasarımları gerçekleştirmek için ne gibi yöntemlere başvuruyorsunuz? Bu zor bir konu, küresel ölçekte düşünmek zorunda değilsiniz. Eğer öyle yaparsanız süreç içinde kaybolursunuz. Bir açıdan kendiniz olmak ve kendi yerel kimliğinizle bağ kurmak zorundasınız. Kimliğiniz sadece içinde yaşadığınız durum değil, aynı zamanda kendi kişisel tarihiniz. Bu, yani yaratıcı sermayeniz, işinize yansıyor tabii ki. Biliyorsunuz, ben aslen mimarım; bu da benim bir yandan katı bir yaklaşım sergilememe, diğer yandan da deneysel ve açık olmama, kendi

İşlerinize baktığımızda onların yalın ancak aynı zamanda çok şiirsel olduklarını görüyoruz. Bunu nasıl başarıyorsunuz? Bazen proje tanımından ilerliyor, bazen de başka alanlardan analojileri inceliyor ya da kendi hafızama odaklanıyorum. Bütün bunlar projenin kendi içinden geliyor. Bazen zanaatı devreye sokuyorum, farklı bir şekilde onu yeniden keşfediyor ve yeni bir yöntem öneriyorum. En nihayetinde tüm bunları yaparken aslında bazı şeylere değer katıyor ya da onların değerlerini tamamen değiştiriyor oluyorum. Yaratıcı bir şekilde çalışmak da bu zaten. İnovasyon dediğimiz, bazen sadece değerleri ya da bakış açılarını değiştirmekten ibaret. 17


de padova showroom, istanbul

İstanbul’da bulunma nedeniniz yeni açılan De Padova mağazası. Bu firmayla tanışmanızın ve buradaki mağazalarının tasarımında rol almanızın öyküsünü anlatabilir misiniz? De Padova ile çok iyi, uzun ve güçlü bir ilişkimiz var. Üniversiteyi bitirdikten sonra altı yıl boyunca şirket bünyesinde çalıştım, ilk işimdi. O zamandan beri tanıdığım firma sahibi Maddalena De Padova yakın arkadaşım, kendisi 1980’lerden beri yürüttüğü firmanın İstanbul’da da bir mağazası olmasını istiyordu. Bu mağazanın da firmayı çok iyi temsil etmesi gerektiğini düşündüklerinden, yakın ilişkide oldukları biriyle çalışmak istediler ve doğal olarak benimle görüştüler. Daha önce De Padova için mağaza tasarlamamıştım ama markayı çok iyi tanıyorum. Benim açımdan bu işin duygusal bir boyutu da var, önce ilk işimdi, sonra tasarımcı olarak dışarıdan bazı ürünler tasarlamıştım De Padova için, bu projeyle de iç mimarisini yapmış oldum. De Padova mağazası markanın kimliğini nasıl yansıtıyor? Mekan aslen çift katlı büyük bir küp. Biliyorsunuz, De Padova ilk kurulduğu 80’lerden beri beyazın hakim olduğu minimalist bir çizgiye sahip; ürünlerin çoğu en temel özelliklere odaklanan, çok basit ve sade tasarımlar. Bu ürünlerle, İstanbul’da olma hissi verecek oryantal öğeleri bir arada kullanarak mekanı oluşturduk. Örneğin, mağaza işleviyle ilişkisi süren asma katları hem ofis hem de gelen müşterilerle görüşme yapılacak alanlar olarak düşündük. Bunlar aynı zamanda İstanbul mimarisinden bildiğimiz muşarabiyelerin çift kat metal ağla yeniden yorumuydu. Mekana arka plan olacak şekilde İstanbul’u hatırlatan öğeler kullandık, onun haricindeyse öne çıkan malzeme işlenmemiş, doğal haliyle kullandığımız kontrplaklardı. Bunun yanı sıra, mekan içinde hiç duvar kullanmadık, onun yerine bu kontrplaktan panelleri tercih ettik. Bu paneller, altlarındaki küçük tekerleklerle çok kolaylıkla her yere taşınarak esnek bir mekana olanak tanıyor. Bu esneklik sayesinde bir nevi açık bir mekan elde etmeyi hedefledik, böylece hem İstanbul’u hem de De Padova’yı anlatan bir mağaza ortaya çıktı.

Tasarım alanında sizin gibi güçlü kadın karakterlere ne yazık ki çok fazla rastlayamıyoruz. Kadınların tasarım mesleğinde daha az görünür olmalarının nedenleri neler olabilir? Bu soruyu ben de kendime sürekli olarak soruyorum. Tasarım, pazarda seri olarak satılacak ürünler yapmaya meyillidir. Bunun için de öyle ya da böyle endüstriyle iç içe çalışmak zorundasınız. Endüstri de normalde daha çok erkeklerin alanı ve erkeklerin kadınlar hakkındaki önyargılarını kırmak çok karmaşık bir süreç. Kadınların bu önyargıyı aşıp, güven kazanmaları gerekiyor. Sanat camiasında mesela kadınlarla erkeklerin oranı yarı yarıya, o alanda böylesi bir sorun yok. Ben firmalarda çalışırken erkeklerin önyargısını kırmanın yollarını denedim, bu nedenle de kendi stüdyomu açmam epey vakit aldı; şimdiyse çok fazla sorunla karşılaşmıyorum. Genelde, kadınların daha hassas olduğunu söylerler ama böyle bir şey yok. Hassaslık dünya üzerinde demokratik bir şekilde yayılmıştır. Bir erkek ya da bir kadın hassas olabilir, bu cinsiyete bağlı değildir. Asıl konu kadınların daha esnek ve kolay uyum sağlayabilir olması. Bu sayede gerek aile yaşamında gerekse işte farklı rolleri benimsemeye çok daha açığız. Böylesi bir hareket alanı yaratmamız da endüstrinin bizimle çalışması için olumlu bir özellik, bu nedenle bize ihtiyaçları var. Farklı ürün grupları üzerine çalışma sıklığınız ne? Örneğin üst üste çok sayıda sandalye tasarlamaktan sıkılıyor musunuz bir noktada? İşlerime bakacak olursanız sürekli aynı şeyi üreten biri değilim; öyle olsaydı bu bir iş değil, obsesyon olurdu. Farklı şekillerde o projelerle ilişkilendiği için bazı argümanlar iki ya da üç projede tekrar edebiliyor ama her seferinde resmin farklı yönlerini görmeye çalışıyorum. Oturma birimleri tasarlıyor olsam da her seferinde farklı ürünler ortaya çıkabiliyor, bunu bir tipoloji meselesi olarak düşünmemek lazım. Kaldı ki çok farklı alanlarda çalışıyorum. Opera sahnesi tasarımından sergi tasarımına, otel iç mekanlarından ev aletlerine, mutfak araç gereçlerine dek çeşitli alanlarda her birinin kendine has sorunlarıyla uğraşıyorum.

XOXO The Mag


vieques furniture collection by patricia urquiola for kettal

Eğer seçme şansınız olsaydı, türünün tek örneği olan objeler mi yoksa seri üretilen ürünler mi tasarlamayı tercih ederdiniz? Yaşam, sürekli olarak, sahip olduğumuz önyargıları yıkmamız üzerine kurulu. Daha gençken böyle bir seçim yapmam gerektiğini düşünürdüm ben de, ama yıllarca çalıştıktan sonra artık böyle bir tercih anlamlı gelmiyor. Örneğin Baccarat için çalışırken kendi kendime “Bunu neden yapıyorum?” diye sordum. Sonrasında fark ettim ki Baccarat iki yüzyıldan fazla süredir faaliyette olan bir şirket, aynı adı taşıyan ve sakinlerinin tümü fabrika sayesinde geçinen üç bin kişilik bir kasaba var, Baccarat Kilisesi, Baccarat Müzesi var. Ve orada çalışan arkadaşlarım şirketin tarihi değerini sürdürmem için benden yardım istediler. O noktada konu, yaptığınız şeyin nasıl göründüğü olmaktan çıkıyor ve onlara çağdaş bir yol benimsemeleri için destek olmaya dönüşüyor. Diğer yandan Kartell için yaptığım sandalyelere bakacak olursanız orada bambaşka bir değer öne çıkar. Kartell plastik enjeksiyon konusunda mükemmelleşerek asla çöpe atılmayacak ürünler geliştirmeye adamıştır kendini.

Ürünlerin üretilebilmesi için gerekli çözümleri geliştiriyor, her birine uyumlu bir denge ve şiirsellik kazandırmaya çalışıyorum. Bugünün dünyasındaki zanaat ile seri üretim arasındaki gerilimi aşmak adına ürün tasarımının bir rol üstlenebileceğini düşünüyor musunuz? Evet, bunun olabileceğini sezinliyorum. 2005’te Köln’deki Imm Cologne fuarında Ideal House adlı bir yerleştirme yapmıştım. İdeal evin ne olabileceğine dair bir argüman geliştirmemiz bekleniyordu. Benim önerim epeyce geniş, 10x9x9 metre boyutlarında bir yerleştirmeydi. Kullandığım ana malzemeler iplerden oluşturulmuş bir ağ ve inşaat iskelesi demirleriydi. Bir yandan endüstriyel bir görünüm yaratan, diğer yandan da ipliklerle örülerek zanaatı çağrıştıran bir işti. O zamanlar tasarımcı arkadaşlarım yapmaya çalıştığım şeyi anlamakta zorlanmışlardı, açıkçası anlatmak istediğimi ifade etmek benim için de çok zordu. Bugün o işin üzerinden sekiz yıl geçtikten sonra bu tarz geçişliliklere, çapraz etkileşimlere olan inancım daha da artmış halde. Endüstriyle birlikte çalıştığımız ortada, zanaat ise hayatımızın her alanında karşımıza çıkıyor. Bu ikisinin bir arada olması argümanını sezgisel bir yolla o zamandan beri içimde barındırdığımı düşünüyorum. Bu benim için bir trend değil. Baktığınız zaman, tasarım yaklaşımı geliştirmenin birçok yolu var, örneğin ahşapla çalışıyorsanız insanların çok basitleştirilmiş tekniklerle projenize dahil olmasını neden sağlamayasınız? Üç boyutlu enjeksiyon, bilgisayarda yapılan çizimler vs. için de farklı yaklaşımlar geliştirebilirsiniz. Köln’deki o işten sonra bilinirliğimi sağlayan da bence bu deneysel yaklaşımım oldu. Asya’da daha zanaat odaklı, Almanya’da çok daha endüstriyel yöntemlerle çalışabiliyorum. Genel olarak Türkiye’deki mühendislerin de teknik bilgileri çok iyi ama pazar odaklı ürünlerdense daha fazla araştırma yaparak, orijinal işler üretmek için inovasyona daha fazla yönelmeleri gerekiyor. Biz de şimdilerde Arçelik ile bir proje üzerinde çalışıyoruz ve amacımız, bahsettiğim alanlara konsantre olarak bu orijinalliği yakalayabilmek.

Peki, siz ürünlerinizin uzun ömürlü olması için ne gibi yöntemlere başvuruyorsunuz? En nihayetinde tasarladığınız ürünler pazara sunuluyor. Ucuz ya da pahalı fark etmeksizin küçük bir nesne tasarladığınızı ve bunun medyada yüksek bir enerji ürettiğini, yeni ilişkilere yol açtığını düşünün. Diğer yandan da kitlesel pazar için bir şey tasarladığınızı ve çok da ilginç bulunmadığını, yeterince etkileşimli bir ürünün ortaya çıkmadığını düşünün. Bunların her ikisi de mümkün. Önyargılarımızı bir kenara bırakmalıyız. Eskilere dayanan geçmişiniz, çevrenizdeki tüm nesnelere sinmiş olan enerji ve kültürünüz zanaatın içine işlemiş haldedir. Bu nedenle de zanaat benim için hep ilgi çekici olmuştur. İçlerindeki kültürel değerleri, onlara adanmış emeği, arkalarındaki araştırma süreçlerini izlemeyi hep ilginç bulmuşumdur. Bu kaliteler üzerine giderek çok farklı kademelerde söz konusu değerleri ileri taşımanın bir yolunu bulmamız gerek. Bunun için de her şeyden önce açık görüşlü olmalıyız. 19


INTERVIEW/VIDEO

Matthew Frost

İroninin Gücü Adına

Kariyerine John Baldessari’nin portrelerini çekerek başlayıp, fotoğraf ve video arasındaki çekim kuvvetinin etkisiyle kısa filmler yapmaya yönelen sağlam bir göz var huzurlarınızda. Lizzy Caplan’lı Fashion Film ile moda filmlerine de kendi yorumunu getirmeye niyetlenen Frost, son zamanlarda Cate Blanchett, Jessica Chastain ve Kate Winslet’ın arzıendam ettiği videolarıyla radarımıza tekrar yakalandı ve New York’taki muhitinde sorularımızın muhatabı oldu. röportaj serap gecü fotoğraf jason macdonald

XOXO The Mag


Etrafında ne görüyorsun? New York’ta, 12. Cadde’de, yaşadığım apartmanın önündeyim ve biri az önce Al Pacino’nun çerçevelenmiş, kocaman bir fotoğrafını çöpe attı. Fotoğrafta Scarface’ten bir sahneye gidiyoruz ve Tony Montana’yı takım elbise içinde, bir kolu bandajlı, diğer elinde silahını çerçevenin dışına doğrultmuşken görüyoruz. Siyah-beyaz bir fotoğraf ve arka plana uzun ince palmiye ağaçları ve dağ silüetleri ile tropik bir atmosfer hakim... Baktığın zaman, kocaman ve kullanışsız bir çerçeve sadece ama, “Birinin çöpü başka birinin hazinesidir.” ifadesinin daha iyi bir karşılığı olamazdı herhalde.

olarak, gerçek karakterlerden komedi çıkarmak daha sinik bir tavır gibi görünebilir ama doğrusu bu tür filmleri Babel’a her zaman tercih ederim. Peki, kendini bir drama yazarken veya yönetirken hayal edebiliyor musun? İyi hikayelerde genelde hissettiğimiz, kendine has bir espri anlayışı yakalayabildiğim sürece, neden olmasın. Malum, endüstride genel eğilim kısa filmleri uzun metrajlı filmler için basamak olarak kullanmak yönünde. Sen nasıl bakıyorsun bu duruma? Uzun metraj çekme hayallerin var mı? “Her ne pahasına olursa olsun çekmeliyim” gibi bir mantığım yok. Gerçekten inandığım ve anlatmak istediğim bir hikaye olmalı. Yazmayı çok seviyorum ve umarım bir gün yazdığım senaryolardan birini uzun metraja dönüştürme şansını yakalarım. Ama o kadar çok yetenekli kalem var ki, bana fırsat gelir mi bilmiyorum. Bu cevapla yeterince politik olduğuma inanıyorum.

Başlangıç için ilginç bir hikayen var mı? Aldığım ilk iş John Baldessari’yi Los Angeles’taki stüdyosunda çekmekti. Kariyerim için şahane bir başlangıç oldu. Hatta çekimin bir yerinde tişörtlerimizi değiş tokuş etmeye bile ikna ettim onu. Yönetmen olarak tarzın eleştirmenlerce Wes Anderson ve Woody Allen’a benzetiliyor. İkisi de oldukça güçlü bir tarzı ve tonu olan yönetmenler. Bir gün onların herhangi bir filmi kadar net ve eksiksiz bir film yapabilmeyi, şimdilik, ancak hayal edebilirim. Görsel olarak, fazla şirinliğe kaçmayan ama çok da kontrollü olmayan bir beğenim var; sahneler de, çekimin beklenmedik bir anında ortaya çıkan sürpriz bir öğe etrafında şekilleniyor.

Diğer taraftan, video dijital yayıncılığın geleceği olarak görülüyor. Sen de Vogue’la bu anlamda bir iş birliği yaptın... Bir filmi telefondan veya iPad’den izlemek kesinlikle çok keyifli. Vogue’la yaptığımız iş birliğini de bu yüzden çok sevdim. Kapak konuklarıyla film çekmek, daha fazla insana ulaşabilme ve daha fazla söz söyleyebilme imkanı tanımış oldu bana.

Cate Blanchett, Jessica Chastain, Kate Winslet, Anna de Rijk, Ashley Smith, Lizzy Caplan, Chelsea Schuchman... Videoların genelde kadın karakterlerin hikayeleri etrafında şekilleniyor. Bu hikayeleri senin için ilgi çekici kılan ne? Dört kız kardeşim var ve kadınların arasında büyüdüm. Tam olarak emin değilim, ama bunun üzerimde kaçınılmaz bir etkisi olduğunu sanıyorum. Zaten erkekler her daim kadınlardan etkilenmiştir, içgüdüsel bir şey... Düşünüyorum da, diğer bir alternatif erkek hikayeleri anlatmak ve muhtemelen sıklıkla kendimden bahsetmek olurdu, ki bu da ister istemez fazla kendine düşkün ve tuhaf biri gibi görünmeme sebep olabilirdi.

E bu durumda moda filmleri senin için ne ifade ediyor? Moda filmlerini, nispeten ses getirme ihtimali taşıyan hikayeler anlatmak için bir fırsat olarak görüyorum. Ayrıca, bu filmlerin gerçek anlamda da bir sesi var, eşit uzunlukta bir müzik videosuna göre daha fazla söz söylüyor. İşin içinde ticari bir amacın olması da bazen hoşuma gidiyor. Gerçek bir kısa film, ya da bir festival kısasını izlemek bazen daha zor olabiliyor. Müzik videolarına gelelim. M83 için bugüne kadar üç video yaptın. Bu aralar üzerinde çalıştığın yeni müzik projeleri var mı? M83’nin küçük filmleri için Anthony Gonzalez ile çalışmaktan çok keyif aldım. O harika parçalar için iyi bir şeyler ortaya koyacağım konusunda başından beri Anthony’nin bana güveni tamdı. Anthony, duygusal çağrışımlarla dolu ve sinematografik bir müzik yapıyor. Böylesine muazzam bir duygusallık üzerinde oynayabilmek ve müziğinin kusursuz bir şekilde özetlediği içsel hengameyi yansıtabilmek büyük bir zevkti. Yeni projelere gelince, son zamanlarda müzik videosu yapmaya pek bayılmıyorum ve belli bir şarkı için görüntü yaratmak yerine, insanları konuşturmaktan yanayım. Diğer taraftan, müzik videoları hem

Hikayelerinin diğer bir tipik özelliği, her birinin belli bir ironi etrafında kurgulanması. Bu minvalde, Alexander Payne’in “Sinizmin ömrü uzundur. Duygusallık ise yaşlanır; modası çabuk geçer.” saptamasına katılır mısın? Alexander Payne en sevdiğim yönetmenlerden biri, henüz kötü film yaptığına tanık olmadım. Gerçek hayattan beslenen bir komedinin, ister istemez, sinizmden nasibini alacağını düşünüyorum; çünkü karakterlerin verdiği gerçeklik hissini artırmak için buna başvurursunuz. Kusurlarını kolaylıkla algılayıp gülebileceğimiz karikatür karakterlerinden farklı 21


genel olarak yaptığım işleri hem de düşünme biçimimi etkiledi, bunu yadsıyamam ve bazen gerçekten çok iyi işlerle karşılaşıyorum. Son zamanlarda karşılaştığın iyi işler hangileri oldu peki? Iconoclast ve Somesuch & Co bugüne dek çok iyi videolara imza attılar. Megaforce adlı bir yönetmen ekibi Yeah Yeah Yeahs için bu yıl çok başarılı bir iş çıkardı. Romain Gavras’ın videolarını çok beğeniyorum. Emily Kai Bock da oldukça etkileyici işler yapıyor. Baktığında, hepimiz tarz olarak birbirimizden çok farklıyız ama onların işlerini izlemekten inanılmaz keyif alıyorum.

dev bir parti treni gibiydi -korkunç bir kazayla sonuçlansa da... Neyse, iyi bir partide, kesinlikle en yakın erkek arkadaşlarım olmalı. Arkadaşlar olmadan partilerin tadı çıkmaz. Ama yeniliklere açığım. Bu konuda Türkiye’yle ilgili de iyi şeyler duyuyorum. Yeni bir senaryoya başlarken nerede olmayı tercih ediyorsun? Aslında, her yerde aptalca fikirler ortaya atabilirim. Ama iş oturup ciddi ciddi yazmaya gelince, evde sessizlik içinde olmayı kesinlikle tercih ederim. Beynimin aynı anda birden fazla iş yapabilme kapasitesine sahip olduğunu düşünmüyorum. Keşke olsaydı...

Pharrell’in 24 saatlik videosu Happy’yi de izlemişsindir. Nasıl buldun? Projeyi yöneten ekip We Are From L.A aynı zamanda Iconoclast ve Somesuch & Co ile çalışıyor. Sürekli yeni arayışların ve farklı deneyimlerin peşinde olan harika bir ekip. Happy de çok iyi bir kastingle başarıyla kotarılmış bir iş. Bir araya getirmesi çok karmaşık segmentlerden oluşan bir proje esasında, ama buna rağmen, videonun tamamına bir basitlik hakim ve beni çeken de bu.

Bugünlerde ne üzerinde çalışıyorsun? Çok şaşıracaksın: Bir kız hakkında senaryo yazıyorum.

Senin 24 saatinle devam edelim. New York, Los Angeles ve Paris arasında hayatın nasıl geçiyor? Şu anda New York’ta yaşıyorum ama buradan önce Los Angeles’ta yaşadım ve babam hala orada yaşıyor. Diğer taraftan, çocukluğum Fransa’nın güney batısında geçti. Ta o zamanlar, bana bu üç şehir arasında hareket kabiliyeti sağlayacak bir iş formülü hayal etmeye başlamıştım ve bugün o formülü bulabildiğim için çok şanslıyım.

Oyunculuk denemeleri yaptığın oluyor mu? Yazıp yönetmenin yanı sıra kamera karşısına geçmek gibi planların var mı? Nedense, kendi yazıp yönettiğim bir filmde rol almak tuhaf hissettirirdi gibi geliyor. Orson Welles olmaya pek niyetim yok galiba... Ama bir sır vereyim: Sofia Coppola’nın Somewhere’i için seçmelere katılmıştım. Partideki sinir bozucu Fransız adamı oynayacaktım ama rolü alamadım. Hiç havalı değil.

Sıradan bir günde, hayatının gizlice filme alındığını hissettiğin oluyor mu? Ya da filmden fırlamış gibi duran anlar yaşıyor musun? Etrafımda duyduklarıma kulak misafiri olmak ve onlardan küçük parçalar alıp işlerimde kullanmak hoşuma gidiyor. Sosyal medya bu anlamda tam bir cennet! Duyduğunuz herhangi bir şeyden ilham alabilirsiniz... Ama hayatımın filme alınmaya değecek kadar derin ve kışkırtıcı tarafları olduğunu pek düşünmüyorum. Yaşadıklarımın, dünyanın kalanıyla paylaşmaya yetecek kadar enteresan olmadığı kesin. Düşündüklerimin çoğu inanılmaz saçma, ne yazık ki... Belki de kadın karakterlere odaklanmamın bir sebebi de budur. Bildiğimi sandığım halde, aslında hakkında hiçbir şey bilmediğim bir konu...

Otobiyografik bir film yapsan adını ne koyardın? The Movie.

Sık sık partilediğini biliyorum. İyi bir partinin olmazsa olmazları neler? Çok kısa bir süre önce The Wolf of Wall Street’i izledim. İnanılmazdı,

Son zamanlarda keşfettiğin iyi yönetmenler var mı? Iconoclast.tv’deki herhangi biri! Takip ettiğin TV dizileri? Louie, Portlandia ve Ja’mie: Private School Girl en sevdiklerim.

Varsayımlardan devam. XOXO için bir film çekecek olsan nasıl bir şey olurdu ve kiminle çalışırdın? Müge Boz nasıl? Çok hoş görünüyor. Filmin adını da What’s Up with Müge Boz? koyardım. İnternette keşfettiği hayali bir oyuncunun peşinden New York’u terk edip Türkiye’ye gelen bir adamın hikayesi... İstanbul’a kızı bulmaya gider ama bir şekilde kızın iki yıldır New York’ta yaşadığı ortaya çıkar... Utanç duyduğun zevklerin var mı? Pek utanç duymuyorum. Son olarak, Jim Jarmusch mu, Wim Wenders mı? Paris, Texas.

XOXO The Mag



INTERVIEW/ART

Kazuhiro Tsuji

Hollywood’dan Sıkılmış Bir Hiperrealist Günümüz görsel kültüründe uçlarda yaşamayı seviyoruz, ya soyut sanatın uçsuzluğunda uçuyoruz, ya da tüm ayrıntıları hesaba katarak gözün gördüğünün bir yenisini daha üretebilmek için yaratma çabasını kuşanıyoruz. Sanki gerçekle gerçeküstünün arasındaki fermuarı kapamaya çalışıyor gibiyiz. Kazuhiro Tsuji de bu şeffaf ayrımın çekim kuvvetiyle, seneler sonra, film sektöründeki kazanımlarına yenilerini eklemek istemediğine; hiperrealist kabiliyetlerinin üzerine gitmek istediğine karar veren bir sanatçı. Kurasawa’nın filminden Hollywood’a uzanan yolculuğunda farkında olmasanız da onun ellerine pek çok filmde/yüzde/Oscar Ödülleri’nde rastladınız, ama aslında kendisi artık film sektöründen uzak durmayı tercih ettiği için, Scope Miami’deki Andy Warhol heykelini hatırlamanız dahi onun için yeterli olacaktır. Tsuji’nin deyimiyle, “yaşamın içindeki sanat ve sanatın içindeki yaşamı” irdelemenin elzem olduğu bir dönemdeyiz (veya sayfalardayız). röportaj müjde metin fotoğraf otoportre

XOXO The Mag


dick smith, 2002, silicone, resin. wood, human and yak hair, 95cmx95cmx 200cm.

andy warhol, 2013, silicone, resin, chrome, human, yak hair, 92cmx92cmx214cm.

Benjamin Button, Hemingway & Gellhorn, Killing Them Softly, Looper… Çalıştığın set listesi oldukça kuvvetli; en başa dönersek, film endüstrisine nasıl girdin? Plastik makyajla ilgilenmeye karar verdiğim andan itibaren, Los Angeles’a taşınıp, orada çalışmak en büyük hayalim oldu. Hobi niyetiyle plastik makyaja başladığımda 17 yaşımda, lise son sınıftaydım. Dick Smith’e mektup yazdım ve onunla birlikte Los Angeles’ta çalışmayı çok istediğimden bahsettim, cevabında bunun vize işlemleri yüzünden zor olduğunu söyledi. 26 yaşıma geldiğimdeyse ne olursa olsun Los Angeles’a gitmeyi ve orada illegal da olsa bir iş bulmayı kafaya koydum. O zamanlar okulda ders veriyordum, içinde olduğum durum beni rahatsız ediyordu, çünkü başkalarına makyaj yapmayı öğretiyordum ama başarmak istediğim asıl hedeflerimin hiçbirine yaklaşmamıştım bile. Bu düşünceyle, film sektöründen tanıdığım Eddie Yang’den iş bulma konusunda yardım istedim. Eddie o sırada Rick Baker’la çalışıyordu ve ona benden bahsetti. Rick beni Dick Smith, Matt Rose ve Steve Wong aracılığıyla tanıyormuş zaten. Sonra Men In Black filmi için çalışmamı istediler ve Los Angeles’ta film setlerindeki hikayelerim başladı.

önde olmak istiyorlardı. Ortada yığınla fikir olunca, bunlardan en iyi olanı yüzeye çıkamıyor ve sonuç sıradanlaşıyor. Ayrıca fiziksel ve mental olarak sağlıklı bir ortam olduğunu da söyleyemeyeceğim. Artık iyi filmlerde çalışma fırsatı, onlarla karşılaşmak kadar zor. Hem ben heykeltıraş olarak anılmak istiyorum, böyle mutluyum. Kariyerini bir anda heykel yapımına nasıl odakladın? Aklımda hep sanata yoğunlaşmak vardı ancak dürüst olmam gerekirse bu şekilde nasıl geçimimi sağlayabileceğimi bilmiyordum. Çocukluğumdan beri resim ve heykel yapıyorum. Bu yaratma merakımdan dolayı hep doğayı inceliyorum. Aslında ilk Star Wars filmlerindeki görselliğin kariyerimi çok etkilediğini söyleyebilirim çünkü 8 mm filmler çekmeye, minyatür heykeller tasarlamaya onlardan ilham alarak başlamıştım. Korku filmlerinden hiç hoşlanmadığım için plastik makyaj ilgimi çekmiyordu. Yaratıklar ve zombiler de umrumda değildi. Ama daha sonra ne zaman ki Dick Smith ve Rick Baker’ın yaptıklarından haberdar oldum, plastik makyajın kana bulanmış figürlerden daha fazlasını ifade ettiğini anladım. Bu sayede sanatı ve geçinebilmeyi birbirine bağlayan yeni bir yol yarattım kendime. Güzel sanatlara dahil olan portre heykellerime başlama fikri de 2001 yılında, Dick Smith’in 80. yaş günü kutlamasına ithafen ne yapabileceğimi düşünürken ortaya çıktı. Heykeli portre olmaktan öteye taşıyıp Dick Smith’in gerçek figüründen daha büyük oranlarda yapmaya karar verdim. Üzerinde çalıştığım süre çok keyifliydi; devamında, insanların ve özellikle Smith’in tepkilerini izlemek de bir o kadar güzeldi. Böylece aklımın bir köşesine sanat sızmıştı, devamı geldi.

Hollywood’dan önce kariyerine Akira Kurasawa’nın Rhapsody in August filmiyle başlamak ilerleyişini nasıl etkiledi? Film setlerinden aklımda en çok kalan an, Akira Kurasawa’yla tanışmamdır diyebilirim. O ve Stanley Kubrick beni en fazla etkileyen yönetmenlerdi. Kurasawa’yla çalışmak başlı başına harika bir tecrübeydi. Hatta hayatımdaki en güzel tecrübeydi. Kurasawa, bana görkemli bir dağ gibi gözüküyor, aynı zamanda çok nazik ve samimi. Rhapsody in August filminin yapım aşamasında yer almak benim için büyük bir onurdu. Ama itiraf edeyim; o zamanlar şimdiki olgunluğuma sahip olmayı dilerdim, belki çok daha fazla şey öğrenebilirdim.

Dick Smith, portresini gördüğünde ne tepki verdi? Çok şaşırmış, etkilenmiş ve benim kadar duygulanmış gözüküyordu. Portreye yaklaştığında şu sözleri söylediğini hatırlıyorum: “Bu imkansız, mükemmel gözüküyor, ben olsam bu denli iyi yapamazdım.” O kadar etkilenmişti ki ağladığını dahi gördüm. Düşünüyorum da, bunlar benim için oldukça duygu dolu ve gurur verici anılar.

Peki, plastik makyajı tamamen bırakmanı tetikleyen nedir; heyecanla başladığın film sektöründen neden soğudun? Aslına bakarsan setlerde sadece yeni bağlantılar edinmek hoşuma gidiyordu. Ama 24 sene bu işi yaptıktan sonra durmaya karar verdim. Çok fazla entrika ve ego vardı, bunları kaldıramıyordum. İsteğim olağanüstü şeyler yaratmaktı, ama çoğunlukla tutkum ve sarf ettiğim efor, bireylerin egoları yüzünden seyreltiliyordu. Çünkü kendileri

Suratı bire bir kopyalayan portrelerini referans alarak, insan yüzünü en kısa şekilde nasıl tanımlarsın? Ruhun kabuğu… 25


Mueck, hiperreal detaylarına aynı zamanda gündelik yaşamdan dokunuşlar da ekliyor; sen de çalışmalarında kavramsallığa geçiş yapmayı düşünüyor musun? Aslında bu tür konseptler içeren çalışmalara aşinayım. Bahsettiğim Paul McCarthy’nin, geçen sene Hauser Wirth’de sergilenen bazı işlerini yapmasına teknik detaylarda yardım etmiştim. Gelecekte bireysel olarak da böyle hikaye dolu çalışmalara yoğunlaşmayı planlıyorum. Ama şimdilik, portrelerimi yaptığım gibi çalışmaya devam edeceğim.

Öyleyse, tekniğini geliştirmek adına neler yapıyorsun? Benim için mühim olan heykelin gerçekçiliğini yaratabilmek. Daha iyisini yapmaya çalıştığım her zaman tekniğim de gelişiyor. Çalışmalarım, gözlemlemek, üzerinde çalışmak ve bunu her ayrıntısıyla aktarmak sayesinde oluşuyor. Heykel yaparken, doğanın incelikli nüanslarını hislerimle karıştırıyorum. Klasik Batı sanat tarihinden ve elbette tanıştığım yeni isimlerden öğrendiklerimle de yöntemimi geliştirmeye çalışıyorum. Keşfettiğim her şeyi işime aktarmaya çabalıyorum. Yaşamın içindeki sanat ve sanatın için yaşamı hayranlıkla izliyorum.

Kontrast düşünürsek, sevdiğin soyut ekspresyonist sanatçılar var mı? Evet, bu noktada Picasso’yu sayabileceğimi düşünüyorum…

Eserlerinden yeni şeyler öğrendiğin sanatçılar kimler mesela? Bernini, Michelangelo, Da Vinci ilk aklıma gelenler… İçine girdiğim hiperrealist sanatın muhteşem olduğunu düşünüyorum. Ayrıca popülerleşmesi de gayet doğal. Eskiden mermere şekil vererek veya bronzu işleyerek yaratılan eserlerin barındırdığı enerjiye benziyor. Sadece, çağ değişince araç da değişti. Bu bağlamda teknoloji sanatı nasıl etkiliyor? Teknoloji çok fazla şeyi değiştiriyor. Önceden imkansız dediklerimizi bugün gerçekleştirebiliyoruz, çalışmaların üzerinde çalıştığımız süreyi kısaltabiliyoruz ve süreci baştan aşağıya değiştiriyoruz. En önemlisi, teknoloji hayal gücümüzü görselleştirebilmemizi hızlandırıyor. Postmodern sanat adına kimleri takip ediyorsun? Bahsedebileceğim çok isim var, ama beni etkilediğini düşündüğüm postmodern sanatçıları yakından tanımayı istemek gibi bir ilgim olduğunu eklemeliyim. Yani, birini takip edebilmek için sadece işlerine bakmakla yetinemiyorum. Mesela Paul McCarthy benim için büyük bir ilham kaynağı. İyi arkadaşım olan Chet Zar de öyle. Bir de bu yıl Ron Mueck’le tanıştım, ona ve çalışmalarına da hayranım.

Scope ve Miami Art Basel nasıldı? Çok güzel bir deneyimdi. Sanatçılarla tanışmak da çok keyifliydi. Pek çok kişinin Andy Warhol portremle fotoğraf çekildiğini gördüm. Orada olup beğenilerini hissedebildiğim için mutluyum. Abraham Lincoln’dan sonra Andy Warhol’un portresini yapma fikri nasıl doğdu? Fikir araştırmalarına girdiğimde ABD’yle alakalı aydınlanma yaşadığım bir dönemdeydim ve tam o sırada Warhol’un belgeseline rastladım. Onun bu ülkenin bir temsili olduğunu fark ettim. Warhol, ABD’ydi ve hala da öyle. Açıkçası, kapıldığım bu fikri detaylı değerlendirmek istemeden, portresi yapılabilecek en uygun isimlerden biri olduğuna aniden karar verdim ve başladım. İnsanların heykelini yaptığın kişilere karşı olan yaklaşımı sence çalışmalarının etkisini değiştiriyor mudur? Sanmıyorum, çünkü her insanın başkalarıyla alakalı farklı görüşleri olduğuna inanıyorum. İlk başlarda söylediğin şeyi eleştirilerde önemsiyordum ama sonra önemli olmadığını fark ettim. Her türlü görüşü anlayışla karşılayabiliyorum. Amacım, insanlara bazı kişilerin önemini aksettirebilmek ve bu farkındalığı kendim de dahil herkese ulaştırabilmek. Sence izleyicilerin sanattan beklentileri ne derecede gerçekçi? Sanat, ilişki kurmaya benziyor. Beklentileri sıralamak da bu nedenle uzunca bir vaktimizi alabilir…

XOXO The Mag

the curious case of benjamin button, 2008.

hemingway & gellhorn, 2012.

Çalışmalarında özellikle tercih ettiğin materyaller var mı? Önceliklerimin bir sürü çalışma, referans ve yağ bazlı kil olduğunu söyleyebilirim. Kameram ve bilgisayarım da olmazsa olmaz. Bunlar dışında çalışırken ihtiyaç duyduğum araçların çoğunu kendim yapıyorum. Portremi tamamlamak için pek çok farklı öğe yaratıyorum. İş sadece heykeltıraşlıktan ibaret değil; resim çizmek, göz bebeklerini, saçları ve kıyafeti yapmak gibi aşamalar da var. Bu yüzden her birinde ihtiyacım olan araçları farklı malzemelerle kendim üretmek zorundayım.



INTERVIEW/beauty

frÉdÉrıc malle

How to Edit a Perfume Grasse’ta yeşillikler içindeki bir evin geniş bahçesindeyiz. Upuzun, pötikare örtülü masanın başında Frédéric Malle, hemen yanında Dries Van Noten, hemen yanında Dominique Ropion oturuyor. Masa kalabalık, liste uzun. Vetiver kokusunun havaya karıştığı nefis bir öğleden sonrayı, şaraplarımız eşliğinde parfüm üzerine konuşarak tüketiyoruz... Parfümlere editör gözüyle bakmayı mesleğinin ilk yıllarında öğrenen ve şimdi usta parfümörlerin imzasını taşıyan Editions de Parfums koleksiyonunu Beymen Zorlu Center’a taşıyan Monsieur Malle, İstanbul’un gri, bulutlu, son derece sıradan bir gününde bile, hayalimizde canlandırdığımız çekiciliğe sahip. röportaj ayşecan ipek fotoğraf tanla özuzun

XOXO The Mag


En sondan, Dries Van Noten par Frédéric Malle’den başlayalım. Parfüm bana ağaç köklerinden yapılmış bir pudingi hatırlattı. Sessiz bir gücü var, etrafınızı ağır bir bulut gibi sarmak yerine sizi yanına davet ediyor. Bu parfümü düzenlerken aklınızdan ve burnunuzdan neler geçiyordu? Birinin portresini çizerken o insana dosdoğru bakmanız gerekir. Dries’in işlerini hep yakından takip ettim. Onun nasıl bir insan olduğunu anlamak için evine gitmek yeterlidir; bir İngiliz’den daha İngiliz gibi yaşar, bahçesi onun için çok önemlidir. Seni yemeğe davet ettiği zaman çay ritüeline hazırsındır. Sıcak ve yaşayan bir eve sahip, aynı desenleri gibi... Parfümde, Belçika’nın ünlü waffle’larına, bisküvi ve tartlarına da mutlaka yer vermeliydik. Modern bir şeyin peşindeydim. Dinlemeyi konuşmaya tercih eden, tatlı esanslarla arası oldukça iyi olan Bruno (Jovanovic), aklımdaki parfümördü. Sandal ağacını yumuşak bir karakter yaratmak için doğal formunda kullandık. Santal Mysore’u Peru balsamı, vanilya ve unutulmuş bir molekül olan sacrasol ile kuşattık; bahsettiğiniz puding hissi buradan geliyor. Bu karışımı yasemin ve miskle ıslah ettik, rahat bir pijama pantolona dönüştürdük. Safran ve paçuli, parfümü tam istediğimiz yere, deri akorlarına doğru götürdü. Modern ama egzotik, ve aynı zamanda kaliteli... Aklımdaki tablo buydu.

Christian Dior, Yves Saint Laurent ve Coco Chanel gibi ikonik figürler kendilerini bu kadar ciddiye almıyorlardı. Günümüzdeyse moda, benim inanmadığım bir din haline geldi. Demode bir insan olarak algılanmaktan rahatsızlık duymuyorum, aksine bana iltifat gibi geliyor. Aile ağacınız parfümeri konusunda olağanüstü bir yetenek vadediyor. Büyükbabanız Parfums Christian Dior’un kurucusu, anneniz ise Dior’da sanat yönetmeni. Hatta annenizin Eau Sauvage’ın yaratımına da katkıda bulunduğunu okumuştum… Kardeşim ve ben Eau Sauvage kobaylarıydık! O parfüm bizim üzerimizde yaratıldı, eve litrelerce Eau Sauvage gelirdi. Sanıyorum Paris’in en parfümlü çocukları bizdik. Erken yaşta başlayan bu eğitiminiz prestijli laboratuarlar ve büyük markalarla devam etmiş. Bugün, parfümlerden oluşan bir yayınevine sahipsiniz. Editions de Parfums fikri nasıl ortaya çıktı? Sisteme karşı duyduğum öfke beni harekete geçirdi. Son derece yaratıcı ve güçlü bir jenerasyondan gelen parfümörler, hızla tüketen, koskoca bir pazarı tatmin etmek adına uğraşmaya başladı. Tüm dünyayı mutlu edecek bir parfüm yaratmaya çalıştığınızda kendinizden çok şey veriyorsunuz ve bu emeğiniz ne yazık ki parfüme yansımıyor. Ham madde için ayrılan bütçeler hep çok düşük, formüller yapay sentetikler üzerine kurulu. Herkes aynı, ucuz, bayatlamış parfümün peşinde aylarını laboratuarda harcıyor. Bu şekilde çalışmaktan çok sıkıldığım bir dönemde etrafımdakilerle öfkemi paylaşmaya başladım ve gördüm ki Dominique Ropion, Pierre Bourdon ve Jean-Claude Ellena gibi vizyonerler de aynı benim gibi taksi şoförlüğü yapıyorlar. Hermès gibi mega markalara danışmanlık verdiğim için sürekli bir araya geliyorduk ve her günümüz şikayetle geçmeye başlamıştı. Kriket oynayan yaşlı adamlara dönmüştük. Bir gün kendimi “Hayal ettiğimiz parfümleri yaratabileceğimiz bir ev kuralım.” derken buldum. İşlerini beğendiğim,

Parfüm geçmişinizde modaevleri için yaratılan görkemli esanslar var, ancak Dries Van Noten par Frédéric Malle, markanızın modayla gerçekleştirdiği ilk ortaklık. Moda hakkında ne düşünüyorsunuz? Moda ve modern sanat, midemi bulandıran iki olgu haline geldi. İkisini de anlamıyorum ve anlamaya çalışmanın da zaman kaybı olduğunu düşünüyorum. Koleksiyonerliğe 16 yaşında başladığımı, moda ile çok daha uzun zamandır tanıştığımı hesaba katarak, içinde bulunduğumuz şu dönemin gereğinden fazla değer biçilen bir sıkıcılık ve görgüsüzlük abidesi olduğunu söyleyebilirim. Kendini bu kadar ciddiye almak niye? 29


saygı duyduğum tüm isimlerle paylaştım bu fikrimi. Çünkü sıkıntıdan ölmek üzereydim! Ne şanslıyım ki hiçbiri benimle yola çıkmak konusunda tereddüt etmedi. Paris’teki butiğinizin Freudyen bir tarzı var. Parfüm kolonları, huzurlu bir karanlık… İnsan davet edildiği evde habersiz bir tura çıkıp kilitli kapılardan birini açmış gibi hissediyor. Markanın kuruluşunda fikir almak istediğim insanları ve birlikte çalıştığım parfümörleri uzun bir süre evimde ağırladım. Bu aile hissini yansıtmak, bir yandan da parfüme hak ettiği o özel ve mahrem ortamı sağlamak benim için önemliydi. Teknik açıdan da kuvvetli olmalı, parfüm koklama deneyimini bir üst seviyeye taşımalıydı. Butikten içeri adım atar atmaz hayalinizdeki parfümle ve kendinizle ilgili sorular sormaya başlıyorsunuz… Ayrıca, parfümlerle tanışırken zamanı durdurabilmelisiniz. Bu yüzden mimariyle ilgili ana hatları Mısır tapınaklarından ödünç aldım; derinliği olsun istedim. İçeriye giren kişi ilerledikçe nelerle karşılaşıyor? Sizden duyalım. Ev sahibi, insanları girişte karşıladıktan sonra evin derinliklerine doğru götürüyor. Giriş, iki taraf için de bir tanışma anı. Parfüm hakkındaki sohbetiniz derinleşip, nasıl bir esansın peşinde olduğunuz ortaya çıktıkça butiğin kalbine doğru ilerliyorsunuz ve koku kolonlarına varıyorsunuz. Karanlığın sebebi de konsantrasyon; çünkü ben insanların gözlerinden çok burunlarıyla hareket etmelerine önem veriyorum. Parfüm insanda nasıl bir arzu yaratıyor, parfüm satın alırken neyin peşindeyiz sizce? Aynı Monsieur Yves Saint Laurent gibi ben de gece hayatına çok erken yaşta atıldım. O, çok şık bir yarasa gibiydi. Geceleri ortaya çıkar, karanlık saatlerde sosyalleşirdi. Modayı ne ara inceleme fırsatı bulduğunu kimse anlayamazdı çünkü gündüzleri ortada yoktu. Bir gece kulübünde, gecenin sonuna doğru eğer birinin peşinde değilseniz ya da çok sarhoş olup çılgınca dans etmiyorsanız kenara çekilip etrafı inceleme fırsatı bulduğunuz bir an gelir. Bana kalırsa insanların kokmak istediği parfüm ve sahip olmak istedikleri cazibe arasında güçlü bir bağ var. Ekibime, olfaktif çöpçatanlar olduğumuzu, işimizin bir karakter ve bir parfümü tanıştırmak olduğunu söylerim hep. Eğer Le Palace ve Studio 54’da yıllarımı geçirmeseydim, bu fikirlerin hiçbirine sahip olamayacaktım. Parfüm editörlüğünden bahsedelim biraz da. Editions de Parfums yelpazesinde Dominique Ropion, The Different Company’nin kurucusu Jean-Claude Ellena, Olivia Giacobetti, Edmond Roudnitska, Pierre Bourdon, Bruno Jovanovic ve Maurice Roucel gibi çılgın parfümörler var. Parfümler ve insanlar arasında kurduğunuz bağlantıdan bahsettiniz. Editör ve parfümör arasındaki bağ da son derece önemli olmalı, nasıl bir iletişim içindesiniz? İstediklerimi yaptırmak için yumruklarımı konuşturuyorum ve sonra da kimseye söylemesinler diye rüşvet veriyorum. Çok nezih bir ortamda çalışıyoruz… Parfümörlerin hepsi birbirinden çok farklı kişilikler ve hepsi de, benimle farklı sebeplerden dolayı çalışıyor. Jean-Claude (Ellena) yazarlığını konuşturmak, kelimelerini parfüme dökmek ister. Dahi tarafının ortaya çıkması için onu kendi haline bırakmanız gerekir. Ben de onu yalnız bırakmaya her zaman özen gösteriyorum. Bir tek L’Eau d’Hiver için üzerine gitmiştim çünkü daha iyisini yapabileceğini biliyordum. Dominique (Ropion) ve Pierre (Bourdon) ile aynı laboratuardan geliyoruz. Yirmi sene kadar birlikte çalıştık, aynı geçmişi paylaşıyoruz, aile yapılarımız benzer. Bu samimiyet işimizi çok kolaylaştırıyor. Sadece yeteneklerine duyduğum

saygıyla yola çıktığım, ciddi bir samimiyet paylaşmadığım parfümörler de var, onlarla çalışmak da apayrı bir deneyim. Parfümörlerle hangi andan itibaren birlikte çalışmaya başlıyorsunuz? Bu ortaklık nasıl gelişiyor? Benim görevim her şeyi, ama her şeyi, koklamak. Parfümörler bana ilk versiyonu teslim ettikten sonra toplantılarımız başlıyor. O toplantılar bayağı tehlikeli; çünkü bir parfümör için en zor konu ne zaman, nerede duracağını bilmek. Bir de kendi kendime geçirdiğim bir süreç var. Farklı varyasyonlar ortaya çıktıktan sonra aralarından en iyilerini seçip onları önce kağıt üzerinde kokluyorum. Daha sonra kendi üzerimde deniyorum. Yorumlarımın hepsini tüm detaylarıyla not alıyorum. Bu, sekiz saatlik bir süreç. İlk sıktığım andan itibaren, parfüm nasıl değişiyor? Hangi nota üzerinde yoğunlaşıyor? Başka neye ihtiyacı var? Onu takip ediyorum. Bir parfümü öğle yemeğinden hemen sonra koklar, gece de onunla uyurum. Böylece sabah uyandığımda hislerim ve düşüncelerim kesinleşmiş olur. Parfümörlere uzun mektuplar yazıyormuşsunuz, kelimeler tam bu sırada devreye giriyor herhalde… Kelimelerin gücüne inanıyorum. Parfümün varyasyonlarıyla geçirdiğim tecrübeden sonra parfümörlere mutlaka bir şeyler yazarım. O yazıları yazmak saatlerimi alıyor. Dürüstlük ve açık sözlülük çok önemlidir, neden beğendiğim ya da neden beğenmediğim konusunda olabildiğince açık olmalıyım. Asla parfümörün tarafında yer almam, hep karşı tarafta dururum. Bir editörle bir yazarın ilişkisinden pek de farklı değil… Bazı yazarların ana karakterlerini öldürmeniz, bir bölümün tamamen kaldırılması ya da gereksiz detaylardan kurtulmanız gerekir. Ben de bunu yapıyorum. Bazı yazarların işlerini ise hemen oracıkta, olduğu gibi kabul eder ve yazara da teşekkür edersiniz. Bu ayrıcalığa da sahibim. Hangi parfümör ya da esans sizi hala şaşırtma gücüne sahip? Diğer parfümörlerin hepsinden apayrı bir yerde tuttuğum, jenerasyonunun en iyisi olduğunu düşündüğüm bir parfümör var: Dominique (Ropion). Birlikte altı parfüm yaptık. Bana kalırsa dünya üzerindeki en iyi parfümör, en azından yaşayanlar arasında... Dominique’in sınırları yoktur, sınırlara inanan birisi değil. İkimiz de parfümeriye çılgın bir tutkuyla bağlıyız ve başkalarının hiç girmediği yollara sapmak gibi bir alışkanlığımız var. Denemekten, keşfetmekten büyük keyif alıyoruz. Ve sırf bu yüzden işleri batırdığımız da oluyor. Üzerinde bir yıldan fazla çalıştığımız bir parfüm vardı, bir gün onu arayıp “Dominique biz ne yapıyoruz, bu işin içine ettik.” dedim. O sırada belki de 11. varyasyonu kokluyorduk, oysa ki 2.’de durmalıydık. Telefonun öbür ucundan kahkaha attığını duydum, “Haklısın, ne bok yiyoruz biz?” dedi. Ve sonra kapattık. Dominique Ropion, benim çok sevdiğim ve bugün hala vazgeçemediğim Kenzo Jungle’ın da yaratıcısı. Aldığı en güzel risklerden birinin o parfüm olduğunu düşünüyorum. Kesinlikle, Dominique’in cesur tarzına güzel bir örnek. Onun tüm parfüm kütüphanesi ezberimdedir. Risk alabiliyor, çünkü çok kuvvetli bir tekniğe sahip. Birlikte deneyemeyeceğimiz hiçbir şey yok. Bu da benim başka kimseyle yaşamadığım bir rahatlık. Birlikte yaptığımız parfümleri bizim sevmemiz yeterli, insanların ne düşüneceği ya da satış kaygısı gibi şeylerle ilgilenmiyoruz. Modern şeylerden hoşlanıyoruz ama bazen en eskilere gitmek, parfüm tarihçesinin dibine kazınmış bir akoru hayata döndürmek de çok çılgınca ve modern olabiliyor. Une Fleur de Cassie, bunu yaptığımız bir parfümdü.

XOXO The Mag


ayrımı yok. Yine de Vetiver Extraordinaire, Geranium pour Monsieur erkekler için yaratılmış. Sizi erkek kokuları hakkında bir kere daha düşünmeye iten bir parfüm var mı? Tüm parfümlerimin erkeklerin ilgisini çektiğini düşünmek isterim, ne de olsa parfüm seksin tuzu ve biberi. Benim işim de bunu yaratmak. Portrait of a Lady, Dans Tes Bras ve Dries’in kokusu erkek müşterilerimizin son dönemde en çok rağbet ettiği parfümler. Benim erkek kokuları hakkındaki fikirlerimi tamamen değiştiren parfüm ise Musc Ravageur oldu. Kadınlardan hoşlanan bir erkek olarak, o kokuyu son derece seksi buluyorum. Oysa Paris’teki butiğin açılışında erkeklerin en çok ilgilendiği esans da oydu. Unisex parfümlerde hep aynı temiz ve karaktersiz duruşu görüyoruz. 7’den 70’e her cinsiyetin kullanabileceği kolonyalar… Oysa ki miskin yarattığı sıcak ten kokusu da unisex’tir.

“Satış kaygısı gibi şeylerle ilgilenmiyoruz.” dediniz ama ben de tam Editions de Parfums’e bir iş adamı gözüyle nasıl bakıyorsunuz diye soracaktım… Satmayacağından %100 emin olduğumuz bir sürü parfüm yer aldı koleksiyonda. Bu size nasıl bir iş adamı olduğum konusunda fikir verecektir… Geçmişe dönük esanslar satmıyor. Örneğin; klasik Guerlain parfümlerinin ciddi bir fanatiğiyim, bana göre Mitsouko bir başyapıt. O parfümü, bugün kendi markamda piyasaya sürseydim hiçbir anlam ifade etmezdi. Bu tür arayışları kendime yasakladım. Ticari başarı kaygısıyla parfüm yaratırsanız o parfüm hiçbir şeye benzemez. Bir parfüm üzerinde çalışırken en iyisinin ortaya çıkması umuduyla masaya otururum ama sonucun ne olacağını asla kestiremem. Kestirebilmek de istemem. Sizi özellikle heyecanlandıran bir nota, bir akor var mı? Bir gün doğal, ellenmemiş, ham halini elde edebilirsem Oud’la mutlaka bir şeyler yapmak isterim. Şu sıralar çılgın bir Oud partisindeyiz sanki, herkes isminde Oud geçen parfümler yapıyor ama hiçbirinin içinde Oud yok. Gerçek Oud, kompleks yapıya ve tiksinç denebilecek, itici bir esansa sahip. Eğer gerçek Oud’la bir parfüm yapma şansım olursa, ona Oud ismini vermeyeceğimden emin olabilirsiniz. Beni mutlu eden, kokunun karakterinden ziyade, kendi konfor alanımdan çıkabilmek, aynı Dries’le yaptığım gibi...

Parfümerinin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Serge Lutens’le birlikte yepyeni bir döneme girdiğimizi, süpermarket parfümlerinin giderek daha da azalacağını, parfümün daha da kişiselleşeceğini düşünüyorum. Şu sıralar ne üzerinde çalışıyorsunuz? Hep birden fazla şey üzerinde çalışırım. Dries’in çılgın başarısından sonra benim için en önemli konu, bu markanın modaya değil bir parfümöre ait olduğunun, yönümüzü değiştirmediğimizin altını çizmekti. Hayatımın ve işimin amacı parfümörlerin işlerini özgürce yapabilmelerini sağlamak. Şu sıralar Bruno (Jovanovic), olmazsa olmazım, ve karımdan sonra en çok vakit geçirdiğim adam Dominique (Ropion) ve Carlos (Benaïm) ile çalışıyorum. Dominique’le iki parfüm üzerinde birden çalışıyoruz, ne diyebilirim… O benim en büyük parfüm ortağım, bu anlamda ruh ikizim.

Mükemmel bir parfümün özünde ne yatar? Ten uyumu, cazibe ve tabii ki başka hiçbir parfüme benzemeyen, eşsiz bir lisan... İyi parfümün formülü basit olmalı. Boktan parfümler iki sayfalık formüllere sahiptir, çünkü özünde hiçbir şey yoktur. Editions de Parfums koleksiyonunda belli bir kadın-erkek 31


INTERVIEW/desıgn

MARIO BOTTA

Anıtsallığın Mimarı Mario Botta, İsviçre-İtalya sınırındaki Mendrisio’da 40 yılı aşkın süredir mimarlık mesleğini icra ediyor. Bu küçük kasabadaki ofisinden, çoğunluğu Çin’de olmak üzere dünyanın dört bir yanına yayılmış projelerini yürütüyor. 21-22 Şubat tarihlerinde İstanbul’da gerçekleştirilen alldesign’da konuşma yapacak olan Botta ile Mendrisio’dan aldığı ilhamdan küresellikle ilişkisine, anıtsal yaklaşımından mimarlıkta etik ve estetiğin bugünkü konumuna dek çeşitli konular üzerine konuştuk. röportaj hülya ertaş fotoğraf mario botta’nın izniyle

XOXO The Mag


mario botta chiesa di san giovanni battista

bunun için geliştirdiğiniz yöntemler var mı? Her zaman yerel mimar gruplarıyla iş birliği yapıyorum. Mendrisio’daki stüdyomda işin sadece yaratıcı kısmı, yani detay çalışmaları dahil olmak üzere, tasarımı ortaya çıkıyor. Projenin hayata geçirilmesi ve yapım yönetimi aşamasında işi yerel mimarlara teslim ediyoruz, onlar o süreçleri yönetiyorlar.

Sizin için anıtsallığın anlamı nedir? Mimaride anıtsallığı oluşturan ana öğeler hangileri? Anıtsallık, mimarlık fikrinin içerisinde bulunuyor. Mimari eser, doğaya ait bir durumu kültürel bir koşula dönüştürüyor. Doğanın durumsallığına bakarak insanın emeğini ve düşüncesini kabul etmek, kendiliğinden insan emeğini yücelten, anıtsal bir eyleme dönüşüyor. Bu bakış açısıyla, yerçekimi hissini ifade etmek (yani mesela, yükleri zemine iletmek), doğanın durumsallığına bakarak bu yeni yapay unsuru kabul etmenin ve ayrıştırmanın bir çeşit yolu. Ancak dikkatli olmak gerek çünkü her mimari anlatım doğru, güzel ve şiirsel olmayı başaramayabilir, bazen banal sonuçlar da elde edilebilir.

Dünyanın çeşitli noktalarında hayata geçmiş projeleriniz var. Önceden bilginizin olmadığı alanlarda çalışırken ne gibi yollar izliyorsunuz? Bir yeri, koşullarını ve bağlamını tanımak projenin ilk adımı. Hiçbir zaman bir yeri iyice araştırmadan çizgi bile çizmedim. İyi araştırma, tasarıma dair sezgiler için önemli göstergeler ortaya koyabilir diye düşünüyorum.

Mimarlığın, inşa etmenin ötesinde daha kavramsal bir çerçeveye sahip olduğu uzun süredir tartışılan bir konu. Sizin açınızdan bu kavramsal çerçevenin tanımını yapabilir misiniz? Mimari, tıpkı insanın kendini ifade etme biçimleri arasından diğerleri gibi (resim, heykel, müzik, edebiyat vs.) içerisinde bir dizi umut ve ilham barındırıyor: Güzellik, ahenk, mutluluk... Bu nedenle, bir yandan teknik ve işlevsel bir cevap ararken (insanın başını sokacağı bir çatı), yapılan işe duygu katmak da mümkün.

1970’lerden beri kendi mimarlık ofisinizi yürütüyorsunuz. Mimarlık tarihindeki ana yaklaşımlar, yıllar içinde sizin çalışmalarınızı nasıl etkiledi? Umarım böyle bir etkileşim olmuştur. Mimar olarak doğmuyoruz, başka mimarların işleri ve hikayeleri ile yoğrularak mimar oluyoruz. Mimarlık her zaman için tarihin biçimsel bir anlatımı olagelmiştir. Bu yüzden, duyarlılığı, teknolojisi, ekonomisi ile her zaman belirli bir tarihsel dönemin çocuğudur. Mimar, ihtiyaçları gidermenin ötesinde aynı zamanda döneminin umutlarını da yorumlayan kişidir.

Son yıllardaki projelerinizin çoğunluğu Çin’de yer alıyor. Hızla gelişmekte olan bu ülkede tasarım yapmak hakkında neler düşünüyorsunuz? Çin’deki işlerde büyük bir kolektif motivasyon hissetmek mümkün. Halk, son yüzyılda fakirleşmiş olsa da çok köklü bir kültürden geliyor. Bu nedenle de Çin, şu an yeniden canlanan ve daha iyiyi yapma potansiyelini sorgulayan bir ülkeye dönüşmekte.

Batılı değer sisteminin iki güçlü bileşeni etik ve estetiktir. Bu iki değer bugünlerde hala eski güçlerini koruyor mu? Eğer öyleyse mimariye nasıl etki ediyor? Bir eser, etik bir güdü içermeksizin estetik olamaz. Farklı artistik formlar, aynı zamanda etik bir gerilimi, sanatçının içinde bulunduğu topluluktan yola çıkarak yorumladığı değerler dizisini de ifade eder. Mimarlık da bu konuda sanatla aynı noktada durur. Mimarlığın estetik değerleri her zaman kentliler için bir dizi hak ve değer ortaya koymalıdır.

Orada bulunmak size nasıl bir his veriyor? Bu ülkeyi ne zaman ziyaret etme fırsatım olsa, ülkenin gelecek umutlarını besleyen o büyük enerjisi beni çok etkiliyor. Peki, oradaki projelerinizde iş akışını nasıl yürütüyorsunuz, 33


mario botta, san francisco museum of modern art, fotoğraf: david orban

Sizin mimarlığınızda tuğlanın özel bir yeri var. Projelerinizin çoğunda tuğla kullanmanızın ardında yatan nedenler neler? Doğal malzemelerle çalışmayı seviyorum ve tuğla halen mütevazı yapılarda da kullanılabilen yeterince ekonomik ve ayrıca iyi yaşlanan bir malzeme. Hatta bazen yapı kullanıldıkça, zaman içinde daha da iyi sonuçlar veriyor. Bir binanın ömrünü öngörmek neredeyse imkansız. Siz kendi tasarım süreçlerinizde zamanı nasıl ele alıyorsunuz? Binanın zaman içerisindeki sürecini önemli bir değer olarak görüyorum. Çünkü gelecek nesillere bırakılabilecek birer anı olarak düşünüyorum binaları. Başka bir deyişle, şehrin hafızasını belirleyen anı niteliğindeki bu değerler, bugün küreselleşmeyle oluşan tüketime karşı bir panzehir görevi üstlenebilir. Kendi yaşadığınız kent olan Mendrisio’da mimarlık okulu kurdunuz. Yeni bir akademi açarken ana motivasyonunuz neydi? Mendrisio’daki Università della Svizzera Italiana bünyesinde mimarlık fakültesi kurmamız şu temel fikre dayanıyordu: Hızlı ve karmaşık değişimlere cevap verebilmek için mimara yalnızca teknik eğitim değil; felsefe, tarih, sanat tarihi gibi insana dair pek çok farklı alanda eğitim vermek önemli. Mendrisio Akademisi, çözümler üretmektense yeni sorular sormayı hedefleyen bir okul. Bir metropoldense Mendrisio gibi küçük bir kentte yaşamayı tercih ediyorsunuz. Bu, tasarımlarınızı nasıl etkiliyor? Mendrisio esin kaynaklarınızdan biri mi? Mendrisio, Akdeniz’i Orta Avrupa’ya bağlayan otoyolun üzerinde,

Milano Malpensa havaalanına yalnızca 30 dakika uzaklıkta olma avantajına sahip küçük bir köy. Bu anlamda bir taraftan ‘yerel’in sunduğu avantajların keyfini çıkarırken, diğer yandan tam anlamıyla küresel bir dünyada yaşayabiliyorum. Mesleğinizle gündelik yaşantınız birbiriyle sıkı sıkıya ilişkili mi? Örneğin sokakta yürürken gördüğünüz binaları yargılıyor musunuz? Binalar bir kere tamamlandıktan sonra kentin bir parçası olur. Otobiyografik karakterlerini kaybeder ve kolektif tarihin parçası haline gelir. En çarpıcı yaratıcı eylem dahi, Gaudì’yi düşünelim mesela, belirli bir tarihi anın izi olarak okunur. İnsanların mimari bir eseri nasıl kullandıklarını gözlemlemek ve deneyimlemek hoşuma gidiyor. Bence yaşama dair fikirler mimari fikirlerden daha kuvvetli. Neleri okumaktan keyif alıyorsunuz? Mimarlık kitaplarını mı, yoksa edebi eserleri mi? Maalesef her istediğimi okumayı başaramıyorum. Akşamları eve yorgun geliyorum ve yatağın yanında bir kitap dağım bulunuyor. Zaman zaman, seyahatler arasında, işimi ilgilendiren denemeler okuyorum. Diğer yandan fırsat bulduğumda okuduğum yaşam öyküleri ve romanların benim için birer ilham kaynağı olduğunu düşünüyorum. Yaptığınız tasarımlar arasında henüz gerçekleşmeyen ancak sizin çok önemli olduğunu düşündükleriniz var mı? Bir sürü... Gerçekleşmemiş her proje, yaşanmamış bir aşk gibi. Arşivimde devamı gelememiş pek çok proje var. Tümü de yarım kalmış maceralar benim için. Hepsi farklı formlarda, gerçekleşmemiş birer umudu temsil ediyor.

XOXO The Mag


35


INTERVIEW/ART

Mürüvvet Türkyılmaz

Küçük Şeyler Büyük Sözler

İzleyiciyi mütevazı nesnelerle çocukluk ve annelik hallerine dair bir yolculuğa davet eden Mürüvvet ile buluşup son sergisi üzerinden, yirmi yıla uzanan sanat üretiminin temel öğeleri ve sanatta kadın eli üzerine konuştuk. Kadının kırılgan ve zarif yanının sanatla uğradığı dönüşümü, gücünü dayanışmadan alan bir varoluş halini düşünmek bugüne dair umut verici. röportaj elif kamışlı fotoğraflar yalım kartal

XOXO The Mag


"Sırlar Odası" (detay), "bilinmeyen bölge, gittiği yere kadar", Sergi görüntüsü, Sanatçının izniyle

neler düşünüyorsun? Ege’yi kucağıma aldığımda ya anne ya da sanatçı olacağım gibi keskin bir his geldi üzerime; bir anda kendimi bizlere yüklenmiş iyi ve ideal annelik tanımlarının içinde buldum. Bunun dengelenmesinde ise aynı evde yaşayan iki sanatçı olmamızın faydası oldu. Ben annelik halinin içinde cebelleşirken, babanın sanat üretimini ve babalık rolünü birlikte yürütebiliyor olması beni uyandırdı. O sırada gelen sergilerle, yolculuklara çıkıp başka dünyalara gitmelerle bir denge kurulmaya başladı; ikisini birden yürütebileceğimi, özgürlük alanlarımı çocuğumla keşfedebileceğimi hissettim. Tarihe bakınca, başta bahsettiğim o keskin kırılma kadın sanatçılarda özgürlüğü sorgularken çocuksuz olmayı bir tercih haline getirebiliyor.

Depo’da açılan ‘bilinmeyen bölge, gittiği yere kadar’ başlıklı kişisel serginle izleyici son on yıllık üretimini bir arada görme fırsatı yakalıyor. Bize sergiden bahsedebilir misin? 2009 yılındaki son kişisel sergimde, sanat üretimimde mekanla olan bağımı sorgularken, duvarlara ve alçıpanlara yaptığım müdahalelerle yüzeyle olan mücadelemi bir şekilde noktalamış oldum. Sonrası sanat sistemi içindeki varoluşumu sorguladığım bir dönemdi; Açık Masa’nın Depo’da yeniden başlamasıyla, tartışma ve diyalog sürecine girildi. Bu arada sanatçı olarak kendimi yeni bir yüzey arayışı içinde buldum. Sanat üretimi, çok biyolojik bir şekilde kendi içimden beni çağırıyordu. Yaklaşık bir buçuk yıllık hazırlanma sürecinin sonuna doğruysa Gezi patlak verdi ve benim kişisel tarihimdeki travmalar bu olayla yüzeye fırladı, tüm bunlarla yüzleşme gereği hissettim. Bu defa daha örtük bir sanat pratiğinden çok; doğum, annelik, aile gibi kendi sürecime dair ipuçları veren bir dille çalıştım. ‘bilinmeyen bölge’; sanal ve fiziki alandaki kayboluşlara, kendimin ve toplumun kayboluşuna dair bir arayışla çıktı. ‘gittiği yere kadar’ ise Doğu’daki zamanın döngüselliğine, kaderciliğe referans veriyor ve “nesil” işiyle buluşuyor; yani tarih tekerrürden ibaret, farklı nesillerden de gelsek aslında aynı temel sorunla yüzleşiyoruz ve bunları nasıl yönlendirebiliriz? Anne olmak, anneye benzememeye gayret etmek, özgür birey yetiştirmeye çabalamak, maddi ve manevi aile mirasıyla yüzleşmek gibi. Bu sergiyle ilk kez böylesi soruları sanatın merkezine taşımış oldum. Bir de seçtiğim malzemeler açısından burada bir denge de oluştu; geçmişte ağırlıklı kullandığım nesnelerin yanında figürler belirdi, uzun zamandır oynamak istediğim malzemelerden motorlu işlerin devreye girmesi beni hafifletti. Serginin, kişisel ve toplumsal bilinmezlere dair bir yer ve şeffaflık arayışını çocukluğun ruh haritasında ilerleyerek, yetişkinlere hatırlatmasını istedim.

Peki, annelik meselesi üzerinden seni etkilemiş kadın sanatçılar kimler? Louise Bourgeois beni çok etkilemiştir; sanata geç başlayışını, verdiği mücadeleyi düşününce benim için başlı başına bir tarih. Sanatında kişisel hayatından örnekler vermesi, çok çocuklu bir aile yaşamının yanı sıra üretkenliği, dimdik duruşu büyüleyici. Mary Kelly de eserlerinde anne ve çocuk ilişkisini irdeleyen, kadınsal süreçlere dair çalışan bir sanatçı. Bir de Cumhuriyet dönemi kadın sanatçılarından anne olabilecekken farklı hayatlara sürüklenip mücadeleci bir yapı gösteren Mihri Müşfik ve Hale Asaf var; onların varlığı bana önemli geliyor. 19. yüzyılda, kendisine yüklenen kimliğin kurgusallığını, toplumsal cinsiyetini sorgulayan en önemli karakterlerden George Sand’ın dönüştürücü tavrı da beni etkilemiştir. Buradan Depo’daki serginde de karşımıza çıkan, üretiminin temel öğelerine dair sorulara geçmek istiyorum. İlki işlerinde sıklıkla karşımıza çıkan yarım kalmış kalemler, lades kemikleri, bozuk paralar gibi mütevazı nesneler. Seni nesnelere çeken nedir? Bir yandan, çocukken oynamak için elimize aldığımız basit nesnelerin sanat pratiğinin merkezine yerleşmesi beni büyülüyor. Diğer yandansa toplumsal eleştiriye yönelen bir tarafı da var bu ilişkinin; teknoloji ilerleyip bizler geliştikçe bu basit nesnelerin yüzü değişiyor, onları toplayıp karşılaştırmak da bana kalırsa manidar. Ama en başta

20. yüzyılın erkek egemen sanat dünyasında, özellikle 1950’lerin ABD’sinde birçok kadın sanatçının devre dışı kalmamak adına çocuk yapmamayı seçtiğini biliyoruz. 1960’lar ve 1970’lerle birlikte yükselen feminizmse çocuk sahibi olan ve yeni varoluş halini sanatının bir parçası kılan kadın sanatçıların doğuşunu destekledi. Bugün çocuk sahibi bir sanatçı olarak, anne olmanın sanatçı kimliğine etkileriyle ilgili 37


"Yeni Doğanın Hayata Alışması" (detay); Multimark kalıcı kalem, asetat, PVC; 21 x 29 cm Sanatçının izniyle

toplumumuzda önemli olan mülk kavramının bir uzantısı olarak gelişen biriktiricilik bir çeşit hayatla bağ kurma hali var. Özellikle bu sergide, şeffaf çadır için, bebek arabasıyla sokakları dolaşıyorum ve insanlardan eksilen, düşen nesneleri işime ekliyorum. Bir tür kişisel ve kolektif bellek kazısı ve delilleri olmaya başlıyor. Bir de hani çocuklar yerden bir şey alır da oynar, başkası anlamasa da onun için çok değerlidir, kaybolunca dünyası yıkılır; işte o duygu anları benim nesneyle olan bağımı kuruyor. Çalışmalarında devamlılık gösteren diğer bir öğe ise “Alice”. Lewis Carroll’ın çocuklar için tedirgin edici olabilen bu hikayesinin sende neye karşılık geldiğini merak ediyorum. Beni Alice’e bağlayan, büyüdükçe küçüldüğümü hissedişimi hatırlatması; yani bir yerde yıllar geçiyor, ben ilerliyorum ama aslında çok daha fazla çocukluğuma dönüyorum. Alice projesi 2003 yılında yerinde, Londra’da, doğdu. Oraya misafir sanatçı olarak gittiğimde, o dünyaya cidden misafir olduğumu hissettim. Üç ay boyunca kentte dolaşırken Alice’in boşluktan düşmekte olduğu sahnedeki gibi nesnelerin etrafa saçılmışlığını, kaybolmuşluğu hissettim. Bir içselleştirememe, yerini bulamama hali vardı; böyle bir hissiyatla da Alice ortaya çıktı. Alice çocukluğun kızlık hali ve yetişkinliğin kadınlık hali arasında bir arayış içindedir. Bu aynı zamanda benim için sanatçının rolünü sorgulayan da bir iş; sanatçı da Alice gibi hep bir yüzeyden diğer yüzeye geçiş içinde karşımıza yaşamın ve ölümün matematiğini altüst eden bir dünya çıkarıyor. Sormak istediğim son öğe ise aynı zamanda doğaçlama bir performansa da dayanan yazı-çizim eserlerin. Bu tekniğin ortaya çıkışı nasıl oldu? Bilkent’teki atölye çalışmalarında malzemeyle oynarken oldukça minimalist bir noktaya gelmiştim. O dönemde fark ettim ki toplum ve yaşadıklarım, kadın ve sanatçı olarak varoluş mücadelem beni sıkıştırıyor; içimde bir patlama hissi var. İşte orası “daha anlatacağım şeyler var” diye dönüştüğüm bir yerdi. Ama Dokuz Eylül’de aldığım güçlü desen eğitiminin etkisiyle bu süreç epey sancılı oldu; uzun bir dönem hiç iş yapamadım. O ara kendimi bulmak için bir Türkiye haritasına bakıp; doğduğum, yaşadığım yerleri düşünmeye başladım. Bu bana hareketli bir hayatım olduğunu ve belirli bir iktidar tarafından verilmiş sınırların dışına taşabileceğimi hatırlattı. Böylelikle boş bir Türkiye haritası çıkarttım ve üzerine yazmaya koyuldum. Bu karman çorman okunamaz yazılar ‘art brut’deki gibi meditatif bir şekilde ortaya çıktı ve bana iyi geldi. Zamanla yazı-çizim; geleneksel çizim eğitimi ve sanatı, çağdaş sanat fikriyle buluşturabileceğim bir malzeme olmaya başladı. Bu tekniği geliştirirken Leonardo’nun “Desen aslında zihinsel bir uğraştır.” deyişi; Cézanne’nın “Doğada çizgi yoktur.” ifadesi; David

Harvey okumaları; kimlik, cinsiyet, nesne, mekan ve zaman iktidarının tarihsel döngüsünde özgürlük alanlarımı sorgulamam da bana ipuçları vermiştir. Peki dikiş, nakış gibi kadınsal öğelerin sanatta kullanımıyla ilgili ne düşünüyorsun? Pasif el işi olarak görülen zanaatın, sanatın merkezine taşınmasını çok değerli buluyorum. Nihayetinde tüm kadınları meditatif şekilde birleştiren, ayakta tutan bir şey bu. Kadınlar ellerinde çantalarıyla güne gider, bir yandan örerken bir yandan konuşurlar; sonra herkes kendi evine döner, kadınla erkek aynı ortama girer ve orada konuşma biter. Bir de iğne oyası ve dantel kadına yapılan çeyizdir; toplum, gelenek bunu talep eder. Bu emek, zaman doldurma amaçlı olsa da kadının hayatta mülkiyetle bağını oluşturan aracı olarak ikilemleri sunar. Bu noktada, sanat bu malzemeyi kullanarak bu ikilemi sorgulamasıyla öne çıkar. Judy Chicago’nun 1979 tarihli ‘The Dinner Party’ işi birçok kadını birleştirmesi ve kolektifliğe çağrısıyla beni çok etkilemiştir. Müzikle aran nasıl? Üretim sürecinde eserlerinin bir fon müziği var mı? Üniversitede ders çalışırken saçma sapan müzik kanalları dinlerdim; ne dinlediğimi bilmezdim, arkada döner dururdu. Benim için gürültü önemli, beni hayata bağlayan çağrışımlar yapıyor. Radyo ise kişisel alanımın dışında kalan hayatları öğrenmek için bir araç, o yüzden televizyona tercih ederim. Çalışırken eğer konsantrasyon gerektiren bir şeyse Dead Can Dance dinliyorum. 1970’lerin müzikleriyle büyüdüğüm için onları dinlemek beni çok duygulandırıyor; Anadolu pop da tam benim ruhuma uygun. Bir de her şeyi kapatıp sadece dışarıyı dinlemek var; çünkü yazı-çizim işlerimde sürekli dışarıda olanları kaydediyorum. Replikas ise müziğiyle İstanbul’a alışmamı, burayı tanımamı sağladı. Bitirirken, bu yıl için bir sergi hayal etsen nasıl olurdu? Sanatçıların bir araya gelebildiği, sanat piyasasından uzaklaşabildiği bir ortamda ezberlerin bozulduğu bir sergi görmek isterdim. Sistemin dışında sergi yapmak, sanatçının özgürlük alanını aktifleştirebilirdi. Özellikle genç sanatçıların var olan sistemde soru sorma ihtiyacı hissetmediğini görüyorum, soru sordukları anda başka bir kuyuya düşeceklerini bildikleri için böyle yapmalarını da anlıyorum; ama biz 1990’ların getirdiği bir kuşak olarak sormadan duramıyoruz. Burada hep birlikte çözmemiz gereken bir şey var ama bunun da yumuşak geçişlerle olacağını düşünüyorum. Hep neye ihtiyacımız olduğuyla da ilgili bir şey bu. Benim üç yıl başka bir şey yapmaya ihtiyacım vardı, içsel ritmimin bir ihtiyacıydı ve durdum. Oysa bu dönemde daha az konuşup, daha çok sanat üreteceğimi hissediyorum.

XOXO The Mag


39


INTERVIEW/FASHION

Amy Smilovic

Downtown Girl

“Hayat harekete geçeceğin doğru anı beklemekten ibarettir.” diyor, Paulo Coelho. Peki, ya bahsi geçen an siz durağa henüz varmışken bir sonrakine doğru yol aldıysa? Paniğe mahal yok, elinizdeki kişisel gelişim kitabını yavaşça yere bırakabilirsiniz. Gerçekçi benliğinizle birlikte başucu çekmecenize koyduktan sonra risk almak konusunda ne kadar ileri gidebileceğinizi görmeniz için sizi yalnız bırakacağız. Zira gafil avlanmamak için -bir ninjanınki kadar olmasa da- hazırlığa ihtiyacınız var. Emsal göstermekten imtina etsek de Amy’yi ilham hanesine ekleyebilirsiniz. Ardından cevaplarını takip ederek noktaları birleştirebilirsiniz. Georgia’dan Hong Kong’a gidip hayatının dizginlerini sıkıca çeken ve tasarımcılığa doğru dört nala ilerlemeye başlayan Amy, sonunda markası Tibi’yi kurup kendini ait olduğu yerde, Soho’da buluyor. Siz de hikayenizde kaybolursanız, etrafınıza iyice bakın, belki de başından beri beklediğiniz o an gelmiştir. röportaj aslin kumdagezer fotoğraf amy smilovic’in izniyle

XOXO The Mag


1997’nin Hong Kong’undan başlayalım mı? Eşimin American Express’teki işi dolayısıyla Hong Kong’a taşınmıştık. İlk başta sudan çıkmış balık gibi hissetmeme sebep olan bu değişikliğin, sonradan aslında uzun zamandır hayalini kurduğum şeyleri hayata geçirebilmek için bir fırsat olduğunu anladım. Neticede, Uzak Doğu’nun kumaşları ve fabrikalarıyla çevriliydim. Daha fazla nedene gerek var mı?

Malum, reklam konusunda atılan her adım şirketinizin geleceğini belirler. Belki de bu konudaki deneyimim sayesinde şu an sorularınızı cevaplıyorum. Moda ve reklam ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Sektörün reklamla olan sıkı bağı ilişkiyi sürekli bir sonraki safhaya çekiyor. Markaya ve coğrafyaya göre değişiklik gösterse de ünlü isimlerle yapılan iş birlikleri dünya çapında tüketicilerin ilgisini çekiyor. Bir şekilde o isimle bir etkileşim kuruyor ve onların stilini paylaştıklarını hissediyorlar. Bu eğer marka DNA’sı için uygunsa çok akıllıca bir adım. Ayrıca videolar da pazarlamanın en etkili şekilde yapıldığı mecralar arasında. Sebebine gelince, videoların tüketiciye daha direkt konuşmaları bence. Günümüzün bu bağlamda anahtar kelimesi etkileşim...

Çok kolaymış gibi anlattınız ama eminim zorlukları vardır. Başlarda Endonezya ve Bali’nin desenlerinde, dokularında kaybolmuş her şeyi parmağımı şaklatarak yapabileceğimi düşünmüştüm. Etrafımda olan şeyler beni çok etkiliyor, sanırım bu yüzden hala bütün koleksiyonlarımı seyahat kavramı üzerine kurguluyorum. Ama dediğin gibi, göründüğü kadar kolay olmadı. Sanırım en zor kısım sıfırdan bir ilhamı tasarıma ve üretim sürecine nasıl entegre edebileceğimi öğrenmek oldu. Ama bu zor olduğu kadar da heyecan vericiydi, her gün sınırlarımı biraz daha zorlamak durumundaydım.

Tibi’nin pazarlama anlayışını nasıl tanımlarsınız? Şu sıralar hedef kitlemize odaklanmış durumdayız. Buna bağlı olarak da farklı pazarlama tekniklerini deniyoruz, hangilerinin Tibi’yi daha başarılı yansıttığını ve tüketicinin ilgisini daha çok çektiğini ölçüyoruz. Tabii ki basılı kampanyaların yanında bol miktarda dijital projeye de yer veriyoruz. Bunun yanında marka olarak şimdilik ünlü isimleri odağa alan kampanyalara pek yanaşmıyoruz. Ama “En iyi reklam tavsiyedir,” sözünden yola çıkarak blogger’ları destekliyoruz ve çok iyi tepkiler alıyoruz.

Tasarım alanında eğitiminizin olmaması sürecin başında sizi nasıl etkiledi? Eğer eğitim görüp tasarımcı olmanın ne kadar yoğun bir çalışma gerektirdiğini bilseydim gözüm korkardı ve başından hiç bu işe atılmazdım. Dolayısıyla, başlarda teknik sıkıntılara yol açmış olsa da uzun vadede pozitif etkileri oldu. İşin her aşamasını öğrenmeye açık, genç bir kadındım ve taze bir başlangıç için yeni bir adım atmıştım...

“Kadınlar çok çaba harcamadan giyinmeli ama asla özensiz olmamalı.” diyorsunuz, bu ifade Tibi’de tercümesini nasıl buluyor? Kişisel olarak da rahat ama şık olabileceğim gibi giyinmeyi tercih ediyorum. Yataktan çıkmış izlenimi veren ama aslında derli toplu olan,

Reklamcı olmanızın etkileri kendini nasıl gösterdi? Bir kıyafeti tasarlamak konusunda çok fikrim olmamasına rağmen, reklam ve pazarlama konusunda güçlü bir altyapıya sahiptim. Bu da bana sıfırdan bir marka yaratmada ticari anlamda çok yardımcı oldu. 41


tibi pre-fall 2014

baştan aşağıya olması gerektiği gibi görünen kızlar çıkış noktam. Bu noktada Tibi’yle biriz, kendi giyimimdeki rahat tavır tasarımlarımda da bariz bir şekilde kendini gösteriyor.

görüyoruz, dolayısıyla marka olarak da hayli önem verdiğimiz bir bölge. Bu arada bilmeyenler için de söylemeden geçmeyeyim, Türkiye’de de Vakko mağazalarından Tibi tasarımlarına ulaşabilirsiniz.

Aslında ipuçlarını verdiniz ama tasarlarken aklınızda nasıl bir profil var? Tam olarak Lower East Side ve Soho’da takılan bir kız. Rahat ve ‘cool’ biri...

New York Moda haftası yaklaşıyor, Tibi izleyicisini neler bekliyor? Ah, yeni sezon beni çok heyecanlandırıyor. Bu sezon çok daha sportif bir Tibi kadını olacak karşınızda. Temiz çizgiler ve sportif silüetler lüksle buluşacak.

Koleksiyonunuza son olarak ayakkabı tasarımları da eklediniz. 2014 yılı içerisinde ne gibi yenilikleriniz olacak? Şirket içindeki yeniliklerimizden biri ayakkabı koleksiyonumuz için artık tam zamanlı bir tasarımcımızın olması. Harika bir iş çıkardığını söylemeliyim. Açıkçası markam söz konusu olduğunda ne istediğimi tam olarak anlamam birkaç yılımı alıyor. Net bir vizyonu ve amacı olmadan herhangi bir şeyi önermekten imtina ediyorum. Bu yüzden yeni yıl içerisinde sunmak istediğim birkaç farklı ürün gamı olmasına rağmen şimdilik kendime saklamayı tercih ediyorum.

Defile öncesi ritüelleriniz var mı? Koleksiyon sunumundan aşağı yukarı bir hafta öncesinde çok verici olurum. Gittiğim yerlerde bahşiş konusunda cömert davranırım ve hep iyi enerjiler yaymaya çalışırım. Karmaya inandığımı anladınız sanırım...

Peki, ya iş birlikleri? Bahar sezonu için yine Anita Ko ile mücevher koleksiyonumuza devam edeceğiz. Ayrıca Brooklyn’li bir duvar kağıdı markasıyla heyecan verici bir iş birliğimiz olacak.

Defilelerin online yayını hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce bu trend moda haftalarının geleceğini etkiler mi? Kumaş ve dokulara aşık biri olarak kıyafetle yüz yüze gelip onu canlı görmenin çok büyük bir avantaj olduğu kanısındayım. Ve bu hissi hiçbir şeye değişmem. Ekranlarınız başında bir tasarımın detayını, kumaşını, bitirişini anlamanız gerçekte o kıyafeti algılamanızla aynı olamaz. Ama, dediğin gibi, büyümekte olan bir trendden bahsediyoruz ve bu sektörde neler olacağını önceden tahmin etmek çok zor. Sadece geleneksel yöntemlerin uzun vadede hayatına devam etmesini umabilirim.

Moda sektörü odağını gitgide Doğu’ya kaydırıyor, bu coğrafi geçişte Tibi’nin tutumu nasıl? Yüzümüzü Doğu’ya çevirip kendi mağazalarımızı açmak kesinlikle çok istediğimiz bir şey. Şimdilik varlığımızı çok markalı mağazalarda gösteriyoruz ve satış rakamlarımızın her sene daha da arttığını

Podyumlara baktığımızda eski trendlerin de teker teker geri döndüğüne şahit oluyoruz, geri dönmesini asla istemeyeceğiniz bir akım var mı? Sanırım 80’lerin permalı saçlarının ve neon makyajların geri dönmesine tahammül edemem.

XOXO The Mag


tibi pre-fall 2014

Bu sezonun moda haftası takvimine baktığımda erkek tasarımcıların çoğunlukta olması dikkatimi çekti. Siz de böyle bir egemenliğin varlığını hissediyor musunuz? Değinmene çok sevindim. Açık konuşmam gerekirse; günümüz şartları dahilinde kadın tasarımcı olmak hayli zorlayıcı. Nedense sektörün erkek tasarımcılara gözle görülür bir meyli var. Medya tarafının da bu dogma altında olduğunu düşünüyorum ve bu sebeple birçok yetenekli tasarımcının da göz ardı edildiğine bizzat şahit oldum. Çok sinir bozucu ve cesaret kırıcı bir durum.

İtiraf ediyorum; aslında tüm koleksiyonlarımı kendim için tasarlıyorum. Latife bir yana, bence her tasarımcı vizyonunu kıyafetlere entegre etmesiyle aslında bir anlamda kendisi için tasarlar, tabii bu süreçte kendisine karşı dürüst olması gerekir. Aynı zamanda perakendecilerine de kulak verip satış oranlarını göz önünde bulundurmalı ve insanların neyi sevip neyi sevmediğinin nabzını da tutmalı. Zaten başarı da bu ince çizgi üzerinde dengede durabilmene bağlı. Ofis dışı yaşamınızdan bahsedersek, Connecticut’da yaşıyor olmak günlük rutininizi nasıl etkiliyor? Şehirden epey uzakta olmama rağmen her gün tren ya da arabayla Soho’daki ofisimize gidiyorum. Şehirde başka bir yerde olduğumu düşünemiyorum bile. Ama Soho’nun atmosferini ne kadar sevsem de gün bitiminde beni Connecticut’a dönmek kadar mutlu eden bir şey yok. Ailemle açık hava sporlarına meraklı olduğumuzdan -özellikle oğullarım tenis ve hokeye bayılıyorlar, yaşamak için en ideal yer.

Tasarım rutininize geri dönersek, koleksiyonlarınızı sunmadan önce özellikle fikrini aldığınız birileri var mı? Tasarım ekibimle beraber koleksiyon üzerinde o kadar çok vakit harcıyoruz ki şov zamanı geldiğinde yaptığımız işten %100 emin oluyoruz. Geriye sadece heyecanla tepkileri beklemek kalıyor. Dolayısıyla öncesinde ekstradan bir deneme sürüşüne ihtiyaç duymuyorum. Bahsi geçmişken, ekibiniz sizi nasıl tanımlar? Heyecanlı, tutkulu, yaratıcı, enerjik ve dağınık diyeceklerini tahmin edebiliyorum.

İki çocuk, köpekler ve yoğun programınızla nasıl başa çıktığınızı da sorayım o zaman. Dengeyi bulmak çok kolay olmadı. Zamanla rayına oturtmayı başardığımı düşünüyorum. Burada inisiyatifi elinize alıp iş hayatının sizi tüketmesine izin vermemeniz gerekiyor. Aslında bu noktada çocukların bizi yönlendirdiğini söyleyebilirim. Bir gün bizi karşılarına alıp ev içerisinde yeni bir kuralları olduğunu söylediler: “Akşam eve gelip, sabah evden çıkana kadar iş konuşmak yasak.”

Çalışma alanınız nasıl? Ofisimizin tasarımı konusunda ciddi bir mesai harcadık. Temiz, ferah ve davetkar olması benim için çok önemliydi. O yüzden fazlaca doğal renk ve bol ışık alan geniş pencereler kullandık. Tasarladığımız her parçanın bu kapılar ardından çıkacağını göz önünde bulundurup markanın estetiğinin de ofisin her köşesinde bulunmasına özen gösterdik.

‘Süper anne’ kavramına dahilsiniz yani. Sahi, bir süper kahraman olsaydınız kostümünüz nasıl olurdu? Superwoman’la Balenciaga karışımı bir şeyler geliyor aklıma...

Koleksiyon dahilinde kendiniz için de tasarladığınız oluyor mu? 43


beauty

A Colorful Melody

Announcing the Arrival of Spring yazı ayşecan ipek fotoğraf chanel sas’ın izniyle

Chanel Makeup Creation Studio, önümüzde uzanan ilkbaharı gün doğumundan gün batımına Paris’teki geniş camlı penceresinden seyrediyor. Renkler, pembe, kırmızı ve mor; haletiruhiye hafif, narin ve saydam... Yoğun ve pastel gölgeler, baharın tazeliğine atıfta bulunuyor. Mademoiselle’in favori kelimelerinden biri olan ‘armoni’, bu kez yanına kaygısız ve umut dolu bir melodiyi de alarak bahar kırmızısı üzerine inşa ediliyor ve ortaya ilkbaharın heyecan verici makyaj koleksiyonlarından biri çıkıyor: Collection Notes de Printemps. Kışın karanlık şarap renginden ya da bordoya kafa tutan doygun tonlarından bir çırpıda sıyrılan bu kırmızı, güneş ışıklarını üzerinde toplayan, parlak ve göz alıcı bir görünüme sahip. Dudaklar, yanaklar ve tırnaklar orkestra şefliğine özenen bu dominant tona teslim oluyor. Pastel pembe, gri lavanta ve mora karışan mürdüm, bir görünüp bir kayboluyor. Sınırlı sayıda üretilen Lumières Facettes Quadrille dörtlü far paleti, romantik gri lavanta, ışıklı mat kahverengi, saten dokulu kayısı pembe ve altın takviyeli fildişi ile bakışları derinleştiriyor. Illusion D’Ombre Diapason, mürdümün karanlığına, Impulsion ise pembe ve gümüşün aydınlığına sahip. Dudaklar, şans, çekicilik ve hareketten hoşlanan flörtöz Rouge Coco’nun mavi bazlı pembesi Dédicace ve şeftali pembesi Triomphe ile canlanıyor. Rouge Allure, rengin gücü üzerine kurulu; taze, keskin şeker kırmızısı Mélodieuse ve parlak pembe Fougueuse, cesaret istiyor. Gece en iddialı makyaj manzaralarını yaratan, gündüz ise çıplak tende

baştan çıkaran kadife dokulu Rouge Allure Velvet, La Diva ile elektrik pembesinin pop etkisini, L’Adorée ile gri lavantanın gizemli duruşunu dudaklara taşıyor. Yeni sezonun heyecanı, köpüklü ve şeffaf hali en güzel bir dudak parlatıcısıyla betimlenebilir: Lèvres Scintillantes, kıpkırmızı Sonate, yumuşak başlı pembe Murmure ve pastel pembe Plaisir’le yemek yemek ve öpüşmek gibi hayatın en büyük keyiflerini bizim için kolaylaştırıyor. Le Crayon Lèvres dudak kalemi, pembenin en şok edici tonuyla koleksiyonun parlak pembelerini destekliyor. Chanel koleksiyonlarının en merak edilen üyesi Le Vernis, bu sezon bir ikiliden oluşuyor: Koyu leylak Charivari ve coşkulu kırmızı Tapage. Güneşin ışıklarıyla parlayan cilt, yanakların da hafifçe kızarmasına sebep oluyor. Le Blush Crème de Chanel, işte tam da bu masum kızarıklığı yaratmak için var. Parmak uçlarıyla uygulanan, fırçaya ihtiyaç duymayan bu ürün, krem dokusuyla başladığı yolculuğunu saten saydamlığında mucizevi bir kapanışla noktalıyor. Doğal ama canlı, mat ama ışıklı. Chamade, pembe kırmızının en çekici versiyonu. Intonation ise mercan renginin sıcaklığına sahip. İş pudraya geldiğinde sessiz adımlarla yürümek, orkestranın yorumunu yumuşatmak, yarı şeffaf ve hafif siklet bir yerlerde gezinmek şart. Chanel, cildin bütünlüğünü sağlamak için tek bir pudra darbesinin yeterli olduğuna inanıyor. Poudre Universelle Compacte Préface pudra, evrensel şeftali tonunu, doğal güzelliğin melodisi olarak bizlere sunuyor. Mırıldanmaya, eşlik etmeye öylesine hazırız ki!

XOXO The Mag


BRAND/BMS Bu bir ilandır.

MasterWorks by BMS

25. yaşına kadar taşıyor; ilk olarak ofis tasarımlarına yeni bir soluk kazandıran Herman Miller tasarımlarını Türkiye’ye getirerek yola koyulmuştu. “İnsan için doğru olan şirket için de doğrudur” anlayışını benimseyen Herman Miller, hümanizmin tasarımdaki tercümesini yaparken 2023 yılında çevreciliği de sözlüğe hakkıyla ekleyebilmek için sıfır gaz ve sıfır katı atık planlaması üzerinde çalışıyor. Alanındaki en etkili isimleri yerli pazara sokmak konusunda hep bir adım ileriyi hedefleyen BMS, 2006’da ise, “Made in Italy.” ibaresini mottoya çevirebilecek güçteki deri mobilyalarıyla ünlenen Poltrona Frau ile ev mobilyası sektörüne girdi. Poltrona Frau markası, bünyesinde Jean Marie Massaud’dan Michele de Lucchi’ye kadar pek çok tasarımcının özgün çalışmalarını da barındırıyor. Eğer bu zamana kadar İtalyan derisinin namını test edecek bir kıyafet almadıysanız, başlangıçta çıtayı yüksek tutup bu zevki mobilya tercihinizde yaşamayı gözden geçirin. Çünkü, bahsettiğimiz mobilyada radarımıza ilk takılan koşul olan rahatlık, Poltrona Frau tasarımlarıyla sanki bir defilede süzülüyor gibi arzıendam ediyor.

Modernist mimarların öncüleri, bugün alıştığımız ‘ev’ kavramının adım adım gelişmesine ilk katkıda bulunanlar arasında yer alıyorlar. Ev, bu sayede bireysel ve özgür fikirlerimizin uçuşacağı bir yuvaya dönüşüyor. Bir nevi oyun alanı… Burada bahsi geçen ‘ev’i çalışmadığımız zamanları geçirdiğimiz bir yer olarak düşünmeyin; zira aslında verimli fikirlerimizi ürettiğimiz mekanların genelini kapsıyor; kısacası, sonsuz hareketlere yönelen yaşam alanlarımızdan bahsediyoruz. Sonuçta rivayete göre, ilham, kolunuzu en ummadığınız anlarda yakalar, Pablo Picasso’ya göreyse tam çalışmaya başladığınız anda. Hazır bekleyiniz... 25. yaşını kutlayan BMS Mobilya da, bu doğrultuda, bireye maksimum fayda sağlayacak sağlıklı ve kaliteli ürünleri ‘ev’ sahipleriyle buluşturuyor. Yaşam alanlarımız için ihtiyacımız olan/istediğimiz eşyaları ararken önce güvendiğimiz adreslere yönelmek istiyoruz. Bu durum, modada bizi zaman zaman kendine çeken, içerisinde bedenen sıkışık hissettiğimiz, ama gizemleri veya gösterişleri yüzünden ilgi duyduğumuz parçalara karşı gösterdiğimiz toleranstan oldukça uzakta kalıyor. Çünkü mobilyada önceliklerimizi, rahatlığımızı odağa alarak yönlendiriyoruz. (Bu satırlar kaleme alınmaktayken vuku bulan Haute Couture şovlarında, Raf Simons ve Marco Zanini’nin konforu ön plana koyarak yüksek ökçelerden uzaklaşan tasarımlarını ‘istisnalar kaideyi bozmaz sınıfına’ alınız.) BMS Mobilya, köklü geçmişi; yenilikçi, araştırmacı ve çözüm üretmeye yatkın ruhuyla, tam da bu güven noktasında parlıyor. Kendi değerlerinin, temsil ettiği markaların değerleriyle örtüşmesine 25 senedir dikkat eden BMS, yeryüzünde güven duygusunu en bariz şekilde hissedebileceğimiz yaşam alanlarımız adına en etkin çözümleri oluşturuyor.

Şimdiyse yerle ilişiğimizi keselim ve rotayı daha yukarıya çevirelim. Sıkıldığımızı hissettiğimiz günün herhangi bir anında, kafamızı yukarı kaldırıp bir şeylerin değişmesini dileyebiliyoruz. Bu noktada her mekanın tavanından gökyüzünü göremediğimizi varsayarsak, aydınlatmanın en iç açıcı hali kristale dönüşüyor. Eh, kristal deyince de, akla Baccarat geliyor... BMS, mobilyanın yanı sıra aydınlatmada da Baccarat gibi deneyimli firmaların ürünlerini satışa çıkarıyor. Fransa’da aynı zamanda iki adet müzesi olan Baccarat, Türkiye’yle, Dolmabahçe ve Beylerbeyi Sarayları ile Yıldız Köşkü’nün aydınlatmasını üstlendiğinde, yani 19. yüzyılda tanışmıştı. Alfred Hitchcock’un tüm korkularını ve zorlukları aşabilmek için, çevresini kristal kadar huzurlu şeylerle kapladığını düşünerek, aynı yöntemi tüm streslerinize karşı siz de Baccarat gibi bir efsanenin desteğiyle uygulayabilirsiniz.

BMS, kendi ruhuna eş değer, duruşundan ödün vermemeyi tercih eden şirketler ile yaptığı stratejik anlaşmalar neticesinde başarı değerini 45


INTERVIEW/lıterature

JIM CRACE

Hasat Sonrası Jim Crace son romanı Harvest ile okurlarını yüzyıllar öncesine, bir İngiliz köyüne götürüyor, öte yandan yer ve zaman bilgisi vermeyi reddederek bunun bir tarihi roman olmadığını özellikle vurguluyor. Öyle ki roman, bir taraftan hala süregelmekte olan meseleleri irdelerken, bir taraftan da gizemli hikayesi ve kasvetli mekanlarıyla ‘atmosferik’ sıfatını fazlasıyla hakediyor. Crace ile gazetecilik kariyerinden son kitabına ve olası emeklilik planlarına uzanan söyleşimize buyurunuz. röportaj aslı arduman fotoğraf andrew bainbridge

XOXO The Mag


aslında her şey, kelimeler bittiğinde başlar. Ayrıca, okurları gerçek mekanlarda konumlandırmaktansa aşina olmadıkları durumlara sokmayı seviyorum. Tarihe sadık kalmaya çalışmıyorum. Bir yandan da, romanlarım nerede ve hangi dönemde geçerse geçsin, onların güncel meselelere değinmesini istiyorum; zamanın ve mekanın belirsizliği de bunu sağlamama yardımcı oluyor ve bir yandan da işi daha eğlenceli bir hale getiriyor. Ancak bu belirsizlik durumunun eleştirmenleri ve akademisyenleri -ve okurlarımın çoğunu- çileden çıkardığının da farkındayım.

Pek çok roman yazarı gibi siz de kariyerinize gazetecilikle başladınız; romancılığa geçişiniz nasıl oldu? Açıkçası hayatımı bir gazeteci olarak sürdüreceğimi zannediyordum. Öyle çok yetenekli falan değildim, ama iyi bir makale yazarıydım ve maaşım da fena değildi. Bunun yanı sıra, seyahati, gazeteciliğin dramını ve disiplinini seviyordum. İş arkadaşlarımı ve her hafta farklı bir konu üzerine eğilme fikrini de seviyordum. Tüm bunların ötesinde, gazetecilik benim için kurgudan daha yukarılarda bir yerlerdeydi ve aslına bakarsan halen de öyle. Bir gazeteci olarak, politik bir ruhla, düşmanlarınızla ve size karşı çıkanlarla yüzleşebilir ve onların fikirlerini değiştirebilirsiniz, bir romancı olarak ise sizinle aynı şekilde düşünen insanlara vaaz vermekten başka bir şey yaptığınız söylenemez. Öte yandan, tam zamanlı gazetecilik kariyerimin sona ermesi ise 1987’de, Tottenham’da, yani kuzey Londra’da çıkan sert bir ayaklanmayla ilgili yazdığım bir makale sonucunda oldu. Sunday Times’ın editörü, ‘sözdepolitik’ nedenlerden ötürü makalemin yayınlanmasına karşı çıktı. Yazıda değindiğim nokta, Tottenham halkının sanıldığı kadar sert olmadığı ve polisin de kabahatli olduğuydu. Makalem ayrıca -içlerinde Kıbrıs asıllı bir Londralı olan Engin Raghip’in de bulunduğu- ayaklanma sırasında bir polis memurunu öldürmek suçuyla hapse giren üç kişinin haksız yere mahkum edildiğini savunuyordu, ki bu sonradan temyiz mahkemesi tarafından da kanıtlandı. Neticede makalemin reddedilmesi prensip olarak görmezden gelebileceğim bir durum değildi. Neyse ki, yakın zamanda ilk romanım Continent’ın yayın haklarını satmıştım, dolayısıyla prensipli olabilme lüksüne sahiptim. Böylece gazetecilikten uzaklaştım.

Peki madem öyle, Harvest’ın 16. yüzyılda geçtiğini farz edecek olursak, akademisyenleri rahatsız edecek detaylar neler olurdu? Kimin umrunda? Tarihçiler ve doğa bilimciler, Theseus Efsanesi’nde Girit labirentlerindeki Minotor için böyle bir hayvanın var olmadığını söyleyeceklerdir. Ama ancak hikaye anlatıcılığının düşmanları bu argümana kafayı takabilir. Aynı şekilde Harvest da bir hayal ürünü. Öte yandan, bir eleştirmen kitapta geçen Türk kadifesinin rengini tarif etmek için ‘mauve’ (leylak rengi) sözcüğünü kullanmama takıldı; ‘mauve’ kelimesinin 19. yüzyılın ortalarına kadar İngilizce’de var olmadığını belirtti. Ama tabii ki böyle bir renk vardı ve bu renk için artık kullanılmayan kelimeler yer almaktaydı. Ben de ya günümüzde kullanılmakta olan bir kelimeden faydalanacaktım ya da okurun kafasını karıştıracaktım. Neticede anlaşılır bir anlatımı tercih ettim. Romanın protagonisti ve aynı zamanda da hikayeyi okura aktaran kişi olan Walter Thirsk karakteri nasıl ortaya çıktı? Sezgileri iyi olan, kendini güzel ifade edebilen fakat bununla birlikte fazla eğitimli olmayan ve sıradan bir adam olmasını istiyordum. Çocukluğumda tanıştığım, işçi sınıfı mensubu herhangi bir adama benzeyebilirdi. Ama tabii ki, İngiltere’deki sınıf ayrımcılığı söz konusu olduğunda, sıradan bir adam, bu tarz, aristokrasiyle ilişkilendirilen türden meziyetlere sahip olamazdı. İşte yine böyle bir snobluğun iddiasına göre sıradan ve eğitimsiz bir eldiven yapımcısının oğlu -William Shakespeare’in ta kendisi- böylesine incelikli tiyatro oyunları yazmış olamazdı; bunu ancak bir aristokrat başarabilirdi. Yani anlayacağın Walter Thirsk bir anlamda bu önyargıya bir cevap niteliğinde.

Peki, gazeteciliğin size kazandırdığı alışkanlıklardan hala yararlanıyor musunuz? Hiç şüphesiz. Öncelikle gazetecilik bana dırdır etmek gibi bir lüksüm olmadığını öğretti; bir gazeteci yazar blokajını veya ilham perisinin eksikliğini bahane edemez. Ne olursa olsun yazılar tam vaktinde teslim edilmek durumundadır. Bunun dışında, her bir kelimenin ve cümlenin bir maksadı olmak zorundadır. Eğer senden istenen 1000 kelimeyse, buna tamı tamına uyman gerekir. Kısacası gazeteciliğin yazarlığı öğrenmek için müthiş bir ön adım olduğunu söyleyebilirim. Bununla birlikte, ben oldukça püriten bir gazeteciydim. Her zaman gerçeklere sadık kaldım. Diğer taraftan, püriten olmayan bir tarafım da var; bir hikaye anlatıcısıyım, dolayısıyla da yalan söylemeyi ve süslemeyi seviyorum. Haliyle, kurgunun bana inanılmaz bir özgürlük verdiğini söyleyebilirim.

Mistress Beldam karakteri de oldukça ilginç. Böylesine esrarengiz bir kadın karaktere yer vermenizin arkasında ne yatıyor? Kendisi Hollywood kahramanlarının tam tersi. Güzel değil, saçı yok, intikam peşinde ve oldukça azimli, fakat bir yandan da hayranlık uyandırıyor. Köyün erkekleri ondan etkilendikleri gibi korkuyorlar da aynı zamanda. Kitabı yazarken onun gibi bir karakterin bana eşlik etmesinden keyif aldığımı söylemeliyim.

En son romanınız Harvest’ı yazmaya başlamadan önce başka bir kitap yazıyordunuz. Nasıl oldu da fikir değiştirip bir anda Harvest’ı yazmaya karar verdiniz? Archipelago adında otobiyografik bir roman yazmaya başlamıştım. Babam ve eşimin annesiyle ilgili bir kitaptı; her ikisi de genç öldüler. Daha önce hiç otobiyografik roman yazmamıştım; muhtemelen herhangi bir kitaba konu olamayacak kadar mutlu mesut bir hayatım olduğu için... Her biri birbirinden felaket 40 bin kelime yazdım. En büyük hatam, ne denli ketum bir insan olduğumu görmezden gelmemden kaynaklanıyordu. Kendim hakkında konuşmaktansa, kurgunun derinliklerinde, kimliği belirsiz bir biçimde gezinmeyi tercih ediyordum. Neticede editörüm de Achipelago ile bir yere varamayacağımı söyledi ve böylece uğraşmayı bıraktım. Harvest ise İngiltere’nin iç bölgelerine, bayırlarına, Shakespeare’in vatanına duyduğum sevgiden doğdu. 500 yıllık saban izleri, çiftçiliğin sonunun geldiğini ve kar amaçlı koyun yetiştiriciliğinin başladığının göstergesi gibiydi. Bu inişli çıkışlı çayırlar güzelliklerinin yanı sıra, mutsuzluğun da izlerini taşıyordu. Hem yerel hem de evrensel bir konuydu bu, aynı zamanda da hem tarihi hem de güncel. Harvest’ı yazmak benim için zor olmadı.

Harvest’ı yazarken sizi en çok ne zorladı? Doğruyu söylemek gerekirse Harvest adeta bir nimet gibiydi. Neredeyse kendiliğinden kağıda döküldü diyebilirim. Tek endişem, hikayenin güncel tarafının göz ardı edilmesi ve kitabın salt tarihi bir roman gibi algılanma olasılığıydı. Günümüzde de her gün, dünyanın her köşesinde, aileler yerlerinden ediliyor. Ruth Ozeki ile söyleşimizde, kendisi Harvest’ı okumayı müzik okumaya benzetmişti. Romanlarınızdaki bu müzikalite nereden geliyor? Şiirle bir alakanız var mı? Şiir yazmıyorum fakat roman yazarken kendimi sözlü ifade edermişçesine yazıyorum; sanki kağıda dökülen her bir kelime sonradan sesli olarak okunacakmış gibi. Konuşma dilinin ritmine başvuruyorum kısacası. Müzik demişken, şu ara neler dinlediğinizi de öğrenebilir miyiz? Sıkı bir caz dinleyicisiyim; ne kadar eklektik o kadar iyi. Özellikle de müzisyenlerin doğaçlama yaptıkları canlı performanslardan hoşlanıyorum; risk aldıkları bir gerçek ama bir yandan da ara ara duyduğunuz güzel sürprizler de son derece heyecan verici. Şu anda ise

Roman isimsiz bir köyde ve belirsiz bir zamanda geçiyor. Böyle bir belirsizliği tercih etmenizin nedenlerinden bahseder misiniz? Kesinlik gazeteciliğe hastır. Kurguda ise bunun tam tersi söz konusudur. Okur bir romandan rahatsızlık ve belirsizlik hisleriyle ayrılmalıdır; 47


CD çalarımda Rabih Abou-Khalil, Kenny Wheeler ve Steve Swallow’un çalışması The Sultan’s Picnic var. Tekrar Harvest’a dönecek olursak; kasvetli ruh hali, bitki örtüsü, mekanlar ve hatta kokuları düşündüğümüzde oldukça atmosferik bir kitap olduğunu söyleyebiliriz. Peki sizin üzerinizde benzer etkiler yaratan bir kitap var mı? Roman olarak aklıma bir şey gelmiyor şu anda ama mesela doğa bilgisi kitaplarından T. H. White’ın The Goshawk’unda inanılmaz güzellikte, kasvetli bölümler var. Ve tabii ki, bitki örtüsü ve kokular göz önünde bulundurulduğunda esas kaynak kitaplardan ziyade doğanın kendisi; çoğu zaman dışarıda yürüyüşe çıkmak kitap sayfalarından daha tatmin edici olabiliyor. İşin teknik kısmına gelirsek, yazmaya başlamadan her şeyi önceden planlıyor musunuz? Arada sırada sürprizlerle karşılaştığınız oluyor mu? Esasında her şey sürprizlerden ibaret. Genç yazarlara sürekli olarak, yazmaya başlamadan evvel romanlarının kimle, neyle ve nereyle ilgili olacağını bilmeleri gerektiğini tavsiye ediyorum; bu üçlünün önemli olduğunu söylüyor fakat bir yandan da kendi tavsiyemi göz ardı ediyorum. Öyle ki, çoğu zaman, yazarken hikayede bir anda bir sürprizle karşılaşabiliyorum. Bu hem riskli hem de oldukça heyecan verici. Tıpkı bir caz müzisyeni gibi doğaçlama yapmayı seviyorum. Sevdiğiniz yazarlar kimler? Şu ara neler okuyorsunuz? Listeye Türklerle başlayabilirim. Orhan Pamuk’la tanışıklığım var ve görkemli romanlarının büyük hayranı olduğumu söyleyebilirim. Fakat gençken karşıma çıkan ve beni etkileyen ilk Türk yazar Yaşar Kemal’di. İnce Memed’i şimdi tekrar okusam o kadar zevk alır mıyım bilemiyorum ama Kemal’in cesaret ve metanetine hala hayranlık duyuyorum. Orhan Pamuk gibi o da, politik görüşleri yüzünden daha gerici çağdaşlarının taarruzuna maruz kaldı. Ben yazarlık kariyerim boyunca hiç bu tarz sorunlarla karşılaşmadım ama onların yerinde olsaydım muhtemelen bu denli cesur olamayabilirdim. Bunun dışında, diğer favori yazarlarımın

neredeyse hiçbiri İngiliz değil: J. M. Coetzee, Grace Paley, Chinua Achebe, Italo Calvino, Primo Levi, Toni Morrison ve tabii ki Marquez. Bugünlerde neler okuduğuma gelecek olursak; neredeyse hiçbir şey… 40 yıl boyunca bir sanayi şehri olan Birmingham’da yaşadıktan sonra, Shakespeare’ın doğum yeri olan Stratford-upon-Avon’a 20 dakika uzaklıkta bir yere taşındık. Dolayısıyla, şu aralar tek düşündüğüm kutuları açmak, tesisatla uğraşmak ve bahçeye el atmak. Elime kitap almayalı altı ay oldu. “Özlüyor musun?” diye soracak olursan; kulağa tuhaf gelebilir ama hayır. Pek çok edebiyat ödülünüz ve adaylığınız var. Günümüzün edebiyat yayıncılığında ödüllerin oynadığı rol önemli mi sizce? O konuda şansım oldukça yaver gitti sanırım. Edebiyat ödülleriyle aram hiç fena değildi. Dolayısıyla da onları sevdiğimi söyleyebilirim. Objektif olmak gerekirse, ödüllerin kitaplar için önemli bir pazarlama aracı olduğu söylenebilir. Bunun yanı sıra, okurlar için de çoğu zaman iyi bir rehber görevi üstlendikleri kesin. İnsanları kitap okumaya teşvik edecek her şeye razıyım, özellikle de birtakım pesimistlerin, gelecek nesillerin basılı yayınlarla işi olmayacağını iddia ettiği bir devirde yaşadığımız göz önünde bulundurulursa... Öte yandan, ne olursa olsun, hikaye anlatıcılığının sonu hiçbir zaman gelmeyecek. Harvest’ın son romanınız olduğunu ve emekliye ayrılacağınızı duymuştum. Bu durum hala geçerli mi? Açıkçası Archipelago’nun yarattığı sıkıntıdan ötürü emekliye ayrılmayı düşündüm, ama Harvest’ın başarısından dolayı bu kararımı tekrar gözden geçirdim. Ne kadar sığ varlıklarız, değil mi? Yine de bir süreliğine kurguya ara vereceğim kesin. Daha heyecan verici planlarım var: Güzel bir bahçe, doğada yürüyüşler, daha fazla politika, tiyatro oyunu yazmak, seyahat etmek, bol bol bisiklete binmek ve torunlarımla ilgilenmek... Tek başıma bir odaya kapanıp boş bir bilgisayar ekranına bakmak için pek vaktim yok. Diğer taraftan, 70’li yaşlarımda, formdan düştüğümde ortaya yeni romanlar çıkmaya başlarsa da şaşırmayın. Ama bu aralar çalışma odama yağmurlu havalar haricinde adımımı bile atmıyorum. Kötü havalar iyi kitaplara vesile olabiliyor.

XOXO The Mag



INTERVIEW/magazıne

Thomas Persson

Aklıselim Yaratıcılık

Bu ayın dergi yöneticisi konuğu, kütüphanemizin devamlı sakinlerinden Paper’ın Genel Yayın Yönetmeni ve Kreatif Direktörü Thomas Persson. Acne’nin sunduğu -neredeyse sınırsız- özgürlüğü iyiye kullanıp kültürel bir fenomen yaratırken, derginin duruşundan hiç taviz vermiyor. 17 yaşında gazetecilikle başladığı yayın hayatına, 2005’te çıkan ilk sayıdan bu yana Acne Paper’da devam ediyor ve bir yandan da markalara sanat direktörlüğü yapıyor. Persson’ı bu yoğun programının ender bir boşluğunda, mekik dokuduğu iki duraktan biri olan Paris’te yakalayıp İskandinav sükunetine bir süreliğine nail olduk. röportaj serap gecü fotoğraf matteo carcelli

XOXO The Mag


6th issue Summer—08

13th issue Spring 2012

US $ 10 UK £ 5

UK £ 8

ACNE A AC NE PAPER ACNE PAPER

M A N H AT TA N

PORTRAITS 7th issue Winter—08/09 US $ 10 UK £ 5

—— Fran Lebowitz by Brigitte Lacombe

14th issue Winter 2012 UK £ 8

ACNE A AC NE PAPER ACNE PAPER derginin geneline nasıl yansıdı? Acne, Warhol’un Factory’sinin modern bir versiyonu olma gayesiyle, kreatif bir kolektif olarak kuruldu. Hatta ilk kurulduğu dönemlerde Art & Industry bir Acne sloganıydı. Vintage Interview dergisi de bu ilhamın bir parçasıydı, ama tabii Acne Paper’a son halini verirken diğer dergilerden ve hiç şüphesiz kitaplardan da etkilendik. Interview’da bizi etkileyen ise, derginin boyutları, sanatsal tarafı ve kullandığı serbest dil oldu.

En baştan başlayalım. Acne’den önce ne yapıyordun? Gazetecilikten geliyorum, doğup büyüdüğüm Oslo’da bir gay gazetesinde mesleğe başladığımda henüz 17 yaşındaydım. O sıralar aynı zamanda Elle’in Norveç edisyonuyla ve çeşitli gazete ve dergilerle bağlantı halindeydim. Daha sonra, beni Londra, Paris ve New York’taki defilelere göndermekten mutluluk duyabilecek kadar cömert bir yayıncının çıkardığı, genç kadınlara hitap eden bir dergide moda editörlüğü yapmaya başladım. İşte o zaman, modayla bağlantımı daha ciddi bir seviyeye taşımaya karar verip, Central Saint Martins’de Moda Yazarlığı yüksek lisans programına başvurdum. Kabul edilmem ve Londra’ya taşınmamla beraber hayatım değişti. 26 yaşındaydım ve böyle bir değişikliğe çoktan hazırdım. Okul bitince, Stockholm’e taşındım ve Self Service için freelance çalışmaya başladım. O dönemde erkek arkadaşım olan Mattias Karlsson aracılığıyla da Acne ile tanışmış oldum.

Bahsettiğin gibi Acne’nin kreatif bir kolektif olarak işlevlendirilmesi, bir moda markası olmasının yanı sıra grafik tasarım, film prodüksiyonu ve reklamcılık üzerine yapılanması derginin de elini güçlendiriyor olmalı... Bence bugün bir moda markası olarak Acne tamamen kendi başına işleyen ve kendine ait bir yapı ve aynısını Acne Studios için de söyleyebiliriz. Ama tabii derginin ilk yıllarında tüm departmanlar fazlasıyla işin içindeydi, özellikle de reklam ajansı Acne Creative’in sanat direktörleriyle çalışmıştık -önce Moses Voigt, arkasından Jonas Jansson. Şimdiyse, dediğim gibi, daha ayrışmış bir yapı var.

Jonny Johansson’la nasıl bir araya geldiniz? Jonny ile ilk olarak Stockholm Grand Hotel’de bir ödül töreninde tanıştım ve kısa sürede hem onunla hem de ekibiyle yakınlaştım. Tam o dönemde yurt dışına açılma planları yapıyorlardı ve global stratejilerini oluşturan fikirlerden biri de kendi dergilerini çıkarmaktı. Dergiyi Mattias’ın ve benim çıkarmamı istemeleri ise hayatımda yeni bir dönüm noktası oldu. Bu tür bir özgürlüğe sahip olabilmek çok büyük bir şanstı ve hem benim için hem de şirket adına pek çok iyi şeye vesile oldu.

Bu arada küçük bir ekip olduğunuzu duymuştum; derginin aktüel kadrosunda kimler var? Editörümüz Marie Chaiz ve direktörümüz Mattias Karlsson bizim moda müttefiklerimiz ve aynı zamanda çok yakın arkadaşlarımız. Londra’da Duncan Campbell ve Charlotte Rey editör olarak pek çok farlı konuyu aynı anda yönetiyorlar. Stockholm’de ise muhteşem sanat direktörümüz Johannes Svartholm ve tabii yetenekli grafik tasarımcımız Christian

Derginin karakterini belirlerken Andy Warhol’un Interview’undan ilham aldığınızı okumuştum. Bu ilham 51


EDELINE LEE

AND

MAR IA N I SH IO

Edeline just graduated from ba Womenswear. Maria graduated from Fashion Communication with Promotion in 2005 and is now working as Assistant to ba Fashion Course Director Willie Walters

When you think of csm, what comes into your head? Edeline: For me it’s a lifestyle. I moved here to be at csm, then I moved away to not be at csm. Then I moved back to be at csm again. For me it’s part of being in London, it’s a part of me now. Maria: I work for Willie two or three times a week, and before the show I come in every day. I’ve worked at different places from time to time, but here at csm I feel at home. I feel comfortable here. At csm you can be yourself. You’re accepted for who you are or where you’re from or what you do. You can just be there, hanging around. What has studying at csm meant to you? Edeline: It’s meant everything. It’s completely changed the way I think. Before I came to csm I wasn’t a creative person per se. I had done an academic degree. When I first started the Foundation, they pounded it all out of my head. My tutor used to come and yell at me to break out of the box and stop thinking square and start thinking curves. So it’s completely changed the way I think. Maria: I know that everyone says this, but meeting people is just so important. You meet someone, go for a drink and share your feelings and ideas and then anything can come out of that. Edeline: I think the ba is just absolute freedom. There are no rules, you just follow your own path. You make your mistakes, and hopefully nobody really notices. You build your path and you get something that’s really yours. Maria: Being at csm you get involved in so many

projects, you know, your friends’ projects. If we hadn’t met, I probably wouldn’t be involved in this project. Edeline: I just had my show yesterday. I had a film screened during it that was made by Marie Kristianson, a Fine Arts student who also happens to be my flatmate. How does csm prepare you for working in the industry? Edeline: I think what you do get taught is independence and how to figure things out for yourself. You’re kind of left to it. You have to put together this collection and you may never have done it before, but everyone somehow gets it together. Here they don’t hold your hand. They create an environment that’s competitive, and you need to figure things out on your own. Looking back at when you just graduated Maria, what would you say was your greatest challenge? At csm you are supported skills-wise, but left on your own ideas-wise. We were left to do our own thing, and I don’t know how to say this - it’s hard to describe - but the tutors would always bounce you back if you went too far. It’s like your parents, who, if you go too far, will pull you back and say, “That’s not the way.” I have a lot of friends who are wanting and willing to work for a designer, so they’re hanging around in London waiting for an opportunity to come. And I’m just doing bits and pieces too, not really settled. I don’t know how it’s going to go.

Hibiscus, The Cockettes founder and leader 1970 Photograph by Joshua Freiwald

Edeline Lee wears her own designed promenade gown. Maria Nishio wears black satin gown by acne jeans.

Art

Acne Paper

Editors note: The Burlington’s gallery, Lismore Castle Arts, opened in 2005 and hosts one major exhibition per year, as well as a programme of tours, talks and other art related events. Previous exhibitions have included a solo show by Richard Long, a collaboration with the Rubell Family Collection from Miami, and group shows featuring work by Matthew Barney, Dorothy Cross, Barry Flanagan, Richard Long, Gerard Byrne and Michael Craig-Martin. I met William and Laura Burlington during the opening of A Life Of Their Own, their most recent exhibition curated by art critic and historian Richard Cork. For the exhibition nine young artists (Kate Atkin, Matt Calderwood, Roger Hiorns, Rosalind Nashashibi & Lucy Skaer, Eva Rothschild, Conrad Shawcross, Daniel Silver and Kate Terry) transformed the gallery with installations, screenings and sculpture, offering a challenge to what art in general, and sculpture in particular, might be. On a misty spring day after the opening I sat down with Laura and William to talk about Lismore Castle, the new gallery and the importance of keeping up a family tradition.

No.7

J ONATH AN SAUN DER S —

included, do. There and then he decided not to sell it, but spent his life building it up. It was more or less a ruin when he got here. Thomas: Was that the 6th Duke, called the Bachelor Duke, the son of Georgiana, the notorious Duchess of Devonshire? William: Yes, that’s right. He inherited his title and possessions at the age of 21 and he never married. He was interested in everything, a very passionate man with great enthusiasm for art and architecture. Thomas: The 6th Duke collaborated a lot with Paxton, the creator of the Crystal Palace which was built in 1851 to house the Great Exhibition in London. William: Yes, Paxton originally came to the 6th Duke’s main home, Chatsworth, as the head gardener. He worked there for a number of years and he was obviously a genius. He gradually added more and more to his role. His architectural side was given some scope by the 6th Duke who commissioned him to build a convent in Lismore. He also built a conservatory in Chatsworth. There is also a glass house here at Lismore that still remains, one of a very few in the world now that were designed by Paxton. He devised and refined and improved this system of building with glass which had its greatest manifestation in the Crystal Palace. So Paxton and the 6th Duke worked well together and after the Duke died Paxton did many other interesting things on his own. Thomas: In your sculpture garden, against one of the ancient castle walls not far from Paxton’s glass house, you have installed a fantastic bench. It is bright and pink and extremely modern looking. Laura: Yes, it’s a Franz West bench. William: We were lucky enough that he accepted our commission to celebrate our wedding last year. It is heaven because there it is now. Laura: And everyone can enjoy it. Or not. Which sometimes is the case. [Laughs] Thomas: Our friend Anthony told me you had overheard two women looking at the colourful benches in your garden, saying: “Oh dear. That’s what happens when you look at too much contemporary art.” [Laughs] Laura: [Laughs] Yes, and that was before the Franz West bench even got there! William: [Laughs] The joy about something like that bench and even the gallery itself is that we care so deeply about these things but another generation might have different aspirations and other dreams in which case they can put the bench somewhere else. Even the gallery was built so that it could be dismantled. It is really just a skin within the ancient walls. Thomas: Now that you have had your gallery for a while, how do you feel this historical setting lends itself to viewing contemporary art? William: When visitors come they have driven through this wonderful landscape before they come to Lismore which is a beautiful town. They first come through the ancient castle walls, and then through the garden before they come to the gallery. So I think you already feel you are in an interesting or inspiring place. I think the gallery fits very well into that. It stimulates the senses. — William Burlington Laura: I think it is exciting that something that is part of our time in this historical place exists. It is a celebration of our generation and what is happening now. This has happened a lot at Lismore Castle. We are surrounded by many of the things that Adele Astaire and Lord Charles Cavendish brought to the place when they lived there in the 1920s, for instance. They were interested in what was happening in their time, so I don’t think it is something new.We are not doing anything special that has not been done before. William: Even the 6th Duke had a gallery built at Chatsworth to house his neo-classical sculpture and other things that were contemporary at the time, sometimes shockingly new. So there is nothing new with this gallery particularly other than that it is ephemeral. It is our chance to show art and to enjoy it ourselves. Thomas: Your current show, A Life Of Their Own, is an exhibition on modern sculpture. I am not only impressed by the interesting exhibition itself but also about the fact that the curator, Richard Cork, and most of the artists were staying at the castle for quite some time.With big dinners and Cork’s interesting talk, you created such a rare and intriguing framework for socialising and conversation. William: There is plenty of room, and it’s wonderful to have the castle being

Fashion Designer. Graduated from ma Printed Textiles for Fashion in 2002

When you think of csm, what sort of things do you remember? When I first came to csm I felt that it was a reaction to where I was before. I had been at Glasgow School of Art, which is a design college, but it’s very fine art related, as well as being very process and technique related. I studied textiles, and the people I was surrounded by were all into fine art textiles or experimental fashion textiles, that sort of thing. It was very much about how to technically produce these kinds of textiles, so going to csm was a very different type of environment. It was very fashion-led, very much about ideas and concepts as opposed to technique. Culturally it was a very different environment to what I was used to. Also, there was a kind of freedom at csm in which you could kind of do what you wanted. It was all about developing your own identity. How did the college encourage you to develop your own identity? I did a Textiles ma, but it related a lot to fashion and I could specify what I was interested in, which was the positioning of the print on the garment and how relevant the garment was to the print, as opposed to just making samples. Straight away when I had my interview with Louise I knew she was a very strong character - a fascinating woman. I think the most important thing about her and Fleet Bigwood, who dealt with me on the textiles, is that it doesn’t matter what style you are or what kind of taste you have, it’s kind of irrelevant.What they encourage is that you’re true to that taste or identity. There are lots of different people at csm with different aesthetics, some might be very flamboyant and brash and others might be very sophisticated or conceptual.What struck me about Louise and the kind of methodology behind csm is that it doesn’t matter what kind of style you are, as long as you really push and focus on it. It’s also a bit of a psychology course as well. I mean, on paper it’s a fashion course, but then people will be having nervous breakdowns, pulling their hair out.You know, it’s making or breaking them as a person, and it’s because you constantly have to analyse what you’re doing and whether it’s right or not.You’re analysing yourself as much as you’re analysing the work that you do. That’s what I did, and it’s what a lot of people that I was around did. It kind of drives you a little bit crazy. But if you think that’s tough and psychologically stressful when you come out and you have to do your own collection, then that’s exactly what it’s like in the industry, if not worse. csm enlightens you to what the industry is like. It’s a culture shock for a lot of people. On the ba they do their little drawings, and they do their little concepts, and then on the ma it’s not just about that, it’s about getting it out there and developing it all to a rounded thing - what you need in order to express your idea.What is good about csm as well is that on other degree courses worldwide it’s very much painting by numbers. You know, you do your research - ten pages, you do your development - ten pages, you do your final line-up, then you edit it and you produce your five toiles or whatever. It’s very textbook. What struck me about Louise was that I had never done fashion illustration before, but it didn’t matter how you do it. I just had all my research in little envelopes, all randomly scattered about. I did collages to show how it would fit on the body. It was a different way of expressing my ideas and that’s something that might be frowned upon in a more traditional college. At csm it doesn’t matter how you do it - it’s about the finished product. How do remember csm now that some years have passed since you graduated? There were moments when I was completely pushed over the edge. From a financial point of view, it depends on the situation you’re in. For me, I was doing different part-time jobs and in my first year I found it very difficult to afford to be able to do it. From a financial point of view I found it very stressful to be there. In my second year I was working as a technician in a print room so that I could use the facilities there. What was great about Louise was that she allowed me to take those days out. She understood that just because I wasn’t there, it didn’t mean I wasn’t working. Did she allow other students to do the same? I think so. You know, while we were there everyone was like,“Who’s Louise’s favourite?” When

“Even the 6th Duke

Thomas Persson: What is autumn like here at Lismore Castle? William Burlington: Even in autumn, when most things are dying back, you can still feel things growing around you. Lismore Castle is built on a strong point overlooking the river for defensive purposes and the river rises very high sometimes in the autumn. In October, especially, it can flood right across the fields.You can almost feel like you are on the sea when looking out of the windows. It hardly ever snows in Ireland but in autumn it gets colder, and sometimes there is frost when everything sparkles. In the village there are peat fires, and the smell is like nowhere else in the world. It is particularly strong when you smell it for the first time after the summer. It is a very memorable sensation. Thomas: What is your first memory of the castle, Laura? Laura Burlington: It must have been when I went to see William when we were still just friends. I was blown away by these beautiful ancient walls, full of moss and lichen in every colour. I had never seen anything like it. Thomas: And yours, William? William: I went here once as a child and I had such strong memories of it. It was very exotic in my memory. Of course, with these great turrets and the scale of things it would have a great impact on any child. I always dreamt of returning, and as an adult I did. I have been here many, many times, and I lived here for a while. Laura: William lived here during the whole process of building the gallery. William: Yes, the gallery was something that we thought about five or six years ago. It was a development from within a derelict part of the castle. It took a lot of thought and planning and we were excited about what the architects Jack Coughlan Associates, and Gareth O’Callaghan in particular, did. His brief was to make it as simple as possible so that the art could speak and there would be minimal visual distractions.What he has done so cleverly is that you still get a feeling of entering a very old place. But the sense of history is there without taking over. Laura: There are nice moments. Through one of the windows you can see the castellation of one of the castle walls. Just a little bit, so you get some sense of where you are. But it is all very subtle. Thomas: When I walked through your gallery yesterday I was particularly captivated by the room in the round tower, which I read is one of the oldest parts of the castle? William: Yes, that’s right. The tower you are talking about dates from the 12th century. But the bulk of what you see, the walls that Laura was talking about, and the basis of the structure of the castle, is from the 17 th century when it was a defensive fortification. And then, more of the impact of what you see now, particularly the details, are from the 19th century when they didn’t need to defend. It was just built as a fantasy. In fact, an ancestor of mine in the early 19th century inherited Lismore along with a lot of land in England, where he lived. He also inherited vast gambling debts from his mother. In order to pay off the debts he planned to sell this Irish land that he had never seen. He came across to Ireland and saw Lismore and fell in love with it, as many people, myself

had a gallery built at

Chatsworth to house his neo-classical sculpture and other things that

were contemporary at the time, sometimes shockingly new.

So there is nothing

new with our gallery

particularly other than that it is ephemeral. It is our chance to show art and to

enjoy it ourselves.”

Elizabeth, Countess of Burlington. Painted by Sir Anthony Van Dyck, ca. 1639.

you come out you realise that nobody is. What she wants in somebody is drive. If somebody disagrees with her, or fights against her, she wouldn’t necessarily go against them in the end.Whereas people who were just “Yes, yes, yes,” in the final line-up they wouldn’t necessarily get the recognition because they hadn’t necessarily been developing their own identity. Being at csm encourages you to find your usp: your unique selling point, which I know about now running my own business. It encourages you to find what’s unique about you. Is it fair to say that Louise embodies the ma? I think so, but there’s a very strong network of tutors there as well. What’s great about csm is that there’s a real variety. Fleet Bigwood is incredibly technical, but is also connected with high fashion and knows about what works and what doesn’t. Jane Shepard is very much the rock ‘n’ roll of the course. She’s so cool. Julie Verhoeven represents the eccentricity, which I think is incredibly important. Having left csm, what was your greatest challenge? For me, I think it was the politics of the industry. The people that you surround yourself with, the image that you portray and how you need to do that to convince buyers to buy the brand: the politics of fashion. Also, London is a place where newness and new design are hailed, and what they do is they put designers on a pedestal as soon as they’ve done their first collection, and then there’s nobody there to tell you how to deal with that. I went straight from degree to ma, so I was left to start my business when I was 23 or 24, which is really young. And all of a sudden I had Harrods, Liberty’s, Selfridges and Matches, all these shops ordering the collection and I had hand-printed the first collection myself without thinking how on earth I was going to produce it. And there’s no way of gauging or planning anything - it’s not like making chairs, when you approach ten shops and they buy the right amount and you get them produced. In fashion it’s all very dependent on the reaction to the collection. It’s quite a fragile animal, I suppose. You have to get used to all the rules quickly, as soon as you leave. I left college, and then I had my spring/summer show in September and all those orders to produce, just to do another show in February. That was my worst, most hellish time.Then you’re not focusing on, and analysing, six outfits anymore.You’ve got to do 30 or 35. And then think of cash flow and all those other things. You know, I’ve never had a backer. I met Sam, who’s now my partner, and we built the business up together.That’s the most challenging thing I think: to balance the business side with the creative, but it’s also the most rewarding. Now we own a business and there are no shareholders or big backers telling us what to do. Why do you think that csm has been so influential to so many designers who go on to start their own brands? Well, I think that’s the difference between the Royal College of Art and csm. The rca is very industry-based, whereas csm is much more ideas and concept-based. Certain people who have come out of csm - like Alister Mackie for instance, he did the ma there - have gone on to be incredible stylists or incredible creative directors. What’s great about csm is all the people who go into the industry, not necessarily to do their own label and knocking out the clothes…. You learn very quickly if that’s what you want. Thinking back to your college years, is there anything you would have liked to have done differently? Oh yeah. You always look back on what you did. I’m much more disciplined now, and if I’d had a little more of that then, and if I’d been a little less hedonistic, then I think I would have gotten more out of it.You almost want to go back to it and do it again. Now I think: what a luxury to have all that time to focus on one collection. How could I have been so stressed about just eight outfits? But it’s because it’s all new to you, and you also analyse everything in its detail. There are lots of things that I would like to change if I could go back, but then you can’t really think like that. It’s a hunger for things I wish I’d asked, and people I wish I’d spoken to. But other than that I think you just have to accept it for what it was. Jonathan Saunders wears suit jacket by balenciaga. Polo T-shirt by lacoste. Roksanda Ilincic wears her own designed dress.

– 79 –

Altmann... Hepsini gerçekten çok seviyorum. Onların paha biçilemez katkıları ve adanmışlıkları olmasa dergi bu noktaya gelemezdi. Sevdiğin insanlarla çalışmak harika. Belki de bunun bir yansıması olarak, Acne Paper’ın bir koleksiyon nesnesi haline geldiğini ve insanların kütüphanelerinde bulundurmak isteyecekleri bir dergi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz; çok uzun sayılmayacak bir sürede kült mertebesine erişmesini başka nelere bağlıyorsun? Bir kere baskı kalitesi çok iyi, sanatsal bir duruşu var, ve her seferinde farklı bir konu üzerinden gittiğimiz için her sayının belli bir haletiruhiyesi ve anlatacak farklı bir hikayesi var. Derginin bu anlamda alabileceği en iyi iltifat, samimi, zeki ve zarif bir yayın olarak algılanması olurdu. Bir de malum, içerisinde hiç ilan barındırmayan, kitap hissi veren bir dergi oldukça ender rastlanan bir şey ve insanlar da genel olarak kitaplarını saklamaya meyillilerdir. Derginin genel duruşuna gelirsek, bir röportajında Acne Paper’ın alışılagelmiş moda dergilerine karşı bir protesto niteliği taşıdığını söylemiştin. Bu protest tavrınızı besleyen nedir? Kesinlikle dilimi ısırmam lazım; böyle şeyler söylememeliyim. Birkaç kadeh içmiş olmalıyım! Esasında bir protestodan ziyade bir alternatif olduğunu düşünüyorum. Bazen güzelliğin sadece daha ince, daha zengin ve daha genç olmaktan geçtiğine dair önermelerden bunalırsınız. Zira, moda sizden her zaman şu an olduğunuzdan -mümkün olmayan bir şekilde- daha iyi olmanızı bekler. Parçası olduğumuz tüketim kültürünün de hayatlarımızda o kadar önemli bir rolü var ki bizi aşkın ve hayatın ışıltısından mahrum bile bırakabilir. Bu yüzden, bütün bunlara karşı çıkan bir derginin var olması sevindirici. Tabii bu modadan bağımsız olacağı anlamı taşımıyor, yine modaya yakın durabilir, ama giyilebilir olmaktan ziyade kültürel bir fenomen işlevi üstlenir. Malum, matbu yayınların sonunun geldiği tartışmaları sürerken, son yıllarda bu iddialara inat iyi ve kalıcı olmaya aday yayınlar

varlık göstermeye başladı. Sen ne düşünüyorsun bu konuda, söylentileri ciddiye alıyor musun? Bence, kaliteli bir dergi hayatta kalmak için her zaman iyi bir neden bulur ve kendi pazarını yaratır. Çünkü artık o bir nesnedir, kütüphanenizin vazgeçilmez bir parçası haline gelmiştir. Evimizde kütüphane istemeyeceğimiz bir zaman gelecek mi bilmiyorum ama ben kesinlikle kitapsız, dergisiz ve matbu yayınlar olmadan yaşamak istemiyorum. Hele ki şimdi, vaktimin çoğunu bir ekrana bakarak geçirirken, arada sırada bir derginin veya bir kitabın sayfaları arasında dolaşmak, kağıda dokunabilmek çok daha değerli. Bu minvalde, Acne Paper’ın dijital mecralara yönelik planları var mı? Henüz hiçbir planımız yok. Geçmişte Hermès için sanat direktörlüğü yaptın. Markalarla yeni iş birliklerin var mı? Acne’nin bu iş birliklerine yaklaşımını da merak ediyorum bir taraftan... Dergi seyrek periyotlarda basıldığı için kalan vaktimi aktif ve kreatif bir şekilde kullanmamam yanlış olurdu. Zaten Acne’yle aramdaki ilişki başından beri özgürlük üzerine kurulu. Mesela şu anda Armani’ye danışmanlık yapıyorum ve aynı zamanda Rizzoli için çok heyecan verici bir kitap hazırlıyorum. Paris’te ve Londra’da birer ajansım var ve benimle onlar ilgileniyor. Sırası gelmişken, Londra seni nasıl etkiliyor? Oslo’yu özlediğin oluyor mu? Ailemin ve arkadaşlarımın yakınlarımda olmasını kesinlikle özlüyorum. Fırsat buldukça Norveç’e gitmeye çalışıyorum. Londra’ya gelince, yaşadığım ve ziyaret ettiğim her şehir gibi oradan da etkileniyorum. Mesela, yakın zamanda İtalya benim için önemli bir yer haline geldi, giderek daha da fazla seviyorum. Farklı kültürlerle tanışmayı, keşifler yapmayı çok seviyorum ve tüm bunlar dergiye de yansıyor. Derginin 14. sayısında ilk kez bir yere atıfta bulunarak, üç

XOXO The Mag


Art

Acne Paper

No.7

ODI ET AMO

LISMORE CASTLE REVISITED

Photographs by DANIEL JACKSON

Styling by MATTIAS KARLSSON

W I L LI A M and L AU R A BU R L I NGTON in conversation w ith T HOM A S PE R SSON

In Ireland, the towers and turrets of Lismore Castle rise like a Gothic fairytale above the rolling, wooded hills of Blackwater Valley. Inside the ancient walls, old master portrait paintings and a unique sculpture collection tells the story of a family where culture and artistic patronage has been a passion for centuries. The Dukes of Devonshire, whose principal seat is Chatsworth in Derbyshire, made Lismore their Irish home in 1753. Today the family’s artistic heritage continues through William Burlington, the present Duke’s heir, who, in 2003, started converting the oncederelict West Wing into a progressive gallery for contemporary art. Together with his wife, Laura, they breathe new life into an old family tradition by showcasing some of the most exciting artists of our time.

Grey wool checked jacket and skirt by Junya Watanabe Comme des Garçons.

Untitled 1 by Daniel Silver, 2006 Soapstone. Courtesy of the Artist and IBID Projects, London. Collection of Freda and Izak Uziyel.

– 74 –

JUL IE VER HOEVEN —

Fashion Illustrator and Designer. Visiting Tutor at ma Fashion What do you associate with csm? It’s messy. (Laughs) Colourful people.There’s a feeling of desperation - but not in a negative way - of people wanting something really badly. I quite like that. As a tutor, what’s the greatest challenge that you have to confront every year when faced with a new batch of students? I think just to excite them really. Because it is a really hardcore time, and also quite personal, you’re so exposed. What do you do to keep them excited? I can’t really put my finger on it, but I know why I stopped teaching a few years ago. I was being really negative about life in general and I wasn’t feeling very generous. You’ve really got to give everything, and if you’re not, then you’re not doing a good job. What’s then the most exciting part of teaching? To be surprised. I love it when someone shows me an image that I’ve never seen before. I mean, you can get a bit jaded sometimes and feel that we’re just overwhelmed with images, so when you see something new…. It sounds really clichéd and naff, but when you hear an independent voice, well, they’re so few and far between that it’s so exciting when you do come across one. Is there anything in particular that you recommend for students to do in order to be inspired? Well, just to be as exposed as possible. I tell them to try to go to exhibitions, but that doesn’t always work when all that they want to do is look through the latest magazines. It’s up to the individual really. Sometimes students tell me: “Oh, I don’t want to look at anything, because I don’t want to be influenced,” and I just think that’s such rubbish. How can you comment on anything if you don’t know what’s going on? I just find that a bit lazy. Critics

of contemporary fashion design sometimes accuse designers today of being magpies, of just taking inspiration without acknowledging the context from which it comes. Would you say that is true also of the students at csm? Yes, but I don’t mind that. What I like about fashion is that it is so fickle and fast and throwaway. That’s the thing about designing, you’re just constantly churning stuff out. I quite like that you don’t ever get too absorbed in any one project. That’s the nature of the game. That sounds really clichéd, but fashion is about a really rapid turnover of ideas. Why do you think csm is so influential in churning out so many successful designers? The location has something to with it. That’s such a lame answer. (Laughs) And also, here it’s full of designers who want to be stars and do their own thing. At csm you’re not carried along, you have to be quite egotistical to make it. I like that. Here, a weaker student just won’t get through basically. As an experienced teacher, can you now tell which students will be successful once they have graduated? Not always. It’s not always in the work actually. Quite often it’s in the personality. The work alone is not enough. That’s what makes it exciting I think. I mean to be a fantastic designer is not enough if you don’t have the right personality….You’ve got to be really channel-visioned on success. It helps if you’re attractive! (Laughs) There’s also how people evolve over the eighteen months. Having been teaching for a while now, I have learned that sometimes the quiet ones really come into their own at show time. Julie Verhoeven wears vintage dress and jewellry. Shoes by gibo.

PETE R JE NSE N —

Fashion Designer. Graduated from ma Menswear in 1999. Visiting Tutor at ma Menswear

Tweed coat and tartan blazer by Yohji Yamamoto. Black knit hat by Acne.

When you look back at your time at csm, what do you remember? Oh, I absolutely loved it because I came from Denmark, which is a completely different kind of training than what you get in an English college. Here it’s much more about being technical while in Scandinavia it’s more like… Well, I was the only boy in my class in Denmark, so for me it was all about not offending anybody. I had endless meetings about fucking everything, and I think that’s a very Scandinavian thing - that you’re like killing everything before you even start with anything and it all becomes so weird. You mean that you overanalysed everything? Yes! You overanalyse everything! In Danish colleges it’s almost forbidden to say that you like a dress just because you like it. It’s as if you’re not intelligent or clever. Also, in Danish colleges you’re not allowed to relate yourself to a company by saying: “I want to work for Westwood, or Margiela, or whatever.” These things are not relevant in Denmark. So when I came to csm, just got told to do a collection, and was sort of left alone - although you had talks with the tutors that came in every week - I felt a sense of freedom. Finally I got to say:“Well actually, I just like clothing. That’s what I like. And that’s why I’m doing this and this is all I know.” I don’t need to analyse and be all fucking clever about everything. It’s more like a 3d visual thing, working with the body. So, for me, it was a whole new freedom that opened up for me. And I guess I was also very lucky because I was very liked by Louise. (Laughs) I hear that helps. (Laughs) Well, it does help. In what way did it help you? She liked my project and what I was doing. And when I was there, there was quite a different system in how you were judged, in terms of your first project. It was put on a crap table, average table, good table or excellent table. Even though she will not admit that there was an excellent table, there was; even though we were only four, out of roughly 35, people on that table. I was so proud to be on that table! Now that a number of years have passed since you graduated from csm, do you remember it differently from when you were still a student? Well, my year was a very strong year. Many of them have set up their own businesses that are still going. I was in the same year as Emma Cook,

Bouclé jacket by Chanel.

farklı kapakla Manhattan’ı işlediniz. Manhattan’dan sonra neresi için özel bir sayı yapmak istersin? İstanbul’a ne dersin?

Roksanda [Ilincic], Michelle [Lowe Holder], Siv [Stoldal] and others who have done their own thing. We all had a really good time.We were quite good at sticking together, although that’s not to say that we weren’t looking after our own projects because we were. It’s not like we were going around sharing, but it was a really good year. I just think that it was a really good training. One must remember though that Louise wasn’t there for our final year, she went to Donna Karan, and the course was taken over by Fabio [Piras]. I think that it would’ve been quite different with Louise there because she really does care, and I don’t think Fabio does in the same way. Would you say, as a tutor yourself now, that you can often tell which of the students will “make it” as successful designers? No, I don’t think you can really. I mean, in my year I think you could because some of them had really good contacts from the beginning and that really helps. And also I think it’s much easier for the Scandinavian students than it is for, say, the Japanese. Why is that? Well, partly because of language, but also, and this is an awful thing to say (laughs), but I don’t think there’s as much interest in them. I think that some people have a real driving force and if they keep getting knocked down they feel as if they have something to prove within the system. Whereas for those who come from the BA, maybe having been the star of the ba, and already having built up a good network of contacts, they probably feel like it’s a piece of cake and don’t think that they have to work as hard as a “loser.” Why do you think that csm has been so influential for so many successful designers? Because you just get a really, really good training there. There’s no doubt about it. It’s a completely different training than you get from any other college, and let’s face it, it’s all down to Louise and the fact that she cares so incredibly much. She wants her students to do well. Also that the ma course ends with a show in February during London Fashion Week, which helps a great deal. It’s very intense being there those one and a half years and you have to be aware of that when you start. Continues on p.26 Peter Jensen wears striped shirt and black cardigan by acne jeans. Shoes by jacoform. Jeans by levi’s.

İstediğin herhangi biriyle röportaj yapabiliyor olsan, bu kim olurdu? Oscar ödüllü oyuncu Luise Rainer. 1910 doğumlu ve şu anda Londra’da, Belgravia’da yaşıyor.

Hiç fena olmaz. Bu arada, 2013’e İstanbul’da girmiştin. Tekrar gelmeyi düşünüyor musun? İstanbul’u ziyaret etmeyi hep istemiştim ve ilk görüşte aşık oldum. Pera Palas’a giriş yaptığımızda odamızı Tepebaşı Caddesi’ne bakan odalardan biriyle değiştirdiler ve Mikla’da, şehir ayaklarımızın altında, inanılmaz bir yeni yıl yemeği yedik. Tarihi çarşılarda dolaşırken nakış işlemeli, çok güzel bir yatak örtüsü aldım. Ve tabii Topkapı Sarayı, o çiniler, beni büyüledi. Bir de, İstanbullu bir mimar bizi akşam yemeğine davet etti, şehrin eski ve yeni yapılaşmasını anlattı. Tekrar gelmeyi çok isterim.

En sevdiğin yazarlar ve kurgu karakterler hangileri? Ah, çok fazla var ama Tennessee Williams’ın Boom’unda Elizabeth Taylor’ın canlandırdığı Flora karakteri epey üst sıralarda. Bugünlerde tekrar tekrar dinlediğin ne var? Lady’den Get Ready. Geçtiğimiz haftanın en keyifli anı neydi? Sanırım, 5 Ocak’ta Aosta Vadisi’nden döndüğümde, ekstra bir tatilim daha olduğunu öğrendiğim andı. Milano’ya girerken şoförüm 6 Ocak’ın İtalya’da ‘Epiphany’ tatili olduğunu söyledi -ki bu en sevdiğim sözcüklerden biridir. Neyse, beklenmedik bir şekilde ekstra bir tatilim olduğunu öğrenmek geçtiğimiz haftanın en mutluluk verici deneyimiydi. Çamaşır yıkayıp, e-maillerimi kontrol edecek ve yeni yıl başlamadan önce bir banyo yapıp güzelce dinlenebilecektim. Hatta tüm bunları yaptıktan sonra Wikipedia’dan Epiphany tatilinin geçmişini araştıracak vaktim bile oldu. Romalı bir yazara göre, Epiphania sözcüğü, o dönemde gerçekleşen ve büyük bir festivalin adı olan Befana’ya dönüştürülmüş. İnanışa göre, Befana 6 Ocak arifesinde İtalya’nın farklı yerlerindeki çocukların evlerini ziyaret edip, bütün bir yıl iyi çocuk oldularsa şeker, yaramazlık yaptılarsa bir parça kömür bırakıyormuş.

Peki 2014’e nasıl girdin? Courmayeur’e, Alpler’e gittik, Entrèves’de küçük bir dağ evinde kaldık, kayakla ve kayak-sonrası aktivitelerle haşır neşirdik. Yeni yıldan en büyük beklentin? Seyahat etmek ve yeni şeyler öğrenmek. Stilini de konuşalım. Gardırobunun olmazsa olmazları neler? Oldukça basit, klasik bir stilim var. Öyle çok fazla kıyafetim de yok. Acne’den biraz ceket, pantolon ve bot; Giorgio Armani’den takım elbiseler ve süveterler, Ralph Lauren’den blazer’lar ve şortlar, Bottega Veneta’dan çok güzel ve rahat spor ayakkabılar, Londra’dan aldığım tüvit ceketler, Roma’dan aldığım gömlekler ve bunun gibi bir şeyler... Bu arada, keşke daha fazla saçım olsaydı.

Son olarak yine senden bir alıntı: “Evet, doğuştan İsveçliyiz, ama kendimizi uluslararası bir marka olarak düşünmeyi seviyoruz -İskandinav aklıselimliğini elden bırakmadan tabii...” Bu aklıselimliğin alametifarikaları neler? Aslında İtalyan, Fransız, İspanyol, Amerikalı ve Türk meslektaşlarımıza göre oldukça sakin hatta belki içe kapanık bir halimiz var. Ama tabii içki ikram ederseniz hemen gevşeyip açılabiliriz, bu konuda çok iyiyizdir.

Acne Paper pek çok insan için ilham kaynağı; sen ilhamını nerelerde arıyorsun? Takip ettiğin bloglar ve dergiler var mı? Aslında ilham için dergilere ve bloglara pek bakmıyorum. Daha çok, kitaplara, Paris Photo gibi kaynaklara ve başka insanların arşivlerine bakıyorum. 53


BRAND/LACOSTE Bu bir ilandır.

Four dates

LUXURIOUS Sofia, dore ışıltısıyla göz kamaştırırken; Austin, kendinden emin tavrıyla daha sakin bir görünüm çiziyor. Bu iki saat modeli için imgelemleri genişletelim, onların birer karakteri yansıttığını düşünelim… Ve bu nedenle Austin, şu şözleri söylüyor; “Sofia, modernliğini ve bağımsızlığını bağırarak ilan edebilen biri. Ben ona göre daha ölçülüyüm, ama derinliğin sakin tarafı da, gösterişin patladığı anlarda elzem bir ihtiyaçtır.” Bu güçlü çift, Joanne Woodward ve Paul Newman’ı hatırlatıyor. Joanne ve Paul, bir Broadway prodüksiyonu olan Picnic filminde 1957 yılında tanışıyorlar. Hollywood’un en ünlü çiftlerinden biri olma ünvanına sahip Joanne ve Paul’ün evlilikleri de genelin aksine bir ömür boyu sürüyor. “Evde biftek varken neden dışarıda hamburgerle boş boş takılayım?” sözleriyle Paul Newman, mottosunda gastronomi ve kalite düşkünlüğünün birlikte yaşadığını açığa vuruyor. Biz daha fazla özel hayat karıştırmasına girmeden, siz Sofia ve Austin’deki Joanne ve Paul ışıltılarını yakalayınız…

ADVENTURER Seyahat güzergahının sürekli yenilendiği bir çift, Fidji ve Acapulco. Hatta en son yolculuklarını Todos Santos’a gerçekleştirmiş olabilirler! Bu yüzden Acapulco’nun, yivli ve parlak Meksika pamuğundan yapılan güzel bir pançosu var. Ayrıca ikisi de sörf yapıyor. Çünkü Todos Santos’ta sörf detoks etkisi yapıyor. Oradaki tatilleri çok aksiyonlu geçmese de, genelde tatillerinde macera peşindeler. Konuyu nereye bağlayacağımızı anlamış olabilirsiniz artık… Clyde Barrow ve Bonnie Parker! Onlar, “belalı ikili” denen klişe tanım bir yana, uymadıkları onlarca yasayla aslında Robin Hood’a yeni bir bakış açısı kazandırıyorlar. Algı ayarlarıyla oynama noktasında da, Fidji ve Acapulco yine yasadışı ikiliyle dört yol ağzında kesişiyor. Şiir yazmayı seven Bonnie Parker’ın satırlarından alıntılayacak olursak, “Jesse James’in hikayesini duydunuz. Nasıl yaşadığını ve öldüğünü… Eğer hala okuyacak bir şeyler arıyorsanız, işte karşınızda Acapulco ve Fidji’nin hikayesi.”

XOXO The Mag


CASUAL Charlotte ve Durban, her şehirde karşılaşabileceğiniz, comfort zone halleri hayli kapsamlı olan rahat bir çift. Belki bazılarınızın zihninde New York’ta bir loft’ta yaşıyorlardır. Charlotte minimal tavırlara sahip, ancak bünyesindeki monokromluğu çizgileriyle kırıyor. Gayet spor ve öte yandan şık. Sabahları koşuya çıkan bir endüstriyel tasarımcı olabilir mesela… Durban ise, ciddi olması gereken anlara bile bir tutam eğlence serpmeye yatkın, esprili biri. (Bu fikri sevmediyseniz, kadrandaki turuncu kısmı, Durban’ın işini sevmeyen ve sadece öğlen saatlerinde mutlu hisseden biri olduğuna da bağlayabilirsiniz tabii.) Bu çifti neden New York’ta hayal ettiğinizi çözme aşamasında ise devreye Ezra Pound giriyor; “Dünyadaki en güzel şehir New York mu? Bu fikir pek yanlış değil. Oradaki geceler hiçbir şehrinkiyle kıyaslanamaz. Alev üstüne alev, etere karışıyor. İşte bizim şiirlerimiz de böyle doğuyor; yıldızları arzularımız uğruna aşağı indirmemizle…” (Bu fikri de sevmediyseniz, unutun gitsin New York’u.)

PIONEER Sıra geldi, Tokyo ve Montreal’ı birleştirmeye… Tabii bu 10 bin kilometre civarlarındaki ekstrem iki noktayı yaklaştırmak için (coğrafya bilgilerimizi kontrol etmemiz gereken bir an daha) ekstrem bir isme, bir rock star’a yöneliyoruz; David Bowie. Bağlantıyı kurmakta zorlanırsanız David Bowie’nin imkanı namümkün görüneni gerçekleştirmekteki yeteneğinin ardına sığınabilirsiniz. Ve ilk tanıştıklarında Iman’ın “Bir rock yıldızıyla asla beraber olmam.” dediğini, fakat Bowie büyüsü sayesinde 20 yılı aşkın süredir birbirlerinden ayrılmadığını da hatırlayınız. Bağlantı dahilinde minimal çekiciliğiyle Tokyo’nun, Montreal’in rahat tavrıyla nasıl birleşeceğini artık biliyorsunuz. Hem kırmızı ve siyahı Stendhal yıllar önce buluşturmuşken daha fazla gerekçeye gerek duymamalısınız. Ama daha iddialı bir ikili olmak isterseniz, Bowie’nin Pont Neuf’ün altında Iman’a serenat yaparak evlenme teklif edişinden feyzalabilirsiniz. 55


INTERVIEW/fashıon

SERRA TÜRKER

True Colors of Misela Marka yaratmanın boş vakit öldürmekle eşit tutulduğu günümüzde birkaç isim istikrarlı adımlarla ilerlemeye devam ediyor. Cesaret, teknik donanım, güçlü kimlik ve yaratma arzusu şart. İstanbullu köklerini önce New York’a ardından da renk ve desenin başrolü oynadığı bir çanta markasına taşıyan Misela’nın kurucusu Serra Türker, altı yıldır üzerinde çalıştığı bu menüye iç sesini de ekliyor. röportaj ayşecan ipek fotoğraflar tanla özuzun

XOXO The Mag


Tanıştığımızda, “Meraklı bir insanım, soru sormayı çok severim.” demiştin. Senin kendine sormak istediğin ilk soru, ne olurdu? - Mutlu musun? - Hmm, sanırım. En azından çoğu zaman.

yaşayıp, kendi işlerimde kullanma fırsatı bulmuştum. Misela’yı New York’ta kurup daha sonra İstanbul’a taşımam da bu duygunun devam etmesini sağlayıp, markanın temelini oluşturdu. Altı sene olmuş. İlk tasarladığın çanta ile son koleksiyonundan bir parçayı yan yana tuttuğunda nasıl farklar görüyorsun? O zaman ulaşabildiğim malzemeler ile şimdikiler arasında ciddi bir fark var. Naif duygu hep aynı, ama tasarım açısından ciddi bir gelişme söz konusu.

Rhode Island School of Design’da tekstil tasarımı eğitimi almışsın, sahip olduğun bu güçlü teknik bazı nasıl kullanıyorsun? Kimliğimi ve serüvenimi okulda başlattım, Misela’yı da aldığım eğitim sayesinde yaratma imkanı buldum. Yaptığım desenden kullandığım deriye kadar her detayda, tekstil tasarım eğitiminin getirilerinden faydalanıyorum. Şu an, ne kadar doğru bir seçim yaptığımı net olarak görebiliyorum.

Bir marka ne zaman yaratıcısının sosyal çevresinden aldığı gücü aşıp bağımsızlığını ilan ediyor ve tek başına var olabiliyor sence? Bağımsızlığını ilan etmek zaman gerektiriyor, o zamanı kazanabilmek için ilk etapta çevrenden aldığın destek yola devam etmeni sağlıyor. Başlangıçta her şey koca bir hayaldi. Yaptıklarım, yapmak istediklerimin yüzde biri kadardı. Küçük başlamak, aldığın destekle bir süre küçük devam etmek sanırım markanın en önemli dönemini oluşturuyor. Ektiğin tohumların yeşermesini beklemek zorundasın, bağımsızlık çok sonra geliyor.

Okulda aldığın teknik eğitimin senin için ne kadar önemli olduğundan bahsettin, sence kendine ait bir dil oluşturmanın tekniği nedir? Bu, sanırım öncelikle kendini keşfetmekten geçiyor. Elinden çıkabilenleri, çizgini, renklerini keşfetmek... En önemlisi de keşfettiğin özelliklerinin daima en iyisini yapmaya çalışarak, kendini hep bir adım daha ileri götürmek...

New York’ta markanla ilgili yaşadığın en heyecan verici gelişme neydi? İkinci sezonumu sunmak için yakın bir arkadaşımın espadril markası ile kendimize butik bir showroom yaratmıştık. Koleksiyonumuzu hem basına tanıtmayı hem de buyer’larla buluşmayı hedefliyorduk. Vogue editörleri koleksiyonlarımızı beğendi ve çekim yapmak istediler. Hayatımın en heyecanlı zamanıydı diyebilirim! Çekimin styling’ini Lauren Santo Domingo yapmıştı. New York sokaklarında çektiğimiz andan dergiyi elime alana kadar geçen süre boyunca müthiş heyecanlıydım!

Peki bu dili oluşturduktan sonra onun sınırlarına hapsolmaktan, bir kısır döngüye girmekten korkmadın mı hiç? Daha yolun çok başındayım, kendimi ve markamı yeni yeni gösterebildiğimi düşünüyorum. Şimdilik böyle bir korkum yok. Korku olgusu benim hayatımda, sanırım, barınmıyor. Korkuyu kendi içimde öyle ya da böyle yenebildiğime inanıyorum, çünkü korktuğum her şeyi hayatıma taşıyıp, onunla baş etmeyi bir şekilde öğrendim. Marka yaratmak insan hayatıyla çok bağdaşıyor bence, her ikisi de kendi içinde gelişip değişiyor, sonunda da bambaşka bir noktaya geliyor. Oysa ki özü hep aynı.

Misela’nın ismi nereden geliyor? Benim ve kız kardeşlerim Mina ve Lara’nın isimlerinden. Bu ismi babamla Misela daha ortada yokken başka bir projemiz için yaratmıştık, markayı kurmaya karar verince aklıma başka bir isim gelmedi. Böylece serüven başladı.

Mix & match klanının bir üyesisin, tasarımlarında Doğu ve Batı, modern ve oryantal, renk ve desen arasındaki düzenli karmaşa hemen hissediliyor. Doğu için hissettiğin ve markana yansıttığın o aidiyet duygusu, biraz da yurt dışında uzun süre yaşamış bir Türk olmanla ilgili olabilir mi sence? Kesinlikle, ve hatta tamamen bununla alakalı diyebilirim. Aidiyet, benim ülkemden uzak kaldığım zamanda keşfettiğim bir duygu oldu. Bunun üzerimde yarattığı etkiyi o zamanlar çok derin bir şekilde

Markanı onu hiç tanımayan birine nasıl tarif edersin? Renkli, eklektik, cesur ama zamansızlığı yakalamaya çalışan çantalar olarak tarif ederdim. 57


Bugüne kadar hep iç sesini dinlemiş, içgüdülerinle hareket etmişsin. Bu bir pazarlama stratejisi olmasa gerek… Benim için yaratıcılık, duygularımla ve iç sesimle birlikte ortaya koyabildiğim bir yetenek. Her şeyin bir hayal ile başladığını düşünürsek bana iç sesimden başka yol gösteren bir şey olmadı. Ve tabii tasarım, üretim ve pazarlamayı çok uzun süre tek başına götürmüşsün, bu tek kişilik orkestra durumunun artılarını ve eksilerini nasıl değerlendiriyorsun? Unutulmayacak bir tecrübe oldu ve bana çok şey öğretti. Misela’nın bir fikir ve projeden sıyrılıp gerçeklik boyutuna geçmesini sağladı. Yapabileceğimden çok daha fazlasını yapmaya çalışarak limitleri aşmayı, mucizeler yaratmayı ve en önemlisi çok yönlü düşünebilmeyi öğrendim. Tasarıma istediğim kadar vakit ayıramamak tek şikayetim. Gardırobun ve stilinle ilgili kararlar vermeye ve kendi alışverişini kendin yapmaya başladıktan sonra satın aldığın ilk çanta neydi? Gucci’nin Jackie modeliydi. O zamanlar benim için büyük bir şeydi. Bugün hala en favori çanta modellerimden birisi. Kadınların çantaları ile olan ilişkilerine nasıl bakıyorsun? Bu konuyla ilgili psikolojik gözlemlerin var mı? Bir kadının çantasına bakarak nasıl bir dünyası olduğu, nelerden hoşlandığı ve kendini nasıl ifade ettiği rahatlıkla anlaşılabilir. Genelde kadınların kullandığı çanta ve yaşam stillerinin bire bir örtüştüğünü görüyorum. Ofisin ve mağazan Pera’da, birbirlerine de oldukça yakınlar. Misela için İstanbul’un, daha doğrusu eski İstanbul’un yeri nedir? ABD’deyken hayalimde her zaman eski İstanbul’da yaşamak vardı. Markamın bir şekilde köklerimizden ve ait olma duygusundan yola çıktığını da hesaba katarak eski İstanbul’un bu duyguyu daha çok pekiştireceğini hissediyordum. Geçmişe yakın olmak bana fazlasıyla ilham veriyor. İstanbul’un iki iddialı mekanını da karşına almışsın; dövmeci ve ciğerci. Dövme ve ciğerle aran nasıl? Evet özellikle seçtim! Beş senedir karşımda olmasına rağmen henüz ciğer yemedim. Pek aram yok ciğerle. Dövme yaptırmaya karar verdiğimde ise adresin karşı bina oluşu komik bir tesadüftü. Sanırım

onlar taşındılar ama… Bu şehirde nasıl yaşıyorsun? Nasıl bir hayatın var? Yoğun tempolu. Sabahtan akşama kadar dükkan, ofis ve atölye arasında mekik dokuyorum. Her gün atölyeye uğrayamasam da günümün yarısı dükkan ve ofiste geçiyor. Akşam işten çıktıktan sonra tek yapmak istediğim eve dönmek oluyor. Şu an hayatımda en büyük önceliğim işim, diğer her şey onun etrafında şekilleniyor. Gardırop kodlarını da merak ediyoruz. Stilini nasıl tanımlarsın? Gündüzleri çok sade ve hatta maskülen giyinmeyi seviyorum, kendimi en rahat böyle hissediyorum. Akşamları daha feminen ve klasik hatlarda kalıyorum. Abartıdan kesinlikle hoşlanmıyorum, sade ve anlamlı kombinler favorim. Kişisel stille ilgili ‘sadakat’ ve ‘reddetmek’ kelimeleri şu sıralar benim aklımı meşgul ediyor. Sen markanda ve stilinde bu iki kelimeye nasıl bakıyorsun? Bu kelimelerin benim için de önemli bir yeri var. Zaman içerisinde kendi stilimin ve dolayısıyla markamın stilinin oturduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, artık, benim için neyin daha iyi olacağını ya da olmayacağını çok iyi anlayabiliyorum. Hal böyle olunca, her ne kadar beğensem de, bana ait olmayan şeyleri reddetmeyi tercih ediyorum ve bu bana inanılmaz bir haz veriyor. Sanırım olgunlaşıyorum. Her ne kadar canlı renkleri sevdiğini söylediysen de gri senin için önemli bir temel renk galiba… Ona hem ofisinin duvarlarında hem de kıyafetlerinde rastladık. Renk kullanmayı çok seviyorum, renkler içinde yaşamaktan hoşlanıyorum, benim için tek bir renge bağlı kalmak çok zor. Bu sebeple markamın rengi gri olsun istedim, diğer tüm renkleri ağırlayabilen bir ev, birbirine bağlayan bir zincir gibi. Hayatımın her noktasında biraz gri var. Resim yapmaya devam ediyor musun? Kimlerin işleri seni etkiliyor? Resim yapmayı çok sevsem de ona yeteri kadar vakit ayıramıyorum. Sanat tarihi dersleri aldığımda beni en çok etkileyen iki isim Jackson Pollock ve Mark Rothko olmuştu. Günümüzde Türk sanatçılardan Kemal Seyhan ve Ahmet Oran’ın işlerini çok beğeniyorum. Serra, bu röportajdan sonra nereye gideceksin? Çok şaşırtıcı bir cevap olacak; butiğe gideceğim.

XOXO The Mag



INTERVIEW/CINEMA

Kelly Reichardt

Paranoyaya Aşina

Arthouse sinemasever çevresi dışında pek tanınmıyor olması izleyiciler adına büyük talihsizlik, çünkü Kelly Reichardt çektiği üç filmle günümüz Amerikan sinemasının en parlak yönetmenlerinden birisi olduğunu çoktan ispatlamış bir isim. Old Joy, Wendy & Lucy ve John Steinbeck ile Terrence Malick’i ustalıkla birleştiren doğaüstü western Meek’s Cutoff ile henüz karşılaşmadıysanız, bu gizli hazineleri izlemenin bir yolunu bulmalısınız mutlaka. Veya sondan başlayıp, Reichardt’ın bu ay !f İstanbul’da gösterilecek yeni filmi Night Moves’u izleyebilirsiniz. Ama önce röportajımıza buyurunuz. röportaj nando salvá fotoğraf oscilloscope laboratories’in izniyle

XOXO The Mag


karakteri konu eden küçük bir gerilim filmi.

Night Moves pek çok açıdan kariyerinizde bir dönüm noktası mahiyetinde. Örneğin, ilk kez hikaye anlatımını güncel sosyal ve politik konular, özellikle de çevrecilik hakkında bir şeyler söylemek için kullanıyorsunuz. Doğruyu söylemek gerekirse, bence film çevrecilikle ilgili belli bir görüş beyan etmiyor. Asıl itibarıyla, politikten ziyade, politik insanlar hakkında olan bir film. Başka bir deyişle, filmin politik gündemi olmasını istemedim çünkü ben politikayla ilgileniyor olsam da, politikacı değilim. Hikaye ve çeşitli karakterler geliştirmek açısından politik sorular ilgimi çekiyor ama o sorulara cevaplar bulmakla ilgilenmiyorum; vermek istediğim bir mesaj yok. Dolayısıyla bu, bir grup karakterle, onların verdikleri kararlar ve bu kararlarla yüzleştiklerinde ortaya çıkan sonuçlarla ilgili bir film yalnızca.

Birinin terörist dediğinin ötekinin özgürlük savaşçısı olabildiği söylenir. Night Moves’daki karakterlerinizi nasıl görmek gerek? Eko-terörizm ve hatta radikalizm gibi terimlerden nefret ediyorum. Onun yerine doğrudan ‘eylemcilik’ demek daha iyi. Ama eğer radikalizm diye bir şey varsa bu, asıl, büyük şirketlerin işi. Son yıllarda sürekli yaşadığım New York ile bütün filmlerimi çektiğim Oregon arasında seyahat ediyorum. Ülkeyi bir uçtan ötekine geçerken ABD’nin yüzünü görüyorum; dokunulmamış ne kadar az alan kaldığını görmek çok şaşırtıcı. Otobana çıkan herkes bir sürü McDonalds, Holiday Inn, Taco Bell ve Walmart görebilir, oysa herhangi bir şehrin kendine has dokusu pek nadir göze çarpıyor. Öte yandan, Old Joy/Geçmiş Zaman Olur Ki’yi çektiğim ormanlardaki yerler de yok artık. O yüzden bu alanda neden bu kadar güçlü bir aktivizm olduğunu anlamak zor değil; benim filmimdeki karakterler gibi genç insanların neden radikalleştiğini ve çok naifçe olsa da inandıkları şey için kendilerini neden riske attıklarını da…

Öyleyse bu karakterleri neden çevreci hareket içinde göstermeyi tercih ettiniz? Çevrecilik gibi hayatını bir amacı savunmakla geçirmeye karar vermiş her insan da ilgimi çekiyor elbette. Filmi yaparken o dünyayı keşfetmek çok ilgi çekiciydi. Yalnızca yağmur suyu ve güneş enerjisi kullanan, kendi yiyeceklerini yetiştiren, paylaşan ve asla ziyan etmeyen, beton ya da çelik kullanarak hiçbir şey inşa etmeyen çok ilginç insanlarla tanıştım. Bu insanlar kendilerini belli bir yaşam tarzına adamışlar, bunu görmek kullandığınız her şeyin çok daha fazla farkına varmanızı sağlıyor.

Araştırmalarınız sırasında sözünü ettiğiniz eylemcilerle iletişim kurabildiniz mi? Şiddet kullanmalarını nasıl açıklıyorlar? Bu zor oldu çünkü yaptığımız şey konusunda hepsinin şüpheleri vardı. Sebebini anlayabiliyorum tabii; dünyaları ve idealleri medyada sürekli yanlış yansıtılıyor. Eylemlerinin meşruiyetini nasıl açıkladıklarının basit bir cevabı yok. Bazıları yalnızca idealizmden besleniyor, bazıları gerçekten mahvolmuş tipler ve öfkelerini yöneltecekleri bir yere ihtiyaçları var, kimisi de belki de bir şeyleri havaya uçurmayı seviyor sadece. Ama birçoğu ağaçların yok edilmesine, okyanusların ölmesine gerçekten çok üzülüyor ve gezegenin ısınmakta olmasından endişe duyuyor. İşin kontrolden çıktığını hissediyorlar ve paranın olduğu her yerdeki bu kontrolsüzlüğe karşı durmaya çalışıyorlar. Şiddet kesinlikle çözüm değil, buna inanmıyorum ama başka ne yapılabilir ki? O yüzden onları anlayabiliyorum. Günün sonunda bu durdurulamayacak bir gelişme, o yüzden şiddet kullanmaya değmez çünkü şiddet hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Oysa bu genç çocuklar çok uzun yıllarını cezaevinde geçirmek zorunda kalacak ve hayatlarını boşa harcayacaklar.

Çevrecilik öyle önemli bir konu ki filmin bu konuya bu kadar tarafsız yaklaşmasını kışkırtıcı bulmak da mümkün. Evet, biliyorum ama karakterlerimi kendinden emin solcular olarak mı resmetmeliydim bu durumda? ABD’de sol yok artık! Cidden, taraf tutmak ya da karakterlerimin davranışlarını yüceltmek istemedim. Olumlu ve olumsuz yanlarıyla eylemciliğin karmaşık doğası üzerine bir film bu. Her yaptığı doğru olan bir kahramanın filmini de çekebilirdik ama bu çok kolaycı bir yaklaşım olurdu. Sinemaya gittiğinizde zaten düşündüğünüz şeyleri onaylayıp destekleyen filmler bulmak herkes için çok kolay. Ama ben öyle filmler yapmıyorum. Dediğim gibi; Night Moves politik bir hikaye değil, günümüz sorunlarını ve bir grup tuhaf 61


Çok karamsar konuşuyorsunuz. Hala değiştirilebilecek bir şeyler yok mu gerçekten? Örneğin Bradley Manning ya da Edward Snowden gibilerinin açıkladıkları bilgiler hükümetlerin yolsuzluklarına karşı insanların bilinçlenmesine katkıda bulunmuyor mu? Evet ama bu bir şey değiştirecek mi bakalım... Emin değilim. Yine de onlara büyük bir sempati duyuyorum, özellikle Bradley Manning’e. Onun politik tavrı çok kişisel bir yürek acısından kaynaklanıyor: Onu baskı altına alan sisteme öfkelendi ve eşcinselliğine yönelik baskılar onu politik kıldı. Onun için çok üzülüyorum, hayatı mahvoldu. Öbürleri dışarı çıktı. Julian Assange hakkında filmler yapılıyor şimdi ama Bradley Manning hala içeride ve çok genç; daha uzun süre de orada kalacak. Yeniden Night Moves’a dönecek olursak, önceki filminiz Meek’s Cutoff’ta western ile yaptığınızı, bu filmde gerilim türüyle yapıyorsunuz. Her iki filmde de söz konusu türün araçlarını kendi alanınız içinde kullanarak o türü yeniden tanımlıyorsunuz bir anlamda. Bu bilinçli bir strateji mi? Evet, kendi küçük hikayelerimden birini alıp gerilim türü kalıpları içine yerleştirmenin eğlenceli olacağını düşündüm. Amacım, suç filmi kalıplarını kullanan bir karakter incelemesi yapmaktı. Bir soygunun nasıl işlediğini anlatan ve büyük olaylardan ziyade küçük anlara, ayrıntılara odaklanan Rififi tarzı filmlerden esinlendim. Rififi’den bahsettiniz ama seyirciye yansıttığı kıyamet atmosferi ve paranoya hissiyle Night Moves, Three Days of Condor ya da The Parallax View gibi 70’lerin politik gerilim filmlerini de hatırlatıyor. Esin kaynaklarınız arasında onlar da var mıydı? Bilinçli olarak değil. O filmleri severim ama bazılarının gerçekten çok manyak hikayeleri vardır ve ben o tür karmaşık hikayeleri takip etmek konusunda hiç iyi değilimdir. İtiraf etmeliyim ki; The Parallax View’un ne anlattığını bir türlü anlayamamışımdır. Dolayısıyla Fassbinder’ın The Third Generation’ı, Gillo Pontecorvo’nun The Battle of Algiers’ı ya da Godard’ın Le Petit Soldat’sı gibi filmlerden daha fazla etkilendiğimi söyleyebilirim. Paranoya konusuna gelince, haberlerde Patty Hearst’ü izleyerek büyüdüm, The Weather Underground ya da Kara Panterler gibi devrimci grupları tanıyordum, dolayısıyla o döneme özgü havanın,

enerjinin nasıl bir şey olduğunu biliyorum. Ve özellikle de New York gibi büyük şehirlerde her an ne zaman yeni bir bombalama ya da yeni bir silahlı saldırı olacak korkusuyla yaşadığımız bir dünyadayız sonuçta. Hikaye kurgusunu takip etmek konusunda iyi olmadığınızı söylediniz. Öte yandan, Night Moves şimdiye kadar çektiğiniz filmleriniz içinde hikaye kurgusuna en fazla ağırlık verdiğiniz filminiz. Ama hikayesi aslında çok basit. Eminim Tinker, Tailor, Soldier, Spy diye bir film hatırlıyorsunuzdur. O filme bayılırım ama gerçekten neler olup bittiği konusunda hiçbir şey anlamıyorum. Hatta mesela The Conversation (1974) yüzlerce defa gördüğüm bir filmdir çünkü öğrencilerime verdiğim ders programında yer alıyor, ama hala finalinde ne olduğunu sorsanız söyleyemem. Her neyse, yine de daha net bir hikaye akışının olması bu filmde işimi kolaylaştırdı diyebilirim. Hangi açıdan? Kurgu odasında işler tek bir şekilde ilerliyor. Hikaye anlatıyorsanız A noktasından B noktasına doğru ilerlemeniz gerekir. Oysa önceki filmlerim hikaye anlatımı açısından daha az kurala bağlı filmler. Bu filmde ise izlemem gereken bir dizi görünmez kural vardı ve bu beni rahatlattı. Yani önümde önceden çizilmiş bir yol olması güzeldi. Bazı sınırlarla çalışmayı seviyorum ve bir taraftan da buna alışkınım aslında. Bir keresinde post-prodüksiyon aşamasında yaptıkları konusunda Spike Jonze ile konuşuyorduk. Filmi çekerken yapamadığım bir şeyden bahsederken dedi ki “Neden sonradan post-prodüksiyonda yapmıyorsun?” Neden post-prodüksiyon yapamadığımı anlayamadı ama nedeni çok basit; param yetmiyor. Çok küçük bütçelerle çalışıyorum. Peki, Night Moves’daki karakterlerinizin idealist eylemleriyle sizin filmlerinizi kendi yöntemlerinizle hayata geçirme çabanız arasında bir paralellik kurmak mümkün mü dersiniz? Bilemiyorum. Kulağa hoş geliyor ama kendimi bir kahraman ya da şövalye gibi de görmüyorum. Bu filmleri yapabildiğim için kendimi şanslı hissediyorum. Mükemmel filmler olmadıklarını biliyorum ve bunun suçlusu kendimden başka kimse değil. Yani evet, hata yapıyorum ama bunlar benim hatalarım.

XOXO The Mag



food

KIŞ ÇORBALARI

Biraz İçimiz Isınsın yazı didem şenol tiryakioğlu fotoğraflar orhan cem çetin

Şu sıralar yemek gibi çorbaları tercih etmiyorum; hemen doymak değil, iştahı açmak amacındayım. Genellikle çorba içtikten sonra tıkanan bir insan olarak, çorbaları bardakta veya kupada servis etmeyi seviyorum. Bu mevsimde ısırgan, pazı, ebegümeci, tere gibi ot çorbaları yapıyoruz. Böyle zümrüt yeşili çorbaların alt bazını patatesli pırasa çorbası oluşturuyor. Terlettiğimiz pırasalara tavuk veya sebze suyu ekleyip taze patates ile kıvam sağlıyoruz. Pişen çorbayı blender ile çekerken içine çiğ otları ekliyoruz. Yine bu dönem kök sebzelerle hazırladığımız çorbalar da çok keyifli oluyor. Kereviz, yer elması, havuç çorbalarını bazen sebzeleri birleştirip bazen tek başına hazırlıyoruz. Bu tarz çorbalarda soğanla başlamak, baharatla tatlandırmak ve sebzenin kendisini püre etmek iyi sonuç veriyor. Kök sebzelerin kendileri nişastalı olduğu için un, pirinç gibi bağlayıcı bir unsura gerek kalmıyor. Yer elması, patates gibi çorbaların üzerine, sote edilmiş deniz mahsulleri çok yakışıyor. Karides ve ahtapotun tatlılığı sebzelerin lezzetini dengeliyor. Kırmızı

havuç, pancar gibi tatlı malzemeler yeşil elma eklemek de keyifli oluyor. Kış aylarında vazgeçilmezlerimizden biri de hiç kuşkusuz bal kabağı çorbası. Bal kabağını köri, sarımsak veya kimyon ile dengeliyorum. Üzerine ekşi mayalı ekmekten küp parçaları fırınlayıp koyuyoruz. Hava daha da soğuduğunda baharatlı ve acılı çorbalara yöneliyoruz. Acılı erişteli yeşil mercimek, acılı tarhana, acılı kimyonlu kırmızı mercimek hem içimizi ısıtmak hem de iştah açmak için soğuk havalarda ideal. Çorbaları keyifli kılmanın yolu sanırım üstünde veya yanında gelen sürprizlerde gizli. Ot çorbalarının üzerine süt köpüğü, çırpılmış krema, yanında peynirli kıtır; karnabahar gibi püre çorbaların üzerine sote edilmiş armut, havuç çorbasına taze kişniş-portakal kabuğu, kırmızı mercimeğin üzerine kimyonlu tereyağı, çorbaları sıradanlıktan çıkartıp daha eğlenceli hale getiriyor.

XOXO The Mag


Tere Çorbası 4 kişilik 3 adet pırasa 4 adet patates 30 gr tereyağı 1,5 lt su Tuz Taze çekilmiş karabiber 1 bağ tere 4 dilim ekmek

daha yoğun bir kıvam elde ediyorum, bazen de süt köpüğüyle servis edip eğlenceli hale getiriyorum. Kİşnİş Tohumlu Havuç Çorbası 4 kişilik 4 adet havuç 1 adet soğan 40 gr tereyağı 50 ml zeytinyağı 10 gr kişniş tohumu Tuz Taze çekilmiş karabiber 2 lt su

Ayıkladığım pırasalardan ince halkalar kesiyorum. Orta harlı ateşte tereyağı ile soteliyorum. Kaynar suyu ekleyip küp kestiğim patatesleri ekliyorum. Tuz ve karabiber ile lezzetlendirip patatesler dağılana kadar pişiriyorum. Soğuk suda yıkadığım tere yapraklarını sıcak çorbanın içine atıp blender’la çekiyorum. Ekmekleri ızgarada kızartıp çorbanın yanında servis ediyorum. Bazen bir miktar krema ekleyip

Soğanı ve kişniş tohumunu tereyağı ve zeytinyağı ile soteleyip havuçları ekliyorum. Kaynar suyu ekleyip havuçlar pişene kadar tıkırdatıyorum. Blender ile çekip üstüne kişniş tohumu ekleyerek servis ediyorum. 65


INTERVIEW/ART

Maurizio Cattelan

Bibbidi Bobbidi Boo

Eserlerinde, oynamayı sevdiği masallardaki gibi, sanki Cattelan da kötü kalpli bir peri tarafından bir yetişkinin bedeninde sonsuza kadar ergen kalmaya mahkum edilmiş: Her daim tedirgin ve hoşnutsuz. Sansasyonel işleriyle sanat dünyasını ikiye bölen bu adam kim ne derse desin 20. yüzyıl çağdaş sanat sahnesinin önemli figürlerinden biri. Hayat hikayesine bakınca, 18’inde bavulunu alıp evi terk eden bu çocuğun başına bir sihirli değneğin dokunduğunu düşünmeden edemiyor insan. İşte, karşınızda Maurizio Cattelan... röportaj elif kamışlı fotoğraf pierpaolo ferrari’nin izniyle

XOXO The Mag


Maurizio Cattelan.
3 editions + 2 AP of Untitled 2007.
Taxidermied horses.
Variable dimension.
Exhibition view: Kaputt, Fondation Beyeler, 8 June, 6 October 2013. Photo: Zeno Zotti.
Courtesy, Maurizio Cattelan’s Archive.

Bazı eserlerinizin adları öylesine şiirsel ki neredeyse izleyiciyi işi görmeden kendine çekiyor. Üretim aşamasında önce hangisinin geldiğini merak ediyorum; işle ilgili bir görüntü mü, yoksa işin adı mı? İtiraf etmeliyim ki yazılmış kelimelerle kendimi pek rahat hissetmiyorum; kelimeler bana mezar taşları kadar belirleyici geliyor. Bu, işlerimin çoğunun neden “isimsiz” olduğunu da açıklıyor sanırım. Onları isimsiz bırakmak kendi mezarımın üzerine bir şaka yazmak gibi geliyor bana. Heykellerimse ilk andan itibaren bir görüntü olarak doğuyor ve bu haliyle, medyanın içinde yaşamaya, tepki uyandırmaya ve insanları kışkırtmaya devam ediyor. Açıkçası, ilk bakışta güçlü bir görüntü oluşturduktan sonra, bir heykelin nasıl yapıldığını ya da ne diye adlandırıldığını çok önemsemiyorum.

zorunda: Bir kahraman, bir anne, bir fahişe, bir evlat, bir tanrı... Küratör kendi gibi olma lüksünü kaldıramaz, her zaman ayna gibi olmalı. Sanat üretiminin yanı sıra bir de çıkarmış olduğun dergiler var: Permanent Food, Charlie ve Toilet Paper. Sanırım editörlükten epey keyif alıyorsun. 2010’dan beri çıkmakta olan Toilet Paper ise hiç metin barındırmayan bir dergi. Buradaki görsellerin seçiminde nasıl bir yol izliyorsun? Bir defasında tanıdığım biri şöyle demişti: Yaratabilmek için ihtiyacın olan, iyi bir hayal gücü ve bir yığın çöp. Muhtemelen benim yeteri kadar hayal gücüm yok ama fazlasıyla çöpüm olduğuna eminim. Bir fikir bulma durumunun, kişinin zihnini aşikar olandan yeteri kadar uzaklaştırmayı becermesiyle ilişkili olduğunu düşünüyorum. Bu riskli bir görev; süreç içinde kendine dair bilmemenin daha iyi olabileceği şeyler de keşfedebilirsin.

‘Arte Povera’ hakkında ne düşünüyorsun? Alighiero Boetti ve Gino De Dominicis gibi, ‘Arte Povera’nın dışında kalmış, etiketlenmemiş sanatçılara her zaman hayranlık duydum. Kategorileri pek sevmiyorum... Dediğim gibi, kelimeleri son derece tehlikeli buluyorum.

Peki, takıntıların? Görüntülere ve imgelere takıntılı olduğum eminim belli oluyordur. Bu asla vazgeçemeyeceğim bir tutku. Guggenheim’daki sergim de bununla ilgiliydi aslında; bazı takıntılarımı anlamak üzere yaptığım kişisel bir araştırma. Önemli değilmiş gibi gözüken şeyler de olsa, sonuçta hepsi açığa çıkıyor.

Massimiliano Gioni ve Ali Subotnick ile birlikte eş küratörlüğünü üstlendiğin 4. Berlin Bienali çok olumlu geri dönüşler almıştı. Bu deneyimin üzerinden, küratörlükle ilgili düşüncelerinden bahseder misin? Berlin Bienali eşsiz bir deneyimdi. Hazırlık sürecinde dünyayı dört dönüp yeni isimler ve bilinmeyen yüzler aramaktan kaçındık. Bunun yerine, şehirle ve içinde bulunduğu bölgeyle bağlantı kurmaya ve orada sağlam kökler salmaya odaklandık. Bu formül bizim için işledi ama başkaları için geçerli olur mu bilemiyorum. Son yıllarda küratörün aslında aktöre benzediğini düşünmeye başladım, zaman içinde sahnede ne olduğuna bağlı olarak farklı rolleri canlandırmak

Başarısızlık senin için ne ifade ediyor? Başarısızlığın başarıya tadını veren çeşni olduğu söylenir. Eğer hata yapmaya hazır değilsen, özgün bir fikirle ortaya çıkmanın mümkün olmadığına inanıyorum. Bremen Mızıkacıları’ndaki gibi birbirinin üstüne çıkmış eşek, köpek, kedi ve horozun iskeletlerinden oluşan ‘Love Lasts 67


1. Maurizio Cattelan.
Bidibidobidiboo, 1996.
Taxidermied squirrel, ceramic, formica, wood, paint, and steel. 45 cm. x 60 cm. x 58 cm.
Photo, Zeno Zotti.
Courtesy, Maurizio Cattelan’s Archive. 2. Maurizio Cattelan.
Love Saves Life, 1995.
Taxidermied donkey, dog, cat, and rooster.
190 cm. x 190 cm. x 40 cm.
Installation view: Skulptur. Projekte in Münster 1997, Westfälisches Landesmuseum, Münster, Germany, June 22–September 28, 1997
Photo, Roman Mensing.
Courtesy, Maurizio Cattelan’s Archive. 3. Maurizio Cattelan.
Love Lasts Forever, 1997.
Donkey, dog, cat and rooster skeletons.
186 cm. x 120 cm. x 60 cm.
Installation view: Skulptur. Projekte in Münster 1997, Westfälisches Landesmuseum, Münster, Germany, June 22–September 28, 1997
Photo, Roman Mensing.
Courtesy, Maurizio Cattelan’s Archive.

1


2

3

Forever’ (1997) en sevdiğim işlerinden. Benim için bu iş melankoliye bir övgü gibi. Sen ne düşünüyorsun? Bence o iş melankolikten ziyade romantik. Bana ancak 14 yaşında birinin anlayabileceği bir bağlılık fikrini hatırlatıyor. Elbette bu tamamıyla bir yanılsama; ama inanıyorum ki olaya nereden baktığınla da ilgili. Şahsen söz konusu aşk olduğunda kendimi bir yetişkinden çok, deneyimsiz bir ergene yakın hissediyorum.

Paranın gerekli olduğunu düşünüyorum; yaptığın şeye değer katıyor. Öte yandan, para hayatımı çok da fazla değiştirmedi; evim boş, neredeyse hiç mobilyam yok. Seyahat ederken hafif olmayı seviyorum ve kendimi sadece çevremde neredeyse hiç kimsenin ve hiçbir şeyin olmadığı zamanlarda evimde hissediyorum. Yakınlarda gördüğün en çarpıcı sergi hangisiydi? ‘Bienal’ fenomenini gittikçe daha ilginç buluyorum. ‘Bienal’ ifadesi hep daha fazla ‘Venedik’ ile eşleşiyor. Ana serginin etrafına yayılanlarla beraber, şehir devam eden sergiler için bir güzergah oluşturuyor ve sanat dünyasından modaya, sinemaya alanının en önemli aktörleri sahneyi paylaşmak için aynı derecede istek duyuyorlar. İlginç bir deneyim çünkü sanatın kendisinden öte halkla ilişkilerin ve sosyalliğin daha çok dikkate alındığı bir etkinlik. Sonuç ise serginin başarısını ya da başarısızlığını tüm bu katılımcıların paylaştığı kalıcı bir gösteri.

Bir masada intihar etmiş sincabı gösteren işin ‘Bidibidobidiboo’ (1996) izleyiciyi ölümü yeniden düşünmeye davet ediyor. Dini bir çevrede büyüdüğünü dikkate alarak ölümün senin için ne ifade ettiğini sormak istiyorum. Bana öyle geliyor ki bazen bizi yanlış şeyler endişelendiriyor. Ölüm, hayatımızdaki gerçekleşeceği belli nadir şeylerden olduğu için, bize kendimizi güvende hissettirmeli. Ölümün kendisiyle ilgili bir şey yapamasanız da en azından onu değerlendirip, varlığını doğrulayabilirsiniz. Benim asıl ızdırap verici bulduğum, sahip olduğumuz zamanla ne yapacağımız ve onu nasıl en iyi şekilde değerlendireceğimiz...

İtalyanlarla ilgili en takdir ettiğim şeylerden biri, iyi yemeğe olan tutkuları. Bir sonraki New York seyahatimiz için bize şehirdeki favori restoranlarını söyler misin? Çin ve Japon restoranları benim takılmayı sevdiğim yerler, ama gizli yerlerimi kimseye söylemem! Buraya geldiğinde sana tavsiyem kaybolman; beklenmedik bir şekilde ilginç bir yer keşfedeceğinden eminim.

Bugüne kadar en kapsamlı sergin 2011 yılında Guggenheim’da açılan All’du. Sergide 128 eserin, müzenin tavanından meşhur rotondasına sarkıtıldı. Bu sergi izleyiciye işlerinin bütününe dair önemli ipuçları verirken, alışagelmedik sergileme biçimi izleyicinin algısını zorluyordu. Sonuç nasıldı? Açılışta birinin sergiyle ilgili “Sanki tüm eserlerle birlikte sifonu çekilmiş devasa bir klozetin içindeyiz.” dediğini duydum. Anlaşılması güç bir his, tıpkı evini başka bir yere taşıdığın zamanlardaki gibi: Bir yandan bıraktığın yanınla ilgili nostaljik hislere kapılırken, diğer yandan rahatlıyorsun; geçmişin yükü gitmiş ve yeniden başlamak için enerjin var.

Guggenheim serginden sonra daha fazla heykel yapmayacağını açıkladın. Bu, sanıyorum, yeni bir sanat dili kurduğun anlamına geliyor. Şu aralar üzerinde çalıştığın bir proje var mı? Geleceği ancak onu yaparak garanti altına alırız. Bir defasında biri “Asıl dert, zamanının olduğunu düşünmendir.” demişti. Bir sonraki adımım ne olursa olsun, onun boşa gitmiş bir zaman olmaması için elimden geleni yapacağım.

1970’lerde İtalya’da komünist kültürün ülkede güçlü bir etkisi olduğu zamanlarda büyüdün ve bugün yaşayan en pahalı sanatçılardan birisin. Siyasi ideolojilere yaklaşımını merak ediyorum; nerede duruyorsun? Hiçbir ideolojinin nüfus etmediği bir yerde, hiçliğin tam ortasındayım.

Eğer rolleri değişseydik ve bu söyleşiyi sen yapıyor olsaydın, sohbete nasıl başlardın? İlk cümlem şöyle olurdu: Nihayetinde ona dönüşene kadar, olmak istediğim biriymişim gibi davrandım ya da o bana dönüştü. 69


FILE

no need to grow up Sevdiğimiz bir yerdeyken, heyecanlandığımız bir şeyi denerken veya olmak istediğimiz noktaya vardığımızda hissettiğimiz ilk anlar, sonraki günlerin, ayların veya yılların içinde eriyemez. O anı oluşturan her neyse, ilk tattığımızda bizi çevreleyen duygu ve düşünceleri bir daha o denli savunmasızca ve kendimizi bırakarak kucaklayamayız. Bu ‘ilk deneyimler’ sürekli doğar, doğar ve bir bakarız, keşifler sayesinde bir sonraki güne sebepsizce mutlu uyanabilir bir hale gelmişiz. Durumu anlamayanlar, muhtemelen çocukluklarını ayrı bir bölmeye yerleştirip (atıp), ilk zevklerini de cicili paketleriyle dokunulmaz bir biçimde yanlarına sıkıştırdılar (-ını zannediyorlar). Aslında anılarımızı değil de sevdiğimiz oyuncakları dondurmakla yetinseydik, yetişkinliğin getirdiği münasıp olguları kabul etmeseydik, East of Eden’ı okurkenki heyecanı çekmeceye koymasaydık, kimsesizlik paniğine kapılmasaydık… Belki de gelecek kaygısından başımız hiç ağrımazdı. Yine de size bu konuda, 12 yaş ve üzeri bildirisini geçmeye gerek olmayan, 12 adet reçete hazırladık, beyninize işleyen yavaş ve eski alışkanlıkları her an durdurmak isteyebilirsiniz diye… Nice güzel koleksiyonlara. hazırlayan müjde metin

XOXO The Mag


KAY BOJESEN Kay Bojesen’in tahta maymunu 1951’den beri sevimli suratıyla çocuk odalarında eğleniyor. Jenerasyon aşımına karşı duran bir manifesto olarak kabul edilebilecek bu maymun ve tahta kardeşlerinin sınırları aslında çocuk odası duvarlarından ibaret değil. Eğlencenin genelde sık uğradığı yerler olmayan ofisler dahi, raflarında Bojesen’in tasarımlarını barındırabiliyor. Kay Bojesen’in 1935 ve 1957 yılları arasında yarattığı tahta aile, günümüzde Rosendahl Design Group tarafından üretiliyor. İyi oyuncak tasarımlarının, bakan kişiye bir sirki hatırlatması gerektiğini söyleyen Bojesen, Danimarkalı önemli işlevselcilere de tasarımlarının kusursuz biçimiyle selam gönderiyor. Tahtayı hayata oyuncakların kanatları altında döndürmeyi tercih eden bu efsane ismin tasarımlarına rastladığınızda, tahtadaki her çizginin gülümsediğini hissedebiliyorsunuz. (‘Kült’ lafının yeri burası, değil mi?)

PLAYSAM Sırada, birine oyuncak hediye etmek istediğinizde büyük ihtimalle beğenmeme riskini sıfıra indirgeyeceğiniz bir tasarım markası var: Playsam. ‘Sebeb-i hediye’nizi belirledikten sonra, size uygun tasarımı seçmek çok kolay. İskandinav tasarım ruhunun sadeliğiyle ahşaplara verdikleri şekiller arasında, royal wedding’e ithaf edilen bir araba dahi bulunuyor. Roadster Saab modeliyse, her çalışma masasının ihtiyacı olan bir motivasyon. Markanın, modern, kozmopolit ve klasik karakteri her tasarımın yüzeyinde parlıyor. Playsam ekibi, kendini “lovely design to the world” diye anlatıyor. Araba veya uçak maketlerine karşı bir türlü ilgi duyamamış olanlar; değişim itiraflarınızı sessizce kutuya atabilirsiniz. Tek koşul, 1 yaşınızı doldurmuş olmanız. 1984’ten beri imzalarını taşıyan yalın tasarımların, pek çok tasarımcıya ve estetik anlayışa ilham verdiğine inanıyorlar.

QEE Raymond Choy’un koleksiyonluk oyuncak tasarımlarına karşı olan tutkusu sonucu ortaya çıkan Toy2R markası, logosundaki kurukafa figüründen esinlenerek Qee serisini yaratıyor. Oyuncak aleminde pek çok ödül kazanan Toy2R, Qeecreations adını verdiği tasarımlarla galeri ve müzelerde de yer almayı planlıyor. Hong Kong’dan oyuncak dünyasına katılan Qee serisinde, 18 tane ana karakter var. Ancak ana karakterlerin yanı sıra, Qee’nin bünyesinde özel koleksiyonlar da yer alıyor. Bart Simpson’ın türlü halleriyle tanışacağınız koleksiyonda en sevdiğinizi seçmek hayli zor olabilir çünkü sunulan seçenek sayısı: 188. Zaman geçmeden Qee’yi herhangi bir silüetle evinize dahil etmeniz gerektiğini, Toy2R, “Qeevolution’ın parçası olun çünkü her geçen gün herkes daha fazla Qee toplamak istiyor!” sözleriyle ifade ediyor.

HANS BØLLING Reklam tasarımcısı olmak üzere eğitimine başlamışken, okul hayatını mimarlık yönünde devam ettirme kararı alan Hans Bølling, ahşap figür tasarımlarına da tesadüfen başlar. Bahar mevsimi, 1959 yılında Kopenhag’ın Frederiksberg sokaklarında kendini güneşli bir günle dışavuruyorken, bir ördek ailesi yolunu kaybeder. Trafik polisi, ördeklerin karşıdan karşıya geçmesi için arabaları durdurur. İşte o birkaç dakika ulusal hafızadaki ünlü yerini böyle bulur. Hans Bølling ise bu olaydan ilham alarak kendi ördek ailesini tasarlar. Ördekler için arabaların durduğu (ve kornaların duyulmadığı) o an, tüm sükuneti ve uyumuyla, Danimarka’da doğan tasarımların ortak paydada doğanın mucizelerini günlük hayata nasıl yansıttıklarının esaslı ve detaylı bir kanıtı. Bølling’in tasarımları, gelenekçi ve yenilikçi tarafların birbirlerine beslediği limoni hisleri köreltiyor. 71


HOPTIMIST Hoptimists, marangoz Hans Gustav Ehrenreich’in 1968’de kurduğu bir markaydı, üretimleri 1974’e kadar sürdü. Daha sonra, 2009’da işin içine renklerin girmesiyle tasarımcı Lotte Steffensen ve Hoptimist şirketi, bu eski figürleri yeniden tasarım dünyasına döndürdü. (Hoptimist brings Hoptimists to life!) Şimdi onlar Ehrenreich’in tasarım konseptine sadık kalıp, yeni ifade ve materyal kullanımıyla farklılaşmaya çalışıyorlar. Hoptimist’ler, Ehrenreich’in ana fikrinde, sadece çember ve elips şekillerinden türedi. Bugüne kadar gelebilen klasik Hoptimists tasarımlarının uzun yaşam sırrında, aslında bu yalınlık yatıyor. Bojesen’in maymunundan, Henningsen’in PH-lamp’ine kadar pek çok tanıdık sima içeren büyük Danimarkalı tasarım ailesinde, Hoptimists de yer alıyor. Hoptimist şirketiyse, bu optimist minik bireyleri hayatın keyfini çıkarmanın sembolleri olarak tanımlıyor.

YOSHII ‘Hiroshi Yoshii’ adını art arda üç kez söyleyince kendinizi Japonya’da gibi hissedebilirsiniz. Hatta üzerine Yoshii’nin web sitesine girip sizi karşılayan karakterleri gördüğünüzde birkaç saniyeliğine de olsa kendi dilinizi unutabilirsiniz (test ettik ama onaylama topu sizde). Hiroshi Yoshii, Japonya’nın en önemli dijital sanatçılarından biri. Biraz abartacak olursak; Yoshii, Japon illüstrasyon dünyasının ruhani liderlerinden. Zaten yaptığı tasarım çokluğuyla karşılaştığınızda, sanat alanındaki aktif çalışma potansiyelinin Yoshii’nin çalışma bölgesinde ne denli fazla olduğunu belleğinize kazıyorsunuz. Bu çalışma mizacını da, müşterilerinin verdiği ‘küçük’ direktiflere göre yönlendirdiğini söylüyor. Binbir çeşit figürün arasından en sevdiklerinizi seçmekte aşırı zorlanırsanız, arşivinize kolayca sızabilecek bir yöntem olan, Yoshii’nin yayınlanan kitaplarını araştırmayı deneyin.

MOSHAMA ‘Msohama’ kelimesi Arapçada plastik anlamına geliyor. Modernizmle birlikte dağarcıklardan sessizce kaybolan ‘msohama’, Moshama markasının kuruluş mottosuyla geri geliyor. Moshama, harflerin yerini değiştirerek kemikleşmiş anlayışlara karşı olan duruşunun sinyallerini veriyor ve bir yandan da herkesin tasarımına yer veriyor. Moshemisphere gezegenine siz de kendi tasarımınızla başvurarak dahil olabilirsiniz. Bu açık fikirli markanın tasarımlarından en ilginciyse, Pixel Prophet. Tarihteki en ünlü kehanetleri oyuncak tasarımına dönüştüren bu seriyi Moshama tasarımcıları şöyle anlatıyorlar, “İnsanlara rehberlik edebilme uğruna saldırılara uğrayan kişiler, belki de onlar hakkında bize öğretilenlerden çok daha fazlasını düşünüyorlardı. Keşke bugün sorularımızı cevaplayabilselerdi. Çünkü tüm hikayeler ve öğretiler, aslında düşük çözünürlükteki görüntülerden ibaret.”

NAEF Naef, 1954 yılında Basel’de, Kurt Naef tarafından, mobilya ve dekorasyon üzerine eğilerek kurulan bir marka. Zaman içerisinde oyuncakların dekorasyona dahil edilmesiyle, Naef de oyuncak tasarımlarına odaklandı. 2009 yılında tasarım vizyonunu modernleştirme kararıyla beraber, yeni ofis, web sitesi ve katalog başlıkları altında markada değişim rüzgarları esmeye başladı. Çeşitli kitaplar, peluş oyuncaklar ve güneş enerjisiyle çalışan objeler, ahşap tasarım geleneğini benimseyen oyuncak firmalarına farklı referanslar yaratıyor. Naef’in, İsviçre’deki merkez ofisinde, oyuncaklarının arşivini içeren müzesi de bu değişim ruhu kapsamında açıldı. Oyunların ve oyuncakların nostaljisini yaşayabilmek adına müze listenize eklenebilecek bir adres. Küp tasarımları da koleksiyonunuza eklenmeye aday. (Rubik modası çoktan bitti.)

XOXO The Mag


MONSTERISM Pete Fowler, Galler’de canavar üretiyor. Gazete manşetine benzeyen bu cümlenin garipliği, aslında tam olarak Fowler’ın tasarımlarını anlatıyor. Televizyon reklamları tasarlamaktan sanat sergileri açmaya kadar, tasarımın pek çok çıktısında arzıendam edebilen bir isim olan Fowler, Monsterism ismini verdiği markası altında oyuncaklar üretiyor. Monsterism’in soundtrack’i diyebileceğimiz, The Sound of Monsterism Island adındaki ilk albüm 2005’te; ikincisi olan A Psychedelic Guide to Monsterism Island ise 2009 yılında yayınlandı. Enteresan bir marka olduğunu anlamışsınızdır. Bu durumda kaynak olarak Pete Fowler’ı gösterebiliriz. Onun görsel maceralarını evinize konuk etmek isterseniz, yol olarak resim, oyuncak ve müzik başlığı altında çeşitli alternatifleriniz var. Pete aynı zamanda, mottosu, “Üç çeşit insan vardır. Yaşayanlar. Ölüler. Ve denizdekiler.” olan DJ topluluğunda yer alıyor.

JASON FREENY Jason Freeny’nin teknolojiyle çevrili geçmişinin oyuncak tasarımıyla birleşmesi, anatomiyi popüler kültüre yaklaştırıyor. Canlıların yapısı ve düzeniyle ilgilenen bilim dalına sanatsal elini uzattığı çalışmalarıyla ismini duyuran Jason Freeny, önceden MTV’de dijital tasarımlar yapmakla meşguldü. Şimdiyse, Moist Production isimli stüdyosunda aklına gelen her türlü karakterin katmanlarını açığa çıkarıyor. Lego, Mickey Mouse ve her sene durmadan makyaj değiştiren Barbie dahi merceğinde. Masumiyetin olgunlukla çarpıştığı sürreel karışımlar olarak adlandırılabilecek Freeny heykelcikleri, koleksiyonerleri kuvvetle çekiyor -Conan O’Brien’ı ve Nike’ın CEO’su olan Mark Parker’ı da. Tasarımcı değil de, estetik cerrah olduğunu hayal ettikten sonra siparişinizi verebilirsiniz. Not: Freeny, en sevdiği tasarımının balon görünümlü köpek figürü olduğunu söylüyor.

YUM YUM Beth Algieri ve Jonny Plummer’ın kurduğu Londralı marka Yum Yum, hem oyuncak hem de animasyon tasarımları üretiyor. Tasarımların her birinde, ikilinin işlerine kattıkları sevgiyi görebiliyorsunuz. Oyuncakların çoğunun böyle hisler uyandırdığı tabii doğru, ama web sitelerine baktığınızda mizah anlayışlarının markalarına seçtikleri isimle paralel ilerlediğini ve Yum Yum tasarımlarında normale göre daha büyük bir sevgi yumağı olduğunu fark edeceksiniz. Farklı hikayeleri olan çılgın karakterler, Algieri ve Plummer’ın hayal gücüyle şekilleniyor. Karakterlere ayrı ayrı baktığınızda orijinalliğin tam olarak nereden geldiğinden şüphe duyabilirsiniz, çünkü Zombie veya Hot Dog Man pek de yabancı olmadığımız bireylerden. Yine de serideki karakterlerin aynı sokakta yaşadığını düşündüğünüzde, aklınızda canlanabilecek olası ilişkiler gayet komik bir koleksiyonu hayata geçiriyor.

BEARBRICK Oyuncak tasarımlarının yaygınlaştığının en bilindik örneği, Bearbrick. Medicom Toy’un ürettiği seri, iş birlikleri ve yeni koleksiyonlarıyla hep gündemde. Hatta diğer markalarla yaptıkları iş birlikleri 2011’de oyuncak figüründen çıkarak, Converse Chuck Taylor High Top şeklini almıştı. Herhangi bir mağazada henüz rastlamamış olabilirsiniz, ancak Bearbrick çizimleriyle kaplı tişörtler de web sitelerinde satışta. Profilinin oyuncak nidalarına dönecek olursanız da, bildiğimiz peluş ayıcığın daha katı formda, daha koleksiyonluk bir hal aldığı Bearbrick familyasının oldukça kalabalık olduğunu göreceksiniz. Hans Rudolf Giger’dan Karl Lagerfeld’e kadar pek çok farklı ismin tasarımıyla renklenen çeşitler, bir koleksiyoner için eski tasarımın mı, yoksa yeni iş birliğinden doğma çocuğun mu daha cazip olduğu şüphesini yaratabiliyor. (Kendi koleksiyonunuz için yönlendirme servisimiz yok, karar size ait.) 73


Intervıew/people

PAUL HORNSCHEMEIER

Life in Comics

Forlorn Funnies serisi ve Life with Mr. Dangerous ile çizgi roman meraklılarının koleksiyonlarında yer alması gerektiğine inandığımız yeni nesil bir çizgi romancı var karşınızda. Nostalji ve yalnızlık öğeleriyle harmanladığı çalışmalarında tek bir tarza sadık kalmayı reddediyor Paul Hornschemeier. Biz de bu çok yönlü çizgi romancıyla uçsuz bucaksız bir kültürün geçmişinden bugününe ve inceliklerine uzanan bir söyleşi yapmayı kendimize görev biliyoruz ve sizleri de -Hornschemeier’in XOXO’ya özel hazırladığı illüstrasyonlar eşliğinde- sohbetimize davet ediyoruz. röportaj aslı arduman illüstrasyonlar paul hornschemeier

XOXO The Mag


öğelerin yer aldığını okumuştum. Peki ana karakterin neden kadın? İki kız kardeşle birlikte, geçimini annenin sağladığı bir evde büyümüş olmak sanırım dünyayı daha çok kadınların bakış açısından görmeyi öğretti bana. Hal böyle olunca da ana karakterimin kadın olması gayet doğal bir biçimde gelişti. Bir seçim yapma durumu bile söz konusu olmadı; yazmaya başladığımda karakterin kendisi bana dönüp “Tabii ki ben bir kadınım!” dedi. Ve sanırım bu da benimle ilgili bir şeyleri açığa vuruyor olmalı. Belki de bir psikoloğa görünmeliyim.

Çizgi romancı olmaya nasıl karar verdin? Aslına bakarsan tam olarak bir karar verme durumu olduğunu söyleyemem; yavaş yavaş içinize işleyen bir şey bu daha çok... Sanırım kendimi en iyi bu şekilde ifade edebiliyorum, ama öte yandan çizgi roman kategorisine girmeyecek şeyler de ortaya çıkardığım oluyor. Ama tekrar soruna dönecek olursak; küçükken dişçim bana bir Örümcek Adam kitabı vermişti, sanırım her şeyi başlatan o oldu. Bunun dışında annem de bu konuda oldukça gelişmiş bir zevke sahip, dolayısıyla evimizde Edward Gorey, Gahan Wilson ve Charles Addams’ın kitaplarından oluşan bir koleksiyon vardı.

Favori çizgi romancıların kimler? Noah Van Sciver, Michael DeForge, Lisa Hanawalt ve Lilli Carré’yi çok seviyorum. Keşke daha uzun çalışmalar yapsalar -gerçi Noah ve Lilli’nin birkaç tane uzun işi var- ama yine de yaptıkları her şeyi beğendiğim için şikayetçi değilim. Anders Nilsen de her daim favorilerimden olmuştur; inanılmaz yetenekli biri. Arkadaşım Farel Dalrymple’ın yeni kitabı The Wrenchies için de çok heyecanlanıyorum; tamamıyla Farel’in kendine özgü sulu boya tarzında yapıldı ve insanların aklını başından alacağını düşünüyorum.

Daniel Clowes, “Çok nadiren bir çizgi romandan film ve romanlardan etkilendiğim şekilde etkilenmişimdir.” demişti. Bu söze katılıyor musun? Katılmıyor olmayı çok isterdim, fakat maalesef katılmak durumundayım. Bu da, çizgi romanların filmler ya da romanlar kadar etkili olmamasından değil, uygulamadan kaynaklanan bir durum. Yani demek istediğim, çizgi romanlar uzunca bir süre, ciddi bir sanatsal girişim olarak algılanmadı. Kaldı ki, çizgi roman alanında çalışan inanılmaz sanatçılar var; örneğin Winsor McCay’i görsel anlamda en iyiler arasında sayabilirim. Ama anlatıya baktığınız zaman, hikayedeki karakterlerin gelişimi ve olay örgüsünün eksikliğini fark edeceksiniz. Esasında ‘grafik roman’ son derece yeni bir kavram, özellikle de film ve romanlarla karşılaştırdığınızda ‘göze hoş görünen’ şeylerin ötesinde işler üreten insanların sayısı oldukça az. Bana kalırsa çoğu insan film ve romanları nispeten daha ciddiye alırken, çizgi romanları daha eğlenceli ve kolay anlaşılır şeyler olarak görüyor. Bunun yanlış bir şey olduğunu söylemiyorum ama Dan’in bahsettiği, çizgi romanların ‘etkileyici’ olabilme özelliğine sahip olma sürecini yavaşlattığı da bir gerçek.

Hayal et, bir romanın grafik roman uyarlamasını yapacak olsan bu hangisi olurdu? Zor bir soru. Film versiyonu bu kadar iyi olmasaydı To Kill a Mockingbird derdim. Bunun dışında belki The Amazing Adventures of Kavalier and Clay’i uyarlamak isterdim. Bridge to Terabithia ve Tuck Everlasting de güzel olabilirdi; ikisinin de film versiyonları o kadar kötü gözüküyor ki, izlemek içimden bile gelmedi. En sonunda çizgi romanların durağanlığından ve yavaşlığından faydalanabilecek bir eser seçerdim muhtemelen.

Peki çizgi romanların sahip olduğu en güçlü unsur nedir sence? Panellerin arasındaki alan. Tıpkı filmlerde olduğu gibi, çizgi romanlar da gücünü sahne aralarından alıyor; okurun/izleyicinin istemsiz bir biçimde yazara dönüştüğü ve anlatıya daha çok bağlandığı o an ya da anın yokluğu. Tuhaf ve büyülü bir şey; bir nevi kolektif hayal kurma durumu...

Bu arada, son yıllarda pek çok çizgi roman da sinemaya uyarlanmaya başladı. Bu trend konusunda ne düşünüyorsun? Sevdiğin uyarlamalar var mı? Genel olarak olumlu duygular içerisindeyim, fakat öte yandan da çok etkilendiğim bir yapımla karşılaşmadım henüz. Tabii insanların bu sayede çizgi romanlara yönelmesi ve bunun aslında son derece zengin bir kültür olduğunu fark etmesi de güzel bir şey. Ancak şu da var ki, bu uyarlamaların çoğu süper kahraman filmleri. Bunlar bir yere kadar benim de hoşuma gidiyor tabii, ama sanatsal açıdan hiçbir değerleri olmadığı da bir gerçek ve bir noktadan sonra sizi gerçekten tatmin edecek bir şeyler arıyorsunuz.

Forlorn Funnies serindeki çizimleri ele aldığımızda, farklı tarzlar arasında gidip geldiğini görüyoruz. Tek bir tarza bağlı kalmamanın nedenini açıklar mısın? Aslında tek yaptığım, hikayelerin ihtiyacı olanı onlara vermek. Bazı hikayeler daha realist bir tarza ihtiyaç duyarken, diğerlerinin 1960’ların animasyonları gibi görünmeleri gerekiyor. Kısacası, karakterleri objektif ve ruhsal açıdan ele alıp, bir nevi kartograf gibi her şeyi en ince ayrıntısıyla hesaplıyorum ve sonunda en doğru çözüme ulaşmaya çalışıyorum.

Kimlerle iş birliği yapmak isterdin? David Byrne, Wayne Coyne ve Jonathan Lethem’ı sayabilirim. Aslında Jonathan ile önceden birlikte çalıştım ve beni biraz şımarttığını söylemeliyim; dolayısıyla da iş birlikleri konusunda standartlarım epeyce yükseldi.

Tüm bu farklı tarzların buluştuğu -belki de seninle ilgili bir şeyleri açığa vuran- bir ortak nokta var mı sence? Eminim vardır ve bu her neyse, dediğin gibi tam olarak benim kişiliğimi açığa çıkarıyordur. İşlerimde daima yalnızlık ve nostaljiyle ilgili bir şeyler oluyor. Fakat tüm bu ortak noktaların neler olduğunu çözebilmiş olsaydım, muhtemelen hayatımın geri kalanını sabit bir şekilde cenin pozisyonunda geçiriyor olurdum. Kendimle ilgili bu kadar fazla bilgiyi kaldırabilir miyim bilmiyorum...

Pitchfork’un matbu yayını The Pitchfork Review’nun da katkıda bulunanları arasında yer alıyorsun. Biraz da bu dergi için yaptığın çalışmalardan bahseder misin? Eskiden bir müzik grubunda çalıyordum ve o zamana dair çizimler yaptım. Dergiyi çıkaran çocukları ise Chicago’dan tanıyorum, hatta birlikte birkaç kere konser vermiştik. Dolayısıyla her şey gayet doğal gelişti. Öte yandan, tekrar otobiyografik çizimlere geri dönmek tuhaf bir histi, çünkü açıkçası The Three Paradoxes’tan sonra böyle çalışmalar yapmamak gibi bir karar almıştım. Sonucun iyi olduğunu umuyorum.

Bir diğer kitabın Life with Mr. Dangerous’ta otobiyografik 75


Müzik konusuna girmişken, hayatında önemli bir yeri olan gruplar/müzisyenler kimler? Şu ara neler dinliyorsun? Sonic Youth hayatımda gerçekten sevdiğim ilk gruptu. 14 yaşındayken ipe sapa gelmez nedenlerden dolayı müzikten nefret ediyordum, ama Sonic Youth’u seviyordum. Sonraları The Flaming Lips ve Beck dinlemeye başladım ve böylece gerisi geldi... Brainiac ve Devo’nun üzerimde büyük etkisi oldu, yalnızca müzikal açıdan da değil, sanatsal olan her türlü şeye yaklaşımlarından dolayı da... Talking Heads’i de bu gruba dahil edebilirim. Bu ara neler dinlediğime gelecek olursak; mesela yazarken sözlü müzikler dinleyemediğimden Alfred Hitchcock’un film müzikleri ya da Christopher O’Reily’nin Radiohead parçalarının piyanoya uyarlamaları gibi şeyler dinliyorum. Çizim yaptığım zamanlardaysa Cults ve çoğunlukla Beach House dinliyorum. Öyle ki Beach House’un yarattığı sound’un içinde yaşayabilirim; o derece güzel olduğunu düşünüyorum. Bunun yanında yeni Kanye West albümünü de sevdim. Kanye’nin kişiliğiyle albümü birbirinden ayrı tutmak zor da olsa, hakikaten çok iyi bir albüm. Yeni projelerinden de bahsetmenin zamanı geldi. Son birkaç senedir geliştirmekte olduğum o kadar çok şey var ki, bunları hala ortaya çıkarmamış olmak beni gerçekten çileden çıkarıyor.

Web sitem forlornfunnies.com’da online çizgi romanlar yayınlayacağım, ayrıca bir de YouTube kanalı açtım, burada da çok yakında yeni işlerim yer alacak. Bunların dışında, şu anda hakkında konuşamayacağım birtakım TV şovları üzerine çalışıyorum. Bir de yakın zamanda, Bygone adında, senaryolardan ve kısa öykülerden oluşan, yayıncılığını kendim üstlendiğim bir seri çıkardım. Hatta şu anda ikinci sayıyı bitirmeye çalışıyorum. Sanırım sen de ister istemez dijitale yönelmişsin; oysa ki çizgi romanlar daima matbu olmalıymış gibi geliyor insana... Evet, ama bana sorarsan matbu yayınlar uzunca bir süre ortalıkta olacak. Fakat diğer taraftan, dijital ve e-kitap formatında yayınlanan çizgi romanların da sayısının artacağını düşünüyorum. Mesela eski tip, ince çizgi romanlar hemen hemen maziye karıştı. Buna karşılık, işlerinizi dijital olarak yayınladığınızda hiçbir ücret ödemeksizin milyonlarca insana ulaşabiliyorsunuz. Düşününce kısa çalışmalar için bu kulağa son derece mantıklı geliyor. Fakat dediğim gibi, bence insanlar çizgi romanları basılı kitap olarak satın almaya, koleksiyonlarına katmaya devam edecekler; mp3’lere karşılık halen varlığını sürdürmekte olan plaklar gibi. Kısacası, bu iki dünyanın bir arada var olabileceğine inanıyorum.

XOXO The Mag


WHATEVER

LA DAMA ROSSA UCCIDE SETTE VOLTE

İtalyan Usulü Kan Banyosu

La dama rossa uccide sette volte, 1972, Dir. Emilio P. Miraglia, ©Phoenix Cinematografica, Romano Film, Traian Boeru

yazı sarp dakni

hakkında bilgiye ulaşmak için dedektif hassasiyetinde çalışmak lazım. 50’lerin başından itibaren yönetmen yardımcısı, teknisyen ve senaryo denetçisi olarak çalışan Miraglia’nın, sinemadaki giallo türüne teknik açıdan getirdiği yenilikleri sadece bu filmde görmek bile mümkün. Filmografisine bir yıl önce eklediği La notte che Evelyn usci della tomba ile dehasını bütünüyle ortaya koyan, ancak ne yazık ki pek ciddiye alınmayan yönetmenin, ‘Katil Kızıl Kraliçe’ için sırtını hazmedilmesi son derece zor ‘gore’ sahnelere ve bol bol göğüs şovuna dayaması bile filmin kalitesini istese de aşağı çekemiyor.

1943 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın en hararetli günlerinden birinde, Çekoslavakya’nın Alman işgali altındaki Sudetenland bölgesinde bulunan Reichenberg’de doğan Barbara Gutscher’in, büyüyüp, serpilip Bouchet soyadıyla bir ‘giallo’ kraliçesine dönüşmesi, başlı başına bir tretman oluşturacak cazibede. 1967 tarihli, resmi olmayan komedi ağırlıklı ilk James Bond filmi Casino Royale’de Miss Moneypenny’yi canlandırıp, bir yıl sonra da Star Trek dizisinde konuk oyuncu olarak görünmesi onunla ilgili umutların tavan yapmasına sebep olmuştu. Ama işler ne yazık ki planladığı gibi gitmedi. İstediği kalitede roller bulamayan seksi Barbara’nın da hışımla valizi kaptığı gibi soluğu İtalya’da alması bir oldu. Üstelik neredeyse ışık hızıyla, birbirinden ‘iddialı’ İtalyan kızlarını unutturup, B dünyasının aranan seks bombası haline gelmesi de öyle... 1971 tarihli Paolo Cavara klasiği La tarantola dal ventre nero (Black Belly of the Tarantula) filminde izlemelere doyamadığımız Bouchet’in, ondan bir yıl sonra çekimlerine başlanan La dama rossa uccide sette volte (The Red Queen Kills Seven Times) setinde korkudan fal taşı gibi açılmış gözleriyle ve komik ötesi bir aksanla ortalıkta koşturan Kitty Wildenbrück’ü canlandırıyor olması ise kesinlikle bir tesadüf değil.

Giallo geleneğinin en sıkı takipçilerini bile yanıltan ‘şaşırtmaca içinde şaşırtmaca’ metodunu izleyen filmin konusuna girmeyerek merak hissinizi kamçılamak ve sizi onu izlemeye yöneltmek arzusunda olduğumuzu saklayamayız. İtalyan-Alman ortak yapımı olan bu ziyadesiyle ‘kırmızı’ filmde, Bouchet dışında, Sybil Danning, Marina Malfatti ve Pia Giancaro gibi nefes kesici hanımefendilerin resmi geçidine de tanıklık edeceksiniz. Özellikle Danning’in çırılçıplak boy gösterdiği sahneler akla zarar. Bruno Nicolai’in giallo dünyası için adeta ders niteliğindeki mükemmel müziğini, sahip olmak için çok şey feda edebileceğiniz orijinal Volkswagen Beetle’ı ya da muhteşem Wildenbrück şatosunu bir kenara koysak bile, 70’ler moda dünyasını biraz olsun merak eden herkes için leziz bir referans var karşınızda. Zira kahramanımız Kitty Wildenbrück kusursuz bir moda fotoğrafçısından başkası değil. No Shame’in 2006’da aralarında bizim de bulunduğumuz Miraglia hayranlarının yüzünü fazlasıyla güldüren ‘Killer Queen Box Set’ içinde tamamen yenilenmiş, temizlenmiş haliyle ve kesintisiz olarak buluşma şansına kavuştuğumuz La dama rossa uccide sette volte’yi en azından bu yıl keşfetmemek için daha iyi bir sebebiniz yok... Gerçekten yok!

Bouchet, Scorsese’nin onu küçük bir rolle onurlandırdığı 2002 tarihli Gangs of New York’u saymazsak, 70’lerin sonunda çaptan bütünüyle düşüp, patlayan televizyon endüstrisine kayıtsız şartsız teslim oldu. Tuhaf olan, öyle ya da böyle, bugün hala eğlence sektörü için çalışıyor ve hatırlanıyor olması. Ancak La dama rossa uccide sette volte’nin yönetmeni Emilio P. Miraglia için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. Zira, zatı muhterem filmin çekiminden kısa süre sonra ortadan kaybolmuş. Hal Brady takma adıyla 1972’de yani aynı yıl çektiği İspanyol yapımı Spara Joe... e così sia! sonrasında ne yaptığı 77


INTERVIEW/MUSIC

GARY NUMAN

HERE HE COMEs, AGAIN. Uzun süreli sükunetini Splinter albümüyle bozan Gary Numan, sessiz kalmamaya devam ediyor... Numan, 30 yılı aşkın profesyonel müzik hayatı boyunca yaşadığı sorunlarını, kazandıklarını, kaybettiklerini ve şarkılarının bu paralelde nasıl şekillendiğini samimi bir şekilde bizimle paylaşmakta tereddüt etmiyor. Tanıklık etmek üzere olduğunuz söyleşimizde derin bir duygu yoğunluğu sizi bekliyor. röportaj ersin koray fotoğraf EMI’ın izniyle

XOXO The Mag


Son albümün Splinter, belki de kariyerinin en karanlık albümü. Nedir bu karanlığın kaynağı? Splinter’dan önceki albümüm 2006 yılında çıktıktan sonra, dört yıl müzik adına hiçbir şey yapmadım. Büyük bir depresyon geçiriyordum ve bu nedenle ilaç kullanıyordum. Evliliğimde ciddi sorunlar vardı. Tüm bunların yanında başka sorunlar da yaşayınca, oldukça zor günler geçirdim diyebilirim. Splinter’ı yazmaya başladığımda, genel olarak o dönemimi anlattım. Gerçekten karanlık ve yorucu zamanlardı. Sadece evliliğim değil, bütün kariyerim tehlikedeydi aslında. Tüm bunlar, albümün neden karanlık olduğunu açıklıyordur... Bu süreç birkaç yıl devam etti. Esasında yazabilecek çok fazla konu vardı ve kesinlikle planlı bir şekilde depresif bir albüm yapmak istemedim. Öncelikli gayretim, her zamanki gibi dinleyiciye ilgi çekici bir albüm vermekti. Albümde çok güçlü ve enerjisi yüksek birkaç şarkı var ama evet, genel atmosfer karanlık.

70’lerde müzik yapmaya başlamış olmana rağmen halen aynı yüksek enerjiye sahipsin. Kendini nasıl motive ediyorsun? Aslında pek zor olmuyor. İşimi gerçekten çok seviyorum. 18 yaşına gelmeden önce hayatla ilgili her şey benim için yeni ve heyecan vericiydi. Konu müzik olduğunda, 18’ime hiçbir zaman giremeyeceğim ve o günlerin heyecanını her daim taşıyacağım, sanırım. Şarkı yazmayı ve müzikle iç içe yaşamayı çok seviyorum. Özellikle yeni bir albüm üzerinde çalışmak ve turneye çıkmak benim için gerçekten çok değerli. Sahnedeyken hissettiğim duygular motivasyonum açısından oldukça önemli. Açıkçası, müziği ve getirdiği her şeyi çok seviyorum. Hiçbir zaman alışabileceğim bir durum değil bu. Yani heyecanımı asla yitirmeyeceğim. 30 yılı aşkın bir süredir müzik üreten biri olarak kendini hala yaratıcı buluyor musun? Elektronik müzikle ilgili olmamın bana bu konuda yardımcı olduğuna inanıyorum. Her zaman en güncel, en yeni teknolojilere sahiptim. Her yıl, olağanüstü işler yapabileceğin yeni donanımlar ve ekipmanlar piyasaya çıkıyor ve bu inanılmaz heyecan verici. İnsanoğlunun daha önce duymadığı yeni sesler ortaya çıkarmak beni çok etkiliyor. Çünkü müzik yapmanın en önemli noktalarından biri de doğru sesi aramak. Sadece bilgisayar başında değil, dışarıda da bu arayış için çok fazla vakit harcıyorum. Ses kayıt cihazımla değişik sesler kaydetmek için günler hatta bazen haftalar harcıyorum. Bazen sadece bir şeylere vuruyorum veya gürültü yapıyorum, bazen de bulduğum bir makinenin sesini kaydediyorum. Yani genel olarak aklınıza gelebilecek her şey... Yaptığım kayıtların ardından eve gidiyorum, bu sesleri bilgisayara yüklüyorum, çok çeşitli mistik gürültüler ve sesler yaratıyorum. Bir yandan da bunların müzikle uyumlu noktalarını bulmaya çalışıyorum. Bu benim için gerçekten tarifsiz bir heyecan yaratıyor.

Genel olarak karamsar biri misin peki? Karım olaylara hep negatif yönlerinden baktığımı söyler. Mesela, hayatımda iyi bir şeyler olduğunda, sırada beni neyin beklediği konusunda endişe duyarım. Yani gerektiği kadar haz almayı beceremiyorum. Öte yandan, iyimser olduğum bir sürü durum da oluyor, ama genel olarak bakarsam, endişe duymaya fazlasıyla meyilli bir insanım. Geleceğim ve ailem hakkında hep bir endişe halindeyim. Bu durum çok karamsar olduğumun bir kanıtı mıdır bilemiyorum ama endişenin önüne geçemiyorum. Şarkılarını yazarken güncel politik ve ekonomik sorunlardan nasıl etkileniyorsun? Etkilenmiyorum. Politik ve ekonomik sorunlarla ilgili yapabileceğim çok bir şey yok. Kendim hakkında, hayatım ve yaşadıklarım hakkında 79


yazıyorum. Zaten politik ve ekonomik sorunlar hakkında yazan ve durumu benden çok daha iyi anlayıp, analiz edebilen bir sürü insan var... Bu konularda yazması gereken doğru insanlar onlar, ben değilim. Oldukça içe dönük bir insanım ve şarkılarım da ruh halimin birer yansıması. Bir sürü insan, bir sürü farklı nedenden ötürü şarkı yazıyor ve hepsinin ilgi alanları birbirinden farklı. Ama benim ilgi alanım kesinlikle politika değil. Açıkçası politik gündemde olup biteni anlayacak kadar zeki olduğumu da düşünmüyorum. Splinter’daki sinematik sound kendiliğinden mi oluştu yoksa albüm yazım sürecinde özellikle bu yönde çalışmalar mı yaptın? Bazı şarkılar hakkında çok net fikirlerin vardır ve en baştan ne istediğini kesin olarak bilirsin; bazılarında ise başka bir yöne doğru gitme konusunda tereddütlerin olur, ama sonuçta doğru bir karar verdiğini görürsün. Splinter’daki ‘Here in the Black’ parçası, ilk ortaya çıkmaya başladığı halinden çok farklı bir şekilde son halini aldı. Başlarken ne istediğine dair bir fikrinin olması mühim ama aynı zamanda esnek olmak ve farklı bir noktaya doğru yola çıkmaya başladığında kendine biraz zaman tanıyıp, fikrinin gelişip gelişmediğini görmek da elzem bir hamle. Ama tabii şarkıdan şarkıya da değişen bir durum bu. ‘Here In The Black’in 32 farklı versiyonu varken bazı şarkıların sadece tek versiyonu oldu ve ufak düzeltmeler yapıldı. Biraz kayıt sürecinden bahseder misin? Nine Inch Nails’den Robin Finck ile çalıştığını biliyoruz. Onunla çalışmak nasıldı ve albüme başka kimlerin katkısı oldu? Robin Finck ve Steve Harris gitar çaldı. Tim Muddiman’dan gitar ve baslar konusunda destek aldık. Albümün prodüktörü Ade Fenton’ın katkısı çok büyük, gerçekten de harika bir işe imza attı. Albüm sürecinde onunla sürekli iletişim halindeydik. Evde şarkılar üzerinde çalışıp, belirli seviyelerde prodüksiyonları yapıyordum ve sonrasında şarkıları İngiltere’ye yolluyordum, Ade de üzerlerinde çalışıp şarkıları bana geri gönderiyordu. Bir ileri bir geri, aradığımız sonucu elde edene kadar çalışmaya devam ettik. Birlikte çalıştığım müzisyenlerin çoğu İngiltere’de Ade ile birlikte çalıştı. Robin Finck burada, ABD’de benimleydi. Sistem oldukça basitti aslında. Robin’e üzerinde çalışması için dört-beş şarkı veriyordum, o da stüdyosunda bu şarkıların üzerinden geçiyordu. Kesinlikle yol göstermedim, tek söylediğim, ‘’Bunlar şarkılar, bunlar da demolar. Ne istersen o şekilde yap, sonra da üzerinden konuşalım.’’ oldu. Sonuç gerçekten harikaydı, üzerinde çalıştığı her şarkı için bir sürü farklı fikirle geldi ve hepsi birbirinden şahaneydi. Tabii ki hepsini kullanamadık, çünkü bir sürü farklı varyasyon denedik. Daha sonra İngiltere’den Ade geldi. Bir haftamızı stüdyoda geçirdik ve genel olarak her şeyin planlamasını yaptık. Kısaca, çok şanslıydım, herkes bir yerinden tuttu ve harika bir iş ortaya koydu. Albümünü 7 yıllık bir aranın ardından yayınlamanın avantajları ve dezavantajları neler? Uzun bir aranın olması, aslında büyük bir avantaj, zira bir sürü fikrin ve ilham kaynağının değişmesine yol açıyor. İkincisi, sound olarak kesinlikle bir önceki albümün devamı niteliğinde olmuyor. Tamamıyla yepyeni bir şey ortaya çıkıyor. Aynı zamanda, teknolojik gelişmeler vesilesiyle, çok fazla yeni müzik duyuyorum ve bu beni kesinlikle olumlu yönde etkiliyor. Dezavantajlarına gelecek olursam, insanların sana göstermiş olduğu ilgiyi kaybediyorsun. Bir albüm yapıyorsun ve bu albüm dahilinde konuşmalar, röportajlar, konserler gerçekleştiriyorsun ve sonunda insanlar seni fark ediyorlar. Albümün hakkında yapılan yorumlar ve eleştirilerle ilgi gittikçe artıyor. Sonrasında oldukça uzun bir ara veriyorsun ve tüm bu yapılanlar, daha önce yaptığın tüm albümler ve senin hakkında söylenenler unutuluyor. Yani bir nevi en baştan başlaman gerekiyor. En büyük hatam bu oldu diyebilirim. Yeni albümü yapmam o kadar uzun sürdü ki, şu an her şeye en baştan başlıyor gibiyim.

Peki Splinter şu ana kadar yapmış olduğun ilk albüm olsaydı, durum nasıl olurdu? Bunu söylemek gerçekten zor. Tek bildiğim, Splinter hakkında hayranlarımdan ve çoğunlukla medyadan sadece iyi eleştiriler almış olmam. Bu gerçekten harika. Albüm, medyada çok yoğun bir ilgi gördü. Şu ana kadarki albümlerim arasında en yoğun ilgiyi gören albümüm diyebilirim. ABD ve İngiltere’den bir sürü insan, Splinter’ın, yaptığım en iyi albümlerden biri olduğunu düşünüyor. Bunun bir nedeni, belki de, uzun bir süredir albüm yapmamam ve bunun getirisi olarak, az önce de bahsettiğim gibi, çok farklı bir sound’a sahip bir albüm ile geri dönmüş olmam. Yani önceden yaptığım işi ilerletme fırsatını elde etmiş oldum. Bu ilginin azalmasından ve tekrar en başa dönmekten endişe duymak da istemiyorum, çıkacağım turneye ve yapacağım yeni şarkılara odaklanmış durumdayım. Mümkün olduğunca fazla turneye çıkmak ve kalan vakitlerde de yeni albümüme hazırlanmak istiyorum. 2014 sonuna geldiğimizde albümün hazır olmasını hedefliyorum. Bu minvalde, kendini analog ya da dijital bir müzisyen olarak tanımlar mısın? Yaptığım müzikte aslında hepsinden biraz var. Dediğim gibi, bir kısmı bilgisayar başında, kullandığım yazılımlar aracılığıyla oluşan sesler, diğer bir kısmı da ortalıkta gezinirken karşıma çıkan nesnelerden yarattıklarım. Açıklaması biraz zor. Dışarıda oluyorum ve karşımda bir sandalye, masa veya hamak oluyor. Bunlara vurarak çeşitli sesler çıkarıyorum ve hepsinin de farklı bir tonu oluyor. Bazen bir şeyleri sürüklüyorum, bazen de sadece fısıldıyorum. Kısacası, ses her yerde. Önemli olan, bilgisayarında müdahale edebileceğin, uygun sesleri bulmak. Sonrasında bu seslerle en garip, en tuhaf kompozisyonları yaratmak mümkün. Onları alıp bir groove içinde sunmak, bas veya davul haline getirmek mümkün. Yapabileceklerinizin sınırı yok. Analog ve dijitali bir arada, bir ahenk içinde yürütebilirsiniz. Seslerin nereden geldiğinin hiçbir önemi yok benim için; sadece ses olmaları, benim ilgimi kazanmaları için yeterli. Stüdyodaki genel sistemime gelirsek, daha çok dijital ağırlıklı olduğunu söyleyebilirim. Günümüz pop müzik sahnesini nasıl değerlendiriyorsun? 70’lerle bugün arasında ne gibi farklar var? Aradaki farkı yaratan en önemli etken internet. Yeni teknolojiyle birlikte, sahip olduğumuz imkanlar, müzik yapmaya başladığımız ilk zamanlara göre inanılmaz artmış durumda. Ama tüm gelişmelere rağmen hiç değişmeyen ve değişmeyecek olan bir şey var; hala yaptığın müziği insanlara duyurmaya çalışıyorsun, onların beğenisini kazanmak istiyorsun ve buna bağlı olarak albümünün satmasını istiyorsun. Değişense temelde bunu yapma biçimin... Hemen hemen her yıl, ortaya çıkan yeni teknolojileri nasıl lehimize kullanacağımızı düşünüyoruz. Müzisyenler, daha iyi bir yolun olup olmadığını görmek adına birbirlerini inceliyorlar. Bazıları teknolojiyi çok iyi kullanırken, bazıları hiç kullanmıyor. Ama herkes yeni bir şeyler deniyor diyebilirim. Müzik yapmak için çok heyecan verici bir dönemdeyiz. Herkes için altın bir dönem. Çoğu insan, internet üzerinden müzik indirme konusunda oldukça endişeli. Evet, bu bir problem. Ama aynı teknolojinin sunduğu imkanların yanında, bahsi bile olmaz. Ben de böyle bir dönemin bir parçası olmaktan onur duyuyorum. Pek çok genç müzisyen seni büyük bir ilham kaynağı olarak görüyor. Gençler arasından senin takip ettiğin gruplar veya müzisyenler var mı? İngiliz grup Losers’ı birkaç yıl önce keşfettim, sanırım iki albümleri var. Gerçekten olağanüstüler. Onlarla turnedeyken canlı performanslarına da tanıklık ettim. Baktığınız zaman, albümlerinde harika bir sound’a sahip pek çok grup var, ancak bazılarını canlı izlediğinizde bir şeylerin eksikliğini hissediyorsunuz. Losers’da ise durum kesinlikle farklı. Hatta canlı performansları, albümlerinden daha bile iyi diyebilirim.

XOXO The Mag


MAGAZINE

Nordic Man

Minimalist Testosteron

Henüz sakalları terlememiş bir çocukken, Anna Piaggi sizi Paris’e götürüyor ve gizlice defilelere sokuyorsa, alın yazınızda majüskül harflerle bir derginin genel yayın yönetmeni olmak var demektir. Eğer kozmik karmaşalar yolunuzu kesmediyse derginin mazrufu da haliyle bellidir. Xavier Morales, önermenin öznesi olarak Kuzey’den el sallıyor yayıncılığa ve Tanrı’nın Kuzeyli erkeği yaratmasının ardından genetiği henüz soru işareti olan ırka dair bir kullanım kılavuzu sunuyor. Adımları takip ederek Skarsgård ailesinin bir üyesine dönüşmeyi hayal edenleri olası bir hayal kırıklığı bekliyor olsa da, kısa süreli yanılsamalar yaratmak içeriği doğru okuyanlar için pek imkansız değil.

İçindeki eklektik fırtınaların aksine nevrotik sakinlikleriyle Nordic Man’in kapağındaki Kuzeyliler anonim yüzler olarak kalıyorlar. İyi de oluyor... Testosteronun minimalist halini deneyimleyen sayfalar Fantastic Man’in Kuzeyli küçük kardeşi sıfatını da görünmez elleriyle kucaklıyor. Fakat ‘Kurallar çiğnenmek içindir’ düsturuyla zaman zaman kadınları da sayfalarına taşıyan dergi, büyük abisinden bir kol boyu uzakta durmayı da beceriyor ve çıktığı toprakların sakinliğini tavrına da yansıtıp çoğu zaman konuşma işini görsel mecralar aracılığıyla okuyucusuna bırakıyor. Hatırı sayılır ağırlığıyla -henüz Vogue’un Eylül sayısına ulaşamamış olsa da- Nordic Man’in en değişmez özelliği, Kuzeyli bir erkek olmaktan aldığı haz ve duyduğu gururdan ibaret. Zira ilk sayısından itibaren aynı hisleri paylaşan erkeklere hatta zaman zaman köpeklere ‘I Am a Nordic Man’ yazısını tutturup koca gülümsemeleriyle arka kapağa taşımasının başka bir meali yoktur (diye tahmin ediyoruz). Son zamanlarda kendini zorunlu ya da gönüllü İskandinav minimalizmine adayan gözlere ve Edith Södergran’ın da dediği üzere, insanoğlunun en önemli özelliğinin, içerisinde taşıdığı ateş olduğuna inananlara gelsin. nordicman.com

Henüz 6. sayısını yayınlayan Kopenhaglı dergi, kuzeyin sert rüzgarlarına karşı gerekli manevraları alıp tüm elastikiyetiyle kadro reformlarına başvuruyor ve şaşaasız bir koltuk devriyle genel yayın yönetmenliğini Jacob Petersen’e bırakıyor. Dümeni devralışının ardından Petersen, yelkenler fora emriyle sorgulamaya başlıyor: “What is now?” sorusuyla açtığı editosunda modernizmin tanrısını öldürüp, ardından gelen sayıyla postmodernizmi masaya yatırıyor ve haliyle inovasyon, yaratıcılık gibi konuları tartışıyor. 81


INTERVIEW/people

Margaret MacMillan

Büyük Savaş’ın 100. Yılı

İtiraf ediyoruz, klişe sulara yelken açtık ve Birinci Dünya Savaşı’nın 100. yılına girdiğimiz bu günlerde, geçtiğimiz yıl basılan en önemli tarih kitaplarından birini yazan, Oxford Üniversitesi’nden Margaret MacMillan konuğumuz oldu. Kitabı The War That Ended Peace’le modern tarihin en tartışmalı konularından biri olan Birinci Dünya Savaşı’nın nedenlerini ele alan MacMillan ile dün ve bugün arasında gidip gelen bir röportaj gerçekleştirdik. Uyaralım; bu röportaj içerisinde “hasta adam Osmanlı” yok. Sadece Büyük Savaş üzerine düşünmek istedik… röportaj ali tünay fotoğraf greer gattuso

XOXO The Mag


yer veriyorsunuz. İmparatorlar, başbakanlar, dış işleri bakanları okuyucuya aktarılıyor. Neden bu yolu tercih ettiniz? Tarihin içinde anlatılması gereken oldukça fazla hikaye var. Tarih yazımının bir kısmı da bu hikayelerde rol alan, olayların parçası olan insanlar ve onların tarih içerisindeki rolleri. Kişisel olarak insanların tarih kitaplarını okurken zevk almasından yanayım. Tarihi kişilikleri detaylı aktarmayı, biraz da geçmişi canlandırabilmek ve insanların ilgisini artırabilmek için bir yol olarak görüyorum.

Öncelikle tarihe bakışınızı merak ediyorum. Kanada’da doğdunuz ve öğreniminizi Toronto Üniversitesi’nde sürdürdünüz. Kanadalı olmanız tarihi olaylara yaklaşımınızda daha nesnel bir tavra sahip olmanıza yardımcı oldu mu? Kanada hiçbir zaman büyük bir güç olmadı ve çok barışçıl bir tarihimiz var. Dünya üzerinde yüzleşmemiz gereken önemli konular yok. Haklılığımızı kanıtlamamız gereken durumlar da yok ortada. Alman, İngiliz ve hatta Türk iseniz, tarihin yükü omuzlarınızda çünkü daha uzun ve karmaşık bir tarihe sahipsiniz. Kanadalılar olarak tarihin bu unsurlarından kopuk ve tarafsız durumdayız. Bu nedenle her konuda kendimizi savunmak zorundaymışız gibi hissetmiyoruz. Bu açıdan Kanadalı olmak yardımcı oluyor. Ancak şu gerçeği de görmemiz gerekiyor: Kanada öncelikle Britanya İmparatorluğu’nun bir parçasıydı, sonrasında ise Batı müttefiki olarak yoluna devam etti. Bu nedenle Kanada’nın uluslararası sisteme her zaman bir ilgisi olduğunu söyleyebiliriz.

Birinci Dünya Savaşı döneminde anayasal monarşilerle beraber kamuoyunun da etkisi artıyor. Bu dönemin öncesinde ve devamında kamuoyunun nasıl bir etkisi olmuştur? Çok daha fazla insan, okumaya yazmaya başlamıştı. Şehirlerde yaşayan insanların sayısı artmıştı. İletişim daha iyi bir noktadaydı ve popüler basının etkisinin arttığı bir dönemdi. Gazeteler büyük çapta basılıp, dağıtılıyordu. Bu arada daha fazla insan oy kullanmaya başlamıştı ve Avrupa’da hükümetler halkın ne dediğine dikkat etmek zorunda kalıyordu, işleri oldukça zorlaşmıştı. Savaş içerisinde halkların etkisi daha da arttı. Zira günün sonunda, sıradan insanlar savaşın çarklarının dönmesini sağlıyordu. Savaş ciddi anlamda halkların desteğini gerektiriyordu. Düşünsenize, milyonlarca asker vardı. Toplumun desteği olmadan bu durumu sürdüremezsiniz. Sonuç olarak kamuoyu desteği olmasa savaşın gerçekleşmesi ve bu kadar uzun sürmesi mümkün olmazdı.

Birinci Dünya Savaşı’nın nedenlerini kaleme aldığınız The War That Ended Peace adlı kitabınızda savaş öncesi dönemin, küreselleşmenin örneklerini taşıdığını görüyoruz. Birinci Dünya Savaşı öncesi yıllarla, günümüzü kıyaslamak mümkün mü? Bazı açılardan günümüze çok benzetiyorum. Uluslararası ticaretin son derece büyüdüğü, iletişim ağlarının örüldüğü, demir yolları, buharlı gemiler, telgraf, telefon gibi icatların kullanıma girdiği bir dönemden bahsediyoruz. Bugün uçakların, cep telefonlarının yaptığına benzer bir etki söz konusu. Aynı zamanda insanların hareket ve göç ettiği bir dönem. Bugün de benzer şeyler yaşanıyor. Bu açılardan Birinci Dünya Savaşı öncesi dönem günümüze çok benziyor. Tabii başka bir benzerlik de şu: O günlerde de, günümüzde olduğu gibi, insanların küreselleşmeye tepkisi var. Alt kimliklere dönüş yaşanıyor. Örneğin çağımızda İskoç milliyetçisi, Bask milliyetçisi olan insanlar var. Küreselleşmenin herkes için aynı rahatlığı getirdiğini söylemek güç.

Birinci Dünya Savaşı’nın neden başladığı hep tartışma konusu olmuştur. Kitabınıza baktığımızda, savaşın neden başladığına dair sunduğunuz net bir formül veya gerekçe yok. Bu konuya yaklaşımınızı nasıl özetlersiniz? Perfect Storm filmini izlediniz mi? George Clooney fırtınaya yakalanan bir balıkçı teknesinin kaptanını canlandırıyor... Fırtına, bir sürü farklı nedenden dolayı ortaya çıkan bir şeydi. Rüzgarın esiş yönü, dalgaların yapısı gibi sürekli gerçekleşmeyen özel bir bileşimin ürünüydü. Bence Birinci Dünya Savaşı da Perfect Storm gibiydi. Bir sürü farklı etken 1914 yazında bir araya geldi ve kriz çok derinleşti. Aynı zamanda, öncesinde Avrupa’da o kadar çok kriz yaşanmıştı ki, devlet adamları biraz rahat ve kaygısız davrandılar. Tabii, Saraybosna’da Ferdinand’ın vurulması, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Sırbistan’ı yok etme konusundaki kararlılığı, Almanya’nın Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu desteklemesi -ki her zaman yaptıkları bir şey değildi... Kısacası, 1914 yazında bir sürü etken bir araya geldi ve savaşa yol açtı.

Aslında son derece ilginç ve modern tarihin okuması en zevkli dönemlerinden biri, ancak nedense popüler kültürde veya tarih ile arasında akademik bağ bulunmayan insanların zihninde Birinci Dünya Savaşı öncesi adeta kör nokta. Bu durumu neye bağlıyorsunuz? Sanırım bize çok uzak geliyor. Biraz da Birinci Dünya Savaşı bariyer gibi duruyor çünkü çok fazla şeyi değiştirdi. Savaşın öncesine baktığımızda dünya gerçekten daha değişik bir yerdi. İmparatorluklar yok oldu ve bu durum tabii bize çok uzak ve anlaşılması zor geliyor. Muhtemelen böyle düşünmek bir hata. Çünkü her şey o kadar da farklı değildi; sadece farklı gözüküyordu. İnsanlar da çok farklı değillerdi; sadece farklı elbiseler giyiyorlardı. Sanatta yeni akımlar vardı. Modernizm söz konusuydu. Bilimde gelişmeler oluyordu. Fizik dalındaki ilerlemelerin önemli bir kısmı Birinci Dünya Savaşı öncesinde olmuştur. Freud bu dönemin insanıdır, psikanaliz bu dönemde gelişmiştir. Kısacası, 1914 öncesi bize sandığımız kadar yabancı değildir.

Bu yaklaşımınızdan yola çıkarak sizin postmodernist veya -tarih teorisi özelinde konuşursak- postyapısalcı bir tarafınız olduğunu söyleyebilir miyiz? Bilirsiniz, tarihçilerin teorik yanı pek kuvvetli olmaz. Ancak şunu söyleyebilirim; tarih içindeki önemli bireylerle, aynı zaman dilimi içinde onları etkileyen değerleri, akımları, bir araya getirmeye çalışıyorum. Karar alıcılarla, yaşadıkları dönemin özellikleri arasında denge bularak yazmayı hedefliyorum.

Modernlikten bahsetmişken, kitabınızda 1900 yılı, Paris Dünya Fuarı’ndan bir kesit var. Dünyanın en büyük imparatorlukları ve devletleri fuarda ülkelerini tanıtıyor. Bunların içinde Osmanlı İmparatorluğu da var. Ancak fuarın ilgi çekici kısmı, ülkelerin askeri güçlerini de medeniyetlerinin bir parçası olarak tanıtması. Savaş öncesi yıllarda, Avrupa toplumunun kavramsal olarak savaşa karşı bakışı nasıldı? Aslında komik bir durum. Avrupa’da bir sürü insan, kıta çok geliştiği ve medenileştiği için savaşların geride kaldığına inanıyordu. Öte yandan bir kısım da, savaşın insani aktivitelerden biri olduğunu ve bununla baş edemeyenlerin yaşama hakkı olmadığını düşünüyordu. Anlayacağınız, aynı anda, bir taraf savaşı anlamsız görüyor, bir taraf ise savaşı yüceltiyordu.

Son olarak şunu sormak istiyorum. Geçen ay Financial Times için, Birinci Dünya Savaşı’nda Noel zamanı savaşa ara verilmesi ve sonrasında bu kanlı çatışmaya devam edilmesini konu olan bir makale yazdınız. Bir tarihçi olarak, bir yanda dini bayram, orduların birbiriyle savaşmayı reddetmesi, diğer tarafta kanın akmasıyla devam eden bir süreci, ikilemi, insanlık adına nasıl yorumlarsınız? İnsanoğlu gerçekten karmaşık bir yapıya sahip. Bence ön cephede savaşan askerler, her zaman için birbirlerini öldürmeye çalışsalar da, karşılarındakine sempati ve anlayışı korudu. Sonuç olarak her iki taraf da bu korkunç savaşın içine çekilmişti. İnsanlar olarak karışık duygulara ve algılara sahibiz. Siperlerde öldürmeyi beklerken, diğer yandan karşımızdakine acıyabiliyoruz. Birinci Dünya Savaşı’nda gerçekleşen tam olarak buydu. Çok insani bir durum...

Kitapta dönemin siyasi ve askeri figürlerine detaylı bir şekilde 83


XOXO The Mag


Hepimizin okul yıllarında temcit pilavı gibi defalarca okuduğu, çağ açıp kapatan olayların bundan sonra tekrarlanması nasıl uzak bir ihtimalse, 70’ler, 80’ler ve 90’lar gibi, akımların çerçevesi bu kadar net çizilmiş bir müzikal dönem yaşama ihtimalimiz de bir o kadar zor. İletişim teknolojileri mesafeleri ne kadar indirgese de, sosyal medya aracılığıyla bir saatte yüz binlerce insanı tek bir yerde toplayabiliyor olsak da, çağdaş bireyler olarak her geçen gün biraz daha farklılaşıyoruz ve ayrışıyoruz. Bireyselleşme, sosyolojik olarak bir toplumsal hastalık olarak görünebilir, fakat konu müzik olunca, analizin sonucu biraz daha farklı çıkıyor. Artık, evden müzik yaparak dünyaları fethedebiliyoruz, hip hop’u James Dean üzerinden pazarlayabiliyoruz, house müziği evde de oturup dinleyebiliyoruz, R&B’nin içine ne bulursak katabiliyoruz, istersek de umursamadan The Beatles’a modern bir makyaj yapıp bunu da yeni rock müzik olarak insanlara beğendirebiliyoruz. Müzik anlayışımızdaki bu değişimleri müteakip, 2014’te daha da bireyselleşiyor ve iyice sınır tanımaz bir hal alıyoruz. Neyse, daha fazla kafa karıştırmadan, 2014’te nasıl bir müzikal yönelim içinde olacağımızı, bu yıl isimlerini sıkça duyacağımızı öngördüğümüz, kendi alanının yeni ve kuvvetli isimlerine göz atarak anlamaya çalışalım. hazırlayan gazali görüryılmaz


TOYS koşmalarını kesitler halinde göstererek aslında bir durumu ortaya koyuyor. Biz de büyük şehirde yaşayan gençler olarak kendimizi ve müziğimizi, karakterlerle, senaryoyla ve videonun genel atmosferiyle çok kolay bir şekilde eşleştirebildik.

fotoğraf: gautier pellegrin

Son zamanlarda insanları bir müzik videosu ile şaşırtabilmek daha da zorlaştı sanki... P: Video prodüksiyonu da dahil olmak üzere yaratıcı işleri düşündüğümüzde gerçekten garip zamanlar yaşıyoruz. Şu an herkes kolayca video çekebiliyor ve müzik yapabiliyor. Bu kalabalık içinden sıyrılmak ve tanınmak istiyorsanız, yaptığınız işe kalpten bağlı olmanız ve çok çalışmanız gerekiyor. Bizim için tam zamanlı bir iş bu, olması gereken de bu diye düşünüyoruz.

Fransız Yeni Dalgası’nın etkisinden kurtulamamış olabilirsiniz ama 2014 itibarıyla müzikal algınızı biraz daha genişletmenizde fayda var. Zira, Parisli Toys’un başını çektiği bu yeni elektronik müzik sahnesi, kalıplaşmış Fransız tatlarından çok daha fazlasını sunuyor. 2014’ün açılışını ‘Hey Boy’ single’ıyla yaptınız. Bir önceki EP’niz Natural Plastic’e baktığımızda, müzikal ve görsel açıdan oldukça farklı bir yerde duruyor. Bu müzikal dönüşümü nasıl gerçekleştirdiniz? Paul: ‘Hey Boy’ ve bir sonraki EP’mizdeki diğer şarkılar üzerinde çalışmaya başladığımızda kendimizi tüm müzikal kısıtlamalardan uzak tutmak istedik. Tamamen hislerimizi yansıtan şarkılar yazmak için kendimizi motive ettik ve kafamızda yarattığımız müzikal evrene ulaşmaya çalıştık. Tüm bunların yanında, özellikle elektronik müzik prodüksiyonlarında kullandığımız yeni aletler ve yazılımların da farklı etkileşimler yaratmamıza büyük katkısı oldu. En belirgin özelliklerinizden biri de sahip olduğunuz görsel kimlik. Bunu elde etmek için nasıl bir süreçten geçtiniz? Bastien: Her şeyden önce, video ve görsel sanatlara, müziğe duyduğumuz kadar saygı duyuyor ve bu birleşimi ciddiye alıyoruz. Bu nedenle şarkılarımız için yarattığımız videoların fikir ve prodüksiyon aşamalarına yönetmenlerle birlikte çalışarak elimizden geldiği kadar dahil olduk. Tüm bu çabanın tek bir nedeni vardı tabii ki; o da şu an yakaladığımız görsel kimliği oturtabilmek. Daha önceki videolarınızda hep Paris görüntüleriyle karşılaştık. Fakat ‘Hey Boy’ için çekilen videoda bu sefer New York’a uzanıyoruz ve şehrin sokak kültürüne tanıklık ediyoruz. Bu videonun hikayesini anlatır mısınız? Yönetmen Louis de Caunes ile çalışmanın nasıl artıları oldu sizin için? P: Louis ile birlikte çalışmak inanılmaz bir deneyimdi; daha ilk buluşmamızda birbirimizi anladık ve hemen videonun ana hatlarını oluşturduk. ‘Hey Boy’ gerçek anlamda bir hikaye anlatmaktan çok, dört gencin yaşadıkları şehirde evrilmesi ve tutkularının peşinden

İkinizin de farklı müzikal geçmişleri var. Paul, sen müziğe klasik gitarla başladın, Bastien, sen de DJ’lik yaparak. Sahip olduğunuz bu müzikal birikimleri Toys’a nasıl aktardınız? B: DJ’lik yaptığım ilk yıllar özellikle hip hop üzerine yoğunlaşmıştım. Bir süre sonra da müzik prodüksiyonları yapmaya başladım. Eh, haliyle zevk aldığım bu uğraşı benim için tam zamanlı bir işe dönüştü. İlk başlarda diğer sanatçıların işleri üzerinde çalışıyordum, ama şu an tüm dikkatim TOYS’da. P: Bastien’den farklı olarak ben altı yaşında gitar çalmaya başladım, sonra da piyanoyu keşfettim ve piyano benim hayatım oldu. Yıllarca caz ağırlıklı müzik teorisi ve yapımcılık eğitimi aldıktan sonra, Toys benim için bunları gerçek anlamda bir müzik prodüksiyonuna dökmemi sağlayan araç oldu. Benim ve Bastien’in farklı müzikal yeteneklerinin olması ve bunların bizi zenginleştirmesi bir yana, birlikteliğimizin en önemli nedeni aramızdaki sinerji oldu her zaman. İlişkimiz karşılıklı güven ve benzer müzik zevklerine dayalı olduğu için de, gün geçtikçe aramızdaki bağ daha da güçlendi. Müziğinizi nasıl tanımlıyorsunuz? B: Toys, bilinçli olarak birçok kod kullanıp orijinal bir sound ve kimlik yaratmaya çalıştığımız bir proje. Bize yakışan, üzerimizde iyi duran bir müzik yapmaya çalışıyoruz. Biraz geçmişten gelmiş hissi veren ve bazen de karanlık bir müzik. Getto ruhuna sahip olmamız ve yumuşak melodilere olan tutkumuz da pop müziğe olan bağlılığımızın bir kanıtı. Sample kaydederken sıra dışı metotlar kullanıyor musunuz? P: Kesinlikle evet, ama büyük bir sır bu! Şaka bir yana, gerçekten öyle özel bir metodumuz yok, prodüksiyon aşamasında eski bir AKAI sampler kullanıyoruz. Genç müzisyenlerin yaptıkları çalışmaları dikkate aldığınızda, Paris müzik sahnesi hakkında ne düşünüyorsunuz? P: Paris’te, özellikle elektronik müzik anlamında, yaratıcılık hiç sönmeyen bir mum gibi... Üretim sürekli olarak devam ediyor. Özellikle son yıllarda ortaya çıkan işlere bakarsak, şehrin kendini çok hızlı bir şekilde geliştirdiğini söyleyebiliriz. Bu durum motivasyonumuz için de oldukça olumlu. 2013’ün en özel anı neydi sizin için? B: Kesinlikle stüdyoda geçirdiğimiz vakitler ve yeni şarkıları tamamladığımız anlar. 2014’te neleri başarmak istiyorsunuz? B: Şu anda yaptığımız gibi kendi müziğimiz üzerine çalışmaya devam etmek, yeni canlı set’imizi dinleyicilerle paylaşmak ve yetenekli müzisyenlerle iş birlikleri yapmak.

XOXO The Mag


ANUSHKA Şarkı yazarken nasıl bir iş bölümü oluyor aranızda? V: Genel olarak şarkıları benim yazdığım ve Max’in bu şarkılar üzerinden prodüksiyon yaptığı gibi bir algı olsa da süreç her zaman böyle işlemiyor. Bazen Max bir beat yazmış oluyor ve ben onun üzerinde oynayarak parçayı son haline getiriyorum. Yani karşılıklı üstlendiğimiz görevler değişiklik arz edebiliyor. M: Ama her ne olursa olsun, ben her zaman bir fincan kahve ile başlıyorum.

fotoğraf: laura coulson

Gilles Peterson’la çalışıyorsunuz bir süredir. Nasıl başladı bu iş birliği? V: ‘I Have Love 4 U’ ve ‘Yes Guess’i Gilles’a gönderdiğimizde çok beğendi ve bir süre BBC 6’teki programında yayınladı. Aslında Anushka’nın büyümeye başladığı nokta da bu oldu sanırım. Erykah Badu, Gilles için ‘ses tarihçisi’ diyor, ki bu Gilles’ın müzikal dehasını anlatan pek çok ifadeden sadece biri. Müzik bilgisinin ötesinde, neyin tutacağını ve neyin tutmayacağını çok iyi öngörebiliyor. Tüm bunların yanında ve aslında en önemlisi, bizi yaratıcılığımızı özgür bir şekilde kullanabilmemiz için oldukça cesaretlendirdi. M: Yine başa dönüyorum, Gilles, ilk buluşmamızda harika bir kahve ikram etmişti bize. Bu bile anlaşmamız için yeterli bir sebepti. Yeni müzikleri takip edebiliyor musunuz? Son zamanlarda dinlemekten sıkılmadığınız albümler neler? V: Ben James Blake’e aşığım sanırım. Bunun yanında Machinedrum’ın yeni albümü Vapor City de gerçekten önemli bir çalışma olmuş, özellikle ‘Gunshotta’ şarkısı. Amel Larrieux’un Ice Cream Everyday’i de oldukça güzel ve rahat dinlenebilen bir albüm. M: Şu an Jon Hopkins’in albümüne saplanmış durumdayım. Ayrıca Leon Vynehall da aklımı başımdan aldı. Tessella, Midland, Dauwd, Guy Andrews, Throwing Snow gibi daha birçok isim sayabilirim.

Bugüne kadar yeraltından çıkan birçok akım ve müzik türü gördük ama kim derdi ki house müzik kulüplerden çıkıp yatak odalarımıza girecek. Belki aşık olduğumuz kişiyle romantik zamanlarımızı bu şarkılarla paylaşacağız, belki de sabaha kadar umarsızca dans edeceğiz. Nerede ve nasıl olursa olsun Anushka ile 2014’te bolca vakit geçireceğimiz kesin.

Brighton’daki lokal müzisyenler arasında kuvvetli bir iletişim ağı olduğunu söyleyebilir misiniz? V: Brighton gerçekten çok özel bir yer. Sanata ve yaratıcılığa değer veren insanların yaşadığı, sıcak ve sevgi dolu bir havası var. Bu pozitif duygular içinde, insanlar müzik projelerine destek verme konusuna oldukça hevesli ve teşvik edici bir tutumla yaklaşıyorlar. M: Müzik prodüktörlerinin arasında başka hiçbir yerde bulamayacağınız bir dayanışma var. Hatta bunun en iyi örneklerinden biri de Producer’s Retreat adlı, her yıl müzik prodüktörlerinin bir araya gelerek fikir alışverişinde bulundukları bir etkinliğimiz olması.

Son zamanlarda yepyeni bir house formülüyle karşı karşıyayız. Bu akım, hem kulüplerde rahatça kendine yer bulabilen, hem de evde sakince oturup dinlenilebilen şarkıların tek bir başlık altında toplanması anlamına geliyor. Sound’unuzu yaratırken bu yeni akım sizi ne kadar etkiledi? V: Her zaman kişisel olarak dinlemekten zevk alacağım bir müzik yapmak istedim. Bu nedenle yaptığımız müzik, kulüp kültürünün bir parçası olsa da gerçek şarkıların tam kalbinde duruyor, ki bunun da şarkılarımızın dinlenilebilirliğini artırdığını umuyorum. Anushka, Max’in ve benim kişisel zevklerimizin birleşmesi sonucu ortaya çıktı. Tabii ki herkes farklı dönemlerde farklı müzisyenlerden ve dinlediği müziklerden etkilenebilir ama biz Anushka’nın sound’unu yaratırken bilinçli olarak herhangi bir dönemden veya akımdan etkilenmedik. M: Sound’umuz kesinlikle kulüp estetiğine sahip ama aynı zamanda da oldukça şarkı eksenli. Bu nedenle de hemen her ortamda rahatça dinlenebileceğini umuyoruz.

Kendinizi birlikte çalışıyorken hayal ettiğiniz müzisyenler kimler? V: Björk ve The Roots. M: Theo Parrish ve Sampha. 2013’ün en özel anı neydi sizin için? V: Hip hop dünyasından en sevdiğim isim olan Mos Def’in konserlerimizden birine gelmesi benim için çok özel bir andı. Brownswood’un bir parçası olup, Gilles Peterson ile vakit geçirebilmek de 2013’ün en değerli anlarındandı. M: Küçük oğlum Sam’in doğuşu.

Peki bu akımın öncülerinden biri olarak hissediyor musunuz kendinizi? V: Sanırım iki yıl önce vocal house henüz yeni hareketlenmeye başlıyordu. Fakat albümü dinlediğinizde bundan çok daha fazlası olduğunu rahatça görebilirsiniz. Kendimizi herhangi bir sound’un öncüsü olarak görmüyoruz, biz sadece ne yapmak istiyorsak onu yapıyoruz. M: İkimiz de bu projeye birbirinden farklı ihamlar kattık ve bu nedenle de yaptığımız müziğin, kendine has bir karakteri olduğunu düşünüyorum. Bir öncülük söz konusu mu bilmiyorum ama eşsiz bir sound yarattığımızı söyleyebilirim.

2014’te neleri başarmak istiyorsunuz? V: Albümümüzü tüm dünyada yayınlamak ve imkanımız oldukça konser vermek. M: Gerçek anlamda ortaya çıkıp, çok büyük etkinliklerde performansımızı sergilemek ve müzik yazmaya devam etmek. 87


RICHIE QUAKE çalışıyor olmamdandır. Kalıplaşmış formülleri yeniden uygulamaktan çok, farklı sesleri ve çeşitli müzik türlerini birbiri içine geçiriyor ve karşısına geçip bakıyorum olmuş mu diye. Aslında bütün süreç bu küçük deneylerin bir bütünü.

fotoğraf: otoportre

Neden müziğini sadece kendi imkanlarınla, online olarak duyurmaya karar verdin? Sosyal medyayı bu noktada faydalı bir şekilde kullanabildiğini düşünüyor musun? Çünkü zaman bunu gerektiriyor. Aslına bakarsanız kendimden sosyal medyada çok fazla bahsetmekten pek de zevk almıyorum, fakat şu an için en doğru yol bu gibi görünüyor. Müziğimin promosyonu dışında kişisel olarak da Twitter, Soundcloud ve Facebook’ta birçok önemli keşif yapıyorum. Bu noktada, evet, sosyal medyayı yoğun olmasa da doğru bir şekilde kullandığımı söyleyebilirim.

Tecrübe her şeyse genç olmak bunun neresinde? Richie Quake’in işlerine bakılırsa, anladığımız ve anlamadığımız birçok yerinde. Kendi odasında müzik yapan ve bunu büyük kitlelere duyurmuş çok sayıda örnek olmasına rağmen Richie Quake akranlarından biraz ayrılıyor. Genç yaşında metropol hayatının zenginliklerini bir şekilde hayatına yedirebilmiş olması da en önemli artısı. Bize biraz kişisel ve müzikal yolculuğundan bahseder misin? Altı yaşımdan beri birçok farklı enstrüman çalıyorum. Önce piyanoyla başladım, ardından trompet, sonra tuba ve en sonunda da lisede kendimi gitar çalarken buldum. Tam da bu yıllarda Marigold’u kurdum. O zamanlar daha çok folk/indie tarzında şarkılar yazıyorken, lisenin son yıllarında elektronik müzikle tanıştım ve müziğe bakış açım tamamen değişti. Şu anda SUNY Purchase’te müzik eğitimi alıyorum. Burada yeni şarkı yazım ve prodüksiyon teknikleri öğrenirken, bir yandan da müziğin hiç bilmediğim alanlarını keşfediyorum. İlk albümün Visions’ın kayıt süreci nasıl geçti ve daha da önemlisi bu albümde asıl olarak ne yapmak istedin? Aslında ben bu parçaları bir-iki sene önce yazmıştım. Ableton öğrenirken de bir yandan parçaların prodüksiyonunu yaptım. Bu nedenle hepsinin yapım süreci oldukça deneysel. Vokal ve gitar kayıtlarında birkaç arkadaşım bana yardımcı oldu ama genel olarak ben, bilgisayarım, synthesizer’ım ve diğer ufak araçlarım tüm işi hallettik. Senden bir country şarkı dinlerken, sonrasında caz etkileşimli bir hip hop beat’i duymak oldukça sıra dışı. Bize kendi cümlelerinle müzikal stilini anlatır mısın? Bu konuda nasıl dürüst ve açık bir cevap verebilirim gerçekten bilmiyorum çünkü benim de en zorlandığım noktalardan biri insanlara müziğimi tarif etmek. Genel olarak indie/elektronik olarak tanımlıyorum ama o kadar farklı etkileşimler var ki, dediğiniz gibi bazen bir şarkı diğeriyle çok alakasız olabiliyor. Belki de tarifinin bu kadar zor olmasının sebebi daha önce kimsenin duymadığı bir müzik yapmaya

‘Brooklyn Looking Back’in videosunda yarattığınız görsel kimliğin arkasında kimler var? Videonun hikayesinden biraz bahsedebilir misin? Fikrin yaratıcısı ve videonun yönetmeni Charlie Shelton’ın işi aslında hepsi. Kız arkadaşıma yeşil bir elbise ve peruk giydirdik. Böylece filmlerde kullanılan sabit yeşil ekranların, yürüyen ve yaşayan bir versiyonunu elde etmiş olduk. Bunun üzerinden Charlie tüm edit’leri rahatça yapabildi. Videodaki bazı fikirler bana ait olsa da tüm övgüyü Charlie hak ediyor kesinlikle. ‘Visions’ın videosu içinse Matt Seger ile birlikte çalıştınız. Peki, müziğinle aktarmak istediğin hisleri ifade etmene görsel sanatlar nasıl yardımcı oluyor? Matt, SUNY Purchase mezunu yetenekli bir yönetmen ve onunla çalışmak inanılmaz kolay. Bir araya geldiğimizde bana, uzayda sıkışıp kalmış birinin hikayesini anlatan bir video çekmek istediğini söyledi ve sonrasında birlikte çalışmaya başladık. Müziği görselleştirmek en az müziğin kendisini yaratmak kadar önemli. Görsel sanatları kullanarak, yaşadığımız boyut ve düzlemin çok üzerinde, gerçeküstü bir dünya yaratıp, bu yolla günlük duygularımı daha etkili bir şekilde aktarabiliyorum. New York sana nasıl ilham veriyor? Kendini başka bir şehirde yaşıyorken hayal ettin mi hiç? Şehrin benim için müzikal bir ilham kaynağı olmasından çok, daha kişisel bir yeri var. Bir şehirde doğar, çok hızlı büyür, genç yaşınızda kimsenin yaşamadığı deneyimler yaşarsınız. Tüm bunları tek bir yerde erittiğimde ise karşıma yaptığım müziğin kendisi çıkıyor. Müzik yapmıyor olsaydın neyle uğraşıyor olurdun? Ya sanatla ilgilenmek ya da yazı yazmak isterdim. Gerek şiir gerekse komedi skeçleri olsun, yazı yazmayı çok seviyorum. Bunun dışında el işçiliği konusunda epey deneyimim oldu. Dedem gümüş işçiliği ile uğraşıyordu ve ben de yazları hem ona yardım ediyordum hem de farklı işler yapıyordum. Sanırım bu alanda da çalışabilirdim. 2013’ün en özel anı neydi senin için? İnanın hatırlamıyorum. Hayatımda hiçbir zaman sadece tek bir şeye odaklanmak istemedim. Değişimi ve buna ayak uydurmayı seviyorum. 2014’te neleri başarmak istiyorsun? Çok fazla şey var; müzik yapmaya devam edip, daha çok parça yayınlamak, bir plak şirketi ile anlaşıp, ciddi bir menajerle çalışmak, kalabalık bir grupla canlı performanslar vermek...

XOXO The Mag


MOLLY CONTOGEORGE sanatçıdan ilham almışımdır ki, bunları kendi stilime veya herhangi bir döneme indirgeyecek kadar ayrıştıramıyorum bile. Dusty Springfield, Bob Dylan, Earth Wind & Fire, Charles Mingus, Tom Waits ve Jamie Cullum gibi isimler ise zamansız müzisyenler listemde her zaman yer alacak hiç şüphesiz.

fotoğraf: sophie barrter

Dames’in künyesine baktığımızda şarkı yazarı ve prodüktör olarak seni görüyoruz. Hatta vokaller dışında bazı enstrümanlarda da senin parmağın var. Kendini solist olarak mı yoksa enstrümantalist olarak mı tanımlarsın? Müzik yazmaya ve enstrüman çalmaya başladığım ilk zamanlarda sadece kendi kendime yetebilecek seviyede olmayı amaçlıyordum. İlk çalışmamı yayınlamadan yıllar önce piyano çalmaya başladım ama gerçek anlamda müziği kariyer olarak seçtikten sonra piyanoyu ciddiye almaya başladım. Öncesinde, dediğim gibi yalnızca kendimi tatmin edecek seviyede olması yeterliydi. Piyano çalmak ve şarkı söylemek benim için el ele ve hayatımda eşit derecede önem taşıyor. Indie kelimesi senin için ne ifade ediyor? Sadece müzik türü olarak değil; prodüksiyon veya yaratım sürecinin herhangi bir yerinde senin için anlamı ne? Bağımsız bir müzisyenseniz, stüdyo zamanlarının ayarlanması, müzisyenlerin performans durumları, grafik tasarımların onayı ve faturaların ödenmesi gibi süreçlerin sorumluluğu da sizde oluyor. Her ne kadar diğer müzisyenlerin değerli katkıları olsa da, şarkılarımın ve yayınladığım işlerin tüm organizasyonu benim yoğun çalışmama bakıyor. Tüm bu yükü taşımak tabii ki oldukça zor, fakat bir yandan da tüm kontrolün bende olması hoşuma giden bir durum.

‘Büyümüş de küçülmüş’ genel olarak biraz olumsuz algılansa da, Molly Contogeorge, modern müziğin büyümüş de küçülmüş yeni isimlerinden; yani bu kez olumlu anlamda. Müziğinde derin referanslar ve göndermeler barındıran Contogeorge, adımını şimdiden, Avustralya’nın birbirinin benzeri gitar gruplarından biraz daha öteye atıyor.

Yıllar önce, Amanda Cole’un Who Needs Prince Charming? kitabı için birlikte çalışmıştınız. Bize biraz bu tecrübeden bahseder misin? Who Needs Prince Charming? yayınlandığında henüz 19 yaşındaydım ve inanın aşk ve hayat hakkında bu kadar az deneyim yaşamışken, bu denli detaylı sorulara cevap vermek hiç de kolay değildi. Who Needs Prince Charming? hayatımdan özel bir bölüme yer vermemi sağladı ve geriye dönüp baktığımda her zaman gururla anacağım bir anı oldu benim için.

Annen ve baban müzisyendi ve bu durumun kararlarını etkilemiş olduğu aşikar. Peki, daha farklı bir ortamda yetiştiğini farz edelim; bu durumda yine de müzik yapıyor olur muydun sence? Müzik dışında bir alana tutku duydun mu hiç? Farklı birçok ilgi alanım var ama hayatımı şu anki akışı dışında kafamda canlandırmakta gerçekten zorluk çekiyorum. Ailem bu kadar müziğin içinde olmasaydı da müzik yine bir şekilde hayatımın bir parçası olurdu. Belki biraz da sahne arkasında, yapımcı veya yönetici olarak çalışabilirdim diye düşünüyorum. Eğer bunların hiçbiri olmasaydı, istediğim zaman öğle yemeğine çıkıp, yemeğimin yanında bir kadeh şarap içebileceğim herhangi bir işte çalışabilirdim.

Şarkılarının yayınlaması ve stüdyo aşamasında kısa süreli çalıştığın müzisyenleri de düşünecek olursak, genel olarak, müzikal iş birliklerine nasıl bakıyorsun? Bu konuda karşıma çıkacak fırsatlara açık olsam da, söz konusu yaratıcılık olduğunda, tamamen özgür olmam gerektiğine inanıyorum. Farklı müzisyenlerle çalışmanın getirdiği kısıtlamalar ve zorlukların bir sanatçının kendini geliştirmesine yardımcı olduğuna inansam da, yalnızlığı tercih ediyorum.

En son çalışman Dames, farklı birçok his ve ses barındırıyor; caz vokaller, soul, indie rock tavrı ve şehir ozanı kimliği... Peki sen kendi cümlelerinle Dames’i nasıl tanımlarsın? Yazım ve kayıt süresince bolca Queen ve The Beatles plakları dinledim. Queen’in ve özellikle The Beatles’ın ‘A Day in the Life’ındaki teatral hava beni her zaman büyülemiştir. Bu plakları dinlediğimde sanki kendimi minik bir orkestraya bırakıyormuş gibi hissediyorum. Dolayısıyla, bu iki gruptan etkilenmiş olduğumu söyleyebilirim. Bunun yanı sıra, çok çabuk sıkılan bir yapım olduğundan, mümkün olduğunca derin kontrastlara sahip farklı parçaları bir araya getirmeye çalıştım. Biraz da kendimi eğlendirebileyim diye, yeni melodiler yaratmak ve şarkıların iskeletini değiştirmek için fazlasıyla vakit harcadım.

Şarkı yazarken aklında belirli bir kişi oluyor mu hiç? Sanırım sadece sinirlendiğim zamanlarda... 2013’ün en özel anı neydi senin için? 22 konser vermek için Avustralya’nın doğu şeridine doğru çıktığım yolculuğun neredeyse her anı özeldi. Sırtımda keyboard’um ve çantamda EP’lerimle Queensland, NSW, Canberra ve Victoria’yı dolaştım. 2014’te neleri başarmak istiyorsun? Dames EP’sinin dağıtım ve tanıtım kampanyası bir-iki ay içinde bitecek. Sonrasında bir süre ara verip, kendimi dinleyip yeni projelerime başlamak istiyorum. Kafamda heyecan verici fikirler var ve bunları şarkılara dökmek için sabırsızlanıyorum.

Şarkılarında Motown dönemini çağrıştıran bir hava var sanki. Kendini herhangi bir müzikal akıma veya döneme yakın hissediyor musun? Motown mı? Kulağa çok havalı geliyor. Şimdiye dek o kadar çok farklı 89


MONSIEUR ADI Fransız etkisi müziğinde ne derece hissediliyor? Belirli bir ülke müziği ve akımın dışında, elimden geldiğince evrensel düşünmeye ve üretmeye gayret ediyorum. Bu nedenle Fransız etkisi, farkında olmadan sadece şarkılarımın DNA’sında yer alabilir. Seal, Beyoncé, Lana Del Rey ve Ellie Goulding gibi birçok ismin parçalarına remix yaptın. Başka müzisyenlerin şarkılarını yeniden yorumlarken önceliklerin veya göz önünde bulundurduğun kuralların var mı? Aslına bakarsanız çok fazla önceliğim ya da kuralım yok, elimden geldiğince duygusal davranmaya çalışıyorum. İletişim kurabildiğim, içine dalabildiğim parçaları seçiyorum. Şarkıların söylemeye çalıştığı şey ile kendi hislerim arasındaki ortaklığı tartıyorum.

fotoğraf: sony music’in izniyle

Şarkılarında klasik müzik etkileşimi rahatlıkla fark edilebiliyor. Bize bu yönünü anlatır mısın? Çocukluk yıllarımdan beri klasik müzikle ilgileniyorum. Viyola, piyano ve vokal eğitimi aldım. Tabii ki bir yandan da sıkı bir pop ve rock dinleyicisiydim. Büyük bir Björk hayranı olarak, Vespertine albümünü ilk dinlediğimde, klasik müziğin elektronik müzik ile bir araya gelebileceğini ve bunun gayet keyifli bir deneyim olduğunu düşündüm. Sonrasında, barok kompozisyonlar üzerine kafa yormaya ve tasarılar yapmaya başladım. İkisinin de kromatik nota düzeninde birbirine yakın olmalarının yanı sıra, duygusal olarak da aralarında birçok bağ olduğunu düşünüyorum.

Geçtiğimiz sene içinde ana akım müziğin önemli isimlerine yaptığı remix’ler ve yayınladığı single’larla ismini duyuran bu Fransız beyefendisinin bizlerle paylaşacağı o kadar çok şey var ki... Bir kısmına kulak kabartmışsanız 2014’te başınıza ne geleceğini az çok biliyorsunuz demektir. Moda tasarımı eğitimi aldığını biliyoruz. Müzik ve modayı birbirleriyle nasıl ilişkilendiriyorsun? Bunun epey ilgi çekici bir konsept olduğunu söyleyebilirim. Müzik ve modanın, söyleyemediklerinizin ya da gösteremediklerinizin şekil değiştirmiş formları ve ifade biçimleri olduğuna inanıyorum. Bu ikisini de olabildiğince bir arada tutmaya/birleştirmeye çalışıyorum işlerimde. Bugüne kadar yaşadığın deneyimlere baktığında, sana en çok nelerin ilham verdiğini görüyorsun? Ana ilham kaynaklarımın basitçe; çocukken karşılaştığım olaylar, insanlar ve akımlar olduğunu söyleyebilirim. Tom Ford ve Nicola Formichetti gibi moda dünyasından isimlerin yanı sıra, klasik müzik bestecileri Vivaldi ve Sergei Rachmaninoff’u da en büyük ilham kaynaklarım arasında sayabilirim. Müzik yaratım sürecinde takip ettiğin özel bir yol veya formül var mı? Müzik yapmak için kullandığım tek formül, bir formülümün olmaması. Sadece ortaya çıkaracağım işleri gözümün önünde canlandırarak, onlarla yeni evrenler yaratmaya, yeni boyutlar açmaya çalışıyorum.

Büyük bir Daft Punk hayranı olduğunu biliyoruz. Neden bu kadar önemliler? Daft Punk’ı keşfettiğim yıllar; müzik eğilimimi keşfettiğim, kim olduğumu anlamak için mücadele ettiğim ve nelerden hoşlandığımı anlamaya çalıştığım o malum ergenlik yıllarıydı. ‘One More Time’ı ilk duyduğum zamanı hatırlıyorum; bu şarkı, içinde çok sonradan anlayacağım birçok numara ve ayrıntı barındırıyordu. Daft Punk benim için yeri asla değişmeyecek olan birkaç şeyden biri olarak kalacak her zaman. ‘What’s Going On’da A*M*E ile birlikte çalıştın. Nasıl bir süreçti bu iş birliği senin için? Yaklaşık dört-beş yıl kadar önce parçanın klasik müzik altyapılı düzenlemesini hazırlamıştım, üzerine elektronik öğeler ve vokal bölümü eklemeyi planlıyordum. İnternette hazır kaydedilmiş vokal örneklerine göz atarken karşıma Soul to Soul’un ‘Back to Life’ parçasının acapella örneği çıktı. Acapella bölümünü, yaptığım düzenleme ile bir araya getirdiğimde kulağa hoş gelen bir iş çıktığını gördüm. Ardından menajerimin de fikriyle parçanın hissini yakalayabilecek bir ses aramaya karar verdik ve A*M*E’yi bulduk. Kendisi de aynı köklerden geldiği için o havayı çabuk yakaladı. Genel olarak, parçanın vokal bölümünde verilen hissi günümüze uyarlamaya çalıştığımız organik bir süreç olduğunu söyleyebilirim. 2013’ün en özel anı neydi senin için? Hayatımı değiştiren ve kendimi ifade etmem konusunda beni cesaretlendiren müzisyenler ve insanlarla tanışma fırsatı yakaladığım harika bir yıl oldu benim için. 2014’te neleri başarmak istiyorsun? Hayatımda dağınık bir şekilde yer alan şeyleri bir araya toplamak zorunda olduğum bir süreçteyim. Bu yıl yeni bir albüm yayınlamayı hedefliyorum ve daha fazla turneye çıkmayı, daha çok sanatçı ile birlikte çalışmayı hedefliyorum.

XOXO The Mag


FAUL & WAD AD beklemiyorduk. Bizim için de yaşaması ve takip etmesi oldukça heyecan verici bir süreçti. Siz beklemiyor olsanız da ‘Changes’ dünya çapında büyük bir dans hit’i oldu. Bu başarı, bir sonraki adımlarınız için üzerinizde bir baskı oluşturuyor mu? Ya sonrasında bu kadar büyük bir parça yapamazsak diye endişeleniyor musunuz hiç? F: ‘Changes’in bu başarının bir sonraki adımımızı etkileyeceğini düşünmüyorum. Güncel durumu bir kenara koyduktan sonra, yeni şarkılar üzerinde çalışmaya başladık. Genel olarak yaptığımız müzik üzerine mümkün olduğunca çok vakit ayırmak istiyoruz ve sonucunda gerçekten bizi tatmin edecek, müzikal olarak zengin, öncelikle bizim içimize sinen güzel işler çıkarmak istiyoruz. Wad Ad’in ve benim halihazırda bitmiş durumda olan şarkılarımız var. Kısa süre içinde üç yeni parça daha yayınlamayı planlıyoruz. Yani 2014 bizim için çok yoğun bir yol olacak.

fotoğraf: sony music’in izniyle

Müziğiniz, birçok Fransız DJ’in/prodüktörün aksine frenchhouse’tan oldukça uzak. Sizi yaratım sürecinde motive etmesi için genel olarak ne tür müzikler dinliyorsunuz? W: Ben sanırım Faul’dan farklı olarak son zamanlarda hep elekronik dans müziği dinliyorum. Biraz daha detaya inecek olursam da techhouse ve deep house en çok dinlediğim türler arasında diyebilirim. F: Rap ve hip hop dinlemekten hiçbir zaman vazgeçemedim. Rock müziğin de benim için yeri ayrı diyebilirim. Her ne kadar burada türlerden bahsediyor olsam da aslında kendimi hiç kısıtlamıyorum müzik konusunda. Peki hiç kendini bir rock grubunda gitar çalarken ettin mi? F: Kendimi bu şekilde hayal edince suratımda oluşan gülümsemeyi engelleyemiyorum. Bildiğiniz gibi şarkılarımızda elektronik gitar veya benzeri öğeler yer almıyor ama olsa kesin ben çalıyor olurdum.

Son bir yıldır, çeşitli mekanlarda ve zaman dilimlerinde sarf ettiğiniz “Çalan şarkı neydi, bayılıyorum buna” gibi sorularınızın güzide sahibi Faul & Wad Ad ile tanışın. ‘Changes’ ile kendilerinin dahi tahmin etmedikleri bir başarı yakalayan Fransız ikilinin 2014 için de hain planları var.

İlk DJ’lik tecrübeni hatırlıyorsundur, gecenin sonunda nasıl hissetmiştin? W: İlk olarak, Paris’te küçük bir barda çalmıştım. Ufak bir kalabalık karşısında olsam da epey gergin olduğumu hatırlıyorum. O an, aslında DJ’likten çok prodüktör kimliğimle anılmak istediğimi anlamıştım. Fakat her şey sorunsuz geçmişti ve oldukça keyif aldığım bir deneyimdi benim için.

Herhangi bir mekanda veya radyoda Faul & Wad Ad dinleyen herkes, çalan şarkının sizin olduğunu kolayca anlayabiliyor. Bu karakteristik ve kendinize has sound’u nasıl yarattınız? Faul: Genelde şarkılar üzerinde oldukça spontane bir şekilde çalışmaya başlıyoruz. Sabah kalıyoruz ve evet “Bugün müzik yapmalıyım.” demiyoruz hiçbir zaman. Ruh halimiz ve enerjimiz çoğunlukla aynı olduğundan benzer bir sound yakaladığımızı düşünüyorum ve bunun da aslında karakterlerimizin bir yansıması olduğu gerçeğini göz ardı etmemek gerekiyor diye düşünüyorum.

Prodüksiyon aşamasında hangi ekipman ve yazılımları kullanıyorsunuz? F: Tek bir program kullanıyorum, o da Ableton. Bir bilgisayarım, iyi bir hoparlörüm ve çeşitli plug-in’lerim var. Aynı zamanda monitörlerim benim için çok önemli. Tabii ki bir şişe Coca Cola ve bir paket sigara da olmazsa olmazlarımdan. 2013’ün en özel anı neydi sizin için? ‘Changes’in elde edebileceği olası başarıyı düşünmeyip, sadece ortaya çıkan eseri görmek bile gerçekten inanılmazdı. 2013 boyunca birlikte bolca vakit geçirip, müzik yaptık ve her şeyin çok hızlı bir şekilde gelişmesine izin verdik. Sonrasında plak şirketiyle yaptığımız anlaşmayla işler daha da ciddiye bindi... Kısaca, 2013, genel olarak bizim için güzel bir yıldı.

Pnau’nun ‘Baby’ şarkısının, ‘Changes’ haline gelmesindeki süreçten biraz bahseder misiniz? Şarkının yapım aşamasında böyle bir başarı yakalaybileceğinizi tahmin ediyor muydunuz? Wad Ad: ‘Baby’yi duyduğumuz ilk anda, “Bu şarkı bizim olmalı.” dedik. Vokaller o kadar güzeldi ki, üzerine yapacağımız çalışmalar kafamızda canlanmaya başlamıştı bile. Orijinal versiyonundan mümkün olduğunca uzaklaşmak istedik. Belki biraz daha melodik bir hale getirmekti amacımız, ki sanırım bunu da başardık. Günün sonunda, kattığımız tüm elementlerle ortaya bambaşka bir şarkı çıkmış oldu. Aslına bakarsanız ‘Changes’in bu kadar büyük bir hit olmasını

2014’te neleri başarmak istiyorsunuz? Tek istediğimiz, birlikte daha fazla müzik yapmak ve müziğimizi tüm dünyayla paylaşabilmek. Ortaya yeni sound’lar çıkarmak adına başka müzisyenlerle iş birlikleri yapmayı da çok istiyoruz. 91


TINASHE olarak ilk albümümü yayınlamayı da iple çekiyorum. Nasıl bir ev kayıt sistemin var? Çok fazla ekipmanım yok aslında, gerek de yok buna. Temel olarak birkaç hoparlör, bir bilgisayar ve bir de mikrofonla istediğim şekilde kayıt yapabiliyorum. Peki o zaman, biraz da yayınlanacak ilk albümünden bahsedelim. Nasıl bir sound beklemeliyiz senden? Albümün karakteri hakkında biraz bilgi verir misin?
 Albüm, daha önceki işlerimle benzer köklere dayanıyor olacak fakat kesinlikle zengin bir gelişme içinde olacak bu. Tüm süreç aslında bir yolculuk gibi, ilerledikçe beklemediğiniz, aklınıza dahi gelmeyen elementler eklenebiliyor. Sanırım şu anda bu kadarını söyleyebilirim, daha fazla anlatıp büyüsünü kaçırmak istemiyorum.

fotoğraf: gomillion & leupold

Yaptığın işlerin her kademesinde kendi eforunu ortaya koyuyorsun. Fakat bir süre sonra, iyice yoğunlaştığında bütün bu işleri bir sıraya koymak ve bunlarla ilgilenmek zorlaşacak senin için. Nasıl bir yol izliyorsun şarkı yazım sürecinde? Özellikle mixtape’lerimi hazırlarken izlediğim genel adımlar şu şekilde: Önce bana ilham verecek bir şarkı seçiyorum. Sonra bu şarkıyı alıp arabamda dolaşırken dinliyorum, bu esnada aklıma yeni melodiler de geliyor. Böyle bir gezinin sonunda eve dönüyorum ve stüdyoma geçip şarkı sözlerini yazıp, kaydediyorum şarkıyı. Anlayacağınız, oldukça düzenli ve sistematik bir şekilde çalışıyorum. Tabii ki işler iyice yoğunlaştığında kendime yeni rutinler yaratmam gerekecek.

R&B’nin, geçtiğimiz iki yılda form değiştirerek daha çağdaş bir hal alması, kuşkusuz bu alanda üretim yapan müzisyenlerin de yaratıcılığını körüklemiş oldu. Neticede, 2013’ün büyük bir bölümüne hakimiyet kuran çağdaş R&B’nin hızlı yükselişi 2014’te de devam edecek gibi duruyor. Bu hareketin en önemli katalizörlerinden biri de Tinashe. Müziğini farklı türler ve etkileşimler üzerinden tanımlıyorsun. Peki kendi sound’unu yaratmak için bu farklı elementleri nasıl bir araya getiriyorsun?
 İnanın müziğin her türünü seviyorum ve bir müzisyen olarak farklı türlerden ilham alabilmek hoşuma gidiyor. Son zamanlarda R&B ve diğer alternatif melodileri hip hop beat’leriyle birleştirip farkı bir sound yaratmaya çalışıyorum. Bu tarz bir yaklaşımın ilginç bir dinamik yarattığını düşünüyorum. Daha önce yayınladığın üç mixtape’ini de kendi imkanlarınla dinleyicilerinle paylaştın. Bu durumun sana nasıl bir fayda sağladığını düşünüyorsun?
 Mixtape’leri, müziğimi beğenen insanlarla albüm prodüksiyon sürecini beklemeden paylaşmak istediğim için yayınladım. Evdeki stüdyomda oturup, kimseye bağlı olmaksızın müzik yapıp, bunu da dilediğim metotlarla paylaşabilmek çok rahatlatıcı bir duygu gerçekten. Tüm bu kolaylığın ve esnekliğin yanı sıra, bir plak şirketi üzerinden resmi

Oyunculuk hayatının büyük bir parçası ve bir aktris olarak bilinirken müziğe yönelmen senin için birtakım zorluklara yol açmış olmalı. Bu dönüşümün getirdiği sıkıntılarla nasıl mücadele ediyorsun? Olası problemlerin yoluma çıkmaması için aslında önlemimi baştan aldım. Bunu da yapmak istediğim işte ne kadar kararlı olduğumu göstererek yaptım. Oyunculuk kariyerime özellikle ara verdim ve tüm enerjimi müziğe aktardım. Bu da insanlara ciddi bir müzisyen olmak istediğimi açıkça gösteriyor diye düşünüyorum. Müzisyen ve prodüktör kimliğini birbirinden ayrı mı tutuyorsun? Hayır, kesinlikle bu iki kimliği birbirinden ayırmıyorum. Aksine, ikisi bir arada benim nasıl bir sanatçı olduğumu ortaya koyuyor. Jacques Greene’le birlikte adidas Originals x Yours Truly projesinde yer almanız gibi çeşitli markalarla iş birliklerin oldu. Sanatçı–marka birlikteliğini nasıl değerlendiriyorsun? Şimdiden önümüzdeki günlerde yapacağın kesinleşmiş projeler var mı?
 Sanatçılara kendilerini ifade edebilecekleri platformları yaratan markalarla birlikçe çalışmak gerçekten çok keyifli oluyor. Dediğiniz gibi Yours Truly bunun en güzel örneklerinden biri. Bundan sonra da gereken şartların sağlandığı, benim de kendime yakın hissettiğim markalarla çeşitli işler yapmayı düşünüyorum, fakat önümüzdeki günler için henüz netleşmiş bir proje yok. 2013’ün en özel anı neydi senin için? Aslına bakarsanız oldukça hareketli ve yoğun bir yıl geçirdim ve hayatımı etkileyen birçok olay yaşadım, ama Black Water’ın yayınlandığı an kesinlikle en özeliydi. 2014’te neleri başarmak istiyorsun? Yeni yılda tek dileğim, inanılmaz bir ilk albüm hazırlamak.

XOXO The Mag


G-EAZY Özellikle Too Short ve E-40 gibi isimler bana çok şey öğretti. Liseye geldiğimdeyse arkadaşlarımla, tamamen eğlence amaçlı bir araya gelir ve kayıt yapardık. Hobi olarak başlayan bu durum, bir süre sonra tamamen bir takıntı haline gelmişti. Üniversitede müzik yönetimi okumaya başladığımda ise artık müzik hakkında çok daha büyük planlar yapmaya başlamanın vakti gelmişti. Doo-wop ve Grizzly Bear’den sample’lar kullanacak kadar geniş ve kendine has bir stilin var, ki böyle bir çeşitlilik hip hop sahnesinde pek de alışık olmadığımız bir durum. Şarkı yazım ve sample kullanım metodundan biraz bahseder misin? İlk başlarda, beni bir şekilde etkilemiş ve dinlemekten keyif aldığım şarkılardan sample’lar kullanıyordum. Son albümüm ve bir sonraki çalışmam tamamen benim yaptığım, orijinal prodüksiyonlardan oluşuyor. Tabii ki hala his olarak indie ve old school etkileşimler var, ama şu an biraz daha modern, biraz daha atmosferik bir his yaratmaya çalışıyorum.

fotoğraf: dusty kessler

Letterman ceketin, Ray-Ban gözlüklerin ve geriye taradığın saçlarınla 50’ler estetiğini stiline çok başarılı bir şekilde yansıtıyorsun. Moda ile aran nasıl? Daha önce bir marka ile iş birliği yaptın mı? Hemen her günüm toplantılar ve fotoğraf çekimleriyle geçiyor. Bu yoğunluk içinde karakteristik bir stil ve görünüm yakalamaya çalışıyorum. Özellikle takip ettiğim ve işlerini beğendiğim birçok marka sayabilirim, ki aralarından favorim kesinlikle The Brooklyn Circus. Harika letterman ceketler yapıyorlar gerçekten ve birlikte çalışmamız sonucu ortaya çıkardığımız, özel üretim birkaç tanesi de yolda... Seni hip hop’un James Dean’i olarak adlandırıyorlar. Ne düşünüyorsun bu yakıştırma hakkında? Bunu ilk duyduğumda çok memnun oldum, çünkü yapmaya çalıştığımız tam da buydu aslında. O dönem hip hop sahnesinde bu kadar çeşitli etkileşimi bir arada temsil eden başka kimse yoktu ve gerçekçi olmak gerekirse hala da yok; şu an durduğum yerde yalnızım. James Dean gibi bir efsaneye az da olsun benzetilmekten de gurur duyuyorum.

Ron Shelton’ın 1992 yapımı filmi White Men Can’t Jump’ı hatırlarsınız. Film boyunca basketbol oynaması ile dalga geçilen Woody Harrelson, sonunda herkese yeteneğini kanıtlamıştı. 22 yıl ileriye gidin ve G-Eazy’ye bir kulak verin ne demek istediğimizi daha iyi anlayacaksınız.

Video, sinema, grafik tasarım ve fotoğraf gibi görsel sanatlar senin ve müziğin için ne ifade ediyor? Müzik dışında farklı yaratıcı alanlarda üretim yapıyor musun? Videolarımın, fotoğraflarımın ve tasarımlarımın kalite kontrolünü yapmak en hassas olduğum konulardan biri. Müziğimin yanında, G-Eazy olarak marka değerimi yükselten önemli etkenler bunlar. Halihazırda ekibimle beraber üzerinde çalıştığımız bir proje var. Umuyorum ki, bu konuyla ilgili yakın gelecekte daha fazla bilgi verebileceğim.

G-Eazy, bizce birçok farklı özelliği, kabiliyeti, zevk ve stili temsil ediyor. Peki sen onu nasıl tanımlıyorsun? G-Eazy, şu ana kadar hayatımda etkilendiğim her şeyi temsil ediyor. Bay Area’da büyümek, New Orleans’ta okumak ve sonrasında Los Angeles’ta kayıt yapmak... Tüm bu farklı şehirler, kültürler, sesler, tarzlar şu an geldiğim noktada büyük bir rol oynadı. Tek kelime ile G-Eazy’yi tanımlamak, bu kadar çeşitli etkileşimlerle pek mümkün değil.

Son zamanlarda yeniden underground sound’ların ilgi görmeye başladığını düşünüyor musun? Özellikle günümüz hip hop, rap, R&B sahnesi hakkında neler düşünüyorsun? Evet, kesinlikle. Bu sonuca gelmemizde özellikle son yıllarda etkisi artan birkaç faktörün rolü var. Bunlardan en önemlisi, kesinlikle, erişimin kolaylaşmış olması. Dinleyiciler ve sanatçılar, internet sayesinde, her türlü müziğe çok daha kolay bir şekilde erişebiliyorlar. Etkileşimler artıyor ve müzik evrim geçiriyor. Kısaca, her türlü müzik tarzı için oldukça heyecanlı zamanlar yaşıyoruz.

İnsanlara nasıl bir hikaye anlatmak istiyorsun? Baharda çıkacak yeni albümüm These Things Happen’la, müzik hayatımda şu ana kadar geçirdiğim yolculuğu anlatmayı hedefliyorum. Özetleyecek olursam; birkaç yıl önce yayınladığım ve kısa bir sürede büyük ilgi gören mixtape’lerle başladı her şey. Sonrasında, çeşitli konserlerin açılışını yaptım ve devamında da, özellikle ABD’de ana sahnede performans vermeye başladım. İyisiyle, kötüsüyle, zorlu ve keyifli anlarıyla, işte tam da bu süreçten bahsediyor These Things Happen.

2013’ün en özel anı neydi senin için? Los Angeles’ta, El Rey Theater’da biletleri tükenen performansımız.

Hip hop ve rap’le nasıl tanıştın? Küçük yaşlarda Bay Area’da yaşarken hip hop dinlemeye başladım.

2014’te neleri başarmak istiyorsun? Dünyayı ele geçirmek. 93


cover

the world as a canvas jr JR, sanatın ve hitap ettiği bireylerin arasında beliren çizgiyi bulanıklaştırmayı seven bir sanatçı. Bu yüzden, iç dünyasından ziyade, toplumla kuracağı ilişkileri baz alarak çalışıyor. Portresini çektiği insanlara dahi, dünyaya kendilerini ifade etme seçeneği sunuyor. Onu bu sürece iten, poz verdirmenin sıkıcı olmasından da kaynaklanmıyor aslında, tek odağı herkesin aklına özgün soruların gelmesini sağlamak. Hem portresi çekilen kişinin varlığını görsel bir dille ibare edebilmesini, hem de portreye bakanın, gördüğü kişiyle, bulunduğu mekanda kol kola gezindiğini aklının bir ucuna koymasını; ortak paydada buluştuklarına şahit olmasını istiyor. Dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir yüzeyle aramıza farkında olmadan koyduğumuz/koyulan sınırları ortadan kaldırıyor; Londra, Kenya, Sierra Leone, Havana, Marsilya, Liberya, Kenya, Hindistan veya New York… Projeleri için seçtiği lokasyonlarda araçların değiştiği durumlar bile onu bu etkileşim yörüngesinden uzaklaştırmıyor. Asıl meselenin cevapta değil, soruyu sorabilmekte olduğunu ispat ediyor. Böylece uyuşmazlıklardan beslenen eleştirel sanat, JR’la uyumun mümkün olduğunu gösteren bir hal alıyor. Kısacası edilgen seyircileri yok etmek yerine, onların etkenliğini ortaya koymanın keyfini yaşıyor. Bu ay ise, dikkatleri sokaktan, müzeden, galeriden farklı bir yere, NYC Ballet’ye çekiyor. Biz de bu sayede JR’la Lincoln Center’da buluşup, zihnimizde uyandırdığı soruları ona bizzat soruyoruz. Şimdi modern insanın anatomik mantığını bir köşeye bırakma ve iletişimin tadını çıkarma şansı sizde. Bu yolculuğun ilk kısmında Mike Rosenthal’ın JR’ı görüntülediği portrelerle onu tanıyorsunuz. Sonra, NYC Ballet projesine ait fotoğrafların ahşap üzerine baskılarıyla farklı izlenimler ediniyorsunuz. Son olarak da önceki projeleriyle karşılaşıp geçmişe dönüyorsunuz. Kısacası, herkesin yaşadığı şehri kendi kanvası olarak görmesi dileğiyle, JR, kendini anlatıyor…

interview olga şerbetcioğlu photographer mike rosenthal/1+1 management photographer assistant nick eucker location lincoln center/the new york city ballet





cover

Bu akşam NYC Ballet’yle yaptığın iş birliğinin gösterimini sergileyeceksin, nasıl hissediyorsun? Herkesin, sonunda, çalışmamın üzerinde yürüyebileceği düşüncesi beni çok heyecanlandırıyor. Biliyorum ve farkındayım; insanlar beklentileriyle buraya gelecekler ve benim fotoğraflarımla yüzleşecekler. Üzerinde yürüdükleri görüntüler sayesinde belki baleyle olan ilişkilerini gözden geçirecekler, ve hatta belki en baştan inşa edecekler; ama şu kesin ki bu enstelasyonla bir çeşit iletişime girecekler… Bu bağlantı benim görsellerimden bile daha güçlü bir sonuç doğurabilir. Nasıl bir deneyim olacağını çok merak ediyorum. Ya sen, bu projenden önce baleyle ilgileniyor muydun? Aslında bu baleyle kurduğum ilk ilişki. Önceden baleye gitmemiştim bile. Bu yüzden NYC Ballet’yle ilk keşfimi yaptım diyebilirim. Son iki işinin de New York’ta olduğunu hatırlıyorum; şehri kanvas olarak kullandığını göz önünde bulundurursak, burayla aran nasıl? New York’un her zaman büyük bir hayranıydım. Şehirle kurduğun ilk temastan sonra, New Yorklu olmasan bile, burada yapabileceğin pek çok şey olduğunu görüyorsun. Ben de bir sene içerisinde burada iki proje tamamladım ve böylece şehri daha iyi tanımaya başladım. Özellikle pek gitmediğim ve aşina olmadığım yerlerde çalışarak şehri anlamaya çabaladım. Örneğin, önceki çalışmam için seçtiğim Times Square ve son olarak NYC Ballet’yle Lincoln Center… Ben herkesin kurdukları iletişimler sayesinde bir şeyler öğrenebildiğine ve keşfedebildiğine inanıyorum. Bu benim kendi hayatımı da kapsayan bir inanç; dünyanın herhangi bir yerinde nereye gidersem gideyim orayla ilgili aklımdaki tahminleri ancak yolda yanımda oranın insanlarıyla yürüdüğümde netleştirebiliyorum. Bu yürüyüş ve keşif bağlamında, NYC Ballet ile yaptığın çalışmanın da aslında gayet performatif bir tarafı var. Çalışmalarını bu yönde ilerletmeyi düşünüyor musun? Bu benim için bir nevi keşifti, aşmaya çalıştığım bir engel gibiydi. Zaten çalışmalarımı yaratabilmek için kendi kendime böyle değişimlere ihtiyacım var. NYC Ballet de bana ilham veren farklı bir deneyimdi. Yüzey ve fotoğraf gibi kullanılan araçları aynı çizgide tutmak, insanları çalışmaya dahil etmek, onlarla iletişim kurmak… NYC Ballet’de gerçekleştirdiğim tüm bunlar, esasen yolda yürüdüğümüz anlardan pek uzak değil, sadece biraz daha komplike bir kontekste sahip. Çalışmalarım hangi yöne doğru değişirse değişsin, özünde her zaman bu ‘herkesi dahil etme, etkileşim kurma, bir yerle

alakalı genel bakışı değiştirme’ durumu kalacak; Kenya veya Lincoln Center, fark etmiyor… İşlerinin tabanında aktivist bir tavır seziyorum. Özellikle Inside Out projen için yaptığın “protesto için platform” tanımlamasını düşünerek, bu bağıntıyı NYC Ballet’yle de kurabilir miyiz? Bu projenin böyle bir yönü var mı? Aslına bakarsan, çalışmalarım kendi başlarına direkt olarak protesto güdüsü taşımıyor; yalnızca, insanların soru sormalarını sağlıyor. Bazen toplumsal meseleleri de gündeme getiriyor. Ama arkasında asla politik bir mesaj olmuyor. Politik veya etnik mesajlar, görselleri insanların nasıl okuduğuyla ortaya çıkıyor. Mesela, eğer baleye veya o ortama yakınsan, kendi sözcüklerini de benim çalışmamın üzerine ekliyorsun, yorumunu katıyorsun. Balenin perspektifinden bakacak olursan böyle bir çalışmanın daha önce yapılmadığını görüyorsun. Ama kontekst olarak değerlendirirsen de, daha önce yaptığım işlere pek benzemiyor. Lokasyonlara karşı bakışımı hep aynı şekilde kuruyorum, oranın insanı üzerinden ilerliyorum, ve özellikle küçük bir kasaba gibi bir yerde çalışıyorsam... O zaman aramak veya iletişime geçmek için sınırlara ihtiyacın kalmıyor. Bana göre zaten her şey insanla alakalı. Bu yüzden asla kendime limit koymuyorum. NYC Ballet’ye ilgili olan son bir sorum var; bu performans için Woodkid’le iş birliği yapıyorsun. Bu nasıl bir çalışma olacak ve bu fikir nasıl doğdu? Şu anda NYC Ballet projesinde insanlar sadece sergiyi görebiliyor, yani normal bale performansları oluyor ancak Lincoln Center’da benim işlerim de sergileniyor. Woodkid ise bir sonraki aşamada devreye girecek. Koreografisini yapacağım ve yöneteceğim bir bale performansı üzerinde çalışıyorum. Woodkid de müzik kısmını üstleniyor. Bu yıl içerisinde, daha sonra, göreceksiniz. O halde baleyi şimdilik bir kenara bırakacak olursak, işlerinin geneliyle devam edeyim; sergilerin hem sokaklarda hem de galerilerde düzenleniyor. Yarattıkları etkiler nasıl farklılaşıyor dersin? Ben her türlü araçla birlikte çalışıyorum, ayrıca birbirlerini tamamladıklarını düşünüyorum. Tabii sokaktakilerin kaydedilmesi gerekiyor, böylece paylaşılabiliyor. Müze ve galerideki sergilerin ise sokakla bağı yok. Sokaktaki etkiyi yaratamıyor. Sokakta yarattığın şey bir anda kaybolabiliyor, bunun bir heyecanı var... Öte yandan galeri ise finansal anlamda tam destek veriyor. Yani bu unsurların her birinin benim için ayrı ayrı önemi var. Bu yüzden, hem sokak projeleri, hem

XOXO The Mag




101


cover

müze sergileri hem de galeri sergileri yapıyorum. Çünkü yaptığım farklı işler bir noktada buluşup birbirini tamamlıyor. Baist bir ilişki, biri asla diğerinin alanını zorlamıyor, ve tercih edilmek zorunda bırakmıyor... Aynı zamanda 3D işlerin ve enstalasyonların da var. Heykel formunda çalışmayı hiç düşünüyor musun? Aslında bir keresinde Hong Kong’da kağıt görünümü veren alüminyum bir malzemeden heykel yaptım. Heykel üzerinde çalışmak aklımda hep var, sadece yapmak istediğimi en iyi şekilde nasıl gerçekleştireceğim üzerinde düşünüyorum. Fark ettiysen pek de aceleci bir insan değilim. Çalışmalarında eğlenceli metaforlar kullanıyorsun. Görsel dilini yansıtmak için espri unsurunu portrelerinle nasıl birleştiriyorsun? Esprinin, daha doğrusu genel anlamda işlerime ruh katabilecek her şeyin, gerçekten önemli bir rolü var. Çünkü, fotoğrafını çektiğiniz insanla aranızda ister istemez belli bir mesafe oluyor ve bu mesafeyi espriyle ya da iyi ruhla aşabiliyorsunuz. Esprili yaklaşımım, işlerimde başından beri koruduğum bir stil haline geldi. Portrelerini çektiğim insanlarla eğlenceli diyalogları çoğunlukla ben başlatıyorum ama bazen de ilk adım karşımdaki insanlardan geliyor. Aynı şekilde, bir yerde fotoğraf çekerken, etrafımdaki insanlarla sürekli etkileşim halinde oluyorum ve onlara çekim yaptığım yerin geçmişiyle ilgili sorular soruyorum. Her konuya nasıl yaklaştığınız çok önemli, insanlarla iletişimde de esprili bir yaklaşımınız olması, aklınıza gelebilecek her

türlü sınırı bir anda ortadan kaldırabiliyor. Ve dünyanın neresinde olursam olayım işe yarıyor. Bu da hiç fena bir şey değil. Görsel estetiğin başından beri ne yönde değişti? Bu değişimde Paris’in nasıl bir katkısı oldu? 30 yaşındayım ve 17 yaşımdan beri sanatın içindeyim. Haliyle, onca yıl bu işlerle uğraştığımdan ötürü, vizyonum değişti. Gördüğüm yerlerin ve tanıştığım insanların da sanatımda, şüphesiz, etkileri oldu. Bu anlamda Paris’in de etkisi tartışılmaz… Sokaklardaki fotoğrafların, insanlarla girdiği etkileşim sonucunda başka bir şeye dönüşüyor. Bununla ilgili ne hissediyorsun? Aslında bu, benim için işin en önemli kısmı. Hatta insanların müdahaleleri sonrasında fotoğrafların aldığı yeni haller, orijinalinden çok daha ilginç olabiliyor. Bu yüzden sokakta olduğum gerçeğini hiçbir zaman unutmuyorum. NYC Ballet projesinde de insanların fotoğraflar üzerinde yürüyebiliyor olmalarıyla, bir anlamda geleneksel fotoğrafın sınırlarını aşmaya ve insanları her zaman daha iyisini yapabileceklerine inandırmaya çalışıyorum. Yani yaratıcılığı her zaman kucaklıyorum ve fotoğraflarımla etkileşime girmek isteyen insanlara kapılarımı sonuna dek açıyorum. Sokaktayken, fotoğraflar üzerinde yürüyebiliyorsun, beğenmediysen üzerine bir şeyler karalayabiliyorsun, dilediğini yapmakta özgürsün. Ben de bu etkileşimi takip etmekten büyük keyif alıyorum, ortaya çıkan sonuçları Instagram hesabımda da paylaşıyorum. “İşimi ne hale çevirdiler!”

XOXO The Mag


diye yakınmaktan ziyade “İşimi ne hale çevirdiler!” diye seviniyorum.

yok. Bu konuda merakımın beni yönlendirmesine izin veriyorum. Bu, seyahat sırasında ilgimi çeken bir yer de olabiliyor, medya sayesinde öğrendiğim bir nokta da. Etrafımdaki insanların da beni yönlendirmesine izin veriyorum. Sonu gelmeyen bir keşif hali gibi... Tabii bu keşif, alanı belirledikten sonra da devam ediyor, bu kez üzerinde çalışacağımız yüzeyi keşfetmeye başlıyoruz. Ardından takımımla işe koyuluyoruz. Bir proje kısaca böyle başlamış oluyor.

Biraz önce de kısaca bahsettik... Dijital kayıtlar ve paylaşımlar sokak sanatının geçirdiği evrimin vazgeçilmez bir parçası halini aldı. Öyle ki, yapılan işler birkaç saat içinde silinip gitse bile internette sonsuza dek varlık kazanmış oluyor. Bu minvalde, teknolojiyle aran nasıl? Bunu belki de yüzlerce defa duydun, ama bir de benden duy: 10 yıl önce bunların hiçbiri yoktu, internet hayatımıza daha yeni girmiş sayılırdı. Teknoloji geliştikçe, internetin sağladığı yeni olanakları her zaman işlerimi daha fazla kişiye ulaştırabilmek için kullandım. Instagram sayesinde insanların işlerimle etkileşimi arttı. Hatta, bazen bir Instagram post’unu görüp çektiğim fotoğraflarımı bakmaya gelen insanlar oluyor. Web sitemde “Get Involved” diye bir uygulama var. Dünyanın dört bir tarafından insanlar form doldurarak, projelerime katkıda bulunabiliyorlar. Mesela, İstanbul’da yaşıyorsunuz ve benim orada bir projem olduğunda buna katkıda bulunmak istediğinizi söylüyorsunuz. Ben de İstanbul’da bir proje söz konusu olduğunda size ulaşıyorum. Bir şehirden ister beş kişi, isterse 500 kişi olsun fark etmiyor, hepsiyle mutlaka iletişime geçiyoruz. Hatta bazen, form dolduran insanların sayısı o kadar fazla oluyor ki bu yoğun ilgi bir sonraki proje adımlarımı belirlememde önemli bir rol oynuyor.

Afrika, Asya ve Güney Amerika’da çektiğin portreleri bir araya getiren Women Are Heroes projenin amacı da keşif kaynaklı mıydı? Projenin bir amacı yok, hiç de olmadı zaten. Women Are Heroes yaptığım bir sanat projesi sadece. Bence bu durum, cevabı olmayan muhteşem bir soruya benziyor. Dediğim gibi; işi, işe bakan insanları ve onların tepkilerini gözlemlemek, nasıl etkileşime geçtiklerini deneyimlemek, o yerlerle ilgili vizyonunu değiştirebilen bir etken. Mesela, serinin Liberya ayağında bir hostelin duvarına, çatışma sırasında tecavüze uğrayan bir kadının portresini çizdik. Sürecin inanılmaz olan kısmı da hem yaşanmış bir hikayeden yola çıkıyor olmaktı hem de normal şartlarda yerel halkın yapması imkansız olan bir şeyi sanatın onlara yaptırmış olmasıydı. Bu bağlamda sanatın zaman zaman iyileştirici bir süreci temsil ettiğini düşünüyorum.

Tam da bunu konuşmak istiyorum. Projelerinin lokasyonlarına karar verirken kriterlerin neler oluyor? Açıkçası mevki konusunda katı kurallarım yok, hatta hiç kuralım

Öyleyse, işlerinle sosyal değişimler yaratmayı da amaçlıyor musun? Değişim yaratmak yanlış, daha doğrusu fazlaca iddialı bir tanım 103


cover

olur. Yaptığım şey, daha çok, dikkat çekmek istediğim noktayı bariz bir şekilde göstermek. Tabii bu sırada işle etkileşime giren kişide belli değişimler olabilir. Ama bu amaç dahilinde bir etki değil. Ben sadece bir sanatçıyım ve benim amacım dikkat çekmek, insanları dikkat çektiğim nokta üzerinde düşündürmek, insanlar arasında iletişim kurabilmek ve bir ‘an’ yaratabilmek. Yaptığım işler %99 satılamaz. Dolayısıyla sahip olamayacağın, duvarına asamayacağın bir şeyle etkileşime geçtiğinde o anı sonuna kadar yaşaman gerekir. Matematiğiniz iyiyse hesaplayabilirsiniz; yaptıklarımın sadece %1’i satın alınıp duvara asılabilecek işlerden oluşuyor.

zaman zaman yasadışı işler yapabiliyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse; önlerinden geçtiğimde, yaptığım işlerin hepsi beni hala mutlu ediyor. Bu yüzden de yaptığım şeyin yasal ya da yasadışı olması beni çok da ilgilendirmiyor. Orta Doğu’daki Face to Face ya da Portraits of a Generation projelerini güvenli bir şekilde yapmanın hiçbir yolu yoktu. İnsanlar şimdi daha kolay olacağını söylüyorlar, fakat hala izin almak epey zor olabiliyor. Eğer bir işi yapmak istiyorsam ve o alanı sevdiysem, yasal olup olmamasının benim için hiçbir önemi kalmıyor; seçeneklerimi değerlendiriyorum ve eninde sonunda yapıyorum.

Tabii burada işin içerisine bütçe de giriyor. Bir markayla beraber çalışmanın ya da bir sponsorluk anlaşmasının, işlerin üzerinde nasıl bir etkisi olurdu? Hiçbir zaman marka bağlantılı işler yapmıyorum. Bir marka, sponsor ya da patronla yoluma devam edemem. Yaptığım şeyi yapabilmemin tek yolu işin kendisine ve sanata odaklanabilmek. Büyük laflar ettiğimin farkındayım, ama gerçeği söylemem gerekiyor.

İzin alma işlemleriyle de epey uğraşıyorsun o zaman. Sonuçta biz küçük bir ekibiz ve bu tip detaylarla pek uğraşmak istemiyoruz ve zaten uğraşmaya kalkışmamıza bile gerek kalmıyor. Çalışma taslağını oluşturuyorum ve izinsiz başlıyorum. Zaten işe başlama tarihi yaklaştıkça bir şekilde izni de halletmiş oluyoruz. İzin işlemleriyle sürecin en başında uğraştığımız işler oldukça nadir.

Çalıştığın kanvas dolayısıyla, meşruluk da yaptığın şeyin büyük bir parçası. Mesela Portraits of a Generation, yasadışı bir proje olarak başlayan ve sonrasında yasal olan bir çalışma. Bu minvalde, bir sanatçı olarak, yasal ve yasadışı terimleri arasındaki çizgiyi nasıl tanımlıyorsun? Hiç bir zaman özellikle yasadışı bir iş yapmak için çaba harcamadım. Sadece bazen elimizdeki tek seçenek yasadışı olandı… Bugün bile

Face to Face projenin sana sonunda neler kattığını da merak ediyorum… Koyduğumuz limitlerin aslında sandığımız gibi olmadığını anlamamı sağladı. Bu benim için büyük bir çıkarımdı çünkü bir İranlı, İsrailli ve Filistinli’yi yan yana koymanın imkansız olduğunu düşünürdüm. Ve anladım ki aslında birçok şey mümkün. Hatta işleri gerçekleştirme sürecinde insanların bir kısmının yardım edebileceğini, diğer bir kısmının nefret edebileceğini gördüm. Sonunda vardığım nokta da

XOXO The Mag


bir durum. Ama hal böyleyken esas mesele, güzel fotoğraf çekmekten öte, çektiğin fotoğrafların arkasında ne yattığı oluyor. Yani esas beceri, fotoğrafı yalnızca fotoğraf olmaktan öteye taşıyabilmek.

insanların aslında düşündüklerinden daha açık olduklarıydı. Inside Out çalışmanda Pharrell Williams’la iş birliği yapmıştın. Tekrar birlikte çalışmayı düşünüyor musunuz? Halihazırda seneye gösterime girecek yeni bir video projesi üzerinde birlikte çalışıyoruz. Ama sen detayları sormadan ben cevabı vereyim; henüz tamamlanmamış olduğu için maalesef ayrıntılara girmek istemiyorum.

İstanbul’a geldin mi hiç? Henüz değil, ama bir sonraki projem orada olacak. Los Angeles’ta başladığım The Wrinkles of the City projesine İstanbul’da devam edeceğim. Bu durumda çok yakında şehrinizi ziyaret edeceğimi söyleyebilirim.

O zaman konuyu değiştirelim; Instagram’ında gördüğümüz üzere çatılara tırmanmaya meraklısın… Bir fotoğrafında yılbaşı gecesi böyle bir macera yaşadığını gördük. Evet, hem de David Blaine ile birlikteydik! Aslında yılbaşında paçayı iyi kurtardık, sokakta aynı zamanda fazla sayıda sarhoş insan olması göze batmama konusunda bize yardımcı oldu. Fakat ondan bir gece önce o kadar şanslı değildik, bir süre sonra polisle karşılaşıp çatıdan indirildik. O gün işin bana göre en komik tarafıysa, bir sihirbazın ne yapıp edip hünerlerini kullanarak böyle bir durumdan nasıl sıyrılabildiğine şahit olmaktı. David Blaine, bu konuda hakikaten inanılmazdı; bir şekilde polisleri oradan uzaklaştırdı. Neticede o gece hapse düşmekten kurtulduk.

O zaman, kafanda canlandırdığın İstanbul’u anlatmanı isteyeyim. Şimdiye dek insanlardan duyduklarım ve edindiğim izlenimlerden zihnimde canlanan yer, eşsiz mimarisi ve sokaklarıyla harika bir şehre benziyor. Orada gerçekleştireceğim projeyi düşündükçe heyecanlanıyorum, zira gördüğüm fotoğraflardan anladığım kadarıyla İstanbul’daki mimari yapı da gerçekleştirmeyi düşündüğüm proje için ideal bir ortam oluşturuyor. Bitirmeden, merak ettiğim bir konu daha var; Robert De Niro’nun son filminde ufak bir rolün var, nasıl oldu da kaptın bu rolü? Robert’la iyi arkadaşız ve en son onu sette ziyarete gittiğimde, “Filmde rol almak ister misin?” diye sordu. Olaylar böyle gelişti, yani esasında planlanmış bir şey değildi. Böylece hayatımda ilk defa bir filmde rol almış oldum ve gerçekten güzel bir tecrübeydi.

İnternetteki fotoğraf tüketimi hakkında ne düşünüyorsun? Malum, eskiden fotoğraf bu kadar kolay ulaşılır bir şey değildi; öncelikle iyi bir fotoğraf makinesine sahip olman gerekiyordu. Şimdiyse her isteyen gayet iyi bir fotoğrafçı olabiliyor, ki bence bu iyi 105


The Wrinkles of the City, Los Angeles, Robert Upside Down - Downtown, USA, 201/jr-art.net

28 Millimeters, Face2Face, Holy Tryptich, 2006/jr-art.net


28 Millimeters, Women Are Heroes, Swimming Pool, Intercontinental Hotel, Horizontale, Monrovia, Liberia, 2008/jr-art.net

Inside Out Project, Naplouse, Palestine, 2011/jr-art.net


harnest elif domaniรง elbise closh


photographer hasan hüseyin/cream tr stylist hakan öztürk hair yıldırım bozüyük/no21 make-up erkan uluç photographer assistants erdem akkaya, apo seletli, nida aydın stylist assistants fırat gençdoğan, şeyma arslaner

JUMP HEIDI JUMP JUMP HEIDI JUMP JUMP HEIDI JUMP


elbise yasemin รถzeri kemerler mango




ceket dsquared/beymen harnest elif domani癟 atk覺 tino cosma/beymen


elbise a46 tuvanam



kazak mango elbise yasemin รถzeri



elbise stefanel elbise ezra+tuba boyunluk lug von siga etekler topshop


boyunluk lug von siga yaka topshop elbise cengiz abazoÄ&#x;lu

119


brıefs

SWEETHEART, I’M YOURS! Bu sevgililer gününde Swatch içindeki aşkla tarafınıza sesleniyor ve Swatch Sweet Valentine, sevimlilik doz aşımıyla hissiyatınızı açığa çıkarma misyonunu üstleniyor. Kırmızı, beyaz baston şeker konseptini kendi formatlarına ayarlayan Swatch Sevgililer Günü’ne özel ‘kıyafetiyle’ müstakbel bileğini bekliyor.

TAKE IT EASY Karmaşık vibrasyonlar veren tasarımcılar ve kampanyaları arasında kaybolmuş, hangi printi nasıl daha karmaşık hale getirsem diye can çekişen bünyelere bir tutam Avustralya sakinliği ikram edelim. Bassike, Sonbahar-Kış 2014 için doğal renkleri, sade geçişleri ve Birkenstock’larıyla gerekli sükunet dozunu enjekte ediyor. Şimdi derin bir nefes alın fotoğraflara bakın ve ‘print on print’ trendini yavaşça yere bırakın.

SUPER DEFENSIVE Kış aylarında çikolata krizine giren, eve kapanıp film üzerine film izlemek isteyen tek kişi siz değilsiniz. Cildiniz de dış etkenlerden yoruluyor, kendi kalesine çekilmek ve güç toplamak istiyor. Clinique Superdefense SPF 20 Daily Defense Moisturizer, kış depresyonuna yenilmeyen ve sokağa çıkmanın dayanılmaz hafifliğinden vazgeçemeyenler için tasarlanmış. Cildi gün boyu nemlendiren, içeriğindeki antioksidan kokteyli ve güneş koruması sayesinde çizgi ve kırışık oluşumlarını engelleyen hafif yapılı bu krem, cilde sürüldüğü an bir rahatlama hissi yaratıyor. Photosome enzimi, arpa ve buğday çekirdeği, deniz kırbacı özü ve kafein, tanıdığımız ve sevdiğimiz minimalist Clinique kavanozunda bir araya geliyor.

CYCLING BETWEEN DIMENSIONS 2. ve 3. boyutu birleştirme fikriyle yola çıkan Macar tasarımcı Kiss Zsombor denemeleri sonucunda The Kzs’e varıyor. Geometrik formu metalik bir akıcılıkta buluşturan bisiklet tasarımı minimalizmin sınırlarını deneyimliyor. Ve bu sırada kullanıcısını boyutlar arası bir performansa davet ediyor.

XOXO The Mag


ARŞİVLER FORA Paris Palais Galliera, Condé Nast’ın arşivini aralıyor ve yayın grubunun uluslararası kütüphanesinden fotoğraflarla 1918-2014 yılları arasına ait bir retrospektif sunuyor. Yayın grubunun ilk fotoğrafçısı Baron Adolf de Meyer’den Edward Steichen, George Hoyningen-Huene, Horst P. Horst, Cecil Beaton, Erwin Blumenfeld ve Irving Penn’e , Guy Bourdin’den, William Klein, David Bailey, Helmut Newton, Bruce Weber, Peter Lindbergh, Steven Meisel, Inez van Lamsweerde & Vinoodh Matadin, ve Miles Aldridge’e uzanan ikonik fotoğraflar Mart ayında gezilebilecek.

TOTALLY ORGANIC Diyetinize böcek ekleme konusu uzun zamandır kafanızdaki soru işaretleriyle yeni tatlar denemek isteyen tarafınızı tartışmalara dahil ediyorsa, Şef David George Gordan’ın The Eat-A-Bug kitabı başlangıç seviyenizi aşmanıza yardımcı olabilir. 1997’den beri mutfağına böcekleri de dahil eden Gordan’ın iş kaleme sarılmaya gelince neden bu kadar beklediği merakınızı cezbediyor olabilir. Belki de doğru zamanı bekliyordu diyerek geçiştireceğimiz sorunuza Gordan’ın da bir cevabı var: “Bundan yaklaşık 100 yıl önce sushi de aynı önyargıların kurbanı olmuştu çünkü kimse çiğ balık yemek istemiyordu.”

KUTU KUTU PENSE Minik çantalara tıkışma hali, dengede durmaya çalıştığımız trend denizinin uzun zamandır var olan şiddetli dalgalarından. Fonksiyonelliğin minimalizme bu sezon da yenik düştüğünü Resort koleksiyonlarında avaz avaz duyuran tasarımcılar karşısında bükemediği bileği öpmeye razı olanlardansanız en azından eğlenceli seçenekleriniz olduğunu biliniz.

121


XOXO ID ELÇİN EKİNCİ Sanatçı Şu sıralar neyle meşgulsün? Daire Sanat Galeri’nin konuk ettiği Düzenin Doğası isimli sergim 8 Şubat’a kadar devam ediyor. Sanat pratiğinin beraberinde, görsel tasarım alanında projelerim de var. Boyner’de Strateji Geliştirme & Görsel Sunum departmanında tasarımcı olarak çalışıyorum. Elbette bu yüzden de vitrin projeleri hazırlığı içerisindeyim. Tasarım alanında yapmış olduğun çalışmalarından ve tasarım geçmişinden biraz bahseder misin? Yaklaşık 6 yıldır Boyner Holding bünyesinde bulunan firmaların kreatif ve görsel tasarım ekipleri içinde çalışıyorum. Mağazacılığın görsel tasarım alanında Beymen ilk deneyimimdi. Akabinde T-box, müthiş bir serüvendi. Burada voltran bir ekip içinde, marka kreatif çalışmalarına ilişkin konsept oluşturma, vitrinler, mağazayla ilgili her türlü konseptin geliştirilmesinden uygulama sürecine kadar geniş bir yelpazede yaratıcı çalışmalarla ilgilendim.

normlarına, ezberlerine takılıp kalmama, uzaktan bakıp değerlendirme ve farklı hikayelerle tanışma dolayısıyla farklı perspektiflerden bakma imkanı sağlıyor. İşler de bu geçiş süreçlerinde ortaya çıkıyor. Sanat, daha çok bir eylem biçimi ve düşünce üretme süreci benim için. Vitrin ve kreatif anlamda hazırladığım tasarımlar ise motivasyon, satış ve pazarlama sürecine göre şekilleniyor ve bu kodlar yada briefler doğrultusunda estetik bir şekilde görselleşiyor. Sunum yaptığın, paylaştığın kişiler izleyiciden müşteriye dönüşüyor. Tabii şöyle de bir durum da var nasıl yaklaştığın ile ilgili olarak yaptığın her şey sanata dair bir eylem, bir projeye dönüşebilir.

Tasarım ve sanat; bu iki disiplini nasıl ilişkilendiriyorsun? Birkaç farklı dünyaya ziyarette bulunmak gibi aslında; yakın yapılarda ancak farklı elementlerde ve birbirinden tamamen bağımsız değil... Bunlar arasında gidip gelme, mekik dokuma beni çok besliyor. O an içinde bulunduğum dünyanın Peki, sergiyle ilgili olarak serginin kavramsal çerçevesinden biraz daha bahseder misin? Sence düzen nedir? Sergi; doğa ile kültür –var olan ile tasarlanmış– arasında gidip gelen, dengelenmeye çabalayan bir ruh hali üzerine kurulu. Düzenin; hesaplanabilir, bölünebilir, rasyonelize edilebilir, denetlenebilir bir anlayışla örgütleme meselesinden yola çıkıyorum. Bu ilişki üzerinden henüz hiçbir şeyin ‘tasarlanmadığı’ ilksel belleğe -doğal olana- dair bilgiyi yeniden inşa etmeye çabalıyorum. Düzen, iki durumu da refere ediyor. Geometri temsili üzerinden geometrik biçimlendirme, mimari unsurlar, ölçme, sınıflandırma, doğal olanın kalıba sokulması, şablonlarla tanımlaması, tasnif edilmesini mesele ediniyorum ve bu süreçte temsili yapılarla oynuyorum. Mesela temsili işlev

gören sembolik kullanımdaki geometri, 'Bayrak' işinde karşımıza çıkıyor. Var olan tüm bayrak sembollerini çıkarıp bağlamından koparıp parçalara ayırıp yığınak haline getiriyorum. Sergide organik ve inorganik form arasında ne gibi farklar hissediyorsun? Doğal olanın, organik yapının, taklidi durumunda inorganik yapıyı görüyoruz. İnorganik bu yapılar ile organik yapıyı denetlemeye çalışması ve tabii karşılıklı erk durumu. ‘Skala’ işinde, düzenleme, ölçü, birim ve denetleme meselesi ile uğraşıyorum. Burada farklı tonlarda toprağı, inorganik olan beton bir yapı içinde skala dizilimine göre yerleştirdim. Değirmen öğütme sesi ile kozmik bir ses hissiyatı arasında uğultu çıkaran bu beton formun içinde bir spiral bir

XOXO The Mag

skala bulunuyor. Döndükçe; içinde bulunan toprak deforme oluyor, birbiri içine geçerek keskinliğini yitiriyor. Doğal olanın denetlenememe durumu… Aynı zamanda mekanı farklı mecra ve materyallerle kurguladım. Video ve fotoğraflar daha çok süreci gösteren dökümenter bir medium’a dönüştü. Seni ve üretimini etkilediğini düşündüğün sanatçılar var mı? İşlerin üretim sürecinde sanatın her dalı ve minimal tasarımcılar motivasyonum oluyorlar diyebilirim. Karşılaştığım her hikaye, her deneyim yeni bir kanal açıyor. Şu aralar özellikle süreçle ilgili sanat beni heyecanlandırıyor; işin oluşum ve üretim pratiğinde de bu süreci görebildiğim sanatçılar... Son dönemlerde bir de özellikle Orta Doğulu sanatçıları takip ediyorum.


GLAMOROUS HAIR Altın parıltısına sahip saçlar her daim Marilyn Monroe, Scarlett Johansson, Claudia Schiffer gibi sarışınlarla bağdaştırılmış olsa da kızıllar, kumrallar ve esmerlere de aynı hakkın tanınmasından yanayız. Toni&Guy, Glamour serisiyle parlak saç konseptinin altını yaldızlı kalemlerle çiziyor ve bize de bu canlı parlaklığın tadını çıkarmak düşüyor. Moisturising Shine Spray, kuru saçlara da püskürtülebiliyor. Serum Drops, elektriklenme ve uçuşmayı engelliyor. Spritz & Shine Liquid Mousse, ışığı saç diplerinden ucuna kadar her noktaya yayıyor. Firm Hold Hairspray ise saçın şeklini gün boyu korumaya yardımcı oluyor.

SANAL GERÇEKLİK Şimdiki zamanda kendini gotik kelimesiyle eş değer kılan Gareth Pugh ve tasarımları Ocak ayı içerisinde erkek podyumlarına da sızdı. Kutlama gerektiren fırsatları iyi değerlendiren Selfridges kapsam dahilinde tasarımcıdan ziyaretçilerinin gerçeklik algılarıyla oynamasını rica etti. Moda filmlerinin gücüne inanan Gareth, mağazanın 1. katında 2 metrelik bir odada algılarınızın ayarlarıyla oynamayı bekliyor.

THE DUO Malumunuz bu yıl tüm takvimlerde Kate Moss yılı olarak belirlendi. 40. yaşı şerefine modele her mecradan atıfta bulunanların ardı arkası kesilmeyecek. Antibiyotiklerinizi şimdiden alınız. Aylık Kate dozuna katkıda bulunmak için Mart ayında satışa sunulacak Kate Moss by Mario Testino kitabı için sehpanızda yer açıp ikilinin iş ve arkadaşlık birlikteliklerini sonsuza dek yanınızda taşıyabilirsiniz. Üstelik yazınsal alanı deneyimleyen Kate Moss’un bir denemesi de kitabın bonusları arasında.

123


brıefs

COLOURING 101 M.A.C maskara bağımlılarının keyifle kullandığı ikonik maskara False Lashes, renkli bir dünyanın kapılarını aralıyor. Mürdüm Plum Reserve, canlı mavi Blue Charge, kahverengi Counterfeit Brown ve patlıcan moru Artificial Aubergine ile, klasik siyahın yanından ukala bir tavırla geçiyor ve arkasına da bakmıyor. Özel fırçası ile doğru miktarda rengi kirpiklerle buluşturan False Lashes'ın yeni renkleri arasında favorimiz hiç de sıkıcı olmayan kahverengi.

XOXO ID AMÉLIE CHARROIN & MARIE COLIN-MADAN Milleneufcentquatrevingtquatre Markasının Yaratıcıları Markanızın ismine nasıl karar verdiniz? Doğum yılımız 1984’ten geliyor. Ve bu sene bizim için özel… 30 oluyoruz. Kuruluş döneminde ne gibi zorluklar yaşadınız? Zorluk demeyelim aslında çünkü bizce çok istekli olduğunuz sürece her şey mümkün olabiliyor. En çok kimler fularlarınızı tercih ediyor? Aslında müşterilerimiz pek çok farklı tarzda kişiden oluşuyor. Tabii, bu durum da bizde ekstra mutluluğa sebep oluyor. Moda dünyasında neyi değiştirmek isterdiniz? Çılgın programlar... Demek istediğim çok yoğun planlamalar işin içine girdiğinde her şey zorlaşabiliyor. Sizce de lüks kavramı demokratikleşiyor mu? Olabilir ama her zaman lüks diye

adlandıracağımız özel parçalar da olacak. Birlikte çalışmaya nasıl karar verdiniz? Okullarımızı bitirince birlikte çalışmaya başladık. Bir anda oluverdi. En son ne zaman tartıştınız? Bu konuda sadece iletişimin önemini vurgulamak isteriz! İlhamı tanımlarsanız? Anlık arzulara bağlı gelişen şeyler. “Asla kullanmayız,” dediğiniz bir materyal var mı? Asla “asla” dememeliyiz! O zaman neden hep ipek? Hep değil; ipekli pamuk, kaşmir gibi materyaller de var. Hem önümüzdeki sonbaharda yenileri de ekleyeceğiz. BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ 2006 yılında 3 çalışan annenin çocuklarına pijama bulamadıkları gerekçesiyle güçlerini birleştirmesiyle kurulan Le Marchand d’Etoiles, yumuşak uykuları garantiliyor. 200’den fazla noktada satılan ürünleri 12 yaşına kadar bulutların üzerinde gezebilme lüksü sunuyor ve henüz masalın başında gözler kapanmaya başlıyor. CARA'S BEAUTY BUDDIES Yılbaşı akşamı kaçınızın saç modelinden Rihanna, namıdiğer Riri sorumluydu? Cara Delevingne, sosyal medyada bir güzellik kampanyası muamelesi gören, Rihanna'nın kendisine kusursuz bir at kuyruğu hediye ettiği o fotoğrafın ardından bir de yakın arkadaşı Jourdan Dunn eşliğinde, YSL'in kült aydınlatıcısı Touche Éclat'nın havalarda uçuştuğu bir video paylaşınca, bu Frida Kahlo kaşlı kızın güzellik havadislerini dikkatle takip etmek gerektiğini anladık. Bizleri son derece Parizyen bir kampanyanın beklediği gün gibi ortada. Gözümüz Cara'nın Instagram hesabında.

XOXO The Mag


XOXO ID EUGENIA ALEJOS Eugenialejos’un Tasarımcısı İlk moda tasarımcısı olmak istediğin zamanı hatırlıyor musun? Kendiliğinden gelişen bir süreçti diyebilirim. Aslında iç mimarlık eğitimi alacaktım, sonrasında moda opsiyonu karşıma çıkınca değerlendirmeden edemedim. Sanırım hayalini kurduğum her şeyi gerçekleştirmek gibi bir özelliğim var. İspanya genç bir tasarımcının hayatında ne kadar yer kaplıyor, yaşadığın yer seni nasıl etkiliyor? Pek bir rolü yok diyebilirim. Ben buradaki moda anlayışının biraz daha dışında işler yapmaya çalışıyorum. 2 boyutlu çalışmalarım mesela... Dürüst olmak gerekirse insanların sizin baktığınız yönün tersine baktıkları bir ortamda tasarlamak hayli zor.

illüstrasyonun ne zaman bittiğine karar vermek. alıyor olacak. O yüzden bu soruyu bana biraz daha geç sormuş olmanı isterdim... Yeni tasarımcılar yola deneysel başlayıp sonrasında daha ticari oluyorlar; Moda dünyasıyla ilgili bir şeyi sen dünyaca tanınır olmak için nasıl değiştirebilecek olsaydın bu ne olurdu? fedakarlıklar yapardın? Bedava staj programlarını ortadan kaldırır, Başlarda deneysel olup elinden gelenin stajyerlere de para ödenmesini sağlardım. en iyisini yapmak tasarımcıların isimlerini duyurmaları için kaçınılmaz bir gereklilik. Şu anda ne üzerinde çalışıyorsun? Sonraki etapta daha somut bir düşünce tarzına Bir sonraki projem, INDIE Magazine için bir geçip müşteri odaklı çalışmaya başlıyorlar. illüstrasyon iş birliği olacak. Sonrasındaysa Kınaması kolay fakat yaşaması zor bir süreç DASH Magazine için editoryal bir çalışma olmalı. O yüzden yaşayarak göreceğim... yapacağım. Bunun yanında uluslararası iki dergiye styling çalışması yapıyorum. Medya 3D printing’in geleceğini nasıl görüyorsun? haricindeyse 3D printing üzerine yoğunlaşıp Tasarımlarında kullanmayı düşündün mü? koleksiyonlarımı bu şekilde geliştirmeyi Bir sonraki koleksiyonum 3D printing’i odağına planlıyorum.

İşlerini nasıl tanımlarsın? Genel olarak 20. yüzyıl kolajlarından etkilendiğini söyleyebilirim. Sanayi Devrimi’yle yeni taleplere cevap bulan, sanat devrimine kadar uzanan ve sonsuz materyal olanakları sunan tanımlaması hayli zor bir süreç... Bahsi geçen bu zamandan 100 yıl sonra ben de kendimi benzeri bir devrim yaratırken buldum. Bir işin nihai haline ulaşıp ulaşmadığına nasıl karar veriyorsun? Kolajlarımda bana ve başkalarına ait görselleri kullanıyorum, sakin başlayan bu süreç yapıştırma, boyama, dikme, photoshop ya da illustrator’da editleme gibi bir karmaşayla devam ediyor. Dolayısıyla işim aslında daha çok teknik bir geliştirme sürecinden oluşuyor, iç güdülerime güvenebildiğim tek yerse bir THE PUSH-UP EFFECT La Perla'nın şık dantellere sardığı bu etkiye cildinizin de ihtiyaç duyduğunu biliyor muydunuz? Anti-aging dediğimiz mucizeden beklentimiz aslında tam olarak bu değil mi? Cildi sıkılaştırmak, yenilemek, daha genç ve pürüzsüz bir görünüm sağlamak. Darphin'in Stimulskin Plus serisinin kalbinde Pierre Darphin tarafından 1958'de keşfedilen deep masaj ve Sea Emerald™ yer alıyor. Temel protein üretimini aktive eden deniz zümrütüne, Komifora Mukul özü, yaseminin hafifliği, Ylang Ylang'ın lüks dokusu ve ölmezotunun muhteşem kokusu eşlik ediyor. Yolu Paris'e düşenler Darphin Vendôme Institute'ü ziyaret edip deneyimli uzmanların parmak darbeleriyle deep masajın tadını çıkarabilir.

CONTEMPORARY KINGDOM 3 farklı jenerasyondan sanatçının yaratıcı dinamizmin ve güncel sanatın sınırlarını sorguladığı Contemporary Kingdom spot ışıklarını Suudi Arabistan’ın güncel sanat sahnesine çeviriyor. Krallığın çekim alanına girdiği ve sindiremediği savunulan modernizim akımın bireysel sorgulamalarını sunan sanatçılar, medyayı da rotalarında tutarak kreatif bir diyalog oluşturmayı amaçlıyor.

125


brıefs

MODA FOTOĞRAFÇILIĞINA GİRİŞ WINTER ROSE Moda tarihi kitaplarında 20. yüzyıla geldiğinizde en geniş yer kaplayan isimlerden birinin Edward Steichen’a ait olduğunu fark edersiniz. İlk moda fotoğrafçısı olarak anılan Steichen’ın ikonik fotoğrafları Şubat 23’e kadar New York, Whitney Museum’ın duvarlarında sergileniyor olacak. Richard ve Jackie Hollander tarafından müzeye verilen eserler Steichen’ın Condé Nast için çalıştığı süre içerisinde çektiği fotoğrafların bir retrospektifi.

Sert rüzgarların estiği, soğuk ve temiz hava gül kokuları için ideal bir ev sahibi. Eğer ki Stella McCartney'nin ilk parfümüyle başlayan gül aşkınız içinizde bir ukte olarak kaldıysa, kendinize şu pembe kızlardan birini acilen ediniyor ve bahar sıcakları şehri basmadan önce gül yapraklarına bürünüyorsunuz. Harem mensubu bir prenses yerine karizmatik ve şehirli bir kadın gibi kokmak isteyenlere taze ve temiz gülü bir doz baharatla kirletmelerini tavsiye ediyoruz. Armani/Privé Rose Alexandrie, bergamot, İtalyan neroli yaprağı ve güle, sarı bir çiçeği, mimozayı ekliyor. Sonuç tam da Mr. Giorgio Armani’den bekleneceği gibi modern ve şaşırtıcı derecede baharatlı. Tom Ford Café Rose güle eşlik eden safran, karabiber, kahve ve tütsü gibi iştah açıcı notalara sahip. Balenciaga Rosabotanica, acı ve sek duruşunu bozmuyor, mönüye incir yaprakları, vetiver ve temiz odunsuları da ekliyor. Marni Rose ise 'pudrasını tazeleyen hanımefendi' ambalajının altında gülün karanlık yüzünü gizliyor, kakule, acı badem ve menekşenin bu işte bir parmağı olmalı.

BABY YOU CAN DRIVE MY CAR

WASH

Zencefille kakulenin sıcak ve baharatlı notaları ile bergamot, çam ve limonsu kokulu reçinenin ortaya çıkardığı sıcak ve odunsu aroma, anahtarı çevirmeden hemen önce burnunuza geliyor. Menekşe, aromatik lavanta ve baharatlı karanfil taneleri, müziğe karar verirken kendini hissettiriyor. Kuru ve topraksı kokusuyla vetiver, bir doz vanilya eşliğinde sandal ve sedir ağacının dumanına karıştığında çoktan yola çıkmış oluyorsunuz. Atelier Rebul Erkek Bakım Koleksiyonu'nun en ilginç üyesi Vetiver Araba Parfümü, 'zaten bugüne kadar neden yapılmadı ki' dedirtiyor. Müthiş bir hediye olduğu ortada, 14 Şubat gibi bahanelere ise hiç gerek yok.

Çöp torbası çanta, çorap üstü terlik, büyük logolar ve puantiye... Sezonun tüm olmazsa olmazlarını içerisinde barındırıp yine de bilindik sulardan çok uzaklarda yüzmek nasıl mümkün olurdu? Ingrid Verner dördüncü koleksiyonuyla Avustralya kıyılarından moda dünyasına yolladığı tasarımlarıyla soruya alternatif bir cevap öneriyor. Cevabının içerisinde de size yeni sorular yöneltiyor: Geri dönüşüm hayatınızda ne kadar yer kaplıyor? Bir çöp torbasını çantadan ayıran ne? Cevaplara ve yeni sorulara ulaşmak için noktaları takip ediniz.

XOXO The Mag


I WOKE UP IN MY CLOTHES Aaron Stern adı kulağınıza aşina geliyorsa yakınlarınızdaki bir Dazed&Confused, The NewYork Times T Magazine ya da L’Officiel Hommes’un fotoğraf kredilerine bakın. Nereden tanıdığınız kısmını çözdüğümüze göre Stern’e biraz daha yakından bakabilirsiniz. İkinci kitabı I Woke Up in My Clothes’la sevgi, samimiyet ve kaybetmek arasındaki boşluğu doldurmaya çalışan Stern, Sandy Fırtınası’nın ardında bıraktıklarını takip ediyor. 2007-2013 yılları arasında çektiği fotoğrafları derlediği kitabının açılışınıysa David Wagoner’in mısralarına teslim ediyor.

Rihanna, Lady Gaga ve Gossip tasarımlarını giymişlerdi. Gururlu hissetmiş miydin? Mağazamdaki yerleştirmeler tamamlandığında hissettiğim gurur kadar hiçbir şey beni gururlandırmıyor diyebilirim. Büyük isimler ve markalarla çalışmak elbette güzel hissettiriyor ve bir bakıma yaptığınız işi meşrulaştırıyor, ama büyük bir projeyi üstlenip, bitirip, umduğunuzdan daha fazlasını başardığınız gördüğünüzde hissettiklerinizin üstüne hiç kimse geçemiyor.

Özellikle babam, Garry Noland. Onu kayırmak için söylemiyorum; her şeyi ondan öğrendiğim ve bugün tasarıma devam etmemi sağladığı için söylüyorum. Mood board hazırlama sürecin nasıl geçiyor? Bilgisayarımda beğendiğim her şeyi eklediğim bir klasör var. Bir de defterimde fikirlerimi uçuşturduğum ve hayalini kurduğum planların listesini yaparım hep. Bu ikili, mood board hazırlamama gerek bırakmıyor.

XOXO ID PEGGY NOLAND Moda Tasarımcısı Pop art, Japon sokak modası ve club kid stili… Bunların hepsini birleştirmeye nasıl karar verdin? Kendiliğinden oldu aslında. Eminim hepimizin sebebini açıklayamadığı ama kendini yakın hissettiği bir estetik çizgi var. Giysi tasarlamaya ilk başladığımda, cesur ve iddialı, ‘bana bak’ ruhu taşıyan kişilere ilgi duyuyordum. Şimdiyse trendleri ve zevkleri birbirinden ayırdığım için, tasarımımın dış dünyada nasıl gözükeceğiyle değil, giydiği kişinin kişiliğiyle nasıl uyuşacağının kompleks ilişkisiyle ilgileniyorum. Bu merakını kuvvetlendiren sanatçılar kimler? Seth Bogard, Jaimie Warren, Cody Cricheloe, K8 Hardy… Yaptıkları harika işlerle beni etkileyen bir sürü isim var. Bu isimler de içlerinden gelen ve en sevdikleri şeyi yaptıkları için bana ilham veriyorlar.

Çalışma çevreni nasıl tarif edersin? Karmakarışık; her tarafta kurumayı bekleyen çizimler, yerde kumaş parçaları, her yüzeyde kahve bardakları, kendi notlarım, arkadaşlarımın yazdıkları notlar, güzel anlarımdan hatıralar… Tasarımlarının aksine, minimal ve monokrom parçalar gördüğünde ne hissediyorsun? Onları da seviyorum! Hatta bahsettiğim estetik çizgimin minimal olmasını dilediğim bazı anlar oluyor. Yalın, şık ve en önemlisi, içinde uyanmak için mükemmel bir çizgi… Başkaları o çizgide benden çok daha iyi duruyor. Mutsuz hissettiğinde ne yapıyorsun? Yaptığım şeye ara veriyorum… Mutsuzluklarım çoğunlukla yorgunluktan veya ilham kaybından kaynaklanıyor. Eğer kafamın içerisindekilerden bir dakikalığına bile olsa ayrılıp, bu hayata sahip olduğum için ne kadar şanslı olduğumu kendime hatırlatabilirsem, her şeyi düzene koyabiliyorum. Peki, ilhamı nerede buluyorsun? Arkadaşlarımda.

127

Kostüm tasarımıyla seni büyüleyen bir film var mı? Kostümlerden ziyade setler dersek, cevabım kesinlikle Earth Girls Are Easy ve The Cat in the Hat olur… Yönettiğin bir kısa moda filminde, gardıropta yaşanan bir patlamayı görüyoruz. Bir tasarımcı olarak niye kıyafetleri yok etmek istedin? Orada geçiciliği anlatmak istemiştim. Bazı sanatçılar için yaratmak her şey, ama kötü zamanlarımızda bunun bir önemi olup olmadığını da merak ediyoruz. Bir şey üzerinde çok çalışmanın deneyini yapıyor gibiydim o videoda, her şeyimi koleksiyona döktüm, kamera bulmak için para topladım ve tüm bunları o gardırobu dağıtmak için yaptım. Geçmişte yarattıklarımla olan bağımı böylece kopardım ve rahatlayıp ileriye bakmaya başladım.


ROCK AND ROLL IS HERE TO STAY. photographer begüm yetiş fashion editor dilara fındıkoğlu hair serkan yıldırım/no21 hair assistant ismail inan make-up gülüm erzincan make-up assistant kübra gedikli modeller bambi p./option mgmt lukas & jacop/daman mgmt

XOXO The Mag


gรถmlek stella mccartney ceket each other elbise nedo pantolon h&m 129


BAMBI gömlek zeynep tosun takım suno kürk elif cığızoğlu ayakkabılar h&m kemer h&m LUKAS & JACOB gömlek by retro pantolon by retro fular vakko kemer louis vuitton ayakkabılar christian louboutin


bluz h&m gรถmlek marc jacobs pantolon h&m 131


süeter missoni gömlek uterqüe pantolon zeynep tosun çanta louis vuitton


tulum elif cıgızoğlu kürk özgür masur çanta louis vuitton eldiven elif cığızoğlu fular louis vuitton


g繹mlek asl覺 filinta



MUSIC

REVIEWS

Elephant

Bombay Bicycle Club

Jets

Arada bir kendinizi biraz daha hassas ve kırılgan hissedip, 80’lerin ve 90’ların dream pop’una sığınmak isteyebilirsiniz. Bu noktada Galaxie 500 ve Slowdive gibi isimlerden sıkıldıysanız ve bir nebze daha modern bir sound arıyorsanız, Elephant tam da ihtiyacınız olan isim. Geçtiğimiz Şubat ayında çıkan ‘Skyscraper’ single’larının ardından, yine Memphis Industries’den yayınladıkları ‘Elusive Youth’la çizgisini bozmayan Elephant, en iyi bildiği yolda üretimine devam ediyor.

Sırasıyla ‘Carry Me’ ve ‘Luna’ single’larını dinledikten sonra nihayet Bombay Bicycle Club’ın yeni albümü So Long, See You Tomorrow’un tamamıyla tanışabildik. Alışkın olduğumuz, karanlık polyphonic rock tavır, temiz vokaller, korolar, her şey yerli yerinde ve yine olması gerektiği şekilde. Bombay Bicycle Club, indie rock sahnesinin en temiz, net ve dinleyeni şaşırtmayan isimlerinden biri kuşkusuz. Bu rahatlıkla kendinizi So Long, See You Tomorrow’a teslim edebilirsiniz.

Jimmy Edgar ve Machinedrum’ın ortak projesi Jets’le en son görüşmemiz 2012’de yayınladıkları ‘Lock Lock Key’ ile olmuştu. Aradan uzun bir süre geçti geçmesine ama Jets’in dönüşü biraz sıra dışı oldu. Midnight Star’ın 80’lerdeki en büyük disco hit’lerinden biri olan ‘Midas Touch’ını yeniden yorumlayan Jets, vokalleri de Jamie Lidell’e emanet etmiş. Ortaya çıkan sonuç ise; pek bir özelliği olmayan, biraz daha karanlık ve modern bir eski şarkı.

Lana Del Rey

Mogwai

Angel Haze

Bir pazarlama harikası olarak hayatımıza giren Lana Del Rey, yeni stratejilerle varlığını sürdürmeye devam ediyor. Sır gibi sakladığı kısa filmi Tropico’yu geçtiğimiz günlerde yayınladıktan sonra şimdi de aynı adlı EP’sini piyasaya çıkardı. Tropico’yu izlediyseniz zaten EP’nin toplu videosu olduğunu anlamışsınızdır. Filmdeki saykodelik havanın bir yansıması olan EP, kimilerini rahatsız eden kimilerinin de kendini bulduğu Lana Del Rey’in vokal performansından ibaret temel olarak.

Son olarak Les Revenants soundtrack’i ile karşımıza çıkmış olan Mogwai, 17 yıl kadar önce Young Team ile başladığı yolculuğunda sınırları yeteri kadar zorlamış olduğunu, yeni albümleri Rave Tapes’te, kısmen de olsa aynı formüllerle ortaya çıkardığı parçalarla bizlere gösteriyor. Post rock’ın mucitleri arasında gösterilen grubun değerlerini muhafaza ettiği albümün öne çıkanları olarak ‘Blues Hour’, ‘Remurdered’ ve ‘The Lord Is out of Control’ parçaları gösterilebilir.

Son zamanlarda ismini daha sık duymaya başladığımız Angel Haze’in, sancılı bir sürecin sonunda nihayet ortaya çıkarabildiği albüm, Haze’in geçmişi, kültürü ve söylemleriyle de sıradan bir Amerikan rap yıldızı olmaktan daha uzak bir noktada olduğunu gösteriyor. Mutfağında Markus Dravs, Rudimental ve Sia gibi isimler barındıran albümün öne çıkanları ise etnik göndermelerde bulunan ‘A Tribe Called Red’ ve Haze’e Natalia Kills’in eşlik ettiği ‘Planes Fly’ parçaları diyebiliriz.

ELUSIVE YOUTH Memphis Industries (single)

TROPICO Polydor (EP)

SO LONG, SEE YOU TOMORROW Universal Island Records (LP)

Rave Tapes Sub Pop (LP)

MIDAS TOUCH FT. JAMIE LIDELL Leisure System (single)

Dirty Gold Island/Republic (LP)

XOXO The Mag


Burial

Warpaint

Sharon Jones and the Dap-Kings

Elektronik müziğin neredeyse her alt türünün birbiriyle iç içe geçtiği günümüzde, karakteri olan bir sound yaratıp, yapısını bozmadan uzun süre onu yaşatabilen ve kendinden ödün vermeyen isimlerden biri de Burial. Yeni EP’sinde, müziğindeki atmosferik duyguyu gittikçe yoğunlaştırmış olarak karşımıza çıkan Burial, dubstep ve trip hop’un karanlık taraflarını çevresel sesler ve ambient dokunuşlarla birleştirip, bizleri izleyemediğimiz bir sinema filminin içine bırakıyor.

Eski Red Hot Chili Peppers gitaristi John Frusciante’nin müzik dünyasına kazandırdığı isimlerden biri olan Warpaint, 2010 tarihli albümleri The Fool ile kısa sürede önemli indie rock grupları arasında yer edinmeyi başarmıştı. Yeni albümlerinde moog ve synth seslerini, gitardan daha sıkça duyduğumuz ve shoegaze’den trip hop’a ve garage rock’a kadar birçok elementi bir arada barındıran dörtlü, çıkışlarından beri sahip oldukları atmosferi de yaşatmayı başarmış gibi görünüyor.

Soul ve funk müziğin günümüzdeki korumacı ailesi rolünü üstlenen Daptone Records’ın, Charles Bradley’nin ardından son dönemde yaptığı iki büyük hamleden biri olan Sharon Jones ve ekibinin uzun süredir beklenen uzunçaları, sonunda raflardaki yerini aldı. Jones’un sağlık problemleri nedeniyle çıkışı epey geciken albüm, canlı tonlara sahip bakır üflemelilerin hakkını veren yetenekli ekip Dap-Kings ve Jones’un güçlü sesiyle, 70’lerin funk ve soul hissini yaşatmayı başarıyor.

Bruce Springsteen

I Break Horses

Sophie Ellis-Bextor

Amerikan rock tarihinin şüphesiz en büyük isimlerinden biri olan ‘patron’ lakaplı Bruce Springsteen ile son olarak 2012 tarihli albümü Wrecking Ball sayesinde karşılaşmıştık. Yeni albümü ‘High Hopes’ta ilginç bir karar vererek, yanına RATM gitaristi Tom Morello’yu alan Springsteen, yıllardır kemikleşmiş olan sound’una farklı öğeler katmayı başarmış. Albüm, Springsteen’in tekrar yorumladığı klasik hale gelmiş parçalarının yanı sıra, cover’lar da içermekte.

Müzik piyasasına her dönem taze kan pompalayan İsveç’in, özellikle son dönemde yaptığı atağı fark etmemek mümkün değil. I Break Horses da bu atakla beraber tanıdığımız gözde isimlerden biri. 2011 tarihli Hearts albümleriyle iyi bir çıkış yapan ikili, yeni albümleri Chiaroscuro ile çıtayı biraz daha yükseltmiş gibi görünüyor. Grubun shoegaze ve melankoliyi elektronik öğelerle iyi bir şekilde harmanlamış olduğu albüm, şimdiden yılın en iyileri arasında gösterilebilir.

Sophie Ellis-Bextor’ın son olarak geçtiğimiz Nisan ayında yayınladığı ‘Young Blood’ single’ı ile albümün genel yapısı hakkında fikir edinme şansımız olmuştu. Kariyerine başladığı günden bu yana disco ve pop üzerinde yoğunlaşan tarzına alıştığımız Bextor, bu albümde kısmen de olsa folk ve indie rock’a yakın olarak varsayabileceğimiz türlere de yakın durmuş. ‘Runaway Daydreamer’, ‘The Deer & The Wolf’, ‘Love Is a Camera’ ve ‘Young Blood’ ise albümün öne çıkan parçalarından birkaçı.

Rival Dealer Hyperdub (EP)

High Hopes Columbia (LP)

Warpaint Rough Trade (LP)

Give the People What They Want Daptone (LP)

Chiaroscuro Bella Union (LP)

Wanderlust EBGB’s (LP)

137


MUSIC

REVIEWS

Midlake

Lee Bannon

Sampha

Artık yılların verdiği olgunluktan mı, yayınlamış oldukları albümlerden mi, yoksa yetenekten mi bilemiyoruz ama Midlake, gitar müziğinde öyle bir standart yarattı ki, yıllarca bu standardı korumak bile başlı başına saygı duyulması gereken bir durum. Antiphon adlı yeni albümlerinden yayınlanan ilk single ‘It’s Going Down’ı alın ve başucunuzda hangi müzik çalar varsa, atın içine sabaha kadar çalsın. Gözlerinizi açtığınızda çok daha farklı hissedeceksiniz.

Hatırlarsınız belki, bundan birkaç yıl önce drum & bass sahnesinin geleceğin en parlak prodüktörlerinden biri olarak gösteriliyordu Lee Bannon. Bu geçen süre içinde çalışmalarına hız kesmeden devam eden prodüktör, kendisinden bekleneni çok da veremeyen ikinci albümü Alternate/Endings’i yayınladı. Türün kalıplarından ve genel havasından farklı, daha özgürce prodüksiyonlar yapmayı tercih eden Lee Bannon, farklılaşıp kişisel deneyler yapmaya devam edecek gibi duruyor.

Geçtiğimiz seneye kelimenin gerçek anlamıyla damgasını vuran Sampha, -ki bunu rahatlıkla söyleyebiliriz çünkü Drake’in albümünde yer alıp, Drake’ten çok konuşulan bir prodüktörden bahsediyoruz- bu yıl tamamlayacağı ilk albümü öncesinde, kardeşinin yanlışlıkla sildiği eski kayıtlarını yeniden düzenleyerek yayınladı. Sampha’nın mevcut müzikal anlayışından biraz uzak olan şarkılar, yine de albümden önce bekleme salonunda acımızı dindirmeye yetiyor.

Disclosure

Pyramid

Del The Funky Homosapien

Bünyelerimizdeki Disclosure etkisi geçecekmiş gibi durmuyor. Akılları başlardan alan Settle albümünden sonra bir de bunun remix versiyonunu yayınlayan Disclosure’ın, artık zevkten sinir sistemimizi zorlamaya başladığı nokta, Kanadalı prodüktör Kaytranada’ya yeniden yorumlaması için January’yi teslim etmeleri oldu. Kaytranada’nın artık imzası haline gelen ve nerede duysak rahatça tanıyabileceğimiz beat’leriyle ördüğü January, dilimiz varmasa da orijinalinden daha güzel olmuş.

80’ler havasını daha sert bir şekilde hissetmeye ne dersiniz? İlk EP’si The Phoenix’i Fransız Kistuné’den yayınlayan Pyramid, french-electro’nun birçok koduna harfi harfine uysa da, kendini kimi zaman ufak, kimi zaman daha radikal dokunuşlarla farklılaştırmayı başarıyor. Yüksek tempolu bir EP olan The Phoenix’i ilk dinlediğinizde Justice’e benzetme hatasına düşmeyin; zira alacağınız zevkin seviyesi düşebilir. O nedenle, ön yargısız ve sabırla yaklaşılması gereken bir çalışma bu.

Alternatif hip hop dendiğinde ilk akla gelen isimlerden biri olan, yıldız takımı Deltron 3030’nin üyesi Del The Funky Homosapien, 11. stüdyo albümü Iller Than Most ile tekrar karşımıza çıkıyor. Son dönemde rap dünyasında sık karşılaştığımız bedava albüm modasına uyan Homosapien, yer yer güçlü ve agresif, yer yer akıcı rap üslubuyla alternatif rap evreninin önemli adamlarından biri olduğunu kanıtlıyor. Albümün açılış parçası ‘Leader’ ise bu durumu yeterince açıklar nitelikte.

ANTIPHON Bella Union (LP)

January (Kaytranada Remix) Universal Island Records (single)

ALTERNATE / ENDINGS Ninja Tune (LtP)

The Phoenix Kitsuné (EP)

XOXO The Mag

Sundanza Self-Released (EP)

Iller Than Most Self-Released (LP)


Alcest

Sam Smith

Mike Posner

Serüvenine bir black metal grubu olarak başlayan Fransa çıkışlı Alcest, müzikal evrimini belki de en radikal biçimde yaşamış olup, bunun içini hala iyi bir şekilde doldurmayı başarabilen nadir oluşumlardan. Başlangıçtan beri taşımakta olduğu melankolik ve derin yapıyı shoegaze, post rock ve hatta dream pop tarzlarına işlemeyi başaran ekip, Shelter’da ulaşmak istediği yere çok yaklaşmış hissini veriyor. Eğer algılarınız her türlü müziğe açıksa Shelter’ı kulağınızdan esirgemeyin.

Sam Smith’in gelişimini ve attığı yavaş ama emin adımları görmek gerçekten heyecan verici. 2012’den beri yayınladığı single’lar, EP’ler ve yaptığı iş birlikleriyle şimdiden herkesin aklına ve kulaklarına kazınan Sam Smith, 2014’ün Mayıs ayında yayınlayacağı albümden önce, albümde de yer alacak ‘Money on My Mind’ ve remix’lerinden oluşan bir EP yayınladı. Her bir şarkısı ve konuk vokalist olduğu projeleriyle heyecanlandıran Sam Smith’in albümü için biraz daha sabretmemiz gerekiyor.

Geçtiğimiz aylarda yayınlanan, Big Sean’la birlikte hazırladıkları ve büyük ses getiren şarkı ‘Top of the World’ün ardından, Mike Posner bu sefer prodüktör Jayson DeZuzio’yu yanına alarak solo bir çalışma ile tekrar karşımıza çıkıyor. Elektronik gitar sound’u üzerine dizdiği davullar ve Posner’ın hafif vokaliyle birlikte hem kolay dinlenebilen hem de yüksek tempolu bir şarkı olan ‘My Light’, müzisyenin yüksek müzikal zevkinin temiz bir ürünü.

Akouo

Duck Sauce

Beck

Hayattan hiçbir beklentiniz olmadığı, o hafif boş anlarınızda bir anda karşınıza çıkan güzelliklerin verdiği tat inanın bir başka oluyor. Akouo da bu güzelliklerin en son sürümü. Drake, Sampha, Childish Gambino, Chet Faker ve Banks gibi isimlere yaptığı remix’lerle yeteneklerini sergileyen Avustralyalı prodüktörün ilk çalışması ‘Last Time’, önceki beklentilerimizi bile yerle bir ederek adını bambaşka bir yere taşıdı. 2014 future beat’in egemenliğine girer mi bilmiyoruz ama Akouo’nun daha canımızı çok acıtacağı şimdiden belli.

Elektronik müziğin küçük yıldızlar karması Duck Sauce, araya biraz vakit koyarak yeni işler yayınlamaya bayılıyor. Bunun en büyük nedenlerinden biri de kuşkusuz Armand Van Helden ve A-Trak’in kendi kişisel projeleri ile boğuşuyor olmaları. Duck Sauce bu sefer Duck Droppings EP’siyle farklı bir arayışın içine girerek, klasik disco sound’unu alıp üzerine yüksek tempolu enstrümanlar dizerek, alışmış olduğumuz tarzlarından biraz uzaklaşmış. Bu durumdan da kimse rahatsız olmayacaktır, çünkü yeni Duck Sauce artık çok daha eğlenceli.

Beck’in yeni albümü Morning Phase’in ilk single’ı ‘Blue Moon’u nihayet dinleyebildik. Modern Guilt’ten bu yana yeni bir albüm yayınlamayan Beck’in geri dönüşü, büyük bir beklenti oluşmasına sebep oldu. ‘Blue Moon’ ise maalesef bu beklentinin sonucunu öğrenebilmek için hiç de yeterli değil. Beck’in çizdiği standardı göz önünde bulundurursak, daha doğru bir yorum yapabilmek için albümün tamamını beklememiz gerekecek gibi duruyor. Yine de Beck’ten bir şeyler duymak her zaman için insanı rahatlatıyor.

Shelter Prophecy Productions (LP)

Last Time Die High Records (single)

Money on My Mind Capital Records (EP)

Duck Droppings Fool’s Gold Records (EP)

139

My Light Self-Released (single)

Blue Moon Capital Records (single)


GAMES

hazırlayan emre doğan

Sağlam Kafa Sağlam Vücutta Don’t Starve aslında yeni bir oyun değil, bunu söyleyerek başlayalım. İlk kez geçtiğimiz Nisan ayında piyasaya sürüldü, 2014 Ocak’ında da son model PlayStation sürümüyle yeniden gündeme geldi. Don’t Starve, Klei Entertainment’ın imzasını taşıyor ve bu Kanadalı arkadaşlar bağımsız oyun sektöründe önde gelen isimlerden. Muhteşem bir platform oyunu örneği N+ (eski N: Way of Ninja’nın yenilenmiş hali), şık çizimlerle heyecan verici bir aksiyon oyunu olan Mark of Ninja ile Shank ve Eets serileri gibi oyunlarda imzaları var. Esas, 2014 yazından önce çıkması beklenen bir Incognita var ki, indie oyun sapkınları nefeslerini tutmuş bir halde bu ‘sıra-temelli taktiksel casusluk’ oyununu bekliyorlar. Bakalım, göreceğiz... Don’t Starve’a dönersek karşımızda bir crafting oyunu var. Yani, oyun dünyasında gördüğümüz nesneleri kurcalayarak, birleştirerek,

bozarak yeni nesneler yaratmaya çalışıyoruz. Karakterimiz doğada bir başına kalıyor, odun keserek, kozalak toplayarak, ateş yakarak hayatta kalmaya çalışıyoruz. Sadece karın tokluğu değil, akıl sağlığımız da dikkate almamız gerekenler arasında. Papatyalardan taç yapıyor, kafamıza takıyoruz. Yapraklardan ip yapıyor, dal parçalarını birleştirip kafes yapıyoruz, ki akşam yemeğinde tavşan yahnisi yiyebilelim. Gezindiğimiz topraklarda da türlü tehlikelerle karşı karşıyayız: Ölümcül arılar, yırtıcı hayvanlar, bir takım ilkel tarikatlar ve gizemli arkaik nesneler de bulunuyor. Ne kadar hayatta kalırsanız o kadar puan kazanıyorsunuz. Açlıktan ya da delirerek ölürseniz, sil baştan... Zaman öldürmek için oldukça hoş bir yöntem. PS4 sahiplerinin “Eh, konsolu aldık da, ortada pek oyun yok,” diye yakındıkları bu dönemde şifa niyetine...

Don’t Starve [PC, Mac, Linux, PS4]

Rætikon’un Bilinmeyen Yüzü Bu sayfalarda uzun süredir ağırlıklı olarak yüksek bütçeli oyunlara yer veriyorduk. Bunun temel nedeni, sektörde AAA diye sınıflandırılan bu oyunların dev dağıtım şirketleri aracılığıyla büyük kitlelere ulaşması ve bizim de popüler oyunlara öncelik vermemizdi. Steam, AppStore ve konsolların kendi marketleri gibi yeni mecralar yaygınlaşınca, bağımsız oyunlar da kendilerinden bahsettirir oldular. Biz de bu fırsattan istifade ederek, bağımsız oyunlara daha çok yer vermeye gayret edeceğiz. Secrets of Rætikon, Avusturya menşeli Broken Rules firmasının son ürünü. Bu, girişimci ve yaratıcı arkadaşların ilk oyunu da değil üstelik; Chasing Aurora, And Yet It Moves ve Globe Trotters gibi başarılı çalışmaları mevcut. Özellikle de AYIM ve C.A.’da yakaladıkları görsel dil, firmanın imzası haline

gelmiş ve son oyunla bir adım daha ileri gidiyor. Secrets of Rætikon esasen bir keşif oyunu. Bir kuş gibi özgürce uçarak açığa çıkmayı bekleyen eşsiz bir alemi geziyoruz. Sanatsal olarak tatmin edici olan bu alemde kuşlar, böcekler, yarasalar, ağaçlar ve daha birçok mahlukat bulunuyor. Alpler yöresinde konuşlanmış eski bir uygarlığın kalıntıları, kadim cihazlar ve mini yapbozlar ile zenginleştirilen bu oyun, hem yaratıcıların hayal gücünün sınırlarına, hem de belki oyuncunun iç dünyasına yapılan bir yolculuk niteliğinde. Üstelik geliştiriciler, her ademoğlunun az ya da çok sahip olduğu ‘uçmaya öykünmek’ arzusuna hitap ediyor. Uçarak keşfetmek için bundan daha orijinal, daha enteresan bir yer bulmak şu an için imkan dahilinde değil. Capcanlı, her şeyin üçgenlerle ifade edildiği, sanatsal ve görsel olarak çok zengin, üstelik de hoş müziklerle donatılmış bir evrenin kapıları açılıyor.

Secrets of Rætikon [PC, Mac, Linux]


Yeraltının Hırçın Çocuğu

Hırsız Var

The Wolf Among Us harika bir ‘adventure’ serisi. Yapımcı Telltale Games, geçtiğimiz sezonun en hip bağımsız oyunlarından birisi olan The Walking Dead’in (dizi olan değil) arkasındaki ekip. Garibanlık mı dersiniz, yeni dünya düzeni mi dersiniz bilmem, oyunu ‘episode’lara bölerek parça parça piyasaya sürme modeli uygulanıyor. Oyunun ilk Faith, geçtiğimiz Ekim ayında bizlerle buluştu ve harikulade bir maceraydı. Fantastik bir paralel dünyanın kara film usulü bir anlatımı, çizgi roman stili görsellerle buluşmuş ve doyurucu bir hikayeyle şık bir deneyim haline gelmişti. İkincisi Smoke & Mirrors’ın şu sıralar çıkması bekleniyor, sonraki ‘episodelar’ da peyderpey oynamaya hazır hale gelecek diye umuyoruz.

Şimdi “Bu hırsız yine nereden çıktı?” diyebilirsiniz. Hatırlayanlar olacaktır, Thief aslında 90’ların sonu, 2000’lerin başı arasında epey sükse yapmış bir seri. İlk oyun Orta Çağ benzeri ama Sanayi Devrimi de geçirmiş, kurmaca bir evrende başlıyordu. Sonraki oyunlarda teknoloji bir nebze ilerliyor, buharla çalışan robotlar ve birtakım başka fantastik öğeler ekleniyordu. Gayemiz, sessiz sedasız takılıp, kah yay ve okla, kah başka sessiz silahlardan faydalanarak hırsızlık ve araklama yapmak gibi görevleri tamamlamaktı. Bu sessizliği ve sinsiliği oyun dünyasına taşıyarak Splinter Cell, Hitman ve hatta Assassin’s Creed gibi ‘stealth’ oyunlarının fikir babası olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Masallardan, mitlerden, folklordan tanıdığımız karakterler kendi evrenlerindeki birtakım karışıklıklar neticesinde artık orada

barınamaz hale gelmişler ve günümüz Manhattan’ında gizli bir hayat sürmeye başlamışlar. Sadece bu karakterlerin asayişinden ve sıradan insanlardan gizlenmelerinden sorumlu bir kolluk kuvvet birimi bile var. İşte bu departmanın hırçın dedektifi Bigby Wolf (kırmızı başlıklı kız ve üç küçük domuzcuk masallarından tanıdığımız “kötü koca kurt”) zorunlu göçten sonraki ilk cinayet vakasını soruşturuyor. Ambiyans itibarıyla Chinatown’dan eksiği olmayan oyunda, aldığınız her karar, seçtiğiniz her replik oyunun geri kalanını doğrudan bağlıyor ve hikayeyi dallandırıyor. İkinci bölümde de olaylar sarpa sarıyor ve yeni karakterle tanışıp soruşturmada ilerlemeye, yeni ipuçları yakalamaya çalışıyoruz. Desteklenmeyi en çok hak eden bağımsız oyunlardan olan The Wolf Among Us’ı gözü kapalı tavsiye edebiliriz.

The Wolf Among Us - Episode II [PC, PS, Xbox, Mac, iOS]

Görsel stil itibarıyla Underworld filmini de anımsatan yeni oyun, kahramanımız Garrett’ın hikayesini baştan alıyor. Thief [PC, PS, Xbox]

Önceleri yaşamak için çalan, zaman geçtikçe çalmak için yaşayan bir protagonistimiz var. Baron adlı bir tiran tarafından yönetilen Şehir’de yolunu bulmaya çalışıyor. Veba salgını bir yanda, yönetime yakın olan tayfanın ise zevk ve sefa içinde yaşadığı bir düzende zenginden çalıp fakire fukaraya veriyor. Yine en önemli silahımız yayımız ve türlü türlü oklarımız. Takoza benzeyen -ama daha elegan- bir blackjack’imiz var, doğrudan kafa yarmak için kullanıyoruz. Çatılara hızlıca tırmanmak için, Batman’inkine benzer ipli bir kancamız ve daha birçok aletimiz mevcut. Ayrıca Skyrim ve Fallout 3 sevenlerin bayılacağı yankesicilik ve maymuncukla kilit açmak gibi meziyetlerimiz oyuna neşe katıyor. Görüntüler ve atmosfer oldukça çekici. Oynanış bir açık dünya değil ama bölüm içinde görev sırası esnek. Hiç oynamayanlara da, önceden oynayıp özleyenlere de gönül rahatlığıyla önerebiliriz.


SET UP

EBRU ÖZKESERLİ

Hair Does Matter

Herkes hayatı boyunca kendinin veya bir başkasının saçını kırpmıştır (ya da eşiğine gelmiştir diye varsaydık). Ancak Ebru Özkeserli, bu durumu bize 5 yaşında gerçekleştirdiğinden bahsedince, kendi saç deneyimlerimizi bir köşeye bırakmaya karar verdik, haliyle... 1991 yılında bu saç merakını kariyerine taşıyan Özkeserli, 2009 yılından beri bünyesinde çalıştığı Makas’ın, geçen sene Haziran ayında artistik direktörlüğünü üstlendi. Ayrıca Bliss Makas Cihangir’in kurucu ve yönetici ortağı olan Ebru Özkeserli’nin teknik açıdan güncelliğe olan merakı, saçlarımızın kreatifliğe olan susuzluğuna çağrı yapar nitelikte. Mutlaka uğrayın ve saç kesiminizi daha mutlu hale getirin. Zira Jim Morrison, “Hayatımdaki en kötü hatalar, saç kesimlerimdi.” demişti, feyz almak adına… hazırlayan müjde metin fotoğraflar yalım kartal

XOXO The Mag


soldan sağa: 1. Saç açma fırçası 2. Kurutma fırçası 3. Düzleştirici 4-5. Maşa 6. Şampuan 7. Boya fırçası 8. Saç boyası 9. Invati conditioner 10. Not defteri ve kalem 11. Sassoon eğitim kitapları 12. Saç spreyi 13. Volumizing tonik 14. Smoothing lotion 15. Prep smoother 16. iPad 17-18-19-20-21-22-23. Saç kesim makası 24. Koleksiyon cd’leri 25. Şişli tarak 26. Ustura 27. Pensler 28. Kesim tarakları 29. Ense makinası 30. Kamera 31. Makas bakım yağı 32. Ruj 33. Radiance fluid 34. Rimel 35. Ruj 36. Göz damlası 37. Eye spray 38. Stainiac 39-40-41. Oje 42. Yüzük 43. Fön fırçası 44-45. Saç spreyi 46. Control paste 47. Saç şekillendiricisi 48. Nemlendirici yağ 49. Allık 50. Krem 51. Bakım yağı 52. Fondöten 53. Alerji spreyi 54. Far fırçası 55. Far 56. Bakım yağı 57. Gün sonu bakım yağı 58. Parfüm 59. Far 60. Matara 61. Bakım spreyi 62. Saç şekillendirici mousse 63. Ense fırçası 64. Günlük saç bakım kürü 65. Body mist 66. Makas çantası 67. Kitap 68. Güneş gözlüğü 69. Kitap 70. Fön makinesi 143


Locations Where You Can Find Us...

40 360 290SQM 7GR ALL SPORTS ANJEL ARTNEXT ARZU KAPROL AŞŞK CAFÉ BABYLON BACKHAUS BADEHANE BAHAR KORÇAN BALKON BALTAZAR BAYLAN BEBEK KAHVE BEJ CAFÉ BEYMEN BLENDER BRASSERIE BLOOM BREAD & BUTTER BRUNO’S BUTİK BUKA CAFÉ FİRUZ CAFÉ NERO CAHİDE CASİTA ÇELLO CEZAYİR ÇOKÇOK THAI COOK SHOP CORVUS WINE & BITE COS CREMERIA MILANO CUBA BAR CULLINARY INSTITUTE CUPPA CAFÉ DA MARIO RISTORANTE & PIZZERIA DAI PERA DELICATESSEN DELIRIUM DEM CAFÉ DEN CAFÉ DERIN DESIGN DIVAN DIVANE DIZZIA CAFÉ ECE AKSOY EGERAN GALERİ ESMOD FAKÜLTE AJANS FERAHFEZA FLAVIO GALATA NO:5 GALATA BRASSERIA GALERİ ZİLBERMAN GALERİST GARAJİSTANBUL GATE GEZİ İSTANBUL GHETTO GÖLGE CAFÉ GRAM GROOVE GÜNSELİ TÜRKAY H&M HABİTAT HAPPILY EVER AFTER HARDAL HARVARD CAFÉ HATİCE GÖKÇE HELVETİA HILLSIDE CITY CLUB HOME ROOM HÜNKAR İSTANBUL MODA AKADEMİSİ JAMIE’S JOURNEY JUNO KAFİKA KAHVE ALTI KAKTÜS KAHVESİ KANTİN KARABATAK CAFÉ KARE ART GALLERY KASABIM KİKİ KIRINTI KOBİ KOMODOR KÖŞE BRASSERIE KULİNATA KULP LA BRISE LABISTANBUL LAUNDROMAT LAZY BUTİK LE PAIN QUOTIDIEN LEB-İ DERYA LEBLON LOKAL ASMALI LOKANTA MAYA LOMOGRAPHY GALLERY STORE LUCCA LULU’S LUSH HOTEL MAHALLE MAMA SHELTER MANGERIE MANO BURGER MASA MAVRA MESTA METİN GÜRSOY PR MIDNIGHT EXPRESS MIDPOINT MISS PIZZA MIXER ARTS MOMO MONO CAFÉ MSA MUHİT MÜNFERİT NAR PERA NESPRESSO NON GALERİ OKAFE OPS CAFÉ OPUS 3A OTTO PANDORA KİTAPEVİ PARISTEXAS PATİKA KİTAPEVİ PI ARTWORKS PICANTE PİLEVNELİ PROJECT PİLOT GALERİ PİOLA PLİEE POINT HOTEL POP-UP CAFÉ PROPAGANDA QUE TAL RAFİNERİ REASÜRANS GALERİ ROBİNSON CRUSOE ROOK SALOMANJE SALT BISTRO SARI LAZZARO TRATTORIA PIZZERIA SANAT GALERİSİ SELFESTATE SİMAY BÜLBÜL ŞİMDİ/NOW SİMURG KİTAPEVİ SMYRNA SNTRL DÜKKAN SODA SOSA SUGAR CAFÉ SUSAM CAFÉ SUSHI EXPRESS SUSHICO TABE KIYAMET TAKKUNYA TAPS THE HOUSE APART THE HOUSE CAFÉ THE HOUSE HOTEL TOUCHDOWN TRIBECA UGLY ULUS29 UNTER URBAN VOGUE W ISTANBUL WE WHITE MILL WITT SUITES XFLATS YILDIRIM ÖZDEMİR ZANZİBAR ZENCEFİL

Also, you can ask for us at cool hair salons and innovative art galleries! XOXO The Mag




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.