XOXO The Mag/May 2014

Page 1

042 FASHIONMUSICARTDESIGN

MAYIs 2014 ÜCRETSİZDİR

JAIMIE ALEXANDER (104)

Evie Wyld (20) Vedat Ozan (28) Arİf Suyabatmaz (46) Viggo Mortensen (50) Adrian Paci (64) Some Women of Food (99) Command+p(142)






cover guest jaimie alexander photographer mike rosenthal

İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@xoxothemag.net Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Editörler Aslı Arduman, Serap Gecü, Gazali Görüryılmaz, Ayşecan İpek, Aslin Kumdagezer, Müjde Metin İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Melahat Çakır Katkıda Bulunanlar Cihan Alpgiray, Aslıgül Arslanalp, Mahizer Aytaş, Hazal Ilgım Çelik, Orhan Cem Çetin, Sarp Dakni, Hülya Ertaş, Bedia Günaydın, Denef Huvaj, Elif Kamışlı, Ceren Palaz Karaca, Ersin Koray, Mustafa Nurdoğdu, Aslı Oğuztöreli, Özkan Önal, Alican Öyke, Tanla Özuzun, Nando Salvà, Serkan Şedele, Didem Şenol Tiryakioğlu, Ali Tünay, Erman Ata Uncu Reklam cihan@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye, Sertifika No: 12055 XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.

NURTANESİ SK. NO: 34 YILDIZ BEŞİKTAŞ İstanbul T:+902122590669 XOXO The Mag


Makyaj: Le Teint Touche Éclat shade B20 / shade BR60, Touche Éclat N°2 / N°6, Blush Radiance N°10 / N°1, Pure Chromatics N°19 / N°12, Dessin du Regard Haute Tenue N°1, Mascara Volume Effet Faux Cils N°1, Rouge Pur Couture Vernis à Lèvres Glossy Stain N°35 / N°39, La Laque Couture N°22 / N°25

yslbeauty.com

TOUCHE ÉCLAT

BİR DOKUNUŞTA 8 SAATLİK GÜZELLİK UYKUSU ETKİSİ Mucizevi aydınlatıcı TOUCHE ÉCLAT her fırça dokunuşunda koyu halkaları gizler ve ciltteki ışığı şekillendirerek aydınlık bir görünüm kazandırır. Yorgunluk karşıtı eşsiz bir kompleks ile zenginleştirilen formülü, sadece bir tık ile cilde mükemmel nem dengesi, kapatıcılık ve ışıltı sunar. IŞIĞIN EFENDİSİ YVES SAINT LAURENT.


CONTENTS

COVER 104... Jaimie Alexander

INTERVIEW MUSIC 34... HollySiz

ART & DESIGN

Hepsinden Biraz röportaj ersin koray

46... Arif Suyabatmaz

36... Klaxons

Akupunktur Mimarisi

Yeni Rave Yenilendi

röportaj hülya ertaş

röportaj alican öyke

54... Jennifer Rubell

68... Russian Red

Portraits of Jennifer

Akıl Oyunları

röportaj müjde metin

röportaj gazali görüryılmaz

60... Caroline Bos Öngörülemeyen İçin Esneklik röportaj hülya ertaş

64... Adrian Paci Okyanusun Ortasında, Bir Gemide... röportaj elif kamışlı

78... Barnaby Barford

FASHION

16... Denis Villeneuve A Québécois in Hollywood röportaj nando salvà

20... Evie Wyld Karanlığın Gücü Adına röportaj aslı arduman

28... Vedat Ozan röportaj ayşecan ipek

40... Emile Sornin

72... Alice & Cinderella X-Rated Musical Fantasies yazı sarp dakni

Ridicule et Burlesque röportaj aslı arduman

24... Brett Heyman

50... Viggo Mortensen

Fun Fact, Fun Bag

Feels Good. Looks Good.

röportaj aslin kumdagezer

Sounds Good.

84... Glassses On: Edgy Meets Preppy

MORE

Serbest Akış Konuşalım

röportaj nando salvà

74... Ian Morris

88... Ayaküstü Lezzetler İstanbul Sokaklarında Yemek yazı didem şenol tiryakioğlu

99... Some Women of Food hazırlayan müjde metin

And That's Your Lot

Chanel Eyewear SS14

Savaşın Nesi İyi Olabilir?

röportaj müjde metin

yazı ceren palaz karaca

röportaj ali tünay

90... Lanvin Dreaming of Wonderland

136... Daniel Björk & Madelaine Levy

yazı aslı oğuztöreli

Kuzeyin İyi Tarafı

En Esaslı Şirretler

röportaj serap gecü

hazırlayan erman ata uncu

142... Command+P photographer serkan şedele stylist mahizer aytaş

160... The Sun Is Out photographer bedia günaydın fashion editor müjde metin

128... Spring in a Bottle hazırlayan ayşecan ipek

132... The Bitch Is Back


loft.com.tr


loft.com.tr



Tracey Emin, I Followed You to The Sun, 2013 neon 22.4 x 72 inches 56.9 x 182.9 cm Edition of 3 LM17799

HELLO MAY, PLEASE BE GOOD AKLINIZDA BİR İLKBAHAR HİKAYESİ CANLANDIRIN (HAVA AÇAR, KAPAR, YAĞMUR YAĞAR VB.). SONRA BU HİKAYEYE SADECE METEOROLOJİK AÇIDAN BAKMAYIN, BİR DE GENİŞ AÇIDAN BAKIN. NEYMİŞ? HAYAT... SÜREKLİ KENDİNİ TEKRAR EDECEK, YERİNDE DURAMAYACAK... SİZ DE, SONUNDA, BU OYNAK HALETİRUHİYENİN ETKİSİZ ELEMANI DEĞİL, ETTİRGENİ OLDUĞUNUZU ANLAYACAKSINIZ, YA DA BUNU HİÇBİR ZAMAN ANLAMAYACAKSINIZ, KİMİN UMRUNDA... KISSADAN HİSSE: MAYIS KADAR HAYAT DOLU VE YAZ ORTASINDAKİ GÜNEŞ KADAR GÖZ KAMAŞTIRICI OLUN*, LÜTFEN. 42 42 SAYIYI DEVİRDİK MALUMUNUZ, VE YOLUN EN BAŞINDAN BERİ YANIMIZDA OLAN EMRE’Yİ (DOĞAN OLAN) -İSTEĞİ ÜZERİNE- YOĞUN AKADEMİK DÜNYASIYLA BAŞ BAŞA BIRAKIYORUZ. BU DA ŞU ANLAMA GELİYOR: BİZİ HER AY GÜLDÜRÜRKEN BİLGİLENDİREN GAMES BÖLÜMÜMÜZ ARTIK OLMAYACAK. FAREWELL. PS. I LOVE MAÇKA PARKI *WILLIAM SHAKESPEARE, HENRY IV, PART I

OLGA ŞERBETCİOĞLU


Metamorfoz, bir Hermès hikayesi


Crêpe de Chine elbise

Süet ve keçi derisi Impulsion sandalet


Metamorfoz, bir Hermès hikayesi


Metamorfoz, bir Hermès hikayesi

Koton  poplin  "

$ $ #



INTERVIEW/CINEMA

DENIS VILLENEUVE

A Québécois in Hollywood İkinci filmi Maelstrom’da (2000) konuşan bir balık vardı; Polytechnique’te (2009) gerçek yaşamdan bir lise katliamı; Incendies/İçimdeki Yangın’da (2010) İsrail-Filistin meselesi… Kısacası Denis Villeneuve risk almayı öteden beri seviyordu. Bu ay ülkemizde gösterime girecek filmi Enemy/Düşman ise Kanadalı yönetmenin bugüne kadar aldığı en büyük risk belki de. Tıpkı kendine benzeyen bir adamın varlığını keşfetmesi üzerine giderek aklı karışan bir tarih öğretmeninin (Jake Gyllenhaal) hikayesini anlatan yönetmen, Nobel Ödüllü, Portekizli yazar José Saramago’nun romanı Kopyalanmış Adam’ı kaynak alan bu nevrotik gerilim filminde farklı bilinç seviyeleri arasında dolaşarak modern insanın en temel korkularından bazılarını eşeliyor. Biz de sormadan edemiyoruz. röportaj nando salvà fotoğraflar bir film’in izniyle

XOXO The Mag


Enemy, Bir Film

gibi hisleri ele alma şekliyle şaşırttı beni, aynı anda derin bir melankoli uyandırmayı başarıyordu. Romanı yeniden okurken gözüm açık rüya alemine daldığımı hissettim. Uyarlama süreci beni ruhumun çok gizli yerlerine götürdü. Ne yazık ki Saramago ona sormak istediğim soruları soramadan ölüp gitti. Zamanlamamız çok kötüydü gerçekten. Montreal’da senaryo yazarı Javi Gullon ile çalışıyordum; bir hafta boyunca konuşmuştuk ve çok heyecanlıydık, ne yöne gitmek istediğimizi biliyorduk ama Saramago’ya sormak istediğimiz bazı temel sorularımız vardı. Javi, İspanya’ya dönmek üzere uçağa bindi, gider gitmez Saramago’yu arayacaktı ama o gün Saramago öldü. Neyse, sonuçta Düşman en kişisel filmim.

Düşman, seyirciye bir yapboz sunuyor, öte yandan da sanki bir araya getirilmesi gereken parçaların hepsini ortaya koymayan, bilinçli olarak muğlak bırakılmış bir film. Amacınız seyirciyi diken üstünde tutmak mıydı? Kubrick’in 2001’i ya da Bergman’ın Persona’sı gibi, sonunda sizi ağzınız bir karış açık “Bu da ne?” diye perdeye bakarken bırakan filmlerin her daim hayranı olmuşumdur. Düşman ile seyircide işte böyle bir his uyandırmak, onlara tam olarak anlam veremeyebilecekleri ama derinlerinde bir yerlerine dokunan görüntülerle saldırmak istedim. Düşman bir bilmece, sizin de söylediğiniz gibi bir yapboz ve seyirciyle bir tür oyun oynamak üzere oyunbaz bir biçimde tasarlanmış bir film. Anahtarı baştan verseydim biraz sıkıcı olurdu. Seyircileri kendi yapacakları yorumların insafına bırakmayı seviyorum, ama bu arada büyük resme anlam vermek için gereken bütün anahtarlar orada, perdede duruyor. Büyük riskler aldığımı, ateşle oynadığımı başından beri biliyorum ve birçok kişi Düşman’dan ölümüne nefret edecek, farkındayım. Mesela babam seyretse eminim “Bu bok da ne!?” diyecek. Ama bu benim için sorun değil.

Neden? Çünkü en derin korkularımdan birine parmak basıyor. Sık sık bir kısır döngüye hapsolduğum, aynı hataları defalarca tekrarladığım hissine kapılırım ve en büyük korkum da bu aşamayı geçip ilerlemeyi, geçmişime ait hayaletlerden kurtulmayı hiç başaramamaktır. Düşman’da kendimce bu korkuyu ifade ediyorum. Bilinmeyen dehşet uyandırır; Saramago beni korkutan bir dünyanın kapılarını açtı. Bilinçaltının keşfedilmemiş bölgelerine girmek şok edici belki, ama ben hep korkularımın çekimine kapılmışımdır zaten.

Bir hikaye anlatıcısı olarak, seyirciye bütün cevapları vermek zorunda hissetmediğinizde kendinizi daha özgür mü hissediyorsunuz? Hayır, tam tersine... Seyircinin aklını karıştırmak istediğinizde çok net ve çok kontrollü olmanız gerekir. Bu söylediğim paradoksal görünebilir ama öyle değil. Karmaşa ve kaos sunabilmek büyük disiplin gerektirir. Özellikle de, gerçek ve bilinçdışı olmak üzere iki ayrı düzlemde aynı anda ilerlemem gereken bu filmde ne yöne gittiğime ve her şeyin ne anlama geldiğine çok dikkat etmem gerekiyordu. Çünkü manaya da ihtiyacımız var. Yoksa niye uğraşıyoruz?

Bu filmi yapmanın sizin için bir tür terapi olduğunu söyleyebilir misiniz? Sinemacılar filmleri hakkında bunu söyler hep ama ben buna hiç katılmıyorum. Terapiye gideceksem psikoloğum var. Ayrıca, inanın bana, işe yarıyor. Onunla görüşmeye başladıktan sonra katbekat daha iyi bir sinemacı oldum, çünkü oyuncularımın aklından geçenleri anlamak ve isteklerimi benimsemelerini sağlamak daha kolaylaştı. Söylediğiniz gibi, en iyisi her seyircinin Düşman’a kendine ait bir yorum getirmesi elbette. Kaldı ki sizin kişisel yorumunuzu da merak ediyorum... Egonun keşfi ve bilinçaltının gücü üzerine bir film Düşman. Hepimizin içinde birden fazla kimlik var. Peki gerçekte kontrol kimde? Diyelim

Düşman’ın kaynak aldığı kitap, José Saramago’nun Türkçede Kopyalanmış Adam adıyla basılmış olan romanı neden ilginizi çekti? Saramago konusunda uzman olduğumu söyleyemem, beş ya da altı kitabını okudum sadece. Kopyalanmış Adam, anksiyete ve paranoya 17


Enemy, Bir Film

ki beni öfkelendiren bir şey söylediniz, bu öfke söylediklerinizden kaynaklanan bir yetişkinin öfkesi midir, yoksa çocukluğumda başıma gelmiş bir şeye dayanan bir öfke mi? Kim bilir? Evime, karımın yanına gittiğimde buradakinden başka bir adam olurum. Her zaman aynı kişi değilizdir. Bir partiye gidersiniz ve başka biri olursunuz. Peki ya geçmiş? Geçmişin hayatlarımız üzerimizdeki etkisi beni dehşete düşürüyor çünkü eylemlerimizi tümüyle kontrol edemediğimiz anlamına geliyor bu… Filmin bunlar hakkında olduğunu söyleyebilirim. Jake Gyllenhaal iki kişiyi oynuyor. Buradan yola çıkarak ondan istediğinizi almanın iki kat zor olduğunu söyleyebilir miyiz? Jake ile öyle olmuyor, çok akıllı biri. Risk almaya hep hazır. Düşman’da filmi bir laboratuar, deneme yapmak için bir fırsat gibi görecek bir aktörle çalışmak istedim; Jake de buna hazırdı. En baştan itibaren, özel yaşam ve ilişkilerdeki sorumluluklarımız gibi konularda benzer dertlerimiz olduğunu fark ettik. Önceki filmlerimde kameranın önünde birçok aktörle çalıştım ama onlarla bir ilişki kurma fırsatım olmadı. Prodüksiyon tasarımcısıyla, görüntü yönetmeniyle ya da kurgucuyla bir ilişki kurmuştum ama oyuncularla değil. Ve yönetmen olarak bir oyuncuyla ilişki kurup oyunculuk hakkında düşünmeye derinden ihtiyacım olduğunu hissediyordum. Düşman’da pek az karakter ve pek az mekan olduğu için bunu Jake ile yapmak için mükemmel bir projeydi. Onunla o kadar iyi bir ilişki kurduk ki, Düşman’dan sonra Prisoners/Tutsak’ta da birlikte çalıştık ve bundan sonra da birlikte çalışmak için sabırsızlanıyorum. En deneysel filminiz olan Düşman’ı en ticari filminiz Prisoners/ Tutsak’tan hemen önce çektiniz. Hollywood’a gitmeden önce vicdanınızı rahatlatmak istemiş olabilir misiniz? Hayır! Aslına bakarsanız Düşman, Tutsak’a hazırlık için yaptığım bir egzersizdi. Hollywood’a gitmeden daha küçük bir filmi İngilizce çekmem gerekiyordu. Biraz ısınmam lazımdı; özellikle de İngilizcem çok kötü olduğundan... Düşman’ı çekmeseydim, Tutsak bir facia olurdu. Hollywood’daki deneyiminizden ne öğrendiniz? Roger Deakins gibi bir görüntü yönetmeniyle çalışınca kamerayı nasıl hareket ettireceğiniz ve doğru açıyı nasıl bulacağınız hakkında çok şey öğreniyorsunuz. Sürekli Clint Eastwood’la çalışan adamla kurgu odasında beraber o kadar vakit geçirince de ritim konusunda bir sürü şey öğreniyorsunuz. Sinema okuluna dönmek gibi bir şeydi. İki filmi aynı anda çekmek iyi bir fikir miydi? Başka şansım yoktu! Zamanlama meselesi. Jake Gyllenhaal arayıp Düşman’da oynamak istediğini söyledi, bir hafta sonra Hugh Jackman

aradı ve Tutsak’ta oynamayı kabul etti. O zaman iki filmi aynı anda yapmak zorunda olduğumu anladım. İki sene boyunca hiç ara vermeden çalıştıktan sonra iki film de Eylül’de Toronto’da gösterildi. Ekim’de eve döndüm ve bir hafta boyunca uyudum. Tutsak’ta büyük bir stüdyoya bağlı çalışmak sizi ürküttü mü? Evet, kimliğimi yitirmekten, büyük makine tarafından yutulmaktan korkuyordum. Beni korumaya söz verdikleri halde korktum. Fakat yapım süreci boyunca tamamen özgürdüm. Yine de kurgu bitene kadar karıma “Kendi kurgumu gösterdiğim anda kıçıma tekmeyi basıp beni Montreal’e geri gönderecekler.” deyip duruyordum. Ama hiç öyle olmadı. Neyse ki olmamış, çünkü Hollywood yapımları arasında Tutsak gibi yetişkin dramaları pek sık karşımıza çıkmıyor. Teşekkür ederim. Tutsak’ta oldukça ABD’ye özgü bir paranoya halini yansıtmak istedim, birey ile kurumlar arasındaki türden bir gerilim. ABD’de sosyal yapı çok zayıf, bu yüzden de insanlarda işkenceye ve şiddete karşı bir duyarsızlık var. Bana göre Tutsak son derece, hatta neredeyse bir western kadar Amerikan bir film. Bir daha bana Amerika’da film çektirmezler diye düşündüm çünkü hiçbir şekilde insana kendini iyi hissettiren bir film değil bu. Bir de, intikam filmlerinin çoğu gerçekçi değildir ama ben insanın bu şiddete ve baskıya gerçekten nasıl tepki vereceğini ve belli ahlaki sınırları nasıl aşacağını görmek istedim. Sinemacı olmak istediğinizi ilk ne zaman fark etmiştiniz? Çok önceden. Bir şekilde hikaye yazmaya hep meraklıydım ve Spielberg’in bazı filmlerini gördükten sonra şaşkına dönmüştüm. Hikaye anlatma yeteneği, merak uyandırma becerisi… Hayatım boyunca sırf bunu yapmak istediğimi anladım. Onun filmleri üzerinde çalışmaya başladım, sonra o beni François Truffaut’ya ve Fransız Yeni Dalgası’na götürdü. Ayrıca, Close Encounters of the Third Kind/Tehlikeli İlişkiler’de Truffaut da rol alıyordu biliyorsunuz. Yani, evet, çok önceden beri biliyordum. Düşman ile 2000 yapımı filminiz Maelstrom arasında birçok bağlantı var. Sinemacı olarak o zamandan bugüne nasıl değiştiniz? Maelstrom uzun zaman önce, hayatımın karanlık bir döneminde yaptığım bir film. Benim filmim tabii ki ve seviyorum ama 20 yıl önceki resminize bakıp “Aman yarabbim saçlarım ne korkunçmuş.” dersiniz ya, öyle hissediyorum aynı zamanda. Maelstrom’dan sonra bir süre sinemaya ara vermiştim aslında çünkü doğru yolda olmadığımı, kariyerime devam etmeden önce kendimi geliştirmem ve bir sürü şey öğrenmem gerektiğini düşünmüştüm. Tanrıya şükür ki devam ettim.

XOXO The Mag


19


INTERVIEW/lıterature

EVIE WYLD

Karanlığın Gücü Adına Evie Wyld’ın ikinci romanı All the Birds, Singing, ana karakteri Jake’in iki ayrı coğrafyaya yayılan hikayesine odaklanıyor. İsimsiz bir Britanya adasında başlayan hikayeye girişimiz, Jake’in koyunlarından birinin daha, ne olduğu belirsiz bir yaratık tarafından öldürüldüğünü öğrenmemizle oluyor. Ve böylece, daha ilk sayfadan, kitabın karanlık atmosferine adım atmış bulunuyoruz. Romanın Avustralya’da geçen diğer yarısıysa sondan başa giden bir anlatımla Jake’in geçmişi hakkında bilgi sahibi olmamıza olanak tanırken, her geçen bölümde merakımızın artmasına sebebiyet veriyor. Wyld, akıcı üslubu ve gizemli hikayesiyle biz okurların ilgisini her daim canlı tutuyor, ama bir yandan da kafalarda bitmez tükenmez soru işaretleri oluşturmaktan zevk alıyor... Bu zevke ortak olun. röportaj aslı arduman fotoğraf roelof bakker

XOXO The Mag


İkinci romanın All the Birds, Singing’i yazarken nelerden ilham aldığını merak ediyorum. İlhamı statik bir şey olarak göremiyorum, o nedenle tarif etmem zor. Şöyle ki romanın hikayesini, romanı yazarken keşfettiğimi/ oluşturduğumu söyleyebilirim; hikayenin farklı bölümleri ve karakterleri beni çeşitli istikametlere yöneltti.

kötü bir insan değil. Bir zamanlar gayet normal bir genç adammış. Hayatta başımıza gelen olaylara tepki olarak hepimiz farklı şekillerde davranmayı seçeriz. Otto da tercihini hoş olmayan davranışlardan yana kullanıyor. Tanışmış olduğum pek çok insanın abartılı bir versiyonu gibi; kadınları birer et parçasından başka bir şey olarak görmekte zorlanan türden erkekler... Fakat bu, Otto’nun kafasında zamanla oluşan bir fikir, yani aslında her zaman bu şekilde düşünmüyordu.

Bu durumda, kitabın konusunu önceden, her şeyiyle planlayan yazarlardan olmadığını anlıyorum... Biraz yazma sürecinden bahseder misin? Romanın konusu tamamen hikayedeki karakterler tarafından oluşturuluyor. Karakterlerin oluşumu ise onlara sorduğum sorularla oluyor: “Çocukluğunda ne oldu?” “Kimi özlüyorsun?” “En büyük korkun nedir?” Roman yazarken karşılaştığınız sürprizler işin en heyecanlı kısmı, bana sorarsanız. Kitabın konusuyla ilgili hiçbir fikriniz yokken, birdenbire bir karakter bunu sizden çekip ortaya çıkarıyor, ve sanki bu hikaye zaten en başından beri hep yanı başınızdaymış gibi hissediyorsunuz. Bununla birlikte, roman yazmak gerçekten zorlu bir süreç; çalışma masanızda uzun saatler boyunca kafa patlatıyor ve yazıyorsunuz... Tam bir karmaşa.

Tabii, yine, koyunların da hikayede çok önemli bir yeri var; onlar da neredeyse kitaptaki karakterlerden biri gibi... Jake’i bulunduğu mekanlarla birlikte her şeyiyle kafamda canlandırmıştım, ve en başta olabildiğince koyunlara direniyor gibiydim. Fakat gittiği yerlerdeki koyun bolluğunu kabul ettiğimde, bu durum benim için farklı anlamlar kazanmaya başladı. Jake’in sesi soluğu çıkmayan bu tuhaf canlılarla ilgilenmek zorunda olması, onlar için endişelenmesi ve onları koruyamadığında hissettiği sıkıntı benim için önem kazandı. Koyunlar, onun bir anlamda çocukları gibi, fakat köpeğinden farklı bir biçimde, zira köpeği akıllı ve Jake ile iletişim kurabiliyor, koyunlarsa sanki yeni doğmuş bebekler gibiler, bu yüzden de Jake için onları koruma dürtüsü çok daha kuvvetli.

Romanın bir yarısı Avustralya’da, diğer yarısı da ismi belirtilmeyen bir Britanya adasında geçiyor. Bu yerlerle nasıl bir alakan var? İsimsiz Britanya adası, çocukken epeyce vaktimin geçmiş olduğu bir yerin oldukça çarpıtılmış bir versiyonu aslında. Ve burada da, romandaki gibi, koyunlar esrarengiz bir şey tarafından öldürülüyordu; bunun hayvanat bahçesinden kaçmış bir puma olduğu iddia ediliyordu ve hatta yıllar geçtikten sonra bile, bu pumanın başka bir yaban kedisiyle çiftleştiğine ve ortaya katil kediler çıktığına dair söylentiler dolanıyordu. Avustralya’ya gelecek olursak; çocukluğumun bir diğer kısmı da orada geçti, halen de orayla ilgili hayaller kuruyorum ara sıra... Yani anlaşılan, çocukluğumun, hayal gücümün şekillenmesindeki rolü büyük.

“İnsan gözü her şeyden önce hareketi algılar.”; bu söz romanda birkaç kez tekrar ediliyor ve hikayedeki korku ve paranoya hissini vurguluyor sanki... Bu, aslında okura kalmış. Bazı sözlerin yankılanması hoşuma gidiyor. Bazen, hayatınızın bir noktasında, bir söz veya bir şarkı duyarsınız ve bu, hayatınızdaki iki anı birbirine bağlar; ben bunun güzel bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Neticede bunun ne anlama geldiği sizin hükmünüze kalmış... Romanda belirsiz bıraktığın noktalar var, hatta romanın sonunu da okurun yorumuna bırakıyorsun. Bir hikaye anlatıcısı olarak, okurlarına cevapların tümünü vermek zorunda olmamak seni daha özgür kılıyor mu? Bazı soruların cevapsız kalması konusunda en ufak bir endişem olmadı şimdiye dek. Şu da var, günlük yaşamlarımızda her şeyin bir çözüme kavuşmasına o kadar ihtiyaç duyuyoruz ki; eğer ortada kayıp bir çocuk ya da bir cinayet varsa, mutlaka bir açıklamayı hak ettiğimizi düşünüyoruz. Kim bilir, bunun nedeni belki de, Wallander, The Bridge ve The Killing gibi TV dizileridir. İnsanlığı anlayabilmek için her türlü gizemi çözmemiz gerektiğine inanıyoruz. Ve aslında gerçek hayatta hiçbir şey bu kadar basit değil. Neticede insan doğası, mantık kuralları çerçevesinde değerlendirebileceğimiz bir şey değil. Bir seri katilin insan öldürme nedeninin -örneğin romanlarda- direkt olarak çocukluğunda gördüğü kötü muameleye bağlanmasından nefret ediyorum. En başta, hayatta kalanlar için aşağılayıcı bir şey bu. Geçenlerde okuduğum bir romanda, birisinin kadınların canlı canlı derisini yüzmesine sebep olarak onun hermafrodit olması gösteriliyordu. İnsan zekasını böylesine aşağılayan başka bir saçmalık daha düşünemiyorum. Şu da var ki, insanlar mühim nedenler için öldürdükleri gibi, sudan sebeplerden de öldürebiliyorlar. Bir kişi tamamen normal bir hayat sürdürürken, 60’larına geldiğinde bir anda cinnet geçirip karısını ve çocuklarını öldürebiliyor. İnsan beyni bilinmez bir ülke gibi ve bana ilginç gelen de bu; ben cevaplardan çok sorularla ilgileniyorum.

Romanın ana karakteri Jake’in geçmişi travmalarla dolu; böyle bir karakter hakkında -özellikle de birinci tekil şahısta- yazmak zorladı mı seni? Yazdığınız karaktere yoğunlaştığınızda, kendinizi bu karakter gibi görmeye çabalıyorsunuz, dolayısıyla da işler biraz karmaşıklaşıyor tabii. Ama, mesela, birtakım yazarların yarattıkları karakterlere aşık olduklarını ve bu yüzden de kitabı tamamladıktan sonra bu karakterleri özlediklerini duymuştum. Benim için böyle bir durum hiç söz konusu olmadı. Kitabın İngiltere’deki bölümleri şimdiki zamanda geçerken, Avustralya bölümlerinde hikaye sondan başa doğru gidiyor ve bu da romanı epeyce esrarengiz kılıyor. Bu fikrin arkasında yatan nedir? Kitabı yazmaya başladığımda, bir yandan Jake’in çocukluğunda yaşadığı sorunları kavramaya çalışırken, diğer yandan da onun şimdiki zamandaki halini yazıyordum. Sonradan, anlatımı tersine çevirme fikri bana oldukça mantıklı geldi. Böyle bir anlatımla beynin işleyiş şekli arasında da bir benzerlik olduğunu düşünüyorum; öyle ki, hatırlamaktan rahatsızlık duyduğunuz, birisi gözbebeğinize dokunuyormuş hissi yaratan anıları hafızanızın en ücra köşelerine itersiniz ve içten içe sonsuza dek yok olmasını umarsınız.

Bir röportajda ise, “Bana ilginç gelen daha ziyade hissizlik.” demiştin. Bunu biraz açabilir misin? Sanırım demek istediğim, vücudun ve beynin, insanı, yüzleşmesinin son derece zor olduğu birtakım şeylerden korumak için, bir arada tepki vermesi. Fakat hissizlik sonsuza dek süren bir şey değil ve sonucunda da heyecan verici ve korkutucu bir şeylerin patlak vermesi kaçınılmaz. Hissizlik insanın kendi kendine empoze ettiği bir şeyse,

Romandaki erkek karakterlere gelecek olursak; Lloyd son derece sempatik, Otto ise bir o kadar itici, ama bir yandan da oldukça gerçekçi. Bu karakterleri yaratırken nelerden etkilendin? Lloyd eşimle babamın bir karışımı gibi. Otto ise aslında o kadar da 21


yani bir kişi yüzleşmekten kaçındığı bir şeyi özellikle düşünmemeye ve geçmişinden uzaklaşmaya çalışıyorsa, bastırılan duygular er ya da geç ortaya çıkıyor; bazen kızgınlığa, bazen de üretkenliğe dönüşerek... İnsanların böyle durumlarla nasıl başa çıktığı konusu oldukça ilgi çekici... Romanın en başından itibaren insanı saran bir atmosferi var; karanlık havası ve esrarengiz bir yaratığın varlığı da cabası... Karanlık temalara olan ilgin nereden geliyor? Aslına bakarsan bu her insanın doğasında var. Karanlık herkese çekici gelen bir şey; bilinmezler, ölüm, ölümden sonrası... İşin aslını öğrenmek istiyoruz ama bir yandan da yakınına gitmek, dokunmak istemiyoruz. Başkalarından dinlemek istiyoruz ama tecrübe etmek istemiyoruz. Buna karşılık, kitabın adı “All the Birds, Singing” kulağa oldukça pozitif geliyor, ve dolayısıyla romanın karanlık atmosferiyle bir kontrast oluşturuyor... Bunun arkasındaki fikir şuydu: “All the Birds, Singing”in kulağa hoş gelen bir cümle ve bir kuşun şakımasının da güzel bir şey olmasının yanı sıra, söz konusu büyük gruplar olduğunda durum korkutucu bir hal alabiliyor. Kelebekler, uğur böcekleri ya da uçsuz bucaksız gelincik tarlaları, güzelliklerinin yanında bir nevi vertigo hissine sebep olabiliyor. Özellikle de ‘ses’in böyle bir özellik taşıdığını düşünüyorum. Peki sende yazar olma isteği uyandıran kitaplar nelerdi? Tim Winton’ın Cloudstreet’i, Angela Carter’ın Heroes and Villains’ı,

Ian McEwan’ın The Comfort of Strangers’ı ve Raymond Carver’ın tüm eserleri. Son zamanlardaki favorilerin neler? Genelde, kitapları ‘favorilerim’ gibi kategorilere ayırmıyorum, zira eğer bir kitap okuyorsam onu gerçekten severek okuyorumdur. Kaldı ki geçen ay hakikaten müthiş bir kitap okudum: Richard Flanagan’ın The Narrow Road to the Deep North adlı romanı. Evdeki kitap koleksiyonun neye benziyor? Kocaman bir kütüphanen var mı? Koleksiyonumu kütüphane olarak adlandırmak pek doğru olmaz sanırım; daha ziyade evin her bir tarafına yayılmış kitap yığınları demek lazım. Yani bu sorunun cevabı: Kişisel koleksiyonum darmadağın bir yığın gibi. Eğer edebiyat dünyasından kurgu bir karakterle tanışacak olsan bunun kim olmasını isterdin? Tim Winton’ın The Riders romanındaki Scully; hem edebi açıdan hem de gerçek hayatta seveceğim türden iyi kalpli bir insan. Aynı zamanda güçlü ve becerikli, öte yandan kalbi de bir o kadar savunmasız. Nezaket bir insanda olabilecek en güzel özellik ve Scully’de de en öne çıkan şey. Şu aralar üzerinde çalıştığın yeni bir kitap var mı? Önümüzdeki sene yayınlanacak bir çizgi roman üzerine çalışıyorum; Avustralya ve Londra arasında geçen bir çocukluk ve köpekbalıklarıyla ilgili.

XOXO The Mag


23


INTERVIEW/FASHION

Brett Heyman

Fun Fact, Fun Bag

Kadın ve adam yuvarlak bir masada karşılıklı oturmuş, içkilerini yudumlayıp gösterinin başlamasını beklemekteler. Bu sırada kadın burnunu pudralamak için izin ister. Ve o zamana kadar ilgiyi hiç çekmeyen parlak clutch gözümüze çarpar. Tarih 1950’leri göstermektedir, ABD artık moda sahnesine de yön vermekte ve Fransa’nın kibrine, İtalya’nın Akdeniz şaşaasına inat moda dünyasını lakayt bir ciddiyete davet etmekte. Yeni milenyumun başındaysa bu davetiyeniz bir Hitchcock ya da Kubrick filminde beklemekte; ta ki Brett 2010 yılında kurduğu markası Edie Parker’la akrilik clutch’ların altın çağına geri dönene kadar... Zaman yolcuğuna geri sayım başladı, gerekli hazırlıklar için takip eden sayfalara Hollywood’un gösterişli aksesuarını elde etmek içinse Harvey Nichols’a yöneliniz. röportaj aslin kumdagezer fotoğraf brett heyman’ın izniyle

XOXO The Mag


Edie Parker SS2014

Edie Parker aynı zamanda Kerouac’ın ilk eşinin de adı, markanın isminde bu benzerliğin bir rolü var mı? Bir Kerouac hayranıyım ama markamın ismini onun hayatına adayacak kadar değil. İsim kızımdan geliyor; Edie Parker Heyman. Kızımın adını neden Edie koyduğumu sorarsan tarih boyunca bu ismi taşıyan, Edie Beale, Edie Sedgwick gibi kadınlara duyduğum hayranlıktan...

ve müşterilerimle direkt konuşabileceğim platformlar olması bence çok heyecan verici. Sadece bu kadar çok mecra olmamasını tercih ederdim. Markanı neden clutch’lar üzerine kurmayı tercih ettin? Sebeplerim tamamen kişisel aslında. Görünüşlerine ve elinizde tuttuğunuzda verdikleri parlak, şık hisse bayılıyorum. Bence clutch’lar dokunma duyusuna en çok hitap eden aksesuarlar.

Beat Kuşağı hayranlarından mısın? Gençken Howl’u art arda okuduğumu hatırlıyorum. Fakat Kayıp Kuşak yazarlarını tercih ederim. Fitzgerald’ın Tender is the Night’ını hala dönüp dönüp okurum.

Peki, estetiğinin sınırlarını nasıl çizdin? 1950 ve 1960’ların vintage akrilik çantaları beni çok etkiledi. Kullandıkları materyal zamana inanılmaz uygundu. Tabii bizim Edie Parker’da ürettiklerimiz o dönemdekilerin çok daha modern versiyonları.

Markanı yaratmadan öncesine dönersek, birçok köklü modaevinin PR’ını yürütüyordun. Eski tecrübelerin şimdiki kariyerini nasıl etkiledi? Gucci ve Dolce&Gabbana’nın aksesuar departmanlarının başında olmak bu pazarın ne denli önemli olduğunun farkına varmamı sağladı. Ve tabii sektörün açıklarını da yakından gözlememe olanak tanıdı. Birçok büyük marka gece çantalarını ayrı bir kategoriye ayırmıyor ve koleksiyonlarının odağına almıyor. Bu gerçeği görmek markamı başlatmamın en büyük etkenlerinden biri oldu. Bunun dışında tabii eski işim yeni kariyerimde bana stratejik olarak da büyük avantaj sağladı. Haliyle, dergilerde çalışan birçok arkadaşım vardı ve markamı başlattığımda bana destek oldular.

Bahsettiğin dönemlerde tasarlıyor olsaydın, kimleri clutch’larını taşıyorken görmek isterdin? Ah, bu konuda sonsuz bir listem var, ve izninle, koyduğun zaman limitini göz ardı ederek cevap vereceğim. Başlangıç için Babe Paley, Slim Keith, Romy Schneider, Charlotte Gainsbourg ve Catherine Deneuve’ü sayabilirim. Clutch’lar diğer aksesuarlara göre hep daha lüks algılanır ve tabii lüks denince işin içerisine değerli/yarı değerli malzemeler girer. Ama sen tam tersine olabildiğince mütevazı bir malzemeyle ilerliyorsun. Akrilik kullanmamın birçok nedeni var. İlki az önce de dediğim gibi görünüşü ve verdiği his. Deri, süet ya da mücevherin yarattığı geleneksel görüntüden bir adım öteye gitmek de hoşuma gidiyor; aslında gösterişli olmalarına rağmen düz birer kanvas gibiler. Ve taşlı tasarımların aksine gündüz de çok rahat kullanılabiliyorlar. Ben onları çok yönlü iletişim araçları olarak tanımlıyorum. Bu arada kullandığımız akrilik hiç mütevazı bir malzeme değil. Her çanta birer puzzle parçası gibi elde dökülüyor ve ardından yeniden elle monte ediliyor.

Edie Parker’ın PR’ıyla da sen mi ilgileniyorsun? İlk yıllarda ben uğraşıyordum fakat şimdi çok yetenekli insanlarla çalışıyorum. Son dönem PR eğilimlerini nasıl buluyorsun? Sosyal medya, sektörü tamamen farklı bir yöne çekti, hatta artık PR’lar temsil ettikleri isimlerin önüne bile geçmeye başladı. Günümüzde özel hayat sınırları da zaten bahsettiğin mecralar sebebiyle flulaştı. PR sektöründeki gelişmelerin de açıkçası bu ‘röntgencilik’ iç güdüsüyle tutarlı olduğunu düşünüyorum. Bu dediğimi bir eleştiri olarak algılama, sadece yeni bir dünya düzeni içerisindeyiz o kadar. Bir tasarımcı ve marka olarak hayranlarım

Farklı malzemeler kullanmayı düşünüyor musun? Kesinlikle! Şu an Resort koleksiyonumuz için tahta ve metal üzerinde çalışıyoruz. 25


Lüks kavramına eğlenceyi de ekleyen bir estetiğin var. Eğlence senin için ne ifade ediyor? Doğası gereği şakacı, eğlenceli bir yapım var. Tabii bu durum tasarımlarımın geneline de yansıyor. Arada bir ciddi ve gösterişli görünmeyi istediğim zamanlar olsa da, giyinmek çoğunlukla benim için eğlenmek demek. Aynı zamanda Edie Parker, kendini lüks bir marka olarak tanıttığı için çiğnememesi gereken kuralları da olmalı. Eğlence faktörünü bu durumda nasıl dengede tutuyorsun? Bence tek kural ürünün malzeme kalitesinin her zaman yüksek olması. Zaten sektörün genel gidişatı da lüksün eğlenceli olabileceğini göstermeye çalışıyor kanımca. Örnek vermek ya da karşılaştırma yapmak için söylemiyorum ama Marc Jacobs ya da Karl Lagerfeld tasarımlarına baktığınızda mizahın lüksle ilişkisini her zaman görebilirsiniz. Birçok markanın aksine üretimini ABD’de yapıyorsun. Bu konuda ısrarcı olmanın özel bir sebebi var mı? İlhamım olan clutch’lar savaş sonrasında ABD’nin ilk defa global moda dünyasının önderliğini ele geçirdiği bir dönemde ortaya çıkmıştı ve ben de tasarımlarımla bu döneme bir saygı duruşunda bulunuyorum. Ve bu övgüyü sadece ürünün son haline değil tüm sürece yansıtmak istiyorum. Bu nedenle merkezimiz New York City’de, üretimimizi de Orta Batı’da gerçekleştiriyoruz. Tabii ABD’de üretim yapmanın olumsuz tarafları da yok değil. Öncelikle çok pahalı ama ürünün kalitesi buna kesinlikle değiyor. Çantalarının temsil ettiği dönemin aksine artık çok büyük çantalara bile sığmakta zorluk çekiyoruz. Senin günlük hayatında çantanda neler olur? İtiraf edeyim; ne kadar hafifletmeye çalışsam da ben de çantasını aşırı dolduranlar sınıfındanım. Çantamdan da asla telefonum, anahtarlarım, biraz makyaj malzemesi, antibakteriyel jel, peçete, sakız ve diş fırçam eksik olmaz. Şimdiden epey doldurdum bile değil mi?

Sürekli fikirleri aklımda evirip çeviriyorum. Bir çantanın üstünde görmek istediğim çok şey var. Bunun yanında New York’un bana sunduğu nimetlerden yararlanıyorum, şehrin insanlarından ve mimarisinden etkilenmemek neredeyse imkansız. Önümüzdeki sezonun teması ne olacak? Sürpriz! Ama art deco renkler ve doğal motifler üzerinde çalıştığımı söyleyebilirim. Kişiye özel tasarımlardan oluşan Bespoke serisi özellikle başarı yakalayan işlerinden. Fikrin nereden çıktığını ve şimdiye kadar aldığın en sıra dışı siparişi merak ediyorum. 40. doğum günü için bir arkadaşıma üzerinde Lizzie yazan bir clutch tasarlamıştım. Aldığım tepki beni o kadar mutlu etti ki birkaç arkadaşım için daha yaptım. Ardından hiçbir pazarlamaya ihtiyaç duymadan siparişler almaya başladım. Tabii aralarında birçok komik ve garip istek vardı ama beni en çok güldüren üzerine ‘Boşanmış’ yazmamı isteyen sipariş oldu. Tasarlarken hikaye mi yoksa form ve malzeme mi daha önce geliyor? Her şeye renkleri düşünerek başlıyorum. Pantone kartlarını açıp akrilik üzerinde duruşlarını çalışıyorum. Beni mutlu eden bir sonuca ulaştığımda tasarımını kurguluyorum. Tasarımı kurgulama sırasında da zaten aklımdan akıp giden hikayelerden biri elimdekilerle eşleşiyor. Ayrıca bir hikayeyi birden çok yorumlama şekli olduğuna inanıyorum. Biraz soyut bir çalışma tarzı aslında. Tüm tasarımların ilk numuneleri el yapımı çalışılıyor, ardından parçalar lazer kesim için bilgisayar ortamına aktarılıp, tekrar elle birleştiriliyor. Uzun ve zahmetli bir süreç ama kesinlikle sonuca değiyor. Renkler senin için ne ifade ediyor? Renkler benim için bir tutku. Evimin ve gardırobumun vazgeçilmez bir parçası. Renkli olan her şeyin mutluluk verdiğine inanıyorum.

Sayılır, peki tüm bunları doldurmak için tercih ettiğin favori bir çantan var mı? Dönüp dolaşıp Balenciaga Motorcycle Bag’ime dönüyorum. Çok hafif ve her daim cool görünebilmenin tek yolu.

Bu arada çalışma alanın nasıl? Çok samimi bir çalışma ortamımız var. Fakat yıl sonunda ofisimizi taşımak zorundayız ve bu beni çok üzüyor. Ama büyüyoruz ve daha çok alana ihtiyacımız var.

Her koleksiyonunu somut bir tema üzerine kurguluyorsun. Bu konuda karar mekanizman nasıl işliyor? Koleksiyonun gideceği yön ve temalar hiç aklımdan çıkmıyor ki...

Bitirmeden, yaz için planların var mı? Bu yaz favori tatil mekanlarımdan olan Capri’ye gidebilmeyi umuyorum. Şanslıyım ki en yakın arkadaşlarımdan birinin orada evi var.

XOXO The Mag



INTERVIEW/beauty

Vedat Ozan

Serbest Akış Konuşalım Vedat Ozan’ın koku duyusu üzerine düzenlediği atölyelerden birine katılmış, Açık Radyo’da bir programına denk gelmiş ya da İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde ‘Koku Temel Eğitimi’ sertifika programına yazılmak için can atmış olabilirsiniz. Yine de en keyiflisi ‘First Cigar After Sex’, ‘Lighter Shade of Pale’, ‘Nude’ ve ‘Hobbit’ gibi isimlerle vaftiz ettiği parfümlerini ve çok daha fazlasını onun karşısına kurulup bir Türk kahvesi eşliğinde dinlemek. röportaj ayşecan ipek fotoğraflar tanla özuzun

XOXO The Mag


Bana serbest akış konuşalım dediniz, öyleyse hayatınızın parfüme doğru akışından başlayalım. Aslında hayatımın akışı parfüme doğru gitmedi, parfümle başlayıp kokuya doğru gitti. Parfümlere ve kokulara hep meraklıydım. Yurt dışı seyahatlerinde hava alanına iki saat önce giderdim ki ne var ne yok göreyim, hepsini koklayayım… Sonra kendim bir şeyler yapayım dedim. Sağdan soldan, aktarlardan birkaç yağ buldum, internette nasıl parfüm yapılacağını araştırdım. Ama internete girince çok komik şeyler çıktı tabii, genelde İngilizce; Amerikalı, orta halli ev kadınları için ‘alkol yoksa votka koyun’ falan gibi tavsiyeler… Dedim olmayacak böyle, çok domestik kaldı bu. Sonra okumaya başladım, kitapları indirdim. İndirdikçe ve daha çok okudukça da şöyle bir şey ortaya çıktı: Ben parfüm diye girdim ve parfüm diye bir şey var ama bir de bunun bir karşılığı, bir algısı var. Algısı üzerine gittiğimde de koskoca bir dünya çıktı karşıma ve onun üzerine yoğunlaşmaya başladım.

Parfüm ve kokuyu nasıl ayırıyorsunuz veya bunları nerelerde birleştiriyorsunuz? Parfüm kokunun içinde, onun üretilmiş olanı. Kokunun illa da üretilmiş olması gerekmiyor, ortamda mevcut, kendi haliyle var olan kokulara da rastlıyoruz. Koku parfümü de içine aldığı ve tepede durduğu için daha da ilginç geliyor bana. Koku deyince… Ayakkabı boyasından öksürük şurubuna kadar burnumuzun aldığı her şey. Keşke parfümü olsaydı dediğiniz, doğal haliyle ilginizi çeken kokular var mı? Var tabii, üzerine herhangi bir şekilde koku monte edilmemiş bir tırnak cilası ya da tırnak temizleyicisi… Bildiğimiz aseton yani… Çünkü asetonun türevleri zaten parfümün içinde kullanılıyor ama biz asetonu da genelde kokulandırıyoruz. Toprak kokusu da ilgimi çok çekiyor. Toprak dediğim zaman sadece koyu renkli bir kütle gelmiyor aklıma, toprak üzerinde yetişen tüm yeşilleri de anlıyorum.

Parfümlerinizi yaratırken bir molekül ya da ham maddeye takılıp üzerine gittiğinizi söylemiştiniz, şu sıralar burnunuz nerelere yöneliyor? Ambroxan diye bir molekül var, Ambrox diye de bilinir, onunla ilgileniyorum. Gri amberin “ağırlığından” uzak durduğuna, buna rağmen gizemli havasını koruduğuna inanıyorum. Paçuliyle yapılabilecek şeylerin ne kadar sınırsız olduğunu, tek bir ham maddenin ne kadar farklı noktaya dokunabildiğini görüyorum. Genelde baz notalar ilgimi çekiyor, çiçekleri daha ziyade aksesuar gibi değerlendiriyorum. Çiçek etrafında bir bina inşa etmek bana çok cazip gelmiyor.

Parfüm merakımızın altında nasıl duygular yatıyor? Biz nasıl bir motivasyonla parfüm arayışına çıkıyoruz sizce? Parfüm dediğimiz şey kokulu bir uyarandır aslında. Böyle söyleyince tüm romantizmini kaybetse de hakikat bu. Tıpkı moda markaları gibi bizim varsaydığımız kimliği en iyi temsil edeceğini düşündüğümüz parfüme yöneliyoruz. Parfüm, bizim olduğumuz gibi değil olmak istediğimiz gibi kokmamızı sağlıyor. Dolayısıyla güçlü bir arzu yatıyor orada.

Parfümerinin edebi tarafı da oldukça keyifli, ne dersiniz? Sizin parfümlerinize koyduğunuz isimlerden bahsedelim biraz. First Cigar After Sex, favorilerimizden. Koku Atölyesi’nde başka kimlere rastlıyoruz? İsim koymak bu işin en büyük keyiflerinden biri. Bazen mevcut bir ismi alıp koyuyorum, Game of Thrones’dan Khal Drogo mesela... Veya The Moody Blues’un Whiter Shade of Pale’ini alıp Lighter Shade of Pale yapmıştım. Kelime oyunu yapıyor olmak hoşuma gitmişti. Eşim için yaptığım bir parfüm vardı, buğulu ve egzotik bir parfümdü, vanilya ve yaseminli. O bana çok mahrem bir parfüm gibi gelmişti, Nuit Noire koydum ismini.

Kategoriler de hemen burada devreye giriyor sanırım… Floral aile, odunsu aile… Hepimizin ait olduğu bir aile var ve onu arıyoruz sürekli… Kültürel kodlar da çok önemli: İngiltere’de çiçeksi ya da floral kelimesi parfüm satarken çok tercih edilmez çünkü akla hemen çay içen iki pinpon kadın gelir. E işte o zaman da yaş faktörü devreye giriyor, kimse de yaşlı kokmak istemiyor. Almanya’da ise hayvansı notaları çok fazla öne çıkarmamak lazım. Tercihlerimiz tamamen bize ait değil, içinde yaşadığımız çevrenin bakışıyla da şekilleniyor ne 29


yazık ki. ‘Moda kurbanı’ teriminin parfümeride bir karşılığı yok ama örneklerine sıklıkla rastlıyoruz. ‘Parfüm her tende farklı kokar’ gerçek bir söylem midir? Aynı parfüm iki farklı kişi tarafından aynı taşınmaz ama bu tamamen davranış biçimiyle alakalıdır. Ben o kurala hiç inanmıyorum. Chanel No.5 sürdüyseniz Dior Poison kokamazsınız. Parfümün her tende farklı kokması hikayesi de 1950’lerde Chanel tarafından yaratılmış bir PR taktiği bana kalırsa. Kendine doğru parfümü bulmak isteyen birinin işe önce kendi teninden ve ten kokusundan başlamasını tavsiye eder misiniz peki? Duyabiliyorsa tabii ederim, artık kendi ten kokumuzu duymak çok kolay değil. İnsanın hakiki ten ve ter kokusunu duyabilmesi için iki üç gün müsaade etmesi lazım kendine. Esas olan şu: Hangi kokunun içinde kendinizi rahat hissediyorsanız sizin kokunuz odur. 18 yaşında Chanel No.5’ten hoşlanıyor olabilirsiniz, kimseyi takmayın ve onu kullanın. Modern insanın kokuyla olan ilişkisine nasıl bakıyorsunuz? Çok azımız burnumuzu bilinçli olarak kullanıyoruz. Yerden yukarı yükseldikçe koku ile olan bağımız da azalıyor. Emekleyen bir bebeğin kokuyla ilişkisi yürüyen bir çocuktan çok daha fazla olabilir. Hayatımızda görsellik ve işitsellik üzerinden gidiyoruz, dolayısıyla kokuya ilişkin bir lisanımız yok. Bir parfümü eleştirirken nereden başlarsınız? Parfümü beğenip beğenmemem önemli değil. Bir kere parfümü eleştirmek için onu 24 saat yaşamak lazım. Parfümün iskeletini betimleyen, piramit diye tabir edilen aslen üçgenin, yani üst-kalp-dip notalarının birbirine uyum içinde geçmiş olması lazım. Bu sayede teknik olarak başarılı bir parfüm olduğuna kanaat getirebilirim. Beğendim veya beğenmedim üzerinden gelen her türlü eleştiri, kişisel ifadeye girer. Niş markaların, parfümü aksesuar seçiminden ziyade psikolojik ve gurme bir deneyim olarak sunduğu günlerdeyiz. Size parfümde geriye dönüş yaptığımızı hissettiren başka işaretler de var mı? Sümbülteber gibi kuvvetli çiçeklerin revaçta olması aslında çok geriye dayanan bir referans. Bir takım çok vasatlaşmış şeyler var, onların da bir dönüş yapacağını bekliyorum aslında. Menekşe yaprakları ve menekşe kökü gibi... Prada, irisi (zambak) tamamen sahiplendi, ona endüstriyel bir yorum kattı ve onu yeniden arzu edilir bir nota haline getirdi. Yavaş hayata yeniden öykünmeye başladık, slow food bunun bir örneği, belki bir gün slow perfume da çıkacak... Parfüm dedikodusuna başlayalım mı artık? ‘Bu bir başyapıttır’ dediğiniz parfümleri merak ediyorum. Chanel Antaeus’u unutamam. Çok sevdiğim bir kokudur, şimdilerde formülü çok değişti gerçi… YSL Kouros vardı, o da çok değişti. Hafif kirli bir yanı vardı, hijyen paranoyasından dolayı o yanı maalesef törpülendi. Bahsettiklerim yeni parfümler değil farkındaysanız; çünkü yaklaşık 25 senedir parfüm dünyasından klasik olabilecek bir koku çıkmıyor. Sizce bu bilinçli bir seçim mi? E tabii, çünkü raftaki metrekare belli ama lansman sayısı giderek katlanıyor. Senede 20 parfüm çıkarken şimdi yalnızca ana akım parfümlerde 1000’li sayılara ulaşıyoruz. Bunu bir veriye dayanarak söylemiyorum ama sanki bugünün parfümleri bir klasik olmak için değil, iki üç senelik bir hayat beklentisiyle yaratılıyor. Klasikleri çekiştirmeye devam edelim o halde. Diorissimo desem? Aslında o parfümün çok uzun bir hikayesi var. Müge çiçeği, çan çiçeği

diye de geçer, çok keyifli bir çiçektir. Christian Dior’un kendisinin de çok sevdiği bu çiçek, cenazesinde de tabutunu süslemişti. Yapan da yanılmıyorsam Edmond Roudnitska’ydı. Çok başarılı bir müge sentezi yaptı, Diorissimo için doğalın en başarılı replikalarından biri diyebilirim. Chanel No.5’le ilgili ne dersiniz? Açıkçası Chanel No.5’in kokusunu bağımsız değerlendiremiyorum. Çünkü öyle bir pazarlama gücü ve baskısıyla beraber geldi, ki belki de Chanel No.5’i kokusuyla değil pazarlama kavramına kattıklarıyla değerlendirmek gerekir. Ne de olsa, dönemi itibarıyla, ona benzeyen diğer kokuların hiçbiri hayatta kalamadı. No.5’e addedilen bazı vasıflar tam olarak da doğru değil aslında, ilk aldehit kullanılan parfüm denir, oysaki ilk aldehitli parfüm ondan 15 sene önce piyasaya çıkmıştır. Tartışamayacağımız tek bir şey vardır, o da Chanel No.5’in dünyanın en çok satan ilk beş parfümü içinde yer alması ve bir modacının kendi ismiyle çıkan ilk parfümü olması. Guerlain evindeki değişimlere nasıl bakıyorsunuz? Shalimar, Mitsouko, Après L’Ondée gibi klasiklerden sonra biraz daha modern bir yerlere doğru gidiyor. Köklerine sadık kalmayı başarabilecek mi? Tabii yönetimin değişmesi büyük pay oynuyor bu değişimde; Thierry Wasser’in biraz daha modern bir bakışla tepeye oturması, aileden kimsenin markanın içinde kalmaması… Ne olursa olsun Guerlain evinin çok ağır bir kurumsal ve tarihsel geçmişi var. İlk soyut parfümü ürettiler, zamanında etil vanilin gibi yeni üretilmiş bir takım molekülleri hiçbir endişe duymadan kullandılar. Guerlain’in teknik güncellemeleri takip eden, bunu da klasik nosyonunu bozmadan yapan güçlü bir duruşu var. Ama tabii günümüzde Guerlain’den Shalimar kuvvetinde başka bir kokunun çıkmadığını da hatırlamak lazım. Kanımca, gelmiş geçmiş en güzel vanilya yorumu Shalimar’dır. Diğer aileleri de yok saymayalım. En güzel tütün, deri, çiçek, ve baharat yorumlarını da duymak isteriz. Tütünde Molinard Habanita ve Caron Tabac Blond arasında kararsız kalırım. Derinin en güzel yorumu yine Robert Piguet’den geliyor; Bandit. Coty La Rose Jacqueminot, müthiş bir floral. Odunsu olarak kendi parfüm geçmişime dönüp, Chanel Antaeus diyeceğim. Frédéric Malle Noir Epices de baharattaki tercihim. Sizin parfüm geçmişinizde Chanel Antaeus’tan başka neler var? Hangi parfümleri kullandınız? Yerliler de var işin içinde. Örneğin Hunca’nın Madigan diye bir tıraş losyonu var, onu senelerce kullandım. Rebul’ün klasik bir kokusu vardı, onu kullandım ve çok beğendim. Şimdi o da değişti gerçi… YSL Kouros kullandım. En çok kullandığım ise Thierry Mugler Angel oldu. Angel’ın kadın versiyonunu çok uzun zaman hiç sıkılmadan kullandım, Innocent’ı bir flanker olarak değil kendi başına var olabilen ayrı bir parfüm gibi düşünürsek, onu da ekleyebilirim listeye. Dior Eau Sauvage’ı çok kısa bir süre, bence biraz saygıdan kullandım. Bir ara Royal Copenhagen diye bir erkek parfümünden iki üç şişe bitirdim. Kendi denemelerimden First Cigar After Sex’i kullanıyorum, direkt olarak Ambrox sıktığım da oluyor. Şimdi size cevap verirken fark ettim ki aslında bayağı tutucuyum, tarzımı pek değiştirmemişim. Sizce Türkiye’den neden iyi bir parfümör çıkmıyor? Moda ve parfüm birbirine paralel giden sektörler. Modada güçlü olamadığımız sürece parfümde güç kazanmamız çok zor. Türk, niş bir parfüm evine de çok fazla talep olacağını sanmıyorum. Bana “Senin denemeleri niş marka olarak çıkaralım.” diyenler oldu. Bir de şu soru var: Bu coğrafyadan bir isme acaba yabancı bir isim kadar değer verilir mi? Sanki ismim Vedat değil de Laurent olsaydı daha iyi olurdu…

XOXO The Mag





INTERVIEW/MUSIC

HollySiz Hepsİnden Bİraz

Gözlerinizi kapatın. 80’lerin glam dolu ABD’sine bir yolculuğa çıkıyoruz. Paris semalarından geçerken de ufak bir mola veriyor ve şehrin moda anlayışını yanımıza alıp yolumuza devam ediyoruz. Bunlar HollySiz hakkında az da olsa fikir sahibi olmanız için yeterli. Biraz daha detay için sizi takip eden sayfalara alalım. röportaj ersin koray fotoğraf dimitri coste

XOXO The Mag


Birçok dizi ve filmde gösterdiğin oyunculuk performansından sonra ilk albümün My Name Is’i yayınladın. Müziğe yönelmeye nasıl karar verdin? Her ne kadar sanatın farklı dallarında çalışmalarım olduysa da kendimi bildim bileli müzikle iç içeyim. Fakat beş yıl önce müzik, hayatımda beni mutlu eden en büyük etken olmasının yanında benim için ciddi bir kariyer hedefi haline geldi. Bunu da tetikleyen, en yakın arkadaşımı kaybetmem oldu. Yani müzik kariyerim biraz trajik gibi görünen bir başlangıca sahip diyebiliriz. Şu an dönüp baktığımda doğru bir karar verdiğimi görüyorum.

Bunların başında ‘etrafımdaki hızlı hayata ayak uydurmak’ geliyor. Her zaman hareket halinde olmak ve tüm bu koşuşturmaya rağmen, gündelik kıyafetlerinle bile, tarzından ve şıklığından hiçbir zaman ödün vermemek benim için çok önemli. Bu da beni bir Parizyen yapıyorsa, evet öyleyim. Oyunculuk geçmişine dönersek, Sex and the City gibi, hayatlarımızda az ya da çok yer edinmiş bir dizide ufak bir rol aldın. Nasıl bir deneyimdi? O dönemlerde aktif olarak casting’lere katılmaya çalışıyordum; sonuçta her küçük fırsat benim için yeni bir dönemeç olabilirdi. Sex and the City’nin casting’inin yapılacağını duyduğumda hemen katıldım ve sürpriz bir şekilde performansım çok beğenildi. Rolüm küçüktü, evet, ama çekimleri New York’ta yapmak ve Paris’te yapılmış algısı yaratmak çok farklı bir deneyimdi ve oldukça eğlenceliydi. Tabii bu deneyimi unutulmaz yapan en önemli faktörlerden biri de kahramanım Mikhail Baryshnikov ile tanışmak oldu. Geriye dönüp baktığımda, bu benim için yüzümde bir gülümsemeyle andığım bir tecrübe.

Neredeyse tüm fertleriyle sanatla haşır neşir bir ailede yetişmenin de üzerinde etkisi olmuştur mutlaka... Kesinlikle. Her ne kadar oyuncu olan babam ve erkek kardeşim bana ciddi anlamda destek olsalar da, özellikle piyanist olan büyükannem en büyük ilham kaynağım... Belki kulağa biraz abartılı gelecek ama, onun sayesinde, konuşmayı öğrendiğimde şarkı söylemeyi de biliyordum. İlk bakışta 80’lerin glam, pop ve dans müziğinden ilham aldığın belli oluyor. Peki, senin için yapılan Blondie benzetmesini ne denli sahipleniyorsun? Müzik olarak Blondie’den ilham aldığımı söyleyemem. Medyanın beni kabullenmesi için herhalde kendince böyle ciddi bir benzetme yapması gerekiyordu. Ama bu yakıştırmadan şikayetçi de değilim, çünkü Blondie’nin tarzını gerçekten çok beğeniyorum. Müziğimi gerçek anlamda etkileyen isimlere gelirsek; Michael Jackson, Beyoncé, LCD Soundsystem ve Gossip’in ilham dünyamdaki yerleri çok büyük.

Albümünün yayınlanmasının hemen ardından Secret de Rochas’ın yüzü oldun... Sürecin tamamı benim için büyüleyici anların bir araya toplanması gibi. Hayatımın her döneminde, herhangi bir beklenti içine girmeden, durmadan çalıştım. Şimdi biraz da bu çalışkanlığımın meyvelerini topladığımı düşünüyorum. Etrafımı saran ve devamlı büyüyen sevgiden haliyle çok memnunum. Ama bu benim için yalnızca daha çok çalışmam gerektiğini gösteren ve asla şikayetçi olamayacağım bir işaret. İyi bir dansçı olduğunu da biliyoruz. Peki dansı hayatında nasıl konumlandırıyorsun? Dansı hiçbir zaman kariyer hedefi olarak görmedim ama hayatımda her zaman önemli bir yeri oldu. Dört yaşındayken baleye başladım ve o zamandan beri de üzerine hip hop, samba, caz ve tap danslarını koyarak dans etmeye devam ediyorum. Genel anlamda bunların hayatım üzerinde ve hatta karakterimde ciddi etkileri var.

Albümdeki tüm şarkılar sana ait. Hatta prodüksiyon kısmında da büyük bir pay sahibisin. Bu süreç senin için nasıldı? İkinci albüm için farklı planların var mı? İlk albümümde kendi sound’umu yaratmak benim için çok önemliydi. İçerisinde yer aldığım tüm projeleri ve dinlediğim tüm müzikleri, kendi vizyonum dahilinde harmanlamak en büyük arzumdu. Bu nedenle mümkün olduğunca sürecin tamamına bire bir dahil olmak istedim. İkinci albümde de yine benzer bir yol izleyeceğimi düşünüyorum ama aklımda çeşitli işbirliği fikirleri oluşmaya başladı bile.

Sahnede gerçek adın Cecile’i kullanmıyorsun. Albümüne de My Name Is ismini verdiğini düşündüğümüzde, belli ki tanıtmak istediğin bir karakter var. Bu karakteri anlatır mısın biraz? HollySiz, benim iyi özelliklerimi yansıtan ikizim. Arkasına kolaylıkla saklanabildiğim bir süper kahraman. Arkadaşlarım özel hayatımda hem Cecile’i hem de Siz’i çok iyi tanıyor.

Şarkı yazma sürecinde izlediğin, kendine özgü bir yöntem var mı? Şarkı yazmak benim için fazlasıyla anarşik bir deneyim. Her an, her yerde gerçekleşebilecek ve hiçbir sistematiğe dayanmayan bir süreç. Sadece, bazen bu süreci biraz düzene sokmak adına, aldığım küçük notlarla birlikte şehir dışında sakin bir yerlere gidip, tek başıma kalmaya çalışıyorum. Farklı ruh halleri içerisindeyken yazdığım bu notları bir araya getirmek için tercih ettiğim ve düzenli olarak uygulamayı başardığım tek yöntem bu.

Bu soruyu hem şarkıcı hem de oyuncu tarafınla cevaplayabilirsin. Gelecekte beraber çalışmak istediğin isimler kimler? Çok fazla batıl inancım var. Gerçek anlamda ilgi çekici bir fikrim ve iyi bir önerim olmadan, o insanların adlarını paylaşmak veya onların bir şekilde benim bu isteğimden haberdar olmalarını istemem. Zamanı gelip haberdar olduklarında da, ortaya çıkacak sonuç zaten yeterince tatmin edici olacaktır. Bu konuda kendime güvenim tam.

Yodelice ile hem albüm hem de canlı performanslarında çeşitli çalışmaların oldu. Bu birliktelikten bahseder misin? Yodelice benim manevi babam gibi. Gerek müzisyen kimliğiyle gerekse karakteriyle her zaman hayatımda olmasını istediğim biri. Aynı zamanda bana inanan ve karşılıksız destek veren kişilerin başında geliyor. Birlikte çalışıp, ortaya çeşitli işler koymak, uzun zamandır süren bir hayaller silsilesinin gerçeğe dönüşmesi gibi benim için.

Son zamanlarda nasıl vakit geçiriyorsun? Şu an tüm vaktim turnede geçiyor. Yine de bazen yeni şarkılarım üzerinde çalışacak zamanı bulabiliyorum, ve bu da beni oldukça mutlu biri yapıyor.

Paris’te yaşıyorsun ve modayla iç içesin. Kendini bir Parizyen olarak görüyor musun? Önem verdiğim ve prensip haline getirdiğim birkaç temel nokta var.

HollySiz’den gelecekte neler beklemeliyiz? Çok yoğun bir sevgi ve ona eşlik eden ciddi bir paylaşım. 35


INTERVIEW/MUSIC

KLAXONS Yenİ Rave Yenİlendİ

İkinci stüdyo albümleri Surfing The Void’un üzerinden geçen dört senelik arayı, Love Frequency ile sonlandırmaya hazırlanan Klaxons’la, new rave, bilinçaltından verilen mesajlar ve müziklerinin gitmekte olduğu noktalarla ilgili anlam-yoğun bir konuşma yaptık. röportaj alican öyke fotoğraflar harley weir

XOXO The Mag


‘There Is No Other Time’a çektiğiniz videoda, etrafı martılar tarafından sarılmış bir küp görüyoruz. Buradan çıkarmamız gereken bir subliminal mesaj var mı? Bu oldukça iyi bir soru ve aynı zamanda karmaşık. Aslına bakarsanız bir bilinçaltı mesajı vermekle ilgili pek bir şey düşünmemiştik. İçinde bulunduğumuz küple pek tabii dünyayı dolaşıyor olabiliriz, ya da martıların küpü takip etmesi medya tarafından yeniyor/tüketiliyor oluşumuzu temsil ediyor da olabilir. Yani videonun verdiği mesajın ucu açık ve farklı birçok yere çekilebilir.

ve herkesin bir odada bulunduğu tam bir performans albümüydü. Kaydedebileceğimiz en iyi canlı albümü kaydetmiştik. Şimdi ise enstrümanları bir kenarı bırakıp, çeşitli yazılım ve araçlarla müzik yapmayı öğrendiğimiz bir sürecin karşılığını alıyoruz. New rave terimi müziğinizi hala tanımlıyor mu, ya da tanımladığını gerçekten hiç düşündünüz mü? Önceden, insanları içinde elektronik öğeler olan bir rave müziğe maruz bırakıyorduk. Sahneye çıkıyor ve canlı, enstrüman müziği yapıyorduk. Bu ise insanları o kadar şaşırttı ki sonunda new-rave olarak anılmaya başladık. Şu anda ise pop ve elektronik tabanlı bir altyapı üzerine, canlı enstrümanlarla çeşitli araçları birleştirerek daha dijital bir sound yarattık. Ve hala new rave yapıyor olabiliriz. Soundcloud’da da öyle yazdığına göre…

Kısa bir süre içinde yayınlayacağınız yeni albümünüz Love Frequency’de, Gorgon City, Erol Alkan, James Murphy ve The Chemical Brothers’dan Tom Rowlands gibi isimlere rastlıyoruz. Bu müzisyenlerle işbirliği yapmak müziğinizi ve genel olarak albümün sound’unu nasıl etkiledi? Erol Alkan şarkılarımızı kulüplerde ilk çalan DJ’lerden bir tanesiydi ve hatta biz de onun Londra’daki mekanı Trash’te çalmıştık. Trash bizim gibi grupların geç saatte çalabileceği ender gece kulüplerindendi, birbirimizle bir şekilde ilişkilenip müziklerimizi takip etmeye başladık ve Erol Alkan bizim için önemli bir kültürel referans oldu. James Murphy ise müziğini zaten örnek aldığımız isimlerden biri oldu her zaman. Chemical Brothers’a gelirsek, bence gezegendeki en ‘cool’ gruplardan biri. Özellikle canlı performanslarında bir DJ ve prodüksiyon ikilisine göre oldukça hassas ve gerçekler. Bu da onların bizi en çok etkileyen özelliği oldu diyebilirim.

Klaxons’ı en çok neler ya da kimler etkiledi? Sanırım bizi en çok etkileyen, kültürel alanda yaptığımız seçimler oldu, ki bu da kuşkusuz yaşadığımız dünyanın geçirdiği evrimden ve bu hızlı değişimin bizim üzerimizde bıraktığı etkilerden kaynaklandı. Tüm bu etkileşimin sonucu olarak, yeni albümümüz yoğun olarak anın içinde yaşamak ve ondan keyif almakla ilgili düşünceler barındırıyor. Myths of the Near Future’ın başarısı Mercury Prize ile tasdiklenmişti. Love Frequency için de benzer bir hedefiniz var mı? İnanın, bunun hakkında bir an bile düşünmedik. Elbette bir ödül kazanmak için albüm yapmıyoruz; sadece sevdiğimiz ve bu cesarete sahip olduğumuz için yapıyoruz. Ödüllendirilmek, daha doğrusu bunu fiziksel bir durumdan çıkarıp, ödül üzerinden takdir görmek oldukça güzel olsa da, ortaya çıkarmak istediğiniz şey ve onun için yaptıklarınızı düşündüğünüzde çok da bir anlam ifade etmiyor.

Bir önceki albümünüz Surfing the Void ile Love Frequency arasında dinleyicinin bulabileceği farklar neler? Love Frequency’nin en büyük farkı bir elektronik müzik albümü olması. Surfing the Void’u ise Ross Robinson’la kaydetmiştik ve o bir grubun canlı performans enerjisini yakalamayı kesinlikle çok iyi başaran bir prodüktör. Surfing the Void için çok fazla prova yapmıştık 37


The Chemical Brothers’dan Tom Rowlands’ın albümde konuk sanatçı olmasının yanında prodüktörlüğü de üstlendiğini biliyoruz. Beraber çalışmayı özel olarak mı istediniz yoksa her şey kendiliğinden mi gelişti? Dediğiniz gibi işbirliğimiz albüm için bir parça üzerine birlikte çalışma fikriyle başladı. Daha önce hiçbir grubun prodüksiyonunu yapmamışlardı ve biz bu fikirle gelince, onların da ilgisini çekti. Chemical Brothers’ın yıllardır yarattığı ‘groove’ hissinin, Love Frequency’nin genel havasına çok uygun olacağını düşündük ve şarkılarımızı bu bakış açısı üzerinden değerlendirmek oldukça keyifli oldu. Love Frequency’nin yapım ve kayıt aşamasında denediğiniz yeni teknikler oldu mu? Önceki süreçlerle kıyasladığımızda neredeyse tamamen farklı bir kayıt oldu diyebiliriz. Klavye, gitar ve piyano gibi canlı enstrümanların yerine bilgisayarlar ve makinelerle bir aradaydık. Stüdyoya girdiğimizde ise inanın parçaların tam olarak nasıl ortaya çıkacağını bile bilmiyorduk. Tom kayıt süresince bir yandan tüm albümü remix’ledi. Bizse tüm teslimiyet hissi ile olabilecek her şeye açık bir şekilde süreci takip ettik. Sosyal medyayla aranız nasıl? İlk albümümüzü kaydettiğimiz dönemde Twitter, Instagram ve Facebook gibi bağımlılıklar henüz yoktu. Şimdi ise bu sosyal ağlar kişisel paylaşımın yanında, grupların ve müziğin tanıtılmasında büyük bir pazarlama aracı olarak kullanılıyor. Bizim için önemli bir ilgi alanı olduğunu söyleyemeyiz, ancak herkes gibi biz de bu değişimin bir parçası olmak durumundayız -en azından profesyonel olarak.

Klaxons elemanları boş zamanlarında müzik dışında ne yaparlar? Müzikle ilgilenmediğimiz zamanlarda bolca kitap okuyoruz. Yine müzikle ilgili bir örnek vereceğim ama kendi şarkılarımız üzerine çalışmadığımız zamanlarda da müzikten çok uzak kalamıyoruz ve çeşitli kulüplerde DJ’lik yapıyoruz. Vakit buldukça, Londra ve çevresindeki sanat etkinliklerini de takip etmeye çalışıyoruz. Grubu kurduğunuz andan beri sizi bir arada tutan en önemli şey ne? Sanırım, müziğe karşı duyduğumuz ortak inanç bizi bir arada tutuyor. Yaptığımız albümlerle gerçekten gurur duyuyoruz ve bu duygu her albümde gelişip, farklı bir hal alıyor. Yaptığımız işi insanlarla paylaşmak giderek bizi aşan bir durum haline geldi ve bizi birbirimize bağlayan da bu duygunun etrafında oluşan çekim gücü. Çalmaktan en çok keyif aldığınız yer neresi? Birkaç hafta önce yine Londra’da çaldık ve her şey çok keyifliydi. Bu şehrin sahip olduğu pozitif enerjiyi seviyoruz ve bu da performansımıza yansıyor. Bundan bir süre önce de Fransa’da oldukça ilginç bir mekanda çaldık, etrafında dağların olduğu, soğuk ama oldukça keyifli bir yerdi. Sahneye çıkmadan önce gerçekleştirdiğiniz bir ritüel var mı? Öncelikle iyi bir şekilde uyanıp, güzel bir gün geçirmeye çalışıyoruz. Daha sonra turne menajerimiz de dahil olmak üzere, sahneye çıkmadan önce hep beraber dans ediyoruz. Sahneye çıkarken size iyi hissettirecek herhangi bir şey yapmanız oldukça faydalı ve dans da bunlardan biri. Şaka değil.

XOXO The Mag



INTERVIEW/vıdeo

EMILE SORNIN

Ridicule et Burlesque Emile Sornin’in işlerine olan aşinalığımız Dizzee Rascal’ın ‘I Don’t Need a Reason’ ve Disclosure’ın ‘Grab Her’ videolarıyla başladıysa da, biraz daha gerilere gittiğimizde Alt-J’in ‘Fitzpleasure’ videosunu keşfediyoruz, ve böylece hayranlık seviyemiz bir tık daha yükseliyor. Sornin’in videolarının ortak yönü ise komik ve tuhaf öğeler ve biraz da İngiliz mizahı. O halde uyaralım, devam eden satırlarda karşınıza, her an, dev bir marshmallow’a binmiş, uzayın derinliklerinde ilerleyen bir Ricky Gervais çıkabilir... röportaj aslı arduman fotoğraf greg dezecot

XOXO The Mag


I Don’t Need A Reason, Dizzee Rascal

nedeni de insanlara yapmaya çalıştığım şeyi anlatmanın zorluğu. Mesela insanlara ‘Grab Her’deki, objelere dokununca yerçekiminin tersine dönmesi fikrimi anlatmaya çalıştığımda pek çok kişi bunu anlamıyordu. Bu arada Dizzee Rascal’ın videosu üzerine çalışırken sonsuz döngüler üzerine deneyler yapmak da çok ilginçti...

Emile, şu anda neredesin? Etrafında neler görüyorsun? Ofiste yani DIVISION’dayım. Tam önümde bir kafa masajı aleti var ve duvarda da bir Bonnie & Clyde posteri asılı. Video çekmeye nasıl başladın? Küçükken abimle ve mahalleden arkadaşlarımızla, banka soyguncusu veya büyükanne kılığına girip filmler çekerdik. Vakit geçirmek için saçma sapan hikayeler yazıp bunları filme alırdık. İlerleyen yıllarda epeyce bir kil animasyon da yaptım. Aynı zamanda müzisyen de olduğum için, müzik grubu olan birçok arkadaşım vardı; onlar için de çeşitli videolar çektim. Bunların bir kısmı pek bir şeye benzemese de, bu esnada çok şey öğrendiğimi söyleyebilirim.

‘Grab Her’deki fikrin aklına bir anda geldiğini söyledin. Fakat aksi takdirde, yaratım sürecin nasıl gelişiyor? Mesela Abteen Bagheri bazen bir şarkıyı defalarca dinlemesi gerektiğini söylemişti. Sende de durum öyle mi? Açıkçası bir parçayı defalarca dinlemeyi sevmiyorum; genelde ilk birkaç dinleyişten sonra aklımda bir fikir oluşuyor. ‘Grab Her’de ise durum biraz daha farklıydı, zira bu iki senedir aklımda olan bir fikirdi ve buradan yola çıkarak kısa metrajlı bir film çekebilirdim fakat sanırım karşıma doğru şarkının çıkmasını bekledim. ‘Grab Her’ü duyar duymaz da, tersine çevrilmiş yerçekimi konseptini kullanabileceğimi fark ettim.

Zamanı biraz ileri sarıp son işlerinden Disclosure’ın ‘Grab Her’ parçasının videosuna geçelim. Bu videonun konsepti nereden aklına geldi? Açıkçası ben de bilmiyorum... Bir sabah uyandım ve dedim ki: “Bir ofisin içinde yerçekimiyle oynamak epey komik olabilir.” The Office dizisinin Ricky Gervais’li İngiliz versiyonunun benim için önemli bir esin kaynağı olduğu kesin, tabii özellikle de David Brent karakteri; eklemiş olduğum küçük bir detay sayesinde de dokunduğu tüm objelerin yerçekimine meydan okumasına sebep oluyor ve böylece çalışanlarının çilesine çile katıyor.

Mizahın işlerinde çok önemli bir yeri var; bu durumda mizah anlayışını tarif eder misin? İngiliz mizahını seviyorum; absürt ve bürlesk. Monty Python’a bayılıyorum mesela; film ve skeçlerini hiç sıkılmadan saatlerce izleyebilirim. Son zamanlarda seni güldüren bir video, film ya da sanat işi oldu mu? Yakın arkadaşım ve aynı zamanda da müthiş bir yönetmen olan Luis Nieto’nun tüm işleri... Çoğunlukla hayvanların rol aldığı canlı performanslar gerçekleştiriyor. Canlı video ve sahte interaktifliğin karışımı olan tamamen absürt çalışmalar bunlar; genellikle komik ve tuhaf ama bazen de dehşet verici...

Bu arada garip ve komik detayları da seviyorsun, mesela insanların yüzlerini tuhaf şekillere sokuyorsun... Evet, kendi vücudum üzerinde özel efektler denemeyi seviyorum, örneğin kendi kafam üzerinde bir sürü tuhaf deney yaptım. Ve iyi sonuçlar elde ettiğimde bunları videolarımda da kullanıyorum. İllüzyonist Georges Méliès de kendi ve arkadaşlarının üzerinde böyle komik, tuhaf deneyler yapardı.

Dizzee Rascal için yaptığın video da gayet eğlenceli; özellikle de ‘looping’ efektleri çok akıllıca. İnternette bulduğum gif animasyonlar tabii ki! İşin zor kısmıysa ‘looping’ efektiyle gerçek zamanlı hareketleri aynı karede bir araya getirebilmekti. Dolayısıyla da bu efekt üzerinde çalışmanın zaman zaman çılgınca bir hal aldığını söyleyebilirim.

Peki tam olarak nasıl deneyler bunlar? Bazen başkalarının yardımıyla ofiste kendimi videoya çekiyorum, çoğunlukla yeşil fon veya başka aksesuarlar kullanarak... Örneğin kafamı büyütmek ya da alnımın ortasına bir göz eklemek gibi basit efektler uyguluyorum. Daha zor efektler içinse test videoları hazırlıyorum, bunun 41


Grab Her, Disclosure

Bir yandan da Dizzee Rascal’ın karizması tamamlayıcı bir unsur gibi; nasıldı onunla çalışmak? Çok eğlenceliydi. Öte yandan İngilizcem yeterince iyi olmadığı için, arada zorlandığım da oluyordu. Fakat Dizzee her şeyi anında kavrıyordu, ayrıca komik pozisyonlara girmesini istememe rağmen (mesela ‘bilboquet’ oynamak gibi), önerdiğim her fikri kabul ediyordu. Kendiyle barışık ve aynı zamanda da size güvenen sanatçılarla çalışmak hakikaten çok keyifli oluyor; özellikle de hip hop söz konusu olduğunda bu epey ender rastlanan bir durum... Peki normalde müzisyenler ya da gruplar videoların çekim sürecine ne kadar dahil oluyorlar? Aslında çok nadir dahil oluyorlar, öyle ki bazen müzisyenlerle hiç tanışmadığım bile oluyor. Ama mesela işbirliği yaptığım, NNBS ve JAMAICA gibi bazı Fransız gruplar sürece tamamen dahil olmuşlardı, ve bu da gayet hoşuma giden bir durumdu çünkü çok güzel fikirleri vardı. Birlikte çalışmayı gerçekten çok istediğin müzisyenler kimler? Robert Wyatt, Adrian Younge ve MF DOOM. Şu aralar hangi video yönetmenlerinin işlerini beğeniyorsun? Biraz evvel de bahsettiğim Luis Nieto’nun yanı sıra, Keith Schofield, Megaforce ve The Daniels. Genelde beni güldüren yönetmenleri seviyorum. Ama ne yazık ki, uzun zamandır bir video izlerken kahkaha atmadım. Peki sence video alanında yaşanacak bir sonraki büyük gelişme nedir? Bilemiyorum, çünkü açıkçası yeni teknolojilerin hayranı ya da takipçisi olduğumu söyleyemem; sanırım bu tür yenilikler için biraz yaşlı bir ruha sahibim. Hatta genellikle 3D animasyonlara da pek merakım yok; bana kalırsa hiçbir şey eski stop motion’ların ya da elle çizilmiş animasyonların yerini tutmuyor. Günün birinde uzun metrajlı bir film çekmeyi hayal ediyor musun? Disclosure’ın ‘Grab Her’ videosundan sonra aktörlerle çalışmayı sevdiğimi fark ettim. Dürüst olmak gerekirse bundan önce pek üzerinde

düşündüğüm bir konu değildi. Şimdiyse bir kısa film yazmaya başladım. Favori yönetmenlerini de soralım o halde. Son zamanlarda Abel ve Gordon çiftinin filmlerini çok beğeniyorum. Özellikle son üç filmleri bence muhteşem, şiirsel ve bürlesk. Bunun dışında Quentin Dupieux’nün işleri hoşuma gidiyor; sarsaklığının ardında büyülü bir şeyler yatıyor bence. Ama sanırım benim için gelmiş geçmiş en müthiş yönetmen Jacques Tati. Ayrıca 70’lerin Z filmlerinin de hayranı olduğumu söyleyebilirim; slasher’lar ve Ninja filmleri gibi... Bu küçük bütçeli filmlerdeki estetik anlayışı beni gerçekten etkiliyor. Takip ettiğin TV dizileri var mı? Televizyonum yok o nedenle güncel dizilere hakim değilim. Ama İngiliz dizilerinden Black Books’u çok seviyorum, ve tabii ki The Office’in İngiliz versiyonu bence dünyanın en komik dizisi. Moda filmleri hakkında ne düşünüyorsun? Bu filmler mütemadiyen çok ciddi oluyor, o nedenle pek bana uygun değilmiş gibime geliyor. Kaldı ki kesinlikle olmaz da demiyorum; eğer böyle bir fırsat doğarsa ve kendimi ifade etme özgürlüğüm olursa, neden olmasın? Diyelim ki XOXO için bir video çekeceksin; nasıl bir şey olurdu ve kimle çalışırdın? Ricky Gervais’i uzayda dev bir marshmallow’a binerken çekmek güzel olurdu. Ama marshmallow’un 3D değil de gerçek olması şartıyla... Yönetmen olmasaydın ne yapıyor olurdun? Herhalde müzisyenliğe devam ederdim ya da şef olurdum. Peki en sevdiğin müzik enstrümanı ve yemek nedir? Favori enstrümanım ‘Clavinet’ ve en sevdiğim yemek de annemin vişneli clafouti’si. Paris’te yaşadığına göre, bize güzel birkaç yer tavsiye eder misin? L’Alibi’yi seviyorum, çok iyi Belçika biraları var ve müzik de iyi. Bunun dışında, Republique’teki Superfly Records bence Paris’teki en iyi plak dükkanı.

XOXO The Mag



Dünyaca ünlü tasarmc Patricia Urquiola, mutfağa yepyeni bir bakş açs getiriyor: Leisure Ankastre Serisi.



INTERVIEW/desıgn

Arİf Suyabatmaz

Akupunktur Mimarisi

Arif Suyabatmaz 1996 yılında Viyana’dan İstanbul’a dönerek Türkiye’deki mesleki kariyer macerasını başlattı, bu macera halen Hakan Demirel ile birlikte yürüttükleri Suyabatmaz Demirel Mimarlık ofisiyle sürmekte. Ağırlığı İstanbul’da olmak üzere, çok sayıda konut ve ofis projesine imza atmış olan Suyabatmaz Demirel Mimarlık’ın Bebek’teki ofisinde Arif Bey ile Türkiye’deki gökdelen aşkından yeni yatırımcı profiline, aldığı ödüllerden sanat koleksiyonuna dek uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik. röportaj hülya ertaş fotoğraf özkan önal

XOXO The Mag


G-Plus

Türkiye’de yerleşik bir gökdelen karşıtlığı var. Siz de gökdelen projelerinde çalıştınız. Bu karşıtlığı neye bağlıyorsunuz ? Gökdelen karşıtlığı var tabii ama gökdelen aşkı da var. Hatta, gökdelen aşkı bence şu sıralar daha ağır basıyor. Mimarlar piyasanın aktörleri tarafından birtakım gökdelenler yapmaya zorlanıyorlar. Piyasanın aktörlerinden kastım; yatırımcılar, imar durumları, belediyeler vb. Onlar açısından gökdelen hızlı bir çözüm olarak görülüyor, biz de ofis olarak gökdelen yapıyoruz. Tabii bunlar Türkiye’deki genel algıya göre gökdelen; aslında 100 metreyi aşan binalar gökdelendir benim için, 100 metrenin altındakiler yüksek yapılardır. Örneğin Tarihi Yarımada’nın siluetini bozan 16:9 projesini ele alırsak, bunun karşısında olanları anlamak oldukça mümkün. Ben de yüksek yapıları yaşanılası yerler olarak görmüyorum. 1970’lerde yüksek binalarda toprağa uzak olmanın, insanların bünyesinde bozukluklara, hastalıklara, psikolojik rahatsızlıklara sebep olduğu kanıtlandı. Avrupa’nın o dönemde vazgeçtiği çözümlerdir bu yüksek yapılar, bizdeyse dediğim gibi biraz piyasa zorlamasıyla hala yapılıyor. Tabii o zamanki şartlarla şimdiki şartlar da değişiklik gösteriyor, bugün yüksek yapıları daha kaliteli yapmak mümkün. Biz de barındırdığı sosyal donatı alanlarıyla orada yaşamanın dezavantajlarından uzaklaşacak şekilde tasarım yapmaya çalışıyoruz. Yine de, argümanını net bir şekilde ortaya koymadan gökdelen karşıtı olmak bana önyargı gibi geliyor.

durum çünkü demek ki birisi gelip de mimara timsah şeklinde stadyum yapacağız diyor ve o da buna uyuyor. Ya da mimar kendisi hakikaten timsah şeklinde yapmayı düşünüyor, ki bu da aynı şekilde trajik. Bence sistem ve yatırımcılar mimarları fazla zorluyorlar. Oysa bu, aleyhlerine bir durum, çünkü; mimarın özgürce yaptığı tasarım onlar için çok daha avantajlı olabilir. Gökdelen meselesine geri dönersek, arsayı noktasal olarak kullanmak ve onun dışında kalan araziyi en iyi ihtimalle yeşil alan veya kamusal alan olarak bırakmak tabii ki herkesin yararına, ama uygulamalar pek de öyle değil, açıkçası. Çoğunlukla, senin de söylediğin gibi, geniş bir bazayla arsa tamamen kapanıyor. Biz bu duruma bağnazca karşı çıkmayı değil de bunu yaparken eleştirmeyi seçiyoruz. Yani “Bu işi yapmayız.” diyerek tavır almak yerine, yaparken hangi manevrayla üstesinden gelebileceğimizi araştırıyoruz. Bütün bu şartlara rağmen oradan bir kamusal alan çıkarmak bence iyi bir cevaptır. 1996’da Viyana’dan İstanbul’a geldiniz. Buraya gelirken sizin için ana motivasyon neydi? Ana motivasyon, Viyana’da mesleki anlamda gelecek görmememizdi. Brigitte Weber ile buraya gelip ofis açtık. Şimdi geriye bakınca, bunun iyi bir karar olduğunu düşünüyorum. Avusturya 7.5 milyon nüfusa sahip bir yer, bizim onda birimiz kadar. Orada iş yapmakta daha çok zorlanırız gibi geldi, Türkiye ise daha dinamik bir yer. Küçük projelerle başladık. Viyana’da böyle başlayıp bu noktaya gelemezdik diye tahmin ediyorum.

Gökdelenler maddi anlamda ve arsa kullanımı açısından ekonomik bir çözüm olabiliyor. En büyük avantajı ise zeminde kullanmadığı alanı yeşil ya da kamusal olarak bırakabilmesi. Türkiye’deki gökdelenlerin çoğuysa o zemin alanını da sonuna kadar kullanan bazalı yapılar... İşte bunun nedeni, piyasanın zorlaması. Mimarlar artık kararları maalesef kendileri veremiyorlar. Hep verilmiş kararlara uyarak, onları şekillendirmek ve hayata geçirmek zorunda kalıyorlar. Baza kullanmak bunun tek örneği değil. Bu durum mimarlığın en büyük sorunlarından biri, mimarın özgürleşmesinin önündeki en büyük engel. Mesela, Türkiye’de bir sürü stat yapılıyor, her birinin de teması var: Bursaspor’un stadı timsah şeklinde, Malatyaspor’unki kayısı şeklinde. Bu çok trajik bir

Malzemeleri çeşitlendirerek yarattığınız dokular var. Farklı malzemeleri yan yana kullanırken keşfettiğiniz yollar var mı? Açıkçası, bunlar pek de icat edilmiş malzemeler değil, bütün hikaye birkaç malzeme etrafında dönüyor. Bu da bilinçli bir karar. Birkaç çeşit malzemeyle bütün projeyi yapmaya çalışıyoruz. İnovatif çözümler de deniyoruz, mesela Güneşli’deki G Plus’ın cephesi tamamen hazır bir malzeme olan Fibrobeton’un başka türlü bir kullanımıydı. Ahşabı seviyoruz, bazen ezber bozmak adına kullanıyoruz. Örneğin Bodrum gibi beyaz rengin hakim olduğu bir coğrafyada ahşap ve çelik kullanıyoruz. Malzemelerin yan yana gelişlerindeyse, geliştirdiğimiz küçük reçetelerimiz var. Her hastaya aynı reçete verilmiyor tabii. 47


Daha geniş ölçeğe çıkarsak, İstanbul’un kendi malzeme paletini nasıl okuyorsunuz? İyi bir tablonun ortaya çıktığını söyleyemeyeceğim; öte yandan, bunun bilinçli yapılmış bir şey olduğunu da düşünmüyorum. Üstünde fazla düşünülmediğini, insanların bunu dert etmediklerini tahmin ediyorum. Aslında alışıldık şekilde bazı refleksler devam ettiriliyor. Buna müdahale edilmeye çalışıldığındaysa daha tuhaf sonuçlar ortaya çıkabiliyor. Mesela, bir ara, Beyoğlu’nda bütün dükkan tabelalarını ahşap üzerine sarı pirinçle yaptırdılar, ve sonuç meydanda... Diğer her şey bu kadar vahşice ve kontrolsüzce ilerlerken, cephelere ortak bir dil bulmanın imkansız olduğunu düşünüyorum. Bunun denendiği başka yerleri de biliyorum. Moskova’da yapılan her bina, şehir mimarının onayından geçmek zorunda. İstanbul’daysa cepheye gelene kadar öncelikli olarak kısıtlanması gereken bir sürü nokta var. Zaten cephe her an değiştirilebilir, oysa yerine oturmayan, etrafa saygı duymayan binayı yıkmak çok daha zor. Bu sebeple cephe sorununu çok önemli görmüyorum. İstanbul’da bunun bir sıkıntı olduğuna inanıyorum ama içinden çıkılabilir bir şey olduğunu düşünmüyorum. Şehrin tümünü kontrol altına almak ya da iyileştirmek yerine, akupunktur gibi noktasal tedaviler yapmak daha etkili olabilir. Bu anlamda kentsel dönüşüm nasıl değerlendirilmeli? Şu anki kentsel dönüşüm iğne yerine çiviyle akupunktur yapmak gibi. Çünkü benim akupunkturdan kastım, tek bir bina ölçeğinde bir müdahale. Oysa kentsel dönüşüm çok büyük, yüz binlerce metrekarelik bir proje. Can acıtıcı. Yine de, şehircilik açısından ve sosyolojik anlamda değil ama mimari anlamda iyi örnekler çıktığını düşünüyorum. Kaliteli inşaat da yapıyoruz. Ama bu, kaliteli bir kentsel çevre yaratmaya yetmiyor. Kesinlikle. Kentsel çevre kendi kendine oluşan bir şey. Onu yaratan herhalde böyle yatırımcılar olmayacak. Kentsel çevre topyekun hareketlerle değil, orada yaşayan insanların küçük çabalarıyla yaratılır. Bunu sadece mimari açıdan olumlayabiliriz. Belirli bir zümrenin kendini rahat yaşadığına inandırdığı kapalı siteler ve yerleşkelerin mimarisi kaliteli olsa da onların dışındaki kentsel çevre gittikçe kötüleşiyor.

ama sunulan ödüller içinden hangisine talip olduğumuzu kendimiz seçiyoruz. Biz sadece MIPIM’e ve Dünya Mimarlık Festivali WAF’a proje yolluyoruz. MIPIM’e ciddi bir ödül olduğu için başvuruyoruz. WAF’ıysa karşılıklı tartışmalara olanak tanıdığı ve projeler sunduğu için önemsiyoruz. Mimaride inovasyon mümkün mü, yoksa mevcut yapma biçimlerinin yeniden yorumlanması mı söz konusu? Mekansal çözümler de inovatif olabilir mi? İşte inovasyon o zaten, mevcudun yeniden yorumlanması... İcat değildir inovasyon, başka bir şeydir. Bugünkü pratikte mesela, yüksek binayı çözmek aslında basit: Katları üst üste koyar, çekirdeği de iyi kötü çözerseniz tamamdır. Oysa üst üste stoklanmış, iki döşeme arasına sıkıştırılmış bir mekanda mimarlıktan bahsedilemez. Onun içine mekansal anlamda kullanılabilen bir farklılık kattığımızda inovasyon yapabiliriz. Biz mesela Güneşli Kule projemizde bu döşemeler arasına sıkışmış mekan ezberini bir açıdan yıkmaya çalıştık. Binanın içine sarmal bir boşluk koyarak hem mekansal anlamda zenginlik yaratmaya hem de yüksek binada çalışan insanların eksikliğini hissettiği rekreasyon alanlarını oluşturmaya çalıştık. Bir gökdelene dışarıdan baktığımızda, her kattaki insanları görürüz ama onlar birbirini görmezler, hep dışarıya bakarlar. Oysaki Güneşli Kule’deki mekan kurgusu aynı binada çalışan insanları birbirine baktırmayı mümkün kılıyor. Bu anlamda bir inovasyondan bahsediyorum, yoksa akla hayale gelmeyen formlar ve çözümler bulmaktan değil. Bugünden farklı bir dönemde mimarlık yapma şansınız olsaydı hangi zamanı seçerdiniz? Mesela 20. yüzyılın başını mı? Güzel soru, Orta Çağ’da yapmak isterdim. 20. yüzyılın başında yapmak istemezdim, o çok yorucu ve zor bir dönem. Ben o kadar mücadeleci değilim. Her şeyin daha belirli olduğu, farklı bir dönemi tercih ederdim. Orta Çağ’da gotik katedraller falan tasarlayabilirdim. Yaşamın daha farklı algılandığı bir dönemde değişik bir şeyler denemiş olurdum. Binamı yapardım, içinde de ibadet ederdim. Daha duygusal dertler yaşamak, daha ruhani bir durumda olmak isterdim.

Bunda mimarlık kültürünün yerleşik olmamasının bir payı var mı? Mimarlığa gelene kadar eleştiri kültürü, karşı çıkma kültürü, yüzleşme kültürü gibi daha derin kültürlerin yokluğu söz konusu. Sorgulamak, idealizm gibi kavramlar oturmayınca mimarlık kültürünün payı çok küçük kalıyor. Zira bu kültür sadece iyi mimarlıkla elde edilecek bir şey değil. Planlama eksikliği, erkin istediğini yaptırması gibi durumları da düşününce, asıl konunun demokrasi kültürünün eksikliği olduğu ortaya çıkıyor. Haliyle, iyi bir demokratik kent de elde edemiyoruz.

Bir yandan da galeriniz Rampa var. Galeriyi kurarken nasıl bir öngörüyle yola çıktınız? Rampa’yı, daha çok sanatçıların perspektifinden bakarak kurduk, yine de sonuçta ister istemez bir galeri sahibi pozisyonunu almış olduk. Her ne kadar galeri sahibi refleksleriyle davranmasak da, bulunduğumuz yer o oldu. Bizim amacımız daha ziyade sanatçılarımızı kollayan, bu piyasada ilişkilerin gerektiği gibi olması için çalışan bir galeriyi sürdürmekti. Her şeyden önce gerçekten sanatçıların kariyerlerine önem vermek istedik, onların başka ülkelerde tanınması, sergi açması, eserlerini satması amaçladığımız bir şeydi. Ve bunu kısmen de olsa başardık.

Peki, bir mimar olarak bunun oluşması için size bir rol düşüyor mu? Ya da bir mimar bu durumla nasıl başa çıkıyor? Mimar olarak bize birkaç şey düşüyor, elbette. Mesela eğitim konusuna biraz daha çaba harcanabilir. Sonuçta demokrasi kültürü de böyle elde edilir. Belki naif bir düşünce ama eğitimle mimarların daha haşır neşir olması bir formül olabilir. Yapılanları sorgulamak, eleştirel bir bakış açısı geliştirmek, her şeye evet dememek gibi yollar üretilebilir. Ama bunlar piyasa şartlarında çok kolay değil; bugün gerçekten vahşi bir durumla karşı karşıyayız. Bu da sadece İstanbul’a özgü değil, örneğin New York da böyle. Kısaca, yaşananlar daha büyük bir sistemin sorunları ama mimarlık da bu sorunlardan biri tabii.

Galeriden bağımsız olarak kendiniz koleksiyon yapıyor musunuz? Galeriden önce zaten koleksiyon yapıyorduk ve bu sebeple galeri fikri doğdu. Halen de devam ediyoruz. Ağırlıklı olarak 1950’den sonra Türkiye’den giden Mübin Orhon, Nejat Devrim, Selim Turan gibi Paris ekolünden sanatçıların işlerini topladık önceleri, ta ki toplanamaz hale gelene kadar... Sonra da çağdaş Türk sanatı eserlerini toplamaya başladık. Bunun dışında tarihsel önemi olan yerli işleri topluyoruz, sevdiğimiz yabancı işleri de alıyoruz, Çin sanatçılarına bakıyoruz. Ama şu sıralar vakit darlığından bu konularla çok ilgilendiğimiz söylenemez. Zaten bir sürü etkinlik ve genç sanatçı varken hepsine yetişmenin imkanı da yok.

Son birkaç yıldır olduğu gibi, bu yıl da MIPIM’den ödülle döndünüz. Ödüllerin ofise nasıl bir katkısı oluyor? Birincisi, manevi tatmin sağlıyor. Öncelikle, bu projeleri bizden istendiği için yapıyoruz, sonra ödüle gönderiyoruz. Yaptığımız şey takdir görünce de hoşumuza gidiyor. Ayrıca tanıtım açısından da yararı oluyor. Beğensek de beğenmesek de ödül de sistemin parçası oldu

Bütün bunlardan vakit kalınca ne yapıyorsunuz? Araba yarışı yapıyorum. Yarış arabası olarak üretilen Porsche’lerin yarıştığı Porsche Cup’ın Avrupa ayağına katılıyorum. Yardımcı pilot yok, tek başına yapılan bir pist yarışı. Her yarıştan önce perşembe ve cuma günleri pistte antrenman yaparak hazırlanıyoruz. Kendi tasarladığım bir garaj var, otomobil sporlarıyla ilgili faaliyetlerimi orada yürütüyorum.

XOXO The Mag



INTERVIEW/cınema

VIGGO MORTENSEN

Feels Good. Looks Good. Sounds Good. Viggo Mortensen ile karşılıklı oturduğunuzda aklınızdan ilk geçen şu oluyor: Bu adam şeytanla bir anlaşma yapmış olmalı! Zira yüzündeki ince çizgilere bakınca 55 yaşında olduğunu tahmin etmek imkansız. İkincisi, o kadar alçak sesle konuşuyor ki duyabilmek için kulaklarınızı dört açmanız gerek ve dolayısıyla sonunda sohbet onun ağzından çıkan bir sözcüğü ya da bir nüansı kaçırmamak için verdiğiniz bir mücadeleye dönüşüyor. Üçüncüsü de, Mortensen sözcüklerle oynayarak dere tepe dolaşmakta öylesine usta ki bu konudaki serbestliği bir noktadan sonra insanı çileden çıkarabilir... Her ne kadar The Lord of the Rings serisiyle Hollywood’un A sınıfı oyuncuları arasına çabucak girmiş olsa da sonrasında tek bir gişe canavarında bile rol almadı; dolayısıyla Mortensen, De Niro, Pacino ve Day-Lewis gibi metot oyuncularının başını çektiği elit aktörler çevresine ait bir oyuncu daha ziyade. Bunu da en fazla David Cronenberg ile beraber çalıştığı filmlerine borçlu... Çok yakında ise onu, Patricia Highsmith’in az bilinen bir romanından uyarlanan bir gerilim filmi olan The Two Faces of January’de izleyeceğiz. Mortensen ile oyunculukla, şöhretle ve hayatla ilişkisi üzerine ilginç ipuçları veren bir sohbet gerçekleştirdik. röportaj nando salvà fotoğraf matt carr/getty images entertainment/getty images turkey

XOXO The Mag


The Two Faces of January, StudioCanal & Working Title, MG beyond

Bay Mortensen, 55 yaşında bu kadar iyi görünmek normal değil. Teşekkürler, ama itiraf etmem gerekirse yaşım kendini hissettiriyor artık. Biraz yavaşladığımı, aksadığımı hissediyorum. Bedenim çok talepkar olmaya başladı.

biraz tarih, biraz psikoloji, biraz fotoğraf, biraz müzik, her şey var... Öte yandan bu işin sapkınca bir yanı olduğunu biliyorum. Eğer hayata karşı gerçekten sağlıklı bir yaklaşımım olsaydı bu endüstrinin bir parçası olmazdım. Dolayısıyla bende bir bozukluk, bir yoldan çıkmışlık olmalı. Öte yandan çok dürüst bir aktör olarak tanınıyorsunuz, kendinizi oynadığınız role adıyorsunuz. Yüzüklerin Efendisi’nin çekimleri sırasında haftalarca her gece Aragorn kılığında doğada saklanarak uyuduğunuz ve savaş sahnelerinden birinde dişiniz kırılınca yapıştırıcı istediğiniz doğru mu? Evet, kendini rolün içinde kaybetmek gerektiğine inanıyorum. Bana göre aktörlük canlandırdığın rolün özüyle bağ kurabilmek demek. Her zaman kendime ilk sorduğum şudur: Söz konusu karakter doğumundan senaryonun ilk sayfasına dek neler yaşadı? Karakterlerin geçmişlerini ve içinde bulundukları koşulları önemserim. Canlandırdıklarımın karakterler değil, etten kemikten insanlar olduğuna inanmak istiyorum.

Ne bakımdan? Bir örnek vereyim: Eskiden kolayca birkaç gün uyumadan durabilirdim ve inanın bu çok faydalı olurdu. Ama şimdi her gece en azından üç-dört saat gözlerimi kapatmam gerekiyor... Evet, kesinlikle yaşlanıyorum. Bazı şeyler hiç değişmiyor ama, örneğin tuttuğunuz futbol takımı San Lorenzo de Almagro’nun rozetini taşıyorsunuz hala. Evet, takımım her gittiğim yere benimle gelir, ya rozet, ya tişört ya da bir şapkayla… O adamlar benim kahramanlarım. Koşulsuz destekliyorum onları; onlar da beni hiç hayal kırıklığına uğratmıyorlar. Futbol için kavga eden insanlardan hoşlanmam ama itiraf edeyim ki ben de takımıma bayağı tutkunumdur.

Kendinizi işinize böylesine adamanın bazı yan etkileri yok mu? Karakterden kurtulamamak gibi bir noktaya varmıyor iş. Karakteri eve götürüyorsun ve depresif birini oynadığın zaman depresif birine dönüşüyorsun diye çevrendekiler kızıyor gerçekten; bunlar doğru. Ama ben bunları hiç dert etmedim. Bu işin bana yaşattığı bütün o ilginç deneyimleri ve duyguları unutmak için acelem yok. Örneğin Şark Vaatleri’ndeki gangsteri oynamadan önce sırt çantamı alıp Moskova, St. Petersburg, Urallar boyunca tek başıma bir yolculuğa çıkmıştım. Başka hangi meslekte bunu yapabilirsiniz?

Takımınız dışında başka bir sürü tutkunuz daha var: Resim yapıyorsunuz, şiir yazıyorsunuz, fotoğraflarınızı sergiliyorsunuz, piyano çalıyorsunuz, beste yapıyorsunuz ve hatta ayrıca kitap yayıncılığıyla ilgileniyorsunuz. Hayatınızı bu kadar zorlaştırmaya mecbur musunuz? Elimde değil, kolaylaştırmayı hiç başaramadım. Daha yedi ya da sekiz yaşındayken, bazen sabahları “Kahretsin, öleceğim.” diye uyandığımı hatırlıyorum. Korku değil de her şeyi yapmaya vaktim olmayacak gibi bir histi bu. Fakat bir noktada dünyadaki bütün tiyatro eserlerini, bütün iyi filmleri, bütün güzel yerleri göremeyeceğinizi fark ediyorsunuz. O yüzden son zamanlarda aynı anda beş kitap birden okumak ya da aşırı üretken olmak eğilimimi kontrol altında tutuyorum.

Sizi sırt çantanızla gören insanlar nasıl tepki verdiler? Beni tamamen görmezden geldiler. Sadece yolculuğun son günü, genç bir çocuk bana baktı, bir süre sonra yanıma geldi ve Aragorn muyum diye sordu.

Asıl mesleğiniz olarak sinemayı seçmenizin sebebi nedir? Çünkü bütün ilgi alanlarımı bir araya getiriyor: İçinde biraz felsefe,

Şöhret olmayı önemsiyor musunuz? Otobüsün üzerinde kendi yüzünüzü görmek boktan bir şey belki ama 51


The Two Faces of January, StudioCanal & Working Title, MG beyond

sonuçta düşünürseniz bu bir sürü insanın yaptığınız işi beğenmesi anlamına geliyor. İzlendiğini hissetmeden sokakta yürüyemiyorsan bu bir sorun tabii. Ben gözlenmeyi değil insanları gözlemeyi severim. Yani, sonuçta dikkat çekmemeye çalışıyorum. Lüks otomobillere binmiyorum, büyük ekiplerle seyahat etmiyorum. Spot ışıklarının altında olmak ilgimi çekmiyor. Niyetim ünlü olup mümkün olduğu kadar çok para kazanmak olsaydı kariyerimle ilgili tercihlerim farklı olurdu. Ocak Ayının İki Yüzü’nde rol almayı tercih etmenizin sebebi neydi peki? Geçmişten belli tipte adamları oynamayı seviyorum. 50’ler ve 60’larda en yoksul adam bile şık görünmeye çalışırdı. Görünüşe dair onurlu bir yaklaşım vardı. Tek bir paltoları ve tek bir gömlekleri varsa ya da gömleklerini ya da pantolonlarını şiltenin altına koyup ütülemeleri gerekse bile iyi görünmeyi önemserlerdi. Bu hoşuma gidiyor. Ama en önemlisi, bu filmde yer almak istedim çünkü herkesin birbirine yalanlar söylediği ve hikayedeki bütün karakterlerin sonunun kötü olacağını baştan bildiğiniz karanlık hikayeleri seviyorum. Patricia Highsmith de bu konuda çok iyi. Fakat bu romanın Highsmith’in en iyi romanlarından biri olduğunu söyleyemem. Filmin romandan daha enteresan olduğu nadir durumlardan birisi söz konusu burada. İyi roller bulmak eskisinden daha mı zor artık? Her zaman zordu. Pek az ilginç film var. Sinema icat edildiğinden beri çekilen filmlerin yüzde 90’ı ilgi çekici değil. Bu her yerde böyle. Ve ben de çok seçiciyim. İzlemek isteyeceğim ve on yıl sonra izlediğimde de utanç duymayacağım filmlerde rol almak istiyorum. Bir aktörün en önemli niteliği nedir sizce? Başka insanları çok dikkatle ve yargılamadan dinleyebilmek. Yoksa canlandırdığınız karakterlerin yerine geçmek imkansızdır. Başka insanları dinlemek de sizin ötenizde, evinizin dışında, mahallenizde olup bitenlerle ilgilenmek demektir. Nerede yaşıyorsunuz? Dünya gezegeninde. Kulağa bilgiçlik taslamak gibi geliyor, biliyorum, ama doğru. Venezuela’da, Arjantin’de, New York’ta ve Danimarka’da büyüdüm ve şimdi de işim nedeniyle sürekli hareket halindeyim. Seyahat etmek çok faydalı oluyor çünkü mesleğimin en önemli gereklerinden birisi de dünyaya kendininkinden çok farklı gözlerle bakabilmek. Dünyanın dört bir yanında arkadaşlarınız vardır öyleyse, değil mi? En iyi arkadaşım oğlum Henry. Şimdi 25 yaşında. Birlikte şiir

yazıyoruz, dışarı çıkıyoruz ve zaman zaman da seyahatlere gidiyoruz. En büyük kahramanım o, çünkü çok sevgi dolu ve nazik biri, ki bu nitelikler erdemdir. Onun dışında fazla arkadaşım yok. Çocukken bile böyleydi, sürekli yer değiştirdiğim ve yalnız başıma kendi hayal dünyamda çok vakit geçirdiğim için… Sizin için ilişki sürdürmek zor mudur? Hayır, geçinmesi kolay biriyim sanırım. Herhangi bir çatışma anında bir adım geri çekilirim ve pişman olabileceğim şeyler söylemem. Bazen yıkıcı biri de olabiliyorum tabii, biri canınızı yaktığında karşılık vermek istersiniz. Ama genel olarak yalnızca gerçekten çok kızdıysam ya da benden faydalandıklarını ya da beni yanlış yansıttıklarını hissedersem kavga ederim. Dünyanın dört bir yanındaki binlerce kadının rüyalarını süsleyen adam olmak nasıl bir his? Bazıları için bu muhteşem bir şey belki. Aslına bakarsanız eminim bazıları bunun için aktör oluyor. Ama hakikaten bu beni etkilemiyor. Çünkü esasında bu onlar tarafından bir mal, sahip olmak istedikleri bir şey gibi görülmek anlamına geliyor. Onun arkasında ne var, gerçekte ben kimim umurlarında değil. Ünlü aktörden etkileniyorlar, arkasındaki insandan değil. Basının bir kısmı için de aynı şeyler söylenebilir. Onlarla ilişkiniz nasıl? Çok etkilenmemeye çalışıyorum. Konuşmayı severim, o yüzden röportaj vermek güzel. Ama magazinle ilgilenen diğer türlü basınla ilişkim aynı değil. Sıcakkanlı biri değilseniz kırmızı halı üzerinde basına konuşurken rahat davranmak zor. Hızlı cevaplar vermek konusunda iyi değilimdir, onlar da tam olarak bunu istiyor. Öyle durumlarda genellikle cevabımın yarısına gelmişken muhabir “Tamam, teşekkürler,” deyip gidiyor. Ben de “Ne dedim ben şimdi?” diye kalıyorum. Aptal gibi hissediyorum. Dünya çapında bir ün kazandığınızda 43 yaşındaydınız. Bu başarı 20 yıl önce gelseydi ne değişirdi? Bu kadar dikkat çekmek şimdi bile yetiyor, dolayısıyla 20 yıl önce başlasaydı bu sirkten çok daha çabuk sıkılırdım. Aslında kariyerimin başında, The Indian Runner gibi kimsenin izlemediği çok iyi filmler yaptıktan sonra ciddi olarak bu işi bırakmayı düşünmüştüm. Halen de zaman zaman yavaşlamak ya da oyunculuğu tamamen bırakmak düşüncesiyle flört ediyorum. Mesleğimi çok ciddiye alıyorum ama hayatımdaki tek şey bu değil. Benim için oyunculuk kadar anlamlı olan başka şeyler de yapıyorum. Bir gün aniden artık bana rol gelmemeye başlarsa dünyanın sonu olmaz.

XOXO The Mag



INTERVIEW/art

JENNIFER RUBELL

Portraits of Jennifer

Jennifer Rubell, interaktif çalışmalarını, olabilecek en etkileşim dolu hale getirmeye çabalıyor. Bunu, kendini güvende hissettiği bir duyu vesilesiyle yapmayı tercih ediyor; tat. Yiyecek performanslarının yanı sıra, durağan çalışmaları da var. Ancak heykellerine de mutlaka iletişim öğesini ekliyor. Bir anda Kate Middleton’ın yüzüğünü alıp Prens William’ın koluna girebiliyor veya anne karnındaki pozisyonunuzu yıllar sonra tekrar alabiliyorsunuz… Harvard’da güzel sanatlar üzerine eğitim alan Rubell’in sanat tarihi ilgisi, sanatı farklılaştırma güdüsüyle birleşince ortaya kocaman sofralar çıkıyor. Temmuz ayına kadar Diamond Horseshoe’da düzenlenecek Queen of the Night performansının direktörü olan Jennifer’la, çalışmalarının otobiyografik taraflarından, cesaretine, Studio 54’a ve Jeff Koons’a kadar uzanan çağdaş sanat dolu bir söyleşi gerçekleştirdik. Herkese afiyet olsun…

Jennifer Rubell, ‘Engagement (with Prince William sculpted by Daniel Druet)’, 2011, wax and resin mannequin, wool suit leather shoes and watch

röportaj müjde metin fotoğraf ian gavan/rubell family collection’ın izniyle

XOXO The Mag


Jennifer Rubell, ‘Portrait of the Artist’, 2013, steel-reinforced fibreglass, 257 x 719 x 285cm, (101 x 283 x 112in)

Whitney Bienali açılış partileri ailenin evinde düzenleniyordu önceden; o günleri nasıl hatırlıyorsun? Herkesin gelmesini istediğimiz çok büyük partilerdi. O zamanlar sanat dünyası, genel olarak gündemde pek önemli değildi; eğer ortalıkta boy gösteriyorsan bir parçası oluyordun, o kadar. O günlerde bana tanrılarmış gibi gözüken kişiler, şimdi görüyorum ki benden sadece 10 yaş kadar büyüklerdi. Annem makarna pişirir, babam biftek dilimler ve olağanüstü sanatçılar da bize gelirdi; Andy Warhol, Keith Haring, Jeff Koons, Jean-Michel Basquiat ve niceleri… Ailemizde süregelen alçakgönüllülük, bir nosyon veya tavır olmakla kalmadı, gerçekten herkese karşı konukseverdik.

gerekiyor. Yemek çok aldatıcı bir araç; sürekli kullanılabilirliği ve besin güvenliği gibi daha bir sürü şeyiyle uğraşıyorsun. Her çalışma, önce genel bir tasarıyla başlıyor, daha sonra, kavramsal ve reel noktaların birleşimiyle de detaylar ortaya çıkıyor. Böylesi zor bir aracın kısıtlamalarıyla uğraşmayı seviyorum. Sence sanat da bir şeyleri kanıtlama eğiliminde mi, yoksa tam tersi mi? Bu çelişkiyle ilgili ne düşünüyorsun? Sanatın ne olduğunu/ne olmadığını konuşmaya başladığımız anda, aklımızda ne konuştuğumuza dair hiçbir fikrimiz kalmıyor. Nasıl yapılacağını, nasıl anlayacağımızı, ne anlam taşıdığını veya neden var olduğunu bilmiyoruz. Lakin, dünyada ürettiklerimiz arasında koruduğumuz tek şey, sanat. Bilemiyorum… Ben kanıtlamam gereken bir şeyim olduğunu hissetmiyorum, sadece işimi yapıyorum. Şanslıysam yeryüzünde 50 ya da 60 yılım daha var yaşayacak; bu süre, bedenimdeki her şeyi bu dünyaya aktarabilmeme dahi yetmez ki.

Sanat anlayışında da, yetiştiğin çevredeki bu sosyal tutumun sürdüğü görülüyor, çoğunlukla anılarından etkilendiğini düşünüyor musun? Hislerimin aklımda kalan hatıralarından etkilendiğim doğru, ancak çalışmalarım tamamıyla şimdiki zamana ait. Sanat dünyası aslında bana her zaman çekingen hissettiriyor. Çalışmalarımın çoğu da bu duruma bir nevi antidot oluyor; bir de çoğu zaman, birtakım ilişkiler arasındaki bilindik araçları farklılaştırıyor ve yeniliyor. İzleyicinin sanat eseri, diğer izleyiciler ve sanat kurumuyla kurduğu ilişkilerle, sanatçının kurumla kurduğu bağlantılardaki gibi… Yiyeceğini bir heykelden söküp aldığında, hamile halimin dev heykeline kıvrılıp yatabildiğinde veya Prens William’ın heykelinde koluna ekli bir yüzüğe parmağını geçirebildiğinde, sanat hakkında hepimizin ilk öğrendiği şeyi ihlal ediyorsun: “Dokunma.” Bence ihlal etmek, kişiyi özgür bırakıyor, ve buna da herhalde yalnızca sanatçı izin verebiliyordur.

Steve Rubell, Studio 54’a yalnızca hoş görünümlü insanların girmesini istiyordu. Daha sonra sen de NY Times’a, “Bazen Steve’in yaşantısının geri kalan yarısını yaşadığımı düşünüyorum, ama bu kez herkesin geçmesine izin veriyorum.” demiştin. Bu söz pişmanlık içeriyor mu? Amcamı gerçekten çok seviyordum, hayatımda çok manidar bir yere sahipti. Bazı kişileri Studio 54’dan uzak tutması sayesinde, içeride gerçekten çok özel bir şeylerin oluşmasını sağladı. O sözü söylediğimi hatırlıyorum ancak dürüst olmak gerekirse artık kesinlikle öyle hissetmiyorum. O, yaşantısının ikinci bölümünü de bizzat kendisi yaşadı. Ben de şimdi benimkini yaşıyorum. Artık buna inanıyorum.

Öyleyse, araç değişikliği olarak neden yiyecek? Ailemle çok fazla galeri gezerdik, tek kelimeyle işkenceydi. Ve sonra yemek yemek için bir yere oturduğumuzda, rahatladığımı hissederdim. Yemek benim için hep önemliydi ama nedenini bir türlü tam anlamıyla çözemedim. Hatta 90’ların başında kendi restoranımı açmayı planlıyordum, ne oldu da vazgeçtim; şimdi hatırlamıyorum bile.

Koleksiyoner bir aileden geldiğin için, önyargılarla uğraştığın zorluklar yaşadın mı? İnsanlar bana umduğumdan çok daha cömert davrandılar; belki de işlerim her zaman izleyiciye bir şeyler veriyor diyedir… Üstesinden gelmenin en zor olduğu önyargılar, kendiminkilerdi.

Yapısal olarak bozulmaya müsait materyaller üzerinde çalışmak nasıl oluyor? Yiyeceğin türünü belirleyen şeylerin çoğunun mantıkla örtüşmesi

O halde, eleştirilerden de çekinmiyorsundur… Benimle alakalı veya eserlerim hakkında, başkasının söyleyebileceği hiçbir korkunç söz yok, çünkü ben hepsini kendi kendime çoktan 55


Photo: Ben Hassett. Honey supplied by Brooklyn Grange Rooftop Farm. Food styling by Alison Attenborough. Hair by Thomas Dunkin for Sebastian Pro/The Wall Group. Makeup by Alice Lane/Jed Root. Courtesy of Rubell Family Collection.

söyledim. Bu olumsuz düşüncelere verdiğim cevapların tümü de eleştiriye söz konusu olan o herhangi çalışmanın bünyesinde bulunuyor zaten. Sanatçı olmak için güvenimi toplamam yıllar sürdü. Önceleri her şeyden korkardım. Gerçi bana göre, kendime ‘sanatçı’ diyebilmek, yaptığım en cesaretli şey olmaya devam ediyor, çünkü diğer korkularım gayet önemsiz. Sanatçı olarak tanınmaya başladığından bu yana, seni en çok ne şaşırttı? Her şey… Koleksiyonerin sanatçı algısıyla, sanatçının asıl kimliği arasında muazzam bir fark var. Sanatçılar olmadıkları kişilermiş gibi davranmıyorlar. Ama diğer taraftan, önemli biri seni sevdiğini söylediğinde, sanatçı olmanın özündeki, kendinden şüphe duyma, tereddüt ve hüsran duyuları bir süreliğine yok oluyor; kendinin en iyi versiyonuna dönüşüyorsun. Bugün modern sanatın sorumlulukları nasıl belirleniyor sence? Her sanatçı çalışmasında sorumluluğunu kendisi belirliyor. Örneğin, benim sorumluluğum izleyicinin çalışmayla içten bir bağ kurmasından ibaret. Bunun dışında, sorumluluklarımı belirleyecek peşin hükümlü fikirleri başkalarından duymak istemem. Ayrıca, bugün etrafta pek çok heyecan verici sanatçıyla, muhtemelen ana akım sanat dünyası içerisinde eskiden var olamayan daha fazla yaklaşım ve medya çeşitliliği var. Bunun yaşadığımız çağın bir yansıması olduğunu düşünüyorum. ‘Belli bir zaman dilimine ait bir akıma dahil olan sanatçı grupları’ kurgusu hep vardı. Şimdi o kurgu infilak etti. Ve bu çok hoşuma gidiyor. İzleyiciyle bahsettiğin bağı kurarken, performatif öğeleri temel unsur kabul ediyorsun; peki, izleyiciyle etkileşimi pasif olan tablolar hakkında ne düşünüyorsun? Neredeyse tüm sanat eserleri, sanatçı ve obje arasındaki fiziksel etkileşim aracılığıyla yaratılıyor. Bu fiziksel ilişki ‘bitiş’ noktasında sona eriyor. Bense, işlerimin bitişini, açıkça izleyiciyle birlikte gerçekleştirmekten hoşlanıyorum. Sanatın şimdiye kadar nasıl olduğu meselesi üzerinde duruyorum. İletişim yönleriyle çalışma sürem boyunca oynuyorum. Mesela, bir eser üzerinde çalışırken, o sırada baktığım her şeyle iletişim kurduğuma ve çalışmamın baktığım şeyi

de içten içe etkilediğine inanıyorum. Şu aralar da resimleriyle bu inancıma gerçekten yakın olduklarını hissettiğim bazı sanatçılar var; Frans Hals, Jackson Pollock, Rauschenberg ve Picasso. Bu bağlamda, heykel ve yemek performansı tercihini nasıl yapıyorsun? Tüm çalışmalarımda pratiğim aynı. Çalışmam için hangi araç daha anlamlı ve yerinde olacaksa onu tercih ederek başlıyorum. ‘Portrait of the Artist’ heykelinin yapım süreci nasıldı? O heykeli sekiz aylık hamileyken yaptım. Hamilelik sanatçılar için çok karmaşık bir periyot, çünkü kreatif enerjinin tamamını ya çocuğuna ya da işine akıtmayı seçeceğin kavşağa geliyorsun. Her iki durumu kapsayabilen bir seçenek olduğuna inanmayı reddediyorum. Hamile olmak bir insanın yapabileceği en ilginç şeylerden biri ve ben de heykelim için onu vücudumdan tamamen kazıdım. ‘Portrait of the Artist’in otobiyografik yanı, ‘Engagement’ çalışmanda da var mı? Gayet feminist veya ciddi olan bir kadının da, ara sıra bir prensle evlenmeyi aklından geçirdiğini düşünüyorum. Veya şöyle söyleyeyim, benim aklımdan geçiyor. ‘Engagement’ da fikir olarak çok fazla şeyi barındırıyor, ama bir kısmı da kadınların portrelerle olan ilişkisini irdeliyor. Jeff Koons’un atölyesinde staj yapmak heykellerine ve sana ne kattı sence? Jeff’in pratiğindeki samimiyete derinden inanıyorum, ki nedense insanlar bu durumu anlamakta ya da kabullenmekte zorlanıyorlar. Sıcaklık ve parlaklık arasındaki tansiyonu, yani görünüşteki ironik yüzeyi, her çalışmasındaki en heyecanlı kısım. Çizgi üzerinde tam orada durmak büyük cesaret gerektiriyor ve ben buna hayranım. Yemek ilginle bitirecek olursak; geçirdiğin en güzel akşam yemeği hangisiydi? Büyükannem ölmeden önce, yemek yapıp dipfrizime koymuştu. Cenazesinden sonra eve geldim ve onları ısıtıp yedim. Oldukça harikaydı…

XOXO The Mag



LIVING OFF THE WALL: A VANS DOCUMENTARY SERIES THE US IN USSR

/

DOCUMENTARIAN:

ALL THE STORIES: VANS.COM/LIVINGOFFTHEWALL



INTERVIEW/desıgn

Caroline Bos

Öngörülemeyen İçin Esneklik UNStudio kuşkusuz 1990’larda mimarlık okumuş olan herkesi en çok heyecanlandıran ofislerden biri. Rotterdam’daki Erasmus Köprüsü ve Mobius Evi gibi projeleriyle form ve mekan ilişkisinde yeni bir dönem başlattılar. Ben van Berkel ile birlikte UNStudio’nun kurucularından olan Caroline Bos ile bu heyecan verici mimarlık deneyiminin perdesini araladık. Bos ile gerçekleştirdiğimiz söyleşiyle bir yandan UNStudio’nun araştırmaya dayalı tasarım pratiğini, öte yandan da Bos’un kitaplara yaklaşımını anlamaya çalıştık, siz de çalışın. röportaj hülya ertaş fotoğraf caroline bos’un izniyle

XOXO The Mag


Mercedes-Benz Museum in Stuttgart, Germany, Fotoğraf: Julian Herzog

Tasarım süreçlerinde araştırma yapmak, yıllardır ofisinizin benimsediği bir yöntem. Ve günümüzde her geçen gün daha da fazla ofis, araştırmayı işleriyle ilişkilendiriyor. Tasarımda araştırmanın önemini siz nasıl görüyorsunuz? Bana göre araştırmanın en önemli yönü sosyal kısmı; bu da daha ziyade bilgiyi paylaşmakla ilgili. Paylaşım toplumu ve açık kaynak akımı günümüzün en önemli konuları; mimarlık ve şehircilik için bu tür konuları araştırmamız da zaten bu yüzden. Yaptıklarımız sadece klinik yöntemler kullanılarak yapılan bilim tipi araştırmalar değil; gerçekleştirilmesi daha mümkün olan, bütün kaynakların bilgilerini farklı formlarda bir araya getirerek yürüttüğümüz çalışmalar da söz konusu.

gerçek anlamlarını kaybettiler. Ve biz de bu mevcut durumu ortaya koyan ürünler tasarlamanın peşine düştük. Bu yüzden, farklı şekillerde kullanılabilen ürünler geliştirerek, bu ürünlerin, konumlandıkları mekanların yeni kullanımları için kullanıcılara cesaret vermesini hedefledik. Son ürünlerinizden biri de Gemini. Sandalyeyi yerleştirmek için ne tür bir mekan hayal ettiniz? Gemini’ın asimetrik şekli, farklı duruşlarda oturabilmenize olanak sağlıyor ve aynı zamanda iki veya daha fazla sandalyenin çeşitli yollarla bir araya gelmesini mümkün kılıyor. Biz birden fazla kullanım olasılığı sunabilen mekanlarla ilgileniyoruz, sandalyeyi de bu tarz mekanlar için tasarladık. Bu, bir ofis lobisinde de olabilir, birinin oturma odasında da... Tasarımın esnekliği sayesinde Gemini gerek kamusal gerekse özel ortamlara uyum sağlayabiliyor.

Ofisinizde bu çalışmalar için özel bir araştırma ekibiniz var mı? Topladığınız bilgileri paylaşmak için geliştirdiğiniz araçlar neler? Bilgiyi sanal ve gerçek toplantılarda paylaşıyoruz; iç ve dış platform yazışmaları, konuşmalar, konferanslar ve buna benzer şeyler... Herkes bir hareket halinde; bu da ihtişamlı bir dağınıklık demek. Ve biz hala başlangıçtayız, yolda öğreniyoruz ki araştırmayı heyecanlı ve yeni yapan da bu hareketlilik.

Muhtemelen Avrupa’daki finansal krizin de etkisiyle, gelişmekte olan ülkelere yöneldiniz. Avrupa’da çalışmakla gelişmekte olan ekonomilerde çalışmak arasındaki nasıl farklar var? UNStudio başlangıcından beri uluslararası bir görünüme sahip; işimizi, ekonomik krizden uzun zaman önce, her zaman uluslararası bir bağlamda konumlandırmayı tercih ettik. Fazlasıyla inanıyorum ki, 21. yüzyılda mimarlık ve şehircilik tek başına yerel, bölgesel ya da ulusal ölçekte işleyemez. Ama süreci uluslararası bağlama konumlandırmak da oldukça zor. Avrupa’da çalışmakla gelişmekte olan ekonomilerde çalışmak arasındaki ana fark ise hız. Gelişmekte olan ekonomilerle çalışmak bize önceden yaptığımızdan on kat daha hızlı çalışmayı öğretti.

Daha detaylı ve kapsamlı bilgiler talep edildiği için veri katmanları da yıllar geçtikçe daha karmaşık bir hal alıyor. Tasarım araştırma süreciniz boyunca bu bilgi çeşitliliğiyle nasıl başa çıkıyorsunuz? Profesyonel bilgi birikimimiz şüphesiz ki çok ileri seviyede. 25 yıllık bir deneyimimiz olduğu için şanslıyız, bu sayede çok fazla şey öğrendik. Örneğin çok karmaşık bir tasarımı çok daha basite indirgemek, daha kolay inşa edilebilir hale getirmek, ve onu bilgiye dönüştürmek gibi... Bu tıpkı bir pilot olmaya benziyor; eğitimli bakış açınız sayesinde, gittikçe artan miktarda bilgiyle baş edebiliyorsunuz.

Öyle görünüyor ki önceden programlanmış mekan uzun süre kalıcı olmuyor. İşlevler ve ihtiyaçlar her şeyde olduğu gibi çok hızlı değişiyor. Mimarlığın bununla başa çıkabileceğini düşünüyor musunuz? Bunun için esneklik aşırı derecede önemli. Bence mimarlığı, bilinmeyeni sezerek gelecekteki ihtiyaçlara ve işlevlere göre uyum sağlayabilecek şekilde tasarlamak mümkün. UNStudio olarak

Ürün tasarımıyla da ilgileniyorsunuz. Mimari tasarımla ürün tasarımı arasındaki ana benzerlikler neler? Bu iki tasarım alanı birbirinden neler öğreniyor? Geçmişteki mimarlığa kıyasla çağdaş mimarinin tip, stil, işlev ya da detay açısından daha akışkan olduğunu düşündük hep; sabit düzenler 61


UNStudio her zaman ünlü bir mimarlık ofisi oldu, ama hiçbir zaman ana akım işler yapan bir ofis olarak atfedilmedi. Bu durumdan memnun musunuz? Bağımsızlığımızın değerini biliyoruz, hayal etmeye neredeyse hiç olanak sunmayan kurumsal bir ofis olmayı asla istemeyiz. Bir yandan da uzmanlığımıza değer biçiyoruz ve biliyoruz ki müşterilerimizin bizden beklentileri de bu şekilde. Aslen yaptığımız işi profesyonel bir organizasyonla atölye arasında gidip gelen bir şey olarak görüyoruz. Başa çıkmak durumunda kaldığınız en zorlayıcı proje tanımı hangisiydi? İşverenlerinizle uzlaşma konusunda ne kadar iyisiniz? Şu anda neredeyse yarısı bitmiş olan, Çin’deki büyük, karma kullanımlı projenin inşası, bugüne kadar yaptığımız en zorlayıcı proje olabilir. Birbirine zıt, çaprazlama duran ve herkese açık cam bir köprüyle gökyüzünde birbirine bağlanan iki burgu kulenin içinde ticari alanlar, ofisler, konutlar ve otel bulunuyor. Zemin alanı neredeyse 400.000 metrekareye ulaşıyor. Bugünlerde işverenle uzlaşmak; sürecin tamamında tüm paydaşlar, uzmanlar ve danışmanlarla birlikte yürütülmesi gereken uzun süreli bir deneyim gerektiriyor. Bu proje de bize bu gerekliliği kanıtlamış oldu. Disiplinlerarası çalışmanın mimarın rolünde bir değişime sebep olacağını düşünüyor musunuz? Kendinizi nasıl konumlandırmayı tercih edersiniz? Mimarın rolü çoktan değişti bile; birlikte yaratma ve bilgi değişimi herkesin rolünün birbirinin içine girdiği bir ortam oluşturuyor. Benim için bu muhteşem bir şey, çünkü zaten doğam gereği, olayları farklı perspektiflerden görmeye eğilimliyim.

Ardmore Residence, Singapore, Fotoğraf: Iwan Baan

Galleria Centercity, South Korea, Fotoğraf: Christian Richters

Hollanda’da, herhangi bir strüktürel değişim yapmadan, ofisten apartmana dönüşebilen iki yapıyı çoktan inşa ettik. Öte yandan, projelerin hem sürdürülebilir hem de erişilebilir olması gerektiğine inanıyoruz. Bu iki yaklaşım dengede tutulmalı, diğeri uğruna bu niteliklerin birinden vazgeçmenin bir anlamı yok.

UNStudio olarak pek çok kitap yayınladınız. Kitap projeleri nasıl başlıyor, kitap yapmak için sizi harekete geçiren unsurlar neler? Kitap bizim için boru sesi gibi; harekete geçmek için bir çağrı. Yeni bir aşamanın duyurusu. Şu anda da yeni bir kitap üzerinde çalışıyoruz. Ve bu, her zaman olduğu gibi, zor. Henüz orada olmayan bir şey hakkında derin bir araştırmayı kelimelere dökmek çok ince bir çalışmayı gerektiriyor. Biraz konunun dışına çıkalım. Favori roman yazarınız kim? Çok eklektik bir zevkim var; genel olarak hayattaki dağınıklığım yatağımın kenarında yığına dönüşmüş kitaplar suretinde varlığını sürdürüyor. Bugünlerde benim için yeni olan bir ismin, İtalyan yazar Elena Ferrante’nin peşindeyim. Romanlarını bir arkadaşım önerdi. Öyle görünüyor ki, Ferrante son derece toplumdan uzak yaşayan biri. “Kitaplar, bir kere yazıldıktan sonra yazarlarına ihtiyaç duymazlar”. Tıpkı binalar ve mimarları gibi! Mobil teknolojilerin de etkisiyle iş ve boş zaman arasındaki fark neredeyse ortadan kalktı. Kendinize zaman ayırabiliyor musunuz? Artık kendimizi asla dış dünyaya kapayamadığımız bir gerçek ama ben bunu bir problem olarak görmüyorum, ne olup bittiğini bilmek, eğer birileriyle buluşmanıza geç kaldıysanız onlara rahatlıkla ulaşabilmek ya da internet üzerinden bütün cevaplara anında erişebilmek aslen stresi azaltan şeyler. Şahsen, çalışmaya harcadığım zamanda da boş zamanlarımda da hoş insanlarla bir arada oluyorum, seyahat ediyorum, sohbet ediyorum... Daha ne isteyebilirim ki? Son olarak, mimarı keşke ben olsaydım dediğiniz bir yapı var mı? Şehir plancısı olarak, yeni sosyo-ekonomik modellerden çıkan vizyoner kentsel dönüşümleri hayranlıkla izliyorum. Ayrıca, Ebenezer Howard’ın Bahçe Kent’i ve Frank Lloyd Wright’ın Broadacre Kent’i de kendi çağlarında olup biten derin değişimlere verilen, hayal gücü yüksek, ütopik yanıtlar.

XOXO The Mag



INTERVIEW/art

ADRIAN PACI

Okyanusun Ortasında, Bir Gemide... Bugün birçoğumuzun asla tahayyül edemeyeceği bir coğrafyada yetişen ve içinde büyüdüğü kabuğu kırıp çağdaş sanat sahnesine kızının anlattığı ‘Arnavutça Hikayeler’(1997) başlıklı video ile karışan Adrian Paci’nin hikayesi aslında eserlerinde sıkça gördüğümüz başlıklar gibi, bir yolculuğu, hareket halinde olmayı çağrıştırıyor. Kendisiyle üretimleri üzerine konuşurken, bir yandan da ev kavramını açıp, büyüdüğü coğrafyaya dair düşüncelerine, projelerine kulak veriyoruz. röportaj elif kamışlı fotoğraf özkan önal

XOXO The Mag


Adrian Paci, Wedding, 2008, Ağaç üzerine tempera, 220 cm çapında

Romalılardan Kim Kurtaracak? sergisinde yer alan ‘Sütun’ adlı son video çalışman, ‘Made in China’ ifadesinin içinde saklı güçlü çelişkileri göz önüne seriyor: Bir yanıyla hüzünlü, diğer yanıyla büyülü. Bize bu projeden bahsedebilir misin? ‘Sütun’, karşılaştığım bir hikayenin potansiyelini keşfetme arayışımla ortaya çıktı. Video, Çin’de bulunan bir madendeki doğal ortamını bırakıp yolculuğa çıkan mermer bir bloğun hikayesini anlatıyor. Gemiye konduktan sonra mermer kesilip parçalara ayrılıyor, bir biçim almaya başlıyor. Tüm bunlarsa gemi okyanusun ortasında Avrupa’ya doğru giderken beş Çinli zanaatkarın ellerinden çıkıyor. Yapılan işlemlerin ardından mermer bloğun klasik formda bir sütuna dönüştüğünü görüyoruz. Yolculuk bir ayrılış, ama varılacak bir yer yok. İş kapsamında üretilen sütun önce Paris’te, ardından Milano’da sergilendi; bir sonraki durak Venedik olacak. Video ise varılacak nihai bir yer olmadan yolculuğuna devam ediyor.

Arnavutluk’ta akademiyi bitirdikten sonra bir yıllığına eğitim için İtalya’ya gidip ardından geri dönüyorsun; birkaç yıl sonra ülkede karışıklıkların başlamasıyla 1995’te ailenle birlikte Milano’ya göçüyorsunuz, o zamandan beri de İtalya’da yaşıyorsun. Bu bağlamda, hayatının neredeyse yarısını göç ederek geçirmiş biri olarak kendime sıkça sorduğum bir soruyu sana da sormak istiyorum: ‘Ev’ senin için ne ifade ediyor? Bir süredir her şeye bir tanım bulmaktan kaçınıyorum. Oysa gençliğimde, sanatın ne olduğunu tanımlamak benim için bir takıntı olmuştu. Sanatın komünist rejimin kurallarına hizmet etmeye zorlandığı Arnavutluk’ta yaşarken, ben de modernist itkiden oldukça etkilenmiştim. Bu durum bir yandan sanatsal dil anlamında bana yeni ufuklar açarken, diğer yandan da onun ontolojik özüne dair beni bir arayışa götürüyordu. Oysa benim için her şey kendimi çağdaş sanat bağlamında iş yaparken bulduğumda karmaşıklaştı. Bu bilgilerin ışığında ‘ev’in benim için ne ifade ettiği sorusunu şöyle yanıtlamaya çalışabilirim: ‘Ev’ belki zamanla bağlar kurduğun, sevgi beslediğin, yakınlık duyduğun, alışkanlıklar geliştirdiğin, referans noktalarının oluştuğu, bir rutine bağlı bir yerken; tüm bu saydıklarım seni besleyebileceği gibi, aynı zamanda seni boğabilir de, sana bir şeyler vereceği gibi seni tüketebilir de. ‘Ev’ uzaktayken özlediğin, içindeyken huzur bulamadığın yerdir. Bir yanda kaçma, uzaklaşma arzusuyla, öte yanda geri dönme, bağlar kurma isteğinin sürekli yer değiştirdiği eve dair gerilimli ilişkiyi düzenlenmenin mümkün olmadığını düşünüyorum. Bu gerilim şizofrenik olabileceği gibi daha dengeli de olabilir, ama ‘ev’ adını verdiğimiz şeyle olan ilişkimizi daima besler. ‘Ev’i sadece duvarlardan ve bir çatıdan ibaret bir nesne gibi düşünmemeliyiz; bir kavram da ‘ev’e dönüşebilir. Gerçekten de Gilles Deleuze’ün dediği gibi kavramları hazır yapılmış bulmuyoruz, onları biz inşa ediyoruz. Bir evde yaşadığımız gibi bir kavramda da yaşayabiliriz.

İstanbul Modern’deki Komşular sergisinin bir parçası olan ‘Piktori’ (2002) adlı videon komünizm sonrası dönemde sanatçının tanımının nasıl değiştiğini incelerken, ‘sanatçının ölümü’ de buradaki ana başlıklardan biri olarak izleyiciye sunuluyor. Aynı yıl ürettiğin diğer bir video ‘The Weeper’da da bu konuya eğildiğini görüyoruz. Videolarındaki sade stilin de ‘sanatçının ölümü’ bağlamında yapılmış bir tercih olduğunu düşünüyorum: Sanatçıyı bir araç haline getirip, izleyiciyi konuya odaklanmaya davet ediyorsun. Bu konudaki düşüncelerini merak ediyorum. Bu yanıtlaması oldukça zor bir soru... ‘Sanatın ölümü’ ve ‘sanatçının ölümü’ üzerine çok konuşuldu, birçok şey yazıldı. Aslında bunlarla ilgili daha fazla bir şey söylemek istemiyorum. Ben işimi bir konuya dair düşüncelerimi ifade ettiğim bir alan olarak görmüyorum; işlerim karmaşık teorilerden değil, tesadüflerden, sezgilerden, fantezilerden ve oyunlardan doğuyor. Bahsetmiş olduğun bu iki videoda da ölümle karşılaşma, özellikle sanatçının ölümü oldukça görünür;

Galeri Mana’da 10 Mayıs’a kadar izlenebilen, Cristiana Perrella’nın küratörlüğünü üstlendiği, Bizi Yunanlılardan ve 65


Adrian Paci, Vajtojca (The Weeper), 2002, DVD film, 9', (video karesi)

ama onları sanatçının ölümü üzerine ne düşündüğümü anlatmak için yapmadım. Sadece o anın özelliğini ve yalınlığını kaybetmeden sanatçının rolünün ve kimliğinin yorumlanması üzerine düşüncelerimizi harekete geçirme potansiyeli taşıyan bir detaya, hayatın içinden bir parçaya odaklandım. Sanatın ve sanatçının ölümüne dair felsefi soru, Balkanların sınırında yaşayan ve sahte resimler yapan bir ressamın samimi ve mütevazı monoloğunda yanıt buluyor. Peki, o zamanlar komünist ve ateist bir ülke olan Arnavutluk’ta yetişmenin sanatsal diline bir etkisi olduğunu düşünüyor musun? Bugün olduğumuz şeye dönüşmemiz anlamında içinde yetiştiğimiz bağlamın önemli olduğuna inanıyorum; ama bu her zaman o çevreye boyun eğeceğimiz anlamına da gelmiyor. Bu bağlam çoğunlukla bir çatışmanın sınırlarını belirliyor ve bazı tezatlıklarla sonuçlanıyor; ama her şekilde üzerimizde bir iz bırakıyor. Arnavutluk kendi içine kapalılığı ve ideolojik etkisiyle öylesine güçlü bir bağlamdı ki, ondan etkilenmemek mümkün değildi. Rejim dönemindeki kapalılığın şiddetinin de etkisiyle, rejimin çökmesinin ardından dünyaya açılmamızla birlikte dramatik bir değişim oldu ve bu değişim beraberinde bizim deneyimizi getirdi. Akademideki branşın resim üzerineydi ve her ne kadar sonrasında video ve heykel gibi farklı alanlarda üretim yapmaya başlasan da İtalya’ya yerleştiğinizde soyut resimler yapıyordun. 20. yüzyıldaki soyut akımdan ilginç bulduğun sanatçılar var mı? Soyut akımdan Paul Klee’yi çok seviyordum, ayrıca Yves Kline’ı, Mark Rothko’yu ve Afro Basaldella’yı da sayabilirim. Akademi’nin bitmesiyle Sosyalist Realizm’den çıkıp, kendimi Pablo Picasso’dan Marc Chagall’e, Giorgio Morandi’den Jannis Kounellis’e, Marcel Duchamp’dan Joseph Beuys’a uzanan ‘yasaklı’ sanatçıların sanatına bıraktım. ‘The Wedding’ (2002- ) ise kendi düğün videondaki bazı kareleri resimlediğin bir seri. Bu seri bağlamında resmin sana sağladığı olanaklar neler? Resmi (belki de genel olarak sanatı) bir şeylerle ilişki kurabileceğim bir araç olarak görüyorum; potansiyeli, özellikleri, özgünlüğü olan;

ama bir ilişki üzerinden de belirlendiği için değişiklikleri kaldıran ve değişikliklerle biçimlenen bir araç... ‘The Wedding’de ise benimle ve düğün sahnelerinin olduğu bu VHS kasetteki görüntüler arasında kurulan bir ilişki vardı. Video karelerindeki görüntülerin çok iyi kalitede olmayışını seviyordum, dokusu bana resimdeki fırça darbelerini hatırlatıyordu. Bir de hareket halindeki bu imajlardan bazı anları durdurmak hoşuma gidiyordu. Seçtiğim anlar sayesinde kareden kareye dengenin değiştiği sahneleri bir araya getirip ‘doğru’ olana sabitlemeyi seviyordum. Bir kareyi sürekli akışın içinden çıkarmak ve resim aracılığıyla sahneyi farklı bir ritimde yaratıp, yeniden yorumlamak ilgimi çekiyordu. Ve aslında tüm bu sürecin gösterişsizliği beni cezbediyordu. Fiyakalı, kibirli, yaratıcı hiçbir şey yok. Gördüğümüz, sadece bir videodaki akıştan ‘çalınmış’ bir imajın resimle yorumlanması. Arnavutluk’ta, tamamlandığında bir tür okul gibi de işleyebilecek bir bina yaptırıyorsun. Bize bu fikrinden biraz bahseder misin? Bundan konuşmak için biraz erken aslında, ama Arnavutluk’un İşkodra kentinde bir ev yaptırıyorum. Burayı ailemle birlikte vakit geçirdiğim; aynı zamanda arkadaşlarımı, sanatçıları, küratörleri, yazarları ağırlayabileceğim bir yer olarak düşlüyorum. Burası onlara sadece uyumak için yatak vereceğim bir yer değil, aynı zamanda fikirleri ve projeleri tartışacağımız, birbirimize göstereceğimiz, birlikte geliştireceğimiz bir buluşma yeri de olacak. Kişisel olanla sosyal ölçekli olanın buluşması genel anlamda ilgimi çekiyor ve bu evde de böylesi karşılaşmaların kendine yer bulabilmesini istiyorum. 2013’ün senin için oldukça yoğun geçtiğini tahmin edebiliyorum: ‘Sütun’un üretimi, ardından Kanada, İspanya ve Fransa’daki kişisel sergilerin... Böylesi bir senenin ardından şu an neler yapıyorsun? Milano’daki Kaufmann Repetto Galeri için bir sergi hazırlıyorum: Görece büyük ölçekli iki mozaik ve küçük boyutlu bir seri resim olacak. Bu sene ayrıca yeni bir video üretmek istiyorum. Umuyorum ki her şekilde sergiler için daha az seyahat ettiğim ve daha çok işe yoğunlaşabildiğim bir dönem olur.

XOXO The Mag



INTERVIEW/MUSIC

RUSSIAN RED Akıl Oyunları

Ufacık çocuklarken salonun ortasına sandalye ve battaniyelerle, yaşadığımız ev içinde kendi ufak kalelerimizi yapardık. Bunun nedeni korunma veya güvende hissetme ihtiyacı olabilir. Kim bilir? Herkesin kendi nedeni vardı elbette. İç dünyasında, fiziksel değil ama ruhsal bir kale kuran ve yıllarca surlarının üzerinden dünyaya bakan Russian Red de, artık sınırlarını yıkıyor ve içinde büyüttüklerini biraz masalsı biraz gerçek bir şekilde, tüm çekingenliğini bir kenara bırakarak, dudakları değil yanakları kızararak paylaşıyor. röportaj gazali görüryılmaz fotoğraf adriana eskenazi

XOXO The Mag


sony music türkiye’nin izniyle

İspanyol bir müzisyen ve solist olmana rağmen, şarkı sözlerini İngilizce yazıyorsun. Peki ana dilin dışında duygularını ifade ederken zorlandığın oluyor mu hiç? Hislerimi ve düşüncelerimi anlatmak için melodilerim var benim, sözler ise sadece bu duyguları kişiselleştirmeye, tanımlamaya yardımcı oluyor. Gerçek ağırlığı ve enerjiyi müziğin kendisinde buluyorum ben, kelimeleri de iletişim kurabilmek ve melodilerin içeriğini zenginleştirmek için üzerine ekliyorum.

üzerine önsezilerim vardı. Sonrasında fark ettim ki yazdığım hikayelere masalsı unsurlar ekleyebiliyorum, hikayeyi daha kurgusal ve hayal düzleminde bir araya getirebiliyorum. Bunun üzerine yöntemi farklılaştırıp, bir karakter yarattım ve onun ağzından anlattım tüm hikayeyi ki bu hali ile ben de onunla birlikte söylediklerine gülebiliyorum. Pek de İspanya müzik sahnesine ait görünmüyorsun. Sana kendi müzikal yolunu çizmek konusunda neler ilham verdi? Bunu bir ilham kaynağı olarak algılamıyorum aslında, onun yerine, bir ihtiyacın sonucu olarak değerlendiriyorum. Bu içinde bulunduğum yerin ve etkileşimde olduğum insanların yarattığı bir ihtiyaç değil, tamamı ile benimle ve yapmak istediklerimle alakalı kişisel bir talep. Ben hiçbir zaman bir şarkıcı olmak istemedim, ben sadece bir yerlere gitmenin hayalini kurdum. Bu gerçek dünyada bir yer de olabilir, hayal gücümün beni götürdüğü masalsı bir alem de.

Yeni albümün Agent Cooper açık bir şekilde daha önceki işlerinden farklı duyuluyor. Bu albümü yazarken nasıl bir ruh halindeydin? Duygusal durumum, tam da Agent Cooper’ın ne şekilde gelişeceğini ve ortaya çıkacağını belirleyen faktör oldu. Sevgiyi, nasıl öngörmüş veya daha önceden planlamış olabileceğimle alakalı bir geçiş dönemi yaşıyordum, ki bu da hem şarkı sözlerine hem de genel sound’a yansıdı. Peki bu geçişi biraz daha açıklamanı istesek, tam olarak neler yatıyor bu ifadenin arkasında? Hepimiz, her an bir geçişin, dönüşümün, farklılaşmanın içindeyiz aslında. Şartların o anki durumu ve hayatın normal seyrinden daha sarsıcı deneyimler yaşatması sonucu, bazen bu duygu çok daha belirgin hale gelebiliyor. Geçtiğimiz bir sene boyunca benim yaşadığım bu özel süreç ise, aşkı, siz buna genel olarak sevgi de diyebilirsiniz, çok daha geniş bir şekilde algılamama izin verdi. Mesela şu an sorularına cevap verirken camın dışındaki kedinin miyavlamasını duymanın huzurunu hissetmek veya bu röportajdan sonra insanların bizim konuştuklarımızı okuyacağı fikrinin verdiği heyecanı duymak gibi.

Agent Cooper’da Joe Chiccarelli ve Emily Lazar’la birlikte çalıştınız. Farklı müzisyenlerle işbirliği yapmak istemendeki asıl amacın neydi? Sence o şarkıyı kafanda kurduğun haline getirebilmek için gerçekten gerekli mi bu katılım, yoksa altında PR endişesinin de yattığını söyleyebilir miyiz? Dürüst olmak gerekirse, bazı sanatçı ve müzisyenler için bu söylediğin iki durumun da farklı oranlarda da olsa etkisi var. Fakat benim için, özellikle de bu albümde, konuk sanatçıların katkısını istemem, her iki dünyanın da parlayan yanlarını bir araya getirebilmenin şanslı deneyimini yaşama isteğinden kaynaklanıyor. Açıkça belli ki şarkılarının hepsine erkek isimleri vermenin bir nedeni var. Diğer fikir ve görüşlerin aksine, bunu feminist bir davranış biçimi olarak okuyabilir miyiz? Belki biraz öyle. Ama son zamanlarda fark ettim ki, üzerine en fazla kafa yorduğum konular, en az aksiyon aldıklarım oluyor. Bu da son

Agent Cooper tematik bir albüm. Aşk, şehvet ve kalp kırıklığı üzerine yazdığın hikayeleri hayali bir kahraman üzerinden anlatmaya nasıl karar verdin? İlk başlarda bir tema yaratma fikrinden çok, genel konsepti oluşturmak 69


sony music türkiye’nin izniyle

zamanlarda beni bir çeşit umursamazlığa itti. Aslında bakarsanız, benim ifadelerimin de çok bir anlamı yok çünkü bir sözü veya işi ortaya koyduğunuz andan itibaren insanlar onu alıyor ve kendisinin yapıyor. Bu nedenle alt metni ne olursa olsun, okuduğunuz anda o şey size ne hissettiriyorsa gerçek anlamı buna dönüşmüş oluyor. Feminist söylemden bahsetmişken, Hollywood yönetmenlerinin %95’i erkek. Buna benzer bir orandan müzik dünyası için de bahsedebiliriz. Kadınların müzik sahnesindeki varlığı hakkında neler düşünüyorsun? Her ne kadar son zamanlarda kadın sanatçı sayısı ve yaratıcı işlerdeki kadın oranı artsa da, bu bir gerçek ki özellikle müzik prodüksiyonu tarafında -ki işin asıl önemli kısımlarından bir tanesi- erkek egemen bir durum var. Tam olarak bunu nasıl okumak gerekiyor inanın bilmiyorum, belki de tarihten gelen insan davranışlarının bir uzantısı bu durum. Fakat modern zamanlarda bu bahsettiğim davranış biçimleri de değişiyor. İşte bu nedenle de, biraz önce bahsettiğim, gibi kadın varlığının oranı git gide artıyor. İnanıyorum ki önümüzdeki zamanlarda dünya hiçbir zaman deneyimlemediği ölçüde bir kadın gücü ile karşılaşacak ve hep birlikte tahmin ettiğimizden güzel, umut verici bir kadın egemen sektör göreceğiz. Neredeyse bir yıldır Los Angeles’ta yaşıyorsun. Oraya tanışırken ne bulmayı umuyordun ve bu süre içerisinde beklentilerini ne oranda karşılayabildiğini düşünüyorsun? Buraya taşınırkenir bir ev inşa edebilme ve kendi yolumu bulma isteğinden başka hiçbir amacım yoktu. Bu süre içinde ise sadece aradıklarımı bulmakla kalmadım, aynı zamanda bir ev inşa etme fikrine bu kadar adanmış olmanın ne kadar yanlış bir durum olduğunu keşfettim. Doğup büyüdüğün yerin nasıl bir yetişkin olduğuna etkisi oldu mu sence? Her zaman olur, ama bu sanırım benim durumumda biraz daha farklı gelişti. Küçük bir çocukken de çok fazla kendi dünyamda yaşıyordum,

bu nedenle de etrafımda olup biten birçok şeyi kaçırdığımı dürüstçe söyleyebilirim. Fakat şu anda bunu görebiliyorum ve gerçekten tuğlalarını kendi ellerimle ördüğüm kaleyi biraz daha beslemem gerekiyor. Dünya üzerinde özellikle keşfetmek istediğin bir yer var mı? Coğrafi olarak Kuzey Amerika’yı keşfetmeyi çok isterim, ruhsal olarak ise umarım kendi içimdeki keşif ve yolculuk hiçbir zaman sona ermez. Son zamanlarda en çok neyi sorguluyorsun? Sahip olduğumuz tüm duygularımızı, korkularımızı ve sezgilerimizi sadece içinde yaşadığımız bu ana daha ne kadar ait kılabiliriz? Fantezi dünyasında bir yolculuğa çıkacak olsan, nasıl yapmak isterdin bunu? Kesinlikle insanların düşüncelerine dalardım. Gördüğün rüyaları yazar mısın hiç? Bunu son zamanlarda sıkça düşünmeye başladım. Uzun bir süredir de çocukluk anılarımı aklıma geldikçe not alıyorum. Bir noktada benzer şeyler aslında çünkü hafıza ve fantezi benzer bir noktada buluşuyor her zaman. Russian Red ismi artık İspanya sınırlarından çıktı ve çok uzak diyarlara ulaştı. Eh, insanların müzisyenler hakkında gösterdiği sosyal medya çılgınlığı da ortada. Bu kontrolsüz ilgiye hazır mısın? İnanın şu hayatta hiçbir şey sanıldığının aksine o kadar da önemli değil. Bu nedenle, kendimi hiçbir zaman bir hazırlık içine almayı düşünmedim. Kontrolsüzlüğün olduğu bir yerde kişisel kodlarınızı belirlemek ve buna uymak daha önemli bir hal alıyor. Adını Google’da arıyor musun hiç? Kesinlikle evet. Çok da eğlenceli oluyor.

XOXO The Mag



Whatever

ALICE & CINDERELLA

X-Rated Musical Fantasies

Başkan Dwight D. Eisenhower sayesinde İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyanın en büyük ekonomik gücü haline dönüşen ABD, 50’lerin ortalarında her anlamda ciddi kırılma noktalarını peş peşe yaşayan bir coğrafya haline gelmişti. Beş milyona yakın aile artık her şeyi evlerindeki televizyondan hipnotize olmuş şekilde izliyordu. Tıpkı New York’lu DeBell ve California’lı Smith aileleri gibi. 10 Aralık 1954’te New York, Chatham’da Kristine adlı dünya tatlısı bir kız bebek doğdu. Smith ailesi ise tam o zamanlarda California’da büyük bir heyecanla kızlarının doğumu için gün sayıyordu. Sonunda beklenen oldu ve 6 Haziran 1955’te Cheryl Lynn Smith dünyaya gözlerini açtı. Bu iki çocuğun ortak noktası tüm zamanların en ünlü masallarından Cinderella ve Alice in Wonderland’in sinema uyarlamalarından birinde başrolü oynayacak olmalarıydı. Ancak bu uyarlamalar, annelerinin onlara küçük birer kızken uykudan önce yatakta okuduğu rengarenk illüstrasyonlarla dolu pop-up kitaplardan fazlasıyla farklıydı! Sadece 21 yaşındayken Suze Randall’ın objektifinin karşısına geçerek Playboy’a kapak olan, hatta Helmut Newton’ın çektiği fotoğraflarının orijinalleri Christie’s ve Butterfields’da gerçekleşen açık artırmalarda on binlerce dolara satılan Kristine’in sinema macerası bugün sadece Alice’in görüp görebileceğimiz en cesur macerası olarak özetleniyor. Fazlasıyla kasabalı tınlayan Cheryl Lynn yerine Rainbeaux adını tercih eden Bayan Smith ise Roger Corman’ın gizli prodüktörlüğünde çekilen ve yönetmen koltuğunda (ister inanın ister inanmayın) Jonathan Demme’in oturduğu kült istismar filmi Caged Heart ile B dünyasında

Cinderella, 1977, Director: Michael Pataki © A Group 1 Presentation

Alice in Wonderland: An X-Rated Musical Fantasy, 1976, Director: Bud Townsend © Cruiser Productions

yazı sarp dakni

çoktan bir yıldıza dönüşmüştü bile. Ancak Rainbeaux’nun üstesinden bir türlü gelemediği uyuşturucu bağımlılığı, onu ne yazık ki 1983 yılında sinemadan koparıp, sürekli hapse girip çıkan ve sokaklarda yaşayan bir evsize dönüştürmüştü. Kristine ise aynı günlerde sinemadan kopup Yalan Rüzgarı dizisindeki yedek kukla figürlerden biri haline geldi. Charles Perrault ve Lewis Carroll’ı mezarlarında ters döndürebilecek etkiye sahip olan pornografi ve erotizm arasında gidip gelen x-rated bu iki müzikal, her ne kadar peş peşe çekilmiş olsalar da yeni bir ‘alt akım’ yaratacak başarıyı gösteremedi. Üstelik porno endüstrisinin altın çağının yaşandığı günlerde çekilmiş olmalarına rağmen... Porno aleminin en büyük prodüktörlerinden Bill Osco’nun Bud Townsend’a çektirdiği Alice in Wonderland’de, kahramanımız Alice, rüyasına giren Beyaz Tavşan’ın peşinde ‘seks’ kelimesinin altını birbirinden tuhaf karakterlerle birlikte doldururken, Cinderella’da durum daha da vahimdir. Saraydaki maskeli grup seks gecesinin ardından Prens Charming, performansı sayesinde aşık olduğu kızı bulmak için ülkedeki bütün kızlarla tek tek yatmaya başlayacaktır. Ta ki kızımız Cindy’yi buluncaya kadar! Subversive Cinema’nın, 2007 yılında Alice in Wonderland’in x-rated ve hard core versiyonlarını baştan aşağı yenileyerek, filmi DVD formatında piyasaya sürdüğünü hatırlatalım. Cinderella için ise, pek iyi kalitede olmayan bootleg DVD versiyonlarla idare etmek zorundasınız. Beyaz Tavşan’ın peşinden ‘Seks Harikaları Diyarı’na bir yolculuğa çıkmak ya da Cinderella’nın balkabağı arabasının arkasına tutunup Prens’in toplu seks partisine uzanmak... Seçim sizin!

XOXO The Mag


a month of Irish pleasure MAY 2014

every wednesday to saturday between 19:00 - 24:00 facebook.com/dublinspot /// instagram.com/dublinspotbar /// foursquare.com/dublinspot


INTERVIEW/people

IAN MORRIS

Savaşın Nesi İyi Olabilir? Stanford Üniversitesi öğretim üyesi, arkeolog ve tarih profesörü Ian Morris, Why the West Rules-For Now’dan sonra yine tartışmalı bir kitapla huzurlarınızda: War! What Is It Good For? Yeni kitabında Morris, uzun vadede savaşın insanlık için faydalı sonuçlar doğurduğunu iddia ediyor ve son zamanlarda Batı Akademisi’nde sıkça karşımıza çıkan, dünya genelindeki şiddet olaylarının azaldığına dair teze farklı bir açıdan katkı yapıyor. Elbette ikna olmak durumunda değilsiniz ama okumaya değer olduğunu düşünüyoruz. röportaj ali tünay fotoğraf sarah sessions

XOXO The Mag


Akademik kariyerinizin erken döneminde Klasik Antik Çağ’daki ölüm ritüellerini ele aldığınız bir kitabınız var. Son zamanlarda ise daha ziyade büyük resme bakan çalışmalarla sizi takip eder olduk. Bu iki türün araştırma süreçleri arasında nasıl farklar var? Death-Ritual and Social Structure in Classical Antiquity kitabımda, eski çağlardan kalan mezarlara bakarak, toplumun bir portresini çizmeye çalıştım. Bu, antik çağlara bakmak için yeni bir yoldu. Kazıları kendiniz yapmanız gerekmiyor, bazen sadece kazı raporlarına bakarak gerekli bilgileri çıkarma şansım oldu. Why the West Rules-For Now için ise dünya tarihinin tamamına bakmak durumundaydım, ve son 15.000 yıl içerisinde olan her şey bu başlığın altına giriyordu. Teoride dünya üzerindeki bütün arşivler, yani aklınıza gelebilecek her şey... Doğal olarak aynı şekilde çalışmanız mümkün değil. Çünkü teker teker bütün arşivleri dolaşmak imkansız. Bu da aslında tarihçiler açısından bir sorun. Zira biz kendimizi her zaman arşivlere giden ve bir konuyu en ince detayına kadar araştıran insanlar olarak görmek isteriz. Ama bazen, sorduğunuz sorunun çok büyük olduğunu anladığınız anda, onu küçülterek sınırlamanız gerekir. Ve bunu yaparken, daha ziyade başka insanların ne dediğine bakarak ilerlemelisiniz. Bu da yine tarihçiler arasında tartışmalı bir konu. Hatta sırf bu yüzden, bir sürü tarihçi en son kitabımı bir tarih kitabı olarak değerlendirmez.

durum Çinliler okyanusu geçebilecek gemiler yaptıktan sonra değişti. Çinlilerin bu gemilere çok ihtiyacı yoktu, ancak buldukları bu yeni teknoloji zamanla Avrupa’ya yayıldı ve Avrupalılar da bunu kullanarak Atlantik Okyanusu’nu geçebilecek duruma geldiler. Dolayısıyla, Atlantik Okyanusu’nun etrafında bütün bu zenginliği yaratan yeni bir ekonomi oluştu. Britanya’nın sahip olduğu büyük güce ulaşmasında bu durum çok etkili olmuştur. Kısaca, dünyanın en büyük gücü olmak Britanya’nın kaderine yazılmış bir şey değildi, ancak değişen coğrafi koşullar onu bir şekilde bu noktaya getirdi. War! What Is It Good For?’da savaşların uzun vadede insanlık için faydalı olduğunu savunuyorsunuz. Bu tezinizi biraz açabilir misiniz? Tarihte yaşanan dönüm noktalarının toplu şiddet olaylarıyla eş zamanlı gelişmiş olması beni savaş hakkında bir kitap yazmaya itti. Bu nedenle, savaşın dünya tarihinde uzun bir zaman dilimine yayılan hikayesine baktım. 2.000 yıl önce Çin’de, Hindistan’da, Akdeniz’in çevresinde meydana gelen savaşların her biri büyük imparatorlukların kurulmasına neden oldu. İnsanlar da bu imparatorluklara ihtiyaç duyuyorlardı, çünkü onlar sayesinde dünya daha barışçıl ve zengin bir yer haline geliyordu. Antik çağlardan bu yana büyük resme baktığımda, sürekli kendini tekrar eden bir yapı gördüm. Ziraatın başladığı 10.000 yıl öncesinden günümüze dünyanın nüfusu inanılmaz büyüdü. Bir grup diğer grubun üzerine hakimiyet kurmak isterken savaşlar meydana geldi. Bu savaşlar da daha büyük toplumların oluşmasına neden oldu. Toplumların hükümdarları ise hakimiyetlerini kurmak ve korumak için insanları uzlaştırmanın, kontrol altına almanın yollarını aradılar. Aynı zamanda hükümdarlar kendi aralarında savaşmaya devam ettiler. Bu arada pasifleştirilmiş grupların hacmi gittikçe büyüdü. Söz konusu durumun bir sonucu olarak, şiddet yoluyla meydana gelen ölümlerde yüzyıllar içerisinde ciddi bir düşüş ortaya çıkmış oldu. Ve itiraf edeyim; ben de kitabı yazarken böyle bir sonuca ulaşacağımı beklemiyordum.

Aynı zamanda bir arkeolog olmanızın da bu sürece katkıları olmuştur mutlaka... Arkeolojinin büyük resme bakmak isteyenler için çok iyi bir altyapı verdiğini düşünüyorum. Tarih biliminde gerektiği gibi bütün antik dilleri bilmenize gerek yok. İtalya’da bulduğunuz kalıntılarla Hindistan’da bulduğunuz kalıntıları karşılaştırmamanız için de hiçbir neden yok. Bu açıdan arkeoloji, kitaplarımı yazarken konulara daha geniş bir perspektiften bakmam konusunda bana çok yardımcı oldu. Yeni kitabınız ve Why the West Rules-For Now’da tezlerinizi oluştururken, coğrafi koşulların toplumların üzerine olan etkisini merkeze aldığınızı görüyoruz. Bu durumun nedenlerini açıklayabilir misiniz? Açıkçası, coğrafyayı bu kadar önemseyeceğimi ben de beklemiyordum. 10 sene önce Why the West Rules-For Now’ı yazmaya başladığımda, -utanarak söylüyorum- kitabın tam olarak ne hakkında olacağından emin değildim. Geniş bir zaman dilimine yayılan Doğu-Batı kıyaslaması yapmak istiyordum, sosyal gelişmişliği ölçmek istediğimi biliyordum, ancak neyle karşı karşıya olduğuma dair fikirlerim çok muğlaktı. Kitabı yazarken sekizinci bölüme geldiğimde bir anda şunu fark ettim: İnsanların neler yapabileceğine coğrafya karar veriyor ve kalkınmanın koşullarını o belirliyor. Aynı zamanda kalkınmanın şekli değiştikçe, coğrafyanın ihtiyaçları da değişiyor. Bu yüzden, bahsettiğim bakış açısının dünya tarihini anlamada çok faydalı olduğu düşünüyorum. Genelde dünya tarihinden bahsederken kültür, din gibi etkenleri öne çıkaranlar yeteri kadar derine inmiyorlar. Halbuki, kültür elimizdeki çok daha büyük bir materyalle şekilleniyor.

Tabii şunu da belirtmek gerekiyor; çağlar boyunca toplumlardaki şiddetin azaldığından bahseden ilk akademisyen siz değilsiniz. Steven Pinker da bununla ilgili bir kitap yazdı, ve ondan önce de bu tespiti yapan tarihçiler mevcuttu. Ancak ben yine de merak ediyorum, kendi yaklaşımınızla Steven Pinker’ın The Better Angels of Our Nature kitabındaki yaklaşımını nasıl kıyaslarsınız? Kesinlikle bu saptamayı ilk dile getiren insan ben değilim. Hatta benim argümanımın Thomas Hobbes’a kadar gittiğini bile söyleyebiliriz. Steven Pinker ile bir sürü konuda hemfikirim ve bence o, şiddetin çağlar boyunca azalmasını kitabında çok başarılı bir şekilde anlattı. Onunla fikir ayrılığına düştüğüm nokta ise, Pinker’ın bu azalmayı çok karmaşık bir şekilde anlatıyor olması. Evet, bence de hikaye çok karışık ama ana fikir aslında çok net. Hikayenin karışık olması da, tarihin bütününe baktığımız zaman ve özellikle son 500 yılda yaşanan pasifleştirme sürecinden ileri geliyor, ama bunu farklı dönemlerde de görmüştük. Tarih boyunca, inişlerle ve çıkışlarla şiddetin varlığına bir şekilde şahit olduk. Ve şu anda farklı zaman dilimlerini kıyaslama şansımız var. Bu kıyaslamaları yaparken de yirmi farklı değişkene ihtiyacınız yok. Durum çok açık; insanlar kavga ediyorlar ve bu kavgalar sonucunda toplumları inşa ediyorlar. Toplumlar da onları şiddet üretmekten alıkoyan Leviathan’lar yaratıyor.

Peki, sizinle bir vaka çalışması yapalım. Şu anda eski Britanya İmparatorluğu’nun başkenti Londra’nın merkezinde bu röportajı gerçekleştiriyoruz. Geçen yıllara ve yaşanan ekonomik krizlere rağmen, günümüz Londra’sında müthiş bir zenginliğin mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Siz, uzun yıllar sonucunda erişilmiş bu refah seviyesini, bir arkeolog ve tarihçi olarak nasıl açıklarsınız? Haklısın, bu zenginliği özellikle Mayfair’de görmek daha da kolay. Tabii seninle 1000 sene önce buluşmuş olsaydık, bunun tam tersini konuşuyor olurduk, zira İngiltere o dönemde Batı Avrupa’nın adeta geri kalmış bir uzantısıydı. Akdeniz Havzası’na kıyasla yoksul bir yerdi. Bunun nedeni de, biraz önce söylediklerime paralel olarak, yine coğrafi etkenlerdi. İngiltere asıl hareketin olduğu Akdeniz’den çok uzaktı. Örneğin, Türkiye ise o dönemde zengin bir yerdi. Özellikle Avrupa’nın kuzeybatısı için Atlantik Okyanusu başlı başına bir sorundu. Bu okyanusu güvenli bir şekilde geçmek çok zordu, hatta imkansızdı. Bu

Sanırım yine aynı nedenle savaşların artık neredeyse işlevini yitirdiğini söylüyorsunuz. Peki uzun vadede savaşların ortadan kalkacağını düşünüyor musunuz? Bir taraftan savaşlar işlevini yitiriyor, çünkü devletler çoğaldıkça ve büyüdükçe savaşlar azalıyor. Diğer taraftan da toplumlar geliştikçe maalesef daha komplike ve öldürücü silahlar üretiliyor. İnsanlar savaşa girmek yerine daha farklı çözüm yolları buluyorlar. Savaşlar gittikçe azalıyor ve küçülüyor. Buradaki dönüm noktası ise 1945’teki atom bombasıydı, kuşkusuz. Bugün tekrar büyük bir savaş yaşasak, muhtemelen, gezegen üzerinde bir tane canlı insan kalmaz. 75


War! What Is It Good For?’da fazla değinmiyorsunuz ama sivil-asker ilişkileri son derece sorunlu bir ülkeden gelen birisi olarak sormak istiyorum. Siz de bilirsiniz, Halil İnalcık Osmanlı ordusunun Avrupa’daki ilk düzenli ordu olduğunu söyler. Böyle bir durumun toplumların dinamiklerini etkilediğini düşünüyor musunuz? Bunun sizin savlarınız içinde bir yeri var mı? Halil İnalcık ile Chicago Üniversitesi’nde beraberdik. Kendisini tanırım, harika bir insandır. Sorunuza gelince, öncelikle sivil-asker ilişkilerindeki sorunların Türkiye’ye has olduğunu düşünmüyorum. Bu sorunları farklı ülkeler de yaşadı ve hala yaşıyor. Tarihin geneline baktığımızda da, hükümdarların çoğu zaman askeri kişilikleri de olduğunu görüyoruz. Sebebi de çok basit; asker değilseniz, askerin gücüne de sahip olamazsınız ve biri gelir sizi yerinizden eder. Tabii şu da var, ülkeler büyüdükçe askeri ve sivil bürokrasilerini birbirinden ayırmaya yönelir. Roma ve Çin İmparatorluklarında da bu süreçleri görürüz. Modern zamanlarda ise askeri olmayan gücün büyüdüğünü görüyoruz. Bu konuda dönüm noktasını 18. yüzyıl olarak saptayabiliriz. Britanya, Hollanda, Fransa gibi imparatorluklarda zenginliğin ticaret yoluyla geldiğini açıkça görüyoruz. Bu da sivil otoritenin elini son derece güçlendirmiş oluyor. Avrupa’nın batısında başlayan bu sürecin zamanla yayıldığına da tanık oluyoruz. Ve bence Türkiye de bu yönde ilerliyor. Plymouth veya Portsmouth’ta savaş gemileri barındırmak ile İstanbul’un göbeğinde kışla barındırmanın sivil-asker ilişkileri üzerindeki etkisi farklı oluyor. Katılır mısınız? Sivil-asker ilişkilerinin tarihte çok uzun bir geçmişi var. Türkleri de bu geçmişin en önemli parçalarından biri olarak kabul edebiliriz. 9. yüzyılda Arap halifeleri Türk kölelerden süvari birlikleri kurup, bu

birlikleri saraylarının üç kilometre ötesine yerleştirmişlerdir. Bunu yaptığınız andan itibaren artık orduyu yönetemezsiniz, ordu sizi yönetir. Bu nedenle, söylediğinize katılıyorum. Son kitabınıza geri dönersek, aslında sadece bir tarih kitabı değil. Kitapta uluslararası ilişkiler de önemli bir yer kaplıyor. Bu çerçevede, Pasifik Okyanusu’nda gelecekte neler olmasını bekliyorsunuz? Çin-ABD ilişkilerini nasıl okuyorsunuz? Daha önce de söylediğim gibi, dünyanın son 10.000 yılda daha güvenli bir yer haline gelmesinin nedeni daha büyük toplumların oluşması ve hükümdarların toplum içinde şiddet kullanımını engellemesidir. Bu nedenle 19. yüzyılda Britanya’nın bir Leviathan’dan ziyade küresel bir polis olarak hareket ettiğini söyleyebiliriz. Ve 1989’dan beri bu rolü ABD’nin üzerine aldığını düşünüyorum. ABD, parasını uluslararası ticaretten kazanıyor. Bu şekilde para kazandığınız zaman sistem içerisindeki diğer üyelerin de bundan faydalanmasını sağlamanız gerekiyor ki sizden ürün ve hizmet satın alsınlar. Son 20-30 senedir yaşanan da tam olarak bu. Çin de hızla ABD’yi yakalıyor. Bu nedenle, önümüzdeki 30-40 senenin -Amerikan sistemi dağılmaya başlarkenistikrarsız olabileceğinden korkuyorum. Peki, gelecekte bizi nasıl bir senaryo bekliyor? Daha önce de değindiğim gibi, zenginliğin ve gücün el değiştirdiği dönemlerde büyük çapta şiddet olayları her çağda görülmüştür. Bu çerçeveden baktığımızda, kötümser senaryo beni tabii ki endişelendiriyor. İyimser çerçeveden baktığımızda ise birey olmanın anlamı ilerleyen yıllarda olumlu yönde değişebilir. Ve bu bizi birbirimizle daha da fazla kaynaşmaya sevk edebilir. Şiddetten tamamen arınabilmemizin yolunun da ancak böyle bir değişimden geçtiğini düşünüyorum.

XOXO The Mag



INTERVIEW/art

BARNABY BARFORD

And That’s Your Lot

Barnaby Barford, gözüne çarpan toplumsal kesitlere, seramik heykelleri aracılığıyla kendi mizahını ekliyor. Araç olarak hep seramik üzerinde yürüyor. Materyale olan aşinalığını ise, farklı betimlemeleriyle dengeliyor. Başlıklarını da kurmaya çalıştığı hikayenin ana unsurlarından biri olarak gören Barnaby, çağdaş yaşamın ne kadar çağdaş olduğunu, geçmişe göre nelerin değiştiğini sorguluyor. Tabii, bir de çalışmalarını görenlere sorgulatıyor. Duchamp’la sanat dünyasında yerini kuvvetlendiren hazır objeler, Barnaby ile seramiğe yöneliyor. Siz de yan sayfaya... röportaj müjde metin fotoğraflar noah da costa

XOXO The Mag


Three mirrors as part of the Seven Deadly Sins series: Barnaby Barford, Mirror ‘Gluttony’, 2013, ceramic, decals, stainless steel, enameled wire, wood frame, L149.8 x D16 x H156.5 cm / L59 x D9 x H61.6 in, Editions David Gill, Unique, limited to 2 + 1AP. Barnaby Barford, Mirror ‘Sloth’, 2013, porcelain, stainless steel, enameled wire, wood frame, L120 x D15 x H202 cm / L47.2 x D5.9 x H79.5 in, Editions David Gill, Unique, limited to 2 + 1AP.

Barnaby, seni tanımayan birine yaptıklarını nasıl anlatırsın? Modern toplumu irdeleyen heykeller yapıyorum. Hayatlarımızın her türlü halini sorgulamaya meraklıyım. Sürekli, gelişmiş bir toplum olarak kendimizi nasıl gördüğümüzü anlamaya çabalıyorum; çünkü teknolojik açıdan gelişiyoruz, ama duygusal ve karakteristik özelliklerimiz hiç değişmiyor, her zaman olduğumuz canlılar olmaya devam ediyoruz. Bu yüzden, tarihte bulunduğumuz noktaya referans vererek çağdaş hayatlarımızla alakalı çağdaş işler yaratıyorum.

Ailen ve yakın çevren şimdi biblolara karşı ilgili mi? Hayır, halen ilgisizler. Elbette işlerimle birlikte artık daha farklı görüyorlardır, ancak henüz hiçbiri koleksiyon yapmaya başlamadı. Biblolar kurduğun hikayeler sayesinde heykellere dönüşüyor; bu hikayeleri nasıl kuruyorsun? Keşfetmek istediğim konuyu belirleyerek başlıyorum. Sorgulamak, anlamak istediğim bir şey arıyorum. Sonra araştırmaya koyuluyorum, bibloları o sırada bir araya getiriyorum ve farklı kompozisyonlar kuruyorum. Kendim yapmak istediğim parçalar veya temalar oluyor. Yani duruma göre değişiyor, kreatif süreç asla sabit durmuyor.

O kişiye öncelikle göstermek isteyeceğin çalışman hangisi olurdu? Beni tanımayan birine bunları anlattıktan sonra, sanırım en sevdiğim işimi göstermem gerekir, değil mi? Bu da benim için o an üzerinde çalıştığım heykel demek olur.

Kırılmış biblolar, aynalar gibi objeler kullanıyorsun. Ne kullanacağını seçerken önceden kullanılmış materyalleri kendine göre nasıl yeniden anlamlandırıyorsun? Öncelikle, hiçbir parçayla rastgele karşılaşmıyorum. Çalıştığım her parçayı özenle seçiyorum, her birinin benim için farklı bir anlamı var. İşlerimin hikayeleri olmasını da buraya bağlıyorum; her objede çoğu kişinin gözünden kaçan potansiyelleri görmeye çalışıyorum. Kompozisyonu dikkatle kuruyorum, her şeyin durduğu yer benim için bir sebep taşıyor. Parçalar zahmetsiz gözükse de, heykelleri meydana getirirken uğraştığım detaylar, şaşırtıcıdır ki, hayli zahmetli. Bazılarına oldukça çirkin görünebilecek şeyler benim için apayrı bir güzellik ortaya çıkarabiliyor.

Neden materyal olarak seramiğe odaklandın? Seramikle, alçı kalıba döküm üzerine aldığım bir derste tanışmıştım. İstediğim şekli çoklu formlara kolayca dönüştürebilme imkanı beni büyüledi diyebilirim. Hem ayrıca seramik nispeten daha ucuzdu. İtalya’dayken bu materyale olan ilgim daha da arttı. O zamandan beri seramiğe karşı aşk-nefret ikilemi içerisindeyim. Seramiği işleme sürecine ve kile pek ilgi duymuyorum açıkçası; beni, materyale duyduğumuz önyargılar ve bunun tarihiyle oynamak heyecanlandırıyor. Biblolar çocuklar için gayet sıkıcı olabiliyor, sonuçta işin ucunda bunlarla oynamaya izin yok… Seni etkiledikleri ihtimalini çocukluğuna bağlamalı mıyız? Aslına bakarsan, ben küçükken evimizde hiç biblo yoktu. Bu yüzden aklıma bir hatıra gelmiyor. Zorlarsam ancak bir veya iki tane hatırlayabilirim herhalde. Ama aralarında önem arz edecek bir tane bile yok, tamamen x, y veya z’den etkilendiğim için bu yoldayım diyebilirim.

McDonalds veya KFC’yi içeren çalışmalarını düşünerek, uluslararası bağlamda hikayeler yaratmayı amaçladığını söyleyebilir miyiz? Evet, Londra’da yaşıyorum ama çoğu temamı evrensel durumlardan çıkarıyorum. Çünkü sonuçta söz konusu olan insanlar; ve gelenekler, dinler veya davranışlar değişse de, aslen birbirimize benzeyen 79


Barnaby Barford, ‘Pavarotti is dead, long live Pavarotti’, 2008, bone china, porcelain, earthenware, enamel paint, silk, H35 x L31 x W31 cm, Editions David Gill, Unique.

Barnaby Barford, Mirror ‘Big Ears is a Cu...’, 2009, porcelain, enamel paint, GRP convex mirror, H67 x W60 x D19 cm, Editions David Gill, unique.

varlıklarız. Fast food da bu uluslararası bağlamlar içinde en kuvvetli olanlardan. Günümüzde çoğu şey zaten yerelliğini yitirdi.

çünkü bir bakıma konteksti onlar belirliyor, bir anda yepyeni senaryolar yaratabiliyor.

Eleştirileri önemsiyor musun? Çoğu farklı kişiden aldığım geri bildirimlere kulak veriyorum. Sürekli olarak, pratiğimi daha iyi öğreniyor ve ilerletiyorum. Çalışırken üzerinde durmadığın meselelerin farkına varabilmek için, bazen dışarıdan bir sesin yükselmesi gerekiyor. Öncelikle, dinlemenin ve eleştirileri anlamanın iyi olduğunu düşünüyorum; daha sonra o fikirlerle ne yapacağın ise tamamen sana bağlı. Ben hep bir şeyler yaratmakla ilgileniyorum, yani aslında, ‘dünyamızı’; film, heykel veya çizim yaparak keşfediyorum. Şu günlerde sanatçılardan çok fazla şey olmaları isteniyor. Benim buna dayanma gücüm ise, toplumu işlerimin aracılığıyla sorgulayabilmekte yatıyor. Mesela ben de yazabiliyorum, ama biz, küratörlerden, eleştirmenlerden veya yazarlardan sanat işi yapmalarını beklemiyoruz...

‘Seven Deadly Sins’ serini içeren son serginde, seramikle farklı bir forma geçiyorsun, yönünü değiştirmeye nasıl karar verdin? Yıllardır sürdürdüğüm çalışma yöntemimi değiştirmeyi uzun süredir düşünüyordum. Kullandığım araçları zamanla azaltarak, yeni bir çalışma yöntemine geçmiş oldum. Aynalara ve yansımalarımıza verdiğimiz tepkilere de hep hayrandım. Aynalar, kendimizle kurduğumuz ilişkileri görmeye yarıyor. Arada dürüst ilişkiler olduğunu düşünenler olabilir ama farkındayız ki olay bundan ibaret değil. Duyduğum bu ilgiye, tanışık olduğum materyali, seramiği, dahil etmek istedim. Diğer materyallerle çalışmak gibi bir arzum yok çünkü. Daha çok, seramikle başka neler yapılabileceğine kafa yoruyorum. Yedi ölümcül günah diye yapılan tanımları, ayna şekillerine dönüştürmek benim için önemliydi. Onların pasif heykeller olmasını istemedim; heykellere bakan kişiler aynı zamanda kendi yansımalarını da görmeliydi. Kendini görmezsen, hiçbir günahı göremezsin…

Çalışmalarının, hikayelerini destekleyen başlıklarında da yazmayı sevdiğin görülüyor; kelimeleri, başlıklardan ziyade çalışmalarının içine entegre etmeyi düşündün mü? ‘Big Ears is a Cu…’ çalışmanda görülüyor esasen bu durum. Bir zamanlar aklımdaydı, ama biblo işine yazı karıştırmanın, çalışmanın görüntüsünü bozacağına karar verdim. ‘Big Ears is a Cu…’ gibi graffiti öğeleri barındıran birkaç çalışma yaptım sadece. Bir de ‘Seven Deadly Sins’ serisindeki ‘Gluttony’de menülerden kestiğim parçalar olduğu için doğal olarak yazılar vardı. Genelde, çalışmalarımın yarattığı görsel etkiler sonrasında başlıkların dikkat çekmesini istiyorum. Ama başlıklar yine de benim için çok önemli

Bu durumda, seni ‘Seven Deadly Sins’ serisini yapmaya iten bir gündem oldu mu? Hah! İlginç bir soru ama nasıl yanıtlayabileceğimi bilemiyorum. Bu konu hakkında fikir üretmeye çalışırken, ilginç bir şey fark etmiştim. Elbette tüm günahlar bireylere indirgeniyor, ama birey boşlukta doğmuyor veya boşlukta yetişmiyor. Toplum ve kişiler ayrılmaz şekilde birbirine bağlı. ‘Seven Deadly Sins’de, günahların toplulukta yıkıma yol açtığı anlayışını inceledim. Hepimiz mutlu bir komünite olmayı değil; bireysel kazançlarımızı önemsiyoruz. Bence asıl problem bugün

XOXO The Mag


Barnaby Barford, ‘Love Nest’, 2011, Porcelain, ceramic, plastic, fabric, enamel paint, wood, L55 x D55 x H34 cm / L21.7 x D21.7 x H13.4 in, Editions David Gill, unique.

tutmayı tercih ediyorum, ileride yeniden değerlendirmeyi umuyorum.

bu anlayıştan kaynaklanıyor. Kısacası, gündemde her zaman günah tasvirleri dolaşıyor; hem de bugün ne yazılıyorsa, dün de, 200 yıl önce de aynıları yazılıyordu. Değişmedik ve muhtemelen değişmeyeceğiz. Ama artık ‘ebedi lanetlenme’ faktöründen korkmadığımızdan dolayı, günahları farklı görüyoruz. Örneğin ‘açgözlülük’, bugün ‘girişimcilik’ olarak kabul ediliyor ve yüceltilip destekleniyor.

Bir de eskiden, Wallpaper’la yaptığın, defile modasını heykellerle gösteren işbirliğini düşünerek merak ediyorum, modayla ilgili misin? Modayı takip eden veya trend setter birisi değilim tabii ama herkes her şeyle birazcık da olsa ilgilenmeli. Ben de hayatın her köşesiyle ilgiliyim. Wallpaper’la yaptığım işbirliğinde, moda sayfalarını bağımsızca yaptım. Çok güzel bir projeydi. Bazı şişman, bodur çocuk bibloları aldım ve sezon modasını onlara giydirdim. Belki de birilerinin, lüks modanın yarattığı boy ölçülerini tartışmasını sağlamışımdır. Komik işler yapmaya çalışmıyorum; seçtiğim konuları zihnim işliyor ve sonuç olarak ortaya satirik şeyler çıkıyor. Mizah, herkesin gardını düşürüyor…

Bu sosyal betimlemelerini düşünerek soruyorum, kendini herhangi bir sanatsal/toplumsal akımın içinde hissediyor musun? Hayır. Ben kendi perspektifimden gözlüyorum ve izliyorum. İnsan, aramayı ve merak etmeyi asla bırakmıyor; esas önemli olan da bu işte, her şeyi sorgulamak… Zihin, en normal gözüken hakkında dahi sorular hazırlıyor. Bu sebeple kendimi yalnızca, sürekli “Neden?” diye soran üç yaşındaki oğluma benzetebilirim.

Peki, şu sıralar ne üzerinde çalışıyorsun? Oldukça büyük bir proje üzerindeyim; Babil Kulesi’ni yapıyorum.

Heykellerin dışında, bahsettiğin gözlemler adına başka neler yapıyorsun? İnsanları çiziyorum, özellikle metrodayken yaptığım bir sürü çizimlerim var. Çizdiğin kişi farkında olmadan, birkaç dakika içerisinde onu resimlemek, göz için harika bir alıştırma.

Yeni çalışman için Londra’daki dükkanların fotoğraflarını çektiğini görmüştüm Facebook hesabında. Karşına çıkan en ilginci hangisiydi? Bir de kendi dükkanının adını ne koyardın? Üstünde ‘Kasap’ tabelası olan ama aslında cep telefonu satan bir dükkan gördüm. Hatta şöyle bir yorum yaptığımı da görmüşsündür, “Dükkanın ismi çok önemli, müşteriyi ne beklediği konusunda şüpheye düşürmüyor.” Aslına bakarsan alışveriş yapmaktan nefret ediyorum ve her gün halka açık bir alanda sabrımı koruyabileceğimden emin değilim; yani bir dükkanım olmasını hiç istemezdim. Ama belki bir şarküteri sahibi olabilirdim, adını da “That’s your lot.” ifadesine kelime oyunu yaparak ‘That’s Shallot’ koyardım.

Önceki çalışman ‘Damaged Goods’ gibi ileride yeniden böyle bir kısa film çalışması yapmayı düşünüyor musun? Çok isterim, ama film yaparken bütçe en önemli konulardan… Ve yapmak istediklerimin maliyetleri hep yüksek oluyor. Etrafımda da şu an böyle bir olanak yok. Film yapabilmek için hikayeyi yaşamanın ve hissetmenin gerekli olduğuna inanıyorum; film dışında farklı kreatif fırsatlarım olduğu için de, şimdilik film düşüncelerimi geri planda 81


INTERVIEW/people

GONCA VUSLATERİ

Popping Up

Gonca Vuslateri bu kez de karşımıza Babylon Lounge’da gerçekleştirdiği, Dublin esintileri taşıyan bir pop-up projesiyle çıkıyor. Biz de bu vesileyle kendisiyle buluşuyoruz ve bu yeni heyecanının yanı sıra, şu ara onu meşgul eden diğer projelerine ve hayata dair bir sohbete dalıyoruz. O halde, merakınızı gidermek için buyurunuz... röportaj sinem kara fotoğraf dilan bozyel

XOXO The Mag


Şu aralar programın nasıl? Doğrusu dinlenmeye bir gün bile vaktim yok bugünlerde. Her gün bir koşuşturmacayla geçiyor.

ile? Ya da tekrar buna benzer bir projen var mı yakınlarda? Beş-altı sene çalıştım DOT Tiyatrosu ile. Okul gibiydi benim için. Punk Rock’ın öncesinde, yine DOT’ta Vur/Yağmala/Yeniden projesinde rol almıştım. Daha sonra CRAFT Tiyatro ile çalışmalarım oldu. Şu anda önümüzdeki yıl için proje okuyorum; atlayıvereceğim içlerinden bir tanesine. Çok özlüyorum sahneyi, bu sene oyunsuz geçti. Ve çok kahırlıydı...

Dublin Film Festivali’ne gittiğini duymuştuk, nasıl geçti? Harikaydı… Dublin’in her şeyiyle beni çok etkilediğini söyleyebilirim. Bunun dışında bağımsız film festivallerini seviyorum, ve aynı zamanda her şehrin festival halini de seviyorum. Koştura koştura filmlere girip çıkıyorsun, sonra vakit bulduğunda şehri keşfetmeye çalışıyorsun bir yandan da, hemen sonra bir film daha... Kısacası, yorucu ama bir taraftan da çok keyifliydi.

Yakın zamanda izlediğin en iyi film hangisiydi? Kesinlikle Nymphomaniac. Türkiye’de yasaklanmasına anlam veremediğim, adeta workshop niteliğinde bir film bana sorarsanız. Konusu hakkında spoiler vermeyeyim ama bu ülkede yaşayan tüm kadınların izlemesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum. Dünyaya karşı aşırı duyarlılık gösteren bu kadınların varlıksal ve iletişimsel duruşlarını, daha doğrusu ‘hallerini’ anlatan bir film olmuş. Daha dün yeniden seyrettiğim film ise vazgeçilmezlerim arasında olan Terms of Endearment/Sevgi Sözcükleri. Debra Winger’ın olağanüstü performansını bir kez daha hatırladım.

Bu şehirden esinlenerek bir pop-up bar açacağını da duyduk. Biraz bu projeden bahseder misin? Dediğim gibi, Dublin’i epey sevdim. Çok rahat ve samimi bir şehir. İnsanlar kendi halinde, kendiyle meşgul. Kimse kimseyle ilgilenmiyor, genelde herkes kompleksiz ve kendiyle dalga geçebiliyor. Ve aynı zamanda da yeşil bir şehir… Mesafeler de kısa; her yere yürüyebiliyorsunuz. Gecesi, gündüzü, sabahı mutlu ve insanlar her an sokakta -doyasıya yaşıyorlar, şehirden keyif alıyorlar. Set sonrası, bu sefer tatil için, tekrar ziyaret etmeyi düşünüyorum. Tüm bunların yanı sıra, Dublin gece hayatınıysa ayrıca çok sevdim. Kısacık programımızda bir sürü yeri deneyimleme fırsatı bulduk. Restoranlar, pub’lar, barlar, gece kulüpleri... Hepsinin ortak özelliğiyse, rahat bir dekor, samimiyet, güzel müzik ve leziz kokteyllerdi. Aklım kaldı. Dolayısıyla, İstanbul’a döndüğümde de Dublin’deki havayı anımsatan bir yer ortaya çıkarmayı hayal etmeye başladım... Ve derken, al sana işte fırsat! İnsanlarla konuşurken bir anda ortaya bu heyecan verici proje çıktı. Eğlenmeyi seven ama bir yandan da hep aynı yerlere gitmekten sıkılmış olan gençlere sunulan muhteşem bir fırsat bu bence. Bir de tabii, bu projeyi benim için apayrı bir yeri olan Babylon ile gerçekleştirme fikri de çok hoşuma gidiyor.

Kitap kurdu olduğunu ve özellikle şiire olan merakını biliyoruz; son zamanlarda okuduğun en iyi kitabı da soralım ve neden bu kitaptan etkilendiğini... Türkçe sözlükleri ve dil bilgisi kitaplarını şiddetle önermek isterim. Dilimizi çok kötü kullanıyoruz. Özellikle son yıllarda, düzyazı ve şiirle ilgilenen geniş bir kitle var, ve tabii bu çok mutlu verici bir durum. Modernizm dediğimiz, dilin bu gelişkin ve kendine özgü tarafını köklerinden bağımsız bir şekilde devrimleştirmek, bir ulusun yok oluş sebeplerinden biri olabilir bana sorarsanız. Kaldı ki, ‘kendine has dili olan’ şeylerden kuşku duyuyorum; genel formülden türemiş bir öznel yapı mı, yoksa herkes annesinin karnından doğarken, “onlar kendi dillerinden mi doğmuş acaba?” diye düşünüyorum ister istemez. Bu kızgınlık biraz da okuyucu kızgınlığıdır elbette… Dili doğru kullanmak ve ekonomik kullanmak bence çok önemli. Nihayetinde 40 yaş sonrasında bir gözlüğe ihtiyaç duyacağız, bari zamanımızdan çalmasınlar. Peki şu anda hayatındaki en şiirsel şey nedir? Gençlik. Düz yazının şiirsel bir şekilde kağıda dökülmesi gibi. Anne Carson’ın Kırmızının Otobiyografisi adlı eseri gibi mesela. Hikayeler öyle muntazam yaşanır ki... Anımsamanın hiçbir şey kaybettirmediği süredir gençlik.

Burasının bildiğimiz barlardan nasıl bir farkı olacak peki? Şöyle anlatayım: Öncelikle Babylon Lounge’ı ikiye bölüyoruz. Ahşap ağırlıklı kocaman bir bar yerleştiriyoruz mekanın bar kısmına. Ufak ve samimi bir yer olsun istedim, yani toplasan 30 kişi almaz. Ama tabii balkonu, girişi falan zorlarsam 40 kişi olur. Bu kadar küçük bir bar işte... Adı da Dublin Spot. İnsanlar içeride yıllanmasın, gelsin girsin shot’ını atsın ve yola devam etsin istedim. Tabii isterlerse geri gelmelerinde bir sakınca yok! Kısacası, dinamik, benim kendimi iyi hissedeceğim, dolayısıyla dostumun da iyi hissedeceği, ‘rahat ve özgür bir alan.’ Çarşamba-Cumartesi akşamları 19:00-24:00 arası açık. Beklerim...

Son zamanlarda yaptığın en müthiş keşif nedir? Piyanoda ölene kadar en az dört eser çalabileceğimin kanaatine vardım. Hızlı öğreniyorum. Ama bir yandan da keşke biraz daha zaman ayırabilsem diyorum… Bir oyuncunun enstrüman çalması çok mühim aslında. Çünkü bizim enstrümanımız kendimiziz ne de olsa. Oysa ki, başka bir obje ile ilişki kurup, birlikte bir şeyler üretmek inanılmaz bir keyif. Geleceğe de miras; torunlara mesela! Son olarak, yazın iple çektiğin bir şeyler var mı? Phuket seyahati ve beraberinde filleri sevip onlara sarılma heyecanı. Ayrıca biraz evvel de bahsettiğim gibi, bir hafta tek başıma Dublin keyfi! Geçtiğimiz yaz Bodrum’da geçmişti tüm tatilim. Açıkçası bu yıl yurt dışına gitmenin Bodrum’dan kesinlikle daha ekonomik olacağını düşünüyorum.

Yeni projelerden devam edersek… Sinema, dizi ya da tiyatro projelerin ne alemde? Her şey yolunda, pek şükür… Dizimiz tam gaz devam ediyor. Kaldı ki Haziran ayında ara bir tatile çıkacağız; bu süreçte benim de rol alacağım üç sinema filmi projesiyle meşgul olacağım. Yani anlayacağınız oldukça yoğun geçecek günler beni bekliyor ve hatta tatilim de olamayacak gibi görünüyor. Bu durumda ben de bir nevi tatil hissiyatı verecek bu Dublin projesini yaratıyorum kendime. Biraz geçmişe gidecek olursak, Dot’ta Punk Rock adlı oyunda yer almıştın; bu oyun haricinde bir çalışman olmuş muydu Dot 83


FASHION

Glasses On: Edgy Meets Preppy

Chanel Eyewear SS14

“Gözlük satmak, benim için ruhumu satmaya benziyor.” dese de, anlaşılan bu durum Karl Lagerfeld’i pek korkutmuyor. Chanel’in 2014 İlkbahar/Yaz Gözlük Koleksiyonu’nu tanıtmak için bir kez daha Alice Dellal ile bir araya gelen tasarımcı şaşırtıcı bir çekime imza atarken, neyse ki eski dostunun ruhuna dokunmuyor. yazı ceren palaz karaca fotoğraflar chanel sas’ın izniyle

XOXO The Mag


daha güler yüzlerle kucaklanmışlardı. 1970’lerde ise her türlü gözlük, işlevinden bile önce moda aksesuarı olarak algılanma yoluna girmişti artık.

Işınları çoktan göze batmayacak kadar yumuşamış olan Güneş ufukta batıyor ve varlığını unuttuğum güneş gözlüklerimi anca o zaman çıkarıyorum. İronik şekilde hava benim için artık biraz daha aydınlık. Aslında Güneş’e sırtını dönen benim Dünya’mın ta kendisi, ama insan çoğu kez bildiğine değil gördüğüne, yavaş yavaş alçalan alev topuna inanıyor. John Berger’ın ünlü Görme Şekilleri’nde, görülen ile bilinenin zihinde asla tam olarak birleştirilemediğine dair verdiği örnek bu. Aynı zamanda, okuduğumdan beri takıntım haline gelmiş, romantik bir gün batımını bile Berger’ı yalancı çıkarmak adına gerçekçi bir gözle izlememe sebep olan bir örnek. Işınları çok önce göze batmayacak kadar yataylaşmış olan Güneş arkamızdan bakakalıyor ve varlığını unuttuğum güneş gözlüklerimi anca o zaman çıkarıyorum. Yeterince tekrar edersem, belki bir gün çaba harcamama gerek kalmadan gerçekleri oldukları gibi algılayabilirim.

Öyleyse 20. yüzyılın en yenilikçi ve etkileyici moda tasarımcısı sayılan Coco Chanel, kendi adını taşıyan markasının bir gün en arzulanan gözlükleri sunacağını geçirmiştir belki de aklından, kim bilir... Güneş gözlüklerini çıkardığı takdirde muhtemelen tanıyamayacağımız Karl Lagerfeld’e göre, 1999’da ilk kez tanıtıldığından beri Chanel’in en değerli koleksiyonlarından birinin gözlük koleksiyonları olduğu ise kesin. Sivrilikte Dorothy Parker’ı aratmayan Lagerfeld, zamanında, tasarladığı gözlüklerin çirkin yüzleri dengelediğine dair bir beyanda bile bulunmuştu ne de olsa.

Sosyal dünyanın gerçekleri ise pozitif bilimlerinkinden çok daha değişken, ama bir o kadar da anlaşılır neyse ki. Bilinenle görülen uzlaşacaksa değişimden kim korkar? Hele bir de gidişat iyiye doğruysa...

Chanel’in 2014 İlkbahar/Yaz gözlük koleksiyonunu tanıtmak üzere bir kez daha bizzat kamera arkasına geçen moda duayeni, bu kez geçen yıllara kıyasla biraz daha romantik bir ışıkta sergiliyor yeni değerli çerçeveleri. Elbette Alice ile Karl’ın çoktandır süregelen sıra dışı dostluğu göz önüne alındığında, Chanel çatısı altında dördüncü kez işbirliği yapmaları gayet beklenen bir gelişme. Alice Dellal’i dövmeleri, piercing’leri, kazıtılmış saçları, kaba saba deri kıyafetleri ve yırtık file çorapları olmadan görmek ise, ancak ikinci bakışta alışılan türden bir yenilik... Hem feminen hem de zamanın ruhuna uygun bir koleksiyonu tanıtırken, Alice Dellal’i bir yandan bir asi, diğer yandan ise çiçek açan bir genç kız olarak sunmayı uygun

Alaycı şiirleriyle nam salmış Dorothy Parker hemcinslerine “Kızlar gözlük takarsa, kimse pas vermez onlara.” diye nasihat verdiğinde, sivri dilinden daha ürkütücü olan şey, 1925 yılındaki haklılık payıydı. Tabii utanç verici medikal bir zorunluluk olan numaralı gözlüklerden daha şanslı olan güneş gözlükleri vardı bir de. Yine 30’lu yıllarda film yıldızlarının tanınmamak için kullanmasıyla yaygınlaşmışlar ve belki de daha ‘seçkin’ bir zümrenin zorunluluğu oldukları için çok 85


görüyor Chanel. Görseller nazik ve yumuşak bir enerjiyle keskin hatları buluşturuyor ve aslında her iki yönü anlatmak için de pek çaba sarf edilmesine gerek kalmıyor: Model ve modeller, her şeyi basitçe anlatıyor. Anlatmaya gelince yumuşak ve feminen olan bu görsellerin, göze değdiği zaman katmanlara ayrılıp zenginleşmesinin sebebi Alice Dellal’in şeffaf ruhu mu, yoksa Karl Lagerfeld’in dehası mı? İkisinden de biraz, şüphesiz. Sade ve ihtişamlı Cat Eye, yuvarlak, oval ve kare çerçeveler... Koleksiyonu modern ve stilize güneş gözlükleri ile klasikleri kutlayan numaralı gözlükler oluşturuyor. Chanel’in sayısız imzasından biri olan kapitone, kauçuk gözlük saplarını kaplayan keçi derisinde karşımıza çıkıyor. Şeffaf sapların iç tarafları zarif dantelle döşeniyor. Bazı modellerde ise modaevinin mücevherlerinde de kullanılan Strass metali, rutenyum, gümüş veya altınla kaplanıyor. Asetat çerçevelerin kenarlarındaki minik metal Chanel logoları sabit. Ortaya çıkan tertemiz rafine tasarımlar, bir damla retro hissiyle uslu ve gösterişli gözlükler... Doğasında kullanıcısının görüntüsüne karakter katmak olan aksesuarın bu üst sınıf örnekleri, bu defa beraberlerinde sıkıcı bir olgunluğu getirmiyor. Salaş bir genç odasında dağınık yatağın üstüne serpilmiş sarışın kız, siyah çerçeveleriyle kitap okurken çalışkan ve karizmatik bir öğrenciye dönüyor. Ya da üzerinde pastel renkli hırkasıyla uzanırken, belli ki kumsalda geçen günlerin hayalini daha iyi kurabilmek için takıyor siyah camlı gözlüklerini. Gözlerinin

önündeki camlar dünyayla arasına mesafe katarak yüceltmiyor onu, aksine, gözlükleri ona her zaman merak etmeye değer bir şeyler bulabildiği ve oyun oynamaktan korkmadığı, en hayat dolu günlerine eşlik ediyor. Lagerfeld’in değneğiyle bilindik androjen imajını bir süreliğine askıya alan Dellal, ruhunun tüm keskin hatlarını gözündeki aksesuarlara yüklüyor, gözlüklerse bu büyük sorumluluklarını ustalıkla ve çocuksu bir gururla yerine getiriyorlar. Çekimin kamera arkasında ters giydiği hırkasıyla suratını örtüp üstüne siyah çerçevelerini geçirmiş, hayalet kılıklı bir Alice Dellal de göze çarpıyor. Lagerfeld’in bu pozu kaçırmamaya karar verdiği an geliyor gözümün önüne. Bir dizi gözlüğe taze bir gözle bakabilmemizi sağlayan, kendisini değil işini ciddiye alan haylaz bir kız. Üstelik objeyi ön plana çıkaran boş suratlardansa, halihazırda ifade zengini bakışlarıyla gözlüklere organik bir his katma gücüne sahip. Hikayenin arka planına gelince; Linda Evangelista ve Claudia Schiffer gibi süpermodelleri, Elisa Sednaoui ve Freja Beha Erichsen gibi genç isimleri takiben, sayısız feminen model arasından sıyrılarak geçiyor Alice Dellal Chanel göz aksesuarlarının ardına. Kendimce Berger’ın değerli tespitini bir kez daha yenilgiye uğratıyorum. Alice Dellal onu tanıdığımız için çok da değişmiyor, yeni gördüğümüz yüzü, eski bildiğimiz Alice’e ekleniyor. Ve stil avcısı mercekleriyle, Karl Lagerfeld bu zenginliğin üstüne yeni bir kampanya inşa ediyor. Bingo Bay Lagerfeld.

XOXO The Mag



food

Ayaküstü Lezzetler

İstanbul Sokaklarında Yemek yazı didem şenol tiryakioğlu fotoğraflar orhan cem çetin

İstanbul’da yaşıyor olmaktan zaman zaman şikayet etsem de, bu şehir insanda bağımlılık yapıyor. Trafiğe söylenip Pazar günü büyük bir cesaretle Polonezköy’de bisiklete binmek üzere ailece yola çıkmak, kaldırımlarda insan patlaması olmasına aldırış etmeden Bebek sahiline erguvanları seyretmeye koşmak, insan seline aldırmadan Eminönü’nde birkaç mutfak alet edevatının peşine düşmek hayatımın normal akışı... Kendi kendime kaldığımda dünyanın neresinde yaşamak istediğimle ilgili binbir hayal kursam da, bu koşturmanın sistemimde yarattığı heyecan ve adrenalin, İstanbul’u bırakıp gitmemi güçleştiriyor. Bütün bu hengamenin şehrin artık belli köşelerinde konumlanmış insanlarla daha eğlenceli hale geldiğini söyleyebilirim. Tüm bu karmaşa içerisinde sabaha karşı, sabah, öğlen, akşam, gece yarısı demeden şehrin her köşesinde ağzımıza atacak lezzetli bir şey bulabilmenin keyfi sanırım hiçbir şeyle ölçülemez. Sokak yemeği bence bu şehrin dinamiğini en iyi anlatan kavramlardan biri. Tamamıyla ihtiyaç odaklı ortaya çıkmış maç çıkışlarındaki köfte ekmekçiler, birahanelerin çevresindeki midye dolmacılar, sabaha kadar açık kelle paçacılar aslında bu kültürün yaşam tarzının çok güzel bir yansıması.

Sokak yemeği dediğinizde aklıma gelenler sonsuz... İşe giderken yoldan kaptığımız taş fırın simidi belki hepimizin en aşina olduğu, en sıradan ve en sevileni... Günde saat 7.00, 11.00 ve 15.00 olmak üzere üç kere simit çıktığını öğrendiğimden beri bu saat dilimlerine en yakın olan zamanda simit tezgahlarına uğrarım. Yanığından alır yolda kemiririm. Öğleden sonra balık pazarının çevresinden geçiyorsam, midem de biraz kazınıyorsa, yarım ekmek kokoreç alır, acıyı bol koyarım. Ağzımın kavrulmasına aldırmadan yanında ayran içerim. Sokakta yemek yerken etrafta yürüyen insanları seyretmek, ayaküstü esnafla muhabbet etmek gibisi yok. Döner için favorim Mısır Çarşısı’nın arkasındaki amcanın yeri. Tartarak koyduğu döneri yemek için eskiden okuldan çıkar gelirdim. Önce pideyi ısıtır usta, sonra ince patates püresini sürer. 150 gr yeter bana genelde, ama çok açsam 180 gr alıp “Akşam yemeği yemeyeceğim” diyerek kandırırım kendimi. “Sandviçte püre olur mu?” demeyin, püre ekmeğin içini yumuşatır etin suyuyla karışır. Uzaktan baktığınızda, sarılsanız kollarınız kapanmayacak kadar büyük bu döner saat 14.00 civarında incecik kalır. İlk takıldığı ve kızardığı halini görüp kokusunu duydunuz mu, koşup ısırasınız gelir.

XOXO The Mag


çocukluğumda, okulun önüne kolunda sepetiyle yaşlı bir amca gelip leblebi tozu ve şeker satardı. Çocukların ayağına şeker götürmek epey zekice bir fikir sanırım. Leblebi tozuna bayılırdım. Dilim damağıma yapışıncaya kadar yer, sonra arkadaşlarımla türlü şaklabanlıklar yapardım. Beslenmenin zaman ve mekandan bağımsız bir şekilde hayatın bir parçası olması harika. Bu malzemeleri hazırlayan kişiler aynı zamanda satıcıların kendisi olunca, yemek üzerine edilen muhabbet daha da artıyor. Şehrin her köşesi lokanta gibi hareket edince, hayatın enerjisi, şehrin dinamiğini etkiliyor.

Bir diğer favorim de kömür ateşinde pişen kokoreç. En kızarmışından yemeyi seviyorum. Ekmek de naylon torbaya girmemiş, yeni fırından çıkmışsa çıtır çıtır yemek gibisi yok. Çok sık yapamasam da işim Manifaturacılar Çarşısı’na düşünce ne yapıp edip saati nohut pilavcıya denk getirmeye çalışırım. Et suyuna pilav, nohut, tavuk; camlı arabalarda hangisine denk gelirsem bayıla bayıla mideye indiririm. Bu tarz yemeğin bir keyfi de, ayaküstü olduğu için çok mükellef yemek yemiş hissi uyandırmaması... Büyük olmayan porsiyonlar ve etrafa bakınarak yemek daha hafif hissettiriyor. Sanırım sokakta yemek yemenin diğer keyfi de elle yemek. Metal çatal bıçak olmadan yemek yemenin lezzeti artırdığı bence kesin; biraz da insanı çocuk gibi hissettiren, mutlu eden bir tarafı var.

Konuyu güzel bir habere getirip toparlayayım: Yeni heyecanımız, Tasarım Bienali’nde lokanta yemeklerini sokağa taşımak. Dolaşan bir vasıtayla sokaktaki insanı bizim yemeklerle tanıştırmak. Proje gerçekleşirse, İstanbul’daki kültürün önemli bir parçası olan sokak yemeklerine bizim lezzetleri de katmış olacağız. Kısa bir dönem için de olsa, bizim yemekleri tasarlama şeklimizi büyük bir kitleyle paylaşmanın heyecanını yaşayacağız. İyi malzemeyle hazırlanmış lokanta yemeğinin, ayaküstü yenildiğinde nasıl hisler uyandırdığını görmüş olacağız.

Aslında insanımızın ihtiyaca göre yaratıcılığı sınır tanımıyor; yerine ve saatine göre, arabalarda kahvaltılık sandviç malzemelerine, böreğe, pideye, lahmacuna, tosta, tatlıya, kek-poğaçaya, macuna, kestaneye, mısıra, balık ekmeğe, kelleye rastlamak mümkün. Hatta benim 89


FASHION

Lanvın

Dreaming of Wonderland yazı aslı oğuztöreli fotoğraflar lanvin ss 2014

Takvimler 1889 yılını gösteriyor. Serin bir Paris sabahında evinden çıkıp, en sevdiği caddeye doğru yürüyor. Aklından geçirdiği tek şey şu; “St-Honoré, sanki her geçen gün daha da güzelleşiyor.” Marketten dergi ve gazete alıyor, yavaş yavaş yürümeye devam ediyor. Adeta şehrin her saniyesinin tadına varıyor... Güneş tepede belirginleştikçe kumral saçları kızıllaşıyor, mavi gözleri daha da parlıyor. Boissy d’Anglas ile caddenin kesiştiği köşede daha önce hiç rastlamadığı bir mağaza dikkatini çekiyor; “Lanvin”. Kapı eşiğinde geleceğe uzanıyor: Yıllar sonra sevgili kız torununu büyükannesinin dolabından bu muazzam vintage şapkaları çıkarırken görebiliyor. Hemen mağazanın kapısından içeri adımı atıyor ve kendini daha önce hiç rastlamadığı bir harikalar diyarına teslim ediyor... Bundan tam 125 yıl önce Jeanne Lanvin’in kapılarını açtığı lüks harikaların diyarı Lanvin’in her ipliğinde klasik bir moda markasının tarihinden çok yaşanmış birer hikaye var: Kızına hayran sanatsever bir annenin şapka atölyesinde çalışarak bulduğu kimliği ve bugünlere kadar getirdiği serüveni... Adım adım bir sonraki yüzyıla taşınan başarı ise aynı kadının azminin ve vizyonunun eseri. 1897 yılında Jeanne Lanvin’in tek çocuğu ve sonsuz ilham kaynağı Marguerite Marie Blanche doğduğunda, kendisi bile bu ilham perisinin etkisinden bihaberdi. Bundan 11 yıl sonra açılan çocuk giyim departmanı, onun kızına olan aşkı sayesinde çocuk giyimini icat eden tasarımcı olarak moda tarihine geçmesini sağlamıştı bile. Ne var ki sadece kadın ve çocukları düşünmüyordu Jeanne. Hatta bunlardan çok önce Edmond Rostand’a hazırladığı sipariş üzerine ilk erkek kıyafetini tasarlamıştı. 1917 yılında, Birinci Dünya Savaşı sırasında Amerikan Ordusuna hazırladığı üniformalarla bir titre daha sahip olmuştu üstelik. 79 yaşında hayata veda eden Jeanne, Paris’li kadınları yarım kalan bir hayalle baş

başa bırakmıştı. Neyse ki ardından 61 yaşına kadar yaşayan kızı Marie Blanche annesinin yadigarını bir sonraki nesle başarıyla taşımıştı. Tamı tamına 125 yıl boyunca asil Fransız kadınını yansıtma düsturuyla bayrağı bir sonraki nesle emanet etti marka. Moda sözlüğünde lüks, zarafet ve kalite kelimeleri yanında hep Lanvin’i taşıdı ... Yıllar geçmişti, takvimler bu kez günümüzü işaret ediyordu. Lanvin, çizgisinden, kalitesinden ödün vermeden geçirdiği 125 yılın ardından tekrar sahnedeydi. Herkeste haklı bir telaş vardı. Şov başlamak üzereydi! “Siz hiç beyaz bir tavşanı kovaladınız mı? Alice kovaladı. Elindeki köstekli saate bakarak; ‘Geç kaldım, geç kaldım’ diye koşuşturan beyaz ve masum bir tavşanın peşine takıldı... Hikayenin gerisini bilirsiniz; Alice tavşanı kovalarken deliğe düştü ve kendini Harikalar Diyarında buldu.” 1992 yılında Haute Couture koleksiyonlarını sonlandıran Lanvin’in 2014 İlkbahar/Yaz ready to wear şovunu izlediğim anda kafamın içinden geçenler tam olarak bunlardı. 2001 yılında kreatif direktörlük tahtını devralan Alber Elbaz kendi harikalar diyarını yaratmıştı ve bizi metalik düşüne ortak etmişti. Şeker paketini andıran kumaşlar, aradığımız fantezi ve rüyayı en çarpıcı gerçekliğiyle yansıtıyordu. Elbaz’ın harikalar diyarı sevimlilikten ve doğallıktan epey uzaktı. Olabildiğine çarpıcı, bir o kadar ışıltılı ve şehirliydi. Côte d’Azur’de bulunduğu sıralarda tasarımcının gözüne bir şeyler çarpmış olmalıydı. Güney Fransa’nın ihtişamını yansıtan tüm parlaklıklar. Parlak arabalar, parlak saçlar, parlak ciltler, parlak saatler, mücevherler... Ama gerçekte parlamayan gözler. Bu yüzden, koleksiyonda tamamen gerçeküstü bir masalsılık vardı. Belki

XOXO The Mag


zamansız şehirli kadının gününe ait olmama arzusu içinde yanıp tutuştuğunu söylüyordu. Loş ışıklı podyum bizi hayal gücümüzün yarattığı imgesel düşlerle baş başa bırakıyordu. Tam bir diskotek! Partideki sarhoş bir kadın, şehrin pis ve karanlık sokakları arasında... Kalabalığın içinde ama tek başına. Sendeliyor ama tekrar kalkıyor! Lüks onun diğer adı. Elindeki çöp torbasına aldırmıyor, yerden bulduklarını onun içine koyuyor, dimdik yürümeye devam ediyor... New Frequencies’den 20 Hz kulaklarımızda çınlıyor. Telaşlı ve enerjik. Havada buram buram ‘Arpège’ kokusu var. Bu koku izleyenlere sevgili Marie-Blanche’ı hatırlatıyor. Ve o meşhur balodaki anne-kız Lanvin logosunu... Zincirli büyük aksesuarlar, soluk benizler. Gotiklikten bir hayli uzak bir asilik söz konusu. Asi bir ruha sahip olup olmadığı soruluyor Elbaz’a. “Ben kendimi hiçbir zaman asi olarak düşünmedim. Ben insanların ne istediğini düşündüm hep. Ve insanlar modanın içinde bir rüya arıyor, bir fantezi...” diyerek cevaplıyor. Bu, Jeanne Lanvin’in 20’li yıllarda 18. yüzyıl elbiselerini andıran tasarımlarına verdiği Robe de Style’larını hatırlatıyor. Diğer tasarımcılar yeni akımlardan etkilenirken Lanvin’in ısrarla koruduğu “Robe de Style” duruşu... Başkalarından etkilenerek değil, bilhassa insanların ne istediğini düşünerek karşılık vermeyi tercih eden bir marka. Aslında Alber Elbaz’ın bu tutumu onun da aynı mottoyu benimsemiş olduğunu apaçık gösteriyor.

de bir Midas dokunuşu! Metalik renkler doruk noktasına çıkmıştı ve neredeyse Monte Carlo diskolarından daha fazla ışık bulunuyordu. Yeni feminen maskülen akımına, feminen detaylı elbiselerin ve kıvrımların altına giydirdiği maskülen ayakkabılarla dokunulmuştu. Lame, dore, yaldızlı piton, saten, gümüş, elektrik pembesi, metalik mavi, egzotik şifon, zümrüt yeşili, metalik kırmızı, bakır, kıvrımlı hatlara sahip küçük kokteyl elbiselerinde kullanılan pırıl pırıl siyah, metalin her tonu, altın, tekno ve streç kumaşların göz doldurduğu güçlü siluetler, sadece fotoğraflardan bakılması gereken değil, dokunulması, yaşanması ve hissedilmesi gereken bir koleksiyon niteliğindeydi. Altın rengini ön plana çıkararak gönderme yaptığı pre koleksiyonunda ise, şeffaf dokular ve Jeanne’ın sevdiğinden siyah ve beyaz kombinasyonu kullanılmıştı. Fonksiyonel kumaş ve kesimler, feminen Lanvin kadınlarının, Paris’in gündüzden sabahın ilk ışıklarına kadar devam eden uzun yaz gecelerine tek bir elbiseyle devam edebilmeleri için tasarlanmıştı. Lanvin’in ikonik rengi mavi her zaman olduğu yerde bekliyordu. Lanvin mavisi, hani Jeanne Lanvin’in sayısız İtalya gezisinde keşfettiği o meşhur mavi. Koleksiyon Lanvin’in 30’lu yıllarını çağrıştırıyor. Lanvin, o yıllarda siluetini sadelik ve geometrik desenler üzerine yoğunlaştırmıştı. 20’li yılların görkemli işlemeleri 30’lu yıllarda terk edilmişti. Jeanne Lanvin çizgilerine hep sadık kalmıştı. Elbaz ise Jeanne’a sadık kalmaya devam ediyordu. Mat ve parlak, opak ve şeffaf, siyah ve beyaz; ayrıca en sevdiği renkler mavi, yeşil, sarı ve kırmızıdan küçük dokunuşlar vardı o yıllarda ve tüm bu renkler şu anda tekrar podyumda...

Arada yavaşlayan müzikle birlikte her şey ağırlaşıyor sanki. Koleksiyon kelimenin bir diğer adıyla elektronik müziğe benziyor. Bir partiden çıkmış gibiyiz. Tam bitecek derken müzik tekrar hızlanıyor. Saatimize bakıyoruz, tik tak tik tak! Zaman daralıyor, Şov bitiyor. Harikalar diyarının kapıları kapanıyor. Fakat Lanvin’in serüveni bitmiyor. Yeni düşler başlıyor. Hissettiklerimiz üç kelimeyle; heyecan verici, asil ve dinamik!

Kısacası Lanvin, 2014 Yaz’ında bize; “Özgürlüğün lüks, lüksün ise özgürlük” olduğunu hissettiriyordu. Güçlü siluetler, kendine güvenen, 91


iwc aquatimer chronograph edition “expedition jacques-yves cousteau”

realization an original idea by CO photographer mustafa nurdoğdu styling aslin kumdagezer photo assistant anıl anık

coming from the sea

1835 yılında Galapagos Adaları'na demir atan gemideki genç araştırmacı seyir defterine etrafında gördüğü kuş türlerini not almaktaydı. İlerleyen yıllarda dünyanın durağan olmadığı ve sürekli bir adaptasyon sürecinden geçtiği sonucuna bağlanacak olan notlar “Hayatta kalmayı başaran tür en güçlü olan değildir, ne de en akıllı olan. Ancak değişime adapte olabilenler hayatta kalabilir.” cümlesiyle devrime bir adım daha yaklaştıracaktı dünyayı. Evet, tahminleriniz sizi doğru yere, Darwin’in defterine getirdi. Zaman belki de insanlık için ilk defa tehlike teşkil etmekten uzaktaydı, çünkü değişim, akrebin yelkovanı kovalamasına bağlıydı. Derin bir nefes alın, uzun süre tutacaksınız. Değişimin keşfinde yalnız değilsiniz, etrafınız ummadığınız canlılarla çevrili. Keşfiniz bittiğinde hayatta kalıp, kalamayacağınızın kararıysa sizin inisiyatifinizde.


iwc aquatimer chronograph


iwc aquatimer chronograph


iwc aquatimer automatic


iwc aquatimer automatic


iwc aquatimer chronograph edition “galapagos islands�


brand Bu bir ilandır.

Nespresso

Full of Joy yazı hazal ılgım çelik

Bireysel farklılıklar ve zaman eğrisinin sürekli olarak yukarı istikamette seyrettiği dönemin doğal uzantılarıyız. Algoritmalarda ortak paydada buluşma hali gün geçtikçe imkansızlaşırken her kültürde farklı köpüren bir kokuda toplanabilirsiniz: Kahve. Bu şartlarda, aroması, pişirilme ve servis edilme şeklinden bağımsız bir kahve çekirdeğinin sosyokültürel anlamda doğaüstü bir gücü olduğunu da kabulleniniz. Tabii bu noktada kahvenin yalnızca muhabbet katalizörü olma fonksiyonuna vurgu yapmak ve onu yalnızca bir içecek olarak algılamak da içinde yaşadığımız düzeni ziyadesiyle basite indirgemek oluyor. Hikaye, Venedikli tacirlerin İstanbul’da içtikleri kahveden aldıkları hazzı Avrupa’ya transfer etmeleriyle başlıyor. Hızlanmaya başlayan insanoğlu kahvesini de kendi hızına yetiştirmek istiyor ve odun ateşinde köpürtmeyi beklemek, 19. yüzyılda perkolasyon yönteminin keşfiyle gelenekler kutucuğuna kaldırılıyor. Tabii ilk tanıştığınız andan itibaren ilişkinizi yönlendiren köpük, bu yeni nesil kahveyi de süslemeye devam ediyor. Tahminleriniz sizi doğru yere getirdi, az önce yapılmış bir fincan espresso’nun yanında duruyorsunuz. Ekspres olarak kafein krizlerine yardımcı olmayı da işlevleri arasına katan kahve ilerleyen yıllarda dallarına ayrılmaya ve daha farklı damak tatlarını da ele geçirmeye devam ediyor haliyle. Latte, macchiato, cappuccino ve americano’nun baz notası fiziksel değişime uğrasa da içmeden önce aldığınız o koca nefeste kendini hatırlatıyor.

“Kötü bir kahve bile kahvesizlikten iyidir” diyen David Lynch’in ayak izlerini takip ediniz. Bu sözle kurulan bağınız kahve bağımlılığınıza bağlı olarak değişecek olsa da, iyi kahvelerin varlığı güneş enerjisinden bile daha etkili olabiliyor. Espresso ile arasındaki bağı isminden de çıkartabileceğiniz Nespresso ise denkleme burada dahil oluyor. “Kafeinin haute couture’ü olur mu?” sorusunu hayatın belli bir noktasında kendinize yöneltmiş olmanız durumunda cevap Nespresso’dan geliyor. Kişiye özel kahve kavramını her kahvede aynı zevki tattırma düsturuyla birleştirip minör bir dualiteye de imza atan marka, kapsüllerinin yanı sıra ürettiği makinelerle de günlük hayatımıza entegre oluyor. Sonuç; artık hiçbir zaman başka bir baristaya ihtiyaç duymayacaksınız. Zira bu sonuca çoktan varmış olmanız da, iletişim, parçası olduğumuz toplumunun alametifabrikası olmuşken kuvvetle muhtemel. Tarih 2006’yı gösterdiğinde George Clooney’nin “Nespresso. What else?” sorusuyla mağazaya koşar adım ilerleyenler sınıfından değilseniz de 2013 Kasım’ında Matt Damon’ı kovalamış olabilirsiniz. Malumunuz markaların reklamlarında yer alan isimler ile kurdukları bağ belli bir noktadan sonra organikleşiyor. Sonuç olarak her bir kapsülle rotamız İtalyan kasabalarından birine çevriliyor ve bu kültürün tadına bakmış olan herkesi birleştirmek için yeni bir adım atılıyor. Sanırım bize söyleyecek tek şey kalıyor: İyi ki hayatımızdasın (N)espresso!

XOXO The Mag


FILE

Some Women of Food

hazırlayan müjde metin fotoğraflar denef huvaj

GAMZE İNECELİ FERAHFEZA

Yemek görsellerinden, sofra düzeninden çok etkilendiğiniz bir film var mı? Gabriel Axel’in Danimarka yapımı filmi Babette’in Şöleni beni çok etkilemişti. Yemeğin ve paylaşılan sofraların gücü üzerine çok özel bir film. Bir sofradaki lezzetin, estetiğin ve paylaşımın insanları nasıl birbirlerine yakınlaştırdığı ve hayatı paylaşmadaki önemini çok güzel anlatıyor…

Evde mutfak çoğunlukla feminen; profesyonel anlamda ise maskülen. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Bu şimdiye kadar tüm dünyada hakim olan bir düşünce ve pratik. Ancak çağdaşlaşan bir toplumda bunu aşmak ve değiştirmek mümkün ve biz de bunu gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Çünkü feminen-maskülen dengeyle yönetilen mutfakların daha yaratıcı ve başarılı olduğunu düşünüyorum.

Sizce tarifler paylaşılmak için midir yoksa, gizli tariflerin mistikliği de ilginizi çeker mi? Bence paylaşmak içindir. Zaten günümüzde, herkesin her şeye kolayca ulaşabildiği iletişim çağının ortasında, tariflerin gizliliği değil şeffaflığı daha önemli. Tarif ne kadar paylaşılsa da yaratanla kişiselleşen bir şey ve bu da yeni denemeleri ve yaratıcılığı teşvik ediyor.

Yemek yenilen alanın tasarımı tat duyusunu sizce nasıl etkiliyor? Oturduğumuz iskemlenin rahatlığı, masa genişliği, ışık, renkler, mekanın ferahlığı gibi tüm unsurların tat duyusunu etkilediğini düşünüyorum. İnsan mutlu, rahat ve keyifli olduğunda lezzet algısı artıyor. Aynı zamanda menü konseptinin ve mekan tasarımının arasındaki ilişki de çok önemli. Her ikisini de tasarlarken birbirleriyle uyum içerisinde olmalarına özen göstermek gerekiyor.

Neden Karaköy? Karaköy yemek sektörünün neden bu kadar tercih ettiği bir lokasyon oldu? Karaköy, liman olmasının rolüyle tarih boyunca ticaretin önemli bir lokasyonu olmuş. Bu önem onun çok kültürlü, dinamik ve değişime uyum gösterebilme niteliklerini yükseltmiş. Bu yönüyle İstanbul’un da enerjisine büyük katkısı var ve bu enerji bizim arayışımızda da önemli bir rol oynadı.

Son olarak, Leb-i Derya ve FerahFeza… İkisinin isimleri de Farsça kökenli. İsimleri nasıl seçmiştiniz? Ortak isim kökeni tamamen tesadüf. FerahFeza’nın “isim annesi”, Ece Temelkuran. Ortağım Handan Özbek kendisine mekanın yapısını, tavan yüksekliğini, her iki cephesinin açıklığını ve manzarasını tarif ederken, Ece de “Ferahfeza bir yer yani” yorumunu yapmış. Biz de çok beğendik. Her anlamda mekanın özellikleriyle uyumlu. 99


FILE

ŞEMSA DENİZSEL KANTIN

Başka bir restoran şubesi açmak yerine, Bebek’te, dükkan konseptinde bir ‘Kantin’ açtınız. Neden dükkan? Bir restoran ve dükkan tamamen farklı şeyler. Bir restoranın devamlılığını sağlayan en büyük faktör arka tarafta yer alan kadro ve ben bu kalitede bir ekip daha kurmanın çok zor olduğuna inanıyorum. Fakat dükkanda üretim tek merkezden çıkmış olduğu için sunduğumuz ürünleri sürekli olarak kontrol etmek çok daha kolay oluyor. Dükkanlar restoranların aksine pek çok farklı insana da hitap etme gücüne sahip. Bizi mutlu eden şey de; pek çok farklı müşterinin hayatına az da olsa katkıda bulunabiliyor olmak. Organik ve katkısız ürünler de bu sürece fazlasıyla dahil oluyor. Müşterilerimiz de zaman geçtikçe tükettikleri ürünler hakkında daha da bilinçleniyorlar. Bu faktörlerin hepsinin doğru zamanda birleşmesinin sonucu ise dükkan oldu. Bir haneye ait, sağlıklı gıda ve kıyafet tüketimlerini gösteren eğrilerin birbirine oranı hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce genelde yerli yerinde mi? Bu sorunun cevabı müşterilerin hangi yaş grubuna dahil olduğu ve hayattaki önceliklerine göre değişiyor. Bir grup müşteri nasıl gözüktüğünü ve giyindiğini çok daha fazla önemsiyor. Onların öncelikleri tükettikleri besinlerden çok dış görüntüleri oluyor. Fakat ikinci bir tip müşteri -ki bunlar bizim müşterilerimiz- kıyafetlerinde kullanılan materyale de en az yediği yemek kadar önem veriyor. Bu yüzden bir genelleme yapmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Bize en taze hali Mayıs ayına ait olan bir malzeme söyler misiniz? Bir de içinde o malzemenin kullanıldığı bir yemek tarifinin püf noktası mesela… Nisan ayı itibarıyla çıkmış olsa da yerli kuşkonmazın en taze hali Mayıs ayına denk geliyor. Kuşkonmaz binlerce tarife dahil olabilecek bir malzeme. Bunlardan bir tanesi poşe yumurta ile birlikte servis edilen kuşkonmaz.

Blogunuz Kulaktan Dolma Tarifler’in ismine nasıl karar vermiştiniz? Yemek tariflerinde paylaşım sizin için önemli gözüküyor; kendinize sakladığınız gizli tarifler var mı? Kulaktan Dolma Tarifler hayatına Açık Radyo’da bir program olarak başladı. Programın yalnızca dinlenebilmesi ve deyimin de bu anlama uygun olması bu ismi uygun kıldı. Öncelikle günlük tariflerimi not alma isteğiyle tariflerimi yazıyordum. Fakat insanların da benim başkalarından ilham aldığım gibi benden ilham almasını istediğim için paylaşmaya karar verdim. Tariflerin de gizli kalmaması gerektiklerine ve paylaştıkça çoğalabileceklerine inanıyorum. Takip ettiğiniz diğer bloglar hangileri? Maalesef Café Fernando ve İstanbul Food dışında Türkiye bazlı bir yemek blogu takip etmiyorum. Onları da Türk blogları olarak sayamasam da bizdeki endüstrinin taklit ederek ilerlediğini düşünüyorum. Dolayısıyla buradaki bloglar bana çekici gelmiyor. Ama konu yurt dışındakiler olduğunda pek çok farklı kaynaktan pek çok isim sayabiliyorum. Dönemsel olarak da favorilerim değişime uğrayıp değişiyor. Herhangi birine yemek hazırlayacak olsanız, hayalinizde kimi seçerdiniz? Bir de ne hazırlardınız? Bunu daha önce hiç düşünmemiştim. Ama sanırım sofrada bulunmaktan ve yemekten keyif alan herkese bütün yemekleri hazırlamaktan hoşlanırım. Yemek yaparken nasıl yaratıcı olunuyor? İlham denen şeyin orada da devreye girdiği anlar oluyor mu sizce? Yemek yapmanın sanata çok yakın bir zanaat olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla yaratıcılık da pek çok noktada devreye giriyor. Ustalaşmak için gereken yetenekleri ilham olmadan kazanmak mümkün olmuyor. Zaten ilham olmadan hayat bayat!

XOXO The Mag


ESRA MUSLU & ZEYNEP MOROĞLU AUF

Gastronomi alanındaki ekip ruhunu nasıl yorumluyorsunuz? Mutfak işleyişinde en önemli unsurlar bu noktada nasıl kendini gösteriyor? Zeynep Moroğlu: Ekip ruhu en önemlisi. Aşçılık, fırıncılık veya şeflik; herhangi bir meslek olmanın yanı sıra ekiptekilerin hayatta yapmak istediği tek meslek. Her şey burada değişiyor ve herkes okuyor, araştırıyor deniyor; yapbozun parçaları bir tabakta ya da hamurda birleşiyor, sunuluyor. Ekibiniz birbirine bağlı, saygılı ve destekçi olduğu zaman sizi kimse tutamaz, hele ki mutfakta… Esra Muslu: Mutfaklara heyecanlı, dinamik ve genç bir nesil geliyor. Bu yeni nesil sürekli gelişen teknoloji sayesinde her konuda bilgi sahibi.

ayıklamasını hiç sormayın…Tüylü iç kısmına dokunamıyorum. EM: Fırında uzun saatler sonunda pişen et yemeklerini yapmayı da, yemeyi de çok seviyorum.

Herhangi birine yemek hazırlayacak olsanız, hayalinizde kimi seçerdiniz? Bir de ne hazırlardınız? ZM: Ben büyük büyük babam Zeki Akçaoğlu’na ekmek yapmak isterdim. Çünkü bu mesleğe geçmemden sonra, kendisinin fırıncı olmamasına rağmen, İstanbul’da 1930’larda fırınları olduğunu anneannemden öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Belki de özel ilgi alanıydı… ‘Kanında var’ cümlesi doğrulanmıştı sanki benim için. Acaba ne düşünürdü benim ekmeklerim hakkında… EM: Doğrusunu söylemem gerekirse bugüne kadar kime yemek yapmak istediğimi hiç düşünmemiştim. Aslında hayalimden öte yapmaktan keyif duyduğum şey, değişik ekiplerle farklı mutfaklara girip o kişilerle beraber çalışmak.

Çok çalışmanın mutfak versiyonu bünyeye nasıl yansıyor? Yani, iş stresi kendi yeme düzeninizi nasıl etkiliyor? Yemekten soğudunuz anlar oluyor mu? ZM: İş stresi ve yorgunluğu bizde, sadece mutfak tarafında olmadığımız için, bazı zamanlar oldukça fazla oluyor. Çok yaptığınız bir ürünü genelde uzun bir zaman görmek ya da koklamak istemiyorsunuz. Ama ben işin daha ekmek ve tatlı tarafında olduğumdan açıkçası çok soğuma sorunu yaşayamıyorum. Kaldı ki yeme düzenimi uzun saatler ayakta mutfakta çalışmak ya da yaptıklarınızın tat uyumlarına bakmak arasında kesinlikle kaybediyorum. EM: Evet, etkiliyor. Biz çok sık menü değiştiriyoruz. İşte böyle günlerde çok çeşitli yemekler denediğim için, gün sonunda tek bir lokma yemek dahi yemek istemiyorum.

Mevsimsel menü değişimlerini yaparken nelere dikkat ediyorsunuz? Mutfakta trend oluyor mu sizce? ZM: Eh, etrafımızda her popüler meslek gibi aşçılıkta da trendler oluyor. Mevsimsel dediniz, işte çok doğru. Ürünleri çıktıkları mevsimde kullanmak için çok özen gösteriyoruz. Malzeme iyi olduktan sonra zaten gerisi inanın çok kolay. Trendler dünyanın farklı yerlerinde daha hızlı yer edinebiliyor bizim ülkemize kıyasla, ancak sanırım burda Esra adına da cevap vermiş gibi oluyorum; biz yeni teknikleri, mutfak içi teknolojik gelişimleri, kimyasalları kısacası etrafımızda karşımıza yeni çıkan her şeyi deniyor, okuyor ve her mümkün olduğu zamanda gidip tadıyor, sonra da deniyoruz. Tabii heyecanınızı paylaşan bir ortakla çok keyifli oluyor bu. EM: Mutfakta da trend var elbette, menülerimizi yenilerken mevsimin meyve ve sebzelerinden faydalanıyoruz. Mesela şu ara trend, tahıllar. Tahıllarla sebzeleri birleştirip yeni lezzetler yaratıyoruz.

En sevdiğiniz yemek tarifini merak ediyoruz; yemeyi değil, aslında yapmayı… İkisi arasında bir fark mı sizce? ZM: Ekmek yapmayı çok seviyorum. Özellikle farklı ekşi mayalar yapıp tat farklarına bakmak… İkisi arasında fark, benim için yemek söz konusu olduğunda var! En sevdiğim şey enginar ama yaparken 101


FILE

PELİN ÇAKAR CANTINERY

Gastronomi alanına nasıl girdiniz? Çocukluğa dair tüm oyunlarım, oyuncaklarım yemek üzerine kuruluydu. İleriki dönemlerde ise deneysel ve amatör bir ruhla sürekli araştıran ve yemek yapan biri oldum. Bundan 15 yıl önce gastronomi eğitimi Türkiye’de bu kadar yaygın ve trend değildi, dolayısıyla bu alanda eğitim almak, üniversite düzeyinde gastronomi okumak yerine Bilgi Üniversitesi’nde İşletme Bölümü’nü bitirdim. Mezun olduktan sonra, ABD’de UC Berkeley’e pazarlama eğitimi almaya gittiğim süre içerisinde de gastronomiyle daha ciddi ilgilenmeye başladım... Önceleri kendi kurduğum bir web sitesi üzerinden Türk yemekleri catering’i yapmaya başlamıştım. Daha sonra baktım bu iş böyle olmayacak, San Francisco City College of Culinary Arts’a yazıldım ve sonra eğitim programları başladı. Türkiye’ye dönüp Lucca ile yolumuz kesiştiği günden itibaren ise gastronomi konusunda kendimi geliştirmeye devam ettim. MSA’da restoran işletmeciliği programı, ardından İspanya ve Tayland’da culinary sertifika programlarını bitirdim. Sekiz yıl önce Lucca’da başladığım mutfak koordinatörlüğü sayesinde de çok yaratıcı ve değerli bir ekiple birlikte gastronomi konusunda öğrenmeye hala devam ediyorum. Gündelik yaşamdaki beslenme düzeniniz nasıl? Yediklerinizde dikkat ettiğiniz unsurlar neler? Yemekle arası her zaman çok iyi olan şeflerin aksine ben biraz yemeği değil yedirmeyi tercih edenlerdenim sanırım. Gün içerisinde sürekli geçiştirme tarzı bir beslenme alışkanlığım var. Çok sağlıklı olduğunu düşünmüyorum ama tüm günü çorba içerek geçirebilirim. Basit ve lezzetli yemekler her zaman tercihim. Bu çoğu zaman bir anne yemeği, bazen kahvaltı gibi geçiştirme bazen de dostlarla yenilen atıştırmalıklar oluyor. Genel olarak, yemek yemektense yemeği servis etmeyi daha çok seviyorum.

Lucca ve Cantinery’nin menülerini kıyaslayacak olursanız, birbirlerinden nasıl ayrılıyorlar? Cantinery hem konsept olarak hem yemek felsefesi olarak Lucca’dan biraz daha farklı olacak. Şıklık ve sosyalliğin, rahatlık ve samimiyetin bir arada olduğu Lucca’da küçük paylaşım tabaklarının önde olduğu bir menü ve hareketli kalabalığın favorisi olan ödüllü kokteyllerin konuşulduğu bir ambiyans var. Ayrıca menüde Lucca müdavimlerinin sahiplendiği yemekler olduğu için çok radikal değişiklikler yapmadan klasiklerimizi koruyup, standardı hep yüksek tutmaya çalışıyoruz. Cantinery ise daha özgür, daha anı yaşayan bir menüye sahip. Mutfaktaki ritüelleriniz neler? Önce her malzemeyi titizlikle kontrol ederim. Ekiple beraber günlük yapılacaklar listesi üzerinden geçeriz. Sonra olmazsa olmaz bıçaklarımı temizlerim. Kahve içmeden güne başlamadığım gibi tavuk suyu yapmadan yemek yapmaya da başlamam. Eğer o gün mutfaktaysam mutlaka günün çorbasını ben yaparım. Öğle servisi hazırlığı bitip rahatladığımız zaman “Tüm ekibe benden bir kahve!” dediğim bir an vardır mutlaka. Evde mutfak çoğunlukla feminen; profesyonel anlamda ise maskülen. Bunu nasıl yorumluyorsunuz? Profesyonel mutfaklardaki kadın-erkek kıyaslamasına dair önyargılar yavaş yavaş geride kalıyor diye düşünüyorum. Biz de eskisi kadar çıtkırıldım değiliz. Kadınların erkeklere nazaran, fiziki güç ve dayanıklılık açısından zayıf yanları var, fakat onlara kıyasla çok daha detaycılar ve yaptıkları işle aralarında duygusal bir bağ kuruyorlar. Hem maskülen hem feminen bir harman en ideali... Mutfakta bir kadının olması ister istemez erkeklerin kendilerine çeki düzen vermesini ve daha dikkatli, sağduyulu bir çalışma ortamı oluşmasını sağlıyor.

XOXO The Mag


ESRA ACAR & MÜGE ERGÜL GRAM

Çocukluğunuzda mutfakla ilgili nasıl anılarınız var? Kariyerinizi şefliğe çevirmenizi etkileyen duygusal faktörleri kast ediyoruz aslında… Müge Ergül: Mutfakla ilgili çok fazla anım var. Bizim aile yemek yemeğe ve yapmaya çok meraklı. Benim de mutfağa, sebze, meyve ve pazarlara olan ilgim buradan geliyor. Çocukken arabayla tatilden dönerken hiç unutamadığım yolculuklarımız olmuştur. Babam yol boyunca her şehrin semt pazarlarına mutlaka uğrardı, o kadar çok şey alırdı ki ablamla arka koltukta kucağımızda sepet sepet kirazlar, incirler ve mantarlarla dönerdik. Şimdi bu geleneği devam ettiriyorum sayılır. Esra Acar: Mutfakla ilgili anılarım daha çok yemeğe hazırlanış aşamasındaydı. Özel yemeklere, hazırlıklar birkaç gün öncesinden başlardı. Yazın biteceğini salça hazırlıklarından anlardım mesela. En sevdiğim şey de yemeğin ne olduğundan çok, kalabalık sofrada yemek yemekti. Gram’da da insanların günlük koşuşturmacasına küçücük bir renk kattığımızı görüyorum. Bir aşçı için bundan daha büyük bir doyum yok.

tatmin etmek yerine elimizden geldiği kadar sorumlu davranmaya çalışıyoruz. Bence en az bulunan ürünleri kullanmak yerine, hepimizin elinin altında olan malzemeyle ama değişik tekniklerle heyecan verici yemekler ortaya çıkarmak daha çok yetenek gerektiren bir şey. Takip ettiğiniz yemek dergileri neler? ME: Food and Travel, BBC Good Food , Jamie bunlardan bazıları... EA: Lucky Peach, Gastronomica, Taste, Australian Gourmet Traveller gibi… Mutfaktaki işleri yürütebilmeyi Zen’e benzeten bir makale vardı; mutfağı, eldeki göreve odaklanmak ve onun halledilmesini sağlamak üzerine kuruyordu. İşi tamamlamış olmayı da ödül görüyordu. Sizce kadın şefler bu işleyişi nasıl farklılaştırıyor, veya farklılaştırıyor mu? ME: Bu aslında her konuda geçerli olması gereken bir durum. Yani insan gerçekten başarı istiyorsa, her işe odaklanmalı ve onu en iyi şekilde halletmeye çalışmalı. Mutfakta kadın ve erkek şefler diyerek ayrım yapmak istemiyorum. Ancak açık konuşmak gerekirse kadın şeflerin olduğu mutfaklarda her zaman farklı bir hava oluyor. Sadece temizlik veya kibarlık anlamında değil, daha düzenli ve sonuç odaklı çalışılıyor. Kadınların hayattaki detaycılığı belki mutfakta da geçerli diyebiliriz. Ama elbette bunu çok iyi yapabilen erkek şefler de yok değil. EA: Yeni nesil mutfaklarda bir değişim ve farklılaşma olduğu aşikar. Ancak bunda özellikle kadın şeflerin payı tartışılır bence. Belki de kadın şeflerin etkisinden çok, genel olarak mutfakta çalışan insanların farkındalığıyla ilgili bir gelişim. Artık aşçılar yerel malzemenin, mevsimin, doğanın, kısıtlı kaynakların farkında. Kadınların etkisi belki yemek yeme atmosferini yaratma konusunda daha çok görülebilir, ayrıntılara verdikleri değer açısından.

Alışveriş çılgınlığı mutfakta da geçerli mi sizce? Malzeme çeşitliliğini ön planda mı tutuyorsunuz? ME: Alışveriş çılgınlığı artık benim için boyut değiştirdi. Yediğim her şeyi bavuluma koymak, buradaki insanlara da tattırmak istiyorum. Malzeme çeşitliliği beni heyecanlandırıyor. Belki Gram’da çok mutlu olma nedenlerimden biri de, sürekli mevsimsel değişiklik gösteren farklı yemekler yapmamız olabilir. Bana göre çeşitlilik ve farklılık insanı daha yaratıcı yapıyor. Nisan ayında sırf değişik Ege otları görüp alabilmek için Alaçatı’daki ot festivaline gittim. Sanırım evet, alışveriş çılgınlığı mutfakta da devam ediyor. EA: Gram’da, malzeme çeşitliliğini yerel malzemelere, mevsime ve sürdürülebilirliğe bağlı kalarak sağlıyoruz. Aşçı olarak kendimizi 103


cover

JAIMIE ALEXANDER Heroic Kapakta onunla karşılaştığınız anda aklınıza ilk gelen Lady Sif ’se, Jaimie Alexander ile tanışıklığınızı yeni bir boyuta taşımanızın vakti gelmiş demektir. Zira onu yakın zamanda yeni HBO projesi Open’da Wes Bentley ile, ve hemen arkasından Martin Amis’in kara mizah yapıtı London Fields’ın sinema adaptasyonunda Billy Bob Thornton ile (ve aynı planlar içinde olmasa da Johnny Depp ile) izleyeceksiniz. Jaimie; insanüstü özelliklere sahip olsun veya olmasın, kisvesine büründüğü karakterleri canlandırırken, aksiyonun arkasına saklanmayan, klişe tabiriyle canlandırdığı karakterlere ruh katan bir oyuncu. Kapak konuğumuz, Teksas’ta başlayıp Los Angeles’a uzanan (ve iddia ettiğine göre New York’ta şaha kalkacak) hikayesinde, bugüne dek hayatın sunabileceği her şeyi yaşadığını iddia edecek kadar görmüş geçirmiş ve fazlasını görüp geçirmeye de hazır… Sette olmadığı zamanlarda, spor salonunda aksiyonlar yaratarak rahatlayan Jaimie’yi, sıradan bir günde motosikletinin üzerinde Büyük Kanyon’a doğru yol alırken ve hız zaman denklemini keyfilik katsayısıyla çözdüğü anlarda hayal edebilirsiniz. Hayallerinize bir süreliğine ara verdiğinizde, Jaimie’nin, objektifine aşina olduğu(muz) bir isimle, kapak hikayelerimizin kadim gözlerinden Mike Rosenthal ile buluşmasına tanıklık edebilirsiniz.

interview olga şerbetcioğlu photographer mike rosenthal stylist emilie pereira hair michael sparks make up jeffrey paul photo assistant nick eucker


üst saint laurent şort elkin küpe karma el khalil bileklik pluma bileklik sophie hughes yüzük mason stanley



üst noe undergarments jeans james jeans ceket lanvin küpe jennifer meyer yüzük mm druck yüzükler elisabeth bell


s端tyen noe undergarments ceket veda k端pe karma el khalil



cover

Çekim nasıl geçti? Bildiğim kadarıyla, Mike’la daha önce de çalışmıştınız. Evet, sanırım beşinci kez bir araya geldik. Birbirimize alışık olduğumuz için çok rahat çalışıyoruz. Bu çekim de çok iyi geçti. Styling ve makyaj için kendi ekibimi getirmiş olmam da beni epey rahatlattı. Gerçi “rahatlattı” sözüm biraz abartı, hayatım tanımadığım/ ilk defa karşılaştığım insanlarla çalışmak zorunda olmakla geçiyor. Hikayeni seni hiç tanımayan birine nasıl anlatırsın? Hayatın sunabileceği her şeyi yaşamış bir karakter var karşınızda. İnişli çıkışlı akıp giden uzun bir yolculukta ilerliyorum. Ve şimdiye kadar bu yolculuğun her anından inanılmaz keyif aldım. Bu bir rüyaysa sanırım hala tam anlamıyla REM kısmına da geçebilmiş değilim, benimkisi biraz tavşan uykusu. Yakın zamanda içinde yer alacağım projelerle de bir sonraki evreye geçip daha derin uykular yaşamak istiyorum. Sanırım bu keyifli yolculuk Teksas’ta başlıyor... Evet, çocukluğum Teksas’ta geçti... Kendimi bildim bileli sinemayı çok sevmişimdir. Lisedeyken de hep oyuncu olmak istiyordum, ama elime hiç fırsat geçmemişti, ya da belki de fırsatlar çoktu da ben başımı henüz kaldırmış değildim. Şaşırtıcı değil, hayat ne zaman isterse siz o zaman ilgili rolünüzü oynamaya başlamak zorundasınız. Benim rolüm ise Los Angeles’a taşınmam sonrasında başladı. 18 yaşındaydım ve kariyerim için ilk adımımı atmıştım. Ve hala Los Angeles’tasın. Orada hayatın nasıl? New York, bir çokları gibi, senin de aklını çeliyor mu? Çeliyor tabii, esas hayalim New York’ta yaşamak ve ileride mutlaka oraya taşınacağım. Şu anda beni Los Angeles’ta tutan tek şey iş. Gerçi bu şehirde yaşamak birçok başka avantajı da yanında getiriyor, daha rahat ve stressiz bir ortamı olduğu su götürmez. Havası ve sahilleri de benzersiz. ama bunlar benim için sadece şımarıklık olarak nitelendirebileceğim kaliteler... Bir şehir size aynı zamanda bir çok fırsatı da sunabilmeli ve New York, bu anlamda, Los Angeles’ı her evrende alt edebilecek güce sahip. Karşı koymak gereksiz. Hem Agents of S.H.I.E.L.D’da hem de Thor’da Marvel karakteri Lady Sif’i canlandırıyorsun. Malum, çizgi roman okurları sevdikleri karakterlerin televizyon veya sinema yapımlarında sunulma biçimleri konusunda biraz tutucudurlar. Rol tekliflerini ilk aldığında bu konu seni hiç düşündürdü mü? Bir kere şu konuda anlaşalım, ben de ciddi bir çizgi roman hayranıyım. Bu yüzden, çizgi roman karakterlerinin hayranları için ne kadar önemli olduklarını kalpten biliyorum. Lady Sif karakterini oynamaya hazırlanırken de çizgi roman takipçilerinden gelecek önerilere hep açık oldum, onu nasıl canlandırmam gerektiği konusunda ciddi sayılabilecek kadar çok sayıda insandan yönlendirmeler aldım. Yani her zaman onların görüşlerini çok önemsedim ve yapabildiğimin en iyisini ortaya koymaya, akıllarındaki gibi bir karakter yaratmaya

çalıştım. Yine de son sözü ben ve Lady Sif beraber söyledik, diğer türlü herkesi memnun etme çabası içinde kaybolurdum. Bu durum yapısı itibarıyla radyo yönetmeye benziyor... Kafanızda çalmak istedikleriniz vardır ve insanların yorumları sizi bir yere kadar yönlendirir ondan sonra kontrol sizdedir ve ne verirseniz onu dinlemek zorundadırlar, ya da başka radyo dinlemeye karar verip, sizi o anlığına yalnız bırakırlar. Süperkahraman filmlerine karşı belli önyargılar olduğunu söyleyebiliriz. Bu filmlerde rol alan bir oyuncu olarak, bu önyargılar arasından en sinir bozucu ve bir anlamda haksız olanı sence hangisi? Süperkahraman filmi dendiğinde pek çok insanın aklına hemen patlamalar, yüksek bir aksiyon dozu, iyi ve kötü arasında bitmek bilmeyen ama sonunda iyilerin kazandığı savaşlar vs. geliyor. Olayların belli bir senaryo etrafında geliştiğinin çoğu zaman farkına varılmıyor. Bense bu anlamda çok şanslıyım, çünkü çalıştığım filmlerde, hem karakterleri hem de senaryoyu derinlemesine analiz ederek rolüme hazırlanıyorum, ve şimdiye kadar hep bunu önemseyen ekiplerle çalıştım. Kısaca, bu filmlerde sadece aksiyon yok, aynı zamanda ortaya konmuş ciddi bir emek de var. Ve emek ne kadar büyükse geri dönüşü de o kadar iyi oluyor, ben geri dönüşü gayet iyi olan yapımlarda yer alıyorum, ve umarım bu durum uzunca bir süre devam eder. Gençken hiç Thor okumuş muydun? Okuldayken, mitoloji dersinde Thor’a ve tüm diğer karakterlere aşinalık kazandım ama o zamanlar çizgi roman versiyonlarıyla henüz tanışmamıştım. Sonraları, çizgi roman okumaya başladım ve Thor serisinden de haberim oldu, fakat hiç okumaya yeltenmedim, ben daha ziyade ana akımı takip eden bir çizgi roman okuruydum... Ne bileyim, Örümcek Adam ve X-Men gibilerini okuyordum. Son zamanlarda TV dizileri, yüksek bütçeli filmlerden daha yaratıcı ve yenilikçi kabul ediliyor; katılıyor musun? Aslında evet. Televizyon söz konusu olduğunda, yaratıcı olabilmek için daha fazla olanağınız var. Eğer şanslıysanız ve her hafta yeni bir bölüm çekme fırsatınız varsa, karakterleri de iyice tanımak ve onların üzerinde çalışmak için bol vaktiniz oluyor. Yapımcılar bugünlerde kesinlikle televizyon dizilerine daha çok önem veriyorlar. Ben de bu durumdan hoşnut olmadığımı söyleyemem, bu hem popularitenizin daha güçlü yükselmesine yol açıyor hem de uzun metrajlı filmler için sürekli antrenmanlı oluyorsunuz. Peki madem öyle, bize biraz senin de rol aldığın, HBO’da yayınlanacak olan dizi Open’dan bahseder misin? Geleceğe dair proje soruları sorduğunuzda belki de boşboğaz olmayan herkesten aldığınız bir klişe cevapla başbaşa bırakayım sizi: Şu anda maalesef diziyle ilgili bilgi vermem doğru olmaz. Ama bu projede çalışıyor olmaktan çok memnun olduğumu ve bir de dizide rol alan aktörlerden Wes Bentley ile çalışmanın inanılmaz keyifli olduğunu söyleyebilirim.

XOXO The Mag


Ăźst lanvin salopet veda bileklik yakira rona bileklik pluma


tiĹ&#x;Ăśrt all saints ceket brian lichtenberg kĂźpe jennifer meyer



tiĹ&#x;Ăśrt elkin etek lanvin kolye jill platter kolye pluma


O halde yakın zamanda rol aldığın başka bir projeden, bir sinema filminden konuşalım; Koreli yönetmen Kim Jee-woon’un ilk İngilizce yapımı The Last Stand’de oynamak nasıl bir tecrübeydi? Müthiş, gerçekten. Kim ile aramızdaki dil engelinin az da olsa sorun yarattığı anlar olmadı değil, fakat sonuçta birbirimizin lisanlarından bir şeyler kaparak, arada bir de çevirmene başvurarak, kısacası öyle ya da böyle anlaşmayı başardık. Bunun dışında Kim Jee-woon gerçekten çok yaratıcı birisi, harika bir yönetmen ve tam bir vizyoner. Ayrıca projenin oyuncu kadrosu da çok iyiydi. Bazı rolleri bir kez daha oynamak istersiniz, işte The Last Stand’i sinemada izledikten sonra bir kez daha üretilmesini çok istedim. Kendimde bir hata bulduğumdan değil, daha iyisini yapmayı hedeflediğimden de değil... Sadece bir kez daha oynamak istediğimden...

içermiyor. Bu yüzden dediğim gibi hot yoga ve pilates şu sıralar benim için yeterli oluyor. Çok erkeksi gözükmemem gerekiyor, sonuçta. Klişe olacak ama, güzellik sırların var mı? Elbette, her zaman çok fazla su içiyorum, bu da kulağa klişe geliyor olabilir. Ama vücudumuz suyla dolu ve onu daha fazla suyla doldurduğunda, seni farklı şekillerde, bedensel açıdan ve diğer yollardan da epey etkiliyor. Bir de ayrıca makyajımı silebilmek için, belki de hiç duymadığınız bir marka, Tatcha’nın temizleme yağını kullanıyorum. Cildim için farklı yağları denemeyi seviyorum. Nemlendirici yağlar her zaman tercihim ancak yanımda nemlendirici yoksa zeytinyağı içerikli yağları kullanıyorum. Kullandığım bütün ürünlerin doğal olmasına dikkat ediyorum. Öte yandan, dürüst konuşmam gerekirse genlerimin iyi olduğunu düşünüyorum. Ne diyebilirim ki, bazıları şanslı doğar...

Bu arada Martin Amis’in en başarılı romanlarından London Fields’ın sinema adaptasyonunda da rol alıyorsun; kulağa epey heyecanlı geliyor... Standartların fazlasıyla yüksek olduğu bir yapım oldu. Tüm karakterler en ince ayrıntılarına kadar, derinlemesine işlendi. Şunu da söylemeliyim: Mesela çok zengin ama aynı zamanda da kendine güveni eksik bir karakteri ele alıyorsunuz, bu karakterin öne çıkan özelliklerinin iyice abartıldığını düşünün, yani gerçeklik hissinin epeyce çarpıtıldığı farz edin... Bu da, bence, her şeyi daha eğlenceli ve ilginç kıldı.

Motosiklet kullanmayı özellikle sevdiğin bir yol güzergahı var mı? Doğrusunu söylemem gerekirse öyle çok uzun yol yapmıyorum. Arkadaşımlarımı ziyarete giderken ya da canım kahve istediğinde kullanıyorum. Zaman zaman eğlenmek için Büyük Kanyon’a çıktığım da oluyor. Ama bu nadiren başvurduğum bir eğlence metodu. Kırmızı halıda yada ekranda seni iddialı kıyafetlerle görmeye alışkınız ama ben günlük stilini de merak ediyorum. Normal hayatımda, tam aksine, çok sade giyinirim. Jean ve tişört giyinmek için yaratılmışım. Tabii tüm hemcinslerim gibi tasarım bir çift stiletto her daim başımı döndürür. Mesela, favori ayakkabılarımdan bazılarının arkasındaki isim Saint Laurent... Birkaç kelimeyle özetlemem gerekirse edgy ama olduça feminen bir stilim var. Yine kırmızı halı ya da beyaz perdede gördüğünüzün aksine, lacivert, siyah, gri, beyaz ve bej gibi daha sade renkleri giyerken rahat hissediyorum. Bu konuda oldukça bilindik sularda yüzüyorum anlayacağın.

Peki Billy Bob Thornton ve Johnny Depp ile çalışmak nasıldı? Billy Bob Thornton tabii ki harika bir aktör! Ama benim sahnelerim daha ziyade Theo James ve Jim Sturgess’laydı, Johnny Depp’le ise hiç sahnem yoktu. Sorunuza istediğiniz cevabı alamadığınızın farkındayım. Söz konusu spor olunca da çok çalıştığını biliyoruz. Egzersiz rutinin nedir? Nasıl fit kalıyorsun? Son zamanlarda elimden geldiği kadar sağlıklı besleniyorum. Ayrıca sıklıkla hot yoga yapıyorum. Ve bir de pilates… Eskiden çok fazla ağırlık kaldırırdım ve sürekli koşardım. Şimdiyse kasları uzatmaya yarayan egzersizler yapıyorum. Özellikle hot yoga bu noktada çok işe yarıyor; zihin, beden ve ruha harika geldiğine inanıyorum. Bir de garip olan bir şeyi fark ettim, bazı sporları geç keşfetmek (yani yapmaya başlamak) size ayrı, ve hatta garip bir motivasyon veriyor.

Yaz için planların neler bu arada? Umuyorum ki sonunda uzun zamandır istediğim İrlanda seyahatimi gerçekleştireceğim. Yarı İrlandalı olduğumdan bu tatilin benim için özel bir yanı da olacak. Aslına bakarsan biraz da soyağacımın izlerini sürmek istediğim için bu tatili organize ettim ve bu durum beni çok heyecanlandırıyor. O zaman bitirmeden sana İstanbul’u ve gözünü kapattığında ortaya çıkan İstanbul siluetini de sorayım. Ah, bu benim için cevaplaması hayli zor bir soru olacak. İstanbul’a hiç gelmemiş olmama rağmen nedense ilk aklıma gelen şehrin çok büyük olduğu... Sanırım oraya gelen arkadaşlarımdan duyduklarım ve gösterdikleri resimler bilinçaltımdan su yüzüne çıktılar. Bu arada itiraf etmeliyim İstanbul’a gelmeyi gerçekten çok istiyorum. En büyük hayallerimden biri, bir sene boyunca seyahat edip dünyayı gezmek ve İstanbul listenin en başında.

Vücudun şekli ve filmde canlandırılan karakter arasında nasıl bir bağlantı olduğunu düşünüyorsun? Role hazırlanmak benim için her zaman çok keyifli geçiyor. Eğer fit bir karakteri oynuyorsam, bilhassa daha fazla ağırlık çalışıp, daha sağlıklı beslenmeye ve bir de öğünlerimi artırmaya gayret ediyorum. Sif, birçok silah kullanabilen, fiziksel olarak epey güçlü bir karakter. Kısacası oynadığım karaktere göre fiziken hazırlandığımı söyleyebilirim. Şimdi HBO’nun Open dizisindeki rolüm pek aksiyon 115



elbise saint laurent k端pe jennifer meyer bileklik sophie hughes bileklik yakira rona bileklik pluma


端st again pantolon again k端pe jennifer meyer bileklik pluma y端z端k m.c.l by matthew campbell laurenza



photographer cihan alpgiray stylist aslıgül arslanalp photo assistants çağdaş başar & alona shi stylist assistant ramazan öncel model reka & joao/option mgmt

realization an original idea by CO

gömlek topshop jean h&m ayakkabı camper

t e e F r u o Y On

Bu bir ilandır.


tişört officine generale/v2k designers şort topshop ayakkabı camper


tişört zara etek zara ayakkabı camper


pantolon american retro/v2k designers ayakkab覺 camper

pantolon j brand/v2k designers ayakkab覺 camper


tişört zara pantolon zara ayakkabı camper

elbise banana republic ayakkabı camper


jean gap ayakkab覺 camper

g繹mlek gap ayakkab覺 camper fran癟ois


Özge Yıldız Taşkıran, 35 Ürün Müdürü Nereye gidiyorsun? Nişantaşı’nda bir davete. Günlük stilini nasıl tanımlarsın? Modern, rahat ve kendine özgü. Saçlarını normalde nasıl kullanırsın? Hacimli oldukları için genelde açık bırakmayı tercih ediyorum. Bugün saçlarını nasıl yaptın? Islak saçlarıma Spritz & Shine Liquid Mousse uyguladıktan sonra dalgalarımı maşayla belirginleştirdim. Ardından hacimli bir atkuyruğu yaptım. Son olarak da Moisturizing Shine Spray uygulayarak istediğim parlaklığa ulaştım. Saçların söz konusu olduğunda vazgeçemediğin bir ürün var mı? Parlak ve sağlıklı bir görünüm için Glamour Serum Drops vazgeçilmezlerimden. Saçlarıyla sana ilham veren ikonik birisi var mı? Brigitte Bardot gibi dönemine saçlarıyla damgasını vurmuş kadınları beğeniyorum. Saçlarının seni en mutlu eden tarafı ne? Koyu renk ve dalgalı oluşu. Her zaman iyi görünmemi sağlıyor. Saçların kötü olduğunda evden bile çıkmak istemeyenlerden misin? Neyse ki saçlarımı her zaman ruh halime uygun şekle sokabiliyorum.

GLAMOUR

elbise gizia çanta street level/bilstore ayakkabı christian louboutin

Ece Mağat, 26 Medya İlişkileri Uzmanı

CLASSIC

gömlek que ceket mango pantolon h&m çanta christian louboutin

Nereye gidiyorsun? Toplantıya. Günlük stilini nasıl tanımlarsın? İş hayatımın da etkisiyle genelde smart casual diyebilirim. İyi kesimli bir beyaz gömlek dolabımın olmazsa olmazlarından. Saçlarını normalde nasıl kullanırsın? Genelde doğal buklelerimi öne çıkaran hareketli bir fön çektiririm veya atkuyruğu yaparım. Bugün saçlarını nasıl yaptın? Öncelikle buklelerimi belirginleştirmek için Toni&Guy Classic Spray Gel Curl kullandım. Ardından biraz krepeyle diplerine hacim verip atkuyruğu yaptım. Son dokunuşuysa Classic Medium Hold Hairspray’le yapıp dalgalarımı sabitleştirdim. Saçların söz konusu olduğunda vazgeçemediğin bir ürün var mı? Buklelerimi belirginleştirmek fakat doğal görünümünden de uzaklaşmamak için sık sık Spray For Curls kullanıyorum. Saçlarıyla sana ilham veren ikonik birisi var mı? Blake Lively’nin sağlıklı ve parlak bukleleri. Saçlarının seni mutsuz eden tarafı ne? Çok yavaş uzamaları. Peki ya en mutlu eden tarafı? Parlak ve sağlıklı görüntüsü.


Bu bir ilandır.

Azra Gür, 19 Öğrenci

CASUAL üst & ceket jeremy scott/adidas originals pantolon h&m ayakkabı nike

Nereye gidiyorsun? Okuldan çıktım, arkadaşlarımla buluşmaya gidiyorum. Günlük stilini nasıl tanımlarsın? Hareket etmeyi seviyorum, o yüzden genellikle sportif fakat arada bir göze çarpan parçalar da giymeyi seviyorum. Saçlarını normalde nasıl kullanırsın? Doğal hacmiyle açık bırakır ya da at kuyruğu yaparım. Zaman zaman dağınık topuz yapmayı da tercih ediyorum. Bugün saçlarını nasıl yaptın? Islakken Sea Salt Texturising Spray’le dokusunu belirginleştirdikten sonra kuruttum. Önden bir kısmını tutturdum. Ardından Flexible Hold Hairspray’le sabitledim. Saçların söz konusu olduğunda vazgeçemediğin bir ürün var mı? Dokusunu belirginleştirmek için Sea Salt Texturising Spray kullanıyorum. Saçlarıyla sana ilham veren ikonik birisi var mı? Kesinlikle Brigitte Bardot. Saçlarının seni en mutlu eden tarafı ne? Dalgalı olması çünkü istediğim şekli verebiliyorum. Saçların kötü olduğunda evden bile çıkmak istemeyenlerden misin? Evet, ama eğer gitmem gereken bir yer varsa dağınık bir topuz en büyük kurtarıcım oluyor.

Nina Ludolphi, 30 Moda Editörü Nereye gidiyorsun? Yeni mağazalar keşfetmeye çıktım. Günlük stilini nasıl tanımlarsın? Genelde pastel renkleri ve İsveç markalarını tercih ediyorum. Saçlarını normalde nasıl kullanırsın? Genelde doğal dalgasıyla kullanıyorum ya da sıra dışı bir at kuyruğu yapıyorum. Bugün saçlarını nasıl yaptın? Önce saçlarıma Prep Heat Protection Mist sürüp fönle iyice kuruttum. Önden birkaç parçayı serbest bıraktıktan sonra atkuyruğumu Creative Texturising Glue ile parlatıp sıra dışı bir hava katmak için arka kısmını da topladım. En son ise Creative Extreme Hold Hairspray’le sabitledim. Saçların söz konusu olduğunda vazgeçemediğin bir ürün var mı? Kahküllerimi kendim kesiyorum o yüzden makas elimden eksik olmaz. Bir de saçlarımın parlak görünmesini sağlayan ve buklelerimi kontrol eden Stick It Up Gum favorilerimden. Saçlarıyla sana ilham veren ikonik birisi var mı? Katherine Hepburn ve Vivienne Westwood karışımı bir saç olabilir. Saçlarının seni en mutlu eden tarafı ne? Turuncu rengi ve dalgaları.

CREATIVE

gömlek aslı filinta ceket cos pantolon vsp ayakkabı nike


Soylu ve nadide çiçeklerin esansıyla kaplı ılık bir rüzgar ya da yeşil otların üzerinden yükselen aromatik bir kokuyla 'sanki hiçbir şey sürmemişçesine' hafif, özgür ve rahat hissetmek… Baharın gelişini kutlayan bu parfümler, "Neden bir çiçek gibi kokmak isteyesiniz ki?" sorusunu hiç tereddüt etmeden cevaplıyor. hazırlayan ayşecan ipek

CLINIQUE CALYX

VIVIENNE WESTWOOD SUNNY ALICE

Senenin en büyük geri dönüşüyle başlayalım. Estée Grubu'ndan onlarca kült parfüm çıkmış olmasına rağmen çarkıfelek meyvesini başrole terfi ettiren Calyx'in yeri birçok kişi için bambaşkadır. İşte bu sulu, yeşil, taze, enerji dolu ama asla masum olmayan parfüm, bu kez Clinique etiketiyle yeniden aramızda. Turunçgiller ve tropik meyvelerin ışıltısına, kalbinde yatan çiçek buketini ekleyen, vücudunu şehvetli ve yeşil bir baza yaslayan Calyx'in mevsim tanımayan bir bağımlılık yaratacağını düşünüyoruz.

Bir diğer koleksiyon da 'Alice in Wonderland'den esinlenen Vivienne Westwood'a ait. Naughty, Cheeky ve Flirty Alice'den sonra bu kez sıra 'Sunny'de. Deniz kıyısında çizgili bir şemsiyenin altında geçen yaz tatili sizin için Jil Sander Sun demek olabilir. Mandalina, pembe biber ve su notalarıyla açılışını yapan, kalbinde yasemin ve tropik çiçekler taşıyan, en dipte ise amber, sandal ağacı ve vanilyayı saklayan Sunny Alice'le tanışınca fikriniz değişecek.

L'ATELIER DE GIVENCHY NÉROLI ORIGINEL

ELIZABETH ARDEN GREEN TEA HONEYSUCKLE

Givenchy'nin moda tarihçesinden esinlenerek yaratılan, yedi farklı parfümden oluşan koleksiyonda neroli, uzun yıllar markanın elçiliğini yapan Audrey Hepburn'e ve onun giydiği ilk Givenchy elbiseye ithaf edilmiş. Aynı Hepburn gibi Néroli Originel de zarif, zamansız, şık ve feminen. Zambak, misk ve vanilya, Tunus'un sıcak topraklarında yetişen neroliye eşlik ediyor.

Rodrigo Flores-Roux'nun bu yeşil çay yorumu, alıştığımız tazelik ve serinlik hissinden biraz daha farklı bir yerlerde geziniyor. Hanımelini, yasemin, ylang-ylang, yeşil çay ve Tunus nerolisiyle birleştiren parfümün, ilk dakikalarda bergamot, limon, mandalina ve böğürtlenle yaptığı ultra-Amerikan girişe aldanmayın. Tene yerleştikten sonra ortaya çıkan şeftali, misk ve huş ağacını bekleyin.

XOXO The Mag


YSL L'HOMME SPORT

DOLCE BY DOLCE&GABBANA

Her daim hareket halinde olan, yerinde saymaktan pek hoşlanmayan bir erkeğin kokusu bundan başka ne olabilirdi? Taze odunsular, şiddetli bir turunçgil dalgası ve seksi amberin karışımı, kendini bize kısa sürede alıştıran ve bir klasik haline gelen YSL L'Homme kadar çekici ve iddialı. Optimizm ve pozitif enerji yüklü bu şişeye bizim hiçbir itirazımız yok, peki ya sizin?

Sicilyalı köklerine saygı duruşunda bulunmaktan vazgeçmeyen Domenico Dolce ve Stefano Gabbana'nın sadakati sayesinde ultra-feminen, Belluccivari parfümlere kavuşuyoruz. Yumuşak ve kadınsı çiçeklere bağımlı olan ikili Dolce'de de formülü bozmuyor: Neroli ve papaya yapraklarının hemen ardından su zambağı ve nergisle karşılaşıp ardından kaşmir ve miske ulaşıyoruz.

HERMÈS JOUR D'HERMÈS ABSOLU

BYREDO FLOWERHEAD

Jean-Claude Ellena, kadınlığın esansını sadece ve sadece çiçeklerle betimlemek istemiş. Hermès'in gündüz ışığından rol çalan parfümünü bu klişe betimlemeyle anmak biraz haksızlık olur. Ellena ve Hermès evinin oldukça cömert davranarak yarattığı kocaman çiçek buketi, 'absolu' versiyonda biraz daha derinleşiyor. Gardenya, sambac yasemin ve kayısı çiçeğinden geri kalanları siz kendi teninizde keşfedin.

Ben Gorham'ın geleneksel Hint düğünlerinde gelinin başına takılan renkli çiçeklerden esinlenerek yarattığı Flowerhead de köklere saygı duruşu niteliğinde bir başka parfüm. Byredo'da hiçbir yorumun göründüğü gibi olmadığını hatırlarsak melekotu, yaban mersini, limon, sambac yasemin, yeşil notalar, sümbülteber, gül yaprakları, deri akoru ve ambergris'le yaratılmış bu parfümün klasik bir 'floral' olmadığını hemen anlarız.

BOTTEGA VENETA ESSENCE AROMATIQUE Kolonyanın parfümden hep bir adım geride duran kaderini Essence Aromatique değiştirebilir mi acaba? Bu kolonya tazeliğindeki çiçeksi parfüm, tende kaldığı süre boyunca şekil değiştiriyor ve daha hayvansı ve seksi bir yerlerde gezinmekte ısrar ediyor. Bergamot, kişniş, beyaz gül, tonka, vanilya, paçuli ve sandal ağacı ile yaratılan karışım, bize kalırsa yeni mevsimin en güzel hediyelerinden biri.

SISLEY EAU TROPICALE

Tropik bir orman, fırtına ve yağmurdan sonra işte böyle kokardı. Sisley'in yeni parfümü, şipre ailesi ile flört eden taze bir floral. Taze menekşe yaprağı, Türkçeye çevrildiğinde ne olduğunu asla anlayamadığımız 'passionfruit' (çarkıfelek meyvesi), Türk gülü, sümbülteber, sedir, paçuli, misk karakterli ambrette çekirdeğinin başrolde oynadığı parfümün içeriği biraz karışık görünse de olfaktif mesajı açık ve net: Bir an önce tatile gidelim!

129


DIOR MISS DIOR BLOOMING BOUQUET

JIL SANDER EVERGREEN

François Demachy'nin ipekten bir çiçek buketi yarattığı bu parfüm, baharın ilk günlerine tanıklık ediyor. Kadife, feminen, yumuşak ve narin bir karaktere sahip. Ünlü parfümör, şakayık, Sicilya mandalinası, şeftali, kayısı, nadide güller ve beyaz miski, Miss Dior'un gümüş fiyonklu, yenilenmiş şişesine hapsetmiş. Bir zamanların Miss Dior'unu bu parfümde aramak ona büyük haksızlık olur, bu yüzden 'Blooming Bouquet' tarafına daha çok odaklanmanızı tavsiye ediyoruz.

Kolonya kültürünü sevenleri (özellikle Lancôme Ô Qui!'i bir türlü unutamayanları) bir kere daha buraya alıyoruz. Jil Sander'in bu yeşil parfümünde Florabotanica'daki acı ve keskin güllere rastlamıyoruz, aksine bizi temiz, tazelenmiş ve sakinleştirici bir armoni karşılıyor. Sulu armut ve ışıltılı greyfurt çiçeği ve beyaz bibere, gonca güller, zambak ve yasemin eşlik ediyor. Parfümün ağır topları bizi en dipte bekliyor: Kremsi sandal ağacı, şehvetli vanilya ve güçlü paçuli.

GUERLAIN ACQUA ALLEGORIA LIMON VERDE

CARVEN L'EAU DE TOILETTE

Mis gibi limon çiçeği kokmak, sadece yeni temizlenmiş dolapların yaşayabileceği bir lüks değil. Parfümerinin yaramaz çocuğu limon, Thierry Wasser'in şık yorumuyla tende de harikalar yaratabileceğini kanıtlıyor. Her an her yerde sıkabileceğiniz, gün boyunca istediğiniz sıklıkta tazeleyebileceğiniz bu parfüm, misket limonu, yeşil notalar, tropik meyveler, incir, şeker kamışı, tonka çekirdeği gibi şık Guerlain ham maddeleriyle bezeli.

Le Parfum'ün minik kız kardeşi olarak piyasaya sürülen Carven L'Eau de Toilette, Francis Kurkdjian'ın eksantrik burnuna emanet edilmiş. Parfümörün önemli hit'lerini hatırlayanlarınız İtalyan limonu, kokulu bezelye çiçeği, şakayık, frezya, beyaz sümbül, morsalkım, sandal ağacı, misk ve odunsular etrafında dönen bu parfümde incecik bir beyaz gömleğin çekiciliğini bulacağını bilir. Thierry de Baschmakoff imzası taşıyan şık şişe de arada sırada çantanın dışına çıkmayı kesinlikle hak ediyor.

ROCHAS SECRET DE ROCHAS

FAN DI FENDI POUR HOMME ASSOLUTO

Gelmiş geçmiş en ünlü parfümlerden birini piyasaya süren Rochas, 70 yılın ardından modern bir yorumla geri dönüyor. Çiçek ve meyve katlarıyla yaratılan bu şipre, egzotik mango, şeftali, çarkıfelek meyvesi ve yeşil notalarla açılıyor. Osmanthus, yasemin ve Rochas'ya ait tescilli bir akor, en dipte yatan yosun, paçuli ve misklerle klasik feminen parfümlerden bir çırpıda ayrılıyor. Marcel Rochas'nın şu cümlesini de hatırlatmakta fayda var: "Bir kadını daha henüz görmeden kokusunu duymalısınız."

Siyah ve turuncunun kontrastı, Fan di Fendi'nin üçüncü 'pour homme' denemesi için boşuna seçilmemiş; sıcak portakal vurgularına rastladığımız parfüm, dinamik, çekici, yoğun ve pek tabii ki şık İtalyan stiline sahip bir erkeği kendine hedef alıyor. Daha ilk dakikada tüm kartlarını masaya seriyor ve bizi Guatemala'dan kakule, pembe biber, Fransa'dan adaçayı, Oud akoru, vetiver, Endonezya'dan paçuli, tonka absolute, opoponax reçinesi ve citrus absolute ile büyülemekte zorlanmıyor.

XOXO The Mag


131


serıes

The Bitch Is Back

En Esaslı Şirretler hazırlayan erman ata uncu

Post-feministlerin cinsiyetçi hakaretleri kendilerine yontup anlamı dönüştürme projelerinin en büyük kazananı ‘bitch’ kelimesi olsa gerek… Türkçede belki en yakın karşılık gelebilecek kelimeler ‘şirret, cazgır’ vs. Ama güncel İngilizcedeki kullanımı, ‘bitch’teki bu ‘cazgırlığın’ bir yanıyla kaçınılmaz olarak esaslı olma haline bağlandığını atlamıyor. Haliyle televizyonlar da bu esaslı kadınların oyun alanlarından birine dönüşüyor. Fikir vermesi için örneklerimiz aşağıda…

Girls / Jessa Johansson Sex and the City’nin yolunu açtığı dört yakın kadın arkadaş ve şehir yaşamı formülünün bu en hipster, en kirli yorumunda haliyle bitch’lik de had safhada. Dizinin neredeyse her şeyi (senarist, yapımcı ve hatta yönetmen!) Lena Dunham’ın canlandırdığı Hannah’nın, karşısındaki isterse dünyanın en bedbaht insanı olsun, yine konuyu dönüp dolaştırıp kendine getiren benmerkezciliği bitch’lik olarak adlandırılabilir rahatlıkla. Grubun ‘aklıbaşındası’ Marnie de bu kompartımanda göründüğü kadar pasif değil. Sadece karşısında ayarlarıyla oynayacak birisine ihtiyacı var. Ancak Girls’ün gösterdiği bir şey varsa o da bitch’liğin dünyamız için faydaları, eğlencesi… Dolayısıyla grubun bu tanıma en uyanı Jessa Johansson, alkışı en çok hak edeni… Sırf

karşısındakine üstünlük sağlamak için abartıldığı belli Britanya aksanı, kitapta bohemlik namına ne varsa hepsini sırasıyla uygulaması, Anaïs Nin’in bilmem kaç kuşak sonrası temsilcisi havaları… Aslında kendisi pek öyle düşünmeyebilir ama Jessa kadar standardını uzun zamandır görmemiştik. Yine de Lena Dunham’ın akıllıca kaleme alınmış diyalogları, Jemima Kirke’ün performansı sağolsun, Jessa karakterinin beslendiği bu gibi klişelerde halen iş olduğunu hatırlayabildik. Sırf aklına esti diye olmayacak bir adamla kafasında çiçekten taçlarla, çıplak ayakla evlenecek bir kadın karakter ne kadar ‘bayat’ olur diye düşünürdük ki Jessa asıl bayat olanın, bu söz konusu davranışlar değil, bunların yansıtılma biçimi olduğunu gösterdi.

XOXO The Mag


True Blood / Pam Swynford de Beaufort Vakti zamanında değerlimiz Buffy the Vampire Slayer ve çıkıntısı Angel’ın zihnimize kazıdığı şöyle bir fikir vardı: Eğer bir bitch gerçek bir bitch ise, vampirlerin cirit attığı bir dünyada ölümlü bir insan bile olsa, namından ödün vermez, karşısındakini hiç düşünmeden yerin dibine sokar, bu fenomenin ete kemiğe bürünmüş hali de Cordelia Chase’tir. Vampirler için böyle bir ünvanı kaybetmek, kabul edilemeyecek bir mağlubiyet olsa gerek. Belki de sorun, uzun zamandır şuh bakışının, yüksek libidosunun, ölümüne entrika güdüsünün

dışında bir özelliği olmayan dişi vampirlerin ortada cirit atmasıdır. Neyse ki vampir evrenini bambaşka bir boyuta taşıyan True Blood imdadımıza yetişti de dişi vampirler doğuştan hakları olan bitch damarı insanlardan geri alabildiler. Örneğimiz, Kristin Bauer’in oynadığı Pam Swynford de Beaufort. 1905’te bir genelev işletmecisiyken dönüştürülen Beaufort, o gün bugündür insanlardan duyduğu memnuniyetsizliği bitch’liğe tahvil ediyor. Ve hem kendisini hem bizi şereflendiriyor.

Orange is the New Black / Piper Chapman Listemizde birden fazla Jenji Kohan karakteri olması elbette tesadüf değil. Televizyon sektörünün en nevi şahsına münhasır isimlerinden, yazar, yapımcı ve yönetmen Kohan’ı, Nancy Botwin’den sonra alelade bir karakter kesebilir miydi? Weeds’in birkaç bölümünü seyredip de onun yarattığı karakterlerin canlılığına, karmaşıklığına, uçukluğuna bir şekilde tanık olmuş herkes aslında bu sorunun cevabını biliyor. Ve burada devreye, ikinci sezonuna gün sayan Jenji Kohan dizisi Orange is the New Black’in kahramanı Piper Chapman giriyor. Yıllar önce uyuşturucu taciri kız arkadaşına yardım olsun diye uyuşturucu parası kaçırırken ceza alan ve aradan uzun bir zaman geçtikten sonra

bu yüzden hapse giren beyazın beyazı biseksüel bir kadın Piper. “Beyazın beyazı” ifadesini kullanırken içimiz rahat, zira dizide Taylor Schilling tarafından canlandırılan Piper, gerçek hayattan bir karakter ve kendini “tipik bir WASP” diye tanımlıyor. TDK, “self-referential”a karşılık olarak daha kullanıcı dostu bir ifade bulabilseydi bu hatayı yapmazdık ama daha iyisi bulunana kadar “Bitch’likte özgöndergesel nokta”yla idare edeceğiz. Kadın sevgilisi için hapse giren orta sınıf bir beyaz Amerikalı, hapishane koğuşlarında bitch’liğinin yeni yönlerini keşfediyor. “Sanat beni taklit etsin” diye bağıran bu gerçek hikaye Jenji Kohan’ın eline geçti diye ne kadar sevinsek az. 133


serıes

Weeds / Nancy Botwin Karanlık ilişkileri Meksika’nın yönetimine kadar nüfuz eden uyuşturucu tacirleriyle aşk yaşıyor. İşi uğruna en yakınındakileri bile bir kalemde silebiliyor. Ona aşık eniştesinin zaafından yararlanmayı ihmal etmiyor. Ve en önemlisi, 10’lu yaşlarındaki oğullarını uyuşturucu işinin bir parçası yapmayı göze alabiliyor. Kocasının ölümünden sonra darda kalıp çareyi başta ufak çapta torbacılık yapmakta bulan Weeds kahramanı, banliyölü ev kadını Nancy Botwin’in (Mary Louise Parker) sekiz sezon sonunda dönüştüğü ‘uyuşturucu tacirine’ iyi bir insan demek için

elimizde hiçbir done yok. Ne var ki kült dizinin yaratıcısı Jenji Kohan’ın da iyi ve kötü gibi kategorilerle pek işi yok. Televizyonun gelmiş geçmiş en komplike kadın karakterlerinden Botwin, her sezon daha da karmaşıklaşan kötülük ağlarına kendini kaptırdıkça, bizi de peşinden sürükledi. Çok da iyi yaptı. Zira artık küçük işletmelerin yaşam şansının kalmadığı ABD ekonomisini, aile kurumunun çıkmazlarını ve marihuana söz konusu olduğunda yönetici zümrenin takındığı ikiyüzlü tutumu saf ‘iyi’ bir karakterin rehberliğinde bu kadar berrak görmeyebilirdik.

Shameless / Fiona Gallagher Daha o mükemmel jenerikten farkına varıyoruz. Aynı addaki BBC dizisinden uyarlama Showtime yapımı Shameless, dibin en dibinde bir dünyaya davetiye... Chicago’yu mesken edinmiş İrlanda asıllı Gallagher’lar, muhtemelen televizyon tarihinin en imkansız ailesi olarak hayatta kalma mücadelesi veriyor. Parlak bir gelecek vaadini elinin tersiyle itebilecek fevrilikteki sert çocuk Lip (Jeremy Allen White), 15 yaşında eşcinsel olduğunu erkek kardeşi Phillip’e söyleyip, kendinden yaşlı adamlarla yatan Ian (Gerard Kearns) ve tabii her şeyin başı, neredeyse ailenin hiçbir üyesinin saygı duymadığı alkolik baba Frank Gallagher (William H. Macy)... Sırf böyle bir ortamın içinde

olduğu ve ebeveyn yokluğunda belalı ailesine çekidüzen verme görevi üstüne kaldığı için büyük kız Fiona’nın (Emmy Rossum) sık sık dişini göstermekten, vurdu mu oturtmaktan başka bir şansı yok diyebilirsiniz. Ancak Fiona hem bu görevi seve seve üstleniyor hem de hayatının aile dışı alanlarında da dişini göstermekten çekinmiyor. Başına sık sık dert açsa da libidosunun peşinden gitmeyi de ihmal etmiyor. İş dünyasında işçi sınıfından bir ailenin kızı kimliğiyle var olabilmek için haksızlığa boyun eğmek gibi bir stratejiye de gitmiyor. Lafın kısası, Fiona fedakarlığın illa kendinden vazgeçmek olmadığını dünya aleme duyuruyor ve bitch’liğin en esaslı temsilcilerinden biri olarak seçkimizde sivriliyor.

XOXO The Mag



INTERVIEW/magazıne

Daniel Björk & Madelaine Levy

Kuzeyin İyi Tarafı

Bu ay bir değişiklik yapıp (gerçi bir kere daha yapmıştık), dergi yöneticisi sayfalarımızda iki kişiyi ağırlıyoruz. Varlığını iyinin anlamları üzerine kurgulayan Bon’un Genel Yayın Yönetmeni Daniel Björk ve Daniel’dan önce yaklaşık altı yıl aynı görevi sürdüren, şimdiyse derginin Yazı İşleri Müdürlüğü’yle iştigal eden Madelaine Levy konuklarımız. İkiliyi, güneşli bir günde, Bon’un Londra ofisinde, öğle yemeği öncesi yakaladık ve son noktayı Jean Cocteau koyana dek, İsveç’ten dünyaya açılan kariyerlerini ve dergiciliğin Kuzeyli halini konuştuk. Siz de yine güneşli bir günde, noktaları birleştirerek okuyunuz. röportaj serap gecü fotoğraflar amy gwatkins

XOXO The Mag


Tüm görseller Bon Magazine’in izniyle

Relevance

eXcess

FREEDOM

25

SPRING/ SUMMER 2014

sPRING/sUMMER 2013 IssUE N°23

AutuMn/Winter 2013 issue n°24

SPRING/SUMMER 2014 ISSUE N°25

FREEDOM Big Brother society. Surveillance. Commercialism. But also: Fluid sexuality. Feminism. Global identities. Freedom is under threat and in a strange way, flourishing. It’s as if the possibilities and pressures of modern society are creating more liberty for women, men and others, and at the same time fuelling a counteraction. Freedom is, after all, equally scary and alluring. Just like fashion, one might say. For MAISON MARTIN MARGIELA , the anonymity of the team is both restriction and liberation, while the multimedia artist CORY ARCANGEL has moved on from video games and internet

AutuMn/ cats to that precious symbol of American consumer culture: DONUTS . We ask ourselves why everyone is getting NAKED and take a closerWinter look at the subtle resistance of HONG KONG artists, hear out why 2013 FAUSTO PUGLISI believes in untamed beauty, and ponder the creative might of Rei Kawakubo’s COMME 01 DES GARÇONS, pop star NENEH CHERRY and choreographer SIOBHAN DAVIES. Even SEXY SCENTS, MR BURNS 9 771651 523057 and EDWARD SNOWDEN get a mention. UK £6 printed in the eU

eXcess You see it everywhere – the overload of information, the sprawl of our urban areas, the sheer number of human beings on this planet. Excess is the essence of the present. So why is it so often frowned upon? Isn’t this what we’ve been striving towards for hundreds of thousands of years? After all, it’s deprivation that has been the fate of the human race for most of its history. We all deal with excess our own way. Olivier rOusteing is defiant about his “bling-bling” aesthetics for BAlMAin, while stellA MccArtneY addresses the environmental consequences

23

of humanity’s current lifestyle. We also look at the newfound relevance sPRING/ of HAute cOuture and examine the extreme shapes of Juun.JsUMMER , then talk to cArsten HÖller about how mind-altering drugs 2013 will set us free, and wonder why the most modern dance music has become borderless with female producers 02 such as FAtiMA Al QADiri, iKOniKA and cOOlY g . Love it or loathe it – without excess 7 7 7 1 6 5 1 5 2 3 0 5 7 our world would be unbearably dull. UK £6 prIntEd In thE EU

İkinizin de dergicilik geçmişi eskilere dayanıyor. Bon’a gelene kadar neler yaptınız? Daniel Björk: 1990’lardan beri modayla ilgili yazılar yazıyorum. İlk işimi İsveç menşeli Bibel dergisinden almıştım, ve hatta bana o işi veren de Madelaine’di. Modayla ilgili bir konu seçmekse benim tercihimdi. Bir stil ikonu olarak Pier Paolo Pasolini’yi anlatan bir yazı yazmıştım. Ondan sonra çeşitli gazeteler, dergiler için freelance ve tam zamanlı çalıştığım bir süreç oldu, ta ki Rodeo dergisinde editörlük yapmaya başlayana kadar... Gün gelip de Rodeo kapanınca, Madelaine beni Bon’a çağırdı. Onunla tekrar çalışma fikri çok hoşuma gitti ve evet dedim. Madelaine Levy: Dergiciliğe çok erken yaşta, müzik fanzinleri çıkararak başladım. O dönemde İsveç’te yaşıyordum. Bir müzik yazarı tarafından “keşfedildim” ve Pop adında bir dergide çalışmaya başladım. Daha sonra Pop’takilerle, Daniel’ın da sözünü ettiği moda dergisi Bibel’ı çıkarmaya başladık. Bibel’dan sonra bir daha moda camiasında çalışmayacağıma dair kendime söz verdim. Politik tavırlardan, divalardan ve işleri yokuşa süren insanlardan çok sıkılmıştım. Bir taraftan da, üniversiteye gitmemiş olmanın eksikliğini hissediyordum. Bu yüzden Paris’te Lettres Modernes’e gittim, ve hatta üstüne Oxford’da master yaptım. Sonra nasıl olduysa, sözümde duramayıp, kendimi tekrar moda dünyasının ortasında, Bon’da buldum.

Relevance

Fashion is in need of cURRENt voIcEs , so why is everyone holding on to the past? This model is dressed in thoMas taIt , an outstanding new talent pushing fashion forward. We decided to interview him. And then we headed down to the handbag department like the rest of the crowd! All right, we’re kidding. Nothing wrong with handbags, but these days they seem necessary to make new businesses work. That’s just a wee bit depressing. Fashion needs more than accessories. So what to do? We talked to wonderkid aLEXaNDER WaNG ,

who marries the creative and the commercial. We rounded up a new

breed of designers: cÉDRIc chaRLIER , DUšaN and shaUN saMsoN . We asked fashion’s brightest minds about s/s 2013 . We looked to afRIca with vIvIaNE sassEN , and spoke to a$aP RocKY , MYKKI BLaNco and sYD tha KYD to find out why hIP-hoP is changing.

The obvious rebuttal of the past is the new. But we believe there’s something even more exciting out there.

7

25274

05380

23

3

UK £6 priNTed iN The eU

içeriğe ağırlık veriyor. Ama tabii iki edisyonun paylaştığı ciddi bir içerik de söz konusu. Her sayının içeriğinin ne olacağına ve bu içeriğe kimlerin katkıda bulunacağına karar verirken, Madelaine’le ve editoryal kadronun kalanıyla aranızda nasıl bir işbölümü oluyor? DB: Her şeyden önce, işe temayı seçmekle başlıyoruz. Temalar sanılanın aksine moda defilelerindeki koleksiyonlarla bağlantılı olarak kararlaştırılmıyor, hatta bazen yeni sayının teması defilelerden önce belirlenmiş oluyor. Derginin teması daha çok bir duyguyu, bir ruh halini işaret ediyor. Biz de bu işareti takip ederek, belli doğrultulara ilerliyor ve ilintili tasarımcıları araştırıyoruz. Temanın sadece kapakta yazan bir sözcükle sınırlı kalmayıp, derginin tamamında yansımalarını göstermesini istiyoruz. Bu süreç bazen hızlı gelişiyor, bazen de çok daha fazla zamana ihtiyacımız oluyor. Tüm ekipten ve freelance çalışanlardan gelen önerilere de her zaman açık oluyoruz, onların fikirlerini geliştiriyor ve daha iyi hale getiriyoruz. Doğrusu, önceleri tema bazlı çalışmayı pek sevmemiştim ama şimdi beni zorluyor olması hoşuma gidiyor. Derginin içeriğini şekillendiren iki ana başlık, sanat ve moda. Bu ikili arasındaki ilişkiyi nasıl okuyorsunuz ve bu ilişki dergiye nasıl yansıyor? DB: Sanat ve moda, görsellikle ilişkileri açısından birbirlerine çok yakınlar. Ama ben modanın daha sezgisel olduğunu ve derinlerdeki arzuları ortaya çıkardığını düşünüyorum, yani daha ilkel bir tarafı var, sanatsa en azından yorumlanma biçimi açısından çok daha bilinçli bir tavra sahip. Bon’da her zaman sanata ilgi duyduk. Sanat modaya kıyasla formüllere daha az bağlı olması açısından bizim için hep yol gösterici oldu ve modaya yaklaşımımızı da o belirledi. ML: Bu ikili arasındaki ilişki günümüzde daha önce hiç olmadığı kadar güçlü; birkaç on yıl öncesini, Prada’nın ilk sanat işbirliklerini yapmaya başladığı günleri düşünüyorum da, her şey ne kadar havada ve muğlaktı. Elbette 70’lerde de pek çok Parisli sanatçı Vogue için çalıştı, Andy Warhol moda illüstrasyonları yaptı vs. ama bunlar münferit örneklerdi. Bugünse moda ve sanat; maddiyat, statü ve fikir akışı için tamamen birbirine bağımlı. Bu ikilinin dergide bize yol göstermesinin yanı sıra, aralarındaki ilişkiyi de Galleri Bon çatısı altında keşfe çıkıyoruz.

Yaklaşık altı yıl genel yayın yönetmenliği yaptıktan sonra görevi Daniel’a devrettin. Daniel nasıl bir yönetici? ML: Daniel müthiş biri. Bir kere kesinlikle benden çok daha eğlenceli bir insan, olayları benim kadar ciddiye almıyor. Yine de hayranlık uyandıracak bir şekilde, genel yayın yönetmenliğini kotarmanın yanı sıra, uzun uzun yazılar yazmaya da fırsat bulabiliyor. Bu benim asla başaramadığım bir şeydi. Daniel, sen görevi devraldığından beri dergide yaşanan en büyük değişiklik ne oldu? DB: Uluslararası edisyonun başına geçmemle, derginin tasarımı baştan aşağı değişti. Yeni kağıt, yeni tasarım, yeni yapı. Şimdilik en büyük değişiklikler bunlar. Konusu açılmışken, derginin uluslararası edisyonu ve İsveç edisyonu arasında nasıl farklar var? DB: Yuvarlak masa moda röportajları ve ana röportajlardan oluşan moda bölümleri genelde aynı. Ama uluslararası edisyondaki tematik bölüm ve İsveç edisyonundaki “Army” bölümü birbirinden farklı. Army’de genelde İsveç’ten genç ve umut vadeden yaratıcı isimlerle röportajlara yer veriyoruz. Yani haliyle İsveç edisyonu daha çok lokal

Sahi, galeri resme nasıl dahil oldu? DB: Derginin kurucuları Micke ve Krister, sanata olan yakın ilgilerini daha ciddi bir boyuta taşıyıp, normal bir galeride kendine yer bulamayabilecek işleri sergilemeyi kendine amaç edinen bir sergi 137


autuMn WinteR 2009-10

ConstanCe Jablonski in Cerruti

autumn winter 2010-11

• singing for Sofia

02

mekanı açma fikriyle yola çıktılar. Uygun mekan karşılarına çıkınca da fırsatı kaçırmadılar. Derginin stilini birkaç kelimeyle nasıl tarif edersiniz? ML: Zeki, kaygısız, derin. DB: Sofistike ve işlenmiş. Sanatsal bir eğilimi var ama tuhaf olma çabasından uzak. Ayrıca, zeki ve bazen de talepkar. Peki dillerden düşmeyen İskandinav estetiğini siz nasıl yorumluyorsunuz? Ve bu estetik dergide kendini nasıl gösteriyor? DB: Kesinlikle gözle görülür bir minimalist mirasın yanı sıra İsveç ve genel olarak İskandinavya’dan beslenen bir hassasiyet söz konusu. Belki bunların yanında ciddiyet ve samimiyeti da sayabiliriz, ki bu da sofistikelik olarak kendini gösteriyor. Kısaca, biraz sessiz ve korunaklı, fazlasıyla feminist ama her zaman çabasız. ML: Ben biraz daha büyük resme bakarak cevap vereyim. 18. yüzyıldan bu yana İskandinav tasarımcılar güçlü uluslararası eğilimler geliştirdiler ve sonra bu eğilimleri basitleştirip Kuzey’in aydınlık yazlarına ve karanlık kışlarına uyarladılar. Moda tasarımcıları da bugün aynı şeyi yapıyorlar. Karmaşık şekillerle ve daha önce hiç kullanılmamış malzemelerle de çalışsalar, her zaman belli bir sadelik çizgisini koruyorlar. Minimalist unsur da çoğunlukla renk skalasıyla belirleniyor. Tasarımcıların ayrıca İsveç toplumundaki cinsiyet eşitliğinden de ilham aldıklarını düşünüyorum, androjenlik bu anlamda güçlü bir parametre. Ve bu bahsettiğim yaklaşımların Bon’un ve bizim estetik anlayışlarımız üzerinde tartışmasız bir etkisi var. İsveçli tasarımcıların geçtiğimiz on yıl içinde moda endüstrisinde kayda değer adımlar attığını söyleyebiliriz. İsveç moda sahnesinin bugünkü durumunu nasıl görüyorsunuz, gelecek yönelimlerine dair öngörüleriniz var mı? DB: Pazar küçük, tasarımcılar da yaşadıkları şehrin dışına çıkıp, mesela Stockholm’e taşınıp işleri büyütme çabasında değiller. Bu yüzden, Acne, Cheap Monday vs. gibi markalara sahip olabilmemiz gerçekten hayret verici. Halihazırda AltewaiSaome, Rodebjer ve Back gibi yurt dışına açılabilecek potansiyele sahip bazı markalar var, ama bağımsız çalışan tasarımcılar için bu iş biraz meşakkatli. Yine de, Madelaine’in de bahsettiği, cinsiyetlere eşitlikçi yaklaşımımızın uluslararası alanda oldukça ilgi çekici olabileceğini düşünüyorum. İsveçli tasarımcıların kendilerine özgü bir seksilik tanımı var. ML: Ben yine büyük resimden devam edeyim... 1940’lara gelene kadar İsveç Avrupa’nın en yoksul ülkelerinden biriydi, rahat para harcayabilen elit sınıfın nüfusu oldukça sınırlıydı, kültürle de kimsenin ilgilendiği yoktu, modadan hiç söz etmiyorum bile... Bugün hala moda camiası olarak küçük bir topluluğuz, ama ciddi

17 Richard NICOLL for Cerruti art star+pop star: Carsten höller meets ROBYN “Not enough porn” – Gaspar NOE back in form louise WILSON on the season’s fashion moments CERRE, Joseph ALTUzARRA, dean qUINN – and all the other names to watch

25274 05380 3

Rodarte California dreaming with kate & laura • Justin theroux in Zoolander 2 • Marcella Barceló art debutante of the season Schouler’s new York • Kelly Cutrone, Lynn Yaeger & the Misshapes on a/w 2010 • orange, resin and faux fur Coppola thomas mars on somewhere • Bourgeois, Calle & Gaillard in our amazing autumn portfolio

• Proenza

7

7 25274 05380 3 uk £4.50 printed in the eu

25274 05380 3 7

• Radical

thE bESt of S/S 10 REMaINS UNSEEN

I N T E R N AT I O N A L

uK £4.50 PRinted in tHe eu

SPRING SUMMER 2010

Hidden Treasure

Indigo girls I N T E R N AT I O N A L

i n t e r n at i o n a L

Charles anastase recalls 6,000 lovers. Haider ackermann turns down Margiela. Paul mccarthy corrupts Snow White. Rick owens makes insect men. Linder Sterling punks it up.

ENIko MIhalIk IN CElINE

BON

BON

BON

Sheer Lust

16

SPRING SUMMER

bir momentum kazandığımızı söyleyebilirim. Çok heyecan verici markalar var. Acne ve Filippa K gibi çok bilinen markaların yanında, özellikle genç kuşaktan, Daniel’ın da söylediği AltewaiSaome’nin yanı sıra Hernández Cornet ve Lamija’nın da adlarını anmak isterim. Yeni kuşak, zanaate, kaliteye ve üretim değerlerine, önceki kuşaklardan çok daha fazla sahip çıkıyor. Ama tabii markaların ayakta kalması hep belli bir maddi güce ulaşmayı gerektiriyor, ve bu da ciddi bir zaman demek. Bon, Stockholm Moda Haftası’nın kurucu ortakları arasında yer alıyor. New York, Paris ve Londra’ya kıyasla Stockholm’de nasıl bir dinamik var? DB: Stockholm Moda Haftası, tabii ki diğerleri kadar kapsamlı bir organizasyon değil, ama kendi içinde çok disiplinli ve organizasyon açısından eksiksiz. Tasarımcılar arasında da New York veya Londra’dakilerle rahatlıkla yarışabilecek yetenekler var. Aslında kıyaslamamak, Stockholm’ü kendine has bir oluşum olarak görmek belki daha doğru... Moda haftalarının devamlı takipçileri olarak, SS 2015’ten favorileriniz var mı? ML: Prada, Alexander Wang, Dior ve Burberry defileleri çok güçlüydü. DB: Simone Rocha ve Jonathan Saunders, Londra’da müthişlerdi. Saint Laurent’dan da sırf Hedi Slimane’ın gücünü çok net bir şekilde hissedebildiğim için keyif aldım. Prada muhteşemdi, renkler ve oversize’ın yorumlanışı tahrik ediciydi. Iris Van Herpen’ın defilesi de -olumlu anlamda- rahatsız ediciydi. Ayrıca bu sezon, Raf’ın modaevinin kodlarıyla oynamasıyla beraber, Dior’un gerçekten harika olduğunu düşünmeye başladım. Daniel, bu konuda yaptığın Twitter paylaşımlarını da düşünerek, özellikle sana sorayım; Nicola Formichetti’nin Diesel defilesini nasıl buldun? DB: Bence çok iyiydi. Saint Laurent’ın, sokağın etkisini üzerinde daha çok taşıyan, daha kurnaz kardeşi gibiydi. Şov çok güçlüydü ve kıyafetler cool görünüyordu. Bir markadan başka ne bekleyebilirsiniz ki? Yeri gelmişken, gardıroplarınızda hangi markalar var? ML: Dries Van Noten, Acne, Rodebjer, Phillip Lim, & Other Stories, Falke, Boudicca. Gardırobum biraz ciddi, minimalist ama ortalama bir editörünkinden daha özenli; mesela beni jean giyerken pek göremezsiniz. DB: Bol bol Jil Sander ve Palmer//Harding. Biraz Comme des Garçons ve Maison Martin Margiela, J.Crew, COS ve Blk Dnm.

XOXO The Mag

Tüm görseller Bon Magazine’in izniyle

ali StePHenS in Miu Miu

Uk £4.50 PRINtEd IN thE EU

aUtUmn winter



palmer // harding

palmer // harding f

m

Photography Ward Ivan Rafik Styling Zara Zachrisson

o

r

d

e

if you complain once more, you’ll meet an army of me

e

e

e

d

r

o

Beige silk slap bracelet shirt Palmer//Harding.

f

White cotton shirt with cropped back, beige silk trousers Palmer//Harding.

92

b o n S/S 201 4

34

35

SEXY SCENTS

SEXY SCENTS

86

87

b o n S/S 201 4

f

m

Words Laird Persson Photography Steven Pan Styling Zara Zachrisson

Photography Lena C Emery Styling Katy Lassen Model Beth Donaghy | Select Hair Louis Ghewy | The Book Agency using Bumble and bumble Make up Nami Yoshida | The Book Agency using MAC Cosmetics Photography assistants Nick Bentham and Rachel Lamb

o

r

d

e

e

d

e

world now

e

It’s your

r

o

f

m

A L E X A N D E R WA N G

164

165

b o N s/s 2 01 3

Bugün moda dünyasının en cüretkar karakteri kim sizce? DB: Kendi markasını kurmaya cüret edebilmiş herkes. Çok zahmetli bir işe benziyor... ML: Iris Van Herpen açık ara en inovatif olanı. Tekrar dergiye dönelim. Malum, dergi yayıncılığında dijital ve matbu artık iyice iç içe geçmiş durumda. Bon’un dijital dünya için nasıl planları var? DB: Editoryal filmlerle epey ilginç işler ortaya koyuyoruz. İleride bu konuya daha fazla eğileceğiz. Hepimiz dijital dünyayla yakından ilgiliyiz ama geleceğe yönelik ciddi planlar yapmak biraz da iş gücü gerektiriyor ve tabii yeni ne yapabileceğimize, mevcut olana ne katabileceğimize karar vermemiz lazım. Matbu dergiyle web sitesi içeriğini bazı noktalarda kesiştiriyoruz, bazı hikayeler web ve matbu için ortak üretiliyor. Baskıda iki farklı edisyonla, iki farklı dilde yayın yapmanıza rağmen, web sitenizdeki yayın henüz sadece İsveççe... DB: Bu üzerinde konuştuğumuz bir konu, ama yakın gelecekte gerçekleşecek bir şey gibi görünmüyor. Şimdilik web sitesinin İsveç versiyonu üzerinde yoğunlaşıyoruz, onu geliştirmeye çalışıyoruz. Genel tavır olarak, Bon’un alışılagelmiş moda dergilerine karşı protest bir duruş geliştirdiğini net bir şekilde görebiliyoruz. Bu duruş hangi ilham kaynaklarından besleniyor? DB: Her ne kadar şu anda ilham verici başka yayınlar da olsa, Face, i-D ve Purple’ın erken dönemi gibi 90’larda doğmuş yayınlarla büyüdüm ve bu dergiler bugün bizim için hala oldukça ilham verici. En sevdiğiniz yazarlar ve kurgu karakterler kimler? ML: A.M. Homes, Katherine Boo, Salman Rushdie, Chad Harbach, Lionel Shriver, Arthur Rimbaud ve Sylvia Plath. DB: Her zaman en sevdiğim kitabın, Robert Musil’in Niteliksiz Adam’ı olduğunu söylerim, ama Virginia Woolf, Marguerite Duras ve Edmund White’ı da çok seviyorum. Favori karakterim de Niteliksiz

b o n S/S 201 4

b o n S/S 201 4

Adam’daki Ulrich. Kitabı okurken kendimi hem onunla özdeşleştirdim hem de o denli duygu yoksunu oluşundan dolayı irkildim. Bugüne dek röportaj yaptığınız insanlar arasında en ilham verici olan kimdi? ML: Bence röportaj yapmak aslında o kadar ilham verici değil. Sanırım ben konsantrasyon meselesini biraz fazla abartıyorum ve biraz gergin oluyorum. Sonrasında da röportajlarımı okumayı sevmiyorum. Başka insanların yaptığı röportajları okumak bana daha çok ilham veriyor. DB: Bir röportajı bitirdiğinde aydınlanmış hissetmekten bahsediyorsak, Humberto Leon ve Carol Lim derim. Öyle bir enerjileri vardı ki, hemen harekete geçip kendi şirketimi kurasım gelmişti. Peki, Bon için herhangi biriyle röportaj yapabiliyor olsanız bu kim olurdu? DB: Miuccia Prada ve Yves Saint Laurent. ML: Bence önemli olan, röportajı yapacak kişiyi ve portre fotoğrafçısını iyi seçmek. Vita Sackville West’in Susie Lau ile moda konuşmasını çok isterdim mesela. Bir keresinde de Adam Thirlwell’den Facehunter Yvan Rodic’in bir portresiyle ilgili bir yazı yazmasını istedim, ama ne yazık ki vakit ayıramadı. Varsayımlardan devam. 15-20 yıl önceki halleriniz bugün sizinle karşılaşsalar ne düşünürlerdi? ML: “Neden benim kıyafetlerimi giyiyor?” DB: Muhtemelen biraz sıkıcı olduğumu düşünürdü. Ama sanırım, eskiye göre daha iyi odaklanabildiğim, ilginç bir alanda çalıştığım ve Lonrda’da yaşıyor olduğum için sevinirdi. Sonra ben de ona, rahat olmasını, acele etmemesini ve daha sanatsal bir şeyler yapmasını salık verirdim. Londra ve Stockholm arasında sık seyahat ediyor musunuz? İki şehir arasında nasıl bir hayatınız var? DB: Prodüksiyon süreçlerinde ve belli periyotlarda seyahat ediyorum.

XOXO The Mag

Tüm görseller Bon Magazine’in izniyle

b o n S/S 201 4

NASTYA STEN, 18, model. White cotton sleeveless shirt 3.1 Phillip Lim.

m

DYLAN FOSKET, 20, model. White cotton sleeveless shirt 3.1 Phillip Lim, navy wool trousers, Acne Studios.


Black leather waistcoast Costume National, black leather bustier top Dion Lee, black latex underpants Tableaux Vivants, black over-the-knee socks American Apparel, black silk collar with ruffles New York Vintage.

Joe Grey rustic cotton and linen long coat Acne Studios, yellow cotton mix jacket (worn underneath) Paul Smith, white cotton shirt Paul Smith, dark cotton jeans Acne Studios.

Pierce Burgundy and mustard silk floral printed shirt Prada.

Tüm görseller Bon Magazine’in izniyle

Photography Tung Walsh | 2DM Styling Tamara Rothstein Model Cora Emmanuel | Premier Casting Etty Bellhouse | 10-4 Inc Hair Panos Papandrianos | CLM Make up Mel Arter | CLM Manicure Imarni | Saint Luke Photography assistant Daniel Ciufo Styling assistant Ana Kinsella

Green and brown cupro printed camouflage dress Yohji Yamamoto, grey nylon and silk mix sheer coat Max Mara, black poloneck, black and white silk shirt (worn under) Emilio de la Morena, mint green patent leather lace up boots Miu Miu, gold earrings, stylist’s own.

Black sequin embroidered waistcoat, black and blue chiffon long skirt, golden bracelet and ring Maison Martin Margiela.

Vintage blue denim jacket Lee, stylist’s own, dark green knitted dress with jewelled bra detail Prada, mint green patent leather lace up boots Miu Miu, gold earrings, stylist’s own.

m a i s o n m a rt i n m a rg i e l a

198

Black wool and mohair mix top, black wool and mohair mix hot pants, lilac sequin embroidered sleeves with pearls Maison Martin Margiela.

199

b o n s/s 201 4

sanki biraz röntgenci konumuna düşmüş oluyorsunuz. Ama işte paylaşmak da beni gerçekten çok rahatsız ediyor, düşüncesi bile bana kötü geliyor.

Stockholm’de bir dairede her zaman kalabileceğim bir odam var. İş dışında, Stockholm’e gitmemin en önemli sebebi de, arkadaşlarımı görebilmek, ama bugünlerde onları nadiren görebiliyorum. ML: Sanırım ben Daniel’a kıyasla daha sık yollara düşüyorum. İki şehri de çok seviyorum. Londra’da hayat müthiş bir hızda işliyor ve bu beni çok etkiliyor. Neyse ki bu hıza ayak uydurabiliyorum ve sükunetimi koruyabiliyorum. Stockholm, benim için de aile ve arkadaşlar anlamına geliyor, bu da daha fazla sükunet demek. Orada da vakit geçirmeyi seviyorum.

Biraz da ofisinizi konuşalım. Mesela, öğle yemeklerini ofiste kendiniz pişiriyormuşsunuz... DB: Londra ofisinde oldukça komünal bir hayatımız var. Her gün içimizden biri yemek yapıyor. Bazılarımız et ya da balık yemiyor, o yüzden genelde vejetaryen menüler tercih ediyoruz. Ottolenghi tarifleri sağolsun...

Peki İstanbul’a hiç yolunuz düştü mü? ML: Orhan Pamuk gibi yazarlar sayesinde sanki pek çok kez İstanbul’u ziyaret etmiş gibi hissediyorum ama aslında sadece bir kere gelebildim. Beş yıl önce sevgilim bana doğum günüm için İstanbul seyahati hediye etmişti. O zamandan beri hayatım inanılmaz yoğunlaştı ve tekrar gelmek için fırsat bulamadım ama yakın zamanda mutlaka geleceğim, bunun için can atıyorum. DB: Benim de sadece bir kez yolum düştü. Sanırım 20 yıl kadar önceydi... Tekrar gelmeyi çok isterim, eskiye göre çok daha modern, çok daha genç ve enerjik bir kent...

Bu röportajı bitirdiğimizde yapacağınız ilk şey ne olacak? DB: Sanırım öğle yemeği hazır olmak üzere, burnuma güzel kokular geliyor. Röportaj bitince, dışarıda güneşin altında yemek keyfi yapacağım. ML: Ben de Daniel’la yemek yedikten sonra Camden’a gidip, arkadaşım Noomi Rapace ile buluşacağım. Aklında yeni projesiyle ilgili harika fikirler var... Kapanışı Jean Cocteau’yla yapalım. “Yaptığınız işle ilgili aldığınız ilk eleştirileri dikkatlice dinleyin. Eleştirmenlerin işinizle ilgili neyi sevmediğini iyice anlamaya çalışın ve tam da onun üzerine gidin. Zira işinizin kayda değer ve korunmayı hak eden tek tarafı odur.” DB: Güzel lafmış. Sanırım kendi yazılarımı yazarken bu kurala uyuyorum. Eleştirileri gerçekten hiç dert etmiyorum, hatta bence en kötü senaryo hiç eleştiri alamamak olurdu. Yani kimse sizinle ilgili fikir beyan etmiyorsa, başarısız oldunuz demektir. ML: Teoride kulağa hoş geliyor ve ben de bu düsturla yazıyorum. Tıpkı Cocteau gibi benim de harika bir sanat zevkim var, özellikle orijinal ve çoğu insanı rahatsız edecek kadar yeni ve farklı olan işlerin değerini anlayabiliyorum. Yine de, pratikte iyi eleştirmenler olduğunu ve kreatif birinin o eleştirmenleri bulup, onları dikkatlice dinlemesi gerektiğini düşünüyorum. Hele ki genç ve tecrübesizse bu söylediğim daha da önemli.

Daniel, Twitter’da epey aktifsin. Bir tweet’inden alıntı: “Rüyamda Kate Moss’la Saint Laurent üzerine konuşuyorduk. Meğer İsveççe konuşabiliyormuş!” Ne konuştuğunuzu hatırlıyor musun? DB: Detayları tam hatırlamıyorum ama Saint Laurent’ın iyi taraflarını ve başarıya nasıl eriştiğini, Kate’in bu konuda ne düşündüğünü konuşuyorduk. Madelaine, senin sosyal medyayla aran nasıl? ML: Facebook ve Twitter gibi mecraları daha ziyade bir şeyler okumak ve görmek için kullanıyorum... Özel hayatımla ilgili detayları paylaşmak sanırım pek bana göre değil. Aslında bazen bu durumun sosyal medya platformlarıyla kullanıcılar arasındaki sözsüz anlaşmaya aykırı olduğunu düşünüyorum. Zira bir şeyler paylaşmadığınızda 141


command+p photographer serkan şedele/101 production stylist mahizer aytaş hair mehmet menteş make up gülüm erzincan/ysl ürünleriyle photo assistant erkan şedele/101 production model julia v/option mgmt tüm kıyafetler styliste ait.

print céline SS 2014



print chanel SS 2014



print prada SS 2014




print hussein chalayan SS 2014


print christian dior SS 2014



brıefs

A STEP AWAY FROM THEM yerleştiriyor ve ışığın görevini yerine getirip poz yaratmasını sağlıyor.

Borneo (Rose Hobart) #4, version 3, 2014 C-print on Kodak Endura Premier matte paper Print : 128,6 x 104,5 cm, Frame : 132,6 x 108,5 cm, Inv.# 15149

Materyaller benzer olduğunda dahi, modus operandi her baskıda eşsiz oluyor. Sergideki portrelerin çoğunda, Saunders’ın Robe Hobart ve Joseph Cornell’dan etkilenişi gözüküyor. Saunders, oyuncuların inişli çıkışlı kariyerlerinden ilham alan bir sanatçı. Alışılmış ikonikliklere kendi anlamlarını yüklemeye çalışıyor. “Yaşamlarını ve yaşadıkları zamanları gösteren bariz bir işaret ediş var, ama fotoğraflar şu an buradalar. Umarım değişken, spekülatif ve dolaysız hissettiriyorlardır.” sözleriyle de yaptığını açıklıyor. Sergi 10 Mayıs’ta sona eriyor, 10’dan geri sayım başladı, kaçırmamanızı öneriyoruz.

Back (Kitty Winn) #1, version 1, 2014, C-print on Kodak Endura Premier matte paper Print:125,7 x 103,5 cm, Frame: 129,7 x 107,5 cm, Inv. # 15158

Matt Saunders’ın Marian Goodman Paris’te bu zamana dek düzenlenen ikinci sergisi gösterime girdi. Resim ve fotoğrafı, araç anlamında birbirine bağlayan bu sergide, Saunders, enstalasyonlarıyla yeni bir form keşfediyor. Bir çeşit çeviri olarak tanımlanan bu yöntemde, baskılar doğrudan kamera aracılığıyla değil, yağlı boya, mürekkep ve keten gibi materyaller kullanılarak elde ediliyor. Renkli fotoğraflar ve farklı türdeki enstalasyonlar açısından, Matt Saunders için bir başlangıç olan serginin adı da, Frank O’Hara’nın bir şiirinden geliyor; A Step Away from Them. Saunders, fotoğrafik sürecin normal ilerleyiş yönünü terse çevirirken, önce, görselin negatifinin nasıl görüneceğini hayal ediyor. Daha sonra, resmi fotoğraf kağıdına

NIGHT TRIO Cildimiz yaza hazırlanırken ve normal ciltler hafif hafif karmaya doğru kayarken aromaterapinin Fransız temsilcisi Darphin'in üç gece savaşçısını hatırlamanın tam zamanıdır. Detoksla başlayalım ve nemlenerek devam edelim: 12 esansiyel yağın gücüyle cildi temizleyen Aromatic Purifying Balm'ı haftanın 3 gecesi tek başına uygulamanızı, geri kalan günlerde de programınıza anti-aging özelliği taşıyan, cilde enerji ve ışık veren Organic Tangerine Aromatic Care ve papatya, sandal ağacı, adaçayı ve lavanta ile kızarıklıkları giderip cildi yatıştıran Organic Chamomile Aromatic Care'i gece rutininize dönüşümlü olarak eklemenizi tavsiye ediyoruz. Bu test sürüşünden memnun ayrılacağınıza eminiz.

XOXO The Mag


WARHOL: JACKIE John F. Kennedy öldürüldüğünde, Andy Warhol, “Yakışıklı, genç ve akıllıydı ama umrumda olan şey ölmesi değildi, asıl umrumda olan; televizyon ve radyonun herkesi üzülmeye programlamasıydı.” sözleriyle hislerini tercüme etmişti. Bu yüzdendir ki, herkesin üzüntüsünden ziyade, yalnızca Jacqueline Kennedy’nin yüzüne odaklandı. Warhol, Jackie’nin medyada yayınlanan portrelerinden bir seri oluşturdu. Şimdiyse, o çalışmaların toplandığı ilk sergi açılıyor. 300’ü aşkın görselin yer aldığı Warhol: Jackie adlı sergi, New York’taki Blain Di Donna galeride gösteriliyor. Warhol ve Jackie, 17 Mayıs’a kadar sizi bekliyor.

GREAT PHOTOGRAPHERS AND DIOR Christian Dior, yıllar boyunca tasarımlarını objektifleri karşısında ağırlayan fotoğrafçıları Granville’deki müzesine misafir ediyor. Tahmininiz üzere listede Patrick Demarchelier, Cecil Beaton, Richard Avedon, Erwin Blumenfeld ve Irving Penn ilk sıralardan sesleniyor. 200 fotoğrafla 60 yıllık tasarım tarihini özetleyecek serginin görsellerinde Dior, Yves Saint Laurent, John Galliano, Raf Simons, ve Kris Van Assche, kreatif direktörü koltuklarından serginin konuğu oluyor. Bu arada Rizzoli’nin sergiyi kitaplaştırarak ölümsüzleştireceğini de belirtelim.

Andy Warhol, "Jackie," c. 1968. © 2014 The Andy Warhol Foundation for the Visual Arts, Inc. / Artists Rights Society (ARS), New York.

SANAT KAPLAMA Henzel Studio, halı tasarımlarında sanatçı ve tasarımcılarla işbirliği yapıyor. Bu işbirliklerinde Helmut Lang, Anselm Reyle, Richard Prince, Juergen Teller, Assume Vivid Astro Focus, Scott Campbell, Marilyn Minter ve Jack Piersen gibi isimler yer alıyor. Her bir halı, el dokumasıyla yapıldığı için 5 aylık bir üretim süreci gerektiriyor. Yani, bu işbirlikleri toplamda uzun soluklu bir projeyi oluşturuyor. Frieze New York Sanat Fuarı sırasında (9-12 Mayıs) tanıtılacak tasarımlar arasından Anselm Reyle ve Helmut Lang’inkiler de, Milano’da Temporary Museum for New Design’da sergilenecek.

Anselm Reyle, Untitled, 2012 153

Leo Gabin, Thirsty Thursday, 2013

Andy Warhol, "Jackie," 1964. © 2014 The Andy Warhol Foundation for the Visual Arts, Inc. / Artists Rights Society (ARS), New York.

AVAF, Ancient Visions Always Freeze, 2013

Andy Warhol, "Nine Jackies," 1964. © 2014 The Andy Warhol Foundation for the Visual Arts, Inc. / ARS, New York.


Nan Goldin Veiled, 2013 © Courtesy dell’artista

Nan Goldin Cupid Diptych, 2014, 76.2 x 101.6 cm © Courtesy dell’artista

brıefs

Veils, 2011–14, Chromogenic print, 45 x 53 inches (114.3 x 134.6 cm), Ed. of 3 © Nan Goldin

NAN GOLDIN’İN LOUVRE GÖZLÜĞÜ

Chimera, 2013, Chromogenic print, 27 5/8 x 40 1/4 inches (70.2 x 102.2 cm), Ed. of 3

Nan Goldin her Salı günü, Louvre Müzesi ziyarete kapalıyken, özel izinle Louvre koridorlarında geziniyordu. Louvre’daki tablolar ve heykellerde; çalışmalarında istikrarla konu edindiği cinsellik, şiddet, ümitsizlik ve haz temalarını arayan, onları kendi işleriyle ilişkilendiren Goldin, bu ilişki için “telepatik değişim” tanımı yapıyor. Salı gezintilerinden doğan bu telepati çocuklarıysa, Scopophilia başlığındaki projeyle, Roma’daki Gagosian Gallery’de gösteriliyor. 24 Mayıs’a kadar görebileceğiniz çalışmalarda, Louvre ve Goldin’in dünyalarını çarpıştırmaya hazırlanın.

DIPTYQUE SAYS HELLO

31 KİLO İstanbul ve Dortmund'ta gerçekleştirilecek 31 Kilo adlı projenin ilk bölümü, son birkaç yıldır kentsel dönüşüm hızının yoğun olduğu bir bölge olan Tophane'de daha önce ofis alanı olarak kullanılan fakat son bir yıldır da otel olmayı bekleyen The Space adı verilen bir mekanda gerçekleştirilecek. 31 Kilo, bir sergi değişim projesi olmasının yanı sıra aynı zamanda konuk sanatçı programı. 4 Alman sanatçı 4 Türk sanatçıyla birlikte çalışacak ve kültürel bağlar üzerinden mekanla kurulan diyalog ön plana çıkartılacak. Çoğu sergide

Beklenen oldu ve ambalaj tasarımını en az esansları kadar sevdiğimiz Diptyque, yüz ve vücut bakımına da bulaştı. İlhamını bitkisel ilaçlardan alan L'Art du Soin'un yüz bakımı, vücuttan biraz daha iddialı ve bizim favorilerimiz şöyle sıralanıyor: Damask gülü ve dokuz geleneksel bitki ve çiçekten oluşan, cildin doğal ışığını ortaya çıkaran Infused Facial Water, peeling olarak kullanıldığında minerallerle cildi derinlemesine temizleyen, maske olarak kullanıldığında denkleme kayısı çekirdeği yağını da ilave ederek cildi yenileyen Multi-Use Exfoliating Scrub ve pudralı yapısına su değdiğinde temizleyici bir kreme dönüşen, beyaz kil yüklü Radiance Boosting Powder.

enstalasyonlar, tamamlanmış bir sanat eseri olarak yer alır ve herhangi bir müdahalede bulunulmaz. 31 Kilo’nun sergi içeriği ise daha esnek bir yapıda olacak şekilde kurgulandı: İstanbul’da hazırlık süreciyle aynı anda başlayan sergileme süreci, ilk sergide yer alan işlerin ikinci sergidekilerle diyalog halinde olması ve mekan değişikliğinin sanatçıların yaratıcı süreçlerine etkisi. Bu grup etkinliğinde sanatçılar, bir küratör ekibi tarafından sadece belirlenmiş olmayacak, aynı zamanda işlerin ve yerleştirmelerin tartışıldığı ve sergi alanlarının mimari öğelerle ilişkisinin incelendiği bir paylaşım platformuna dahil olacaklar. Uygar Demoğlu, Sümer Sayın, Can Kurucu, Özgür Demirci, Daniel Burkhardt, Daniela Löbbert, Patrick Presch, David Kroell’in işlerinin yer aldığı 31 Kilo, 15 Mayıs’a kadar görülebilir.

XOXO The Mag


ÖÜ: Söylediğim gibi, internetten sanal olarak müze gezmek bazen gerçek bir müze gezmekten daha kolay ve verimli... Çünkü, eseri daha yakından görebilme imkanına sahip olup, yapıtla daha fazla zaman geçirebiliyor ve bilgi edinebiliyorsunuz. Online bir sanat platformunun izleyici için bir fırsat sunduğunu düşünüyorum.

XOXO ID ÖZLEM ÜNSAL & ŞEBNEM ALKIN artnivo.com’un Kurucuları artnivo.com’u kurmaya ne zaman karar verdiniz? Sektördeki hangi boşluğu doldurma misyonuyla ilerlediniz? ŞA: artnivo.com’u kurmaya bir buçuk yıl önce karar verdim. Amacım daha çok insanın çağdaş sanatla ilgilenmesi ve genç sanatçılara daha fazla görünürlük sağlamaktı. Ayrıca sanatla ilgilenmek isteyen ama vakitsizlik nedeniyle galeri gezemeyen kişilere de büyük bir kolaylık olacağını düşündüm. Daha sonra Özlem ile tanışınca bu proje adına birlikte çok daha nitelikli işler yapabileceğimizi gördük ve artnivo.com hayat buldu. ÖÜ: Büyümekte olan bir ekonomimiz var ve bu sanata olan ilgiyi de artırıyor, daha çok insan sanata ulaşmak, onu deneyimlemek istiyor, keza bugün ülkemizdeki sanatçı sayısı ve üretimlerinde de artış var. İstanbul'da zaman ayırıp tüm sergileri takip etmek ve sanatçılara ulaşmak pek çok sebepten zorken, Anadolu'nun pek çok şehrinde

Sanatçı ve ticaret arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsun? ŞA: Sanatçı ve ticaret arasındaki bağın, aracı kurum ve kişiler olduğunda hem sanatçı hem de koleksiyonerler için daha sağlıklı ilerlediğine inanıyorum... Bugün Damien Hirst, Anish Kapoor gibi birçok sanatçı, bir Rönesans ustası kadar sanatının inceliklerine hakim ve duyguya sahipken öte yandan da bir iş adamı gibi kariyerinin ve yapıtlarının piyasadaki konumunu planlıyor, ama bununla birlikte ticareti profesyonellere bırakıyor. Öte yandan sanatçının üretimine devam edebilmesi için eserlerinin satın alınması gerekiyor, artnivo.com olarak özellikle genç sanatçılar için böyle bir ortam yaratmayı hedefliyoruz. Seni işleriyle en çok heyecanlandıran sanatçılar kimler? ŞA: Online sanat platformu projesi henüz kafamdayken, bir gün Pera Müzesi'ni geziyordum ve Sinem Karaduman'ın işleriyle karşılaştım; 'If you're waiting a sign, this is it' adlı işini görünce çok heyecanlanmıştım... Şimdi bu iş artnivo.com'da yer alıyor.

gezilebilir hale getirdi. Sadece davet edilen galerilerin katılabildiği VIP Art Fair, galerilerin binlerce dolar ödeyerek yer alabildikleri bir online sanat fuarı ve on binlerce takipçisi var. Dolayısıyla yapıtlar da izleyici de teknoloji ve internetle uyumlu hale geldi diyebiliriz, bu durumu çabuk kanıksadık...

neredeyse imkansız... artnivo.com size nitelikli, seçilmiş eserleri, çağdaş sanata dair bilgileri, güncel sergileri kısacası bugünün çağdaş sanat dünyasında neler olup bittiğine dair her şeyi ulaşılabilir kılan online bir platform.

Bir eseri online deneyimlemenin gerçek hayatta deneyimlemek ile aynı şey olabileceğine inanıyor musun? ŞA: Sanat eseriyle aynı mekanda bulunmanın size verdiği deneyim şüphesiz ki ayrıcalıklı.... Bunun için biz de artnivo.com olarak pop-up projeler gerçekleştirerek takipçilerimize bu deneyimi yaşatmayı hedefliyoruz aslında.

Sizce internetin hayatımızda kapladığı yerin artması sanat algımızı nasıl şekillendirdi? ÖÜ: Bugün dünyada pek çok sanat yapıtı internete bağlı şekilleniyor; kimi zaman içeriği oluşturanın kendisi olan internet, kimi zaman da yapıtla ilişki kurmamıza, onu tanımamıza sebep oluyor... 2011'de Ayşe Erkmen, Rampa'da açtığı Kendi Kendine adlı sergisinde internetten kendi adını aratarak elde ettiği görsellerden bir iş yapmıştı. 'Google Art Project' ise dünyadaki yüzden fazla müzeyi ve koleksiyonlarındaki yapıtları sanal olarak

155

Son olarak XOXO’yu bir sanat eseri ile özdeşleştirecek olsaydın bu hangisi olurdu? ÖÜ: Magritte'in 'Bu bir pipo değildir' adlı işi geliyor aklıma... Görünen nesne ve nesnenin adını niteleyen kelimenin ilişkisidir sorgulanan; kimi zaman kelime daha çok şey ifade eder, kimi zaman nesne... Başka bir deyişle dil, kelimeler, neye göre neyi tanımlar? Ben bu noktada XOXO'yu bu yapıta benzetiyorum; belki de Magritte, günümüzde İstanbul'da yaşasaydı; XOXO'nun kapağını resmedip 'bu bir dergi değildir' deyip görünenden çok daha fazlasını ifade eden bir nesne olduğunu anlatacaktı... ŞA: artnivo.com’daki genç ve güçlü isimlerin işlerinden yapılacak bir kolaja benzetebilirim XOXO'yu; ritmik, yenilikçi, renkli, farklı, kapsayıcı...


brıefs

HERE TO STAY Hafif dozajlı yaz parfümleri birer ikişer podyuma çıkarken ağır toplara da şöyle bir dönüp yeniden bakmak gerek. Piyasaya çıktığında bugün Garance Doré'ler olarak adlandırabileceğimiz Parizyen ekibe heyecan dolu dakikalar yaşatan Chloé Signature parfüm klasik gülü, yarı saydam, oyunbaz, sıcak ve baştan çıkarıcı bir esansa dönüştürmüştü. Şişesi bir Chloé bluzunun kolundan ilham alarak yaratılan bu klasik, aynı anda hem ferah hem odunsu hem de tatlı olmayı başarıyor: Sıcak amber ve şık sedir ağacının esintisi, güle eşlik eden manolya ve vadi nilüferine karışıyor. altındaysa kesinlikle üretmiyoruz.

XOXO ID ELİF ŞENER Locomotees Kurucusu Locomotees f ikri nerden çıktı? Tasarım tişört yapmak hemen hemen her tasarımcının aklında olan bir projedir. Bizim de yıllardır hayata geçirmek istediğimiz bir işti. İş ve arkadaş çevremiz bunu yapmak için fazlasıyla uygundu. 2013 yılında artık zamanı geldi dedik ve kolları sıvadık. Locomotees illüstratör ve tasarımcı arkadaşlarımızın desteğiyle bundan bir sene önce İstanbul’da kuruldu.

Maalesef her güzel iş tişörte uyarlandığında güzel durmuyor. Bu sebepten ötürü defalarca baskı provaları yaptık. Sonunda elimizde birbirinden yetenekli çizerlerden oluşan iyi bir havuz oluştu. Yabancı çizerlerimizle de internetten bağlantıya geçtik. İspanyol çizerimiz Sergio Mora ve Endonezyalı illüstratörümüz ASTRI işlerini bize göndererek aramıza katıldılar. İsminizin ardında nasıl bir hikaye var? Aslına bakarsanız çevremiz tarafından en çok beğenilen isim Locomotees değildi ama bizi en çok heyecanlandıran o oldu. İçindeki basit kelime oyunu ve fonetik olarak kulağa hoş gelmesiyle markamızın ruhunu güzel yansıttığını düşünüyoruz. Sezon trendleri Locomotees’in neresinde duruyor? Sezon trendlerinden ziyade, daha çok tasarım ve illüstrasyon trendlerinden güç alıyoruz. Yeni tavırlı, farklı duran, tasarımcılarla işbirliği yapıyoruz. Koleksiyonlarımızı bu tasarımları birinci kalite kumaşla birleştirerek oluşturuyoruz. Locomotees yakın bir arkadaşınız olsa nasıl tanıtırdınız? Şımarık. Tasarım tişörtlerde olmazsa olmaz onu özellik nedir? Bizim tasarımlarımızda olmazsa olmazlarımız orijinallik, sadelik ve estetik. Bir tasarımın istediği kadar satış potansiyeli olsun, bizim estetik çıtamızın

Neden tişört? Tüm tasarımlarımızın gündelik hayatın içinde ve kolay erişilebilir olmasını istiyorduk. Tişört tüm bu taleplerimizi karşılıyor. Yaz kış demeden hemen hemen her gün giyilen bir şey. Bu şekilde tasarımlarımız da daha ön plana çıkmış oldu. Çizerlerinizi nasıl bir araya getirdiniz? Markayı oluştururken en dikkat ettiğimiz konulardan biri bu oldu. Pek çoğu arkadaşımız olsa da aralarından seçki yapmak çok zaman aldı.

XOXO The Mag

Son zamanlarda epey hip olan tasarım tişört akımını neye bağlıyorsunuz? Son senelerde pek çok üniversite güzel sanatlar fakültesi açmaya başladı. Bununla beraber yetişen yeni nesil de tasarımla tanıştı. Yetişen bu yeni nesilden önce, bir tekstil ülkesi olmamıza rağmen bugüne kadar neredeyse hiçbir Türk markası tasarıma gereken değeri vermiyordu. Hep yurt dışında benzerlerine rastladığımız, özgün olmayan ürünler üretiliyordu. İnsanlar artık bu ürünlere fazlasıyla doydu. Herkes yeni ve estetik değeri olan şeyleri giymek istiyor. Tasarım tişörtlerini beğendiğiniz başka isimler var mı? Türkiye’den Kalashnikov Monkey’yi beğeniyorum. Güzel bir konseptleri ve marka isimleri var. Yurtdışından da Vivienne Westwood’un Climate Revolution tişörtlerini çok beğeniyorum. Tasarımlarınıza nereden ulaşabiliriz? Tüm Locomotees tasarımlarına locomotees. com’dan, İstanbul Galata’da Halt, Building Store ve LunaPark Shop’tan, Beyoğlu’nda Leila Butik’ten, Akmerkez’de Fashion Side Out Pop Up Store’dan ulaşabilirsiniz. Ankara’da ise Cer Modern Shop ve Daft Art Tattoo And Designer Store’dayız. Yazla beraber Fransa’da Cannes, Türkiye’de Alaçatı ve Türkbükü’nde de olacağız.


DREAM SEQUENCE

Walton Ford, Rhyndacus, 2014, watercolor, gouache and ink on paper, 119 1/4 x 60 1/4 inches. Image courtesy of the artist and Paul Kasmin Gallery. Walton Ford, The Tigress, 2013, watercolor and gouache on paper, 60 x 120 inches, 152.4 x 304.8 cm. Image courtesy of the artist and Paul Kasmin Gallery.

Walton Ford, Windsor, May 1829, 2014, watercolor, gouache and ink on paper, 59 3/4 x 40 3/4 inches, 151.8 x 103.5 cm. Image courtesy of the artist and Paul Kasmin Gallery.

Bir inanışa göre, her dört yol ağzının kesiştiği yerde bir şeytan, ruhunu satın almak için seni bekler ve eğer onunla anlaşmayı kabul edersen sözleşmeyi dudaklarıyla mühürler. Hayal etmesi mümkün olan her şeyin var olduğuna inanan Sylwana Zybura da moda, fotoğraf, performans ve sanatın kesiştiği yolun tam ortasında duruyor. Ve kamerasının karşısında ağırladığı herkesi sürrealizm sınırlarına davet ediyor. Ortaya çıkan seriyle The Double Gold ve International Photography Awards’u kazanan Sylwana yaratımlarını Dream Sequence başlığı altında kitap haline getiriyor. Elinize aldığınızda siz de Sylwana’nın dört yol ağzına davetiyenizi edinmiş olacaksınız.

SOFT AND MATTE Bir rujun isminde duymak istediğimiz tüm kelimeler Clinique'in 6 farklı rengiyle karşımıza çıkan, dudakları yoğun ve mat bir renkle kaplarken aynı zamanda bakım yapan, yarattığı pürüzsüz görüntüyle sürmeyi ve sonrasında taşımayı kolaylaştıran, uzun süre kullanımdan sonra bile rengini korumakta zorlanmayan Long Last Soft Matte Lipstick koleksiyonunda buluşuyor. Koyu ve açık kırmızı, pembe, nude, mercan rengi ve magentadan biri sizin için.

WATERCOLORS Paul Kasmin Gallery, Walton Ford’un yeni resimlerinden oluşan sergiye ev sahipliği yapıyor. Watercolors adındaki sergide, Ford, geleneksel doğa resimlerinin tarihi yüzünü, sulu boya tekniğiyle keşfetmeye devam ediyor. Aelian’ın De Natura Animalium’da kaleme aldığı bir açıklamadan ilham alarak çizdiği ‘Rhyndacus’, eski çağlarda Phrygia’da (şimdi Türkiye) yaşadığı söylenen bir yılanı portreliyor. ‘The Graf Zeppelin’ çalışmasında ise, Ford, ABD’ye getirilen ilk dişi goril olan Susie’nin hikayesini resmediyor. 21 Haziran’a kadar sürecek olan sergiyi ziyaret etme fırsatı yakalayamazsanız, Ford’un çalışmalarına, Taschen’den yayınlanan monografiyle yakınlaşabilirsiniz.

157


brıefs XOXO ID CEMRE NARIN & BEGÜM ATAKAN İçindekiler Yazarları Yemek kitabı fikri nasıl gelişti? CN: Bundan yaklaşık iki sene önce izleyici olarak katıldığım bir konferansta Ferran Adria’nın bir konuşmasına tanık oldum. İki metre ötemde, o heyecanlı heyecanlı paylaşımın önemini anlatırken bir anda İçindekiler’in formatı geldi aklıma. Ardından Begüm’le bir yazım için turşu üzerine röportaj yaptık. Begüm’le tarzımız, damak tadımız, kimyamız tutuyordu. Ona aklımdaki kitabı birlikte yapar mıyız diye sorduğumda hiç tereddüt etmeden kabul etti ve hemen işe koyulduk. İki kişi kitap yazma süreci zorlu oldu mu, aranızdaki anlaşmazlıkları nasıl çözdünüz? BA: Yemeğe karşı çok benzer bir yaklaşımımızın olması işimizi kolaylaştırdı ve karakterlerimizin farklı özellikleri birbirini tamamladı. Örneğin, tarif geliştirirken ben daha programlı, daha metodolojik hareket etmeyi seviyorum, Cemre daha spontane, daha deneysel yaklaşıyor. Kitabın adının ardındaki hikaye ne? CN: Malzemeye dikkat çeken bir yemek kitabı olsun diye yola çıktık. İyi yemeğin en önemli şartı iyi malzeme sonuçta. Günümüzde maalesef içinde neler olduğunu bilmediğimiz birçok yiyecek tüketiliyor. “İçindekiler” hem muhteviyat anlamıyla hem de malzeme listesi anlamıyla bize doğru bir isim gibi geldi.

İçindekiler, diğer yemek kitaplarından nasıl ayrılıyor? BA: Genelde öğün bazında olur kitaplar; çorbalar, ana yemekler, tatlılar gibi. Biz bu ayrımı indekse taşıdık ama kitabı malzeme bazında tuttuk. Sonra, görselliği ve dili net, kafa karıştırmıyor, işi uzatmıyor. Başka bir farklılık: Tarife başlamadan önce yapılması gereken ön hazırlıkları malzemelerin yanına komut olarak koyduk. Tariflere gelince, malzemenin özüne sadık kalmak şartıyla, her birinde ufak tefek de olsa yenilikler var diyebiliriz. Kitaptaki favori tarifiniz hangisi? BA: Dana kaburga. CN: Seçmesi çok zor ama limon piyaz sanki.

Özellikle favoriniz olan bir mutfak var mı? CN: Peru sanırım, bizden de Antakya. BA: Kore. Asla yemem dediğiniz bir yemek? CN: Amazon karıncası bile yedim. BA: Hiçbir şeye alerjik değilim. Tabağı bitireceğim diye iddia etmiyorum ama her şeyin tadına bakarım. Vazgeçemediğiniz bir tabak? BA: Bol ekşili, iyi soslanmış, dolu dolu bir yeşil salata. Ve turşu! CN: Bol yeşillikli bir salata. Tam kıvamında pişmiş ızgara balık.

Yemek malzemelerini alırken özellikle tercih ettiğiniz bir yer var mı? BA: Bomonti organik pazarına ve Kastamonu pazarına gidiyoruz hafta sonları. Mahallemizdeki Safran, Gaia gibi yöresel ürün satan dükkanlardan alışveriş yapıyoruz. Nişantaşı’ndaki Narin Kasap, balık için Balık Ev, sakatat için Pangaltı’daki Gökçe. Guilty pleasure’ınız olan yemekler hangileri? BA: Tatbak’ın kaymaklı tel kadayıfı. CN: Häagen Dazs kahveli dondurma. Şehir hayatının tam ortasında olup her gün kaliteli yemek yapmak nasıl mümkün? BA: İyi malzeme ararken biraz efor sarf etmek gerekiyor tabii... CN: Hazır yemek tüketmemek önemli ama. Kurabiye yiyeceksek, oturur yaparız, içindeki tereyağını da çikolatayı da biliriz neymiş, ne değilmiş. İstanbul içerisinde vazgeçemediğiniz lezzet durakları nereleri? BA&CN: İlk akla gelenler Kantin, balık için Kıyı, Galata’da Kiva Han, Tatbak, dondurma için Girandola, butik pastane Arnavutköy’deki Muskat, sabah poğaçası için mahalle fırınımız Peleki. RAF IV

LET THE CAT OUT OF THE BOTTLE Mathilde Laurent, kışkırtıcı çiçek esansları yaratmak konusunda usta bir parfümör. Gardenya ve animalik misk etrafında dans eden Cartier La Panthère, arşivlerdeki birçok önemli detaya göndermede bulunurken (panterin bu marka için ne kadar önemli olduğunu hatırlamak isteyenler Jeanne Toussaint ve mücevher koleksiyonunu Google'layabilir) aynı Touissant gibi hayatını dolu dolu yaşayan, özgür kadınlardan da dem vuruyor. Baiser Volé'den sonra şişe tasarımıyla bizleri kendine bir kere daha hayran bırakan parfümün yüzü, kısık gözleri ve umarsız seksapeliyle nam salmış Teksaslı Erin Wasson.

Adidas’ın üç çizgisine müptela olanlar, Raf Simons ve adidas Originals koleksiyonunda şüpheye düşebilirler. Zira Simons, İlkbahar-Yaz 2014 koleksiyonunda adidas Originals için kendi çizgisini ön plana çıkarıyor. Stan Smith tasarımının geri döndüğü bu sezonda, yeni Simons ayaklarının canlı renkler ve keskin yapılarla, klasik görüntülere tekme attığı da doğru…

XOXO The Mag


MICHELLE RIDES FOR LOUIS V. Geçtiğimiz sezon işbirliklerine başlayan Louis Vuitton ve Michelle Williams kimyalarının tuttuğuna karar verip yeni sezonda da ilişkilerini devam ettirme kararı alıyor. Nicolas Ghesquière ile temiz bir sayfa açan marka tazeliğini kampanya görsellerine de taşıyor ve Michelle à la Française tarzıyla mahmur bakışlarını objektife yöneltiyor. Neşeli olma işini de Louis Vuitton’un renklerine ve kreatif direktörüne emanet ediyor.

BAILEY’S STARDUST Ünlü portrelerinde sanatsal enflasyona sebebiyet veren David Bailey, film, moda, edebiyat ve sanat dünyasından objektifinde topladıklarını –sağ baştan Kate Moss, Jean Shrimpton, The Rolling Stones, Damien Hirst ve Francis Bacon buradayız diyor- bir retrospektifle National Portrait Gallery’de topluyor. 50 yıllık kariyerinde henüz sona yaklaşmaktan çok uzakta olan fotoğrafçının sergisi kontrastı odağına alarak anonim isimleri de tarihin göze çarpan sayfalarına ekliyor. Doğu Afrika, Papua Yeni Gine, Avustralya ve Delhi olarak coğrafi odalara ayırdığı sergisi 250’nin üzerinde fotoğrafa ev sahipliği yapıyor.

LET'S SHAVE Bıyık ve sakal gibi aksesuarlardan ufak ufak sıkılmaya başlamışken İtalya'nın eski ve şık berberlerinden ilham alarak hazırlanan keyifli bir koleksiyon radarımıza takıldı. Acqua di Parma Collezione Barbiere, küçük ritüellerin lüksünden yola çıkıyor ve 'tıraş seti'ne yepyeni bir kimlik kazandırıyor. Cildi tıraşa hazırlayan bakım ürünleri, yepyeni bir tıraş yağı, hiyalüronik asit yönünden zengin bir yüz kremi ve göz bakım kremi, koleksiyondaki yerini alıyor. Küçük, fonksiyonel ve son derece şık ambalajlarıyla bu berberin setindeki her parça, seyahate çıkmaya hazır.

159


the sun is out realization an original idea by CO photographer bedia günaydın stylist müjde metin hair ibrahim alan/no. 21 make up serkan parmaksızoğlu models reka & joao/option mgmt

üst balenciaga/beymen gözlük italia independent


gömlek beymen collection gözlük persol


gömlek ralph lauren/brandroom kravat louis vuitton kolye sabrina dehoff/shopi go gözlük rvs


gömlek cos ceket acne/harvey nichols gözlük balenciaga


üst argande gömlek equipment/brandroom gözlük ray ban


JOAO gömlek carven/shopi go ceket our legacy/shopi go gözlük thom browne REKA gömlek alexander wang/beymen elbise o’2nd/shopi go gözlük


gĂśmlek maison martin margiela/harvey nichols kazak zadig&voltaire gĂśzlĂźk retro super future/shopi go


gömlek ralph lauren/harvey nichols ceket dusan/harvey nichols gözlük chanel


MUSIC

REVIEWS

SZA

John Frusciante

The Afghan Whigs

Kendrick Lamar, Schoolboy Q ve Jay Rock gibi isimlerin oluşturduğu Top Dawg tayfasının deyim yerindeyse çiçeği olan tek kadın üyesi SZA, bir süredir merakla beklediğimiz albümünü nihayet çıkarmış bulunuyor. SZA’nın rap kıyılarına uğrayan buğulu vokallerinin, son dönemlerde karşılaşabileceğiniz en iddialı beat’lerle süslendiği albümün favori parçaları ise Shakespeare esintileri taşıyan ‘Childs Play’ ve SZA’ya Kendrick Lamar’ın eşlik ettiği ‘Babylon’ olarak gösterilebilir.

John Frusciante’nin akıl sağlığını bozup, RHCP’dan 1992 yılında ayrılmasıyla başlayan solo kariyeri, artık 11 albümden oluşan bir efsaneye dönüşmüş bulunuyor. Bu efsanenin her döneminde ayrı bir kimlikle karşımıza çıkmış olan Frusciante, Enclosure’da halihazırda zorlamakta olduğu gitar çalım sınırlarını, breakbeat ve synthpop’a kadar dayandırmış. Elektronik yoğunluğu ağır basan albüm, içinden bir Hendrix senfonisi çıkabilecek ‘Fanfare’ gibi parçaları da bünyesinde barındırıyor.

Grunge ruhundan nasibini alan Sub Pop gruplarından biri olan The Afghan Whigs, yıllar içinde yaşadığı kadro değişimleri her ne kadar kafa karıştırmış olsa da, yoluna devam ediyor. 16 yıllık aradan sonra enerjisini yeni albüm Do to the Beast’te birleştiren grup, elinde bulundurduğu karanlığı hem yumuşak hem de sert tarafa çekmeyi başarmış. Albümden çıkan ilk single ‘Algiers’ ile bu düşünceyi kolayca pekiştirebilir ve ardından ‘Matamoros’ ile yolculuğunuza devam edebilirsiniz.

The Flaming Lips

Slint

Johnny Cash

Klasik ve saykodelik rock ile bağlarının oldukça kuvvetli olduğunu bildiğimiz The Flaming Lips, Pink Floyd için sergilediği ikinci saygı duruşunda bu defa Darkside of the Moon albümüyle senkronize bir şekilde dinlenebilen bir nevi ses enstalasyonu ortaya çıkarmış. 43 dakikadan oluşan tek bir parça halinde dinleyebildiğimiz albüm, 1973 tarihli Pink Floyd albümünün işlediği atmosferi benzer bir tavır ile dinleyiciye sunarak azılı Floyd hayranlarının arşivlerindeki yerini fazlasıyla hak ediyor.

Günümüzde modern rock ve alt kollarının oluşumuna sebep veren yegane gruplardan olan Slint, ortaya çıktığı doksanlı yılların başında bile pek iyi anlaşılmamış, öte yandan, birçok gruba ilham kaynağı olmuş ve tarihin tozlu sayfalarına gömülmek üzereyken, yıllar sonra verdikleri turne haberiyle yüreklere su serpmişti. Slint’ten haberi olmayan post-rock ve indie severlerin başucu kitabı muamelesi yapmasında fayda olan albüm Spiderland ise 23. yaşını bir re-mastered versiyon ile kutluyor.

2003 yılında hayatını kaybeden country efsanesi Johnny Cash’in, 1981-1983 yılları arasında kaydettiği ve oğlu John Carter Cash tarafından 2012 yılında gün yüzüne çıkarılan demo parçalardan oluşan albümü Out Among The Stars, nihayet raflardaki yerini aldı. Tommy Collins, Waylon Jennings ve Richard Dobson gibi country duayenlerinin yorumlarının da miksaj aşamasında Cash’in sesiyle bir araya getirildiği albüm, efsanenin devam ettiğinin açık bir kanıtı.

Z Top Dawg Entertainment (LP)

Flaming Side of the Moon Self Release (LP)

Enclosure Record Collection (LP)

Spiderland (Reissue) Touch and Go (LP)

XOXO The Mag

Do to the Beast Sub Pop (LP)

Out Among the Stars Columbia/Legacy (LP)


Manchester Orchestra

Thee Silver Mt. Zion Memorial Orchestra

Coldplay

Hang On To Each Other Constellation (EP)

Midnight (Giorgio Moroder Remix) Parlophone Records (single)

Post rock’ın memleket meselesi olduğu ülkelerden biri olan Kanada’nın bağrından kopan Thee Silver Mt. Zion Orchestra, kendilerinden pek beklenmeyen radikal bir hareketle disko ve EDM tarafına sıçradıkları yeni plakları Hang On To Each Other’ı görücüye çıkardı. Grubun gitarları ve akustik enstrümanları bir kenara bırakarak drum machine’ler ve synthesizer’ları devreye soktuğu EP, dinleyicileri duman makineleri ve pembe lazerlerin istila ettiği alternative bir evrene davet ediyor.

Ghost Stories ismini verdikleri altıncı stüdyo albümlerini yayınlamaya hazırlanan Coldplay, ‘Magic’ ve ‘Midnight’ single’ları ile ortalığı ısıtmaktayken, kendilerine farklı bir koldan destek de ‘The Father Of Disco’ lakaplı prodüktör Giorgio Moroder’dan geldi. Yaptığı remix ile albümün ilk single’ı ‘Midnight’ı oldukça farklı bir hale getiren Moroder, Coldplay’in donuk ve gökyüzü temalı atmosferini alıp, patenti kendine ait disko dokunuşlarıyla sekiz dakikayı aşan bir dinleme keyfi oluşturuyor.

Vanessa Elisha

Eels

Kaiser Chiefs

Avustralya’nın first lady’si değil belki ama singer/songwriter geleneğinin en taze isimlerinden biri olan Vanessa Elisha, bu yıl karşımıza sıkça çıkacak, hazır olabilirsiniz. Bu çıkışlardan en yenisi de kendini hemşerisi olan prodüktör GXNXVS’ye emanet ettiği Midnight Swim. Hafif bir groove, duygusal bir his bütünlüğü ve meleksi vokaller ile gece yarılarınızı biraz daha karartacak bu şarkıya temkinli yaklaşın lütfen.

Doksanların ortasında bir alternatif rock grubu olarak doğan Eels, zaman içinde grubun beyni Mark Oliver Everett’in naif hikayelerini anlattığı tek kişilik bir orkestra halini aldı. Everett’in dünyasını daha yakından deneyimleyebilme şansını bize veren albüm, John Lennon’ın ilk solo çıkışını yaptığı albümü John Lennon/Plastic Ono Band’den de büyük izler taşımakta. Akustik ve minimal bir havanın hakim olduğu albümün ağır topları ise ‘Agatha Chang’ ve ‘Mistakes Of My Youth’.

Çıkardıkları her albümde dinleyiciyle diyalog kurabilen gruplardan olan Kaiser Chiefs, iki senelik bir aranın ardından yeniden tüm enerjisiyle gündemimize oturuyor. Chiefs’in yeni davulcuları Vijay Mistry ile kaydettikleri bu ilk albümün mutfak kısmı ise Gnarls Barkley, Adele ve My Morning Jacket işleriyle de tanıdığımız Ben H. Allen III ve Michael Brauer’a ait. Grup, uzun süredir kullandığı formülden vazgeçmemiş olsa da, albümdeki samimiyeti ile yine gönlümüzü almayı başarıyor.

Cope Loma Vista / Republic Records (LP)

Indie rock etiketi taşıyan günümüz gruplarında kendinizi etiketin rock kısmını ararken buluyorsanız, Manchester Orchestra’yla tanışmanız için hala geç değil. Georgia çıkışlı ekip, solist Andy Hull’ın folk’a yatkın gırtlağını, yüksek tuşeli enstrümanlarla bir araya getirerek kendi özgün formülünü bulabilmiş. Bir önceki albümleri Simple Math ile dinleyicilerinin beklentilerini yükselten Manchester Orchestra, yeni albümleri Cope’ta da hayal kırıklığına uğratmıyor.

Midnight Swim (Produced by GXNXVS) Self-Released (single)

The Cautionary Tales of Mark Oliver Everett Vagrant Records (LP)

169

Education, Education, Education & War Fiction Records (LP)


MUSIC

REVIEWS

Thee Oh Sees

Ratking

Duck Sauce

Yikes, Coachwhips, Pink and Brown ve The Hospitals gibi gürültüye yakın sularda gezen projeleriyle tanıdığımız John Dwyer’ın yine bir proje olarak ortaya çıkardığı, ardından da günümüz garaj rock’ının önemli temsilcileri arasında gösterilmeye başlanan Thee Oh Sees, saykodelik havanın dozunu giderek arttırıyor. Rengarenk kapağıyla gözlerimizi alan Drop albümü; sıcak tonlu gitarlarla iç içe geçmiş dağınık davulların iyi bir birleşimi. ‘The Lens’ ve ‘Encrypted Bounce’ parçalarına dikkat.

New York menşeli rap çetesi Ratking, ‘So Sick Stories’ isimli single’lıyla gümbür gümbür gelmekte olduğunun sinyallerini vermişti. Doksanlı yılların Harlem, New York rap üslubunun bir nevi geri dönüşü olarak değerlendirebileceğimiz albümleri So It Goes’u ince bir şekilde işleyen grup, eski usül ve drum machine odaklı rap severler için bir umut ışığı olabilir. Albümün öne çıkan ‘Protein’ ve ‘Snow Beach’ isimli parçalarına göz atmakta fayda var.

Birçoğumuzun, dillere pelesenk olan hit’leri ‘Barbra Streisand’ sayesinde tanıştığı, Armand Van Helden ve A-Trak’ten oluşan ikili Duck Sauce, uzun süredir merakla beklenen albümleri Quack ile dans pistinin uzmanları olduklarını bir kez daha kanıtlıyor. İkili her ne kadar eğlenceli ve renkli bir imaj çiziyor olsa da, kulaklığınızı taktığınız an prodüksiyonun ciddiyeti ile karşılaşıyorsunuz. Albümün incileri ise ‘It’s You’, ‘Anyway’ ve ‘NRG’ olarak gösterilebilir.

Sunny Day Real Estate

Kelis

Broods

Bu sene altıncısı gerçekleşen Record Store Day için kaydedilen parçalardan biri de Seattle çıkışlı emo-rock mucitleri Sunny Day Real Estate’e ait. Doksanlı yıllara damgasını vuran grubun, bas gitaristleri Nate Mendel’in Foo Fighters’a transferinden beri yaptığı ilk kayıt olan ‘Lipton Witch’, grubun karakterini oluşturan melodik gitarların ve Jeremy Enigk’in puslu vokallerinin özlediğimiz bir örneği. Grunge ruhunu ve kırık kalpli müzisyenlerini özlediyseniz ‘Lipton Witch’ sizi bekliyor.

Televizyonda yemek programı yapmak gibi ilginç bir kariyer kulvarına yönelen Kelis, mutfak kültürüyle kurduğu ilişkiyi, beklenen altıncı stüdyo albümü Food’da da açıkça sergiliyor. ‘Breakfast’, ‘Biscuits n’ Gravy’ gibi pek tesadüf olmayan şarkı isimleriyle dikkat çeken albümün bir diğer özelliği de bağımsız bir plak şirketi olan Ninja Tune’dan çıkmış olması. Klasik R&B ve soul çizgilerine yakın duran albümün prodüktörü ise Foals ve Liars gibi isimlerle de çalışmış olan Dave Sitek.

‘Bridges’, ‘Pretty Thing’ ve ‘Never Gonna Change’ parçaları sayesinde kendileriyle tanıştığımız Caleb ve Georgia Nott kardeşlerden oluşan Broods, günümüzde popülaritesini yeniden kazanmakta olan synth-pop akımının iyi bir örneği ile yeniden bizlerle. Melankolinin huzur ile bir araya gelişinin başarılı bir örneği olan EP’nin prodüksiyon koltuğunda ise Yeni Zelanda’nın yükselişini sürdüren yıldızlarından Lorde’un ‘Pure Heroine’inden de tanıdığımız Joel Little’a rastlıyoruz.

Drop Castle Face (LP)

Lipton Witch Sub Pop (single)

So It Goes XL (LP)

Quack Fool’s Gold (LP)

Food Ninja Tune (LP)

Broods Polydor (EP)

XOXO The Mag


IAMNOBODI

Flosstradamus

Tourist

Artık her köşesini, sokağını, barını, galerisini, Türk’ünü, Alman’ını ezbere bildiğimiz Berlin’e bir de IAMNOBODI’nin gözünden bakmak isterseniz işte size eşsiz bir fırsat. Yeri, zamanı, bugünü, yarını belli olmayan prodüktör, en son çalışması Snapshots From Berlin’i, Berlin sokaklarında çekilen farklı polaroid fotoğraflarla hazırladığı 250 özel kapakla yayınladı. Görsel doygunluğu yaşadıktan sonra beat’lere kulak verdiğiniz de ise suratınızın kenarlarında olan organlarınıza inanamayacaksınız. IAMNOBODI, sınıfın en iyi isimlerinden bir tanesi olduğunu yine kanıtladı.

Chicago’lu hoodie boyz’lar Flosstradamus, Bauuer tipi trap geleneğini en ateşli şekilde devam ettiren müzisyenlerin başında geliyor. İkilinin kendini konumlandırdığı müzikal ve kültürel yere baktığınızda ise Colorado’da her yıl düzenlenen, illegal maddelerin legal kutlaması ‘4/20 haftasına’ ithafen yeni bir EP yayınlamasına şaşırmıyor olmanız gerekir. Young Thung’un ‘Stoner’ remix’i ve Flosstradamus’un ‘Rollup’a Baauer’in kattığı yorumu dinlemek için bile edinmek gerekir bu sert dans çalışmasını.

Geçtiğimiz sene yayınladığı ‘Stay’ ve ‘Together’ single’larıyla büyük bir patlama yapan İngiliz prodüktör Tourist, 2014’ü de boş geçirmeyeceğini ‘Patterns’ EP’si ile gösterdi. Yine minimalist bassline’ları, girift davul kalıpları yerli yerinde olan Tourist’in prodüksiyonlarına, bu ufak albüme ismini veren parça ‘Patterns’ta Lianne La Havas’ın konuk vokali de eklenince ortaya gerçekten amacı aşan bir çalışma çıkmış. Elektronik müziğin yeni yüzü daha çok gülümseyecek gibi duruyor.

ZHU

Prince

Bruce Springsteen

Elektronik dans müziğin geldiği son noktadan siz de bizim gibi memnunsanız, memnuniyetinizi birkaç kat artıracak bir isimle tanıştırmak isteriz sizi; ZHU. California’nın son yıllarda alternatif elektronik müzik alanında yaptığı sıçramanın en yeni isimlerinden biri olan ZHU, bildiğimiz, tanıdığımız house’u o kadar güzel bir şekilde dönüştürmüş ki artık bu değişime ayak uydurmak için dans hareketlerinizi mi güncellersiniz, oturup dans etmeyi mi öğrenirsiniz siz karar verin.

Prince bu yıl yayınlanacak son albümü öncesi acımasız bir şekilde yeni şarkılarını paylaşma konusunda ısrar ediyorsa, biz de her ay yeni bir Prince şarkısını size duyurmakta aynı ısrarcılığı göstermekten çekinmiyoruz. Geçtiğimiz günlerde paylaştığı ‘the Breakdown’, funk kral(içe)ınızdan beklediğiniz hareketlilikte değil belki ama çok güçlü bir duygu barındırıyor. Hem eski referanslarını, hem de son birkaç ay içinde paylaştığı yeni işlerini bir arada düşündüğümüzde, beklediğimize değecek bir Prince’le karlışacağız.

Son olarak 18 numaralı stüdyo albümü High Hopes ile karşımıza çıkmış olan patron lakaplı Bruce Springsteen, albüm için kaydettiği ancak albüme dahil olmayan parçalardan üçünü, Record Store Day için bir araya getiriyor ve ortaya American Beauty çıkıyor. Davul kayıtlarında Guns N’ Roses’dan da tanıdığımız Josh Freese’in bulunduğu EP, ‘Mary Mary’ ve ‘Hurry Up Sundown’ gibi aşk parçalarının yanı sıra, Springsteen’in politik yüzünü gösterdiği ‘Hey Blue Eyes’ ile de dikkat çekiyor.

Snapshots From Berlin Jakarta Records (LP)

Nightday Mind of a Genius (EP)

Wake & Bake Hdygrlz (EP)

Patterns Method Records (EP)

The Breakdown Warner Bros. (single)

171

American Beauty Columbia (EP)


GAMES

hazırlayan emre doğan

Cyberpunk’s Not Dead Indie olan bir çok şeyi seviyorum, ama en çok Indie oyunları seviyorum. Hele de crowdfunding işini kotarabilmiş olanları. Dex işte tam böyle bir oyun. Praglı geliştiriciler bu oyunu yapmaya oturmuşlar, ancak maalesef 2012’de paraları bitmiş. Kickstarter üzerinden 14 bin sterlin yardım talep etmişler, sadece iki hafta içinde 30 bin sterlinin üzerinde bir meblağ toplamışlar. Ortada dolaşan oyun görüntüleri ise yardımda bulunanlara çoktan “helali hoş olsun” dedirtmiş. Crowdfunding işinin en mühim yanı sanılanın aksine elde edilen para değil, daha ürününüz/oyununuz piyasaya çıkmadan onu sahiplenecek, sizin için reklamını yapacak bir hayran kitlesi oluşturuyor olmanız. Dex, cyperpunk temalı, yandan görmeli (2D) bir Action-RPG oyunu. Şöyle tarif edeyim: Blade Runner atmosferini düşünün, oynanışı biraz Final Fight gibi ama oyun mekaniği

Sevimli Hayalet Ronan

olarak aslında Baldur’s Gate misali klasik bir RPG’ye yakın duruyor. Grafikler 2D, düşük bütçe göz önüne alındığında nefis. Karakterinizi sessiz bir suikastçıya, bir hacker’a ya da dümdüz bir tetikçiye evirebilirsiniz. Görevler ve çözümleri doğrusallıktan mümkün olduğunca uzak tutulmuş. Yan görevler olmazsa olmaz, para kazanmak ve karakteri geliştirmek için buradalar. Oyunda bazı cihazlara müdahale edebilmek için kendine has bir hacking mekanizması eklenmiş. Hatırlayalım, Fallout 3’te bazı kapıları açmak için terminale bağlanıp kelime bulmaya çalışıyorduk. Dex’in de eğlenceli bir konseptle geleceğine inanıyorum. Öte yandan tüm diyaloglar olmasa da (Bethesda ürünü değil, Indie oyun bu, aklınızdan çıkarmayın) önemli diyaloglar profesyonel aktörlerce seslendirilmiş. Özetle Dex çok iyi görünüyor, kesinlikle denemeye değer. Dex [PC, Mac, Linux]

Şimdi eğri oturalım doğru konuşalım. 4-5 tane vasat oyun geliştiren Airtight’ın kodladığı, Japon oyun dünyasının devlerinden Square Enix’in yapımcılığını üstlendiği bir ürün gelirse ben ona şüpheyle yaklaşırım. Japonlukla ilgili bir problemim yok aksine pek severim, ama dijital oyunlarda Japon anlayışı bambaşka bir şey ve ben Street Fighter’dan sonrasını pek sevemedim. Ancak Square Enix işin PR kısmına çokça para yatırmış belli ki, çünkü herkes bu oyunu konuşuyor. Doğaüstü bir film noir atmosferi kulağa oldukça zorlama gelse de, MSS’in ruh haline en uygun tanımlama olabilir. Massachusetts’in fiyakalı dedektiflerinden Ronan O’Connor bir katil tarafından hunharca öldürülür. Öldüğü için olayı çözemeyen Ronan arafta kalır, ruhu şad olamaz. O da hayalet haliyle olayı çözmeye, adaletin

yerini bulması için çalışmaya koyulur. Bir yandan kanını yerde koymamaya çabalarken, öte yandan da cehennemden gelen zebanilere karşı da savaşması ve dünyada kalmaya devam etmesi gerekmektedir. Neticede, olayı çözmek için soruşturma yürütmesi gereken Ronan’ın yardımına, yeni edindiği hayaletlik güçleri yetişiyor. Oyundaki diğer karakterleri ele geçirerek diyaloglara müdahil olabiliyoruz, yine aynı şekilde süregelen soruşturmanın belgelerine ve dedektiflerin notlarına erişebiliyoruz. Anladığım kadarıyla oyun bir miktar doğrusal ilerliyor. Neyi ne sırayla yapacağımız az çok belli. Grafikler de bana sorarsanız biraz zayıf. Bunun temel nedeni ilk release’i 2006’da yapılan Unreal Engine 3 kullanıyor olmaları olabilir. Ben Murdered: Soul Suspect’e biraz mesafeli yaklaşmayı uygun buluyorum. L.A. Noire’ı çok beğenenler deneyebilir, belki memnun kalırlar.

Murdered: Soul Suspect [PS, Xbox, PC]

XOXO The Mag


Klavyenin Ucundaki Şehir

Nasyonel Sosyalist Robotlar

2014’ün en çok beklenilen, hakkında en çok konuşulan oyunlarından biri Watch Dogs. Oyun endüstrisinin en zengin markalarından Ubisoft’un Montreal bölümünün eseri. Assassin’s Creed’lerin yaratıcısı olan ekip, open world mekanikleri konusunda oldukça tecrübe sahibi. Paldır küldür olay çıkarmak yerine sessizliği, işkence etmek yerine kulak kabartmayı ve amacına ulaşmak için saksıyı çalıştırmayı teşvik eden bir oyunla yine karşımızdalar.

Yaşı yetmeyen okuyucuların hafızalarını tazeleyelim. İkinci dünya savaşı ve Nazilik teması etrafına inşa edilen Wolfenstein aslında epey eski bir oyun. İlki 1981’de piyasaya çıktı ve tabii ki şu ankiyle hiç bir alakası yoktu. 1992’ye kadar yine bir takım “ilkel” oyunlar yapıldıktan sonra 2001’de id Software (Doom serisinin geliştiricileri) ve Activision oyunun haklarını satın aldı ve bazı FPS denemeleri yaptılar. 2003’de çıkan Enemy Territory’yi değil ama 2001’de çıkan Return to Castle Wolfenstein ve 2009’deki remake’ini oynama fırsatı buldum. Vasatın epey üzerinde, başarılı denebilecek FPS örnekleriydi. Bu oyunların bazılarında doğa üstü bileşenler (Nazi hayaletler vb.) eklemek suretiyle değişik bir tat yakalamak isteyen oyun tasarımcılarını sevsek mi dövsek mi bilemiyorum.

Watch Dogs alternatif bir Chicago yorumunda geçiyor. Tüm şehir “akıllı” hale getirilmiş ve CtOS denen dev bir işletim sisteminin kontrolünde. Trafik ışıklarından tutun da tüm vatandaşların kişisel bilgilerine kadar aklınıza gelen herşey CtOS tarafından yönetiliyor. Bu da, işini bilen hacker’ların ciddi bir problem haline gelmesine neden oluyor. Karakterimiz Aiden Pierce da işinin ehli bir hacker. Yoldan geçenlerin cep

telefonlarına login olup banka hesaplarını da çalıyor, daha büyük işlere de bulaşıyor. Silahlarla da arası iyi. Öte yandan boruları patlatarak, otomatik kapıları kontrol ederek ve sokak lambalarını söndürerek çatışmalarda avantajlı hale geçebiliyor. Hikayeye uzun uzun girmiyorum, ama sürükleyici olduğu aşikar. Görüntüler tek kelimeyle harika. Hele de PS4 veya XBox One ile oynarsanız gerçekten müthiş bir deneyim vadediyor. Menüler ve oyun ekranındaki bileşenler oldukça kibar. Ana hikayeyi yaklaşık 35-40 saatlik bir sürede bitirebiliyoruz, ama ilginç multiplayer modları da var. Bunların bazıları asenkron; yani aynı anda değil sırayla oynuyor ve rakibin telefonuna backdoor virüsü falan yerleştirip onun bilgilerini ele geçirmeye çalışıyoruz. Büyük oyunları sevenlerin kaçırmaması gereken en önemli oyunlardan. Kesinlikle tavsiye edilir.

Değişik tat konusunda bu sefer

Watch Dogs [PS, Xbox, PC]

kantarın topuzu kaçmış gibi görünüyor. Zira önceki oyundan tanış olduğumuz kahramanımız William “B.J.” Blazkowicz akıl hastanesine yatıyor, yıllar sonra kendine geliyor ve bir de ne görsün: Nazi Almanya’sı İkinci Dünya Savaşı’nı kazandıktan sonra onu durduracak bir güç olmadığı için hepten semirmiş, dünyayı neredeyse ele geçirmiş ve bütün parasını askeri teknolojiye yatırarak robotik bazı birimleri de yanına katmış. “Senin görevin Blazkowicz, eğer kabul edersen, tüm dünyayı dize getiren ve ultra-teknolojik orduya sahip bu süper gücü tek başına dize getirmek.” Peki, teşekkür ederim. Oyunun önemli eksiklerinden bir tanesi multiplayer. Nedense gerek görmemişler. Onun dışında grafikler insanı yeni konsol aldığına sevindirecek cinsten. Toparlamak gerekirse ne eski Wolfenstein gazilerini, ne de yeni nesil FPS tutkunlarını sevinçten havalara uçuracak bir oyundan bahsedemiyoruz.

Wolfenstein: The New Order [PS, Xbox, PC]

173


SET UP

Yasemİn Aral

Pastel Pastalar

Yasemin Aral, French Culinary Institute’ta eğitim aldıktan sonra, Claridge’s ve Harrods gibi yerlerde çalıştı, şimdiyse yaklaşık bir buçuk sene evvel kurduğu bir pastanesi var. Bebek’te minimal bir enerji yayan Pastel adlı dükkanında, pasta, tart, cookie ve çikolata namına tatlı lezzetler hazırlıyor. Biz, pastacılıkta herhalde hiç stres yoktur diye düşünürken; Yasemin, bir Cumartesi sabahı saat 5’te çalışmaya başladığını ve akşam 11’de çıktığını söylüyor… Hiç yoktan This Book Has No Title’dan bir pasaj hatırlıyoruz: Saat 3:32. Saat 3:33 olup pişirmeyi bitirmem için sadece bir malzemeye ihtiyacım kaldı. Hangi pastayı tercih edersiniz, AM veya PM? hazırlayan müjde metin fotoğraflar özkan önal

XOXO The Mag


soldan sağa: 1. Yuvarlak kurabiye kesme seti 2-3-4. Farklı ölçülerde dondurma kaşıkları 5. Kalp kurabiye kesme seti 6. Yuvarlak pasta altlığı 7. Venedik, Murano çay tabağı 8. Dikdörtgen pasta altlığı 9. Vanilya çubuk 10. Kare kurabiye kesme seti 11. Dondurma kaşığı 12. Kahve çekirdeği 13-14. Pastacılık süsleri 15. Cetvel 16. Düz palet bıçağı 17. Eğimli palet bıçağı 18. Aşçı önlüğü 19. Vanilyalı kurabiye 20. Yaprak jelatin 21. Silikon yuvarlak kalıp 22. Çırpma teli 23. Robot coup blender ucu 24. Spatula 25. Pastel İstanbul takeaway poşeti 26. Valrhona, Ivoire damla çikolata 27. Çikolata dekor 28. Yıldız duy çeşitleri 29. Gitar kurabiye kesici 30-31. Pastacılık süsleri 32. Kurutulmuş menekşe 33. Pastel popcorn ve granola 34. Kitap 35. Çikolata spatulası 36-37. Pastacılık fırçaları 175


Locations Where You Can Find Us...

40 360 290SQM 7GR ALL SPORTS ANJEL ARTNEXT ARZU KAPROL AŞŞK CAFÉ BABYLON BACKHAUS BADEHANE BAHAR KORÇAN BALKON BALTAZAR BAYLAN BEBEK KAHVE BEJ CAFÉ BEYMEN BLENDER BRASSERIE BLOOM BREAD & BUTTER BRUNO’S BUTİK BUKA CAFÉ FİRUZ CAFÉ NERO CAHİDE CASİTA ÇELLO CEZAYİR ÇOKÇOK THAI COOK SHOP CORVUS WINE & BITE COS CREMERIA MILANO CUBA BAR İSTANBUL CULINARY INSTITUTE CUPPA CAFÉ DA MARIO RISTORANTE & PIZZERIA DAI PERA DELICATESSEN DELIRIUM DEM CAFÉ DEN CAFÉ DERIN DESIGN DIVAN DIVANE DIZZIA CAFÉ ECE AKSOY EGERAN GALERİ ESMOD FAKÜLTE AJANS FERAHFEZA FLAVIO FOUR SEASONS BOSPHORUS GALATA NO:5 GALATA BRASSERIA GALERİ ZİLBERMAN GALERİST GARAJİSTANBUL GATE GEZİ İSTANBUL GÖLGE CAFÉ GRAM GROOVE GÜNSELİ TÜRKAY H&M HABİTAT HAPPILY EVER AFTER HARDAL HARVARD CAFÉ HATİCE GÖKÇE HELVETİA HILLSIDE CITY CLUB HOME ROOM HÜNKAR İSTANBUL MODA AKADEMİSİ JAMIE’S JOURNEY JUNO KAFİKA KAHVE ALTI KAKTÜS KAHVESİ KANTİN KARABATAK CAFÉ KARE ART GALLERY KASABIM KİKİ KIRINTI KOBİ KOMODOR KÖŞE BRASSERIE KULİNATA KULP LA BRISE LABISTANBUL LAUNDROMAT LAZY BUTİK LE PAIN QUOTIDIEN LEB-İ DERYA LEBLON LOKAL ASMALI LOKANTA MAYA LOMOGRAPHY GALLERY STORE LUCCA LULU’S LUSH HOTEL MAHALLE MAMA SHELTER MANGERIE MANO BURGER MASA MAVRA MESTA METİN GÜRSOY PR MIDNIGHT EXPRESS MIDPOINT MISS PIZZA MIXER ARTS MOMO MONO CAFÉ MSA MUHİT MÜNFERİT NAR PERA NESPRESSO NON GALERİ OKAFE OPS CAFÉ OPUS 3A OTTO PANDORA KİTAPEVİ PARISTEXAS PATİKA KİTAPEVİ PI ARTWORKS PICANTE PİLEVNELİ PROJECT PİLOT GALERİ PİOLA PLİEE POINT HOTEL POP-UP CAFÉ PROPAGANDA QUE TAL RAFİNERİ REASÜRANS GALERİ ROBİNSON CRUSOE ROOK SALOMANJE SALT BISTRO SARI LAZZARO TRATTORIA PIZZERIA SANAT GALERİSİ SELFESTATE SİMAY BÜLBÜL ŞİMDİ/NOW SİMURG KİTAPEVİ SMYRNA SNTRL DÜKKAN SODA SOSA SUGAR CAFÉ SUSAM CAFÉ SUSHI EXPRESS SUSHICO TABE KIYAMET TAKKUNYA TAPS THE HOUSE APART THE HOUSE CAFÉ THE HOUSE HOTEL TOUCHDOWN TRIBECA UGLY ULUS29 UNTER URBAN VOGUE W ISTANBUL WE WHITE MILL XFLATS YILDIRIM ÖZDEMİR ZANZİBAR ZENCEFİL

Also, you can ask for us at cool hair salons and innovative art galleries! XOXO The Mag




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.