XOXO The Mag/June 2014

Page 1

043 FASHIONMUSICARTDESIGN

HAZİRAN 2014 ÜCRETSİZDİR

SELMA ERGEÇ (96) BENICIO DEL TORO (12) JO MALONE (16) LITTLE DRAGON (24) THE TALKS (48) JACQUES POLGE (64) ANTONIO BERARDI & SOPHIA NEOPHITOU (74) LIBERTÉ, EGALITÉ, FRATERNITÉ (120)






cover guest selma ergeç photographer emre doğru

İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@xoxothemag.net Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Editörler Aslı Arduman, Serap Gecü, Gazali Görüryılmaz, Ayşecan İpek, Aslin Kumdagezer, Müjde Metin İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Melahat Çakır Katkıda Bulunanlar Hakan Adil, Tuğba Ansen, Matteo Carcelli, Orhan Cem Çetin, Sarp Dakni, Emre Doğru, Hülya Ertaş, Bedia Günaydın, Metin Gürsoy, Elif Kamışlı, Alexander Kokoskeriya, Ersin Koray, Özkan Önal, Alican Öyke, Beren Özel, Nando Salvà, Murat Süyür, Didem Şenol Tiryakioğlu, Erman Ata Uncu, Aslı Yazan Reklam cihan@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye, Sertifika No: 12055 XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.

NURTANESİ SK. NO: 34 YILDIZ BEŞİKTAŞ İstanbul T:+902122590669 XOXO The Mag


Makyaj: Le Teint Touche Éclat shade B20 / shade BR60, Touche Éclat N°2 / N°6, Blush Radiance N°10 / N°1, Pure Chromatics N°19 / N°12, Dessin du Regard Haute Tenue N°1, Mascara Volume Effet Faux Cils N°1, Rouge Pur Couture Vernis à Lèvres Glossy Stain N°35 / N°39, La Laque Couture N°22 / N°25

yslbeauty.com

TOUCHE ÉCLAT

BİR DOKUNUŞTA 8 SAATLİK GÜZELLİK UYKUSU ETKİSİ Mucizevi aydınlatıcı TOUCHE ÉCLAT her fırça dokunuşunda koyu halkaları gizler ve ciltteki ışığı şekillendirerek aydınlık bir görünüm kazandırır. Yorgunluk karşıtı eşsiz bir kompleks ile zenginleştirilen formülü, sadece bir tık ile cilde mükemmel nem dengesi, kapatıcılık ve ışıltı sunar. IŞIĞIN EFENDİSİ YVES SAINT LAURENT.


CONTENTS

INTERVIEW 12... Benicio Del Toro Her Anlamda Daha Yakışıklı

COVER

röportaj nando salvà

96... Selma Ergeç

16... Jo Malone An Original Idea by Jo röportaj ayşecan ipek

40... Laura van den Berg

ART & DESIGN

MUSIC

20... Elmas Deniz

24... Little Dragon

Tüketim Alanlarını Görebilmek

Sürekli & Önyargısız

röportaj müjde metin

röportaj ersin koray

48... Johannes Bonke & Sven Schumann

28... Cem Sorguç

54... Sharon Van Etten

Talk the Talk

38... Fargo

Şeytan İşinden Hazzetmek

Yaz Günlerinde Aşk

röportaj serap gecü

Bu Hayalet Yaşıyor!

röportaj hülya ertaş

röportaj beren özel

44... Sebastiaan Straatsma

FASHION

Chez la Grande Maison de

80... Fümeleme Sırları

Jaeger-LeCoultre

Meşe mi? Kiraz mı?

Pop Kültür Mitolojisi ya da Toz

74... The Duo

röportaj müjde metin

yazı didem şenol tiryakioğlu

Toplayıcılar

Antonio Berardi & Sophia Neophitou

röportaj aslin kumdagezer

röportaj aslin kumdagezer

60... Emma Thompson

88... Death Race 2000

Kadın Olmak Zor Zanaat

‘Frankeştayn’ın Carsploitation

röportaj nando salvà

Distopyası

Inspired by ‘Noir’ röportaj aslı arduman

MORE

yazı erman ata uncu

56... Stéphane Belmont

70... Nazım Hikmet Richard Dikbaş

120... Liberté, Egalité, Fraternité

Azza-man

photographer hakan adil

64... Jacques Polge

röportaj elif kamışlı

stylist alex kokoskeriya

Güllerin İçinden

117... The Pharmacist

röportaj cihan şerbetcioğlu

hazırlayan ayşecan ipek

138... On the Road

yazı sarp dakni

photographer emre doğru

84... Dechen Thurman

stylist tuğba ansen

Maverick Yogi röportaj metin gürsoy

114... We Are From LA On the Fun Side röportaj serap gecü



Keith Haring, A Pile of Crowns for Jean-Michel Basquiat, 1988, Collection Keith Haring Foundation, Acrylic on canvas 304,8 x 304,8 cm. © Keith Haring Foundation

no edito

p.s. i love this city

OLGA ŞERBETCİOĞLU


loft.com.tr


loft.com.tr



INTERVIEW/cınema

BENICIO DEL TORO

Her Anlamda Daha Yakışıklı Benicio Del Toro kariyeri boyunca, sonunda bir şekilde kült olacak karakterleri seçmek konusunda özel bir yetenek sergiledi. The Usual Suspects’in soyguncularından Fenster ya da Hunter S. Thompson’ın romanından uyarlanan Fear and Loathing in Las Vegas’ın Samoalı avukatı Dr. Gonzo ve tabii Steven Soderbergh’in 4 buçuk saatlik Che filminde büründüğü devrimci lider Ernesto Guevara... İlk gösterimi geçen yıl Cannes’da yapılan ve geçtiğimiz ay ülkemizde de gösterime giren Jimmy P.’deki rolü ise rahatlıkla bu renkli karakterler galerisi içinde yer alabilecek nitelikte. Fransız yönetmen Arnaud Desplechin, etnoloji ve psikanaliz uzmanı Georges Devereux’nün yazılarına dayanan yeni filminde, Devereux’nün, 1940’larda II. Dünya Savaşı’ndan korkunç baş ağrıları, kısmi körlük ve şizofreni ataklarına sebep olan bir travma sonrası stres bozukluğu ile dönen Kızılderili Jimmy Picard ile ilişkisini ele alıyor. Picard rolündeki Del Toro ise, bir yandan geçmişiyle, bir yandan kendi biyolojik durumuyla baş etmeye çalışan ve sonunda kendini kabullenmeyi öğrenen bir adamın etkileyici portresini çiziyor. röportaj nando salvà fotoğraf ryan pierse/getty images entertainment/getty images turkey

XOXO The Mag


Jimmy P., M3 Film

Filmlerinizdekinden çok daha uzun boylu görünüyorsunuz. Bunu biliyor muydunuz? Evet, birçok kişi söyledi daha önce. Komik bir şey. Kameranın önüne geçtiğim zaman kambur durmak gibi kötü bir alışkanlığım var herhalde, ya da belki basketbol oynadığım yıllara dayanıyor. O zamanlar takımdaki en kısa oyuncu olduğumun fazlasıyla farkındaydım ve belki şimdi uzun olmama rağmen kısa biri gibi davranıyorumdur.

çocuklar seni taciz edecektir muhtemelen, fakat bu ne kadar zor görünse de çevrendeki insanların saygısını kazanmak için ne gerekiyorsa yapman gerekir. Amerikan yerlileri için durum daha karmaşık tabii, çünkü onlar herkesten önce sınıftaydılar. Özellikle kariyerinizin başlangıcında çoğunlukla uyuşturucu tacirlerini, suçluları ya da genel olarak kötü karakterleri oynamak üzere teklifler alıyordunuz. Bundan şikayetçi misiniz? İşler böyle yürüyor. Şimdi çok şey değişmiş gibi davranıyoruz ama değişmedi aslında. Mesleğe başladığımdan bu yana bende çok şey değişti. Daha şişmanım, ama aynı zamanda daha yakışıklıyım ve inanmak istiyorum ki şimdi daha iyi bir aktörüm. Ama gerçek şu ki, bana teklif edilen rollerde etnik kimlik hala temel bir etken olmaya devam ediyor.

Porto Riko doğumlusunuz. Jimmy P.’de bir Amerikan yerlisini oynamanız teklif edildiğinde ilk ne düşündünüz? İlk düşüncem, “Neden ben?” oldu. Yani, gerçekten bir Amerikan yerlisi bu rolü mükemmel oynayabilirdi diye düşünüyorum, belki benden de iyi... Ayrıca Kızılderili olmayan biri bir Kızılderili’yi oynadığında ABD’de ne tür tartışmalar doğduğunu da gayet iyi biliyorum. Ama sonuçta sinema bir iş ve görünüşe bakılırsa, kariyerim ve tanınmışlığım göz önünde bulundurulduğunda benim kadroda bulunmam filmi çekmek için para bulunmasını kolaylaştıran bir etkendi.

Fiziksel görünümünüzün oyuncu olarak sizi sınırlandırdığını düşünüyor musunuz? Hayır, tam aksine... Şimdi tipimi düşünüyorum da kendimi bu konuda şanslı hissediyorum. Geçmişte bir kurt adamı, Meksikalı bir polisi, Franky Four Fingers adında bir gangsteri, Che Guevara’yı oynadım ve şimdi de psikolojik sorunları olan bir Kızılderili’yi oynuyorum. Dolayısıyla sanırım şikayet edebilecek durumda değilim.

Aktör olarak nasıl bir sorumluluk hissediyorsunuz? Farklı insan gruplarını temsil eden bir karakteri canlandıracağım zaman ve özellikle de başlangıçta o kadar iyi tanımadığım grupları perdeye yansıtmaya çalıştığımda, gerçekten, kendimi sorumlu hissediyorum. Bunu yapabilme fırsatına sahip olmak bir şans ve ben de bu bakımdan şanslıyım çünkü bir kültürü tanıma fırsatı buluyorum. Bir Porto Rikolu olarak burada bir Amerikan yerlisini oynuyorum. Tabii ki yerli Porto Rikolular hakkında bildiğim şeyler var ve yerlilerin Amerika’daki tarihi hakkında da, ama şimdi onları biraz daha iyi tanıyorum.

Oyunculuğa nasıl başladınız? Bir düşüneyim... Porto Riko’daki çocukluğum sorunluydu. Çok huzursuz ve gergin bir çocuktum, sanırım annem hep hasta olduğu içindir. Ben dokuz yaşındayken Hepatit’ten öldü. Bu gerçekten çok yaralayıcı bir kayıptı. Hayatınız boyunca o acı iyileşmiyor. İlk gençlik yıllarımı Pennsylvania’da çok sıkı bir okulda geçirdim ve üniversiteye gitme zamanım geldiğinde ise şimdi açıklayamayacağım bir sebepten ekonomi okumayı tercih ettim. Ama tabii ki bana göre değildi. 19 yaşında tiyatro dersleri almaya karar verdim. İlk dersin ilk birkaç dakikasında geleceğimin orada olduğunu anladım. Rol yapmanın benim için ne kadar doğal bir şey olduğunu hissettim, hayatta yapacağım en mantıklı şeydi adeta.

Bir Latin Amerikalı olduğunuzdan yabancı olmanın nasıl bir şey olduğunu yakından bilirsiniz. Bunun, Jimmy Picard ile bağ kurabilmenize faydası oldu mu? Evet, kesinlikle. Hayatım boyunca azınlık olmanın, üstten bakılmanın ne demek olduğunu öğrenme şansım oldu. Okuldaki en kısa boylu çocuk olmak gibi bir şeydir bu. Sınıftaki en uzun boylu, en güçlü 13


Jimmy P., M3 Film

Aileniz buna nasıl tepki verdi? Babam için kolay değildi. Porto Riko’da doğru düzgün bir film kültürü yoktur, orada aile içindeki isyancı bile olsanız aklınızdan film yapmak geçmez. Müzikle ya da boksla uğraşabilirsiniz ama kimse film yapmayı düşünmez. Babam eğitimime yatırdığı paranın bana takım elbiseli, kravatlı, saygın bir hayat sağlayacağını düşünüyordu ama ben o parayı oyunculuk okuluna gitmek için kullandım. Bunu keşfettiğinde çok mutsuz oldu. Bazı dönemler yıllarca birbirimizle konuşmadık ama neyse ki artık bunları geride bıraktık. License to Kill’de bir Bond kötüsünü oynamıştınız. İlk rollerinizden biri olan bu karakteri şimdi nasıl hatırlıyorsunuz? O filmi tesadüfen yeniden seyrettim ve inanamadım. Ne kadar farklı, ne kadar zayıf görünüyorum, bambaşka biriyim. O anda oyunculuk kariyerinin seyircinin gözleri önünde değişmek anlamına geldiğini anladım. Yani bir anlamda yaşadığım yılları yaptığım filmlerle işaretliyorum. Başka bir deyişle yaptığım filmler benim hayatım. Bugüne kadar aldığınız en iyi tavsiye neydi? Excess Baggage’ı (1997) çektiğimiz sırada Christopher Walken’dan gelmişti sanırım. Şöyle demişti bana: “Eğer bir sahnede ne yapacağını bilmiyorsan en iyisi hiçbir şey yapmamaktır.” O zamandan beri bu tavsiyeyi elimden geldiğince sık uyguluyorum. Oyuncular perdede hiçbir şey yapmadan durarak daha fazla zaman geçirmeli. Fear and Loathing in Las Vegas’ta Dr. Gonzo’yu oynadıktan sonra kimsenin size rol vermek istemediği doğru mu? Doğru. O zaman Hunter S. Thompson, bu karakteri oynamaya karar verirsem bir süre oyuncu olarak iş bulamayacağım konusunda beni uyarmıştı ve çok haklıydı. Filmin gişedeki başarısızlığından sonra iki yıl iş bulamadım. Belki de insanlar canlandırdığım karakter gibi biri olduğumu düşündü: Ayyaş, uyuşturucu bağımlısı, pis bir yağ torbası... Peki Traffic filmindeki performansınızla kazandığınız Oscar’dan sonra hayatınız değişti mi? Oscar almak iş açısından çok faydalı oldu. Oyuncu olarak kaderime yön vermeye başlamama fırsat verdi. O ödül olmasaydı kariyerimin en

iddialı projelerinde yer alabilmem çok daha zor olurdu, ki benim için en önemlileri onlardır. Oynadığınız rollerin içinde kaybolmanızla ünlüsünüz. Gerçekten böyle misiniz? Buna nasıl cevap vereceğimi bilmiyorum. Bir film çekerken adeta kısa mesafe koşusundayım. Yani, 10 haftalık bir çekimse 7 gün 24 saat o filme konsantre oluyorum. Oyuncu olarak sürekli bunu yapabilmek mümkün değil ama o karakterin içinde kalmak istiyorum. Setteyken, filmi çekerken filme konsantre olabileceğimi biliyorum. Ama bunun da bir sonu var, yani yaptığınızı toparlamanız gereken bir süre... Zil çalana kadar elinizden gelenin en iyisini yapıyorsunuz. Çekiminiz olmadığı zamanlarda ne yapıyorsunuz? Hatırlamakta zorlanıyorum, çünkü son zamanlarda epey yoğun çalıştım. Beni rahatlatan şeylerden biri müzik; hem rahatlatıyor hem de harekete geçiriyor. Müzik iyi bir uyarıcı. Biraz okuyorum, belki başka filmler seyrediyorum. Setten çıkıp bulunduğum yeri keşfetmek iyi geliyor. Her zaman çekim yaptığınız yerle ilgili öğrenmek ya da görmek istedikleriniz oluyor. Mesela İspanya’daysam müzeye giderim. Ama dediğim gibi çok yoğun çalışıyordum. Neredeyse iki yıldır sadece iş, iş, iş. Kızımla zaman geçirebilmek ve seyahat edebilmek isterdim. Onunla birlikte doğada biraz zaman geçirmeye çalışacağım. Örneğin yapmak istediklerimden birisi rahatlamak için balık tutmak. Kendini bırakmanın iyi bir yolu bence bu. Yaşlandıkça daha gençken hiç ilgimi çekmeyen şeylerde huzur bulmaya başladım. Bunca yıl sonra daha iyi bir aktör olduğunuzu söyleyebilir misiniz? Evet, söyleyebilirim. Che’nin çekimleri sırasında daha iyi bir aktör olduğumu hissettim. Canlandırdığım karakterleri iç gözlem yapmak ve kendimi keşfetmek için bir fırsat olarak görmeyi öğrendim. Jimmy P.’yi çekerken de bunu yapmak için bolca fırsat buldum. Karanlık yönlerimin farkına varmaktan korkmuyorum artık. Yani, sanırım benim de karanlık bir tarafım var. Etrafındakileri küçümseyen, istismar eden, insanlara saygısızlık eden ya da yalan söyleyenlerle karşılaştığımda ortaya çıkıyor. Ama herhalde bu herkes için geçerlidir, öyle değil mi?

XOXO The Mag



INTERVIEW/beauty

JO MALONE

An Original Idea by Jo Klasik bej ve siyahla başladığı parfüm kariyerine, tutkulu kırmızıya bürünmüş yeni niş markasıyla devam eden Jo Malone, yalın formüllerini yazarken önce kendinin sonra da yaratıcılığının sınırlarını zorluyor. Mangoya bir tutam oud fırlatmaktan ya da 10 parfümden oluşan seçici koleksiyonunda iki farklı portakal yorumuna birden yer vermekten çekinmeyen Malone, GREAT Yaratıcılık Festivali’ne İngiltere’nin beyaz gülleri ve bir adet boya fırçasıyla katıldı. röportaj ayşecan ipek fotoğraf özkan önal

XOXO The Mag


Bu aralar yeni bir parfüm üzerinde çalışıyor musunuz? Üzerimdeki elbiseyi Londra sokaklarında yürürken bir butiğin vitrininde gördüm. Yeni parfümüm, bu elbiseyi esansa dönüştürecek. Henüz bitmedi, denemelere devam ediyorum. Bu renklerden çok etkilendim ama tahmin edilebilir bir şeyin peşinde değilim, mavi ve yeşil bir elbiseden yola çıkıp klasik bir ‘marine’ akoru yaratmak istemiyorum.

Kişisel tapınağınızdan, mutfağınızdan başlamak istiyoruz. Jo Malone orada yaratıldı, üç yaşındaki yeni markanız Jo Loves’ın ilk adımları da mutfağınızda atıldı. Birlikte küçük bir geziye çıkalım mı? Zevkle! Parfümden sonraki en büyük tutkumun yemek yapmak olduğunu söyleyebilirim. Doğramayı, rendelemeyi, karıştırmayı, bir yemeği farklı malzemelerle kişiselleştirmeyi çok seviyorum. Mutfağıma girer girmez bir şefinkini aratmayacak aletler ve aksesuarlarla karşılaşırsınız. Bıçaklarım çok iddialıdır! Londra yakınlarında, üç katlı bir sahil evinde oturuyorum. Mutfağım küçücük ve evimin geri kalanı gibi bembeyaz. Duvarlardan birinde yine hepsi bembeyaz olmak üzere porselenler duruyor, o duvara bayılıyorum.

Yaratım süreciniz sizin seçtiğiniz bir hikaye ya da ham maddeyle mi başlıyor? Asla. Ben hiçbir şey yapmıyorum, onlar beni buluyor. Kafamızın içinde her zaman birkaç güzel fikir, birkaç olası proje biriktiriyoruz ama hepsini gerçekleştirmiyoruz. En güzel parfümlerimi şans eseri yarattığımı tabii ki söyleyemem ama planlı programlı bir yaratıcılık bana göre değil.

Düzen sizin için önemli bir kelime olmalı. Jo Loves’ın Elizabeth Street üzerindeki, kırmızı ve siyah üzerine inşa edilmiş butiği de ‘her şeyi yerli yerinde seven’ bir kadının ipuçlarını veriyor. Düzen benim için çok önemli, evet. Böyle söyleyince aklınıza despot bir kadın gelmesin. Dağıtmaktan da en az toplamak kadar keyif alıyorum. En dağınık olduğum zaman bile her şeyin kendi içinde bir düzeni olmasını sağlarım, aradığım ufak bir objeyi o karmaşanın içinde çabucak bulabilirim. Sanırım buna özellikle dikkat ediyorum.

Bir röportajınızda “Her şeyi kokuyla görürüm ve hissederim.” demişsiniz. Bu, disleksiyle baş etme yolu olarak çocukluğunuzda geliştirdiğiniz bir çözüm olabilir mi? Muhtemelen. Çocukken sağımı solumdan ayıramıyordum, okuyamıyordum ve yazamıyordum. O sırada disleksi nedir bilmediğim için bende adını koyamadığım bir tuhaflık olduğunu düşünmüştüm. Koku duyusu, kocaman bir kanvas üzerinde benim fırçam haline geldi ve onu bir iletişim aracı olarak kullanmaya karar verdim, hala da öyle yapıyorum.

İlk butiğiniz için seçtiğiniz Elizabeth Street’in sizin için özel bir anlamı var, öyle değil mi? 16 yaşında bir kızken ilk işimi o sokakta bulmuş, bir çiçekçide çalışmıştım. Bugün hala mekandan buram buram yükselen sümbülteber, zambak, frezya ve gül kokularını anımsarım. Yere düşen yeşil saplar, kese kağıdıyla birleştiğinde ortaya merak uyandırıcı bir esans çıkıyordu, o tazeliğin burnuma takıldığını hatırlıyorum… 30 sene sonra hayat beni yine aynı yere getirdi.

Seneler boyunca imzanızı taşıyan her parfümün kendine ait bir kıyafet yönetmeliği olduğu hissine kapıldım. Örneğin, beyaz gömlek hemen yeşil ve serin notaları hatırlatır, vetiver gibi… Siz de böyle eşleştirmeler yapıyor musunuz? Siz bana beyaz gömlek der demez Pomelo’yu düşündüm. Pembe greyfurtu, deri ve vetiverle kombinlediğim bir koku. Green Orange & Coriander’ı da beyaz gömleğin gevrekliğine, tazeliğine yakıştırabilirim. Üstelik favorilerimden birine, meşe yosununa ev sahipliği yapıyor. Parfüm sürerken bu tip eşleştirmeler yapmaktan büyük keyif alıyorum. Smokin giyilen bir davette Pomelo’nun üzerine bir tutam şıklık ve gizem, örneğin gardenya serpiştirmek isterim. Parfümlerimi yaratırken ise her kuraldan, kategoriden, pazarlama taktiğinden uzak durmaya çalışıyorum.

Yine mutfağa dönmek istiyoruz çünkü imzanızı taşıyan tüm kokularda başarılı bir şefin izlerine rastlıyoruz: Az ve öz malzemeyle yaratılan samimi, eşsiz, yemesi keyifli bir tabak… Bana göre tat ve koku ayrılamaz. Benim dünyamda birleşiyor ve tek vücut oluyorlar. İkisinin de en büyük amacı zevk vermek, ikisi de insanları zihinsel ve duygusal olarak bambaşka yerlere sürükleme gücüne sahip. Bir Tapas barında atıştırırken lokmalarınızı hissederek çiğner ve gözlerinizi kapatırsanız o masadan bir süreliğine uzaklaşırsınız. İstanbul’a yeniden gelip tüm bir haftayı sadece mutfağınızı keşfederek, tadarak ve koklayarak geçirmek istiyorum. Koku, tat ve sonsuz yaratıcılık… Nereye varacağımı bilmiyorum ama yoluma bu üçlüyle devam edeceğim kesin.

GREAT Yaratıcılık Festivali’ne dört parfümörle birlikte katıldınız. Sizin için nasıl bir deneyim oldu? Festival alanında bize ve işlerimize baktığımda hepimizin başına buyruk, sektörün kurallarını pek de umursamayan serseriler olduğuna karar verdim. Empresyonizm, en sevdiğim sanat akımıdır. Monet, Degas, Cézanne ve Renoir gibi isimlerin eserleri bir zamanlar müzelerde sergilenmiyordu, aksine duvarlarda insanların göremeyeceği 17


kadar yüksek noktalara yerleştiriliyordu. Hepsi de aynı şeyi, doğayı resmediyordu ancak tarzları birbirinden çok farklıydı. Biz de festival boyunca böyleydik. Kendi özgün dünyamızda, birbirinden çok farklı işlerle yer aldık. Nutmeg & Ginger Bath Oil’ı mutfağınızda hazırladığınız günün üzerinden uzun zaman geçti. Jo Malone’u özgün ve niş bir marka olarak yarattınız, onu bir mega markaya ve hatta bir yaşam biçimine dönüştürdünüz ve 1999’da Estée Lauder’a sattınız. Göğüs kanseriyle girdiğiniz savaşı kazandıktan hemen sonra gemiyi terk edip yeni bir sayfa açmak istediniz. Kontrat gereği isminizi geride bırakmanız ve beş sene boyunca parfüm dünyasından uzak durmanız gerekti. Tüm bu hikaye siyah kurdeleler ve bej kutular için fazla tutkulu değil mi? Hemen Jo Loves’a geçelim ve kendimizi baştan aşağı kırmızıya boyayalım. Böyle anlatıldığında başkasının yaşadığı, macera dolu bir hikaye gibi dinliyorum. Bıraktığımda bir daha asla endüstriye dönmeyeceğimi, parfüm işine girmeyeceğimi düşünmüştüm. Öte yandan deniz kenarında vakit öldüren kadınlardan biri olamayacağımı da biliyordum. Eğer çalışmazsam kendimi ve etrafımdaki herkesi deliye çeviririm! Jo Loves, yalnızca benim sevdiğim parfümleri ya da notaları temsil etmiyor, aynı zamanda bu sektörle barışmamı kutluyor, parfümerinin bir parçası olmaktan aldığım keyfi sembolize ediyor. Parfüm dünyasından uzak kaldığım beş seneyi büyük bir mutsuzluk ve sabırsızlık içinde geçirdim. Bir daha asla işimi bırakmayacağım, elimde bir parfüm şişesiyle öleceğim. Jo Loves’ın küllerinizden doğduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım… Sahip olduğunuz cesaret, özgüven ve tutku parfümlerinizde de hissediliyor. A Shot of Oud Over Mango’da körpe ve sulu bir meyvenin üzerine aromatik oud’u fırlatıyorsunuz örneğin… Charlotte ve Gary ile birlikte mutfakta takılıyorduk. Yeni bir şeyler yapmak istediğimi artık anlamıştım ama elimde ne bir ham madde, ne bir formül ne de bir marka ismi vardı. Konuşurken bu kadar kontrollü olmaktan, planlar programlar yapmaktan hoşlanmadığımı söyledim onlara. Bana dönüp “Peki ne yapmayı seviyorsun, Jo neyi seviyor?” diye sordular. İşte bu dedim! Jo Loves. O gece düğmeye bastık ve yeni bir marka doğmuş oldu. Charlotte’la isim hakkını aldığımız anı hatırlıyorum, çok korkunçtu. Sanal dünyada var olmayı başarmıştık ama parfüm dünyasında var olmayı da başarabilecek miydik? O dünyanın bana dönüp “Biz seni o kadar da sevmiyoruz ama” deme şansı da vardı. Altı ay boyunca nefes almadan çalıştım ve ilk parfümüm Pomelo’yu yarattım. Jo Malone’un başyapıtı Jo Loves’dan mı çıkacak? Evet. Bu mavi elbiseden çok umutluyum. En iddialı, en iyi parfümümün gerçekleşmeye, ortaya çıkmaya hazır olduğunu hissediyorum. ‘A Shot of’ konsepti nasıl ortaya çıktı? Mango koleksiyonunu hazırlarken epey zorlandım. Mangonun bazı yönlerini çok seviyordum ancak fazla baskındı, her yere ilk önce o girmek ve en son o çıkmak istiyordu. Bir barda kendi kendime otururken bu meyveyi düşünüyordum; insanı bunaltacak, başını döndürecek kadar tatlı olabiliyordu ya da fazla çiğ… O sırada gözüm kokteyl hazırlayan barmene takıldı. Votka, yaptığı her kokteylde başka bir tada bürünüyordu. Ona kokteyl yaparken ne hissettiğini, nasıl bir yol izlediğini sordum. O da ‘bir fırt içkiyi istediğim yere atıyorum’ dedi. Bunu daha önce nasıl düşünemedim, bilmiyorum!

Sonuç nasıl oldu peki? Mangoyu Thai misket limonuyla, bir başka parfümde ise oud’la karıştırmaya karar verdim. İki parfümde de mango, tüm notaların dibine yerleşiyor ve kendini yukarı doğru yavaş yavaş itiyor. Onu tüm gücüyle hissetmiyorsunuz, sadece varlığından kırıntılar koklayabiliyorsunuz. Bu bahsettiğim kurguyu ancak çok baskın ve güçlü bir notayla elde edebilirsiniz. A Shot of Thai Lime Over Mango, canlı ve eşsiz bir parfüm oldu. Çok satıyor ve erkekler tarafından büyük ilgi görüyor. Oud’da ise iki baskın nota birbiriyle çarpışıyor ve araya karabiber ve frezya giriyor. Onu sevmek için oud’u seviyor olmanız gerek. Parfümleri karıştırmaya Jo Loves’da da devam edecek miyiz? Bana biraz oud, biraz verbena, biraz da neroli verirseniz onları bir araya getirmenin bir yolunu mutlaka bulurum. Bugüne kadar hiçbir zaman tek bir parfüm kullanmadım, hep karıştırdım. İyi bir parfüm güzel bir yemek daveti gibidir: Konuklarınızın da yemeklerinizin de farklı şeyler sunabilmesini istersiniz. Bu zenginlik sürpriz faktörünü canlı tutar ve sizin sıkılmamanızı, iyi vakit geçirmenizi sağlar. Jo Loves, kişisel ve ağırbaşlı bir lüks anlayışı sunuyor. Siz lüksü nasıl tanımlıyorsunuz? Festival boyunca sürekli tartıştığımız bir konu oldu bu. Lüks nedir? Hiç kimse fiyat etiketinden, şişe tasarımından, ham madde kalitesinden bahsetmedi. Herkes duygusal bir bağ kurmanın, yaratıcılığın peşinde. Müşteri, yaratıcı bir beyinle işbirliği içinde olmak istiyor. İşte bu sebeple niş parfümerinin global gücünü hızla artıracağını düşünüyorum. Tabii ki mega markalar, Duty Free rafları, celebrity parfümleri her zaman hayatımızda olacak, bu genetik makyaja karşı değilim. Sadece iki pazarı birbirinden ayrı tutmak gerek. Jo Loves ve Jo Malone’un kapısından giren müşteriler birbirinden çok farklılar; bambaşka profillerden ve arzulardan bahsediyoruz. Bu yüzden de asla kendimle rekabete girmiş gibi hissetmiyorum. Jo Loves’ın ilginç aracından, ressamlardan ödünç aldığınız fırçadan bahsedelim biraz da… Kendimizi parfümle boyadığımız yeni bir dönem mi başlıyor? Neden olmasın? Yaratıcılık ve sanat deyince herkesin aklına boş bir tuval gelir, benim de fırça. Kendinizi o gün nasıl bir tabloda hissediyorsunuz? Renkleriniz, duygularınız ve kokunuz nedir? O halde elinize fırçayı alın ve vücudunuzu parfümle boyayın. Bu kişisel deneyim herkesin yaratıcı yönünü ortaya çıkaracak. Fırçanın ten üzerinde yarattığı yumuşak dokunuşun da parfüm sürmeyi keyifli bir ritüele dönüştüreceğini düşünüyorum. Sizi basit formüllerden ve tek akordan oluşan parfümlerle tanıdık. Festivale yeni parfümünüzle katıldınız. Fırçanın ucunda bu kez nasıl bir esans var? Beyaz gülü, sedir ağacının üzerine yatırdım. Havada da limon yapraklarının kokusu dolaşsın istedim. Beyaz gül, benim için zamansız bir çiçek. İngiltere Kraliçesi’nin bahçesinde var, 80 yaşındaki büyükannelerin bahçesinde var. Benim büyükannemin bahçesinde de vardı; çocukluğumda onların sarıya dönen, kremsi beyaz rengine hayranlık duyuyordum. Evlendiğimde elimde bir demet beyaz gül buketi tutuyordum, annemin tabutunu yine onlar süslüyordu. Benim için beyaz gül merhaba ve elveda demek. Diğer yandan çiçeğin sahip olduğu kırılganlığı, naifliği ve gençliği de vurgulamak istedim. Bana göre İngiltere bu parfüm gibi kokuyor.

XOXO The Mag



INTERVIEW/art

Elmas Denİz

Tüketim Alanlarını Görebilmek Elmas Deniz, Siyah Panteri Görebilmek sergisinde, doğanın ticarileşmesi ve bu ticarileşmenin normalleşmesi haliyle, insanın doğayı algılaması ve tüketmesine ilişkin meseleleri tartışmaya açarak, içinde bulunduğumuz dönemi kendi penceresinden gösteriyor. Bize, ilk bakışta mantıklı görünen matematiksel hesapların, doğanın parasal karşılığını belirleme konusunda nasıl yetersiz kaldığını aktarıyor. Öte yandan, yalnızca duvar kağıdı olarak görmeye alıştığımız temaların hayatımızın köklerinde nerede durduğuna işaret ediyor. Elmas’la sergisi sırasında konuştuk. 14 Haziran’a kadar Pilot Galeri’ye giderek kendi alışkanlıklarınızı sorgulayabilirsiniz. röportaj müjde metin fotoğraf özkan önal

XOXO The Mag


Elmas Deniz, Siyah Panteri Görebilmek, enstalasyon detayı (buluntu nesneden detay), Pilot Galeri’nin İzniyle. Fotoğraf: Rıdvan Bayrakoğlu

2012’de Maçka Sanat Galerisi’nde düzenlenen kişisel serginde, fakirliği ve bunun korku odaklı psikolojik yansımalarını konu edinmiştin. Şimdi, onlara ek olarak, Siyah Panteri Görebilmek’te ne tür yansımalar görüyoruz? Maçka Sanat’daki sergi de belirli bir konu etrafında şekilleniyordu, o serginin söz söyleyebilmek için zemin oluşturan bir başlangıcı temsil ettiğini söyleyebilirim. Daha çok bana yönelikti, kendimden referanslar daha fazla yer alıyordu. Siyah Panteri Görebilmek’te yine beni görüyoruz, ama belki de bu kez daha genele yönelen bir halde… Oradan bir parça geldi ve bu sergiye yerleşti. Burada merkezi mesele, ekonomik sistem, tüketim alışkanlıkları ve doğaya nasıl baktığımıza ilişkin; özel mülkiyet ve ticari nesnelerin arasına karışan doğanın nerede olduğunu sorguluyorum. İlk sergide yoksulluk üzerine çalışırken, ‘ekonomik hayatın ve getirilerinin alternatifi bir doğa var’ tahayyülü içindeydim. Bu durum, bir-iki işte gizliydi. Sonra düşündükçe, doğayı çok fazla tükettiğimizden, para odaklılığımızdan dolayı öyle bir alternatifin de artık mümkün olmadığını gördüm. Ekonominin ve paranın insan hayatının merkezinde olmadığı birtakım yüzyıllar var, ama maalesef bizim içinde bulunduğumuz dönem kesinlikle onlardan biri değil. Bu sergide yaşadığımız anı yansıtıyorum.

Yani, eserlerinde, görülecek nesneler üretmek tanımını aşan, doğrudan toplumla kurulan bağlar söz konusu. O halde, iletişim unsuru sanat anlayışını nasıl etkiliyor? Temelden bir çerçeve çizersem; düşünce üretiyorum, düşünceyle başlıyorum. Çok katı bir teori gibi değil, bir fikrim oluyor ve o fikri en uygun mecrayla dönüştürmeye çalışıyorum. Bazen gelen izleyicinin diğer işlere de ulaşabilmesi için -çünkü bazıları daha kapalı oluyoryazı kullanıyorum, kafamdaki düşünceyi kapatmak yerine olabildiğince açık bırakmayı seçiyorum, metinli işlerde işleyiş böyle oluyor. Ama aslında hep karıştırıyoruz, bence sanat iletişim amaçlı değil. Sergi yoluyla bir şeyleri gösterme hali yanılgı yaratıyor, ve bu yüzden tabii ki sanata ‘mesaj kaygısı’ tarafından bakılabilir. Ancak sonunda mesaja dönüşse de ben bunu hesaplamıyorum. Zaman içinde yapmak istediklerinin değişimi, pratiğine nasıl yansıdı? Yıllar içinde, bir defterin köşesine aldığım notun, aradan 6 yıl geçtikten sonra işimin merkezine geçtiğini görüyorum. Ufacık bir not… Hatırlamıyorum bile. İşlerde de bu oluyor. Eskilerden, 2006’da, Çernobil hakkında bir performans ve enstalasyon çalışması yapmıştım. Çok önceden yaptığım bir fasulye heykeli vardı. TOKİ’ye eklenen bir “ağaç” vardı, ondan önce evle ilgili bir çalışma yapmıştım. Gizliden -benim bile tam hakim olmadığım- bir izlek var. Ama her zaman, hepimizin sıkıntısını çektiği böyle bir yaşam tarzının ve onun bu şekilde üretilmesinin dayanılmaz olduğunun bilincinde hareket ediyorum. Biyolojik olarak doğanın parçasıyız ama o kadar büyük bir terk ediş içindeyiz ki, ürettiğimiz kültür hep ekonomiye dayalı, dolayısıyla çok zayıf. Paraya dayanan bir yaşam kültürü yaratıyoruz. 10 yaşındayken bakkaldan bir bardak su istediğimde, para vermemi gerektiren bir alışveriş yapmak zorunda kalmıyordum. Fakat şu an böyle bir şey mümkün değil ve bu durum giderek normalleşiyor. İşlerdeki genel bakışım da, sanırım, tespit ettiklerimi görünür kılmakla veya olan duruma işaret etme inancımla alakalı.

Değerler sistemini tartışmaya açtığın bu işlerinde, dürtü diye adlandırılabilecek yönelimler mi görüyoruz, yoksa yerel analizler yapmayı mı amaçlıyorsun? Çalışmalarında içsellik ve bilimsellik ayrı ayrı nerelerde duruyor? Eğer bilimsel bir çalışma yapmak istiyorsan, uygun mecranın sanat olmadığını düşünüyorum. O yüzden ‘araştırmacı-sanatçı’ tanımları bana biraz uzak geliyor. Öte yandan, hiçbir bilgi sahibi olmadan iş üretmek de doğru değil. Elbette ki değerler ve ekonomiyi kapsayan bir araştırma çabam var. Ama sonuç olarak, sergilerde bilgi aktarımından ziyade, “bize ne olduğuyla” ilgileniyorum. Hem önceki işlerim, hem de şimdikiler, istatistiki veya tasvip edilmiş bilginin günlük yaşamımızla arasındaki boşluğa değiniyor. Çünkü değer sisteminden bahsettiğimiz zaman, ‘parayla ölçülen değer’ gibi karmaşık noktalar ortaya çıkıyor. Günün sonunda parayı kullanan, her şeyi parayla değerlendiren bir hayatın içindesin. Belki de bu sebeple, araştırmacıların yapmadığı, bakmadığı kısımla uğraşıyorum diyebilirim. İçsellik de burada…

Siyah panterin sembolik olarak valör ve güç anlamına gelmesi, ironik bağlamda sergiyle nasıl eşleşiyor? İlk defa serginin ismi, bir işin parçası… Görseldeki panterin güç 21


Elmas Deniz, Para Yoksa Su Yok, duvar yazısı, değişken boyut, 2014, Pilot Galeri’nin izniyle. Fotoğraf: Rıdvan Bayrakoğlu

simgesi oluşu ve onu kopartıp algılayışımızın, sergiyi okumak için kanal yaratacağını düşündüm. Ama öncelikle serginin ismi, görünür kılma niyetimden geliyor. İşin merkezinde, küçücük, çok önemsiz, çoktan geride bırakılmış, vahşi doğaya ait bir görselle yaptığım jest var. Üstelik kendisi de çok ilginç, o kadar kontrast noksanı ki, panter neredeyse görünmüyor. Ben bu panter fotoğrafını çerçeveciden buldum. Ne olduğunu anlamak için yanına yaklaştığımda, çerçeveci, “Onu kim alır bilmiyorum zaten görünmüyor,” dedi. Ben aldım ve uzun süre üzerine düşünmeye başladım. Panteri göstermek için üzerine ışıklı mercek doğrultmaya ek olarak da, en çok serginin adı duyulduğu için serginin isminde yer alıyor. Serginin zeminini oluşturan 5 asırlık meşe ağacı üzerinden yarattığın seri çalışmandan da bahsedebilir misin? Diğerlerine nasıl bağlanıyor? Serginin bel kemiği, doğanın ticarileşmesini kişisel bir yerden ele aldığım bu çalışma, Stockholm’de Iaspis’de geçirdiğim 3 aylık sürede -sergideki çoğu işlerle birlikte- gelişti. Öyle ki, sevdiğimiz her şeye, onları satın alarak sahip olmaya alıştık. Ben de, bu ağaca sahip olmak isteğime ve mutlu olmanın ancak satın almaktan geçtiğine işaret ediyorum. Absürd bir durum da görülüyor, parayla ilişkim videoda çok bozuk, paraları yere düşürüyorum. İnsanın doğayı tüketmesine ve sevdiği şeylerle arasında ancak tüketim kültürünün yollarıyla ona sahip olarak ilişki kurmasına odaklanıyor. Sanat pratikleri, seyircisinin bilinç biçimlerini nasıl yönlendirebilir? İzleyici adına konuşmaktan kaçınıyorum, ama kendi deneyimlerimden yola çıkarak cevap vereyim: Profesyonel olmadığım başka bir alan için konuşursam, edebiyatın hayatımı etkilediğini söyleyebilirim. Bunu düşünerek, benim çalışmalarımın da izleyeni etkileyebileceğini varsayabilirim. İnsanların bana söylediklerinden de yola çıkabilirim, Stockholm’de yaptığım bir çalışmada, işin yanında, yapmak istediklerimi anlatan bir konuşma yapmıştım, orada inanılmaz yorumlar aldım. Açıklıkla bakan herkeste yeni düşünceler türüyor ve bu bir anda kendiliğinden oluveriyor. Estetik kaygılar hissettiğin oluyor mu? Ben de geçen gün düşündüm bunu; evet, oluyor. Bu kadar düşünceyle ürettiğinde hiç estetik kaygın yoksa, o düşünceleri oturup yazmayı seçersin. Yaptığım desenleri buna örnek verebilirim. Ağacın fiyatını farklı şekillerde hesaplayabilirdim, ama açıkçası insanlar araca binip

bu sergi alanına geliyorlarsa, ben de “yapılmış” bir şeyleri göstermek istiyorum. Estetik benim işlerimin önemli bir parçası; kenara koymuyorum, estetik olan unsurlarla olmayanı birbirine karıştırıyorum. Kolektif oluşumların içinde yer aldığını düşünecek olursak, sence eleştirel sanat Türkiye’de nasıl bir değişim veya oluşum içerisinde? Sen nerede duruyorsun? Üretkenim ama popüler piyasada ilgi çeken şekilde çoğunlukla çalışmıyorum. Kolektif olarak bir de görünmeyen taraf var, mesela başka insanlarla içinde bulunduğun ciddi diyaloglar... Kişiler, sergiler aracılığıyla konuşma alanında buluşabiliyorlar. Kolektif faaliyetlerde ise, insanların çok daha aktif olduğu yıllara göre şu anda düşüş yaşanıyor. Piyasa konuşmaları işin içine daha fazla dahil oldu. Ben görünürle, ilginç olanı ayırıyorum. Uluslarası alandaki ilişkilerimden dolayı da buradaki anaakım ilgileri önemsemediğim zamanlar olduğunu fark ediyorum. Sanat çalışmalarının yanında aynı zamanda yazı ve röportajlarını yayınlıyorsun. Disiplinler aşırı çalışmak bireye ne gibi getiriler sağlıyor? Sana neler sağlıyor? Çeşitli açılardan sanatın üretim ve dağıtım ilişkileri hakkında içeriden ve farklı perspektiflerden bir bilgi ediniyorsun, zaman zaman bu durum beni bazı şeylerden alıkoyuyor, daha içine kapanık veya aşırı eleştirel yapıyor. Kolektif faaliyetlerden bahsederken uzunca anlatmadım ama ben sadece “sanatını” yapan sanatçı karakteri değilim. Yalnızca kendi yaptığım sanatla da ilgilenmiyorum, herkesin neler yaptığını merak ediyorum. Küratörün veya sanat eleştirmeninin rollerine atladığım oluyor. Eskiden sanatçı böyleydi, şimdi ben de öyle yapıyorum ve hepsinin sanat pratiğimin parçası olduğu fikrini kabullendiğimden beri rahatım. Hepimizin böyle olabilmesini, sanatçıların yazı yazmalarını çok seviyorum. Yazılarının öne geçtiği zamanlar oluyor mu? Art Agenda’ya sanatçı perspektifinden bienali yazdım, Zihinsel Mekan serisinde ise editör olarak yazarlarla çalışıyorum. Bir sene boyunca blog yazdığım dönemde sergim yoktu, küratörlük yapmıştım. Ama hiçbir zaman sanatı bırakmadım. Yaptığım her şeyi “sanatçı” olarak yapmaya devam ettim, benim tanımım geniş. Yazıyı önemsiyorum çünkü iletişime derinden bağlanıyor. Sergideki iletişim unsuru ve hatta belki üretim de, sonrasında yayınlanan yazıyla sağlanıyor, buna sanatçının verdiği röportaj da dahil…

XOXO The Mag


Walk Don't Run

New Temples New Pilgrims Find out more at camper.com İstanbul: Akasya, Akbati, Akmerkez, Beyoğlu, Buyaka, Capacity, Capitol, City’s, Erenköy, İsti̇ n yepark, Kanyon, Marmara Forum, Palladium, Suadi̇ y e, Taksi̇ m , Vialand İzmi̇ r : Alsancak, Agora - Ankara: Cepa, Panora - Bursa: Korupark - Antalya: Terracity - Adana: Zi̇ y apaşa Bulvari http://blog.camper.com/tk

Pilgrim. Dana Roski, Stylist. Temple. Paris Bar, Berlin. Shoe. Together with Rachel Comey.

Presents


INTERVIEW/MUSIC

LITTLE DRAGON SÜREKLİ & ÖNYARGISIZ

Little Dragon, yine zengin ve katmanlı sound’uyla ve tabii ki Yukimi Nagano’nun özlediğimiz vokalleriyle geri döndü. ‘Klapp Klapp’, ‘Paris’ derken, dördüncü stüdyo albümleri Nabuma Rubberband ile birlikte bu yaz onları daha fazla duyacağımız düşüncesi kulağa hoş geliyor... Grubun davulcusu Erik Bodin’i Londra’da yakalıyoruz ve müzik dünyasının geldiği noktadan, içerisinde bulunduğu çıkmazlara uzanan bir söyleşiye dalıyoruz. röportaj ersin koray fotoğraf marco van rijt

XOXO The Mag


Fotoğraf: Marco Van Rijt

Yeni albümünüz Nabuma Rubberband’te daha önce denemediğiniz birçok element göze çarpıyor. İçinde bulunduğunuz bu yeni yoldan biraz bahseder misiniz, Little Dragon nasıl bir değişime girdi? Yaklaşık bir buçuk yıldır gerek tur, gerekse performans anlamında her şeyden uzak durduk. Sadece evden stüdyoya gidip, yaşadığımız rutinin içinde oldukça üretici zamanlar geçiriyorduk ve bu dönemde birçok yeni şarkı yazdık. Sonunda öyle bir noktaya geldik ki, artık hep birlikte oturmanın ve yazdıklarımızı gözden geçirmenin zamanı gelmişti. Bir araya geldiğimizde gördük ki yazdığımız parçaların çoğu karanlık ve ağır. Her ne kadar içinde yüksek tempolu parçalar olsa da Nabuma Rubberband’in genel hissi diğer albümlerimize göre biraz daha durgun ve soluk oldu. Bunun bir geçiş dönemi olduğunu söylemek doğru mu bilmiyorum. Fakat albümün yapım aşamasının süreç olarak diğerlerinden gayet farklı olduğunu söyleyebilirim. Mesela, detaylar üzerine kafa yormak için ilk defa yeterli vaktimiz vardı. Daha önceki çalışmalarımızda hep koşuşturmaların içindeydik, bu kez kendimize ve albüme rahatça zaman ayırabildik.

biraz riskli, değil mi? Biz her zaman kendimizi memnun edecek müziği yapıyoruz. Bu tavrı da bir müzik grubu olarak ilk albümünüzde kazanamıyorsunuz. Little Dragon’la yaptığımız işlere baktığımızda, şu an kendimizde bu tür denemeleri yapacak özgüveni ve hakkı görüyoruz. İşin sonunda biz memnunsak, haliyle bu pozitif duygu karşımızdakilere de yansıyor.

Albümün genel havasındaki bu farklılıkta ruh halinizin de etkisi var mı? Elbette yaşadıklarımız ve hissettiklerimiz etkiliydi. Ama esasen, yapının çok daha kompleks ve derin olmasını sağlayan, içine girdiğimiz süreçte deneyimlediklerimizdi. Örneğin, Yukimi’nin son zamanlarda yazdığı şarkı sözleri ve farklı boyalarla yaptığı resimler de önceki işlerine göre biraz daha karanlık. Bu yüzden, grubun ruh halinden bağımsız, farklılaşmamızda Yukimi’nin tek başına daha çok etkisi var.

Bu uygulama takipçilerinizle aranızdaki etkileşimi nasıl etkiledi? Henüz bunu ölçmek için erken; duruşumuza biraz mizah kattı diyebilirim. Daha kişisel, o kadar da ciddi görünmeyen, belki biraz çocukça bir tavır, ama saf bir çocukluk...

Albümün promosyon çalışmaları kapsamında başlattığınız web sitesine, Nebuma Derby isimli interaktif bir uygulama entegre ettiniz. Fikir nasıl ortaya çıktı? Amerika’daki plak şirketimizde çok yetenekli ve yaratıcı bir arkadaşımız var; Nebuma Derby fikri tamamen ona ait. Yöntemdeyse, şimdi adını hatırlayamadığım, 90’lardaki bir hip hop grubunun fikrini modernize ederek ilerledik. Orijinal uygulama şu şekilde; web sitesi üzerinden grubun şarkılarını dinleyebiliyorsun, ve dinledikçe, daha önce yayınlanmamış yeni kayıtlara da ulaşma hakkı kazanıyorsun. Biz bu düşünceyi biraz daha interaktif bir hale getirerek günümüze uyarladık.

Nebuma Derby projesi için Red Bull’la işbirliği yaptınız. Müziğinizi tanıtırken bir markayla çalışmak nasıldı? Doğrusunu söylemem gerekirse ne zaman bir marka bizimle proje yapmak istese, duruma şüpheyle yaklaşıyoruz. Bazı projelerde sonuçlar o kadar rahatsız edici oluyor ki kendinizi kullanıp atılan, değersiz bir varlık gibi hissediyorsunuz. Tüm kalbinle, ruhunu katarak müzik yapıyorsun ve sonunda ortaya plastik bir sonuç çıkıyor. Red Bull, müziği her zaman destekleyen ve Red Bull Music Academy gibi projelerle kendini iyi bir yere konumlandıran bir marka. Her ne kadar temkinli yaklaşmış olsak da, sonunda güzel bir iş ortaya çıkacağını öngörebildiğimizden, başlama kararı aldık. Aslında devletin atması gereken bazı adımların, markalar tarafından hayata geçirilmesi sizi yenilikçi projeler için zorunlu bir işbirliğine yönlendiriyor. Bu da ironik bir durum...

Genel tepkilerden ziyade, Little Dragon’ı yakından takip eden hayranlarınızın tepkileri nasıldı? Hayranlarımız, yaşadığımız deneyimlere, yarattığımız denemelere ve bunları müziğe dönüştürme yöntemimize oldukça açıklar. E tabii, ilk defa bu kadar ara vermişken, özlemin de etkisiyle daha pozitif bir kucaklamayla karşılaştık. Kısa bir süre içinde canlı performanslarımıza yeniden başlıyoruz. Bu sayede insanların enerjilerini fiziken hissedebilmek için de fırsatımız olacak. Dinleyenleriniz her ne kadar sizi anlasalar da, bu tarz denemeler 25


Fotoğraf: Nik Hartley

Dördüncü albümünüzü yayınlamanız ve uluslararası alanda ün kazanmanız günlük rutinlerinize nasıl yansıyor? Geldiğimiz noktada en büyük değişiklik, kira ve faturalarımızı çok gerilmeden ödeyebiliyor olmamız. Bunun dışında her şey aynı sanırım. Hatta İsveç’te fazla popüler değiliz, bu nedenle sokakta insanlar bize düşündüğünüz anlamda ilgi göstermiyor. Çocuklarımızla gezmeye çıktığımızda bazen, diğer ebeveynlerin “Ne iş yapıyorsun?” sorularıyla bile karşılaşıyoruz. “Müzisyeniz” dediğimizde, suratlarında beliren soru işaretlerini cevaplamak ise ayrıca keyifli... Günümüzde, formu her ne kadar değişse de, İsveç’in popüler müzik sahnesinde yadsınamaz bir rolü var. İnsanları, İsveçli gruplara bu kadar çeken ne sizce? Aslına bakarsanız biz de bu soruyu sıkça düşünüyoruz. Sanırım bir parçası olduğumuzdan farkına varmamız zorlaşıyor. İsveç, çok küçük bir ülke ve buradaki insanlar uzun yıllardır müzikle uğraşıyorlar. İngilizce konusunda da kendilerini geliştirdiler, bu da ciddi bir avantaj haline dönüştü. En nihayetinde, bulunduğun yerden uzaklaşmak önemli ve motive edici bir aktivite. Bu konuda İsveçliler olarak aktifliğimiz de yadsınamaz. İlk üç albümünüzü Peacefrog’tan çıkardınız. Şimdi plak şirketinizi değiştirerek Republic Records’a geçmenizin belirli bir nedeni var mı? En büyük neden; sadece değişiklik yapmak istedik. Çok fazla insanla görüştük ve bu da kafamızı karıştırdı. Herkes bize güzel şeyler söylüyor ve sözler veriyordu... Bu da karar sürecini iyice zorlaştırdı. Republic Records çok üzerimize düştü ve müziğimize tamamen inandıkları konusunda bizi ikna etti. Bu arada ABD’de Loma Vista ile çalışıyoruz. İki ayrı plak şirketine sahip olmanın yarattığı denge, epey hoşumuza gidiyor. Birbirinizi uzun yıllardır tanımanız yazım sürecinizi ve genel sound’unuzu nasıl etkiliyor? Burada çok özel bir durum söz konusu. Hepimiz 16 yaşında, aşağı yukarı aynı müzikleri dinlerken tanıştık. Gündelik konuşmalarımızın

devamında, aynı tutkuya sahip olduğumuzu anladığımız an, birlikte müzik yapmaya karar verdik. Müzikal algımız bizimle birlikte büyüdü. Çalışırken de birbirimize karşı yersiz kibarlıklar yapmak yerine, daha dürüst davranmaya alıştık. Bu da haliyle genel sound’umuza olumlu yansıyor. Öte yandan, her zaman yanında olan insanlarla turneye çıkmak, evden hiç uzaklaşmadığın hissini veriyor. Müzik sektöründe, ticari kaygılardan uzak durmak ne kadar mümkün? Müzik endüstrisi belirli kalıplara sahip. Bu kalıplar, çözülmesi o kadar da zor olmayan formüllere dayanıyor. Sonucunda aynı sistemi izleyen ve kolay para kazanabilen robotlar doğuyor. Grupça, bu endüstrinin yönlendirmelerinden ve taleplerinden mümkün olduğunca kaçınıyoruz. Bu sektörde kendi doğrularınla ayakta durmak, her ne kadar seni kırılganlaştırsa da, aslında sağlıklı bir yaklaşım. Biz de sağlığımız için sonuna kadar dövüşmeye razıyız. Peki, Nabuma Rubberband’i kaydederken neler dinliyordunuz? Fredrik ile birlikte DJ performansları gerçekleştiriyoruz. House müzik temelli bir projemiz var ve bir süredir dünyayı geziyoruz. Müzik yapmadığım anlarda; beni düşündürmeyen, kendimi akışına bırakıp dans edebileceğim müzikleri dinlemeyi tercih ediyorum. Techno ve house gibi türler ise beni bu sınıra daha yakın tutuyor. Ama tabii ilham aldığımız birçok müzisyen de var. Bunların bazılarını sıralamam gerekirse; Prince, Janet Jackson ve Kraftwerk gibi büyük isimleri söyleyebilirim. Yakın gelecekteki planlarınız neler? Çok yakında yapmam gereken tek şey: Acilen yataktan çıkıp soundcheck’e gitmek. Bu akşam Londra’da çalıyoruz. Ardından birkaç günlüğüne eve dönüp, haftaya gerçekleşecek konserler ve katılacağımız bazı televizyon programları için ABD’ye uçacağız. Haziran ve Ağustos arasındaki tüm vaktimiz de turda geçecek gibi görünüyor. Sonbahar yaklaştığında ise genel olarak tüm Avrupa’yı kapsayan küçük çaplı bir turneye daha çıkacağız. Umuyorum ki en yakın zamanda Türkiye’ye de uğrarız.

XOXO The Mag



INTERVIEW/desıgn

Cem Sorguç

Şeytan İşinden Hazzetmek Cem Sorguç, kurucusu olduğu mimarlık ofisi CM Mimarlık bünyesinde, tek konutlardan büyük ofis binalarına, çalışmalarını farklı ölçeklerde yürütüyor. Neredeyse tüm bu projelerin ortak noktasıysa, Sorguç’un “şeytan işi” olarak adlandırdığı, bir çalışma süreci sonucunda detaylarının özenle çözülmüş olması. Mimarlıktan arta kalan zamanlarda müzikle geçmişe dayalı bağını sürdüren eski Roll yazarı ve süreli radyo programcısı Sorguç ile okul yıllarından bugüne dek süren mimarlık macerasını ve eskimeyen ilgi alanlarını konuştuk. röportaj hülya ertaş fotoğraf özkan önal

XOXO The Mag


Murathan Mungan Evi, Fotoğraf: Cemal Emden

Kendi mezun olduğun okulda, Mimar Sinan Üniversitesi’nde stüdyo dersi veriyorsun. Öğrencilik yıllarındaki Akademi’deki hayatla, şimdiki hayat arasındaki fark nasıl? Akademi, mekan olarak eskiye göre bana daha kaotik geldi. Benim öğrenciliğimden bugüne okulda çok fazla değişiklik yapılmış. Eskiden Akademi’de çok boş alan ve ara parçalar vardı, şimdiyse onların her biri derslik ya da atölye olmuş, dolayısıyla okul biraz daha karmaşık hale gelmiş ve hatta bir anlamda yarılmış. Öğrenciliğe başladığım sıralarda Akademi’ye şimdiki Rektörlük binasının olduğu kapıdan girerdik. O güzel Mimar Sinan yazısının olduğu kapıdan girince, solumuzda heykel atölyeleri başlardı, hemen sağımız seramik atölyesiydi, güzel balansmanlı merdivenlerden çıkınca üst katlar resim atölyeleriydi. Sağ tarafa doğru ilerledikçe de Mimarlık Fakültesi konumlanıyordu. Yani okula ister istemez Güzel Sanatlar’ın içinden giriyordun. Heykel ve üst kattaki grafik bölümü bizim dersliklerimizle iç içeydi. Konferans salonu da resim atölyelerinin dibindeydi. Dolayısıyla, mekan bir bütündü. Tüm Akademi öğrencileri bahçede bir arada yaşıyorlardı. Bugünkü halinde, girişin değişmiş olmasının yanı sıra, kantinin de mekansal olarak okulu ikiye bölme durumu var. Mimariyi eğitim ve dünya görgüsü anlamında dolaylı olarak besleyen Güzel Sanatlar bölümüne dair bütün mekanlar, atölyeler okulun diğer köşesinde kalmış, burası evin arka odası gibi olmuş. Hatta ben, arada bazı öğrencilerime soruyorum; “O tarafa doğru gidiyor musunuz, neler var?” diye. Onlar da sanki ortada bir duvar varmış gibi konuşuyorlar, çünkü kantinden ötesi ya Rektörlük ya da Güzel Sanatlar; çoğu oraya hiç gitmemiş bile. Diğer taraftan, ben kendi öğrenciliğimde bizim bölümde olup da o tarafa adım atmayan tek bir öğrenci dahi olmadığını düşünüyorum... Bu da aradaki farkı çok net özetliyor.

dergilere bulaştım, yazı yazdım, barmenlik yaptım... Çünkü hakikaten büyüyünce ne olacağımı bilmiyordum. Mimar olayım, ofisim olsun, bina yapayım gibi hedefler koymamıştım kendime. Olayları biraz akışına bıraktım, ama bir yandan da çok sevdiğim veya üzerine abanabileceğim bir şey arıyordum. Başka bir şey de olabilirdi açıkçası, yazıyla ilgili bir şey olabilirdi, ama mimarlık oldu. Memnun musun şu an durduğun yerden? Memnunum. Bugünden baktığımda, geçmişte yaşadığım muğlaklıktan da şikayetçi değilim. Araya zaman koyup, biraz kendime dönmemin, -ne yapacağımı ve yapmayacağımı görmek açısından- hala doğru bir karar olduğunu düşünüyorum. Bugün detay çizmeye devam eden üç-beş mimardan birisin. Detayın senin için önemi ne? Detaylarla uğraşmak benim için bir tür meditasyon, ruhsal sağaltma. Detay çizmekten hakikaten hazzediyorum. Meditasyondan kastım da; hani şişenin içerisine cımbızla yerleştirerek gemi yaparlar ve hep değişik açılardan bakarlar ya, ben de öyle bakarım. Aslında bu detaylarla vakit geçirirken, vidasıyla bilmem nesiyle uğraşırken, bildiğin deli işi yapıyorum. Ama bence herkesin böyle bir yönü var ve bu da benimki; denk gelmiş mesleki bir şans ve ben bu durumdan zevk alıyorum. Öte yandan, yapıların detaylarının gerçekten de çok mühim olduğunu düşünüyorum. Mimar zafiyetinin olduğu bir ortamda bazı şeylerin cevaplarını bence net bir şekilde vermek lazım. Detaylarla uğraşmak, uygulamanın basitleştirilebilmesi adına meseleyi çözmekle ilgili seni bir noktaya getiriyor. Malum, biz 100-150 yıllık geleneği sürdüren ahşap veya demirci ustalarıyla çalışmıyoruz. Dolayısıyla onların şantiyede takibi önemli. “Hangi parça nereden girer? Montajı için gerekli mesafe nereden sağlanır?” gibi sorularla detayı çözmek üzerine kafa patlatıyorum. Zira detay bana göre binanın noktasal olarak şeytanı. Ve ben o şeytan işini seviyorum.

Okurken, mezun olduğunda ne iş yapacağınla ilgili hayalin neydi? Bugün bulunduğun yerden baktığında, bu saçma bir hayal miydi, yoksa bunu gerçekleştirdin mi? Hayalim yoktu, gelecekte ne olacağımı hakikaten bilmiyordum. “Bitirince ne olacaksın?” diye soranlara, “Bilmiyorum.” diyordum. Ve bu durum mezun olduktan sonra da uzun süre böyle devam etti. Çalışma mecburiyeti nedeniyle ve o sıralarda kendimi idare edebileceğim parayı kazanmak için teknik ressamlık yapmak, şantiyede çalışmak, mimarlık yapmak gibi birtakım şeyler denedim. Mezun olduktan sonra da epey bir gezdim. Redaksiyon yaptım,

Çelik yapılara olan ilgini de detay aşkına bağlayabilir miyiz? Çeliğe ne zaman merak saldığımı ve niye çeliği sevmeye başladığımı bilmiyorum ama eskiden beri çeliğe merakım vardı. Çeliğin özellikle farklı parçalar halinde birbirine eklemlenmeye ve bir tür yapboz üretmeye yatkın hali hoşuma gidiyor. Bu da, dediğin gibi, detay takıntımdan kaynaklanıyor olabilir. 29


Noxx Apartmanı, Fotoğraf: Cemal Emden

Murathan Mungan Evi, Fotoğraf: Cemal Emden

Ulusal Mimarlık Ödülü’nü alan Cihangir’deki Noxx Apartmanı’nı çelik yapmak için müşterini nasıl ikna ettin? Çok kolay oldu. Cihangir’deki arsa çıkmaz bir sokakta olduğundan, konvansiyonel yapı yapmanın güçlüğü vardı. Beton yapım çalışması, beton dökülmesiyle ilgili birtakım güçlükler olacaktı. Kamyonu arsaya sokmak zordu, soksak da dönemeyecekti. Öte yandan, tüm bunlar nedeniyle inşaat da uzun sürecekti, ve aslen bu da işveren için bir maliyet olacaktı... Ben de betonarme çanağını kurmayı ve sonra da çelikle devam etmeyi önerdim. Zira bu aynı zamanda daha ekonomik de olabilirdi. Karşı tarafı çeliğe ikna ettikten sonra da, binayı konvansiyonel bir yapı haline getirmeme ve kapatmama konusunda da ikna kabiliyetimi kullandım. Yani tasarım yavaş yavaş, insanları alıştıra alıştıra büyüdü. Ve sonunda çelik konstrüksiyonlu ve katmanlı bir yapı haline geldi.

yaparken, detay üretirken geri dönüp ne kadar bakıyorsun o külliyata? Çok bakıyorum... Hatta detaya ilgim ve meylim de muhtemelen o külliyata ilgimden geliyor. Özellikle 18. yüzyıl sonrası, Endüstri Devrimi zamanının mimarisi ilgimi çekiyor. Ama o mimariye Rönesans ya da Barok gibi daha başka dönemlere ait olarak değil, detay üzerinden, ne demek istediklerini anlamaya çalışarak bakıyorum. Çünkü, o dönemin yapılarının bir söz söylediğini düşünüyorum. Fakat diğer tarafta, Endüstri Devrimi sonrası yapılarda daha başka bir şey var. Kent yapısının ve mekansal algının değişmesiyle beraber konstrüksiyon değişiyor, dolayısıyla bütün yapı detayları ve sistemleri de değişiyor. Ben de oralardan besleniyorum, mimari detayların o dönemki toplumla, mimarlıkla ve yerle ilişkilerini anlamaya çalışıyorum.

Senin için ‘Cihangir apartmanı’ nasıl bir şey? O dokunun içinde bir bina yaparken nasıl bir tavır benimsedin? Bunlar daha çok cephe binaları, çünkü bitişik nizam yapılar... Arka tarafta bahçe varsa bile, oraya bakan cephelerin çoğu da sıvadır zaten. Yani iki cephesi de görünen bina çok nadirdir, bitişik nizamdan dolayı kütlesel olarak bir arada tasarlanan Cihangir binası bir elin parmakları kadardır, muhtemelen... Cephelerde de 20. yüzyıl başı eklektisizmi, İstanbul Art Deco’su görülür. Pera’nın ya da diğer muhitlerin etkisiyle ortaya çıkan eklektik yapılardır, süsleme elemanları üveydir ama belli bir dönemi işaret ettiği için çok kıymetlidir. Öte yandan, araya serpiştirilmiş, 1960’larda yapılmış, az sayıda olan çok sağlam yapı var. Modernist çizgisi çok belli olan bu yapılar, diğerlerinin içerisinde hiç yabancılaşmıyor, etraflarındaki binalarla aralarında inanılmaz bir uyum var. Mesela bir binaya bakıyorsun; yandaki binanın frizini, silmesini yakalamış, öbürünün denizliğini... Bir hassasiyeti var. Benim Cihangir’deki yapısallaşmayla ilgili derdim de buydu. Orada yapı yaparken kafayı kaldırıp etrafa bir bakmak lazım. Çevredeki yapıların strüktürel olgusu, yüzyıl başından gelen davranışlar, oradaki yapı kurgusu, kendi başına bağlam oluşturan kentsel durum ve ona birazcık hassasiyet gösteren daha sonraki dönemdeki bazı yapılar... Tasarım sürecinde çıkış noktalarım bunlardı.

Genel olarak Türkiye’de tuhaf bir ikilik var: Ya geçmişle ilgileniyorsun ve olaylara nostaljik bakışla yaklaşıyorsun ya da o geçmişi toptan yok sayıyorsun. O ikisi arasında bir tutum da herhalde ancak geçmişte yapılanları anlamaya çalışmakla mümkün... Kesinlikle. Mesela ben Mimar Sinan’a da öyle bakmaya çalışıyorum. Onun mekan kurgusunun, estetik anlayışının, yapım hızının, kütlesel kurgusunun, konstrüksiyon matematiğinin vs. nedenlerini anlamaya çalışıyorum... Bana göre, Sinan’ın en ilginç yönü topoğrafik başarısı. Onun yapılarının yerle, gerçek toprakla ilişkisi ve bu ilişkinin verdiği ara kesitler epey ilgimi çekiyor. Kendi zamanının içerisinde yapının neden oraya konumlandırıldığı ya da konumlanırken nasıl belalarla karşılaşıldığı gibi soruların sorulması ya da malzemelerin oradaki ilişkilerinin dönem içinde okunması mühim.

Mimarlık tarihinin senin için ne kadar önemi var? Proje

Bir dönem süren Roll dergisi maceran ve Açık Radyo’da süregelen Ahtapotun Bahçesi adlı programın var. Müzikle ilişkinin başlangıç hikayesi nereye dayanıyor? Lisede kendimi hakikaten iyi hissettiğim, kendi kendime kapandığım bir haldeydim. Müzikle de ilişkim öyle başladı. Enstrüman çalmaya meylettim ama hiçbir zaman çalmadım, beceremeyeceğimi çok erken fark edip onda ısrar etmedim. Ama müzikle ilişkim bir dinleyici olarak her zaman devam etti. Üniversite aşamasında, walkman’lerin zamanında

XOXO The Mag


Noxx Apartmanı, Fotoğraf: Cemal Emden

bu ilişki iyice güçlendi. Walkman’in her zaman iyi bir şey olduğunu düşünüyordum, çünkü insanı yalnız tutuyordu, kulaklığı taktığın zaman bir anda içine kapanabiliyordun. O zaman bu küçük kulaklıklar da olmadığı için, o kocaman kulaklıkları taktığında dışarıdan başka ses de duyulmuyordu, insanlar sana bir şey de söylemiyorlardı, haliyle bazı şeylere de maruz kalmıyordun. Severdim bunu...

ne kadar eskiden beri bizim için pop olsa da Q, Q’dur. Uncut’ı okuyorum. Wire’la kavga dövüş bir ilişkimiz var, bazen züppeleştiğini düşünüyorum, bazen de şahane geliyor. Aslında matbu dergilerden ziyade online yayınları daha çok takip ediyorum, Brainwashed ve Other Music’i sürekli okuyorum mesela, eskiden pek hoşlanmadığım ama şimdi biraz daha fazla baktığım Pitchfork da var.

Roll’la ilişkin nasıl başladı? Roll benden bağımsız başladı, ben dergiye ilk birkaç sayıdan sonra dahil oldum. Roll başlangıçta Express’in bir sayfası olarak, Derya Bengi’nin hazırladığı bir bölümken, onun kişisel çabasıyla başlı başına bir dergi haline geldi. O zamanlar Derya ile komşuyduk, yakındık. Ben de bu vesileyle Roll’a birtakım albüm eleştirileri yazmaya başladım. Zaman içerisinde kendimi Roll’a karşı vazifeli hissettim ve daha çok albüm eleştirisi yazıp, arada bir haber gibi birtakım başlıklarla dergiye katkıda bulundum. Bir şeye başlayınca kendimi vazifeli hissetme gibi tuhaf bir huyum var...

Genel anlamda İstanbul’un bugünkü kültür ortamını nasıl buluyorsun? Olup biten çok fazla etkinlik var. Her anlamda biraz fazla hızlı davranıldığını düşünüyorum. Başka ülkelerde yaşanan kültürel gelişimlerde 50-60 yıla yayılan bir sürecin burada çok hızlı, üç-beş yılda kat edilmesi beni kaygılandırıyor. Bu, bana mimarideki, kentsel oluşumlardaki ya da inşaat sektöründeki hızla aynı şey gibi geliyor. Her parlak fikir sanat demek değil, esprili bir cümleden oluşan sergi ismini bir-iki kez duyduğunuzda tamam diyorsunuz, ama bir süre sonra iş tuhaf bir hale geliyor. Burada kültürel ortamın fazla demlenmediğini düşünüyorum çünkü çok artçıllı bir durum var. Bu, yapılan işlerin yayılması, en azından çoğalması ve her yere sinmesi açısından iyi, ama bu nicelik tam anlamıyla bir nitelik getiremiyor.

Türkiye’de müzik dergiciliği yapmak nasıl bir deneyimdi? Derya bu soruyu daha iyi cevaplar ama bizden daha genç nesillerin çıkardığı yayınlardan da bildiğim kadarıyla müzik dergiciliği hiç kolay bir iş değil. Çünkü aslen Türkiye’de yapılan dergicilikte genel olarak bir tuhaflık var. Türkiye’de yayın hayatına uzun süre ve düzenli periyotlarla devam eden dergi çok az vardır herhalde. Haliyle, müzik dergilerinin kendilerini var etmesi de güç. Bir kere, müzik yazarlığı bizde profesyonel olarak oturmuş bir iş değil. Edebiyat dergileri yazarlarla ya da birtakım gazetecilerle beslenebiliyor ama müzik yazarlığı genelde dışarıdan benim yaptığım gibi gece işi şeklinde yapılıyor, o zaman da yapılan iş profesyonel hale gelemiyor. Ben bu işi sadece sevdiğim için, amatör kaygıyla yıllarca yaptım... Bu ülkede insanlar çok müzik dinliyorlar ama popüler müzikleri popüler kulakla dinliyorlar. Müziğin altındaki, devamındaki, içindeki fikirlerle ilgilenmiyorlar.

Takip ettiğin sanatçılar, seni çok heyecanlandıran isimler kimler? Öğrencilik zamanlarımda Adam Sanat dergisi çıkardı, Akademi’deki ilk senemden itibaren okumaya başlamıştım. Enteresan bir dergiydi çünkü her sayısında sayfalarca bir ressamın hayatını anlatırdı ve kapak da onun resminden oluşurdu. Oradan öğrendiğim bir sürü şey olmuştu ve Akademi’de okurken resim bölümündeki ya da diğer bölümlerdeki arkadaşlarla da Adam Sanat’ta yazılıp çizilenleri konuşurduk. Mesela Yüksel Aslan’ı da o şekilde keşfetmiştim ve hala büyük bir sevgiyle takip ederim. Hatta altında ismimin yazdığı, bana yaptığı bir tane mezar taşı var... Yenilerden Ahmet Doğu İpek’i takip ediyorum; mimar kökenli, Dürer gibi çiziyor, çiniyle büyük karanlık şeyler yapıyor. Ceren Oykut’un işlerini de beğeniyorum, bana iyi geliyor. Ali Taptık’ın fotoğrafları hoşuma gidiyor, onun iyi bir fotoğrafçı olduğunu düşünüyorum. Nalan Yırtmaç’ı da seviyorum, hatta onunla Akademi’den aynı dönemdeniz. Kısaca, daha çok mimar menşelileri seviyorum galiba.

Şimdi takip ettiğin müzik dergisi var mı? Buradan Bant’ı takip ediyorum. Popüler damarda ne olduğunu, neden popüler olduğunu anlamak için Q’yu takip ediyorum. Her 31


H&M LOVES ONE LOVE Modanın müzikle kesiştiği yerde yazı karşılıyoruz. Bir daha ve dikkatlice okuyun. 14-15 Haziran’da H&M, One Love Festival 13’te... Ya siz? hmonelove.com #HMonelove realization an original idea by CO photographer murat süyür styling aslin kumdagezer photo assistant berkant demirbek


Bu bir iland覺r.



LIVING OFF THE WALL: A VANS DOCUMENTARY SERIES THE US IN USSR

/

DOCUMENTARIAN:

ALL THE STORIES: VANS.COM/LIVINGOFFTHEWALL




SERIES

Fargo

Bu Hayalet Yaşıyor! yazı erman ata uncu

İnsanın karşısında bir Coen’ler başyapıtının TV uyarlaması olunca başka çağrışımlardan bahsetmek ne kadar kabul edilebilir bilinmez ama bu sayfaların sağladığı özgürlüğün tadını çıkartalım. Aynı addaki 1996 yapımı Coen’ler filminden ilham alan yeni TV dizisi Fargo’nun as rollerinden biriyle karşımıza çıkan Martin Freeman, seneler önce oynadığı The Office’teki karakterinden epey iz taşıyor. Amacımız tabii ki bu Britanyalı oyuncunun rol yelpazesinin kısıtlılığından dem vurmak falan değil. Aksine Freeman’ın Fargo’da canlandırdığı Lester Nygaard ile The Office’teki Tim Canterbury esasen bambaşka telden çalan karakterler. Ancak en vasıflısından en yeteneksizine her oyuncunun canlandırdığı tüm karakterlere kattığı bir imzası, gücünü sonuna kadar sergileyebileceği alametifarikası bir ruh hali vardır. Freeman’ınki de şaşkınlık, etrafında olup bitene inanamama hali, “Ben bunu hak edecek ne yaptım?” ifadesi. Ve bu halleri de Fargo’nun epey işine yarıyor. Zira Coen’ler, en iyi anlarında ‘sıradan’ insanlardan çıkan cinnetin, gündelik hayatın gidişatında baş gösteren absürdlüğün, iyi ve kötü arasındaki dengede sade vatandaşın nasıl kolaylıkla cephe değiştirebileceğinin peşine düşer. Freeman da malum, The Office’te sinir bozucu patronunun (Ricky Gervais) antipatiklikte nerelere kadar gidebileceğinin ve Sherlock’ta krimonoloji dehası hamisinin (Benedict Cumberbatch) tuhaflıklarının karşısına sıradan insan tepkilerini koyarak bugünlere geldi. Bu yeni Fargo update’inde de Coen’lerin sıradan bir insanın içinden çıkarabileceği caniyle yüzleşiyor, şaşkınlık yelpazesinden yeni bir rengi daha seyircisiyle buluşturuyor. Bu noktada ‘spoiler’ mecburiyetimiz... Noah Hawley’nin Coen’lerin ‘executive producer’lığında kotardığı dizi Fargo, isabetli bir şekilde filmin hikayesini sakız gibi uzatmak yoluna gitmiyor. Onun temel unsurlarını ihmal etmeden bambaşka bir hikaye kurguluyor. Esere ismini veren Fargo, bu sefer sadece kasaba değil, karanlık ilişkileri olan bir nakliyat firması… Dolayısıyla Coen’lerin zamanında gerçek olduğunu iddia ettikleri ama aslında gerçek hikayelerden farklı unsurları serbest bir tavırla aynı potada erittikleri tamamen kurmaca hikayenin cinayet boyutu, bir sezonu götürebilecek şekilde dallanıp budaklanabiliyor. Orijinal filmde planlandığı gibi gitmeyen fidye hikayesinin yerini birbirini tetikleyen bir cinayet ağı alıyor. Sürekli hakaretine maruz

kaldığı eşini bir cinnet anında öldüren Nygaard’ın cinayeti suya atılan taşlardan biri. Nakliyat firmasından çıkarı olanların ikiyüzlülükleri, orta sınıfın konformizmi, iddia edildiği gibi harekete geçirmek için değil, uyutmak için kullanılan Amerikan rüyası bu küçük Kuzey Amerika kasabasının röntgeninde çıkanlardan sadece birkaçı. Ama en önemlisi Fargo, son dönem cinayet dizilerinde adet olduğu üzere, kasvetin dibine vurmaktansa o kasvetin tadını çıkartan bir mizahi damara sahip. Dizideki cinayet sahnelerinde de Coen’lerin çizgi film estetiğiyle gerçekçiliği birleştiren sıradışı üslubu baki. Prime-time’a ne kadar şiddet koyarsak o kadar sarsıcı olur yaklaşımına verilen değişik bir ayar sanki bu sahneler. Şiddetse şiddet, sarsıcılıksa sarsıcılık… Ama sırf şiddet içerdiği için diziye yamanmadığı da gayet bariz. Billy Bob Thornton’ın uzun zamandır gösterdiği en iyi performansla canlandırdığı ve bir şekilde tüm olayların başlamasını tetikleyen acımasız kiralık katil Lorne Malvo karakteri de çiğnene çiğnene özgünlüğünü yitirmiş bu tipolojinin anlatı açısından nasıl zenginlikler içerdiğini bir kez daha gösteriyor. Thornton, en iyi bildiği şekilde karakterinin donuk bakışlarını, acımasızlığını izleyiciyi ondan uzaklaştırmak için değil, gizemli ve ilgiye değer bir portre oluşturmak için kullanıyor. Aslında Fargo’yu bildik bir yeniden çevrimin (ya da moda deyimle özgün eseri yeniden ziyaretin) ötesine taşıyan da bu: Herkese en iyi bildiği işi yapma imkanı vermesi ve bunun tadını çıkartması. Orijinal Fargo’nun kilit sahnelerinden biridir: Frances McDormand’ın canlandırdığı hamile polis (dizide bayrağı idealist kadın polis Allison Tolman’a devrediyor), cesedi çim biçme makinesiyle yok ederken iş üzerinde yakaladığı katile (Peter Stormare) şöyle der: “Bunların hepsini para için mi yapıyorsunuz?” Başka herhangi bir filmde ya da yönetmenin elinde aynı etkiyi yaratmayacağı aşikar bu cümle, Fargo’nun kendine has dünyasında parlar, onu klasikler arasına sokan anlayışı özetler. İşte bu anlayışın, diziyi de etkisi altına alması TV izleyicileri için büyük bir kazanç. Zira nasıl Coen’ler kara filmden şirket komedisine bildik türleri yeniden ziyaret ederken onları var eden dinamikleri didik didik etmenin keyfine varıyorsa, dizi Fargo da cinayet dizisi kurallarının altını oyuyor, çokça anlatılan hikayelerin niye hala anlatılması gerektiğini gösteriyor. Artık 18 yaşına gelmiş hayaletlerinin bile böyle ufuk açması ise Coen’lerin çağdaş birer dahi olduğunu bir kez daha gösteriyor.

XOXO The Mag



INTERVIEW/lıterature

LAURA VAN DEN BERG

Inspired by ‘Noir’

Laura van den Berg’ün, son öykü kitabı The Isle of Youth’u, başta L’Avventura ve The Passenger olmak üzere, Antonioni filmlerinin ve büyük ölçüde ‘film noir’ın etkisi altına girdiği bir dönemde yazdığını söyleyerek söze başlayabiliriz. Evet, dedektiflerin, ortadan kaybolan insanların, sihirbazların ve akrobatların dünyasındasınız. Ve tabii ki, bir gizemin peşinden gidiyorsunuz. Fakat uyaralım, Laura’nın gizem anlayışı Antonioni’ninkinden pek de farklı sayılmaz, yani ortadan kaybolan adam belki de asla ortaya çıkmayacak ama öykünün sonuna geldiğinizde bu durum muhtemelen aklınıza gelecek en son şey olacak. röportaj aslı arduman fotoğraf miriam berkley

XOXO The Mag


ve bir gizemi çözmeye çalışan dedektifler yer alıyor. İlham kaynaklarını merak ediyorum. En büyük ilham kaynağım sinema oldu. O dönemde bende inanılmaz bir Antonioni merakı başlamıştı. The Passenger’ı ve L’Avventura’yı izledim ve bunların yanı sıra Vertigo gibi bazı Hitchcock filmlerini de tekrardan seyrettim. Mesela L’Avventura, bir grup insanın bir tekne gezisine çıkmasını ve bir adayı gezdikten sonra tekneye geri döndüklerinde aralarından bir kadının kaybolduğunu fark etmeleriyle başlıyor. Tabii doğal olarak izleyicinin de ilk aklına gelen, film boyunca insanların kaybolan kadını arayacak olması ve sonunda da bu esrarın çözüleceği. Fakat anlıyorsunuz ki, filmin bununla hiç alakası yok ve aslında esas derdi, izleyicinin kafasını psikolojik ve filozofik sorularla meşgul etmek. Benim de ilgimi çeken işte bu tür bir anlatımdı; kaybolan bir kişinin asla bulunamadığı bir durumda ve okurun dikkati en başta ortaya çıkan gizemden uzaklaşıp içsel sorulara yöneldiğinde, gizem kavramının nasıl bir hal alacağıydı beni ilgilendiren.

Üçüncü kitabın The Isle of Youth da öncekiler gibi bir kısa öykü kitabı. Bu durumda; kısa öykü senin için ne anlama geliyor ve bu edebiyat biçimini cazip kılan nedir sence? Genelleme yapmam gerekirse, kısa öyküler, uzun bir zamana yayılan romanların aksine, sıkıştırılmış bir zamanı konu alıyor ya da bir dizi andan oluşuyor; çoğunlukla da bir karakterin hayatındaki bir dönüm noktasına odaklanıyor. Mesela bir hikaye üzerinde çalışmaya başladığımda, beni ilgilendiren, hikayenin çözüme ulaşmasından ziyade, ana karakterin başından geçenler. Yani benim için hikaye başladığında o karakterin hayatının hangi döneminde olduğu ve hikaye biterken nerede olacağı önemli. Bir de, romandan farklı olarak, bir kısa öykü hikayenin tam orta yerinde sona erebiliyor. Şöyle ki, Deborah Eisenberg, kendisiyle yapılan bir söyleşide; insanların dikkatlerini yoğunlaştırmakta zorlandığı ve Twitter gibi bir aracın var olduğu bir çağda, kısa öykülerin popüler olmasının, bunların telefonunuzdan bile okunabilir olma özelliğine bağlanmasına karşılık, aslında kısa öykülerin, genellikle tekinsiz ve rahatsız edici atmosferlerinden ötürü, yatmadan önce ya da işten eve dönerken metroda okuyacağınız basit hikayeler olarak algılanmaması gerektiğini savunmuştu. Bu, benim de katıldığım bir nokta... Bu türe olan bağlılığım ise aslına bakarsanız üniversite yıllarında başladı. Ve dürüst olmak gerekirse, üniversiteye başlamadan evvel pek kitap okuyan birisi değildim. Üniversite yıllarıyla birlikte, kısa öykü ilk aşık olduğum edebiyat biçimi oldu; o nedenle de kalbimdeki yeri ayrı...

İzliyor musun bilmiyorum ama True Detective dizisinde de biraz böyle bir anlayış var sanki... Bayılıyorum True Detective’e! Evet kesinlikle katılıyorum. Bu diziyi diğer dedektif dizilerinden üstün kılan da bu özelliği, gerçekten çok katmanlı bir hikayesi var. Peki bize birkaç tane dedektif romanı tavsiye eder misin? Tabii ki. Sıralayacaklarım belki klasik anlamda dedektif romanı kategorisine girmeyecektir, ama hepsinin de temelinde bir arayış ya da bir dedektif hikayesi var esasında... Javier Marias’tan Tomorrow in the Battle Think on Me, Haruki Murakami’den The Wind-Up Bird Chronicle (Zemberekkuşu’nun Güncesi) ilk aklıma gelenler.

İnsanların dikkat süresi ve Twitter çağı demişken, geçenlerde The Telegraph’ta yayınlanan bir makalede yazar Elizabeth Day’in bir sözü yer alıyordu: “İnsanlar günlük koşuşturmacaları arasında roman okumaya zaman bulamıyorlar, bu nedenle de kısa öyküler mükemmel bir panzehir niteliğinde.” Evet tabii, ama bir yandan da ben bunun kişiden kişiye değiştiğini düşünüyorum. Mesela, bazı okurlar romanları tercih ettiklerini çünkü kesilmeden akıp giden bir kurguyu daha çok sevdiklerini söylüyorlar. Bense, iyi yazılmış bir kısa öykü kitabı okurken, estetik bir bütünlük çerçevesinde, kendimi farklı farklı hikayelerde ve mekanlarda bulmaktan hoşlanıyorum. Kısacası, bazı okurlar için bu değişkenlik ve çeşitlilik cezbedici bir özellikken, anlatımın kesintiye uğramamasından ve bu nedenle de günlük hayattan kaçmaya daha başarılı bir biçimde vesile olmasından dolayı birçok okur da romanları tercih ediyor.

‘Opa-Locka’ adlı öykünde, kaybolan iki adam var ve birisi ortadan kaybolduğu sırada diğeri ortaya çıkıyor. Bu ikili durumun saklı bir anlamı var mı? Öykülerimde oldukça güçlü bir ‘noir’ etkisi var. Dolayısıyla, noir’a özgü özelliklerden gayet bilinçli bir biçimde faydalandığımı söyleyebilirim; dedektifler, birbirini takip eden insanlar gibiler... Noir’ın bir diğer özelliği de ‘doubling’; mesela Hitchcock’un Vertigo’sunda olduğu gibi, hikayenin bir diğer yüzü, kimlik değiş tokuşu gibi meseleler yani. Benim ‘Opa-Locka’da yaptığım da ‘doubling’ temasını farklı bir formatta işlemekti. Noir’ın hafif tekinsiz tarafını seviyorum; tam olarak gerçekçi bir dünyada değilsiniz ama öte yandan sihirli bir dünyada da değilsiniz, yani ikisinin ortasında bir yerdesiniz aslında. Ben de öykülerimde böyle bir etki yaratmak istedim ve ‘doubling’ de buna yardımcı oldu.

Florida’da doğup büyümüş olmak yazarlığını nasıl etkiledi dersin? Aslına bakarsanız, Florida’nın bana farklı bir duyarlılık kazandırdığını bu eyaletten ayrıldıktan sonra fark ettim. 22 yaşına kadar orada yaşadım ve daha sonra Boston’a taşındım. Bu dönemde Florida’dan taşınmaya gerçekten can atıyordum ve uzun bir süre boyunca da burası hakkında yazmayı ya da Floridalı bir yazar olarak tanınmayı reddettim. Fakat yazdıklarımda her zaman için tuhaf ve sürreel denebilecek öğeler yer aldı ve zamanla bunun aslında Florida’nın getirdiği bir şey olduğunu anladım. Zira, burası gerçekten oldukça sürreel bir eyalet; bir yandan, şerit tipi alışveriş merkezleriyle, otoyollarıyla inanılmaz banal bir tarafı var, fakat bir diğer yandan da oldukça değişken ve garip bir havası var. Benim çocukluğum göl kenarında bir evde geçti ve arka bahçemizde timsahlar geziniyordu. Dolayısıyla da, gayet sıradan bir Amerikan banliyö hayatıyla tuhaf denebilecek türden öğelerin bir arada olduğu bir eyalet burası. Benim öykülerimde de bunun etkisi fazlasıyla hissediliyor -her ne kadar bunu anlamam ve bu eyaletin bana kattıklarını takdir etmem zaman aldıysa da...

Ana karakterlerinin ortak noktası nedir sence? Öykülerimin genelinde konu aldığım kavram boşluk hissi; karakterlerimin çoğu bu hissiyattan mustarip. Ayrıca, hem toplumdan hem de yakınlarından yabancılaşmaları söz konusu. Esasında ISLE’da yapmaya çalıştığım benzer konuları farklı kontekstlerde işlemekti. Evet, bu sebepten ISLE’da tematik bir bütünlük söz konusu. Ama işin güzel tarafı, öykülerinde benzer konular işlenirken bir yandan da insanı sıkan bir tekrar hissi yok. Teşekkür ederim. Her yazarın öykü kitaplarına yaklaşımı farklı; mesela bir yazar çıkıp “bu kitap benim beş senedir yazdığım hikayelerin bir derlemesi” diyebilir. Ama ben olaya bu şekilde yaklaşmıyorum; öyle ki, bir öykü kitabı yazarken, bunu bir evren yaratmak için bir fırsat olarak görüyorum. Baktığınızda, öykülerim klasik anlamda birbiriyle bağlantılı değil -örneğin aynı mekanlarda geçmiyor ya da bir öyküdeki bir karakter başka bir öyküde de karşınıza çıkmıyor.

The Isle of Youth’ta, kaybolan kocalar, esrarengiz babalar 41


Fakat dediğin gibi, aslında hem tematik olarak hem ‘noir’ öğeler bakımından hem de Florida unsurundan dolayı bağlantılılar. Şu da var ki, bütün öykülerimin Florida’da geçmesini istemedim. Sanırım kitapta tekrar hissinin olmaması biraz da bundan kaynaklanıyor. Bir de ISLE’ı yazarken başıma gerçekten güzel bir şey geldi. Kitabı bitirmek üzere olduğum sırada kocamla Baltimore’da yaşıyorduk ve o sırada, yaşadığımız apartmanda ciddi bir tadilat başladı, hatta mesele gardırobumuzun içine delik açma noktasına vardı. Neyse ki, bir arkadaşım yardımıma koştu ve bana o sırada boş olan dairesini kullanmamı teklif etti. Böyle bomboş bir alanda çalışmanın bana çok yardımı dokundu. Sayfaları yerlere saçtım, öyküleri duvarlara astım. Kitaba bilgisayar ekranından değil de, bu şekilde fiziksel olarak bakmak gerçekten çok fark etti; ufak detayları ve yankılanmaları daha iyi görmeye başladım. Mesela ilk öykünün son satırında ‘kanıt’ kelimesinin geçtiğini fark ettim ve buradan özel dedektiflerle ilgili bir öyküye başlamanın son derece doğal bir geçiş olacağını düşündüm. Bunun dışında, ilk öyküde ve son öyküde ikizlerin yer alması gibi yankılanmalar yarattım. Gereksiz tekrarları da daha net bir şekilde görmeye başladım. Yani, o sırada böyle bir odada çalışıyor olmak kitabı oldukça iyi yönde etkiledi. Öykülerinde absürd öğeler ve belli bir mizah anlayışı da var. Mizah senin için önemli bir unsur mu? Edebiyatta mizahı seviyorum ama bir yandan da bariz derecede komik denebilecek bir anlatıma yönelmiyorum. Düşündüğünüzde, mizah

aslında çoğu zaman acının, öfkenin ya da bir nevi histerinin dışa vurumu olabiliyor. Mesela sırf bu yüzden stand-up izlemeyi çok seviyorum; komedyenlerin yaptıkları esprilerin arkasında aslında inanılmaz bir öfke gizli. İşte benim hoşuma giden de, bu türden, karanlık bir mizah. Peki kimlerin mizah anlayışını seviyorsun? Bence Amy Hempel inanılmaz derecede komik; ‘In the Cemetery Where Al Jolson is Buried’ şimdiye dek okuduğum en güzel ve en komik öykülerden biri. Bir yandan çok üzücü ama bazı yerleri var ki hakikaten çok komik… Lorrie Moore’un özellikle eski dönem öyküleri, mesela ‘You’re Ugly, Too’, bunun dışında Joy Williams ve Haruki Murakami de bazen oldukça komik olabiliyorlar. Son zamanlarda neler okuduğunu da sorayım. Karl Ove Knausgaard’ın altı ciltten oluşan ve kendi hayatını anlattığı My Struggle’ına yeni başladım ve tahminlerimden çok daha iyi gidiyor. Bunun dışında Shane Jones’un Crystal Eaters’ını yeni bitirdim, hakikaten müthiş bir roman. İlk romanını yazdığını duymuştum, bitirdin mi? Biraz konusundan bahseder misin? Evet, yeni bitirdim ve son taslağı teslim ettim. ABD’de Şubat 2015’te yayınlanacak. Romanın adı Find Me; alternatif bir dünyada, ABD’de geçiyor. İnsanların hafızasını yok eden bir salgın hastalıkla ve annesini arayan genç bir kadınla ilgili.

XOXO The Mag



INTERVIEW/art

Sebastiaan Straatsma

Pop Kültür Mitolojisi ya da Toz Toplayıcılar Seramik ve cam sanatının alametifarikası vazolar, 21. yüzyılda fonksiyonlarından vazgeçip tarihin tozlu sayfaları yerine günümüzün tozlu raflarında kırılgan hikayelerini anlatırlar. Ta ki, Sebastiaan göstergebilimin iletişim şeklini bir kenara bırakıp aslında toz toplamaktan ileri gitmeyen objenin işlevini dürüstçe yorumlayarak bir kavram kargaşasına yol açana kadar... Sanatçının, her biri birer metreyi bulan vazo koleksiyonu Dustcollectors’ta eşzamanlı olarak Virgin Paradise Express’le cennete yolculuk edebilir, ya da aynı uçakta olası bir terörist saldırının kurbanı olabilirsiniz ve tüm bunlar cereyan ederken King Kong kafesinden kurtulmuş dünyanın üzerinde dans ediyor olabilir. Straatsma’nın hayal gücü sponsorluğunda anlattığı, iyinin kötüyle olan savaşına istediğiniz açıdan bakmak ve vazolarındaki hikayeleri istediğiniz dilde okuyup istediğiniz sona bağlamak sizin inisiyatifinizde. Tıpkı takip eden sayfalar için olduğu gibi... röportaj aslin kumdagezer fotoğraf sebastiaan straatsma otoportre

XOXO The Mag


PostBabylon, Fotoğraf: Sebastiaan Straatsma, sebastiaanstraatsma.com

PostBabylon, Fotoğraf: Sebastiaan Straatsma, sebastiaanstraatsma.com

U.K., Fotoğraf: Sebastiaan Straatsma, sebastiaanstraatsma.com

Vazo birçok coğrafyada, yüzyıllar boyunca, statü sembolü olarak kabul edildi. Çalışma alanını seçerken objenin tarihi seni ne derece etkiledi? Aslında endüstriyel tasarımcıyım ve çıkış noktam basit bir etkileşime dayanıyor: Ürünlerin obje ya da objelerin ürün olma haline. Bir de tabii sizin ülkenizde nasıl bilmiyorum ama buralarda kimsenin evinden vazo eksik olmaz. Ve çoğu zaman da içlerine çiçek konulmaz. Adları vazo olmasına rağmen artık sadece Japonya, Çin ve Hollanda arasındaki ticareti anlatan dekoratif parçalardan başka bir şey değiller. İşlevlerini kaybetmelerine rağmen hala aynı adı taşımaları ve aynı talebi görmeleri de en az tarihleri kadar beni etkiledi diyebilirim.

İşlerin ilk görüşte 3D printing’i anımsatıyor... Bu yorumu epey duyuyorum. Fakat üretim aşamasının benimkiyle çok farklı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. 3D printing’de 2 boyutlu bir çizimden 3. boyuta direkt geçiyorsun. Benim durumumdaysa, zanaat ve ani karar mekanizması daha etkili oluyor. Tabii beğenmediğim bir şeyi değiştirme lüksüm de her zaman var. Bu da tüm fikri bilgisayar ortamında hazırlayıp bir düğmeye basmaktan epey farklı.

Bu durağan halleri de sanırım bizi koleksiyonunun adına götürüyor. Evet, yaptığım objelere ‘Dustcollectors’ adını verdim çünkü tek yaptıkları orada öylece durup toz tutmak. Halihazırda fonksiyonunu kaybetmiş klasik vazonun işlevlerini, fiziksel anlamda da elinden alıp, onu açık bir yapıda şekillendirdim. Dustcollectors’taki vazolara isteseniz de su ve çiçek koyamazsınız.

Yoğun renk kullanımın da vazolarını atalarından ayıran özelliklerden... Neden dekorasyon malzemesi olarak kullanılan bir obje renk konusunda bu kadar mütevazı kalmış? Klasik seramiği baz alırsak eğer, bunun tamamen yapım ve malzeme kaynaklı olduğunu söyleyebilirim. Glazürle beraber fazla renk kullanmak epey zor ve her rengi ayrı ayrı elle işlemek de bir o kadar zahmetli. Bu yüzden, genelde, sadece iki renkle sınırlı kalınıyor. Tabii Sotheby’s’de pahalı parçalarda çoklu renk kullanımı görmeniz de mümkün.

3D printing özgürlüğünü ve yaratıcılığını kısıtlıyor olmalı. Doğrusunu söylemem gerekirse; evet. Bir resmi çizmek ya da tarayıp print etmek arasındaki fark gibi düşünebilirsin.

O halde neden vazo formunda ısrarcısın? Çünkü evrensel ve tüm kültürlerin yakından tanıdığı bir form. Uzak Doğulu ya da Avrupalı birine vazo dediğinizde aklında şekillenen form bir diğerinden çok uzakta değil. Bu evrensellik de beni üzerinde çalışmaya itti ve objenin günümüzde neler ifade ettiği üzerine çalışmak istedim.

Vazo topluyor musun, bir koleksiyonun var mı? Ne kadar koleksiyoner sayılırım bilmiyorum ama tabii ki enteresan objeler ve ilham almak için vazolar topluyorum. Başta da söylediğim gibi; etrafımdaki objeler beni çok etkiliyor. Sürekli etrafımızdaki objelerle iletişim içerisindeyiz. Bir kapı kolu size “Beni aç” bir fermuarsa “Beni kapat” der. Ve siz onları görür görmez bu objeleri nasıl kullanacağınızı, onların hayatınızda nasıl roller oynadıklarını bilirsiniz. Bu beynimize giden en direkt iletişim şekli ve teknolojiyle doğru orantılı olarak sürekli de değişiyor. Benim vazolarımda da bu iletişim mevcut ama sizi yanıltan bir iletişim. Çünkü, size ilk ilettikleri mesaj “Ben bir vazoyum”; fakat bir vazonun işlevselliğine sahip değiller ve bir sanat eseri olduklarını iddia ediyorlar. Açıkçası insanların kafasını böyle karıştırmak da hoşuma gidiyor.

Vazolar neden her kültürün ve tabii birçok evin olmazsa olmazı? Bence çok eski bir obje olması büyük rol oynuyor. Tabii bir de kültürlerin zanaatını, tarihlerini ve estetik anlamda yapabileceklerini gösterebildikleri yegane araç olması da epey etkili bir sebep. Senin işlerine dönersek, neden cam yerine reçine kullanıyorsun? Materyal seçimim bir sandalye projesinden çıktı. Tabii klasik bir formu modern bir malzemeyle birleştirme fikri de epey çekici göründü. Ayrıca camdansa plastik çok daha rahat şekil verebildiğin bir materyal. Bu da, yapım aşamasında, daha fazla özgürlük ve kendini ifade alanı sunuyor. Bunun yanında cam ve seramik kullansaydım dev fırınlara ihtiyacım olurdu. Tabii bu da üretim açısından pek pratik değil. Onun yerine reçineyi epoksiyle birleştirip renk pigmentlerini bu karışıma ekliyorum. Enjektör iğnesiyle detayları kalıba çizip kurumaya bırakıyorum, ardından da renklendiriyorum. Kesinlikle, bu yaptığım, klasik anlamdaki seramik işçiliğinden çok daha özgürlükçü.

Filmlerin en klişe sahnelerindendir, bir çift kavga eder ve taraflardan biri diğerine vazo fırlatır. Sanırım senin vazoların bu klişe anı tarihe gömüyor. Hayır hayır, kullandığım materyaller kulağa ne kadar kırılmaz gibi gelse de yeterince uğraşırsanız kırabilirsiniz. Senin hiç kırdığın oldu mu? Evet, birkaç tane kırdım. 45


Üretim sürecin bir yazarın yazdığı sayfadan mutlu olmayıp onu yırtıp atmasına benziyor... Benimkisi biraz daha az romantik olabilir. Etrafımda birçok bitmemiş, bitse de satılmak için yeterince iyi bulmadığım işlerimi görebilirsin. Onlar benim Ar-Ge çalışmalarım gibi ve her seferinde bir adım daha ileri gitmemi sağlıyor. Bu arada bir vazoyu bitirmen ortalama ne kadar vaktini alıyor? Aşağı yukarı 400-500 saat kadar sürüyor. Mesela U.K. ve Post Babylon diğer işlerime göre çok daha karmaşıktı ve onları bitirmek sonsuza kadar sürecekmiş gibi geliyordu. Hayal gücün Pikatchu ve Godzilla’nın Teletubbyland’de sonsuza kadar mutlu yaşadığı bir yer gibi. Sen hayal gücünü nasıl tanımlarsın? Pop kültür ve manganın hayli etkisi altında kalmış bir yer ve çoğu zaman ben de sembolizmi içerisinde kayboluyorum. Gerçi yaptığım işin doğasında sembolizm var. Başından beri bahsettiğimiz klasik Japon vazoları da tamamen semboller üzerine kurulu çizimlere sahip. Ve imgelerin ardını okuyabildiğinizde elinizdeki vazo aniden hikaye anlatan bir kitaba dönüşür. Benimkiler de öyle. Zaman zaman hikayeler çok nettir, iyi ve kötü arasındaki savaşı ya da güncel olayları anlatırım. Mesela Post Babylon, dünyayı şu anda nasıl gördüğünün bir tasviri. İncil’deki Babil hikayesini bilirsiniz, insanoğlu gökyüzüne ulaşıp Tanrılarından kurtulmak ister. Sinirlenen Tanrılar da kimsenin anlaşamaması için herkesi farklı diller konuşmaya mahkum eder ve bir kaos ortamı yaratırlar. Güncel durumumuz da bundan pek farklı değil, bunun başlıca sebebi de medyanın olayları farklı coğrafyalara istediği gibi aktarmasından kaynaklanıyor, bence. Bu durumda işlerindeki hikayeler katmanlı ilerliyor diyebiliriz. Bakan biri terörist bir saldırı tasviri görebilirken diğeri aynı imgeden mitolojiye ait bir efsaneyi hatırlayabilir. Hikayelerinin temasını ve işleyişini nasıl belirliyorsun? Derin bir araştırma sürecim oluyor haliyle, okumalarımın yanında

karmaşık kolajlar ve çizimler yapıyorum. Kolajlarım bittiğinde bunu kalıplara döküyorum. Bu derece karmaşık bir işi boş bir kafayla çıkarmak imkansız. Bu arada, favori manga karakterlerin kimler? Seçmek gerçekten çok zor. Godzilla ve King Kong gibi karakterlerin hikayelerini izleyerek büyüdüm, ama sanırım, favorilerim Astro Boy ve Pikatchu. Akira da en sevdiğim animasyon film. Belki de tüm bu karakterlerde ve mangalarda beni asıl etkileyen iyi ve kötünün savaşı, her şeyin ya siyah ya beyaz olmasıydı. Hikayeden forma dönersek, sürekli aynı şekil üzerinde çalışmak işlerini nasıl etkiliyor? Bu durum bir tutarlılık göstergesi mi? Baktığınız zaman bir ressam da çoğu zaman kanvas üzerinde çalışır. Yani form aynı kalır. Ayrıca, tamamen yuvarlak ya da kübik bir form üzerinde çalışırsam yaptığım iş aynı etkiyi vermeyecek ve referanslarını kaybedecek. İletişim şekli tamamen değişecek. Dustcollectors serisi 150 vazodan oluşuyor. Hedeflediğin bir rakam var mı? Bilemiyorum, sanırım ilham alabildiğim ve sıkılmadığım sürece devam edeceğim. İçinde bulunduğumuz çağ, hemen hemen her tasarımda fonksiyonellik arıyor. Hala sadece dekoratif olduğu için satın alma eğilimi devam ediyor mu sence? Aslında burada bahsedilen objenin ne olduğu da çok önemli. Eğer bir sandalyeden bahsediyorsak, tasarımsal anlamda ne kadar mükemmel olursa olsun, eğer üzerine oturamıyorsan işlevini ve bir noktada anlamını kaybetmiş demektir. Ama, bence dekorasyon da kendi başına işlevi olan bir kavram. Bir tablonun fonksiyonel olmadığını düşünebilirsiniz, fakat onun işlevi de evinize astığınızda sizi mutlu ya da hüzünlü hissettirebilmesidir. Tabii bu söylediğim, tasarım dünyasında resmi olarak kabul gören bir tanım değil ama bence bu da fonksiyonelliğin başka bir seviyedeki açıklaması. İşlerini edinmek istediğin sanatçılar var mı? Ettore Sottsass, Gaetano Pesce ve Pushwagner’ı çok seviyorum. Son olarak, işlerin soyut ekspresyonizm etkisi de yaratıyor. Kendini bir akımın parçası olarak görüyor musun? Soyut ekspresyonizm aslında hala keşfettiğim bir alan diyebilirim. Tabii akımın Lichtenstein gibi pop kültür tarafına daha yakın hissediyorum.

XOXO The Mag

Wack, Fotoğraf: Carmen Kemmink, sebastiaanstraatsma.com

Yoda Mute, Fotoğraf: Carmen Kemmink, sebastiaanstraatsma.com

Love Words, Fotoğraf: Carmen Kemmink, sebastiaanstraatsma.com

Sana ait olanları mı kırdın yoksa klasik olanları mı? Geçtiğimiz Şubat ayında Miami’de Ai Weiwei’nin 1 milyon dolarlık vazosunu kıran protestocuyu getirdin aklıma. Ama neyse ki ben, yanlışlıkla da olsa, öyle bir durumda kalmadım. Benim kırdıklarım kendime ait olanlardı. Bir defasında üzerinde çalıştığım vazoyu bir türlü istediğim yere getiremiyordum ve stüdyoda oturup ona bakmaktan, üzerine düşünmekten sıkılmıştım. “Artık bu vazodan kurtulma vakti geldi” diyerek kırdım.



INTERVIEW/MAGAZINE

Johannes Bonke & Sven Schumann

Talk the Talk

Bu ay yine bir değişiklik yapıyoruz ve matbu dergilerden konuk ağırlama rutinimizi dijital bir yayınla sekteye uğratıyoruz (olumlu anlamda). The Talks’un kurucuları Johannes Bonke ve Sven Schumann, Hollywood’un bilindik simalarıyla bilinmedik sularda yüzdükleri röportajlarıyla bir süredir radarımızdalar. Berlin’den dünyaya yetişmek için sık sık seyahat eden ikiliyi durağan bir anlarında yakalayıp, The Talks’la parlayan ve kısa bir süre önce yeni bir yola giren kariyerlerini konuştuk. röportaj serap gecü fotoğraflar alex de brabant

XOXO The Mag


Audrey Tautou

İş dışında da hoş sohbet olduğunuzu tahmin ediyorum... JB: Kesinlikle. Yeni insanlarla tanışmak hayatta en çok ilgimi çeken şeylerden biri. Ve benim için iyi bir sohbetle yarışabilecek çok az şey var. SS: Eh, tabii. Karşımdaki insan ilgimi çektiği sürece, herhangi biriyle koyu bir sohbete dalmak bana göre inanılmaz kolay.

zaman geçince, farklı ülkeleri konu edebilme noktasında oldukça iyi bir tanınırlık edindik ve böylelikle daha fazla noktaya ulaşmaya başladık. SS: Yıllarca dergiler için çalıştıktan sonra, dergi yönetimlerinin bizden röportajlarda bahsetmemizi istedikleri konular bizi biraz rahatsız etmeye başladı. Konuşulan konular genelde hep bir şeylerin tanıtımından ibaretti; bir film, kitap, sergi ya da bir parfüm... Düşündük ki; aslında, röportaj yaptığımız o müthiş insanlarla kendi imkanlarımızla bir araya gelebilsek, onlara dürüstçe cevaplamalarını istediğimiz soruları sorabilir, ve bu sayede ürünleri konuşmaktan öteye geçip, gerçekte kim olduklarına odaklanabilirdik... Böylece, kendi işimizi yapmaya ve insanlarla istediğimiz konuları konuşabileceğimiz bir platform oluşturmaya karar verdik.

The Talks’ta yayınladığınız röportajların bir bölümünü site henüz ortada yokken başka dergiler için yaptığınız röportaj arşivinden seçtiniz. Onları da dahil ederseniz, şimdiye kadar kaç kişiyle konuştuğunuzu biliyor musunuz? SS: The Talks’ta 120’nin üzerinde röportajımız var. Başlarda, dediğin gibi, hem arşivden hem de yeni yapılan röportajlardan yayınlayarak ilerliyorduk. Ama zaman geçtikçe ve proje giderek daha başarılı hale geldikçe The Talks’a özel daha fazla sayıda röportaj yapabilmeye başladık. Ve geldiğimiz noktada, şu anda sitede yayınlanan her röportaj The Talks’a özel.

The Talks’un tarzıyla ilgili aklınıza gelen ilk kelimeler? SS: Zamansız, eğlenceli, ilham verici. JB: Sezgisel, kıvrak ve çekici.

Daha önce ne yapıyordunuz? JB: Epey genç bir yaşta, henüz 18’imdeyken ve hala bir öğrenciyken röportaj yapmaya başladım ve o günden beri de dünyayı dolaşıp, insanlarla konuşuyorum. İlk zamanlar, daha ziyade sinemayla ilgili röportajlar yapıyordum ve yılda 16 film festivali dolaştığım oluyordu, ama sonra farklı alanlardan insanlarla da konuşmaya başladım. SS: Ben de geçtiğimiz 10 yıl boyunca Vogue, GQ, ve Harper’s Bazaar gibi dergilere yazılar yazdım. Kariyerime Almanya’da başladım ama kısa süre içinde, uluslararası yayın yapan yayınlara da katkıda bulunur hale geldim. Röportaj yapmak, biriyle buluşmak ve ona merak ettiğim soruları yöneltmek bana her zaman çok büyük keyif verdi.

Sven, sen bir yandan da Purple’da çalışıyorsun. O nasıl araya girdi? SS: The Talks ilk yayına başladığında dergide bizimle ilgili kapsamlı bir haber yaptılar ve böylelikle tanışmış olduk. Düşünce biçimlerimizin benzeştiğini kısa sürede fark ettik ve birlikte çalışmaya karar verdik. O günden beri, yani yaklaşık iki yıldır, Purple’ın Yazı İşleri Müdürü’yüm ve Olivier Zahm’la çalışmaktan çok memnunum. Sitede her röportajla beraber oldukça kısa bir ses kaydı yayınlıyorsunuz. Bu fikir nereden çıktı? JB: Bu özelliği çok seviyoruz, çünkü bir insanın sesinin nasıl olduğunu bilmek röportajın okunma deneyimine farklı bir boyut kazandırıyor. The Talks, okurlarımızın, röportaj yaptığımız insanların kim olduklarıyla ilgili doğru izlenimi edinebilecekleri bir platform, ve bu izlenim insanların ses tonlarını da kapsıyor. Bir de tabii böyle bir fonksiyonu bir matbu dergide ya da kitapta sunamazsınız, bu yönüyle biraz da dijitalin gücünü vurgulamak istedik.

Bir araya gelip, siteyi hayata geçirmeye nasıl karar verdiniz? JB: Birkaç yıl önce Sven’le CS Media adını verdiğimiz bir şirket kurduk ve insanlarla röportajlar yapmaya odaklandık. Tabii yaptığımız iş zamanla biraz danışmanlık hizmetine ve diğer yazı işlerine doğru kaydı, ama ana odağımız her zaman röportajlar oldu. Üzerinden biraz daha 49


Vincent Cassel

Dijitalden yola çıkan yayıncılar olarak, matbunun dijital karşısında güç kaybedeceğine hatta yok olacağına dair kehanetleri ciddiye alıyor musunuz? Belli başlı yayınların matbu edisyonlarından vazgeçip dijitale yöneldiklerini de düşünürseniz gelecek sizce matbu için ne vadediyor? JB: Dijital kesinlikle matbunun veremeyeceği pek çok şey vadediyor ve matbuya kıyasla dijitalde bir şeylere adım atmak çok daha kolay, bariyerleri daha düşük, ve zaten The Talks da bu sayede ortaya çıkabildi. Zira böyle bir projeyi matbuda yapmak çok daha büyük bir bütçe gerektirirdi. SS: Yine de, ben matbunun bir yere gittiğine inanmıyorum. Ne olursa olsun dijital hala fiziksel bir objenin yerini tutmuyor. Yani, bazı dergiler varlıklarını matbuda sürdürememiş olabilir ve matbu yayıncılar para kazanmak için yeni yollar aramak zorunda kalmış olabilirler ama basılı objenin kendisi çok uzun bir süre daha buralarda olacak. Kendimden örnek vereyim; tonlarca kitabım var ve daha fazlasını da almaya devam edeceğim.

Sitedeki Timekeeper By Rolex fonksiyonundan da bahsedelim... JB: The Talks’ta ciddi bir röportaj yoğunluğu var ve yenilerini eklemeye de devam ediyoruz. Timekeeper fonksiyonu sayesinde istediğiniz röportajları daha sonra okumak üzere işaretleyebiliyorsunuz. Yani A-Z’ye bölümünden röportaj seçip, “read later” dediğinizde, o röportajı Timekeeper sayfasına aktarmış oluyorsunuz. Buradaki fikir, insanların okumak istedikleri röportajları istedikleri şekilde düzenlemelerini ve zamanı daha iyi yönetmelerini sağlamak. Aynı fonksiyon yeni iPad aplikasyonumuz için de geçerli.

Matbuya yönelmek hiç aklınızdan geçiyor mu? Bir dergi veya kitap çıkarmayı düşünüyor musunuz? SS: Bir gün matbuda bir şeyler yapma fikrine hiç karşı değiliz, ama böyle bir şey olursa dergiden ziyade kitaba daha sıcak bakıyoruz galiba... JB: Evet, doğru fırsatlar karşımıza çıkarsa neden olmasın? The Talks’ta yaptığımız işe ciddi bir özenle yaklaştığımız için, uygun şartların oluşması bizim için çok önemli.

En sevdiğiniz dergiler hangileri? JB: Vanity Fair, Arena Homme + ve Purple. SS: Purple, Apartamento, The New York Times Magazine.

Rolex sizi nasıl keşfetti? JB: Dediğim gibi, işimizle ilgili attığımız adımlara çok dikkat ediyoruz, ve bu özenli tavrımızın bir sonucu olarak, geçmişte bize önerilen ortaklık tekliflerinin hepsine hayır dedik. Bir taraftan da, yaptığımız işe %100 uyacak ve aynı zamanda bizi anlayıp, sitemizi ziyaret eden kullanıcıların deneyimlerini mahvetmeden, çalışma yöntemimizi benimseyecek bir marka arayışındaydık. Bu nedenle de aslında Rolex’e biz ulaştık. İkonik repütasyonları ve müthiş medya ortaklılarını göz önünde bulundurduğumuzda bu bize kusursuz bir işbirliği gibi göründü. Karşılıklı derinlemesine konuşmalardan sonra bu ortaklığa karar verdik ve bize inanan böyle harika bir temsilci bulabildiğimiz için şu anda çok memnunuz.

Konusu açılmışken, iPad’den kitap okuyabilenlerden misiniz? JB: iPad, seyahat ederken kesinlikle çok daha pratik, ama ben genelde sadece bizim sitedeki gibi kısa metinleri okurken iPad tercih ediyorum, ve tabii e-mail’lar ve haberler için... Zira iyi bir kitaba dokunmayı ve onu hissetmeyi hala çok seviyorum. SS: Eğer valizimde yer varsa, iPad yerine her zaman bir kitap taşımayı tercih ederim.

Berlin’den Hollywood’a yetişmek için sık sık seyahat ediyor olmalısınız... JB: İş hayatına atıldığımdan beri, kendimi dünyanın herhangi bir yerinden çalışabilmeye alıştırdım. Bir ya da iki hafta aralıklarla yer değiştirmeyi çok seviyorum. Bu dinamizm ihamımı canlı tutuyor ve beni her gün aynı monotonluğun içine girmekten koruyor. SS: Kısa süre önce baba olduğum için, seyahat programım biraz sekteye uğradı. Son birkaç ayda Viyana, New York, Londra ve Paris’e gidebildim. Peki son zamanlarda favori destinasyonlarınız arasında nereler var? JB: Berlin’in dışında, her daim favorilerim Roma, Rio de Janeiro, Montreal, Los Angeles ve New York. SS: Amalfi Coast’ta, Positano yakınlarında Villa tre Ville diye harika bir küçük otel var. Bana göre Avrupa’daki en güzel konaklama mekanlarından biri. Başka hiçbir otel, orası kadar ‘varlıklı bir

XOXO The Mag


Agyness Deyn

görsel seçerken de mutlaka işin başında oluyorum. Sonuçta görsellik projemizin çok önemli bir bileşeni.

arkadaşınızın yanında tatil yapıyormuşsunuz’ hissi yaratmıyor... İstanbul’a da yolunuz düşmüştür herhalde... JB: Üç kez. Her seferinde bu büyüleyici şehrin güzelliği ve benzersizliği karşısında şaşkınlıklara uğradım. Hep daha fazlasını keşfetmek istedim ve kaldığım günler boyunca hiç yerimde durmadım. Özellikle Tarihi Yarımada ve oradaki kültürel atmosfer beni çok etkiledi. Şehrin en sevdiğim noktası ise sanırım Küçüksu Kasrı’ydı. Orada güneşin batışını izlemek unutulmazdı. SS: Ben de geçtiğimiz sene, İstanbul’da yaşayan ve çok sevdiğim bir arkadaşımın 30. yaş günü için oradaydım. Ne yazık ki şehri dolaşmak için pek vaktim olmadı ama arkadaşımın Boğaz’da bir teknede verdiği parti inanılmazdı.

Bugüne kadar konuştuğunuz insanlar arasında, röportaja ikna etmekte en çok zorlandığınız isim hangisi oldu? JB: Madonna en çetin cevizlerden biriydi. Atacağı her adımı önceden planlayan bir ekibi var ve aldıkları her röportaj teklifinde gerçekten çok kapsamlı bir background araştırması yapıyorlar. Teklifimizi kabul etmesi aylar aldı ve ta ki onunla aynı odada oturduğumuz o ana dek, röportajı gerçekleştirebileceğimizden asla emin olamadık. SS: Şunu da söylemek lazım; genelde ikna etmemiz gereken kişiler aslında röportaj yapmak istediğimiz insanların kendileri değil, PR tarafı oluyor. Arada PR olmadan istediğimiz isme direkt ulaşabildiğimizde ikna süreci çok kolay atlatılıyor.

The Talks’a dönelim. Röportaj kahramanlarınızla nerelerde buluşmayı tercih ediyorsunuz? JB: İdeali, konuştuğumuz insanların kişilikleriyle ilgili ipuçları verebilecek, onlara ait bir mekanda buluşmak. Steril otel odaları buluşulabilecek en kötü yerler. SS: Evet, kesinlikle. Mesela bir insanı stüdyosunda ziyaret etmek, nasıl çalıştığıyla ilgili de birçok izlenim edinmenizi sağlıyor. Bir restoran veya kafe de fena seçenek değil. Galiba esas önemli olan, buluşma noktasını röportaj yapacağımız kişinin seçmesi. Nerede kendini daha rahat hissediyorsa orada sohbet daha akıcı oluyor.

Daha ilk karşılaşmanızda Madonna’nın size neden ev adresinizi sorduğunu öğrenebildiniz mi? SS: Hayır, hala hiçbir fikrimiz yok. Dalai Lama ve Keith Richards’la konuşma hayalleri kurduğunuzu okudum. Onlar dışında aklınızda kimler var bu aralar? JB: Warren Buffett, David Bowie ve Thom Yorke. Ve tabii Hunter S. Thompson kendini vurmadan önce onunla röportaj yapamadığım için çok üzgünüm. SS: Jack White, Steven Meisel ve Trey Parker.

Röportajlarla beraber yayınladığınız portreler arasında ünlü fotoğrafçıların arşivlerinden faydalandığınız kadar yeni fotoğraflara da yer veriyorsunuz. Bu konuda nasıl bir işleyişiniz var? JB: Sitedeki fotoğrafların neredeyse yarısı çekimlerini bizzat gerçekleştirdiğimiz ve bize özel olan portrelerden oluşuyor. Burada, uzun zamandır işbirliği içerisinde olduğumuz fotoğrafçı Alex de Brabant’ın gözüne güveniyoruz. Ama tabii bir çekim organize etmek mümkün gözükmediğinde arşiv fotoğraflarını kullanmaktan başka çare kalmıyor.

Yaptığınız röportajlardan unutamadığınız sözler vardır mutlaka... SS: Herhalde 1000 tane unutulmaz söz duymuşumdur ama esas, insanların daha önce hiçbir yerde söylemedikleri bir şeyi bize söylediklerini fark ettiğim anları çok seviyorum. Mesela Tom Ford “Daha fazla insanın bana asılmasını istiyorum.” dediğinde, bunun tüm dünyaya yayılacak bir laf olduğunun farkındaydım. JB: Hatırladığım ve beni gülümseten çok fazla iyi söz ve an var. Tek bir şeye indirgemek biraz zor ama yaşça olgun insanlarla hayatın gizli tuzakları üzerine konuştuğumuz zamanlar sanırım en sevdiklerim. Böyle vizyoner insanları dinleyerek hayatla ilgili gerçekten çok fazla şey öğrenebiliyorsunuz.

Sven, Bret Easton Ellis’in portresini de sen çekmişsin... SS: Evet, biraz iş başa düştü, yanımda fotoğrafçı olmadığı için Bret’in portresini kendim çektim. Fotoğrafla uğraşmayı seviyorum ve siteye 51


Valentino Garavani

Willem Dafoe

Röportaj yaparken komik duruma düştüğünüzü hissettiğiniz oldu mu hiç? JB: Bu işe ilk başladığımda İngilizcem pek akıcı değildi ve röportajları sağ salim tamamlayabilmek için soruları önceden bir kağıda yazmış olmam gerekiyordu. İngilizce yaptığım ilk röportaj da Teri Polo’ylaydı, bornozuyla karşıma geçti ve bana ilk sorduğu soru “Gerçekten röportajları sen mi yapıyorsun?” oldu. “Neden?” diye gevelediğimde, “Çünkü tatlı, genç bir İtalyan çocuğa benziyorsun.” dedi. Bornozu, sorusu ve aramızdaki bu diyalog kafamı öyle bir karıştırmıştı ki, röportajın kalanı tam anlamıyla bir fiyaskoydu benim için. 18 yaşımda, işin daha en başında olduğum zamanlardı tabii... SS: Karşınızda oturan insanı iyi tanımıyorsanız, gerçekten gülünç duruma düşebiliyorsunuz. Mesela aktörlerle belli bir film üzerinden konuşmak istediğinizde, sizi ekibin tamamıyla röportaj yaptırtmaya kalkıyorlar. Hatta bir keresinde öyle tuhaf bir şey oldu ki kiminle konuştuğum hakkında hiçbir fikrim yoktu. Neyse ki, durumu kolaylaştırmak ve konuştuğun kişinin kim olduğunu idrak etmek için standart sorular var... Çalışmadığınız bir günde sizi nerede bulabiliriz? JB: 14 yaşımdan beri takıntılı bir şekilde koşu merakım var. Beni muhtemelen şehir merkezinden uzakta, kulaklarımda yüksek sesli bir müzik, yeni yerler keşfederken bulabilirsiniz. SS: Oğlum Elliot’la.

Will Ferrell

Michael Caine

Sven senden bir alıntıyla devam edelim: “Hollywood insanları arasından gençlerle konuşmayı pek sevmiyorum. Çok yakın olmadığınız sürece, bu insanlar size de herkese anlattıkları aynı sıkıcı şeyleri anlatma konusunda ellerinden geleni yaparlar. Zira hata yapmayı ve menajerleriyle başlarının derde girmesini asla istemezler.” Genç Hollywood yıldızları arasından sizi şaşırtan isimler oldu mu? SS: İstisnalar oldu tabii, ama ne yazık ki Hollywood’daki pek çok genç yetenek nasıl röportaj vermeleri gerektiği konusunda o kadar iyi eğitilmişler ki onlarla gerçek bir sohbet inşa etmek çok güç. JB: Mesela, Michael Pitt ya da Mila Kunis oldukça rahat görünüyorlardı ve her şeyi açıklıkla konuşmak konusunda bir sıkıntıları yok gibiydi. Ama bunlar gerçekten istisna.

En sevdiğiniz yazarlar ve kurgu karakterler hangileri? JB: Herman Hesse ve Hunter S. Thompson. Hunter özellikle kurgu karakter tanımına da uyuyor çünkü kariyeri boyunca gerçeküstü bir başarı elde ederek destansılaştı. SS: Thomas Mann ve Eric Cartman. Utanç duyduğunuz zevkleriniz var mı? JB: La Mer. SS: Uçaktayken boktan filmler izlemek... İyi olma ihtimali olan hiçbir şeyi havada izlemem. Bu aralar tekrar tekrar dinlediğiniz neler var? JB: Rolling Stones’dan hiç vazgeçmem. Onun dışında, 2014’ün şimdiye kadarki en iyi albümü Future Islands’ın Singles’ı. SS: Bir süredir yoğun bir Neil Young döneminden geçiyorum. Diğer taraftan, oğlum Mozart’tan hoşlanıyor gibi, o yüzden bu günlerde onu da çok sık dinliyoruz. The Talks’un geleceği için aklınızdan neler geçiyor? SS: Halihazırda yeni iPad aplikasyonumuzu daha interaktif ve daha eğlenceli hale getirmek için çalışıyoruz. Gelecekte siteye ayrıca video içeriği de eklemeyi planlıyoruz, ki bu da hem aplikasyona hem de sayfaya heyecan katacak bir unsur olacak. Bu röportajı bitirdiğimizde yapacağınız ilk şey ne olacak? JB: Seninle konuşurken inbox’ımda biriken 25 e-mail’ı cevaplayacağım. SS: Karımla akşam yemeğine gideceğim. Kapanışı Ballard’la yapalım. “Şöhret kültüründe bir bayağılaşma peyda oldu; anlık, hazır karışım bir şöhretle karşı karşıyayız, tıpkı hazır çorba gibi ve onun kadar besleyici...” JB: Ballard’ın bu sözü The Talks’u neden kurduğumuzu çok iyi özetliyor. Bayağılaşan şöhretten uzak durarak, gerçekten bir anlamı olan ve fark yaratan insanlara ulaşmak istedik. SS: Eskiden şöhrete kavuşabilmek için insanların harika bir şeyler yapmış olmaları gerekiyordu, ama tabii bugün durum öyle değil. Ne yaptığınızdan çok kimi tanıdığınıza ve kiminle yattığınıza (mümkünse kameralar karşısında) bakılıyor.

XOXO The Mag



INTERVIEW/MUSIC

SHARON VAN ETTEN Yaz Günlerİnde Aşk

Kırık kalpler korosunun puslu sesli eski elemanı, Brooklyn prensesi Sharon Van Etten ile şarkı yazma süreci, kırık kalplerin tedavi yöntemleri, yeni albümü Are We There, yollarda geçen birkaç sene, işbirlikleri, hala büyüyor olmak ve sakin bir hayat kurma hayalleri hakkında konuştuk. röportaj beren özel fotoğraf dusdin condren

XOXO The Mag


Yazdığın şarkıları dinleyicilerle paylaşmak istediğini ne zaman fark ettin? 20’li yaşların başında yeniden annemlerin evine taşındığım zaman, evden kaçmak için ‘open mic’ gecelerine katılmaya başladım. Orada bana destek veren ve bu süreçte yardımcı olan şahane insanlarla tanıştım. Yavaş yavaş evden kaçış nedeninden çok hayata bağlanma nedeni oluverdi.

uzun uzun düşündüm; bu da şarkıların ruhunu, yapısını etkiledi. Son albüm ise son derece güncel; geriye dönüp herhangi bir muhakeme yapmadım. Şarkıların hepsi ilk yazdığım şekliyle, oldukça ham bir vaziyette yer alıyor. Bir önceki albümün, Tramp’te birçok müzisyenle işbirliği yaptın. Böyle bir işbirliği sürecinden sonra, Are We There’i yaratmak ne kadar farklıydı? Şarkı yazma kısmı aslında çok değişiklik göstermedi, çünkü şarkıları ilk günden beri, üç aşağı beş yukarı aynı şekilde yazıyorum. Ama kayıt süreci bambaşkaydı. Prodüktör koltuğuna geçtim, insanlara neyi nasıl yapmaları gerektiğini ben söylüyordum ve albümün temelinde yıllardır beraber turneye çıktığım grubum yer alıyordu. Her ne kadar ben direksiyonda olsam da, grubumun katkısı yadırganamaz -hep beraber rahat bir ortamda çalışamıyor olsak bu albüm çıkmazdı.

Peki, halihazırda çoğalan hayranlarınla ne denli iletişim kurabiliyorsun? İnsanlarla iletişim kurmak benim için çok mühim. Ve bu her zaman da böyle olacak. İyi hissettiğim ve ses tellerimde sorun olmadığı müddetçe, her konserden sonra insanlarla konuşmak istiyorum. Genelde, konserlerden sonra, bazı izleyiciler gelip bana şarkılarımın kendi hayatlarında olup bitenleri ne şekilde yansıttığını ve onlar için ne denli önemli olduğunu anlatıyorlar. Bu da beni çok mutlu ediyor. Şarkılarım tabii ki kişisel ama dinleyicilerimle herhangi bir bağ kuramadığım noktada müzik hayatım sona ermiş demektir.

Peki sence işbirliği yapma ihtiyacının kaynağı, kendi içinde tek başına çıkaramadığın şeyleri ortaya çıkarıyor olması mı? Pek tabii. Her albümde yeni bir şey denemek istiyorum. Her yeni albümle yeni bir şeyler öğrenmek istiyorum. Bir şarkı yazarı olarak gelişmek istiyorum. Dolayısıyla, eğer birisi yeni bir fikirle karşıma çıkarsa -ki işbirlikleri nerdeyse tamamen bunun üzerine kurulu- bu normal şartlarda hayatta aklıma gelmeyecek bir fikir dahi olsa, bunu kullanabilmek istiyorum. Kısacası işbirlikleri sonucunda mutlu sonla biten kazalar ortaya çıkıyor ve ben de bundan dolayı müteşekkir oluyorum. Diğer yandan, biraz önce de bahsettiğim gibi, grubumla çok mutluyum; birbirimizi yakından tanıyoruz, kolluyoruz ve yeni fikirler öne sürmek istediğimiz zaman “diğerleri acaba ne der?” endişesi taşımıyoruz.

Şarkı yazmanın senin için birtakım zorlu günlerin üstesinden gelme ihtiyacından öte günlük bir terapi ve hatta temel bir ihtiyaç olduğunu düşünsek, bu çıkarım ne kadar doğru olur? Epey doğru diyebiliriz. Ne zaman kendimi karanlık duygular içinde bulsam, zorlandığımı hissetsem, bir şişe şarap açıp elime bir enstrüman alıyorum ve içime sinen bir melodi yaratana kadar şarkı söylüyorum. O melodiyi bulduğum zaman, kayıt cihazımı çıkarıp yaklaşık 20 dakika boyunca o an aklıma gelen şeyleri bulduğum melodiye uyarlayarak söylüyor ve kaydediyorum. Bu sadece sistemimi boşaltmak ve içimi dökmek için yaptığım bir şey. Başka birisini düşünerek ya da hayal ederek yaptığım bir şey değil. Ortaya çıkan şarkının çok özel olduğunu hissedersem zaten başkalarıyla paylaşmıyorum, kenarda kalıyor; o an nasıl bir ruh hali içinde olduğumu hatırlamama ve anlamama yardımcı oluyor. Kendi kendimin terapistliğini yapıyorum bir anlamda. Bu süreçten geçen şarkıların sadece bir kısmı, yani dinleyicilerin çoğunluğunun bağ kurabileceği nitelikte olanlar, albümlerimde yer aldı ve alacak. Zira şarkıları gereğinden fazla kişiselleştirerek insanları kendimden uzaklaştırmak istemiyorum.

Bu arada, The National ve Nick Cave gibi müzisyenlerle turneye çıkmak kendi grubunla beraber çıktığınız turne ritüellerini etkiledi mi? Şarkılarımı yeniden yorumlamaya bayılıyorum. Nick Cave turnesi için sadece iki kişi olarak katıldık -ben ve davulcum Zeke Hutchins. İkili olmanın avantajı son derece yalın setlerle sahneye çıkmaktı. Grup olarak turnedeyken şarkılar daha fazla katmandan oluşuyor, haliyle. Ama benim için önemli olan, mümkün olduğu kadar içinde bulunduğum durum ve ortama ayak uydurup şarkıları o duruma göre uyarlamak -yalınlaştırmak ya da çoklu enstrümana yaymak gibi.

‘A Crime’ gibi ‘kalp kırıcı nitelikte güzel’ şarkıları sahnede söylerken, söz konusu şarkıların çıkış noktalarını/nedenlerini anımsıyor musun? Kendini nasıl bu duygu yoğunluğundan uzak tutuyorsun? Uzak tutabildiğimi kim söyledi? ‘A Crime’ ve benzeri şarkıları her söylediğimde tekrar o duyguları dışa vuruyor ve bir anlamda o duygu yoğunluğu ile tekrar yakınlaşıyorum. Benim için katarsise yol açan bu süreç umuyorum ki dinleyiciler için iyileştirici oluyordur. Hiç kimse yalnız hissetmemeli.

Albüm kapağının bir hikayesi var değil mi? O fotoğrafı ben çektim! İlk iki albümümün kapağını düzenleyen en yakın arkadaşım Rebekah’nin resmi o. Arabanın camını açıp bağırmaya başladığı anı çekiverdim. İnanılmaz bir andı ikimiz için de! Her birimizin hayatındaki büyük değişimlerin başlangıcını simgeliyor. Rebekah, Indiana’ya taşınıp çoluk çocuk sahibi olacak, bense New York’a taşınıp müzik kariyerimi başlatacaktım. Yollarımız ayrılmadan önce beraber geçirdiğimiz son gündü. İkimiz de korkuyor ama bir yandan da, verdiğimiz kararlardan ötürü heyecan duyuyorduk. Üzerinden çok zaman geçti ama o an ikimizin de beyninde kazılı.

Zaman içinde aşk ve ilişkilere bakışının, tabiri caizse, gelişim gösterdiğini, daha yapıcı olduğunu gözlemliyorum. Sence aşk ve ilişkilere bakışın değişti mi? Özellikle son zamanlarda, büyüdüğümü hissediyorum. Son 10 sene çok inişli çıkışlı geçti. Artık eskisi kadar insanların benim hakkımdaki düşüncelerini önemsemiyorum ve daha çok kendim olabildiğimi düşünüyorum. En azından gerçek anlamda mutlu ve huzurlu kalmayı deniyorum. Sakinliği seviyorum.

Senelerdir New York’ta yaşayan bir müzisyen olarak, bu şehirle ilişkin ne durumda? Sen de Rebekah gibi tası tarağı toplayıp şehri terk edebileceğini düşünüyor musun? New York’u çok seviyorum çünkü beni mütemadiyen daha iyiyi yapmaya zorluyor; daha çok çalışmam gerektiğini, daha çok şey yapmam gerektiğini hissettiriyor. Olumsuz olarak nitelendireceğim yegane şey New York’ta yaşamanın ne kadar pahalı olduğu ve gitgide de pahalılaştığı. Bu şehirle ilişkim sona ermedi ama nereye kadar bu yaşam masraflarını ödemeyi üstlenebilirim, bilemiyorum. Soru işaretleri daha da büyük boyutlara geçtiği zaman Rebekah’nın izinden gitmeyi ciddi olarak düşünebilirim.

Yeni albümün Are We There’in ruh halini tasvir edebilir misin? Diğer albümlerinden farkı nedir? Bilinçli bir karar değildi ama bu albüm bir rock albümünden çok bir soul albümü oluverdi. Aynı zamanda, önceki albümlerimden daha içine kapanık bir albüm. Şu da var ki, önceki albümlerimde, eski şarkıları yeniden yorumladım ve bunu yaparken geçmişte olan olaylar hakkında 55


INTERVIEW/BRAND

Stéphane Belmont

Chez la Grande Maison de Jaeger-LeCoultre Jaeger-LeCoultre’nin Vallée de Joux’daki atölyesine giderken, ormanların içinden geçmeniz gerektiğinden, kendi çalışma alanınızı sorgulama ihtimaliniz artıyor. Yolu bitirip, yemyeşil bir bölgede, 1833 yılında kurulan saat yapım atölyesinin altında üretim yapan kompleksle tanıştığınızda ise, ilk olarak her şeyin başladığı o küçük pencereli binaya bakınıyorsunuz, ister istemez. Bu büyük saat atölyesinde dolaşırken, teknolojinin geleneksel kökleri korumaya yarayan yüzüyle yakınlaşıyorsunuz. Antoine LeCoultre’nin portresine sıkça rastlıyor, küçücük mekanizmaların daha da küçük parçalarıyla uğraşan zanaatkarlara bakıp, Aldous Huxley’nin Brave New World’ünden bir uyarlamanın içine girdiğiniz hissine kapılıyorsunuz. Sanatın üretimle yakınlaşabildiği belki de tek atmosfer olan Vallée de Joux’da, kendi kendinize, kadranlara bakarken ‘tuvallerin arkasında duran bilim’ betimlemesi yapıyorsunuz. Son durakta o küçük pencereli binayı, müze halindeyken ziyaret etme şansı yakalıyorsunuz. Karşınızda Jaeger-LeCoultre tasarımlarıyla bezeli bir zaman tüneli var. Ve günün sonunda biz, Grande Maison’da Ürün Pazarlama Direktörü Stéphane Belmont’la konuşuyoruz. Matteo da yanımızda, fotoğrafları çekiyor. Başka bir evrenin yansıma evreninde olabileceğimizi de hesaba katarak, şimdi size aktarıyoruz. röportaj müjde metin fotoğraflar matteo carcelli

XOXO The Mag


Bir saat atölyesinde inovasyonun önemi nedir? Teknoloji, sizce görsel elementlerle nasıl uyum yakalamalı? Antoine LeCoultre’nin küçük parçalar üretebilme amacıyla kendi araçlarını yaratmasından bu yana, Jaeger-LeCoultre’nin en önem verdiği noktalardan biri hep inovasyon oldu. Antoine LeCoultre’nin mikron ölçmeye yarayan ilk alet olan ‘Millionomètre’i icat etmesinin sebebi de buna dayanıyor. Çünkü eğer iyi saatler üretmek istiyorsanız, iyi makinelere, araçlara ve ölçüm enstrümanlarına sahip olmanız gerekiyor. Bizim felsefemizde de, mekanik parçalar kullanarak geleneksel saatler yaratmak var. Ama tasarımda ve el işçiliğinde modern araçlar kullanırsak, mekanizmadaki parçaların boyutlarını, niteliğini ve performansını geliştirebiliriz. Ancak bu sayede en güçlü verimi ve dakikliği elde edebiliriz. Her saat el işçiliğiyle üretiliyor; parçaların birleşimi, dekorasyonu, kontrolü… Fakat çok yetenekli zanaatkarlarla çalışsanız da, tasarım, üretim ve dakiklik hususlarında kendinizi geliştirmiyorsanız iyi saatler yaratamazsınız. Bu yüzden teknolojiden faydalanmak önemli. Hedefimiz, üretimin sonucunda kült tasarımlar yaratmak, ama öte yandan bunu gerçekleştirirken modern olmak zorundayız.

değerini hissediyorlar; iyi bir saatte, yüzeyde kullanılan pırlantaların değil, ayrıca saatin içindekilerin de önemli olduğu fark ediliyor. Dijital ve mekanik saatlerin arasındaki duruma kıyasla, akıllı saat kategorisi nasıl konumlanıyor? Mekanik saatlerin, yüzde bazında diğer saatlere kıyasla yeri çok küçük ve özel. Kuvvetle muhtemel, akıllı saatler, Quartz’la yarışacak, ancak mekanik saatlerle rekabete giremez. Çünkü eğer bir akıllı saat alırsanız, fonksiyona ulaşırsınız. Tıpkı akıllı telefonlar gibi. Onları da en fazla 18 ay boyunca kullanıyorsunuz, sonrasında yeni versiyonunu almanızı istiyorlar. Oysa mekanik saatler jenerasyonlar boyunca süren bir çizgide duruyor. Zira bir mekanik saat aldığınızda, değerlere, zanaate, kültüre ve stile dokunursunuz. Mekaniğin, lüks nesne olması da burada devreye giriyor; gerçek tasarım, değerini gösteriyor, sadece saatin kaç olduğunu öğrenmek için saat almış olmaktan çıkıyorsunuz. Birbirleriyle rekabet edemeyecek iki farklı segment ve iki farklı piyasa söz konusu… Akıllı saatlerin tek avantajı, saate olan geleneksel bakış açısını değiştirebilecek olmaları; onlar sayesinde eleştiri kriterleri yeni yönler kazanabilir. Saat sektöründe tasarımların çoğu dairesel, dikdörtgen biçimindeki saatler çok az sayıda. Aklıma gelen dikdörtgen olup ikonikleşmiş saat tasarımı, bir Cartier Tank’tir, bir de Jaeger-LeCoultre Reverso.

Mekanik saatlerin yeniden yükselen popülaritesi sizi şaşırtıyor mu? Bugünlerde yaygınlaşmasının sebebi piyasalarda daha ulaşılabilir olmalarından kaynaklanıyordur belki de, ancak ben bunu yenilenen bir popülarite diye yorumlamıyorum. Bu durum, Quartz krizinden sonraya, 80’lere kadar dayanıyor; o zamanlar yalnızca Avrupa ve ABD’de mekanik saatlerin değerine ve müstesnalığına inanan çok az koleksiyoner vardı. Zaman geçtikçe insanlar, giydikleri kıyafetlere gösterdikleri özen gibi, bileklerine de güzel saatler takmak istemeye başladılar. Ekonomik açıdan ise Asya, Çin, Orta Doğu ve Güney Amerika gibi yerlerde de piyasalar gelişti. Dünyadaki refah seviyesi arttıkça mekanik saatlere olan ilginin yükselmesi de pek tabii normal. Dergilerin ve diğer yayınların bu konuda okuyucularına daha fazla bilgi sunması da bir diğer etken. Artık insanlar pırlantalarla kaplı bir Quartz saati tercih etmek yerine, mekaniğin

Lüks kavramının kriterleri de değişiyor mu? Lüksü tanımlamak bence zaten başlı başına çok zor. Pahalı olan her şeye genelde lüks deniliyor. Ama, yalnızca markası yüzünden pahalı olan ürünler de var. Bazı objeler gerçek bedellerinde satılmasa, fiyatının niteliğini taşımıyor olsa dahi, markanın ismi veya tasarımcısı için satın alınıyor. Bir de diğer taraftan, lüksün bir kolunu oluşturan, hem mekanik hem de tasarımsal anlamda kendilerini geliştiren, bunları birbiriyle eşleştiren zanaatkarlar var. Bir ürünü elde edene kadar geçen süreç de fiyatı ve lüks kavramını etkiliyor, şekillendiriyor. Jaeger-LeCoultre, bu bağlamda nereye yerleşiyor? Zanaat, en ön planda duruyor. Ürünü elbette zanaatkarlar yaratıyor. 57


Bir Jaeger-LeCoultre ürünü aldığınızda, öncelikle mikro mekanik alanında 180 yılı aşkın bir know-how’ı satın alıyorsunuz. Marka ve saat tasarımcısının ismi daha sonra geliyor. Ürünün kendisi her şeyden daha önemli. Yani, saat yapımının içeriğini ve yaratıcılığını satın alıyorsunuz. Tasarımın alıcısıyla kurulan bu duygusal bağ göz önüne alındığında, pazarlama stratejilerinizi temel olarak nasıl kurguluyorsunuz? Her zaman üründen yola çıkıyoruz. Saat üretimi sıkıcı olabilir, bu yüzden tasarıma önem veriyoruz. Tasarımı ilgi çekici yapabilmek için kreatif noktalar yaratıyoruz, böylece yenilikler görebiliyorsunuz. Klasik olan ve zamana karşı durabileni muhafaza edip, “Bunu istiyorum çünkü yeni.” hissini verebilen tasarımları yaratmak oldukça zor. Tarifimiz, gelenek ve keşfin kombinasyonuyla ortaya çıkıyor. Atmos’a, Reverso’ya, Duomètre’e bakarsanız hepsi birbirinden çok farklı. Ve onları aynı isim altında toplamak da bu sebeple çok zor. Her tasarımın farklı kimlikleri var ve pazarlamanın görevi burada kendini gösteriyor. Bu sene piyasaya tekrar sürdüğünüz Geophysic Tribute to 1958 tasarımının sizi zorlayan tarafları nelerdi? Yeni bir şeyi sunmanın hep zor tarafları oluyor çünkü teknik özellik gibi herhangi bir ilginç ayrımı ortaya çıkarmak gerekiyor. Geophysic de koleksiyonerlerin sevdiği bir tasarım. Geçtiğimiz yıllarda müzayedelerde fiyatlarının arttığını görebilirsiniz. Önceden var olan bir şeyi bugün yeniden inşa etmek zor ama keyifli bir tecrübe. Nostaljik yanları da var elbette. Amacımız, 1950’lerdeki Geophysic’in aynısını yapmak değildi, onun felsefesini benimseyerek bugünün saat dünyasıyla yorumlamaktı. Tarihi olanın ruhunu aldık, tasarımda bazı elementleri koruduk, bazılarını yeniledik ve ortaya yeni bir tercüme çıkardık. Hybris Artistica koleksiyonunda ise 12 adet mücevher dolu komplike saat sunuyorsunuz. Koleksiyon fikri nasıl doğdu, talep bu yönde mi ilerliyor? Evet, tasarım, mücevher, yaratıcı ve özel olmanın birleştiği yöne doğru gidiyor. Kadınlar için önceden önemli olan görsel tasarımdı; ama şimdi talebin büyümesiyle tasarıma ek olarak mekanik içerikler önem kazandı. Erkekler için önemli olan teknik fonksiyonellikti ama ona da

artık görsel tasarımın ahengi eklendi. Hybris Artistica koleksiyonu da gittiğimiz yöndeki bu karışımı gösteriyor. Hep yaptığımız tourbillon gibi teknik performanslara detaylardaki işlemeler eşlik ediyor ve ortaya haute couture bir saat koleksiyonu çıkıyor. 12 parçada JaegerLeCoultre’nin neler yapabileceğini gösteriyor. Herkes haute couture tasarımlar giyemiyor ancak birileri o koleksiyonlar sayesinde yarattıkları şeyleri gösterebiliyorlar. Yeteneklerini göstermeleri sayesinde de başka tasarımlar yaratabileceklerini ispatlıyorlar. Bir bakıma da, Hybris Artistica, Jaeger-LeCoultre çatısı altındakilerin yeteneklerini sergiliyor. Sanat tarafına dönecek olursak, pek çok film festivaline sponsor olan Jaeger-LeCoultre’nin, Carmen Chaplin’in yazıp yönettiği A Time For Everything filmiyle yolları nasıl kesişti? Neden Carmen? Film festivallerine partner olmak yıllar önce başladığımız bir girişim. Film yaparken pek çok şeyi birleştirmek durumunda kalıyorsunuz; oyuncularınız, anlatacak hikayeniz ve müziğiniz gibi şeylerin olması gerekiyor. İyi bir film ortaya çıkarabilmek için farklı yeteneklerin hepsini birbiriyle ilişkilendirmeniz gerekiyor. Bu, saat yaratmaya benziyor. Carmen’le yolumuz da, aslında Charlie Chaplin’in Memovox’u olduğunu öğrendiğimizde kesişti. Onun gibi bir sanatçıyla, zamanı ifade eden bir film yapmanın güzel olacağını düşündük. Filmin sanatsal yaratımıyla bir ilişkimiz yok, o tür şeylere Carmen karar verdi. O da dahil hepimizi bu filme yönelten ise Jaeger-LeCoultre tasarımıydı. Son olarak, zamanla uğraşan bir sektörün içinde, iniş ve çıkışları sürekli tecrübeleyen biri olarak, ‘sonraki adım’a nasıl karar veriyorsunuz? Eğer ne yaptığımızın ve neden yaptığımızın farkında olursak, inişler ve çıkışları asla umursamayız. İşimizin arkasında duran doğru nedene inanırsak, saatlerimizi satın alacak birileri hep olacaktır. Çünkü biz pazarlama veya satış odaklı saatler yaratmıyoruz, tasarımlarımızın çok güçlü tarafları olduğuna inanıyoruz. Bunları takdir edecek birileri olacağından da eminiz. En derin krizlerde bile kendimize güvenerek devam ettik ve bu zamanlara geldik… Kısacası, tüm bunları bir arada tutmayı başarabilirseniz, krizin sonunu görebiliyorsunuz ve insanlar bir süre sonra tekrar size dönüyor.

XOXO The Mag



INTERVIEW/cınema

EMMA THOMPSON

Kadın Olmak Zor Zanaat Emma Thompson’ın karşısına oturduğunuzda, bir an son derece komik, bir an derin düşünceli, hemen ardından gerçekten samimi ya da şiddetle öfkeli olabilen bu kadının yalnızca sürprizlerle dolu bir konuşmacı değil, aynı zamanda da bugünün sinema dünyasında varlık gösteren en tutkulu ve cömert insanlardan biri olduğunu hemen anlıyorsunuz. İngiliz oyuncu, son zamanlarda, hayli yoğun bir tempoda çalışıyor: Daha birkaç ay önce onu Saving Mr. Banks’te Mary Poppins’i yaratan romancı P. L. Travers rolünde izledik; ünlü romanını beyazperdeye uyarlamaya girişen Walt Disney’e karşı amansız bir mücadele veriyordu. The Love Punch’ta ise Pierce Brosnan ile beraber emeklilik paralarını çıkarmak için soygun yapmaya kalkışan boşanmış bir çifti oynuyorlar. röportaj nando salvà fotoğraf gareth cattermole/getty images entertainment/getty images turkey

XOXO The Mag


Saving Mr. Banks, United International Pictures

Komedide mi dramda mı kendinizi daha rahat hissediyorsunuz? Komedi yaparken farklı bir kas grubunu kullanıyorsun. Kariyerim boyunca çeşitli komedi filmlerinde rol aldım ve gerçekten en zoru onlardı. Bunu söylemek bir klişe biliyorum, ama doğru. Repliklerinizi çok hızlı söylemeniz gerekiyor ve aynı zamanda bedeninizi nasıl kullandığınızın farkında olmalısınız ama çok da değil... Bence komedi zor ama sonuçta çok daha iyi bir geri dönüşü var, çünkü tür olarak performans anlamında oyuncuyu dramadan farklı biçimde geliştiriyor.

gerçekten bazen tepki görmekten korkmadan kaba davranabilme özgürlüğüne sahip olmak rahatlatıcı bir şey. P. L. Travers, Hollywood’un erkek dünyası olduğu dönemi yaşamış bir kadın. O zamandan bu yana çok şey değişti muhtemelen. Öyle değil mi? O açıdan ne Hollywood ne de genel olarak toplum çok değişti. 60’larda kontrol erkeklerdeydi ve hala da öyle. Demokratik ülkelerdeki kadın düşmanlığı çok büyük boyutlarda, bu yüzden kadınların eşitliğe kavuştuğu bir dünyada yaşıyormuşuz gibi davranmayı bırakalım. Bu sadece bir fantezi. Bu dünyada bir şey yapabilmek için kadınların erkeklerden çok daha iyi olması gerekiyor, ayrıca daha iyi olsak bile bir miktar hoşnutsuzlukla karşılaşmak zorundayız.

The Love Punch, herhalde, uzun zamandır rol aldığınız en ciddiyetsiz film. Zaman geçtikçe kendi imajınızla oynamak ve sınırlarınızı zorlamak konusunda daha mı istekli oluyorsunuz acaba? Yaşın getirdiği belli bir vakar, bir tür kabulleniş oluyor. Kanıtlayacak bir şeyim yok. Tek istediğim daha iyi olmaya devam etmek, kendimi yenmek. Kariyerimi akışına bırakmak istiyorum ve ilginç insanlarla buluşmaya devam etmeyi umuyorum. Kendinizi ne kadar açarsanız ve kariyeriniz boyunca bir şekilde etrafınıza çizilmiş sınırları ne kadar yıkabilirseniz o kadar iyi. Mesela bir ara ciddi olarak dönem filmleriyle özdeşleştirilmiştim, o kalıptan çıkmak beni çok rahatlattı.

Mr. Banks’in perdeye yansıttığı dönemden bu yana değişen bir şeyler de var ama. Perdedeki portresine bakılırsa Walt Disney yalnızca paranın peşinde değildi, sanatsal kaygılar da taşıyordu. Bugünlerde Hollywood’daki stüdyo yöneticileri arasında onun gibi birine rastlamak mümkün mü? Hayır! Hollywood’un bugünkü işleyişi içinde hiçbir stüdyo sahibinin Disney’in Travers ile yaptığı türden bir görüşme yürüteceğini sanmıyorum. Şimdi o işler bir grup avukata bırakılmış durumda. Bu zamanda stüdyo sahiplerinin yeteneği nerede bulabilecekleri konusunda hiçbir fikirleri yok. Olsaydı herhalde sinemaları baştan başa özel efektler ve patlamalarla dolu o gerizekalı filmlerle doldurmazlardı. Çok tehlikeli filmler bunlar.

İnsanları güldürmenin bir formülü var mı? Olmadığından eminim. Komik olmak içten gelen bir şey, ya komiksinizdir ya da değilsinizdir. Ama her durumda, iyi bir komedyen olabilmek için egonuzu yıkmanız gerekir çünkü kameranın önüne geçip palyaçoluk yapabilmenin başka bir yolu yok. Kendinizi ciddiye alamazsınız. Öte yandan bunun çok rahatlatıcı bir tarafı vardır: Pekala kendinizi bırakıp eğlenebilirsiniz. Ama dürüst olayım, kocaman bir egoya sahip olduğumu inkar edemem; oyuncuyum sonuçta! Sadece The Love Punch gibi komedilerde oynarken bunu unutuyorum.

Ne açıdan tehlikeli? Çocukların sinemayı o patlamalardan ibaret zannederek büyümelerine sebep oluyorlar, oysa çocuklarımız çok daha iyisini hak ediyor. Mary Poppins filmi 1964’te değil günümüzde gösterime girseydi şimdi de o zamanki gibi çocukların favori filmlerinden biri olur muydu dersiniz? Tabii ki olmazdı. Genç izleyiciler gişe canavarı filmlerdeki zihniyet tarafından yoldan çıkarılmış durumda oldukları için değil sadece, genel olarak zaman değişti. Julie Andrews’un filmi günümüzün sosyal ağlar çağında yeri olmayan bir naiflik üzerine kurulu. 13 yaşında bir oğlum

The Love Punch’tan hemen önce Saving Mr. Banks’te yazar P. L. Travers’ı oynadınız. En azından ilk bakışta hiç de sempatik olmayan böyle bir karaktere bürünmek sizin için zor muydu? Zor olmadı, kapıyı açıp içimdeki kaltağın dışarı çıkmasına izin verdim, o kadar. Ben perdede gördüğünüz o huysuz kadınım, aslında. Hayır, 61


The Love Punch

var ve bugün çocukların nasıl baskılar altında yaşadığını biliyorum. Facebook’taysan her gün bir sınav veriyorsun, bütün mahremiyetini kaybediyorsun. Her ebeveyn gibi benim de korkularım var, ama aynı zamanda çocuklarımıza dair büyük bir umut taşıyorum. Sizce onlar bir değişim yaratabilir mi? Bakın, resmi kanallardan edindiğimiz çoğu bilginin çarpıtılmış olduğu bir dünyada sosyal ağlar yoluyla ulaştığımız bilgi çok önemli. Yeni kuşakların ihtiyacı olan da bu. Çünkü onların görevi bize dönüp şunu demek: “Hayatımızı mahvettiniz, gezegenin ırzına geçtiniz, yağmaladınız ve buna devam ediyorsunuz.” Dünyanın bütün yönetenlerine bunu bir an önce söylemeleri gerek. Yalanları yıkmak için hayatlarını tehlikeye atan Edward Snowden ve Bradley Manning gibi genç isyankarlara hayranlık duyuyorum. Çünkü bu adamlar ABD hükümetini bu kadar kızdırdıysa bunun sebebi o lanet olasıca milli güvenlik meselesi değil, asıl sebebi şunu çok açıkça ortaya koymuş olmaları: ABD’nin ölümlere sebep olmadığı, işkence yapmadığı, çıkar güttüğü yerlerde savaşları desteklemediği düşüncesi yanlıştır. Birçok kişi bu gerçeğin açığa çıkmasından rahatsız oluyor. Öfkeli konuşuyorsunuz. Elimde değil. Ben öfkeli bir solcuyum. Firavunlar tarafından yönetilen bir dünya düzeninde yaşıyoruz. Yoksullar giderek yoksullaşıyor, zenginler giderek zenginleşiyor, bunu değiştirmemiz lazım. Nasıl? Bilmiyorum. Ben sadece film yapıyorum. Bayan Thompson, oyuncu olmak istediğinizi ilk ne zaman fark ettiniz? Genlerimde var biliyorsunuz. Babam, Eric Thompson, oyuncuydu. Ona gerçekten hayrandım; 1982’de öldüğü zaman korkunç bir bunalım geçirdim. Annem, Phyllida Law da oyuncuydu. Birçok filmde birlikte oynadık. Çocukken tiyatro okuluna gittim. Hatırlıyorum da, 13 yaşındayken bir monolog performansı sergilemem gerekiyordu ve seyircinin nasıl tepki vereceğini bilmediğim için çok korkuyordum. Ama sonunda oynadım ve güldüler, deli gibi güldüler... İzleyici koltuklarından sahneye tarifsiz bir enerjinin aktığını, bu enerjinin bedenimden geçip adeta ayaklarımı yerden kestiğini hissettim. İşte o an hayatım boyunca insanları güldürmek istediğime karar verdim. Başarıyı ne kadar önemsiyorsunuz? Başarı ya da ödüller hiç umurumda değil. Doğrusu, hayatımın bu

noktasında çalışmaya devam edebildiğim sürece mutluyum. Ciddi olamazsınız. Ne yazık ki ciddiyim. Benim yaşımdaki kadınlar için iyi roller yok. Genel olarak, kadınlar için iyi roller yok desem daha doğru olur aslında. Bize genellikle yalnızca aksesuar niteliğindeki roller verdiklerinden değil sadece, omuzlarımıza çok ağır bir yük bindiriyorlar: Kadınların belli estetik ölçütlere uymaları, aynı şekilde giyinmeleri, aynı şekilde kırmızı halıda yürümeleri ve aynı şekilde fotoğrafçılara poz vermeleri bekleniyor, bu yüzden sonuçta herkes aynı kadına benziyor. Bunda retouch’ın da biraz payı var. Tabii ki. Korkunç. Sorun şu ki bizler artık sanatçı değil birer ürünüz. Bu işte artık kimse yeteneğiniz olup olmadığına bakmıyor. Tek mesele pazarlanabilir olup olmadığınız. Peki, botox kelimesi ne ifade ediyor size? Botox, ameliyat ya da diyet lafı duymak istemiyorum. Yüzüm kırışıklarla dolu. Karın bölgem ise hayli dolgun. Ne olmuş yani? Bu mesleği bırakmayı düşündünüz mü hiç? Hayır, zaten isteseydim de buna gücüm yetmezdi. Birçok kişinin sandığının aksine oyuncuların çoğunun çekmeceleri parayla dolup taşmıyor. Ama bu noktada oyunculuğa bakışım değişti. Öncelikle anneydim, kızım hala çok küçüktü ve o yıllar çok değerliydi, o yüzden ondan ayrı kalmak istemiyordum. Harry Potter filmlerinde rol almak büyük bir nimetti; sanatsal nedenlerle değil belki ama rolüm çok küçük olmasına rağmen çok iyi ücret alıyordum ve evde daha fazla zaman geçirebiliyordum. Kızım Gaia biraz büyüdüğünde geri dönüp ilgi çekici projeler aramaya devam etmeye karar verdim. Dönmek zor oldu mu? İtiraf etmem gerekirse zor oldu. Menajerime uygun olduğumu ve çalışmak istediğimi etrafa yaymasını söyledim. Bunun üzerine önce Bradley Cooper’ın annesini oynamamı teklif ettiler, sonra tekerlekli sandalyedeki yaşlı bir kadını ve sonra da Rahibe Teresa’yı... Neyse ki hemen oracıkta beni bekleyen Mr. Banks vardı. O zamandan beri ardı ardına üç iyi film yaptım ama şimdi yeniden duracağım. Arka arkaya bu kadar çok film yapamam, aksi takdirde fazla teşhir olmuş hissediyorum, sadece insanlara değil, kendime de. O zaman bir süre kendimi kek yapmaya adamam gerekiyor.

XOXO The Mag



INTERVIEW/beauty

Jacques Polge

Güllerin İçinden

Grasse’tayız, Nice’e yakınız, Cannes’a da... Ama sanki hiçbir yerdeyiz, güllerin içinde... Zaman elbette burada da akıyor, ama alışık olduğumuzdan farklı bir şekilde, ne daha yavaş ne daha hızlı, sadece farklı... Önce, Chanel No.5’in (sadece parfümlerinde kullanılan) çiçeklerinin üreticisi Joseph Mul, bize o an tarlada ekili olan güllerin başlangıç hikayesini, kullandıkları üretim tekniklerini, 5 kuşaktır kesintisiz devam eden ama kendisini tekrar etmeyen duygularını anlatıyor. Gerçekten yüzüyle birlikte içi gülüyor. Güller toplanıyor, çuvallar doluyor, traktörler yükleniyor... Tarlaların içinden esans üretiminin yapıldığı fabrikaya geçiyoruz, Joseph Mul hala gülümsüyor… Bilgilendiriliyoruz, tabii ki. Bu safha bitiyor ve sonra yaklaşan yağmur öncesi Chanel parfümlerinin yaratıcısı Jacques Polge’la konuşmaya başlıyoruz. Sonra yağmur başlıyor... röportaj cihan şerbetcioğlu fotoğraflar chanel sas’ın izniyle

XOXO The Mag


Parfümün tarihi çok eskilere dayanıyor ve geçen yıllar boyunca da bir demokratikleşme sürecinden geçtiği su götürmez. Fakat günümüzde, cinsiyet farkı olmaksızın, insanlar kişiye özel tasarımlara daha çok rağbet ediyorlar. Parfüm sektörü bu anlamda nasıl bir evrim geçiriyor? İtiraf etmeliyim, birçok nedenden ötürü son dönemlerde parfüm oldukça basite indirgenmeye başladı. Düşünün ki; senede 600 yeni parfüm lansmanı yapılıyor. Artık herkesin bir parfüm markası var; pop yıldızlarını bir kenara koyalım, futbolcuların bile... Ek olarak, herhangi bir orta büyüklükte süpermarketten dahi parfüm alabiliyor olmanızın da bu basitleştirmeye etkisi yadsınamaz. Bu durumun parfüm sektörü için bir trend olmasını iyiye yormak da pek mümkün değil. Bana gelince, bu basitleşmeye karşı tüm araçları kullanabileceğim, stili olan bir markada, Chanel’de, çalıştığım için kendimi çok şanslı hissediyorum. Ve bu bahsettiğim stil, markanın yaratıldığı günden bu yana devam eden, hala insanları etkileyebilen ve markanın da kimliğini oluşturan bir miras. Öyle ki No.5’in tasarlandığı günden itibaren aynı şekilde çalışmaya devam ediyoruz: Söz konusu yaratmak olduğunda, ham maddeler de dahil olmak üzere her konuda tam, sonsuz ve etki alanı geniş bir özgürlüğe sahibiz. Bunun yanında, parfümlerimizin dağıtımıyla da yakından ilgileniyoruz. Bu trendden etkilenmediğimizi söylemek çok iddialı olacaktır, yine de bu basitleştirmeye karşı direnen bir marka olduğumuzu düşünüyorum. Les Exclusives de Chanel mesela... Evet, Chanel bünyesinde biz de belki biraz da bu gidişata cevap olarak bahsettiğiniz niş parfüm serisini yaptık. Niş parfümleri yaratanların, bunları ilk piyasaya sürmeye başladıklarında bize de mesaj gönderdiklerini hissettik. Bahsettiğim bu gönderme elbette agresif değildi. Neyse, ve biz de cevabımızı Les Exclusives serisiyle verdik... İlk soruya dönüş gibi olacak, ama parfüm dünyasındaki bu tek tipleştirme ciddi bir problem. Bu doğrultuda, niş parfüm sektörünün, genel itibarıyla, yaratım sürecinden satın alma sürecine çok olumlu

etkileri oldu. Tabii ki globalleşmeden kaçamazsınız, her kültüre her ulusa seslenmek durumundasınız. Doğal olarak 40-50 yıl önce başarılı addedilen bir parfümün bulunduğu şartlarla, günümüzde başarılı olan bir parfümün şartları arasında inanılmaz farklar var. Chanel’in olfaktif stilini nasıl açıklarsınız? Bizim çok az markanın sahip olduğu, köklerimizden gelen bir stilimiz var. Birçok marka kendi içerisinde böyle bir stil yaratma peşinde, ama doğrusunu isterseniz bu konuda pek başarılı olduklarını söyleyemeyeceğim. Chanel’in olfaktif stili açıklaması çok da kolay bir olgu değil. Kelimelerle anlatılması zor bir tecrübe. Ama eğer kendi penceremden bunu anlatmamı isterseniz; Chanel parfümlerinin ortak paydasında hepsinin gizemli bir yüzü var. Mesela No.5’in içerisinde birçok çiçek notası olmasına rağmen koklayan birinin bunu direkt hissetmesi mümkün değil, ve onu kullanan, tanıyan birçok kadın da, bu parfümü çok farklı anlatıyor. Bu da Chanel parfümlerindeki gizemi anlatan en iyi örnek olsa gerek. Kaldı ki; sadece parfümün değil bir kadının da en büyük silahı, bence içinde barındırdığı gizemi. Gizemli bir kadın her zaman çok daha baştan çıkarıcıdır. Ben de bir parfüm tasarladığımda her zaman kendime bu soruyu soruyorum; “Acaba yaptığım kompozisyona biraz daha gizem eklemem mümkün mü?” Tabii içerisindeki notaları belli eden, sıkıldığı anda kompozisyonunu açığa veren parfümler kötüdür demek niyetinde değilim. Bu netlikte olup çok büyük başarılar yakalamış parfümlerle -çok sık olmasa dakarşılaşıyoruz. Fakat Chanel’in parfümlerine tam anlamıyla açıklayıcı karaktere sahip bir etiket koyamamanızın sebebi aslında az önce bahsettiğim stil. Peki bahsettiğiniz gizem erkekler için de geçerli mi? Hayır, erkeklerde durumun biraz daha farklı olduğunu düşünüyorum. Yine marka genelinde konuşacağım; Chanel erkek koleksiyonu olmayan nadir global markalardan... Fakat Mademoiselle Chanel’in hikayesi aslında erkek giyimden ilham alarak başlıyor. Erkekler için parfüm yapma sebebi de o kulvarda tam bir parfümör olarak işleve 65


geçmek istemesindendi. Doğaları gereği erkeklerin parfüm konusunda daha konformist olduklarını düşünüyorum. Bir erkeğin parfüm alışkanlıkları tıraş ve kullandığı tıraş ürünleri ile yakından bağlantılı... Bu da aslında oldukça nevi şahsına münhasır bir durum. Toplarsam, erkeklerin daha az gizemli olduklarını ve gizemi kovalamaktansa gizeme sahip olanı kovalamayı tercih ettiklerini düşünüyorum. Mesela Egoiste’i ele alalım... Bu parfüm, yapılan tüm kampanyaya ve tanınırlığına rağmen asla ticari bir parfüm olmadı. Erkek parfümü söz konusu olduğunda zevklere daha nokta atışı yaparak hitap etmek gerekiyor, işin içerisine gizem yerine performans ve güç giriyor. Parfümün kokusunu hissettirme gereği duyuluyor. Belki de biraz da bu yüzden kadın parfümleri üzerinde çalışmayı daha çok seviyorum. Kadın parfümlerindeki çeşitlilik ve fantezi beni hem birey olarak hem de bir sektör profesyoneli olarak daha çok tatmin ediyor. Bu arada, belki şimdi değil ama bundan birkaç zaman önce, erkekler parfüm konusunda daha katılardı. Kullandıkları parfüm yüzünden homoseksüel imajı çizme korkuları vardı, çok fazla parfüm sürmezlerdi. Unisex parfümler hakkında ne düşünüyorsunuz? Les Exclusives serisinde yer alan, Sycomore adında bir parfüme hayat vermiştim. Tasarlarken de aklımda erkek parfümü kullanan kadınlar vardı. Aslında dediğiniz tam da bu tasarımı anlatıyor. Tabii Sycomore’u erkekler de kullanıyorlar... Neden direkt erkekleri düşünerek tasarlayıp kadınların benimsemesini beklemediğimi soracak olursanız; eğer aklımda bir erkek olsaydı inanın son hali şimdikinden çok daha farklı olurdu. Coromandel de bu anlattıklarınızı anımsatıyor... Garip ama gerçek, Coromandel de erkekler tarafından hayli tercih ediliyor. Gerçi bunun sonu yok, No.5 kullanan erkeklerin sayısı azımsanmayacak kadar yüksek.

Sizce bir kadın, parfümle arasında ayrıcalıklı bir ilişki kurup tek bir parfüme mi sadık kalmalı? Parfümde monogami mümkün mü? Söz konusu parfüm olduğunda, ben özgürlükten yanayım. İstediğinizi yapabilme özgürlüğüne sahip olmalısınız ve unutmayın aslında yaptıklarınız öyle hayati öneme sahip de değiller. Belki de bir kadınla bir erkeğin parfüm alışkanlıklarının kesiştiği yegane yer parfüm kullanma alışkanlıkları. Çünkü iki tarafta da hem tek bir parfüme sadık kalanlar ve hem de değişimden yana olanlar var. Hatta parfümleri birbirine karıştıranlar da var. Mesela siz... Konuyu değiştirelim, ve şu an bulunduğumuz bölgeyi konuşalım. Grasse, parfümerinin başkenti olarak tanınıyor, bu küçük coğrafyanın kendine ait ve hatta Chanel özelinde kuralları var mı? Öncelikle Grasse’ın sonradan seçilmiş yapmacık bir başkent olmadığını belirtmek gerek. Yine No.5’in doğuş hikayesine dönersek, malumunuz, içerisinde yasemin var ve Ernest Beaux bu notanın tedariki için gözü kapalı bir şekilde Grasse’a yöneliyor. Çünkü aradığı kalitede malzemeyi bulabileceği başka bir yer olmadığını baştan biliyor. Tabii güncel harita daha farklı. Artık İsviçre’de Givaudan, Firmenich gibi çok büyük kuruluşlar var. Yine ABD’de International Flavors & Fragrance var. Burada ana fikir artık her ülkenin yerelleşmeye çalışması aslında. Yine de Grasse’ın parfüm konusundaki kökleri ve kültürü yadsınamaz. Tabii bugün eğer yasemin tedarik etmek isterseniz gideceğiniz ilk adres Mısır olacaktır, ikinci durağınızsa Hindistan. Fakat işin savoir-faire’ini bu coğrafyaya yayanlar yine Grasselılar... Böylece bu topraklara ait olan kültür, analiz şekli geniş coğrafyalara yayılıyor. Ama bu yayılma Grasse’ın orijinalliğine zarar vermek yerine, ona güç ve otantizm katıyor. Önünüze iki kart açayım, hangisi daha heyecan verici? Doğada yeni ham maddeler keşfetmek mi yoksa her şeyin daha kesin ve

XOXO The Mag


matematiksel olduğu laboratuar ortamı mı? Tabii mecburi olarak laboratuar ortamında çalışmak zorundayım. Ama her parfümün arkasında bir fikir, hikaye yatar ve bunu asla alt edemeyeceğiniz doğada bulursunuz. Hep onu taklit etmek istersiniz... Bir Henri Robert ve Ernest Beaux hikayeniz mutlaka vardır... Ernest Beaux’yla hiç tanışma fırsatım olmadı, fakat Henri tabii ki Beaux’yla alakalı anılarını anlatıyordu. Aklıma gelen ilk hikaye; No.5’i yarattıkları sırada başlarından geçen, aldehitlerle alakalı olanı... Ezbere bildiğinizi düşünüyorum, No.5 Mademoiselle’in isteği üzerine yapılmaya başladı ve hatta dünyada bu kadar geniş bir dile sahip olabilen ilk couture parfüm. Üstelik couture olmasına rağmen, parfümün son hali dönemin tüm parfümleriyle amansız bir yarışa girmeyi de başarmıştı. Tabii elinde en iyi kalite ürünler olduğu için Beaux bol yaseminle, gül ve santal ağacını birleştirdiği bir tasarıma imza attı. Fakat günün sonunda Beaux’nun yaratımda hala bir eksiklik vardı. Bunun üzerine Beaux daha önce lüks parfümlerde hiç kullanılmamış olan aldehitleri kullanma kararı aldı. Bu bileşikler daha çok fonksiyonel parfümeride kullanılmaktaydı. Tabii bu adımını anlatmak, aldehitlerin kompozisyonundaki rolünü gösterebilmek ve kabul ettirmek için şu benzetmeyi kullandı: “Bu yaptığım, çileğin üzerine bir damla limon sıkmak gibi.” Bugün duyduğum bir şey aklıma takıldı. No.5’in formülünü korumak için güllerin üretim tarzı ve ekstresinin alınma şekli ilk haline sadık kalmalıymış. Bu bir tercihten ziyade aynı kaliteyi tutturmak ve farklı hissiyatlar vermek için bir gereklilik. Buraya kadar kulağa her şey normal geliyor, ama nasıl oluyor da tüm bu süreci bıkmadan kişisel olarak kontrol edebiliyorsunuz? Sorunuza, esasen, şöyle yaklaşmayı tercih ederim: Öncelikle elimizdeki ham maddenin kalitesini dünyada var olan diğer tüm türdeşleriyle karşılaştırıyoruz. Çünkü eğer kullandığımız ham maddenin kalitesini değiştirirsek esansı ve dolayısıyla parfümü değiştirmiş oluruz. Burada

konuşlanmış olmamızın yegane sebeplerinden biri de bu, çünkü Grasse’ta yetiştirdiğimiz yaseminin kalitesi başka hiçbir yerde yok. Parfümün formülüne her daim sadık kalınmasını garantilemek ise benim bu süreçteki en önemli görevlerimden biri. Ancak bu konuda yalnız değilim ve bu süreç de pek kısa değil. No.5’in her sene, hala ilk günkü gibi kokuyor olması aslında tam bir senemizi alıyor. Parfümün içeriğinde hasat döneminde ele geçirilebilen birçok malzeme olduğundan senenin başında bergamot, mandalina ve limon gibi ham maddeleri oluşturuyoruz. Daha sonra neroli geliyor, haziran ayında güllerimiz hazır oluyor ve yıl sonuna doğru yaseminin kalite kontrolünü yapıyoruz. Gördüğünüz üzere sistematik bir teslimatımız yok ve süreç tüm yılımızı alıyor. Tabii burada ürettiğimiz yasemin ve şu an çevremizi kaplayan tarlalarda olan gül sadece No.5 için ayrılmış durumda. En gurur duyduğunuz yaratımınız hangisi? Zaten bir şeyler yarattığınızda en başından itibaren onunla gurur duyma içgüdüsüyle işe başlarsınız. Sanırım size iki tane sayabilirim; biri Coco Mademoiselle. Keza global başarısıyla da kendini kanıtlamış bir tasarım. Diğeri de tüm dünyanın hakkında konuştuğu Egoiste. Allure Pour Femme desem... Parfüm dünyasında başarı, sadece ürettiğiniz parfümün kalitesine ve kendine edineceği özel/genel yere göre açıklanamaz. Yaratımınız ne kadar güçlü olursa olsun arkasında güçlü bir pazarlama yoksa solmaya -ve bizim kendi aramızda benzettiğimiz üzere uyumaya- mahkumdur. Chanel gibi (tek tip parfüm skalasına sahip olmayan, çok sayıda güçlü duruşa sahip parfümlerin toplamı olan) bir markanın bünyesindeki tüm alt markaları aynı anda ve aynı oranda desteklemesi mümkün değil. Zaman zaman seçimler yapmak zorundasınızdır ve tabii bu seçimler her daim doğru ya da yanlış diye de sınıflandırılamaz. Allure Pour Femme benim kişisel favorilerimden biri, fakat bunun için bir kampanya yapılmayalı yıllar oluyor. Yine de güzel olan, satış rakamları zannedileceği üzere düşük değil; hala çok sayıda sadık kullanıcısı var. 67


Peki bu seçimlerde sizin rolünüz ne? Chanel’de herkes kendi işini en iyi yapanlar arasından seçiliyor. Ama tabii ki, bu benim ana işim olmamasına rağmen, kampanya yaratımlarından sorumlu olanlar bana fikrimi sorma nezaketini gösteriyorlar. Ben de konu hakkındaki düşüncelerimi söylüyorum, o kadar. Kullanıcılara sunduğunuz parfümleri yaratırken aklınızda spesifik bir kadın tipi oluyor mu? Hayır, açıkçası tek bir kadın üzerinden gitmiyorum. Düşündüğüm şey daha çok parfümü taşıyan kadının evrimi ve özlemleri... Ve Chanel çatısı altında yarattığım her parfüm bu iki durumu her seferinde en bilinmeyen ve değişik yerlerinden tutmak olarak özetlenebilir. Parfüm formuna sokulmamış, hangi doğal kokular dikkatinizi çekiyor? Özellikle deniz ve okyanus kokusuna bayılıyorum. O halde bu koku parfümlerde neden kullanılmıyor? Aslında yaptığını iddia edenler var ve onların üretimi olan parfümleri kokladığımda... Nasıl desem... Varlığı iddia edilen notaları fark edemiyorum. Bunu negatif bir yorum olarak almayın, bu tip kokuların yaratılması çok zor. Aklıselim bir parfümörün, biraz önce ima ettiğim üzere, doğayla yarışmaması gerektiğine inanıyorum, çünkü doğa her zaman kazanacaktır. Mesela halihazırda kokusunu kopyalayamadığımız gül türleri var. En üst düzeyde zanaat ve teknik kullansanız da bazen olmaz ve zorlamamak bilgece bir karar olur. Başlarken genel olarak Chanel’in stilinden bahsetmiştik; sizin stiliniz bu çatı altında nasıl gelişti? Artık Chanel’in ne anlama geldiğini, ne ifade ettiğini çok daha iyi anlıyorum. Aslında benim stilim diyebileceğim şey Chanel’in stili... Sonuçta ben Chanel için çalışıyorum, Chanel benim için değil... Ve umarım stilim modanın ve kadınların beklentilerini karşılayabilecek

şekilde gelişmeye devam eder. Çünkü parfümerinin moda dünyasını takip ettiğini düşünüyorum, vice versa. Ve hatta, moda dünyasında cereyan edenler bir anlamda tercümesini parfümeride de buluyor. Çocukluğunuzdan burnunuzda kalan koku ya da parfüm hangisi? Aklıma ilk gelen şey annemin beni her öptüğünde aklıma kazıdığı kokusu. Artık üretimde olmayan La Voile d’Arpege adında bir parfüm kullanıyordu. Christopher Sheldrake’le röportajımızda Chanel için yeni bir erkek parfümü üzerinde çalıştığınızdan bahsetmişti. Tabii bunun bir sır olduğunu da söylemişti. Kim bilir hangi projemizden bahsetti... Buradayken, durmaksızın kadın ve erkek parfümleri üzerinde çalışıyorum. Çünkü gördüğünüz üzere yapacak başka bir işim yok. Son olarak... Senede 600 parfümün çıktığı bir dünyada yeni bir klasik yaratmak epey zor olsa gerek. Bu anlamda, Coco Mademoiselle bir klasik mi? Birçok insan Coco’yu klasik olarak addediyor ama ben o konuda çok da iddialı değilim, haliyle No.5’le aynı kefeye konulması imkansız. Belki bu biraz da şişe tasarımıyla alakalı bir durum, bilemiyorum. Ayrıca bir parfümün klasik olabilmesi için hem global bir başarıya ulaşması hem de bu başarının uzun yıllar devam etmesi gerekiyor. Etrafta bir klasik yaratmak istediğini söyleyen parfüm evleri ve sayısız parfümör var, fakat burada kaçırdıkları nokta basit; bu öyle bir anda yapılabilecek bir şey değil, benzetmek gerekirse, klasik kitaplarla aynı durum... Yarattığın eserin öncelikle kendi zamanıyla bir rezonansı olması gerekiyor. Ardından da bu rezonansın uzun yıllar başarıyla devam etmesi... Bir anda karar verip klasik yaratamazsınız. Bu anlamda Chanel ekibinin çok bilinçli olduğunu düşünüyorum. Hepimiz sürekliliği olan işler yapmak için çalışıyoruz, ama her yaptığımızın klasik olmayacağının da farkındayız.

XOXO The Mag


Aeron®

reçete ile satılan tek koltuk

Authorized Herman Miller Dealer

Ayazma yolu sokak No:5 Etiler T: +90 212 263 6406 info@bms-tr.com / www.bms-tr.com


INTERVIEW/art

Nazım Hİkmet Richard Dİkbaş

Azza-man

Nazım’ın çizimlerinde karşılaştığımız, hayatta söyleyecek sözü olan konuşan kafalar, aslında zihnimizin arka planında sürekli konuşan onlarca karakterden biri olabilir. “Acaba bunu ben mi söylemiştim?” şüphesiyle çizimlere bakarken, onların içine işlemiş güçlü merak duygusunu; edebiyat, müzik ve çizgi roman tutkusunu hissetmemek mümkün değil. Nazım ile hafıza denizinin içinde sanatta beraberlikler, hayatının vazgeçilmezleri müzik ve çizgi roman üzerine konuştuk. röportaj elif kamışlı fotoğraf özkan önal

XOXO The Mag


Azza-man (ilk karesi), 1998, kağıt üzerine mürekkep

İleri Gitmeyelim, Sergi görüntüsü, Fotoğraf: Onur Gökçe

Son dönemde zihnimde evirip çevirdiğim hafıza meselesi, beni sıklıkla Nabokov’un otobiyografisi Konuş, Hafıza ile buluşturuyor. Eserlerinin de bu meseleyle ilişkilendiğini düşünerek, senin için hafızanın ne ifade ettiğini merak ediyorum. Son sergim İleri Gitmeyelim’de yer alan bir işimde “hatırlamadıklarımız, hatırladıklarımızın on katı” gibi bir ifade vardı. Aslında bunun da işaret ettiği gibi önemli bir mefhum olan hafızanın nasıl kavramsallaştırıldığı bize onun yapısına dair ipuçları veriyor. Yani hafıza bir bilgi dosyası mıdır, yoksa dinamik bir şey midir? Bunu çok değişik şekillerde anlayıp anlatıyoruz. Bir yanılsama, hayatımızın önceki kısmında olup biten her şeye istediğimiz an erişebileceğimiz varsayımı. Sonuçta ‘ilk hatıra’ diye bir şey var, çocukluğumuzun belirli bir noktasından öncesini hatırlamıyoruz. Bazen de durup dururken uzun yıllar önce olmuş alelade bir olay aklımıza geliveriyor. Bütün bunlar hafızanın parçalı ve değişken yapısını gösterdiği gibi, bizim hafıza üzerinden kimliğimizi nasıl inşa ettiğimizle de ilişkileniyor. Şimdi az öncekinin tam tersini söyleyeceğim: Belirli şartlar altında geçmişimizde olan aşağı yukarı her şeye erişmemiz, çok daha berrak bir hatırlama mümkün; ama bu bizi ezebilir. Olaylar arasında kurduğumuz bağlantıların ve anıların duygusal karşılığının sebep olacağı yoğunluğu tek bir anda hissetmemiz mümkün değil. Ama gündelik hayat içinde böyle bir erişimimiz olmasa da, bütün görkemiyle berrak bir hafızanın mümkün olduğunu unutmamalıyız. Hafıza dediğimiz şey bazen de hayallerle, yakıştırmalarla, yalanlarla yeniden şekillendirilebiliyor. Ben de bütün bunları beraber düşünüyorum. Tabii hafızanın her zaman yanında taşıdığı ikizi de gelecekte ne olacağını bilememe hali, ikisi birlikte işliyor. Konuş, Hafıza’da olduğu gibi bazen bir kıvılcım bizi o hafıza denizine götürüyor. Bunu serinkanlılıkla, hayatın bir pratiği olarak taşımamız gerektiğine inanıyorum.

ilerlemeci zihniyete, hem de ilerlemeci/modernist zihniyetin tüm kusurlarına rağmen getirilerini ortadan kaldırmayı amaçlayan totaliter başka bir yapıya yönelik bir eleştiri. Bunlara ek olarak, bizim özellikle böyle zamanlarda sıkça ihmal ettiğimiz bir iç boyut da söz konusu, o serginin İngilizce isminde (Unprogressive Soul) biraz daha ifade buluyor. Bu konu konuşulurken yarı şaka yarı ciddi “Ruh ilerlemez, ruha doğru ilerlenir.” dedim. İsim, bizim iç arayışımızın, keşfimizin ihmal edilmemesi gereken çok temel bir şey olduğunu ve o sürecin kendine özgü kuralları bulunduğunu vurguladığı gibi, bazen bize sulandırılmış bir şekilde sunulan uygarlık-ilerleme gibi kategorileri de eleştirme imkanı tanıyor. Ben de bireylere bu bağlamda bakıyorum. Çizimlerimde gördüğümüz kişiler birileri değil; arkadaşım da olsa ünlü biri de olsa resmini yaptığım andan itibaren kısa bir hikayenin veya romanın kahramanı gibi birer rol sahibi oluyorlar. Hepsini belki normal hayatta çok nadiren yaptığımız bir şekilde sanki kendi düşüncelerini dinleyebiliyorlarmış veya kendi değerlendirmelerine dair çok kuvvetli bir gözlem ve eleştiri güçleri varmış gibi konuşturmaya, düşündürmeye çalışıyorum. Peki çizdiğin karakterlerde popüler kültürün bir etkisi var mı? Bazı tipler bana eski filmlerden fırlamış gibi Sadri Alışık, Ayhan Işık ya da Zeki Müren’i hatırlatıyor. Bu isimlerin hepsini severim ama kendime en yakın hissettiğim Sadri Alışık, çünkü bir yandan o didaktik havasının sentetik olduğunu hissederiz, ama öte yandan da çok iyi bir aktör olduğu için aslında bunları söyleyebilecek biri olduğunu düşünürüz. Oysa birçok filminde bir sürü dolap çeviren de biridir. Tüm bunların işlerimde ne kadar etkisi vardır bilemiyorum, ama izleyici olarak zorbalığın ve yalanın yanı sıra yeni bir dünya yaratma çabasının da süregeldiği bir sistemin izlerini o filmlerde ne kadar görüyoruz buna bakmaya çalıştım. Anneannemin bize sürekli gönderdiği İngiliz çizgi romanlarından çocukluğumdan itibaren başladığı ve bittiği noktayı ayıramayacağım kadar çok etkilendim. Aşağı yukarı her sayfasını ezbere bilmeme rağmen hala dönüp bakarım. Ayrıca bizdeki popüler kültürün diğer veçhesi olarak radyo çok etkiliydi; özellikle maçları çok dinlerdim. Bir tür popüler kültür müdür bilemiyorum ama 1980 döneminde cunta liderlerinin televizyona çıkıp konuşmasının da bende çok etkisi var. Senin dediğin gibi “konuşan kafa” durumu, Kenan Evren oydu gerçekten. Yoksa televizyona çıkabilen çok az popüler kültür figürü vardı, çünkü hemen hepsi yasaklıydı.

İleri Gitmeyelim’de karşılaştığımız, söyleyecek sözü olan karakterler, ilerlemeci bir zihniyetle yetiştikten sonra sıradanlığın içinde süper kahramanı oynayan bir çoğunluğu hatırlatıyor bana. Serginin ismi nereden geliyor? Çizdiğin kahramanlarla ilişkisini nasıl kuruyorsun? İsmin elbette birden fazla iması var. Mesela aklıma şöyle şeyler geliyor: Lisede iki genç birbirlerini seviyorlar, buluşmuşlar, öpüşüyorlar falan, sonra birinden biri diyor ki “İleri gitmeyelim”; ya da diyelim bir eylemdeyiz, kalmak da istiyoruz ama ileride fişeklerin uçuştuğunu gördüğümüz için “Daha ileri gitmeyelim” diyoruz. Ayrıca başlık hem 71


2

Buradan müziğe geçmek istiyorum. Üretim sürecin içinde müziğin nasıl bir yeri var? Müzik hayatımın en önemli kısmı diyebilirim. Sanatın, haliyle de müziğin, kişinin asal bir parçası olmayışı, yaratıcılığın temel işleri içinde bulunmayışı bir eksiklik gibi geliyor. İnsan her şeyi yapamaz, ama bir şeyle ilgilenmek zaten pratiğin başlangıcıdır. Giderek daha fazla vurgulandığı gibi müzik dinleyicisi, sanat izleyicisi pasif değildir. Ben müzik de yaptım, bir doğaçlama grubu olan Zen’de şarkı söylüyordum. Bu çok eğlenceli olmasının yanı sıra ciddi bir antrenman da istiyordu. Doğaçlamanın genişliği içinde her şeyi söyleyebiliyorsun, ama bunların o sırada yapılan müzikle güzel bir şeye dönüşmesi veya en azından etkili bir hale gelebilmesi kolay değil. Sonra aşağı yukarı benzer bir pratiği olan Hazavuzu ile de birlikte çaldık. Şarkı sözlerini müziğin kendisi kadar dinliyorum; nasıl biz kısa hikaye ile şiiri, romanla biyografiyi aynı şey olarak görmüyor, hepsine bağımsız birer biçim olarak hakkını veriyorsak, şarkı sözünü de böyle bir yerde görmeliyiz. Hani edebiyat tarihi bunu kabul etsin diye söylemiyorum ama şarkı sözü de kendi içerisinde bir türdür. Edebiyatı nasıl takip ediyorsam, bunu da aynı merakla takip ediyorum. Bu durumun çarpıcı örneklerinden biri, 20. yüzyılın en etkili müzisyenlerinden Bob Dylan’a dair arada bir çıkan “Bob Dylan edebiyat Nobel’i alsın mı almasın mı?” tartışmalarıdır. Şarkı sözü çok doğrudan bir iletişim kurduğu, bir sürü şeyi içine katabildiği, hikaye anlatabildiği için çok verimli bir ifade biçimi. Zen örneğinde de gördüğümüz gibi beraberlikler sanatsal üretiminde büyük önem taşıyor. Yakın dönem sanat tarihinde önemli bir yeri olan sanatçı inisiyatifi Hafriyat’ın da üyesiydin. Bu deneyimler üzerinden sanat üretiminde birlikteliklerle ilgili ne düşünüyorsun? Müzik yapmak, çizmek ya da en basitinden beraber yaşamak olsun, en başından beri herkesin kendisini ifade ettiği, ama beraber oturup konuştuğu, eğlendiği, tartıştığı ortamlarda oldu. Bu Zen’de de, Hafriyat’ta da böyleydi. Her zaman beraber bir şeyler yaptık, ürettiklerimizi birbirimize gösterdik. Yaptığımız işlerin maddi değeri olabileceğine bakmayarak işlerimizi birbirimize vermekten ve beraber iş üretmekten başka bir şey düşünmedik. Hafriyat’ın diğer yapılardan farkı buydu ve böylesi bir grup olduğu için bu kadar etkili oldu. Bu süreçte Memed (Erdener)’in çok uzun zamandır çizdiğim Azza-man’ları Hayvan dergisinde köşe yapmamı istemesi herhalde bir dönüm noktasıdır. 2005’te dergiye çizmeye başlamamın ardından, beraber bir sergi yapalım diye konuşurken 2007’de Karşı Sanat’ta

açtığımız İmparatorluk Hala Çöküyor sergisi ortaya çıktı, Hafriyat da benim için onun hemen ardından geldi. Hafriyat, akademik hiyerarşiakademik ortam-sanat piyasası arasında kurulmuş bir ilişkiler ortamına ve bu bağın oluşturduğu sınırlı içerik ve estetiğe karşı “hayır, bu bize yetmiyor” diye ortaya çıkmış, bunun gücüyle devam etmiş bir grup. Etkisi de, aldığı tepkiler de buradan kaynaklanıyor. Sanat üretiminde bir heterojenliği taşıyabildiği, gerçeği gözlemlemeye, anlamaya, yorumlamaya ve ifade etmeye çalıştığı için farklıydı. Bu da bizim son bir senede de yaygın pratiğini gördüğümüz şekliyle, herkesin kendi aklından geçeni söylemesi ve diğerinin anlattıklarını dinlemesiyle mümkün oluyordu. İnanıyorum ki her türlü bağımsız bilgi üreticisinin birbirleriyle çok yoğun ve güçlü bir iletişim halinde olması gerekiyor. Azza-man nasıl bir kahramandı? Hayvan dergisinden sonra ona ne oldu? Hayvan’daki köşeye başladığımda Azza-man’ı yaklaşık on yıldır çiziyordum. İlk karede de anlatıldığı gibi “Azza-man zamanın bir yanılsama olduğunu düşünen ve bu fikrini yaymak için az zamanı kaldığının bilinciyle hareket eden bir süper kahramandır”. Aslında bütün çerçevesi en baştan belirliydi ve bana estetik, çerçeve ve içeriğin önemli olmadığı bağımsız çizgi romanların mantığıyla aklıma geleni yazma ve çizme imkanı veriyordu. Hayvan’daki köşeden ise çok şey öğrendim. Daha sonra “Azza-man ve Arkadaşları” diye bir seri yaptım. Mesela William Burroughs’u çizmek istiyorum, onu “Azza-man ve Arkadaşları”yla çiziyordum. Sonra dergi çeşitli sebeplerden kapanınca Azza-man da yayınlanmaz oldu; ama ben çizmeye devam ediyorum. Bir köşe olarak yayınlayacak biri çıksa, ben hazırım. Peki yeni dönem çizgi romanlardan neleri takip ediyorsun? Çok meraklı olduğum için hemen her şeyi takip etmeye çalışıyorum. Kabaca “Amerikan bağımsızları” diyeceğimiz akımı severim. Yakın zamanda bununla ilgili Bahane’de Cem Dinlenmiş konuştu, Cem hem içerik hem estetik olarak cesur ve farklı şeyler yapıyor. Dışarıda da Chris Ware, onunla akraba sayılabilecek Daniel Clowes, yine çok sevdiğim Hernandez Kardeşler’i sayabilirim. Bunlar dışında kendime yakın bulduğum Maira Kalman gibi aslında bir tanıma uymayan kişiler var; New Yorker’a da çiziyor, ama yaptıkları bundan çok daha fazla. Beni başlarda çok etkileyen, İngiliz popüler kültürüne güçlü göndermeleri olan absürd denebilecek içerikleriyle Glen Baxter’ı, edebi referanslarıyla Raymond Pettibon’u da sayabilirim. Önceki yılın sonunda “2012’nin en sevdiğim on karikatür olayı” diye bir liste yapmıştım, hani o kadar da sıkı takip ediyorum.

XOXO The Mag

3 1. Ey Kaybettirip Bulduran!..., 2014, Kağıt üzerine karışık teknik, 30x22,5cm 2. Evet, Güzel Zamanlar..., 2014, Kağıt üzerine karışık teknik, 70x50cm 3. Tarih Bizi Ne Kadar…, 2014, Kağıt üzerine karışık teknik, 30x22,5cm, Fotoğraflar: Onur Gökçe

1



INTERVIEW/fashıon

The Duo

Antonio Berardi & Sophia Neophitou Kaptan Kirk’ün Spock’suz, Thelma’nın Louise’siz ya da R2D2’nun C3PO’suz olduğu bir evrende yaşam nasıl olurdu? Chewbacca’nın R2D2’yla ayrılmaz dost olma fikri kulağa hiç de fena gelmiyor olabilir ama günün sonunda efsanevi bir hikayeye ulaşmak için yeterli değil... Şimdiki zamandan birkaç on yıl önce aynı gün doğan Antonio ve Sophia’nın yolları da -Sophia’nın deyimiyle kader sayesinde- kesişiyor ve isimleri ayrılmaması gereken ikililer listesine ekleniyor. 10 Magazine ve 10 Men dergilerinin kurucusu Sophia Neophitou aynı zamanda Antonio Berardi’nin Kreatif Direktörü, bir diğer deyişle markanın anlayışlı ebeveyni. Antonio ise ailenin zeki, yetenekli, mütevazı ve hayalperest çocuğu. Bakışlarıyla iletişim kurabilen bir ikilinin ortasında oturuyorsunuz. Anlamlandıramadığınız diyaloglar olursa bu seferlik pas geçme lüksüne sahipsiniz. röportaj aslin kumdagezer fotoğraf özkan önal

XOXO The Mag


Modanın merkezindeki insanlar aslında ironik bir şekilde ona en uzak olanlar... Siz modayla ilişkinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Sophia Neophitou: Aklıma gelen ilk iki kelime bağlılık ve sadakat. Tabii ilişkiyi sürdürmenin inanılmaz bir kararlılık gerektirdiğini de söylemem gerek. Bu ilişkide “hayır”ı asla cevap olarak kabul etmemelisiniz. Çünkü insanlar karşısındakinden şüphelenmeye bayılırlar ve asla ilk tepkileri, sunduğunuz fikirleri benimsemek olmaz. Sürekli en olmayacak fikirleri masaya yatıran biri olarak, en sık duyduğum şey “İmkansız!” ve tabii en sık verdiğim cevap da “Bana asla imkansız deme.”

Bu arada nasıl tanıştınız? SN: Kısmete çok inanıyorum. Biliyorum kulağa çok klişe geliyor ama hayatta kaderin belirlediği şeyler olduğunu düşünüyorum. Seni belirli yollara sokuyor ve burada karşılaştıklarınla kurduğun bağ sonsuza kadar var olabiliyor. Sanırım Antonio’yla tanışmamı en iyi özetleyecek şey 20 yıl öncesinde gerçekleşmiş şanslı bir tesadüf. Hikayeye gelirsem; Antonio’nun iş ortağı bir gün gelip, bir sonraki defilesinde beraber çalışmak isteyip istemediğimi sordu. Bu arada daha önce hiçbir defilenin kreatif direktörlüğünü üstlenmemiştim ve ne yapacağım hakkında en ufak bir fikrim de yoktu. Tabii bu onlardan sakladığım küçük bir sırdı ve düşünmek için biraz zaman istedim. Sonra da kabul ettim. Bu da aslında felsefelerimden bir tanesi: Önce evet de, nasılsa ardından bir çözüm bulursun... AB: Bence aynı gün doğmamızın da etkisi büyük.

Özellikle 10 Magazine’in ilk zamanlarında bunu daha çok duymuş olmalısın... SN: Bir dergi başlatma kararı aldığımda banka müdürümle görüşüp fikrimi açtım. Ve tabii ki sadece reklam verenlerin gelirleriyle üretilecek bağımsız bir yayın kuracağım için ilk etapta kredi vermeyi reddetti. Fakat Stefano Gabbana, Domenico Dolce ve Chanel’in reklam verenleri yakın arkadaşlarımdı ve derginin ilk reklam verenlerinden oldular. Böylece baskı ve dağıtım masraflarını karşılayabildim. Fakat yine de depozitolar için o krediye ihtiyacım vardı. Dolayısıyla bankaya geri döndüm ve insanlar bana “Eğer bir kafe açacak olsaydın sana bu konuda hiç problem çıkarmazdık ama şu an yapmak istediğin şeyi anlayamıyoruz.” dediler. Birkaç gün sonra Giorgio Armani hakkında bir makale okurken, şirketini başlatmak için arabasını sattığını yazan cümlede takılı kaldım. Milyarlarca dolar değeri olan bu şirket, Giorgio 40 yaşındayken bir ortakla ve arabasını satmasıyla başlamıştı. Hemen bankayı aradım ve araba kredisi için başvurdum. Çıkması iki gün bile sürmedi sanırım... Demek istediğim karşınıza kestirme bir yol çıkması her zaman mümkün olmayabilir, ama bu daha az bilinen yollardan varış noktasına gitmemek için bir bahane değil.

Antonio, tasarımcılığa geçmeden önce senin de dergi tecrübelerin oldu. Hatta The Face için bir dönem çekimler yapmıştın. Enteresan hatıraların var mı? AB: Dergi gelip benden çekim yapmamı istediği için hepsi rahat ilerlediğim projeler oldu. Ayrıca çektiğim insanlar da Boy George’un himayesindeki Mc Kinky ya da DJ Princess Julia gibi tanıdığım ve halihazırda arkadaşım olan “yarı-ünlülerdi.” Hepsinin belirgin ve yaptıkları işin bir parçası olan imajları vardı. Tabii bu hem avantaj hem de dezavantaj... Ve hatırlıyorum; bir noktada elimizdeki hiçbir kıyafet bizi mutlu etmeyince üzerimdekileri çıkartıp Mc Kinky’den onları giyinmesini istedim. Sonra elime kalemi alıp vücuduna dövmeler çizdim... Sophia, senin evveliyatın biraz daha karanlıkta... Dergicilik hep son durak mıydı senin için? SN: Ben bambaşka bir disiplinden geliyorum. Yaklaşık 26 yaşına kadar bir mimarlık ofisinde çalıştım. BBC’ye set tasarımı yapacağım bir projeye başlamıştım. O sıralarda Elle Decor’da çalışan bir arkadaşım “Yaptığın işten nefret ediyorsun, böyle çalışmaya devam edemezsin.” diyerek onunla çalışmamı teklif etti. Orada dergiciliği çok sevdiğimi fakat dekorasyon dergisinde daha fazla çalışamayacağımı fark ettim. Çok sıkıcıydı. Dergilere yüzlerce başvuru yaptım. O sırada İngiliz Vogue’da Liz Tilberis vardı ve sektöre onunla çalışarak girdim. Üstelik hiçbir tecrübem yokken... Geçenlerde Colin McDowell’la konuşuyorduk ve ona aklımdakini itiraf ettim; Liz de bir Yunan’la evli; belki de bana şans vermesinin sebeplerinden biri de buydu. Sebebi her ne olursa olsun bu benim için bir dönüm noktası oldu. Düşünebiliyor musun, Liz Tilberis’in Genel Yayın Yönetmeni, Isabella Blow’un moda danışmanı olduğu bir dönemde Sarah Mower’ın yanında çalışıyordum.

Bu hikayeden sonra araba kredisi başvuruları tavan yapabilir... SN: İnsanlar araba almanız için her türlü desteği veriyorlar. Bu harika bir şey! Fakat başvuracaklara tavsiyem önce araba kredisini alıp sonra işten ayrılmaları... Antonio Berardi: Benim ehliyetim yok yine de başvurabiliyor muyum? SN: Antonio’nun aynı zamanda şoförlüğünü de yapıyorum. AB: Şaka bir yana ben de kendi markamı kurarken kredi için Barclays’e 500 poundluk bir başvuruda bulunmuştum. SN: En azından sana parayı vermişler. AB: Evet, çünkü o zamanlar Japon bir firmanın danışmanlığını yürütüyordum. Ve aldığım krediyle bitirme koleksiyonumu hazırladım. Ardından, Liberty koleksiyonumu satın aldı... 75


Antonio Berardi SS 2014

Peki ayrılmaya nasıl karar verdin? SN: İngiliz Vogue bir kurum gibi, insanlar bir kere girdiklerinde sonsuza dek orada kalıyorlar. Benimle aynı zaman diliminde başlayanlar hala dergideler. Benim ayrılma sebebimse gerçekten yapmak istediğim hiçbir şeyi o çatı altında yapamayacağımı anlamam oldu. Ve tutkulu bir şekilde yaratıcı olabileceğim yeni yollar aramaya başladım. Ancak korkularımı yenersem gerçekten yaratıcı olabileceğimi fark ettim, çünkü beni garip küçük bir kafese kapatmayı başarabilen yegane şey onlar. Ardından gazete ekleri için çalışmaya başladım. Haftalık içerikler hazırlamak daha dinamikti ve deneyip pratik yapmam için bana daha çok fırsat tanınıyordu. Korkuları yenmenin en iyi yolu da kesinlikle pratik yapmak, bence. Tabii aynı zamanda Dazed & Confused, Dutch, i-D gibi dergiler için de işler üretiyordum. Bu konuda Londra bulunmaz bir cennet, kimse seni yargılamıyor. O halde Londra, 10 Magazine’in kuruluşunda da önemli etkenlerden biri... SN: Kesinlikle! Londra’da kendini kanıtlamak için sistemin parçası olmana gerek yok. Bugün kararını verip, yarın gerçekleştirebilirsin. Gitmek istediğin yeri belirleyen de sensin, yolculuk boyunca arabayı kullanan da... Ben de bir dergi çıkarmaya Nisan ayında karar verip Kasım’da ilk sayımı yayınladım. Bu arada derginin ismini üstün başarıyı simgelediği için 10 koyduğunu okudum. Mükemmeliyetçi misin? SN: Olmaya çalışıyorum. Antonio, Sophia’nın senin tasarımlarına da not verdiği oluyor mu? AB: Birbirimizi yıllardır tanıdığımız için beğenmediği bir şeyler olduğunda “Burada ne yapmak istediğini tam olarak anlayamadım” diyecek kadar nazik. SN: Antonio Berardi’de yaptığım şey aslında ebeveyn olmak gibi... Çok dikkatli olmak zorundasın. Düşün ki çocuğun 6 ay bir proje üzerine çalışıp sonucunu heyecanla sana getiriyor. Bir anda yaptığı şeyi yüzüne fırlatıp “Bu çok korkunç, bakamıyorum bile. Bunu yaparken aklında ne vardı?” diyemezsin. Beğenmediğin şeyleri anlatmanın yolları var. Beğendiğin bir kısmından başlayıp hitap etmek istediği kadına göre

değiştirilmesi gereken noktaları tartışabilirsin. Çözümün, koşullar ne olursa olsun, kesinlikle nezakette yattığını düşünüyorum. Acımasız davranmak hiçbir zaman çözüm getirmiyor... Yine de moda endüstrisi kendini acımasız göstermeyi seviyor galiba... SN: Herkesin kendine ait bir iş etiği ve o işi yapma tarzı var tabii ki. Benim kreatif duruşum, bana nasıl davranılmasını istiyorsam karşımdakine de aynı şekilde davranmak üzerine kurulu. İnsanların benim işlerime umarsızca yorumlar yapmasını istemem. Bu yüzden duyarlı olursam aynı duyarlılığı göreceğimi umuyorum. Kıyafetlere dönelim; Viktoryen dönemde bir elbisenin yere değdiğinde çıkardığı ses, erkekler için erotik alt okumalar taşırmış. Antonio Berardi tasarımları da güncel bağlamda aynı etkiyi taşıyor. Bu bağlamda erotizm sana ne ifade ediyor? AB: Bu aldığım en iyi iltifatlardan biri. Çünkü aslında yaratmaya çalıştığım etki de tam olarak bu. Defilelerimizde olabildiğince mahrem bir sahne yaratmaya çalışıyoruz. Ve o mahremiyetin elbiselerin çıkardığı sesi duyabilmekle doğru orantılı olduğunu düşünüyorum. Kıyafetlerin hareketi duyguları canlandırıyor ve ancak çıkardıkları ses ve kokuyla bir bütün olabiliyorlar. Son olarak da giyindiğinde, vücuduna değdiğinde hissettiklerinle o bahsi geçen erotizm tepe noktasına ulaşıyor. SN: Zaten tüm bu bileşenler kıyafeti giyen kadının kendini nasıl hissettiğini de etkiliyor. Suya taş atınca oluşan halka etkisi gibi. AB: Mesela üzerine tam oturan bir elbise tasarımı düşündüğümde, o kadının yürüyüşüyle, duruşuyla bir bütün olarak tasarlıyorum. Bu da sonunda giyinen kadının fiziksel olarak adım atışını ya da duruşunu, haliyle psikolojisini etkiliyor. İki kış önceki tasarımlarımda elbiselerin arkalarına ağırlıklar dikmiştim ve kıyafetlerin tüm dinamizmi değişmişti. Kumaş seçkisi de tabii ki çok etkili. Mesela The Woolmark Company’nin merinos yünü ve o yünün doğal esnekliği, vücudu sarışı elbiseyi sana ait hissettiriyor. Tıpkı sana özel yapılmış bir çift ayakkabı gibi... Ayakkabı demişken, hem senin hem de Sophia’nın yüksek ökçeli ayakkabılara ne kadar düşkün olduğunuzu biliyoruz. Peki son

XOXO The Mag


Antonio Berardi SS 2014

dönem spor ayakkabı trendi hakkında ne düşünüyorsunuz? SN: Aman Tanrım! AB: Bence hiç spor ayakkabısı var mı diye sormalısın! SN: İtiraf ediyorum, geçtiğimiz günlerde belki spora başlarım düşüncesiyle bir tane aldım. Aslında o anti-glam’in bir glam öğesi olarak kullanılması, asla beraber giyinemeyeceğini düşündüğün parçaların birlikte oluşu hoşuma gidiyor. Chanel ve Raf Simons sayesinde daha oyuncu, genç ve canlı bir cazibeye sahip olduk. Bana gelince neredeyse cüce olduğum için yüksek topuklar giyinmeden gezmem imkansız.

daha kolay oluyor ama tabii ki fedakarlıklar yapıyorsun. Bazen oyuncak dükkanındaki bir çocuk gibi hissettiğin, tüm oyuncakları satın almak istediğin oluyor. Ama seçme zamanı geldiğinde hangi iki oyuncakla daha çok oyun üretebileceğine bakarak seçiyorsun. Hatta bazen elinde az olasılık varsa daha yaratıcı oluyorsun. Dünyanın parmaklarının ucunda olması insanı tembelleştiriyor bence. Kısacası açgözlü olmamaya çalışıyorum. SN: Şansın olsa olurdun! Fakat burada ben de Antonio’yla aynı fikirdeyim. İhtiyaç tüm yaratıcılıkların anasıdır.

Yüksek topuklu spor ayakkabılar işine yarayabilir belki? SN: Belki de... Oğlum 3 yaşından beri futbol oynuyor ve yakın zamana kadar beni yüksek topuklarla göremeyeceğiniz tek yer futbol sahasıydı. Ta ki Louis Vuitton yüksek topuklu Wellington botlarından yollayana kadar. Sanırım beni topuklu ayakkabılarımdan uzak tutabilen tek şey Hunter’larım. Sahilde bile Balenciaga’larımla suyun kenarına kadar gidip denize girmeden flip flop’larımı giyinirim.

Sen dergide hiç finansal endişelerin yüzünden içeriğe müdahale ettin mi? SN: Hayır. Bunu bu kadar açık yüreklilikle söyleyebiliyorum çünkü derginin hisselerinin tamamı bana ait ve girdiğim herhangi bir borç tüm çalışanlarımın maaşları ödendiği ve mutlulukları garanti altında olduğu sürece sadece beni etkiliyor. Bahsettiğim dikta yönetimi de sanırım burada işin içerisine giriyor. Eğer bir sonraki sayıda kapağa adı hiç duyulmamış bir kız koymak istiyorsam, bu, o kıza inandığım, dergi çıkana kadar kızın stratosfere çıkacağını düşündüğüm ve onun yeteneklerine yatırım yapmak istediğimdendir. Ve bu tamamen benim kararım, benim zevkim... Her zaman farklı sesler ve fikirler çıkıyor, fakat günün sonunda bu derginin küratörü benim, korkuyor ya da beğenmiyorsan benimle aynı trende olmak zorunda değilsin. AB: Politikacı olmalıymışsın.

Röportajlarından birinde “Yaratıcılık demokratik ortamlarda gerçekleşmez.” demiştin. Bu durumda diktatörlüklerinizi nasıl yönetiyorsunuz? SN: Tabii ki demir yumruk ve zorbalıkla! AB: Gitgide Game of Thrones’a benzemeye başlıyoruz. Şaka bir yana tabii ki önce konuşup, tartışıyoruz ve çözüme ulaşmaya çalışıyoruz. Zaman zaman tartışmadan galip çıktığım da oluyor üstelik. SN: Sana izin verdiğim sürece! Antonio, kreatiflik konusunda olabildiğince net sınırları olan biri -ki bir liderin de böyle olması gerekiyor zaten. AB: Çünkü günün sonunda ortaya çıkan şey bir ekip çalışmasının ürünü. Ve ben, önüme koyulanlara evet ya da hayır diyen o canavar yönetici olmaktansa, konuşup tartışmayı ve anlamaya çalışmayı ya da ortada bir sorun varsa, bunu gözlerine sokmak yerine onların anlamalarını sağlamayı tercih ediyorum. Sonuç olarak; çok kararlı ama bir o kadar da diplomatik olmalısınız.

Kesinlikle. Bu arada, kapak kızlarının sosyal medyadaki takipçi sayılarına göre seçilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir anlamda dijital ve matbu kesişecek bir nokta buldu galiba... AB: Ben bu hiyerarşide kesinlikle geriye gidildiğini düşünüyorum. Müziğe baksanıza, insanlar yeniden plak almaya başlıyorlar. Çünkü fiziksel sahiplenmeye ve onun sunduğu tecrübeye geri dönülüyor. Bir dergi alıp onu koklamak, sevdiğiniz bir sayfanın kenarını kıvırmak istiyorsunuz. Tıpkı yeni aldığınız bir LP gibi... SN: Bir de tabii kalıcılık meselesi var. Blogger’lar daha kaç sene etrafta olacaklar merak ediyorum açıkçası. Hiç unutmuyorum; moda haftalarından birinde, Dior şovunda front row’da Anna Wintour’un yanında Tavi Gevinson adında 12 yaşında bir blogger vardı. Bu bana

Peki ya işin finansal tarafı? AB: Ah, hiç sorma! Aslında bağımsız olduğum için karar aşamaları 77


çok garip geliyor. Anna Wintour oturduğu yeri kazanabilmek için senelerce çalıştı... Tüm bu sosyal medya ve beraberinde getirdiği ünlüler bana zamanın getirdiklerine kapalı görünmemek için müsamaha gösterilen şeyler gibi geliyor. Burada asıl soru; seni takip eden beş milyon, gerçekten hakkında yazdığın 5,000 poundluk çantayı alabilecek kitle mi? Tabii ki değil. Bu yüzden benim dünyamda önemli olan nicelikten öte nitelik. Demek istediğim, dijitale tamamen sırtını dönmek de değil, ama her mecradan en iyi şekilde yararlanmak... Dijitali ben bu minvalde fiziki materyal için beklenti yaratmak ve etkileşim kurmak adına kullanıyorum. Antonio, eski röportajlarından birinde kendini ve işini Dr Jekyll and Mr Hyde’a benzettiğini söylemiştin. Hala böyle mi hissediyorsun? AB: Evet, yarı İngiliz yarı İtalyanım. İçimde aynı anda daha heykelsi formlar yaratmak isteyen, terziliğe inanan bir İngiliz ve daha romantik, erotik ve duygusal bir Sicilyalı var. İtiraf etmeliyim ki iyi bir dinamiğe sahipler. Bu sayede de aslında çok uzun zamandır bu sektörde olmama rağmen hala insanları şaşırtacak şeyler yapabiliyorum. Bu durumda Sophia hangi karakter oluyor? AB: Kesinlikle Sister Hyde. Güncel moda sahnesi bizi her türlü trendin var olduğu bir açık büfenin ortasında bırakıyor, siz tüm bu trendlerin neresinde duruyorsunuz? AB: Trend/moda dediğimiz şey aslında bir kümeler kesişimi. O sezon 4-5 tasarımcı koleksiyonunda kırmızıyı farklı sebeplerle baskın bir şekilde kullanıyor ve kırmızı o sezon trend oluyor. SN: Tüm bunlar hakkında yazmak zorunda olan bir moda editörünün gözünden bakarsam, motor kuvvetin kesinlikle yenilik olduğunu söyleyebilirim. Fakat kişisel olarak konuşursam, giyindiklerimin sezon trendleriyle uzaktan yakından alakası yok. Bunlar iki farklı dünya bence. Moda güzel meyveler satan bir manavın önünde çilek yerine ananas almalıyım demek gibi bir şey. Artık eskiden olduğu gibi uymanız gereken katı kuralları yok. Tanıdığım en yetenekli stylist’lerden biri Joe McKenna ve giyindiği tek şey New Balance’ları, bir jean ve siyah bir sweatshirt. Trendlerin peşinde koşmak için bir karikatüre dönüşmenin manası yok.

Bu noktada, sokak modası karikatürize giyimi tetikledi mi? SN: Kesinlikle. Ama neyse ki insanlar artık bundan sıkılmaya başladılar. İtiraf etmeliyim, etrafta palyaço gibi gezen insanlar beni de sıkıyorlar. Ne zamandı hatırlamıyorum, Tuileries’de yürüyorduk, kim olduğunu bile hatırlayamadığım bir kız kafasında çay fincanından bir şapkayla geziniyordu. Ve tüm blogger’lar etrafını sarmış delicesine fotoğrafını çekiyorlardı. Tam o sırada arkalarından, tek başına uzun lacivert bir paltosuyla Charlotte Rampling geçti ve bir kişi bile farkına varmadı. Gözlerime inanamadım. İnsanlar bir süredir modanın zarafetini görmezden geliyorlar. Fark edilmek için değil, kendini anlatmak için giyinmek gerektiğini düşünüyorum. Miuccia Prada çirkinin çekici ve heyecan verici olduğunu çünkü artık yeninin çirkinlik olduğunu söylüyor mesela... SN: Çünkü insanlar daimi olarak bir şok etkisi arıyor. Ve tabii ki eski moda olarak anılmaktan da bir o kadar korkuyorlar. Bitirmeden önce birbirinize bir soru sormanızı isteyebilir miyim? AB: Sophia, ladies first... SN: Birbirimizi o kadar uzun zamandır tanıyoruz ki aklıma hiçbir şey gelmiyor. Peki; 10 yıl sonra hala tasarlıyor olman için sana neler ilham verecek? AB: Şu an etrafımda olanlardan ve yaptıklarımdan o kadar memnunum ki 10 yıl sonra da mümkünse şartların aynı kalmasını isterim. Tabii umarım 10 yıl içerisinde anlatmak istediklerim, fikirlerim daha ikonik bir noktada olur. Çünkü inanılmaz hızlı ilerleyen ve tüketen bir sektörün içerisindeyiz ve tüketilenler sadece ürünler de değil. Tanrı bilir bir sezon içerisinde kaç yeni tasarımcı koleksiyon sunup bir sonraki sezonda yok oluyordur. O yüzden, hala, yaptığım şeyi 10 sene sonra yapıyor olmak çok mutluluk verici olurdu. Günü yaşayan bir insan olarak bunu söylemek epey garip geldi. Bir metaforla anlatmam gerekirse; kendi dünyamda çok kapalı bir insanım ama arada sırada pencereden baktığımda bana geri el sallayan birilerinin olması iyi hissettiriyor. Sen önümüzdeki 10 sene içerisinde kendini nerede görüyorsun? SF: Soru tanıdık geldi... Umuyorum hala etrafımdaki insanları yapmak istediklerini gerçekleştirebilmeleri için cesaretlendirebiliyor olurum. Tabii aynı zamanda umarım ürettiğim şeylerden ben de ilham almaya devam edebilirim.

XOXO The Mag



FOOD

FÜMELEME SIRLARI

Meşe mi? Kiraz mı? yazı didem şenol tiryakioğlu fotoğraflar orhan cem çetin

Tarihe baktığımızda fümelemenin aslında lezzetlendirmeden çok saklama amaçlı ortaya çıktığını görüyoruz. Buzdolabı ve dondurucunun olmadığı dönemlerde atalarımız özellikle proteini saklamak için tuzlama, kurutma, fümeleme, fermante etme gibi yollara başvurmuş. İçindeki suyu alınan ve havayla ilişiği kesilen et, balık ve tavuk çok uzun süre dayanır ve oda sıcaklığında saklanabilir olmuş. Günümüzde bunların mutfaklarda yer alması, biraz kültürel alışkanlıklardan, biraz da tadındaki yoğun aromadan kaynaklanıyor olsa gerek. Fümelemeyle ilgili biraz bilgi vermek gerekirse, aslında iki çeşit fümeleme olduğunu söyleyerek konuya giriş yapabiliriz: Soğuk ve sıcak. Soğuk füme için hepimize en yakın örnek sanırım somon füme. Tuzlanarak içindeki suyu çıkarılan balığın ısıya maruz kalmadan yavaş yavaş dumanlandığı bir fümeleme şekli bu. Bu şekilde fümelenen birçok malzemenin ortak noktası dumanın kaynağı olan ateşin fümeleme işleminden uzakta yer alması ve malzemenin ısıyla hiç temas etmemesi... Ayrıca, bu metotla hazırlanan birçok şarküteri mevcut. Sıcak fümelemeye gelecek olursak; tütsülediğiniz kabın içinde aynı zamanda malzemeyi pişirmeniz gerektiğini söylemeliyim. Genelde

ön salamura etme ve tuzlamaya ihtiyaç olmadan son anda biraz tuz ve şeker serpilen malzemenin, kabın altındaki ısı kaynağının talaşı tüttürmesi ve dumanın dışarı çıkmasına izin verilmeyerek pişmesi, yani pişerken fümelenmesi şeklinde oluyor. Bu tekniğe hepimizin en aşina olduğu ürün ise füme tavuk veya füme hindi göğüs. Lokantada füme yapmaya başladığımızdan beri hem türlü malzemeler, hem farklı teknikler, hem değişik marineler deniyoruz. Füme için yola çıkışımızın ilk haftasında da, farklı farklı talaşlar denedik. Şunu belirtmeliyim ki, öncelikle kimyasalla temas etmemiş ve vernik, boya gibi malzemelerin yakınından bile geçmemiş bir ağaç olması lazım. Bu ham ağacı, marangozumuzdan, tozdan bir parça daha kalın çekmesini rica ettik. Yeni çekilmiş kiraz, ıhlamur ve meşe ağaçlarını denedik. Talaş, baharat gibi, ne kadar taze çekilirse kokusu o kadar yoğun oluyor. Hal böyle olunca biz de talaşı haftada bir çektirmeyi öğrendik. Meşe denediklerimiz içinde en yoğun lezzeti olan; kokusu epey baskın, dolayısıyla da fümelediğimiz malzemenin tadını bastırdığına karar verdik. Ihlamur, kokulu, hoş bir ağaç... Yaptığımız füme çipura için biraz fazla tatlı aromalı ve hafif kaldı. Kiraz ağacının talaşı ise badem kokulu, insan bunu koklayınca yemek istiyor. Ve neticede denediklerimiz içinde en iyi sonucu kiraz ağacında aldık.

XOXO The Mag


kekiğin ve diğer malzemelerin lezzetinin geçmesini sağlıyor.

Aslında her tür meyve ağacı kullanılabilir. Kesinlikle kullanmayın diyeceklerim ise çam ve zeytin. Çamın füme değil is kokusu var, ki bunları birbirine karıştırmamak lazım. İs tadı genelde alevin malzemeyi yalamasıyla oluşur ve acıdır; füme tadının derinden gelen kokusuyla uzaktan yakından alakası yoktur. Sırf bu yüzden mangalda veya ızgarada yemek pişirirken ateşin iyice köz olmasını ve üstüne konulan malzemenin çok yağlı olmamasını isteriz ki, malzeme alev almasın. Zeytin ise çok yağlı bir ağaç olduğundan, fümelerken bu yağ açığa çıkıyor ve malzemenin ağırlaşmasına sebep oluyor.

Füme yapmaya başladığımızdan beri, dana, kuzu, tavuk, hindi ve balık gibi malzemeleri fümeliyoruz, fakat son dönemde farklı malzemeler de dener olduk; süzme yoğurt, patates püresi ve bulgur gibi... Özellikle patates püresini çok seviyorum. Kuzu sırtının altında servis ettiğimiz füme patates püresi hem lezzetli hem de kuzuyla çok uyumlu. Üzerine turşuladığımız havuç çubuklarını ve kırmızı soğanı biraz maydanozla karıştırıp koyduk. Turşuyu elma sirkesi ve pudra şekeriyle yapıyoruz, ertesi gün hazır oluyor. Bu çabuk turşuların tadı da kuzuyu dengeliyor ve ortaya müthiş bir tabak çıkıyor.

Lokantadaki favori yemeklerden biri kiraz ağacında sıcak fümelenmiş çipura. Bunu, yanında bazen pancar kısır, bazen de enginar püresiyle servis ediyoruz. Füme tadını tatlı bir malzemeyle eşleştirdiğinizde lezzet bütünleniyor. Aynı zamanda mevsimine göre portakal, limon gibi değişik narenciye kabukları kullanmayı seviyorum; bunlar fümenin yoğun tadına bir tazelik katıyor.

Şunu da söylemeliyim; fümeleme evde yapılamaz diye bir kural yok. Tek ihtiyacınız olan gözden çıkarabileceğiniz bir tava veya tencere, ona uygun bir kapak (en kötü ihtimalle üstünü alüminyum folyoyla kapatabilirsiniz), malzemeyi koyacağınız bir tel (çubuklar veya şişler de olabilir) ve talaş. Talaşı tencerenin dibine serpin. Telin üstüne her iki tarafını da tuzlayıp şekerlediğiniz balığı yerleştirin. Ocağın altını açın, tencerenin kapağını kapatın. Yaklaşık 10 dakika içinde füme balığınız yenecek kıvama gelmiş olur. Talaş bulamıyorsanız yeşil çay veya siyah çay da kullanabilirsiniz.

Malzemeyi önceden biraz salamurada bekletiyorsak, salamurayı lezzetlendirerek malzemeyi tatlandırıyoruz. Füme kontrfile hazırlarken önceden salamuraya lavanta, kişniş tohumu, taze kekik, biberiye gibi aromalar ekliyoruz. Bu, suda bekleyen kontrfilenin içine, 81


INTERVIEW/FASHION

H&M Loves Music

Says Ana Norling röportaj & yazı aslin kumdagezer fotoğraflar h&m’in izniyle

Pusulanızdaki batı yönü Frank Sinatra’yı gösteriyorsa, müzik ve modanın ayrı düşünülemeyeceği topraklara doğru yol almaktasınız demektir. Biraz daha doğuya geldiğinizde Karl Lagerfeld, size moda ve müziğin aynı olduğunu, zira ikisinin de içinde bulunduğu dönemi yansıttığını söyleyecektir. Bu durumda ‘bana dinlediğin müzik türünü söyle sana kim olduğunu söyleyeyim’ çıkarımı, tüm önermelerin en mantıklısı kabul edilebilir. Zira önermelerle yetinmek istemezseniz, Daft Punk’ın Hedi Slimane’ın estetiğinde ‘şansını denediğini’, Kanye’nin tasarımcılığı neredeyse ek işe dönüştürecek kadar sevdiğini -hatta şarkılarında sevdiği tasarımcıları, markaları da sayarak moda dünyasına ne kadar hakim olduğunu sürekli göstermek istediğini- ve punk akımı Londra’yı kasıp kavurmaktayken, Sex Pistols’ın sadece melodilere ve alt kültüre değil, podyumdaki punk estetiğine de yaptığı katkıları anımsayabilirsiniz. Modanın korelasyonel ilişkilerinde sanatı burun farkıyla geçen müzik, kendini ifade etmek söz konusu olduğunda daha iyi bir eküri bulamayacağını da bu bağlamda kanıtlıyor. Moda ve müzik

başkenti Londra’da yapılan son istatistiklerse İngiliz müzik endüstrisinin 2013 yılı içerisinde büyük markalara 100 milyon pounddan fazla yatırım yaptığını söylüyor. Kreatif yolların kesişimi matematiksel olarak da kanıtlandığından ikilinin ayrılmazlık ilkesini artık kabul edebilirsiniz. Dikkat kesilip kıyafetlerin sesini duymaya başladıysanız, an itibarıyla rock ‘n’ roll’un deri ceketlerinin punk’ın file çoraplarıyla, pop’un spor ayakkabılarının hip hop’un zincirleriyle buluştuğu tek bir festivale davetlisiniz. Bu kez rehberiniz bir Kuzeyli... Sokakta olup biteni merkezine alıp, tasarım düsturunu İsveç minimalizminden vazgeçmeden moda dünyasının hızına entegre eden H&M, moda tarihinin kayıtlara geçtiği günlerden itibaren işbirliğini sürdürdüğü müziği kendi notalarından dinletiyor. Sıcaklığın kendini hissettirmesi, müziğin ve festivallerin motor kuvveti; hayatını, dinlediği müziğin ritminde yaşayanlar da H&M’in ilhamı oluyor. Yaşı olmayan bir markanın genç çocuğu rolüyle Divided da H&M’in sakin estetiğini

XOXO The Mag


Ve çiçek desenlerinin grafiklerle birleştiği, hafif kumaşlardan oluşan bir kapsül koleksiyonla karşılaşıyorsunuz. ‘Hava koşulları ne olursa olsun eğlenmekten vazgeçmeyenlerdenseniz’ gruba katılabilirsiniz. Enerjinize sahip çıkmak için Glastonbury’deki bulutlar altında çamurlu botlarıyla Kate Moss’u hatırlayıp, müziğin ritmine uymak kaygısı olmadan dans etmeye devam edebilirsiniz. Ya da daha güneşli bir havayı motivasyonlarınıza eklemek isterseniz, Leonardo Di Caprio’nun Coachella’da kendini MGMT’nin melodilerine bırakışını hatırlayabilirsiniz. Bu durumda, reçetenizde rahat şortlar ve tişörtler, sandaletler ve dikkat çekmekten çekinmeyen kesimler var. Tüm bu karışıma Ana Norling’in bireysel önerisi de birkaç vintage parça olarak ekleniyor. Nietzsche’nin bile sadece dans edebilen bir tanrıya inanabileceğini göz önünde bulundurarak sallanmaya başlayın.

koca bir parti alanına dönüştürme görevini üstleniyor. Ve sadece bakıldığında bile enerjiyi yükseltebilen tasarımlarla parti hazırlıklarını tamamlıyor. Karşınızda sezon festivallerinin ‘headliner’ı H&M Loves Music... Zincirleme etki çemberinde marka odağına sadece vokalistleri değil, müziğin ucundan tutan tüm isimleri alıyor. Listede sanatçılar, prodüktörler ve tabii ki DJ’ler var. Siz dinlemeye hazırlandığınız isimlerin listesini çıkaradurun, festival arkadaşınızın favorisi hazır: DJ sıfatlarıyla dünyayı dolaşan Avustralyalı model ve sanatçı ikili Nervo. H&M Divided Departmanı Tasarım Başkanı Ana Norling ve ekibi, festival kıyafetleri denince akla gelen ilk marka olmak için müzik dünyasında olup bitenleri her daim yakın markaja aldıklarını söylüyorlar. Tabii bu durumda koleksiyonun merkezinde neden DJ’lerin olduğu da açıklığa kavuşuyor. Odaktan bir adım uzağa çekildiğinizde, ekibin ilham tahtalarına çiçek çocukları alıp Haim, Rita Ora ve ASAP Rocky’nin melodilerini tasarımlarına entegre ettiğini fark ediyorsunuz.

* H&M Loves Music koleksiyonuna, H&M mağazalarından ve 14-15 Haziran’da One Love standından ulaşabilirsiniz. 83


INTERVIEW/people

Dechen Thurman

Maverick Yogi

Dechen Thurman, yogaya dair birtakım klişeleri kırmış ve geleneksel kalıpları bertaraf ederek zihinsel aydınlanmaya koşullanmış, dünyaca ünlü bir eğitmen. Dechen, kardeşi ve aynı zamanda en büyük destekçisi Uma Thurman’dan aldığı ilhamla bir süre oyunculukla da haşır neşir olduktan sonra, hayatının odağını değiştiriyor ve kendi geliştirdiği Epic Yoga Experience tekniğiyle yoga külliyatında yerini alıyor. MindBody Festival vesilesiyle üçüncü kez İstanbul’a yolu düşen Dechen’le, iç huzura doğru yolculuğa çıkıyoruz. röportaj metin gürsoy fotoğraflar dechen thurman’ın izniyle

XOXO The Mag


İnsanlar size neden ‘’Başına Buyruk Yogi’’ diyor? İnsanlar bana pek çok başka takma isimle de sesleniyorlar, sadece bununla değil... Neden o isimleri seçtiklerini bilemiyorum. Belki de ismimin telaffuzu zor olduğundandır... ‘’Başına Buyruk Yogi’’ yakıştırmasını ilk yapan da YogaZone Capetown’dan Fulvio Grandin oldu. Fulvio, yogaya yaklaşımımın ehlileştirilemez bir at gibi biraz vahşi olduğunu düşünüyordu. Zira, yoga alanındaki bazı klişeleri kıran, geleneksel kalıpların duvarlarını pek önemsemeyen, dinsel kalıplarla ilgili insanların beyinlerinde aydınlanma sağlayan bir yaklaşımım var. Din ve sağlık, yoga egzersizlerinde çoğu zaman yararlı olabilir, fakat ikisi de insan deneyimleri konusunda kendi dogmatik sistematiklerini empoze etmeye çalışmaz. Sağlık alanında tam 22 yıl çalıştım ve aslında Tibet Budizmi ve İskandinav Hristiyanlığından geliyorum. Ama şu anda bulunduğum noktada, görünüşte ateist olan bir panteistim.

ve salıvermek üzerine kurulu. Kişinin yeteneğinin neden ve nasıl derinlere gömüldüğünü, kaybolup gittiğini yargılamamaya çalışırım. Bunu da, kendini hizmete adayan bir tavırla çalışan babamdan öğrendim. Mütevazı olursanız, gelişen yeteneklerinizden yararlanır ve bu yeteneklerin size kattığı neşenin farkına varırsınız. Ders esnasında, katılımcıların tepkilerini nasıl ölçüyorsunuz? Ortada yanlış bir şey olup olmadığından ya da her şeyin yolunda gittiğinden nasıl emin oluyorsunuz? Her duyumu öğrencilerin stres seviyesini tespit etmek için kullanıyorum. Gerekli olan enerji seviyelerine ulaşmaları için onları yeterli derecede stresli hissettirmek ve zorlamak isterim. Fakat bunun ayarını çok iyi yapmak gerekiyor. Aşırı stres onları sağlıksız bir yolla tüketebilir. Tepkileri iyi ölçebilmek için, dokunma ve dinleme duyularınızın çok gelişmiş olması gerekiyor. Sınıf ortamında nefesleri dinlemeyi iyi bilmeniz gerekiyor. Bir öğrenci eğer nefesine dikkat ettiğimi algılarsa bana güvenir ve uygulama konusunda daha ileriye gidebilir.

Aktörlük kariyerinizi ikinci plana atıp, yogi olmaya nasıl karar verdiniz? Yoga egzersizlerini, ilk kez, 1991 yılında Playwrights Horizons oyunculuk okulunda keşfettim. Uzanma ve nefes egzersizleri, istikrarımı ve kendime güvenimi artırdı. Oyun ve müzik provası seçmelerinden önce Jivamukti dersi alarak vücudumun ses ve duygu algılarını geliştirmek için egzersiz yapmak istiyordum. Asya performans sanatları ve yoga arasında uzun soluklu bir ilişki olduğunu da o zamanlar anladım. Bu ilişki çok ilgimi çekti ve yogaya ilgimi yeni bir boyuta taşımaya karar verdim.

Kendinizi aynı zamanda bir şifacı olarak görüyor musunuz? Hayır, çünkü başkalarının acıları için sorumluluk almak ya da hissetmek istemiyorum. Ancak, sınırlı bir süre için, karşılıklı güzel bir iletişim kurabildiysek, öğrencilerimin iç dünyamı görmelerine izin verebiliyorum. Şifacı olduğunu iddia edenler; yalnız, deli ve hasta olan, kendi acılarının sorumluluğunu üstlerinden atmak isteyen insanları etkilerler. Ancak, geleneksel sağlık anlayışına sahip ve saygılı bir tutumu olan samimi kişiler bu şifa işine pek inanmazlar.

Epic Yoga Experience (E.Y.E) stilini nasıl geliştirdiniz? E.Y.E, en basit haliyle, yoga ve hikaye anlatımı. Pek çok karakter ve doğal element içeren klasik Ramayana kökenli bir yaklaşım. Yoga duruşları isimlerini bu karakterlerden, hayvanlardan ve diğer doğa güçlerinden alır. Öğretmen bir hikaye anlatır, öğrenciler olayları ve karakterleri canlandırırlar. Çoğunlukla çok eğlencelidir, ama aynı zamanda karanlık duyguları da somutlaştırır.

Bir röportajınızda, müziğin Jivamukti Yoga’nın en önemli unsuru olduğunu söylemiştiniz. Genelde derslerinizde ne tür müzikler tercih ediyorsunuz? Son zamanlarda, eski çırağım ve meslektaşım Mimi Chen’le Vinyasong adında bir atölye geliştirdik. Adının da gönderme yaptığı gibi, bu atölye, Vinyasa yoga uygulaması ile müziği birleştiriyor... İnsan zihni sese düşünmeden tepki verir. Bu da kendi kendine iyileşmek için kişiye çok büyük bir güç sağlar. Bu anlamda, büyük bir müzikal yelpazesi olarak geliştirdiğimiz yoga dersimizi çok seviyorum. Bazı okullar, koruyucu bir yaklaşımla, konsantrasyon sağlamak için uygulama sırasında müziği yasaklıyor. Elbette, yoganın illaki müziğe ihtiyacı yok ama yoga müziği sever. Ben de derslerimde Doğu ve Batı müzikleri, kadın ve erkek sesleri arasında geçiş yapmayı seviyorum. Eğer seçtiğim müziğin sınıfımla ahenk içinde olmadığını hissedersem müziği kapatırım ya da değiştiririm. Bu yıl hemen hemen her sınıfta Pete Seeger çaldım. ‘This Land Is Your Land’ ve ‘You Are My Sunshine’ parçaları benim çocukluk şarkılarım.

Adınız Tibetçe “büyük mutluluk” anlamına geliyormuş. Aydınlanmaya duyduğunuz ilgide ailenizin de payı var mı? Evet, Dechen’in Tibet lehçesinde böyle bir anlamı var. Babamın Tibet Budizmi takıntısı vardı. Bana gelince, daha sonra Japon masajını ve Hint yogasını geliştirdiğimde, aydınlanmayı basit bir nesnellik şeklinde yeniden tanımladım. Budizm’in üç temel öğretisinden biri olan Samadhi’nin anlamı üzerinden ilerledim. Baktığınız zaman, İngiliz kolonisi misyonerleri Samadhi’yi kültürel anlamda küçümseyici bulurlar, hippi kuşağı ise onu kalıcı mutluluk olarak tanımlar -ve aynı zamanda idealize eder. Çoğu pratiğe göre; Samadhi’nin mantıklı ve çağdaş çevirisi nesnelliktir. Objektif olmak dürüst bir girişimdir ve kişinin kendi kusurlarını dikkate alması gerekir. Ve bu Samadhi’nin gerçek hediyesidir. Yani, başka bir deyişle, ismimin hikayesi.

New England’da, Tibetli siyasi mültecilerin ve alternatif sanatçıların yaşadığı bir atmosferde yetiştiniz. Bu durum sizi nasıl etkiledi? Ben doğmadan önce ailem, babamın öğretmeni için bir ev inşa etmeye başlamış, ancak bitirememiş. Ve yarım kalan inşaat zamanla Kızılderililerin kullandığı göçebe bir konut haline gelmiş. Dolayısıyla, doğduğum çevre, hippilerin ve birkaç Tibetli rahibin takıldığı bir yerdi. Her zaman karşılıklı saygının hakim olduğu nefis bir ortamdı. Ne rahipler hippilerin yaşam tarzlarını yargılardı, ne de hippiler

Yoga yapmak isteyen biri için en temel kabul ne olmalı? Egoyla sağlıklı ilişkiyi koruyarak, nesnellik değerini beslemek. Farklı amaçları olan insanlarla dolu bir sınıfta, ilgiyi ve motivasyonu canlı tutmayı nasıl başarıyorsunuz? Kendime has yoga yaklaşımım, insan yeteneklerini ortaya çıkarmak 85


rahiplerin. Ben de aynı şekilde her zaman Amerikan karşı-kültürüne ve Tibet Budizmine saygı göstereceğim ama onları asla bu yolla idealleştirmeyeceğim. Çünkü hiçbir düşünce sistemi günlük hayatın zorlukları için derde deva değildir. Ayrıca, oldukça prestijli okullara gittiniz. İyi bir okula gitmek ve iyi eğitim almak aydınlanma için yeterli altyapıyı oluşturur mu? Aldığınız eğitimin laik bir altyapısının olması, genç yaşlarda kişiliğinizin şekillenmesinde kesinlikle önemli bir rol oynuyor. Zira bilimsel metotlar olmasa, geçmişte bıraktığınız tüm dinsel dogma ve ritüellerin esiri olursunuz. Diğer taraftan, ritüeller de kişiliğinizin ve sosyal altyapınızın oluşmasında önemli değerler, ama eğitimin size kişisel olarak kattığı tüm ihtiyaçlarınızı karşılayamaz. Bunun en güzel örneğini Autobiography of a Yogi kitabında görebilirsiniz. Sri Yukteshwar, okulu tüm derslerden A alacak derecede yüksek bir başarıyla bitirene kadar Yogananda olmayı reddetmiştir... İnanışların birbirine saygılı, eğitimli, dünyayı tüm kültürlerle paylaşmaya açık kişilere ihtiyacı var. Farklı dinlerdeki insanlar arasında bu karşılıklı saygının oluşturulması ise laik bir eğitim verilmeden mümkün değil. Bildiğimiz kadarıyla, kardeşiniz Uma Thurman da atölyelerinize katılıyor... Uma tüm kariyerim boyunca benim en büyük destekçim ve yol arkadaşım oldu. New York’ta şehir merkezinde yaşarken derslerime

katılıyordu; ancak şehir dışında daha büyük bir apartman dairesine taşındığından beri artık eskisi kadar yoğun bir şekilde katılamıyor. MindBody Festivali için İstanbul’da olacaksınız. Bu işbirliği sizin için ne ifade ediyor? MindBody Festivali, İstanbul’da, Türkiye’de hatta dünyada barış ve şifanın fitilini ateşlesin diye dua ediyorum. Kişisel gelişimle ilgili yöntem ve çalışmaların paylaşılması önemli. Geçmişten gelen yöntemler geleceğin metotları için belirleyici olacaktır, ki bu da kişisel tüm değerlendirmelerin kendi seçimlerini bu süreçte irdeleyebilmesine olanak tanıyacak diye düşünüyorum. Bu nedenle, bu festivale davet edilmek ve İstanbul’a katkıda bulunmak için hizmet vermek benim için büyük bir onur. İstanbul’a bu ilk gelişiniz değil. Tanıdığınız kadarıyla, şehir size neler hissettiriyor? İstanbul benim için çok ilham verici ve büyüleyici bir şehir. Daha önce üç kere buraya gelmiş olmama rağmen; daha öğrenecek çok şey olduğunu hissediyorum. Şehrin en çekici yanı kültürel karmasındaki zenginlik. Bu açıdan biraz San Francisco’ya da benziyor, iç içe geçmiş caddeler, inişli çıkışlı yokuşlar, pek çok farklı kültür ve dinden insanların bir arada mutlu yaşadığı bir şehir. Bu açıdan farklı kültürler ve dinlerin kesişme noktası olan İstanbul, tüm dünyaya ışık tutacak değerli bir taş gibi, bana da dünyamızın geleceği için umut veriyor.

XOXO The Mag


87


whatever

DEATH RACE 2000

‘Frankeştayn’ın Carsploitation Distopyası

Death Race 2000, Dir: Paul Bartel © New World Pictures, Columbia Associates

yazı sarp dakni

Bir zamanlar Survivor denince akla sadece Rocky’nin tema müziği olan ‘Eye of the Tiger’ı seslendiren Chicago’lu rock grubu gelirdi. Bugünlerde ise durum ne yazık ki(!) bambaşka. 1976 yılında bu şarkı eşliğinde kum torbalarını ve rakiplerini yumruklayan Rocky Balboa sayesinde şansını iyice zorlayıp, yazdığı senaryo ile bir de Oscar adaylığı kapan İtalyan aygırı Sylvester Stallone, ondan sadece bir yıl önce B dünyasında tanrılar tanrısı statüsünü her daim koruyan Roger Corman’ın başını çektiği yeni bir çılgınlığın parçası olmaktan kendini kurtaramamıştı. Söz konusu film, ufak ufak çatırdamaya başlayan düşük bütçeli film imparatorluğu American International Pictures’ın en büyük ilham kaynaklarından, Danimarkalı sinemacı ve yazar Ib Jørgen Melchior’ın The Racer adlı kısa öyküsünden uyarlanıyordu. 1970 tarihli soft porno The Party at Kitty and Stud ile ilk kez kamera karşısına geçen ve bol bol sadomazoşizm içeren grup seks performanslarıyla dolu bu filmden iki günlük çekimlerin karşılığında sadece 200 dolar kazanan Sly, daha o günlerde Bay Corman’ın aklının bir köşesindeki yerini almış olmalı. Ancak Death Race’in başrolü için yönetmen Paul Bartel ve Corman’ın aklında bambaşka bir isim vardı; daha o dönemde kült statüsüne yerleşen David Carradine! Buram buram testosteron kokan bu ikilinin yanına ise onca iddialı kız dururken, boş vakitlerinde emlakçılık yapan Simone Griffeth’in konulmuş olması ilginç. Gerçi kariyerine The Man from O.R.G.Y. ile başlayan Küba göçmeni seks tanrıçası Louisa Moritz’i de unutmamalı...

Sayısız kola sahip olan ‘exploitation’ ailesinin en ilginç üyelerinden biri de hiç şüphesiz ‘carsploitation’ olsa gerek. Bu son derece ilginç alt türün kökeni için 50’li yıllardaki hız yarışı filmlerine kadar geriye gitmek mümkün. Yine de en verimli dönemini 1971 tarihli Richard C. Sarafian filmi Vanishing Point ile resmi olarak yaşamaya başladığını söyleyebiliriz. Tarantino ve Rodriguez’in 2007’de yaptıkları efsanevi Death Proof ikilemesi, ağırlıklı olarak bu alt türden besleniyordu. Demokrat ve Cumhuriyetçi partilerin çöktüğü ve yerini ‘Bipartisan’ yani iki partili bir yönetime terk ettiği ABD’de, bizzat hükümetin başlattığı üç gün süren geleneksel uluslararası yol yarışında sürücüler, önlerine çıkan ve çarparak öldürdükleri masum yayaların sayısına göre puan alıyor. Yönetmen Bartel’in başlangıçta peliküle aktarılamayacak kadar zor bulduğu film Charles B. Griffith tarafından yeniden yazılıp sonunda beyazperdeye gönderildiğinde, Roger Ebert tarafından beş üzerinden ‘sıfır’ yıldızla taçlandırılmış ancak aradan geçen yıllar filmi kült statüsüne yerleştirip, onu haksız çıkarmıştı. Gösterime girdiği hemen her ülkede farklı bir isim ve poster çalışması ile pazarlanan filme en çılgın afiş ve isim elbette Türkiye’den gelmiş (görsellere bkz). Mary Shelley’i mezarında ters döndürmek pahasına, baş karakterden esinle, üstelik ülkemizdeki yaygın yanlış kullanımıyla Frankeştayn olarak gösterilen film, son olarak temizlenmiş haliyle Shout! Factory tarafından 2010 yılında DVD ve Blu-ray olarak yayınlandı. Stallone’yi, senelerce üzerine feci halde yapışıp kalan Rocky Balboa’sız haliyle görmek için ‘distopik’ bir şans!

XOXO The Mag


Bu bir ilandır.

Tasarım dünyası farklı jenerasyonlarla değişirken, tasarımcılar arasında sabit duran bir felsefe var; farklı, özgün değerler yarat ve bu sırada çıktığın keşif yolculuklarına başkalarını da davet et. Biz de bu çağrıya kulak verip, fonksiyonelliğe her daim yaratıcılık ekleyen bir tarafa yöneliyoruz. Tasarım dünyasının izlerini Camper rehberliğinde takip ediyoruz ve esas yolcularla kendi yaratım tapınaklarında buluşuyoruz.

realization an original idea by CO photographer bedia günaydın styling müjde metin


Camper Together Kremer

Mahmut Anlar OFİS RUTİNİ: Grup dersleri. TASARIM FELSEFESİ: Fit olmak. YARATIM SÜRECİ: Cardio. KARAKTERİSTİK: Ağırlık. ÇAĞDAŞ TASARIM: Esneklik. KİMLİK: Üyelik. FONKSİYONELLİK: Boks. ÇALIŞMA ALANI: Stüdyo. MAĞAZA TASARIMI: Spinning studio. KIRMIZI: Nice to meet you. DON’T RUN, JUST WALK: See you later.


Camper Peu

Bülent Güngör

OFİS RUTİNİ: Öğle yemeği. TASARIM FELSEFESİ: Less is more. YARATIM SÜRECİ: Bugün. KARAKTERİSTİK: Rahat. ÇAĞDAŞ TASARIM: Uzay üssü. KİMLİK: Polis. FONKSİYONELLİK: Ulaşım. ÇALIŞMA ALANI: Dünya. MAĞAZA TASARIMI: Dinamik. KIRMIZI: Bayrak. DON’T RUN, JUST WALK: Bacak.


Camper Portol

Yalın Tan

OFİS RUTİNİ: Büyük bardak su, radio nova, e-mail temizliği, ekiple geçen çalışma süreci ve spor kaçamakları ile biten bir rutin... TASARIM FELSEFESİ: İyi tasarlanmış bir mekanın başarısının, tasarımda fonksiyonelliğe verilen önem kadar, taraflar arasındaki karakter uyumu ve empati gücüyle de ortaya çıktığını düşünüyorum. YARATIM SÜRECİ: Bazen bir seyahat, film, moda görseliyle etkileşim; bazen 1 saatte veya 4 haftada geçen sancılı süreçlerin toplamı. KARAKTERİSTİK: Özgün olmak. ÇAĞDAŞ TASARIM: Zamansızlık sinyalleri veren… KİMLİK: Egonun iyi tarafı. FONKSİYONELLİK: Formun ciddi hali. ÇALIŞMA ALANI: Karalayabildiğin her yüzey. MAĞAZA TASARIMI: Bireyden çok markaya mekan yaratma işi. KIRMIZI: Dinamik, baştan çıkarıcı ve akılda kalıcı. DON’T RUN, JUST WALK: Mental and physical digestion is a must...


Camper Oruga

Derin Sarıyer

OFİS RUTİNİ: Düşündüm ama bulamadım. TASARIM FELSEFESİ: Pür, sek ve saf. YARATIM SÜRECİ: Önce kapalı devre; son aşamada iş birlikçi. KARAKTERİSTİK: Belirsizliğin ve hiçliğin neşesini severim. ÇAĞDAŞ TASARIM: Bir ürün tasarlandığı dönemi anlatıyorsa, hakiki anlamıyla bir tasarım olmuştur. KİMLİK: Kozmik yalnızlıkla yüzleşilebiliyorsa geçerli. FONKSİYONELLİK: Bir ürün tasarımının olmazsa olmazı. ÇALIŞMA ALANI: Anti-hiyerarşik. MAĞAZA TASARIMI: Duyuları önemsemeli. KIRMIZI: Tedirginlik. DON’T RUN, JUST WALK: Unutmak için koş, hatırlamak için yürü.


Camper François

Emre Kuzlu

OFİS RUTİNİ: Sabah kahvesi dışında rutin bir şey bilmiyorum; her an sürprizli. TASARIM FELSEFESİ: Kullanıcı deneyimini tasarımın merkezine almak, fark yaratmak. YARATIM SÜRECİ: Heyecanlı, huzursuz, bir nevi manik depresif. KARAKTERİSTİK: Obsesif, talepkar, hayalperest. ÇAĞDAŞ TASARIM: Tarif etmek çok zor. Tasarımın belirgin tek bir anlayışa referans vermediği bir dönemdeyiz. Yenilikçi olan her şey bence çağdaştır. KİMLİK: Marka = P+P (product + personality). FONKSİYONELLİK: Tasarımın çıkış noktası, bazen de sorunsalı. ÇALIŞMA ALANI: Mimarlık kapsamında tasarımın her ölçeği. MAĞAZA TASARIMI: 360 derece müşteri deneyimi. KIRMIZI: Hareket, iddia, ‘call to action’. DON’T RUN, JUST WALK: Yelken; İstanbul’da çok zor ama aradığım şey.


Camper Casi Casi Sea

Sedef Kırdök

OFİS RUTİNİ: Yulaf ezmesi, latte ve Chilly Gonzales. TASARIM FELSEFESİ: Her dönemden esinlenebilen, zamansız mekanlar yaratabilmek. YARATIM SÜRECİ: Tam bir sancı, en iyisini yapabilmek için her seferinde çekilen karın ağrısı ve biraz uğraştan sonra mutlu son. KARAKTERİSTİK: Siyah, beyaz ve gri. ÇAĞDAŞ TASARIM: Rahat, günlük ve kullanışlı, zamansız. KİMLİK: Stabilizasyonu ve güveni, devamlılığı simgeler. FONKSİYONELLİK: Estetik için bazen ikinci plana atılabiliyor. ÇALIŞMA ALANI: Her yer benim için, ama en ideali kapalı bir kutu, tam konsantrasyon amaçlı. MAĞAZA TASARIMI: Nötr olmalı, grisi bol, biraz puslu bir hava içerisinde birkaç enerjik nokta... KIRMIZI: Tutku, tokluk ve korkunun rengi. DON’T RUN, JUST WALK: Koşmak ruhuma aykırı.


cover

SELMA ERGEÇ SOONer or later Aslında her şey onu, Youtube’da müzik videosu izlemeden önce maruz bırakıldığımız bir reklamda, İngilizce konuşurken görmemizle başladı… Reklamı bu sefer es geçmedik, sonuna kadar izledik. Bolca araştırdık, ve haliyle, neden böyle bir aksanı olduğunu anladık. Ama yine de, kim olduğunu Vikipedik bilgilerden çıkaramadık… Karar verdik; “Bilgiye ilk elden ulaşalım.” dedik… Şüphesiz ki Selma Ergeç -bizim onunla tek taraflı olarak yaşadığımız primitif tanışıklıktan çok daha uzun süre önce- hep oradaydı, aslında orada olmayan bizdik. Ne ilk defa bize “farklı” röportaj verecekti, ne de ilk defa Emre’ye, Doğru olana, “güçlü” pozlar… Ve ne de ilk defa üzerine bu tip “ona acayip çok yakışan” kıyafetler geçirilecekti… Merak ediyorsanız; işler tıkırındaydı, üretim için planladığımız zamanın epey gerisinde olsak da, ilk defa karşılaşacağınız bu alanda olan tüm ekip kendinden emindi. Zaman dediğin neydi ki… Odada başladık, lobiye indik, dışarıya çıktık, içeriye girdik, asansöre bindik, ayağa kalktık, oturduk, dışarıya çıktık, odaya geri döndük… Çekim bitti, sormaya başladık, cevapları aldık, sorular bitti, evimize döndük. Anlayacağınız, her şey olması gerektiği gibiydi, ne bir eksik ne bir fazla… Sözün özü; normal bir günde, normal insanların ürettiği, normal dergimiz için normal sonuçları olan bir kapak çalışması yaptık. Ve bir kez daha anladık; çare normal kalabilmekte. Kıssadan hisse.

interview & styling olga şerbetcioğlu photographer emre doğru hair ibrahim zenginoğlu make up kürşat akçebe photo assistants fırat meriç & burak büyükyıldız styling assistant aslin kumdagezer


ßst sesia/harvey nichols pantolon saint laurent çanta chanel kolye chanel ayakkabĹ adidas Originals stan smith saat iwc


cover

Nerede yaşıyorsun? İstinye. Almanya’da nerede yaşıyordun? Ülkenin kuzeyinden başladığımızı düşünün, güneyine kadar pek çok şehir gezdim. Neden öyle oldu? Babam biraz anti-otoriter bir doktordu. Aslında tam olarak şöyle açıklayabilirim: Hani daha yüksek mevkide olduğu için kendisini diğerlerinden üstün gören insanlar vardır ya, onlarla pek geçinemezdi. Annen nasıl bir insan? Daha diplomat birisi; dürüst ve nettir. “Seçtiğin ton müziği yapar.” denir ya, işte bu söz annemi özetleyebilir. Küçükken ailenin sana verdiği/gösterdiği değeri, şu an daha iyi anladığını düşünüyor musun? Bizimkiler aslında her zaman sevgilerini çok net gösterebilen insanlardı. Yine de tabii, bugün baktığımda o zamanki bakış açılarını daha iyi kavrayabiliyorum; elbette yaşın küçükken daha fevri olursun, burnunun dikine gitmek istersin. Çok geziyor musun? İstediğim kadar gezemiyorum. Benim biraz şöyle bir zorluğum var; tatil yapma alışkanlığını daha yeni yeni ediniyorum. Önceleri tatil lüksünü kendime çok fazla tanımıyordum. Gerçi bir yerde sadece turist olmaktansa turistik seyahatleri ve iş gezilerini birleştirmeyi tercih ediyorum, böylece gittiğim yerin güzelliklerine daha hızlı erişebiliyorum. Peki seyahatin oyunculuğuna etkisi nedir sence? Paris’e gittiğimi düşünelim; alışveriş yapıyorsam farklı bir etkisi olur, müzeleri geziyorsam farklı bir etkisi olur ya da ne bileyim La Seine’in kenarında kitap okuyorsam farklı bir etkisi olur… Yani, amacına göre etkisi de şekil değiştiriyor, haliyle, özünde seyahatin daha çok bilinçdışı bir etkisi olduğuna inanıyorum. Ama diğer taraftan, film izlemek, bir şeyler okumak ya da belki de çok ilham aldığım, işlerini beğendiğim insanlarla muhabbet etmek, benim için daha etkileyici faktörler... Ajandası çok dolu olan bir insan mısın? Dönemsel olarak evet. Bazen gerçekten çok çok dolu oluyor ve ben böyle olmasını seviyorum. Gerçi, dolu olmadığı zamanlarda da doldurmaya pek gayret gösterdiğim söylenemez. Dün mesela bütün gün evde erik yiyip, yeni aldığım kitabı okudum. Nedir yeni aldığın kitap? Chimamanda Ngozi Adichie’nin Americanah adlı son kitabı. Yazarın adını telaffuz etmek ne zor, değil mi? Ama kitap gerçekten müthiş. Biz de bilmem kaç aydır röportaj yapacağız diye peşinden

koşuyoruz, bakalım... Umarım Türkçeye de çevrilir kitap. Biraz önce çekim arasında lafını etmiştin, sorayım; içsel huzur peşinde misin? Evet. E, nasıl sağlıyorsun? Sağlayamıyorum, ama çalışmalarım devam ediyor. Sadece benim için geçerli değil bu; sonuçta kendi başımıza bir ada değiliz, dış etkenler ister istemez bu huzuru bozuyor. Eğer bozmuyorsa da, o yakalandığı düşünülen içsel huzur zaten ölü doğmuştur. Bir yönetmenin seni yönetmesi kolay mı? Elbette, ikna edici ve zeki bir yönetmense, ve tabii, işine ihtirasla ve dürüstçe yaklaşıyorsa; çok kolay. Mesela, çalıştıkların arasında, kim bu tarif ettiğin yönetmenler? Yağmur ve Durul Taylan. Müthiş rahat çalıştım onlarla, ve o yüzden de çok eğlenceli bir deneyimdi. Kafaları çok iyi çalışıyor. Mesela Tolga Örnek de öyle, Ümit Ünal de öyle, Reha Erdem de öyle… Aslına bakarsan şimdiye kadar çalışıp da anlaşmadığım pek kimse yok. Hep aynı rolü oynayan oyuncular kötü oyuncu mudurlar? Buna farklı şekillerde cevap vereyim. Mesela bazı önemli oyuncular sadece belirli bir karakteri oynamaları istendiği için hep aynı rolü canlandırıyormuş gibi gözükürler, ama öyle değildir. Sadece çok iyi oldukları için bu böyle gözükür, tabii diğer yandan seyirci de onları başka rollerde görmek istemez. Meg Ryan mesela… Romantik komedi çok zor bir tür malum ve çok iyi oyuncu olmasına rağmen bu tip rollerin dışına çıkmadı. Bir de Matthew McConaughey örneği var; XOXO’daki röportajını okumuştum, adam bir sene rol kabul etmeyip başka bir şekil almaya karar veriyor. Ve şu an geldiği nokta çok iyi. Özellikle de rolü az olmasına rağmen The Wolf of Wall Street’te inanılmaz bir oyunculuk sergiliyor. Peki bir oyuncunun bu tip bir değişimde kontrolü eline alması, ve hatta öncesine bakalım, böyle bir değişime girip bunun arkasında durabilmesi ne kadar olası? Onlar gibi kariyerinle ilgili böyle bir lüksün varsa arkasında durabilirsin. Ama bunu ABD’de yapmakla Türkiye’de yapmak arasında büyük farklar var, burada işler biraz daha zorlu ilerliyor, orada kazanılan parayla uzun aralar vererek yeni bir karakter için hazırlanabilirsin. Bizde bu durum daha farklı oluyor. Bir projeden diğerine geçerken araları ve ön hazırlık süreçlerini daha hızlı tamamlayabiliyoruz. Yani kendi başına ayakta durmaya karar verdiysen, asla emekli olamıyor musun? Durum şu, bir Hollywood yıldızı, belirli bir seviyeyi aştıktan sonra, para odaklı değil, kariyer odaklı düşünmeye başlar. Proje alır, proje reddeder… Seçme şansı vardır.

XOXO The Mag


ceket maje/harvey nichols tişört sandro/harvey nichols pantolon saint laurent ayakkabı christian louboutin saat iwc yüzükler cartier



ceket maje/harvey nichols tişört sandro/harvey nichols pantolon saint laurent saat iwc yüzükler cartier


端st h&m pantolon what goes around comes around custom vintage saat cartier bileklikler cartier



cover

Türkiye’deki dizi ve sinema sektörünü nasıl karşılaştırırsın? Birbirini destekliyor bu ikisi, ve tabii aslında sabote de ediyor. Dizide rol aldığında sürekli çok çalışıyorsun ve çok da pratiğin oluyor, doğası gereği. Ama tabii bu yanında başka bir tehlikeyi getiriyor, cepten yeme, yani belirli bir ezbere girme durumu… Bu tehlike sadece oyuncu için geçerli değil, yönetmen için de öyle… Neyse, bunun filmde oynarken pozitif etkisi sürekli antrenmanlı olmaktan doğuyor, negatif etkisi ise belirli bir kalıp içinde tanımlanamaz bir rahatlığın içine girmiş olmakla ortaya çıkıyor. Bu soracağım tabii Türkiye’ye özel bir durum değil; başarısız proje sayısı neden çok sence? Cevabı Türkiye üzerinden alayım. Aceleciyiz sanırım... Senaryo hazır olmadan hemen çekime geçmeye çalışılıyor. Çoğu senaryonun daha altı ay ya da bir yıl işi olmasına rağmen, bir bakmışsınız film üretilmeye başlanmış. Oysaki, gerçekten iyi filmlere baktığımızda, senaryolarında çok ciddi bir iş ve işlem görürüz. Hikaye sonuçta tüm filmin temelidir. İzleyici konusunu başka bir açıdan ele alalım: İzleyicinin perspektifinden baktığınızda bir oyuncunun yapması gerekenler neler? Elbette buna maddeler halinde cevap veremem, merak ettiğin şey izleyiciye göre değişiyor. Birisi beni bir türlü görmek ister, diğeri başka bir türlü… Birisi komedi filminde onu güldürmemi bekler, diğeri de sadece çok ciddi ve dramatik yapımlarda yer almamı ister. Görüyoruz ki; herkesin beklentisi farklı, birini dikkate almaya başlayıp perspektife göre şekil almaya başlarsan ve görevlerin olduğunu düşünürsen bu sonun olur. Mutluluk veya başarı için bir reçete olduğuna inanıyor musun? Hayır. Seni huzursuz eden şeyler, kişiler, durumlar listesi uzun mu? Gün geçtikçe uzuyor… İdeal kadın rolüyle ilk karşılaştığın anı hatırlıyor musun? Kadın rolünü bilmiyorum ama çocukken My Girl’ü izlediğimde, bir daha asla bu kadar güzel bir film izleyemeyeceğim diye korkmuştum. Korkun yersiz miymiş? Evet, oldukça. Ama bunu o zaman bilmiyordum… Bir de Gandhi’yi ilk izleyişimde Ben Kingsley’nin performansına hayran kalmıştım. En son hangi filmde ağladın? The Notebook’ta... “Yanlış yerdeyim, yanlış zamandayım” demeye başladın mı? Herkes diyordur; ama sonra da “Yanlış yerde, yanlış zamanda olsaydım burada olmazdım.” deyip, mevzuya devam ediyorsun.

Yine de yer değiştirmenin faydası hiç mi yok? Mesela ilk Türkiye’ye geldiğimde Cihangir’den başka bir yerde yaşayamam diye düşünüyordum. Semt baya multi-kültüreldi, aynı zamanda çok ailesel de bir yerdi; kimsenin kimseye karışmadığı özgürlükçü bir aile… Sonra, değişti. Desteklediğin/parçası olduğun sosyal sorumluluk projeleri var mı? Koruncuk var. Ayrıca içine girmeyi istediğim büyük bir yapı var ama hadi hayırlısı. Hangisi o? Söylemem. Uluslararası mı? Evet. Hangi konu üzerine? Çok geniş, tek bir konu değil. Bağış yapıyor musun? Evet. Taraf tutuyor musun bağış yaparken? Çocukların ve çevrenin tarafını tutuyorum. Bu yaz ne yapıyorsun? Hiçbir fikrim yok, biraz tatil, biraz iş... Çok fazla uzun vadeli program yapmıyorum. Rol yaparken ya da sosyal ilişkiler esnasında iç sesini susturabiliyor musun? Hayır. Bu zararlı mı, yoksa güzel mi? Zararlı. Tabii bazen susuyor ya da susturuyorum, o da büyülü anlar diye kayda geçiyor. Susmadığında ise, içinde çok komik şeyler olurken, o sırada çok ciddi bir sahne oynuyor olabiliyorsun. İçinde dırdır eden bir şey bu, ve sen de bundan faydalanmaya bakıyorsun bazen de; oynadığın sahnede işe yarayacak bir yere doğru yönlendirebiliyorsun. Ya da o seni yönlendiriyor ve o an için ona teslim oluyorsun. Sence samimiyet nedir? Maskesizliktir. “Bizim sektörün en garip tarafı şu; o kadar saçma sapan şeylerle uğraşıyorsun ki bunları aşıp konuya gelmen zor oluyor.” Bu başka bir röportajından alıntı. Lütfen herkes işini yapsın, kimse kimseyi egosuyla ezmeye

XOXO The Mag


elbise louis vuitton


elbise louis vuitton


Oynadığın karakterler hayatında nasıl vücut buluyorlar? Setten eve döndüğünde, hala kendini Hatice Sultan zannetmediğine eminim, ama yine de senin ağzından duyalım. Tabii ki öyle olmuyor, şöyle oluyor: Bütün gün sette duygusu çok yoğun sahneler oynuyorsun, ya da tam tersi tüm gün sahneler eğlence üzerine oluyor ve sen epey pozitif hislerle çıkıyorsun dışarı… E doğal olarak bu duygular devam ediyor. Fizyolojik olarak da kanıtlanmış bir durum bu; beyin ister istemez bazen gerçeği ve sahteyi ayırt etmekte zorlanıyor. Bağırdın, bağırdın, bağırdın… Kızardın ve nabzın yükseldi. Bundan hemen sıyrılamıyorsun. Daha net anlatayım, tüm gün ağlamışsın, rol gereği, ve eve gittiğinde depresif bir moda geçip, hiçbir şey yapmak istemiyorsun veya garip bir şekilde “Oh be, rahatladım!” deyip, ağlama-yoğun sahneler sonrasında daha iyi hissediyorsun. Bunun hayatına nasıl yansıyacağı tamamen senin elinde. Kendini izliyor musun? Seviyorum dersem yalan olur. Bu durumla barışığım, ama kendimi izlemeyi sevmiyorum ve olabildiğince bundan sakınmaya çalışıyorum. Bu işin sevdiğim kısmı üretim süreci, role hazırlanmak, sette olmak ve rolü oynamak... Oyunculuğunun sonuçlarına şaşırmak da mı seni cezbetmiyor? Hayır. Sona geldik, kaçlısın? 1978’liyim. Yaşın ilerledikçe daha mağrur olduğuna inanıyor musun? Bunun yaşla çok da fazla korelasyonu olduğuna inanmıyorum. Ama şununla doğru orantılı olduğuna inanıyorum: Eğer bir insan işinde başarılıysa, insanlardan saygı görüyorsa, istediği işi yapabiliyorsa, o işte belli bir gücü varsa, insanlar ona kendini değerli hissettiriyorsa ve hatta onlardan bağımsız kendini değerli hissediyorsa, bu insanın çok daha ağırbaşlı ve yumuşak olduğuna şahit oluyorum. Takıntıların var mı? Set veya dergi çekimlerine Chai Tea Latte almadan gitmem. Hatta, sete girdiğimde “Kendi boyu kadar Chai Tea’siyle geldi.” derler. Başarısız olmaktan korkuyor musun? Eh, tabii ki. En son başarısız olduğun şey nedir? İş üzerinden düşünme, her şey olabilir... Ne söyleyeyim, yani “En son aldığım avokado çok kötü çıktı,” türündense, geçen gün bir muffin yaptım, epey kötüydü. Hoşçakal. Sen de.

çalışmasın… Bu sadece bizim sektöre özel bir şey değil. Uzun soluklu projelerin, sence, oyunculara zarar(lar)ı var mı? Bir karakterle tanındığın zaman ve bu tanınma durumu çok geniş kitlelerce ve uzun süre boyunca oluyorsa, oradan başka bir yere geçmek pek kolay değil. Gerçi günümüzde bu durum biraz daha kolaylaştı. Çünkü diziden sinemaya atlayabiliyorsun veya tam tersi, sinemadan diziye. Global projeleri göz önüne bulundurursak, bütçe anlamında ikisi arasında pek fark kalmadı, ve hatta dizilerin bütçelerinin artmasıyla benzersiz güçte işler ortaya çıkıyor. Ama hep diyorum, bu sadece teknik bir konu değil, biraz da şans işi… İnsan olmasaydın hangi hayvan olurdun? İnsanların yaşadığı bir dünyada hayvan olmak istemezdim. Ya da, insanlardan en hızlı kaçabilen hangisiyse o olurdum. Lüks denince aklına hangi marka geliyor? Chanel. Kendini geliştiren bir insan mısın? Yeni şeylere açık mısın? Bence bütün kötülüklerin kaynağı insanların kendilerini geliştirmemesinden mütevellit. Belli bir yerde sıkışıp kalıp, orayı deli gibi savunmaktan bahsediyorum; “benim inancım, benim malım, benim fikrim, benim gücüm” gibi şeylere sarılanların olduğu o yerlerden. Oynadığın rollerde aradığın bir şey var mı? Bağ kurabileceğim, sadece bir figürden ibaret olmayan -aynı zamanda, gerçek anlamıyla bir karakter olan- ne yaparsa yapsın savunabileceğim bir rol olmalı. Mesela, o halde, hayvanlara zarar veren deli bir kadını oynamaz mısın? Filmin genel mesajı hayvanlara zarar vermeyin ise, neden oynamayayım. Yeri gelmişken bunu bilmeyenlere bir daha hatırlatalım, filmlerde hayvanlara zarar vermek yasaktır. Bazıları hala bunu bilmiyor... Senin yönetmenin var mı, ya da var olacağını düşündüğün bir yönetmen? Bahsettiğim, mesela, Lars Von Trier - Charlotte Gainsbourg örneği... Bilmiyorum. İşin aslı, oyuncuyken sen seçilen kişisin, seni yönetmen seçiyor, yapımcı seçiyor vs… Çok nadiren bu durum -ki bu büyük bir lükstür- tersine dönüyor, ama bu Türkiye’de pek karşımıza çıkmıyor. Çıktığında da çok mutlu oluyorsun, çünkü haliyle, her insan seçilmeyi değil seçmeyi ister. Çocukluğumuza dönelim, nasıl ki okulda takıma son seçilen kişi olduğunda korkunç bir his yaşıyorsan (benim başıma çok geldi, epey kötü futbol oynuyorum), bu da öyle bir şey… Toparlayıp cevabı vereyim sana; isim vermeyeceğim. 107



gömlek saint laurent yüzükler cartier


gรถmlek white posture



tişört stella mccartney salopet stella mccartney ayakkabı adidas Originals stan smith bileklik chanel


ceket louis vuitton รงanta chanel jean seven for all mankind/brandroom


INTERVIEW/vıdeo

We Are From LA

On the Fun Side

Her ne kadar Pharrell’in Happy’si için çektikleri 24 saatlik video ile önceki tüm işlerini fersah fersah geride bırakmış olsalar da, Clément Durou & Pierre Dupaquier, namıdiğer We Are From LA, yola çıktıkları ilk günden bu yana her projesiyle ses getirmiş bir ikili. Parizyen olmalarına rağmen Los Angeles göndermeli adlarıyla işin eğlencesinde olduklarının altını çizen We Are From LA ile popüler kültürün nimetlerinden beslenen çılgın fikirlerinin menşeini ve işlerini konuştuk. röportaj serap gecü fotoğraf paloma pineda

XOXO The Mag


Pharrell Happy 24 Hour

Son zamanlarda gördüğünüz en güzel şey neydi? Clément Durou: Richard Mosse fotoğrafları! Resmen üzerlerine yapıştık. Gördüklerimiz Afrika’da çekilmiş, satürasyonu oldukça yüksek, pembemsi tonlarda savaş fotoğraflarıydı. Oradaki atmosfere hakim olan şiddet ile bu renk tonları arasındaki uçurum, bir anlamda savaşın absürdlüğünü anlatıyordu.

seferde çektik, hiçbir planı tekrarlamadık. Herkesin tek bir şansı vardı, Pharrell’in bile... 360 kişilik devasa bir cast ekibi oluşturduk, ki bu Los Angeles gibi bir şehir için bile korkunç yüksek bir sayıydı. Öyle ki, bazen sokakta gördüğümüz insanlara ayaküstü rol teklif ettiğimiz oldu. Ayrım yapmadan herkesi çekime dahil etmemiz, özellikle fark edilmediklerini düşünen insanları inanılmaz duygulandırdı ve onların gururlarını okşadı. Yaşlılar, kısa boylular, uzunlar, şişmanlar...

İkili olmaya nasıl karar verdiniz? Pierre Dupaquier: Clément’la okulda tanıştık. 3-4 yıl aynı ajanslarda çalıştık ve birlikte çalışmaktan keyif aldığımızı gördük. Ama yeterince eğlenmiyorduk, daha fazlası gerekiyordu.

Videoyu baştan sona izlemeyi hiç denediniz mi? CD: Doğrusu, bu biraz amacını aşan bir hareket olabilir. Zira, esas istediğimiz, insanların tekrar tekrar farklı noktalara tıklayarak videonun içinde sörf yapmasını sağlamaktı. Yani biz hiç denemedik, ama siz denemek isterseniz buyurunuz!

Sizi resmi olmayan bir Kanye West videosuyla tanıdık, ki bunun başlangıç için epey isabetli bir adım olduğu su götürmez... PD: Video sadece GIF’lerden ibaretti, ve böyle olmasına bayılıyorduk. Bir hafta sonu, kendi kendimize eğlenirken yaptığımız bir şeydi, ama internette yayınlandıktan iki gün sonra Kanye videoyu kendi web sitesinde paylaştı ve işin rengi değişti. Bu da plak şirketleriyle tanışmak ve başka videolar yapmak konusunda önümüzü açtı.

Pharrell’le yeni projeleriniz olacak mı? CD: Neden olmasın... Çok yakında haberlerini alırsınız. The Citizens!’ın True Romance videosunda yaratmaya çalıştığınız hissiyatla Happy’nin haletiruhiyesi arasında bir yakınlık var. İkisinde de sürekli aynı eylemle iştigal eden farklı insanlar görüyoruz. Süreklilik sizin için ne ifade ediyor? CD: Arketipler ve sembolik görüntüler yaratmayı seviyoruz. Bu görüntülere çok sayıda insanı dahil ederek, herkesin videoda kendinden bir parça bulmasını sağlamaya çalışıyoruz.

Fransa orijininizle adınız arasındaki zıtlıktan ilerleyelim. Bir keresinde, her şeyin Natalie Portman’la başladığını söylemiştiniz... CD: We Are From LA’i yaratırken, işlerimizle beraber her şeyi değiştirmemiz ve bir anlamda yeni bir başlangıç yapmamız gerekti. Bu yüzden, adımızı koyarken ufak bir oyun yaptık ve insanlara başka bir yerden geldiğimizi söylemek istedik. Sinemanın, pop ikonlarının, yıldızların ve tabii ki Natalie Portman’ın şehrinden...

Bir de tabii Evian için çektiğiniz, 85 milyon tıka ulaşarak, bugüne kadar en çok izlenen reklam filmleri arasına giren Baby & Me kampanyası var... PD: Malum, herkes bebekleri sever, hele ki çılgınca dans ediyorlarsa!

24 saatlik video yapma fikri nasıl ortaya çıktı? CD: Sınırları olmayan bir video yapmak istedik, neredeyse asla bitmeyen bir video... Ve bunun için en başından itibaren interaktif unsurları ve formatları kullanarak ilerledik. Şimdiye kadar çekilmiş en uzun videoyu yönetmek bizim için de aslında kendi kendimize bir meydan okumaydı. Bu video sayesinde devasa bir koreografi bankası yaratmış olduk. 360 kişi kameranın önünde dans etti ve her biri videoya kendi dans stilini, kendi hareketlerini kattı.

Happy ile de 200 milyon tıklanma sayısını geçtiğinizi düşünürsek, formülünüz ne? CD: Bir video yaptığımızda, bunu sadece izleyiciye ulaşmak için yapıyoruz. Tek amacımız onlara dokunabilecek bir şeyler yaratabilmek. Nihayetinde, kendimiz için değil, insanların videolarımızı izlerken alacakları keyif için çalışıyoruz. Yeterince politik oldu, sanırım.

Peki izlemesi bir gün süren bir videoyu çekmek kaç gün sürer? PD: Cevap veriyorum: 10. Happy’yi geçtiğimiz Eylül ayında Los Angeles’ta çektik. 24 saat, 1440 dakika. Yani günlere bölersek, her gün 144 dakika çekim yaptık. Genelde, bir günde en fazla 4 dakikalık bir video çekebilirsiniz. Bu süreyi 144 dakikaya çıkarmak için videoyu tek

Cassius için çektiğiniz I Love You So da yine oldukça iyi bir fikrin ürünü. İyi fikirler peşindeyken ilhamınızı nerelerde buluyorsunuz? PD: Popüler kültürden çok etkileniyoruz, sokakta ya da herhangi bir yerde bu kültürle ilgili gördüğümüz her şeyden etkileniyoruz. 115


Citizens! True Romance

Plastiği, logoları, ışıklı tabelaları, popüler mekanları ve insanların bu mekanlardaki alışkanlıklarını çok seviyoruz. İnanılmaz bir ilham kaynağı rıhtımında, manyakların arasındayız, geç kalanlar, yeniden bir araya gelenler, çığlıklar ve diğer her şey...

videoyu izlediniz mi? CD: Evet, bir arkadaşımız Facebook’ta paylaşmıştı. Koreografi harikulade ve Maddie müthiş bir dansçı. Dansı giderek daha çok seviyoruz, ve belki -şanslıysak- onunla bir gün biz de çalışırız...

Iconoclast.tv’ye bağlı yönetmenler olarak, Iconoclast’ın kısa süre önce duyurduğu yeni projesiyle ilgili ipucu verebilir misiniz? PD: Iconoclast Special, partiler düzenleyip sanatsal etkinlikler gerçekleştirecek, kitaplar yazacak, kıyafetler tasarlayacak, vanilyalı dondurma ve yaz kokteylleri yapacak yeni bir segment... Önümüzdeki aylarda detayları duyacağınızdan eminim.

Kısa film veya uzun metraj hayalleriniz var mı? PD: Yakın gelecek için ufukta görünen bir şey yok, henüz.

Benjamin Millepied’yle adidas için gerçekleştirdiğiniz projeden de bahsedelim... CD: Stan Smith’in dönüşünü kutlamak için Benjamin’le adidas’a özel bir parti düzenledik. 360 derecelik bir videonun merkezinde canlı bir dans performansı gerçekleştirdik. Benjamin’le çalışmaktan çok keyif aldık ve bundan sonra da onunla yeni projelerde yer alıp, bu tür deneyimler elde etmeye can atıyoruz. Yazar blokajına benzer bir tutulma yaşadığınız oluyor mu? CD: Hem de her zaman... Yeni bir fikir bulmaya çalışırken, brainstorming yaparken, düşündüğümüz hiçbir şeyi beğenmiyoruz ve her şey çok boktan geliyor. Nihayet hoşumuza giden bir fikir bulduğumuzda ise gücümüzü tekrar topladığımızı hissediyoruz.

Diyelim ki otobiyografik bir film çektiniz, adı ne olurdu? CD: Lucky Lukes. En sevdiğiniz kurgu karakter? PD: Çok fazla var, ama Forrest Gump diyelim. Hayalinizdeki işbirliği? PD: Tyler, The Creator. Paris’te hayat nasıl? CD: Şehirdeysek her gün aynı ofiste çalışıyoruz. Bazı küçük rutinlerden ibaret, aşırı derecede sakin bir hayatımız var. Yönetmenlik dışında nelerle ilgileniyorsunuz? PD: Kız arkadaşlarımızla!

Son günlerde en sevdiğiniz videolar hangileri? PD: Black or White. Michael Jackson ve John Landis işbirliğinin müthiş sonucu... Bu video, evrensellik anlamında tartışmasız bir hayat dersi. Bu arada Sia’nın Chandelier’i için Daniel Askill’in çektiği

Tüm zamanların en iyi yönetmeni? CD: Steven Spielberg.

XOXO için bir video çekecek olsanız nasıl bir şey olurdu? CD: Hemen mizanseni çizeyim: New York’ta bir kebapçıdayız ve Al Pacino’yla De Niro, Heat 2’nun senaryosu üzerinde kafa kafaya vermiş çalışıyorlar...

XOXO The Mag


İstikamet Fransa ise bir turistin 'gezilecekler görülecekler' listesine dahil etmesi gereken müthiş önemli bir yer var: Eczane. Dermo'dan doğala uzanan kozmetik devleri, mütevazı ambalajları içinde keşfedilmeyi bekliyor. Bir Fransız eczanesinin büyüsüne kapılmadan önce ihtiyaçlarınızı bir kenara yazın, sizinle ilgilenen görevliyi dikkatle dinleyin ve önerilerini ciddiye alın. Bir de kalbiniz kadar hassas bir cilde sahipseniz bu ürünleri denemeden önce mutlaka dermatoloğunuza danışın. hazırlayan ayşecan ipek illüstrasyonlar aslı yazan

HUILES ET BAUMES BAUME SOS DES ALPES Arnikanın başrolde oynadığı, yeşil bahçe nanesi, hindistancevizi, jojoba, Şili’den yaban gülü, argan, saman çiçeği ve daha bir sürü önemli, doğal yağın tek bir kavanozda toplandığı bu ürüne yeni bir isim vermemiz gerekse ‘anytime anywhere’ derdik. Dudağınız mı çatlıyor? Sürün. Başınız mı ağrıyor? Sürün. Sizi sinek mi ısırdı? Sürün. Elmacık kemiklerinizin hemen üzerinde doğal bir parlaklık mı yaratmak istiyorsunuz? Sürün. Çocukluğunuzu hatırlatacak, aromatik bir esansa sahip olduğunu ve tüm ailenizin rahatlıkla kullanabileceğini de söylemeden geçmeyelim.

BIAFINE EMULSION Fransız dermo-kozmetik ürünlerinde ‘master’ yapmaya niyetliyseniz ürünleri sadece tasarlandıkları amaç için kullanmaktan hemen vazgeçmeli, bir çeşit ‘mix&match’ tavrı edinmelisiniz. Elizabeth Arden, kült bombası 8 Hour Cream ile bizi bu konuda terbiye etmeye seneler önce başlamıştı. İşte yanık tedavisinde kullanılan, cildi nemlendirerek yenileyen Biafine Emulsion, buzdolabında bekletip yaz aylarında güneş sonrası derinlemesine nemlenmek amacıyla kullanabileceğiniz bir ürün. Dipnot: Çok kuru cilde sahip olanlarınız haftada bir maske niyetine de kullanabilir.

DARPHIN MELAPERFECT HYDRATANT HARMONISANT DE TEINT Makyaj yapmadan spor salonuna bile gidemeyenlerin en büyük şikayeti ciltteki renk dengesizliği ve kızarıklıklardır. Palete ‘bütünlük’ katmak en önemli kural olduğundan, çare hep renkli nemlendiricilerde aranır. Darphin’in cilt tonunu dengeleyici serisi Melaperfect’in yeni ürünü, krem dokusunda, sırtını buğday çekirdeği ekstresi ve Linoleic asite dayamış, yoğun ve etkili bir nemlendirici. Ve evet, işe yarıyor. Onu sürdükten sonra ‘bugün belki de yapmam’ deyip fırçayı elinizden bırakıyorsunuz. Cildinizde beliren doğal parlaklık ve SPF 20 koruma faktörü de bonus.


FILE

IALUSET CRÈME İsviçreli ünlü bir estetik cerrahın reçetesinde yer alan Ialuset, ekonomik fiyat etiketiyle hayrete düşürüyor. İnsan eklemlerinin içinde de bulunan, doğal takviyeden, saf hyalüronik asitten oluşan bu krem, haftada en az üç kere temiz cilde güzel bir masajla yediriliyor. Varis problemi yaşayanların bacaklarına da sürmesi tavsiye ediliyor. Ialuset’in kelimesi kelimesine ‘havadan nem kapan’ bir krem ve ilk Fransa seferinizde mutlaka fethetmeniz gereken güçlü bir kale olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

EMBRYOLISSE VOILE ILLUMINATEUR DE TEINT BB CREAM Lait-Crème Concentré, her top modelin, blogger’ın ve ev kadının banyosuna sızdıktan hemen sonra marka, makyörlerin sırlarına yöneliyor ve her cilt tonuna uyumlu, tek renkte, su bazlı bir BB krem yaratıyor. Eğer cildinize sürdüğünüz renkli nemlendiricinin fondöten taklidi yapmasından hoşlanıyorsanız bu krem, size göre değil. Daha sade, sanki yokmuş gibi davranan bir ajanın peşindeyseniz, o halde doğru yerdesiniz.

AURIGA FLAVO-C MASK İstanbul eczanelerinde de karşılaşabileceğiniz Auriga, dermatologların sıklıkla tavsiye ettiği bir marka. 30’lu yaşlardan itibaren C vitamini depolamaya başlamamız gerektiğini artık biliyoruz. İşte Flavo C Mask, cildi bu depolama işlemine soyarak ve yenileyerek hazırlıyor. Magnezyum ve çinko cildi arındırıp yumuşatırken, yüzünüzde ince ve şeffaf bir film oluşuyor. Böylelikle hem birkaç dakika içinde iddialı bir peeling yapmış oluyorsunuz hem de ölü deriden kurtulma seansını hiç suya sabuna dokunmadan, keyifli bir ‘soyulma’ seansıyla atlatıyorsunuz.

LA ROCHE POSAY CICAPLAST BAUME B5 Uzun uçak yolculukları sırasında ünlü makyöz Lisa Eldridge’in nemlendirici yüz maskesi olarak cömertçe uyguladığı Cicaplast Baume B5, B vitamini takviyeli etkili bir balsam. Antibakteriyel etkiye sahip olan bu ürün, güneş sonrasında yorgun düşen cildi hayata döndürmek için de sıklıkla kullanılıyor. Egzema, kaşıntı, hassas ciltte beliren kızarıklıklar konusunda da gerçek bir uzman. Yaş ve cinsiyet konusunda sınır tanımayan bu evrensel balsam, %5 oranında Panthenol da içeriyor.

XOXO The Mag

SANOFLORE EAU FLORALE ROSE ANCIENNE BIO Türkiye’ye ait gül suyunu bir türlü şık ve doğal şekilde pazarlayamamış olmanın utancıyla Sanoflore’nin gül dışında lavanta, hanımeli, papatya ve acı portakal özüne sahip ‘eau floral’lerini yüzümüze sıkıyoruz. Bu seri de buzdolabında bekletildiğinde yaz ayları için vazgeçilmez bir lükse dönüşüyor. Cildi sıkılaştırıyor, nemlendiriyor ve ferahlatıyor. Daha ne isteriz ki?

ÜREDERM LIPO %10 İstanbul eczanelerini bir sayı öne geçirecek müthiş bir nemlendirici var sırada. Eğer ki dört mevsim vücut kuruluğu yaşayan biriyseniz, bugüne kadar kullandığınız en etkili, en yoğun nemlendirici bile fayda etmediyse yine dermatologlar tarafından tavsiye edilen Ürederm Lipo ile tanışın. Ekşi Sözlük’te ‘teniniz kızarana kadar ovsanız da bir türlü emilmeyen krem’ yazıyor oluşuna asla aldırmayın ve %10 oranında üre içeren bu yağ ve su emulsiyonunu duştan çıkar çıkmaz ıslak tene uygulayın. Sonrası pürüzsüz ve nemli günler.


PARFUM DIVIN DE CAUDALÍE Divine Oil’ın kuru yağ kategorisinde yüksek sıralarda yer almasının tek sebebi dokusu değildi, etkileyici esansı da bu başarıda büyük rol oynamıştı. Markanın kurucuları Mathilde ve Bertrand Thomas için parfüm, her zaman hikayenin önemli bir parçası oldu. İşte şarap bağlarından esen rüzgara bir tutam gül, vanilya ve misk ekleyen Parfum Divin, Haute parfümerinin tüm niteliklerine sahip. Fas ve Bulgar güllerinin üzerine eklenen greyfurt, pembe biber ve vanilya çekirdekleri, Virginia sediri ve miskin üzerine zarifçe seriliyor.

LIERAC LUMINESCENCE SÉRUM LUMIÈRE CORRECTEUR DE TEINT Eğer hiç makyaj yapmamış bir arkadaşınızı güneş ışığı altında durdurup “Sen ne sürdün?” cümlesini hararetli bir şekilde kuruyorsanız kullandığı serumu hem defterinize hem de cep telefonunuza not almalı, bununla da yetinmeyip mutlaka bir yerlerde denemelisiniz. Lierac Luminescence serisi, gelmiş geçmiş en başarılı aydınlatıcı serilerden biri olarak yer ediyor banyomuzda. Bu süt dokulu, yanardöner serumu aydınlatıcı bir makyaj bazı gibi de düşünebilirsiniz, iddialı bir bakım ürünü gibi de.

NUXE SUN HUILE BRONZANTE VISAGE ET CORPS SPF 10 Paris’in en köklü ve güvenilir dermokozmetik markalarından biri ilk güneş serisiyle yaza merhaba dediğinde, bizi bekleyen güzel bir şeyler olduğunu kolaylıkla anlarız. Hele bir de bu haber ‘huile’ yani yağ kategorisinde kült bir ürün çıkarmış Nuxe’den geliyorsa… Yüz ve vücut için aynı anda kullanılabilen bronzlaştırıcı yağ, güneşle ilk karşılaşma için uygun olmayabilir. Acemi döneminizde seride yer alan 20, 30 ya da 50 koruma faktörlü süt ve kremlerden birini tercih edebilirsiniz. Güneşsiz bronzluk için sizi selftanner bölümüne alalım.

MARVIS JASMIN MINT TOOTHPASTE Diş eti bakımını, diş beyazlığını bir kenara bırakın. Sabah uyanıp banyoya koşun. Yüzünüzü tonikle temizleyin. Mis kokulu dermokozmetik nemlendiricinizi sürmeden hemen önce yasemin ve nanenin muhteşem karışımını diş fırçanıza düz bir şerit halinde yerleştirin. Kokusunu içinize çekmeyi ihmal etmeyin. iPod’unuzda favori şarkınızın son saniyesine kadar dişlerinize yaptığınız yumuşak masajı sürdürün. Ağzınızı çalkaladığınızda geriye bembeyaz yasemin çiçeklerinin yeşil naneye pek yakışan aroması kalacak. Bir an kendinizi Downton Abbey’de yaşıyor sanacak ve bu tadı hemen oracıkta sevdiğiniz biriyle paylaşmak isteyeceksiniz.

O2 MER INSTITUT MASQUE HYDRATANT EXPRESS CONFORT PEAUX ASSOIFFÉES Bir an önce Türkiye’ye ayak basmasını istediğimiz bir markanın tek kişilik orkestra ürünüyle karşı karşıyayız. O2 Mer, cilt bakımı konusundaki iddiasını ürünlerinin içeriği, dokusu ve kullanım önerileriyle kanıtlıyor. Badem ve kayısı yağının yanı sıra hyalüronik asit ve yosun ekstresi yönünden zengin bu nemlendirici maske, cildi yatıştırıyor, onarıyor ve rahatlatıyor. Az miktar kullanıp ciltte durulamadan bıraktığınızda serum, yoğun miktarda kullanıp ciltte beklettiğinizde ise maske görevi görüyor. Doğal, etkili ve güçlü bir nem terapisine kavuşmak, anlaşılan o kadar da zor değilmiş.

CATTIER GOMMAGE ARGILE CLAY SCRUB Beyaz kil ve aloe vera içerikli bu scrub, cilt için tasarlanmış bir diş macunu adeta! Yumuşak ve nazik dokusuna rağmen, derinlemesine temizliyor, ferahlatıyor ve cildi kesinlikle kurutmuyor. Etkisini artırmak için yüzünüzü ıslatmadan, parmak uçlarınızla yukarı doğru dairesel hareketlerle sıkı bir masaj yapın ve üründen buram buram yükselen jojoba, yeşil nane ve lavanta çiçeği kokusunu içinize çekin. Boynunuzu da programa dahil etmeyi unutmayın. Eğer bu temizlik seansı size yetmediyse çamur ve killeriyle ünlü markanın bir diğer yıldız ürünü Pink Clay Mask’i uygulayın.

119


LIBERTÉ ÉGALITÉ FRATERNITÉ

üst vakkorama pantolon hatice gökçe yüzükler ekria terlik diesel

photographer hakan adil stylist alexander kokoskeriya grooming uğur kıral fashion editor assistant fulya alan photography assistant özberk baz model miro/daman


tişört dolce&gabbana/beymen pantolon acne/v2k saat cartier yüzük cartier bileklikler cartier


üst cos şort cos kazak tween çorap topshop ayakkabı fabrika bileklik h&m yüzük topshop


ceket hatice gรถkรงe gรถmlek hugo boss/brandroom kolye h&m


gรถmlek hatice gรถkรงe ceket emre erdemoฤ lu pantolon he by mango kolye ekria


gömlek gucci yelek balmain/brandroom pantolon acne/v2k ayakkabı christian louboutin güneş gözlüğü ferre vintage kolye ekria bileklik topshop


pardösü hatice gökçe pantolon hatice gökçe şapka lacoste


ceket can design şort can design tişört can design ayakkabılar can design tayt can design


palto hatice gökçe mayo david beckham for h&m ayakkabı guiseppe zanotti/beymen kolye ekria çorap topshop güneş gözlüğü cartier bileklikler cartier



brıefs

XOXO ID Katharine Morling Sanatçı

Çalışma alanın nasıl peki? Evim haricinde evimde hissedebildiğim yegane yer.

Malzeme olarak neden porseleni seçtin? Kağıt gibi kullanabileceğim, beyaz bir kanvasa ihtiyacım vardı. Ayrıca porselen çok kolay eriyebilen ve şekil alabilen rahat hissiyatı olan bir malzeme. Aynı zamanda sanat dünyasında kullanılan en eski malzemelerden. Porselenin tarihiyle aranda nasıl bir bağ kuruyorsun? Şu anda Royal Greenwich Gözlem evinde astronomi okuyorum. Bu da dünyamızın ve evrenimizin aslında ne kadar yaşlı olduğunu ve nasıl oluştuğunu anlamama çok yardımcı oluyor. İçerisinde barındırdığı elementler daimi bir değişim içerisinde ve bu değişimler zamanla kil, silikat gibi malzemelerin oluşumuna yol açıyor. Tüm bunlar akla durgunluk verici ve etrafımdaki her şeyin değerini daha iyi anlamamı sağlıyor. Demek istediğim aslında sanat dünyasından bağımsız kullandığım malzeme evrenimizin en eski malzemelerinden biri milyarlarca yıl yaşında ve sürekli evirilmeye devam ediyor. Açıkçası bu durum da beni çok etkiliyor ve çalıştığım malzemeye bağlıyor.

Peki rutin bir günün nasıl geçiyor? 8:30’da kalkıp ofise geçiyorum ve bir saat boyunca maillerime cevap veriyorum. Daha sonra kil çalışmalarıma başlıyorum. Öğlen bir saatlik bir yemek arasından sonra tekrar stüdyoma dönüp mailleşmeye devam ediyorum ve günü bitiriyorum. Oldukça rahat ve basit bir program aslında. Kendini 3 boyutlu objelere daha yakın hissettiğini söyledin. 3D printing hakkında ne düşünüyorsun peki? Açık konuşmam gerekirse pek bana göre değil. Ben çalışırken ellerini kirletmeyi sevenlerdenim. Ve tabii ki malzemeyi hissedip deneyimlemeliyim. Bilgisayar başında olmayı ve işin bilgisayarla alakalı kısmını hiç sevmiyorum. Ve şanslıyım ki stüdyo asistanım Sam Grover tüm bu işleri benim için hallediyor.

Tasarım estetiğin üzerinde nasıl karar kıldın? Her zaman kendimi 3 boyutlu objelere daha yakın hissediyordum. Bu nedenle de estetiğimi 3 boyutlu çizimler üzerine kurgulama kararı aldım. Ama tabii ki bu konuda değişmez kurallarım yok.

Günlük objeleri yorumluyorsun. Bu formlarda seni bu kadar büyüleyen ne? Aslında hayatın kendisi yeterince büyüleyici. Ve bu hayatın içerisindeki insanlar olarak seçimlerimiz, yaptıklarımız da eşit derecede hayranlık uyandırıcı. Sadece görebilmekle alakalı bir durum. Söz konusu objeler, aslında bizim için o kadar önemliler ki, sadece sürekli orada oldukları için değerini anlayamıyoruz. Üstelik anlattıkları hikayeler ve taşıdıkları anılar da cabası.

Nerede yaşıyorsun? Greenwich’te, nehir kenarında bir evim var. İtiraf etmeliyim ki nehre açılan bir Siyah beyaz mı yoksa renkli mi alana sahip olmak aynı zamanda da çalışmayı daha çok seviyorsun? Greenwich’in merkezine ve parklarına İşin başına oturduğum andaki ruh halime yakın olmak büyük bir şans. Ayrıca bağlı olarak değişiyor. Canım nasıl stüdyoma da beş dakikalık bir mesafede isterse öyle çalışıyorum yani. Bu yüzden oturuyorum ve olur da tüm bunlardan de kendimi çok şanslı hissediyorum. Bu sıkılırsam Londra’nın merkezine trenle birçok insanın elde edemediği bir şans. sadece bir durak uzaklıktayım. Sanırım Mesela şimdilerde renklerle deneysel işler şu an için daha mükemmel bir yerde çıkartmaya çalışıyorum. yaşayamazdım.

Çalışmaların bu durumdan nasıl etkileniyor? Yaratıcı olmak için gereken alana ve sakinliğe sahibim ama eğer canım biraz daha şehir yaşamı isterse ona da anında ulaşabilecek kadar yakınım. Çalışmalarım da bu durumdan olabildiğince iyi etkileniyor haliyle. Yaratım sürecin nasıl gelişiyor? Kalemi elime alıp bir şeyler karalamaya başlıyorum, ardından bir kenara bırakıyorum. Farklı şeylerle ilgileniyorum, oynuyorum. Sonra yeniden çizmeye başlayıp yeni şeyler deniyorum. Ve daha ben farkına bile varmadan ortaya bir şeyler çıkmış oluyor. Süreç boyunca sayfaları buruşturup çöp tenekesine isabet ettirmeye çalışmanın da çok faydalı olduğunu itiraf etmeliyim...

XOXO The Mag

Mailinde “Katharine Morling ileri derecede disleksiktir.” yazıyor. Bu durum profesyonel hayatını nasıl etkiledi? Kesinlikle daha görsel bir insan olmamı ve daha mekansal düşünmemi sağladı. Tabii kelimeler diğerlerine göre benim için her zaman anlaşılması daha zor şeyler olduğu için daha yaratıcı olmak benim için bir gereklilik haline geldi. Mailime de yazma sebebim insanların beni deli ya da tembel zannetmelerini önlemek aslında. Gerçi artık yazma konusunda çok daha iyiyim fakat hala okurken hataları görüp düzeltemiyorum. Favori seramik sanatçıların arasında kimler var? Kesinlikle Klara Kristalova.


JEANNE TOUSSAINT & LOUIS CARTIER İlhamlarını yeniden yaşatma düsturuyla koleksiyonlarına yeni tasarımlar eklemek her markanın odağı olmuşken Cartier işi biraz daha ileri götürüp ithaf etmek fiilini artistik bir bağlanma seviyesine taşıyor. Ve ilhamı Jeanne Toussaint’in hatıraları ışığında bir çanta koleksiyonuna imza atıyor. Tarihinde çanta tasarımlarına oldukça önem veren marka, her zamanki gibi lüksü baş köşeye koyarak yarı krokodil yarı yumuşak deri bir koleksiyonu modern ve klasiğin kesiştiği kodlarla birleştiriyor. El yapımı çantalar 100 farklı işlemden geçtikten sonra yaratılışının inceliğiyle son haline kavuşuyor. Cartier ekibi, içerisinde bulunduğumuz sezonda Jeanne Toussaint koleksiyonunun yanında her daim güncel bir rol model olarak adlandırdığı Louis Cartier’yi de ilham tahtasına dahil ediyor ve Parizyen yaratıcıları adına da bir koleksiyona imza atıyor. Ve bu noktada kelimeler kifayetsiz kalıyor zira erkekler için tasarlanan Louis Cartier koleksiyonunu anlamak için onu canlı görmeniz, dokunmanız kısacası deneyimlemeniz gerekiyor.

HOW TO TREAT YOUR SKIN Tom Ford, erkekler için hazırladığı kapsül cilt bakım koleksiyonuyla kadınlara güzel şeylerin olabileceği işaretini vermişti zaten. Mr. Ford'un minimalist ve lüks yaklaşıma sahip Skin Treatment serisiyle umutlarımızın boşa çıkmadığını görüyor ve bir rahat nefes alıyoruz. 'Cildine iyi bakan kazanır' kuralına kendi altın dokunuşunu ekleyen Tom Ford, cilde sadece bakmakla yetinmiyor, onu açık açık şımartmayı tercih ediyor. Jel ve krem temizleyici, makyaj temizleyici, farklı yapıda nemlendiriciler, bir adet yoğun etkiye sahip konsantre serum, göz bakım kremi ve cilt bakımından makyaja geçişte işleri kolaylaştıran mucizevi bir aydınlatıcı primer'den oluşan seri, iştah kabartıcı.

131


brıefs

VANS X ANDREA CREWS Alteregosunu markasına dönüştüren Andrea Crews, hızlıca tanışmanız gerekirse Amerikalı bir süper kahraman ve İspanyol bir conquistador’un karışımı. Metamorfozunu yansıttığı moda dünyasında bu yaz yolları Vans ile kesişiyor ve Slip-On’lar saykodelik California güneşine teslim oluyor. Solarize adını verdikleri koleksiyonu mavi, yeşil ve grinin tonlarına emanet eden ikilinin tasarımları tabii ki sınırlı sayıda üretiliyor.

JEAN-MICHEL SAAT KAÇ? Pop art’ın kelime anlamından gelen her türlü hip objeye entegre olabilme hali şu sıralar Jean-Michel Basquiat eserlerinde tepe noktasında seyrediyor. Basquiat’nın ay başında tekila şişelerinde arzıendam eden işleri şimdi de Komono’nun kadranlarını kendine kanvas ediniyor. 6 farklı parçadan oluşan koleksiyon hızlı ya da yavaş geçen zamanını eğlenceli kılabilenlere gelsin.

JESSICA IS BACK 2012 yılının yaz aylarında ellerinde mor boyalarla, olfaktif duygularının tetiklediği şehvetini arayan Jessica Chastain, cevabını Yves Saint Laurent’ın Manifesto'sunda bulmuştu. Ve tabii akabinde birçoklarının da odunsu yasemin notalarında kaybolmasını sağlamıştı. Çok geçmeden varyasyonlarıyla farklı burunları da himayesi altına alan Manifesto, 2014 yazı için yeniden Jessica’nın naif seksapeline başvuruyor. Los Angeles’ta Max Vadukul’un objektifine poz veren Chastain, çok yakında mor şişesine de kavuşarak gözümüzün gördüğü her yerde arzıendam etmeye devam edecek.

XOXO The Mag


MAPPLETHORPE IN ARTIST ROOMS New York’un rock ’n’ roll liberalizminin deri ceketli, kıvırcık saçlı üyesi Robert Mapplethorpe, 26 Ekim’e kadar Tate Modern’ın 2014 Artist Rooms sergisinin konuğu. Grace Jones, Roy Lichtenstein, Willem de Kooning ve tabii ki Patti Smith’in fotoğraflarına eşlik eden otoportrelerinden oluşan sergide Alex Katz de işleriyle aynı odayı paylaşıyor.

WISTERIA HYSTERIA Stephen Jones, şapka tasarımcısı olarak başladığı kariyer yoluna, bundan neredeyse 30 sene önce Rei Kawakubo’nun mektup arkadaşı olarak yeni bir yön verir. Konu Comme des Garçons için yapılacak yeni bir şapka koleksiyonudur. Fakat ikili, işbirliği konusunda sınır tanımayıp güçlerini olfaktif alanlarda da birleştirmekten geri kalmaz. Ve içerisinde bulunduğumuz sezon için burun Nathalie Feisthauer’ı denkleme alarak ikinci kez bir parfüm şişesinin içerisinde buluşurlar. Wisteria Hysteria, Stephen ve Rei’nin ilk işbirliği olan parfümün iyi kız kardeşi, dolayısıyla temiz notalara sahip, tabii aileye mensup olmanın getirdiği çekiciliği de beyaz çarşaflar ardında saklayacak kadar da şehvetli. Yolunuz Dover Street Market’a düşerse şapka kutularının içerisine bakın, rokoko fütürist bir parfüm şişesine rastlayacaksınız.

133


brıefs

MINERALIZED SkinCeuticals Sheer Mineral UV Defense SPF 50, sahip olduğu tüm ünvanların hakkını veren, müthiş bir savaşçı. Hafif dokulu, mineral filtreler içeren bu güneş koruması, en hassas ciltler tarafından bile rahatlıkla kullanılabiliyor. Tek yapmanız gereken kullanmadan önce, ciddiyet timsali gri ambalajını çalkalayarak aktif içeriklerin eşit oranda yayılmasını sağlamak ve sonrasında cildinize değen her değerli damlanın tadını çıkarmak. Paraben ve kimyasal filtreler içermediğini, komedona yol açmadığını da hatırlatalım. Mineral Radiance UV Defense SPF 50 Universal Tint'i ise BB krem ve güneş koruma lüksünü aynı anda yaşamak isteyenlere tavsiye ediyoruz.

CÉLINEAKER Sneaker dünyasının katı kurallarına ve yeni üye kabul etmeyen topluluğuna Fransız küstahlığıyla tam ortasından dalan Céline, sonbaharda da buralarda olacak. Geçtiğimiz kış lüksü düz tabanlarıyla buluşturan modaevi önümüzdeki sezon için skate shoe’larını sarı piton ve gri dana derisine bürüyor. Seriye eklenen yeni uzun konçlu modellerdeyse Phoebe’nin ilham tahtasında ya da muhtemelen ayağında Nike Air Force One’ları vardı.

I’M POPEYE THE SAILOR MAN Henüz Amerikan süper kahramanları taytlar ve psişik insanüstü güçlerle tanışmamışken Amerikalı bir denizci ilk dönem kahramanlık kodlarını oluşturuyordu. Türk literatürüne Temel Reis adıyla giren kahraman Pop art’ın da ilk süjelerinden. Andy Warhol’un erken dönem çalışmalarından Roy Lichtenstein’ın estetiğine varana kadar tüm Pop art gurularının ilham tahtalarını dolaşan Popeye malum akımın başlangıç döneminin motor kuvvetlerinden oldu. 2003 yılına kadar Pop art’la ilişkisini rölantiye alan Popeye, Jeff Koons’un ona ithaf ettiği seriyle galerilere geri döndü. Ispanağı sayesinde kötüleri pataklayan çelimsiz adam, 2009’da yine Jeff Koons’un atölyesindeydi. Bu kez iki metreyi bulan boyu ve canlı renkleriyle sergilenmeyi bekliyor. İçinde bulunduğumuz ay içerisinde Sotheby’s’in Contemporary Art Evening Auction’ında en yüksek teklifi verenle eve dönecek olan iş için tahmin edilen satış fiyatı 25 milyon dolar.

BEFORE THE SUN(SET) Güneş ışıklarıyla buluşmadan önce yapmanız gereken en önemli işlem, cilt üzerinde biriken her türlü fazlalıktan, cildi yormadan kurtulmak. Bu ödev, kadın erkek ayrımı yapmıyor. REN Clear Calm Cleanser, içeriğindeki Fransız Kaolin kiliyle derinlemesine temizlik yaparken cildi yatıştırmayı da ihmal etmiyor. Jojoba Microbead Purifying Facial Polish, markanın bir başka güçlü temizleyicisi. Jojoba mikro tanecikleriyle kılları yumuşatıyor ve tıraşı kolaylaştırıyor, nane özleri ise cildi ferahlatıyor. Rosa Centifolia Foaming Cleanser, cilt temizliği dendiğinde sudan vazgeçmeyenler için. Rosa Centifolia gülü ile kılcal damar dokusunu düzenleyen bu köpük, yatıştırıcı etkiye de sahip.

XOXO The Mag


A TRIP OR VOYAGE Nicolas Ghesquière, Louis Vuitton için hazırladığı ikinci koleksiyonla modaevi için de bir ilke imza atıp, ilk Cruise şovuyla Monaco’ya yol alıyor. Sonbahar-Kış 2015’te yarattığı gardıroba sadık kalarak başka bir karaktere imza atan Nicolas, aynı anda tüm üslubunu da yerle bir ediyor. Batıl inançlarını, yanlışlıkla bir araya gelmiş tüm paradoksları, birbirine aykırı referansları, renkleri ve mantıksızlığı birbirine çarpıştıran tasarımcı, karşıtlığın birbirine cevap verebileceği mantığına sığınıyor. Ve ortaya akışkan, hafif ve küstah bir koleksiyon çıkıyor. Kıyafetlerin metamorfozunu keşfetmek için kısa bir geziye mi yoksa uzun bir seyahate mi ihtiyacınız olduğunaysa siz karar verin.

ARTS AND CRAFTS Kanada doğumlu parfümör Ineke Rühland, 1988 yılında parfüm üzerine kariyer yapmak için Avrupa’ya gitmeye karar verir. Fransa ve İngiltere gibi ülkelerde ünlü parfümör Yves de Chris ile çalıştıktan sonra, 1996’da ünlü parfüm ve kozmetik okulu ISIPCA’da okumaya başlar. Mezun olunca San Francisco’ya yerleşen Ineke Rühland, kendi tasarımlarını yaratma arzusuyla 2003 yılında INEKE isimli niş parfüm evini kurar. Rühland, klasik bir parfümör özgeçmişine sahip olabilir ancak yarattığı parfümler için aynı yorumu yapamayız. Edebiyat ve sanattan esinlenen, hat sanatından izler taşıyan, eski kitap şeklindeki parfüm kutularına bakmak, koklayacağımız esansla ilgili fikir veriyor. Ünlü parfümlerinden biri olan Field Notes From Paris, bal ve vanilya ile Paris pastanelerine yaklaşırken, tütün çiçeği ve yaprağı ile bu denklemi bozuyor. Şehrin sahip olduğu lüks ışıltı ise deri notasıyla betimleniyor. Rühland'ın koku kütüphanesini deneyimlemek için La Déesse'e bekleniyorsunuz.

MATCHY - MATCHY Yaz aylarında her türlü klişenin daha makbul olduğu yanılsamasından yola çıkarsak, bikini ve oje rengimizi aynı tonlarda seçer, saçlarımıza fosforlu ipler dolar, deniz kenarından bir dakika bile ayrılmayız. Modelsown Polish for Tans koleksiyonu, bizi böyle moda günahlarına davet ediyor. Kolay sürülen, sağlık dostu, uzun süre dayanan güçlü yapılarıyla dikkat çeken bu neon tonları size takdim ediyoruz: Beach Bag, Bikini, Flip Flop, Shades ve Sun Hat.

135


brıefs

TÜKENMEYEN DUCHAMP İLHAMLARI

BRIGHT, BOLD AND SUN KISSED Clarins Colours of Brasil Make Up Collection, yoğun bronz ve güçlü indigo tonlara sahip. Sınırlı sayıda üretilen The Eye Quartet and Eyeliner Palette, hem kuru hem de ıslak kullanılabiliyor. Deniz mavisi eyeliner, bakışları derinleştirirken, Summer Bronzing Compact, cildi tek bir fırça darbesiyle doğal bronzluğa kavuşturuyor. Dudağı nemlendirerek renklendiren Lip Balm Crayon'un Tender Coral, Delicious Plum ve Soft Coffee renkleri özellikle dikkat çekici. Suya dayanıklı Waterproof Mascara, koleksiyondaki yerini klasik siyah ve elektrik mavisiyle alıyor. Yine sınırlı sayıda üretilen Shimmer Oil, yüz ve vücutta kullanılabiliyor. İçeriğindeki fındık, greyfurt ve mandalina yağı sayesinde mis gibi koktuğunu da ekleyelim.

Ai Weiwei’in, Lisson Gallery’de düzenlenen üçüncü solo sergisinde, bisikletlerden oluşan bir enstalasyon yer alıyor. Bu çalışma, süregelen seri Forever’ın da bir parçası. Çeşitli materyallerden oluşan bu seride pek çok kişisel obje söz konusu. Ai Weiwei, yaşantısında anlam ifade eden sıradan nesneleri, yeniden, farklı materyalleri yorumluyor denilebilir. Çin’den çıkma yasağı altında olan sanatçının bu durumuna göndermeyle, Forever’ın bir bisikleti, sergi süresince Lisson Gallery’nin dışarısında da, sabahları galeri açılmadan önce sepetinde çiçeklerle sergilenecek. Sanatçının 2011’den bu yana Londra’da sergisi düzenlenmemişti. 19 Temmuz’a kadar vaktiniz var.

HERKES İÇİN POP SANAT Pera Müzesi, 20 Temmuz'a kadar Andy Warhol'u ağırlıyor. Andy Warhol: Herkes için Pop Sanat sergisinde, Warhol’un (1928-1987) Campbell’s Soup, Kovboylar ve Kızılderililer, Tehlikedeki Türler, Çiçekler, 20. Yüzyıldan On Yahudi Portresi dizilerinin yanı sıra, Mick Jagger ve Lenin gibi isimlerin portreleri de yer alıyor. Sergi, Slovak asıllı sanatçının Slovakya Modra’daki Zoya Müzesi koleksiyonundan derlendi. Amerikan hayat tarzını sorgulayan, sanatında kitle kültürü malzemelerini kullanan, çoğaltılabilirlik ve yeniden üretilebilirlikle içerik ve formu önemsizleştiren Andy Warhol sergisi, Türkiye’de ilk kez sergilenecek serigrafi dizilerini ve desenlerini izleyiciyle buluşturuyor.

XOXO The Mag


WE ARE YOU iO Tillett Wright, üç yıl önce ABD’nin LGBT nüfusunu fotoğraflamak için kamerasına sarılır. Hedef 10.000 kişi. Zira proje henüz yolun yarısındayken uluslararası ilgi çekmeyi başarır ve iO’nun objektifi karşısında ağırladığı isimler de doğru orantıda ünlü kişiler olmaya başlar. Son kertede Amerikan Vogue desteğini de arkasına alan We Are You projesi için Daria Werbowy, Freja Beha Erichsen, Azealia Banks ve Prabal Gurung iO’nun objektifinin karşısına geçiyor. Daria ve Freja’nın sahne arkasındaki konuşmalarına göreyse iO kamera arkasında fotoğrafçılığın makineli tüfeği olarak bilinen Patrick Demarchelier’den bile daha hızlı.

BU BİR SUNUM DEĞİLDİR Haziran sonuna kadar her Pazar günü, saat 15’te Maçka Parkı’nda yeni bir sunum türü gelişiyor: Burak Delier’den ‘Altın Günü’ ekonomik modelinden esinlenen bir yaz okulu fikri… Bu Bir Sunum Değildir adlı sunumlar, her Pazar bir konuşmacının ev sahipliğinde gerçekleşiyor. Katılım ve katkıya son derece açık olan bu program, güncel sanatın son zamanlarda tartışılan sendika, dernek, sanat emekçiliği, sanat üretimi ve çoktan ana akım sanata entegre olan ve arkasına piyasa desteğini de alan politik sanat gibi çeşitli meselelerini tartışmaya açıyor. Sunumu gerçekleştiren kişi, grubun diğer üyelerinden 100’er lira alıyor ve böylece sunum sonrası bir kişide -ilerleyen haftalarda diğer sunum yapanlara bölüştürmek üzere- 600TL toplanmış oluyor. Sunum sırasında para, kumbarada birikiyor ve kumbara o hafta sunumu gerçekleştiren kişide kalıyor. Bir sonraki hafta kumbara, sıradaki sunumu gerçekleştirecek kişiye geçiyor. Günün geliri, tümüyle sunumu gerçekleştiren kişiye kalıyor. 1 Haziran’da Elmas Deniz, 8 Haziran’da İnci Furni, 15 Haziran’da Süreyyya Evren, 22 Haziran’da Elif Demirkaya ve 29 Haziran’da Ezgi Bakçay’ın irdeleyeceği kitapları ve sunumları kaçırmayın.

SUMMER LOVES COLOUR Chanel, yaz aylarında parlayan mutlu pembelerin, canlı turuncuların, güneş ışığının sahip olduğu altın renginin ve bronzun peşine düşüyor. Deniz kenarında suyun yansımasıyla bu renk paleti etkisini fark edilir biçimde artırıyor ve ortaya 'keşke hiç bitmese' dediğimiz o huzurlu ve pastoral tablo çıkıyor. Chanel Makeup Studio, Collection Reflets D'Été ile kendini dudak ve tırnaklarda sınırsız kombinlerle gösterecek bir renk paleti hayal ediyor. Pürüzsüz cildin sahip olduğu tek renk, güneşin yarattığı bronzluk. Göz kapağını kaplayan bronz, bakır ve lavanta tonları ışık oyunları yaratıyor. Saydam yapılı parlatıcılar ve ojeler, pastel ve pop tonlar arasında gidip geliyor. Tırnaklar konusunda her daim büyük bir hassasiyet besleyen Chanel, yaz makyajının yıldızını da yine Le Vernis koleksiyonundan seçiyor: Opak beyazlığıyla dikkat çeken Eastern Light, özellikle beyaz rengin tırnağın ucunda değil, sınır çizgisinde boylu boyunca yer aldığı The New French Manicure'de başrolde.

137


photographer emre doğru stylist tuğba ansen photo assistants fırat meriç & burak büyükyıldız model soakie/option istanbul


ceket ipekyol


tişört nike şort zara çorap penti ayakkabı frye/vakkorama


büstiyer twist külot penti jean editöre ait


tulum maje ayakkab覺 edit繹re ait


trenรงkot dkny


elbise vakko




trenรงkot dkny


elbise editรถre ait



SET UP

KAAN BERGSEN

A Cup of Coffee/Half as Old as Time Gayrettepe’de mukim Petra Roasting Co.’da her şey, kendi blend’leriyle hazırlanan espressoyla başlıyor. Sonra seçim size kalıyor, cortado veya cappuccino? İstediğiniz kafein shot türüne karar verirken Kaan’dan tavsiye alabilirsiniz. Petra’da roasting söz konusu olduğunda sanki öncelikli olay, yeşili kahverengine döndürmek değil, aromayı ortaya koymak. Ayrıca kahve tadımının yanında sergi gezmek de alternatifleriniz arasında yer alıyor. Bir yandan paket kahve veya cafetière alabilirsiniz. Özetle, Caffe Mediterraneum ve Allen Ginsberg arasındaki çağrışıma benzer bir yer arıyorsanız… Bir kahve? hazırlayan müjde metin fotoğraflar özkan önal

XOXO The Mag


soldan sağa: 1. Chemex coffeemaker 2. Alessi Moka pot 3. Müz teraryum 4. Aida Bergsen pirinç pin 5. Antika tıraş takımı 6. Pirinç anahtarlık 7. Petra Roasting Co. denizci trikosu 8. Kitap 9. Antika damga 10. La Florida cep mendili 11. Portafilter 12. Antika cetvel 13. Antika gözlük 14. Petra’da filtre kahve 15. Gibraltar bardak 16. Petra Roasting Co.’ya özel el yapımı tamper’lar 17. Matcha seti 18. Pazar filesi 19. Taze kavrulmuş kahve çekirdekleri 20. Petra to-go bardağı 21. Sigara görünümlü şeker 22. Cappuccino 23. 60’lar kahve değirmeni 24. Defter 25. Cüzdan 26. Kitap 27. El terazisi 28. Fotoğraf makinesi 29. Kalemlik ve dolma kalem 30. Güneş gözlüğü 31. Petra Türk kahvesi harmanı 32. Ethiopia Sidamo Nefas çekirdekleri 33. Brazil Sertao çekirdekleri 34. Xi Hu Longjing yeşil çay 35. Kepçe 151


XOXO’nun mekanınıza gönderimi için mail atın: 123@coistanbul.com

40 360 290SQM 7GR ALL SPORTS ALTÜST ASMALI ARTNEXT ARZU KAPROL AŞŞK CAFÉ BABYLON BACKHAUS BADEHANE BAHAR KORÇAN BALKON BALTAZAR BAYLAN BEBEK KAHVE BEJ CAFÉ BEYMEN BLENDER BIS WEAR İSTANBUL BRASSERIE BLOOM BREAD & BUTTER CAFÉ FİRUZ CAFÉ NERO CAHİDE CASİTA ÇELLO CEZAYİR ÇOKÇOK THAI COOK SHOP CORVUS WINE & BITE COS CREMERIA MILANO CUBA BAR İSTANBUL CULINARY INSTITUTE CUPPA CAFÉ DA MARIO RISTORANTE & PIZZERIA DAI PERA DELICATESSEN DELIRIUM DEM CAFÉ DEN CAFÉ DERIN DESIGN DIVAN DIVANE DIZZIA CAFÉ ECE AKSOY EGERAN GALERİ ESMOD FERAHFEZA FLAVIO FOUR SEASONS BOSPHORUS GALATA NO:5 GALATA BRASSERIA GALERİ ZİLBERMAN GALERİST GARAJİSTANBUL GEYİK GEZİ İSTANBUL GRAM GROOVE GÜNSELİ TÜRKAY H&M HABİTAT HAPPILY EVER AFTER HARDAL HARVARD CAFÉ HATİCE GÖKÇE HELVETİA HILLSIDE CITY CLUB HOME ROOM HÜNKAR İSTANBUL MODA İSTANBUL SETUP İSTİKAMET KARAKÖY AKADEMİSİ JAMIE’S JOURNEY JUNO KAFİKA KAHVE ALTI KAKTÜS KAHVESİ KANTİN KARABATAK CAFÉ KARE ART GALLERY KASABIM KİKİ KIRINTI KOBİ KOMODOR KÖŞE BRASSERIE KULİNATA KULP LA BRISE LABISTANBUL LE PAIN QUOTIDIEN LEB-İ DERYA LEBLON LOKANTA MAYA LOMOGRAPHY GALLERY STORE LUCCA LULU’S LUSH HOTEL MAHALLE MAMA SHELTER MANGERIE MANO BURGER MANUEL CAFE MASA MAVRA MESTA METİN GÜRSOY PR MIDNIGHT EXPRESS MIDPOINT MISS PIZZA MIXER ARTS MOC İSTANBUL MOMO MONO CAFÉ MSA MUHİT MUMS CAFE MÜNFERİT MUSE İSTANBUL NAR PERA NESPRESSO NON GALERİ OKAFE OPS CAFÉ OPUS 3A OTTO PANDORA KİTAPEVİ PARISTEXAS PATİKA KİTAPEVİ PI ARTWORKS PICANTE PİLEVNELİ PROJECT PİLOT GALERİ PİOLA PLİEE POINT HOTEL POP-UP CAFÉ PROPAGANDA QUE TAL RAFİNERİ REASÜRANS GALERİ ROBİNSON CRUSOE SALOMANJE SALT BISTRO SARI LAZZARO TRATTORIA PIZZERIA SANAT GALERİSİ SELFESTATE SİMAY BÜLBÜL ŞİMDİ/NOW SİMURG KİTAPEVİ SMYRNA SNTRL DÜKKAN SOSA STAY SUGAR CAFÉ SUSAM CAFÉ SUSHI EXPRESS SUSHICO SWEDISH COFFEE POINT TABE KIYAMET TAKKUNYA TAPS THE HOUSE APART THE HOUSE CAFÉ THE HOUSE HOTEL TOUCHDOWN TRIBECA UGLY ULUS29 UNTER URBAN VOGUE W ISTANBUL WE WHITE MILL XFLATS YILDIRIM ÖZDEMİR ZENCEFİL Sadece standart teslimat ücreti ödeyerek abone olmak için aşağıdaki link’e gidin. www.xoxothemag.net/printed-magazine XOXO The Mag




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.