044 FASHIONMUSICARTDESIGN
TEMMUZ/AĞUSTOS 2014 ÜCRETSİZDİR
sean o’pry & marine deleeuw (96) TILDA SWINTON (8) CAN ÇİNİCİ (18) M. J. CARTER (30) SHIRLEY MANSON (54) JOSE DÁVILA (82) BEFORE DURING AFTER (86) Brooke Candy (92) CHELSEA SCHUCHMAN (130)
044 FASHIONMUSICARTDESIGN
TEMMUZ/AĞUSTOS 2014 ÜCRETSİZDİR
sean o’pry & marine deleeuw (96) TILDA SWINTON (8) CAN ÇİNİCİ (18) M. J. CARTER (30) SHIRLEY MANSON (54) JOSE DÁVILA (82) BEFORE DURING AFTER (86) Brooke Candy (92) CHELSEA SCHUCHMAN (130)
cover guests sean o'pry & marine deleeuw photographer koray birand
İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@xoxothemag.net Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Editörler Aslı Arduman, Serap Gecü, Gazali Görüryılmaz, Ayşecan İpek, Aslin Kumdagezer, Müjde Metin, Özkan Önal İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Melahat Çakır Katkıda Bulunanlar Füsun Arpacıoğlu, Mahizer Aytaş, Koray Birand, Sarp Dakni, Hülya Ertaş, Cochi Esse, Ersin Koray, Maya Krispin, Aslı Oğuztöreli, Alican Öyke, Mike Rosenthal, Nando Salvà, Murat Süyür, Didem Şenol Tiryakioğlu, Erman Ata Uncu, Tuba Ünsal Reklam cihan@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye, Sertifika No: 12055 XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.
NURTANESİ SK. NO: 34 YILDIZ BEŞİKTAŞ İstanbul T:+902122590669 XOXO The Mag
CONTENTS
INTERVIEW 8... Tilda Swinton
COVER
Film Endüstrisinden Değil, Sanat Dünyasından
96... Sean O'Pry & Marine Deleeuw
ART & DESIGN
röportaj nando salvà
MUSIC
26... Marco Velardi & Omar Sosa & Nacho Alegre
MORE
Knock! Knock! Who’s That?
Her Dem Zinde, Mike Judge yazı erman ata uncu
14... Pavlos Nikolakopoulos
22... Kaleida
It’s Apartamento
Az ve Öz
röportaj serap gecü
Who Is in the Detail?
röportaj alican öyke
röportaj müjde metin
18... Can Çinici Güven İnşa Etmek röportaj hülya ertaş
46... Şule Koç Unutmanın Evrenselliği
92... Brooke Candy Kaçık Prenses röportaj gazali görüryılmaz
128... 20syl New Born röportaj ersin koray
röportaj hülya ertaş
82... Jose Dávila Minimalizmin Matematiksel Yüzü röportaj müjde metin
FASHION
30... M. J. Carter Bir Zamanlar Hindistan’da...
64... Silicon Valley
66... Bunny Yeager Aynadan İçeri Bettie Page yazı sarp dakni
röportaj aslı arduman
34... Wendy Morgan
68... Off-Season hazırlayan aslin kumdagezer
Dance and Transcend röportaj füsun arpacıoğlu
42... Philip Mansel
74... Yazın Tadı Çıplak Ayak Toprağa Basmak yazı didem şenol tiryakioğlu
Çokkültürlü Şehirler ve Hafıza röportaj ali tünay
76... Some Women of Handcrafts
50... Palmer//Harding
54... Shirley Manson
Mükemmel Beyaz Gömlek
A Feisty Woman
röportaj aslin kumdagezer
röportaj aslı arduman
130... Fast Talk with Chelsea Schuchman
58... Barbaros Altuğ Münekkit
styling aslin kumdagezer, ayşecan
photographer mike rosenthal
röportaj tuba ünsal
ipek
70... Geza Schoen
120... A Resort Retreat
Ayrık, Dışlak ve Büyüleyici
hazırlayan aslı oğuztöreli
hazırlayan müjde metin
86... Before During After photographer murat süyür
stylist maya krispin röportaj serap gecü
röportaj ayşecan ipek
Joseph Ducreux, French, before 1783, Oil on canvas, 45 x 35 in.
Yawning NE YAZAYIM Kİ SİZE? HAZİRAN’DA ETKİLENDİĞİM HİÇBİR ŞEY OLMADI, NE DÜNYADA NE DE TÜRKİYE’DE… ORTAMA, BUGÜN İTİBARIYLA, KEK GELDİK, KEK GİDİYORUZ DURUMU HAKİM… SIRALARSAK; DÜNYA KUPASI COŞKUSU BAŞLADI. SEZON ÇEKİMLERİ KOŞTURMACASI SON DÜZLÜĞE GİRDİ. CRUISE KOLEKSİYONLARI GÖRÜCÜYE ÇIKTI. VENEDİK BİENALİ VE BUNA MUKABİL SERGİDE İLK KEZ YER ALAN TÜRK PAVYONU -PLACES OF MEMORY- AÇILDI. SEÇİM KUŞKUSU BAŞLADI. FKA TWIGS’İN BİR SONRAKİ EN İYİ ŞEY OLMASI İÇİN, ARKASINA GEÇİLDİ. ART BASEL YAPILDI. KARMEN AYAĞA KALKTI. MARINA ABRAMOVIC, MARY ELLEN CARROLL’LA ÇAKIŞTI. PITTI UOMO YAPILDI. KONSERLER VE FESTİVALLER BAŞLADI. ONUR YÜRÜYÜŞÜ YAPILDI. VE TABİİ BAHSETMEK İSTEMEYECEĞİM BİRÇOK POLİTİK VE TOPLUMSAL MESELE VUKU BULDU. VB… YAZARKEN BİLE SIKILDIM. NEYSE, SİZ DE SIKILDIKLARINIZI İSTEDİĞİNİZ BİR HASHTAG ALTINDA TOPLAYIP DİĞERLERİYLE PAYLAŞABİLİRSİNİZ. BÖYLECE, BELKİ ASLINDA, BUNLARDAN SIKILMADIĞINIZI ANLARSINIZ. VE BAŞKALARININ İŞLERİNE YA DA TERCİHLERİNE -VE HATTA HİKAYELERİNE- LAF ATARKEN BİR KEZ DAHA DÜŞÜNMENİZ GEREKTİĞİNİ HATIRLARSINIZ. NEYSE, SIKICI YENİ FİKİRLERLE, EYLÜL’DE GÖRÜŞMEK ÜZERE… P.S. I LOVE WOODKID (20 EYLÜL’DE İSTANBUL’DA).
OLGA ŞERBETCİOĞLU
loft.com.tr
loft.com.tr
INTERVIEW/cınema
Tilda Swinton
Film Endüstrisinden Değil, Sanat Dünyasından Bağımsız tiyatrodan geliyor Tilda Swinton; sinema dünyasındaki şöhreti ise, aralarında Caravaggio (1986), The Last of England (1988) ve Edward II’nun (1991) da yer aldığı sekiz filminde birlikte çalıştığı İngilizlerin avangard ustası Derek Jarman ile özdeşleşmiş durumda, büyük oranda. Sık sık ‘ruhani’, ‘erselik’ ya da ‘öte dünyaya ait’ gibi sıfatlarla tanımlanan benzersiz görünümünü otuz yıldır çoğunlukla sinemanın en riskli ve putkırıcı örneklerinin hizmetine sunuyor. Ülkemizde gösterime giren son iki filmi de bu filmler arasında sayılabilir rahatlıkla: Önceden söyleşi yaptığımız Wes Anderson’ın Hollywood’un 30’lu ve 40’lı yıllarına muhteşem övgüsü The Grand Budapest Hotel/Büyük Budapeşte Oteli ve Jim Jarmusch’un gerçek aşkın anlamı hakkındaki hipnotik filmi Only Lovers Left Alive/Sadece Aşıklar Hayatta Kalır. Jarmusch’un filminde 3000 yaşında bir vampire hayat veren Swinton sorularımızı yanıtladı.
Only Lovers Left Alive, M3 Film
röportaj nando salvà
XOXO The Mag
Only Lovers Left Alive, M3 Film
Vampir dünyasıyla ilk ne zaman tanıştınız? Sanırım ben de herkes gibi çocukken tanıştım. Christopher Lee’nin ya da Vincent Price’ın İngilizlerin ikonik yapım şirketi Hammer için çevirdikleri filmlerdeki resimlerine bakardım. Vampirler hiç de korkunç ya da tehlikeli yaratıklarmış gibi gelmezdi çünkü sizi ısırdıklarında ölmüyordunuz, tam aksine ölümsüz oluyordunuz. Cadılar gibi sihirli yaratıklar olduklarını düşünürdüm. Ben cadılara bayılırım.
bunlara sahipseniz iyi hissedersiniz. Ayrıca sonuçta sanatçılar ölmez. Bundan emin misiniz? Demek istediğim, sanatçılar gelir geçer ama sanatımız kalır. Öyleyse Only Lovers Left Alive’daki vampirlerin sanatçıların metaforu olduğunu söyleyebilir misiniz? Evet, bu Jim Jarmusch’un fikriydi. Tabii ki bunu söylerken, ticari başarı elde etmek için değil, çok kişisel duyguları ve düşünceleri ifade edecek yollar bulmak için toplumun kıyılarında çalışan, özel bir duyarlılığa sahip sanatçılardan bahsediyorum. Sanata başladığımdan beri kendimi yakın hissettiklerim onlardır. Ben bayrağı akıl hocam Derek Jarman’dan devraldım, o da bayrağı William Burroughs, William Blake ve Stan Brakhage’den devraldığının son derece bilincindeydi. Sanatçı olmak kendinizden çok daha büyük bir şeyin, bir neslin parçası olmak demektir.
Only Lovers Left Alive ölümsüzlük üzerine bir film mi yoksa ölüm üzerine mi? Filmi sekiz yılda yaptık, ilk altı yılında ölümsüzlükle ilgili bir film olduğunu düşünüyordum ama çekimlere başladıktan bir hafta kadar sonra anneme kanser teşhisi koyuldu ve çok çabuk öldü. Sonra fark ettim ki bu, nasıl öldüğümüz ve sevdiklerimizin ölümüyle nasıl baş ettiğimiz hakkında bir film. Zaten ölümsüzlük hakkındaki her tür tartışma ölümle ilgili bir tartışmaya varıyor. Ancak, en azından Batı kültürlerinde, ölümden o kadar korkuyoruz ki ölümsüzmüşüz gibi davranıyoruz. Oysa değiliz.
Peki bunun sizin için çok kişisel bir film olduğunu söyleyebilir miyiz? Jim Jarmusch için öyle olduğuna şüphe yok. İçinde yer alan herkes için kişisel bir film. Söylediğim gibi, hazırlıklarına yıllar önce başladık ve o günden sonra da her birimizin kendini çok yakın hissettiği yeni malzemeler ekleyerek birlikte pişirdik bu yemeği. O anlamda bu, ev yapımı bir film adeta. Ama tabii ki en fazla Jim Jarmusch yakınlık hissediyordur. Aslında resmi olarak bu Jim Jarmusch’un çektiği ilk vampir filmi olabilir ama şöyle bir düşünürseniz, Mystery Train/Gizem Treni (1989), Dead Man/Ölü Adam (1995) ya da Ghost Dog/Hayalet Köpek (1999) vampirlerden değil de kimlerden bahsediyordu ki? Bence Jim Jarmusch bir vampir.
Siz de ölümden korkuyor musunuz? Seçme şansınız olsaydı ölümsüz olmak ister miydiniz? Doğruyu söylemek gerekirse bilmiyorum. Çünkü hayat çok uzun ve bir noktadan sonra hepimiz yorgun düşüyoruz. Gençlik çağında kendimizi çok enerji dolu hissediyoruz ama o enerji çabucak tükeniyor ve kendimizi yenilemeye ihtiyaç duyuyoruz. Hayal edebileceğinizden daha yaşlıyım ben, ayrıca yüzlerce yıldır yaşıyormuşum gibi hissediyorum. Öte yandan, kendimi harika hissediyorum. Ve bunun sırrını biliyorum: Bu hayattaki en önemli üç şey, aşk eylemi, arkadaşlık ve doğadır. Bütün 9
Only Lovers Left Alive, M3 Film
Sanatçıların ve genel olarak insanların geleceğini nasıl görüyorsunuz? Dünyamızın iyi bir durumda olmadığını biliyorum ve geleceğe dair iyimser olmak için de pek sebep yok, ama ben iyimserim. Nedenini açıklayayım: Filmde canlandırdığım karakter her şeyi gördü biliyorsunuz, Engizisyon’u, bütün soykırımları… Ve insanlığın bütün bunların üstesinden nasıl geldiğine tanıklık etti. Bu zor zamanlara rağmen iyimser olmak için iyi bir sebep bu. İlerlemek için, nefes almak, aşık olmak, merak ve gerçeğe bağlılık duygumuzu tazelemek için elimizden geleni yaptığımız sürece hayatta kalacağız.
gittiğimi bilmemek hissini seviyorum, ormanda kaybolmuşum da küçük ekmek parçalarını takip ediyormuşum gibi… Hayatın içinde dolanmayı, yürürken patikayı bulmayı seviyorum. Bunca yıldır Hollywood’da çok az çalışmış olmamın sebebi de bu olmalı. Doğrusu orada üst üste 15 günden fazla geçirdiğim olmamıştır. Her gidişimde kendimi turist gibi hissediyorum ve böylesi hoşuma da gidiyor. Ben sanat dünyasından geliyorum, film endüstrisinden değil. Arada sırada büyük filmlerde küçük roller için davet aldığım oluyor ve bunun için de şanslı hissediyorum kendimi, ama bana göre değil aslında. Hollywood ve ben birbirimizi çok iyi tanımıyoruz, yine de birbirimize karşı gayet nazik ve düzgün davranıyoruz.
Only Lovers Left Alive’da birçok komik an yaratıyorsunuz. Oysa rol aldığınız Jim Jarmusch ve Wes Anderson filmleri dışında kimse sizi bir komedi oyuncusu olarak görmez aslında. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Galiba uzun zaman insanları çok ciddi bir insan olduğuma inandırmak konusunda çok başarılıydım. Jim ve Wes beni çok iyi tanıyorlar ve bir palyaço gibi oynamaya bayıldığımı biliyorlar ama beni tanımayanlar sert hatlara sahibim diye sert bir mizaca sahip olduğumu zannediyorlar.
Ama bir Hollywood yapımı olan Michael Clayton ile Oscar kazandınız ve The Chronicles of Narnia gibi gişe canavarlarında rol aldınız. Evet, o Hollywood yapımlarında nasıl rol aldığım benim için de bir bilinmez. Neden beni çağırdılar? Eğer Hollywood’dan biri beni istiyorsa bunun Tilda Swinton tarzı bir rol için olması gerekir, çünkü benim Hollywood tarzı bir rol oynamam mümkün değil.
Söz oraya gelmişken, sizce görünüşünüzün kariyeriniz üzerinde iyi mi yoksa kötü mü bir etkisi var? Görünüşümle ilgili tek sorun şu ki; havaalanlarında rastgele yapılan güvenlik kontrollerinde hep beni seçiyorlar ve bunlar genellikle erkek polisler oluyor. Hayır, cidden, kariyerim için neyin iyi neyin kötü olduğu hiç umurumda değil. İşim söz konusu olduğunda, nereye
Moda sizin için çok önemli; aslında bir anlamda siz bir moda ikonusunuz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Hayattaki en büyük şanslarımdan biri arkadaşlarımın bir çoğunun sanatçı olması ve bunlardan bazıları da modayla ilgileniyor. Onlarla birlikte yaptığım çalışmalar işimin en tatmin edici yönlerinden biri, çünkü orada benzersiz bir enerji buluyorum. Bu, modanın ruhumuza
XOXO The Mag
Only Lovers Left Alive, M3 Film
seslenmesi ve bizi özgün olmaya çağırmasıyla ilgili bir şey olmalı. Görünüşümüzü değiştirmek hepimizin hakkı ve bu hakkı kullanmalıyız. Bana gelince, benim için bu işle ilgili en ilgi çekici şeylerden biri karşı cinsin kıyafetlerini giymek. Bunun yedi yaşındaki bir çocuğun merakından daha sofistike bir şey olmadığını gayet iyi biliyorum ama yine de böyle giyinmeyi seviyorum. Bu arada, bana kalırsa, oyunculuğun en iyi taraflarından birisi de bol bol seyahat etme şansı bulmak...
Ben daha ziyade yazardım. O zamanlar İngiliz sineması çok endüstriyel ve ticariydi, bana göre değildi. Sonra Derek ile tanıştım, onun sinemasının öncü yönlerini keşfettim ve birdenbire her şey anlam kazandı. Ama defalarca söylediğim gibi, bunca yıl sonra kendime oyuncu demekte zorlanıyorum. Bir oyuncu gibi yaşamıyorum ve oyuncuymuşum gibi de davranmadım hiç. Oyunculuk yapabiliyor muyum onu da bilmiyorum.
Seyahat etmekten bıkmadınız mı? Hem de hiç... İskoçya’nın kuzeyindeki dağlık bölgede, küçük bir kasabada yaşıyorum. Film izlemek için arabayı alıp kilometrelerce yol yapmam gerekiyor, üstelik de her şey tüm salonlarında Harry Potter filmleri gösteren bir alışveriş merkezi sinemasına ulaşmak için. Komşularım Bresson ya da Dreyer kimdir bilmez. Son zamanlarda sinemayı sevmek kolay değil, ama başka seçeneğim yok.
Bu doğru olamaz. Doğru! Her film yaptığımda, bu son diye düşünürüm. Ama iyi sinemacılarla, Wes Anderson, Jim Jarmusch, Bong Joon-ho gibi insanlarla çalışmak gerçekten çok hoşuma gidiyor. Bong Joon-ho ile Snowpiercer adlı müthiş bir bilimkurgu çektik. Hepsinden çok şey öğrendim. Aileniz İngiliz aristokratlarından. Sanatsal genleriniz nereden geliyor? Bilmiyorum. Gerçek şu ki, çok ayrıcalıklı şartlarda büyüdüm. Babam orduda üst rütbeli bir subaydı ayrıca, o nedenle bizim evde disiplin çok takdir gören bir şeydi. Kendimi benim için önceden belirlenmiş bir hayatın içinde bulmayayım diye çok zaman ve emek harcadım. Kendime sanatla ve yaratıcılıkla dolu, dünyanın geleneksel yollarla algılanmadığı bir dünya kurmak için çok çalıştım. Bu tür bir özgürlük benim için çok önemli oldu. Bir oyuncu ya da sanatçı olarak yaptığım her şey, hayatımı kurup geliştirme sürecinin bir parçasıydı, böyle hissediyorum.
Sinema sevginiz bir tür politik eylem biçimi olabilir mi? Kesinlikle. Gençken sokaklarda “Maggie istifa!” diye bağırarak Margaret Thatcher’ın politikalarını protesto ederdim, şimdi de sinema için yürüyorum. Sinemanın sadece seyirciye değil eylemcilere ihtiyacı var, hiper eylemcilere. Derek Jarman gibi insanlar sayesinde bunu en baştan öğrendim. Jarman akıl hocanızdı. O olmasaydı oyuncu olmayacağınızı söylemiştiniz. Bu doğru. Onunla tanışmadan önce oyunculuğu hiç düşünmemiştim. 11
LIVING OFF THE WALL: A VANS DOCUMENTARY SERIES OFF THE WALL CHINA ALL THE STORIES:
/
DOCUMENTARIAN:
VANS.COM/LIVINGOFFTHEWALL
XOXO The Mag
13
INTERVIEW/art
Pavlos Nikolakopoulos
Who Is in the Detail?
Pavlos Nikolakopoulos’un ‘Overlook’ çalışması, ‘bir olaya dışarıdan bakmak’ olgusunun en etkili yoldan ispatlandığına örnek teşkil ediyor. Geçtiğimiz aylarda İstanbul Modern’de düzenlenen Komşular sergisi vesilesiyle tanıştığımız, Pavlos’un bu uzaklık-yakınlık geriliminin muhatabı, aslında üçüncü boyut. Ayrıntılarıyla kendi içinde apayrı diyarlar yaratan çizimleri, bu satırları da şans eseri farklı bir repliğe yönlendiriyor: 50’lerin dizisi The Honeymooners’ın bir bölümünde, Jackie Gleason karısı Alice’e henüz televizyon almadığını söylerken şu sözü ekler, “3-D’yi bekliyorum.” Peki, ya siz? röportaj müjde metin fotoğraf qbox gallery ve sanatçının izniyle
XOXO The Mag
Overlook, 2012, ink and acrylic on paper, 211 of 270, 14 x 19 cm
Overlook, 2012, ink and acrylic on paper, 75 of 270, 14 x 19 cm
‘Overlook’ çalışmanda, masalların görselleşmiş hallerine ve Brothers Grimm’in modern eskizlerine rastlıyoruz. Bu hikayelerin ortak noktaları neler? Hikayelerin tamamı, şiddet ve aşırılık taşıyor. Zira şehir masalları her daim groteskliğini ve kışkırtıcılığını korur. Benim her senaryomda da topluluğa laf geçirebilen dominant bir karakter var, her biri kamusal ortamlarda umulmadık davranışlar takınıyor, genel yargıdan nasibini almayanları resmediyor. Kimliklerinin içerikleri, yaratım sürecinde üç parametreyi paylaşıyor: Politik teori, şiir/edebiyat ve sokak sloganları. Yiyecek, arzu veya toplumsal ilişkileri baz alan rolleriyle bu karakterler kendilerine farklı düzenekler yaratıyor.
üzerine bir şeyler ekleniyor, asla bir uç nokta barındırmıyor. Bu kavramların konseptleri, reform yapıldığı müddetçe daima değişiyor. Bütünüyle soyut olan bu değerler, sabit bir ‘tekrar değerlendirme’ gerektiriyor, ancak insanlar bulundukları an içerisinde onların sabit olduğu yanılgısına düşüyorlar. Ben de aslında bu minvalde, hayalperest, provokatif, olabildiğince ahlakla alakalı ve öğretici bir yolla, aklımdaki soruları ve tanımlamaları durmadan formüle etmeyi amaçlıyorum. Tüm bunları yeniden düşünmeyi amaçlayıp yapan, benim. İzleyicilerin seçimi kendine kalıyor. Peki, bu sırada düşüncelerini nasıl filtreliyorsun? Veya filtreliyor musun? Elbette filtreliyorum ama bunu özeleştiri yöntemiyle karar vererek yapmıyorum. Sanatın, kendiliğinden stressiz biçimde doğan, rahat bir süreç olmamasından dolayı, sanatçının, yaratıcının, otonom bir kısıtlılıkla yaşadığını düşünüyorum. Ben de bu sebepten ötürü düşüncelerimle, ister istemez, böyle bir ‘sınır etkileşimine’ girebiliyorum.
Bakan kişinin gözünde tüm çizimlerin birleşip tek bir öyküye bağlanmasını önemsiyor musun? Bir bakıma, evet. Çalışmanın ismini ‘Overlook’ olarak koymamın sebebi, kelimenin anlam açısından iki karşı tarafı barındırmasıydı. Biri, “bakmak ama fark etmeyi başaramamak, görmezden gelmek veya umursamamak.” Diğeriyse, tam tersi, “ısrarla ve dikkatle dik dik bakmak, özellikle hayranlık duyarak, şaşırarak, düşünerek.” Çalışma da kendi kontekstinde bu iki ucu içeriyor. ‘Overlook’u okurken, tek tek her çizimin öyküsüne kendini kaptırmaya izin verebilirsin ya da aksine uzakta durmak isteyebilirsin. Her halükarda izleyici, her çizimin -parçalı öykünün- geniş çaptaki anlatının bir bölümü olduğunu bilahare hissediyor. Çünkü ana tema, toplumsal yamyamlığa gönderme yapan bir anlaşmazlık tablosu ve herkes bunun hep farkında.
Bahsettiğimiz filtreyi, çalışmalarında şans eseri aşmış bir element yok mu sence? Mutlaka deneysel safhalardan geçiyorsun; bir işe başlarken duyduğun saf meraktan dolayı geçmemen imkansız. Çalışmalarımı yaparken izlediğim süreç de bu durumla örülü, şans elementleri mütemadiyen mevcut. Şans etmeninin önemi ve ağırlığı aslında yaratıcının eline bakıyor; mesela, şansla birey arasındaki ilişki, kişinin bu faktörün ne kadar farkında olduğu, onu nasıl hatırlamak, kullanmak istediği ve neye dönüştüreceğine bağlı. Ben bazen şansı yönettiğime inanarak, çalışmanın bitip bitmediğini kendim kontrol etmeyi tercih ediyorum. Çünkü bu sayede istemsiz ve tesadüfi sonuçları bir kenara bırakıp sonucu bizzat meydana getirebildiğime inanıyorum.
O halde, sence ‘Overlook’ didaktik mi? Ne anlatmak istiyorsun? Niyetim, yalnızca toplum içerisindeki uyumsuzluğu ve ayrılığı göstermek değil; ayrıca, özgürlük ve medenilik gibi ifade edilmesi güç terimleri algısal bir doku yaratarak yeniden düşünmek. Örneğin, uygarlık ve demokrasi tanımlamaları durmaksızın farklılaşıyor, 15
‘Çizim enstalasyonu’ olarak adlandırmanın sebeplerinden de bahsedebilir misin? ‘Overlook’ kağıt üzerine mürekkep ve akrilikle yapılmış 270 çizimden oluşan bir seriyi kapsıyor. Hikayelerin hepsi, yoğun ve çarpık ilişkileri konu alan gruplardan oluşuyor. Ama izleyici, yalnızca uzaklaştığı an kuşbakışı görebileceği bir tabloyla karşılaşıyor. Yakınlık ve uzaklıkla oynayan bu fonksiyonu düşününce, gizli bir üçüncü boyut eklemiş oluyorum. ‘Çizim enstalasyonu’ tanımının esas sebebi de çoklu çizimlerden oluşması değil, saklı bir boyut barındırması. Sence günümüzde çizimler ve tablolar arasında fark gözetiliyor mu? Eskiden olduğu gibi ayrım yapılmıyor; artık modern görsel sanat sahnesi, çizimi ve resmi bir tutuyor. Ben zaten oldum olası ikisinin kompakt bir özne olduğunu düşünmüşümdür. Kendi resimlerim ve çizimlerim arasında da fark yok. Her işim birbirinde temelden bağlanıyor. Genele bakınca, izleyicinin kafasını, defalarca bakmasını sağlayarak kasten karıştıran dikkat çekici görüntüler yaratmakla meşgulüm. Hatta ne üzerinde çalışacağımı seçtiğimi söyleyemem. Her
seferinde, ifade etmek istediğimi en iyi şekilde ulaştıran araç üzerine gitmeyi tercih ediyorum. Bununla beraber, çalışmalarımın üç boyutlu olmaya meylettiğini de inkar edemem. Günlüklerimin sayfalarındaki çizimler dahi bu güçlü uzay duygusunu taşıyor. Üçüncü boyuta olan ilgin, teknik detayları resmeden ‘Always Watch What the Hands Do’ çalışmanda da fark ediliyor. Tasarıma yönelmeyi düşündün mü hiç? Evet, teknik çizimlerim kılavuzluk gibi bir fonksiyon güdüyor, üç boyutlu yapıları yaratmaya yarayan pratik çözümleri ve alternatifleri gösteriyor. Ama mühendislik becerilerimi göstermek gibi bir niyetim olmadığını burada belirtmeliyim. Zaten başlangıç seviyesinden daha ileride değilim. Endüstriyel tasarım alanı ise, her ne kadar, bir fikri kullanılabilirliği için somutlaştırmaya ihtiyaç duyabileceğimin farkında olsam da, şu zamana kadar ilgimi çekmemişti. Şimdi durum bir nebze değişti, ileride fikirleri, objelere dönüştürmek isteyebilirim, bunu keşfetmeyi deneyeceğim. Endüstriyel tasarımı keşfetme isteğini göz önünde bulundurarak geçmişe dönersek, mesleki anlamda her zaman sanata ilgin var mıydı? Dünyadaki varoluşum ve davranışlarım konusundaki istikametimi ve duruşumu anlamlandırdığım andan beri, sanatçı olduğumu hissetmeye başladım diyebilirim. Neyse ki amaçlarımı kavrayışım epey erken yaşta meydana geldi ve bunu mesleğime en başta yansıtabildim. Bu idrak halinin hayatta otomotikman gerçekleştiğine de inanmıyorum. Ayrıca farklı fazlardan oluşarak bilinçli bir şekilde de ortaya çıkmıyor kesinlikle. Son olarak, sanatçılığın piyasasıyla alakalı yorum yapacak olsan? Piyasa, tabii ki, asla yadsınamayacak derecede önem arz ediyor. Yine de her zaman kendini piyasaya göre şekillendiremiyorsun. Sanatçının kendi kişisel şartlarına göre çalışması gerektiğine ve kendiyle benzeşen gruplar içerisinde yer alması gerektiğine inanıyorum.
XOXO The Mag
Overlook, 2011-2012, ink and acrylic on paper, 190 x 378 cm
Bu bağlamda ‘Overlook’ üzerinden konuşacak olursak, çizimlerin nihai hale geldiğini nasıl anladın? Başlangıçtan itibaren, görselin özündeki çerçeveye bağlı kalmaya karar vermiştim. Dolayısıyla, çizimleri yapmadan önce bile, onlar aslında bana göre çoktan çizim olmuştu. ‘Overlook’a bakınca, inisyal fikri doğuran birleşik kompozisyonun öne çıkması da, bundan kaynaklanıyor. Her ne kadar yapım süreci boyunca çizimler arasındaki ilişkileri değiştirdiysem de, genel kompozisyon önceden belirlenmişti. ‘Overlook’ aslında bir ‘çizim enstalasyonu’ ve bakan kişilerin tepkilerini yönetmeye çalışmıyor, yani, ahlak üzerinden gidiyor diye ahlak dersleri vermiyor. Hatta net olmuyor ve öğelerinin görünüşte karmakarışık olduğu bir ortam yaratıyor; maksadı da prosedürü bozmak. İzleyici, görüntülerin, betimlemelerin tuzağından kaçmak zorunda kalıyor ve sonuç olarak çalışmayı zihninde belirdiği haliyle öylece algılamayı kabulleniyor.
INTERVIEW/DESIGN
can çİNİCİ
Güven İnşa Etmek Can Çinici, samimi bir kent okumasıyla ele almaya çalıştığı yapılarıyla Çinici Mimarlık ofisini yürütüyor. Ona göre kentsel kaliteye dair sorunlarda mimarlığa gelene değin daha makro ölçekteki sorunların göz ardı edilmemesi gerekiyor. Çinici ile, mimar anne-babanın mimar oğlu olmaktan başlayan ve mimarın konumu ve politik duruşuna doğru uzanarak kentsel dönüşüme bakışına değinen bir söyleşi yaptık. röportaj hülya ertaş fotoğraf özkan önal
XOXO The Mag
Haileybury Astana, Fotoğraf: Cemal Emden
Türkiye’nin en güzel kampüsü olan ODTÜ kampüsünü yapmış mimarların çocuğu olmak nasıl bir his? Bu durum seni kısıtlıyor mu, yoksa önünü mü açıyor? Onlar hep önümü açtılar. Mimarlığa ilgi duymaya başladığım ilk zamanlar ofiste sırf babam değil, annem de vardı. Ben çok küçük yaşlardan itibaren iki insanın mesleki olarak birbirini nasıl iyi tamamlayabileceğini orada görmüş oldum. Babam coşkusuyla, enerjisiyle dikkat çekiciydi, annem de babamın o coşkusunu alıp toparlamakla ve projelerdeki genel mantığı gözetmekle zaman geçirirdi. O zamanlardaki akıl ve duygu arasındaki gerilim çok hoşuma gitmişti. Beni mimarlığa çeken şey o “üretken gerilim” oldu diyebilirim. Bir de o zamanlar meslek hayatları da çok hareketliydi tabii; 60’lı 70’li yıllarda, sürekli olarak şantiyelere ve bina açılışlarına gidiliyordu. Böyle bir ortamda bulunduğumdan olsa gerek mimarlıkta kendimi her zaman rahat hissettim. Mimar olduktan sonra özellikle babam doğal olarak kendi iş anlayışına uygun olan düzenin sürdürülmesini istedi. Bu konuda benden olumlu bir yanıt alamayınca da beni serbest bıraktı diyebilirim, böylelikle çalışmalarımız zaman içinde farklılaştı. Ben kendi başıma iş yapmaya başlayınca da babamla aramızdaki mimari sürtüşmeler ve tartışmalar ilginç bir hal almaya başlamıştı, özellikle de bunlara şahit olanlar için... Bir-iki ufak tefek iş dışında sadece tek bir işte, TBMM Cami’de babamla tam anlamıyla beraber çalıştık. Annemle mimari birlikteliğimiz sürüyor sayılır, hala gelip bizim projelere bakar, önerilerini söyler. Genel bakışına ve sağduyusuna çok önem veririm, yönlendirici olur. Kısaca babamın coşkusuna ve annemin aklına çok şey borçluyum.
çerçeve içinde düşünme refleksinin babamdan kalma, ondan edindiğim bir alışkanlık olduğunu söyleyebilirim. Ama bunu yapay, şekilci bir şey olarak değil de doğal bir miras olarak görüyorum. Bu düşünme şekli benden de ofisteki arkadaşlarıma geçti, geçiyor. Bizimkinin ayrışan tarafı, kente bakıp onun bilgisini biçimsel olarak doğrudan projeye yansıtmaktan daha çok, samimi bir kent okumasının getirdiği “güven”den yararlanmak. Bostancı’daki Ada Apartmanı tasarımınızda da bu çok net hissediliyordu. “Ben buradayım” demeyen, ama kıyısı köşesi güzel tasarlanmış bir yapı o. O doğallık çok önemli. İnsan bazen düşüncenin, inceleme ve analizin cazibesine kapıldığı zaman kendini olayın epeyce dışında konumluyor, başta umulanın aksine konuya yabancılaşabiliyor. Bazı fikirleri temsil ettiği iddiasında olan bir apartman yapmaktansa, içten ve o duruma odaklı bir mekansal deneyime önem veren bir tutum daha doğru geliyor bana. Ancak bu tutumla yapılmış bir bina, çevresi değiştikten sonra “başka” olarak kalabilir, ki bu da garip bir durum. Galiba o bölgede yaşanmakta olan kentsel dönüşüm nedeniyle Bostancı’daki apartmanın başına böyle bir şey geliyor. Mimarlar son dönemde elitizm ile popülizm arasında tuhaf bir sarkaçta dengede durmaya çalışılıyormuş gibi geliyor. Sen kendini nasıl konumlandırıyorsun? Ben her zaman elitist yanda yer aldım. Mimarlık işinin örnek bir davranış ortaya koymakla çok ilintili olduğunu ve gündelik yapı faaliyetinden ayrılması gerektiğini düşünüyorum. Bu da zaten kendi elitizmini doğal olarak yanında getiriyor. Elitist olmak demek, sıradanlığı, gündelik olanı düşünemiyor olmak ya da düşünmemek anlamına gelmemeli. Bu sadece mesleği bilmeye aday olmanın ya da zaman zaman ortaya koyabildiğiniz yetkinliğin getirdiği doğal bir şey. Nasıl bir doktor kendi alanında kaçınılmaz olarak seçkinciyse, aynısı mimar için de geçerlidir. Bu, “popülizm karşıtlığı” demek olabilir, ama
Annen ve babanla aynı ofisi yürütüyor olduğun için bir süreklilik sağlanması konusunda kendini sıkışmış hissediyor musun? Hayır, hiç sıkışmış hissetmiyorum, çünkü bahsettiğin gibi bir süreklilik yok, özellikle de müşteri profili açısından. Bizimkiler daha çok devlete çalıştılar, bense son iki yıldır birkaç projede yeni yeni kamuyla çalışmaya başladım. Dolayısıyla işveren açısından bir süreklilik olduğunu söyleyemeyeceğim. Öte yandan, konuları çoğu kez kentsel bir 19
Workinn Hotel, Fotoğraf: Cemal Emden
sıradanlığı düşünememek asla değil. Herkes son kertede gündelik yaşam olarak sıradan bir hayat yaşıyor, bunu göz ardı etmemek gerek. Ama bilgi ve görgü açısından kaçınılmaz olarak çoğu iyi mimar seçkinci davranışlar sergiler, bunda da kötü bir yan göremiyorum. Aksine seçkinci olmadığını söyleyen mimardan şüphe duyarım, çünkü ya işini iyi yapmıyordur ya da bu konuşmasının arkasında başka bir planı vardır. Mimarın politik duruşu, fikirleri ve işleri arasındaki paralellik ya da mesafe nasıl kurulur? Mimarlık çok büyük bir oyun. Büyük resme bakmak lazım, arada birkaç kaza olabilir. Mimarlık hayatında insanlar kaza yapabilirler ve bu çok olağan bir durum. Önemli olan ne kadar az kaza yaptığın. Senin kazan var mı? Tabii var. Kendi çapımda kazalarım, keşke girmeseydim dediğim işler var. Bazen başına gelecekleri fark etsen de o riske giriyorsun. Bir şey sana daha cazip geliyor, bu bazen para ya da işin kendisi olabiliyor. Her mimarın başına geliyor, dedim ya, bunun az olması önemli. Bunu Sedat Hakkı Eldem de yapıyordu, bugün de her ofis bir şekilde kaza yapıyordur. Önemli olan bu kazalardan işe yarar bir tecrübeyi damıtabilmek, aynı çeşit hatalarla ikinci kez karşılaşmamaya çalışmak... Konu buraya gelince tabii söz, doğal olarak, Fener-Balat projesine gelecek; o projede yer almamı “kaza” olarak adlandıramayacağım, işin giriftliğinden çok şey öğrendiğimi söylemeliyim. Yaptığımız projeden memnunum, hala da uygulamak isterim. Orada Türkiye şartlarında neoliberal ve epeyce sert bir anlayış içerisinde çok boyutlu ve oldukça kapsamlı bir projenin hangi noktaya dek yürütülebileceğini ya da kurgulanabileceğini tecrübe etmek istedim. Bir denemeydi, ben de olan bitenin “içinde” yer almayı tercih edenlerden oldum. Yaralandım mı? Profesyonel olarak evet. Aleyhimize çok söz söylendi ama bu da hayatın bir parçası.
Kentsel dönüşümün İstanbul’u ne kadar değiştireceğini düşünüyorsun? Kötümser olduğum bir konu bu. Planlama yoksunluğu sorununun tekrardan gündeme getirilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Esnek, tepeden buyurgan olmayan, açık kurgulu bir planlama anlayışına gereksinimimiz var. Şehrin sıradan yapı stokunun bu kadar dizginsizce özel müteahhit firmalara bırakılmasının, özellikle de kentsel ve mekansal kalite açısından iyi bir çevre yaratmayacağını düşünüyorum. Kamu yararını gözetecek öğenin yokluğundan söz ediyorsun. Yaşadığımız şu günlerin yapısını bir yana koyarsak, parklar, serbest kürsü alanları, insanların rahatça faaliyetlerini sergileyebilecekleri açık ya da yarı açık mekanların, imar planları ile oluşturulamadığı uzunca bir süredir zaten herkesin malumu. Bu noktada Arnavutköy’deki pazar yerleri projelerimizden bahsetmek isterim. Orada bir nazım imar planı var ama o kadar kötü ki! Belediye bünyesinde bu konu ile ilgili görevliler, mimarlar ve diğer herkes bu imar planının nitelikli olmadığını biliyor, herkes hemfikir. Hatta bu açıkça dile getiriliyor, fakat her nedense, bu imar planları değişemiyor, değiştirilemiyor. Ortada sadece konut parsellerinden oluşan bir anlayış var, her şey binaya indirgenmiş. İmar planı hiçbir şekilde kamusal alan üretemediği gibi sokak yaşantısını da canlandıramıyor. Plana göre ya park adı altında etrafından soyutlanmış çocuk oyun alanlarının konulduğu garip yerler beliriyor ya da cami avluları gibi belirli bir kesimin kullanımına açık yerler ortaya çıkıyor. Belediye Başkanı ve Proje Daire Başkanı bu imar planının yetersiz durumunu çok iyi gördüler ve konuya daha değişik bir taraftan yaklaştılar: Pazar yerlerinin büyük açıklıklı ve yarı-açık olarak ele alınmasını, haftada iki gün esas işlevi dışında mahallelinin serbest olarak kullanabileceği, içine iki spor sahası sığabilen ve bazı gösterilerin de yer alabileceği serbest bir kamusal alan tasarlamasını istediler. Biz de bu bölgede şimdiye kadar dört pazaryeri projesi yaptık, biri bitti. Ortaya çıkan sonuç koşullar çerçevesinde, şimdilik oldukça tatminkar gözüküyor.
XOXO The Mag
Bostancı Ada Apartmanı, Fotoğraf: Cemal Emden
Sistemin daha makro ölçeğinde çok fazla defolu nokta var ama son raddede iş mimara geldiğinde ondan dünyayı kurtarması bekleniyor, hala... Tabii, mimar topun ağzındaki neredeyse tek acente. Bu çok büyük bir baskı ve haksızlık. Benim ilk üniversiteye girdiğim zamanlarda, bir iş beğenilmediği zaman “mimar kötü yapmış” denirdi. Aradan seneler geçti, sorumluluk çoğunlukla gene mimarların üzerine atılıyor. Kentsel mekan konusunda mimarlar tabii ki önemli ama ondan sorumlu olan diğer aktörleri de hatırlamak gerekir; politikacılar, yerel yöneticiler, yatırımcılar, bürokrasideki plancılar da bu işin içinde. Mekan, politikadan, ideolojiden muaf, sadece “teknik” ya da “tasarım ait” bir konu değil. Hepimiz kendi yaptığımız işler çerçevesinde politik/ideolojik duruş sergiliyoruz aslında, amaçlasak da amaçlamasak da... Bu açıdan bakınca mimarlık faaliyeti de aslında politikayla meşgul olmanın başka bir yolu, olana şekil verme ve direnme arasında bir yerde.
İşten ayrı kalan vaktini nasıl geçiriyorsun? Müzik var. Ben vaktiyle klasik müzik eğitimi almıştım ve 27 yaşına kadar epeyce ciddi piyano çalışmıştım. Özellikle babamın vefatından bu yana son iki seneden beri eskisine göre müziğe daha fazla zaman ayırmaya başladım. Çünkü iki şeyi fark ettim. Birincisi hayat sonlu bir şey, insan hiçbir uğraşısını ihmal etmemeli. İkincisi mimarlık mesleğinde zaman zaman kendinizi unuturcasına dışa dönük ve sosyal olmanız gerekiyor, bu da bir süre sonra beraberinde bir aşınma ve bir tür yorgunluk getiriyor. Onun için bir esere konsantre olmak, onu çalmaya ve yorumlamaya çalışmak çok rahatlatıcı, insanın kendi benliğini tamir etmesi için mükemmel bir uğraş, karakterinizin bir parçası oluyor. Neler okuyorsun? Mesela mimarlık kuramı okuyor musun? Hayatta hiç okumadığım şeyleri söyleyeyim sana. Edebiyat okumadım, hikaye, roman, şiirden anlamam, yanına yaklaşmadım, böyle gelişti hayatım. Ancak, doğrusu, bundan çok da şikayetçi değilim. Yakın çevrem bana hep edebi konulara yatkınlığımın olmadığını söylemiştir. Bunun doğruluk payı da yüksekti galiba, çünkü bu yönde herhangi bir enerji ve istek dahi duyamadım. Eskiden estetik kuramı üzerine çok okurdum, bir aralar felsefe okumaya gayret ettim. Sonunda felsefenin bizler için kendi başına okunamayacak bir şey olduğunu fark ettim, “yanlış anlayabilmeniz” an meselesi oluyor. Daha çok bu işi bilenlerin nezaretinde bir süre okumaya başladım. İngiltere’de geçirdiğim iki sene boyunca Adorno’nun Estetik Teorisi’ni, Alman felsefesi konusunda epeyce tecrübeli olan danışmanımın desteğiyle anlamaya çalıştım. Su sıralar daha çok çağdaş sanat üzerine yazılanları okumaya gayret ediyorum. Mimarlık dergisi çok az alıyorum; internet kültürü her şeye çok kolay ulaşmamızı sağlıyor çünkü, ama tabii iyi şeyi bulup ayıklamak kaydıyla... Mimarlık kuramı alanında şimdiye kadar dünyada yazılmış olanların da epeyce seçilerek okunması gerektiğini düşünüyorum, bu konuda o kadar çok kirlilik var ki ortalıkta...
Haileybury Astana’nın ardından Gültepe’de Nef İlkokulu’nu tasarladın. Okul tasarlarken önceliğin ne oluyor? Okul, arkadaşlar arası ilişkidir, arkadaşlarla bir arada olma faaliyetidir. Toplumun, toplum bilincinin farkına varılmaya başlandığı yerlerdir. Bu nedenle de okulun aslı yeri teneffüs alanları ve koridorlardır, sınıflar değil. Sınıflar, çoğunlukla okulun başkaca bir yüzünü, disiplinini gösterir. Açık alanlar ve koridorlar o açıdan çok önemlidir, bir anlamda sınıfların antitezidir. Burada, çocukların serbestçe koşabildikleri, mümkün olan en uzak yeri görebildikleri, kapalı alanla sınırlı kalmayacakları tiple mekanlar olmalı. Gültepe’de, o girift mahallede de öyle baktık konuya, her koridorun aydınlık olmasına, görüşün kesintiye uğramamasına özen gösterdik. Haileybury Astana’da da ne tarafa bakılırsa bakılsın 150 metreden az bir bakış menziline rastlanamaz. Bence çocukların aklının bu aydınlık ve açıklıkta kurulması gerekir. 21
INTERVIEW/MUSIC
Kaleida Az ve Öz
Christina Wood ve Cicely Goulder’dan oluşan Kaleida, Londra’nın yıldızı parlayan yeni ikilileri arasında. ‘Think’ ve ‘Picture You’ single’larıyla yükselen bir ivme yakalayan ikiliyle kültürler, müzik endüstrisi ve üretim süreçleri üzerine konuştuk. röportaj alican öyke fotoğraf socrates mitsios
XOXO The Mag
Fotoğraf: David Richardson
Kaleida neden müzik yapıyor? Christina Wood: Eğer müzik yapmasaydık mutsuzluktan ölürdük. Cicely Gouder: Sanırım tutkularımız ve arzularımız en büyük sebepler. Kaşımamız gereken bir yara gibi...
İkili olmak zor mu? CG: İki kişilik ekipman taşımak dışındaki tüm yönlerinin pozitif olduğunu söyleyebilirim. Şaka bir yana, ikili olmak bence kesinlikle çok keyifli çünkü partnerine sonsuz güven duyuyorsun ve temelde sahip olmak istediğin tek şey, güven.
2013 yılında Pigeons and Planes’in ‘ABD’de Çıkış Yapacak Yabancı İsimler’ listesine giriş yaptınız. Oradaki müzik endüstrisi/sahnesi hakkındaki fikirleriniz neler? Kendinizi bu sahnenin neresinde görüyorsunuz? CW: Aslına bakarsanız uzakta değiliz. Zaten ben yarı Amerikalıyım ve orada büyüdüm. Sanırım internet sayesinde de Amerikan kültürünün iyiden iyiye bir parçası haline geldiğimizi söyleyebilirim. CG: Müzik üreten insanların büyük bir kısmı internet sayesinde küresel anlamda kitlelere erişebiliyorlar, ve bu da, bir anlamda, kimlikleri ortadan kaldırıyor. Eskiden Avrupalı bir grubun ABD’deki dinleyicinin ilgisini çekmesi oldukça zor bir şeydi. Artık dinleyiciye direkt olarak ulaşabildiğiniz için bu zorluk ortadan kalkmış oldu.
Besteleme süreciniz nasıl gelişiyor? Değişik bir şey var mı mesela? CG: Pek özel bir çalışma yöntemimiz yok. Bazen Christina bir şeylerle geliyor, bazen ben. Her şey tamamen rastgele gerçekleşiyor. Çoğunlukla da doğaçlamalar üzerinden ilerliyoruz. Çünkü yaptığının içine tam olarak daldığında onu kontrol etmen giderek zorlaşıyor ve üretim de tam olarak o noktada ortaya çıkıyor. Müziğinizde ilk dönem electronica, synth pop ve 80’lerde rastlayacağımız türden düzenlemelerle karşılaşıyoruz. Siz kendi müziğinizi nasıl tanımlıyorsunuz? CG: Sanırım ‘dark pop’ diyebiliriz. “Dark pop ne?” diye sorarsanız size onun Kaleida olduğunu söyleyeceğim. Karanlık çünkü duygusal ve oldukça bireysel. Samimi ve dürüst bir müzik yaptığımıza inanıyorum.
‘Think’ single’ınız kısa sürede hatırı sayılır bir popülerlik elde etti. Bunu neye bağlıyorsunuz? CG: Parçayı bestelerken hiç ama hiç ciddi düşünmedik. Sadece birlikte keyifli vakit geçiriyorduk. Sanırım Think’in başarısı üretim esnasında eğlenmiş olmamızdan kaynaklanıyor.
Peki, Kaleida’nın müziğini en çok ne etkiledi? CW: Yıllar içinde dinlemiş olduğumuz farklı türlerden birçok müziğin üzerimizdeki etkisi büyük. CG: Anlatmak istediğim şeyleri müzik yaparak nasıl en doğru şekilde anlatabileceğimi düşünürken/ararken geçirdiğim süreç, üzerimde çok etki bıraktı. Müzik dünyasından bir sıralama yapmam gerekirse; Björk ve The Knife gibi kuzey etkileşimli pop müzisyenlerinden büyük ilham aldım. Eski usül Amerikan folk müziğinin de sıkı bir takipçisiyim. Ve son olarak kilise müziğini eklemeden de edemem çünkü çocukluğum onunla geçti. CW: Karar verdim, ben galiba sadece hip-hop seviyorum.
Bu başarıdan sonra sizin için ne değişti? CG: Pek fazla şey değişmemiş olsa da şu anda üzerinde çalıştığınız parçalar birçok şeyi değiştirecek. Bu yaz birçok festivale katılıyoruz. Hatta onlardan biri de Londra’da gerçekleşecek Love Box festivali. Orada M.I.A.’yle aynı sahneyi paylaşacağız. Neyse, ‘Think’i yayınlamak bizim için bir nevi deneydi. Onu öylece internete koyduk ve neler olduğunu seyrettik. Parçayı yayınladıktan sonra daha çok çalışmam ve daha iyi hazırlanmam gerektiğini de öğrendim. 23
Fotoğraf: Socrates Mitsios
Canlı şovunuzda çok ekipman var mı? CG: İki midi klavye ve mikrofon kullanıyoruz. Bize yapılacak her türlü yeni ekipman bağışını çekinmeden kabul ediyoruz, bunu da buradan duyurmuş olalım. Synthesizer odaklı müziğin son zamanlardaki yükselişine hep beraber şahit oluyoruz. Yoksa bundan fazlası mı var? CW: Ben 80’lere geri dönüş yaşandığını düşünmüyorum. O döneme ait elementlerin günümüzde sıkça kullanılmaya başladığı doğru ancak şimdiki müzik üretme koşulları eskisinden oldukça farklı. Özellikle elektronik müziğin geldiği noktaya baktığımızda büyük bir devrimden söz edebiliyoruz. Çok daha deneysel ve ince işlenmiş örneklerle karşı karşıyayız. Tanışmanızdan beraber çalışmanıza uzanan süreçte, coğrafyanın önemi ne? CW: Daha önce de söylediğim gibi, hayatımın büyük bir kısmını Amerika’da geçirdim, diğer bir deyişle Alman köklerimden uzakta yaşadım. Cicely ise yarı Norveçli yarı İngiliz ve o da zamanının büyük bir bölümünü İngiltere’de geçirmiş. Bundan birkaç sene kadar önce müzik yapacak birilerini arıyordum ve bir ortak arkadaşımız bizi e-mail yoluyla tanıştırdı. Kendimizi bir anda Londra’da bulduk. CG: Christina Almanya’nın kuzeyinden ve ben de Norveç’in güney kısmındanım. Bu yüzden kültürlerimiz birbirine oldukça yakın. Bu da bizi bir arada tutan ve etkileyen şeylerden biri. E bu durumda, yaşadığınız şehirden ilham alıyor musunuz?
Müziğinizin karanlıkta kalan kısmının Londra’nın atmosferiyle ilişkili olduğunu söyleyebilir miyiz? CW: Bence müziğimizin karanlık kısmı daha çok içimizden gelen şeylerle ilişkili. Londra her ne kadar Orta Çağ etkisi barındırsa da yeteri kadar karanlık bir şehir olduğunu düşünmüyorum. Ancak tabii ki kültürel açıdan Londra’dan etkilendiğimiz bir gerçek. Her şey iyi hoş da, gruplar isimlerini nasıl bulur? CW: Aslında bu ismi yanlışlıkla bulduk. İsim arayışındaydık ve aklımıza gelenleri not ediyorduk. Ben bir İskoç adası olan Kilda’yı önerdim ve Cicely Kaleida dediğimi sandı. Sonra ne anlama geldiğine baktık ve antik Yunancada “güzellik” anlamına geldiğini öğrendik. Müzik dışındaki sanat dallarıyla da ilgili misiniz? CG: Christina dünyayı kurtarmakla ilgileniyor. CW: Bire bir olarak ilgilenmiyor olsak da güncel sanat gelişmelerini takip ediyoruz. Başka dallar demişken; bu aralar yeni bir video üzerinde çalışıyoruz ve onu sizlere göstermek için sabırsızlanıyorum. Videoyu yapan kişi aslında bir yönetmenden ziyade sanatçı kimliği taşıyor. Vizyonu oldukça kuvvetli ve onunla birlikte oluşturduğumuz enerjiden oldukça ilham alıyoruz. Kendi kimliğini inşa etmiş sanatçılarla işbirliği yapmak epey heyecan verici. İs dışında ilişkinizi tanımlar mısınız? CG: Kesinlikle iyi arkadaşız. CW: Neredeyse tüm günümüzü birlikte geçirdiğimiz için arkadaş olmamak çok zor. Arada sırada kavgalarımız da olmuyor değil tabii.
XOXO The Mag
INTERVIEW/magazıne
M. Velardi & O. Sosa & N. Alegre
Knock! Knock! Who’s That? It’s Apartamento Apartamento, gündelik hayatın sıradanlığında saklı görkemli anların peşine düşüp, okurlarını da peşinden sürüklediği yayın serüveninde gücünü gösterişsizlikten alırken, yılda iki kere kütüphanelerimizdeki yerini de alıyor. Derginin Genel Yayın Yönetmeni Marco Velardi, kurucuları Omar Sosa ve Nacho Alegre ile endüstrinin biçtiği anlamların ötesine geçip, Apartamento’nun gerçek kimliğini ve tatili iple çektiren yoğun gündemlerini konuştuk. röportaj serap gecü fotoğraf mikael olsson
XOXO The Mag
Issue 11, May 2013
Issue 8, October 2011
Issue 13, May 2014
Apartamento’dan önceki hayatınızla başlayalım. Neler yapıyordunuz? Nacho Alegre: Hukuk okuyordum ve fotoğraf çekiyordum. Marco Velardi: İngiltere’de İşletme okudum. Mezun olduktan sonra Nieves Books’la çalışmaya başladım, aynı zamanda 032c’ye Milano’dan destek veriyordum. Omar Sosa: Barcelona’da Grafik Tasarım okuduktan sonra Albert Folch’la çalışmaya başladım. Pek çok sanatçı kitabının ve derginin tasarımını o dönemde birlikte yaptık.
İlginizin yön değiştirmesinin sebebi neydi? NA: Derginin ilk günlerinde, her birimiz kendi başımıza (neredeyse ilk defa) eve çıkıyorduk, hepimiz evlerimiz ve mobilyalarımız konusunda çok heyecanlıydık. Ve sanırım o dönemde, iç mekan tasarımıyla ilgili bir derginin de ancak bu heyecandan yola çıkabileceğini düşündük. Ama zamanla, yeterince ev gördükten sonra belki de, daha derin bir anlam arayışına girdik, bir evi ‘yuva’ haline getirme eylemiyle ve insanların evleriyle kurdukları ilişkilerle ilgilenmeye başladık. Yaşadığınız alanlarla siz nasıl ilişkiler kuruyorsunuz? OS: Bu dergiyi çıkarmaya karar verme sebebim, aslında kendi alanımı ve belki kimliğimi bulma konusunda takıntılı derecede istekli olmamdı. Bu nedenle, kaldığım mekanlarda farkındalığım her zaman çok yüksektir, bu ister bir otel odası olsun, ister bir arkadaşımın evi ya da benim kendi evim olsun, durum değişmiyor. Barcelona’da yaşadığım ev, şehrin merkezinde, basit, küçük, teraslarla kaplı, çok iyi ışık alan ama ardiyesi olmayan bir apartman dairesi... Evimde her konuda bir şeffaflık var, bu geçmişte sevdiğim bir şeydi ama sanırım artık değiştireceğim. Genel olarak, yaşadığım yeri seviyorum, zira ışık ve muhit benim ilk önceliklerim. NA: Eskiden bir eskrim salonuyken sonradan bir prodüksiyon şirketinin kullandığı bir yerde yaşıyorum. Başta stüdyo olarak kiralamıştım ama sonradan evim haline geldi. Kocaman, ve bir de bahçesi var. MV: Seyahat etmek kadar evde vakit geçirmeyi de çok seviyorum.
Peki kendi derginizi çıkarmaya nasıl karar verdiniz? NA: Omar’ı eskiden beri tanıyordum, onunla küçük bir fanzin çıkarmayı düşündük. Elimde, Avrupa seyahatlerim esnasında arkadaşlarımın evlerinde çektiğim çok fazla fotoğraf vardı. Aynı zamanda Milano’ya da sık sık gidip geliyordum ve bu yolculuklardan birinde Marco’yla tanıştım. Çember genişledi, Marco da aramıza katıldı ve işte buradayız. İşin komiği, Marco ve Omar, neredeyse bir yıl birlikte çalışmış olmalarına rağmen ilk sayının lansmanına kadar yüz yüze hiç tanışmadılar. Ekipte bu üçlü dışında kim var şu anda? MV: Robbie Whitehead; son birkaç yıldır editoryal ekibin önemli bir parçası. Derginin geneline yayılan ve mütevazı “an everyday life interiors magazine” başlığından da okunabilen bir gösterişsizlik hali söz konusu. Bu gösterişsizliğin içinde gündelik hayatı dikkate değer kılan ne sizce? NA: Bu konuda söyleyecek çok fazla şey var. Şahsen, sahibinin egosuyla dolu dergilerden her zaman nefret etmişimdir, bu yüzden Apartamento’daki her şey insanlardan ve egolardan bağımsız yapılıyor. Zaman zaman keşke olsaydı desem de, derginin kişisel bir tonu yok. İç mekanları konu ederken bizim için belirleyici olan, o mekanların fotoğraflanma biçimleri ve tabii seçtiğimiz evlerin de ‘gerçek’ insanların yaşadığı evler olması. Yani bir şeylerin illa inanılmaz ve muhteşem gözükmesi gerekmiyor. Normal ve basit olup aynı zamanda güzel de olabilirler. OS: Evet, özellikle ilk zamanlarda, insanların evlerini dekore etme stilleri çok ilgimizi çekiyordu, bu stillerin onların gündelik hayatını, rutinlerini yansıttığını ve bir anlamda hayat hikayelerini anlattığını düşünüyorduk. Ama zamanla evlerin kendilerinden ve dekorasyonlarından ziyade, insanların yaşama biçimleri ilgimizi çekmeye başladı.
“Yeni filizlenen indie tasarım hareketinin evrensel look book’u.” NY Times, derginizi böyle tanımlamıştı. Bahsedildiği gibi bir tasarım hareketinin gerçekten var olduğuna inanıyor musunuz? MV: Bence her dergi ve gazete bizi kendi bakış açısına göre tanımlama ihtiyacı hissediyor ve bir şekilde bunun yollarını arıyor, ama bizim aslında belli bir indie tasarım hareketini -tabii eğer böyle bir şey varsaya da herhangi bir tasarım hareketini temsil ettiğimiz falan yok. Marco, senden bir alıntı: “Apartamento’da derli toplu mekanlara rastlayamazsınız, çünkü o tür mekanlar sadece annenizin hayal gücünde var olabilir.” Bu belki de derginin en çok sevilen tarafı... Öte yandan, Cereal ve Kinfolk gibi yeni nesil dergilerde örneklerini gördüğümüz yeni bir estetik anlayış var. Sizin bu estetiğe yaklaşımınız nasıl? MV: Bu bahsettiğin minimal estetiğin temelleri aslında bazı Japon dergilerinde ve yayınlarında yatıyor. Şahsen, o Japon yayınlarının bir kısmını ben de seviyorum ve ilginç buluyorum, hatta işlerimde referans aldığım noktalar da oluyor. Ama başka dergilerin bu estetiğin 27
Issue 8, October 2011
Issue 9, April 2012
Issue 10, November 2012 Issue 9, April 2012
yeni versiyonunu sunmaları bana pek ilginç gelmiyor sanırım. Yine de Kinfolk ve Cereal, kendi takipçilerini ve görsel dillerini yaratma noktasında iyi iş çıkarıyor olabilirler. Scott Sternberg’den Omar Souleyman’a, Mike Mills’den Nathalie Du Pasquier’ye farklı disiplinlerden pek çok tanınmış ismin yaşam alanlarını dergiye konu ettiniz. En çok hangilerini sevdiniz? NA: Bugüne kadar yayınladıklarımız arasında en sevdiğim, Jocko Weyland’in kendini Çin’de sahte bir mimar gibi tasvir ettiği hikayesi oldu. Okurken çok eğlendiğim, harika bir metin. Başka insanlara da sürekli anlatıyorum ve herkes çok seviyor. OS: Bu benim için cevaplaması zor bir soru. Bazen haftalarca bir şeyleri çok seviyorum, sonra fikrim değişiyor. MV: Ben hepsini seviyorum, ayıramam. Peki kapakta daha tanıdık yüzler görmeyi istediğiniz oluyor mu? NA: Evet. OS: Elbette kapakta tanıdık birilerini görmeyi istiyoruz ama doğru insanı bulmadan ve doğru portreyi elde etmeden böyle bir şey yapmayı bir gereklilik gibi görmüyoruz. Ben şöhretli bir isimdense iyi bir fotoğrafı her zaman tercih ederim. Malum, şöhretlilerle ilgilenen çok çok iyi yayınlar var zaten... MV: Ben bu konuda biraz farklı düşünüyorum. Bence Apartamento’nun tanınmışlıkla veya şöhret kültürüyle pek yakınlığı yok... Bugüne dek pek çok mimari etkinlik gerçekleştirdiniz. Bunlar içinde özellikle çocuklara yönelik olan atölyeler dikkat çekici. Çocukların mimariyle ilişkisini nasıl okuyorsunuz? OS: Henüz hiçbirimizin çocuğu yok ama çocukları çok seviyoruz. Çocukken karton kutularla oynamayı ne kadar sevdiğimi hatırlıyorum ve bu tür atölyeler düzenleyerek, aynı keyfi ve eğlenceyi tekrar yaşıyorum. Ve tabii bu sayede okurlarımızla da bir araya gelmiş oluyoruz. Bu buluşmaları sık sık farklı şehirlerde gerçekleştiriyorsunuz İstanbul henüz dağıtım listenizde yer almasa da, gelecekte buraya da uğramak planlarınız arasında mı? NA: Çok güzel olurdu.
Barcelona’da hayat nasıl? NA: Hafiften sıkıcı, Barcelona, bence, küçük bir şehir ve pek fazla ilgi çekici şey olmuyor burada. OS: Bence burada hayat kolay ve rahat, aynı zamanda bu büyüklükte bir şehirde bulabileceğiniz her şeyi bulabiliyorsunuz. Marco, peki sen Milano’dan dergiye nasıl yetişiyorsun? MV: Zamanlamaya göre değişiyor, ama dergi sürecinde her türlü iletişim aracını kullanıyoruz, yüz yüze görüşüyoruz, Skype yapıyoruz, mailleşiyoruz, telefonlaşıyoruz... Malum, matbu yayınların sonunun geldiği tartışmaları sürerken, son yıllarda bu iddialara inat iyi ve kalıcı olmaya aday yayınlar varlık göstermeye başladı. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda, söylentileri ciddiye alıyor musunuz? MV: Apartamento matbu bir dergi, ve dokunabileceğimiz, evlerimizde saklayabileceğimiz bir şey yapma isteğimizden doğdu. Şimdilik dijitale yönelik hiçbir planımız yok, ve bence matbu yayınların dijitale yönelip yönelmeyeceklerini sorup durmak, endüstrinin manasız bir takıntısı. Sanki bu konuyu doğru dürüst düşünmezsek gelecek planının önemli bir kısmını kaçıracakmışız gibi... Bir yandan da devam eden kitap projeniz Ricardo Bofill: A Tailor-Made World var. Apartamento’nun yayınladığı ilk kitap olacak. Nasıl hissettiriyor? OS: Hepimiz çok heyecanlıyız. Bofill’in işlerini çok seviyoruz ve La Fabrica bize göre dünyadaki en etkileyici evlerden/stüdyolardan biri. Böyle bir mekanı, fotoğrafçıların gözünden, farklı açılardan keşfe çıkma fırsatını yakalamış olmak bizim için bir lüks. Omar, bu arada sen Apartamento’dan bağımsız olarak, daha önce Patricia Urquiola’nın ilk monografisini hazırlamıştın... OS: Kitabı geçtiğimiz yıl tamamladım. Patricia’nın 20 yıldan uzun tasarım geçmişini, işlerini tek bir kitapta toplamak üç yıldan fazla bir zaman aldı. Onunla çalışmak harika bir deneyimdi, ondan çok şey öğrendim, çok da iyi arkadaş olduk ve başka projelerde de işbirliğimiz devam ediyor.
XOXO The Mag
Issue 12, November 2013
Issue 9, April 2012
Issue 12, November 2013 Issue 11, May 2013
Yayıneviyle ilgili gelecek planlarınız neler? NA: Adını şimdilik telaffuz edemeyeceğimiz bir evle ilgili bir kitap hazırlıyoruz, çok ilginç bir proje.
Bugünlerde tekrar tekrar dinlediğiniz ne var? NA: ‘Destiny’, John Talabot. MV: The Phoenix. OS: Future Islands; son albümünün tamamı.
Peki, dergi ve yayınevi dışında nelerle meşgulsünüz? NA: Ağustos’a kadar bir sürü moda çekimim var. Hayatımı çekim yaparak kazanıyorum. OS: Birbirinden farklı pek çok şeyle uğraşıyorum. Nathalie Du Pasquier’nin 1980’lerdeki çizimleriyle ilgili bir kitap yapıyorum, 2015’in başlarında Powerhouse Books tarafından basılacak. Londra menşeli ışık tasarımcısı Michael Anastassiades için bir katalog, başka bir aydınlatma markası Flos için bazı projeler, bir müzik albümü kapağı ve Ricardo Bofill için yeni projeler... MV: Milano’da bir ajansın ortağıyım ve yakında Berlin’de de bir ofisimiz olacak. Kreatif direktörlük ve pek çok alanda stratejik planlama hizmeti veriyoruz. Bir de başta bahsettiğim, dergi öncesinde yaptığım işlere (Nieves Books ve 032c) hala devam ediyorum, ve zaman zaman küratoryal ve freelance işler de yaptığım oluyor... Apartamento bizim aşk projemiz, onun dışında hepimiz kendi işlerimizle meşgulüz, ve dergiyi özel ve çeşitli kılan da bu bence.
En sevdiğiniz yazarlar ve kurgu karakterler hangileri? MV: Jocko Weyland, Witold Rybczynski ve Amanda Maxwell. OS: Dürüst olmak gerekirse pek fazla kurgu karakter yok sevdiğim, gerçek karakterleri her zaman tercih etmişimdir. Geçenlerde, 1950’lerde basılmış The Private Life of Pablo Picasso diye harika bir kitap aldım ve Picasso’nun gündelik hayatıyla ilgili bulabileceğiniz en iyi kitap bence. Fransa’nın güneyindeki evinde geçen harika bir hayat hikayesi ve güzel fotoğraflar... Bir kitaptan çok bir film gibi... NA: Çağdaş Amerikan yazarlarının hepsini seviyorum, bence şimdiye kadar bu denli iyi bir yazar jenerasyonu hiç var olmadı. Donna Tartt’ın Goldfinch’ini yeni bitirdim, bestseller olmasına rağmen çok çok iyi. Kitaptaki ana karaktere özellikle bayıldım, hatta bence o yeni nesil Holden Caulfield! Perec’le bitirelim. “Esas sorgulamamız gerekenler; tuğlalar, beton, cam, sofra alışkanlıklarımız, kullandığımız araç gereçler, vakit geçirme biçimimiz, yaşam ahengimiz... Evet, yaşıyoruz, nefes alıyoruz, doğru; yürüyoruz, merdivenlerden aşağı iniyoruz, yemek yemek için bir masaya oturuyoruz, uyumak için bir yatağa yatıyoruz. Nasıl? Nerede? Neden?” NA: Biz de aslında bu konuyu uzun süre sorguladık ama sonra Rolf Fehlbaum bir akşam yemeğinde çok doğru bir tespit yaptı ve aydınlandık; “Biz anti-burjuva falan değiliz, biz aslında yeni burjuvayız.” Bana kalırsa nesnelerin en az iki amacı var: birincisi, gereksinimleri karşılıyorlar (mesela bir kaşık gibi); ikincisi, belli bir sınıfa aidiyeti sembolize ediyorlar (eski gümüş kaşığa karşı Alessi kaşık gibi). Nesneleri ya da insanların yaşama biçimlerini bu şekilde sorguladığınızda, zamanın geçmesiyle anlamların değiştiğini görürsünüz. Yani, sınıf zamanla kendine yeni semboller edinir. OS: Bu söz bana da şunu düşündürtüyor; hayattaki en sıradan şeylerde olağan dışı yönler keşfetmeye çalışmalıyız, zira görkemli olan çoğu zaman sıradanlıkta saklıdır.
Apartamento için herhangi birinin kapısını çalabilseniz bu kim olurdu? NA: David Hockney. OS: David Hockney. MV: Ben sizin kadar net olamayacağım galiba. Çok fazla isim var, ve aklımdaki liste sık sık değişiyor... Bu yaz ne için sabırsızlanıyorsunuz? NA: Denizde yüzmek. OS: Henüz hiç plan yapmadım. Denize yakın herhangi bir yerde biraz boş zaman, tek beklentim bu. Geçtiğimiz haftanın en keyifli anı neydi? NA: New York’ta bir lansmanımız vardı ve hepimiz oradaydık. Her şey harikaydı. OS: Miami’den New York’a dönmenin verdiği eve dönüş hissi. 29
INTERVIEW/lıterature
M. J. CARTER
Bir Zamanlar Hindistan’da... Miranda Carter, M. J. Carter olarak The Strangler Vine’ı yazmadan evvel, tarihçi kimliğine uygun bir biçimde biyografik kitaplar yazıyordu; bu tarzda iki kocaman kitaba 15 senesini verdikten sonra, artık farklı bir şeyler yapması gerektiğine karar veriyor ve yine tarih geçmişini de yanına alarak kendini kurgunun sürprizlerle dolu dünyasına bırakıyor. Carter’ın ilk romanı The Strangler Vine ile 1837 senesine, İngiliz Doğu Hindistan Kumpanyası hakimiyetindeki Hindistan’a gidiyoruz; kahramanlarımız Blake ve Avery, ortadan kaybolan esrarengiz şair Xavier Mountstuart’ın izini sürerken, bir yandan da William Sleeman ve Hindistan’ın gotik haydutları Thug’larla tanışma şerefine nail oluyoruz. röportaj aslı arduman fotoğraf roderick field
XOXO The Mag
Aslında bir tarihçisin ve ilk romanın The Strangler Vine’dan önce yazdığın kitaplar biyografik, kurgusal olmayan türden kitaplar. Kurgu yazmaya nasıl karar verdin? The Strangler Vine’dan önce yazdığım iki kitabı tamamlamam tam 15 senemi aldı. İlki aynı anda hem bir İngiliz sanat tarihçisi hem de Rus casus olan Anthony Blunt’ın biyografisiydi, diğeriyse Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı öncesindeki yılları konu alıyordu. Ve bir cümleyi neredeyse bir ayda yazıyordum, çünkü kağıda dökmeden önce her şeyi iyice araştırmam ve doğruluğundan emin olmam gerekiyordu. Anlayacağınız bu iki kitaptan sonra artık farklı bir şeyler yapmanın vakti gelmişti. Ama neticede tarih benim hayatım ve dolayısıyla yine tarihi temel alan bir şeyler yapmalıydım. Yine yazmaya devam etmek ama daha hızlı yazabilmek, tarih bilgimi kullanabilmek ve bunun yanında bir şeyler uydurmak; bunlar, kulağa oldukça eğlenceli geliyordu ama tabii başta bunu başarabileceğimden emin değildim. Önceki kitabımın satışlarından birikmiş bir miktar param vardı ve sonunda bu işe girişmeye karar verdim, ve sonuç da hiç fena olmadı, sanırım...
romantik bir tarafı var. Söylentilere göre, Hindistan yollarında seyahat eden yolcularla ahbap oluyor ve onların güvenini kazanıyorlar, sonra derken bir gece, herkes kamp ateşinin etrafında otururken Thug’lar bir anda kurbanlarının arkasına geçip onları saniyeler içerisinde öldürüyorlar. Daha sonra da onları kazdıkları çukurlara gömüyorlar, tabii her şeyi çalıyorlar ve geride hiçbir şey bırakmadıklarından kimse onların varlıklarından haberdar olamıyor. Ayrıca sürekli kılık değiştiriyorlar ve oldukça cana yakın ve etkileyici olmalarıyla ünlüler; öyle ki kurbanlarına müzik çalıyorlar, onlara hikayeler anlatıyorlar. Yani bir bakıma mitolojik karakterler gibiler. Ve bir de Kali adında bir tanrıçaya tapındıkları ve insanları onun için kurban ettikleri söyleniyor. İngilizlerin onları, Doğu’nun kötülük kaynağı olduğu iddiasını doğrulamak için kullanmaları haricinde bir de Thug’ların aktif olduğu dönem tam da İngiltere’de Frankenstein’ın ve vampirlerle ilgili hikayelerin çıktığı zamana denk geliyor; yani İngilizlerin tam da bu tarz hikayelere meraklı olduğu bir dönemde var olmaları onları daha da ilgi çekici hale getiriyor.
Eh o zaman, bundan sonra hep roman yazmaya devam edeceksindir. Kesinlikle. Zaten The Strangler Vine’ın devam kitabını yeni bitirdim, ve yayıneviyle de üç kitap yazmam üzerine anlaştık; yani aynı karakterlerin yer aldığı iki roman daha yayınlanacak.
Thug’lar yakın tarihte edebiyata ya da sinemaya konu oldu mu? Tabii! Hatta belki biliyorsundur, ‘thug’ aslında İngilizceye de geçmiş bir kelime; eşkıya anlamına geliyor, hatta holiganlar için de kullanılıyor. Daha sonra bu kelime ABD’ye de gidiyor ve orada da Tupac Shakur’la birlikte rapper’lar tarafından benimseniyor. Dolayısıyla aslında çok uzun soluklu bir kelime. Bu Hintli haydutlarsa, eskiden beri ara ara İngiliz edebiyatında beliriyorlar. Yakın tarihli örneklere gelecek olursak da, 1980’lere atlayıp ikinci Indiana Jones filminden, Indiana Jones and the Temple of Doom’dan bahsedebiliriz. Tabii burada Thug’lar oldukça abartılı ve gerçek dışı bir biçimde canlandırılıyorlar ve hatta Hindistan hükümeti senaryoyu gördüğünde bu ırkçı anlatımdan dolayı dehşete kapılıyor ve Steven Spielberg’ün filmi Hindistan’da çekmesine izin vermiyor. Film sonunda Sri Lanka’da çekiliyor. Bunların yanı sıra son yıllarda Hintli yazarlar tarafından yazılmış Thug’ları konu alan kitaplar da yayınlandı; mesela Tabish Khair’in 2010 tarihli The Thing About Thugs adlı kitabı.
Ana karakterlerin Blake ve Avery nasıl ortaya çıktı? Onları yaratmak ayrı bir zevkti benim için. 15 yıldır kafamda zaten hep bir İngiliz dedektif vardı, çünkü kendimi bildim bileli hep İngiliz suç kitaplarını çok sevmişimdir. Aklımdaki dedektif de, işçi sınıfından, zeki, sınıf ayrımının oldukça belirgin olduğu 19. yüzyıl İngiltere’sinde yaşayan birisiydi. Sonra Hindistan’daki Thug’lara merak sardım ve bu konuda kitaplar okumaya başladım. Ve böylece kafamdaki dedektifle Thug’ların bir araya geldiği bir roman yazmaya karar verdim. Fakat bir yandan da, sürekli olarak bu dedektifin kafasının içinde olmak istemediğimi fark ettim, zira hikayeyi anlatırken her an her şeyden haberdar bir anlatımla yazma fikri bana doğru gelmedi. Ve eğer hikaye Hindistan’da geçecekse, hikayeyi bu ülkeyi çok iyi bilmeyen birisinin ağzından anlatmak daha mantıklıydı, çünkü ben de Hindistan’ı çok iyi tanımıyordum. Böylece Avery karakteri ortaya çıktı.
Biraz önce de bahsettiğin, kitaptaki karakterlerden ve aynı zamanda gerçek hayatta da yaşamış olan William Sleeman da oldukça enteresan. Öyle ki Telegraph için yazdığın makalede, yabani çocuklara ilgisinden dolayı Kipling’in The Jungle Book’una ilham kaynağı olmuş ve hatta Hindistan’da ilk dinozor fosillerini bulan da kendisi... Evet, öte yandan tüm bunlara karşın aynı zamanda da unutulmuş bir insan, zira İngiltere sömürgeci geçmişinden epeyce rahatsızlık ve utanç duyuyor, dolayısıyla da bu dönemleri unutmayı tercih ediyor. Sleeman dediğin gibi inanılmaz derecede ilginç bir karakter, ama tarihin tozlu sayfalarına gömülmüş, ve bugüne dek kimse Hindistan tarihinin bu yıllarına değinen bir çalışmada bulunmamış. Bu durumda ben Sleeman’ı yeniden diriltmiş oldum. Söylediğin gibi fosilleri keşfetmesi ve yabani çocuklar hakkında hikayeler biriktirmesinden dolayı Kipling’e ilham vermesi dışında mesela, ülkede nerede savaş çıksa Sleeman o bölgeye mango ağaçları diktiriyormuş, ki insanlar ağaçların altında dinlenebilsin ve yiyecek bir şeyler bulabilsin diye... Sanırım Hindistan’ı hem çok seviyordu hem de bir yandan da küçük görüyordu, ki bu da aslına bakarsan sömürgecilik söz konusu olduğunda epey alışılageldik bir yaklaşım.
1830’ların Hindistan’ına olan merakın nasıl doğdu? Eşimin annesi Hindistan’da yaşayan İrlandalı katolik bir rahibeydi; burada tam 12 yıl yaşamış ve sonra rahibeliğe daha fazla devam etmek istemediğine karar verip İngiltere’ye geri dönmüş, eşimin babasıyla tanışıp evlenmiş. Aslına bakarsanız, Hindistan’dan çok fazla bahsetmiyordu; konuştuğu tek bir konu vardı, o da; William Sleeman ve Thug’lardı. Ve bu konu bence, İngilizler ve Hindistan arasındaki mitolojinin önemli bir parçası olması açısından gerçekten çok enteresandı. İnsan, ister istemez, Thug’ların varlığını sorgulamak durumunda kalıyordu. Kim bilir belki de, İngilizlerin Hindistan’daki varlıklarını haklı çıkarmak için ortaya attıkları bir mitten ibaretti Thug’lar; böylece, onları mazeret göstererek, “Yerel prenslerin umurunda bile değilken, biz kötü adamlarla savaşıyoruz, burada olmamız Hindistan’ın yararına” gibi söylemlerde bulunabiliyorlardı. Dönem olarak 1837’yi seçmem de William Sleeman’ın bu dönemde Thug’ları epeyce zorlamasından kaynaklanıyor. Ayrıca bir de ikinci kitabın 1840’ların başında İngiltere’de geçmesini istiyordum, dolayısıyla bu açıdan da The Strangler Vine’ın 1830’ların sonlarına denk gelmesi benim için iyi bir zamanlama oldu.
Bir de malum esrarengiz şair Xavier Mountstuart karakteri var; roman boyunca Blake ve Avery, kayıplara karışmış olan bu eksantrik karakteri bulmaya çalışıyorlar. Mountstuart’ın arkasındaki ilham kaynağın ne? Çok eğlenceli bir karakter, değil mi? Doğrusu Lord Byron’dan esinlendiğimi söyleyebilirim. Ve bir de mesela Hindistan gibi ülkelere gidip son derece egzotik yaşamlar süren İngiliz karakterler vardır;
Peki Thug’lar, İngilizlerin Hindistan’daki sömürge yönetimini haklı göstermek için kullandıkları bir mazeret olmaları haricinde nasıl bir önem taşıyorlar? Düşündüğünüzde bu haydutların müthiş gotik ve bir yandan da 31
bunlardan birisi de Richard Francis Burton -kendisi kılık değiştirerek Mekke’ye giden ilk beyaz adam olarak da bilinir, aynı zamanda da Kama Sutra’yı ilk defa İngilizceye çeviren kişidir. Yani Mountstuart için Richard Burton ve Lord Byron karışımı denebilir. Dolayısıyla da yazması oldukça keyifli bir karakterdi benim için. Bu arada romandaki mekan tasvirleri -özellikle saraylar ve bahçeler- inanılmaz detaylı. Biraz araştırma sürecinden bahseder misin? Öncelikle iki haftalığına ailemi de alıp Hindistan’a gittim. Günümüzdeki adı Madhya Pradesh olan, turistlerin pek uğramadığı bir bölgeye gittik. Ve oranın yerlisi olan birkaç kişiyle birlikte etrafı gezdim, bitki örtüsü hakkında bilgi edindim. Bunun dışında tabii tonla kitap okudum. Bir şekilde Sleeman’ın yeğeninin yazdığı bir mektuba rastladım ve burada Sleeman’ın Jabalpur’daki bahçesi müthiş detaylı bir biçimde tasvir ediliyordu. Tüm bu detaylar da romanı ve karakterleri daha inandırıcı kıldı sanırım. The Strangler Vine’ın devam kitabı 1840’ta İngiltere’de geçiyor dedin, peki üçüncü kitabı yazmaya başladın mı? Evet, Londra’da geçiyor. Dediğim gibi ikinciyi yeni tamamladım ve üçüncüye başlamadan evvel biraz uykuya ihtiyacım var. Ama üçüncü kitabın da Londra’da geçeceğini söyleyebilirim. 1840’ların İngiltere’si bana oldukça enteresan geliyor; zira bu dönemde bir sürü gelişme oldu, atlardan trenlere, mektuptan telgrafa geçildi ve Londra bu dönemde iki milyon nüfusla kocaman bir şehre dönüştü, bunun dışında ilk defa İngiltere’yle Amerika arasında gemiler gidip gelmeye başladı... Daha fazlasını yazmak için yayıneviyle anlaşabilirsem, İtalya’da ve Amerika’da geçen iki kitap daha yazmayı planlıyorum.
Devam kitaplarında daha çok kadın karaktere rastlayacak mıyız dersin? Kesinlikle. İkinci kitapta çok daha fazla kadın karakter var. Aslında The Strangler Vine’ı ilk yazmaya başladığımda Sleeman’ın karısına daha çok yer vermeyi düşünmüştüm ama sonra, bir şekilde, olmadı. Sonuçta o zamanların Hindistan’ı fazlasıyla erkeklerin domine ettiği bir dünyaydı. Fakat yeni kitapta bir sürü ilginç kadın karakter yer alıyor. Bunun dışında iki ana karakterinin de erkek olması neden kaynaklanıyor? İtiraf etmeliyim ki, biyografik kitaplar yazdığım sırada hep sorunlu adamlar hakkında yazdım sanırım. Kendini anlamakta güçlük çeken, bir sürü problemi olan adamlar ilgimi çekiyor... Hangi dönemde ve nerede yaşamak isterdin? Çocukken Orta Çağ’da yaşadığımı hayal ederdim. Ama sonra sifonu olmayan tuvaletleri, çikolata ve antibiyotiğin var olmadığı bir hayatı düşününce şimdiki zamanı yeğlediğime karar verdim! Tarihe olan merakım hep devam etti ama yine de şu anda yaşadığım dönemde kalmayı tercih ederim. Bitirmeden şu aralar neler okuduğunu da sormak istiyorum. Donna Tartt’ın The Goldfinch’ini yeni bitirdim ve gerçekten harika bir kitap. Bunun dışında Hannah Kent’in Burial Rites’ı da çok hoşuma gitti. Baileys Women’s Prize for Fiction’ı kazanan Eimear McBride’ın romanı A Girl Is a Half-Formed Thing’i de çok merak ediyorum; herkes çok iyi olduğunu söylüyor. Ayrıca Lydia Davis ve Lorrie Moore’un kısa öykülerini de çok seviyorum. Şu ara bir de bolca 19. yüzyıl edebiyatı, özellikle de Charles Dickens’ın kitaplarını okuyorum.
XOXO The Mag
INTERVIEW/vıdeo
WENDY MORGAN
Dance and Transcend
Wendy Morgan’ın yönetmenlik kariyeri, tam 14 sene önce, o sırada çalıştığı yapım şirketindeki işinden bezdiği sırada, son derece gelişigüzel bir biçimde başlıyor; zira video yönetmeni olmak gibi bir planı yokken, izlemeye gittiği bir konser esnasında, bir anda, “Neden olmasın?” diyor kendi kendine. Şimdilerdeyse Gnarls Barkley, Janelle Monáe ve C2C gibi isimlere çektiği videolarla tanınıyor Morgan. Bu videoların ortak noktaları ise, dans ve bir miktar da bilim kurgu. Kanadalı yönetmen Wendy Morgan ile Vancouver’da, Moka Only ile başlayan kariyerinden, dansa olan ilgisine ve ilham kaynaklarına uzanan söyleşimize buyurunuz. röportaj füsun arpacıoğlu fotoğraf wendy morgan’ın izniyle
XOXO The Mag
Gnarls Barkley, Going On
Janelle Monáe, Tightrope
Video yönetmeni olmadan evvel, Kanada’da B-filmler yapan bir yapım şirketinde prodüksiyon asistanı olarak çalışıyordun ve sonra müzik videoları yönetmenliği geldi. Yönetmen olmak gibi bir planım yoktu ama muhtemelen aklımın bir köşesinde bekleyen bir düşünceydi bu. Neticede yapım şirketinde çalışmaktan sıkılmaya başladım. O sıralar Vancouver’da yaşıyordum ve bir akşam Kool Keith’i izlemeye gittim. Kool Keith öncesindeyse yerel bir hip hop sanatçısı olan Moka Only sahne aldı, ve onun performansından gerçekten çok etkilendim. O anda onun için bir video çekmem gerektiğine karar verdim. Birkaç hafta sonra bir yerde tesadüfen karşılaştık, bunun üzerine onun yanına gittim ve bu fikrimden bahsettim. Daha önce hiç video çekmemiş olmama rağmen bu önerimi kabul etti. Yanlış hatırlamıyorsam sonrasında babamdan bir miktar para aldım ve sonuçta Moka’nın ‘Imagine Me’ adlı parçasına çok düşük bütçeli ve tuhaf bir video çektik. Videoda Moka bir sürü farklı işte çalışıyor; köpek gezdiriciliği, restoran şefliği gibi... Hatta biraz ‘anti rap’ bir video oldu.
ilham vericiydi; hayata bakışı, yeteneği ve çalışma disipliniyle şimdiye dek çalıştığım hiçbir sanatçıya benzemiyordu. ‘Tightrope’taki inanılmaz koreografi Monáe’nin kendisine mi ait? Evet, tamamen Janelle’e ait. Videodaki dansçılar da Charles Riley ya da namıdiğer “Lil Buck”, Ladia Yates, Marico Flake ve Dmonte Young; hepsi Memphis’ten geldi ve Jookin denen bir tarzda dans ettiler. Herkes bir hafta boyunca birlikte takıldı ve workshop’lar düzenledi ve dans da bu şekilde ortaya çıktı. Gnarls Barkley’nin ‘Going On’u için çektiğin video, TIME Magazine tarafından tüm zamanların en iyi 30 videosundan biri seçildi. Biraz da bu videodan bahseder misin? Şarkıyı daha ilk dinleyişte aklıma hemen bir fikrin geldiği o şanslı anlardan biriydi... O yıl Kenya ve Tanzanya’yı ziyaret etmiştim ve sanırım bana ilham veren de bu seyahatim oldu. Bir anda, videonun fütüristik ve ütopik bir Afrika’da geçmesi gerektiğini düşündüm.
B-filmlerden etkilendin mi peki? Umarım hayır! Yani en azından ben etkilenmediğimi düşünüyorum.
C2C’nin ‘Happy’ videosu da ‘Tightrope’ ve ‘Going On’ gibi etkileyici bir dans üzerine kurulu; bu bir tesadüf mü? Aslına bakarsan tesadüf olduğu söylenemez; sanırım özellikle böyle canlı ve neşeli parçalar seçiyorum. Zira dansa ve dansçılara büyük bir hayranlık besliyorum ve, kutlama ve aşkınlık temalarıyla oynamayı seviyorum.
En bilinen video işlerinden biri Janelle Monáe’nin ‘Tightrope’ parçası için çektiğin video. Hikayesi ne? Doğrusu ‘Tightrope’ videosunun arkasındaki pek çok fikir Wondaland Camp’ten, yani Janelle Monáe, Chuck Lightning ve Nate Wonder’dan geldi. Hepimiz bir araya geldik ve hikaye üzerinde hep birlikte çalıştık. Bir de Sun Ra ve filmi Space Is the Place’ten ilham aldığımızı söyleyebilirim.
Peki sen de dans ediyor musun? Çocukken birkaç sene boyunca jazz dance dersleri aldım. Ama gerçek bir dansçı olmaktan çok uzaktayım. Videolarında net olarak görülen; başka boyutlara, paralel evrenlere merakın. Acaba Kurt Vonnegut ya da Douglas Adams hayranı olabilir misin? Gençliğimde bütün Kurt Vonnegut kitaplarını okudum; en sevdiğim
Peki Janelle Monáe ile bir araya gelmeniz nasıl oldu? Gnarls Barkley’nin ‘Going On’u için çektiğim videoyu çok beğenip benimle iletişime geçtiler. Birkaç verimli telefon görüşmesinden sonra da birlikte çalışmaya karar verdik. Janelle ile çalışmak son derece 35
Birlikte çalıştığın müzisyen ve gruplar video çekim sürecine ne derece dahil oluyorlar? Açıkçası bu, gruba ya da müzisyene ve videoya bağlı olarak değişiyor. Mesela Janelle Monáe sürecin her bir adımına dahil olmuştu, buna karşılık C2C ve Gnarls Barkley hiç dahil olmadılar. Bir Kanadalı olarak, Kanada’dan çıkan -Arcade Fire, Broken Social Scene, Caribou gibi- başarılı grupları düşündüğünde, müzik konusunda kendini milliyetçi hissettiğin anlar oluyor mu? Evet tabii, Kanada müzik sahnesi gerçekten müthiş; hakikaten çok fazla iyi grup var. Broken Social Scene elemanları arkadaşlarım, bayılıyorum onlara...
MTV, Eyeballs
Richmond Optical, Buck
yazarlardan birisiydi. Dolayısıyla, evet, Vonnegut’tan etkilendiğim kesin. Sanırım bilimkurguya dayanan fikirleri, natüralist ve biraz da beklenmedik ve garip ortamlara uygulamaktan hoşlanıyorum.
dolayısıyla burası benim daha yaratıcı olabiliğim bir alan. Neticede her ikisini de yapma şansım olduğu için memnunum. Peki günün birinde uzun metrajlı bir film yönetme hayalin var mı? Evet kesinlikle. Favori filmlerin ve yönetmenlerin kimler? Aklıma ilk gelenler; The Bicycle Thief, The Royal Tenenbaums, Mamma Roma ve Black Orpheus. Yönetmenlerse, Wes Anderson, Coppola’lar ve Vittorio De Sica... Aslına bakarsan öyle müthiş bir sinefil olduğum söylenemez; müziğe daha meraklı olduğum kesin. Sürekli olarak izlediğin televizyon dizileri var mı? Mad Men, True Blood ve The Wire’ı seyrettim. Fakat evde televizyonum olmadığı için pek TV seyretmiyorum. Moda filmleri hakkında ne düşünüyorsun? Geçtiğimiz kış Rag & Bone için bir film çektim, yakında yayınlanacak. Moda filmi çekme fikrini seviyorum, öte yandan da birçoğunu fazlasıyla sıkıcı buluyorum. Bana kalırsa insanlar bu alanda daha fazla risk almalı.
Gelecekte birlikte çalışmayı hayal ettiğin isimler kimler? Kanye West ya da Pharrell Williams ile çalışmayı çok isterdim. Favori müzik videosu yönetmenlerini ve son yıllarda en beğendiğin videoları da soralım... Özellikle Romain Gavras, Khalil Joseph ve Melina Matsoukas’ın işlerini çok beğeniyorum. Son yıllarda en çok hoşuma giden müzik videolarıysa, M.I.A.’in ‘Bad Girls’ ve Flying Lotus’un ‘Until the Quiet Comes’ videosu.
XOXO için bir film çekecek olsan bu nasıl bir şey olurdu? Uzak gelecekte Fas’ta geçen bir film olurdu. Yönetmen olmasaydın ne yapıyor olurdun? Roman ya da müzik yazarı olurdum, sanırım.
Video yönetmenliğinde bundan sonra olacak en büyük yenilik nedir sence? Eğer cevabı bilseydim bir sır gibi saklardım! Ama muhtemelen her şeyin interaktif bir hal alması yönünde gelişme olabilir.
Son zamanlarda yaptığın en harika keşif? Yakın zamanda Paris’e taşındım ve ne zaman ki metroya binsem ya da yürüyüşe çıksam, her seferinde küçük ama harika keşifler yapıyorum.
Aynı zamanda reklam filmlerinin de yönetmenliğini yapıyorsun; sence reklam filmi yönetmek, müzik videosu yönetmekten daha mı zorlu? İkisi birbirinden son derece farklı. Bir reklam filmi projesine yalnızca yönetmen olarak dahil oluyorum, yani fikrin ortaya çıkmasına hiçbir katkım yok. Müzik videosunda ise konsept tamamen bana ait,
Biraz da yaz planlarından bahseder misin? Üzerinde çalıştığım birkaç reklam filmi var, onları bitirmek üzereyim. Bu projeler bittikten sonra uzunca bir süre tatil yapacağım. Toronto’ya, kuzeye doğru, birkaç saat uzaklıkta bir göl var; burada yüzmeyi iple çekiyorum. Bu gölün kenarında aynı zamanda ailemin de evi var. Ve tabii bir yaşındaki oğlum Giancarlo ile vakit geçireceğim için de heyecanlıyım.
XOXO The Mag
brand Bu bir ilandır.
Anima Sana in Corpore Sano
Re-Introduction for ASICS
Birkaç sezondur sanal ve gerçek dünyadan şahitlik ettiğiniz spor giyimin yeni sezondaki moda vaftizinde bu kez ön sıradan davetlisiniz. Resmi giyinin. Tabii ASICS’lerinizi de... Kafanızı karıştırdıysak ilerleyen satırlara yönelin ve ilerleyen günlerde gelecek işbirliklerimiz için radarınızı açık tutun. yazı aslin kumdagezer
Eğer bir hikaye Uzakdoğu’da başlıyorsa içerisinde bilgelik, yüksek teknoloji, farkındalık ve sürekli gelişim kelimelerine rastlamanız kaçınılmazdır. Ve bu hikayede zaman, olay örgüsü üzerinde hak iddia etmekten çok uzaktadır. Zira milattan önce bir bilgenin hikayesi, yeni milenyumdaki bir şirket yöneticisinin kaderiyle kesişebilir. Kihachiro Onitsuka, işbu coğrafyada 1945’te başlayan hikayesinin ilk adımını, zincirlerini kırarak atıyor. Kobe’de 3 yıl boyunca işçi olarak çalışan Kihachiro, modern zaman sakinlerine soyadını ezberletmek için harekete geçiyor ve okul çocukları için ayakkabı ürettiği bir şirket açıyor. Hikayenin ikinci bölümünde Onitsuka, bilgeliği Japon mistisizmi yerine Roma İmparatorluğu’nun sade mantığında ve Juvenal’in öğretisinde buluyor: “Anime Sana in Corpore Sano.” Bildiğimiz haliyle “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.” Öğretiyi şirketinin düsturu ve adı haline getiren Onitsuka, (bkz. ASICS) sağlıklı bir vücuda kavuşmak için olabilecek en iyi spor malzemelerini üretmeye başlıyor ve ASICS dolaylı yoldan kafa yapınızı etkilemek için üretimlerine başlıyor. İlk durak, her spor dalına hizmet edebilecek çeşitlilikte bir sneaker koleksiyonu.
Uzun yıllar moda evreninin sonuncu gezegeni olarak kalan sneakerlar, hip-hop’ın tasarımcı işbirlikleri ve Hedi Slimane’ın 2004 Paris Moda Haftası’nda kuralları yıkmasıyla yörüngesini değiştirmeye başlıyor. 10 yıl süren ilerlemesinde tarihler 2014’ü gösterdiğinde, sneaker artık güneşe en yakın trend. Hal böyleyken sürekli yenilik peşinde olan ASICS de bir adım öne çıkıyor. Henüz sınıf arkadaşları altüst olan yeni kuralları ezberlemeye çalışırken, ASICS Onitsuka Tiger’lar kumaş pantolonların yeni eşi oluyor. Ve tabii ki Prince William’ın da uzun süre vazgeçmeyeceği, en sevdiği ayakkabıları (Aklınıza lacivert kazağı, bej pantolonu ve Tiger’larıyla Kate’le düğünlerine gittiği sahne gelsin). Victoria Beckham’ın bile yüksek ökçelerini terk edebildiği bir yüzyılda sneaker’ların bir moda vaftizine maruz kaldığı su götürmez ve tabii Tomy Ton’un ya da The Sartorialist’in moda haftaları güncelerinde yıl boyunca başrolü kapmaları normlar dahilinde sayılabilir. Zira trend şimdiki etkisinden uzakta, uzayın karanlık kısmında, 1980’li yılların ikinci yarısını yaşarken, ASICS, hareket eden herkesin sneaker rahatlığını hak ettiği mantığıyla Wallage Walking Shoes modelini pazara sunuyor.
XOXO The Mag
Böylelikle istisnalar listesine bir yenisini ekleyerek resmi bir yemek öncesinde yolunu spor mağazalarına düşüren erkekler kümesinin atalarını yaratıyor. Her şeyin makbul sayıldığı, trendlerin açık büfede servis edildiği günümüz moda dünyasına dönersek; yeni kuralların fani olduğunu savunanlar, sneaker’ların şöhretinin çok uzun sürmeyeceğini düşünmekten bir süre önce vazgeçmiş olmalılar. Zira FIT direktörü ve küratörü Valerie Steck söz konusu durumu, 60’larda J.F. Kennedy öncülüğünde erkeklerin şapka takmaktan vazgeçmesine benzeterek trendin kalıcılığını meşrulaştırdı. Kırmızı halıya sneaker’larıyla gelen nüfus da doğru oranda yükselişe geçip, sosyolojik çeşitliliğe maruz kaldı. Tabii rekabetin ivmesi de doğru orantıda arttı. Rüşdünü ispat ettikten kısa süre sonra rekabet içeren sporlar için tasarımlar üretmeye başlayan ASICS, pazardaki rekabet ortamının tercümesini motivasyon olarak buldu. Yapımının en zor olduğu dönemlerde, 1950’lerde, ilk basketbol ayakkabı serisini çıkaracak kadar iddialı olan, üstelik Ar-Ge henüz terminolojilerde yerini almadan tasarımlarını lise basketbol takımlarının denemelerine sunan bir markayla aynı masada oturmaktasınız. Sporun her dalıyla alametifarikası çizgilerini ve teknolojisini tanıştıran ASICS, dans ve golf ayakkabılarından kayak sonrasında giyilmek için tasarlanmış özel botlara, güreş, futbol ve tenis ayakkabılarına kadar hareketi özünde barındıran her alana kurulduğu ilk on yılda giriş yaptı. Onitsuka, adını, öğretisini ve 1966 yılında Olimpiyatlar öncesi
dönemde tasarımlarına dahil ettiği çizgilerini kolektif hafızaya işledikten sonra artık ikinci bölüme geçme zamanı: Profesyonellik ya da amatörlük seviyesinden bağımsız sporla bağı olanlardan desteğini eksik etmeyen marka, 1980’li yıllar boyunca triatlon bisikletleri, paraflight ekipmanları, line marker’lar ve ekstrem sporlar için güvenlik malzemeleri üretimine de start verdi. 2000’lerin ilk onluk bölümündeyse artık hedef mavi gezegenin dışında da var olabilmekti ve ASICS, 2009 yılında NASA için özel ayakkabılar tasarlayarak galaksi dahilinde tanınırlık elde etmeyi başardı. Yeryüzündeyse, artık Paris Moda Haftası’ndaki işbirlikleriyle, bulutlu bir Londra gününde Emma Watson ya da sıcak bir Beverly Hills sabahında Reese Witherspoon, Sophia Vergara ve Jennifer Garner üçlüsüyle buluşmasıyla, moda sahnesi ASICS’i konuşuyordu. Attığı adımları meşrulaştırmadan önce ince eleyip sık dokuyan marka, adını da aldığı öğretiyi mottosuna taşıyıp dünyayı hareket etmeye teşvik etmeye başlayalı 65 yıl oluyor. Ve tepe noktasını yaşayan spor giyim çağında adımlarını hala kendinden emin bir hızda atıyor. Çünkü 1949 yılında Kobe’de temelleri atılan bu mirasın içeriğini anlamadan kapıdan içeri girmek mümkün değil. Parolayı unuttuysanız, içinizden 3 kere tekrarlayın “Anima Sana in Corpore Sano”. Şimdi, ASICS’in çizgilerini takip ederek hareket etmeye başlayabilirsiniz. Zira yakın zamanda web sitemizde ve bu sayfalarda ASICS’i farklı formlarda sunmaya devam edeceğiz.
XOXO The Mag
INTERVIEW/people
PHILIP MANSEL
Çokkültürlü Şehirler ve Hafıza İngiliz bağımsız akademisyen Philip Mansel, Doğu Akdeniz’deki kozmopolit şehirler konusunda en önemli uzmanlardan biri. Aynı isimlerle Türkçeye de çevrilen, Konstantiniyye ve Levant, Akdeniz ve Osmanlı tarihini anlamak için birer başucu kitabı niteliği taşıyor. Philip Mansel de bir gün Beyrut’ta ertesi gün İstanbul’da kitaplarını anlatmaya devam ediyor. Biz kendisiyle Londra’da buluştuk ve çokkültürlü şehirlerin mirasını dün, bugün ve gelecek arasında mekik dokuyarak konuştuk. röportaj ali tünay fotoğraf didier girard
XOXO The Mag
neden oldu yoksa bu sizin için bilinçli bir tercih miydi? Öncelikle insanların nasıl yaşadığını ve bireylerin dönemler içerisindeki fikirlerini yansıtmaya çalıştım. Bu nedenle bazı okurlardan kitapların bir roman gibi de okunabildiğini duydum. Bununla beraber milliyetçi görüşlere itiraz etmek, meydan okumak istedim. Hakkında yazdığım şehirleri liman şehirleri olarak gördüm; Yunan, Türk veya Arap şehirleri olarak değil. Böylece bu şehirlerde nasıl bir hayat olduğunu okuyucuya göstermek istedim. Bence 20. yüzyıl yaşadığımız en karanlık ve acımasız yüzyıldı. Günümüzün yoğunlaşan baskısından kaçarak çokuluslu şehirlerin ve devletlerin bizim için bir mesajı olabileceğini insanlara düşündürmek istedim. Elimizdeki soru şu: Osmanlı İmparatorluğu veya bir başka devlet çokuluslu şehirleri nasıl yönetti ve bu şehirler nasıl bu kadar uzun süre ayakta kaldı?
Akademik kariyerinize Fransız kraliyet hayatı, hükümdarların giydiği elbiseler gibi konularla başladınız ancak sonradan dikkatinizi Doğu Akdeniz’e ve Osmanlı’nın çokkültürlü şehirlerine çevirdiğinizi görüyoruz. Bu değişim nasıl oldu? Beyrut ve Lübnan’ı her zaman sevmişimdir, lise ve üniversite yıllarımda oraları gezmiştim. 1990’larda bu konuda bir boşluk vardı ve bu şehirlerle ilgili çok az kitap bulabiliyordunuz. O dönemde ben de Londra’dan bıkmış durumdaydım ve bir şekilde tekrar Lübnan’a gitmek için bahane arıyordum. Diğer taraftan, Beyrut’u diğer Arap şehirlerinden farklı kılan nedenleri anlamak istiyordum. Bu nedenlerin bir kısmı da Beyrut’un Levanten, çokkültürlü ve uluslararası geçmişine dayanıyordu. Aynı zamanda bugün de çok moda olan, Doğu-Batı, Müslüman-Hristiyan gibi karşılaştırmalı düşüncelerle de ilgileniyordum. Bu arada bütün bunlar Fransız tarihinin de bir parçası. Muazzam bir Osmanlı-Fransız ittifakı söz konusu. Bu ittifak Fransız öğretmenlerini, demiryolu işçilerini ve Fransız rahiplerini Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli yerlerine taşımıştı. Bu insanların da Osmanlı üzerinde ciddi etkileri olmuştu. Bu yüzden, Batı Akdeniz tarihini Doğu Akdeniz’den ayırmayı doğru bulmuyorum. XIV. Louis, İstanbul ve Beyrut’u düşünürken, Londra ve Amsterdam ile de ilgili planlar yapıyordu. Sonuç olarak, bütün hayatımı Fransa hakkında yazarak geçirmek istemedim. Bu arada, Paris’in uluslararası kimliği hakkında yazmışlığım da var. Bu durum ister istemez farklı şehirlerin hikayelerine geçiş imkânı sağlıyor.
Bu durumda biraz da kullanışlı bir nostalji hissiyatından bahsedebilir miyiz? Belki de evet, ama bu her zaman için geçerli değil. Çokkültürlü şehirler milliyetçi akımlar ve din nedenli çatışmalar yüzünden çok acımasız, kanlı yerler de olabiliyordu. Sonuç olarak 1914’teki Londra, İzmir veya İstanbul bütün cevaplara sahip değil. Daha önce de belirttiğim üzere, 20. yüzyıl toplumların yok olması ve dağılmasına en keskin biçimde şahit olduğumuz bir dönem. Dolayısıyla, geçmişe çok da takılmamalıyız. Selanik ve İstanbul’u dahil etmeyelim. Beyrut, İskenderiye ve İzmir’i kıyasladığınızda ne dersiniz? Bu şehirler biraz önce bahsettiğimiz çokkültürlü mirasın bir kısmını koruyor mu? Bence çokkültürlülük bu şehirlerden neredeyse tamamen silinmiş durumda. Beyrut’ta insanlar farklı bölgelerde, birbirlerinden bağımsız farklı hayatlar yaşıyorlar. Ancak şunu da söylemek lazım; İzmir’in insanlarının İstanbul’dan daha farklı olduğu kesin. Daha Akdenizliler ve daha az dindarlar. İskenderiye ise tamamen bitmiş durumda. Hala bazı Mısırlıların İskenderiye’de Avrupa’ya daha yakın hissettiklerini duyuyorum ama bence bu hissiyat artık bir rüyadan öte değil.
Şu anda modern Türkiye’de çoğu insan ‘Levanten’ teriminin tam anlamını bilmez. Açıklayabilir misiniz? Levanten için eğer bir sözlük anlamı geliştirmek gerekirse, şunu diyebiliriz: Akdeniz’in doğusunda yaşayan Katolikler ve Protestanlar. Levanten kelimesi, ‘Le soleil levant’ (Güneş’in doğduğu yer) tabirinden doğmuştur. Ama bence Doğu Akdeniz’in şehirlerinde kimler yaşıyorsa, Müslüman veya Hristiyan fark etmeksizin Levanten olmuştur. Bu da daha az milliyetçi ve daha çok uluslararası bir yaklaşıma sahip olmak demek. Örneğin İskenderiye’deki Mısır Kraliyet Ailesi veya Atatürk’ün karısı Latife Hanım’ın ailesi bahsettiğim gibi çokkültürlü ailelerdedir. Türkiye üzerinden devam edersek; Levanten ailelerinin bir kısmı uzun yıllar İzmir’de yaşamıştır. Hala da yaşamaya devam edenleri vardır. Whittall, Giraud gibi aileleri İzmir için örnek verebiliriz. İzmir’e gelme nedenleri öncelikle ticaretti. Kapitülasyonlar sayesinde ayrıcalıkları vardı. Göreceli olarak daha az vergi ödüyorlardı. Böylece Ege Bölgesi’nin ekonomik olarak kalkınmasında öncelikli rol oynadılar. Sakız, kilim ve halıcılık, tütün, kurutulmuş meyve, ilk demiryolları, ilk futbol kulüpleri, kültürel aktiviteler, opera, müzik ve bunun gibi aktiviteleri de beraberlerinde getirdiler. İzmir’i adeta farklı bir ülkeymiş gibi hissettirdiler. Bu sayede İzmir, ‘Levant’ın İncisi’, ‘Levant’ın Parisi’ şeklinde anılmaya başladı.
İzmir’i konuşmaya devam edelim istiyorum. Sizce İzmir’in hala 20. yüzyılın başındaki potansiyeli yakalama şansı var mı? Hayır, çünkü ekonomik önemi göreceli olarak azaldı ve İstanbul, Türkiye’nin ekonomik merkezi olma rolünü üstlendi. Bu durumun biraz da Türkiye’nin Yunanistan’la olan ilişkileriyle alakalı olduğunu düşünüyorum. İkili antlaşmalar, karşılıklı ticaret, mülk hakları konusunda iki taraflı gelişmeler olabilirse İzmir’in geleceği değişebilir. Mersin’in de benzer bir potansiyele sahip olabileceğini düşünüyorum. Kuşkusuz İstanbul da bir Doğu Akdeniz şehri ve belki de şu ana kadar konuştuğumuz şehirler içerisinde en önemlisi. İstanbul’un Doğu Akdeniz’deki yerini ve kozmopolit şehirler arasındaki rolünü nasıl açıklarsınız? Çok enteresandır, biraz önce bahsettiğimiz aileler içerisinde hem İzmir’de hem de İstanbul’da faaliyetleri bulunanlar vardı. Ancak İstanbul, siyaset ve hükümet organları tarafından oldukça fazla baskı altındaydı. Buna rağmen, önemli bir ticaret limanı olmayı sürdürdü. Çok fazla insan bu şehre gelip gidiyordu, ve bu sayede, İstanbul’daki hayat bir şekilde hükümet kontrolünden kendini koruyabilmeyi başardı. İstanbul’daki insanlar İzmir’dekilerle aynı müzikleri dinliyorlardı ve orada da yine Fransızca konuşuluyordu. Yani kısaca İstanbul da müthiş bir Levanten şehriydi. Ve kuşkusuz, Pera çok eğlenceli bir yerdi...
Peki, Levantenler neden unutuldular? Kabul etmek lazım ki, Levantenlerin ülkenin ticaret hayatı üzerinde baskı kuran bir tarafları vardı. İmparatorluğun ana damarlarından beslenmeye başladılar. Doğu Akdeniz’e ve İzmir’e sadece iyi insanlar olmak için gitmediler. Para kazanmak ve kar etmek için gittiler. Ancak şunu da göz ardı etmememiz lazım; bu bölgenin zenginleşmesine de katkıda bulundular. Para kazandıkları yere tekrar yatırım yaptılar. Bu paralarla bulundukları şehirlerin altyapısını geliştirdiler. Tren yolları ve fabrikalar yapıldı. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nun o dönemdeki en önemli endüstriyel yatırımı olan İzmir’deki kordon Levanten aileler tarafından yaptırılmıştır.
Şehirlerin geleceğinden devam edelim. 21. yüzyılda şehirlerin yerini nasıl görüyorsunuz? Bence 21. yüzyıl şehirlerin dönemi olacak. Dubai diğer emirliklerden daha bağımsız daha farklı olma yolunda ilerliyor. Herkes Londra için kendi başına bir ülke gibi diyor. Tam olarak bundan yüz sene önce İstanbul, İskenderiye ve İzmir için söyledikleri gibi. İzmir 20. yüzyılın başında farklı bir ülke gibiydi. Modern dünyada aynı eğilim Hong Kong,
Konstantiniyye ve Levant kitaplarınıza baktığımız zaman, büyük, popüler kitap yapısından daha ziyade son derece detaylı akademik çalışmalar görüyoruz. Ancak, aynı zamanda bu kitapların yazım dili biraz lirik ve belki de içlerinde biraz da nostalji barındırıyor. Şehirlerin hikayeleri mi böyle yazmanıza 43
Bombay, Singapur gibi şehirlerle devam ediyor. Aynı zamanda artık belediye başkanları da çok önem kazandı. Lagos Belediye Başkanı, Nijerya Devlet Başkanı’ndan daha başarılı görülüyor. New York Belediye Başkanı artık Washington’u fazla dinlemediğini söylüyor... Zaten tarih boyunca şehirler siyasi ve kültürel hayatta bizim algıladığımızdan daha etkin olmuştur. Fransız kültüründen bahsederken aslında daha çok Paris’ten bahsederiz. Viyana ve Avusturya da benzer bir ilişkiye sahiptir. Rusya’da ise Moskova ve St. Petersburg ülkenin iki farklı yüzünü bize gösterir. Aslında şu anda Ukrayna’da olanlar da bence Putin’nin Odesa’yı istemesinden kaynaklanıyor. Geçen hafta Ukrayna’da bir gösterici, “Burası bir Rus şehridir!” diye bağırıyordu. Aslında doğru değildir. Odesa her zaman kozmopolit bir şehir olmuştur. Rusya’nın İzmir’idir. Umarım Putin Rusya’sı, Odesa’yı yutmaz. Aslında yaşamlarımız; ulusumuz ve dinimiz kadar yaşadığımız şehirler üzerine de kuruludur. Ulus-devlet ile şehirlerin arasındaki bağın kopmaya başladığına inanıyor musunuz? Evet, bence bu bağ gittikçe zayıflıyor. Geçmişte bu bağ çok mu kuvvetliydi, bilemiyorum. İzmir gibi bir şehrin ekonomisi 1650’den bu yana uluslararası ticarete bağlıdır. İskenderiye veya Londra’nın ekonomileri yerel olduğu kadar küreseldir. Bordeaux’nun ticareti ise tarihin çeşitli dönemlerinde küresel ağlara daha fazla bağlı olmuştur. Tabii şunu da belirtmek lazım; her şehir yerel polisin ve ordunun güvencesi altında büyür. Örneğin günümüzde, Ukrayna polis kuvvetlerinin hiçbir şey yapmadığını görüyoruz. Peki, polis neden bir şey yapmaz? Gizli korkular olabilir, gizli emirler olabilir. Diğer taraftan göreceli olarak bağımsız olan şehirler, örneğin Singapur ya da Dubai çok iyi durumdalar. Hong Kong da önemli bir başka örnek. Çinliler, Hong Kong’a benzeyen bir ülkede yaşamak istiyor... Bu arada kendimizi de kandırmamamız gerekiyor. Hükümetlere ihtiyacımız var. İnsanlar kendi hayatlarıyla o kadar meşgul hale geliyorlar ki, var olan ticaret hayatını koruyan orduyu unutuyorlar. Kendinizi kozmopolit olarak addeder misiniz? Evet, kesinlikle kendime kozmopolit diyebilirim. Ancak ben bile bazen Londra’daki İngilizceyi duyunca hayretler içinde kalıyorum veya kaldırımlarda turistler yüzünden yürüyememekten şikayetçi olabiliyorum. Öteki taraftan da düşününce bana bütün bunlar harika geliyor. Şehrin bugünkü halinin çocukluğumdaki Londra’dan çok daha
heyecan verici olduğunu düşünüyorum. Yeni çağın size sunduğu da aslında tam olarak bu. ‘Light’ bir küreselleşme söz konusu değil. Biraz acımasız bir sistem ama gerçek bu… Selanik, İstanbul, İzmir, Beyrut ve İskenderiye… Kitaplarınızı yazarken, bütün bu şehirlerin sokaklarında adım adım dolaştığınızı anlıyoruz. Söz konusu seyahatlerinizde nasıl bir ruh hali içerisindeydiniz? Bütün bu şehirlerin özellikle mimarisinden etkilendiğimi söyleyebilirim. Aynı zamanda son derece kozmopolit, harika insanlarla tanıştım. Özellikle Beyrut’ta müthiş bir enerji ve yaşam sevinci gözlemledim. Ancak ruh halim şehirlerin karakterlerine göre zamanla değişti. İlk başta İstanbul’a aşık oldum ama sonradan İstanbul’un beni yorduğunu söyleyebilirim. Maalesef şehrinizin eksantrikliğini biraz kaybettiğini düşünüyorum. Selanik harika bir yer ama her gittiğimde Yahudilerin başına gelenleri düşünmeden edemiyorum. İskenderiye’nin son hali ise, yine üzülerek söylüyorum, kasvetli. Şehir bakımsız bir durumda. Mübarek’in son zamanlarında iyiye doğru gittiğini düşünüyordum ancak Arap Baharı’ndan sonra ziyaret ettiğimde, şehri son derece kaotik buldum. Modern İzmir’i ise çok seviyorum. Sanırım biraz da havasıyla ilgili. Bu şehirlerin ortak özelliklerine bakarsak, geçmişlerinin altında ezilmiyorlar. Çünkü ‘şimdi, günümüz’ herkes için çok değerli. İnsanı zorlayan, farklı şehirler. Baktığınız zaman hiçbiri tamamen Arap, Türk veya Yunan kimliği taşımıyor. Siz bu şehirleri isyankar olarak tanımlarsınız. Hala bu özelliklerini koruyorlar mı? 20. yüzyıl başındaki gibi olduğunu düşünmüyorum ama örneğin İzmir hala bu özelliğini biraz koruyor. İskenderiye de Mübarek’e karşı epey isyankar bir pozisyon aldı. Selanik’e Yunanistan’daki krizin zirvesinde gittiğimde kendimi fakir bir şehirde gibi hissetmedim. Herkes sahil boyunda kafeleri doldurmuştu. Belki biraz sığ bir bakış açısı ama durum buydu. Beyrut’un en azından bir yarısı son derece isyankar. Esad hükümeti tarafından baskı altında tutulmayı reddediyorlar ve özgür bir hayat sürmeye çalışıyorlar. Bu arada tabii Beyrut’un diğer yarısı Hizbullah yanlısı ve Esad’ı destekliyor. Kısacası, bu şehirler kafanızdaki klişeleri her zaman zorluyor. Ve bence insanlara ülkeler üzerinden değil, şehirler üzerinden yaklaşırsak farklılıkları görmek ve genelleme yapmanın ne kadar zor olduğunu anlamak daha kolaylaşıyor.
XOXO The Mag
INTERVIEW/desıgn
Şule Koç
Unutmanın Evrenselliği Şule Koç, ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı’ndan mezun olur olmaz piyasada çalışmaya başlayan ve her yeni ürünüyle bizleri şaşırtan bir tasarımcı. Su’dan Black Diamond ve Sofist’e doğru çeşitlenen oturma birimleriyle daha çok akılda yer etmiş olan Koç, şu sıralar seri üretilen ürünler üzerinde çalışarak daha çok sayıda insanla temas etmek istiyor. Tasarımın evrensel diline inanan Şule ile Türkiye’de tasarımcı olmaktan, uluslararası arenadaki varlığına, gelenek ve zanaate bakış açısına uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik. röportaj hülya ertaş fotoğraf özkan önal
XOXO The Mag
Stone and more Sofist
Black Diamond
Türkiye’de tasarımcı olmak nasıl bir his? Burada tasarımcı olmak biraz yalnız hissettiriyor. Endüstriyel tasarım yönünden bakarsak endüstri ile tasarımcı arasında muazzam bir iletişim kopukluğu var. Endüstrimizin birçok ülkeye göre daha fazla gelişmiş ve üretim potansiyelimizin çok yüksek olmasına rağmen tasarımcıya ihtiyaç duyulmuyor. Sanayiciler tasarım mesleğinin hala farkında değiller. Kopukluğu gidermek için de çok fazla bir şey yapılmıyor, aslında. Bu yüzden her ortamda kendinizi anlatmak zorunda kalıyorsunuz. Öte yandan, iletişim kurduğumuzda tasarıma yönelik bir merakları olduğunu fark ediyorum. Türkiye’de tasarımcı olmak, kendi yolunu yaratmak demek. Büyük firmalar dışında kimse size proje sipariş etmiyor. Çoğu zaman gidip neler yapılabileceğini sizin onlara göstermeniz, anlatmanız gerekiyor.
insanlar daha çok şeyden haberdarlar; tasarıma yönelik genel bir ilgi oluştu ama bu, henüz, endüstriyel ürünlerdeki tasarım talebini artıracak kadar olmadı. Hangi alanda çalışmayı daha çok seviyorsun, seri üretim mi, yoksa tekil bir obje mi? Aslında şimdiye kadar mobilya ve aydınlatma tasarımları üzerinde çalıştım, bunlar daha çok tekil üretimlerdi. Doğal taş mozaikler üzerine bir çalışmam oldu, o seri üretime daha yakındı ama yine de butik bir tarafı olduğunu da söyleyebilirim. Seri üretilen tasarımlar üzerine daha çok çalışmayı, 1000 adet ve daha fazla sayıda üretilecek bir iş çıkarmayı isterim. Mobilya ve aydınlatma tasarımı seri üretime kıyasla sonucunu hızlı gördüğün bir alan olsa da, daha fazla sayıda insana ulaşma fırsatı olduğundan ötürü, seri üretilen bir tasarım üzerine de çalışmayı çok arzuluyorum.
Oysa, popüler bir kelime olarak, “tasarım” çok kullanılmaya başladı. Bir taraftan insanlarda tasarım algısının oluşması güzel. Bu kelimeyi duydukça düşünmek zorunda kalacaklar. Yine de her şey tek bir kelime olarak o potanın içine girince de tasarımın içi boşalabilir ve işlevini kaybedebilir. Ortada bir tasarım kavramı var, ama insanların tasarımcılardan henüz haberdar olmadıklarını söyleyebiliriz. Büyük firmalar daha çok büyük isimlerle adlarını duyurmaya odaklanıyor, dünyadaki diğer firmalarla aynı seviyede olduklarını göstermek için bu tip tasarımcılarla çalışıyor. Bu da kötü bir şey değil tabii, çünkü yenilik ve rekabet getiriyor. Esasında gelişmekte olan, üretim kapasitesine sahip, ama tasarımcıya ihtiyacı olmadığını düşünen firmalarla iletişime geçilmeli. Peki, bunu tasarımcı tek başına yapabilir mi? Zaten senelerdir tasarımcılar olarak, ilişki, bizlerin çabasıyla ilerliyor... Özet; bir gelişme var ama çok yavaş.
Ben seni mezuniyet projen Su’dan beri biliyorum, A Design Fair gibi etkinliklerle gençlerin daha önünün açık olduğu şanslı bir zamana denk geldin. Okuldan doğrudan piyasanın içine girdin. Okuldaki eğitim ile gerçek hayatın örtüşmemesi gibi bir durum yaşadın mı? Ürün tasarımında okul ile iş hayatının örtüştüğünü düşünüyorum. İkinci sınıftan itibaren üretim mantığı ile iç içeydik, firmalarla iletişim halindeydik. ODTÜ mezunu olduğum için, Ankara’da olmamız endüstri ile iletişim açısından biraz dezavantajlı olsa da, son sınıfta piyasadaki firmalarla ortaklaşa proje yapmamız o zinciri kırdı. Gerçek bir ürün yapıyorsun ve isterlerse onu üretiyorlar. Öğrencilerin kendilerini gösterecek bir platform bulmaları önemli, endüstride bir yerleri olduğunu görmeleri onlar için çok büyük bir avantaj.
Sence tasarımın insanların gündelik hayatına olan etkisi çoğaldı mı, tasarlanmış bir ürün almak isteyenlerin sayısı arttı mı? Bu soru aslında pek çok başka şeyle bağlantılı. Alım gücü arttı;
Geçenlerde de Paris’teki Maison et Objet fuarında bir ürününle yer aldın. Uluslararası arenada olmak nasıl bir deneyimdi? Benim için değişik bir deneyim oldu. Düzenli olarak Milano Tasarım 47
Haftası’na izleyici olarak katılmıştım ama Maison et Objet’ye ilk defa katıldım. Milano’daki daha çok prestij fuarı, Maison et Objet ise ticarete dönük bir yer. Tasarım ofislerinin olduğu holde sergilenen parçalar sadece ürün olarak oradaydı, sunum şekilleri çok sadeydi. Gelen insanların zihinlerindeyse ağırlıklı olarak ne satın alabilecekleri konusu hakimdi. O nedenle Maison et Objet’den daha sonuç odaklı, ticari dönüşler oldu. Sonrasında Belçikalı bir firma ile görüşmeye başladık mesela, gerçi henüz sonuçlanmadı... Uluslararası arenada bilinen Ayşe Birsel, Defne Koz, İnci Mutlu gibi bir grup kadın tasarımcı var. Bunun senin önünü açtığını düşünüyor musun? Ben “kadın tasarımcı” tanımlamasından uzak duruyorum, kadınla erkek tasarımcı arasında bir ayrım olduğunu düşünmediğimden kendimi de “kadın tasarımcı” olarak görmüyorum. Birlikte çalıştığım firmalarsa bir kadın tasarımcının elinden daha farklı işler çıkabileceğini düşünüyor. Öte yandan, kadın tasarımcıların ismini söyleyebilmemizin asıl sebebi sayılarının az olması. Ve artık bu isimlerin hiçbiri Türkiye’de yaşamıyorlar. Çevreleri, ortamları oldukça farklı ve uluslararası firmalarla çalışabiliyorlar. Peki, senin uluslararası firmalarla çalışma fırsatın olacak mı? Şimdi ilk deneyimimi gerçekleştirmek üzereyim. Sektöründe öncü bir yabancı firmanın tasarladığı taşıtların iç mekan tasarımına yönelik bir proje üzerine çalışıyorum. Sonuçlarını sene sonunda görmeye başlayacağız. Maison et Objet’de kurduğum bağlantılar üzerine gideceğim. Bir taraftan da Avrupa’dan insanlar buraya sıklıkla gelmeye başladı. Burası kaynayan bir kazan, her alanda değişim büyük. Örneğin, mimarlık alanından bakacak olursak, kentin dönüşümü çok ilginç. Ürün tasarımı açısındansa bu alan ekonomiyle yakından bağlantılı olduğu için, Avrupa buraya biraz da tüketici gözüyle bakıyor ve o nedenle burayla ilgileniyor... Yabancılarla çalışmaya başladıkça fark ettim ki, biz bir şeyleri değiştirmek, baştan düşünmek istemiyoruz, yapan insan olmaktan çekiniyoruz. Bu bakış açısı endüstriye zarar veriyor. Yurtdışından gelen stajyerler yaptıkları en ufak bir işte bile tasarımın nasıl farklı yapılabileceğini düşünüyorlar. Türkiye’deki endüstri de tasarımcılar da bu konuda kendini değiştirmeli. Tasarım yaparken geçmişi ve zanaatı ne kadar inceliyorsun? Yoksa seni sadece bugün mü ilgilendiriyor? Benim ilgimi çeken şey akılla yapılmış olan birikim, ki bu her kültürde var. Bunu araştırmak, öğrenmek çok faydalı. Bir problem geçmişte çok iyi bir şekilde çözülmüş olabiliyor. Bunun içinde insan deneyimi, zanaatkarın bakış açısı, malzeme deneyimi, malzemenin geldiği yer var. Geçmişe dair ürünlerin yeniden yorumlandığı tasarımlardan çok, ürünü tanımlayan yapıyı, malzemenin kullanım şeklini, dokusunu, kültürle bağını sorgulayıp, özgün işler ortaya çıkarmak gerekir diye düşünüyorum. Aslında tasarım pek çok alanın kesiştiği bir noktada duruyor; bu, zaman için de geçerli. Sadece bugünü değil, dünü ve yarını da düşünmek lazım. Bir ürün ortaya çıkardığınızda ürünün sizden bağımsız bir hayatı olmaya başlıyor; çevresini etkiliyor, çevresinden etkileniyor. Dolayısıyla, gelecek senaryolarını da düşündüğünüzde, daha sağlıklı ürünler ortaya çıkmış oluyor. İşlerine “Türk tasarımı” diye bir kavram üzerinden yaklaşıyor musun? Ben öyle bir tasarım süreci izlemiyorum. Belki bilinçaltımda bir şeyler vardır ama bunu özellikle kullanma gibi bir çabam yok. Kendi kültüründen beslenmek doğal zaten. Türk tasarımı tarifi üzerine gidip, yenilikçi şeyler çıkaranlar da olabiliyor aslında. Yine de dışarıdan bakıldığında daha oryantal ve etnik görünüyor bu çalışmalar. Eğer
özgün şeyler çıkıyorsa, bu kimliğin üzerine gitmenin değeri var, ama evrensel düşünmek lazım olabilir. Yeni malzemeler seni ne kadar heyecanlandırıyor? Genelde malzeme üzerinden yola çıkmıyorum. Şu andaki genel eğilim malzeme üzerinden, malzemenin doğası üzerinden çalışmaya dayanıyor. Bu bakış açısında malzeme, kendi formunu getiriyor. Bense ürünlerimde yapmak istediğim şeye uygun malzemeye bakıyorum. Tabii malzemenin yapısını içten içe bilerek çalışıyorum. Örneğin Sofist’in tel-kafes yapısının metal ferforje tekniği ile yapılacağını en baştan biliyorum ve tasarım da ona göre zihnimde şekilleniyor. Malzemenin karakteri zaten bir şekilde aklında oluyor. Sofist kendi kendine ürettiğin bir oturma birimi, tasarımı üzerine çalışmaya nasıl başladın? Zaten mobilya deneyimim vardı ve hep kütlesel şeyler tasarlamıştım. Kütle bazen fazlalık olabiliyor. Bir koltukta oturma pozisyonunu destekleyecek bir yüzey ile sırtına bir destek istiyorsun. Aslında bu kadar basit. O nedenle bir koltuğu fazlalıklarından arındırarak nasıl çözebileceğimi ve ona neler ekleyebileceğimi araştırmak istedim. Sofist, koltuğun bütün hacmini boşaltıp nasıl kullanabileceğim sorusu üzerine gelişti. Takip ettiğin tasarımcılar kimler? Nendo’nun ürünlerini çok seviyorum. Londra’da çalışan Benjamin Hubert adında bir tasarımcı var, onu ilginç buluyorum. İkisi farklı tarzlarda olsalar da yaklaşımlarını çok beğeniyorum. Yves Béhar’ın endüstri ürünlerinde yenilikçi yaklaşımını çok seviyorum. Türkiye’den isim sayabilir misin? Türkiye’de Tanju Özelgin’ in benim için ayrı bir yeri vardır. Okuldan profesyonel hayata geçişte onunla ortak proje yapma şansım oldu. İşini çok severek yapan ve bununla para kazanabilen harika bir insanla tanışmış oldum. Alper Böler’in ürünleştirebildiği yenilikçi fikirlerini ve Defne Koz’un ruha sahip ürünlerini beğeniyle takip ediyorum. Sen tasarım süreçlerinde nelerden besleniyorsun? Bilim haberlerini takip etmeyi seviyorum, özellikle uzayla ilgili olanları... Yaşama en basit haliyle, en temel ve geniş perspektiften bakmak ve kurallarını araştırmak ilham verici. Alıştığımız dünya aslında çok şaşırtıcı, yerinizde dursanız bile sürekli keşfedilecek bir şeyler bulduğunuz bir yapı. Geometriyi çok sevdiğim için geometrik desenlere çalışıyorum, matematik problemleri çözüyorum. Öte yandan sanatla da ilgileniyorum. Ama bir ürünü tasarlarken unutmak gerekiyor. Bilgileri çok hızlı alıyoruz; onları kolayca taklit etmemek için unutmak gerektiğini düşünüyorum. Mesela bir malzeme popüler oluyor ve birdenbire herkes onu kullanmaya başlıyor. Bir ürün için de herkesin kabul ettiği özellikler oluyor ve tasarlarken bu bildiklerimizi bozmak gerek. Bugün bunu yapmak daha da zorlaştı. Çok fazla bilgiye maruz kaldığımız için herkesten etkilenebiliyoruz. İş haricinde yaptığın bir şeyler var mı? Bu aralar video art ile ilgilenmeye, ufak çapta çekimler yapmaya çalışıyorum. Şu an nesnelerin istemsiz hareketleri üzerine bir video işi için uğraşıyorum. Tasarımla sanatı birleştiren özel projeler benim için hep özel oluyor ve mümkün olduğunca bu tür projeler için zaman yaratıyorum. Ürünlerimden bir tanesiyle biraz içine girmeye başladığım interaktivite konusu üzerine daha çok gitmek istiyorum. Bazı alternatif dijital sanat etkinliği oluşumlarına tasarım desteği veriyorum. Bunun dışında, yeni keşfettiğim wakeboard, gölde de yapılan bir spor olduğu için İstanbul’da bu yaz benim için favori aktivite olacak gibi görünüyor.
XOXO The Mag
Aeron®
reçete ile satılan tek koltuk
Authorized Herman Miller Dealer
Ayazma yolu sokak No:5 Etiler T: +90 212 263 6406 info@bms-tr.com / www.bms-tr.com
INTERVIEW/fashıon
Palmer//Harding
Mükemmel Beyaz Gömlek Hala kağıt üzerine dolmakalemle not alan kaç kişi kaldık? Ya da beyaz gömleğinin cebinde her daim bir kalem taşıyan kaç centilmen görür olduk? Niyetimiz el yazınızdan karakter analizi yapmak değil ama beyaz gömlek giyinme sıklığınız hakkında birkaç kelamımız olabilir. Nitekim, son üç sezondur Londra Moda Haftası’na sakinlik getiren Palmer//Harding’in yaratımları akabinde sizin de beyaz gömlekle aranızdaki ilişkinin dinamikleri değişebilir. Markanın yarısı Levi Palmer’ın cevaplarıysa anlayışınızı biraz daha değiştirebilir. Takip eden sayfaların akabinde kendinizi Levi’nin testine tabi tutun, beyaz gömlek giyinin ve dik durun. röportaj aslin kumdagezer fotoğraf cochi esse
XOXO The Mag
Fotoğraflar: Cochi Esse
Beyaz gömlek senin için ne ifade ediyor? Tek kelimeyle özetlememi istersen çok yönlülük. Moda tarihi boyunca demlenmiş bir kıyafet olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden de oldukça değişken ve içerisinde çokça farklı anlamlar taşıyabilen bir giysi. Bana oldukça sembolik geliyor.
endüstride bu kadar bilindik bir merkezden hareket etmek sizi korkutmuyor mu? Günün sonunda yaptığımız işin başarılı olup olmaması insanların tasarımlarımızı giydiğinde kendilerini mutlu hissetmeleriyle doğru orantılı. Bir de tabii modern tasarımı ne kadar geliştirebildiğimizle... Bunu yargılayabilmeleri için de insanların yepyeni bir denizin içerisine atılmak yerine tanıdık sularda yüzmeleri gerektiğine inanıyoruz. Böylece tüketicinin aldığı kıyafetle bir güven ilişkisi kurabileceğine, onu gerçekten anlayabileceğine ve kendisine en yakışan şekilde onu taşıyabileceğine inanıyoruz. Tüm bu süreç onu mutlu ederken bizi de başarıya götürmüş oluyor.
Malum telefondayız, sorayım: Şu anda da beyaz gömlek mi giyiniyorsun? Hayır, spiral pileli Palmer//Harding tişört ve lacivert bir pantolon var üzerimde. Az önce de bahsettiğin gömleğin tarihi yanı sizi nasıl etkiliyor? Tasarım söz konusu olduğunda zaten geçmişten feyzalmamak mümkün değil. Bizim durumumuzdaysa bu neredeyse bir gereklilik. Sürekli arşivleri karıştırıp beyaz gömleğin süreçlerini inceliyoruz. Mesela geçen koleksiyonumuz için vintage yakalara odaklanmıştık. 1920’lerin çıkarıp takılabilen yakalarını sevdiğimiz formlara entegre edip kendi versiyonlarımızı yarattık. Tabii bunun yanında istediğimizi elde edebilmek için de 400’e yakın pamuklu kumaş inceledik.
Zaten basın da, ilk koleksiyonunuza moda dünyasının pek alışık olmadığı şekilde olumlu tepki verdi. İlk koleksiyonumuz piyasaların oldukça durgun olduğu bir döneme denk geldi. Fakat o sıralarda hemen hemen tüm tasarımcılar sadece parti elbiseleri ve tuvaletler yapıyorlardı. Bizse düşünülmüş, modern ve zarif tasarımları erişilebilir ve anlaşılabilir bir formda sunduk ve sadece bir kokteylde giyilebilecek bir kıyafetten fazlasını vadettik. Bu başarının sebebi de işte tam olarak doğru zamanda doğru konsepti sunmamızdan kaynaklandı.
Sadece beyaz gömleğe odaklanmak yaratıcılık sınırlarınızı epey zorluyor olmalı. Yaratıcılık, bariyerleri olduğunda daha fazla tetiklenen bir süreç. Bu yüzden biz de kendi sınırlarımızı kendimiz çizdik ve sadece tek bir kıyafete odaklanmayı seçtik. Bu da kısa zamanda bizim kartvizitimiz oldu. Şimdi de başlarken çektiğimiz duvarları tasarım düsturumuzla yıkmaya çalışıyoruz.
Podyumun vadettiği trend tepsisi gittikçe karmaşıklaşırken aslında kreatif sektöre mensup birçok kişinin giyimi de bir o kadar sadeleşiyor. Sence bu bir tepki mi? Kabul edelim, günümüzde eski jenerasyonların düşünmediği, düşünmeyi hayal bile edemediği birçok şey için kafa yoruyoruz. Ayrıca sosyal medya, akıllı telefonlar, internet ve global ulaşım bence, bizi olmamız gerektiğinden daha fazla birbirimize bağlıyor.
Hemen hemen tüm tasarımcıların sıradışılık üzerine gittiği bir 51
Fotoğraf: Cecilie Harris
Ve böyle bir resimde, giyim kuşam kuralları, her gittiğin yere göre ayrı kıyafetler giyinmek fazlaca zaman isteyen bir durum oluyor. Tüm bunların üzerine bir de kişisel düşünecekler listesi eklendiğinde insanların moda ihtiyaçları eskisinden çok daha farklı oluyor. Bence bugünün ihtiyaçları dahilinde moda, kolay ve anlaşılır olmalı. Yaygaraya mahal vermeden insanların hayatlarına entegre olabilmeli. Mükemmel beyaz gömlek denen şey gerçek mi? Muhtemelen. Ama bu bir mağazada görüp anında anlayabileceğiniz bir şey değil. Bence, mükemmel gömlek ancak yaşanmışlıkla ve kurulan bağla bulunabilir. Kulağa fazlaca romantik geliyor olabilir, fakat, genel olarak kıyafetlerin yaşanmışlıklarının onları değerli kıldığını düşünüyorum. Zaten markamızın özünde de tam olarak bu tarihi nosyon yatıyor.
Renklerle aranız nasıl? Beyaz gömlek başlı başına, giyinen kişiye bir övgü gibi. En azından biz öyle düşünüyoruz. Dolayısıyla renklerle ilişkimiz biraz geç başladı. Fakat son koleksiyonlarımızda renklerle ne kadar derinlikli çalışabildiğimizi fark ettik ve estetiğimize ekleme kararı aldık. Gömlek, çıkış noktası itibarıyla resmi bir kıyafet, fakat günümüz kodları onu spor giyimle bile birleştiriyor. Palmer//Harding’in bu konudaki estetiği nerede duruyor? Açıkçası spor giyime çok daha fazla resmiyet eklenebileceğini düşünüyoruz. Sanırım markamızın estetiğini ve durduğu yeri de bu cümle çok iyi özetliyor. Tasarım ve kıyafet minvalinde esnek olabildiğimiz bir yerlerdeyiz.
Peki inovasyon markanın neresinde duruyor? Tam göbeğinde, tarihi dokunun yanı başında. Kıyafetlerimize mimari bakış açıları eklemek için uzun saatler boyunca çalışıyoruz. Sanırım yeniliğe en açık olduğumuz yer kalıplarımız ve kalıp çıkarma sürecimiz.
Beyaz gömlek sanki kendine has bir kokuya sahip olmalı gibi hissettiriyor... Tasarımlarınızın metaforik kokusu nasıl olurdu? Yazın bitmeye yüz tuttuğu ve sonbaharın kendini göstermeye başladığı günlerde, yüzünüze vuran tatlı bir meltem gibi. Nostaljik ama heyecan verici... Aynı zamanda taze, canlı ama içten içe sıcak bir kokusu olurdu.
Sürekli ve en hızlı şekilde yenilik talep eden bir endüstride zanaatı nasıl dengede tutuyorsunuz? Hiç kolay olmadığını itiraf edebilirim. Her şey zamanlamada bitiyor aslında. Takviminizi, günlerinizi hatta saatlerinizi bu telaşlı endüstrinin size verdiği zaman dilimleri içerisinde yaratıcılığa yeterince vakit ayıracak şekilde planlamalısınız. Söylemesi bile zor oldu...
Bu arada Murphy Yasaları’ndan biri de beyaz gömleğe bir şeyler dökmek olmalı... Sana bu konuda bir sır verebilirim: Beyaz gömlek sürekli giyildiğinde sahibine doğru duruş ve zarafet empoze eden bir kıyafet. Ve devamlı bunları düşündüğünüzde doğanızda olan, bir şeyler dökme içgüdünüz bir şekilde eğitiliyor ve daha az dökmeye başlıyorsunuz.
XOXO The Mag
Fotoğraflar: Cochi Esse
Peki, konuyu değiştirelim, moda dünyasında ciddiye alınmak için ne yapmak gerekir? Orijinal, inatçı, nazik ve düşünceli olmak gerektiğine inanıyorum. Bunun yanında asla cadaloz olmamalı, gıcık davranmamalı ve her daim dakik olmalısınız.
Düşüncenizi nasıl hayata geçirdiniz? Çok kişisel bir noktadan başladık aslında. Aynı eve taşınıp birbirimizin işlerini eleştirdik. Bir noktada bu, işbirliğine, beraber geliştirilen projelere ve sonunda beraber çalışmaya kadar geldi. En son ne hakkında tartıştınız? İlkbahar-Yaz 2015 kadın koleksiyonumuzun mood’u ve ilhamları hakkında...
Tasarım objesi gömlek olduğunda kadın giyim ve erkek giyim farkı sana ne ifade ediyor? Cinsiyet ayrımı, tasarımlara çok temel noktalarda yansıyor. Fakat itiraf etmeliyim, alan kullanımı ve siluet konusunda kadın gömlekleri bize çok daha fazla özgürlük tanıyor.
Beyaz gömlek ve kağıt kelimelerini, markanızın bakış açısını anlatacak bir cümlenin içerisinde kullanmanı istesek... Hem beyaz gömlek hem de kağıt, birinin en derin duygularını ve yaratıcılığını paylaşabildiği yegane kanvas ve ikisinin de olmadığı bir dünyada, bildiğimiz anlamıyla toplumun var olması imkansız olurdu.
Kadınlar erkeklere ait olan bu kıyafeti neden bu kadar çok benimsediler dersin? Gücü sembolize ediyor ve bence beyaz gömlek giyinen bir kadın her zaman biraz daha seksi görünüyor.
SHOWSTUDIO’yla beraber yaptığınız AW 2014 filmi epey ses getirmişti. Moda filmleri bildiğimiz anlamda pazarlamanın ve markayı anlatmanın yeni yolu mu sence? Kesinlikle. Tabii bu bildiğimiz anlamdaki pazarlama yöntemlerinin artık geçerli olmadığı ya da yakın zamanda olmayacağı gibi okunmamalı. Fakat moda filmleri, bence, yaratıcılığı ve duyguları, defile ya da look book’ların anlatamadığı şekilde ifade etmenin bir yolu. Palmer//Harding içinse yaratıcı zihinlerimize antrenman yaptırmanın bir başka şekli.
Aslında kadınlar erkek gardırobuna ait olan hemen her kıyafeti benimsediler. Neden erkekler bu konuda tutucu kaldılar? Bence kadınlar erkeklerden daha özgüvenli ve özgünler. Tarih boyunca erkeğin görevi bir yük hayvanınkinden farksızdı. Bu yüzden de her konuda fikren çok daha tutucu kaldılar. Markanın diğer yarısı, Matthew’la nasıl tanıştınız? İkimiz de Central Saint Martins’te okuyorduk. Ben erkek giyim o da kadın giyim üzerine çalışıyordu. Ve neden güçlerimizi birleştirmeyelim diye düşündük.
İlkbahar-Yaz 2015 için hazırladığınız filmde Sam Oldham’ın olacağını biliyoruz. Beklentiyi biraz daha artırmak ister misin? Tabii ki, güç, zarafet, kuvvet ve kırılganlık görmeyi bekleyin. 53
INTERVIEW/whatever
SHIRLEY MANSON
A Feisty Woman
Shirley Manson ile, ISTANBUL’74’ün davetlisi olarak ISTANCOOL - İstanbul Uluslararası Sanat & Kültür Festivali için şehrimize geldiğinde tanıştık; müzisyen kimliği dışında öne çıkan başka yönleri de olduğunu biliyorduk elbet, fakat bunlara kendisiyle yüz yüze bir sohbet esnasında değinmek epey heyecan vericiydi... O halde heyecanımıza ortaklık etmek için, Manson ile biraz müzik ve biraz da feminizm sularında seyreden söyleşimize buyurunuz. röportaj aslı arduman fotoğraf özkan önal
XOXO The Mag
Shirley, bize biraz İstanbul ziyaretinden bahseder misin? Şu anda neden buradayız? Buraya Istanbul’74’ün davetlisi olarak, Istancool - İstanbul Uluslararası Sanat & Kültür Festivali’ne katılmak üzere geldim. Bu benim için çok cazip bir fırsat oldu, çünkü her şeyden önce İstanbul en sevdiğim şehirlerden biri. Bunun yanı sıra, son zamanlarda, özellikle ABD’de, gittikçe kültürden uzaklaştığımızı hissediyorum; kültür ve sanat söz konusu olduğunda bir diyalog eksikliği olduğunu gözlemliyorum. Yavaş yavaş reality TV dünyasında kayboluyoruz ve bu esnada, gerçek sanatçıları unutuyoruz. Dolayısıyla da bu festivalin bazı şeyleri dile getirmek için güzel bir fırsat yarattığını düşünüyorum.
20 yılı aşkın süredir müzik yapıyorsun; seni bunca senedir motive eden nedir? Sanırım meydan okuma isteği. Ve bunun dışında, müzik insanın kendisini ifade edebilmesi için gerçek bir fırsat sunuyor; toplumun da artık son derece sabırsız olduğunu ve kimsenin kimseyi dinlemek istemediğini düşündüğümüzde, insanlara bir şeyler anlatabilmenin en iyi yolunun müzik olduğuna inanıyorum.
Peki İstanbul’u değişmiş buldun mu? İstanbul’a önceden iki kez konser için, bir kere de bir video çekimi için geldim. Yani bu dördüncü gelişim. Ve aslına bakarsan yerinde bir soru sordun, çünkü bana kalırsa şehir oldukça değişmiş. Buraya ilk defa 1999’da geldim ve gerçekten muhteşem bir şehir olduğunu düşündüm ama bir yandan da yıkık dökük bir tarafı vardı -yine de çok güzeldi bence. Binaların çoğu oldukça bakımsızdı, sanki her an yıkılacakmış gibi görünüyordu. Bu gelişimde, bu durumun büyük ölçüde ortadan kalktığını fark ettim; yıkık dökük binalar eskisi kadar göze çarpmıyor ve şehir daha ziyade tipik bir büyükşehir gibi gözüküyor.
Turneye çıkmak seni hala heyecanlandırıyor mu? Turnede olmayı gerçekten çok seviyorum ve sanırım bende bir tuhaflık var çünkü tanıdığım kimse bu konuda benim gibi hissetmiyor. Fakat benim için müzisyen olmanın en büyük getirisi seyahat etmek, pek çok insanın hayal bile edemeyeceği yerleri görebilmek... Dünyanın her bir tarafını gezdim, muhteşem şeylerle karşılaştım ve tüm bunlar müzik sayesinde gerçekleşti. Bunun yanı sıra, insanları mutlu etmeyi seviyorum; konser sırasında seyircilerin yaşadığı heyecana, iyi vakit geçirmelerine ve hatta bazen duygulanıp ağlamalarına tanık olmak çok güzel bir his.
Bu durumda şehrin otantikliğini yitirdiğini düşünüyor musun? Hayır, bana sorarsan İstanbul’un otantikliğini yitirmesi oldukça zor. Bilemiyorum, belki İstanbullulara o şekilde gelmiyordur, neticede insan yaşadığı şehrin kıymetini bilemeyebiliyor. Ama bence burası her açıdan çok kendine özgü ve özel bir yer; otantikliğinden hiçbir şey yitirmemiş, yalnızca artık daha farklı.
90’ların müziğiyle 2000’lerin müzik sahnesini nasıl kıyaslarsın? Bence 2000’lerde insanlar Xanax’tan nasibini almış gibiler; sanki etraflarında olup bitenlere karşın tamamen kayıtsızlar. 90’lar ise çok canlıydı, özellikle de İngiltere’de. Çünkü ilk defa alternatif müzik, ana akım müzikle iç içe geçmişti. Farklı görüşlerin, farklı türden müziklerin dinlendiği bir dönem yaşanıyordu. Oysa ki 2000’lerde her şey pop müzik üzerine kurulu; insanların tehditkar olmamak için kendilerini olabildiğince aptal göstermeye çalıştığı bir dönemdeyiz.
setimizin şefkat duygusundan yoksun olduğunu fark ettim. Tabii yine de albümün bu hissiyata sahip olacağının garantisi yok ama en azından bu yönde olmasına çabalayacağım.
Halen Los Angeles’ta yaşıyorsun, değil mi? Evet ve Los Angeles’a ilk taşındığımda şehir bana korkunç itici gelmişti ve orayı sevmem oldukça zaman aldı. Biliyorsun, şehrin bir kısmı tamamen Kim Kardashian ve Paris Hilton gibi tiplerin etrafında dönüyor. Öte yandan şehrin doğusu bazı açılardan benim doğup büyüdüğüm şehre benziyor, yani biraz daha normal bir yer, komşuluk anlayışı gelişmiş, Little Ethiopia, Little Thailand gibi küçük mahalleler var. İnanılmaz bir kültürel çeşitlilik söz konusu. Bir yandan da şehir -tıpkı İstanbul gibi- müthiş bir değişim içerisinde: Özellikle sanat ve moda dünyası çok gelişti ve sürekli olarak da gelişiyor. Los Angeles’a ilk taşındığımda adı bile anılmayan yerler şimdi inanılmaz dinamik bir hale geldi. Ve tabii bir de başka hiçbir yerde bulamayacağınız o eski Hollywood hissiyatı halen mevcut ve şehri özel kılıyor. Diğer taraftan, İstanbul gibi ayak bastığınız anda büyüsüne kapılacağınız bir şehir değil Los Angeles; şehrin yerlileriyle gezmeniz ve keşfetmeye vaktiniz olması gerekiyor. Ancak bu şekilde kültürel çeşitliliğin içine dalıp, şehri sevmeye başlıyorsunuz.
90’ları özlediğin oluyor mu peki? Hayır, özlemiyorum. Neticede bu yılların keyfini çıkarmış olduğum için mutluyum. Ama oturup da geçmişin hayalini kurarak yaşamak kulağa pek de sağlıklı gelmiyor. Ayrıca nostaljiden de hiç hoşlanmıyorum; tam bir zaman kaybı olduğunu düşünüyorum. Bir röportajında, “Heyecanlı bir döneme girdik; her şey o kadar tekdüze ki, sonunda bir şeyler çıkacak ve tepe taklak olacağız” demiştin. Sence bir şeyler değişmeye başladı mı? Yavaş da olsa evet... Bir taraftan da şu anda ABD’de yaşadığım için, dünyanın her yerine o kadar hakim değilim, fakat yine de insanların yeniden alternatif bakış açılarına doğru yöneldiğini hissediyorum. Bence insanlar mevcut durumdan sıkılmaya başladılar ve böylece yeni arayışlara girdiler. Dolayısıyla, son zamanlarda radyolarda alternatif sanatçılar duymaya başladım, insanlar bu tarz gruplara yeniden ilgi duymaya başladılar, ki bu oldukça sevindirici.
Bu aralar programın nasıl? Altıncı albümümüzü kaydetmek üzere stüdyoya girmek üzereyiz. Bütün bir sene boyunca albüm üzerine çalıştık, ve şu anda üretime geçecek kadar malzeme var elimizde. Kayıt sürecini Şükran Günü’ne, yani Kasım sonuna kadar bitirmeyi planlıyoruz. Dolayısıyla albümün yayınlanması önümüzdeki seneyi bulacak.
Bu heyecan verici müzisyenlere birkaç örnek verir misin? Bu çok uzun bir liste ama ilk aklıma gelen isimler Lana Del Rey, Jack White, Savages, EMA, Phantogram, M.I.A., Queens of the Stone Age ve Brody Dalle. Bu söylediklerinden gelecek konusunda iyimser olduğunu anlıyorum... Kesinlikle. Bu hayatta en çok inandığım şey insanların içindeki yaratma dürtüsü. Bizi, kurumsal ve yalnızca para kazanma üzerine
Albümün genel hissiyatını sormak için çok mu erken peki? Evet, sanırım, fakat bir süredir grupla “Bu bizim romantik albümümüz olacak” gibisinden şakalaşıyorum. Zira en son çıktığımız turnede 55
Fotoğraf: Billy Farrell/BFAnyc.com, Istanbul Intenational Arts & Culture Festival.
kurulu bir dünyadan kurtaracak tek şey bu. Dünya hakikaten çılgın bir hal almış vaziyette; insanlar kafayı parayla öylesine bozmuşlar ki, oturup Kardashian’ları izleyip onların tuhaf ve abartılı hayatlarına özeniyorlar. Anlaşılır gibi değil! Feminizmin günümüzde geldiği nokta neresi sence? Öncelikle feminizm günümüzde olması gerektiği yerde mi, onu bir sorgulamak lazım. Öyle ki, birçok genç kadın kendini eşitlik kavramından uzaklaştırıyor. Bu kayıtsızlık benim için gerçekten şoke edici. Eğer zengin ve beyaz bir kızsan ve bütün radyolar bangır bangır senin müziklerini çalıyorsa, ABD’de bekar annelerin yoksulluk sınırının altında yer alan ve en hızlı çoğalan kitle olduğunu, dünyanın pek çok yerinde kadınların şehrin orta yerinde tecavüze uğradıklarını, ya da Somalili kızların gemilere bindirilip sünnet edilmek üzere ülkelerine geri gönderilmelerini unutmak oldukça kolay olmalı. Ben bunu anlamıyorum: Yani bir kadın neden başka kadınların hakları için savaşmak istemez ki? Neticede hepimiz bizden önce gelen kadınların verdiği mücadeleler sayesinde buralara geldik. Başka insanları umursamak hepimizin insanlık görevi değil mi? Birtakım salak kızları “Feminist miyim, değil miyim bilemiyorum...” gibi laflar ederken görünce delirecek gibi oluyorum. Eşitlik istiyor musun, istemiyor musun? Cevabın evet ise, o zaman feministsin. Bu kadar basit. Kaldı ki medyanın da feminist kelimesinin anlamıyla oynadığını düşünüyorum; böylece genç kadınlar feminist olmanın ‘uncool’ bir şey olduğunu ve koltuk altlarını tıraş etmemekle bir olduğunu düşünüyorlar. Kısacası bir kadının kendini bu kavramla ilişkilendirmekten kaçınması aklımın erdiği bir durum değil.
Peki senin gençliğinden bu yana kadının toplumdaki rolü ne yönde değişti? Benim jenerasyonum savaş görmüş anneler tarafından büyütüldü. Örneğin benim annem 30’lu, 40’lı ve 50’li yıllarda yetişmiş, bir sürü eşitsizliğe maruz kalmış, istediği işlerde çalışamamış bir kadın. Dolayısıyla benim jenerasyonuma mensup herkesin annesinden öğrendiği, daima eşit muamele görmesi gerektiğiydi. Şimdiyse genç kadınlar eskiye nazaran çok daha fazla güce sahip, fakat bir yandan da ellerindeki bu güçle ne yapacaklarını bilemiyorlar ve hatta bunun sorumluluğunu da almak istemiyorlar. Sonuç olarak da, aslında kendilerini güçsüz kılıyorlar. Bu da bana müthiş bir savurganlık gibi geliyor. Bir benzetme yapmak gerekirse, benim jenerasyonum cam tavanı kırmayı başarmıştı, fakat tavan yeniden kapandı ve kadınlar yeniden tavana çarpıp geri sekiyorlar. Türkiye’de nasıl bilmiyorum ama ABD’de aynı işi yapan bir kadın, bir erkekten daha az maaş alıyor. Erkekler takım elbiselerle dergilerin kapaklarındayken, kadınlar soyunmaya teşvik ediliyorlar. Bu oldukça üzücü bir durum. Bitirmeden, müzikle ilgilenmediğin zamanlarda seni nelerin meşgul ettiğini de sorayım. Aslına bakarsan kocam da bendeki enerji fazlasını kanalize edecek bir şeyler bulmam gerektiğini söyleyip duruyor. Bazı zamanlar kendi kuyruğunu yemeğe çalışan bir kaplana dönüşebiliyorum... Genelde çok kitap okuyorum ve köpeğimi dolaştırmayı seviyorum. (Köpeğime aşığım ve her an onunla olmak istiyorum.) Arada sırada oyunculuk yapıyorum. Her an yapacak bir şeyler çıkıyor; mesela şu anda bu festivale katılmak da aslında bir meşgale benim için.
XOXO The Mag
INTERVIEW/lıterature
Barbaros Altuğ
Münekkit
Barbaros Altuğ’u tanımlamak için sözcükler havaya uçuşuyor: Sözünü sakınmayan ama sakin bir Twitter fenomeni, Türkiye’de pek pratiği olmayan bir mesleğin -yazar menajerliğinin- üstadı, içi boş iddiaların amansız düşmanı, kendisiyle dalga geçemeyen insanlarla dalga geçmekten zevk alırken, diline hakim olmayı hiç de tercih etmeyen bir münekkit... Ve tüm bunların ötesinde, iyi bir dost… Barbaros Altuğ’la, yeni kitabı Biz Burada İyiyiz vesilesiyle buluştuk ve bu kez konuştuklarımızı kayda geçirdik. Kayıt edilmemiş gibi okuyun. röportaj tuba ünsal fotoğraf özkan önal
XOXO The Mag
Kendini ciddiye alıyor musun? Hiçbir şeyi fazla ciddiye alamıyorum, her şeye hep ironiyle yaklaşıyorum, kendime de öyle... Yaptığım işleri beğeniyorum, ama birisi eleştirdiği zaman ona kızmıyorum. Zira herkesin birbirini başka şekilde görme özgürlüğü var. Herkes beni senin kadar ya da ailem kadar tanımayabilir, o nedenle, insanlar yaptığım işlere de bana da başka açıdan yaklaşabilirler. Ben tüm bunları ironiyle karşılıyorum. Cüretkar bir eleştirmen olmak bir tarafıyla da adrenalin yüklü bir meşguliyet olsa gerek. Bu adrenalin bağımlılık yapıyor mu? Hayır, çünkü bilmediğim konularda söz almıyorum. Mesela, futbol konusunda eleştirmen değilim. Edebiyat konusunda cüretkarım, çünkü çok iyi bildiğim bir konu. Bilmedikleri konularda bir şeyler bildiklerini iddia eden insanlarla karşılaştığımda cüretkar olabiliyorum. Sonuçta, bir edebiyatçıdan bazı şeyleri bilmesini, öncelikle bir okumuş olmasını bekliyorsun. Senin sert köşelerin hep edebiyatla mı ilgili? Genel olarak, edebiyat ve politika. Özellikle kendi alanımda küstahlığa varacak kadar cüretkarım, ve buna hakkım olduğunu düşünüyorum. İlk kitabın, Bazıları Siyah Sever, yazar camiasında olup bitenlerden beslenen bir kitaptı. Bu camiayı senin için cazip kılan ne? Bir tek Türkiye’de değil, bütün dünyada son 25 senenin süper starları olan yazarlar var, hepsi birer marka oldu. Salman Rushdie paparazziler olmadan dolaşamayan bir adam, Marquez ne dese bütün dünyada birinci sıradan haber olarak yer alırdı. Ama 25 sene önce böyle bir şey mümkün değildi. Nobel alan insan bile belli çevrelerde bilinirdi, belli çevrelerde okunurdu, tartışılmazdı, her konuda her dediği dinlenmezdi. Şu anda yazarlar modellerle çıkıyorlar, her kitaptan milyon dolar kazanıyorlar, J.K. Rowling İngiltere kraliçesinden daha zengin... Doğal olarak, yazarlık aslında büyük bir şaşaa ve şatafat dünyası haline geldi. Bir kere, yazarlığın bir magazini var artık. Orhan Pamuk sahilde yürürken sevgilisiyle basılıyor, öbürü annesiyle kavga ediyor, biri kocasını bırakıp bir yere taşınıyor... Niye bunlar konuşulur oldu? Çünkü dediğim gibi bu insanlar artık her alanda göründüler, star haline dönüştüler, politika konusunda da her şey onlara soruluyor, her dakika televizyona çıkıyorlar, son derece şık moda fotoğrafları çektiriyorlar, reklamlara çıkıyorlar... Bu, doğal olarak benim yaptığım işin renkli, şatafatlı, gösterişli olmasını da gerektiriyor. Ben eğer ki 30 sene bugünkü işimi yapıyor olsaydım, son derece sıkıcı, gri bir iş yapıyor olabilirdim, ki büyük olasılıkla da bu işi yapıyor olmazdım o zaman. Elle’de dizi eleştirileri yazıyorsun. İyi bildiğin bir alan, çok meşhur arkadaşların var... Evet, ve bu arkadaşlıkların çoğu eskilere dayanıyor, sonradan oluşmadı. Yirmi sene önceden tanıştığım, küçük küçük insanlardı benim gibi. Onlar da yavaş yavaş başka işlerle ünlenmeye başladılar. Yani ben onlarla “Aaa çok meşhur” diye tanışmadım, onlar da kendi alanlarında sonradan ünlenmiş oldular. Ne kadar sivri dilli bir insan olsan da, celebrity dünyasının sevdiği bir arkadaşsın. Çünkü sevdiklerime kazık atmıyorum. Sevmediklerine atıyorsun o zaman? Sevmediklerimi zaten sevmiyorum, açık olarak söylüyorum. “Sevmiyorum sizi”yi açık olarak dillendirdiğim için, sonradan sevme
imkanım olmuyor. Tanışıyorum, konuşuyorum bazı insanlarla ama sevemiyorum. Çünkü bence baştan belli olan bir şey o, seviyorsan seviyorsun, ilk görüşte aşk gibi... Peki yeni kitabın Biz Burada İyiyiz’i sana ne yazdırdı? Daha önce fiction yazıyordum, roman yazmıyordum, yine de böyle bir roman fikri hep kafamda vardı. Türkiye burada yaşayan genç insanları hep mutsuz ediyor ve bununla alakalı kurgusal ama aynı zamanda gerçeği de içeren bir şey yazmayı çok istiyordum. Gezi olayları başlayınca, o mutsuzluk katlanarak büyüdü ve ben de kitabı yazarken oradan yola çıktım. Ve Berlin’e gittin... Berlin bir özgürlük adası ve Almanya hükümeti de bu özgürlük adasına yatırım yapıyor, kentin Avrupa’daki sanatçılar ve genç insanlar için cazibe merkezi haline gelmesini sağlıyor. Fonlar veriyor, ev kiralarını ödüyor vs... Orada büyük bir enerji oluşmaya başladığını gördüm. Etrafımdaki bir sürü genç insan da, Gezi sırasında hep aynı hayali kuruyorlardı, “Ah Berlin gibi olsak, Berlin’e yerleşsek, orada burs bulsak...” Bu yüzden bu çocukların Berlin’e gitmeleri gerektiğini düşündüm. Bu hayatta en sevdiğim yazarlardan biri Truman Capote ve Tiffany’de Kahvaltı’ya bayılırım. Ve o kitap, esasında Christopher Isherwood’un Berlin hikayelerinden alınmadır. Capote, Cabaret filmindeki Sally Bowles karakterinden çok etkilendiği için, onu alıp Tiffany’deki Holy Golightly haline getiriyor. Çünkü Berlin aslında 1930’lardan beri bir özgürlük adası. Christopher Isherwood da yazar olmak için Berlin’e giden birisini anlatıyor, ve kendisi Berlin’e gidiyor Anglosakson olduğu halde... Ben, Christopher Isherwood’un Berlin hikayelerini yazdığı ortamla, geçen seneki Gezi ortamının çok benzer olduğunu düşünüyorum. Burada var olmaya, filizlenmeye çalışan özgürlük ortamını yok etmeleri aslında o hikayelerde anlatılanla aynı şey. Orada Sally Bowles, benim yazdığım kitapta da Yasemin o nedenle, etrafındakileri çok etkileyen bir kız, ve neticede, sadece istediği gibi yaşamak isteyen biri. Ailesini, arkadaşlarını, her şeyini bırakıp, kendi başına kendi istediklerini yapmak üzere yola çıkan bir kız. Bunun için Berlin uygun geldi bana. Capote senin için neden bu kadar özel? Aslında son derece küstah ve terbiyesiz bir insan Capote, ama yaptığı işi o kadar iyi yapıyor ki, bu açıdan çok ilgimi çeken bir yazar. Bir sürü yanını kendime yakın buluyorum. O da aynı şekilde edebiyat söz konusuysa herkesi göz ardı edebiliyor, bütün arkadaşlarının sırlarını yazabiliyor, onlarla ömrü boyunca görüşmemeyi göze alabiliyor, çok ilginç bir adam yani. Tabii asla yazarlığıyla kıyaslamıyorum kendimi, Capote’nin düzeyine erişebilmek kimsenin haddi değil bence. Çok az insan bunu yapabilir. Buradan tekrar ilk kitabına dönersek, Bazıları Siyah Sever de senin başkalarıyla ilgili bir şeyler anlattığın bir kitaptı. Bu konuda aldığın en ağır eleştiri neydi? Doğru dürüst hiç eleştiri almadım. Orada anlattığım insanlardan, başta Tuna Kiremitçi’den beklerdim ben eleştiriyi. Çünkü orada onlar için ağır yazılar yazılmış. Ama Tuna Kiremitçi, kitabımla ilgili “Benim başım gözüm yarıldı, ama çok eğlenceli, bu senenin en rock’n’roll kitabı.” diye yazdı. Aldığım en ağır eleştiri de buydu. Öbür insanların hiçbiri bir eleştiri yazmadı. Herhalde benden çekindiler ve yazamadılar, bilemiyorum. Çünkü bana göre hatalı bir kitaptı, pek çok yönden hataları vardı. Yayınlanırken hiç bakmadım, ama bakmalıymışım. İçinde yer almasını istemediğim yazılar vardı. Önsözü yayınlanmadı mesela, kitap önsözsüz çıktı ve bir sürü başka şey oldu... 59
Ve bunu sen yaptığın için de cool gözüktü herhalde... Aynen, sonra önsözü Facebook’a koydum ben, “Çocuklar buradan okursunuz” diye... Bir de aynı yazılar iki kere basılmış, korkunç hatalar vardı... Başkası böyle bir şey yapmış olsa, en azından teknik yönden çok eleştirirdim onu, “Okumadın mı bu kitabı?” derdim. Ama ben okumadım işte... Bu arada Capote dışında, satırlarına inanamadığın derecede iyi olduğunu düşündüğün yazarlar var mı? Tiffany’de Kahvaltı’nın başını ve sonunu paragraf paragraf sana okuyabilirim, ezbere biliyorum. Uwe Timm diye bir Alman yazar var, onun pek çok metni de cümle cümle aklımda. Bu kitabı yazarken bütün çağdaş Alman yazarları okudum. Berlin’le ilgili tek bir cümle kuracaksam bile, bu şehrin ruhuna ihanet etmeyeyim diye düşündüm.. Mesela Christa Wolf müthiş bir yazar bence, onun Berlin’le ilgili cümlelerinden çok etkilendim... Ama seni hayatın boyunca en çok kim etkiledi dersen, bütün Güneyli yazarlar diyebilirim. Flannery O’Connor, Truman Capote, William Faulkner kuşağından bahsediyorum... Çocukluğumdan beri çok okuduğum bu yazarlar beni hep çok etkilemiştir. Latife Tekin’in Berji Kristin’i ezbere bilirim, Tekin’in başyapıtıdır ve sadece 130 sayfadır. Kısa yazarak bir şey anlatmak bence çok daha zor... Latife’nin dili çok zengin, müthiş bir dil, neredeyse satır satır insan anlatır. Bir satırda bir insan geçer mesela, ve bütün karakteri tek bir satırda anlatmayı başarır. Berji Kristin’de bir tane travesti vardır, hatta belki de ilk travestilerden biri, çünkü 1980’lerden bahsediyoruz... Mahalleli onun aslında kadın olmadığını tek bir satırda anlar, ve o andan sonra kadının hayatının mahvolduğunu görürüz. Ya da keza Adalet Ağaoğlu’un satır satır hatırladığım romanları vardır. Hatta Bir Düğün Gecesi’nin açılış cümlesini hayatımda bir motto olarak benimsemişimdir. “İntihar etmeyeceksek içelim bari.” Türkiye’yi anlatır bu cümle. Çünkü burada bir düğünde yapılabilecek iki şey vardır; ya intihar edersin, ya içersin. Buradan ilerleyecek olursak, Biz Burada İyiyiz 100 sayfalık bir kitap ve sen orada cümleleri, kelimeleri çok sadeleştirerek sundun, yayınlanmadan önce bir sürü yeri attın... Evet, bu aslında yeni bir edebiyat türü... 21. yüzyılda yaşıyoruz ve şu anda 20 yaşında olan çocuklar internetle, önlerinde klavyeyle doğdular; internetin kısa, keskin, görüntülü alemine alıştılar. Edebiyatın değişebilme özelliği vardır, biz de edebiyatı şu anda 19. yüzyılda olduğu gibi yapmıyoruz zaten. Diğer taraftan, pek çok Türk yazar edebiyatı 21. yüzyılda olduğu gibi de yapmıyor. 21. yüzyılın edebiyatı; boşluklar bırakan, hikayesini kendin tamamlayabileceğin şeyler yaratabilmekle ilgili daha çok. En sevdiğim yayınevlerinden biri, Londra’daki Peirene Press, 200 sayfanın üzerinde kitap kabul etmiyor. Ki bu İngilizce çevirisi için geçerli, Türkçeye vurduğunda 150 sayfa eder... Bir de &Other Stories Press var aynı mantıkta, bunlar bir DVD izleme süresinde okunabilecek kitaplar yayınlamak istiyorlar. 3 saat 5 saat, neyse, ama önünde kitap saatlerce sürünmemeli. Ama tabii bu kitabın güçlü olmadığı anlamına da gelmiyor. Mesela, Peirene Press’in neredeyse tüm kitapları bu seneki bütün ödüllerde ya finalistlerdi ya da kazandılar. Kısaca, yeni bir edebiyat oluşturmak mümkün... Ne kadar sivri dilli biri olursan ol, Biz Burada İyiyiz’deki karakterlerin çok naif, çok düşünceli insanlar... Oradaki karakterler ben değilim esasında. O çocuklar 20’li yaşlarında Gezi’yi yapmayı, idealleri uğruna kendi hayatlarından vazgeçmeyi göze alabilmiş çocuklar. Ve zaten onlar iyi kalpli olmasalardı, bütün bunları yapamazlardı. Benden çok daha iyi kalpli oldukları, benden çok daha fazla şey feda etmeyi göze alabildikleri kesin. Bizim kuşak pek bir şey feda etmedi bence, bu yüzden bu çocukların fedakarlıklarına saygı duymamız, iyiliklerini görmemiz lazım. Hiç
tahmin etmediğimiz kadar derin insanlarmış meğer... Ve biz aslında birdenbire bunu keşfetmiş olduk. Yine kitaptan yola çıkarak soruyorum; optimist misin? Hem optimist hem romantiğim. Çok güzel şeyler olabileceğini düşünüyorum. Gezi’de ortaya çıkan bu gençler, farklı anlayışları eritip yan yana durabilen insanlar; bunlar büyüyecek ve 30 yaşına gelecekler, 10 sene içinde bu ülkeyi yönetebilecekler. Onların yönettiği bir ülke de bana elbette ki çok romantik ve optimist bir gelecek vadediyor. Biz Burada İyiyiz’in en sonunda “Ne mi yazdım?” diye bir bölüm var. “Herkes bu hikayeyi öğrensin diye değil, biz unutmayalım diye yazdım.” diyorsun. Sen aslında normal hayatında kendini açıklama gereği hisseden biri değilsin. Burada neden böyle bir açıklama yapma gereği duydun? Ama işte onu ben yazmadım, onu yazan Eren... Eren, Yasemin’i dost olarak çok seviyor ve o açıklamayı yapma gereği hissediyor... Ben yine de senin içinden bir karakter gibi düşünmüştüm Eren’i... Evet, çünkü bana çok yakın, hatta kitaptaki bana en yakın karakter o. Daha doğrusu benim genç halim diyebiliriz. Ama Eren’de bir vicdan azabı da var, çünkü Yasemin’i kaybetmiş olmak ona çok dokunuyor, ona bir açıklama borçlu olduğunu hissediyor... Bunun da tek bir nedeni var; Yasemin’e ihanet ettiğini düşünüyor. Onu kaybetmesinin hatasını kendinde buluyor. Bu yüzden, ona içinde kalan o açıklamayı yapıp, “Bizi afişe etmek için yazmadım” demek zorunda... Çünkü arada hiç görüşememişler ve bunu ona söyleyememiş. Biraz da kitabın yazım sürecinden bahsedelim. Bir deneme yazarı olarak, romana geçişte zorlandın mı? Deneme dışında bir şeyler yazmam yeni değil aslında. Daha üniversitede okurken ilk şiirlerim Milliyet Sanat’ta çıkmıştı. 18 yaşında falandım. Sonra hikayeler yazdım. Ankara Öykü Günleri’nde hikayelerimle ödül kazandım. Ama devam etmedim; çünkü aynı zamanda iş yapmayı seviyordum ben, yani sadece sanat üretmeyi değil, o sanatı pazarlamayı da seviyordum. Şu anda da edebiyat dünyasında olmana rağmen, bu dünyanın ticaretini çok güzel bir şekilde yapıyorsun... Tabii, bildiğin marketing yapıyorum. Çalıştığım yazarları nasıl 5-10 sene içinde marka haline getirebilirim, onların mevcut potansiyellerini yurtdışında en üst düzeyde nasıl değerlendirebilirim diye devamlı kafa yoruyorum. İşin bu yönü de beni çok eğlendiriyor. Bu yüzden, uzun yıllar kitap yayınlamadım. Peki, kitap eleştirileri yazmak sence yazarlığını nasıl etkiliyor? Bu iki pratik birbiriyle hangi noktalarda zıtlaşıyor? Her şeyde o kadar çok açık bulabiliyorum ki, kendi yazdığında bulmaz mı insan diyerek, “Yazabilecek miyim acaba?” diye düşündüğüm oluyor. Ama bulmuyorsun işte... Yani çok mu iyi yazıyorsun? Hayır, hiç öyle bir şey düşünmüyorum. Aksine, keşke birisi alsa ve ilmek ilmek eleştirse yazdıklarımı... Türkiye’de doğru düzgün bir eleştirmen varsa eğer, yapabiliyorsa, benim başkalarına yaptığımı bana yapsın isterim. Bence kıymetli eleştiri çok yararlı bir şey. Kendin göremezsin çünkü yazarken... Sen de oyunculuk yaparken göremeyebilirsin mesela, ama birisi çıkıp sana şunu şöyle yap dese, oradan ders alabilirsin. Hunter S. Thompson ünlü bir yazar olmadan önce For Whom the Bell Tolls romanının her kelimesini yeniden yazmış, çünkü o
XOXO The Mag
satırları yazan kişi olmanın ne hissettirdiğini merak ediyormuş. Sen Thompson gibi hangi kitabı yeniden yazmak isterdin? Tiffany’de Kahvaltı, tabii ki. Neredeyse kusursuza yakın bir kitaptır, ama tabii onun da kusurları vardır. Bazı yerleri belki daha çok okunsun diye yumuşatılmış. Onu daha sert bir hale getirmek isterdim. Biraz da sosyal medyadan girersek, sizin Twitter’da bir çeteniz var, ortaya sağlı sollu giriştiğiniz... Evet, ve normalde öyle bir çeteye bulaşmak istemezsin, bir şey söylemezsin, başına gelecek olanı bildiğin için susarsın. “Bana da vurun” diye ortaya atmazsın kendini ama aptallar bir şekilde bize cevap vererek yapıyorlar bunu. Saydırdıklarınla normal hayatta karşılaştığında ne yapıyorsun? Harika şeyler oluyor. Eski bir yazar arkadaşım bir keresinde, “Oğlum saydırıyorsun ediyorsun ama bu insanlarla aynı yerlere de gidiyorsun, evinde oturup inzivaya çekilmiyorsun.” demişti. Tam da öyle... Bir de saydırdığın insanla yüz yüze tanıştığında, o insan sana gelip kendini anlattığında, yelkenleri suya indirebiliyorsun. O yüzden bence herkesin seninle tanışması lazım... Haklıysa hemen yelkenleri suya indirebilirim. Mesela Tuna Kiremitçi kitabımla ilgili o yazıyı yazdığı için, ben bundan sonra onunla ilgili bir şey yazmayacağım. Çünkü bir insan kendisiyle dalga geçebiliyorsa, bu benim için en önemli şeydir. Sen kendinle dalga geçebiliyorsan, ben niye seninle dalga geçeyim ki zaten? Ama bazı yazarlar o kadar rijitler ve kendilerini o kadar tanrı katında görüyorlar ki, benim yazdığım bir yazı yüzünden sokakta ağlayanları biliyorum. Niçin ağlıyorsun? Sen milyon satan bir yazarsın, benim yazdığım yazıdan niye o kadar
etkileniyorsun? Halbuki o da bir tweet atıp, “Ay bir yazı yazmış, korkunç bir şey.” diyebilir karşılığında. Çünkü bence hayat o kadar ciddi ve o kadar ağır bir şey değil ve öyle yaşanması gerekmiyor. Can sıkıntısından nasıl kurtuluyorsun? Kurtulamıyorum. Çok seyahat ediyorum. Son zamanlarda, “bir şehir bulayım, bir ay kalayım” kafasındayım. Yani gittiğim yerde daha uzun süre geçirip, o şehri keşfetme yönünde planlar yapıyorum. Bunu da hem can sıkıntımı yok etmek hem de başka hayatları görebilmek için yapıyorum... Sen nasıl geçiriyorsun can sıkıntını? Eskiden çok fazla canım sıkılıyordu. Can sıkıntısından, depresyondan sık sık ağlardım. Çocukların ilk yıllarında da böyleydi. Ama son iki senedir iyiyim, can sıkılması ne kelime, gayet iyiyim. O zaman aşk sana iyi gelmiş. Sen aşk arıyormuşsun, seninki can sıkıntısı değilmiş. Belki de öyleymiş. Eskiden çok felakettim, ki dışarıdan hiç öyle görünmem, ama durduk yerde ağlamaya başlardım. Oynuyor muydun dışarıya peki? Hayır, aslında... Bir keresinde, intihar eden insanlarla, intihar etmeden önceki haletiruhiyeleriyle ilgili yapılmış bir röportajlar dizisi okumuştum. Çok acayipti, kimse böyle bir şey yapacaklarını tahmin etmiyor... Çünkü o bir huşu hali ve baş edebildiğin bir şey değil... Zaten birilerine anlatabilecek noktaya geldiğinde, sosyalleşme başlıyor. Ben de mesela sosyalleşebildiğim noktada süper eğlenceliydim ama sonra iç dünyamda fırtınalar kopardı. 61
Özge Yıldız Taşkıran, 35 Ürün Müdürü Nereye gidiyorsun? Nişantaşı’nda bir davete. Günlük stilini nasıl tanımlarsın? Modern, rahat ve kendine özgü. Saçlarını normalde nasıl kullanırsın? Hacimli oldukları için genelde açık bırakmayı tercih ediyorum. Bugün saçlarını nasıl yaptın? Islak saçlarıma Toni & Guy Glomour Spritz & Shine Liquid Mousse uyguladıktan sonra dalgalarımı maşayla belirginleştirdim. Ardından hacimli bir atkuyruğu yaptım. Son olarak da Toni & Guy Glomour Moisturizing Shine Spray uygulayarak istediğim parlaklığa ulaştım. Saçların söz konusu olduğunda vazgeçemediğin bir ürün var mı? Parlak ve sağlıklı bir görünüm için Glamour Serum Drops vazgeçilmezlerimden.Saçlarıyla sana ilham veren ikonik birisi var mı? Brigitte Bardot gibi dönemine saçlarıyla damgasını vurmuş kadınları beğeniyorum. Saçlarının seni en mutlu eden tarafı ne? Koyu renk ve dalgalı oluşu. Her zaman iyi görünmemi sağlıyor. Saçların kötü olduğunda evden bile çıkmak istemeyenlerden misin? Neyse ki saçlarımı her zaman ruh halime uygun şekle sokabiliyorum.
GLAMOUR
elbise gizia çanta street level/bilstore ayakkabı christian louboutin
Gizem Alp, 26 Aksesuar Buyer'ı
CLASSIC
gömlek white posture etek ece gözen ayakkabı ve çanta network
Nereye gidiyorsun? Son dakika çıkan bir iş toplantısına. Günlük stilini nasıl tanımlarsın? Yeniliğe açık, ama biraz da maskülen. Saçlarını normalde nasıl kullanırsın? Genelde açık bırakırım ya da at kuyruğu yaparım. Bugün saçlarını nasıl yaptın? Önce Toni & Guy Classic Spray Gel For Curls’le dalgalarını belirginleştirdim. Ardından maşa yardımıyla buklelere daha sert bir görünüm kattım. Arından sallayarak bukleleri dağıttım ve uzun süre kalması için Toni & Guy Classic Medium Hold Spray kullandım. Saçların söz konusu olduğunda vazgeçemediğin bir ürün var mı? Toni & Guy Deniz Tuzu Etkili Şekillendirici Sprey ve Classic serisinden Spray Gel For Curls. Saçlarıyla sana ilham veren ikonik birisi var mı? Marion Cotillard ve Miroslava Duma favorilerim. Saçlarının en mutsuz olduğun tarafı ne? Çabuk sönmeleri.Peki ya saçlarının seni en mutlu eden tarafı? Çok hızlı uzamaları. Saçların kötü olduğunda evden bile çıkmak istemeyenlerden misin? Kesinlikle o benim!
Bu bir ilandır.
Zeynep Kanca, 20 Öğrenci
CASUAL
gömlek aslı filinta pantolon bilstore ceket acne çanta network ayakkabı nike
Nereye gidiyorsun? Arkadaşlarımla buluşacağım. Günlük stilini nasıl tanımlarsın? İçerisinde rahat ettiğim şeyler giyinmeyi seviyorum. Ama aynı zamanda şık da olmalıyım. Saçlarını normalde nasıl kullanırsın? Çoğu zaman kendi dalgasıyla kullanır ve açık bırakırım ya da dağınık bir şekilde toplarım. Bugün saçlarını nasıl yaptın? Henüz nemliyken Toni & Guy Casual Sea Salt Texturising Spray sıktım ve yana ayırıp ördüm. Ardından alt kısımlarına biraz krepe yapıp saçımın tamamına yine Casual serisinden Toni & Guy Flexible Hold Spray sıktım.Saçların söz konusu olduğunda vazgeçemediğin bir ürün var mı? Yazın kendi dalgalarımı daha da ortaya çıkaran Toni & Guy Casual Sea Salt Spray’i kullanıyorum. Bir de yağlanmayı önleyen ve doku kazandıran Sculpting Powder vazgeçilmezlerimden. Saçlarıyla sana ilham veren ikonik birisi var mı? Kesinlikle Jane Birkin. Saçlarının seni en mutlu eden tarafı ne? Gür ve uzun olmaları. Peki ya en mutlu eden tarafı? Kurutup çıkabiliyorum.
Beliz Tozar, 25 PR Danışmanı Nereye gidiyorsun? Karaköy’de yeni yerler keşfetmeye. Günlük stilini nasıl tanımlarsın? Gün içerisindeki tempoma ayak uydurabilen, içerisinde rahat ve şık hissedebildiğim kıyafetler giyinmekten hoşlanıyorum. Saçlarını normalde nasıl kullanırsın? Güne saçlarım açık başlarım sonra tepede topuzla sonlanır. Bugün saçlarını nasıl yaptın? Saç hatlarımı belirginleştirmek için Toni & Guy Creative Texturising Glue uyguladım. Sonra hızlı bir bilek hareketiyle topuz yapıp düşmemesi için Toni & Guy Creative Extreme Hold Hairspray kullandım. Saçların söz konusu olduğunda vazgeçemediğin bir ürün var mı? Toni & Guy’ın Creative serisinden Texturising Glue, doğal dalgalarımı ortaya çıkardığı için vazgeçilmezlerimden. Saçlarıyla sana ilham veren ikonik birisi var mı? İza Goulart. Saçlarının seni mutsuz eden tarafı ne? Erken yaşta çıkan beyazlarım. Peki ya en mutlu eden tarafı? Kurutup çıkabiliyorum.
CREATIVE
deri ceket zara jean topshop ayakkabı zara çanta que
serıes
Silicon Valley
Her Dem Zinde, Mike Judge yazı erman ata uncu
Sivri dilli, lafı gediğine koyan, ne görüntü ne maneviyat babında bildik kurallara hürmet eden kahramanlara sahip ve çığır açıcı… Böylesi bir tanım son dönem televizyonda hüküm süren işlerin çoğu için kullanılabilir. Artık televizyon efsanesi olmak için Baywatch’ın ‘kaslı erkek – Playboy prototipinin temsilcisi kadın’ denklemine uymak veya Dallas’ın ‘güçlü, zengin, güzel’ formülünün temsilcisi olmak yegane geçer akçeler değil neyse ki… Ancak televizyonlardaki bu özgürlükçü iklimin temsilcilerinden Mike Judge, tüm benzerleri arasında yine de bir adım önde. İster televizyonun güzel insanlardan, dört dörtlük prodüksiyonlardan geçilmediği bir dönem Beavis & Butt-Head gibi devrimci bir işle çıkagelsin, isterse de devrimci işlerin bininin bir para olduğu bir çağda yeni karakterler ortaya çıkartsın, bir Mike Judge işi yine kendini belli eder. Ustanın yeni eseri Silicon Valley de, Judge dokunuşunun bu özelliğine en taze örnek. Televizyonun bu en demokrat çağında yine parlıyor, benzerleri arasında kaybolmuyor. Dev bir internet şirketinin kendini gösteremeyen, silik çalışanının yeni icadıyla internet alemini salladığı olay örgüsü yine komedinin devrimci yönünü hatırlatıyor. Judge’ın bilgisayar programcısı olarak çalıştığı kendi Silicon Valley döneminden esinli Silicon Valley’sinin çıkış noktası biraz demode durabilir. Ne de olsa Douglas Coupland’ın, internet patlamasıyla beyaz yakalılar evrenindeki değişimin resmini çizdiği Microserfs romanının üzerinden 19 yıl geçti. Zuckerberg ve Google deneyimlerimiz de kendi yağında kavrularak sermayeye çalım atan girişimci ‘nerd’lerin zaman içinde nasıl çokuluslu şirket canavarlarına dönüşebileceklerini bize en vahşi haliyle gösterdi. Ama Mike Judge’ın keskin gözü, yok sayılmak istenen kaybedenlerin, sermayenin öngördüğü sistemin çarklarında öğütülme tehlikesi yaşayanların hala güncelliğini koruduğunu gösteriyor. İstediğimiz kadar “nerd’ler ‘cool’luğun yeni ismi” diye davullar çalalım, cubicle’ları, kasvetli plazaları terk edip daha havalı, ‘çalışan dostu’ ofislerde dirsek çürütelim, sermayeden nasiplenen her sistemin kendi kaybedenleri, istenmeyenleri var. Girişimimizin ilk adımları evimizin garajında atılsa da, takım elbise yerine ayağımızda flip flop’larla para kazansak da fark etmez; sermayenin kazan-kazan diye bağıracağı bir nokta elbet kendini gösterir. Mike Judge’ın güncelliğini hiç yitirmemesinin bir sebebi de bu: Kapitalizmin sürpriz yapacağı bu anları hiç kaçırmaması… Misal, Mike Judge’ın evreninde MTV kültürü yine MTV’de yıldızlaşan Beavis & Butt-Head vesilesiyle acımasızca topa tutulabilir. Sadece
yükselmeye, ayak kaydırmaya odaklı iş yaşamı, yine iş hayatının gelmiş geçmiş en ilgi çekici karakterlerinden bazılarına ev sahipliği yapan filmi Office Space’te dalga konusu olabilir. Amerikan banliyö hayatının ‘-mış gibi’ yapmaya odaklı kültürü, animasyon serisi King of Hill’de uzun zamandır ortaya çıkan en can alıcı ve vurucu hicve kaynaklık edebilir. Tüm bunlara bilinçlice düşük seviyede prodüksiyon özelliklerinin eşlik etmesi ise –animasyonlarda defter arkasına çiziktirilenlerden hallice çizimler, filmlerde omuz kamerasından fazlasına itibar etmeyen düz çekimler– Mike Judge’ın meselesinin altını daha da kalın çizgilerle çizmesine vesile olur. Madem popüler kültür hiçbir yerinden fire vermiyormuş izlenimi yaratan cilalı bir dünyayı zorunlu kılıyor, Mike Judge da mükemmelliği elinin tersiyle iten bir estetikle bu kültürü hedef tahtasına yerleştiriyor. Ve burada da The Simpsons veya South Park gibi başka ekiplerin eseri diğer efsanelerle paylaştığı bir özelliği devreye giriyor: Judge işleri de tıpkı adı geçen bu iki yapım gibi hedef tahtasına kimi koyacağı konusunda hiçbir ayrım gözetmiyor, görüş alanına giren herkesi topa tutmaya dünden hazır. Beavis & Butt-Head’de tüketim kültürünün zehirli meyveleri iki ana karakter kadar, idealist öğretmen karakteri özelinde bu kültüre karşı duranlar da acımasız şakaların hedefinde. Ya da Silicon Valley’de eksantrikliğe marka değerine çevrildiği oranda geçit veren internet patronları kadar onların kaale almadığı kaybedenler de alay konusu. Judge’ın belki de hedefini tutturamayan tek eseri olan, 2006’da yazıp yönettiği epik hiciv Idiocracy’nin sorunu, onda neyin özel olduğunu daha da iyi gösteriyor. Judge, eleştirdiğinin karşısında birilerini yeğ tuttuğunda, tarafını belli ettiğinde mizahı da keskinliğini yitiriyor. Idiocracy’de bir Amerikan güreşçisinin başkan olduğu bir distopya kurgulamak, başka herhangi birisinin de ortaya koyabileceği, kalın çizgilerinden dolayı artık eğlendirmeyecek bir mizaha yol açmıştı. Neyse ki, beş yıl aradan sonra tekrar gün yüzüne çıktığı Silicon Valley’de böyle bir durum söz konusu değil. Judge mizahı, keskinliğini de, kapitalizmde neyin ters gittiğini gösterme noktasındaki zindeliğini de koruyor. Müteşekkiriz. Zira, Office Space’te arabanın içinde gangsta-rap’le coşarken siyah bir vatandaş gördüğünde camını kaldırıp görünmemeye çalışan beyaz yakalıları tespit eden bakışa post-Fordizmi kostüm gibi kuşanan yeni sermaye noktasında da ihtiyacımız vardı. İnternetin başarı hikayelerinin panzehiri gibi duran Silicon Valley ile ihtiyacımız giderildi.
XOXO The Mag
65
whatever
BUNNY YEAGER
Aynadan İçeri Bettie Page yazı sarp dakni fotoğraflar bunny yeager
Döneminin en ilginç romancılarından biri olan Marvin H. Albert’ın yarattığı unutulmaz Tony Rome karakteri, beyazperdeye Frank Sinatra’nın yüzüyle yansımıştı. Gişelerin neredeyse para basması, Arcola Pictures stüdyolarının bir devam filmiyle yeniden ortaya çıkmasına sebep oldu. Gordon Douglas’ın yönettiği ve Frank Sinatra’ya Raquel Welch’in eşlik ettiği devam filmi Lady in Cement’in en büyük sürprizi ise kısacık bir rolde İsveçli bir masözü canlandıran Bunny Yeager’dan başkası değildi. Yeager’ı ‘pulp’ dedektif filmlerinde küçük roller kapabilen bir Playboy kızı sanma yanılgısına düşenler olmuştur, kuşkusuz. Ancak filmin çekildiği 1968 yılında Yeager, pin-up fotoğrafçılığının Leni Riefenstahl’ı olarak kabul ediliyordu. 85 yaşındaki Yeager geçtiğimiz Mayıs ayının son ve güneşli günlerinin birinde Florida, Miami’deki evinde sessiz sedasız uçup gitti aramızdan. Geride bıraktığı dev portfolyonun en önemli parçalarından biri, ilk James Bond filmi Dr. No’da Ursula Andress’in nefes kesen plaj fotoğraflarıydı. Ursula’yı zamansız bir poster kızına dönüştüren bu fotoğrafları bir kenara koyacak olursak, geriye ‘notorious’ Bettie Page kalıyor. Ve bir de elbette kendisi... Pittsburgh’un kenar mahallelerinden birinde, 1929 yılında alkol yasağının peşinde sürüklediği yasa dışılık halinin tam göbeğinde doğan ‘Bunny’ lakaplı Linnea Eleanor Yeager, sıradan bir ev kızı da olabilirdi. Ancak hikayenin devamı böyle gitmedi. Bunny, nişanlısının savaştan dönmesini bekleyen bir fabrika işçisi olmak yerine, ünlü bir pin-up’a dönüşüverdi. Fazlasıyla gösterişli göğüsleri ve mükemmel fiziğini yeteneksiz fotoğrafçılara sunmaktan sıkıldığında, fotoğraf makinesinin
önünden kalkıp arkasına geçen Bunny’nin yeni kariyeri için kırılma noktası ise 1954 yılında tanıştığı Bettie Page oldu. Page’in sıradan bir pin-up olmanın ötesinde, gelmiş geçmiş en baştan çıkarıcı fetiş objesine dönüşmesindeki en önemli faktör olarak görüldü Bunny Yeager. 1955 Ocak ayında Bettie, Playboy’un en eski Playmate’lerinden biri olarak derginin merkezine yerleştiğinde, Hugh Hefner onun ‘ikonik bir figür’ olduğunu sözleriyle onaylamıştı. Fotoğrafçı Irving Klaw ile birlikte Page’i her çektiği karede biraz daha efsaneleştiren Yeager, Bettie’nin hiç beklenmedik bir şekilde kendini dine kaptırıp emekli olmasından sonra çalışmaya ve üretmeye devam etti. Ve bu yüzden Yeager’ın dehasını sadece Bettie çerçevesinde incelemek ona büyük bir haksızlık olur. 2010 yılının başlarında The Warhol Museum, Yeager’ın işlerini ilk kez dev bir sergiyle sunduğunda yer yerinden oynamıştı. Buradaki fotoğrafların büyük bölümü, Yeager’ın 1964 tarihli kült kitabı How I Photograph Myself’ten alınmaydı. Diğer yandan Museum of Art Fort Lauderdale’de yine kendini ve günümüzün en fetiş figürlerinden Paz de la Huerta’yı çektiği fotoğraflardan oluşan sergi 2013 Ekim ayına kadar ziyaretçilerini kabul etti. İlerleyen yaşına rağmen aralıksız çalışmaya devam eden ve Miami’de kendi adını taşıyan bir stüdyo ve galeriyi yöneten Bunny ne yazık ki ölümünden sadece 10 gün sonra başlayan Bunny’s Bombshells adlı sergiyi göremedi. Sin City Gallery’de, Gallery Schuster ortaklığında gerçekleştirilen sergi 20 Temmuz’a kadar açık kalacak. Belki yolunuz düşer ve tatlı Bunny’ye bir selam çakmak istersiniz.
XOXO The Mag
67
FILE
OFF-SEASON Ufukta tatil sezonu görünmüyor, güneş zaten en parlak ışıklarını an itibarıyla üzerinize vuruyor ve sosyal medyanın her bir yanından deniz, güneş ve kum fışkırıyor. Sakin olun, derin bir nefes alın ve telefonunuzu sakince masaya bırakın. In’ler, out’lar arasında gidip geldiğiniz dünyadan uzaklaşmak için bir fırsatınız var: Off’a yönelmek... Temmuz ve Ağustos’la, ezberinize aldığınız tatil destinasyonlarınızla vedalaşın. Saatlerinizi Eylül’e ayarlayın ve rezervasyonlarınızı yaptırın. Ha, olur da sosyal medyadan intikam almak isterseniz parolamız #OffSeason. hazırlayan aslin kumdagezer
MEDINA, MARAKEŞ, EL FENN Marakeş denince aklınıza gelen ilk üç kelimeyi (-muhtemelen Yves Saint Laurent olan) yakın zamanda değiştirmeyi planlıyorsanız, ya da plansız değişimlerden yanaysanız kendinizi Brits Venassa Branson’ın misafirperverliğine bırakabilirsiniz. Ortağı Howell James’le, Koutoubia Camisi’ne bakan otantik bir evi El Fenn adında bir butik otele çeviren Branson, aynı koltuğa iki karpuz sığdırıp Şubat ayında gerçekleşecek Marakeş Bienali’nin de organizasyonunu üstleniyor. Tabii Branson’ın güncel sanatla olan bağından El Fenn de nasibini alıyor. Geriye, arkanıza yaslanıp Francis Upritchard tasarımı bir şamdan eşliğinde Atlas’ın karlı tepelerini izlemek ve yatmadan önce Antony Gormley’nin çalışmalarına selam etmek kalıyor. Derb Moullay Abdullah Ben Hezzian, Bab El Ksour, Medina Marakeş, el-fenn.com
SİCİLYA, İTALYA, ZASH COUNTRY BOUTIQUE HOTEL Akdeniz’in en büyük adası, ya da diğer bir deyişle; popüler kültürün vaftiziyle mafyanın anavatanı, yaz sıcaklarının ardından en yumuşak dönemlerini yaşamaktayken, rotanızı Sicilya’ya çevirmek isterseniz ayaklarınız sizi Zash Country Boutique Hotel’e götürmeli. Adanın, mimarisini koruyabilen nadir yapılarından biri olan bu butik otel, iç mekan tasarımda güncel kodları olabildiğince zorluyor. Adaya ayak basmadan önce bilmeniz gerekenler arasında, mafyanın çizgili beyaz takımlar giymediği ve bikininin antik çağlardan kalma -modası geçmek üzere bir kıyafet olduğu var. (Bknz. Piazza Duomo 20, Romman Villa.) Bu arada volkanların alametifarikası siyah kumsallar ve hala mumyalama yöntemiyle saklanan ölüler görebilirsiniz. Mumyaları özellikle planlarınıza katmak isterseniz Piazza Cappuccini’de sizi bekliyor olacaklar. Via Strada Provinciale 2/I-II n.60 95018 Archi-Riposto-CT, Sicilya, zash.it
BAHIA, BREZİLYA, CASA LOLA Jan Eleni ve Ronnie Stam, kızları Lola’yla Trancoso’ya arkadaşlarını ziyarete gelirler... Hikayenin devamını tahmin ettiniz değil mi? Biz yine de yazalım. Bölgenin sükunetine ve Brezilya’nın ham enerjisine anında tutulan ikili ikametgahlarını anında buraya aldırırlar. İç mimar olan Jan, moda haftalarında saç tasarımları yapan kocası Ronnie ve yerel işçiler, güçlerini birleştirdiklerinde ortaya Casa Lola çıkar. Evet, adını tam da tahmin ettiğiniz yerden alıyor. Eşit oranda cam, odun ve beton kullanmaya dikkat eden ikili, yaşadıkları deneyimi paylaşmak için, 2010’da temellerini attıkları evlerini açıyorlar ve butik seyahatçilerin listelerine üst sıralardan ekleniyorlar. Tabii dekorasyon ve seyahat dergileri sayfalarına da... Henüz Brezilya sıcakları başlamadan lüks bir Güney deneyimi hayal edenlere gelsin. Rua João Vieira de Jesus, s/n, Centro Trancoso, Bahia, Brezilya, casalolatrancoso.com XOXO The Mag
AZORLAR, PORTEKİZ, CONVENTO DE SAO FRANCISCO Lizbon’dan bir saat batıya gittiğinizde, Yunan ve İtalyan adalarının ünü altında saklanan Portekiz adalarına rastlayacaksınız (Edebi anlatımımızın altında basit bir Google Maps taraması yatıyor). Azor Adaları’nın en büyüğü ve doğru orantıda ilgi çekeni Sao Miguel, adını melek Mikail’den alıyor ve hala tarihi dokusunu koruyabilen nadir adalardan biri sıfatıyla Off-Season tatiller için biçilmiş kaftan rütbesini kazanıyor. Ateş Gölü ve Yedi Şehirler gibi adanın turistik eğlencelerinden bir adım öteye gidip hala tarihi bir tatil yapmayı planlıyorsanız, rotanız Convento de Sao Francisco olmalı. 16. yüzyıldan kalma bir manastıra ait olan bina, döneme ve dönemimize ait bir tasarım düsturuna emanet ediliyor. Convento de Sao Francisco, denizin tadını son birkaç kez daha çıkarabilin diye plajı, yumuşak Eylül havasını içinize çekebilin diye golf sahası ve geniş yeşillikleriyle aklınızı çelebilecekler sınıfından. Avenida da Liberdade s/n - Rotunda dos Frades, Vila Franca do Campo, 9680-101, São Miguel, Azorlar, Atlantik Adaları, Portekiz, conventodesaofrancisco.arteh-hotels.com
KARADAĞ, SVETI STEFAN, AMAN SVETI STEFAN Adriatik Denizi’ni güney etekleri altında saklayan Karadağ, karanlık çağ korku filmlerini andıran adını, ağızı beş karış açık bıraktıran manzarasıyla hafızalara kazıyor. Osmanlı dahil birçok imparatorluğu ve krallığı birbirine düşüren coğrafya, sükunetine kavuştuğu yıllar itibarıyla bir turizm karmaşasına maruz kalıyor. Tabii eğer tercihiniz Eylül ayı ve Aman Sveti Stefan değilse... Huzur üzerine kurulan yapı, Adriatik’e açılan pembe kumlarıyla 2 kilometrelik bir sahili de içerisinde barındırıyor. Ve tarihi mimari, güncel ihtiyaçlarla buluşuyor. (Evet, eşi zor bulunan bir SPA’dan bahsediyoruz.) Geçmişe yolculuk konusunda ısrarcı olmanız durumunda kır evi konsepti de seçenekleriniz arasında. Tabii Aman Sveti Stefan’ın sağladığı bir tekneyle denize açılıp bir daha geri dönmeme hayalleri de kurabilirsiniz. Sveti Stefan 85315 Montenegro, amanresorts.com
PLAYA DEL CARMEN, MEKSİKA, HOTEL LA SEMILLA Özellikle Cancun’un en ıslak sezonunda en yoğun etkinlik takvimine sahip olmasının mantıklı bir açıklaması olmalı. Dilemmayı çözmek isteyenler bu cümlede mola verebilir, mantık kurallarını pek de umursamadan gezmeyi planlayanlar Meksika biletlerinizi hazırlayın. Hedefiniz Playa del Carmen. Alexis Scharer ve karısı Angie Rodrigez’in aşkının meyvesi Hotel La Semilla, 9 senelerini otelcilik sektöründe geçiren ikilinin lüks kavramının dışavurumu. Dolayısıyla kalabalık bir Meksika tasarımı menünün dışında kalıyor. Türkçede tohum anlamına gelen adıyla otel, yaşamına devam etmek için gizli, mütevazı ve güncel kalmak gerektiğine inanıyor. Tabii ziyaretçilerini de ziyadesiyle bu öğretiye inandırıyor. Calle 38 Norte mz. 4 lt. 3 entre 5ta. Av. y el Mar, Playa del Carmen, Q. Roo, Meksika, hotellasemilla.com
NEGRIL, JAMAİKA, ROCKHOUSE HOTEL Amerikan Jazz ve Blues arasında bir yerlerde sallanıyorsunuz, şarkınızın sözleriyse Smile for Me Jamaica. Tatil planınızsa Jamaika’nın volkanik sahillerine doğru. Tabii Eylül ayı dolayısıyla ani yağmurlar ve olası hortumlarla da aranız iyi. Çünkü Avustralyalı mimar Jean Henri Morin’in tasarım anlayışının sonucu olan Rockhouse Hotel’de keyfinizi hiçbir şeyin bozması mümkün değil. Zira etrafınızda Bob Marley, Bob Dylan ve Rolling Stones’un enerjisini hissediyorsunuz. Evet, 1972’de hepsi yollarını tam da buradan geçirdiler. Otel aynı zamanda kurduğu The Rockhouse Foundation dolayısıyla Negril’in sosyal gelişimini de destekliyor ve bölgenin okullarına bağışlarda bulunuyor. Tabii ki çevreci inisiyatifini de sürekli yan cebinde tutuyor. West End Road, Negril, Jamaika, rockhousehotel.com 69
INTERVIEW/beauty
Geza Schoen
Ayrık, Dışlak ve Büyüleyici Onu devrimci bir minimalist olarak yüceltenler de var, çevresine uymakta zorlanan bir serseriye indirgeyenler de… Aroma molekülleri olanca yalınlığıyla sahneye koyarak tüm dünyayı ISO E Super bağımlısı haline getirdikten sonra, markası Escentric Molecules’ün köşeli karakterini daha da sivriltmekten çekinmeyen Geza Schoen, bugüne kadar yapılmış en dürüst röportajlardan birinin konuğu olarak karşınızda. röportaj ayşecan ipek fotoğraf geza schoen’in izniyle
XOXO The Mag
Almanya’da, Kassel’de doğup büyümüşsün. Çocukluğundan bir manzara ve olfaktif bir hatıra paylaşır mısın bizimle? Anneannemin mutfağı benim için vazgeçilmez bir yerdi, tüm çocukluğumun orada geçtiğini söyleyebilirim. Salondaki eski koltuğunun kokusunu bugün gözlerimi kapattığımda hala duyabiliyorum. Bahçedeki çiçeklerin kokusunu da öyle... Bugün kokladığım her şeyde çocukluğumdan izler buluyorum. Çocukluğunuzda hemen hemen her şeyi ilk defa koklarsınız, o an içinde bulunduğunuz ruh hali, çevrenizde olup bitenler olfaktif hatıralarınızı şekillendirir. Benimki de anneannemin evinde geçen güzel bir gün.
etmeye çalışıyorsunuz. Bu şekilde o parfümlerin neden bir klasiğe dönüştüğünü daha iyi anlıyorsunuz. Bir noktada kendi fikirlerinizi, hayallerinizi, notalarınızı oluşturma zamanı geliyor. Bizim kişisel projeler için bol bol vaktimiz oluyordu, bu deneme yanılma şansı da parfüm eğitimi sırasında başınıza gelebilecek en iyi şeydir. Şu an nerede yaşıyorsun? Kreuzberg, Berlin’de. Buradan asla taşınmayacağım. Berlin, yaşamak için mükemmel bir şehir. Evinden dışarı adım attığında aldığın ilk koku ne oluyor? Şu an ıhlamur ağaçları çiçek açıyor ve inanılmaz kokuyor. Berlin yazlarına ait en sevdiğim kokulardan biri bu. Burnum kokuları ayırt etmek konusunda ustalaştı, o kokulara ait kelimeleri de bulabiliyorum ancak çoğu insanın bunu yapamadığını, ne kokladığını anlatamadığını düşünüyorum. Aslında hepimiz benzer şeyleri kokluyoruz. Parfümörler çalıştıkları alanın kokusuz olması konusuna özen gösteriyor. Senin için de bu durum geçerli mi? Ofisim, kimsenin kolay kolay giremediği, özel bir alandır. İdeal olarak kokusuz, renksiz, olabildiğince nötr bir ortamda çalışmak isterim. Sanırım işin sırrı herkesten biraz uzaklaşmak.
Öğretmenlerle dolu bir aileye sahip olmak sana ne öğretti? Aslında özellikle hatırlanacak bir şey öğrenmedim. Annem bir anaokulunda çalışırdı, babam ise sanat öğretmeniydi. Bir çocuğun sahip olabileceği en iyi aileye sahiptim. Çok seyahat ederdik, babam bana Avrupa’daki sanat dünyasını uzun uzun anlatma şansı buldu. Bugün yaptığım iş için mükemmel bir baz yarattı bu durum. Eğitim almış bir parfümörsün, hayatının o dönemini nasıl hatırlıyorsun? Müthiş bir dönemdi. Haarmann & Reimer, şimdiki Symrise’de eğitim aldım. Parfümerinin temellerini deliler gibi çalışarak ve ezberleyerek öğreniyorduk. Ama, bir yandan da tüm malzemeleri istediğimiz gibi kullanma özgürlüğüne sahiptik. İlk birkaç ay doğal ham maddeleri koklayarak geçiyor, daha sonra minik akorlar yaratmaya başlıyorsunuz, gül, yasemin ve zambak gibi… Daha sonra klasik parfümörlerin işlerini uzun uzun inceleyip, onları taklit
Bir röportajında niş parfümlerin gereksiz saçmalıklar olduğunu söylemişsin. Escentric Molecules’ün de bu takımın bir parçası olduğunu hesaba katarak, son derece cesur bir çıkış yaptığını düşünüyoruz. Bu fikrimin ve açıklamamın arkasındayım. Ticari parfümlere inat 71
farklı bir şeyler yapmaya çalışmanın, kendini sürekli onlardan başka bir yerde konumlandırmaya çalışmanın salak bir iddia olduğunu düşünüyorum. Çünkü bunu yapmak hiç de zor değil. Zor olan bir hikaye anlatabilmek ve anlattığın hikayenin diğer binlercesinden doğal olarak sıyrılabilmesini sağlamak. Bazı niş markaların sahip çıkmaya çalıştıkları miras, çirkin ve mide bulandırıcı. Bu konuda daha fazla detaya girersem asıl o zaman cesur bir çıkış yapmış olacağım! Bir parfüm müthiş kokmalıdır, ondan beklenen en önemli şey budur. Escentric Molecules, fütürist parfümlerin öncüsü olarak kabul ediliyor. Gelecekçi bir parfüm hangi özelliklere sahip olmalı? Farklı bir duruşu, farklı bir imajı, farklı bir kokusu olmalı. Yine de tüm bunlara rağmen şimdiki zamanda rahatlıkla sürülebilmeli. Molekül fikrini 1990’da buldum. Etrafımdaki arkadaşlarım sürdükleri parfümlerden şikayet edip duruyorlardı; çok tatlıydı, çok fazlaydı, çok meyveli ya da çok baskındı. İnsanların üzerlerinden etrafa yayılan bir parfüm bulutu sürmesi yerine olfaktif bir auraya sahip olması üzerine düşünmeye başladım. Bu esans sadece süren kişinin etrafında varlığını sürdürecek ama aldığı her nefeste burnuna dolmayacaktı. ISO E Super, başlamak için mükemmel bir moleküldü. Onu koklar koklamaz ilk denememin başrolünde olacağını biliyordum. Daha sonra Ambroxan ve Vetiveryl Acetate ile devam ettin. Molecule ve Escentric bir arada ya da ayrı ayrı kullanılabiliyor. Neden parfümlerini ayrıştırma ihtiyacı duydun? Farklı esans çözümleri üretmek istedim, sanırım… Püristler için sek moleküller, parfüm tutkunları için de Escentrics’i yarattım. Her
serideki iki parfüm de birbirinden oldukça farklı kokuyor, ortak noktaları mükemmel olmaları. Escentric Molecules, aroma moleküllere saygı duruşunu ihmal etmiyor. Çantanda başka hangi laboratuar harikalarını gizliyorsun? İlk üçten sonra işimin oldukça zorlaştığını söyleyebilirim, kendimi başka hiçbir şeyi beğenmezken buluyorum ve bu markam için pek de hoş bir durum sayılmaz, öyle değil mi… Bazı doğal ham maddeler kendi başlarına mükemmeller, 70’lerde herkes vücuduna paçuli yağı sürüyormuş ve muhteşem kokuyormuş. Benim de vücuduma sürüp gezmek istediğim bazı ham maddeler var tabii. IFRA’nın radarına takılmadan bunu yapabilmek bugünlerde neredeyse imkansız. Bu yüzden kimyasallara daha da fazla iş düşüyor. Serinin dördüncü ve beşinci parfümleri için bir şeyler düşünüyorum. Laboratuar konseptine bu kadar yakın duran bir markanın hareket noktasının hikayeler olması neredeyse imkansız… Evet. İşe her zaman ham maddeden başlarım. İsteğe bağlı, siparişle gelen esanslardan hiç hazzetmiyorum, bu yüzden hikayelerle de işim olmuyor. Bana bir şarkı söyle, sana parfümünü söyleyeyim tarzı bir adam değilim yani… Peki Escentric Molecule 0’in tahtını kimseye kaptırmamasını, en çok satan parfümün olmasını nasıl yorumluyorsun? Sence onu bu kadar arzulanır kılan ne? Çünkü muhteşem kokuyor. Daha basit bir açıklaması olamaz. Öte yandan Dr. Hanns Hatt isminde ünlü bir araştırmacı, ISO E Super’in
XOXO The Mag
esas işlevi feromon algılamak olan vomer kemiği etrafındaki hassas çevreye dokunabildiğini, onu etkilediğini kanıtlamıştı. İnsanların ISO E Super sürmüş birinin peşine düşmesi belki de bu yüzdendir… 01’in olfaktif iskeleti de çok etkileyici: Sıcak, odunsu ve kadifemsi. Sedir ağacının alabileceği en yumuşak hali temsil ediyor.
kokladığım en iyi deri notası olabilir. Klasik floraller arasında da çok hoşuma giden işler var; Cacharel Anaïs Anaïs ve Chanel No.19 gibi... Bazen bir parfümün sahip olduğu esansı sevmesem de yapısına hayran kalabiliyorum ama sanırım böyle bir şeyi anlamanız için parfümör olmanız gerekir…
Escentric 02’yi de Gin Tonic ve yeni açılmış bir Apple bilgisayarla özdeşleştiriyorsun. Apple ve PC arasında nasıl bir fark var? Bunu siz de koklayabiliyorsunuz, değil mi? Yalnız olmadığımı biliyorum. Bir Apple ürününü paketinden çıkardığınızda oldukça baskın, adlandıramayacağınız bir koku yayılır ve bu koku yeni bir arabaya bindiğiniz zaman duyduğunuz şeyden bin kat daha güzeldir!
Escentric Molecules koleksiyonundaki en seksi ikili hangisi? Muhtemelen 01. Bir müzisyen olarak şovuna üçüncü en iyi şarkınla başlayamazsın, değil mi? 02 ise en taze ve ferah ikili. Sen de parfümlerini kombinleyerek mi sürüyorsun? Asla kombinlemem. Bu, insanlara yaratıcı olduklarını sanmaları için sunduğumuz bir pazarlama fikri sadece.
Teknolojik bir insan olduğun söylenebilir mi? Hem evet, hem hayır. Tüm teknolojik araçların hayatımızı kolaylaştırmadığını düşünüyorum. Bazıları hayatımıza sızıyor ve insanları teknik ilerlemeyi hiç sorgulamayan kemirgenlere dönüştürüyor. Tanıdığım çoğu insanın yaptığı gibi mail’lerimi telefonumdan kontrol etmiyorum ve bu tavrım hiç değişmeyecek. Kitlelerin peşinden sürüklendiği akımlara kapılıp gitmeyi reddediyorum, her zaman da böyle yaptım. Teknolojinin faydaları saymakla bitmez. Ama kültürler arası olayları öyle bir hızla değiştiriyor ki, kişisel olarak kendimiz için neyin en doğru olduğunu sorgulamaya bile fırsat bulamıyoruz.
Tüm hayatın boyunca tek bir parfüm sürecek olsaydın, bu ne olurdu? Hakiki ve kaliteli gri amberden tonlarca elde edebilseydim, başka hiçbir şey sürmezdim. Gerçekleşmemiş projelerinden bahsetmek konusunda temkinli olduğunu biliyoruz ama yine de sormadan edemiyoruz. Şu sıralar ne üzerinde çalışıyorsun? Tonlarca şey üzerinde! Masamın üzerinde beni bekleyen farklı projeler var: Beautiful Mind Volume 2, kurumsal şirketler için yarattığım ultra-kurumsal esanslar, moda tasarımcıları, kozmetik markaları ve dergi röportajları… Hepsi masamın üzerinde yatıyor. Mark Buxton ve Bertrand Duchaufour ile yaratacağımız yepyeni bir marka ise listenin en başında. Heyecanlı zamanlar var önümde...
2000’lerle pek ilgilenmiyorsun galiba ama 80’li ve 90’lı yılların parfümlerine özel bir merakın olduğunu biliyoruz. Favorilerini duyabilir miyiz? 80’lerin ortasında piyasaya çıkan Jil Sander Man Pure, bugüne kadar 73
food
YAZIN TADI
Çıplak Ayak Toprağa Basmak yazı didem şenol tiryakioğlu fotoğraflar orhan cem çetin
Aslında benim için hayatı keyifli kılan, basit ve ufak yenilikler: Rutini kıran küçük seyahatler, aldığım çamur saksıya ne ekeceğimin hayali, aylar önce aldığım şarabı sabahtan soğutmayı akıl etmek ve eve gelince çıplak ayak bir-iki yudum içebilmek, Atlas’ın odasına sabah erken girmek ve uyandırmıyormuş gibi yapıp uyanması için perdeyi bir sağa bir sola çekiştirip, uyandığında bahçeye çıkıp birlikte derin bir nefes alabilmek... İstanbul’un koşuşturmasında bazen çok imkansızmış gibi gelse de asıl olan biraz hayal etmek, biraz oluruna bırakmak. Her yaz, bu koca şehirde günlük koşuşturmacaya ara verip piknik hazırlıkları yapmayı seviyorum. Gittiğim parkın veya yeşil alanın nerede olduğundan bağımsız, eğlenceli sandviçler, kekler, tartlar hazırlayıp çim üzerine yerleşmek ve etrafı seyredip hava alarak bir şeyler atıştırmak hoşuma gidiyor. İstanbul’un ısındığından ve ne kadar rutubetli olduğundan bahsetmeyi bırakıp büyük ağaç gölgelerinde, deniz kıyısında veya Karadeniz kumsalında yazın tadını çıkarmak müthiş keyifli. Pikniğin detayları tamamen kişinin kendisine kalmış; bense genelde sandviç veya dürüm yapmayı seviyorum. Artan malzemeyi değerlendirmek için de ideal. Böylece, evde yaptığım kek veya tarttan birkaç dilim yanımıza alıyorum. Sabah erken gideceksem bazen ev yapımı granola ve yoğurt hazırlayıp özellikle şeftali ve kayısı gibi meyvelerle paketliyorum. Otlu peynİr ezme 1/2 kg tulum peyniri, 250 gr. labne peyniri, 10 dal taze kekik, 1/4 bağ maydanoz, 1/4 bağ dereotu, karabiber Bir kapta tulum peyniri ve labneyi iyice karıştırıyorum. Krem peynir şekline geldiğinde ayıkladığım ve ince doğradığım maydanoz ve
dereotlarını ekleyip, kekik yapraklarını katıyorum. En son karabiberle lezzetlendiriyorum. Ağzı kapaklı bir cam kavanoza alıp, piknikte taze ekşi maya ekmek dilimleriyle birlikte yiyorum. Köz sebzelİ yaz dürümü 4 adet tortilla lavaş, 4 top taze mozzarella , 3 adet kırmızı biber, 3 adet patlıcan, roka (isteğe göre), 60 gr pesto sos Pesto sos 2 bağ taze fesleğen, 40 gr eski kaşar ya da parmesan peyniri, 1 diş sarımsak, 1 avuç çam fıstık, 300 ml zeytinyağı, tuz, karabiber Dürüm yapmaya patlıcan ve kırmızı biberleri közleyerek başlıyorum. Patlıcanları minik bir bıçakla yanlarından hafifçe delerek, ocakta açık ateş üzerinde ya da mangalda közlüyorum. Hafif soğuduktan sonra kabuklarını ve çekirdeklerini temizliyorum. Koyu renkli suyunu salması için bir süzgece aldıktan sonra, suları süzülünce kabaca kesiyorum. Kırmızı biberleri de patlıcanları közlediğim gibi bütün halde közlüyorum. Kolay soyulmaları için bir kaba alıp üzerini streç filmle kaplıyorum. Biberler soğuduktan sonra streçi açıp, biberleri kabuklarından sıyırıp, uzun, ince şeritler halinde doğruyorum. Pesto sos için tüm malzemeleri sos haline gelene kadar mutfak robotunda çekiyorum. Tortilla’ları varsa ızgarada, yoksa dökme bir tava içinde ocakta arkalı önlü 2-3 dakika ısıtıp tezgaha alıyorum. Üzerlerine pesto sostan sürüyorum. Közlediğim patlıcan ve kırmızı biberden de istediğim kadar koyuyorum. Kalın dilimler halinde kestiğim mozzarella’ları da ekledikten sonra hafif tuz ve karabiberle lezzetlendirip, dürüm yapıyorum.
XOXO The Mag
Kİrazlı kağıt kek 200 gr toz şeker, 200 gr tereyağı, 2 limonun kabuğu, 4 yumurta, 200 gr un, 5 gr kabartma tozu, 36 adet kiraz
katıp, karıştırıp, soğumaya bırakıyorum. Kaselere, önce hazırladığım granola’yı bir kat, sonra da üzerine yoğurt ve dilimlenmiş şeftali parçalarını koyuyorum. Kabın boyuna göre bu işlemi tekrarlıyorum. Soğuk servis ediyorum.
Mikserde oda sıcaklığındaki tereyağını ve şekeri çırpıyorum. Rendenin en ince yeriyle rendelediğim limonun kabuğunu karışıma ekliyorum. Oda sıcaklığındaki yumurtaları tek tek ekleyerek çırpmaya devam ediyorum. En son eklediğim un ve kabartma tozunu da karıştırıyorum. Önceden ısıtılmış 175 derecelik fırında kağıt kalıplara döküp, son olarak her birinin üzerine çekirdeğini çıkardığım üç adet kirazı koyup pişmeye bırakıyorum. Üstü hafif renk almaya başladığında, bir tahta çubuk batırıp, pişip pişmediğini kontrol ediyorum. Tahta çubuğa hamur takılıyorsa çiğ demek.
Vİşnelİ lİmonata 1 litre taze sıkılmış limon suyu, 4 tane portakalın suyu, 1 kg toz şeker, limon ve portakal kabuğu rendesi Vİşne sosu 1 kg vişne ve 125 gr şeker Limon ve portakalları yıkadıktan sonra rendenin en küçük kısmıyla kabuklarını rendeliyorum. Limonların ve portakalların sularını sıkıyorum. Bir kabın içine limon, portakal sularını, kabukları ve şekeri ilave edip karıştırıyorum. Bu tarif, ne kadar su çıkarsa aynı ölçüde şeker istiyor. Bu karışımı buzdolabında en az üç gün dinlendiriyorum. Sonra en ince tel süzgeçle süzüyorum. Böylelikle konsantre elde etmiş oluyorum. Servis etmek istediğimde bir litrelik sürahiye ¼ konsantre koyup üzerine soğuk su ilave ediyorum. Daha az tatlı bir karışım isterseniz konsantreyi daha da sulandırabilirsiniz. Konsantreyi ağzı kapalı şekilde bir hafta buzdolabında bozulmadan saklayabilirsiniz. Sosu hazırlamak için çekirdeğini çıkardığım vişneleri bir tencerede şekerle kaynatıyorum. İyice püre haline gelince soğumaya bırakıyorum. Bu şekilde buzdolabında ağzı kapalı halde saklıyorum. Limonataları servis ederken her bir bardağa bir tatlı kaşığı sos koyup iyice karıştırıp buzla servis ediyorum. İçine biraz da taze zencefil, lime ya da mevsime göre bergamot rendeliyorum.
Şeftalİlİ granola 1 adet büyük boy şeftali, 250 gr yoğurt, 250 gr granola 500 gr yulaf ezmesi, 400 gr fındık, badem, çekirdek içi karışımı (ya da içine koymak istediğiniz diğer yemişler), 100 gr ince dilimlenmiş kuru kayısı, kuru incir karışımı (ya da içine koymak istediğiniz diğer kuru meyveler), 160 gr bal, 160 gr toz şeker, 120 ml zeytinyağı, 50 gr tereyağı, 8 gr tarçın, 15 gr vanilya özü, 1 tutam tuz Bal, şeker, zeytinyağı ve tereyağını ocakta eriterek sıvı bir karışım haline getiriyorum. Bir kenara alarak içine tarçın, tuz ve vanilya özütünü koyup karıştırıyorum. İçine yemişleri ve yulafı ekleyerek harç haline getiriyorum. Harcı yağlı kağıt serdiğim tepsiye dökerek yayıyorum. Önceden ısıtılmış 150 derecelik fırında her 10 dakikada bir karıştırarak toplamda 40-50 dakika fırınlıyorum. Fırından çıktıktan sonra halen sıcakken içine ince kıydığım kuru meyveleri de 75
FILE hazırlayan müjde metin fotoğraflar özkan önal
SOME WOMEN OF HANDCRAFTS
İLAYDA SARAN Atölyeni bir ressamla paylaşmak sana neler sağlıyor? Resim sanatı, çalışmalarına nasıl nüfuz ediyor? Kendimle baş başa kaldığım zamanlar dışında, fikir alışverişi yapabildiğim ve tartışabildiğim başka bir sanatçıyla aynı atölyede üretebilmek; yaratım sürecinde şüpheye düştüğüm zamanlarda oldukça fayda sağlıyor. Aynı anlarda farklı işler üzerinde çalışıyor olsak da sürekli iletişim halindeyiz, ve oluşan işler üzerinde karşılıklı konuşuyoruz. Bu da düşünme/fikri geliştirme aşamasını devamlı hale getiriyor. Neden heykel? Bu seride kendimce hikayeleri olan, birbirleriyle bir şekilde bağlantılı karakterler vardı. Mesela bu ikili kafamda biraz Franny ve Zooey gibiler, ve bunlar diğerleriyle yan yana geldiklerinde farklı hikayeler de oluşabiliyor. Bu çeşitliliği, canlılığı yakalamak ve istediğim etkiyi sağlayabilmek için üç boyutlu çalıştım. Ama bu her seride değişebilen bir durum bu; kendimi belli malzemelerle kısıtlamak hoşuma gitmiyor. Hissettiklerimi aktarabildiğime emin olduğum malzeme neyse ona göre ilerliyorum ve farklı disiplinlerden yararlanmak bana kendimi daha özgür hissettiriyor. Sanatsal/yazınsal/müzikal bağlamda seni ve gitmek istediğin yönü etkilediğine inandığın kişiler kimler? Son dönemlerde tekrar tekrar Lucian Freud’a ve Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’sına bakıyorum. Atölyede ise şu aralar sık sık Mac Demarco dinliyorum. Sahne Dekorları ve Kostümü bölümünden mezun olmak
hayatına neler kattı? Ve ekleyelim, başka bir bölümü seçecek olsaydın... Dekor, kostüm tasarımı eğitimim boyunca, dikiş dikmek, ışık tasarımı gibi konular üzerine çalıştım. İşin teknik kısmını bilmeden tasarım yapmak fazlaca havada kalabiliyor, o yüzden hayal ettiğin tasarımın uygulanabilmesi için gereken tüm detaylar da bölümde öğretiliyor. Bu sistem sayesinde sürekli yeni bilgiler kazanıp, alakası olmadığını sandığınız öğelerin gerekliliğini ve bir araya geldiklerinde farklı işlere yarar hale gelebileceklerini fark ediyorsunuz. Tüm bunların dışında; bölümün adında yazmasa da 4 sene boyunca aldığım kukla eğitimi hayatımda büyük öneme sahip. Gölge oyunu, el, kafa ve ipli kukla en heyecan verici derslerdi benim için… Fırsatım olsaydı; temelde resim eğitimi alıp sık sık kukla atölyesine kaçardım. Şu sıralar ne üzerinde çalışıyorsun? Kıştan beri sıkışmışlık hissi kafamda dönüp duruyordu. Fazlasıyla özgür hissedebileceğim(iz) bir boşluk hayali kuruyordum ama bir yandan da olamayışıyla beraber gitgide sıkışıyordum. Tam olarak bu iki ruh halini yakalayabildiğim resimler yapıyorum. Bu yaz sürecini de resimlerin devamını bitirmekle geçireceğim. Hayalini kurduğun bir sergi mekanı var mı? Betimleyebilir misin? Tiyatrodan gelen bir alışkanlık sanırım; nedense sergilemelerde fazlasıyla ışığa dikkat ediyorum. Mümkün olsaydı, Robert Wilson’la çalışmak isterdim. Sakin, huzur veren bir ortam yaratıp; mekanı ve işleri soylulaştırmadan, gelenleri biraz olsun gerçek hayattan koparabilseydik, süper olurdu.
XOXO The Mag
AZRA BAYDAR Juno’daki serginde litografi çalışmalarını görmüştük. Halen devam ediyor musun? Nasıl gidiyor? Linol baskıları başka bir boyuta taşıdım. İlk sergimde beğenilen resimleri, kumaş boyaları ile beyaz, kamuflaj ve kot kumaşlara basıp çanta olarak diktirdim. İkinci sergimde dokuma tuvallerinin yanında çantalarımı da sergilemiş oldum.
baz renklerine, çevremdeki objelerin renk uyumlarını gözlemleyerek karar veriyorum ve bir süre sonra ipler, adeta benim dışımda, matematiksel bir hesapla yönlerini buluyor. Örgü ve dokuma da bende bir terapi etkisi yaratıyor. Yaptığım tuvalleri farklı zamanlarda tekrar tekrar inceleyip eksik yada fazlalıkları ile oynuyorum. Pratiğini geliştirme yöntemlerin var mı? İlk başta tuvallere ipleri düz çizgiler halinde geçiriyordum. Daha sonra, filler, kuşlar, geometrik şekiller gibi somut figurleri iplerle dokumaya başladım. Daha da ilerledikçe, fikirlerim çoğalmaya başladı. Bu sefer şekillerin etraflarını iplerle dokuyup, şekilleri tuvalin rengi ile belirginleştiriyordum. Kırmızı yuvarlaklar, yelkenliler, üçgenler, mercanlar, ince silüetler... İlk zamanlarda daha kalın ipler tercih ettim, daha sonra arkadaşım vasıtasıyla elime geçen mumlu iplikleri kullanmaya başladım. Yaptıkça aslında başında yaptıklarımdan çok daha farklı desenlerin ortaya çıktığını gördüm. İlk zamanlarda daha canlı renkler ve karışık şekiller kullanırken zamanla daha yalın tuvaller yarattım.
Dokuma tablolar yapmaya nasıl başladın? İlk sergi sonrasında yeni bir uğraşı arayışına girmiştim. Salonumdaki, beni bir türlü tatmin etmeyen tablolar yerine bir şey yaratmaya karar verdim. Aslında fark ettim ki bu durum, etrafımdaki birçok arkadaşım için de geçerliydi. Herkes, sade, gözü çok yormayacak, zamanla anlamını ve güzelliğini kaybetmeyecek, pahalı olmayacak eserlerle duvarlarını süslemek istiyordu. Öte yandan, eşim mimar ve çok seçicidir. Bu nedenle yaptığım şeyin onun da beğeneceği gibi yalın ve çağdaş olması gerekiyordu. Karıştırdığım dergilerden birinde gördüğüm bir resimden etkilenip dokuma tablolarını hayal ettim. Sonradan bu resmin aslında bir kilim olduğunu fark ettim. Ama zaten, bu bana istediğim ilhamı vermişti bile. Ressam ve heykeltıraş olan annemin atölyesinde tuvalleri boyamaya başladım. Bir de minik matkap edinip tuvalleri delmeye başladım ve işin içine rengarenk ipler girdi.
Pratiğinin, çalışma/düşünme ritüeline sence nasıl katkıları ve etkileri oluyor? Yaratmak beni mutlu ediyor. Bu benim yaşama sevincim. Bunun üstüne yarattıklarım için etrafımdan aldığım olumlu geri dönüşler devam etmem için beni cesaretlendiriyor. Şimdi yine yeni bir uğraş bulma peşindeyim. Belki bu sefer ahşap, belki boya, belki teller... Zamanla şekillenecektir aklımda, aynen tuval dokumalarında olduğu gibi...
Bir tablo üzerindeki çalışma sürecin nasıl ilerliyor? Dokumalara başladığımdan beri etrafımı başka bir bakış açısıyla gözlemliyorum. Arayış içindeyim; yeni fikirlere, şekillere, renk karışımlarına çok meraklıyım. Dokuduğum iplere ve kullandığım 77
FILE
MELİHA BABALIK Kumm Design’da Unique diye bir bölüm var; hikayesi nedir? O bölümde, yarattığım Kumm kasabasının hikayesi anlatılıyor ve her tasarımdan bir tane üretiliyor. Kasabanın felsefesi, üretmek, paylaşmak, dostluk ve birlik olmak üzerine kurulu. Bu hikaye tasarladığım birçok objede görülüyor. Mesela, el yapımı deri defterlerin en arka sayfalarında özel seri numaraları yer alıyor. Bir seri numarası, hem kasabanın kaçıncı üyesi olduğunuzu, hem de kaçıncı deftere sahip olduğunuzu gösteriyor. Ayrıca yine en arkaya orijinal imzamı eklemeyi de ihmal etmiyorum. Üzerinde ev figürü olan porselen kahve kupaları, çanaklar ve diğerleri, hep hikayeleri olan objeler; onların hikayelerini yazarken çok eğleniyorum ve bunları paylaşmayı seviyorum. Seramik ve cam üzerine eğitim görüp, deri defterler dahil, pek çok farklı ürün tasarlayan biri olarak, sence bir tasarımcı düşüncelerini ifade edebilmek için en doğru aracı nasıl buluyor? Ne üzerine eğitim alırsanız alın, diğer malzemeleri kullanmayı keşfetmek sınır gerektirmiyor. Bence önemli olan, onları kullanırken sonucun sizi ne kadar mutlu ettiği. Elbette malzeme doğru seçildiğinde tasarım da kendini gösteriyor. Ama malzemenin hakkını vermek, ona ışık katmak gerektiğini de unutmamalı. Tasarım esnasında kreatif sürecin nasıl ilerliyor? Karar verirken
bir öncelik sıran var mı? Çoğunlukla malzemeyi aklımdakilere yönlendirmeye çalışıyorum, tasarımı kafamda bitirdikten sonra direkt uygulamaya geçiyorum. Bu noktada tecrübe ve bilginin çok önemli bir faktör olduğunu düşünüyorum. Ortaya çıkanın gerçekten içime sindiği vakit onu insanlarla paylaşmayı uygun buluyorum. Yaptığım çalışmalar ile insanlar arasında duygusal bir bağ kurmak beni gerçekten çok mutlu ediyor, heyecanımı artırıyor. Serigrafi üzerine de çalıştın. El yapımı tasarımlarında bu çalışmanın izlerine rastlıyor muyuz? Evet, MSÜ Güzel Sanatlar’a girmeden önce Yıldız Teknik’in Serigrafi bölümünü bitirdim. Orada baskı teknikleri üzerine güzel bir birikim edindim, ama bana göre olmadığına inandığım için, uygulamasından ziyade bana kalan birikiminden yararlanmaya karar verdim. Yakınlarda sergi planın var mı? Veya Kumm kasabasıyla ilgili başka planlar? Yok maalesef. Bir yandan markam Kumm’a, diğer yandan artistik çalışmalarıma konsantre olmak çok zor. İki tarafa birden yetişmeye çalışıyorum… Bu durumda biri, diğerinin eskizi oluyor. Kumm kasabasıyla ilgili ilk fırsatta bir sergi düzenlemek ve butik bir dükkan açmak istiyorum. Her zaman daha çok çalışmak, üretmek istiyorum; sanki hiçbiri yetmiyor. “Söz uçar, Kumm kalır.” diyorum hep.
XOXO The Mag
ZEYNEP DİLMAN Şapka tasarlamaya nasıl başladın? Kendi düğünümde duvağa alternatif bir saç aksesuarı arayışındaydım, fakat istediğim tarzda bir örnek bulamadığım için kendime farklı bir model hazırladım. Ailem ve arkadaşlarım tarafından güzel geribildirimler alınca devam etmeye karar verdim ve böylece saç aksesuarları tasarlamaya başladım.
Bu trende uygun olarak açılan yeni restoranlar bence sadece yarattıkları lezzetler ile değil görsellikleriyle de müşterilerine farklılıklar sunuyor. Mutfak süreçleri de daha şeffaf hale gelmeye başladı. Şefler de bu sürecin kilit noktası... Bu nedenle şeflerin kendi tarzlarını yansıtan kıyafetler ile müşterilerinin karşısına çıkmalarını doğru buluyorum. Tartışmasız şef şapkaları rahat olmalı evet, ama kesinlikle katılıyorum ki artık daha da artistik olmalı.
Şapkaların üretim sürecini de anlatabilir misin? Kişiye özel tasarlanan saç aksesuarlarını, gelinin tarzı, gelinliği ve saç modeline göre bir model belirleyerek tasarlıyorum. Daha önceden hazırlanan modelleri de örnek olarak sunup gelinin istediği tarzı anlamaya çalışıyorum. Kişilerin ne istediği önemli... Ayrıca tasarım sürecinde, kullanacak kişilerin yanı sıra, kullandığım malzemenin uyumuyla sezonun trendlerini bir araya getirmeye özen gösteriyorum.
Kendi mağazanı açmayı düşündün mü? Hayır. Çünkü saç aksesuarının bir bütünün içinde yer alan bir farklılaşma aracı olduğunu düşünüyorum. Bu bütünün içindeki diğer unsurlarla birlikte çalışmamız gerekiyor. Ayrıca, tasarım süreci de gelinleri tanıdıktan sonra başlıyor. Philip Treacy, şapkaların bir bakıma başkaldırı aksesuarı olduğunu söyler... Philip Treacy’nin tasarladığı şapkalar gerçekten bir başkaldırı sembolü, buna katılıyorum, bu başkaldırı sadece şapka da değil taşıyan kişinin kıyafetinde ve ruhunda da kendini gösteriyor. Türkiye’deki örneklere baktığımızda saç aksesuarları bir başkaldırıdan ziyade ilk adım olarak farklılaşma ihtiyacına karşılık veriyor. Saç aksesuarlarının daha yaygın kullanılması halinde bu farklılaşma başkaldırıya doğru evrilebilir tabii...
Kimlerle birlikte çalışıyorsun? Saç aksesuarlarım, Teşvikiye Atölye Mariposa, Beymen Bridal Nişantaşı ve Begüm Salihoğlu Showroom’da sergileniyor. Mutfak background’unu göz önüne alarak; şef şapkaları sence farklılaştırılmalı mı? Rahat olmaları önemli evet ama sence daha artistik bir hale dönüşmeli mi? Günümüzde yemek yapmak duyulara daha fazla hitap etmeye başladı. 79
FILE
ZEYNEP KÖKSAL Oyuncak tasarımıyla uğraştığın zamanlar şimdiye kıyasla nasıldı? Oyuncak tasarımında gerek malzeme, gerek fikir olarak diğer ürünlere göre daha nazik olmak gerekiyor. Kumaş ve sünger gibi malzemelerle köşeleri yok edip ürünü yumuşatıyorsunuz. Tasarıma kumaşla başlayıp üzerine plastik parçalar ekleyerek tamamlıyorsunuz. Kumaşlarla çevrili böyle bir dönemden sonra, seramik, tabii ki de çok farklı geliyor. Ama seramik de aslında malzeme olarak yumuşak olduğu ve fırınlandıktan sonra sertleştiği için geçiş o kadar da zor olmadı.
tasarlamak gerekiyor. Ürünleri düşünürken, sadece kağıt üzerinde değil, eskizlerinizi üç boyutlu olarak da yapmanız gerekiyor. Zira, seramik kafanızı yeni bir boyutta daha düşünmeye zorlayan bir malzeme. Bunlar göz önünde bulundurulunca aslında çıkan ürünün kat ettiği yol, düşündüğünüzden çok daha uzun. Üretimin çok adetli ve fabrikasyon olduğu bu dönemde, elde üretilen, birbirinden farklı seramik/porselen objelere verilen değerin yetersiz olduğunu düşünüyorum. Bunda seri üretim ucuz ürünlerin de payı büyük.
Tasarımlarında başka materyallere rastlıyoruz ancak genelde ana materyal olarak neden seramik üzerine yoğunlaştın? Materyal senin için ne kadar önemli bir unsur? Her malzeme yeni bir deneyim benim için, bildiklerine yenisini ekleyip tasarıma yeni bilgilerle devam etmek yaptığım işin kalitesini de, tarzını da etkiliyor. Çeşitli malzemeler kullanarak tasarım yapmak çok hoşuma gidiyor, çünkü malzeme ürünün karakterini belirleyen bir unsur. Bugünlerde hayatımda seramik var, çünkü kafamda düşündüğümü elimle modelleyip sonucu bire bir görmek çok güzel bir duygu.
Tarihte de köklü yere sahip olan böylesi bir maddeyle modern tasarımlar yaratmak nasıl bir his? En eski malzemelerden biri olmasının yanı sıra tarihte en çok kullanılan malzemelerden biri seramik. Geçmişi insanlık tarihi kadar geriye giden bu malzeme, sizi daha yeni, daha farklı ürünler düşünmeye zorluyor. Malzemeye alışmak sürecin bir parçası ve bu süreçte aklınıza gelmeyecek fikirleri yaratma imkanınız oluyor, bu da diğer malzemelerde bulamayacağınız bir nitelik.
Sence seramik heykeller ve fonksiyonel seramik objeler arasında nasıl bir bağlantı var? Estetik ikisinde ayrı ayrı nerelerde duruyor? Seramiğin malzeme itibarıyla elle şekillendirilme özelliği, ortaya çıkan tüm obje ve heykellerde, insani bir his bırakıyor. Plastik ve metaldeki fabrikasyon üretim ve mükemmel ‘finish’, seramikte asla elde edemeyeceğiniz bir şey; dolayısıyla seramiğin sıcak hissi, yaratılan ürünü eşsiz kılıyor. Seramik en kompleks pratiklerden biri; heykel, resim ve grafik tasarımın kesişimi, ayrıca hem pratik, hem değil. Sence hak ettiği değeri görüyor mu? Seramik, yaşayan bir malzeme, fırında bir anda eğilip bükülebiliyor. Seramiği kullanırken onun yaşayan bir malzeme olduğunu düşünerek
Sanata ne kadar yakınsın? Heykel yapıyor musun? Eğitimini sanat okulunda almış biri olarak, sanatsız bir tasarım süreci düşünemiyorum. Bolca eskiz ve model yaparak ürünleri ortaya çıkarıyorum, bu süreçte çoğu zaman kağıt yetersiz kalıyor. Seramik ile ilk tanışmam da üniversitedeki heykel dersinde olmuştu. Kendimi üçüncü boyutta daha rahat ifade edebildiğimi de o zaman anladım. Halen vakit buldukça atölyemde heykeller yapıyorum. Renk, ZKC tasarımlarında önemli bir öğe gibi gözüküyor. Renk ve biçim arasında kurduğun ilişki nasıl? Bu konuda belirli alışkanlıkların var mı? Tasarımlarımda yalın bir çizgide net ve canlı renkler kullanmaya özen gösteriyorum. Beyazın ağırlıklı olduğu ürünlerde mutlaka bir rengin ufak da olsa ürünün parçası olmasına dikkat ediyorum, çünkü bence renk bir ürünü öne çıkaran en büyük özelliklerden biri.
XOXO The Mag
INTERVIEW/art
Jose Dávila
Minimalizmin Matematiksel Yüzü Jose Dávila, mimarlık geçmişini, sanat tarihinin yalın kesitlerini, tasarımı ve boşlukları kendi imgelemleriyle harmanlıyor. Dan Flavin’in ışıklarını kağıda döküp, onlar olmadığında yokluğunu nasıl hissedeceğimizi bile sorguluyor; enstalasyon fotoğraflarından çıkardığı parçalarla heykeller yaratıyor. Ayrıca çevremizdeki objeleri tekrar sorgulamamızı isteyen bir ‘ready-made’ tarafı da var. Kısacası, formları boşlukları sorgulamaya çabalıyor. Modern sanatın geçmişten feyzalıp özgün yerler yaratabilme eğilimini hatırlayarak, Jose Dávila’yla, Meksika gündemiyle başlayan bir söyleşi gerçekleştirdik. Onun cut-out’larında yaşadığınızı düşünerek, kapladığınız alanı değerlendiriniz. röportaj müjde metin fotoğraf jose dávila otoportre
XOXO The Mag
Topologies of Light III, 2013, Archival pigment print, 250 x 500 cm.
Jose, geçen hafta neredeydin? Mallorca’daydım; bir özel koleksiyona outdoor heykel yerleştirmesi yapmakla meşguldüm, ondan sonra da kısa bir süreliğine Basel’e gittim, bir düğüne katıldım. Şimdiyse Meksika’dayım.
New York veya São Paulo… Ama uluslararası çaplarda baktığında, Meksika’nın önemli ve daimi bir mevcudiyete sahip olması yeteri kadar tatmin edici. Gerçi dediğim gibi, bu bile daha iyi hale getirilebilir. Düşündüğüm ilk örneği paylaşayım, mesela, histerik fuarlardan uzak durarak Meksika’nın sanat dünyası daha rahat edebilir.
Meksika nasıl? Meksika önümüzdeki 30, 40 hatta belki de 50 seneyi değiştirecek çok önemli bir döneme giriyor. Söz konusu durumun sebebi, anayasaya girecek bir enerji reformu. Bu reform eğer düzgün uygulanırsa gelecek nesilleri epey etkileyecek. Ama elbette uygulamanın kötü gitme riskinin de olduğu, hassas bir noktadayız. Bu riskleri azaltabilmek adına burada her şeyden önce mutlaka fakirliği, ve fakirliği yaratan yolsuzluğu, yok etmeliyiz.
Hep çalışmaların vesilesiyle mi seyahat ediyorsun? Güzel soru! Çünkü iş için çok sık seyahat ediyorum ama tatile ayıracak vaktim kalmıyor. En son geçen Şubat’ta bir haftalığına Paris’e gitmeyi başarmıştım; tatilin gerisi henüz gelmedi… Kesip çıkardığın figürlerin de seyahat etmeyi anımsatıyor; seyahat eden biri dünyanın bir ucunda kendini keşfedebilir. ‘Uzay ve mekan’ konseptiyle nasıl bir bağın var? Bazen bitkin hissedecek kadar çok seyahate çıktığım oluyor. Genelde kaldığım otel odalarına bana ait belirli objeleri yerleştiriyorum. Böylece otel odalarını “benimmiş” gibi hissedebiliyorum, onları yalnızca gayri şahsi ve tüketilmeye hapsolmuş uzay boşlukları olarak deneyimlemiyorum. Mekana duygusal ve tarihsel açıdan bağlanabildiğini düşünüyorum. Aslen bence mekan, senin için anlam ifade eden demek. Uzay ise, fiziksel bağlamda mekanı inşa eden bir dizi değerden ibaret.
Peki, Meksika’nın atmosferi çalışmalarını nasıl etkiliyor? Burada yaşamayı gerçekten çok seviyorum. Meksika’nın işimi geliştirmemi sağlayan hallerini hiçbir şeye değişmeyeceğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Çalışmalarımı ilerletmek için sürekli yeni fikirlere ve yollara ihtiyaç duyuyorum. İnsanlar da gerçekten yeniliğe zihinlerini hep açık tutuyorlar. Bahsettiğim kişiler hem sanatçılar, hem müteahhitler, elektrikçiler; kısacası herkes… Guadalajara’nın daha eski ve sıradan bir bölgesinde yer alan atölyemde de, aynı şekilde bana yardım eden harika bir ekip var. Tüm bu parçalar beni pek çok bakımdan etkiliyor. İtiraf etmem gerekirse, bu atmosfer beni, işlerime baktığında gözüken dışavuruma göre daha derinden etkiliyor. Zira, her zaman bana tesir eden olayları, direkt işimin ana temasına aktarmaktansa, önemli bir kısmını kendime saklamayı tercih ediyorum. Bu yüzdendir ki, içinden geçtiğin her tecrübenin, üzerinde çalıştığın işe “bulaştığı” ozmoz sürecin varlığından eminim.
Peki, sen çalışmalarında boşluğu manipüle edebildiğine inanıyor musun? Şuna inanıyorum; eğer boşlukları, spesifik bir niyet ve getireceği sonuçlar doğrultusunda içgüdüsel olarak kullanırsan, ortaya sanat çıkabiliyor. Aksi takdirde, başka şeyler çıkıyor. Ancak, hayal gücüyle uygunluğun örtüşmesi de gerekiyor. Yine de, açıkçası, hangi yöntemin doğru olduğunu belirtmekten kaçınıyorum.
Yerel ölçekte sanat sahnesinden memnun musun? Daha iyi olabilecek çok fazla şey var, ama çok iyi olan başka şeyler de var. Sanırım bu çoğu şehir için geçerli olan bir durum; mesela Londra,
Bazı heykellerinin yapısı Donald Judd’ın minimalistliğini andırıyor. O mühendislik eğitimi almıştı; sen de, mimarlık… 83
Promise of a better world, 2010, Bricks, White neon light. Set 1: 150 x 96 x 180 cm. Set 2: 132 x 125 x 240 cm.
Minimalizm ve sanat, yapısal estetikle biçim tarafında nasıl eşleşiyor? Bence ikisi hep birlikteler. Zaten bunun gerekliliğini anlamak için bile Donald Judd’ın enstalasyonlarına bakmak yeterli. Mühendislik, sanatçıların, çalışmalarını fiziksel olarak en rasyonel şekilde yapılandırmalarını sağlıyor. Sanat ise farkındalığımızı artırıyor ve bu sayede yeni şeyler öğrenebilmemize olanak tanıyor. Mimarlık da aynı vasıfta, ayrıca çevreyi dönüşüme sokarak, bu katkıyı güçlendiriyor, bizi etkiliyor, şaşırtıyor, mutlu ediyor. Tasarım mantığını bu düzlemde nereye yerleştiriyorsun o halde? Tasarım hakkında kesinleşmiş hiçbir fikrim yok! Çünkü eğer o da ufkumuzu genişletmeye çalışıyorsa, bir noktada sanatla kesişmesi lazım… Kesişmez ise, sadece kompozisyon olarak, anlamdan yoksun kalıyor. ‘Tasarım uğruna tasarım’ mantığı tek başına çok manasız olabiliyor. Seçilen malzemelerin mimarideki önemini düşünecek olursak, sen de materyal seçimine dikkat ediyor musun? Aslına bakarsan hiçbir zaman önce materyali düşünmemişimdir. İlk olarak fikirler ve maksatlar üzerinde çalışmayı yeğliyorum. Sonra bu fikrin üç boyutlu üretiminin en doğru halini bulmaya kafa yoruyorum, materyal seçimi de burada devreye giriyor. Mimarlığımdan kaynaklanıyor olabilir; çalışma tekniklerinin zaman geçtikçe ister istemez değiştiğine inanıyorum. 100 veya 300 sene önce konuştuğumuz İspanyolca nasıl bugünküyle aynı değilse, oldschool pratikler de zamana biz farkında olmasak da ayak uyduruyor. Her teknik, aslında içinde olduğu dönemin bir manifestosu; ama öte yandan hiçbiri asla “demode” değil, biri diğerine saygısızlık
yapmıyor. Bu uyumu ‘şimdi’yi zenginleştiren birleştirici bir proses olarak tanımlıyorum. Fotoğraf, heykel ve enstalasyon gibi çeşitli araçlar üzerinde çalışmanı “üretimin en doğru halini bulma” isteğinle ilişkilendirmeli miyiz? Evet, ben en başından beri heykel, enstalasyon, çizim ve fotoğrafik işler üretiyorum. Araştırmayı, bulmayı, sürprizleri ve heyecanlanmayı seviyorum. İlginç ve zorlayıcı gördüğüm her yöne gidebilmek için, “lisansıma” sahip çıkmanın çok mühim olduğunu düşünüyorum. Eğer bir gün “cut-out yapan sanatçı”ya dönüşürsem, sanat anlayışımda öldüğümü hissederim. Bu yüzdendir ki kendimi, reprodüktif bir makine gibi tekrarlamamayı ve farklı medium keşfetmeyi seçiyorum. Kolaj yapıyor musun? Esasen cut-out çalışmalarıma bence bir tür kolaj diyebiliriz; kolajın ters dönmüş hali… Hatta bazıları onlara “de-collage” diyorlar. Bir hikayeyi yaratabilmek için görsellerle uğraşmak harika bir yöntem. Kendi hikayelerim için pek çok farklı görsel kullandığıma göre, herhalde çalışmalarımı “bazı bölümleri eksik kolajlar” diyerek ifade edebilirim. Üretim sürecinin en sevdiğin kısmı hangisi? Kesinlikle aklıma herhangi bir fikrin geldiği an… Kısacası, gayet tabii en büyülü kısım. Sence orijinalite bilinmezliği de o anda mı doğuyor? Orijinallik, tehlikeli bir kavram, beni korkutuyor. Tartışmasız, sanatı yargılamak ve değerlendirmek için kullanılan bir değişken. Ama
XOXO The Mag
Allure, 2014, Marble Allure, eyebolt and tie down (Red and yellow), 301.1 x 177.7 x 2.3 cm.
düşünüyorum. Bu gibi sanatçı bazlı yerler, lokal davranmalı ve büyük hayaller kurmalı.
insanların bunu “farklı” ve “yeni” olabilmek ümidiyle kullanmaları da korkunç. Orijinalite doğal olduğunu hissettirdiğinde çok güçlü oluyor. Fakat Çinlilerin yüzyıllar önce söylediği “Yeryüzünde yeni hiçbir şey yoktur.” sözünü de hatırlamalı… Yaptığın çalışmanın, sanat tarihinde öncülleri olduğunu bilerek yol aldığında, müthiş sanat eserleri yaratabiliyorsun. Bunu kabullenmek de çok özgürleştirici ve yararlı. Çünkü sanat, orijinalliğin içinde bir yarış olmamalı. Orijinallik, dürüst bir süreç sonucunda çıktığında güzel. Hiçbir sanatçı orijinal olmayı “denememeli” çünkü her şey hep apaçık ortadadır; ya öylesindir, ya değilsindir.
O dönemde tanıştığın sanatçıların eserlerinden satın almış mıydın? Koleksiyonun var mı? Hiç sanat koleksiyonum olmadı. Ama yerel sanatçı arkadaşlarımla çalışmalarımızı takas ediyoruz. Geçtiğimiz Aralık ayında Miami Basel’de, bir David Shrigley çizimi sipariş edeyim dedim, bana ulaşması aylar sürdüğü için satışı iptal ettim. İlk kez bir sanat fuarından sanat satın alacaktım, o da gerçekleşemedi. Bu sayede alışverişin içine para girmeden, takas yöntemiyle eserlere sahip olmanın daha güzel hissettirdiğini de tekrar anladım.
Sen kendini nerede görüyorsun? Yalnızca şunu belirteceğim; kendimi ana akım sanat dünyasına hiç ait hissetmiyorum.
OPA gibi başka bir proje düşünüyor musun? Hayır. Şu anda kendimi öyle bir projeye adamak için aşırı meşgulüm. Gerçi daha farklı, senede iki kez düzenlenen kolektif bir atölye gezintisi projesi üzerinde çalışıyorum, fikri bana ait. Bu kez yerel sanatçılar stüdyolarını ziyarete açıyorlar ve tüm bu stüdyoların adresleri bir haritada toplanıyor. Açıkçası oldukça dikkat çeken bir platform kuruyoruz ve pek çok kişi bunun düzgün işleyebilmesi için özenle çalışıyor. Bunun yanı sıra, şimdilik, başka bir kolektif projeye dahil olabileceğimi sanmıyorum. Hah, bir de periyodik bir yayınla işbirliği yapmayı ara sıra aklımdan geçirdiğimi itiraf edeyim.
Sanat Projeleri Ofisi (Oficina para Proyectos de Arte) adındaki inisiyatifin kurucularındansın. 10 yılı aşkın bir süre OPA’de görev aldıktan sonra, şimdi sanatçıların direktörlüğünü yaptığı sanat alanlarını nasıl değerlendiriyorsun? Sanatçıların yönettiği yerlerde, gerekli olan tek şey inanç. İnsanlar, bütçen çok az olsa veya hiç olmasa dahi, yaptığın işin kalitesine güven duymalı. OPA bu anlamda çok başarılıydı, başlangıçta çok küçükken, daha sonra Meksika’nın ticari amaç gütmeyen ve kurumsal olmayan en önemli sanat sahnelerinden birine dönüştü. Pipilotti Rist, Pedro Cabrita Reis, Jim Lambie gibi sanatçılar ülkedeki ilk solo sergilerini düzenlediler, daha sonra bu sanatçılara Tamayo gibi müzelerden sergi teklifleri geldi. OPA, genç sanatçıların jeneratörü gibiydi. Gençler OPA’ye gelip, önemli sanat eserlerini bizzat görürlerdi, internet veya dergiler aracılığı olmadan. OPA’nin çoğu kişiye ilham verdiğini
Sergi planları yok mu? Şu anda Londra’daki Max Wigram Gallery’de, Eylül’e kadar sürecek bir solo sergim gösterimde. Ardından Ekim’de New York’taki Sean Kelly’de de solo sergim düzenlenecek. Ayrıca 2015 için bir müze sergisi planı var, ama neresi olduğunu henüz açıklayamıyorum. 85
photographer murat süyür styling aslin kumdagezer, ayşecan ipek photography assistant berkant demirbek flower bouquets buket kanukte flower & event
BEFORE
FAIL SAFE Söz konusu güneş olduğunda "before" ve "after" birbirine karışıyor. Cildinizi korumaya, beslemeye ve nemlendirmeye önceden başlarsanız bu oyunda öndesiniz. REN Omega 3 Night Repair Serum, cildi yatıştırıyor ve nem bariyerini sağlama alıyor. Chanel UV Essentiel Anti Pollution SPF 50 ve Hydra Beauty Essence Mist, güneşi şehir içinde karşılayanlar için harika bir takım. Huile et Baumes Face Smoothing Serum, özündeki papatya maseratı, frenküzümü çekirdeği, Şili yaban gülü ve diğer değerli ham maddelerle yorgun ve stresli cildi canlandırmak için doğal bir çözüm sunuyor. Mavala 44 Natural, tırnaklara çabasız bir güzellik kazandırıyor. Kült güzellik ürünü Nivea Creme ise ambalajı, dokusu ve kokusuyla asla vazgeçilmeyenlerden…
THE PERFECTIONIST Kirlerden arınmış, pürüzsüz bir cilt güneşin dik ışıklarıyla ilk karşılaşmanızı daha keyifli bir hale getirir. Clarisonic Mia 2 Sonic Cleansing System, yaptığı olağanüstü masajla cilt temizliğini kolaylaştırıyor, etkisini arttırıyor. 'Cildimle parmaklarım arasına başka bir şey girmesin' diyenlerdenseniz Dermalogica Daily Microfoliant'ı nemli cilde uygulayarak nazik bir peeling seansı yaşayabilirsiniz. Atelier Rebul My Skin Body Firming Anti-Cellulite Cream, Iso-Slim Complex teknolojisi ve bitki özleri sayesinde yağ yakımını ve kan dolaşımını hızlandırıyor. Bliss FatGirlSlim Skin Firming Cream with QuSome® - Encapsulated Caffeine, sağlıklı bir diyet ve günlük egzersizle birleştiğinde harikalar yaratıyor. Bu güçlü savaşçıyı yürüyüş öncesi bacaklarınıza sürmeyi ihmal etmeyin. Valmont Prime Regenera ll'nin sahip olduğu yoğun doku ve güçlü içerik özellikle güneşin yıprattığı kurumuş ciltlere tavsiye ediliyor.
d hir at nt a ç
uboutin stian lo ı chri b a k yak na sig de
DURING
THE RISK TAKER Korumalarınızla geçirdiğiniz birkaç sakin günün ardından artık gardınızı indirmeye hazırsınız. Nuxe'ün yeni güneş serisinin en iddialı ürünlerinden Sun Tanning Oil Face & Body SPF 10, güneş ve su çiçeklerinden elde edilen özlere bir doz SPF ekliyor ve hem kokusuyla hem de dokusuyla mest eden bir güneş yağına kavuşmamızı sağlıyor. Kült ürünlerin başını çeken Hawaiian Tropic Protective Dry Spray Oil SPF 20, ipeksi dokusu ve kolay sürümü ile nostaljik yazlara selam çakıyor. Clarins Créme Solaire Confort Sun Care Cream SPF 20, aldığı riski en aza indirmek isteyenler için. Ligne St. Barth Roucou Tanning Oil SPF 4 ise haklı bir üne ve etkiye sahip; onunla bronzlaştıktan sonra kavuşacağınız altın renginin fazla söze ihtiyacı yok.
b
k kli ile
m hu to
n ta n ça sig de
bu rlik tory ve te
rch
OVER PROTECTION İnce kumlara ilk uzanış, SPF açısından zengin, numaralar yüksek, risk az olmalı. La Roche Posay Anthelios XL SPF 50+ Fluid Ultra-Light, suya dayanıklı, zararlı kimyasallardan uzak bir dermo-kozmetik harikası. Güneş ışınlarına karşı incecik yapısından beklenmeyen dayanıklı bir bariyer oluşturuyor. Lancôme Soleil Bronzer SPF 50 BB Cream, yüksek koruyuculu güneş kremiyle, incecik fondöten görevi gören BB kremi bir araya getiriyor, böylece iki önemli ödevi tek bir dokunuşla bitirmiş oluyorsunuz. Babor Sun Care High Protection Sun Spray SPF 30, güneşe karşı hassas cildi koruyan, hafif dokulu, yüz ve vücutta kullanılabilen bir losyon sprey. VICHY Capital Soleil Invisible Hydrating Mist SPF 30, hem nemlendiriyor hem de güneşe karşı sizi koruyor. Dior Bronze Beautifying Protective Sun Care SPF 30 Face, korunmuş bir cilt ve göz alıcı bir altın rengine kavuşmanızı sağlıyor. Murad Essential-C Sun Balm Broad Spectrum SPF 35 PA+++, burnun üstü ve dudak bölgesi gibi güneşten özellikle korumanız gereken hassas noktalar için tasarlanmış bir mini-stick.
mu sırt çantası m ehry
AFTER
DAINTY & DELICIOUS Şehirde yazı devam ettirmenin birinci kuralı makyaj masalarını hafif ve ince dokulu ürünlere ayırmak. Soleil Tan de Chanel Bronzing Make Up Base, cilde kaybettiği sağlıklı bronz rengi geri kazandırmayı hedefliyor. Dior DiorSkin Nude Tan Matte Extra Matte Sun Powder Bronzer 003 sayesinde kimse yüzünüzdeki bronzluğun sahte olduğundan şüphelenmeyecek. YSL Souffle D'Eclat Poudre Libre Translucide 04, ince işlerden hoşlanan, toz pudranın doğal etkisini sevenler için. Clinique Up-Lighting Liquid Illuminator, fondötenle karıştırarak ya da tek başına kullanılabilir. Benefit Cosmetics Bathina "Soft to Touch Hard to Get"ı ise, ismini hak eden çekiciliğe sahip, ışıltılı bir vücut makyajı olarak tanımlayabiliriz. Giorgio Armani Maestro Fusion Blush 400, bu yazın en arzu edilen sıvı allığı olmaya aday. NARS Hot Sand Illuminator ise yüzde aydınlatmak istediğiniz bölgelere sıcak kumların ışığını taşıyor. Le Blush Crème de Chanel 62 Présage, hem dudaklara hem de yanaklara uygulanabilir. Burberry Lip Glow No.02 Heather, dudağınızın sahip olduğu doğal renge parlaklık ve dolgunluk katıyor.
n d esi g kolye tohum
THE FAKER Güneşin etkisini uzun süre devam ettirmek, bronzlaşmış tenin ışığını korumak için hem cilt bakımında hem de makyaj malzemelerinde altın ve bakır tonlarından faydalanın. Nuxe Huile Prodigieuse Or Multi-Purpose Dry Oil, tüm vücudunuza, yüzünüze ve saçlarınıza sürebileceğiniz bir bakım yağı. Caudalie Divine Legs Tinted Body Lotion, bacaklara doğal ve ışıltılı bir bronzluk kazandırmak için tasarlanmış olsa da dekolte bölgesi ve omuzlarda da etkileyici bir sonuç veriyor. M.A.C Mineralize Volcanic Ash Exfoliator, volkanik küllere şeker kristallerini ekleyerek bugüne kadar denediğiniz en egzotik temizleyici/peeling ürünü olmaya aday. Brow Set serisinden Clear Gel'le ıslak ve belirgin bir görünüm kazanan kaşlar, Studio Sculpt Shade & Liner Espresso Blend'le derinlik kazanan bakışlara eşlik ediyor. Chanel Illusion D'Ombre 97 New Moon'un sahip olduğu koyu bakır rengiyle kaplanmış göz kapakları başka bir şeye ihtiyaç duymuyor. NARS Ita Kabuki Brush'ın ince ve keskin silüeti, elmacık kemiklerini belirginleştiren gölgeler yaratıyor. Bunu yapmak için bir de Guerlain Terracotta Pour Homme gibi, erkeklerden çaldığımız ve müptelası olduğumuz bir klasiğe, iddialı bir bronzlaştırıcı pudraya ihtiyacınız var.
INTERVIEW/MUSIC
BROOKE CANDY KAÇIK PRENSES
Sosyal medyanın kar-zarar dengesinde hala tökezleyenler, bir de aşağıdaki örneğe bakın lütfen. Şarkı yazarı ve solist Sia’nın Instagram’da keşfedip kanatları altına aldığı Brooke Candy, anti-kahraman imajı ile tahtın peşine düşeli çok oldu. Şimdi de sıra son savaşta. Kraliçeler ölmek üzere, yaşasın ‘Kaçık Prenses’. röportaj gazali görüryılmaz fotoğraf darren craig
XOXO The Mag
Fotoğraf: Luke Gilford
yoksa şarkı söyleyerek insanları eğlendiren biri olarak mı tanımlıyorsun? Bunların hepsi, birbirinden ayrılamaz ve bir bütün içinde değerlendirilmesi gereken unsurlar benim için. Evet, sahneye çıkıp şarkılarımı söylüyorum ama hiçbir zaman amacım sadece bunu yapmak olmadı. Orası benim oyun alanım, gösterimi yaptığım sahne, kendimi ifade etme fırsatım, şarkı söylemek için yıllarca hayalini kurduğum an... Tüm bunlar, insanların eğlenmek istediğinde seçtiği kişi ile birleşince, ortaya hem bir rapçi hem de bunu bir araç olarak kullanarak insanları eğlendiren biri çıkıyor, ki işte bu da tam olarak benim.
Instagram üzerinden başlayıp, manikürcüde yapılan toplantılara kadar, imajınla paralel, sıradışı bir keşfedilme hikayen var. Bu hikayeyi bir de ilk ağızdan duymak isteriz. Bir süredir hem görsel sanatlarla hem de müzikle yoğun bir şekilde uğraşıyordum ve bundan yaklaşık iki yıl önce, ürettiklerimi paylaşmanın zamanının geldiğini hissettim. İlk yaptığım şarkılardan birini, benim için kavramsal sanat sayılabilecek bir video ile sosyal medya kanallarında yayınladım. Şanslıydım ki Sia’nın ilgisini çekebilmişim. Bana bu yolda en çok yardımcı olan insan o, hala da birlikteyiz ve albümün prodüktörlüğünü kimseye bırakmak istemedi. Keşke bana da bende ne bulduğunu söylese de şu gerginliği atsam üzerimden.
Bu durumun en büyük örneklerinden biri de sanırız süper kahramanlardan ilham aldığın kostümlerin. Seni en çok etkileyen hayal kahramanın hangisi? Küçük bir kızken, her anımı birlikte geçirdiğim çok yakın bir arkadaşım vardı. İkimiz de sanırım o zamanlar birbirimizi etkiledik ve kendimizi video oyunlarının içinde bulduk. Ben daha çok form değiştiren insan görünümlü süper-kahramanlara özeniyordum. Bir de hiçbir zaman vazgeçmeyeceğim bilimkurgu dünyası var. Gelecekte neler olabileceğine dair hem eğlenceli hem de yaratıcılığı geliştirecek büyük bir yazılı ve görsel içeriğe sahibiz. Bunlardan o dönemlerde faydalanmış olmamın büyük artılarını gördüm ve hala da görmeye devam ediyorum. Hatta vaktim oldukça Future Timeline’a göz atmayı ihmal etmiyorum. Tüm bu kurgusal yaratımlar şu an hayal ürünü gibi görünse de, bundan 100 yıl sonra neler olabileceğine dair hayal kurmak, gelişen teknolojinin kültürel hayatı ne oranda etkileyebileceğini düşünmek bana vakit kaybı olarak gelmiyor. Çünkü kimse bilemez, belki de farkında olmadan bazı kehanetler okuyor bile olabiliriz. Sürreal bir çocukluk geçiriyorsanız pek tabii ki çizgi filmler de o ufacık hayatınızın bir parçası oluyor, benim de öyleydi. Fakat en çok etkilendiğim çizgi film karakteri çocukluğumdan değil şu
Aslında bu keşfedilme sürecine kendi fotoğraflarını çekip internet üzerinden paylaşmanın da katkısı olduğunu söyleyebilir miyiz? Tam olarak ne zaman ve nasıl başladı bu yoğun dijital fotoğraf trafiği? Dört senedir yürüttüğüm bir Tumblr hesabım var ve sanırım tam da o zamanlar başladı. Neden sıradışı fotoğraflarımı paylaşıyordum? Çünkü, eğer yaptığın iş yeteri kadar çılgınsa, bunu en doğru şekilde alışılmışın dışında bir görsellikle yapabilirsin. Ben de ilk iletişim çalışmalarımı kendimi insanların alışık olmadığı şekilde fotoğraflayarak yaptım. Bu fotoğraflar üzerinden ilk önce insanların ilgisini çektim, sonrasında da masaya daha neler koyabileceğimi merak etmeye başladılar. Bence oldukça etkili bir pazarlama metodu. Tam olarak neyi pazarlamak istiyorsun? Müziğimi. Çünkü ben bir müzisyenim. Müzisyen kavramını biraz daha açmak istiyoruz. Görsel kimliğin, müzik piyasasındaki konumun ve sahne performanslarını bir arada değerlendirdiğinde, kendini sadece rapçi olarak mı 93
Opulence
anki yaşlarımdan geliyor: Güçlü bir kadın profili çizen ve son yıllarda değerini daha net anladığım Betty Boop. Bu görsel kurgusal kahramanlık duruşunun yanında, çıplaklığı da kendin için bir karakter temsili olarak kullanıyorsun. Nasıl okumalıyız bu durumu? Nudizme mi yorsak yoksa feminizme mi? Asla unutmamak için kendi kendime hep bunları tekrarlıyorum; bu yolda hep yalnızdım, ne bir yönetici ne de plak şirketiyle çalıştım. Aç bir kurt gibiydim her zaman. Çok çalıştım, hep söyleyecek bir şeylerim oldu, bu da yaratıcılığımı sürekli yüksek tutmama yardımcı oldu. Anlatmak istediğim her şeyi söylemem 50 yılımı bile alacak olsa, en azından şu anda ağzımı açtım ve bu yola girmiş oldum diye düşünüyorum. Takvimimde her zaman eşcinsellerin haklarını savunmak yer aldı, ki bahsettiğiniz görsel kimliğin asıl temsil etmek istediği duruş bu. Evet, bu anlamda ben bir feministim. Ama aynı zamanda insan hakları savunucusuyum. Son EP’in Opulence’tan önceki şarkılarında da zaten hep bir mesaj gizliydi. Peki, Opulence özelinde şu an tam olarak neler söylüyorsun bize? Hala aynı kaygıları taşıyor musun, yoksa hayat farklı sıkıntılar da yarattı mı senin için? Aslında buradaki mesaj da diğerlerinden farklı değil; ben, inancını yitirmiş gençler için hepimizin sesini duyurmaya çalışıyorum. Bunu da samimi bir çaba ile, kendi jenerasyonumuzla birlikte bir devrim yaratarak hayata geçirmeye gayret ediyorum. Çevre ile kurulan zayıf iletişim, özellikle son yıllarda gençliğin içini boşaltıyor ve umursamaz, duyarsız bir toplum olmaya doğru bizi hızla sürüklüyor. Ben bu durum içinde yeni bir farkındalık seviyesine ulaştığımı düşünüyorum ve bu anlamda mesajım da hep aynı olacak; insanların daha dikkatli olmaları, etraflarında olup bitenleri iyi takip etmeleri ve anlamlandırmaya çalışmaları gerekiyor. Sıkıcı bir yorum gibi gelecek
belki ama daha fazla okumamız lazım, gündemi daha yakından takip etmemiz lazım, bilgili bireyler olmamız lazım. Bu mesajı da biri kafama silah dayayıp beni susturana kadar iletmeye devam edeceğim. Bu tutumunu ilk albümünde de koruyacağından şüphemiz yok artık fakat müzikal olarak nereye doğru gidiyorsun merak ediyoruz? Tüm düşünsel ve yazılı içeriğin sana ait olduğunu biliyoruz, peki başka kimlerin parmağı var albümde? Diplo var, Benny Blanco var, will.i.am var... Sia’ya yine çok büyük şükran borçluyum çünkü çağırabileceği herkesi bu albümde birlikte çalışmamız için davet etti. Ama tabii ki Sia’nın bana anlattıklarına bakarak, kendime de biraz kredi veriyorum. Mesela, Diplo ilk kez müziğimi dinlediğinde “Dünyadaki en değerli varlık, onun için her şeyi yaparım” demiş. will.i.am’in ilk tepkisi ise şu şekilde; “Onunla hemen yarın çalışmaya başlayabilir miyim?”. Bunlar tabii ki şakayla karışık beni motive eden sözler fakat profesyonel ve müzikal anlamda bu büyük isimlerin gerçekten isteyerek albüme katkı sağlamaları sound’un da -her ne kadar ilk dinleyişte akılda kalıcı şarkılar çoğunlukta olsa dadaha olgun ve doyurucu olmasını sağladı. Albümde gerçekten eğlenceli pop şarkıları, sert hip hop beat’leri ve yoğun bir rap hissi var. Hepsini bir araya getirince ortaya çıkan şeyi urban pop olarak niteleyebilirim. Terry Richardson’ın artık herkesçe malum portfolyosuna baktığımızda senin de ismini orada görmek bizi pek şaşırtmadı. Nasıl bir araya geldiniz? Aslında dönüp dolaşıp yine internet üzerinden paylaştığım ilk videoma geri geliyorum. İyi ki yapmışım böyle bir şey. Kendi kendime de internetin gücüne bir kere daha hayran oldum. Neyse konuyu çok dağıtmayayım. Video, Terry Richardson’ın oldukça ilgisini çekmiş ve paylaştıktan kısa bir süre sonra hemen beni New York’a davet etti. Çekimden önce bir süre orada birlikte vakit geçirdik ve ilk dönemlerimin en iyi zamanlarından biriydi kesinlikle.
XOXO The Mag
95
cover
BEYOND THE BEACH SEAN O'PRY & MARINE DELEEUW Denizden uzakta değiliz, Kilyos’tayız. Tarif etmeye kalksak hemen bulursunuz. Şartlar arzu edilen sonuca ulaşmak için müsait ve hatta yardımcı… Her yer toz, duman, ve sonlara doğru da çamur. Açıklaması; hava kuru, rüzgarlı, sonlara doğru da nemli/yağışlı. Eh sonuçta Wikipedia’nın da tarif ettiği üzere; motocross her hava koşulunun sporu. Daha ne isteriz… Dönelim, adı konmayan bir filmin içindeyiz. Daha doğru sözcüklerle, bir film setinin içinde… Yönetmen Koray Birand, Mahizer Aytaş da tabii ki styling’den mesul (filmin tam künyesi için aşağıya bakınız). Başrollerde Sean O’Pry (The Sean O’Pry) ve Marine Deleeuw… Konuk oyuncular da bazı sahnelerde karelere girip çıkıyorlar. Film icabı da olsa hayat böyle, isteseniz de izole kalamıyorsunuz (ya da kalıyorsunuzdur). Kısa kesiyoruz. “Giriş bizden, gelişme ve sonuç sizden” diyerek sizi takip eden sayfalara uğurluyoruz. @koraybirand @mahizeraytas @seanopry55 @marinedeleeuw #xoxothemag #motocross #fashion #model #istanbul #kilyos #fun #blackandwhite
photographer koray birand styling mahizer aytaş production arzu koçman/productionising models sean o’pry, marine deleeuw, sinan memnun cast director gözde cengiz hair ali yılancı make up ali rıza özdemir manicurist pınar kozan photo assistants soner tunca & fırat koçak styling assistant eda işbilir production assistant abdullah karaca digital image technician ferhat yurdam * süleyman memnun enduro academy kilyos’a ve dalia beach'e teşekkürler.
SEAN tiล รถrt styliste ait
SEAN tisรถrt gap MARINE bikini zeynep tosun
tiĹ&#x;Ăśrt styliste ait pantolon styliste ait
MARINE etek saint laurent/beymen ayakkab覺 brunomagli/beymen
ceket h by hakan y覺ld覺r覺m pantolon sandro
SEAN tiล รถrt gap
SEAN tiล รถrt gap alt topman MARINE ceket balenciaga/beymen pantolon acne/beymen
SİNAN üst topman
MARINE bikini zeynep tosun
SEAN sweatshirt styliste ait
MARINE ceket h by hakan y覺ld覺r覺m pantolon sandro
ceket balmain/beymen ayakkab覺 brunomagli/beymen
SEAN tişört gap ceket saint laurent/beymen pantolon styliste ait MARINE tişört styliste ait bikini zeynep tosun pantolon styliste ait
sweatshirt givenchy/beymen alt topman
SİNAN üst topman
sweatshirt styliste ait tiล รถrt woodwood/shopi go
tiĹ&#x;Ăśrt styliste ait ceket balmain/beymen pantolon styliste ait
FILE
A RESORT RETREAT
Defileleri izlerken farklı fikirlerin havada uçuşması pek tabii tasarımcının hayalgücünden kaynaklanıyor. Bir anda, tasarımcının ilham aldığı film, öykü ya da şarkının içine düştüğünüzü hissedebiliyorsunuz. Elmacık kemikleri belirgin modeller, izleyicinin zihninde hep özgün bir karakter yaratıyor. Resort 2015 koleksiyonları da bu atmosferden ayrılmıyor. Mark Twain’in “Düşlerinizi kovmayın, çünkü onlar gidince belki siz kalırsınız ama artık yaşamıyorsunuz demektir.” öğütüyle bu koleksiyonları aklımıza gelen düşüncelerle biraz gerçek dışı bir mercekle inceliyoruz. hazırlayan aslı oğuztöreli
Chanel
Aldığı nefesi bile ilhama dönüştürebilen Karl Lagerfeld, Chanel çatısı altında ara sezon için Doğu’ya yol alıyor. Koleksiyonu Dubai’de sunmasının alt metinlerini arayanlar, şovu pembe saçlı Arap prensesinin açmasıyla aradıkları cevaba kavuşuyor. Karl’sa 84 parçalık sunumundan önce, Binbir Gece Masalları’nı dinlemek için, Mademoiselle Coco’yla Şah’ın ortasına oturuyor ve Şehrazat anlatmaya başlıyor. Tabii masallar nihayetine erdiğinde Karl kendi öyküsünü çoktan yazmış oluyor. Hikayenin özeti mi? 60’lar ve 70’ler etkisi altındaki Şehrazat’ın Paris seyahati.
Louis Vuitton
Louis Vuitton Resort 2015 defilesi, Monaco Sarayı’nın önünde gerçekleştirildi. Nicolas Ghesquière’in, Vuitton için hazırladığı ilk Resort koleksiyon defilesinin davetlileri arasında Charlotte Gainsbourg, Jennifer Connelly, Adèle Exarchopoulos, Gong Li ve Zhang Ziyi gibi isimler vardı. Koleksiyonda kontrast renkler ve materyaller kullanan Ghesquière, aslında içinde olduğu düzene eğlenceli göndermeler yapıyor gibi. Geçtiğimiz koleksiyonda etkilendiği 60’ların yerini, bu kez 70’ler alıyor. Damier kareler ve çizgilerin Formula 1 Grand Prix’ye selam verdiği, Ange Leccia’nın aquatic görsellerinin yer aldığı defileyi ve ruhunu en iyi Nicolas betimliyor; “Desen giyerek dahi gayet cool ve rahat gözükebilirsin.”
XOXO The Mag
Marni
Marni’yi Marni yapan sanat, farklı sportiflik, müthiş dokular ve couture alıntılı detaycılık Resort 2015’te de sahneden çekilmiyor. Consuelo Castiglioni, sanki her koleksiyonu arasında diyalog kuruyor. Bol ve kısa elbiselerle Twiggy titreşimi yayılıyor. Grafik desenlerin yer aldığı daha hacimli tasarımlar ise Marni karakterinin sürekliliğini işaret ediyor. Fall 2014’te gördüğümüz bol pantolon takımlara şimdi çizgiler konuk. Ayrıca yeşilin tonlarına olan takıntı Fall 2014’ten Resort 2015’e yol alıyor. Marni, hazırcevap değil sanki, biraz yavaş ama gayet cesur. Hah bir de, spor sandalet çemberinde Marni’de yörüngesini belirliyor.
Acne Studios
Acne, önceki koleksiyonlarında yaptığı gibi yine kontrast arka planlar üzerinden gidiyor. Koleksiyon sunumunda özellikle “Dik durmayınız,” öğütü verilmiş gibi. Jonny Johansson realizme dikkat çekiyor, vücut hatlarınıza gizlice Photoshop yapıp, formuyla oran algısını değiştiren tasarımlar yok. Tüm elementler, kumaşların bizzat düzenlediği gösteriye destekte bulunuyor. Yükselen sweatshirtlere bir de kemerler ekleniyor ve Acne, gerçek anlamda “uzun kollu” üstler üretiyor. Ve elbette deri ceket de söz konusu… Özellikle bazı görseller Charlie Chaplin’in modern versiyonunu dahi hatırlatıyor.
Jason Wu
Wu, 50’ler ve 60’ların izlerini taşıyan bir koleksiyon hazırlamak istediğini söylemişti. Sanıyoruz bu iz Buzlar Kraliçesi’nin kökeninden geliyor. Zira renkler 60’lara göre daha soğuk ve ciddi. Desenler de yok denecek kadar silik. Her dönemin minimali olabileceğini Wu’dan Resort 2015 sezonunda öğreniyoruz. Ayrıca kendisi, aynı noktalara referans veriyor gibi gözükse de her minimal tasarımın aynı olmadığını kanıtlıyor. Tasarımlar bu kadar yalınken masaya paradoks eklemek de bize kaldı. Keskin hatlı bitişleri olan bu tasarımlar, soğuğun niye güzel olduğunu “Wu’ca” gösteriyor.
121
FILE
The Row
O sürekli şanla, şöhretle bahsi geçen “başarı hikayeleri” Olsen ikizlerinin yeni koleksiyonunda kendini sudan çıkarıyor. The Row, Resort 2015 sezonu için Barcelona Barcelona’daki Vicky’nin dolabına sızmış gibi. Diz altı etekler, bolca kaşmir, keten ceketler, omuz çantaları, yüksek bel bol paça kumaş pantolonlar ve oversized pardösüler giyen biri, hani sanatsever ve duygusal bir karakter… Bu koleksiyonlarıyla kumaş obsesifleri olduklarını kanıtlayan Mary-Kate ve Ashley, koleksiyon tanıtımı için Jamie Bochert’i seçerek de ilk kurduğumuz cümleyi iyiden iyiye destekliyor.
Halston Heritage
Claire Underwood ismini duyunca omuzları dikleşenlerdenseniz ne demek istediğimizi daha şimdiden anlamışsınızdır. Değerleri sorgulatan, her şey mübahtır inancını kökleyen, siyaset ve politikanın perde arkasında yaşanan entrikaları seven, mesafeli bir lady. Halston Heritage da sanıyoruz koleksiyonunu bu karaktere adıyor, içten içe. ‘Yeni maskülen eski feminen’ kavşağında, bu Resort koleksiyonu iyi bir manevra yapıyor, sınırları sorgulatıyor. Pentagon, Michelle Obama’nın da canlı renkli stiline bir tutam Halston Heritage serpiştirebilir miyiz?
6397
Stella Ishii’nin çok değil, iki sene önce çıkardığı 6397; bol jeanleri ve ‘take it easy’ tavrıyla Tomboy filminden fırlamış gibi. Resort 2015 koleksiyonunda gördüğümüz bermuda şortlar, düz kesim atletler, tişörtler ve spor ayakkabılar, bazılarınızı “Maskülen tavrın da bir haddi var mıdır acaba?” şüphesine düşürüyor olabilir. Bu yeni doğan koleksiyona isim verecek olsaydık, Resort 2015 değil de Timeless Resort yakıştırmasını da değerlendirebilirdik. Sürekli ‘prenses’ deyip durduğumuz koleksiyonlara nazaran daha kendinden emin ve daha bir Patti Smith. Peki, Stella Ishii, bu “sıradışı” tasarımlarla risk mi alıyor yoksa riskten mi kaçıyor?
XOXO The Mag
Elie Saab
Çoğu zaman ‘kırmızı halı’ çağrışımı yaratan tasarımcı bu kez daha günlük bir şeyler hazırlamaya karar vermişe benziyor. Renk paletinde ise aynı çizgide, elbette romantik. Mint, bebek sarısı ve pudra renkleriyle modern zamanların Grace Kelly’si gibi görünen kadınlara hitap ediyor. ‘Podyum mu, yoksa Monako’da Cannes’a doğru gitmeye hazırlanan bir prensesin yolu mu’ ikilemine davetlisiniz. Sebepleriniz arasında; trençkot, peplum, crop top ve tulumlar var. Elie Saab, Resort koleksiyonundaki günlük hayata bile prenses ruhunu empoze ediyorsa, Saab’ın aklındaki prenses figürünü hayal ediniz.
Valentino
Valentino Resort 2015 koleksiyonu, resort’luğundan ve hayvan desenlerinin, vahşi temaların kullanılmasından dolayı, haliyle, renk paletini mercan, limon sarısı, turkuaz ve kelly green namıdiğer çimen yeşiliyle boyuyor. Valentino’nun hafif barok esintili ve kullanışlı tasarımlarına bakınca, akla Robin Williams’ın What Dreams May Come filmi geliyor. Filmi izleyecek kadar drama sevdiğiniz bir döneme girmediyseniz -henüz- özet geçelim; film, ölen eşinin yaptığı yağlı boya tablonun içine giren ve renklerin ahenginde kaybolan bir adamı anlatıyordu.
Naeem Khan
Kendi imzasını her ipliğinde görebileceğimiz tasarımcı, biraz Hindistan, biraz da art deco’dan esinlenmişe benziyor. Ne alakası olduğunu şöyle açıklayalım: Mavi ve beyazın ağırlıkta olması doğal olarak Akdeniz kökeninden feyz aldığını işaret ediyor. Denklemin geri kalan kısmı da size ait. Bir Bollywood harikası olan 2008 yapımı Jodhaa Akbar’da anlatılan aşk hikayesinden tüyo alabilirsiniz. Sürekli Avrupa’ya seyahat eden bir Hindu prensesi… (Evet yine, bir prenses söz konusu.) Sizce bu parçaları giyer miydi? Bu da, denklemin son çıkmazı.
123
BRAND
Vans’ Movement
Life Is a Lot Like Skateboarding yazı alican öyke fotoğraflar özkan önal
Likya yolunda, tarihe saklandığı bahsi geçen detaylara, güncel olup da köklerini gayet sağlam bağlayabilmiş bir hikaye daha ekleniyor; kaykay. Aynı ilgi alanından olan çoğu kişinin birbirini tanıyor olmasına alışkınız, ancak kaykayda bu durum daha da ileri bir seviyede. Her ne kadar ekstrem bir spor dalı olarak adı geçse de, aslında iş motivasyonunda gayet ‘mellow’ bir ruh hali barındırıyor ve özel bir tutum gerektirmiyor. Bu durum pek tabii paydada ortak bir ‘keyif alanı’ söz konusu olduğundan kaynaklanıyor. İnsan bir yerden sonra bunun spor tarafını unutup, sebebi ziyareti yalnızca diğerleriyle bir araya gelmekle ilişkilendiriyor. Haliyle, Vans takımı da önceden birbirini tanıyan kişilerle kuruluyor. Sinirli veya mutlu anlarında dahi apayrı bir düzlemde, kaykay tahtalarında, buluşabilen meraklılar, hiç alakasız birine paralel evreni düşündürebiliyor. Kaykayı escapist düşünce tarzıyla bağdaştırdığınızda, hiç de yanlış yörüngede seyahat etmiş olmuyorsunuz. Fakat Londra’nın sokaklarında kayanlar, esas çekiciliğin Londra sokaklarında kaymaktan doğduğunu itiraf ediyorlardı. Vans takımıyla buluşmadan önce de aklımıza bu nokta takılıyor. Lokasyonun önemi nasıl hissediliyor? Cevabı, kaykayda lokasyon tanımının neredeyse “her şey kadar çok önemli” felsefesiyle öğreniyoruz. Gezi kitapçıklarında yazılan şehir karakterleri, anlaşılan
o şehrin kaykaycılarını da evrimleştiriyor. Mesela, merdiveni çok olan bir şehirde, kaykaycılar, merdiven atlamada diğer şehirdeki akranlarına göre daha iyiler. Likya turunun bu evrim teorisine katkısı da tanıştıkları insanlarla devreye giriyor. Ekip, yola çıktıklarındaki beklentilerinin küçüklüğüyle, birlikte çıktıkları ikinci tur olan taze yolculuklarını anlatmaya başlıyor. Kasabalarda kayacak yer arayan bir grup… Sonuçta pek çok yer buluyorlar, üstelik şehirlerdeki seçeneklerinden daha fazla. Skate parkta mı yoksa sokakta mı kaymayı tercih ettiklerindeyse, kaykay bağlamında turdan kimin daha çok hoşlandığının ipucunu alıyoruz. Çünkü “Benim için skate park. Ama concrete skate park.” diye net bir cevap alıyoruz. Diğerlerinin çoğu sokağı tercih ediyor, bu sporun sokak kültürü olduğunun altını çiziyorlar. Yaşadığınız yerin mimari koşullarıyla bu kadar iç içe olup bir tür sokak sanatı yapan başka kimler var? Sokak yaratıcılığı her koşulda tetikliyor, fakat bu durum kaykayda performansa dönüşüyor. Kaykay aslında ortaya çıktığından beri birçok alternatifi bünyesinde barındırmaya çalışıyor. Farklı müzik dinleyenler olduğunu bilmemek de kalkması gereken önyargılardan biri. Zira diğer sporlardan farklı olarak, kaykayda rekabet duygusu neredeyse yok denecek
XOXO The Mag
kadar az. Bağlayıcı unsurlar konuşmaya devam ettikçe artıyor. “Yok denecek kadar az” detayından girerek miktarı sorguluyoruz; bu işin ligi ya da takımlar arası herhangi bir puanlama sistemi olmadığı için rekabet ya da çekişme söz konusu değil. Zaten Türkiye’de global bir markanın desteklemekte olduğu Vans’den başka bir kaykay takımı daha yok, dolayısıyla rekabet kendine yer bulamıyor. Takımdan kasıt, markaların sponsorluk verdiği gruplar. Bu gruplar beraber turneye çıkıyorlar, kayıyorlar ve zaman geçiriyorlar. Kısacası, arkadaşlar. Sponsorun olması, en temelde, her zaman yedekte malzemen durduğu anlamına geliyor. İşin özeti, koşulları düşünmeden tamamen yapmak istediklerine odaklanabiliyorsun. İçinde bulunduğumuz koşuşturmacayı sorgulamak için de doğru bir etkendeyiz… Ama odağımızı kaykaydan çevirmeyip, Türkiye’deki sponsorların bu sporun gelişmesi üzerine olan etkileriyle devam ediyoruz. Son 5-6 yıldır her ne kadar malzeme olarak katkı sağlansa da, buradaki kaykaycılar ister istemez bir noktada başka işlere yöneliyorlar. Avrupa’daki gibi, bir yarışmaya katılıp 6 aylık maaşını elde edemediğin için, sponsorluğun desteği de bir noktada tıkanıyor. Burada maalesef kaykayı kariyer olarak sürdürmek mümkün değil. Ama pozitif enerjileri eksik hissetmiyoruz; neticede hayatta edindiğimiz sosyolojik ilişki becerilerini veya deneyimlerini de
kariyerimize yazamıyoruz. Halbuki, toplumu oluşturan ilk adım, insanların kendilerine bağlanacak bir yer ve etrafında iletişim kurabileceği ‘arkadaşlar’ bulmasıyla atılıyor. Likya etkileşimi… Farkında olmadan yarattıkları kültürü dokümante eden kaykay videolarına geliyor sıra. Vans takımının tura çıkmasındaki asıl amaçta böyle bir video yapmaktı. Gündelik hayatlarında da devamlı kayıt halindeler, çoğu kaykaycı yaptığı hareketleri/denemeleri kaydediyor. İlk tura ait olan Tour by Vans 1 videosundan sonra, şimdi Likya’da çektikleri görüntüleri hazırlıyorlar. Sevdikleri kaykay filmleri arasında Girl - Yeah Right, Supreme - Shady, Zero - Dying to Live ve Transworld - In Bloom var. Belki aralarında minik ilham noktalarına rastlayabilirsiniz. Konuşmayı, Likya’dan dönüş yolunda nüksetmeyen hüzünleriyle kapatıyoruz, ama bir yandan sürekli üçüncü turla alakalı konuştuklarına da şahitiz. Kaykay ligi diye bir şey yok, ama ‘lig’ kavramına neresinden baktığınıza bağlı. Çünkü lig, birlik manasına da geliyor. Lamarck, Mendel veya Darwin’e de bağlayabilirsiniz konuyu; yaşamasına pay sağladığımız kültürü aslında biz şekillendiriyoruz ve kaykaycılar da, bunu düşüp kalkarak yaptığımızı, spor diliyle ileten bir birlik yaratıyor…
XOXO The Mag
TÜRKİYE'NİN EN ÖNEMLİ YARATICILIK VE PAZARLAMA ETKİNLİĞİ İÇİN GERİ SAYIM BAŞLADI ERKEN KAYIT İNDİRİMİ FIRSATINI KAÇIRMAYIN! www.kristalelmafestivali.com
XOXO The Mag’in katkılarıyla yayınlanmaktadır.
INTERVIEW/MUSIC
20syl New Born
Hocus Pocus ve C2C’yi plak çalarların arkasında bir türlü anlayamadığınız hareketler yapan dört sihirbaz olarak tanıtsak da, her birinin, özellikle 20syl’in bizi şaşkına çevirecek daha birçok kişisel numarası olduğunu geçtiğimiz günlerde yayınladığı ilk solo çalışma Motifs ile öğrendik. Şaşkınlığımızı bir kenara koyabildiğimiz noktada da karşısına geçip yeni numaraları hakkında ipuçları almaya çalıştık. röportaj ersin koray fotoğraf mathieu renoult
XOXO The Mag
Hocus Pocus ve C2C’de bir grup büyüsü vardı ama içten içte bu sihirbazların, kendi başlarına ne tür yanılsamalar yaratacağını merak ediyorduk. İşte tam da bu noktada imdadımıza yetiştin. Nasıl karar verdin şapkadan tek başına tavşan çıkarmaya? Tıpkı rastgele mix yayınlarmış gibi, basit ve hızlı bir şeyler yapmak istiyordum. Aslında bu tarz prodüksiyonlar her zaman ilgimi çekiyordu. Bilgisayarımda bir yerlerde, sağda, solda, hard disklerde, belki de bir daha hiç gün yüzüne çıkmayacak çok fazla kaydım vardı. Bir gün tüm bunları fark edip değerlendirince, artık solo proje gerçekleştirmenin vakti gelmişti... Ayrıca, bir grubun parçasıyken sürekli uzlaşma çabasına girmek zorunda kalmanın da, yoluma 20syl olarak devam etmem konusundaki etkisi büyük.
90’ların sonunda yaptığım bir beat vardı, bu beat üzerinden belirli düzenlemeler yaptıktan sonra üzerine Kendrick’in vokallerini ekledim. Yeni sound’lar yaratma konusunda her zaman öncüldün. Yaratıcılığını nasıl koruyorsun? Yaratıcı bir çalışma yapmadığım her an kendimi kötü hissediyorum. Bu nedenle de devamlı olarak kendimi dahil ettiğim bir üretim sürecinin parçasıyım. İdol aldığım kişilere baktığımda, öncü olduğumu düşünmüyorum ama elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum. 80’lerin ve 90’ların Fransız hip-hop sahnesi sana ne ifade ediyor? Avrupa’dan Amerika’ya kadar büyük bir etki alanı yaratmış bu dönemle nasıl bir etkileşim içindeydin? Fransız hip-hop sahnesi benim için en büyük ilham kaynağı diyebilirim. Gerçekten harika MC’lerimiz ve prodüktörlerimiz var. Aynı zamanda belki de dünyanın en iyi DJ’lerine sahibiz. Böyle bir ortamdan gelmek ve etkileşim içerisinde olgunlaşmak, sana şu an geldiğin noktada büyük artılar getiriyor.
Birine bağlı olmaksızın üretmek seni özgürleştirmiştir. Peki bu bağımsızlık ilk EP’in Motifs’e nasıl yansıdı sence? Bu EP’nin konsepti; yapay motifleri natürel, mekanik sesleri ise organik yapmaktı. Müzik ile uğraşırken her konuda takıntılı oluyorum. Haliyle de, etrafımdaki her şeyin temiz ve düzenli olması gerekiyor. Tüm kayıt süreci ve sesler de bu ruh halini barındırıyor. Organik bir sound yaratmak için bazı noktalarda dağınıklık gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla bu EP’den istediğim sonucu almak, beni aslında bir iç savaşa doğru itti. Motifs’in görsel kimliğini yaratırken de bu konsept üzerine yoğunlaştık. Doğal motifler ve dama tahtasının yarattığı çelişki çıkış noktamızdı.
Plaklarla yaşadığın aşkın öncesini merak ediyoruz? İlk görüşte aşk mıydı senin için? İlk sampler’ımı aldığım anda bir prodüktör olarak plaklar benim için vazgeçilmezleşti. Sonrasında rastgele plaklar toplamaya başladık. Bu öğrenim sürecinden sonra da C2C ile birlikte kendimi teknik kısımda geliştirmeye başladım ve plağı enstrüman gibi kullanmaya başladım.
Her ne kadar grup çalışması yapmamış olsan da, EP’de sana yardımcı olan isimler çarpıyor gözümüze. Bu yolda seninle birlikte yürüyecek kişileri seçerken uyguladığın belirli kodların var mı? Otantik bir his yaratmak hedeflerimden biriydi. Bu nedenle de teknoloji hakkında çok bilgili olan biri yerine, kendi tarzında ustalaşmış isimleri tercih ettim. Harika gitarist ve aynı zamanda eski dostum Ledeunff, tam aradığım isimdi. Sahip olduğu bluessoul karışımı genel sound için idealdi. Sonrasında da Ibrahim Maalouf projeye dahil oldu; kendisi Kuzey Afrika melodilerini, eşsiz caz motifleriyle harmanlayan mükemmel bir trompetçi. Birlikte çalışacağım müzisyenin, otantik kimliği haricinde yeniliklere açık olması gerekiyor. Benimle çalışmanın getirdiği zorluklardan birisi de prodüksiyon sonunda ortaya çıkan kaydın orijinaline benzememesi. Bu durumu farklı bir deneyim olarak görenler, bir bakıma güzel sürprizlerle de karşılaşabiliyor.
Beat yaratırken, özel olarak uzak durmaya çalıştığın noktalar neler? Kendimi tekrarlamaktan kaçınıyorum. Bazen tamamen orijinal bir beat yaratmak için 10 farklı adım denemem gerekiyor ama ortaya çıkan sonuç beni ancak tatmin ediyor. İlk beat’ini ne zaman yaptığını hatırlıyor musun? Tabii ki. İlk olarak Coolio’nun Gangsta’s Paradise’ını synthesizer’ımla tekrar yaratmaya çalışmıştım. Kopya çekmek, bir konuda uzmanlaşmak için kesinlikle birebir. Sonrasında farkında olmadan kendi tavrını entegre edip, istediğin sound’u yaratabiliyorsun. Müzik ve teknolojinin birlikteliği son yıllarda önüne geçilemeyecek bir hızla artıyor. Müzik yapmaya başladığından beri, ikisinin ilişkisindeki değişiklikleri nasıl gözlemliyorsun? İlk albümümü bir teyp üzerine kaydetmiştim. Bu teypleri okulda popüler olma umuduyla satıyorduk. Şimdiyse telefonunla yüklediğin bir şarkıyı soundcloud üzerinden tüm dünyayla paylaşabiliyorsun. Gerçek anlamda yetenekliysen, ünlenmek çok daha kolay. Ama zorlaşan, hızlı tüketimin içerisinden sıyrılabilecek çalışmalar yapabilmek.
Yıllardır Hocus Pocus ve C2C ile o kadar iç içeydin ki dinleyenler ister istemez seni müzikal olarak ayırmakta zorlanabilir. Bize biraz yardımcı olur musun, nedir 20syl’i diğer grup projelerinden ayıran? Gelişim süreci epeyce basitti; ben ve boş beyaz bir sayfa. Kick’in sound’unun nasıl olması gerektiği veya hangi cover parçalarını seçeceğimiz gibi herhangi bir tartışma mevzu bahis değildi. Her ne kadar kendimle birçok konuda tartışsam da, projenin çıkışı dahilinde hedefe kilitlenip dümdüz ilerledim. Bu da biraz bencil duyuluyor olabilir, ama grupla yaptığım albümlerden sonra tam da bunu istiyordum: Kendi etkileşimlerin ve prensiplerin üzerinden yaratım sürecine girmek ve sonrasında istediğin isimlerle işbirliği yapmak.
Eski alışkanlıklardan kurtulmak o kadar da kolay olmuyor, değil mi? 20syl’in yanında Mr. J Medeiros ile birlikte AllttA adlı yeni bir projeye giriştiniz. Biraz bu birliktelikten bahsedebilir misin? Jay, çok eski bir arkadaşım. Her zaman birlikte projeler yapmak istemiştik. AllttA fikri ondan geldi. Benimle paylaştığında tam istediğim ivme de bir proje olduğunu gördüm ve hemen dahil oldum. Birlikte 9 şarkı kaydettik bile. Şu ana kadar yaptığımız diğer işlerden epey farklı. Umuyorum ki yakın bir zaman yayınlayacağız.
Remix yapacağın şarkıları nasıl seçiyorsun? Seni etkileyen genel bir groove, tam da o anda ihtiyacın olan bir vokal veya seni yerinden hoplatacak bir beat’le karşılaşmak gibi olmazsa olmazların var mı? Beni etkileyen herhangi bir şarkı olabilir, ama çoğunlukla beat üzerinden yola çıkıyorum. Sonrasında gelişigüzel şekilde vokalle eşleştiriyorum. Mesela Kendrick remix’ini de bu şekilde yaptım.
Cevabını en çok merak ettiğimiz sorulardan biri ile kapatmak istiyoruz bu seansı; güncel playlist’inde neler var? Şu an halihazırda açık olan player’ıma bakıyorum; Metronomy, Akouo, Paraone, Fulgeance ve Quantic var... 129
elbise ruffian kolye jaquie aiche bilezik paula mendoza
FAST TALK
WITH
CHELSEA SCHUCHMAN
Chicago'da başlayıp, bir süreliğine İsviçre'nin araya girmesiyle, yolunu şaşıran bir hikayenin nihayet huzura erdiği noktada, Los Angeles'tayız, kahramanımız Chelsea Schuchman... Size çok tanıdık gelecek bir hikayesi var tabii ki: Tesadüfen başlayan modellik macerası, arkasından takip eden oyunculuk kariyeri, sıkıntıdan rahatlığa ve mutluluğa uzanan bir hayat, bol bol parti vs... Biz röportajımızdan cımbızla çıkardığımız sözleri Chelsea'nin evinde yaptığımız çekimin arasına sıkıştırırken siz de boş durmayıverin; daha fazlası için hayal gücünüzü gıdıklamaya başlayın. interview serap gecü photographer mike rosenthal stylist maya krispin hair clariss rubenstein make up lauren anderson photography assistant mat dunstan
ceket ruffian pantolon ruffian kolye jacquie aiche
Moda filmleri senin için ne ifade ediyor? Bugüne dek çok fazla klişe moda filminde yer aldım. Ve bence olayı çok ciddiye almayıp, işin içine her zaman bir parça espri katmakta fayda var. Tıpkı Matt’in Fashion Film’de yaptığı gibi...
Çekim nasıldı? İnanılmazdı. Mike, ekibiyle evime geldi, birlikte çok güzel bir gün geçirdik, herkes çok iyi anlaştı. Kitaplar, filmler ve dinlediğimiz müziklerle ilgili konuşmak çok rahatlatıcıydı. Öyle ki bir süre sonra, insanların eve çekim için gelmiş olduğunu bile unuttum. Bu kadar iyi anlaşınca çekim de kusursuz geçti tabii. Günün sonunda Mike bana müthiş bir smoothie tarifi verdi, ben de ona çekim boyunca sürekli dinlediğimiz Brian Jones Town Massacre albümlerimden birkaç tanesini gönderdim.
Malum, endüstride genel eğilim kısa filmleri uzun metrajlı filmler için basamak olarak kullanmak yönünde. Sen nasıl bakıyorsun bu duruma? Uzun metraj hayallerin var mı? Aslında bu hayalim gerçek oldu bile. Henüz duyurusunu yapmadık ama yer aldığım ilk uzun metrajlı filmin çekimleri çok kısa bir süre önce tamamlandı. Jake Hoffman yönetti ve kadroda Krysten Ritter ve Iggy Pop da var. Gösterime girmesi için sabırsızlanıyorum, harika olacak.
Mike’ın smoothie’si 2,5 bardak badem sütü Yarım bardak su 4 doğranmış hurma 1 çorba kaşığı tarçın Yarım veya tam muz 1 çorba kaşığı tuzlu badem ezmesi 1 avuç kıvırcık kara lahana Buz
Brad Elterman’la sık sık beraber çalışıyorsunuz ve hatta o senin için “en büyük ilham perim” diyor. Bir model olarak, sana hayranlık duyan bir fotoğrafçıyla çalışmak işleri kolaylaştırıyor mu? Brad’le tanışmış olmak ve onunla çalışmak kesinlikle ikimiz için de olumlu etkiler yarattı. Onunla gerçekten çok özel bir bağ kurduk, ve yakın arkadaş olduk. Birbirimizi çok iyi anladığımız için, onunla çalışırken çok rahatım. Hayata bakışı harika, ve zaman içinde ilişkilerin ve kariyerlerin nasıl şekil değiştirdiğiyle ilgili ondan çok şey öğrendim. Brad, zamanın tadını çıkarıyor, yaşamayı iyi biliyor ve ben buna çok saygı duyuyorum
Bugüne dönelim, sabah nasıl uyandın ve şimdiye kadar neler yaptın? 9 gibi kalktım, bir çay içip mail’larıma baktım, Hollywood Observatory etrafında biraz yürüyüş yaptım, eve dönüp duş aldım, oyunculuk dersine gittim -5 saat sürdü-, yine eve dönüp biraz kestirdim, ve şimdi de hızlıca bir şeyler içmek ve seninle konuşmak için Bar Stella’ya geldim...
Çekimlerden devam. Benicio del Toro’lu kapak çekimine geri gidersek, hafızanda neler canlanıyor? Benicio, Chateau Marmont’daki otel odasına kulağının arkasında bir sigara, kafasında beyzbol şapkası ve üzerinde jean’iyle girdi.... Burada bir parantez açayım; yaşlanma mevzusunda erkekler arasında gerçekten ciddi bir adaletsizlik söz konusu. Kimisi yaşı ilerledikçe giderek tontonlaşırken, kimisi de eskisinden daha iyi görünmeye başlıyor. Benicio da sanki bütün geceyi ayakta geçirmişti ama yine de rahat ve tazelenmiş görünüyordu. Karşısında şapka çıkarılacak kadar iyi görünüyordu.
Hayatının iki önemli başlığı modellik ve oyunculuk; bu ikisi yokken nelerle meşguldün? Chicago, Illinois’liyim ama liseyi İsviçre’de bir yatılı okulda okudum. Ailem tarafından hiçbir zaman tam olarak kabul edilmedim, ve pek çok sebepten karşılıklı olarak iyi ilişkiler kuramadık... Sonunda, okulu bitirir bitirmez evden kaçtım ve Los Angeles’a taşındım, hatta telefonumu da çöpe attım ve bir daha asla arkama bakmadım. O dönemde bu benim için çok büyük bir mücadeleydi, ama kalbimin derinliklerinde doğru olan şeyi yaptığımdan kesinlikle emindim. Neyse, ilk yılın kafa karışıklıklarını atlattıktan sonra buraya ve burada tanıştığım insanlara aşık olmaya başladım. Bu aşkım hala devam ediyor... Neyse, gelecekte menajerim olacak James Charles’la da bir kafede tanıştım ve hemen ardından Photogenics Agency ile kontrat imzaladım. Hikayenin kalanında işler bir şekilde rayına oturdu, ama bugünden bakınca atlatması gerçekten çok zor zamanlardı. Hayatımın o bölümünü geride bıraktığım için mutluyum.
Pek çok kişinin senden bahsederken kullandığı tanımlamadan ilerleyelim. “Yükselen yıldız” olmak nasıl hissettiriyor? Ben sadece yaptığımın daha iyisini yapmaya çalışıyorum. Ve sanırım bu konu üzerinde düşünmeyi özellikle istemiyorum, çünkü her düşündüğümde, odağımı ve konsantrasyonumu kaybediyorum. Bu yüzden, şimdi ve bundan sonra hedefim, yolumda ilerlemek, amaçlarıma yaklaşmak ve geriye baktığımda gurur duyacağım işler yapabilmek. Çabasız bir stilin var. Gündelik hayatta kendini nasıl görmekten hoşlanıyorsun? Her zaman rahat şeyler giymeyi tercih ediyorum. Bu konfor düşkünlüğü bazı durumlarda yakışıksız kaçsa da, rahatsız kıyafetlerin içinde olmaya tahammül edemiyorum. Kendimle ilgili en çok şikayetçi olduğum konu da bu... Genelde bohem, 70’lerin California’sını andıran bir tarzım olduğu söyleniyor ama dürüst olmam gerekirse, neden bahsettikleri hakkında hiçbir fikrim yok. Ben kendimi tam bir plaj serserisine benzetiyorum. Ama öyle sevimli falan da değilim, kelimenin tam anlamıyla bir serseriyim. Bütün bu itirafları yaptıktan sonra, gardırobumdan bahsedebilirim... Gri vintage kolej tişörtleri, Rick Owens, yeni jean’ler için Eliot ve eski Levi’s jean’ler, ve tonlarca vintage parça... Gardırobumun büyük bölümü, uçuşup salınan, beyaz ve ten rengi tülden kıyafetlerden ibaret. Ne zaman seyahate çıksam gittiğim yerlerden onları topluyorum ve bu yüzden benim için çok özel.
Aldığın ilk işi de dün gibi hatırlıyorsundur herhalde... Elbette. İlk anlaşmamı Forever 21’la yaptım. Arkasından gelen Nasty Gal işi ve Bruce Weber’li Abercrombie&Fitch kampanyası, Levi’s ve Converse reklamları derken, heyecanlı bir koşturmacanın içinde buldum kendimi. Modellikten ve oyunculuktan para kazanacağımı hiç düşünmemiştim, bu yüzden yaptığım her şey çılgınca geliyordu. Ve hala da bir parça öyle, tüm bu konsept çok anormal, ama hayatıma heyecan katıyor ve halimden hiç şikayetçi değilim. Yakın zaman projelerine gelelim. Matthew Frost’un Fashion Film’inde Lizzy Caplan’la rol aldın... Matt’i çok seviyorum. Süper biri; onunla çalışmak çok kolay ve eğlenceli. Jalouse’a çekim yapmak için birlikte Cancun’a gittik ve inanılmaz eğlendik. Lizzy ile de çekim günü Los Angeles’ta tanıştım ve onu daha ilk görüşte sevdim, çok cool ve rahat, ve tabii ki müthiş eğlenceli biri.
Bu röportajı bitirdiğimizde yapacağın ilk şey ne olacak? Odamı temizleyip, çamaşır yıkayacağım. 133
elbise decades y端z端kler paula mendoza
fular pucci
XOXO The Mag
gรถmlek ruffian elbise ruffian ceket ruffian
ceket ruffian pantolon ruffian kolye jacquie aiche
tulum the ruby fashion library kolye jacquie aiche bilezik paula mendoza y端z端k paula mendoza
brıefs
XOXO ID BURCU SÜLEK Tasarımcı
LET THERE BE LIGHT The Different Company'nin klasik Eau de Toilette'in geleneksel öğeleriyle niş parfümerinin özel içeriklerini ve yoğun aromalarını bir araya getirdiği serisi L'Esprit de Cologne, ünlü parfümör Émilie Copperman'ın imzasını taşıyor. Yaz günlerine çok yakışan bu serinletici ve canlandırıcı formüller, beyaz bir atleti tamamlayacak narin aksesuarlar olarak da kabul edilebilir. Toksik baharatlar ve amberle şehvetli sözler fısıldayan After Midnight, limonsu notalardan taze nane yapraklarına, oradan paçuliye zıplayan Limon de Cordoza, yasemin ve sıklamen yapraklarını miskle birleştiren Tokyo Bloom ve sırtını portakal çiçeğine yaslayan White Zagora'yı deneyimlemek için Harvey Nichols ve Beymen Zorlu Center'a bekleniyorsunuz.
Süngerle ilk ne zaman tanıştın? Süngeri ilk defa, 2013 başında boşluk/hiçlik kavramı etrafında çalışırken, koleksiyonumda kullanabileceğimi düşündüm; bu malzeme bana söz konusu kavramı çok iyi anlatıyordu. Başka malzemeler de kullanıyor musun? ‘Contemporary Jewelry’nin beni en çok etkileyen yanı sana tanıdığı özgürlük. Her istediğini yapabiliyorsun; istediğin malzemeyi istediğin şekil ve boyutta kullanabiliyorsun. Bu kuralsız özgürlüğü çok seviyorum. İşlerimde altın, gümüş, demir, pirinç gibi metal malzemelerin yanında sünger; pamuk, ipek, plastik ipler; denizden topladığım tahta parçaları; annemin 40 sene önce işlediği motifleri; telkâri şeritleri ve daha fazlasını kullanıyorum. Tasarıma başlamadan önce neler yapıyordun? Tüketici elektroniği sektöründe alanlarında lider global markalar için 13 sene pazarlama müdürü olarak çalıştım. Tasarlamaya nasıl karar verdin? Planlamadan oldu diyebilirim; sadece ellerimle bir şeyler üretmek istiyordum. Tasarımların ilk bakışta deniz tanrılarına ait gibi duruyorlar. Senin ilham tahtanda kimler var? Aslında çok iyi bir analiz, her ne kadar koleksiyon "Emptiness" kavramının etrafında gelişse de formların bir araya gelişinde denizi andıran bir şeyler var; bu bilinçaltımda çocukluğumdan beri en huzur bulduğum yerin deniz ve deniz kenarı olmasından dolayı sanırım. Bir deniz canlısı olsan hangisi olurdun? Denizkızı. Seni etkileyen tasarımcılar kimler? Alexander Calder, Ruudt Peters, Ted Noten, Karl Fritsch, Philip Sajet, Tanel Veenre, Jorge Manilla ve Haider Ackermann. İlhamı 3 kelimeyle nasıl tanımlarsın? Kendi içine yaptığın bir yolculuk, ansızın ve çok keyifli. Yeni sezon için temaların neler? Süngeri kullanmaya devam edeceğim, çünkü gerçekten keyif aldığım ve bana renk ve boyut
konusunda geniş imkanlar sunan bir malzeme; ‘Emptiness’ koleksiyonundan sonra ‘Blooming Happiness’ koleksiyonunu geliştirerek devam etmeyi düşünüyorum. Tasarlarken etrafında neler olur? Çektiğim fotoğraflar, aldığım notlar... Peki ya müzik? Bu aralar sıkça Parov Stealer ve Massive Attack... Ham maddelerini nasıl tedarik ediyorsun? Metal malzemeler için Kapalıçarşı ve Karaköy’e gidiyorum. Diğerlerini aklınıza gelecek/gelmeyecek her yerde bulabiliyorum. Tasarımlarına nereden ulaşabiliriz? Şu anda IKSV Tasarım Shop, Selda Okutan Galeri Karaköy, Aphorm Design Shop Galata, Lunapark Shop Galata, Lisa Corti Alaçatı, ayrıca online olarak collektif.com, hipicon. com’dan tasarımlarıma ulaşılabilir, sonbahar itibarıyla çok daha fazla noktada satışta olacaklar. Ayrıca tüm tasarımlarımı görmek için burcusulek.com adresini de ziyaret edebilirsiniz.
XOXO The Mag
IMPOSSIBLY ARTFUL Le Labo, Opening Ceremony ve Thierry Boutemy ortaklığını müthiş bir çiçek buketiyle taçlandırmaya karar verirse burunlar hemen o yöne çevrilir. Fransız parfümör Barnabé Fillion tarafından yaratılan Geranium 30, Boutemy'nin floral enstellasyonlarına övgü niteliğinde. Çiçek ve baharat arasında müthiş bir denge tutturan parfümün başrolünde karanfil, yasemin, pembe ve kırmızı biber taneleri var. Tatlı bir çiçek patlamasının hemen ardından yumuşak ve pudralı bir baza geçiş yapan Geranium 30, bahar aylarını bir kenara bırakıp yaz mevsimine odaklanıyor ve bizleri çılgın güzellikte bir bahçenin içine sürüklüyor.
MET’TE GARRY WINOGRAND Metropolitan Museum of Art, Eylül 21’e kadar Garry Winogrand’ın şimdiye kadar olan en geniş kapsamlı sergilerinden birine ev sahipliği yapıyor. Sanatçının 175’ten fazla işine ev sahipliği yapan ve daha önce yayınlanmamış işlerini de izleyiciye sunan sergi San Francisco Museum of Modern Art ve National Gallery of Art tarafından organize ediliyor. Savaş sonrası Manhattan’ından sahneleri çeken Garry’nin hayatı boyunca harcadığı 26,000 rulo filmin bir kısmına şahitlik etmek için yolunuzu New York’a düşürebilirsiniz.
Roxy Paine, Incident/Resurrection, 2013, neon, 81 1/2 x 191 1/4 x 10 inches, 207 x 485.8 x 25.4 cm
SUMMER SHOWERS Burberry kozmetik dünyasıyla podyumları çarpıştırıyor ve molekülleri yeniden birleştirirken karışımın içerisine de azami miktarda teknoloji entegre ediyor. Gayretsiz görünümü odağına alan Summer Showers koleksiyonunun kahramanıysa Fresh Glow serisi. Markanın makyaj danışmanı Wendy Rowe’un iki avuç hareketiyle yüze dağıttığı (amatör ellerde hareket sayısı 4’e çıkabilir) Fresh Glow Sheer Concealer, yüzünüze UV ışınına maruz kalmadan güneşin parıltılarını hapsediyor. Fresh Glow Blush‘sa karışımındaki %50 su sayesinde yanaklarınızda tatlı bir esinti vadediyor.
G. T. Pellizzi, Constellation in Red (Figure 1), 2013, lightbulbs, porcelain, steel, wire, 96 x 148 inches, 243.8 x 375.9 cm BLOODFLAMES REVISITED Paul Kasmin Gallery’de Rail Curatorial Projects iş birliğiyle yeni bir sergi gösterime girdi; 15 Ağustos tarihine kadar sürecek Bloodflames Revisited sergisinin küratörü Phong Bui, aynı zamanda Brooklyn Rail dergisinin yayıncısı. Sergide Lynda Benglis, Cameron Gainer, Alex Katz, Benjamin Keating, Will Ryman, Cindy Sherman, Do Ho Suh gibi sanatçıların çalışmaları yer alıyor. Ayrıca sergi sırasında şiir ve dans performansı gerçekleştiriliyor. Bloodflames Revisited, adından da belli olduğu üzere, 1947 Mart’ında Alexander Iolas’ın Hugo Gallery’de düzenlediği Bloodflames sergisine selamlarını gönderiyor.
143
brıefs
MEDITERRANEO
OPENING CEREMONY X PROJECTEO Instagram fotoğraflarını sanal dünyalarının dışına çıkarma projelerinden bir yenisi olan The Tiny Instagram Projector, malum mecra dolayısıyla paylaştığınız fotoğraflardan 9 tanesini seçmenizi istiyor. Ardından size özel bir kurulumla fotoğraflarınızı yansıtmanızı sağlıyor. Ve tüm bu servise ulaşabilmeniz için de yamacına Opening Ceremony’nin perakendecilik gücünü alıyor. Büyük ölçekte like toplamak isteyenlere...
Bir Fendi klasiği daha serin sularla ve mavi gökyüzüyle buluşuyor. Fan di Fendi Pour Homme Acqua, İtalya kıyılarına doğru uzanan büyüleyici bir yaz seyahati tadında. İtalyan limonu, lavanta, bergamotla yaptığı açılışı, Reunion adalarından pembe biber taneleri ve adaçayıyla devam ettiren, en dipte ise bizleri beyaz takım elbisesinin içinde Teksas sedir ağacı ve misk kokuları içinde bekleyen bu İtalyan erkeği kalabalıktan bir çırpıda sıyrılıyor. Parfümün reklam kampanyasında ise yetenekli bir İngilizle, Mark Ronson'la karşılaşıyoruz.
JOHN LENNON – IN HIS OWN WRITE 1964’te Ed Sullivan Show’da ilk kez ABD ile tanışan The Beatles’ın, bu topraklardaki 50. yılı anısına John Lennon arşivi Sotheby’s’de satışa çıkıyor. Lennon’ın yazı ve çizimlerinden oluşan taslaklarının bir kısmı 1964 ve 1965 yıllarında In His Own Write ve A Spaniard in the Works adıyla basıldıktan sonra yeniden alıcısıyla buluşuyor. Bu kez arşivin gizli kalan kısımlarını da dahil eden Sotheby’s’in açık artırması 12 bin dolardan başlayacak.
XOXO The Mag
BEOPLAY X HARD GRAFT Bang & Olufsen’in şimdiye kadarki en iyi kulaklıkları için kolları sıvayan hard graft, BeoPaly için üç ayrı deri tasarımına imza attı. Peak, hem kulaklıklarınız hem de iPod mininiz içinn gerekli alanı sunarken Point ‘fortune cookie’ formuyla BeoPlay’inizi taşıma görevini üstleniyor. Pinch ise kulaklıklarınızı asmanız için adıyla müstesna bir tasarıma sahip.
KENZO X NEW ERA Gelenekselleşen işbirliklerinden Kenzo ve New Era 2014 yaz sezonunu, beklentilerinizin aksine koyu renklerle karşılıyor. İlkbahar için hafif bir menü hazırlayan ikili yazın canlı renklerini siyah ve koyu lacivertlere boyuyor. Carol ve Humberto’nun alametifarikası balıklarıysa bu kez ‘No Fish’ mottosuyla şekil buluyor.
BACK TO THE ROOTS Dockers’ın, ilhamını Kaliforniya’dan ve özellikle de San Francisco şehrinden alan SonbaharKış 2014 koleksiyonu, West Coast’un şık ama aynı zamanda da rahat tarzını benimsiyor. Dockers® Alpha Collection’ın iki yeni üyesiyse Filmore Khaki ve su geçirmezliğiyle öne çıkan Alpha Khaki. Sonbahardan uzaklaşıp kışa doğru yaklaştığımızda karşımıza çıkan parçalar ise Chambray Jaquard gömlek ve ona eşlik eden Alpha Riveter pantolon ve beraberinde hırkalar ve Dockers’ın simsiyah anorağı -tabii çeşit çeşit renk seçeneğine sahip SFK pantolonları (namıdiğer San Francisco Khaki) unutmamalı.
145
brıefs FROM YVES TO YOU Yves Saint Laurent ve Mondrian elbisesi arasındaki büyük aşk, kimi zaman hiç tahmin etmeyeceğimiz yerlere sıçrayabiliyor. Örneğin bir far paletine… Lloyd Simmons tarafından tasarlanan YSL Couture Palette, 5 farklı tondan oluşuyor ve 11 farklı kombinle göz makyajında cesur işler peşinde olan kadınların beğenisine sunuluyor. Bir baz rengin etrafında dans eden tonlar, kimi zaman aydınlatıyor, kimi zaman yoğun ve seksi bir etki yaratıyor. Gri ve füme tonların hakimiyetindeki Tuxedo ve toprak renklerinin hakimiyetindeki Afrique favorilerimiz arasında.
GEMINI SUMMER
JEREMY SCOTT X SPONGEBOB Moschino’nun yeni kreatif direktör koltuğuna oturmasının ardından akla gelmeyen tüm yaratıcı gücünü pazarlama teknikleriyle çarpıştıran Jeremy’nin tasarımları ilk bakışta şaşı bakıp şaşırtmıştı. Koleksiyonun raflara vurma vakti yaklaştıkça marka detaylarda saklanan Jeremy hayallerini de paylaşmaya başladı. McDonald’s’ın ardından bu kez arzu nesnelerinize SpongeBob’ın Moschino hallerini ekleyebilirsiniz. Bu sırada malum melodiyi mırıldanmakta da serbestsiniz.
Desen tasarımlarıyla ön plana çıkan Third, 2009 yılında Antwerp Moda Akademisi'nden mezun olan Tuğçe Özocak'ın genç markası. Ailenin üçüncü çocuğu oluşunu markasına etiketleyen Özocak, akademide ağırlık verdiği desen tasarımını 2013'ten beri Third için hazırladığı ürünlere yansıtıyor. 2014 yazına Gemini clutch'larıyla giren Third, farklı doku ve desenleri tek bir çantada bir araya getirirken istendiği takdirde onları ayırma fırsatı da veriyor.
XOXO The Mag
THE MAKING OF STANLEY KUBRICK’S 2001: A SPACE ODYSSEY Hikaye anlatıcılığından sinematografiye, bilim kurgudan bilimin ta kendisine kadar bilinenleri sarsan Kubrick, A Space Odyssey’nin 50. yılında Taschen’in konuğu oluyor. Sadece 1.500 kopya üretilen seride filmin yapım aşamasından hiç yayınlanmayan karelerin yanında Kubrick’le birlikte senaryoyu yazan Arthur C. Clarke’ın da o günlere ait anıları bulunuyor.
BETTER THAN TERMINATOR Sevgilinizin egzotik çiçek özlü, sofistike kil maskenizi tüketmesinden sıkıldıysanız onu en yakın Kiehl's mağazasına götürün ve NASA teknolojisinden ilham alan erkekler için özel olarak yaratılmış Oil Eliminator serisiyle tanıştırın. Kendi ağırlığının 4 katı kadar yağ emen Aerolite'a alışık olduğumuz ve sevdiğimiz Kiehl's doğallığını ekleyen seride, ciltteki kiri ve yağı onu yıpratmadan temizleyen Deep Cleansing Exfoliating Face Wash, fazla yağın giderilmesini sağlayan Refreshing Shine Control Toner ile gözenekleri küçülten, ciltteki parlamayı azaltan 24-Hour Anti-Shine Moisturizer bulunuyor.
MY BED FOR SALE 1998’de Tracey Emin’in Waterloo’daki evine gitme şansınız olsaydı neler görürdünüz? Hayal gücünüze bir mola vermesini söyleyip hafızanızı harekete geçirebilirsiniz. Zira Emin size sorunun cevabını bizzat vermişti. Yine aynı yıl yarattığı ‘My Bed’le Tracey odasındaki ayrılık sonrası mizanseni yansıtıp izleyenleri umutsuz ve perişan bir manzarayla karşı karşıya bırakmıştı. Turner Prize’ı teğet geçen iş bu yaz Saatchi Gallery’nin desteğiyle satışa çıkıyor. Tabii ki elde edilen gelir, Saatchi Gallery’nin ücretsiz sergi gezebilme politikasını ve ücretsiz sanat eğitimi programlarını desteklemek için kullanılacak.
147
Tom Friedman, Pepto Bismol Pink, 2014, (Detail), Paint and Styrofoam, 74 3/4 x 12 1/2 x 10 1/2 inches , (189.87 x 31.75 x 26.67 cm)
Tom Friedman, Blue, 2014, (Detail), Paint and Styrofoam, 69 5/8 x 48 1/8 x 6 1/2 inches, (176.85 x 122.24 x 16.51 cm)
brıefs
Tom Friedman, Moot, 2014, Paint and Styrofoam, Guitar: 41 3/8 x 15 5/8 x 4 3/4 inches, Mic: 54 1/2 x 10 1/2 x 10 1/4 inches, Stool: 23 1/4 x 12 1/4 x 12 1/4 inches PAINT AND STYROFOAM Tom Friedman, Painf and Styrofoam sergisiyle, 8 Ağustos’a kadar Luhring Augustine Bushwick’de. Friedman, boya ve strafot kullanarak yaptığı yeni heykel çalışmalarını sunuyor. Eksik çizgileriyle gitarı ve elektrik kordonu olmayan mikrofonuyla, Friedman, sanatçının, araçlarının iletişim yetisini engelleyen bir müzisyen olduğunun senaryosunu çiziyor.
Tom Friedman, Toxic Green Luscious Green, 2014, Paint and Styrofoam, 60 x 96 x 5 1/2 inches, (152.4 x 243.84 x 13.97 cm)
Tom Friedman, There's a Hole in the Bottom of the Sea, 2014, Paint and Styrofoam, 45 3/8 x 72 5/8 inches, (115.25 x 184.47 cm)
SONIC The Foundation Pierre Bergé-Yves Saint Laurent, Jalil Lespert’e Yves’in biyografisi için arşivlerini açtıktan sonra bu kez de markanın Kreatif Direktörü Hedi Slimane’ın katalizörü oluyor. Eylül’de tasarımcının müzik ve fotoğraf tutkusunu birleştireceği sergisi Sonic, Slimane’ın 15 yıllık müzik arşivlerine ev sahipliği yapacak. 18 Eylül-11 Ocak arasında yolunuz Paris’e düşerse Hedi’nin gözünden Keith Richards, Lou Reed ve Amy Winehouse’u görebilirsiniz.
HOT COUTURE Givenchy'nin Couture'den ilham alarak sınırlı sayıda tasarladığı Poudre Terre Exotique, geçtiğimiz sezonlarda kendine haklı bir hayran kitlesi edinen Croisiere serisinin son durağı. Transparan ve doğal bir bronzluk yaratan bu pudra, sadece birkaç dakika içerisinde güneşin ışıltısını tene taşıyor. Talk içermeyen yapısı sayesinde varlığı fark edilmiyor. Nicolas Degennes’in 2014 yazı için özel olarak tasarladığı bu özel ürünü fırça yardımıyla alın, elmacık kemikleri ve burnun yanı sıra omuz ve dekolte bölgesine uygulamanız şiddetle tavsiye edilir.
XOXO The Mag
MARIO TESTINO: EXTREMES 1970’te Londra’ya ilk gelişiyle ‘ilham alınacak başarı hikayeleri’ arşivimize garsonluktan fotoğrafçılığın ikonluk mertebesine yükselerek yerleşen Mario Testino, malum durumunu bir sergiyle kutluyor. Paris Yvon Lambert Gallery’deki sergisi fotoğrafçın 5 yıllık projelerini bir çatı altında topluyor. Sergi kataloğundaki açılış cümlesiyse tüm bu süreci bir cümleyle özetliyor: “ Onun moda algısı birçok portreyi ikon mertebesine yükselti.”
HAPPY FEET İşbirlikleri konusunda sınır tanımayacağını kanıtlayan ama asla yetinmeyen Pharrell bu kez adidas Orginals’ın yörüngesine giriyor. Ve kalemi eline alıp Colette Paris’te satılmak üzere 10 çift Stan Smith tasarımına imza atıyor. El işi ve limitli sayıda üretim konusunda tepe noktasına ulaşan işbirliğinden elde edilen gelir de yine Pharrell’in kurduğu From One Hand to anOther organizasyonuna bağışlanacak.
I PROMISE TO LOVE YOU The Cosmopolitan of Las Vegas, Art Production Fund'la işbirliği yaparak, yürüttükleri Pause programı kapsamında, Tracey Emin'in "I Promise to Love You" serisini gösterime sundu. Cosmopolitan'ın dört bir köşesinde yer alan 6 çalışmayı Nisan 2015'e kadar görebilirsiniz. Seyahat sebeplerinizin arasına neon harflerle Tracey Emin yazınız.
149
SET UP
ASLI ATAMER
The New Curiosity Shop Aslı Atamer, keşfetmeye, bulmaya olan merakını, ‘day job’ haline dönüştürmüş biri. Karaköy’de bu sene açılan Junk, deyim yerindeyse onun ‘keşif birikimi.’ Dünyanın dört bir ucundan ikinci el eşya toplayan Aslı’yla evinde buluşuyoruz; eviyle dükkanı arasında gidip gelen eşyalarından bahsediyoruz. Köpeği Böcek de o sırada muhabbete girmeye çabalıyor. İstanbul’dan Londra’ya taşınmasıyla başlayan bu ikinci el eşya hikayesini, The Old Curiosity Shop öyküsünü anımsayarak, herhangi bir ‘eski’nin bambaşka bir ‘yeni’ olabilme ihtimaliyle seviyoruz. Aslı’nın topladığı eşyalarına, Dickens’ın bir sözünü de iliştiriyoruz… “Bu dünyada bir diğerininin yükünü hafifleten hiç kimse yararsız değildir.” hazırlayan müjde metin fotoğraflar özkan önal
XOXO The Mag
soldan sağa: 1. Perulu yerel insanlar 2. Fransız porselen tabak 3. Minyatür TV 4. Minyatür telefon 5. Andy Warhol heykelciği 6. 30’lardan kalma resimli anatomi kitabı 7. Makara 8. Antika dinozor baskı damgası 9. Döküm heykel 10. 70’lerden kül tablası 11. Vintage gözlükler 12. Araba 13. Teneke robot 14. Kibrit 15. Çiçek tohumları 16. Minyatür pikap 17. Silikon bebekler 18. Opalin el boyaması çini parfüm şişeleri 19. Kurutulmuş böcek 20. Junk metal harfler 21. Kulak 22. Satranç seti 23. 3-D anatomi kitabı 24. Pirinç uçak heykeli 25. Teneke kutu 26. İnsan figürleri 27. Bisque bebek 28. Minyatür deri cüzdan 29. Antika cam kutu 30. Çalar saat 31. Pudra kutusu heykeli 32. Metal kalıp 33. E.T 34. İnsan beyni 151
XOXO’nun mekanınıza gönderimi için mail atın: 123@coistanbul.com
40 360 290SQM 7GR 400DERECE ALL SPORTS ALTÜST ASMALI ARTNEXT ARZU KAPROL AŞŞK CAFÉ BABYLON BACKHAUS BADEHANE BAHAR KORÇAN BALKON BALTAZAR BAYLAN BEBEK KAHVE BEJ CAFÉ BEYMEN BLENDER BIS WEAR İSTANBUL BRASSERIE BLOOM BREAD & BUTTER CAFÉ FİRUZ CAFÉ NERO CAHİDE CASİTA ÇELLO CEZAYİR ÇOKÇOK THAI COOK SHOP CORVUS WINE & BITE COS CREMERIA MILANO CUBA BAR İSTANBUL CULINARY INSTITUTE CUPPA CAFÉ DA MARIO RISTORANTE & PIZZERIA DAI PERA DELICATESSEN DELIRIUM DEM CAFÉ DEN CAFÉ DERIN DESIGN DIVAN DIVANE DIZZIA CAFÉ ECE AKSOY EGERAN GALERİ ESMOD FERAHFEZA FLAVIO FOUR SEASONS BOSPHORUS GALATA NO:5 GALATA BRASSERIA GALERİ ZİLBERMAN GALERİST GARAJİSTANBUL GEYİK GEZİ İSTANBUL GRAM GROOVE GÜNSELİ TÜRKAY H&M HABİTAT HAPPILY EVER AFTER HARDAL HARVARD CAFÉ HATİCE GÖKÇE HELVETİA HILLSIDE CITY CLUB HOME ROOM HÜNKAR İSTANBUL MODA İSTANBUL SETUP İSTİKAMET KARAKÖY AKADEMİSİ JAMIE’S JOURNEY JUNO KAFİKA KAHVE ALTI KAKTÜS KAHVESİ KANTİN KARABATAK CAFÉ KARE ART GALLERY KASABIM KİKİ KIRINTI KOBİ KOMODOR KÖŞE BRASSERIE KULİNATA KULP LA BRISE LABISTANBUL LE PAIN QUOTIDIEN LEB-İ DERYA LEBLON LOKANTA MAYA LOMOGRAPHY GALLERY STORE LUCCA LULU’S LUSH HOTEL MAHALLE MAMA SHELTER MANGERIE MANO BURGER MANUEL CAFE MASA MAVRA MESTA METİN GÜRSOY PR MIDNIGHT EXPRESS MIDPOINT MISS PIZZA MIXER ARTS MOC İSTANBUL MOMO MONO CAFÉ MSA MUHİT MUMS CAFE MÜNFERİT MUSE İSTANBUL NAR PERA NESPRESSO NON GALERİ OKAFE OPS CAFÉ OPUS 3A OTTO PANDORA KİTAPEVİ PARISTEXAS PAROLE PATİKA KİTAPEVİ PI ARTWORKS PICANTE PİLEVNELİ PROJECT PİLOT GALERİ PİOLA PLİEE PLUMON POINT HOTEL POP-UP CAFÉ PROPAGANDA QUE TAL RAFİNERİ REASÜRANS GALERİ ROBİNSON CRUSOE SALOMANJE SARI LAZZARO TRATTORIA PIZZERIA SANAT GALERİSİ SELFESTATE SİMAY BÜLBÜL ŞİMDİ/NOW SİMURG KİTAPEVİ SMYRNA SNTRL DÜKKAN SOSA STAY SUGAR CAFÉ SUSAM CAFÉ SUSHI EXPRESS SUSHICO SWEDISH COFFEE POINT TABE KIYAMET TAKKUNYA TAPS THE HOUSE APART THE HOUSE CAFÉ THE HOUSE HOTEL TOUCHDOWN TRIBECA UGLY ULUS29 UNTER URBAN VOGUE W ISTANBUL WE WHITE MILL XFLATS YILDIRIM ÖZDEMİR ZENCEFİL Sadece standart teslimat ücreti ödeyerek abone olmak için aşağıdaki link’e gidin. www.xoxothemag.net/printed-magazine XOXO The Mag