XOXO The Mag/September 2014

Page 1

045 FASHIONMUSICARTDESIGN

EYLÜL 2014 ÜCRETSİZDİR

CHLÖE HOWL (114) JESSICA CHASTAIN (28) FAUVE (38) MATTHIEU LAURETTE (46) GÖKHAN AVCIOĞLU (58) EDGARDO OSORIO (68) UFFE BUCHARD (78) ON PURPOSE (136)


045 FASHIONMUSICARTDESIGN

EYLÜL 2014 ÜCRETSİZDİR

CHLÖE HOWL (114) JESSICA CHASTAIN (28) FAUVE (38) MATTHIEU LAURETTE (46) GÖKHAN AVCIOĞLU (58) EDGARDO OSORIO (68) UFFE BUCHARD (78) ON PURPOSE (136)




XOXO The Mag


3




cover guest chlöe howl photographer perou

İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@xoxothemag.net Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Editörler Aslı Arduman, Dilan Ceylan Emektar, Serap Gecü, Gazali Görüryılmaz, Ayşecan İpek, Aslin Kumdagezer, Müjde Metin, Özkan Önal İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Melahat Çakır Katkıda Bulunanlar Ceylan Atınç, Serhat Cacekli, Orhan Cem Çetin, Sarp Dakni, Hülya Ertaş, Bedia Günaydın, Ersin Koray, Cihan Öncü, Alican Öyke, Beren Özel, Nando Salvà, Didem Şenol Tiryakioğlu, Erman Ata Uncu Reklam cihan@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye, Sertifika No: 12055 XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.

NURTANESİ SK. NO: 34 YILDIZ BEŞİKTAŞ İstanbul T:+902122590669 XOXO The Mag



CONTENTS

COVER 114… Chlöe Howl

MUSIC 38… Fauve Grup Terapisi röportaj gazali görüryılmaz

ART & DESIGN

Şablonlardan Sıyrıl röportaj beren özel

34… Liu Bolin Seeing Is Not Believing

154… Ayrılık Albümleri

röportaj serhat cacekli

hazırlayan beren özel

46… Matthieu Laurette Et Les Etoiles Dans Ses Yeux röportaj müjde metin

58… Gökhan Avcıoğlu Bir Anti-Modernist röportaj hülya ertaş

102… Some Women of Architecture hazırlayan müjde metin

MORE

88... Goat

FASHION 52… Murat Türkili

INTERVIEW 18… Jonathan Grimwood

68… Edgardo Osorio

98… Doug Conklyn

166… 90’lara Giriş 101

yazı didem şenol tiryakioğlu

22… Daniel Askill Hepsi Lynch’in Yüzünden

110… Troma’nın Bebekleri

röportaj serap gecü

Mikro Bütçeli Seks Bombaları

28… Jessica Chastain

136… On Purpose photographer cihan öncü styling ceylan atınç

yazı sarp dakni

Hollywood’da Bir Hiperrealist

154… Masculine Attire

röportaj nando salvà

hazırlayan ayşecan ipek

64… Ralph Fiennes Artık Fikri Var röportaj nando salvà

78… Uffe Buchard He’s Got the Power röportaj serap gecü

photographer łukasz zietek styling szymon duzy

108… Doğanın Hediyeleri Yaban Olanın Peşinde

California State of Mind röportaj aslı arduman

yazı erman ata uncu

röportaj aslı arduman

Güneşin Peşinde Bir Ananas röportaj aslin kumdagezer

İtinayla 80’ler Nostaljisinde Kaybolunur

A Taste of History

He Is Beymen After All röportaj olga şerbetcioğlu

56… Halt and Catch Fire

84… Bora Tekay Güzelliktense Samimiyet röportaj erman ata uncu


AW 14 -15

www.loft.com.tr

/loftjeanstr

/loftjeans

/loftjeans


AW 14 -15

www.loft.com.tr

/loftjeanstr

/loftjeans

/loftjeans


s覺zlan may覺 cazi BEN襤 kullan!


Sunburn 14, Eric William Carroll, 2012, represented by Highlight Gallery.

HİÇBİR ŞEY YAPMADAN GEÇİRDİĞİNİZ O YAZLARDAN BİRİNİ GEÇİRMİŞ, VE/VEYA (TAM AKSİNE) AŞIRI YOĞUN GÜNLERDEN KURTULAMAMIŞ OLABİLİRSİNİZ, FAKAT OKULA DÖNDÜĞÜNÜZDE, O KLASİK SORUYA CEVABINIZ HAZIR OLMALI. KİM SORDUYSA, ONA, YÜZÜNÜZ GÜLEREK CEVAP VERİN, TONUNUZ AŞIRI OLMASIN, RAKAMLARI SÖZCÜKLERİNİZE YASLAYIN, GEREKTİĞİNDE UFKA DALIN, GEREKTİĞİNDE TÜM HEYECANINIZI KARŞINIZDAKİNİN İÇİNE SOKUN. BUNLAR SİZİN ANILARINIZ, YAŞANMIŞ OLUP OLMADIKLARININ ÖNEMİ YOK, ÖNEMLİ OLAN ONLARI NASIL HATIRLADIĞINIZ VE DİĞERLERİNE NASIL BULAŞTIRDIĞINIZ... BU AY KAPAKTA BİR ANGLO-POP KONUĞUMUZ VAR, DERTLERİMİZ ÇOK BENZEŞMİYOR OLABİLİR AMA YOLUMUZ AYNI. CHLÖE, SESİNİ YAZIYA DÖKMEMİZE İZİN VERİYOR, PEROU DA ONU FOTOĞRAFLARKEN YENİ ARKADAŞIMIZ OLMASINA; IT’S OUR PLEASURE. EYLÜL’DE ÇOKÇA ŞEY VAR. EKİM’DE DE. AMA KASIM’DA GÖRECELİ OLARAK RAHATLIYORUZ, O ZAMANA SÖZ; SİZE YENİ BİR ŞEYLER SUNACAĞIM. P.S. I LOVE ISTANBUL IN THE MORNING.

OLGA ŞERBETCİOĞLU


Metamorfoz, bir Hermès hikayesi

«Zebra Pegasus» desenli ipek eşarp


Metamorfoz, bir Hermès hikayesi

Çift taraflı kaşmirden yapılmış kemerli kaban Kuzu derisi pantolon Dana derisi bot Dana derisi ve süet keçi derisi ayakkabı



Metamorfoz, bir Hermès hikayesi

‘Phantom’ deri detaylı palto Tek pileli ince deri yünlü kumaş pantolon Toskana dana derisi bot «Plume» dana derisi çanta Nişantaşı İstinye Park Hermes.com



INTERVIEW/lıterature

JONATHAN GRIMWOOD

A Taste of History

Kimilerimizin Jon Courtenay Grimwood adıyla yazdığı bilimkurgu serilerinden tanıdığı İngiliz yazar, bu kez Jonathan Grimwood olarak kaleme aldığı Son Ziyafet isimli bir tarihi romanla karşımızda. Fransız Devrimi öncesinde geçen roman bizi, aristokrat Jean-Marie d’Aumout’nun dünyasına götürüyor: Fransız şatoları ve Versailles Sarayı’ndan, Korsika’ya uzanan, önemli birtakım tarihi kişiliklerin de ara ara göründüğü, renkli bir hikaye bu. Jean-Marie’nin en öne çıkan özelliğiyse tat ve yemeğe karşı duyduğu -saplantılı denebilecek- tutku. Grimwood ile, Brillat-Savarin ve bir kavanoz hardalın verdiği ilhamla yazdığı Son Ziyafet ve biraz da kendi damak zevki üzerine bir söyleşi yapıyoruz. röportaj aslı arduman fotoğraf charlie hopkinson


Küçüklüğünüzden beri farklı birçok ülkede yaşadınız; bu durum, gazeteci ve yazar olmaya karar vermenizde etkili olmuş olmalı... Haklısın. Uçak yolculuklarıyla ve sürekli ülke değiştirerek geçen bir çocukluk neticesinde, yalnızca havaalanlarında ve trenlerde huzur bulduğumu söyleyebilirim. Buralarda devinimin ortasında hissettiğin daimiliği ve bunun verdiği farklılık hissini seviyorum. Karım Sam ve ben, bir arkadaşımızla Paris’te bir apartman dairesini paylaşıyoruz, ve son zamanlarda beni en mutlu eden şey Eurostar’la, laptop’um ve yan pencerede akıp giden manzara eşliğinde, Londra-Paris arası yaptığım yolculuklar. Hayatımı mümkün olduğunca çok seyahat edebileceğim bir biçimde tasarladığım su götürmez.

yerkenki görüntüsüyle başlıyor; hemen sonrasında da JeanMarie, Rokfor peynirini tatmasıyla bir nevi aydınlanma yaşıyor. Böyle bir açılış yapmak nereden aklınıza geldi? Bu aslında çocukluğumdan gelen bir görüntü. Fakat romandakinden farklı olarak, böcek yediğim zamanla Rokfor’u keşfettiğim an arasında büyük bir zaman aralığı var. Peki araştırma sürecinde Brillat-Savarin haricinde nelerden faydalandınız? Çocukluğumda gördüğüm sayısız Fransız şatosunu yeniden hafızamda canlandırmam gerekti. Voltaire’in Candide’ini yeniden okudum. Ve bence müthiş bir kitap olan, Spawforth’un Versailles: A Biography of a Palace’ını okudum.

Hem Son Ziyafet’i hem de önceki kitaplarınızı düşündüğümde, tarihi roman yazmaya düşkünlüğünüzün nereden kaynaklandığını merak ediyoruz. Sanırım bu merakımın en büyük nedeni, kayıp bir dünyayı yeniden yaratma arzusu. Bunu gerçekleştirirken de, geçmişi yalnızca modern gözlerle görebileceğimizi, geçmiş zamanların tuhaf yönlerini yansıtmak mümkün olsa da, benimkinin modern bir yorum olmaktan öteye gitmeyeceğini kabul etmek durumundayım. Assassini serisi 15. yüzyılda Venedik’te geçiyor; insanların gerçekten de şeytana, cadılara ve kurt adamlara inandığı bir dünya bu. Cumaları balık yemezlerse cehennemde yanacaklarına, hayvanların tamamen insanların yararı için var olduklarına inanıyorlar. Yalnızca Freud ve Jung öncesinden bahsetmiyoruz, aynı zamanda da Marx ve Aydınlanma öncesi bir dönem. Hayali bir biçimde de olsa bu karakterlerin kafalarına girmeyi seviyorum. Ve doğruyu söylemek gerekirse, araştırma yapmaktan acayip zevk alıyorum; tarihte olmuş birtakım olayları ortaya çıkarmak, çeşitli tablolara ulaşmak çok hoşuma gidiyor. Ayrıca hakkında yazdığım yerleri her zaman ziyaret ederim, bu yerlerin fotoğraflarını çekerim, binaların eskizlerini yaparım.

Doğrusu 18. yüzyılda prezervatif üretiliyor olması epey şaşırtıcı. Araştırmalarınız esnasında sizi şaşırtan bir keşifte bulundunuz mu? O bahsettiğin bölümü yazarken çok eğlendim, çünkü neredeyse her konu için bir tarihçi bulunabileceğini keşfettim ve pek çoğu da bana seve seve yardımcı oldu. 18. yüzyıl mutfakları, bu dönemin pişirme ve saklama metotlarıyla ilgili araştırma yapmak da çok eğlenceliydi. Favori keşfimse, 18. yüzyılda Fransa’da patates yetiştirmenin ve yemenin yasak olmasıydı; zira cüzzama sebep olduğuna inanılıyordu. Eğer böyle bir yasak olmasaydı, bu derece vahim bir kıtlık olmazdı ve böylece belki Fransız Devrimi de yaşanmazdı. Jean-Marie’nin tat ve yemeğe duyduğu merak inanılmaz bir boyutta. Gastronominin sizin için de önemli bir yeri olmalı. Bu konuda Jean-Marie’ye ne derece benziyorsunuz? Tatla ilgili Jean-Marie gibi saplantılı değilim. Ama yemek pişirmek beni rahatlatıyor ve evde yemekleri genelde ben pişiriyorum. Bunun bir nedeni de sanırım, birisi fırına bir şey koyduğu ya da ocağa yaklaştığı anda duruma müdahale ediyorum.

Jonathan Grimwood ve Jon Courtenay Grimwood olarak iki farklı isim altında yazıyorsunuz. Bunun nedeni tam olarak nedir? Jon Courtenay Grimwood, çılgınlık yapabilmeme ve uydurma şeyler yazabilmeme olanak tanıyor. Jonathan Grimwood ise bana kendimi şımartma ve saf edebiyat yapma özgürlüğünü veriyor. Neticede, evet, bu bir pazarlama tekniği, ama aynı zamanda da gerekli. Fakat bununla birlikte, Murakami gibi büyük bir yazarın yazdığı bir romanın sonuçta sadece bir Murakami romanı olarak anılmasını da kıskanmıyor değilim.

Romanda bahsi geçen her şeyi yediniz mi? Çeşitli böcekler, timsah, zebra, köpek, deve, at idrarında bekletilmiş yumurta ve tuhaf bir Güney Amerika sıçanı yedim. Hiç kedi yemedim -en azından bildiğim kadarıyla. Şimdiye dek tattığım en kötü şeyse Tokyo’da iddialı bir restoranda yediğim, kokuşmuşluk konusunda en çürük Rokfor’u bile sollayan felaket bir tofuydu. Yediğiniz en iyi yemek neydi peki? Son ziyafetinizde ne yediğinizi hayal ediyorsunuz? Benim için, muhtemelen, en etkileyici olanı, çocukken gittiğim yıkık dökük bir Fransız şatosunda yediğim, 15 çeşit yemeğin servis edildiği ziyafetti. Kurbağa bacağı, salyangoz, rendelenmiş trüf, kaz ciğeri ve clafoutis yemem icap etmişti. O anda bu, bana ve kardeşlerime korkunç gelmişti -üçümüzün de midesi bulanmıştı. Ama geçmişe dönüp baktığımda, bu aslında müthiş bir tecrübeydi. Ve de esasında, yemeği algılamamızda duyguların rolü büyük. Tamamen özel nedenlerden dolayı, şimdiye dek yediğim en harika yemeğin, 25 yıldan fazla bir süre evvel, şafak vakti Londra’da yediğim, üzerine hiçbir şey sürülmemiş, yarım bir bagel olduğunu söyleyebilirim. Son ziyafetiminse şampanya, Rokfor ve taze ekmekten oluşmasını isterdim; bu basit sofraya pek de ziyafet denemez sanırım. Kaldı ki bulunduğum yer de en az yemek kadar önemli benim için: Güneş batarken bir uçurumun kenarında olmak isterdim.

Peki, Son Ziyafeti yazarken ve tabii Jean-Marie d’Aumout karakterini yaratırken nelerden ilham aldınız? Bir kavanoz hardal ve bir yemek kitabından... Küçükken evimizde bulunan Meaux hardalını hatırlıyorum, kırmızı mühürlü bir kapağı olan kocaman bir kavanozda gelirdi ve etiketinde ‘Hardal eğer Meaux değilse, ona hardal denemez - Brillat-Savarin’ yazıyordu. Ben de Brillat-Savarin’in kim olduğunu ve nasıl oluyor da böyle iddialarda bulunacak kadar önemli birisi olduğunu merak ederdim. Sonradan, yemek hakkında yazı yazmayı icat eden kişi olduğunu öğrendim. “Bana ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” sözünü söyleyen de kendisidir. Jean-Marie karakterini ona borçluyum. Onun yemek kitabıyla büyüdüğümü söyleyebilirim; aardvark (karınca yiyen) ile başlayıp zebra ile bitiyordu ve neredeyse her şeyi kapsıyordu. Tüm çocukluğum boyunca dünyanın çeşitli yerlerinde yaşadığım ve akla gelebilecek neredeyse her şeyi yediğim için, fil ya da antilobun nasıl pişirileceğini anlatan bir kitabın varlığı bana gayet mantıklı geliyordu. Romandaki tariflerin çoğu bu kitaptaki tariflerden uyarlama.

Romanın Fransız Devrimi öncesi geçiyor olması nasıl bir önem taşıyor? Bana kalırsa, bu dönem, bir aristokratın -kimi zaman yediği şeyin ne olduğunu bile bilmeden- yemek istediği her şeyi getirtecek paraya

Roman, küçük Jean-Marie’nin gübre yığınının kenarında böcek 19


ve güce sahip olduğu son zamanlardı. Ayrıca Son Ziyafet’in büyük bir kısmı yemekleri isimlendirmek ve onları kategorilere ayırmakla ilgili, ki bu da Aydınlanma Çağı’na bir gönderme aslında. Jean-Marie bir sanatçı olmasının yanında bir bilim insanı aynı zamanda; yeni pişirme ve saklama metotları icat ediyor, tatları kategorilere ayıran bir tablo oluşturuyor, sürekli notlar alıyor, aydınlanma ansiklopedisine katkıda bulunuyor, Voltaire ve Marquis de Sade ile mektuplaşıyor. Aslına bakarsan, modern bir Rus oligarkın, Jean-Marie’nin hayvanat bahçesindeki hayvanlara ulaşması ve onların tadına bakması da gayet mümkün olurdu. Fakat aradaki fark, bu Rus oligark tüm bu hayvanları zaten tanıyor olurdu ve Google’layarak onları nasıl pişireceğini ve tatlarının neye benzediğini kolayca bulabilirdi. Biraz da kitabın kapağını da süsleyen kaplan figüründen bahsedebilir misiniz? Jean-Marie’nin kaplanı Tigris tam olarak neyi sembolize ediyor? Bunu fark etmesi epey uzun sürüyor ama Tigris, Jean-Marie’nin hayatındaki en büyük aşkı aslında. O dönemin ruhunu sembolize ediyor: Güzel ama kör. Sonlara doğru acınası bir hale geliyor, ama yaşlandığında ve ölüme yaklaştığında bile halen tehlikeli. Peki sizde yazar olma isteği uyandıran kitaplar neler? Bulgakov’un Usta ile Margarita’sı benim için büyük önem taşıyor. Bu kitap bana, zor bir hayatı olan, bolca içki ve sigara tüketen

teyzem tarafından hediye edilmişti. Tam o sırada zor bir dönemden geçiyordum ve bu kitap sayesinde çok önemli bir şeyin farkına vardım: Hayat bir anlam ifade etmek zorunda değildi, her şeyin yerli yerine oturması gerekmiyordu. Bunun dışında, trollerle ilgili bir çocuk kitabı olmasına rağmen, Tove Jansson’un Moominland Midwinter’ının -muhtemelen rastlantısal bir biçimde- en önemli varoluşsal romanlardan biri olduğunu düşünüyorum. Özellikle eskiden, bu kadar müthiş bir kitap olmasının kazara olduğunu düşünüyordum, fakat Tove Jansson’un hayatını araştırdıktan sonra, ister istemez, aslında ne yaptığını çok iyi bildiğini düşünmeye başladım. Eğer edebiyat dünyasından kurgu bir karakterle tanışacak olsanız bunun kim olmasını isterdiniz? Usta ile Margarita’daki puro içen, silah taşıyan, ağzı bozuk kediyle tanışmak isterdim. Tabii sağ kurtulabilir miydim bilmiyorum, zira Behemoth ile tanışan kimse kolay kolay sağ kalamıyor. Fakat bu riski almaya değer bence... Şu ara üzerinde çalıştığınız yeni bir roman var mı? Birkaç tane var. Bir tanesi kısa öykü, diğeriyse 1980’lerde Moskova’da geçen bir roman. Şu anda batıl inançlarım ağır bastığından her ikisinden de bahsetmek için henüz erken olduğunu hissediyorum. Hatta geçenlerde Paris’ten de yeni bir fikirle döndüm; diğer ikisi bittiğinde sıra ona gelecek.

XOXO The Mag


IWC PILOT. ENGINEERED FOR AVIATORS.

Pilot’s Watch Double Chronograph. Ref. 3778: A watch? Or a machine? A 46-mm

hausen-based watch manufacturers. All it needs to make it fly is a pilot. IWC . ENGINEERED FOR MEN.

stainless-steel case, mechanical double chronograph movement with a split-seconds hand for intermediate time and a soft-iron inner case to pro-

Mechanical chronograph movement, Self-winding,

tect the movement against magnetic fields make this timepiece an indestructible, and at the same time high-precision masterpiece from the Schaff-

44-hour power reserve when fully wound, Date and day display, Small hacking seconds, Stopwatch function with hours, minutes and seconds, Split-seconds hand for intermediate timing (figure), Soft-iron inner case for protection against magnetic fields, Screw-in crown,

Sapphire glass, convex, antireflective coating on both sides, Water-resistant 6 bar, Stainless steel

IWC Schaffhausen Boutique İstanbul: Mim Kemal Öke Cad. Altın Sokak 4/A Nişantaşı Tel: +90 212 224 4604 İstanbul: Arte Gioia, Akmerkez Tel: +90 212 282 1901 - Arte Gioia, İstinye Park Tel: +90 212 345 6506 I Ankara: Greenwich, Armada Tel: +90 312 219 1289 - Next Level Tel: +90 312 219 9315 Bursa: Permun Saat, Korupark AVM Tel: +90 224 241 3131 I İzmir: Şems İlkan & Günkut Saat, Alsancak Tel: +90 232 463 6111 I Muğla: Quadran D-Hotel Maris, Marmaris Tel: +90 252 441 2000

IWC.COM


INTERVIEW/vıdeo

Daniel Askill

Hepsi Lynch’in Yüzünden Adına muhtemelen pek aşina olmasanız da son on yılda kısa filmleri, reklam filmleri ve müzik videolarıyla görsel hafızamızda yer etmiş bir yönetmen Daniel Askill. Bugünlerde 100 milyonu deviren tıklanma sayısıyla yılın en çok konuşulan videolarından Chandelier’i Sia’yla birlikte yönetmesi vesilesiyle bir kez daha radarımıza takılıyor ve sorularımızın, mailler üzerinden, muhatabı oluyor. röportaj serap gecü fotoğraf adrian mesko

XOXO The Mag


Sia, Chandelier

Etrafında ne görüyorsun? Meksika’dan New York’a giden bir uçaktayım ve tam da şu an bir bulut kümesinin içinden geçtiğimiz için tek gördüğüm beyaz bulutlar.

videomuzda yönetmenliği gerçek anlamda paylaştık ama bu çok sıradışı bir durumdu. Diğer taraftan Placebo’nun videosunu yaparken grup üyeleriyle ne yüz yüze görüştüm ne de telefonda konuştum. Eh tabii bu da biraz uç bir örnek oldu. Normal süreç ise genelde bu ikisi arasında bir yerlerde seyrediyor. Mesela Phoenix ve These New Puritans’la çok dostane bir deneyim yaşadık, aramızdaki organik diyalog sayesinde fikirler kendiliğinden gelişti ve bana tretmanı yazmak kaldı.

Birkaç gün önce Instagram hesabından da duyurduğun gibi, Chandelier videosunun tıklanma sayısı 100 milyonu geçti. Bu ilgiyi neye bağlıyorsun? Böyle bir projede sihirli karışımı tutturabilmek her zaman çok zor. Ama Chandelier videosunda Sia, ben, Maddie, Sebastian Wintero ve elbette koreograf Ryan Heffington arasındaki kimya kesinlikle çok başkaydı. Ve hepimiz çok özel bir şey yapmakta olduğumuzun farkındaydık. Breathe Me’den sonraki bu ikinci ortak yönetmenlik deneyiminizde, Sia’yla tekrar çalışmak nasıldı? Birbirimizi çok uzun zamandır tanıdığımız için onunla aynı dili konuşuyoruz ve birbirimizin estetik değerlerine ve uzmanlık alanlarına saygılıyız. Öte yandan, her ne kadar çok iyi anlaşıyor olsak da aslında birbirimizden çok farklıyız, Yin ve Yang gibi... Bu yüzden, güçlerimizi birleştirebileceğimiz ve yaratıcılık anlamında kendimizi rahat hissedebileceğimiz fikirlerin peşinden gidiyoruz ve iyi sonuçlar da kendiliğinden geliyor... Aramızdaki uyuma o kadar güveniyorum ki Sia bir gün bana mesaj atıp, “Chandelier’in videosunu sen yapacaksın.” dediğinde hiç tereddüt etmeden kabul ettim.

Bir yandan da Cadillac, Dior, Smirnoff, XBox ve Sony gibi pek çok marka için reklam filmlerine imza atıyorsun. Bir sanatçı olarak ticari tarafta yer almanın çetrefilli tarafları var mı? Evet, bu benim hep yaşadığım bir ikilem. Ama bence belli bir noktada bu konuyu kendi içinizde çözüp rahata ermeli veya bu işleri külliyen bırakmalısınız. Reklamcılığın arkasındaki fikir ve motivasyon aslında hoşuma gitmiyor. Diğer taraftan reklam filmi çekmek bana bugüne kadar pek çok yetenekli insanla çalışma şansı verdi: Oscar ödüllü görüntü yönetmenleri, prodüksiyon tasarımcıları, kreatif ekipler... Ayrıca normal şartlar altında asla erişemeyeceğim bütçeler ve teknolojilerle çalışma fırsatını böylelikle yakalamış oldum. Yine de gerçek bir tutkuyla bağlı olduğum sanatsal projelerim ticari projelerden her zaman ayrı tutarım. Eh tabii sanatsal projelerimi destekleyecek finansal katkıyı da ticari projelerden kazandığım için ikisi arasındaki dengeyi korumayı biliyorum.

Peki videonun ve aynı zamanda Dance Moms’ın yıldızı Maddie’yle çalışmak kimin fikriydi? Sia o günlerde Dance Moms’ı izliyordu ve videoda dansla ilgili bir şeyler olsun istiyordu. Ben de basit ve tek bir fikre odaklanan bir şeyler yapma arzusundaydım. Birkaç opsiyonu gözden geçirdikten sonra, Sia aniden “Kesinlikle Maddie’yle çalışmalıyız!” dedi ve onun sezgilerini dinledik...

Ksubi, Another Magazine, Dior ve Acne için moda filmlerini düşünürsek, moda projelerinde yer almak senin için ne ifade ediyor? Aslında çok özel bir anlamı yok, yani moda filmlerini diğer film işlerinden pek ayırmıyorum. Verilen çerçevede en iyiyi ortaya koymaya çabalıyorum.

Bu arada Sia’yla iki video daha yapacakmışsınız... To be continued...

Bilenler bilir, ilk kısa filmin We Have Decided Not To Die yıllar önce epey ses getirmişti. O dönemde katıldığı festivallerden neredeyse ödülsüz dönmeyen film bugün hala sanatsal projelere ilham kaynağı olmaya devam ediyor. Bugünden baktığında bu filmin kariyerini nasıl etkilediğini düşünüyorsun? We Have Decided Not To Die, film kariyerimin gerçek anlamda ilk adımıydı. Ondan önce de birkaç film yapmıştım ama bir yönetmen olarak beni tam anlamıyla yansıtan bir film olması açısından büyük

Şimdiye kadar U.N.K.L.E, Placebo, Digitalism, These New Puritans ve Phoenix gibi pek çok isimle çalıştın. Müzisyenlerin video üretim süreçlerine müdahil olmaları noktasında kendince çizdiğin bir sınır var mı? Bu durum çalıştığım müzisyenlere göre değişiyor. Sia’yla son 23


We Have Decided Not To Die

önem taşıyordu. Hatta onu kişisel mitolojim olarak tanımlayabilirim. Estetik ve uhrevi ilgilerimin bir tezahürü...

bir his var... Kumsallar, çöl, açık gökyüzü... Bu ruhu şimdi Amerika’da da bulmaya başlıyorum.

Son kısa filmin Modern Worship’te de olduğu gibi videolarında slow motion’ı sık kullanıyorsun. Anlatmaya çalıştıklarına nasıl bir katkı sağlıyor bu tercih? Slow motion insan gözünün sınırlarını aşan bir algı yarattığı için hoşuma gidiyor. Etrafımızdakileri izlemek için yeni bir yol sağlıyor. Aynı zamanda izleyiciler üzerinde meditatif ve hipnotik bir etki yaratıyor, ki bu da her şeyin durduğu ve sükunetin hakim olduğu bir deneyimi garantiliyor.

Yeri gelmişken, Collider projeleri arasında en çok gururlandığın hangileri? Collider’ı dört yıl önce kurdum ama başlangıç hikayesi 12 yıl önceye dayanıyor. Ailemle yaşadığım evde, yatak odamda kurduğum hayallerden doğup bugüne kadar geldi. Şimdi düşününce çılgınca geliyor. Ve sanırım We Have Decided Not To Die beni en çok gururlandıran işlerimizin başında geliyor.

Bu arada birkaç yıl önce verdiğin bir röportajda kardeşinle uzun metrajlı bir film projesi üzerinde çalışmaya başladığınızı söylemiştin. Nasıl gidiyor? Senaryo hazır ve şu anda görsel sunumuyla uğraşıyoruz. Uzun metrajlı bir sanat filmi olacak ve farklı mekanlarda sergilenecek. Haliyle bütçe bulması çok kolay bir proje değil. Yıl sonuna doğru yatırımcılarla görüşmeye başlayacağız. Bu röportajı okuyanlar arasında vizyoner yatırımcılar varsa şayet ve hayli iddialı bir projenin parçası olmak isterlerse bana haber verin! Video işlerin ve enstalasyonların bugüne dek Palais De Tokyo, Institute Of Contemporary Arts London ve Venedik Bienali gibi farklı platformlarda yer buldu. Şu anda üzerinde çalıştığın yeni bir proje veya yaklaşan bir sergi var mı? New York Fashion Week’te bu yıl gösterilecek bir video enstalasyonu üzerinde çalışmaya başladım. Onun dışında, ilk kişisel sergimi de muhtemelen bu yıl içinde yapmayı planlıyorum. Kardeşimle ortaklaşa projemizin ilk enstalasyonu olacak. New York ve Sydney arasında hayat nasıl? New York’a tamamen yerleştim artık. Geçen sene, Manhattan’ın kuzeyinde, Hudson Nehri’nin üzerinde bir ev aldım. Yani hem şehre yakınım hem de doğayla iç içeyim. Yılda birkaç kere ailemle vakit geçirebilmek ve Collider’daki işlerimi takip edebilmek için Sydney’e gidip geliyorum. Sydney doğal güzellikleriyle inanılmaz bir şehir, yazın orada olmak her zaman çok güzel... Ve sanki beni oraya bağlayan antik

En sevdiğin yönetmenler? Stanley Kubrick, David Lynch, Jodorowsky, Tarkovsky ve her daim büyük hayranlık duyduğum Jonathan Glazer. Sana en çok ilham veren video sanatçıları? Bill Viola ve Matthew Barney, yolun başındayken beni en çok etkileyen isimlerdi. Son zamanlarda gördüğün en iyi şey? Jodorowsky’s Dune belgeseli. Mutlaka izleyin! Hayalindeki işbirliği? Oralarda mısın ve beni duyuyor musun Michel Seydoux? Bitirelim: “Görünenin altında başka bir dünya olduğunu öğrendim, ve daha da derinlere indikçe başka dünyalar olduğunu... Bu bilgiye çocukken de sahiptim ama kanıt bulamıyordum, sadece bir his vardı içimde. Evet, mavi gökyüzü ve çiçekler çok güzel, ama başka bir güç -vahşi bir acı ve çöküntü- var aslında her şeye eşlik eden...” Görünenin altında senin için ne var? Film yapmaya başlamamdaki yegane sebep David Lynch olduğu için bu alıntı benim için çok anlamlı. Görünenin altında (ve hatta üstünde, altında ya da etrafında) aydınlık ve karanlık düşüncelerin bir arada var olduğu sonsuz bir dünya var bana göre. Bu dünyayı hissedebilmek için bir anlığına, gerçek anlamda durmanız gerekir. Ve işte bu fırtına öncesi sessizliktir.

XOXO The Mag




SONBAHAR KIŞ 2014/15

M U D O. CO M. T R


INTERVIEW/cınema

JESSICA CHASTAIN

Hollywood’da Bir Hiperrealist 2011 yılında, sadece birkaç ay içinde, hiç tanınmayan bir oyuncu iken kuşağının en büyük oyuncularından birine dönüştü Jessica Chastain. Peki, nasıl oldu bu? Temel sebebi, rol aldığı filmlerin hepsinin aşağı yukarı aynı anda gösterime girmesiydi: Terrence Malick’in filmi The Tree of Life, The Help ve The Debt. Bunu izleyen üç yıl içinde tam bir Hollywood yıldızına dönüşen Chastain, gün ışığına çıkmayı bekleyen bir dizi yeni filmle yine karşımızda. Fakat aralarında (farklılığıyla) en fazla öne çıkanı Ned Benson’ın yıkılmış bir ilişkiyi ele alan aşk hikayesi The Disappearance of Eleanor Rigby. Üç ayrı filmden oluşan bir proje bu. Filmlerden birisi hikayeyi erkeğin gözünden anlatan Him, diğeri Chastain tarafından canlandırılan kadının, yani Eleanor Rigby’nin bakış açısını merkeze alan Her ve üçüncüsü de bu iki filmin yeniden kurgulanarak daha geleneksel yapıda tek bir filme dönüştürüldüğü Them. röportaj nando salvà fotoğraf vittorio zunino celotto/getty images entertainment/getty images turkey


The Disappearance of Eleanor Rigby, 2013-14, The Weinstein Company

The Disappearance of Eleanor Rigby projesinde nasıl yer aldınız? Aynı zamanda bu benzersiz projenin yapımcısısınız da. Bu uzun bir hikaye. 10 yıl önce Los Angeles’a taşındıktan sonra Malibu Film Festivali’ne katılmıştım, orada Ned Benson’ın yönetip oynadığı müthiş bir kısa film gördüm. Hemen peşinden koşup ona “O kadar yeteneklisiniz ki bir gün sizinle çalışmak isterim,” dedim. O zamanlar hala kendini göstermeye çalışan bir oyuncuydum, daha hiçbir şey yapmamıştım. Çok iyi arkadaş olduk. Bir zaman sonra o Eleanor Rigby projesi üzerinde çalışmaya başladı; ikimiz de bu filmlerin bir gün çekilmesini hayal ediyorduk. Ve tabii o esnada aramızda romantik bir ilişki de başladı.

olan Them’in, diğer iki filmden, yani Him ve Her’den daha geniş bir dağıtımı olacak, en azından ABD’de öyle. Böylece seyircinin seçme şansı olacak hiç olmazsa. Bir gecede şöhret oldunuz. Ayaklarınızın yerden kesilmesini nasıl önlüyorsunuz? Benim sırrım galiba ailemle ve arkadaşlarımla elimden geldiğince çok vakit geçirmek. Bir de doğada yürümek... Biz insanlar dünyanın merkezi olduğumuza inanmaya bayılırız, oysa yalnız değiliz. O yüzden kafamın karıştığını hissettiğimde deniz kenarında ya da ormanda yürüyüşe çıkıyorum. Bana iyi geliyor. Şöhret hayatımın çok erken bir döneminde gelmediği için o kadar şükran doluyum ki... 20’li yaşlarımda şöhretli olsaydım belki bununla baş edemeyecektim. Belki kibirli bir aptal olacaktım, belki de burada olmayacaktım. Uzun ve zor bir yoldan geldim ama hiçbir şeyi değiştirmek istemezdim.

Projenin hayata geçmesi sizin beraberliğiniz başladıktan sonra mı oldu? Evet, ben o sırada The Tree of Life’ın çekimlerindeydim. Ned bana senaryoyu verdi ve oyuncu olarak projede yer almamı teklif etti. O zaman tek bir film olarak ve erkeğin bakış açısından yazılmıştı. Ben ona kadının bakış açısı hakkında daha fazla şey bilmek, onun yaklaşımını da görmek istediğimi söyledim. O da gidip Her’ü yazdı. Çok işbirliği içinde çalıştığımız bir süreçti çünkü senaryoyu yazarken her gün kızkardeşler ve kadınlar arasındaki ilişkiler konusunda sorular soruyordu bana.

2011 yılı kariyerinizde gerçek bir dönüm noktasıydı. O dönem şimdi nasıl canlanıyor hafızanızda? Öyle çok şey oldu ki, anlatması zor. Aslında 2007’den beri durmadan filmde rol alıyordum ama o sırada henüz hiçbiri gösterime girmemişti. “Şimdi hepsi aynı zamanda gösterilecek ve bir anda insanlara benden fenalık gelecek,” diye düşünüyordum. Bir de annemi hatırlıyorum! Ona Brad Pitt’le bir filmde oynadığımı söylemiştim, o da bunu bütün arkadaşlarına söylemiş. Fakat zaman geçiyor, The Tree of Life bir türlü gösterime girmiyordu. Annemin buna canı sıkılmıştı çünkü arkadaşları onun yalan söylediğini düşünmüşlerdi. Zavallı kadın.

Eleanor Rigby, sinemalardaki gösterimi açısından hayli zorlukları olan bir proje, öyle değil mi? Dağıtımı ve gösterimi nasıl yapılacak? Projenin orijinal haliyle yani Him ve Her adlı iki film olarak seyirciye ulaşabilmesi için çok uğraştım çünkü Ned’in vizyonunu çok önemsiyorum. Ve ben bir şeye inanırsam o konuda çok zorlu bir insan olabilirim. Kolay olmadı ama sonunda başardık, üç film de gösterime girecek. Kısa versiyon

Sizce neden bütün oyuncular Terrence Malick’le çalışmak ister? Çünkü Malick bir dahi, bir şair ve herhalde tanıdığım en iyi insan. Ben, 29


The Tree of Life, 2011, Fox Searchlight Pictures

her zaman, bana bir şeyler öğretebilecek olanlarla çalışmak isterim. Ama harika insanlar arasında çalışmayı daha da önemli buluyorum, o da insanların en harikası. Malick ile birlikte sette olmak kilisede olmak gibi bir şey. Filmlerinin mükemmel bir temsili o, onda hepsi var; merak, sorular, maneviyat, şefkat, doğa ve bilim aşkı… İnsanlara nasıl davrandığı bence çok önemli: Sevildiğinizi ve işe yaradığınızı hissetmenizi sağlıyor. Al Pacino sizin yeni Meryl Streep olacağınızı söyledi. Pacino benim hayatımı değiştirdi. Anlaşılan o ki arkadaşlarından birisi haftada 300 dolar kazandığım küçük bir tiyatro oyununda beni görmüş. O sırada Pacino da Oscar Wilde’ın Salome’sini tiyatroya uyarladığı oyun için kadın başrol oyuncusu arıyormuş. Bir gün beni aradı; hayatımın en beklenmedik telefon konuşmasıydı. Ve hem o sahne oyunu için hem de sonradan çekeceği sinema versiyonu için beni seçti. Ona çok minnettar hissediyorum. Benim için harika bir öğretmendi. Ondan ne öğrendiniz? Kameranın aynı sahneyi paylaştığınız rol arkadaşınızdan daha önemli olduğunu, çünkü ruhunuzun içini gördüğünü ve sizin bir uzantınız haline geldiğini… Bana şöyle dedi: “Kamerayı yoksaymaya çalışma, onu sevmeli ve onunla yakın olmaya çalışmalısın. Ve kameradan korkma ya da ona yalan söylemeye çalışma çünkü o ne hissettiğini bilir. Sahnede yalan söyleyebilirsin ama kameranın önünde bunu yapamazsın.” Oynadığınız karakterler üzerinize yapışıp kalıyor mu? Onlar aracılığıyla kendim hakkında bir şeyler keşfediyorum çoğunlukla. Derinlere dalıyorum ve oralarda varlığından hiç haberdar olmadığım şeyler buluyorum. Örneğin Zero Dark Thirty’deki Maya rolünü oynarken

iş konusundaki saplantılı yanımı keşfettim. Ben onun kadar aşırı bir noktada değilim çünkü ailem ve hayatım her zaman mesleğimden önce gelir, ama ondaki aşırılığı anlayabiliyorum. Tabii Maya gerçek yaşamda benden çok daha güçlü bir kadın. O çok soğuk olabilir, bense genellikle duygularımı maskeleyemem. Bugüne kadar oynadığınız en zor rolün bu olduğunu söyleyebilir misiniz? Sanırım evet. Belki de bunu anlatmamalıyım ama özellikle hatırladığım bir gün var, o gün birkaç aylık çekimin ardından setten çıkınca kendi kendime kalabileceğim bir yer bulup çocuk gibi ağlamıştım. Gerçekten bana çok fazla gelmişti. Oynadığınız birçok filmde bir bakıma ev kadını rollerine hapsoldunuz: The Help, Coriolanus, Take Shelter, The Tree of Life… Hollywood’da farklı roller bulmak kadın oyuncular için daha mı zor? Kesinlikle. John Malkovich, Brad Pitt, Daniel Day Lewis… Erkeklerin farklı sesler, farklı görünümler deneme imkanı var ama kadınların yok. Meryl Streep gibi istisnalar var elbette ama genellikle farklı roller bulmak bizim için daha zor. Belki de biz bazen kadın dergilerinin kapaklarında yer aldığımızdan seyirci bizi sınırları çok belli bir imaj ve kimlik altında görmeye alışıyor. Yine de kategorize edilmemek için mücadele ediyorum. Nasıl mücadele ediyorsunuz? Oynadığım filmleri çok dikkatli seçiyorum, ama sadece bu değil. Örneğin, yalnızca işimle tanınmaya çalışıyorum. Ailemi ve partnerimi

XOXO The Mag


Zero Dark Thirty, 2012, Chantier Films

İşsizlik çektiğiniz dönemde oyunculuğu bırakmayı düşündünüz mü hiç? Tabii ki şüphelerim vardı ve ben de oyunculuğu bırakmayı ya da kolay yolu seçerek bir reality show’un parçası haline gelmeyi, tanıtımını yapacak tek bir filmim dahi olmasa da, mümkün olduğunca çok kırmızı halıda yürümeye çalışmayı aklımdan geçirdim… Ama bunların yerine inancımı koruyup sıkı çalışmaya karar verdim ve sonunda bunun karşılığını gördüm. 70 yaşındayken de burada olmak isterim gerçekten. Uzun ömürlü bir oyuncu olmak isterim. Bu bir sürat koşusu değil benim için.

spot ışıklarından uzak tutmak istiyorum. Bu mesleğe kendimden çok şey veriyorum, özel bir alana da ihtiyacım var. Annem, babam ve kardeşlerimle arama hiçbir şey girmesin istiyorum. Ayrıca yaşımı da söylemiyorum. Maya türü rollerinizle, bir bukalemun misali, oynadığınız karakterlerin içinde kaybolabildiğinizi gösterdiniz. Bunlardan birisi de Mama’da oynadığınız karakter; anne olmak istemeyen ve sonunda kendini yabani çocukları büyütmeye veren dövmeli rockçı Annabel. O film annelik güdülerinizi ne yönde etkiledi? Çocuklarla çalışmak yetişkinlerle çalışmaktan daha fazla hoşuma gidiyor. Onların yanında olmak harika. Enerjilerine, heveslerine, dürüstlüklerine ve neşelerine bayılıyorum. Çoğunun kendine dönük bir farkındalığı yok ve bu müthiş bir şey, oyuncu olarak saf bir yanları var. Hayal güçlerini kullanıyorlar ve eğleniyorlar. Annelik güdüme gelince, kesinlikle azalmadı. Hep vardı. Çocuk yapmayı düşünüyorum ama önce iş tempomu yavaşlatmam lazım.

Ticari başarı ile eleştirmenlerin takdiri arasında bir seçim yapmanız gerekseydi hangisini tercih ederdiniz? Başka bir seçeneği: Sanat eserlerinde rol almayı. Terrence Malick, Guillermo del Toro, Christopher Nolan, bütün bu auteur yönetmenler için oynamayı seçerdim. Dünyanın hayal gücü yüksek insanlarının yaratabilecekleri ilgimi çekiyor; para ya da eleştiriler önemli değil. Bana bir şeyler öğretebilecek sanatçılarla çalışmayı tercih ederim, bana zor durumlarla karşılaşıp hoş olmayan kararlar veren karmaşık karakterler önerenlerle... Çünkü gerçekte yaşam böyle.

O kesin. Son dört yılda neredeyse 20 filmde rol aldınız. Hatta Oblivion, Iron Man 3 ya da Diana gibi filmlere hayır demeseydiniz bu sayı daha da yüksek olacaktı. Evet, sadece dört yıl geçtiğine inanmakta ben de zorlanıyorum. Yıllar olmuş gibi geliyor. Bu sürede öyle çok çalıştım ve öyle çok deneyim edindim ki, dört yıl önceki o kız ben değilmişim gibi hissediyorum. Şimdi daha kendimden eminim. Galiba biraz ara vermeliyim ama bir daha beni aramayacaklar diye çok korkuyorum. İşsizlik ve açlık çekmek istemiyorum artık! Çalışarak yorulmayı çalışamama endişesiyle yorulmaya tercih ederim.

Oyuncu olarak en güçlü yanınız hangisi sizce? Güvenli yolu tercih etmemeye çalışıyorum. Kendime karşı çok rekabetçi ve eleştirel bir tavrım var. Oyunculuk yaparken gerçek hayatta asla yapmayacağım şeyler yapıyorum. Beni korkutan, başarısız olacağımı düşünmeme neden olan rolleri tercih ediyorum. Başarısız olduğumda başardığım zamanlardakinden daha çok şey öğreniyorum. Her seferinde harika oynamayan oyunculardan olmayı umuyorum. 31



move your lee Let’s celebrate 125 years of denim expertise


INTERVIEW/ART

Liu Bolin

Seeing Is Not Believing İster günlük yaşamımızdaki koşuşturma içinde olsun, ister toplum ve ona eşlik eden dinamikler içinde, ister kendi iç dünyamızda... Günümüz insanı için kaybolmanın yeri ve zamanı yok. Çinli sanatçı Liu Bolin aynı anda hepimiz ve hiçbirimiz olmayı başararak; Çin’in kültürel devriminde, sokaklarında, Venedik kanallarında ve süpermarketteki içecek raflarının önünde kayboluyor ve onu ancak ‘Nerede?’ sorusuna değil, ‘Neden?’ sorusuna cevap vererek bulabiliyoruz. röportaj serhat cacekli fotoğraf galerie paris-beijing’in izniyle

XOXO The Mag


Hiding in the City No. 41 – Notice for Making Government Affairs Public, 2007, Liu Bolin, Klein Sun Gallery.

Sanat eğitiminin temelinde heykel olmasına karşın, farklı disiplinleri içeren bir sanatsal pratiğin var. Bu geçişler nasıl gerçekleşti? ‘Hiding in the City’ bu geçişlerin neresinde duruyor? Sanatçı olmadan önce birçok işte çalıştım. Çocuklara çizim dersleri verdim, sanat okullarında çalıştım, diğer sanatçıların asistanlığını yaptım. Toplumun en alt kesimleriyle iç içeydim. O yıllarda toplumun bana ihtiyacı olmadığını hissediyordum. Öte yandan, aldığım eğitim gerçekçi üslup üzerineydi, bu yüzden okul boyunca daha çok ustalık gerektiren yapıtlarla uğraştım. Atölyem 2005 yılında Çin hükümeti tarafından yıkıldığında, gerçekçi üslubun ve klasik stilde bir heykelin toplumla iletişim kurmada ve duygularımı ifade etmede yetersiz kalacağını hissettim. Bu olayı protesto etmenin ve bana hissettirilmeye çalışılan aşağılanma duygusunu aktarabilmenin kestirme bir yoluydu fotoğraf. Aslında bu seçim yaşama içgüdümün bir yansıması. Daha sonraları eğitimin her şey olmadığını, asıl olanın kendini ifade etme isteği olduğunu anladım. O zamandan beri eylemlerimi ve bedenimi, iç dünyamı yansıtmak için kullanmayı deniyorum.

yanıtı tam olarak ben de bilmiyorum. Çalışma anında düşüncelerimi ifade edecek araçlara ihtiyaç duyuyorum ama hiçbir zaman bunlardan birisine takılıp kalmıyorum. İşlerim bu tekniklerin bir karışımı olarak ortaya çıkıyor ve tek bir şekilde etiketlenmeleri çok zor. Bundan dolayı da mutluyum. Hazırlık süreci tamamlandıktan sonra sıra belki de en önemli ana geliyor: ‘görünmez olduğun’ an. Bu anı nasıl tarif edersin? Üç kelimeyle tarif edecek olursam, kararlılık, mücadele ve keyif. Kararlılık, sanat yapma isteğimdeki kararlılığım. Mücadele ise eserlerimde sürekli konu aldığım hayatla olan mücadelem. Sonuncusu ise, sanat yaşamımdaki acı veya mutlu olaylardan keyif alma halim. İşimin temelinde bunların olduğunu düşünüyorum. Aslında boyanırken ayakta durmak acı verici bir deneyim. Saatlerce hareketsiz kalıyorsunuz ve bütün vücudunuz ağrıyor. Ama bu sanatıma olan adanmışlığımı gösteriyor ve bundan keyif alıyorum.

İşlerin teknik anlamda zorlayıcı. Haliyle büyük bir ekibin desteğine ihtiyaç duyabiliyorsun. Böylesine uzun süreler beraberlik gerektiren, kolektif işler üretmek nasıl bir his? Nasıl bir ekibin var? Altı tane asistanla birlikte çalışıyorum. Kimisi çekimi yapıyor, kimisi boyamayı, bazıları da heykelleri. Çin’de sürekli benimle çalışan bir asistanım var ama yurt dışına gittiğimde asistanım Zachary Bako, kendisi aynı zamanda bir fotoğrafçı, bana yardımcı oluyor. Boyama işlemine gelince de fotoğrafı çektirdiğim yörenin genç sanatçılarıyla çalışmayı tercih ediyorum. Onlar beni boyarken olabildiğince hareketsiz durmaya ve onlara uyum sağlamaya çalışıyorum. Çünkü ufacık bir hareket bile onlar için problem olabiliyor. Ayrıca saatlerce hareketsiz durmak fiziksel gücümü de test ediyor. Bu bana hayatım boyunca verdiğim mücadeleyi hatırlatıyor.

Arka planlar, işlerinin neredeyse temelini oluşturuyor. Projenin bütününü ve yansıtmak istediğin değerleri de düşündüğümüzde, hangi arka planın daha doğru olduğuna nasıl karar veriyorsun? Seçtiğim arka planların insanlığın gelişimiyle bir zıtlık yaratmasına dikkat ediyorum. İşlerimdeki en büyük iki etken vücudumun görünmez hale gelmesi ve arka plan. Bu yüzden arka plan çok önemli ve anlamı büyük. Çin’de bulunan arka planları seçerken insanların bakış açılarının nasıl farklılaştığını gösteren ve toplumun değişiminden kaynaklanan problemleri özetleyen mekanlar olmalarına dikkat ediyorum. Bunların içinde gündelik yaşamdan sahneler de oluyor, sokakta gezinirken görebileceğiniz yerler. Fakat oralarda yaşayan insanlar burunlarının ucundaki bu yerleri önemsemedikleri için göremiyorlar. Ama ben bunları kaydetmeye devam edeceğim. İşlerimdeki arka planların seçiminde dikkat ettiğim diğer ögeler ise renkler, desenler ve arka planın karmaşıklığı.

‘Hiding in the City’ serisindeki fotoğrafların hazırlanma süreci de kendi içerisinde performatif bir pratiğe sahip. Bu noktada, fotoğraflar haricinde, tüm bu hazırlık sürecini ayrı bir iş -belki bir performans- olarak algılayabilir miyiz? Birçok insan yaptığım şeyin performans mı, toplumsal bir heykel mi, fotoğraf mı ya da bir yağlıboya tablo mu olduğunu soruyor. Aslında

‘Hiding in the City’ serisindeki ilk fotoğraflarda seni Çin’deki kültürel devrimle özdeşleşmiş, daha politik arka planlarda görüyoruz. Ancak serinin devamında bu durum değişiklik gösteriyor. Projenin odak noktasını değiştiren şey ne oldu? ‘Hiding in the City’ serisine başladığımdan beri odaklanmak istediğim noktalar birkaç kere değişti. Bu serinin ortaya çıkış nedeni bir şeyleri 35


Başka bir röportajında Çin’de sadece sanat yaparak hayatta kalmanın zor olduğundan bahsetmişsin. Sipariş üzerine iş üretmek hakkında neler düşünüyorsun, kariyerinde böyle bir dönem oldu mu? Aslında gerçekleştirdiğim birçok proje benim isteğim doğrultusunda başlamadı. Ticari birlikteliklerden veya sipariş işlerden nefret etmiyorum ama sadece bunun üzerine kurulan birliktelikleri reddediyorum. Her zaman için iki tarafında kazanacağı, kendimi sanatsal yönden tatmin ederken diğer tarafın da mutlu olabileceği projeler üzerinde çalışmayı seçiyorum. Hayatında gerçekten görünmez olmak istediğin bir an oldu mu? Herkes kendi doğasından bir şeyleri saklayarak yaşıyor aslında. Kimse hiçbir şey saklamazsa bütün toplum karışır! Hepimiz bir dereceye kadar kendimizi görünmez kılıyoruz. Çünkü birlikte yaşamak ve toplumdaki rolümüzü yerine getirmek zorundayız. Geçtiğimiz sene Eli Klein Gallery’de –şimdiki adıyla Klein Sun Gallery– Pekin Operası maskelerini kullandığın yeni işlerinin yer

Hiding in the City No. 18 - Laid Off, 2006, Liu Bolin, Klein Sun Gallery.

Hiding in the City No. 91 - Great Wall, 2010, Liu Bolin, Klein Sun Gallery.

protesto etmek ve hissettiklerimi aktarmaktı. Daha sonra şehirlerde yaşayan insanları fotoğrafladım. Arkadaşlık ve aşk hakkındaki düşüncelerimi anlattığım, iki adamın veya iki kadının yer aldığı fotoğraflar... 2011’de ise Çin’de satılan birtakım gazlı içeceklerde zararlı katkı maddeleri bulunduğu anlaşıldı. Bu olaydan önce yiyecek güvenliği Çin’de tartışılan bir konu değildi. Onun üzerine de bir iş yaptım. Konulardaki bu değişkenliğin gerçek dünya ile insanlar tarafından kurgulanmış dünya arasındaki çelişkileri gösterdiğini düşünüyorum. Yurt dışında yaptığım işleri ise bazı konular hakkında farkındalık yaratma amacıyla yaptım. Mesela Venedik’in sular altında kalacağını okumuştum. Böylesine güzel bir yerin yok olacağına inanamadım ve insanları uyarmak istedim. Sence günümüzde en ‘görünmez’ şey ne? İnsanların iç dünyaları. Çince’de bir atasözü vardır, “Bir insanın yüzünü tanıyabilirsiniz ancak zihnini asla”. İnsanların iç dünyaları tahmin edilemez ve keşfedilmesi zordur. İşlerimde her zaman kalabalıkların ve toplumların iç dünyalarını ortaya çıkarmaya çalıştım. Bunu yaparken interaktif bir süreç geliştirerek kişi ve toplum arasındaki ilişkiyi kendi bakış açımla yorumlamaya özen gösterdim. Gelecekte bunun üzerinde daha çok çalışacağım ve insan ruhunu tanımlamanın yollarını keşfedeceğim.

aldığı bir sergi açtın. Bu yeni serinin fotoğraflarınla ne tür bir ilişkisi var? ‘Masks’ serisi kendi işlerim ve düşüncelerim üzerine kurduğum bir seri. ‘Hiding in the City’ serisi ise vücudumu arka planla bir olana dek boyadığım bir seri. Bu serideki birkaç fotoğraf insan sağlına zararlı maddeler içeren bazı yiyecek ve içecekler üzerineydi. Zamanla buna benzer bir şekilde, kendi yaşamımdaki endişeyi ve gizli yönleri ifade edebilmenin yollarını aradım. Bunun için doğru malzemeyi arıyordum ve maskeler aklıma geldi. İnsanlar bunun gibi maskeleri kendilerini korumak ve arkasına saklanmak için kullanıyorlar. Ben de korunmayı ve zarar veren etkenleri bir araya getirmek istedim. Pekin Operası’nda kullanılan maskeler ilk zamanlarda ilkel topluluklarda kurban törenleri için yapılan danslarda giyilirdi. İnsanlar tanrıya ve yaşama olan inançlarını bunların üzerlerine çizer, yaşam umutlarını göstermek için de dans ederlerdi. Zamanla bu maskeler Pekin Operası’nda, oyundaki farklı kişilikleri temsil etmek için kullanılmaya başlandı. Ben de bu maskeleri aldım ve üzerlerine sağlığa zararlı maddeleri içeren yiyecek ve içeceklerin ambalajlarını resmettim. Önceki gibi rengarenkler ama kendi hayatımdaki karmaşanın izlerini de taşıyorlar. İstanbul’a geldiğinde bir çalışma gerçekleştirirsen, nasıl bir arka plan seçerdin? Şansım olursa bazı tarihi yerleri ziyaret etmeyi düşünüyorum. Çünkü Türkiye çok köklü bir geçmişe sahip ve Doğu’yla Batı’nın buluştuğu bir kesişim noktası. Kamufle olmak için tarihle bir bağa sahip olan ve bir şeyler anımsatan bir yeri seçmek isterim. Peki gelecekte ne gibi projelerin var? ‘Hiding in the City’ devam edecek mi? Gelecekle ilgili birçok planım var. Bu sene biraz heykel yapmakla ilgileneceğim ve Renault firmasıyla bir işbirliğim olacak. Bir de üzerine boya yapacağım ‘light box’ formunda eserler üretmeyi düşünüyorum. Bu serinin, tamamıyla iç dünyamı anlatacağına inanıyorum. ‘Hiding in the City’ serisi içinse iki planım var. Bunlardan ilki Çinli bir sanatçı olduğum için orayla ve köklerimle ilgili. Çin’e özel sorunların üzerine daha fazla eğilmek, gördüklerim ve hissettiklerimle ilgili daha fazla materyal toplamak istiyorum. Çin tarihinde özel bir yeri olan şehirleri ve yapıları seçmeye devam ederek oralarda kamufle olmak istiyorum. Diğer planım ise görüşümü daha küresel bir hale getirmek ve geliştirmek üzerine. Afrika, Güney Amerika ve Orta Doğu’daki yoksul semtleri, savaşları ve etnik farklılıklara dayalı bazı toplumsal problemleri incelemek istiyorum.

XOXO The Mag


originals by rita ora

adidas.com/originals by rita ora


INTERVIEW/MUSIC

FAUVE Grup Terapİsİ

Uçuk terapi yöntemleri geliştiren insanoğlu bazen çok basit yolları göz ardı edebiliyor. Sanatın farklı dallarında üretim yapan insanların güç birliği içine girerek oluşturduğu yaratıcı bir kolektif olan Fauve ise, ruhlarını, en iyi bildikleri yöntem ile, müzik ve sanatı bir araya getirerek besliyor. Yıllar boyunca o kadar çok kelime biriktirmişler ki dağarcıklarında, bir saatinizi vermeniz onları anlamak için yeterli değil kesinlikle. Fransızca bilmiyorsanız da fonetik olarak grup terapilerine katılabilirsiniz. röportaj gazali görüryılmaz fotoğraflar fauve corp.

XOXO The Mag


misiniz? Bu hikayelerin içinde nasıl karakterler yer alıyor? Aslında kurgusal hikaye anlatmadığımızı üstüne basarak söylemeliyim. Anlatılan her şey bize ait ve gerçek. Fauve’da yaşanmamış olana yer yok. Anlatılanların tümü ya bizim başımıza gelen, ya da yakın çevremizin başından geçen olaylar. Üzücü hikayelerimiz var evet, zira yaşadığınız bir hayal kırıklığı ya da içinde bulunduğunuz kötü bir durumun üstesinden gelmek için şarkı yazar, çalar ve söylersiniz. Ve bunu dinleyicinizle paylaştığınızda ortaya çıkan şey kesinlikle pozitif enerjiye dönüşür.

Hip hop’un Fransa’da ilk belirtileri, 70’lerin sonunda ABD’deki büyük patlamanın ardından görüldü. Kendi kimliğini bulma dönemi ve sonrasında ise Fransız hip hop sahnesi her zaman gangsta rap’e yakın oldu. Bunda, dönemin Fransız politikasının, ülkedeki geniş Afrikalı ve Karayipli toplulukların varlığının ve pek tabii ki azınlık sorunlarının büyük payı vardı. Fauve’un vokal tekniği, bahsettiğimiz bu dönemin tonuna oldukça benziyor. Gerek müzikal stil gerekse sosyal duruş olarak Fransız hip hop’u ile bir ilişkiniz var mı? Hip hop’un yapılış biçimi, nedeni ve müziğin temsil ettiği değerler bakımından evet, kendimizi yakın görüyoruz. Fakat sözler ve genel müzikal anlayış olarak hayır, hiçbir bağımız yok. Hip hop’un bizim için tek bir kelime karşılığı var: Mesaj. Bu Fauve için de geçerli fakat aradaki en büyük fark, bizim mesajımız içinde bulunduğumuz dönemin sosyal ya da politik rahatsızlıkları değil, tamamen kendi içimizden gelen, kişisel huzursuzluklarımız, mutluluklarımız, sevgi ve pozitiflik gibi farklı birçok olumlu ya da olumsuz duyguyu barındırıyor. Tüm bu karşıt hisler de yine çevrenin etkisi dışında kalan, kendi içimizde büyüttüğümüz bir ifade şekline dönüşüyor aslında. Egodan ve estetik anlayışından uzak, sadece ağızdan çıkan ses ve kelimeler bazen daha büyük mesajlar taşıyabilir. Bunun dışında, 90’ların kendine has sound’unu ve rock gruplarını dinleyerek büyüdük, bu nedenle müziğimizin temellerini aslında o dönemler şekillendirdi.

‘Blizzard’ kar fırtınası anlamına geldiği gibi, birbirini tekrar eden olaylar için de kullanılmakta. Parçanın videosunda da bunu görebiliyoruz. Parçanın sözlerinde ve videoda anlatmak istediklerinizi bir de size sormak istedik. Blizzard, sevdiğiniz insanlar için duyduğunuz endişelerden söz eden bir şarkı. Tam olarak açıklayamasanız da içinizde bu dürtüyü hissedersiniz. Profesyonel yaşantınızda, iş hayatınızda, yola devam etmek konusunda ve sahip olduklarınızı kaybetmek konusunda korkularınız vardır. Bu gibi durumlarda içinizdeki kötü hisleri def edemeseniz de karşınızdaki insana bu korkularının yersiz olduğunu ve yola devam etmesini söyleyebilirsiniz. Buna, bir nevi dolaylı yoldan karşılıklı bir terapi denebilir. Peki ya videodakiler neden iki arkadaş da iki sevgili değiller? Çünkü hikayede gerçekleşen olay iki arkadaşın arasında geçiyor. Ve daha önce de söylediğim gibi Fauve’un müziğindeki her şey bizler tarafından deneyimlenmiş şeyler.

Baş döndürücü ve yumuşak bir müzik, agresif vokallerle bir araya geliyor ve şaşırtıcı şekilde ortaya muazzam bir ahenk çıkıyor. Şarkı yazım sürecinizden biraz bahseder misiniz? Aslına bakarsanız hiçbir zaman elimizdekileri masaya koyup “İşte böyle duyulmalıyız.” demedik. Bizim için her zaman önemli olan şey; çok eskiden beri arkadaş olan bir grup insanın söyleyecek ortak bir şeyinin olmasıydı. Bence melodiler oluşmadan önce bir şeyler söyleme niyetiniz çok daha ön planda olmalı. Bu doğrultuda bir melodiyi sürekli çalıp bir döngü haline getiriyor ve onun üzerine tartışmaya, konuşmaya ve mırıldanmaya başlıyoruz. Melodiye ve enstrümantal bölümlere konsantre olmak yerine işin “Haydi yapalım artık şunu” kısmına daha yakınız.

Bir yandan Fauve’un ana akımdan uzak kalmak istediğini biliyoruz. Ancak bu denli başarılı bir müzik, üstüne bir de görsel sanatlarla birleşince insanların ilgisi doğal olarak artıyor. Bazen oluşturduğunuz bu gizemin yok olmasından korktuğunuz oluyor mu? İlk başta ana akımdan uzak kalmak tabii ki kolaydı, çünkü henüz yeteri kadar büyümemiştik. Bizimle ilgilenen insanlar, konserlere gelenler, CD’lerimizi alanlar ya da sadece müziğimizden keyif duyan dinleyicilerden ibaretti. Önce bizi anlıyor ve daha sonra destekliyorlardı. Çünkü tüm bunları neden yapıyor olduğumuzun ardındaki sebepten haberdarlardı. Şimdiyse araya medya gibi bir etken girdi ve medya desteğine gerek duymadığını beyan eden bir sanatçı olarak işlerin bir nebze de olsa zorlaşmış olduğunu söylemeliyim.

Şarkı sözleriniz Fransızca bilmeyen biri için bile, sanki hikaye anlatıldığı izlenimini yaratıyor, Fransızca bilenler için ise her şey kristal netliğinde. Bize hikaye anlatma üslubunuzdan bahseder 39


‘Eşit değildir’ logonuz sizi henüz tanımadan kıyaslama yapma eğilimindeki dinleyicilere karşı bir tepki izlenimi uyandırıyor. İşin aslını öğrenebilir miyiz? Bu işe başladığımızda logomuzun anlamı insanlardan farklı olduğumuzu belirtmekten ziyade Fauve’un ‘F’sini çağrıştıran bir nevi varyasyondu. Bu sembol daha çok, dün kim olduğunu ve şimdi kim olduğunu bilmek ve bunların arasındaki eşitsizliği kabul etmek gibi bir anlama geliyor. Neredeyse tüm büyük plak şirketlerinin tekliflerini geri çevirdiniz. Bu şirketlerle çalışmakla ilgili yanlış olan şey nedir? Bu camiada tanışmadığımız plak şirketi kalmadı diyebilirim. Büyük şirketlerde de, küçük şirketlerde de çeşit çeşit insan tanıdık ve henüz böyle bir atılım yapmak içimizden geçmedi. EP’mizi bir yıl kadar önce kaydettik ve bunu tek başımıza yaptık, çünkü o sırada başka çaremiz yoktu. Bunun her saniyesinden de keyif aldığımızı söyleyebilirim. Yaptığınız şeyin her evresini sizin kontrol ediyor olmanız bence işin keyifli yanı. EP’yi ve konserleri olabilecek en ucuz maliyetlerle tamamladık ve bunu yapmak harikaydı. Bence kimsenin size yapacağınız işi anlatmıyor olması; ortaya çıkarmak istediğiniz kimliği besleyen etkenlerden biri. Bu işi yaparken tek başımıza olmaktan yana bir şikayetimiz yok. Eğer olsaydı bir yerlerde bir yanlışlık olduğunu düşünürdüm. Sahip olduklarımızla gayet mutluyuz. Sizin için fotoğrafçılar, video sanatçıları, tasarımcılar ve müzisyenlerden oluşan kreatif bir kolektif tanımı yapılabilir. Bu durumda, Fauve müzik dışındaki alanlarında daha neler yapabilir/yapacak? Müzik şimdiye dek Fauve’un en ön planda tuttuğu şey oldu. Ancak gelecekte müzikle alakası olmayan şeyler de yapabiliriz. İçinde şiirlerin ve karalamaların yer aldığı bir fotoğraf albümü yapmak hoş olabilir. Şu da var ki, bir Fauve konserinde işin görsel yanının da çok önemli bir rol oynadığını görebilirsiniz. Müzisyenlerin yanı sıra video sanatçılarının da yer aldığı bir sahne kurulumumuz var. Buna üç projeksiyonun yer aldığı bir çeşit video DJ’liği de diyebiliriz. Binlerce video sample’ının kolajını çıkarıyor ve canlı olarak onun miksajını yapıyoruz. Bu olay gerçekleşirken tüm bu video yığını bizim üzerimize kalıyor. Demek istediğim işin performans kısmında da görsel sanatlar büyük bir yer kaplıyor. Gelecekte de bu yönde daha fazla keşfimizin olacağına eminim. Günümüzde müzik ve tasarım aynı zamanda birer devasa

pazarlama aracı. Kendilerini pazarlamayı uygun bulmayan sanatçılar olarak, sanatın bir markanın ya da küresel bir kampanyanın tanıtımında kullanılması hakkındaki fikirleriniz neler? Birçok müzisyen ya da grup, para karşılığında oluşturduğu kimliği kaybedebiliyor. Sanırım bu bizim yapabileceğimiz türden bir şey değil. Çeşitli reklam kampanyalarında ya da bu işin parayla ilgili kısımlarında yer alıp daha fazla kitleye ulaşma fikrini anlayabiliyorum. Bazı koşullarda bu gibi kampanyaların içine müziği yerleştirerek daha kreatif içerikler oluşturulabildiğini de biliyorum. Ancak dediğim gibi, böyle şeylerin içinde yer almak henüz planlarımızda yok. Gerçekleştirmekten gurur duyduğumuz şeylerin içinde yer almak istiyoruz. Ve bence yapmamız gereken tek şey bu. İsminizin 1992 tarihli Fransız filmi Les Nuits Fauves’dan esinlendiğini biliyoruz. Filmde sizi yakalayan şey tam olarak neydi? Evet ismi koyarken filmden etkilendik ancak henüz filmi izlememiştik. Filme ait eski bir posteri görüp, onun taşıdığı havadan ve Fauve kelimesiyle oluşturduğu bütünlükten oldukça etkilendik. Aslında anlatması biraz güç, çünkü Fauve çok ‘Fransızca’ bir kelime. Aynı anda çiğ, vahşi ve içten anlamlarını bir arada taşıyor. Ve bu bizim tam olarak ihtiyacımız olan şeyin ta kendisiydi. Tüm bunların sonunda filmi de izleyince her şey yerli yerine oturdu. ‘Sainte Anne’ parçanızın, ismini Paris’teki bir psikiyatri kliniğinden aldığını duyduk. İlham almak için sizce de biraz fazla melankolik bir yer değil mi? Bu parçanın ardındaki hikaye tam olarak nedir? Parçada her ne kadar Sainte Anne’ın etkisi büyük olsa da, aslında altında taşıdığı anlam biraz daha yoğun. Parça Paris’in yaşamak için harika bir yer olduğundan bahsettiği kadar, çalışan biri ya da bir öğrenci için ne kadar zorlu şartlara sahip olduğundan da bahsediyor. Bilirsiniz; işler bazen kötüye gider ve içinde bulunduğunuz durum sizi çıldırtmak üzeredir. Ve kendinizi Sainte Anne’da bulabilirsiniz. Hepimiz iyi okullarda okumak, iyi bir pozisyonda çalışmak ve iyi bir aile sahibi olmak için çabalarız, çocukluk hayallerimiz bu gibi fantezilerin üzerine kuruludur. Ancak işler beklemediğiniz gibi gidebilir ve bambaşka bir gelecekle buluşabilirsiniz. ‘Sainte Anne’ size fantezilerinizden vazgeçebileceğinizden ve hayallerinizin de sizi değiştirebileceğinden bahsediyor.

XOXO The Mag




Bu bir ilandır.

MOMENTS by PANDORA an original idea by CO hazırlayan müjde metin fotoğraflar özkan önal

HANDE ÇOKRAK

üst maid in love mücevherler pandora

Ne iş yapıyorsun? Moda tasarımı, ‘Maid in Love’ isimli bir markam var. Yaptığın işin sence eşsiz tarafı ne? Modanın bitmeyen değişimi. İş gününde en yavaş geçtiğine inandığın bir saat dilimi var mı? Hayır, aksine zaman çok hızlı geçiyor. Yaşam tarzını nasıl betimlersin? Bugünlerde yüksek tempolu bir hayatım var. İyi hissettirdiğine inandığın bir taş? Ametist. Taktığın takıların görselliklerinden başka anlam taşıdıkları oluyor mu? Az oluyor ama olunca ise sıkılana kadar her gün takmak istiyorum. Kıyafetle aksesuar uyumlu olmalı mı? Kıyafet ve aksesuarlar birbirlerini tamamlar, aynı mesajı yansıtmalıdırlar, bu nedenle uyumlu olmalılar. Dakik misin? Nereye yetişmem gerektiğine göre değişebiliyor. Anın durmasını dilediğin bir anını paylaşsan? Stromboli’de yanardağın patlayışını gece karanlığında denizden seyrettiğim an, zamanı durdurmak istediğim anlardan biriydi. Sabah mı, akşam mı? Akşam. Zamanı bir buz kalıbında dondurabilseydik, sen nasıl bir kalıp/şekil seçerdin? Herhalde sonsuzluk işaretinde bir buz kalıbına koyardım. Sence artık her zaman meşgul olduğumuz yıllarda mıyız? Meşgul olmayı seçtiğimiz yıllardayız, fakat toplumun normalleri dışında yaşamak da var. PANDORA’nın charm’ları senin için ne ifade ediyor? Bilekliklerin kişiselleştirilebilmesi ve rengarenk oluşunu çok beğeniyorum.

müzik dinlerim. Yatağa yattığımda ilk düşündüğüm şey sabah erken kalmak istemediğim oluyor. Geçenlerde ansızın yağmur yağdı ve çok sevindim. Teknoloji beni şaşırtıyor. Kriz anı demek işte teslim tarihi gelmiş, evde nutella bitmiş demek. Asla yapmayacağım şey asla demek. İnsanların önyargılarıyla karşılaşınca çok sıkılıyorum. Zaman kavramını düşündüğümde yaşadığmız anın ne kadar değerli olduğu aklıma geliyor. Uzay matematiği nedir? Trafik olmasa daha mutlu olacağıma eminim. Zaman makinesini keşfetmiş olmak isterdim. Saate bakmadan geçirdiğim en son günü hatırlamıyorum. Zamanın normalden daha yavaş aktığına inanabileceğim tek yer Belgrad ormanındaki koşu parkuru. 98 yazında gerçek tatilin ne olduğunu anladım. Sanat projelerinin en önemli adımlarının tatil günlerinde atılması ihtimalinin sebebi bence mutluluğun yaratıcılığı artırması olabilir. Zaman, konsantrasyon ve enerjinin sonucunda temiz iş çıkar. “Meşguliyet iyi, çalışmak kötüdür.” ilkesine cevabım çalışmak iyi, meşguliyet kötünün iyisidir. Her gün mutlaka


AYŞEGÜL SÖNMEZ

üst nihan peker mücevherler pandora

Ne iş yapıyorsun? sanatatak.com’un genel yayın yönetmeniyim. Yaptığın işin sence eşsiz tarafı ne? Hızı, okura dokunma ve değme çabukluğu, sıcaklığı, eşsiz yazarlarla çalışma fırsatı sunması, onları keşfetmeni sağlaması, bol bol okumak ve yazmak. İş gününde en yavaş geçtiğine inandığın bir saat dilimi var mı? Tam öğlen saatini sevmem. Gündüzlerim zordur. Yaşam tarzını nasıl betimlersin? Özgürlükçü. Şahsi. İyi hissettirdiğine inandığın bir taş? Pırlanta. Taktığın takıların görselliklerinden başka anlam taşıdıkları oluyor mu? Olabiliyor. Kıyafetle aksesuar uyumlu olmalı mı? Takılar ayrıdır, kıyafet ayrı. Dakik misin? Hiç değilim. Unutulmaz bir anını paylaşsan? Oğlumun doğduğu an. Sabah mı, akşam mı? Akşam, hatta gece. Zamanı bir buz kalıbında dondurabilseydik, sen nasıl bir kalıp/şekil seçerdin? Buzdolabının kendisini. Sence artık her zaman meşgul olduğumuz yıllarda mıyız? Hem meşguliyet var, hem işgaliyet. Meşgul olduğun şeyi sevmezsen, seni işgal de eder mutsuz da. Taktığın PANDORA bileklikteki charm’lar senin için ne ifade ediyor? Rahatlık, matraklık. Onlar, sıkıntı kovma aracı. Sıkıcı bir toplantının ortasında charm’lar daha da değerlenir. Sanatla doğup büyüdüm. Palet benim için bunu, solanahtarı ise DJ’lik merakımı simgeliyor.

oğlumu öperim, onun iyiliğini dilerim.Yatağa yattığımda ilk düşündüğüm şey yarın ne yazacağım ve okuyacağım. Geçenlerde ansızın P hilippe Sollers'in bir cümlesi beni çok düşündürdü. Çağdaş sanattan ziyade romanlar beni şaşırtıyor son zamanlarda. Asla yapmayacağım şey beğenmediğime beğendim demek. Önyargı bir yandan kötü, bir yandan kaybolduğunu görmenin de güzel olduğu bir şey. Zaman kavramını düşündüğümde izafi olduğunu da düşünürüm. Sanatatak.c om’un ingilizcesini de yaparsam daha mutlu olacağıma eminim. DNA'nın periyodik olmayan katı maddesinin yapısını keşfetmiş olmak isterdim. Saate bakmadan geçirdiğim en son gün oğlumun doğum günü partisiydi. Hiçbir zaman gerçek bir tatilin ne olduğunu anlayamadım, ama güzel temiz berrak bir suda yüzebilmek iyidir. Sanat projelerinin en önemli adımlarının tatil günlerinde atılması ihtimalinin sebebi bence zaman, konsantrasyon ve enerjinin sonucu olabilir. “Meşguliyet iyi, çalışmak kötüdür.” ilkesine cevabım Oscar Wilde haklıdır mühim olan çalışmamaktır ve bu dünyanın en zor işidir. Her gün mutlaka


SERKAN ŞEDELE

üst benan bal mücevherler pandora

Ne iş yapıyorsun? Ne iş olursa yaparım ama fotoğrafçı diyorlar. Yaptığın işin sence eşsiz tarafı ne? İmkan tanındığında kendi hayallerinle bir şeyler üretebilmek ama o da zor… İş gününde en yavaş geçtiğine inandığın bir saat dilimi var mı? 24 senedir hiç öyle bir an olmadı, zaten hiperaktifim. Yaşam tarzını nasıl betimlersin? Hoplaya, zıplaya, koştura koştura. İyi hissettirdiğine inandığın bir taş? Öyle bir taş hayatıma girmedi. Taktığın takıların görselliklerinden başka anlam taşıdıkları oluyor mu? İlk defa bir takım oldu, o da yeterince büyük anlam ifade ediyor. Kıyafetle aksesuar uyumlu olmalı mı? Olsa da olur, olmasa da. Dakik misin? Babama göre değilim, kendime göre fazlasıyla öyleyim. Anın durmasını dilediğin bir anını paylaşsan? Zaman yok ama an var! Sabah mı, akşam mı? İkisi de… Arsızlık var bende. Sence artık her zaman meşgul olduğumuz yıllarda mıyız? Kesinlikle ve bu çok saçma. PANDORA charm olarak neden yelken? Çünkü bana denize açılmayı, yelkenin sesini, denizi, güneşi, sessizliği ve huzuru çağrıştırıyor.

uyumak. Geçenlerde ansızın kafamı çarptım –boyu kısa birine nasıl oldu bu diye düşündüm! İnsanlar beni şaşırtıyor. Kriz anı demek sakin olmanın gerektiği an demek. Asla yapmayacağım şey dersem kesin ileride yapmak zorunda kalırım. İnsanların önyargılarıyla karşılaşınca önyargılı olmamayı dilerim. Zaman kavramını düşündüğümde zaman çok geçmiş olur. Çoban olursam daha mutlu olacağıma eminim. İhtiyacı olan herkese verebileceğim bir mutluluk iksiri keşfetmiş olmak isterdim. Saate bakmadan geçirdiğim en son günü hatırlayamadım. Zamanın normalden daha yavaş aktığına inanabileceğim tek yer plaj, Mahizer’le. Sanat projelerinin en önemli adımlarının tatil günlerinde atılması ihtimalinin sebebi bence daha rahat ve boş zihinle çalışmak olabilir. Zaman, konsantrasyon ve enerjinin sonucunda her zaman güzel iş yaparsın. “Meşguliyet iyi, çalışmak kötüdür.” ilkesine cevabım hadi oradan! Yatağa yattığımda ilk düşündüğüm şey


INTERVIEW/art

Matthieu Laurette

Et Les Etoiles Dans Ses Yeux Matthieu Laurette’i ve çalışmalarını anlamaya çalışırken yolunuz mutlaka ‘yeniden formüle etmek’ öbeğinden geçiyor. Matthieu, çevresinde iletişime girdiği her şeyi, kendi sistemiyle sanata taşıyor; yalnızca görsellikle ilgilenmeyen kavramsal sanatın, belki de en şiddetli hallerinden birine onun medya kanallarında rastlıyorsunuz. Olayları en gerçek haliyle kendi vizyonundan aktarma yeteneğine sahip Laurette’le geçirdiğimiz bir saati böyle belgeliyoruz. Televizyonda olduğumuzu tahayyül ediniz. röportaj müjde metin fotoğraf djamel boucly

XOXO The Mag


1. Matthieu Laurette, ‘Other Countries Pavilion / Citizenship Project’, 2001, Intervention / Installation, Billboard installed at the entrance of the Giardini with 112 letters sent by Harald Szeemann to the Ambassadors/Permanent Representatives at United Nations in New York of all the 112 countries which were currently not represented in the Venice Biennial in 2001 (neither in the national pavilions and participating countries nor in the 49th International Exhibition). Detail: Letter sent by Harald Szeemann to H.E. Mr Masao Nakayama, Permanent Representative of the Federated States of Micronesia to the United Nations, Venice, 25 May 2001. Venice Biennial, 49th International Exhibition of Contemporary Art, 2001. (curator: Harald Szeemann). Courtesy: Matthieu Laurette - www.laurette.net ADAGP, Paris 2014. 2. Matthieu Laurette, Hair-Tattoo (The Label is Back, Fashion All Time Top 40 Selected by The Face), 2000, Intervention at ‘Salon Coiffure Complice’ in Paris in February-March 2000 as part of the exhibition ‘Hairstyling, The Haircut of the Month’ curated by Toasting Agency. (detail: Gucci Hair-tattoo) Courtesy: Matthieu Laurette - www.laurette.net ADAGP, Paris 2014.

1

2

‘Apparitions’ çalışmanda, televizyon performansları sergiliyorsun. Bu fikir nasıl doğdu? 90’ların başında sanatın temelinde obje vardı, bense daha dolaysız bir yakınlık kurma ihtiyacı duydum. Sanırım istediğim, bir tür “sahne korkusu” hissetmek ve geleneksel sergi formatlarına meydan okumaktı. Ama her şeyden önce, gerçek dünyada gerçek şeyler yapmak istiyordum. ‘Apparitions’ Ocak 1993’te bir Fransız televizyon kanalında başladı, o zamandan beri de uluslararası olarak çeşitli gazetelerde ve dergilerde devam ediyor. Girişimlerimi ‘Apparitions’ başlığı altında topluyorum; 1993’ten beri portfolyomda böyle bir kategori var.

elementleri, iletişim mekanı ve hitap kitlesi. Televizyona çıkmak gerçekten çok kolay, yapman gereken tek şey kurallara uymak ve kendi bükümünü yaratmak; bu sayede ekonomik açıdan değerli bir materyale kendi anlamını yükleyebilirsin…

Neden spesifik olarak medya kanallarını kullanıyorsun? ‘Medya kanalları’ deyişin, şu anda bana onların aslında ‘ham materyaller’ içeren sergi yerleri olduğunu hissettirdi. Kendime bazı soruları yöneltmek ve onları dış dünyada 1:1 ölçekte değerlendirebilmek için en doğru yerin medya kanalları olduğunu düşündüm esasen. Örneğin, sanatçı bugün neye deniyor? Medyada sanatçının yeri neresi? Peki ya bireyin yeri? Sanatsal bağımsızlık nasıl sağlanıyor? İnsanlar sanatı umursuyorlar mı? Sanat gerçekten hayatın bir parçası mı? Bütün bu sorular bana göre televizyonda şekilleniyor.

Televizyon bir araçsa, araç türlerinin de zamanla evrim geçirdiğine inanıyor musun? 20 yılı aşkın süredir edindiğim deneyimleri düşünerek, araçların zamanla sürekli değiştiğine inandığımı söyleyebilirim. Sanatın en çok bu yönü ilgimi çekiyor. Bu yaz ilk kez sanatçı ve küratör arkadaşlarımla birlikte bir tarih öncesi mağarayı gezdim. Bir tipik öğleden sonra turist aktivitesi, resmen nefesimi kesti. Çünkü 44 yaşımda ilk kez, “yerinde yapım” konseptinin 25 bin yıl önce de var olduğunu anladım. Bahsettiğim anekdotun kulağa garip geldiğinin farkındayım ama PechMerle mağarasında, kontekste takılan kitaplarda gördüğüm mağara resimlerine baktığımda, asla göremediklerimi fark ettim. Örneğin, mamut veya at resimlerindeki konturlar, kayadaki doğal çarpıklıklardan dolayı şekilleniyor, çizilen sadece birkaç tane öğe var. Mesela sırtı ve beli göstermek için iki tane hat çizilmiş ancak bedenin geri kalanı tamamen kayanın doğallığıyla ortaya çıkıyor.

O zaman televizyon araç haline nasıl geliyor? Ve sanatçılar neden bu aracı daha sık kullanmıyorlar? Çoğu sanatçının, küratörün televizyondan korktuğunu ya da iğrendiğini fark ediyorum. Televizyonu görselleri ileten bir kutu olarak görüyorlar. (Gittikçe daha da incelen bir ekran mı demeliyim yoksa?) Ben ise, sanat ekonomisine ait olmayan prodüksiyon metotlarını kullanarak, içeriden, ulaşılması zor yoldan görsellerle uğraşmak istiyorum. Televizyonda bir sanatçının ihtiyacı olan her şey var: Prodüksiyon

Araçları bir kenara bırakıp, sergi formatına dönecek olursak, hatta özellikle kavramsal sanattaki formatları sorgulasak? Tarih öncesi zamanlardan 60’lara atlayalım diyorsun kısacası. O halde tarihsel, kavramsal sanattan mı bahsetmeliyiz yoksa efsanesinden mi? Seth Siegelaub’un geçen yıl bir konuşmamız esnasında bana söylediği gibi, “İnsanlar kavramsallık efsanesini artık dikkatle yorumlamıyorlar -bu herkesi barındırabilen kapsamlı bir terim, yani hane. 40 sene önceyse tamamen farklıydı; kişilerin kelimelerle, 47


çalışmasını gerçekleştirmiştik. O sene 112 ülkenin resmi gösterimi gerçekleşmiyordu; ne ulusal bir pavyonla, ne de uluslararası pavyonda... Bu sebepten, bienal organizasyonundan, bienalden çıkarılan bütün ülkelere, antetli kağıda yazılmış Harald Szeemann imzalı özdeş mektuplar göndermelerini istedim. Mektupta bana verecekleri vatandaşlık hakkı karşılığında, o ülkeleri benim temsil edebileceğim yazıyordu. Gözle görülmeyip bu kadar hakiki olabildiği için aklıma ilk bu geldi.

Çalışmalarındaki bu sergileme türlerinde, kendini göstermek senin için ne kadar önemli? Gerektiğinde kendi aracım olmayı kabulleniyorum. Örnek olarak, 2010’da Bogota’da başlattığım Tropicalize Me! isimli, bu yıl Meksika’da devam eden projemden bahsedebilirim. Latin Amerika sanat sahnesinden tanıdığım sanatçılar, küratörler ve galericilerden, kendimi ‘tropicalize’ edebilmem adına bana bir görev listesi vermelerini istiyorum.

Garip bulduğun bir fikrin oldu mu Matthieu? Yıllar önce koleksiyoner olmaya karar verişim… 1999’dan beri sanatçıların tasarladığı içki şişelerini topluyorum. Adını Drinks By: The Beer, Wine & Other Alcohol Art Archive koydum.

Bütün bu tecrübelerin ve kurduğun oyunlar sayesinde kendinle ilgili neler keşfettin? Farklı rollere büründüğünü hissediyor musun hiç? Ben çalışırken çok ampirik ve sezgisel düşünüyorum. Rol yapmıyorum, her zaman gerçeğim. Durmadan kendime sanatçı olmanın ne demek olduğunu türlü şekillerde soruyorum. ‘I Am an Artist’ serisi de, sanat için seyahat ettiğim zamanlarda otelde kalıyorken, her gün otel kağıtlarına bunu sorgularken yazdığım cümlelerden oluşuyordu. Düşüncelerimin başladığı veya bittiği noktalar yok. Her çalışmada simultane fikirler yatıyor. Şimdiye kadarki çalışmaların söz konusu olduğunda, üzerine gittiğin fikrin en önemli olduğunu düşündüğün hangisi? Ne kadar zor bir soru sordun… Umarım kasıntı gözükmeden cevap verebilirim. Harald Szeemann’la 2001 yılında 49. Venedik Bienali kapsamında Citizenship Project/Other Countries Pavilion

Arşivinde hangi sanatçılar var? Tracey Emin, Keith Haring, Wassily Kandinsky, Karen Kilimnik, Martin Kippenberger, Jeff Koons, Sol Lewitt, Pablo Picasso, Vincent Van Gogh, Andy Warhol ve Wiesbaden Museum veya ICA’de sergilenen yüzlerce diğer sanatçı. Kavramsal düşünmede seni etkilediğine inandığın sanatçılar kimler peki? Michael Asher ve Alighiero Boetti, tanıştığım, benim için önem arz eden kişiler. Çalışmalarının her noktasını çarpıcı buluyorum. Onlarla tanışınca da, asla pes etmemem ve diğerlerini umursamayarak kendi yoluma bağlı kalmam gerektiğini anladım. Seth Siegelaub da kavramsal sanatın ilk promoter’larından biri olarak, galeri konseptini ve sergi formatlarını yeniden tanımladı. Onunla asla sanat konusunda sohbet etmiyoruz mesela; hep yılbaşı ve doğum günü kutlamalarında karşılaşıyoruz, sanat tarihinin nasıl yazıldığını da böylece öğrenmiş oluyorum. Ayrıca Raymond Hains var; onunla seyahat etmek ve işbirliği yapmak çok eğlenceliydi, bana çok şey öğretti, ben 32, o 73 yaşındaydı. Kristin Kozlov’un 1968’de yaptığı, 271 Blank Sheets of

XOXO The Mag

Matthieu Laurette, Money-back Life! Mobile Information Stand for Money-back Products (Version #2), 2001, Hyperrealistic life size sculpture (wax, fiber glass, latex, resin, natural hairs, clothes, shoes, oil painting, CADDIE™ supermarket trolley filled with 100 % money-back products), TV wall (9 TV sets, boxes, video with sound, APPARITIONS : PRODUITS REMBOURSÉS / APPARITIONS : MONEYBACK PRODUCTS, duration : 25’ on a loop, Variable dimensions, Unique piece. Collection Mark Deweer, Otegem. Courtesy: Matthieu Laurette www.laurette.net ADAGP, Paris 2014

ilişkilerle, gördükleriyle, yaptıklarıyla, sanatçının rolüyle ve gerçekle aralarındaki uğraşlar daha belirgindi. Küratörler ve sanatçılar şimdi kendilerini ‘sergi yapanlar’ olarak görüyorlar. Kendi adıma söyleyebilirim ki ben sergi formatlarını ve konseptlerini önemsiyorum, çünkü bunlar fiziksel bir stüdyo olmadan çalışmamı sağlıyor. Fiziksel bir sergi alanı olmadığında, boyut yaratmayı ve gerçek objeler üretmeyi reddettiğimde de aynı şekilde hissediyorum. Sergilemenin her türlü halini araştırmaya ilgiliyim.


Matthieu Laurette, ‘Apparition: Tournez Manège, TF1, March 16 1993 (excerpt)’, 1993. Still from video installation : “Apparitions (1993-1995 selection)”, 1995, TV set, DVD player, articulated wall bracket, video transfered onto DVD, duration: 13 min. 50 looped with english subtitles. Ed. 3 + II A.P. Collections CNAP, Puteaux-Paris - Musée National d’Art Moderne, Centre Pompidou, Paris. Courtesy: Matthieu Laurette / www.laurette.net, ADAGP.

onlar benim her zaman internet sonrası/sırası/öncesi bireyi olduğumu düşündüklerini söylediler. Ben bizi çevreleyenlerle, parçası olduklarımızla çalışıyorum. Bu yüzdendir ki içinde olduğumuz ortamla muhatap olma zorunluluğumun açıkça farkındayım. Farklı kitlelerle iletişim kurabileceğim aktiviteleri geliştirebilmek için en uygun “yerleri” bulmaya çabalıyorum. Kontekstleri, medyayı, kitleleri, bütçeleri vs. kopma/kesinti yaratabilmek adına hacklemeye çalışıyorum. Kesilmeler çoğunlukla kendi araçlarını meydana getiriyorlar; meydana gelen yeni araç da bir başkasının kullanıma uygun olabiliyor. Bence ben bir self media’yım; laboratuar ortamında değilim.

Paper Corresponding to 271 Days of Concepts Rejected çalışmasının da beni çok etkilediğine inanıyorum. Kavramsal sanatçıların ilk jenerasyonundan Stephen Kaltenbach da kahramanlarımdan biri. Onunla da bir işbirliğim olmuştu. Onun 1968’de Artforum’da yayınlanan reklam serisini de kesinlikle kavramsal sanatın tarihteki mihenk taşlarından biri olarak görüyorum. Ya Chris Burden? Performatif öğelerinizde benzerlik görüyor musun? 1991’de sanat okulunda halen öğrenciyken Burden’ın işlerini keşfettiğimde yaşadığım muazzam etkiyi inkar edemem elbette. 15-20 yıl sonra Burden gibi çalışacağımı hayal bile edemezken, onun eski çalışmalarına merak salmıştım. TV Hijack çalışması veya reklamları, Apparitions’ı hazırlarken aklımın bir ucundaydı. Andy Warhol’un Love Boat’da yer alışı, Salvador Dali’nin Lanvin Chocolate reklamları ve Marcel Broodthaers’ın Van Laack gömlekleri reklamı da… Bir de Douglas Huebler’in bir sözü…

Bu bir tür manifesto mu? Hayır çünkü moda markaları ve internet şirketlerinin ‘manifesto’ kelimesini kullandığı bu dönemde, maalesef sanatçılar bambaşka bir strateji uygulamak zorundalar. Stratejiler gibi, zaman geçtikçe limitlerin de değişiyor mu? 1993’ten 2 Unlimited hit’ini hatırlayalım: No no, no no no no, no no no no, no no there’s no limit! Yani, ben de öyle olduğunu umuyorum…

Hangisi? “Dünya, az çok, ilginç objelerle dolu; ben buna daha fazlasını eklemek istemiyorum.”

Yaşadığın yer bu inancını nasıl besliyor? Ben Paris’te doğdum ama Normandy’de Mont Saint-Michel’e bakan küçük bir köyde büyüdüm. Oradayken kitaplar ve dergilere bakarak saatlerce hayal kurardım. Çok internet öncesi, değil mi? Şimdiyse yaşadığım yerin, Paris’in, çalışmalarımı pek etkilemediğini düşünüyorum. Arkadaşlarım ve tanıdıklarımla, online veya offline gerçekleştirdiğim muhabbetlerin, yaşadığım yere göre çalışmalarımı çok daha fazla etkilediğine inanıyorum.

Sence kavramsal sanat devrimi sanat dünyasını nasıl sarstı? En şiddetli halde mi? Farkındalığı artırıyor ve bizi özgür kılıyor. En sevdiğin yılları sorsak? Ben dönemlerden ziyade sanatçılar ve yaptıklarıyla ayrı ayrı ilgilenmeyi seviyorum. Yaklaşımının yalnızca günümüz realitesine odaklandığını söyleyebilir miyiz bu noktada? Geçen günlerde bazı genç sanatçılar ve küratörlerle yeni üreyen, iletişim unsuru tartışılan ‘internet sonrası’ etiketini konuşuyorduk;

Sen yaşadığın yeri nasıl besliyorsun? 2010’da Paris’e geri döndüğümde, başlı başına bir proje sayılabilecek yeni bir atölye kurmak istedim. Bu yüzden her şeye sıfırdan başladım. 49


Modern sanat pratiklerinin, performansların, satın alma değeri çoğu zaman hala epey muallakta kalıyor. Bazen sanattan ziyade belgeleme etiketi altına girebiliyorlar. Bahsettiğin Things (Purchased with Funds Provided by) çalışmandan yola çıkarak, sen nasıl görüyorsun bu değer biçme durumunu? Belgeleme olarak nitelendirdiğin bu durumlarda, aslında formu başkaları veriyor ve kontekst süreç içerisinde ürünü yaratıyor. Benim düşüncemde, sanat alanı, formun başladığı noktada harekete geçiyor. Gerçekte, formun içerisine yorumlarımı sızdırdığımı hissediyorum, bir yandan dolaylı yoldan kendiliğinden oluşan eleştiriler işin içine giriyor. Açımlama, çalışmanın bir hali oluyor, mekanizmayı fark edilir bir biçimde yönetiyor. Ben de bu mekanizmalara form vermeye çalışıyorum; ama aynı zamanda mekanizmaları form olarak kabul ediyorum. Konuşmaya başladığımızdan beri çalışmaların için performans kelimesini hiç kullanmadın, bir sebebi var mı? Çalışmalarım belirgin bir biçimde performatif taraflar barındırsa da, onları performans diyerek tanımlayamıyorum. 90’larda performans kelimesi bana çok klişe ve demode geliyordu. Şimdiyse bir basın bülteninde veya davetiyede bu kelimeyi cool ve hip gözükmek için kullanıyorlar. 2000’lerin olayı açılışlardaki DJ set’leriydi, şimdi de 19:00’daki performanslar!

90’ların lafı açılmışken, televizyon programına ilk çıkışın 1993’te Tournez Manège ile olmuştu. Oradaki sunucu sana yaşamında daha sonra ne olmak istediğini sorduğunda, “sanatçı” diye cevap vermiştin. Sonra o da hangi araçla çalışmak istediğini sormuştu, “Resim, heykel?” Cevabın, “multimedya”ydı. O cevap bugün senin için ne ifade ediyor? “Multimedya” o zaman bugünkü anlamına sahip değildi. Bilgisayarları, DVD’leri ve interneti barındırmıyordu. Yalnızca “sanat dünyasının” içindeki insanlar multimedyanın anlamını biliyordu. Ben bu kelimeyi var olan ve henüz var olmayan/ortaya çıkmamış her araç için kullanabilirim. Cevabıma da halen inanıyorum. Başka bir hayatta olsaydın? Neyse ki hayat bir video oyunu değil… İlk kez bir televizyon yayınında, hem de reality show’da göründükten sonra çevrenden nasıl tepkiler aldın? O zamanlar reality TV’nin tanımı henüz yapılmamıştı. Bize yalnızca zaman zaman “real people” diyorlardı, sanki sunucu daha az gerçekmiş gibi… Her neyse, Fransa’da bu fenomen 90’ların ortalarında daha yeni başlıyordu. “Normal” kişiler görüşmelere çağrılıp, televizyonda kendi yaşam deneyimlerini anlatmaları isteniyordu. Produits remboursés/ Money-back Products çalışmam da buradan doğdu. Biri, televizyonda gördüğü başka birine ait deneyimin gerçekliğine inanabilir mi ki? Ama gerçeklik gösteriden türüyor ve gösteri oldukça gerçek. Madem öyle, şu anda bir televizyon programında olsaydık, kapanış cümlesi olarak ne söylerdin? More coming soon!

XOXO The Mag

Matthieu Laurette, Money-back Life! Mobile Information Stand for Money-back Products (Version #2), 2001, Hyperrealistic life size sculpture (wax, fiber glass, latex, resin, natural hairs, clothes, shoes, oil painting, CADDIE™ supermarket trolley filled with 100 % money-back products), TV wall (9 TV sets, boxes, video with sound, APPARITIONS : PRODUITS REMBOURSÉS / APPARITIONS : MONEYBACK PRODUCTS, duration : 25’ on a loop, Variable dimensions, Unique piece. Collection Mark Deweer, Otegem. Courtesy: Matthieu Laurette www.laurette.net ADAGP, Paris 2014

Çalışmalarım, arşivim ve kitaplarım dışındaki hiçbir obje veya eşyanın, ben onları “kürate etmeden” atölyeme girmemesine karar verdim. Burdan yola çıkarak, koleksiyonerlerin finansmanını kullanarak kendi atölyeme eşyalar almamı sağlayan, Things (Purchased with Funds Provided by) adlı bir antlaşma serisi hazırladım. Koleksiyoner objeyi benim için satın alıyor, ve o da karşılığında, üzerinde ikimizin de imzalarının olduğu objenin fotoğrafına, antlaşmamıza, sahip oluyor. İşte kendi atölye çevremi böyle etkiliyorum…



INTERVIEW/FASHION

Murat Türkİlİ

He Is Beymen After All Nişantaşı’nda, Beymen mağazasında, VIP odasındayız, sessiz sedasız bir ortama ihtiyacımız var malum. Karşımızda ise, aşina olduğunuz bir isim, Mart 2011 kapak konuğumuz Murat Türkili... Kendisi, Beymen Beymen olduğundan beri sadece kreatif enerjisini markaya yansıtmakla kalmıyor ve aynı zamanda stili, yerel modaya kattığı değerler ve yenilikçi profiliyle, uzun zamandır Beymen’de birçok konunun dümeninde yer alıyor. Kıyafetleri, değişen sezonlarla değil, karakteristik beğenilerle harmanlamaktan bahseden Türkili’yle, her koleksiyonunu heyecanla beklediği, ama aynı zamanda hiç de heyecanlanmadığı tasarımcılara uzanan, merkezinde Beymen Club’daki değişimin olduğu bir söyleşi gerçekleştirdik. röportaj olga şerbetcioğlu fotoğraflar özkan önal

XOXO The Mag


İsminin önünde şu an kaç sıfat var? Genel itibarıyla Beymen’in Artistik Direktörüyüm. Buna bağlı olarak da bütün koleksiyonların tasarım yönetimini yürütüyorum. Bu sezon, bu geniş tanıma bir de Beymen Club eklendi. Görünen o ki bu sürprizle el atmadığın bir alan kalmamış oluyor. Benim buradaki işim tabiri caizse servis vermek. Hangi departman yaratıcı süreçte yardıma ya da fikre ihtiyaç duysa, gerekli desteği veriyorum, bundan mesulüm ve memnunum. Yine de iş yükünü bölüştürdüğün oluyordur... Tabii ki, servis verdiğim alanın zaman içerisinde yüzde dağılımları değişti. Mesela, eskiden görsel düzenlemeyle daha yakından ilgilenirdim. Şimdi, az önce bahsettiğim alanlarda daha aktif olmam gerektiğinden, oradaki destek yüzdemi azalttım. Zaten mağazacılıkta görsel düzenlemede bir azalma var gibi. Bunu nasıl açıklayabiliriz? Mağaza formatları ve formasyonu çok değişti; Beymen özelinde konuşursam, çok büyük metrekarelere yayıldık. Bunun sonucunda da genel çözümü mağazaların kendi tasarımlarına en elverişli düzenlemeyi uygulamakta bulduk. Dolayısıyla; görsel düzenlemenin mağazalara verdiği servisin formatı da değişti, süreci daha içe kapalı yürütüp mağaza çalışanlarını görsel düzenlemeye dahil ettik. Makine gibi... Vitrinlerdeki o büyük uygulamalardan da kaçılıyor artık. Dünya genelinde de eğilim bu yönde mi? Metrekareler büyüdükçe vitrinler bazında bir sadeleşmeye gidildi, ister istemez... Olabildiğince net anlatımlar kullanmaya başladık, o referans verdiğin teatral anlatımlar sadece yeni yıl dönemlerinde oluyor artık. Tabii dünya genelinde de markaların kendini ifade etme şekli değişti. Malum moda çok hızlı hareket ediyor ve bir-bir buçuk aylık bir dönem için şaşaalı vitrinler düzenlemek çok gündemde değil. Gerçi, diğer taraftan, Barney’s ya da Bergdorf Goodman gibi geleneğinde teatral

vitrinler düzenlemek olan markalar da bu düsturundan vazgeçmiyor, ama yaptıkları, ticaretin bir parçası olarak, farklı bir formata dönüşüyor. Biraz geriye dönelim mi? “Beymen’le fark edilirsiniz” mottosuna... 30 sene öncesine götürdün beni. Daha o zamanlar Beymen’in logosu kaligrafiyle yazılıyordu, Halaskargazi Caddesi’nde 5-6 katlı bir mağazamız vardı. Bırak hatırlamayı, o dönemde nefes alıyor muydun şüphem var. Neyse, bu bahsettiğin, daha o günlerden geliştirmeye başladığımız bir slogan; hatta hem televizyon hem de gazete için yapılmış reklam çekimleri bile vardı. Ondan sonra, Kate Moss’la tam sayfa gazete ilanları çıkmaya başladığımız dönemde, biz aldık “Beymen’le fark edilirsiniz” sloganını, “Fark ediliyorsa Beymen’dedir” yaptık. Özden uzaklaşmadık, işlevini genişlettik. Neden böyle bir değişime gittiniz? Eskiden, Beymen sadece kendi markasını yaratıyorken, sonra çok katlı mağazacılığa geçiş yaptı ve birçok dünya markasını da bünyesinde barındırmaya başladı. Bu yüzden fark edilenden, fark edilen her şeyin Beymen çatısı altında olduğu bir formata dönüştü. Tabii bu dönüşümün öncesinde bir 5 sene o mottoyla da yaşadık. İşlerin, ilişkilerin gittikçe kısaldığı bir dünyaya evrildiğimiz su götürmez. Uzun yıllar beraber kalabilmek bir erdem mi? Beymen’le ilişkinizi nasıl canlı tutuyorsun? Bu bir evlilik gibi aslında. İlk başta tutkuyla başladığın ilişki bir süre sonra sadakat ve bağlılığa dönüşüyor, yani erdemler topluluğuna... Artık o markayla yaşamını devam ettiriyorsun, hayatının bir parçası oluyor. Bu yoğun beraberliğin bir süre sonra müptelası oluyorsun. Gayet iyi biliyorsun; mesleğimizin en büyük avantajı, değişimi sürekli yaşayabiliyor olmak. Çünkü moda kendi içerisinde çok hızlı değişiyor ve o değişim de ister istemez seni değiştiriyor. Her yeni sezonla beraber farklı bir formata dönüşüyorsun. Yaptığımız koleksiyonlarda da öyle, her koleksiyonda farklı bir kadını, başka bir dünyayı hayal edip o dünyanın içerisine giriyorsun. Her ne kadar bu süreç içerisinde 53


yorulsan da, kendini kötü hissetsen de, üzülsen de koleksiyonun bitmiş halini gördükten sora yeni sezona yeni bir heyecan ve enerjiyle yeniden başlıyorsun. Mağazacılık ve modanın da insanı ayakta tutan en büyük özelliği bu. Su götürmez.

çalışıyorlar ve büyük riskler alıyorlar. Ve eğer çalıştıkları markayla yollarını ayırmaları gerekiyorsa; bu sürecin çok dikkatli idare edilmesi gerekiyor. Diğer türlü, tasarımcı olarak, herkesin gözünde bir anda çok değersiz kalabiliyorsun.

Bahsettiğin bu döngü dergi üretim süreciyle benzeşiyor ve belki de aynı; üretim sürecinin kalitesi, çıkan son üründen aldığın tatminle doğru orantılı. Mesela Kate Moss kampanyası... Hakkında farklı görüşler mutlaka vardır ama senin için son hali çok keyif verici olmuştur. Olmadı mı? Olmaz mı. Gazetelerde tam sayfa moda ilanı vermek Beymen’le başlayan bir ilk. O dönemde Türkiye’de hiçbir moda markası gazeteleri bir iletişim aracı olarak kullanmıyordu, özellikle de tam sayfa... Yine bir ilk olarak, Türk bir markada bir top model ilk defa kullanıldı. O dönemde bu kadar ilki bir arada yaşamak büyük bir heyecandı. Bu arada söylemeden de geçemeyeceğim, Kate Moss’u Türk pazarında tanıttığımız zamanlar da olmadı değil. Kimdir, ne yapar, ne eder diye... 15 sene öncesinden bahsediyoruz... Tabii biraz önce de söylediğim üzere, bu sırada, yeni motto da ilklerin arasına yerleşti. Yine de bu sürecin en önemli sonucu; Kate Moss’tan hareketle Beymen marka ve mağazacılık anlamında daha feminen daha kışkırtıcı bir marka algısı yaratmaya başlaması oldu. Peki erkek ve kadın gamları arasında nasıl bir denge var? Beymen’in adına baktığınız zaman zaten erkek kökenli bir marka hissiyatı veriyor. Kurulduğu 1968 yılında da zaten sadece erkek giyim üreten bir marka, dolayısıyla genel kanı hep erkek ağırlıklı olduğundan yana. Ardından kadın giyime de el atıyor ve bu işin mağazacılığını yapmaya başlıyor, bünyesine yeni yabancı markaları da dahil ediyor ve ardından Beymen Club geliyor. Tabii böylece marka daha da gençleşiyor. Çok uzatmadan toparlarsam aslında biz kadın öğesini deminden beri bahsettiğimiz Kate Moss kampanyasıyla müşterinin algısına tam olarak yerleştirdik. Sonrasında koleksiyonların ismiyle de feminen tarafa yaklaştık. Bugün o kampanyanın etkisini nasıl yaratırdın? Malum bugünlerde hiçbir şey, hiç kimseyi heyecanlandırmıyor. Çünkü her şey o kadar hızlı tüketilmeye başladı ki zaten ürünün kendisi hissedilmeden ürün tüketiliyor ve yok oluyor. Yani bugün, önümüzdeki sezonun Resort koleksiyonlarını sokakta görüyorsun ve insansın, haliyle, aynı şeylere maruz bırakılınca sıkılıyorsun. O yüzden artık mesele ‘hızlı davranan kazanır’a döndü. Geçenlerde birisi sormuştu “Moda dünyasında neyi değiştirmek isterdiniz?” diye. Kesinlikle bu hızı yavaşlatmak isterdim. Gerisi gelir zaten. Yavaş olan lüks olandır. Kesinlikle. Lüks artık evinde geçirdiğin zaman dilimi ya da belki de tüm bu çılgınlıktan uzakta yaşamak olmaya başladı. Her şeye her yerden ulaşabildiğin bir dünyada lüksün anlamı kalıyor mu? Moda dünyasının şu hali seni de sıkıyor mu? Gerçekten çok sıkılıyorum. Bu hızlı tüketimden ve bu hızlı tüketimin bir parçası olup; tasarımcı olarak o hızla iş yapıyor olmaktan arada bir es verememekten... O hızın içerisinde belki reflekslerin hızlanıyor, sorunlara çabuk çözüm getirebiliyorsun ama bir yandan da kalite anlayışını yitiriyor olmaktan korkuyorsun. En azından tasarımcı olarak bu bana rahatsızlık veriyor. Bir de üzerine düşen sorumluluk da artıyor çünkü o hıza rağmen hep başarılı olmak zorundasın. Sen olamazsan hemen yerine bir başkası geliyor. Bu yüzden artık sadece tasarlamakla yetinemezsin, işin ticari yapısını da düşünmek ve takip etmek zorundasın. Bunun yanında bir de adeta ünlü gibi kendi ismini de pazarlaman ya da pazarlanmasına izin vermen gerekiyor. Matematik basit.

Bir de, artık, her şey çok göz önünde, etik değerlerden yoksun bir şekilde cereyan ediyor. Şöyle açıklayayım; çalıştığın markanın çatısı altındayken gündemdesin. Bir süre sonra kendini geri çekiyorsun, belki bu senin kişisel kararın oluyor. Ama egonun bu kadar çok ve farklı şekilde beslendiği, sürekli alkışlandığın bir sektörde artık senden bahsedilmemesi seni ciddi depresyona sokabiliyor. Tom Ford, Gucci ve Saint Laurent ayrılığından sonra senelerce iş yapmadı mesela, hatta kendi röportajlarında da söyledi; çok büyük bir depresyonun ve kendini yeniden tanıma sürecinin içerisinde olduğunu... Sence moda ve hikaye anlatımı arasında bir bağ var mı? Mutlaka her şeyin kendi içerisinde bir hikayesi vardır. Ama bu biraz da üniversitedeyken bir proje hazırlayıp hikayesini projeyi bitirdikten sonra yazmak gibi... Aslında, burada bir pazarlama metodundan bahsediyoruz. Üstelik o hikaye yazma işini de tek başına yapmıyorsun, yanında bir sürü insan oluyor. Buradaki hikayenin amacı da zaten iletişim kurduğun müşterinin sunduğun dünyayı anlamasını hayal etmesini kolaylaştırmak. Şimdi biz bir paltonun ya da yarattığımız herhangi bir ürünün sadece kumaşını, kesimini ve ürün detayını vb. anlatırsam buna muhatap olan insan için tonum ve anlattıklarım inanılmaz sıkıcı olur. Hal böyleyken, başka bir anlatım metodu kullanarak, onu giyen kadının yaşantısını tasvir edince, insanlar bu ürünle bir bağ kurabiliyor. Bahsettiğin; rol model meselesi. Eh haliyle. Müşterinin dünyası benimkinden farklı, o kafasında bir kadın kurguluyor (ya da ona bu kadını kurgulaması gerektiği düşündürtülüyor) ve o da bu kadın gibi olmak, onun gibi yaşamak, onun gibi giyinmek istiyor. Dışarı çıktığında beğenilmekten önce aynaya baktığında kendisini beğenmek istiyor. Senin de bahsettiğin o rol modeli, alıcına bir pazarlama metodu olarak anlatman lazım. Kendimden örnek vermem gerekirse; tasarlarken günlerim, çalışma masamın başında gözlerimi kapatıp bir kadın hayal ederek geçmiyor. Öyle olduğunu söyleseydin epey garip olurdu şu an ortam. Tabii ya. Bir kere moda bir ticaret; onu öyle görmek lazım. Bir de tabii yaptığın ürünün birileri tarafından kabul edilir bir değeri olması lazım. Bizim yaptığımız da o değeri yaratmaya çalışmak. Aldığın markanın kendini iyi hissettirmesi gerekliliği mi bu? Sen bir Beymen gömlek satın aldığında; bununla beraber onun sana sağladığı rahatlığı, onu giydiğinde sana sağladığı özgüveni de satın alıyorsun. Tabii bu, hemen o noktada ölçtüğün bir değer değil ama, bilinçaltında bu kodlamalarla alışveriş yapıyorsun. O zaman sen de kendini bir hikaye anlatıcısı gibi hissetmiyorsun? Ben hissetmiyorum, benim formatımda bu bir yalan. Ama hikaye anlatıcısı olduğunu iddia eden birine de saçmalıyor diyemem. Onun için de doğrusu belki o. Beymen’e dönüyorum. Beymen (Collection + Club + Academia) formülündeki 3 markanın da buluştuğu bir ortak nokta var mı? Hem Academia’da hem Beymen Club’da hem de Beymen Collection’da vurguladığımız en büyük ortak özellik konfor. Ve tabii hızlı işleyen bir çağda herkes için o tempoya uyum sağlayabilecekleri bir görüntü yaratıyoruz. Artık tasarımlar her şeyin önüne geçiyor ve bunların, onu üzerine geçiren kişiden bağımsız bir söylemi oluyor. Kıyafetler,

Bu son söylediğin kişisel yaşamını da etkiliyor haliyle. Tabii. Beni geçelim, globalde de tasarımcılar çok zor şartlar altında

XOXO The Mag


bir bütünden ziyade, kendi markaları adına konuşan dekupeler gibiler sokakta... Bu bağlamda senin gardırobunu ve alışveriş alışkanlıklarını merak ediyorum. Güncel modanın içerisinde o sezon moda olan bir parçayı ya da beni cezbeden bir ürünü satın alsam da asla o dönem içerisinde kullanmıyorum. Benim için önemli olan, kendi içerisinde bir aklı olan, benimle uzun süreli bir hayatı paylaşabilecek bir tasarım olması. Ömrü kısa olan hiçbir ürüne değer vermiyorum. Sıkıcı olmuyor mu peki aldıkların? Bir söz var, bilirsin; “Moda senin satın aldığın, stilse satın aldığın şeyle yarattığın”... Eğer ki, belirli bir olgunluğa ulaşmış bir stilin varsa modayı ne kadar tükettiğin o kadar önemli olmamaya başlıyor. O zaman da konuya “Bu çok moda, bilmem kimin üzerinde de vardı, bunu kesin almam lazım” gibi sığ düşüncelerle yaklaşmıyorsun. Aksine, satın alma eğiliminde olduğun üründe “Bu benim olmalı mı?”, “Ben kendimi bunun içinde mutlu hisseder miyim?” veya “Bu uzun süre benimle olur mu?” gibi soruların cevabını arıyorsun. Ve o gün, bu satın almaya karar verdiğin ürünü tüketmesen bile, mutlaka bir sonraki sezon tüketiyorsun. Senin o, dolayısıyla da bu sorunun cevabında benim... Bu durumu koleksiyonlarına yansıtabiliyor musun? Beymen Collection’da ve Beymen Club’da modayı bire bir tüketmiyoruz. Güncel modadan faydalanıyoruz, çünkü teknik anlamda ve kumaşlar bazında bize rehber oluyor. Ama formatımızda hep koruduğumuz bir değer var, ve bunu da güncel moda kodlarıyla yaratmak mümkün değil. Ancak, Academia’da güncel modaya ve trendlere daha yakınız. Buna rağmen; orada da bir fikri değerlendirirken uzun süreli olup olamayacağını düşünerek hareket ediyoruz. Yani klasikleşebilecek, kısa sürece sıkılmayacağın ürünler yaratmaya çalışıyoruz. Gardırobunda onsuz yapamadığın parçalar var mı? Olmaz mı? Bazı parçalar hakikaten insanın hayatında çok önemli oluyor. 55

Özellikle yurtdışındayken yaşadığım bir durum bu, aklıma bir parça gelir, bavulu altüst ederim, bulamazsam evi arar buldururum ve rahat ederim. Bazen uzun süreli bir seyahate gittiğimde giymeyeceğimi düşünsem de bazı şeylerimi mutlaka valizime koyarım. Beymen Club’da, tasarlarken alıcının satın alma gücünü nereye koyuyorsunuz? Burada gelip samimiyetsizce, “tasarım ekibi olarak acayip özgürüz, aklımıza eseni yaparız” diyemeyeceğim. Her markanın kendisine ait değerleri ve buna paralel belli bir üretim maliyeti vardır. Bu, kullanılan kumaşın metrajından üzerinde kullanılan düğmeye, fermuara ve dikiş detaylarına kadar uzanıyor. Eh o zaman, genel bir tasvirle, senin Beymen Club’a ne gibi faydaların olacak? Beymen Club çok önemli bir değişim sürecinin içinde. Bu sürece başlarken büyük bir danışman ekibi ile birlikte ilerledik ve detaylı araştırmalar gerçekleştirdik. Biz de tasarım ekibi olarak; araştırmalardan çıkan sonuçlar doğrultusunda, markanın özüne dönüp, geleneği koruyarak kolesiyonu yaratmaya başladık. Nasıl bir öz bu? Gelenekten beslenen çağdaş bir şehir markası... Yani birçok markanın elinde tutamadığı o yer. Yaratmak istediğimiz değer her ne kadar doğayı ilham alsa da hepimiz şehirde yaşıyoruz. Dolayısıyla, ana amacımız; şehirde yaşayan insanın ihtiyacını gidermek. Erkekte daha fazla hissediyoruz bu farklılığı. Ama Beymen’de satılan her şey de şehri yaşayan insanın kıyafetinden ibaret değil. Hiç kimse şu anda sıkıcı bir görüntü istemiyor. Herkes günü takip eden insan olmak peşinde. Hiç kimse sokağa sıkıcı bir insan olmak


ya da komik bir duruma düşmek için çıkmıyor. Herkes beğenilmek üzere çıkıyor. Ne yapıyorsun sen sabah? Aceleyle evden çıkıp işine gidiyorsun. İşinde rahat olmak istiyorsun. İşten çıktığında bir arkadaşınla buluşup bir şeyler içeceksin, aynı formatta, kıyafetle devam edebiliyorsun. Ve hatta belki gece uzuyor... Çok işlevlilik. Aynen. Bunu yakalamak lazım. “Hafta sonu pikniğe gideceğiz, piknik kıyafetimi çıkar Stefan” gibi bir durum yok tabii... Veya “Haydi çiftliğe gidiyoruz, o zaman şunu giymem lazım” diye gezmiyoruz ortalıkta. Kadında daha zor tabii bu durum. Kadının işi her zaman daha zor. Kadının o formatta giyindiğini düşün bir de... Ne kadar teatral olurdu. Süt sağmaya gidecek; fırfırlı eteğini giyiyor böyle uzun, saçtan yandan örülmüş üstüne küçük yeleğini giymiş... Beymen Club’da en çok ne satıyor, jean mi? Yok, hayır. Genel olarak gömleğimiz, kadında ipek bluzlarımız ve tabii yine kadında pantolon... Onlar bu değişimden paylarını aldılar mı peki? Evet tabii ki. Hepsi. Nasıl aldılar? Koleksiyonun yüzdesini genişletiyorsun, ürünlere model şansı veriyorsun ve daha fazla model yaratıyorsun. Belirli kategoriler var, onları geliştiriyorsun. Mesela bizim için erkekte şu an en önemli olanlardan bir tanesi takım elbise. Beymen’de çok önemli bir kategori olduğu için onu geliştirdik. Çok güzel kumaşlarla, çok güzel kesimlerle yeni formlar yarattık. Fiyatlar artacak mı? Hayır, fiyatları dengede tutarak yaptık bunların hepsini. O zaman epey zor bir işle uğraştınız... Bir formül yaratıyorsun aslında. Kolay bir süreç değil, yani gece gündüz sürekli onun içerisinde yaşıyorsun. Yattığında sürekli aklına bu ve bunlar geliyor ve uyandığında koşarak aklına gelen şeyi hemen uygulamaya çalışıyorsun. O geçirdiğin 4-5 ay çok meşakkatli bir dönem. Markanın imajı değişecek mi? Evet, değişecek. Geçtiğimiz sene geçiş evresiydi. Markanın bilinirliliğini artırmak noktasında yapılan çalışmalar vardı. Şimdiyse farklı bir formata geçiyoruz. Nasıl bir formata? Söylemem, ama Kate Moss tadında diyebilirim. Yaşı değişecek mi peki? Yaş benim her zaman karşı çıktığım bir mefhum ve dayanak noktası. Bir markayı “bu yaşlar arasında bir noktaya oturtalım” değil de “daha çok şöyle hayat tarzı üzerinde kuralım” diyorum. Beymen Club diğerleri için lokomotif mi peki? Önemli bir marka evet, 40’a yakın mağazamız var. Ayrıca yarattığı gündem itibarıyla da önem taşıyor. Hep şunu söylüyorum; insanlar için özel anlarını yeniden yaratabilen güçte ürünler tasarlamak istiyoruz. Mesela, bir müzik dinlersin, senin için o çok özel bir anı hatırlatır ya da bir koku duyarsın, o sana bir anı hatırlatır. Bizim de istediğimiz şey bu; o anların ürünlerini yaratabilmek. O yüzden ürünlerin içerisine

eklediğimiz detaylarla ya da formatta da hep onu bir değer aldık. Stili hedef alan ama modayı aslında çok fazla umursamayan bir marka amaçladık. Bu bahsettiğim kodların hepsi mağaza tasarımlarında dahi var. Kendimize verdiğimiz sözler var, anayasa gibi çok özel bir kitapçık bu ve her anlamda ona sadık kalmaya çalışıyoruz. Hiç vazgeçemediğimiz bir kuş vardı mesela, onların hepsi değişti. Şimdi Olaf Hajek eskizlerini ve desenlerini çalıştı. Onu da farklı bir formata çevirdik ve bence çok seveceksiniz. Konuşmamızda biraz geriye gideyim, bu değişim ihtiyacı nasıl doğdu? Moda sürekli değişen bir sektör. Senede en az iki kere değişiyor, doğasında değişim var. Beymen Club 2015’te 30. senesini kutluyor olacak. Geçmişteki değerlerle, geleneklerle güne adapte oluyoruz... Zamanın faydası yani... Peki bahsettiğimiz gelenek mi miras mı? Her ikisi de... Benim demek istediğim şey; koleksiyonun tadını ve güncel çerçevesini oluştururken, geçmişteki ya da oluşmuş bir takım ikonik ürünler ve kültlerden yararlanmak. Güzel bir kovboy jean gömlek gibi ya da çok güzel bir mont, kaz tüyü kolsuz bir yelek gibi...Tabii tüm bunların çok özel ve güzelini yaratmak... Ayrıca bunu da modern bir anlayış içerisinde güncel hayata uyarlamaktan bahsediyorum. Alıp bire bir geleneği uygulamaktan bahsetmiyorum. Mesela, Altınyıldız, Beymen Club’a özel, keten-yün bileşimi kumaşlar dokudu. Özellikle yün; yün dediğimiz zaman, dört mevsim kullanılabilecek, çok özel gramajlı erkek takım elbise kumaşlarından bahsediyorum. Kullandığımız birçok kumaş aslında Türkiye’de hayat buldu, ki bence bu da çok önemli değerlerden biri. Pek tabii ki yurtdışı imkanlarını da kullanıyoruz ama yüzdesine baktığında birçoğu Türkiye’de üretilmiş gerçek pamuk. Ben son dönemde modayla ilgili beğenmediğin şeyleri de merak ediyorum... Fazla uğraşılmış her görüntü beni rahatsız ediyor. Şu an seni heyecanlandıran koleksiyon hangisi? Sezonlar içerisinde her zaman merak ettiğim bir Prada var. Onun dışında beni çok meraklandıran bir marka yok... Saint Laurent’ı merak etmiyor musun mesela? Etmiyorum, çünkü genelde ne yapacağını biliyorum. Yani genelde Texas, Cowboy, American, rock ‘n’ roll... Ya da Céline? Céline’in o “Art meets fashion” tavrı ve fazla umursamaz oluşu hoşuma gidiyor açıkçası. Yeni Louis Vuitton? Nicolas Ghesquière tabii ki çok yaratıcı. Ama Marc Jacobs’ın zamanında Louis Vuitton’a ilk geçtiğinde sebep olduğu o büyük heyecanı ve peşi sıra yarattığı koleksiyonu artık çok yakalayabildiğini zannetmiyorum... Hermès’ten devam edelim o halde… Bence Hermès’in Gaultier ve Margiela ile yaptığı koleksiyonlar şu ankinden çok daha heyecan verici ve özeldi. Hermès benim için çok özel bir marka. Hem seviyorum hem de bazen aşırı sıkıcı geliyor. Peki son sorum; bizde aksesuarlarıyla ya da çantalarıyla değerli bir marka var mı ya da olur mu? Hiç yok. Ve bu segmentteki Türk markaları kendi sınırları içerisinde kaldığı müddetçe de, olması pek mümkün değil.

XOXO The Mag


57


INTERVIEW/desıgn

Gökhan Avcıoğlu

Bir Anti-Modernist

GAD mimarlık ofisinin kurucusu Gökhan Avcıoğlu, 90 derecenin olmazsa olmaz kabul edildiği mimarlık ortamının antitezi. Modernizmle birlikte eskiyle kopan bağlarımızın mimarlığa çok şey kaybettirdiğini düşünen Avcıoğlu ile bugünün teknolojisi üç boyutlu yazıcıların gelecek potansiyellerinden, yeni kurdukları GAD Vakfı’nın mimari eğitim müfredatının detaylarına dek birçok konu üzerine konuştuk. röportaj hülya ertaş fotoğraf özkan önal

XOXO The Mag


Serra Gate

GAD Rise 1

Sana göre mimarlık nedir? Mimarlık aslen sığınma içgüdüsüyle başlamış çok eski mesleklerden biri. Çeşitli anlamlar yüklenerek iletişim kurulan mekanların yaratıldığı ve bu bilginin gelecek nesillere izler şeklinde bırakıldığı bir tanımlar bütünü... Her nesil birbiriyle etkileştiği için mimarlık da kendi içinde sürekli değişiyor. Öte yandan, kendindeki bu tür hızlı devinimleri diğer meslekler gibi gösteremiyor. Örneğin; moda kadar hızlı hareket etmiyor. Oysa mimarlık, modayı ve diğer birçok alanı etkileyebilecek yeniliklerin sürekli olduğu bir alan. Bugün, mimarlık deyince sadece binaları düşünüyoruz ama, insanın dahil olduğu her şey onun konusu. Rönesans’ta tıptan bilime, sanata kadar çeşitli yönleri olan insan modeli değişti ve mimarlık zamanla sadece yapı alanına çekildi. Bu da mimarlık için kuru bir alan. Sanat ve bilim olmadan mimarlık olmaz. Sanata ve bilime yakın olan her türlü yenilik mutlaka mimarlığa da etki ediyor. Teknolojideki değişimler buna örnek verilebilir. Kısaca, mimarlığı, ana malzemesi insan olan, sığınma içgüdüsünün ötesindeki ihtiyaçlara cevap veren yapı ve inşa teknolojisi ile kültürünü geliştirme uğraşı olarak tarif edebilirim. Mevcut durumun içinden bir şey üretmenin dışında, inşa etmenin ötesinde görünmeyen teorik alanda yeni fikirlerin oluşması ve yeni yapı tekniklerinin gelişmesi için laboratuar gibi çalışan ortamlara ihtiyaç var.

Resmi kurumlar da böyle davranabiliyor. Toplumsal hafızanın kısa olduğu bir zamandayız. Cumhuriyetle beraber eskiye ait bilgi birikimi hem kitabi hem de insan tecrübesi olarak koparıldı. Zaman zaman bunları dile getirdiğimde cumhuriyet karşıtı gibi algılanıyorum ancak durum bu. Kadın hakları dahil cumhuriyetin getirdiği birçok önemli kazanım var ama bu değişim mimarlığa zarar verdi. Çünkü mimarlık nesilden nesile aktarılarak oluşturulan bir tecrübe. Eski yapıların yeni sahipleri oldu. Ve yeni sahipler o yapıların nasıl inşa edildiğini, hangi duygularla oluşturulduğunu bilmedikleri için daha iyilerini yapabileceklerini düşündüler, ama sonuç öyle olmadı. Benim gibi tasarımcı ve mimarların en azından gelecek nesillere bu işlerin ne olduğunu, nasıl yapıldığını, hangi duygularla ve niyetlerle gerçekleştirildiğini ve neyi temsil ettiklerini aktarması lazım. Bunu gerçekleştirmek için de bir vakıf kurduk.

Mimarlığı yalnızca dışarıdan etkilenen bir şey gibi tarif ediyoruz çoğu zaman. Oysaki mimarlık da başka alanları etkiliyor olsa gerek. Mimari projeyle bir simülasyon yapılıyor esasında. Mekan ilişkilerini, binayı anlatıyoruz ve insanlar bir hikaye gibi dinliyor. Ama o mekanın içine girdiklerinde ilk izlenimlerini doğrudan dile getirerek beğenebiliyorlar, yeriyle ilgili bir endişe belirtebiliyorlar, kendilerini ait hissedecekleri bir yer olup olmadığını düşünüyorlar. İnsanların yüz ifadelerinden bitmiş bir yerle ilgili ne düşündüklerini hemen anlayabiliyoruz. Kadınlar ve gay’ler bu ifade konusunda daha açık davranıyorlar, erkeklerse çok daha temkinli ve kurular. Özellikle otel, restoran ya da müze gibi daha kamusal mekanlar ilk açıldığı anda insanların onlara verdiği tepkileri izlemek çok eğlenceli oluyor.

Biz neden kıydık? Çünkü modernizmi, bunun bedelini ödemeden aldık. Onu bir formül olarak biliyoruz. Eğitim kurumlarımızı da sadece yeni olan ve onun etrafında geliştirilen fikirlerle bir şeyler öğrenme üzerine kurguladık. Bu durumda oradaki mücadeleleri okumamış oluyorsun. Örneğin Le Corbusier, tek başına ordu gibi bir mimardı. Ama Paris’in yarısını yıkıp yeniden yapmak gibi ütopik projeleri vardı ve ona karşı bir tepki oldu. Mesela Rodos’ta Lindos diye bir yer var ve arabayla girilmez o köye hala. Köyün emekle yapılmış yolları, kaldırımları hala duruyor. Otomobille elde edecekleri hızın karşılığında bu taşları kaybetmek istemiyorlar. Ofisimizin olduğu bu bina da Vedat Tek’in bir binası ve öyle lezzetleri var ki yapının... Bu lezzetlerin yerine yeni, heyecanlı şeyler de yapılabilir tabii ki ama gerekli mi? Hayır, şu anki hali gayet güzel.

Bu tip geri bildirimleri proje tamamlandıktan sonra da takip ediyor musun? Türkiye’de yapılar tamamlandıktan sonra çok korumasız kaldıkları için, evet sürekli takip ediyorum. İnsanların talepleri değişiyor, bir şeyi kaldırmak, yerine başka bir şey yapmak, kat eklemek gibi fikirleri oluyor.

Bulunduğu bölgenin imar koşulları değiştiği zaman söz ettiğin o lezzetler hiç önemsenmeksizin mevcut bina yıkılıp daha yükseği yapılabiliyor. Yirminci yüzyılın kapitalist sisteminin değerlerine ve kağıt üstündeki hesaplara mimari karşı gelemedi, çünkü insanların korumasına ihtiyacı

Bahsettiğin o sürekliliğin kesilmesi yapım sisteminin değişmesiyle de aynı zamana geliyor. Betonarme o dönem yaygınlaşmıyor olsaydı belki çok daha başka bir süreç yaşanacaktı. Evet, betonarmeyle birlikte katmerli bir durum yaşandı. Ama Orta Çağ’da kurulmuş kentlerini koruyarak hala içinde yaşayan ve modernizm fikrini ortaya atan Avrupa kültürü, kendi geçmişine o kadar kıymadı.

59


Kumm Spa Hotel

vardı. Ben aslen yeni binalar yapmakla ilgiliyim fakat zaman geçtikçe İstanbul gibi bir şehirde yaşadığım için ister istemez eskiyle de haşır neşir oldum. Eskinin niye hala güzel olduğu, bir inceleme konusu. Pencereleri bile olmasa eski bir yapı hala genel cismiyle çok güzel görünebiliyor. Esma Sultan Yalısı’nı çalışırken onun o cisminin lezzeti ile onu yeniden inşa etmeninkinin aynı olmayacağını anlamıştım. Bu sebeple geçici bir şey yaptık, gelecek nesiller de başka bir şey yapabilirler. Hiçbir penceresi ve sığınma güdülerini yerine getirecek işlevi olmadan da Esma Sultan ilginç bir heykel. Örneğin mübadele ile terk edilmiş Kayaköy de son derece dramatik bir görüntüye sahip. Oradaki yapılar damları olmayan, ara katları ortadan kalkmış, sadece taştan büyük heykeller gibi duruyor. Orayı yeniden restore edip etmeme konusunda karar vermek ilginç. Kayaköy’de yapılacak bir projede yapıların hepsinin içini doldurmaktansa bir kısmını olduğu gibi bırakmak radikal bir fikir... Sana göre bugün mimaride yenilik nerede? 21. yüzyılın en önemli yeniliği üç boyutlu yazıcı olabilir. Biz de üç boyutlu yazıcı ile denemeler yapıyoruz. Bu teknoloji geliştikçe bize yeni sayfalar açıyor. Her sene ofise dünyanın çeşitli yerlerinden 20-25 tane stajyer öğrenci geliyor. Şimdi vakıf sayesinde üç boyutlu yazıcı atölyeleri yapacağız. Ben hep maketle çalışmayı sevdim. Maket hissetmemi ve bu yolla hayal etmemi sağlıyor. Üç boyutlu yazıcıysa işe zaman boyutunun da katılmasını sağlayan çok yeni bir araç. Bir simülasyon tekniği aslında. Rönesans nasıl perspektifin geliştirildiği dönem olarak anılıyorsa 21. yüzyıl da üç boyutlu yazıcılarla anılacak. Nasıl ki fotoğraf makineleri herkes tarafından erişilebilir oldu, üç boyutlu yazıcılar da benzer bir süreci izleyecek. Bu da mimarlık, yerleşme ve inşa etme kültürü konularına sadece mimarların değil, herkesin daha çok katılmasını sağlayacak. Sen o yazılımları ne kadar kullanıyorsun? Ne kadar yazılım programı varsa bakıp inceliyorum ama onlar üzerinde çok yoğunlaşmıyorum. Çıplak ayak koşan bir atletim, yeni kuşak ise farklı araçlarla koşuyor ama temelde hepimizin bir kondisyona ihtiyacı var. Eski-yeni kavramına şimdiki genel yaklaşımı, yeni olup da Osmanlı-Selçuklu gibi görünen binaları nasıl değerlendiriyorsun? O konuya sadece dekoratif amaçlı bakarsan etkilenmemek mümkün değil. Osmanlı-Selçuklu dekoratif olarak çok etkileyici bir kültür. Ama

sadece buradan bakmak sığ kalıyor. O günün yapı üretme tekniklerinin hala etkisindeyim. Son zamanlardaki çalışmalarımın arka planında bunlar var diyebilirim. Bu tür konuları tartışacağız... OsmanlıSelçuklu dayatmacı bir şekilde devletin ya da erkin davranışı haline gelince tepki doğuyor. Yaşadığımız coğrafya sadece bu perspektiften değerlendirilebilecek bir bölge değil. Çünkü Batı mimarlığının ya da bakış açısının bütün temel taşları da bu topraklarda mevcut. Kocaman bir medeniyetin üstünde olmamıza rağmen Türkiye’de şehirlerin bütün detaylarına kadar çirkin olmasının sebebi ne? Bu durum görsel kültürün yok olmasından kaynaklanıyor. Mübadele ile, varlık vergisi ile görsel kültüre önemli katkılarda bulunmuş insanları gönderiyorsun. Osmanlı’nın en önemli sarayları, Ermeni Barok’u tarzında yapılmıştır. İmparatorluk Selçuklu, Osmanlı, Bizans diye ayırmaz, tüm bu medeniyetler imparatorluğun çocuğudur. Bilimde “Biz kanseri böyle tedavi etmeyiz, ecdadımız bunu yapmazdı.” demezsin, mimarlıkta da böyle bir ayrıma gidemezsin. Mimarlığın bilimsel tarafı Türkiye’de deprem olduktan sonra bile hiçbir zaman önemsenmedi. O hep daha sanatsal, görselliğe dayalı bir şey olarak algılanıyor. Sanatsal eğitim olmadığı için o da iyi yapılamıyor. Türkiye, anayasadan itibaren mimar yönetmeliklerini, yerleşme kültürlerine olan yaklaşımlarını değiştirirse bence çok hızlı bir şekilde toparlayabilir. GAD Vakfı’ndaki amacımız aslında bu tür konulara dikkat çekmek. Vakıf için planlarınız neler? Vakıf, mimarlık icraatına çok yakışan bir oluşum. Devlet her zaman her türlü sosyal faaliyeti yerine getiremiyor. Amacımız; burada küçük bir okul yapmak. Yeni bir mimarlık eğitim sistemi kurmak lazım ve bence bu, altı yıl olmalı. Bunun da ilk üç yılı klasik bir eğitim olmalı. Mimarlığın ana malzemeleri çok basit: taş, toprak, ahşap. Bunların dışında kullanılan bütün malzemelerin gelecekte nasıl olacağını, nasıl eskiyeceğini bilmiyoruz. Klasik eğitimden kastım; öncelikle, yapım teknikleri. 8500 yıllık mimarlık tarihini üç yılda kronolojik bir sırayla periyodik olarak öğretmek gerek. Bunun için Alparslan Ataman’la bir müfredat hazırladık. Konu aslında binadan çok yerleşmeyle ilgili. Yerleşme de bir hendek kazmakla başlıyor. Müfredat yapı bilgisinden ziyade, yapılar arası bağların nasıl kurulduğuna odaklanıyor. Bunlar interaktif bir eğitim sistemi ile gerçekleştirilmeli. Son üç yılda ise bu bilgiyi yeni teknik ve yaklaşımlarda nasıl kullanabileceğimiz konusu çalışılmalı.

XOXO The Mag


One & Ortaköy

Kendi binalarının kalıcılığıyla ilgili ne düşünüyorsun? Mesela bunlar 25 yıllık yapılar mı? 25 yıl dayanan bina yaptığın zaman öp başına koy. Bu yüzden yapının neresinde olursa olsun taşla çalışmayı seviyorum. Çünkü 30 milyon yıllık bir malzeme. Ona dokunmak, onunla temas halinde olmak, güneşin ışıklarına karşı verdiği tepkileri izlemek çok keyif veriyor. Günümüz boyaları ya da farklı malzemelerin dokuları bu hisleri çok iyi veremiyor.

ofisinde ziyaret ettim. Konuşmamız esnasında Sasaki, bir soru ortaya attı: “20. yüzyıl mimarlığı ve mimarlığın ardındaki mühendislik, Mies Van der Rohe ve o takımın çizgisinde değil de Gaudi’nin çizgisinde devam etseydi neler olurdu?” Bu, yanıtını bilmediğimiz bir soru ve ben de merak ediyorum. Rohe ve onun takımı neredeyse bütün buluşlarını yaptı. Bu soru Guggenheim Müzesi, Frank Lloyd Wright’ın ilk binası olsaydı ne olurdu, diye de sorulabilir. Bu soruları çokça soracağız. Elimizde bazı teknikler var ve onlar bu soruları bile naif bırakabiliyor. Daha önceki yapı parçaları olan koridorlar, merdivenler, düşey ya da yatay sirkülasyonları ortaya çıkaran unsurlar yapının üzerine doğrudan adapte edilmiş. Bu parçalar yapının doğal bir parçası haline geliyor. Önümüzdeki zamanlarda bu soruların farklı açılımları olacak.

Tasarladığın binaların kalıntısını hayal ediyor musun? Modern mimarlığın kalıntısı olamaz. Yeni bir otomobilin camlarını kır, döşemelerini sök, elde edeceğin kalıntı odur. Modern mimarlığın kalıntısı da ona benzer işte. Mimarlığın bir saf hali var, onu yakalamak için eğitimdeki o ilk aşamadan bahsetmiştim. O üç yıl, tarihi algılamak üzerine olmalı. Sonraki üç yılda ise onu nasıl bozacağımızı araştıracağız. Bugünün işlevleri, ihtiyaçları ve şehir anlayışı üzerine nasıl hareket edebiliriz? O yüzden üç boyutlu yazıcılar gibi kullanımların ve üretimlerin sonucunun önemli olduğunu düşünüyorum... Müteahhit sisteminin gereksiz olduğunu geçen elli yıl boyunca anladık. Üç boyutlu yazıcı sayesinde binayı fabrika alanında tasarlayıp üretebiliriz ve şantiyeye götürüp kurgusunu yapabiliriz. Bunun ilkel modellerini Bauhaus çalışıyordu ama kapı, pencere ve ara duvarlar boyutunda kaldı. Biz burada tamamen ihtiyaca uygun mekanların oluşturulup kurulmasını deniyoruz. Mimarın çizim masasından fabrikaya, fabrikadan şantiyeye ulaşabileceği ters bir üçgen üzerine çalışıyoruz. Mimar geçen 25 yılda birtakım saçma sapan kurguların emektarı olarak çalıştı. Sırf uygulama çizmek için ofisler kuruldu. Sadece detaylar yayınlayan mimarlık dergileri var. X kuşağı bu konuda heder oldu ve sonuçta meslekten nefret ettiler. Ofisteki dört-beş yaratıcı kişi dışındaki çalışan herkes yaptığı işten nefret eder hale geldi. Bu ofisin pencere, kapı detayları çalışan bir ortam olmasını istemiyorum. Bu tür üretimleri yapan firmaların detayları geliştirmesi lazım, bizim değil. Hatta çok daha ileri giderek mimarlığın konutlar üzerinden konuşulacak bir alan olmadığını bile söyleyebilirim. Çünkü konut çok kişisel bir konu.

Neler okuyorsun? Ben bibliyofilim. Sokakta ters dönmüş bir kağıt parçası gördüğümde alıp bakarım, harflerin şeklini, kelimelerin ardında yatan anlamları düşünmeyi severim çünkü kelimelerin de bir mimarlık olduğunu düşünüyorum. Mimarlıkta asla yapmam dediğin şeyler var mı? Tabii. Benim bir şey yaparken ikna olmam gerek, samimiyet arıyorum iş hayatımda. Osmanlı-Selçuklu tarzında görünen ama betonarme inşa edilmiş binalar samimi değil mesela... Mimarlık gibi mesleklerde referans noktaları olması gerekiyor. Sürekli birinden birine geçen müzikler silsilesi düşünelim. Birdenbire yanındaki başka bir makamdan başladığı zaman kopukluk oluyor. Tekrar ayak uydurmaya çalışınca da her zaman ritmi tutturamayabiliyorsun. Bu binadan o binaya aktarılacak olan referans çizgileri çok önemli. Referans, modern mimarların atladığı en önemli konuydu. Sokak ve meydan beraber çalışan bir unsur olmalı. Şehir planlama eğitimleri de mimarlık içinden çıkan ve anlamadığımız tarikatlara dönüştü. Bu yüzden, söz konusu referansların ne olacağı da çok önemli. Bazı görünen ve görünmeyen çizgilerin kullanılması gerekli. Referans, gözün algıladığı bir noktada oluşan bir çizgi. Bugünkü imar yönetmeliği samimiyetsiz oranlar verdiği için işe yaramıyor.

Kendi mimarlığını nasıl tanımlıyorsun? Organik mimarlık diyebilir miyiz? Alparslan Ataman’la birlikte ofiste 90 derece ve çevresindeki açılar üzerinden bir faaliyet sürdürülüyor. Bir köşe 90 derece mi olmalı? Diğer açılar insanlarda nasıl etkiler bırakır? Bu soruların yanıtlarını ben de merak ediyorum. Önemli bir mimar ve mühendis olan Mitsuru Sasaki’yi

İşverenlerle iletişimin nasıl yürüyor? İşveren kavramı çok geniş. Herkes mimarın işvereni olabilir. Bir gün ofisin karşısındaki dolmuş durağındaki şoförler bir proje yapmamı istediler mesela. O nedenle normal hayattaki iletişimin bir uzantısı aslında. 61


serıes

Halt and Catch Fire

İtinayla 80’ler Nostaljisinde Kaybolunur yazı erman ata uncu

Karakterleri ete kemiğe büründürebilmek, onları söz konusu dönemle ilgili halihazırda bildiklerimizi tekrar tetikleyecek kuklalardan ötesi yapabilmek dönem anlatısının en zor yanlarından biri olsa gerek... Bilirsiniz, odakta 80’ler varsa hikayede yama gibi durmasına hiç aldırış edilmeden oraya buraya serpiştirilen Soğuk Savaş, Reagan göndermeleri; hikayemiz 50’lerde geçiyorsa Cadı Avı’yla bağlantılı birkaç dramatik an; 60’ların başıysa illaki Kennedy suikastı ve sonrasında ABD’nin ‘masumiyetini’ nasıl yitirdiğine dair ağıt yakılan replikler usandırıcılıklarına rağmen pek peşimizi bırakmaz. Tüm bu örneklerde, 30’lar gibi dönemlerin değil de, toplu bilinçaltında halen karşılığı olan dönemlerin odakta olması tabii ki tesadüfi değil. Sonuca ulaşamamış daha doğrusu etkileri üzerinde oy birliğine varılmamış tarihi süreçleri aktarırken televizyon yaratıcılarının klişelere bel bağlaması, denize düşenin yılana sarılması kadar doğal. Doğal ya da alışıldık olmayan, bu yılan tarafından boğulmamayı becerip onunla suyun üzerinde dans edebilmek… AMC’nin (Breaking Bad ve Mad Men gibi TV efsanelerinin beşiği) yeni dizisi Halt and Catch Fire’ın da yaptığı bu… Bu yeni dönem dizimizin kağıt üstünde hayli endişe verebilecek dönem esprileri, kör gözüne parmağım bir müzik kullanımı ve kolaycı bir yazarın eline düşmemesi için dua edeceğimiz keskin karakterleri var belki. Ama iyi oyunculuğu, becerikli yönetimi (ilk iki bölüm en iyi yabancı film Oscar sahibi Gözlerindeki Sır’ın yönetmeni Juan José Campanella’ya, üçüncü bölüm ise Girlfight’la Cannes’dan ödüllü Karyn Kusama’ya emanet) olay örgüsündeki beklenmedik çatışmalarla bu klişelerde hala iş olabileceğini gösteriyor. Bilgisayar işletim sistemini, bir spermin yumurtalığa gidişi gibi yansıttığı bir animasyonla açılışını yaparken, 80’ler haletiruhiyesinden nasıl utanmazca yararlanıp onun keyfini çıkardığını daha başından belli ediyor. Damarda bu eğlence olduğu sürece de yuppie kahramanımız Joe MacMillan’ın (Pushing Daisies’dekinden bambaşka bir rolle Lee Pace) acımasızlığı, hedefe odaklılığı istediği kadar gözümüze sokulsun, hiç sorun değil. Halt and Catch Fire’da yuppie’ler olması gerektiği gibi acımasız, punk’lar olması gerektiği gibi isyankar, nerd’ler de olması gerektiği gibi asosyaller… Ama bir adım sonrasında basmakalıplığa terk edilecek bu tiplemeler, bu özelliklerinin tadını çıkarttıkça bambaşka bir

noktaya taşınıyorlar. Söz konusu karakterleri seyrettikçe usanmıyor, aksine bu klişelerin gökten zembille inmediğini anlıyorsunuz. Zira bu karakterlerin birbirleriyle çatışmaları, dizinin vadettiği gibi 80’lerin haletiruhiyesine dair genel bir manzara çizmesinin aracı oluyor. Oyun konsolu üretmekten başka hiçbir şey düşünmeyen Cardiff Electrics ile onları hile hurda yoluyla 80’lerin PC savaşının göbeğine atan yuppie girişimcinin çatışması… Aynı yuppie girişimcinin, nerd’lüğü 10 metre öteden belli programcı Gordon Clark’la (Scott McNairy) iş anlayışı üzerine giriştiği çatışma… İsyanını walkman’inden eksik etmediği punk külliyatıyla 7/24 dostun düşmanın beynine kazıyan genç ‘coder’ Cameron’ın (Mackenzie Davis) tüm dünyayla çatışması… Yan karakterler de cabası. ‘Dahi’ kocası Gordon hayalini gerçekleştirsin diye alelade bir işle, ev ve çocuk bakımı arasında sıkışmış kalmış Donna (Kerry Bishé), dönemin girişimci anlayışında kadınlara nasıl yer olmadığını göründüğü her planda hatırlatıyor. Cardiff Electrics’in Teksaslı patronlarının yuppie zihniyetiyle imtihanı 80’lerde kapitalizmin nasıl bir dönüşüm geçirdiğinin resmini çiziyor. Yeri geldiğinde eğlence düşkünü, güneyli, Cumhuriyetçi kadın sermayedar klişesinin kullanılması bile keyfimizi bozmuyor. Galiba Halt and Catch Fire’ın sırrı sadece 80’ler nostaljisinden nemalanmakla yetinmeyip, 80’lere dair özlemlerimizi, bu dönemin zihnimizde nasıl yer ettiğini ekrana yansıtmanın daha yaratıcı yollarını bulmayı akıl etmesinde… AMC’nin bir önceki dönem dizisi Mad Men aynısını 1950’ler ve 60’lar için yapmıştı. Saul Bass’tan esinli jeneriğinden kostümlerine Mad Men, bir taraftan nostaljinin keyfine varırken, diğer taraftan bu nostaljinin işin gerçekleriyle nasıl çatıştığını, ya da tüm o kalıpların kökenlerinde neler olduğunu gösteriyordu. Halt and Catch Fire da punk’ları, yuppie’leri, sıkışıp kalmış kadınları, homofobiyi (ötesi spoiler içerir), Reagan siyasetini ete kemiğe büründüren Güneyli patronlarını işin içine soktuğu kurmaca hikayesiyle 80’ler algımızı didikliyor. Klişelerin kolaycılık için değil de, birer anlatım aracı olarak kullanıldığında nelere kadir olduğunu bir kez daha gösteriyor. Hal böyle olunca da son model arabasıyla yoluna çıkan armadilloyu ezip hiç umursamayan yuppie tiplemesi de, tek başına dans edip duran genç punk kadın karakteri de ne seyirciyi utandırıyor, ne de yaratıcı cephesini…

XOXO The Mag



INTERVIEW/cınema

RALPH FIENNES

Artık Fikri Var

Ralph Fiennes, Oscar gibi büyük ödüllere layık görülen, etkileyici oyunculuk geçmişinin ardından, 49 yaşında yönetmen olarak film çekmeye karar verdi. Sonuç -yani son derece kişisel bir Shakespeare uyarlaması olan 2011 yapımı filmi Coriolanus- açıkça gösterdi ki; kameranın arkasına geçme kararı, gelip geçici bir hevesten ibaret değil. Zira; ikinci yönetmenlik denemesi The Invisible Woman ile bunu bir kez daha ispatladı. Ayrıca, oyunculuk alanındaki en büyük başarılarından birisi olan The Grand Budapest Hotel de bu yıl gösterime girdi. Wes Anderson’ın filminin unutulmaz baş karakteri Gustave H. rolünde kariyerinin en iyi performanslarından birini sergileyen Ralph Fiennes, 2014’te sinema dünyasının büyük kahramanlarından biri olarak öne çıkıyor. Onunla kariyerindeki bu yeni süreci, öncesini ve sonrasını konuştuk. röportaj nando salvà fotoğraf vittorio zunino celotto/getty images entertainment/getty images turkey


The Invisible Woman, 2013, Pinema

Coriolanus’tan sonra bir daha asla aynı anda hem kamera arkasında hem de kamera önünde olacağınız bir film çevirmek istemediğinizi söylemiştiniz. Fikrinizi değiştiren ne oldu? Başta niyetim sözüme sadık kalmaktı ve yemin ederim ki bir daha film çekecek olursam o filmde oynamam. Filmin yönetmeniyseniz, diğer oyuncuların performanslarıyla da ilgilenmeniz, tasarım, görüntü gibi filmin diğer unsurlarıyla ilgili kararlar vermeniz gerek. Aynı anda kendi oyunculuk performansınızın hakkını vermek çok zor. O yüzden, bu rolü başka bir oyuncuya teklif etmiştim aslında, ama o oyuncu Dickens’ın görece soğuk bir adam olarak tasvir edilmesinden hoşlanmadı. Halbuki bu rolün benim en sevdiğim yanı da buydu.

bir imaj rağbet görüyordu. O yüzden kimse Dickens’ın yaşamının bilinen hikayesini sorgulamadı ve o öldükten sonra da Nelly kendine gözlerden uzak, yeni bir hayat kurabildi. Aynı bugünkü gibi, değil mi? Ya, ya, evet. Bugün magazin basını insanların kanını emmeye çalışıyor, hem de ne pahasına olursa olsun. Bence bu korkunç bir şey. Okurlar başkalarının özel hayatını neden bu kadar çok merak eder ki? “Kendi işinize bakın!” diye bağırasım geliyor. Hayatta kimin kiminle yattığından, kimin uyuşturucu kullandığından ya da kimin sarhoş olduğundan daha önemli ve acı meseleler olduğunun farkında değiller mi? Ayrıca bu çok ilkel bir şey; normal insanlar 40’ından önce defalarca boşanır ve hiçbir şey olmaz ama şimdi gazeteciler ilişkilerdeki yaş farkına aynı Dickens’ın zamanındaki gibi eleştirel bir gözle bakıyor.

Doğrusu; film gerçekten hayli olağan dışı bir Dickens portresi sunuyor. Evet, Dickens hayalimizde genellikle neşeli, babacan bir adam olarak canlanır ama hakkında yeterince okuduğunuz zaman sorunlu bir adam olduğunu görürsünüz. Örneğin çok kolay kırılırdı ve bu kırgınlıklara çok agresif tepkiler verirdi. Ama niyetim onu çarmıha germek değildi. Aynı zamanda yaşama sevinciyle dolu çok tatlı bir adamdı. Filmin bunu açıkça ortaya koyduğunu umuyorum.

Siz şöhretinizle nasıl baş ediyorsunuz? Başarılı olmanın harika bir yanı var, insanlar yaptığınız işi takdir ediyorlar. Ama dediğim gibi, beni bir kamusal nesne haline getirdiklerinde rahatsız oluyorum. Oyuncuların belli oranda gizemlerini korumaları gerek. Ben hayran olduğum oyuncularla ilgili merak duyarım, kendime karşı da böyle bir merakı korumak isterim.

Dickens’ın kişiliğindeki bu çelişki, Nelly Ternan (Felicity Jones) ile olan ilişkisinde kendini nasıl gösteriyor? Kalbinin sesini dinlemesi çok soylu bir davranış bence. Eğer karınızla mutlu değilseniz mutluluğu aramanın nesi yanlış? Fakat öte yandan, kendini haklı çıkarmak için karısının iyi bir anne olmadığına dair yazılar yayımlıyor. İşte bu hazin bir durum. Çevresindeki herkes bundan utanç duyuyor. Bir şöhret olarak aslında Dickens bayağı berbat biri. Bugün olsa basınla ilişkilerinden sorumlu kişi çenesini tutmasını sağlardı.

Öyleyse şöhretiniz sizi sınırlandırıyor olmalı... Hayatımı ciddi oranda değiştirmemesi için elimden geleni yapıyorum. Günlük hayatımı olduğu gibi sürdürmeye çalışıyorum ve çoğunlukla da başarıyorum. İnsanlar sokakta beni tanıyorlar tabii ve bu istediğimden daha sık oluyor, ama dediğim gibi bunu hayatımı değiştirmeyecek biçimde algılamaya çalışıyorum. Yönetmenliğe başlamadan önce yıldız bir oyuncuydunuz. Neden yönetmen olmak istediniz? Fernando Meirelles ve David Cronenberg gibi yönetmenlerle çalıştıktan sonra her geçen gün yönetmenliğe merakım arttı; özellikle de fazla başarılı olmayan filmlerden sonra “Neden olmadı?”, “Ne yapmak lazımdı?” gibi soruları daha sık sormaya başladım. Setteyken kameranın yeri doğru mu acaba diye endişeleniyordum, oynadığım sahneleri nasıl kurgulayacaklar diye düşünüyordum. Sanırım böyle bir sürecin ardından yönetmenliğe geçmek mantıklı bir adımdı.

Dickens, zamanının en büyük şöhretlerinden biriydi kuşkusuz. Bu yanıyla karakterle kendiniz arasında bir bağ hissettiniz mi? Hayır. Onun şöhret düzeyi benimkinden ziyade bir rock yıldızı ya da bir futbolcunun şöhretiyle karşılaştırılabilir. Oysa insanlar beni Liam Neeson’la karıştırıp duruyorlar. Ciddiyim. Peki eğer Dickens bugünkü şöhret kültürünün öncülerinden biri idiyse Nelly ile ilişkisini nasıl gizli tutabilirdi ki? Çünkü 19. yüzyılda kimse skandallarla ilgilenmezdi. Tam aksine düzgün

Coriolanus’ta kamera neredeyse hiç durmuyor, The Invisible 65


The Grand Budapest Hotel, Tiglon

Woman’da ise tam tersine çok durgun. Bu stil değişikliği sizi zorladı mı? Her film ayrı bir stil gerektiriyor. Şahsen durgunluk bana kendimi daha rahat hissettiriyor. Kamerayı hareketsiz tutan ve bize insanlar arasında gerçekte neler olup bittiğini gösteren Yasujiro Ozu gibi yönetmenleri severim. Bugün izleyicilerin bu tarz bir durgunluğa tahammül edemez olmaları çok yazık. Oyunculuğu mu yönetmenliği mi tercih edersiniz? Kesinlikle oyunculuk. Her geçen gün daha fazla... Beni oyunculuk yapmaya yönelten ilk şey başka dünyalara kaçma arzusuydu, maceralar yaşamak istiyordum. Ama sonra belirsizlikler ve çelişkilerle dolu insanları keşfetmenin ve seyircinin o insanların bütün o farklı katmanlarıyla bağ kurabilmesini sağlamanın önemini fark ettim. Yani önemli olan hem karakterle hem de seyirciyle özdeşleşmek ve seyirciye sınandığını, etkilendiğini ve sarsıldığını hissettirmek. İnsanlarla ilişki kurmanın bundan daha heyecan verici bir yolu var mıdır bilmem. Canlandırdığınız karakterlerin içinde kaybolur musunuz? Asla tamamen kaybolamazsın herhalde; oynadığın bütün karakterler senin kimliğinle şekillenir ve hepsi senden izler taşır. Benzer şekilde ben de oynadığım her karakterden bir şey almaya çalışırım. Bu beni insan olarak zenginleştirmiş, oyuncu olarak da mükemmelleştirmiştir. Meslektaşlarınız tarafından kabul görmek konusunda nasıl hissediyorsunuz? Bu kibirdir belki ama ben kendi yerimi gayet iyi biliyorum. Oynadığım karaktere hakkını verip vermediğimi kimse benden iyi bilemez. Hayatım boyunca bu anlamda konfor karşıtı biri oldum. Hep her şeyin daha iyisinin yapılabileceğini düşünürüm. Ve size şunu söyleyeyim, bu konuda aslında her zaman haklı değilim. Yine de, öbür türlüsü çok sıkıcı olurdu, öyle değil mi? Belki de o yüzden hep farklı ve sorunlu karakterleri seçiyorum. Katilleri, savaş suçlularını, casusları, hastaları, sahtekarları oynadınız. Sizi korkutan bir rol var mı? Hayır, ben gerçek hayattan korkuyorum. Bazen ondan kaçmak için aktör olduğumu düşünüyorum. Hep oynadığın karaktere sığınarak bir şekilde gerçek yaşamdan kaçmış oluyorsun. Bazen bir baloncuğun içinde, dış dünyadan soyutlanarak yaşama riskini göze alıyorsun. Ama bu da işin bir parçası.

Acı çeken ruhlara özel bir ilgi duyduğunuz söylenebilir mi? Belki de, ama sebebini bilmiyorum. Neden diye sormuyorum hiç. Bir yönetmen o karakter için doğru kişi olduğumu düşünerek bana bir rol teklif ettiğinde soru sormak gelmiyor içimden. Öylece kabul ediyorum. Öte yandan en son ve meşhur rollerinizden birisi de Gustave H., Wes Anderson’ın oyunbaz ve şamatalı filmi The Grand Budapest Hotel’in tuhaf kahramanı yani. Kariyeriniz boyunca oynadığınız ender komik rollerden birisi bu. Anderson karakteri sizi düşünerek yazdığını söyledi. Bu karakterle aranızda herhangi bir ortaklık görüyor musunuz? O rol benim için biçilmiş bir kaftandı adeta ama bazı ayarlar yapmak gerekiyordu, özellikle tonunda, çünkü çok teatral bir adam olabilirdi. Bana basit ve doğal oynamamı söyledi, ritmi ve mizahın tonunu o ayarladı. Filmin Wes’e özgü bir abartısı var. Ayrıca Gustave bir aktöre benziyor biraz. Yıllar önce bir otelde çalışmıştım. Öyle yerlerde kendinizi sahne arkasında gibi hissedersiniz çünkü seyircileriniz vardır; yani konuklarınız. Anderson’ın sürekli çalıştığı oyuncularından oluşan o küçük aileye uyum sağlamanız kolay oldu mu? Wes, tiyatro kumpanyalarının bir sinema versiyonunu yaratmayı başardı. Bütün üyelerine eşit davrandığı ekipte bir aile atmosferi yaratabiliyor. Sette karavanlar yok, kimseye özel araçlar tahsis edilmiyor ve herkes gün boyunca kendi kostümleriyle dolaşıyor. Yorumuna gelince, biz oyuncularla alıştığımızdan farklı bir şey yapabilmemizi sağlayan karşılıklı bir güven ilişkisi kuruyor. O yüzden Tilda Swinton gibi güzel bir kadının nasıl olup da 80 yaşında bir hanımı oynamayı kabul ettiğini anlıyorum. Kendi çektiğiniz iki filmden sonra başka bir yönetmenle çalışırken “Ben bunu başka türlü çekerdim” dediğiniz oluyor mu? Çok sık! Ve bu tehlikeli bir şey, çünkü bir kez yönetmenlik yaptıktan sonra geri dönüşü yok, artık bir fikriniz var. Wes Anderson’ın sineması hakkındaki fikriniz nedir peki? Sanırım bugüne kadar çalıştığım yönetmenlerin en mükemmelliyetçisi. Çok ince ayrıntıları araştırıyor. Yaptığı işlerin tutarlılığını seviyorum. Hayal gücü çok geniş, son derece yaratıcı ve etkileyici. Ayrıca o kadar disiplinli ve düzenli bir dünya kurmasına rağmen, biz oyunculara büyük bir özgürlük tanıyor, ki başka bir yönetmen böyle bir dünyayı kurabilmek için oyuncularını son derece sınırlandırıcı performanslara zorlayabilir.

XOXO The Mag


TEK PLANIN PLANSIZ YAŞAMAKSA

ENERJİNİ SERBEST BIRAK.

YENİ NISSAN JUKE ŞEHRİN HAYLAZI

/NissanTurkiye

www.nissan.com.tr | NISSAN GÜLÜMSEME HATTI 0216 651 84 20

Fotoğrafta görülen aksesuar ve ekipmanlar, Türkiye paketinde farklılık gösterebilir. Juke M/C’nin ortalama CO2 emisyon değeri 104-145 gr/km ve şehir dışı yakıt tüketimi 3,7-5,2 lt/100 km arasında versiyonlarına göre değişmektedir. Yakıt tüketimleri 1999/100/EC’ye göre belirlenmiştir. Hava şartları, sürüş tekniği ve bakımlarına göre sonuçlar değişebilir.


INTERVIEW/FASHION

Edgardo Osorio

Güneşin Peşinde Bir Ananas Siz bu satırları okuduğunuzda hava biraz serinlemiş, yaz, deniz ve güneşle olan bağınız çoktan kesilmiş olabilir. Biz, üzerimizdeki güneş ışınlarını atmakta güçlük çekiyoruz. Aquazzura’nın ardındaki deha, Edgardo’ysa taammüden güneşi takip ediyor. Ve bu sırada yanından ayırmadığı çizim defterine daimi dolce vita yansımaları karalıyor. Takip eden sayfalarda, yazdan kalma bir gün, rahat yüksek ökçeler ve ananasın bilmediğiniz yönlerini keşfetmeyi vadediyoruz. röportaj aslin kumdagezer fotoğraf özkan önal

XOXO The Mag


Olivia Palermo for Aquazzura

“Böylesi bir unvan için çok genç değil misiniz? Bu baskı altında nasıl hissediyorsunuz?” diye sorulmuştu. 23 yaşında Roberto Cavalli’de ayakkabı tasarımı bölümünün başına geçip, 28’ine gelmeden kendi markanı kurmanı göz önünde bulundurarak aynı soruyu sana sormak isteriz. Ani bir flashback yaşadım... Açıkçası ben çok şanslıydım. Tabii o kadar genç bir yaşta, elini o kadar büyük bir taşın altına sokmak da oldukça büyük bir sorumluluktu ve biraz da ürkütücüydü. Ama herhangi bir okulda öğrenebileceğimden çok daha fazla şey öğrendim. Çünkü genç yaşıma rağmen Salvatore Ferragamo, Roberto Cavalli gibi birçok farklı markayla çalıştım ve neyse ki bana güvenip, her zaman yeni bir şeyler denemem için alan bıraktılar. Sonunda kendi markamı kurmaya karar verdiğimdeyse harika bir özgeçmişim, müthiş bir tecrübem ve oldukça fazla tanıdığım vardı.

Şu anda neredesin? Mykonos’tayım ve hava harika. Birkaç gün önce de Bodrum’daydım. Oldukça sık duyuyor olmalısınız ama ben de söylemeden geçemeyeceğim; Bodrum’a bayıldım. Bu arada yakın zamanda da Beymen’le yeni bir işbirliği dolayısıyla İstanbul’a da geleceğim. Nasıl bir işbirliği? Çok yakında öğreneceksiniz. Ofise döndüğünde ilk yapacağın şey ne olacak? Eylül başına kadar ofis olarak tatildeyiz, o nedenle açıkçası ofise dönüşümü hiç düşünmüyorum. Zaten genelde tüm koleksiyonlarımı tatillerimde tasarlıyorum. Düşünmeye her zamankinden fazla vakit buluyorum ve düşüncelerimi bölen diğer işlerden uzakta oluyorum. Yani ofise dönmeme gerek yok, halihazırda çalışıyorum; o yüzden tatile çıkarken yanıma mutlaka çizim defterimi alırım, deniz kenarında çizmeye bayılıyorum.

Şans faktöründen çok yaratıcılığının ve vizyonunun bu senaryoda büyük payı var sanki... Çok naziksin. Galiba ben hepsinin de ötesinde en büyük etkeni, çok, çok çalışmak olarak görüyorum.

Markanın adı şu an daha da anlam kazandı. Evet, Aquazzura, İtalyancada mavi su (aqua azzura) demek. Deniz ve plaj en hayran olduğum şeylerden ikisi. O nedenle markamı da bu konsept üzerine kurmaya karar verdim. Zaten doğası gereği İtalyanlar da tatil insanlarıdır, ben de markanın odağına daimi bir İtalyan tatili konseptini oturttum. Tercihen Amalfi Coast’ta.

Söz konusu yüksek ökçeli ayakkabılar olunca, rahatlık kavramı, stilden ödün vermekle eşdeğer tutuluyor. Aquazzura’nın estetiğinde rahatlık tercümesini nasıl buluyor? Aslında kendi markamı kurmamın temeli tam da bu noktaya dayanıyor. Benden çok önce de kadınların alabileceği harika tasarımlar vardı. Fakat hemen hemen tüm kadınlar, en azından benim etrafımdakiler, ayakkabıların ne kadar rahatsız olduklarından yakınıyorlardı. Ve ben güzel olduğu kadar rahat, yüksek topuklu ayakkabılar yapabileceğimden emindim. Aquazzura’dan önce, sektörde rahatlık kavramı kara bir lekeydi. Çoğu zaman eğlenmeye çıktığımızda arkadaşlarım o yüksek ökçeleriyle yürümeye çalışıp, acı çekiyorlardı ve daha gecenin başında ayakkabılarını çıkarmak zorunda kalıyorlardı. Yüksek topuklar, kadının kendini seksi hissetmesi için var ama ayakların acıyorsa kendini seksi hissedemezsin.

Kış için tasarlarken nasıl hissediyorsun o halde? Birçoklarından farklı olarak ben, kışı plaja gitmemek için bir bahane olarak görmüyorum. Çünkü kış geldiğinde güneşi takip edip sıcak ülkelere kaçıyorum. Ama kulağa ne kadar ironik gelse de kış için tasarlamayı ve kışın giydiğim kıyafetleri de oldukça seviyorum. Bu da temelde tasarımının kendisini sevmemden kaynaklanıyor, ama tercih hakkım olsa önceliğim daha sıcak havalar için tasarlamak olurdu. Belki Floransa’nın iklimi de seni bu noktada etkiliyordur. Doğru söylüyorsun, Floransa’da çok soğuk havalara maruz kalmıyoruz. En fazla bir hafta sürüyor soğuklar. Tahammül edebileceğim bir sınırda yani.

Global anlamda tanıdık bir senaryo çizdin. Çok partiler misin? Dans etmeyi çok seviyorum, gecenin ilk dansı benimle başlar ve herkes gitmeye başladığında bile ben, hala dans ediyor olurum. Dolayısıyla kız arkadaşım daha gecenin başında ayakkabılarını çıkarınca benim için bir anlamda oyun bitiyor... Anlarsınız.

Yves Saint Laurent’a, Maison Dior’un başına geçtiğinde, 69


Aquazzura FW 2014

Eğer moda haftasından sağ salim çıkabiliyorsan gerçekten rahat olmalılar... Bilmek istersen, moda haftaları için editörlerin en favori tasarımı Amazon. Hem çok seksi hem de bir o kadar rahat... Bu konuda çok komik bir hikayem de var; geçtiğimiz moda haftalarından birinde bir arkadaşım bana bir ‘front row’ fotoğrafı yolladı ve oturanların ayakkabılarına bakmamı istedi. Neredeyse hepsi Aquazzura giyiniyordu.

Aquazzura kadını hangi şarkıda dans ediyor peki? Pharrell, ‘Happy’. Lüks ve ayakkabı yan yana geldiğinde aklına hangi sıfatlar geliyor? Tabii ki kişiye göre tasarlanmış, giyeni harika gösterebilen ve biraz çılgın; ama her şeyden önce ‘seni’ düşünen ve ‘senin’ için var olan... Lüks pazarında hayatta kalabilmek için sen markanda neler yapıyorsun? Her şeyden önce, ayakkabının yapımı sırasında çok yetenekli zanaatkarlarla çalışıyorum. Benim sunduğum lüks, ayakkabının adeta bir eldiven gibi ayağa oturması... Anatomik olarak bir ayakkabının rahat hissettirmesi, ayak kemerinin desteklenmesiyle doğru orantılıdır. Ve yüksek topuklu ayakkabılarla yürürken tüm vücut ağırlığınız, tabanınızın ön kısmına yüklenir. Bu da acıya sebep olur. Biz de tasarımlarımızda bu anatomiyi önümüze koyarak çalışıyor ve ayakkabının formuna bu şekilde karar veriyoruz. Sonuç olarak da tabanın her tarafının eşit alanda desteklendiği rahat ayakkabılara ulaşıyoruz. Sence neden lüks segmentindeki markalar bunu daha önce düşünemedi? Açıkçası daha öncesinde kimsenin bunu düşünememiş olması beni çok şaşırtıyor. Çünkü o kadar önemli bir konudan bahsediyoruz ki... Aslında, 1940’larda ve 50’lerde tüm kıyafetler ve ayakkabılar kişiye özel yapıldığından, mükemmeliyet kaçınılmazdı. Ayakkabılar bizzat alacak kişinin ölçülerine göre yapılırdı. Ama seri üretimle durum değişti. Bu yüzden insanlara benim ayakkabılarımı denemeleri konusunda ısrar ediyorum çünkü vitrinde harika görünen fakat ayağınızı kesen, vuran birçok ayakkabının aksine benim tasarımlarım giyilmek için yapıldılar. Ve en güzel durdukları yer vitrin değil bir kadının ayağı... Markanın ilk zamanlarında reklam anlayışınız nasıldı? Doğrusunu söylemek gerekirse kulaktan kulağa yayıldık. Tasarımlarımı ilk gören ve deneyenlerden biri W Magazine’in moda editörü Giovanna Battaglia’ydı. Koleksiyonu o kadar beğendi ki o sene moda haftası boyunca sadece benim tasarımlarımı giydi. Söylediğine göre hafta boyunca bütün editörler yolunu kesip ne giydiğini sormuş. Böylece siparişlerimiz arttı. Ayrıca mağazaların da bu konuda önemli olduğunu düşünüyorum. Bir gelen bir dahakine kız kardeşi ya da en yakın arkadaşıyla geliyor. Tabii sunduğumuz ürünün yeniliği ve vadettikleri sayesinde de ilk dönemde özel bir çalışma yapmamıza gerek kalmadı.

Aquazzura, rakiplerinden estetik anlamında nasıl ayrılıyor? Çok uzun zamandır ayakkabılar, ayakkabı olmaktan çıktı. Koca platformları, garip topuklarıyla ölçüsüz heykelleri andırıyordu. Benim tasarımlarım olabildiğince sade olmalarıyla da diğerlerinden ayrılıyor. Çünkü bazen en güzel olan en sade olandır. Ayrıca bu konuda aldığım en güzel iltifatlardan biri de tasarımlarımı sadece kadınların değil, erkeklerin de beğeniyor olması. Daha doğrusu onlar, ayakkabılarımı giyinen kadınları beğeniyorlar. Bu da insanların beni anladığını gösteriyor sanırım. Hiç ayakkabılarından birini denedin mi? Sadece bir kere. Bir parti veriyorduk ve parti tasarımlarımın ne kadar rahat olduğu üzerine kurgulanmıştı. O yüzden erkek modeller dahil hepimiz yüksek topuklu ayakkabılar giyiniyorduk. Oldukça eğlenceliydi, ama ben alçak topuklarımla mutluyum. Peki erkekler için tasarlayacak mısın? Yakın gelecekte belki, ama kadın aksesuarlarında ürün gamımızı genişletiyoruz. Hatta Ekim başında Floransa’da yeni bir mağaza açıyoruz. Tüm Aquazzura koleksiyonuna ulaşabileceğiniz dünyadaki tek mağaza olacak ve kişiye özel tasarım servisi de vereceğiz. Bu arada sen sormadan ben söyleyeyim, yakında sneaker da tasarlamaya başlıyorum. Şu anda ayağında ne var? Flipflop giymeyi bıraktığımdan beri tatillerimde sadece espadrillerimle dolaşıyorum. Bitirmeden; logonda neden bir ananas var? Markayı kurma aşamasında Amalfi Coast ve Capri Adası’ndaydım. Etrafımda oldukça fazla ananas vardı. Bu sırada ananasın misafirperverliği simgelediğini öğrendim. Ardından semiyotik olarak araştırdım ve altın ananasın uğur getirdiğini keşfettim. Ve ayakkabınızın altında uğur getiren bir sembol olması fikri çok hoşuma gitti. Ayrıca meyvenin tacı andıran tasarımı da beni çok etkiliyor.

XOXO The Mag



NETWORK FEEL

an original idea by CO photographer bedia günaydın styling müjde metin hair ibrahim alan make up orbay baş location 101 production

Bu bir ilandır.

Silüet ve proporsiyonun birbiriyle girdiği etkileşimin en etkin görünebileceği yer, modada, takım elbiseden geçiyor. Özenle dikilmiş bir takımın modern bir görüntüdeki uyarlamaları için ise farklılıklar, kendini renklerde ve kumaşın kalitesinde gösteriyor. Yeni sezondaki ana koleksiyonunda, farklı stillere ve iş hayatına hitap eden tasarımlarıyla dikkat çeken Network, Feel için de yüksek kaliteli kumaşlar kullanarak yarattığı takım elbiseler tasarlıyor.


DETAY VE KÜLTÜR Network’ün E.Thomas’ı seçmesinin sebebi, kumaşlarının, Feel serisindeki tasarımların özenine en yakın detaycılıktan geçiyor olması. Zira E.Thomas 90 yılı aşkın süredir doku üretimini, titizlikle, Avustralya yünü kullanarak gerçekleştiriyor. ‘İngiliz görünümü’ kisvesiyle özdeşleşen takım elbise kültürüne, kendi İtalyan dokunuşlarını kazandıran bu kumaşlar, Network’de hafifliği ve özel dikiş tekniğiyle öne çıkan tasarımlara bürünüyor.


LA DOLCE VITA İşlendikçe ve yumuşaklığı arttıkça, takım elbisenin ‘la dolce vita’ notasını yoğunlaştıran yün, materyal olarak oldukça hassas. Yün elyaf çapı inceldikçe yumuşaklık ve dolgunluk artacağından, kumaş kalitesi yükseliyor. Elyaf inceliği ve uzunluğuyla, kumaşın kalitesi arasındaki bu teknolojik doğru oran, Network Feel tasarımları üzerinde göreceğiniz SUPER 120’S, SUPER 130’S, SUPER 150’S etiketlerinde devreye giriyor. Ayrıca Network Feel takımlar, yüksek kalitede Limited gömlekle eşleniyor.


SKALA KATKISI İngiltere seyahatine çıkan bu İtalyan kumaşının, Kuzeyli ‘business’ ciddiyeti de yansımasını Network Feel renk paletinde buluyor. Grinin tonları, siyah ve lacivert geçişleri markanın kalıplarıyla omuzlara oturuyor. Network Feel’deki renk skalası, kış aylarının dingin ruhuna uygun tonlara odaklanarak, net bir tavır sergiliyor. Tercihinize göre Network Feel serisinin takım elbiselerinde çizgilere ve karelere de rastlayabilirsiniz.


SUIT UP Ham maddenin kalitesi kadar nasıl birleştirildiği de kuşkusuz kalitenin konuşulmayan gereklilikleri arasında. Bu noktada, Network, Feel ile E.Thomas’a da övgü niteliğinde yeni kalıplar üretiyor. Boyun omuz kol çizgilerindeki pürüzsüz mimari formlar, takımların yapısal mükemmelliğini vurguluyor. Tasarımı yeni satın aldığınızda omuz başlarında ve kol bitimlerinde rastlayacağınız dikişlerde, bir tutam haute couture tatmini var.


ACTION TIME Takım elbise tasarımlarını incelemek, bir nevi perspektif işi. Yakından bir detay veya uzaktan bir silüet; takım elbise her zaman farklılaştığı noktayı aslında aynı bağlamlarda kendi başına yaratıyor. Yani, form itibarıyla aynı olan bir tasarım, kendi ayrıntısıyla bir anda öne çıkabiliyor. Tasarımla alakalı her elementin birbiriyle ilişiği olduğunun, modadaki en net ibaresi. Bu durumda, Network, zaten güçlü olduğu business bağlamına yeni Feel serisiyle daha da güç katıyor.


INTERVIEW/magazıne

Uffe Buchard

He’s Got the Power İskandinav estetiğinin cazibesini yayıncılık mecrasına taşıyan dergilerden Dansk, sahip olduğu kültürel mirası global bir çerçeveye oturtarak evrenselliği hedefliyor. Derginin kurucuları Uffe Buchard ve Kim Grenaa, kulağa pek de yabancı gelmeyen bu hedefe ilerlerken, iflah olmaz tatminsizlikleri ve ödün vermedikleri özgürlüklerinden güç alıyorlar. Uzun yıllardır, neredeyse, her adımlarını birlikte atan ve halihazırda Dansk’te Kreatif Direktör ve Genel Yayın Yönetmeni rollerini paylaşan ikiliden Uffe, üretimlerine dair sorularımızı yanıtladı. röportaj serap gecü fotoğraf nicky de silva


İddialı mottonuzla başlayalım. Sizi “dünyanın en özgür moda dergisi” yapan ne? Özgürlüğümüz herhangi bir yayınevine bağlı olmamamızdan ileri geliyor, finansal bir yatırımcımız yok. İkimiz de dergiden önce büyük bir yayıncıyla çalışıyorduk. Bütün kreatif kararların yönetim kurulu toplantılarında alındığı o ortamda birbirimize söz verdik: Bir daha hiç kimse kreatif özgürlüğümüzü elimizden alamayacaktı, buna asla izin vermeyecektik. Bu yüzden, eğer Kim ve ben bir fikir üzerinde uzlaşırsak o fikri hemen hayata geçiriyoruz ve birkaç ay sonra dergide o konuya yer veriyoruz. Yani “hadi yapalım” diyoruz ve yapıyoruz. Hiç karmaşık değil. Çünkü ikimiz de basitlikten yanayız. Hızlı kararlar alıp rahat hareket etmemiz muhtemelen bizi farklı kılıyor. Ve tabii dergiyi de bol sürprizli bir hale getiriyor.

iki farklı daireye ayırdığımız bir teras katını paylaşıyoruz, yani aynı zamanda bilerek ve isteyerek komşuyuz. İnanabiliyor musun? İnsanlar deli olduğumuzu düşünüyorlar, bilhassa yeni erkek arkadaşlarımız. Dergide ana odaklarınız moda ve lüks. Bugünün modasının yeni bir lüks tanımıyla, insanları farklı bir doğrultuya yönlendirdiğini düşünüyor musun? Bu anlamda lüksün demokratikleşmesi senin için ne ifade ediyor? Bana göre, lüks herkes için geçerliyse o lüks değildir -sadece pahalı bir tasarım nesnesidir ve bu da tamamen farklı bir şey. Lüks dediğin ayrıcalıklı olmalı, kolay ele geçirilememeli ve daima sınırlı sayıda üretilmeli; güzelliği, konforu ve iyi tasarımı bir arada barındırmalı. Lüks sözcüğü bugün cazibesini ve bağlamını neredeyse tamamen yitirmiş durumda, seri üretilen ucuz ürünler dahi lüks adı altında satılabiliyor. Neyse ki, lüksün gerçekte ne olduğunu anlayabilen birkaç marka var hala. Lüks herkes için geçerli olsaydı, lüks müşterisi ne yapardı, ve geri kalanımız neyin hayalini kurardık? Şahsen ben demokratım, ama dünya üzerindeki her ‘sıradan’ genç bir Louis Vuitton ya da bir Chanel çantaya sahip olmadan mutlu bir yaşam sürdüremez hale geldiyse, bu iş çok ileriye gitmiş demektir ve bir şeyler yanlıştır. Dansk’te über lüks, özel parçalara ve hatta haute couture tasarımlara yer veriyoruz. Ama bunu sırf insanlar onları satın alsın diye yapmıyoruz -zira çoğu zaman bu mümkün bile olmuyor. Tabii bu arada, bu tasarımları daha ucuz ürünlerle karıştırmayı da seviyoruz. Malum, sınırlı bütçesi olan, stil sahibi çoğu insan da alışverişini bu şekilde yapıyor.

Kendi derginizi çıkarma kararını nasıl aldınız? Bahsettiğim yayıncı Danimarka’da aylık yayınlanan büyük moda dergilerinden birini çıkarıyordu. Biz de Kim’le orada Moda Direktörü pozisyonunu paylaşıyorduk. Dört yıl bu pozisyonda çalıştıktan sonra, iş çok sinir bozucu bir hal almaya başladı, zira modayla istediğimiz gibi oynayamıyorduk, çok sevdiğimiz lüks markaları dergi çekimlerinde kullanmamıza izin verilmiyordu, moda sayfalarını kadınların beğenisine göre hazırlıyorduk, ve bu da pek bayılmadığımız bir şeydi. Sonra bir gün, Genel Yayın Yönetmenimizle hardcore toplantılarımızdan birini daha yaptık ve işi bırakıp kendi dergimizi kurmaya karar verdik. Hem kadınlara hem de erkeklere hitap edecek bir moda yayını yapmak istiyorduk. Ve nihayet, altı ay sonra, Dansk’in ilk sayısı ellerimizdeydi.

Hangisini tercih edersin; ilk bakışta göze çarpmayan lüksü mü yoksa aşikar olanını mı? Burada çoğul cevap vereyim, sanırım biz, daha sofistike olan gizli lüksten hoşlanıyoruz, ama arada bir daha zevksiz, basit parçalarla çekim yapmak da çok hoşumuza gidiyor... Yani buradan bakarsak sofistikeliğe sadık olduğumuz da söylenemez.

Peki kreatif ajansınız GreenaBuchard resme nasıl dahil oldu? Hikayeyi biraz daha gerilere sararak cevap vereyim: Kim’le tanıştığımda 28 yaşındaydım. Saç tasarımcısı ve makyaj sanatçısı olarak çalışıyordum ve başarılı bir kariyerim vardı. Müşterilerimle dünyayı dolaşıyordum. Kim ise daha 19 yaşındaydı ve tasarım okuyordu. Yani onunla 20 yılı aşkın bir süredir birlikte çalışıyoruz. Tanışmamızın üzerinden çok geçmeden duygusal bir ilişki yaşamaya ve takım olarak çalışmaya başladık. Kim fashion stylist oldu, ben de yine saç ve makyajla ilgilendim. Birlikte çalıştığımız ilk şirket Style Counsel’dı -fotoğrafçıları, stylist’leri ve make up artist’leri temsil ediyorduk. Burada yaptığımız işler sonucunda kreatif direktör olduk ve moda müşterileriyle farklı bir seviyede çalışmaya başladık. Aradan yedi yıl geçtikten sonra Kim’le aramızdaki romantik bağları kopardık ve birbirimizin en iyi arkadaşı, iş ortağı ve ruh eşi olarak yola devam etme kararı aldık. Bu karardan bir yıl sonra Dansk’i ve nihayet 2009’da da ajansımız GrenaaBuchard’ı kurduk. Kim ve ben hala her şeyi beraber yapıyoruz -bir anlamda kardeş gibiyiz. Şirkette ve dergide ortağız, şehir dışında bir evimiz var, ve hatta Kopenhag’ın merkezinde

Yaklaşık beş yıl önce, Gisele Bündchen’i kapağa taşıdığınız 22. sayınızla relaunch yaptınız. Bu adımı “global moda fenomenini Kuzey’den ilham alan bir bakış açısıyla ele alacağınız köklü bir değişim” olarak tanımlamıştın. O günden bu yana derginin gidişatı tatmin edici oldu mu? Aslına bakarsan, şimdiye kadar hiçbir sayının aldığı son hal benim için tam tatmin edici olmadı, zaten bu yüzden bu işi yapmaya devam etme zorunluluğu hissettim içimde. Hep ileride daha iyisini yapabilmek için... Dergi matbaadan her geldiğinde depresif hissediyorum, çünkü her seferinde farklı yapmış olmayı istediğim ya da farklı bir şekilde editleseydim dediğim bir şeyler karşıma çıkıyor. Dansk benim henüz ergenliğe girmemiş kızım, onu büyütmek için elimden gelenin en 79


iyisini yapmaya çalışıyorum, ama bazen yaramazlık yapabiliyor. Günün birinde sonuçtan %100 mutlu olacağım bir zaman gelecek mi hiç bilmiyorum... Relaunch yapmamızın arkasında bir sürü değişikliği tek seferde yapma isteği yatıyordu, bir nevi devrimdi bizim için. Şimdiyse her altı ayda bir relaunch yapıyormuşuz gibi hissediyorum, moda çarkı öylesine yüksek bir hızda dönüyor ki düşüncelerimiz de onunla beraber değişiyor... Bu arada 33. sayıda epey büyük şeyler olacak, söz veriyorum. Bence her dergi görünümünü daha sık gözden geçirmeli, sonuçta pazara sunduğunuz en son sayı ne kadar iyiyse siz de o kadar iyisiniz, ya da okur gözünden bakarsak, okuduğunuz derginin ne kadar iyi olduğu aslında sizi de tanımlıyor. Globale açılırken Dansk adının kısıtlayıcı olabileceğini düşündünüz mü? Dansk gerçekten çok gerizekalı bir isim. Kimse doğru telaffuz edemiyor. Hele ki Fransızlar; derginin adını söyleyeyim derken dilleri düğümleniyor. İlanverenlerimizin büyük kısmı Fransız olduğu için bu durum bizim açımızdan pek hoş olmuyor tabii. Yine de iyi tarafından bakarsak, ismin bu kadar farklı olması çok ilgi çekiyor, insanlar anlamını soruyorlar falan. Kim’le, dergi camiasında pek alışılmadık bir şekilde, hem Genel Yayın Yönetmeni hem de Kreatif Direktör rollerini paylaşıyorsunuz. Titr’leriniz aynı olsa da aranızda bir iş bölümü vardır mutlaka... Kim daha ziyade işin ‘iş’ kısmıyla ve özellikle de ilanverenlerle ilgileniyor, onları mutlu etmeyi çok iyi biliyor. Dergi için birkaç moda çekimi yapmak kreatif açıdan onu tatmin etmeye yetiyor, diğer ekiplerin yaptığı işlere pek müdahil olmuyor. Diğer taraftan, yurtdışındaki ekiplerle bütün ilişkileri ben yönetiyorum, model ayarlamak ve ekiplerle fikir geliştirmek de yine bende. Dergideki editoryal işlerin çoğunu da ben yapıyorum. Sanat direktörlüğü kısmında ise ikimiz de işin içinde oluyoruz. Böyle kendiliğinden gelişmiş bir iş bölümü var aramızda. Nasıl yöneticilersiniz? Çalışması çok zor insanlarız ve pek modern olduğumuz söylenemez. Ne

istediğimizi biliyoruz ve ekipteki insanların iyi niyetlerini ve iyi fikirlerini dinlemekte zorluk çekiyoruz. Sıklıkla, hatta neredeyse çoğunlukla, onların fikirlerini reddediyoruz. Bir taraftan da onlara haksızlık yaptığımızın farkındayız ve bu durumu iyileştirmeye çalışıyoruz. Ama ne yapalım karar verici olmayı seviyoruz, kendi ürünümüzün kontrolünün bizde olması hoşumuza gidiyor ve bu nedenle kendimizi ana karar mekanizması olarak konumlandırıyoruz. Neyse, en azından zayıf kişilikler değiliz, kararlarımızın arkasında duruyoruz ve kendimize güveniyoruz. Şu hayatta en kötü şey zayıf yöneticiler; onlara dayanamıyorum. Copenhagen Fashion Week’e uzun yıllardır destek veriyorsunuz. Bu yıl nasıl bir hafta geçirdiniz? Copenhagen Fashion Week’in başlamasına bir anlamda biz vesile olduk diyebilirim. Her yıl etkinliğe katılan müşterilerimizin defilelerini hazırlamakla meşgul oluyoruz. Hem yoğun günler geçiriyoruz hem de kendi hazırlamadığımız defileleri de izlemek istiyoruz. Ayrıca, yabancı basın için her sezon Dansk Collective’i yapıyoruz. Bizi tanıdıkları ve cool buldukları için, moda haftasının son gününde böyle küçük bir moda sergisi gerçekleştirmemiz hoşlarına gidiyor. Derginin lansmanı için de bir akşam yemeği veya kokteyl düzenliyoruz. Yani organizasyonel açıdan epey yoğun bir hafta geçirdik bu yıl da... İskandinav tasarımının pek çok alanda iyi çalışmış bir formülü var. Bu formül moda alanında da son yıllarda etkisini hissettiriyor. Bu etkinin -Danimarka modası özelinde- gelecekte nasıl yansımaları olacağını düşünüyorsun? Danimarka modası bence şu anda çok iyi durumda. Nispeten yaşlı ve ticari moda markalarının çoğu kendini geliştirmiyor ve müşterilerinin iyi tasarıma olan sevgisini göz ardı ettikleri için güç kaybediyor. Tam burada Danimarkalı genç ve yetenekli tasarımcılar devreye giriyor, daha yüksek fiyatlarla, daha yüksek kaliteyle, daha güçlü ve evrensel düşüncelerle, avangard bir bakış açısıyla ve tabii bir gün yıldızlara erişme hayaliyle... Birkaç yıl içinde bu insanların sayısı artacak ve onların koleksiyonlarını modanın başkentlerinde sergileyeceğiz. Yani yıllar önce tasarım ve mimari alanlarında yaptığımıza benzer büyük uluslararası atılımı henüz moda anlamında yapmış değiliz, ama

XOXO The Mag


giderek o noktaya yaklaşıyoruz. Dergi olarak biz de yeni yeteneklere sayfalarımızda mümkün olduğunca yer veriyoruz.

Steven Klein ve Steven Meisel gibi fotoğrafçıların işlerini yayını da düşünmeden alırım. Bu isimler bana inanılmaz ilham veriyorlar.

Şu ana kadar 2014’ün en büyük moda olayı ne sence? Kesinlikle Nicolas Ghesquière’nin Louis Vuitton’daki ilk koleksiyonu. Moda dünyasının en büyük iki gücü bir araya gelmiş oldu. İşin nereye varacağını görmek için sabırsızlanıyorum.

En sevdiğin kurgu karakterler hangileri? Morticia Addams’ı seviyorum ve -üzgünüm ama- Harry Potter’a bayılıyorum. Tabii bence gözlüklerinden kurtulmalı. Pek şık değil... Moda camiasının en cesur figürleri? Miuccia Prada, Donatella Versace, Raf Simons ve elbette Karl Lagerfeld. Karl hiçbir şeyden korkmuyor, hakkını vermek lazım.

Peki AW 2015 defilelerinden favorilerin hangileri? Bu sezon Prada’ya bayıldım çünkü fazlasıyla Prada’ydı. Bir tasarımcının DNA’sı mevcut moda akımlarından daha güçlü olduğunda bu çok hoşuma gidiyor. Alexander Wang favorimdi, Proenza Schouler da öyle, ki onunla son sayımız için röportaj da yaptık. Ve tabii Louis Vuitton bir virüs gibi yayılıyor, başta biraz şok olmuştuk ama sonunda kapağımıza bile taşıdık!

Tanıdık yüzlere nadiren yer veriyorsunuz ama Dansk’in kapağında görmeyi en çok hayal ettiğin isim? Linda Evangelista’yı kapakta görmeyi çok ama çok isterim. Neredeyse 50 yaşında ve bugüne dek bana onun kadar ilham veren başka biri olmadı. Şimdilik kapak teklifimizi reddettiyse de tekrar tekrar sormaya devam edeceğiz. Belki 70 yaşına geldiğinde pes edip kabul eder...

Malum, matbu ve dijitalin iç içe geçtiği bir dönemi yaşıyoruz. Dansk’in dijitale yönelik nasıl planları var? Güzel, ağır ve pratiklikten uzak, coffee table moda dergileri bu pazarda kendine her daim bir yer bulacak. Biz bu dergilere olan ilgimizi hiç yitirmeyeceğiz, ve bence gelecek kuşaklar da bu anlamda sadık kalacaklar. Ama aptal da değiliz, blogumuzun, Instagram ve Facebook hesaplarımızın her ay daha da popülerleştiğinin farkındayız ve hepsinden önce bloga ağırlık vermeyi düşünüyoruz. Tabii ne olursa olsun dergi her zaman tek olacak ve diğer her şey ondan beslenecek.

Sık seyahat ediyor olmalısın. Seyahat trafiğin bu aralar nasıl? Kopenhag’da yaşamak çok güzel ama bir şartla, sık sık seyahat etmelisin, ve ben de tam olarak bunu yapıyorum. Genelde Londra, Paris, Berlin ve New York’a gidiyorum. Bunlar dışında yarın iki H&M kampanyasının kreatif direktörü olarak Stockholm’e gidiyorum, ay sonuna doğru da birkaç günlüğüne arkadaşlarımı görmek için Ibiza’ya gideceğim. Bir sonraki ay Milan Fashion Week var ve oradan da Paris yolu gözüküyor.

Bu arada moda bloglarına bakışın nasıl? Moda bloglarıyla pek aram yok, onları pek ciddiye almıyorum. Zira birtakım yeniyetmelerin okula ya da defileye giderken ne giydiği beni hiç ilgilendirmiyor. Çoğu blog günlük tadında oluyor ve bence bu hiç ilginç değil. Hiçbir eğitimi ve bilgisi olmayan insanların nerede yemek yedikleri veya hangi otellerde kaldıkları bana hiç ilham vermiyor.

İstanbul’a hiç yolun düştü mü peki? Birkaç yıl önce bir hafta sonu İstanbul’daydım, partilerle ve biraz da görülmesi gereken yerleri gezerek çok iyi vakit geçirdim. Parti konusunda kesinlikle çok iyisiniz. Tekrar gelip Ian Schrager’ın yeni Istanbul Edition’ında kalmak istiyorum. Tam bir cool otel meraklısıyım, ve itiraf edeyim İstanbul’a da hayli merakım var. Geri geleceğim!

İlham aldıklarını da soralım o zaman... Tim Blanks, Vanessa Friedman veya Suzy Menkes gibi ne konuştuğunu bilen insanların yazılarını okumaktan hoşlanıyorum. Sølve Sundsbø,

Bitirmeden; 15-20 yıl önceki Uffe bugün seninle karşılaşsa ne yapardı? Arkasına bakmadan kaçardı! 81


Celebrate Creativity

WeTransfer is a file transfer service first and foremost. It was built to get files from A to B with no hassle, no stress and no charge. But it is much more than that. At its heart is a global exhibition of creative talent. In curating the wallpapers and experience you see on WeTransfer today we have built an amazing network of artists, illustrators, entrepreneurs, photographers, shops and artisans. It has allowed us to provide a free tool for our users, but also support the creativity of some incredible businesses and people around the world. And for us, that's a really, really big deal. www.wetransfer.com



INTERVIEW/cınema

Bora Tekay

Güzelliktense Samimiyet Sinema sitelerindeki filmografi sayfaları farklı bir resim çiziyor olabilir ama Bora Tekay, 1999’da Fasulye’yi çektikten sonra sessizliğe falan gömülmedi. Yanlış anlaşılmalar üzerine gelişen mafya komedisinin ardından 15 sene geçti belki fakat Tekay setlerden hiç kopmadı, sayısız dizinin yönetmenliğini üstlendi. Yine de insanların “İkinci sinema filmi ne zaman geliyor?” merakını dindiremedi. Bu merakın giderileceği zaman işte tam da bu ay. Bora Tekay, Fasulye’dekinden çok farklı bir mizahla kotardığı Böcek’le sinemalarda... Oyuncuların kendi ismiyle oynadığı, yanlışlıklar komedisinin yerini bir film çekmenin zorluklarının aldığı Böcek’i konuşmak, bu 15 senede neler olduğu üzerine laflamak ve deneysel sinemayla gönül bağının ne durumda olduğunu öğrenebilmek için Bora Tekay’a bağlandık. röportaj erman ata uncu fotoğraf özkan önal

XOXO The Mag


1999’daki Fasulye’den beri ilk kez uzun metrajlı bir filmle seyirci karşısındasın. Bu 15 yıllık aranın sebebi ne? 15 sene boyunca niye sinemadan uzak kaldın? Fasulye’de battık. Hem de ciddi anlamda. Tekrar film yapacak finansal gücü bulabilmemiz için bu kadar sene geçmesi gerekti. Ne de olsa sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yiyor. Fasulye’den hala çok memnunuz, bir şikayetimiz yok ama o dönem bayağı zorladı bizi.

hikayede yaşadıklarımızdan yola çıktığımız noktalar var. Fasulye’de yaşadıklarımızın etkisi, yönetmen Bora’nın sektörden usanmışlığı... Kimisi gayet bilinçli, kimisi de bilinçte farkında olmadan yer edip kendiliğinden ortaya çıkan referanslar. Ama bu referansları tek tek benim işaret etmem pek doğru olmaz. Filmin öyküsünde Haluk Özenç’in de imzası var. Fasulye’den beri sık sık beraber çalışıyorsunuz. Aranızda nasıl bir rol dağılımı var? Bu seferki standart bir çalışma şekli olmadı. Normalde alanlar ayrı ama Böcek’te ben senaryo yazımının daha çok içindeydim. Haluk da zaten oyunculardan biri olduğu için çekimlere her zamankinden daha çok katıldı.

Böcek’in hazırlık aşaması ne kadar sürdü? Sanki doğaçlama çekilmiş gibi duran sahneler var ama bir yandan da senaryoda üzerinde uğraşılmış bir matematik var… Bu benim çok uzun zamandır üzerine düşündüğüm bir hikayeydi. O yüzden yazımı, hikayenin son halini bulduğu süre için konuşmak zor. Ama hikayenin bu hale dönmesi uzun sürmedi. Çekimlerde çok hızlı çalıştık. Zaten kurguyu da baştan ona göre ayarlamıştık. Toplam 13 - 14 iş günü sürdü çekimler ama bu daha uzun zaman diliminin, bir ayın içine dağılmış bir 13 - 14 gün. Bizim için yeni olan da buydu zaten. Elimizde böyle bir süre olunca müdahale edebilme fırsatımız oldu hatta hikaye üzerinde de düşünüp yenilikler yapabildik. Hem küçük bir ekip olduğumuz için hem de üzerimizde yapımcı baskısı falan olmadığı için böyle bir esnekliği kaldırabildik. Aynı zamanda deneysel bir film olduğu için böyle bir sistemi kucaklayabilme imkanımız da vardı.

Hikaye, eski tip bir mahalleyi çerçeve olarak belirliyor, ama eski güzel mahalleler gibi bir vurgu da yok gibi… Mahalle konusunda şöyle bir durum var: Ben hikayede yerelliği hep çok önemsiyorum. Böcek’te ise yerelliği baskın o mekanı reel bir şekilde yaşatmaya çalıştık. Zaten amatör kameralarla ve ışıksız çektiğimiz için filmin tarzı itibarıyla hem mahalleyi romantize edebileceğimiz bir enstrüman yoktu elimizde hem de zaten en baştan hiçbir zaman böyle bir isteğimiz olmadı. Amatör kameralar, ışık kullanılmaması tercihlerinde yapım koşulları ne kadar etkili oldu? Çok etkili olmadı açıkçası. Zaten aslında bu bir sahte belgesel. Yani doğası itibarıyla belgeler üzerine kurulu. O yüzden de mekan birliğini bozmadık. Mesela atölye ve ev arasında sokakta geçen sahneleri daha güzel yerlerde de çekebilirdik, ama tercih etmedik, aynı mekanı kullandık hep. Bunun da işin samimiyetine katkı yaptığını düşünüyorum. Daha güzel bir görüntü olsun diye özel bir alan açmadık da o anı en iyi nasıl belgeleriz, o sahne filme nasıl hizmet eder, onlarla uğraştık.

Deneysel sinemadan bahsetmişken Bard College’daki öğrencilik yıllarında Amerikan yeraltı sinemasına özel bir ilgin olduğunu biliyorum. Hala seni besleyen bir kaynak mı o? Tabii ki. Sonuçta sinemayı ilk öğrendiğim yer Bard ve orada tamamen konvansiyonel sinema karşıtı bir eğitim var. Tüm temelim de o eğitim üzerine kuruldu. Elbette zaman içinde ilgimi çeken, araştırdığım başka alanlar da oldu ama o yılların etkisi halen var. Filmin kahramanı Uğur, film çekiminde türlü zorluklarla karşılaşan bir yönetmen adayı. Hikaye böyle olduğunda insanın aklına ister istemez filmin otobiyografik bir yanının olup olmadığı sorusu geliyor. Üstüne üstlük yönetmen Bora karakteriyle kamera karşısına da geçiyorsun. Aslında filmdeki Bora, sadece karakterlerden biri. Birçok şey gibi o da kurgu. Otobiyografik dememek daha doğru, ama tabii ki

Senin unutamadığın sahte belgeseller hangileri? Düşündüğünde Yurttaş Kane de bir sahte belgesel aslında. Öyle olmayacağını düşüneceğin birçok film bu kapsama girebilir. Ama benim favorim her zaman F for Fake’tir. Yine Bard’da şans eseri izlemiştim. Sürekli seyirciye gerçek nedir, sahte nedir sorularını sorduran, şaşırtan, seyircisiyle ilişkisini filmle arasındaki alışveriş üzerinden kuran bir 85


filmdir. Hatta -tabii ki tam bir uyarlama diyemeyiz- ama onu örnek aldığımı söyleyebilirim. Uğur’a sevdiği kadının babasını etkilemek için fantastik bir film çektirmen, senin kendi film zevkinle mi bağlantılı? Hiç değil. O biraz Uğur’la arkadaşının hem kendi film zevkleriyle hem de etkilemek istedikleri Engin’in zevkiyle alakalı bir durum. Benim de B tipi filmlere, kültlere ilgim var. Fantastik filmleri de seviyorum. O filmlerde şöyle bir şey vardır ya: Filmin içine biraz girersin ama kendini çok kaybetmeden, hikayeye kaptırmadan da izleme imkanın olur. Seyirciyle böyle bir ilişki kurulması ilgimi çekiyor. Hatta bir söyleşide seyircilerden biri Böcek için “‘Ed Wood’a benziyor.” demişti, ben de “Ne alaka?” diye düşünmüştüm. Ama şimdi farkına varıyorum, seyirci haklıymış. Bu 15 sene içinde sinema dilinde bir değişim olmuş mu sence? Bu tamamen deneysel bir film olduğu için bir tarz takibi yapmam ya da zevkimin nasıl değiştiğini bu filmler üzerinden konuşmam zor. Aslına bakarsan esas yapmak istediğim filmler komik olmayan filmler ama benim tarzım bu diye ortaya koymak istemiyorum. Tabii bilmiyorum, belki bir sonraki film de benzer olacak ama en azından kafamda başka türlü bir sinema var. Onları neden çekmiyorsun? Onu yapmak istiyorum ama film yapmak çok zor maddi anlamda. Öyle bir filme girişirsem çekim için 8 haftamın, bütçemin olması lazım, ki o koşullar benim için henüz gerçekleşmedi. Biraz daha zamana ihtiyacım olduğunu hissediyorum. Kendim için de böyle bir zamana ihtiyacım var. 15 senedir dizi çekiyorum, yani sektöre hizmet edip iş yapıyorum ve yaratıcı tarafı çok sınırlı bir alanım var. Bu 15 senede epey çalıştım ama kendi ilgi alanlarımı araştırmak, yazdıklarımı toparlayabilmek için daha çok zaman gerekiyor. O zamanın da yavaş yavaş geldiğini hissediyorum. Bir de şöyle bir durum var. Böcek maliyetli bir film değil tabii ama hala karşılayabilmek için TV’ye iş yapmak zorundayım. Bu zorunluluktan kurtulmaya çalışıyorum. Öyle bir hedefim de var. Dizilerin hiç mi bir katkısı olmuyor yönetmenliğe? Mesela zanaatkarlık yanının gelişmesinde ya da pratiklikte? Pratik olmanın bir faydası olduğunu düşünmüyorum gerçek sinema

için. Mesela Kubrick en pratik olmayan yönetmendi, ama malum... Nuri Bilge Ceylan’ın da çok fazla çekim tekrarladığı söylenir hep. Yani o pratikliğin yararı, söylemde kalan bir şey. Tabii ki faydaları var; oyuncu yönetimiyle, sahne kurmakla ilgili iyi bir egzersiz oluyor, ama iki sene dizi çekmek zaten bunları almanız için yeterli. Biraz da dağıtımdan bahsedelim. Fasulye gösterime girdiğinde Türk sineması gişede uzun bir bekleyişten sonra yeni yeni adından söz ettirmeye başlamıştı. Şimdi ise tam tersi bir durum var. Bu değişim Böcek’in dağıtımını nasıl etkiledi? Fasulye zamanı biz bunların hiçbirinin farkında değildik. Filmi çekmek istedik, çektik. Çok toyduk. Şimdiyse yine o bahsettiğin seyirciye hitap edebilecek miyiz onu göreceğiz. Sonuçta o zamandan bu zamana absürd komedi alışkanlığı oluştu izleyicide. Özellikle İşler Güçler, Kardeş Payı, Leyla ve Mecnun gibi örnekler sonrası TV seyircisi de kabul etmeye başladı. İnşallah bizim filmi de fark ederler çünkü seveceklerine inanıyorum. Dağıtımda normal kuralları uygulamadık, yıldız oyuncu koymadık, videosunu çekmedik. Bunları yapmamak da tercihimizdi aslında. Fark edilip gidilen bir film olması daha iyi bizim için. Fasulye’de de oynayan Engin Karabacak, burada daha da baskın bir rolde. Amatör bir oyuncu ama bunu iki filmdir hissettirmiyor. Bunda yakın arkadaşlığınızın mı payı daha yüksek, yoksa senin oyuncu yönetmenliğinin mi? İkisinin de payı var. Engin’in kendi mizacında da hikaye anlatmak, göz önünde olmak var, ama insanın özel hayatındaki tavrını oyunculuğa yansıtması kolay değil. Muhtemelen hem benim yanımda rahat edebilmesinden bu doğallık yansıtılabilmiştir hem de sahneleri kurma şeklimiz buna uygun. Rahat olduğunda, kendini sahnede bıraktığında o rolün hakkını verebileceği sahneler kurmaya çalıştık. O zaman o da kendini doğaçlamaya verebildi. Tüm film doğaçlama çünkü. Önceden yazılı hiçbir diyalog yok muydu? Hayır, diyalog hiç yazılmadı, uzun ve ayrıntılı bir treatmanımız vardı sadece. Bu da işimize yaradı. Karakter kompozisyonu yapmadık, tüm oyuncular kendi reaksiyonlarıyla oynadı. Hatta Uğur’u oynayan Uğur Bilgin’in nasıl bir film çektiğimize dair ortalara kadar hiçbir fikri yoktu. Yani filmdeki Uğur’la gerçek Uğur’un tepkilerinin bire bir örtüştüğü noktalar oldu.

XOXO The Mag



INTERVIEW/MUSIC

GOAT ŞABLONLARDAN SIYRIL

GOAT, bir büyücünün ziyareti sonucu voodoo ile tanışan esrarengiz (ve bir dönem lanetli olduğu iddia edilen) Korpilombolo kasabasından geliyor ve aslında 30-40 yıllık bir geçmişe sahip. Grupla, yeni albümü Commune’ün piyasaya sürülmesini fırsat bilip, maskeler, müzikal gelenekler, Tanrı’yla diyaloglar ve şablonlar hakkında konuştuk. röportaj beren özel fotoğraf otoportre

XOXO The Mag


GOAT’un uzunca bir tarihi var. Kalıplaşmalardan uzak durmak istiyoruz ama kaç zamandır müzik yapıyorsunuz? Grubun en yakın tarihli dirilişi yaklaşık 20 sene önceydi -tabii bu nereden baktığın ve neyi nasıl tanımlamak istediğine bağlı. Müzik ve enstrüman çalmak ve müziksel deneyimlerde yer alma isteği zaman ve benzeri kıstaslarla sınırlandırılamaz. GOAT da, bu düşüncenin bir eseri. Sürekli form değiştiriyor ve dolayısıyla alışagelmiş, ‘normal’ statik gruplardan farklı.

Commune’den devam edelim. Nerede kaydettiniz albümü? Bir kısmı birçoğumuzun doğduğu Korpilombolo’da, bir kısmı da birkaç üyemizin ikamet ettiği Hindistan ve Estonya’da kaydedildi. Mesela ‘To Travel the Path Unknown’ Estonya’da kaydedildi. Commune ismi sizler için ne ifade ediyor? Bir bütün olarak insanoğlu ve bu dünyada yaşayan herkesi simgeliyor. Her birimiz bu Commune’ün birer parçasıyız ve dünyada olup biten türlü deliliklere rağmen bunu hatırlamak ve hatırlatmak çok önemli.

Çocukluktan beri mi beraber müzik yapıyorsunuz? Evet, en azından bir kısmımız. GOAT üyelerinin bir kısmı farklı zamanlarda daha sonradan aramıza katıldı, bir kısmı ise (bedenen) aramızdan ayrıldı. Sizin de bildiğiniz gibi GOAT, 30-40 seneden beri kayıt yapıyor, bazı grup üyelerini zaman içinde kaybettik.

Maske takma kararınızın arkasında ne yatıyor? Bunu ne kadar sürdürmeyi planlıyorsunuz ve maskeleri bir noktada değiştirecek misiniz? Aslında bakarsan, kim olduğumuzun bir önemi yok. Maskeler, GOAT üyelerinin herhangi bir insan olabileceğini gösteriyor ve aynı zamanda müziğin evrensel bir lisan ve insanları birleştirici bir güç olduğunun altını çiziyor. Bu bahsettiğimiz güçlü enerjiyi yaymak isteyen herkes müzik yapabilir, biz de bunu kanıtlamak peşindeyiz. Herkes istediği maskeyi, istediği süre boyunca takabilir. Tek istediğimiz herkese bu ruh halini aşılamak ve sahnedeyken de -yüzümüzde maskeler olsa dahi- seyircimizle iletişim kurmak.

Bu 30-40 yıllık süreç içinde GOAT ve müziği nasıl şekillendi? Zor bir soru. Ne yaptığımızın nedenlerini sıkça irdelemesek de, evrenin seslerini yansıtmaya çalışıyoruz ve bu da zaman içinde evrenin değişkenliği doğrultusunda değişiklik gösteriyor. Tabii, bir de artık kayıt yapmak daha kolay -bunun da bir etkisi var. Korpilombolo nasıl bir yer? Güneşin yaz aylarında batmadığı, kış aylarında ise neredeyse hiç doğmadığı büyülü bir yer.

Grup üyelerini şarkı yazma sürecinde neler etkiliyor? Yemek, müzik, seks, aşk, komedi, hüzün, acı, sevgi, iniş ve çıkışlar... Bir diğer deyişle, iyi, kötü, her şey.

Hala Korpilombolo’da mı oturuyorsunuz? Evet, en azından yılın bir kısmında...

Commune’ün açılış şarkısından esinlenerek sormak istiyoruz: Tanrı ile diyalog halinde misiniz? Hayır, hem de hiç. Tanrı kavramını değerlendirdiğimde, beynimdeki herhangi başka bir kavramdan çok da farklı olmadığını düşünüyorum. Yani, ortaya çıkıyor ve ardından çözümleniyor. Etiket ya da şablonlarla ilgilenmiyorum, onun yerine, etiket ve şablonların çıkış noktalarını merak ediyorum. Bir kavram olarak Tanrı, çoğu zaman, bireylerin korku ve umutları ile besleniyor ve bu korku ve umutlardan doğuyor. Yeterince ‘iyi’ olamama korkusu ve bir yere/bir şeye/bir şekilde ulaşma umudu içinde olma durumundan... Bu ve benzeri korku ve umutlar, kendimize ve başkalarına karşı makul ve mantıklı bir şekilde davranamamamıza sebep oluyor. Bir diğer yandan ise, Tanrı kavramı pek çok kişi tarafından çok kereler yanlış yerlerde kullanıldı, öyle ki; saykodelik ve ekolojik gibi herhangi bir anlam ihtiva etmeyen kelimeler ile bağdaşıyor nerdeyse.

GOAT’u müzikal bir gelenek olarak tanımlamak doğru olur mu? Evet, doğru olur. Ancak, geleneksel anlamda örf ve adetten farklı olarak, katılan kişilerden herhangi bir beklentisi olmayan bir gelenekten bahsediyoruz. Herkesin istediği zaman istediği şekilde katılabildiği, ifade özgürlüğünü haiz bir oluşum. İçimizden geçen melodi ve fikirleri akışına bırakıyoruz, yani halihazırda bulundukları yerden dinleyenlerle buluşturuyoruz. Gelen gidenlerle beraber şu an yaklaşık kaç üyesi var GOAT’un? Şu an için ve yeni albümümüz Commune’de yer alan aşağı yukarı 20 kişi var. Herkes her an katılabilir aramıza, mesela daha geçen gün yeni bir üyemiz oldu! 89


Bu bağlamda, etiketleme/şablona sokmak ile korkuları beraber mi değerlendirmek gerek? Diğer bir deyişle korktuğun (bilmediğin) şeyleri birtakım şablonlara sokup, daha rahat hissetmek mümkün mü? GOAT saykodelik bir grup diyenler için herhangi bir mesajınız var mı? Genel anlamda, korku, dünyamızda birçok sorunun yaratıcısı. Kendimizden korkma, başkalarından korkma, kendini bırakmaktan korkma, kendini bırakamamaktan korkma gibi türlü hali var. Bunu müzik ve etiketlere uyarlayınca, belli bir kişinin fikrinden bahsediyor oluyoruz ve birtakım şeylerden bahsedebilmek için etiketlere de ihtiyacımız var, öyle değil mi? Gözlemlediğim kadarıyla şunu diyebilirim ki, insanların çoğunluğunun, başka kişilerin onlara ve aynı şekilde onların başka kişilere sunmuş olduğu veya önerdiği etiket ve şablonları kabul etme eğilimi var -tabii burada otoriteyi sorgulamak gerek! Din ve politik görüşten vatandaşlığa (ki bana kalırsa, her biri inanç sistemlerinden ibaret) kadar her şey için geçerli bu. Bu da sorun teşkil etmekte -kişi, gerçeklikle çok ilişkisi olmayan fikir ve kavramlarla kendi düşüncelerini bağdaştırır hale geliyor. Bunun en uç örneği, sadece birisi sana öyle buyurdu, öğretti diye veya yapılması doğru olan şey bu diye karar verip bir başka insanı incitmek ve hatta öldürmek. Ülkeni, dinini, teninin rengini savunmak, politika, özgürlük gibi sonsuza kadar uzayan bir şablonlar listesi kişiye bunu yaptırıyor. Eğer özgür doğuyorsak, ki bence öyle, o zaman herkes herhangi bir şey hakkında istediğini düşünebilir ve bu düşünceyi de zaman içinde değiştirebilir. İnsanoğlu 100.000-200.000 senedir bu dünyada ve bu süre (ve bu süre zarfında yaşanılanlar) evrensel gerçeklikle karşılaştırıldığında hiçbir şey! En nihayetinde, evrim hala gerçekleşiyor. İnsanlar bizi diledikleri şablonlara sokabilirler, bununla ilgili herhangi bir sorunumuz yok.

-her gece Noel gecesi olamaz ne de olsa. Çok sayıda festivalde sahne aldınız ve görünüşe bakılırsa bu sonbahar (ve muhtemelen takip eden aylarda) uzun bir sure turnede olacaksınız. Grup üyeleri turneye nasıl bakıyor? Bu senenin geri kalanında söz verdiğimiz tüm konserleri ve benzeri performansları gerçekleştireceğiz. Ondan sonrasına bakacağız. Turneye çıkmak özellikle çocuklu üyelerimiz için zor. Benim uzak kalmaktan hiç hoşlanmadığım dört çocuğum var. Aynı zamanda bu fırsatı yakaladığımız için de çok mutluyum -çok değerli insanlarla tanışıyor ve dünyayı görüyorum. Diğer grup üyeleri için de bunun böyle olduğunu biliyorum. Bunun yanında, benim için en azından önemli olan ve zaman ayırmak istediğim başka şeyler de var, mesela ailem, kendimi ait hissettiğim topluluğum, arkadaşlarım ve dünyaya katkı sağlama isteğim. Bize birkaç grup tavsiye eder misiniz? Holy Wave, Spids Nøgenhat, Narcosatanicos, Cardinal Fuzz etiketi ile piyasaya sürülen herhangi bir şey ve Rocket Recordings etiketiyle piyasaya sürülen herhangi bir şey. Müzisyen dostlarınızla sıkça işbirliği yaptığınızı biliyoruz, yakında su yüzüne çıkacak bir işbirliği var mı? Şu an Dorothy Wiggin ile bir proje üzerinde çalışıyoruz.

Şu sıralar neler dinliyorsunuz? The Zombies, The Scientist ve The Beatles.

Bir de kullandığınız enstrümanlar hakkında bilgi verebilir misiniz? Bir önceki albüm ve Commune’de kullandığımız enstrümanlar, saz, Kenneth Higney’e ait çok eski el boyaması bir akustik gitar, kalimba, saksafon, harmonyum, obua, glockenspiel, elektronik gitar, d-davulları, davul, konga, djembe, mızıka ve bir araba.

Müziğinizi sahnede istediğiniz gibi yansıtabiliyor musunuz? Bazen evet, bazen o kadar değil. Ama sanırım böyle olması normal

Peki GOAT için sırada ne var? Yeni fuzz pedallar. XOXO The Mag



Bu bir iland覺r.


location acıbadem sports

DİDEM SOYDAN Şu anda nasıl hissediyorsun? Enerjik. Sporla aran nasıl? Aramızda aşk nefret ilişkisi var. Spor yapmak için en iyi zaman hangisi? Genelin aksine ben en çok akşam saatlerinde spor yapmayı seviyorum. Hareketli biri misin? Bazen günde iki çekimim oluyor, iki çekim arasında yarım saat de olsa spor salonuna uğramadan edemiyorum. Hatta üzerine başka bir toplantım da olsa yanımda her daim spor ayakkabılarım oluyor. O yüzden evet! ASICS’le ne zaman tanıştın? Ortaokul yıllarımda hentbol oynarken. Ardından da vazgeçilmezlerim arasına girdi. Hatta rahatlığının kıyaslanamaz olduğu konusunda hala arkadaşlarımla iddiaya girdiğim olur. İlk ASICS’ini hatırlıyor musun? Soyunma odasında bir arkadaşımda görmüş ve renklerine bayılmıştım. Babam yurtdışına gittiğinde ondan ilk istediğim ayakkabılardan biriydi. Senin için bir spor ayakkabının olmazsa olmazı neler? Stil tarafından bakacak olursak, renkleri benim için çok önemli. Bir de yürümeyi çok sevdiğim için tabii ki rahatlığı. Sence spor ayakkabılarıyla en cool görünmeyi kim başarıyor? Umut Eker. Davetlerde ya da günlük hayatında spor ayakkabıyı kıyafetlerine çok iyi entegre ediyor. Spor yapmasan da spor kıyafetlerinle dolaşır mısın? Genel olarak rahat bir stilim olmasına rağmen dolaşmam. Sanırım o kadar spor aşığı değilim. Hatta itiraf edeyim, sporu biraz zorunluluktan, işime olan saygımdan yapıyorum. Spor ayakkabı ve moda ilişkisini nasıl açıklıyorsun? Renk ve tasarım çeşitlendikçe kullanım alanlarının da arttığını düşünüyorum. Etrafımda güne sporla başlayıp, orada giydiği ayakkabıya göre kıyafetini seçen birçok insan var. Takım sporları mı ferdi sporlar mı? 4 sene profesyonel olarak hentbol oynamak takım sporları adına benim için hayli yeterli oldu. O nedenle tek başına spor yapmak, kendimle baş başa kalmak benim için çok daha keyifli. “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.” sözü sana ne çağrıştırıyor? Spor belli bir disiplin sağladığından, yaşamını her yönüyle etkiliyor bence. Her şey daha net şekilleniyor, işlerinde konsantrasyonun artıyor. Yürümeyi en çok sevdiğin şehir hangisi? Bence bir şehri keşfetmenin en iyi yolu yürümek zaten. Roma ve Madrid, keşfedilecek çok şey barındırmaları sebebiyle favorim. Tembel olduğun bir günü nasıl geçiriyorsun? Tembel olmayı beceremeyenlerdenim. Eğer tatile çıkmadıysam, hep bir koşuşturma içerisindeyim. Sanırım ben bu yoğunluktan besleniyorum, yapacak hiçbir işim olmasa dahi aklımda yapılacak şeyleri düzenliyorum.


location lucca

ŞİRİN EDİGER BAYÜLGEN Günlük rutinin nasıl işliyor? Kalkar kalmaz ajansa gidiyorum, hatta genelde kahvaltımı da orada yapıyorum. Gün içerisinde, hem ajansta hem de ajans dışında çok fazla toplantım oluyor. O yüzden trafik de maalesef rutinimin büyük bir parçası. Akşama doğru tempo durulmaya başlıyor. Sonra da günün en keyifli kısmı başlıyor; evde kızımla vakit geçirmek. Tembel olduğun bir günün nasıl geçiyor? Aslında son 5 senedir tüm günlerim aynı tempoda geçiyor. Bu yüzden tembel olmak gibi bir lüksüm yok. Zaten, doğam gereği de, aynı şeyleri tekrarlamayı seviyorum. Sportif misin? Kesinlikle hayır. Hiçbir zaman sporu hayatımın odağına koymadım. Sanırım yapacak daha enteresan işlerim var. Ama sporsuz da hayatıma devam edemeyeceğimi biliyorum. O yüzden bu sene her zamankinden daha sportifim. Favori sporların neler? Genelde kayak ya da yürüyüş gibi aynı zamanda sosyalleşebileceğim spor dallarını tercih ediyorum. Şu anda da birçok kadın gibi pilates yapıyorum. Spor yaparken neler dinlersin? Çalışırken dinlediklerimle aynı şeyler... Indie pop ya da indie rock ağırlıklı, insanı mutlu eden parçalar genelde. Spor yapmasan da spor kıyafetlerinle dolaşır mısın? Geçen gün Man Repeller’da tam da bu konuyu tartışan bir yazı okudum. Yazının sonundaysa; “Her an spora gidecekmiş gibi ya da az önce spordan çıkmış gibi giyiniyorum, böylece bütün gün çok konforlu kıyafetler giyinmek için bahanem oluyor.” diyordu. Açıkçası ben de rahat giyinmeyi seviyorum ve modanın geldiği noktada da, günlük hayata activewear’i entegre etmek zaten kaçınılmaz bir hal aldı. Rahat olmak mı şık olmak mı? Kesinlikle, rahat olmak. Çok feminen giyindiğimde yaratıcı olamayacakmışım gibi garip bir psikolojiye sahibim. Ayrıca sürekli mobil olabilmek benim için çok önemli, bu da en çok, içerisinde rahat olduğun kıyafetlerle mümkün. O yüzden günlük stilimin en vazgeçilmez parçası spor ayakkabılarım. Tasarımcıların spor ayakkabılara el atmasını nasıl buluyorsun? Eğer spor ayakkabı ruhunu yaşatabiliyorsa çok başarılı oluyorlar. Epey başarılı bulduğum işbirlikleri var. Fakat itiraf etmem gerekirse bir şeyin çok fazla tekrarlanması bence işin tadını kaçırıyor. ASICS’lerinin en sevdiğin tarafı ne? Bugüne kadar giydiğim en rahat ayakkabılar olmaları. Evet, biraz iddialı oldu farkındayım. Spor ayakkabı alırken nelere dikkat edersin? Çok fazla insanda olmamaları, bir miraslarının ve hikayelerinin olması benim için önemli etkenler.


location shopi go

EMRE DOĞRU Sporla aran nasıl? Spor salonuna gitmekten ziyade aktif sporları tercih ediyorum. Boğaza yeni taşındım, e haliyle sahilde koşuyorum. Evde yaptığım küçük hareketler var. Zaten işim de hareketli. Bunlar haricinde çok nadiren tenis, futbol veya basketbol gibi sporlar da yapıyorum. Ama şu sıralar, ağırlıklı olarak, koşuyorum. Spor rutinimi de sürekli değiştiriyorum. Mesela 10 senedir koştuğumu söyleyemem. Özellikle ilgilendiğin favori bir spor dalı var mı? İzlemek için ayrı, yapmak için ayrı favorilerim var. Koşmak çok eğlenceli geliyor çünkü koştukça görseller değişiyor. Hatta elimde bazen küçük bir fotoğraf makinesi oluyor. Sürekli sürprizlerle karşılaşıyorum bu sayede. İzlemek için de motor sporlarını seviyorum. Bir de tabii futbol fanatiğiyim, her erkek gibi... Workout playlist’ine en son eklenen şarkıyı sorsak? Oh Yeah - The Jackson Two. Çalışırken giymeyi tercih ettiğin kıyafetler neler? Kıyafet çizgimi çok nadir değiştiriyorum. Siyah veya beyaz bir üstle, jean giymeyi seviyorum. Şort pek giymiyorum. Üstüm ne kadar şıksa, ayakkabımın spor olma şansı bir o kadar artıyor. Haliyle uzun süre ayakta durmanın kolay olduğu kalın tabanlı spor ayakkabıları tercih ediyorum. Topuklarımın yukarıda olmasına özen gösteriyorum. Sence İstanbul spor yapmak için nasıl bir şehir? Fazlaca farklı türde yer var, ama şehircilik anlamında çok zayıf. Yani teknolojik açıdan iyi değil ama görsel açıdan şahane. Sadece Belgrad Ormanı’nda dünya standartlarına uygun müthiş bir parkur var, gidip gelmek pek kolay değil tabii. “Boğaz fena değil” diyelim ama zemin beton olduğundan dizlere zarar veriyor. Gitmek isteyene çok spor salonu var ama ben gitmeyi sevmiyorum. Yürümeye en müsait şehir hangisi? Bütün Avrupa şehirleri düz ve medeni olduğu için gayet iyi. Ama 30’umu geçtikten sonra bile kaykay yapabildiğim Barcelona’yı özel buluyorum. En çok sevdiğim yer olarak da Paris diyebiliriz. ASICS’le nasıl tanıştın? Açıkçası Boğaz tarafında yolların bozuk olması sebebiyle dizlerim ağrıyordu ve bununla ilgili bir araştırma yapıyordum. İnternete bakındım, koşan arkadaşlarıma da danıştım, en uygununun Gel Kayano 20 modeli olduğunu duydum. Meğer profesyonel ya da amatör birçok koşucunun tercihiymiş. Spor ayakkabıların olmazsa olmazı ne sana göre? Elbette rahatlığı. Spor ayakkabıyı aslında günlük hayatta da teknolojisini kullanmak için giyiyorum. Çok renkli işlere girmeden, düz renkte ayakkabıları seviyorum. “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.” sözü sana ne çağrıştırıyor? Biz de artık spora kamu spotu vermeye başladık, bu çok hoşuma gidiyor. Spora gitmek, bir toplum bilinci haline dönüşüyor. Bu söz de, hareketin her yaşta bizim için ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor.


location selfestate

BARAN BARAN Güne nasıl başladın? Harika başladım. Uzun zamandır içtiğim en sert kahvelerden birini içtim az önce, bu yüzden bir saat daha aynı enerjiye sahip olacağım. Fakat sonrası meçhul. Nasıl bir çalışma rutinin var? Aslında çok masa başı bir işim olmasına rağmen hareketli olmaya çalışıyorum. Biraz çalışıp gitar çalıyorum, kaykay ya da bisiklet molası veriyorum. Tembel olduğun bir günün nasıl geçiyor? Açıkçası bir babanın tembel olma lüksü pek fazla olmuyor. Sabah 6’da, 80cm boyunda aşırı şarj edilmiş bir canavarla güne başlayıp iş çıkışı yine aynı enerjiyle karşılaşıyorsunuz. Fakat şansım olsa kesintisiz uyuyacağım bir gün isterdim. Spor salonu mu açık hava sporu mu? Bundan iki sene önce, spor salonlarına yazılıp asla gitmeyenler sınıfına dahildim. Sonra sokakta koşmaya başladım ve ne kadar büyük bir keyif olduğunu fark ettim. Her gün kendime farklı rotalar çiziyorum ve hiç görmediğim yerler keşfediyorum. İstanbul spor alışkanlıklarını nasıl etkiliyor? Koşarken sürekli yeni şeyler gördüğüm için İstanbul’un değişkenliği beni motive ediyor. Ayrıca şehrin yokuşlarıyla savaşmak da hoşuma gidiyor. Spor yaparken neler dinlersin? Doğal olarak enerjimi yükseltecek parçalar tercih ediyorum. Şu aralarsa, gençlik yıllarıma dönüp, heavy metal dinlemeye başladım. Gün içerisinde nasıl giyinirsin? Genelde belli bir dönem, belirli parçalara takılıp sadece onları giyerim. Şimdilerde sadece düz parçalar tercih ediyorum. Galiba yakında normcore sınıfına dahil olup Seinfeld’den bir karaktere dönüşeceğim. Değişmeyen tek şeyse spor ayakkabılarım. Başka bir şey giyinmeyi henüz başaramadım. ASICS’le ilk ne zaman tanıştın? Tanışıklığımız çocukluğuma dayanıyor desem yalan olmaz. Cool koşucu abilerin ayağında gördüğümü hatırlıyorum. Ardından üniversite yıllarında Onitsuka Tiger’la beraber ASICS hayatıma yeniden girdi. Şimdilerdeyse hem günlük koşularımda vazgeçilmezim; çünkü vücudumu koşu sırasında en iyi destekleyen ayakkabı tasarımlarına sahipler hem de 90’lardaki modellerinin yeni versiyonlarını günlük hayatımda fazlaca kullanıyorum. ASICS’in en sevdiğin tarafı ne? Açıkçası Japon markalarına karşı bir zaafım var ve beni etkileyen bu markaların başında da ASICS geliyor. Hem profesyonel anlamda sporcuları tatmin edebilmesi hem de lifestyle bir marka olması beni cezbediyor. Sence spor ayakkabıların olmazsa olmazı ne? Pazarlama tekniklerinden bağımsız fonksiyonel inovasyona sahip olması.


location tru.

TANEM SİVAR Bugün nasıl hissediyorsun? Oldukça erken kalkmama rağmen sabah sporum sayesinde çok enerjik hissediyorum. Gün içerisinde seni nerelerde görebiliriz? İşim dolayısıyla Nişantaşı, Bebek ve Beyoğlu arasında koşuşturma halindeyim bu aralar. Yoğun olmadığın bir günü nasıl geçiriyorsun? Kedim ve kitaplarımla sakin ve huzurlu geçiriyorum. Sportif misin? Kendi standartlarımda oldukça sportif sayılırım. Favori sporların neler? Tenis ve fitness. İstanbul spor yapmak için nasıl bir şehir sence? Trafiği ve kirliliği sebebiyle tabii ki en ideal şehir değil. Fakat ormanlar ve adalar açık havada spor yapmak için her zaman motive edici yerler. Spor yapmak için en ideal şehir hangisi peki? Sanırım, uzun ve dümdüz bir sahile sahip olduğu için, üniversite yıllarımı geçirdiğim San Diego. Zaten oradayken yapacak pek başka bir şeyiniz de olmuyor... Günlük stilin nasıl? Abartıdan uzak ve sade. Spor yapmasam da spor kıyafetler giyindiğim, onları deri pantolon, jean şort gibi parçalarla birleştirdiğim oluyor. Topuklu ayakkabı mı, spor ayakkabı mı? İşim gereği olmadıkça ya da bir davete katılmıyorsam kesinlikle spor ayakkabı tercih ediyorum. Tabii hiçbir zaman topuklu ayakkabıların yerini tutamazlar ama malumunuz, moda dünyasının da genel eğilimi spor ayakkabıların lehine ilerliyor. Spor ayakkabı giyindiğin bir gün diğerlerinden nasıl farklılaşıyor? Araba kullanmayı tercih etmiyorum, dolayısıyla hayatımın büyük bir kısmı yürüyerek geçiyor. Ve katıldığım bir davet ya da gittiğim bir toplantı rahat ayakkabılarım olduğunda daha da keyifli bir hal alıyor. Tabii bunun yanında spor ayakkabılar hem şık hem de rahat olabilmek için harika seçenekler. ASICS’le ilk ne zaman tanıştın? Tam olarak hatırlamıyorum ama, ASICS’le ilk olarak, gittiğim spor salonundaki hocamın tavsiyesi üzerine tanıştım. Hocam ASICS tasarımlarının fanatiğiydi ve beni tanıştırdığı günden itibaren benim de vazgeçilmezlerimden oldu. ASICS’in en sevdiğin tarafı ne? Tabii ki öncelikle rahatlığı. Ayrıca, görsel olarak da çok eğlenceli tasarımlara sahip. Senin için spor ayakkabıların olmazsa olmazı ne? Öncelikle çok rahat olması. Onların ayağımda olduğunu hissetmemeliyim ama aynı zamanda onları günlük hayatımda da istediğim gibi kullanabilmeliyim.


INTERVIEW/fashıon

DOUG CONKLYN

California State of Mind Doug Conklyn, son birkaç senedir Dockers Global Design’ın başındaki isim; Dockers’ın belki de en ikonik modeli ‘Alpha Khaki’nin yaratıcısı ve markanın son yıllarda erkek giyim konusunda en yenilikçi markalardan birine dönüşüyor olmasının da yegane sebebi. Bizim Conklyn ile tanışıklığımız ise, geçtiğimiz Haziran Dockers sponsorluğuyla Londra’da düzenlenen Flannels for Heroes’a dayanıyor. Kendisiyle tekrar iletişime geçiyor ve Dockers Sonbahar-Kış 2014 koleksiyonu ve en büyük ilham kaynağı olan California üzerine bir söyleşi yapıyoruz. röportaj aslı arduman fotoğraf charles shearn

XOXO The Mag


Bay Conklyn, şu anda neredesiniz? Şu anda New York’tayım ve Sonbahar 2015 koleksiyonunun son tasarımları üzerinde çalışıyorum ve İlkbahar 2016 koleksiyonunun kavramsal hatlarını belirliyorum.

ilham kaynaklarına yaklaşalım. Bu koleksiyonun renkleri, kumaşları ve siluetleri hazırlanırken San Francisco tarihinin iki önemli döneminden esinlenildi: 1870’ler ve Comstock Lode gümüş maden yataklarının keşfiyle birlikte doğan ‘silver baron’ları ve Golden Gate ve Bay Bridge’in inşa edilmesiyle San Francisco’nun Bay Area ile birleştiği 1930’lar. Bu sonbaharın bizim için en önemli yeniliği ise, özellikle kaliteli ve lüks kumaşlara odaklanmış olmamız.

Modayla yatıp modayla kalkan biri misinizdir? İşin aslı, kıyafetleri her zaman sevmişimdir, ama modayı asla sevmedim, ve mesela teatral moda şovlarının da hayranı olduğumu söyleyemeyeceğim. Fakat bununla birlikte, Dockers için defileler hazırlamayı seviyorum, zira bu, Dockers tasarımlarını baştan aşağı gösterebilmek için güzel bir fırsat oluyor. Bana esas ilham verense, zamansız ve klasik tasarımlar; insana güven veren ama bunu gayretsiz bir biçimde başaran türden kıyafetler.

Koleksiyonun en popüler parçası ne olacak dersiniz? Eğer Türkiye için konuşmam gerekirse, Alpha Khaki’nin her zaman için en popüler parça olduğunu söyleyebilirim. Bu nedenle, sezonun ilerleyen aylarında Alpha Lux serisine olan ilginin büyük olacağını düşünüyoruz. Son birkaç sezondan beri dar kesim pantolonlar daha da popüler oldu (özellikle de SF Khaki ve D-zero). Ayrıca bu konuda yeni Fillmore Khaki’ye de güveniyorum -casual ve şık arasında bir nevi köprü gibi.

Dockers Global Design’dan sorumlu en kıdemli kişilerden birisi olarak, bize biraz görev tanımınızdan bahseder misiniz? Neredeyse her gün, aynı anda birkaç farklı sezon üzerinde çalışıyorum; her biri gelişim aşamasının farklı evrelerinde oluyor. Mesela bugün, biraz evvel de bahsettiğim gibi, Sonbahar 2015 tasarımlarını tamamlamakla meşgulüm, buna kumaşlar ve siluetler de dahil. Bir yandan da İlkbahar 2016’nın renklerini ve konseptini belirliyorum. Anlayacağınız, pantolonlardan gömleklere, sweater’lardan montlara, takım elbiselerden ayakkabılara, her şey benim sorumluluğumda...

Madem öyle, khaki pantolonlarda yaptığınız yeniliklerden bahseder misiniz? Khaki’leri seviyorum, zira bir erkeğin gardırobundaki en ikonik parça olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla Dockers’da bu önemli parça üzerinde epeyce bir yenilik yapmaya devam ediyoruz. Streç kumaşlar, süet doku, duvar kağıdı ve Art Deco, ekose ve balıksırtı desenler, çizgiler khaki’leri heyecan verici kılmaya devam ediyor.

Bu durumda Sonbahar 2015 ve İlkbahar 2016 koleksiyonları hakkında neler söyleyebilirsiniz? Ne yazık ki, bu koleksiyonlar hakkında konuşmak için henüz erken.

Sürdürülebilirlik konusunda da sağlam adımlar atıyorsunuz... Bu konuda ilk akla gelen şüphesiz ki WellThread™ koleksiyonu; hem geri kazanılabilirlik hem de işçilerin sağlığı anlamında. Bununla birlikte,

Peki o halde, Dockers Sonbahar/Kış 2014 koleksiyonunun 99


sürdürülebilirliği Dockers’da her alanda uygulamaya gayret ediyoruz; öyle ki tasarımlarımızda dayanıklı malzeme kullanıyoruz, mümkün olduğunca geri dönüştürülmüş malzemelerden faydalanıyoruz ve üretim süreci boyunca su, enerji ve kimyasal kullanımını azaltmaya çalışıyoruz. 2010’dan bu yana Dockers Global Design’ın başındasınız; bu zamandan beri ne gibi önemli değişiklikler oldu? Kesinlikle en gurur duyduğum şey, markaya uzun vadeli bir vizyon kazandırmak oldu ve bu sayede daha sağlam bir global tutarlılık da beraberinde geldi. Ama neticede benimle ya da bensiz, marka daima Amerikalı, klasik, otantik ve aynı zamanda da San Francisco’lu kalacak. Bir röportajınızda “bir kişinin gardırobundaki en ufak bir değişiklik, o insanın haletiruhiyesinde büyük bir fark yaratabilir” demiştiniz. Peki siz şu aralar stilinizi ve haletiruhiyenizi nasıl anlatırsınız? Muhtemelen son dört senedir California’da yaşamanın bir sonucu olarak, son zamanlarda kesinlikle daha rahat bir tarz edindim; bir diğer deyişle tam bir ‘California State of Mind’ durumu söz konusu. Hala aynı tarzda kıyafetler giymeye devam ediyorum ama kesinlikle daha ‘casual’ bir dokunuşla... Mesela, neredeyse her gün khaki pantolon giyiyorum ama altına daha şık ayakkabılar giymek yerine Vans veya flip-flop giymeyi tercih ediyorum. Kısacası California’daki rahat yaşam tarzı benim de hayatımı ve giyim tarzımı ister istemez etkisi altına alıyor. West Coast’un rahat yaşam tarzı dışında hoşunuza giden tarafları neler? Bütün bir sene boyunca açık havada geçirdiğiniz zamanın çok daha fazla olması! Kesinlikle New York’ta yaşadığım hayattan daha sağlıklı ve daha aktif bir yaşam sürüyorum burada. Tabii böylece insan doğadan da daha fazla zevk almayı öğreniyor, ister Tahoe’nun dağları olsun,

ister California kıyılarını boylu boyunca saran Pasifik Okyanusu... Tüm bunlar, insanı her açıdan daha rahat biri yapıyor. Eğer sizle San Francisco’da bir gün geçirecek olsak, bizi nerelere götürürdünüz? Karımla birlikte, Embarcadero’da, su kenarında, Bay Bridge’den Golden Gate’e kadar koşmayı çok seviyorum. San Francisco’da aynı zamanda çok gelişmiş bir yemek kültürü var; Sausalito’da sushi, North Beach’te pizza yiyebiliriz ve Marina’da brunch yapabiliriz, şehrin her bir bölgesinde yiyecek güzel bir şeyler bulmak mümkün. Alışverişe gelecek olursak; lüks markalar için Union Square’e gidebiliriz, hip butikler içinse Fillmore, Mission ve Castro bölgelerine... Çok seyahat ediyor olmalısınız. Son zamanlarda gittiğiniz yerler arasında sizi en çok etkileyeni hangisi? Yakın zamanda California’da Tahoe Gölü kıyısında evlendim. Buraya ilk gidişimdi ve mutlaka bir daha gideceğim. Aynı yerde hem dağların hem de gölün olması muhteşem. Şimdiye dek gittiğim en güzel yerlerden biri ve aynı zamanda da yaşadığım yere çok yakın! Şimdiden Tahoe’dan aldığım ilhamı Dockers Sonbahar 2016 tasarımlarına nasıl uyarlayacağımı düşünmeye başladım. Tasarımcı olmasaydınız ne yapıyor olurdunuz? Açıkçası kendimi başka bir şey yaparken düşünemiyorum. Peki eğer genç versiyonunuz, bugünkü Doug Conklyn ile tanışsaydı ne düşünürdü? Sanırım dürüstlüğümden ödün vermeden modada kariyer yapmayı başarmış olmamı takdir ederdi ve 25 yıldır bu işin içinde olmama rağmen hala erkek giyim için bu denli tutku duymam onu epey etkilerdi bence.

XOXO The Mag



FILE hazırlayan müjde metin fotoğraflar özkan önal

Some Women of Architecture

MİNE ARSLANBEK Sanatla mimarinin kesiştiği bir yer olarak müzeyi düşünecek olursak, bu konuda en beğendiğiniz yer neresi? San Francisco’da Herzog & de Meuron’un mimarı olduğu De Young müzesi, farklı kültürler ve dönemlere ait eserlerin kültürel kesişimlerini bina kütlesine ve cephesine yansıtmayı başaran içeriğiyle bütünlük içinde olan bir yapı; bence bir müze olarak çok başarılı.

için çok önemli. Işığın tonu, doğal aydınlatmanın mekan içerisinde malzemeler üzerinde etkileri, ışık-gölge oyunları, doğal aydınlatma olmayan mekanlarda aynalar ve farklı katmanların birleşimiyle yarattığım mekansal etkiler beni en çok heyecanlandıran işlerim. Ayrıca sembolik anlatımlardan asla vazgeçemiyorum. İmalatı zor fakat çok basit gözüken detaylardan keyif alıyorum.

Projelerinizin işleyişi nasıl ilerliyor? Projelerime son derece duygusal şekilde yaklaşıyorum, benim için önce hisler, yaratmak istediğim mood ve atmosfer, sonra mekansal, fonksiyonel ve strüktürel çözümler geliyor. Mekanları tasarlarken kullanıcıların günün farklı saatlerinde, yılın değişik zamanlarında neyi nasıl hissedeceğini kurgulayıp mekan çözümleri ve malzeme seçimlerini buna göre yaratıyorum. Farklı kültür, inanış ve yapıdaki insanların yaptığım yerlere geldiğinde ne hissettireceğime yoğun konsantre olarak, projeyi önce kafamda hayal edip daha sonra kağıtlara eskizler halinde aktarıyorum. Duyguların hayallere dönüşüp bu hayallerin kağıtlara dökülmesi gibi bir şey... Maalesef bu kadar hissiyatla girdiğim projelerin içinden akşam ofisi kapatıp çıktığım zaman çıkabilmiş olmuyorum. Her bir proje yeni doğan bir bebek gibi defalarca üzerlerinde düşünerek, değiştirerek, geliştirerek büyütülüyor. Ancak teslim noktasında projeyi kafamdan tamamen çıkarabiliyorum ve rahat bir uyku uyuyorum.

Projelerinizde karakterinizin dominasyonunu görebilir miyiz? Kesinlikle evet, iyi bir şey mi pek emin değilim, fakat kontrol edebildiğim bir durum değil. Projeleri üretmeden sancılı bir kıvranma yaşıyorum, karşımdaki işvereni birebir tanıyorum, konuyu iyice okuyorum, felsefi düşüncelerimle birleştirebildiğim; özümsediğim dışa vurum noktasında kendimi serbest bırakıyorum ve çıkan her ürün beni anlatan bir parça gibi, yaşamak isteyeceğim mekanlar, kullanmak, sahip olmak isteyeceğim obje ve mobilyalar tasarlıyorum.

Son seyahatinizden aklınızda kalanları sorsak? Palmiye yapraklarının strüktürel yapısı, şemsiyeler ve halk pazarının üstünde kurulan örtüler… Gün doğarken ve batarken palmiye yapraklarının arasından sızan ışık hüzmeleri… Tasarımlarınızdaki karakteristik noktaları nasıl tanımlarsınız? Keskin hatlar, sivri köşeler, sembolik anlatımlar. Işık oyunları benim

Bize bir ‘visual medicine’ hayal etmenizi istesek? Bir arkeoloji müzesinde bulunan her türlü eser benim için ‘visual medicine’. Antik toprak altı eserlerin üzerindeki emek ve işçilik, daima beni rahatlatıp işime konsantre olabilmemi sağlıyor. Bir sanat eserini mimariye dönüştürecek olsaydınız, neyi seçerdiniz? Harika bir egzersiz. İlk tercihim soyut dışavurumcu bir Mark Tobey tablosu ‘Edge of August’ 1953 olurdu. Işık hüzmelerini tablonun üzerinde hareket eden fırça gibi kaligrafik hareketlerle binanın dışını ve içini bütünleştiren bir eleman olarak kullanabilmek isterdim. Güneşin hareketine, rüzgara, yağmura duyarlı teknolojik dokumanın yalnızca bir cephe örtüsü olması dışında strüktür ve mekanlar ile bütünleştiği bir yapı mesela.

XOXO The Mag


DENİZ MANİSALI LEBA Pratiğinizde dönüm noktası olduğuna inandığınız bir anınızı sorsak ne anlatırdınız? Zaha Hadid’de çalıştığım dönemde yaklaşık 4 sene Heydar Aliyev Kültür Merkezi projesinde çalıştım. Özellikle de Oditoryum bölümünde geceli gündüzlü, binlerce kere tekrar tekrar modelleyip, obsesif bir şekilde bu projeyle yatıp kalkıyordum. Sonunda projenin üreticisini ziyarete fabrikaya gittik ve ilk defa senelerdir üzerinde çalıştığım o yüzeylere gerçekten dokunduğumda yaşadığım hissi, heyecanı hiçbir zaman unutamam. Sonrasında tesadüfen doğum günüme denk gelen açılışta orada konser dinlemek de harikaydı. Bu kadar emek verdiğim ve her milimetresine kadar gözüm kapalıyken bile tekrar çizebileceğim o mekanın gerçekten içinde olmak ve ona dokunmak benim için niye hayatta başka bir şey yapamayacağımın en iyi göstergesi.

mimarlar ve okuduklarım değişmeye başladı. Her zaman sanırım kalıpların dışında düşünen, normları sorgulayan insanlar beni etkiliyor, hangi meslek olursa olsun. En çok beğendiğiniz müze hangisi? Sanırım Guggenheim New York diyebilirim çünkü müzeyi ilk ziyaret ettiğimde daha mimarlık bölümünde ikinci sınıftaydım ve bilinen konvensiyonların bu kadar elegan bir şekilde kırıldığı, hareketin hiç bitmeden ve yormadan yaşandığı dinamik bir mekan olması ve sanat eserleri, mekan ve izleyici arasında kurduğu alışılmışın dışında ilişki beni çok etkilemişti. Kimin neye baktığı, mekanın mı sizin mi hareket ettiğinizin belli olmadığı bir deneyim. Bir de Herzog & de Meuron’un Tate Extention projesini merakla bekliyorum. Tate gibi bir binayla onların yalın ve sezgisel tarzlarının birbirlerini nasıl etkileyeceklerini görmek ve yaşamak çok heyecanlı olacak.

Projelerinizin işleyişinde mimar obsesifliği diye bir şey söz konusu mu, yoksa işi ofiste bırakabiliyor musunuz? Mimarın obsesif olmaktan başka bir çaresi maalesef yok. Bir proje sürecine girdiğimizde onunla yatıp onunla kalkıyoruz. Çok sağlıklı olduğunu düşünmesem de, hatta son bir senedir kendimi bu konuda eğitmeye çalışsam da sanırım hiçbir zaman işi ofiste bırakmayı öğrenemeyeceğim. Bunun da en büyük nedeninin hiçbir projenin gerçekten bitmemesine ve hep daha iyisi olabileceğine inanmak olduğunu düşünüyorum.

Size ilham veren şehirler hangileri? Londra bana hep çok ilham veriyor. Ama geçen sene Rajastan ve Kerala’ya gittiğimizde, oraların doğası, insanları ve renkleri de beni çok etkiledi. İnsanların dünyaya bakış açıları, bana bizim ne kadar kalıplara sıkışmış hayatlar yaşadığımızı hatırlattı. Tasarımlarınızın en çok hangi elementi barındırmasına dikkat ediyorsunuz? Tasarımlarımda mekanlar, programlar, formlar arasında sürekli bir akış olmasına özen gösteriyorum. Bir de hep ‘element of surprise’ olmasını, mekanı yaşarken hiç beklemediğiniz bir yerde hiç beklemediğiniz bir hissi yaşatmak istiyorum. Ayrıca her zaman tasarım sürecinde o mekanlarda yaşıyorum.

Kariyerinizin başlangıcında sizi en çok kim etkiledi? Okuldayden genelde filozofiyle ilgileniyordum, özellikle ‘phenomenology’ ve ‘existentialism’ düşünürlerini okuyup, mekan kurgularını, hislerini buralardan çıkarmayı çok denedim. Ayrıca Samuel Mockbee benim için çok önemli bir ilham kaynağıydı. Rural Studio’da tamamen geri dönüşüm malzemelerle (eski araba camlarından cephe, kitaplardan ev gibi), çevrelerinde yaşayan evsiz insanlara yaptıkları projeler benim için çok özeldi. Daha sonrasında Londra’da bambaşka bir mimari dünyayla tanıştım ve o zaman beni etkileyen tasarımcılar,

Bize bir ‘visual medicine’ hayal etmenizi istesek? Arizona Antilop Kanyonu. Sanırım doğadaki formlar ve kompleks düzen beni en heyecanlandıran şeylerden biri. 103


FILE

SELİN EZANOĞLU Pratiğinizde dönüm noktası olduğuna inandığınız bir anınızı sorsak ne anlatırdınız? Mimar Sinan Üniversitesi’nde ilk senemdeyken, temel sanat eğitimi dersine giren hocamın, yaptığım çalışmaya bakıp “Sen canını sıkma hiç, eğer mimar olamazsan ressam oluverirsin.” dediği an iyi bir mimar olmaya karar verdiğim andır, çünkü resim sanatının güçlü yanlarımdan biri olduğu söylenemezdi. Sanat eserine dönüştüğünü düşündüğünüz bir mimari yapı var mı? Daniel Libeskind’in tasarladığı Berlin’deki müzesi... Bu müzede sergilenen aslında mimariyle somutluk kazanmış duygular! İçeriye girdiğinizde sizi alıp başka bir hayata taşıyor, size başka birisinin, anılarını, acılarını hissettiriyor. Tüm bunlar yapının iç mekan kurgusu ve mimarisi ile vücut buluyor. Ve yapının kendisi bir sanat eserine dönüşüyor. Projelerinizin işleyişine yaklaşımınız nasıl? Mimar obsesifliği diye bir şey söz konusu mu, yoksa işi ofiste bırakabiliyor musunuz? Mimarlar hayatlarının pek çok bölümüne mimarlıktan gelen bakış açılarını taşıyorlar. Bu yüzden bir mimar çiçekçi açtığında bile farklı bir düşüncesi ve kimliği olduğunu hissedersiniz. Ben de seyahatlerimde bu mesleki bakış açısıyla bulunduğum şehirleri ve mekanları sürekli inceliyorum, bu da bazen dinlenmeye gittiğiniz bir yerde beyniniz ve algılarınız susmayınca yorucu olabiliyor. İşin getirdiği problemleri masa başında bırakmayı bu sayede yıllar içinde öğrendim. Seyahat demişken, yakın zamanda gittiğiniz yerlerden aklınıza neler kaldı? Kopenhag ve Helsinki seyahatlerimde insanın odakta olduğu şehircilik ve mimarinin yeşile verilen değerin insanıların hayatlarına nasıl olumlu etki yaratarak hayat kalitesini artırmış olduğuna tanık oldum. İç

mekanların doğallığı ve düşünülmüşlüğü, detaylarındaki kusursuzluk, beni bu şehirlere hayran bıraktı. Kariyerinizin başlangıcında sizi etkilediğine inandığınız birisi var mı? Alvar Aalto! İskandinav mimarisi başlı başına bu mesleği seçme sebebim olabilir. Minimal, net ve temiz geometrilerin, huzurlu mekanlara dönüştüğünü bu sayede öğrenip kendi mimari bakış açımı da bu şablon üzerinden geliştirdim. Tasarım kriterleriniz neler? Minimalizm ve yalınlık tasarım kriterlerimi oluşturan başlıca kavramlar. Malzeme seçimlerindeyse benim için anahtar kelime gerçeklik. Ham ve doğal malzemeler kullanmaktan vazgeçemiyorum, kaplama yerine masif, suni ahşap yerine hakiki deri, boyanmış işlem görmüş demir yerine doğal haliyle sacı kullanmayı tercih ediyorum. Projelerinizde karakterinizin dominasyonunu görebilir miyiz? Yani sizin de içinde yaşamak isteyeceğiniz yerler mi tasarlıyorsunuz? Projenin işlevi konut ise, tasarım senaryosunu kullanıcının yaşam biçimi ve gereksinimleri üzerine kuruyorum. Ev, kişinin huzurlu olduğu ve aidiyet hissettiği bir mekan olmalı. Burada mimari bir dominasyon olamaz, bir profesyonel olarak kullanıcının beklentilerini karşılayacak mekanın, bence kişiye özgü olarak tasarlanması gerekir. Bize bir ‘visual medicine’ hayal etmenizi istesek? Deniz... Su ve mavinin tonları benim iyileştiricilerim; denizden uzakta hayat geçmiyor. Bir sanat eserini mimariye dönüştürecek olsaydınız, neyi seçerdiniz? İlhan Koman’ın heykellerini mimariye çok yakın buluyorum, hiç zorlanmadan ‘To Infinity’den bir müze yapısı üretilebilir.

XOXO The Mag


MELİKE ALTINIŞIK Öncelikle bize bir ‘visual medicine’ hayal etmenizi istesek? Ruth Asawa’nın eserlerini örnek olarak gösterebiliriz. Öyle bir obje hayal etmeye çalışın ki bir oda yüksekliğinde, hem orada hem değil, tellerin gizemli ve süreklilik yaratacak şekilde örülmesiyle ortaya çıkan bu akışkan kompleks ilişkiler bileşkesi 3. boyutta hayat buluyor. Işık oyunlarıyla da bütünleşince, görenlere ilham veren, hem görsel hem de düşünsel zenginliğe dönüşüyor.

Lebbeus Woods ve hem tez danışmanım olan hem de birlikte çalıştığım Patrik Schumacher ve Zaha Hadid gibi mimar ve kuramcıların mimari söylemlerinden etkilendiğimi söyleyebilirim. Projelerinizde kişisel olarak hangi planda durduğunuza inanıyorsunuz? Kişisel karakteristiklerin gölgesinde kalmaksızın, bulunduğu yere özgü değerlerden yola çıkarak, mimari bağlamda tüm kitlelere uyum sağlayabilecek, çağı yakalamış tasarım karakterlerini içinde barındıran, özgün mekanlar ortaya koymaya çalışıyoruz.

Süreklilik öğesi tasarımlarınızda nerede duruyor? Salon olarak tasarımlarımızın en vazgeçilmez öğelerinden biri süreklilik kavramı. Ölçek fark etmeksizin, bir lamba tasarımından tutun, bir master plan tasarımına ya da bir kule tasarımına kadar tüm tasarımlarımızda sürekliliğe farklı bağlamlarda yer veriyoruz. Bu, bazen malzemenin sürekliliğiyken, kimi zaman mekansal, kimi zaman da formal sürekliliğe dönüşebiliyor.

Seyahatler projelerinizi nasıl etkiliyor? Yapılan her seyahatte, farklı mekanlarla o yere özgün değerler keşfetmenin, farklı kültürlerle iç içe olmanın, tasarımcının hayal dünyasını genişlettiğine ve tasarım sorunlarına global bir bakış açısıyla bakmasına olanak veren önemli ilham kaynakları yarattığına inanıyorum. Ben de son dönemde seyahatlerimde, tasarım sorununa bulunduğu yere özgü, doğayla entegre çözümler üreten mekanlardan ilham alıyorum.

İş çıkışında proje fikirlerinizi ofiste bırakıyor musunuz yoksa mesleki bir bağımlılık söz konusu mu? Özgün projelerin yalnızca mimarlığın işi olarak görülmediği ortamda çıkacağına inanan bir ofisiz. Bu yüzdendir ki mimarlığa duyduğumuz aşkla, projelerimizi mekan ya da zaman ayrımı yapmaksızın hayatımızın her anında yaşıyoruz ve yaşatıyoruz.

Bir sanat eserini mimariye dönüştürecek olsaydınız, neyi seçerdiniz? Anish Kapoor’un 2002 yılında Tate Modern’da The Unilever Series of commissions for the Turbine Hall için sergilediği ‘Marsyas’ adlı çalışmadan ilk gördüğüm anda çok etkilenmiştim. Bu sanat eserini, farklı bölgeleri ihtiyaç doğrultusunda birbirine bağlayan bir köprü projesi olarak yorumlamayı isterdim.

Unutulmaz bir mesleki gelişim adımınızı sorsak ne anlatırdınız? Tek bir anıdan ziyade, her dönemin kendine has dönüm noktalarından bahsetmek daha doğru olur bence. Ancak son dönemin en önemli dönüm noktası olarak ortağım Alper Derinboğaz ile birlikte kurduğumuz Salon Mimarlık çatısı altında uluslararası alanda ses getiren özgün ve heyecan verici projelere imza atıyor oluşumuzu gösterebilirim.

O halde mimarisiyle en çok beğendiğiniz müzeyi öğrenerek bitirelim. Daniel Libeskind’in Berlin’de yer alan Jewish Museum tasarımını örnek olarak gösterebilirim. Gerek mimari tasarımı gerek ‘ziyaretçi’ ile ‘sergilenen’ arasındaki hissel tecrübenin en etkileyici şekilde mekan tasarımlarına yansıtılması bağlamında beğendiğim, başarılı bir müze tasarımıdır.

Kariyerinizde tasarımlarıyla sizi etkileyen birisi var mı? Her tasarımcının ve mimari yaklaşımın kendine özgü etkileyici bir yanı olduğuna inanarak, tek bir kişi ya da kuramın etkisi altında kalmadan, uluslararası bağlamda Oscar Niemeyer, Rem Koolhaas, Frank Gehry, 105


FILE

ELİF ENSARİ Tasarımlarınızın kimliğini nasıl tanımlarsınız? Projelerimizde işlevsellik üzerinden beklenmedik sonuçlar elde etmeye çalışıyoruz. Tasarımlarımızda, her zaman hayatı hafife alan bir olumluluğun olması gerektiğine inanıyoruz. Bunu sağlamak için de tasarladığımız mekan ve objelerin yük olan fazlalıklardan kurtulmuş ve rahat hareket edebilecek bir sadelikte olması gerektiğini düşünüyoruz. Ayrıca tasarıma bir problem çözme pratiği olarak yaklaşıyoruz. Bizim karakterlerimiz tasarımın en önemsiz girdilerinden bir tanesi. Kişiliklerimizin tasarım sürecinde ayak bağı olmasını istemeyiz. Egomuzdan sıyrılarak tasarım problemlerine özgürce yaklaşabilmek bizi çok rahatlatıyor ve çıkan sonuçlar bizi her seferinde şaşırtıyor.

ve yöneten kişi olması gerektiğini, ve kimi zaman bir duygu veya his yaratmanın aslında ne kadar basit bir şekilde yapılabildiğini ondan öğrendim.

En son nereye seyahat ettiniz? 2 hafta önce, Varşova’yı ziyaret ettik. Orada kendimize yakın hissetiğimiz Centrala adlı bir genç tasarım ofisi ile tanışma fırsatı bulduk. Dünyanın bambaşka yerlerinde çok farklı koşullar altında çalışsak da saatlerce süren ilham verici bir diyalogumuz oldu. Yerel halkın ve yönetimlerin katılımını sağlayıp, kendi projelerini icat ederek kentteki yaşam kalitesinin artırılmasında gözle görülür etkileri olması çok ilham vericiydi. Mimarın işlevi ve çalışma yöntemlerine karşı sergiledikleri tutum çok yenilikçi.

Sanatla mimarinin kesiştiği bir yer olarak müzeyi düşünecek olursak, bu konuda en beğendiğiniz yer neresi? Tod Williams ve Billie Tsien’in New York’taki Museum of American Folk Art binası olabilir. Şu anda yapı yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya olsa da bizce çağdaş mimarlığın korunması gereken bir eseri. Mekan akışındaki esprili yaklaşım ve malzeme kullanımı inanılmaz. Yapının mimarları malzeme ve detay seçimlerini özellikle sergiliyor ve sizi ona yakından bakmaya, dokunmaya itiyor. Bu durum mekansal deneyimin ölçeğini ve hızını değiştiriyor. Sergi mekanlarını gezerken ister istemez binanın her köşesine dokunan insanları izlemek çok ilginç bir deneyim.

Projeleriniz günlük rutininizin ne kadarını kaplıyor? Tasarımlarımız bütün hayatımızı ele geçirmiş durumda. İşlerimizi ofiste bırakmaya çalışsak da onlar bizi gün içerisinde her yere takip ediyor. Kariyerinizin başlangıcında sizi etkilediğine inandığınız birisi var mı? Marcos Novak, Southern California Institue of Architecture’da yüksek lisans tez danışmanımdı. Mimarın yalnızca malzemeyi şekillendiren kişi değil, fiziksel ve sanal mekan deneyimini her yönüyle kurgulayan

Bir sanat eserini mimariye dönüştürecek olsaydınız, neyi seçerdiniz? Mimari olarak Béla Bartók’un ‘Piyano için 10 Kolay Eser’ini yorumlamak çok ilginç olurdu. Eserin geleneksel ritimlerden gelen neşesi ve basitlikle gerçekleştirdiği deneyler bize estetik ve yenilikçi bir yaklaşımın bir arada nasıl var olabileceğiyle ilgili ilginç fikirler veriyor.

Bize bir ‘visual medicine’ hayal etmenizi istesek? William H. Whyte’ın Social Life of Small Urban Spaces adlı filmini sürekli geri dönüp tekrar tekrar izliyoruz ve öğrencilerimize de izletiyoruz. Film New York’taki plazalardaki hayatı dikkatli bir şekilde izleyerek neredeyse insanların doğal ortamlarındaki davranışlarını belgesel çeken bir biyolog gibi incelemekte. Filmin esprili dili ve çıkarımları bize tasarım yapmamız için her zaman çok büyük bir motivasyon sağlıyor.

XOXO The Mag


Aeron®

reçete ile satılan tek koltuk

Authorized Herman Miller Dealer

Ayazma yolu sokak No:5 Etiler T: +90 212 263 6406 info@bms-tr.com / www.bms-tr.com


food

DOĞANIN HEDİYELERİ

Yaban Olanın Peşinde yazı didem şenol tiryakioğlu fotoğraflar orhan cem çetin

Doğada zaten bitmiş olanın, yabanın peşinden gitmek çok eğlenceli. Sıcaklar hala devam ederken serinliğin peşinden koşup ormanın içinde kaybolmak ve olanı toplamak heyecan verici. Kış dahil her mevsimin kendine özgü yabani besinleri var, bize sadece onları bulmak ve toplamak kalıyor. Doğadan besin toplamak, sadece beslenmek demek değil, aynı zamanda doğayı anlamak, onunla yakın ilişki kurmak, onu korumayı öğrenmek ve ondan en iyi şekilde faydalanmayı bilebilmek demek. Kapari, yabani mantar, yabani sarımsak, yabani semizotu, deniz börülcesi, yabani kuşkonmaz, su teresi, karahindiba, hodan çiçeği, böğürtlen, ahududu, kızılcık, yaban mersini, dağ çileği, Frenk üzümü, dut, alıç, muşmula, fındık, ceviz, kestane, çam fıstığı, ıhlamur... Mevsime göre değişen bu malzemeleri toplayabilmeyi seviyorum. Sonbaharda, ormanda trompet ve sarı kız mantarlarının peşinde koşuyorum. Ege’de dolaşırken kapari, böğürtlen topluyorum. Çocukken çam ağacının kozalaklarından fıstık çıkarmak için pek uğraşırdım, şimdi ise dikenli

kapari çalısından elim kolum çizilerek kapari çiçeklerini toplayıp, turşusunu kuruyorum. Toplayıcılık yapmanın garip bir hissi var; en uzaktaki en yüksektekine ulaşmak istiyor insan. Önce aşağıdan yukarıya bakıp tüm yemişleri kesiyorum, sonra kendimi kaptırıp sepeti doldururken zıplaya düşe zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum. Doğadan yabani bitki toplarken aşırı hasat yapmaktan kaçınıyorum. Bizden sonra bizim gibi toplayıcı olanların aynı bitkiden faydalanabilmesi ya da en önemlisi doğada yaşayan kuşların ve diğer hayvanların hayatlarını sürdürebilmeleri için bu gıdalara ihtiyaçları olabileceğini unutmamalı. Hatta sırf bu yüzden, kısa boylu hayvanları da düşünerek ağaç üzerindeki meyveleri toplarken kolumuzun uzanabileceği en üst noktadaki meyveleri toplamak gerekiyor. Her koşulda bitkinin devamlılığı açısından meyvelerin hepsini toplamak yerine bir kısmını tekrar çoğalabilmesi için ellemeden orada bırakıyorum. Topladığım malzemelerle yemek yapmanın keyfi ayrı. Yazın deniz börülcesini deniz mahsulleriyle hazırlıyoruz. Deniz börülceli ahtapot

XOXO The Mag


Kuzey ülke mutfaklarına bu gözle baktığımızda, hiç düşünmediğimiz ne çok malzemeyi kullandıklarını daha iyi anlıyoruz. İskandinavların kültüründe var toplayıcılık. İklim koşulları tarıma yeteri kadar el vermeyince, doğadan topladıklarını mutfaklarının önemli bir parçası haline getirmişler. Kendine yetebilen, sürdürülebilir bir yemek anlayışı için doğadakini toplamak, avlamak önemli. Kendi yiyeceğin için emek harcamak malzemenin değerini bilmek açısından da dikkat çekici. Günümüz koşullarında marketlerde parlayan ürünler görmeye alışmış bizler için paketlerden uzak, gerçek malzemeye dokunmak, koklamak, onu doğal ortamında gözlemlemek önemli bir tecrübe. Yemeğin ne olduğunu bazen hatırlamak gerekiyor. Sosyallik aracı olan beslenmenin aslında hayatın devamı için gerekliliğini tekrar fark etmek güzel. Doğadakini toplamak, biz aşçıların da sadeliğe dönmesi ve daha derin düşünmeye başlaması için önemli bir tecrübe. Kendi topladığınla beslenmek zevkli, ama esas iyi hissettiren, doğada geçirdiğin zaman, yolda karşılaştığın kaplumbağa, dalların arasından oyun yapan ışık, etrafın kokusu, dikenin acısı, sessizlik, doğanın büyüklüğü karşısındaki küçüklük hissi. Teşekkür etmek için birçok sebep…

salatası, mezgitli tarla domatesli deniz börülcesi, yaz menümüzün vazgeçilmezlerinden. Hem hafif hem lezzetli bu tabaklar tam yaz kokuyor. Kızılcıktan reçel, marmelat, limonata yapıyoruz. Böğürtleni hem taze hem pişirip kullanıyoruz. Mantarların bir kısmını kurutuyoruz, bir kısmını iyice fırçalayıp temizleyip sote ederek taze makarnalarda, etlerde kullanıyoruz. Kaparinin meyvesini toplayıp, tuzlu suda bekletip acısını çıkartıyoruz, salatalarda servis ediyoruz. Hodan çiçeğini soteleyip yumurta kırarak yiyor, yabani semizotunu karpuz ve beyaz peynirleri karıştırıp salatasını yapıyoruz. Her türlü yemişi hem fırınlayıp lezzetini pekiştirerek hem kıtırlığından faydalanarak salataların ve başlangıçların içinde kullanıyoruz. Anında topladığın malzemeyle yemek yapmak körpelik ve tazelik açısından çok keyifli. Dalından yeni kopmuş ıhlamuru demlemenin farkını ancak içince anladım. Taze ceviz mi dediniz? Tatlı tatlı cevizi kırıp içindekine ulaşma heyecanıyla yemenin hazır iç ceviz yemekle uzaktan yakından alakası yok. Besin olduğunu hiç düşünmediğimiz ama yenebilecek birçok şey var aslında doğada. Yoncalar, çamın uç ve körpe dalları, menekşeler, çim... 109


whatever

TROMA’NIN BEBEKLERİ

Mikro Bütçeli Seks Bombaları yazı sarp dakni

İki tuhaf adam: Biri henüz keşfedilmemiş yetenekleri avlamak konusunda keskin bir koku alma duyusuna sahip olan Lloyd Kaufman, diğeri ise doğru düzgün bir fotoğrafı bile çekilemediği için gerçekten var olup olmadığı merak konusu olan ortağı Michael Herz. İkilinin kurduğu Troma’nın ‘Z’ dünyası için muhteşem bir tapınak vazifesi gördüğü tartışmaya açık değil. B filmlerinden bile daha düşük, mikro bütçeli pespaye halleriyle yere göğe sığdıramadığımız Z aleminin, yaşayan en uzun ömürlü stüdyosu olan Troma kataloğunda, Carmen Electra, Vanna White ve hatta Marisa Tomei’nin bile bugün kesinlikle hatırlamak istemeyecekleri filmler yer alıyor. Ancak “Troma’nın kızları”nın hepsi Electra ve Tomei kadar büyük ya da dev yıldızlar değiller. Bugün büyük bölümü evlenip, çoluğa çocuğa karışmış olsalar da, çoğu Z tutkununun arşivlerinde cinselliklerini berbatlığın çok ötesindeki komedi oyunculuklarıyla birleştirmiş birer tanrıça olarak plastik DVD kutularının tozlu kapaklarında dimdik ayakta duruyorlar. Kaufman ve Herz Troma’yı her ne kadar 1976 yılında kurmuş olsalar da, daha önce çekilmiş ve rutubetli arşivlere sürüklenmiş bazı filmlerin dağıtım/temsil haklarını satın almayı akıl edebilmişler. Tıpkı, 1972 tarihli Angels’ Wild Women gibi. Kartvizitinde dansçı, şarkıcı ve aktris yazan, daha sonraları büyük bir TV yıldızına evrilen ‘sarışın ihtiras’ Regina Carrol’ın başrolü oynadığı film, Charles Manson ve çetesinden ilham alıyordu. Ondan bir yıl sonra çekilen Savage Abduction ise sekse susamış iki çekici kadının, bir motosiklet çetesinin eline düştükten sonra yaşadığı korkunç fiziksel ve psikolojik işkence üzerine kurulu. Filmin odak noktasında yer alan Amy Thomson ve Tanis Gallik bugün “hiçkimse” tarafından hatırlanıyor.

80’lerde ise durum daha farklıydı. Troma, kanlı Z filmlerini finanse edebilmek için seks komedilerine yönelip büyük başarı kazanmıştı. Dört filmlik serinin üçüncüsü Stuck On You! (1982), afişinde kalçalarını olanca cömertliği ile sergilerken pembe bir sakız balonu şişiren Virginia Penta’nın daha sonra hayatına nasıl devam ettiği hakkında çok fazla bilgimiz yok. Dördüncü ve son film, 1983 tarihli The First Turn-On!’un en büyük sürprizi ise kuşkusuz eski milli jimnastikçi ve dönemin yıldız vücut geliştirme şampiyonu Heidi Miller oldu. Kariyerinin zirvesinde (!) kaslarıyla uğraşmayı bırakıp kendini yardım vakıflarına adayan Miller’ın bu filmdeki performansı, hala kolay unutulacak gibi değil. Troma’nın bebekleri arasında belki de en çok bilinen ve hakkında konuşulan isim ise eski Amerikan kongre üyesi Rita Jenrette’den başkası değil. Önce 90’larda başı dertten kurtulmayan bir emlak kraliçesine dönüşüp, yakın dönemde de Piombino prensi Ludovisi ile evlenerek resmi bir prensese dönüşen Rita’nın yaşam öyküsü bu yazıya sığdırılamayacak kadar uzun ve olaylı. Zamanında ismi Abscam skandalına karışan ünlü kongre üyesi John Jenrette ile evli olan Rita, Playboy’a soyunduktan sonra kocasından olmuş ancak geniş çaplı bir şöhrete kavuşmuştu. Adının magazin manşetlerinden düşmeye başlaması onu bir Troma manyaklığı olan Zombie Island Massacre’da oynamaya zorladı. Lloyd Kaufman bugün ilerleyen yaşına rağmen çılgın bir bilim insanı edasında, çeşitli konferanslara ve festivallere katılıp Z dünyasının sınırlarını genişletmeye çalışıyor. Bu çalışkan ve çılgın adamın sayesinde tanışma şansı bulduğumuz bu harika kadınlar için kendisine bu yazıyla ‘toksik’ bir selam çakmış olalım...

XOXO The Mag


www.kristalelmafestivali.com

BÜYÜLEYEN FİKİRLER EFSANE İSİMLER

TÜRKİYE'NİN EN ÖNEMLİ YARATICILIK VE PAZARLAMA İLETİŞİMİ ETKİNLİĞİNİ KAÇIRMAYIN!

3 GÜN; 80 SEMİNER, PANEL, KONFERANS, WORKSHOP 120 KONUŞMACI , 2 ÖDÜL TÖRENİ, 3 SERGİ, KONSERLER VE ÖZEL DAVETLER

Festival Ana Sponsoru

HOTELS & RESORTS

PARK BOSPHORUS - İSTANBUL

Organizasyon




cover

CHLÖE HOWL Picture Perfect Onunla tanışıklığınız, ya şans eseri kendi kendinize, ya takip ettiğiniz haber kaynaklarından ya da arkadaşlarınızın sosyal medyalardan herhangi birinde paylaştığı video, fotoğraf ya da bunlara benzeyen medyumlar sayesinde olmuş olabilir (bu bir tahmin değildir). Zaten başka türlü nasıl olabilirdi ki? Her nasıl olursa olsun, Chlöe’yle doğru zamanda tanışmışsınız, henüz meyve dalındayken, yeni yeni kızarmaya başlamışken (bu bir tasvir değildir)... Ama burada tanıma fırsatı bulanların da geri kalan yanı yok, iş işten geçmedi, hemen müzik dinleme/izleme programınızı açın. Sırasıyla Rumour, Disappointed, No Strings ve Paper Heart’ı dinleyin, izleyerek dinleyin (bu bir emir değildir). Chlöe’nin dertleri sizi pek etkilemeyebilir ama müziğine tepkisiz kalacağınızı pek zannetmiyoruz. Bu giriş derslerinden sonra da -vaktiniz olursa ve planlarınız uyarsa- canlı şovunu 20 Eylül’de adidas all originals istanbul’da izlemeye gidebilirsiniz (bu bir reklam değildir). Neyse... Londra’dayız, herkesin tatil yaptığı bir günde, ilk defa çalışma fırsatını bulduğumuz, ünlü fotoğraf sanatçısı Perou ile Chlöe’ye don biçiyoruz. Perou onu bazen kadın olarak bazen de erkek olarak görmek istiyor. Biz de peşine takılıyoruz, kuyruk gibi (bu bir benzetme değildir).

interview olga şerbetcioğlu photographer perou styling tawfiq khoury hair & make up holly silius photo assistants dawn-marie & stan


gรถmlek coz kravat vintage


ceket levis


kazak sisley


cover

Bu bir klasik, bununla başlıyorum; çekim nasıldı? Bunca yıldan sonra şeytani ikizimle tanışmak bir garipti. Ayrıca Perou gibi bir fotoğrafçıya poz vermek çok güzeldi. Hayatını kökten ve derinlemesine değiştiren o garip anı hatırlıyor musun? Ya da belki de öyle bir an oldu mu diye sormalıyım... Açıkçası, hiçbir zaman yaşadığı şeylere kendini fazlaca kaptıran biri olmadım. Durum ne olursa olsun kontrolü elimde tutmayı başardım. Çünkü hayat, benimki ya da başkasınınki, her zaman yeterince karışık... Kendini bir pop star olarak görüyor musun? Galiba kendimi daha çok bir müzisyen ve sanatçı olarak, ve dolayısıyla kreatif biri olarak görüyorum… Müzik dışında bir işle uğraştığımı hayal bile edemiyorum. Columbia Records’la nasıl bir araya geldin? Küçüklüğümden beri şarkı sözü yazıyorum, bana o zamanlardan beri bu süreçte eşlik eden bir prodüktörüm var. Bir gün nihayet elimizde güzel bir şarkı seçmesi oluştu ve bu şarkıları bağımsız bir plak şirketi sahibi olan birine götürdük, o da bizi Columbia’yla tanıştırdı. Ve müzik kariyerim böylece başlamış oldu… Kendi şarkılarını yazan bir müzisyen olarak, şarkı sözlerinden otobiyografik anlamlar çıkarmaya yönelik dinleyici algısıyla ilgili ne düşünüyorsun? Ben şarkı sözlerini yazarken hem kendi hayatımdan ilham alıyorum hem de kafamda farklı karakterler yaratıyorum. Senaryo yazmak gibi;

ya çok ilginç bir hayatın vardır ve kendini anlatırsın, ya da hikayene sana hiç benzemeyen yeni karakterler eklersin. Ve iki türlü de ortaya çıkan sonuç keyif verici olur. Ayrıca, haliyle şarkı sözlerine, semantik anlamda, onu sadece yazan kişinin değil üretiminde ve dinlenmesinde yer alan kişilerin de kendilerinden parçalar kattığına inanıyorum. Yani, her birinin otobiyografisi niteliğinde olduğuna. adidas all originals istanbul’un konuğu olarak İstanbul’a geliyorsun; buraya daha önce gelmiş miydin? İlk gelişim olacak, çok heyecanlıyım! Bana anlatıldığı ve fotoğraflardan anladığım kadarıyla herkesin içeride mutlu olduğu bir parti. Anlaşıldı. Bu zamana kadar yalnızca single’ların yayınlandı, albümün henüz yok. Ancak çoğu kişi albümünün de çıktığı yanılgısına düşüyor. Aslında bu gayet olağan; herkes albüm yapmadan önce bir sürü single yapıyor. Benim için neden öyle düşünüyorlar, hiç anlamıyorum, tuhaf… Belki de bunu düşünen sadece sensindir. O halde, albümün ne zaman yayınlanıyor? Bu cevabı vermeye bayılıyorum; daha belli değil, halen üzerinde çalışıyorum. Bu süreçte seni en çok nelerin etkilediğine inanıyorsun? Bana genelde başımdan geçenler, yaptıklarım ve deneyimlerim ilham veriyor. Ayrıca, farklı filmler izlemek de beni besliyor, mesela Quentin Tarantino’nun filmlerini seviyorum. Size, yaşımı düşünürseniz ilginç gelebilir; Poison Ivy ve Almost Famous da çokça etkilendiğim

XOXO The Mag


filmler arasında. Benim için karakterler önem teşkil ediyor, onlardan esinlendiğimi düşünüyorum. Sığ bir bakış açısı geliştirmemi de sağlıyorlar, çünkü karşıdan, onları, sana sunuldukları kadar tanıyabileceğin bir izleme dünyasında oluyorsun. Bu durumda haklarında hükme varamıyorsun ve onlar hakkında hayal kurman gerekiyor. Ama kurduğun hayaller asla o kişinin aslında sana sunabileceklerinin derinliğine yaklaşamıyor. Sen öğrenilmiş olandan hareket edebilirsin, ama aslında bu konu çok daha fazla efor ve kişisel tarih gerektiriyor. Bugüne dek hatırı sayılır pek çok web sitesi senden övgüyle bahsetti. Bir şarkıcı ve söz yazarı olarak seni bu denli güçlü kılan ne? Şeker kız olmayı reddedip sert bir tavır takınmam olabilir. Bu tavır daha tutkulu işler ortaya çıkarmamı sağlıyor çünkü etrafımdaki şeyleri olduğundan daha sevimli göstermek gibi bir derdim olmuyor. Yani hiçbir şey için -mış gibi yapmıyorum. Bu sayede insanlar şarkılarımı kendi deneyimleriyle bağdaştırabiliyorlar ve ortak noktalar yakalayabiliyorlar. Beyaz bir Anglo-sakson olmasaydın sence hayat senin için daha zorlu olur muydu? Müzik endüstrisinde bir yerlere gelmeye çalışan her insan türlü zorluklarla karşılaşıyor, hepimizin sıkıntılı zamanları mutlaka oluyor. Ve ne yazık ki bu endüstride hala önyargılar, cinsiyetçilik ve ırkçılık var. O yüzden beyaz bir kız olmasaydım şartlar ne olurdu kestirmek güç, ama biliyorum ki yaptığınız müzik gerçekten iyiyse bir şekilde önünüze kimse geçemiyor. Beyoncé’den bir alıntı: “Bu endüstride yapabileceğin en 119

büyük hata, aklının başında olmadığı bir anda verdiğin yanlış kararlardır.” Müzik endüstrisi gerçekten de insanın kolayca yanılgıya düşebileceği, hata yapmaya oldukça elverişli bir endüstri. Buna çevrenizdeki insanlar da dahil olmak üzere, pek çok şeyi kolaylıkla yanlış değerlendirebilirsiniz. Gerçekten çok güçlü bir sağduyunuz olması ve her an çok dikkatli davranmanız gerekiyor. Ne yapmak istediğinizi bilmeniz ve bu süreci doğru bir biçimde yönetmeniz çok önemli. Kaldı ki bu konuda tecrübe kazanırken, bu endüstride kendinizi geliştirirken, küçük de olsa hata yapmamanız gibi bir olasılık yok bana sorarsanız. Müzik dışında bir B planın var mı? Hayır, şu an için yok, çünkü B planı yapmak demek başarısızlık ihtimalini kabullendiğin anlamına geliyor bir bakıma, ve benim için öyle bir opsiyon söz konusu değil. Kulağa irite edici ve hatta fazla iddialı geldiğinin farkındayım ama bilirsin; ya hep ya hiç. Farklı bir yere geçeyim, marka işbirlikleri hakkında ne düşünüyorsun? Etrafta birçok örneği var ama bence böyle bir birlikteliği değerli ya da başarılı kılan iki tarafın birbirine olan uyumu. Tabii marka tarafına olan yararı dışında bence sanatçıya da farklı bir bakış açısı ve farklı bir dünya sunuyor. Aslında sorumun temeli, gündem konusu olan ve markaların yeni promoter’lar, yeni menajerler, ve hatta yeni plak şirketleri olduğunu iddia eden bir tartışmaya dayanıyor. Endüstride böyle bir eğilim olduğu doğru, ama dediğim gibi, günün


kazak reiss ceket reiss pantolon reiss ayakkab覺 toast


elbise john rocha


端st vintage


elbise jackie js lee


kazak hacket pantolon hacket ayakkab覺 adidas originals


kaban reiss pantolon top shop ayakkab覺 jimmy choo


cover

sonunda bunun başarısı yine de sanatçının markayla ne kadar uyumlu olduğuna bağlı. Tabii buradaki denge de çok önemli çünkü her iki taraf da kendini öne çıkarmak derdine girdiğinde işbirliği farklı bir yöne gidiyor ve belki de çok başarılı olabilecek bir iş hüsranla sonuçlanabiliyor. Yine de 10 sene öncesiyle kıyaslanırsa, bir markanın müzik yatırımı yaparken, doğası gereği ve mecburen, aynı zamanda endüstri yatırımı da yapıyor olması fikri -kontrol edilsin ya da edilmesinazımsanmayacak kadar önemli bir olgu. Sormadan geçmeyeceğim; Lily Allen’la kıyaslanıyor olmak senin için tatsız bir durum mu? Ki bence pek alakan yok. Aslında başıma bunun geleceğini, bu tip yakıştırmalara maruz kalacağımı çok iyi biliyordum, çünkü insanlar çok tembeller ve hemen “İngiliz aksanıyla şarkı söylüyorsa kesin Lily Allen’ı seviyordur ya da onun gibidir” diye yaftalıyorlar. İşin aslı, Lily Allen’ı hiç doğru dürüst dinlemedim. O tabii ki içten şarkı sözleri ve duruşuyla genç kızlar için önemli bir figür, ama şahsen herhangi bir şekilde ondan ilham aldığımı söyleyemem. Peki favori müzisyenlerin kimler? Robyn’i çok beğeniyorum, bence harika biri. The Streets’i de çok seviyorum. Sia var tabii ki, ve bence son albümü inanılmaz. Bir alıntı daha, bu kez Maria Sharapova’dan: “Birkaç dakika sonra sahada seni yenmek için yanıp tutuşan biriyle nasıl

gerçekten dost olabilirsin?” Sence müzisyenler ya da sanatçılar arasında da böylesine bir yarış var mı? Rekabet yaşamayacağım insanlarla arkadaşlık kurmayı tercih ediyorum. Bazıları rekabete bayılıyor ama bu, pek benlik değil. Birinden daha iyi olmaya çalışılırken o kişiden nefret edilmesi hoşuma gitmiyor. Çok üzücü bir şey. Bu noktada, bazen kendimle ilgili de hayal kırıklığına uğradığım oluyor. Çünkü bu benim için bir bakıma kötü karma... Çok fazla insanla içli dışlı olmuyorum, çok fazla insanla muhatap olmak bir noktadan sonra stresli bir hal alıyor. Yakın arkadaşlarımdan oluşan küçük bir arkadaş grubum var. Böylesine bir ilişki çerçevesinde de, başarılar mutluluk verici oluyor çünkü arkadaşın adına gerçekten sevinebiliyorsun, onunla gurur duyuyorsun. Aslında ne kadar küçük ve kapalı, o kadar iyi. Kendi jenerasyonuna ait olduğunu hissediyor musun? Evet, ve yaşıtlarımı dürüst, gerçek ve samimi bir şekilde temsil etmek istiyorum, çünkü her şeyin ortada olduğu bir dönemdeyiz, her şey yüzüne çarpıyor, yaptığın her hata herkes tarafından görülebiliyor. Ben de jenerasyonuma ait olduğumu hissediyorum, ve bu yüzden gerçekçi ve iyi bir yüz olmak istiyorum. Farklı olduğunu hissettiğin yanların var mı? Yalnızca çok hızlı bir şekilde büyümek zorunda kaldığımı söyleyebilirim. 10 yaşımdan beri bu koşuşturmacanın içindeyim. Ama kesinlikle genç, kanı kaynayan olmayı, beraberinde getirdiği


karmaşayı, yapılan yanlışları, endişeleri, partileri, korkunç küçük kalp kırıklıklarını seviyorum. Çevremdeki insanların, ve özellikle olgunluk döneminde olanların ne kadar da az eğlenebildiklerini gördükçe de bugünleri daha iyi değerlendirme motivasyonum artıyor. Evet, yaşınız ilerledikçe daha iyi ve daha kaliteli eğleniyor olabilirsiniz, ama hiç düşünmeden adım atmak varken bu kimin umurunda ki? Neticede, bugünlerimi güzel ve eğlendiğim zamanlar olarak hatırlamak istiyorum, dolayısıyla mümkün olduğunca ileride hatırlamak isteyeceğim aptalca, saçma ya da tam tersi anılar edinmeye çalışıyorum; tabii partilemek de bunun bir parçası. Seni hiç tanımayan birine stilini nasıl tarif ederdin? Tomboy-vari ve rahat bir tarzım var. Etrafımda büyük bir hızla çok fazla şey olup bitiyor ve tüm bunlarla başa çıkabilmek için mümkün olduğunca sakin ve rahat davranmaya çalışıyorum. Ve bu konuda her geçen gün daha da başarılı oluyorum. Stilim de bu tavrımla örtüşüyor... Günlük stilinle gece stilini karşılaştıracak olsan... Benim için ikisi neredeyse aynı. Çünkü süslenip püslenmek pek bana göre değil, zaten o şekilde kendimi pek rahat da hissetmiyorum. Bazen gece için ufak tefek değişiklikler yapabiliyorum ama bolca siyah giydiğimi söyleyebilirim. Kitap okuyacak vaktin oluyor mu? Dürüst olayım; pek kitap okuduğumu söyleyemem. Zamanımın

olmayışından ziyade biraz tembelliğimle alakalı bir durum bu... Yolculuk yaklaşmışken, İstanbul’u kafanda nasıl canlandırıyorsun? Çok güzel olduğunu duymuştum. Giden arkadaşlarımın çektiği inanılmaz güzellikteki fotoğrafları görmüştüm. Yani hem kültürüyle hem de mimarisiyle beni büyüleyecek bir şehir olduğunu hissediyorum... Bu arada yaşadığım yer Türk lokantalarıyla dolu, dolayısıyla sanırım Türk yemeklerinin nasıl koktuğuna dair bir tahminde bulunabilirim, ve burnuma gelen kokular oldukça ağız sulandırıcı. Bitirmeden; bugünkü çekimi de sorayım; iki farklı karaktere büründün, kendini hangisine daha yakın hissediyorsun? Sanırım maskülen stile daha yakınım. Kıyafetler bana daha eğlenceli geldi ve kendimi içlerinde çok daha rahat hissettim. Feminen temalı çekim esnasındaki halim de görülmeye değerdi; ne yaptığımdan o kadar haberim yoktu ki, etrafımdakileri epey eğlendirmiş olmalıyım. Günlük hayatımda böyle keskin bir stil ayrımına gidebilir miyim bilmiyorum. Sadece, maskülen kıyafetlerin tavrıma daha fazla uyum sağladığını söyleyebilirim. Siz de görüyorsunuz zaten, zarif denebilecek bir stilim yok, o yüzden çekimdeki o hülyalı kadını canlandırmak benim için biraz zorlayıcı oldu. Umursamayan bir tavır beni daha iyi ifade ediyor. Bugünle alakalı bir şarkı yazacak olsaydın nasıl başlardı? Yeni bir şarkı yazmaktan ziyade, Beyoncé’nin ‘If I Were a Boy’unu coverlardım.


elbise etro



ceket calvin klein jean mcq by alexander mcqueen ayakkab覺 reiss


elbise reiss ayakkab覺 jimmy choo


kazak toast etek coz


ceket calvin klein gรถmlek levis jean levis




On Pur pose

şapka merve bayındır üst zeynep erdoğan photographer cihan öncü styling ceylan atınç models lucas kittel, james de stadler, mariya markina, alexandra zolotavina, jagoda tupicka, magda/option mgmt hair yıldırım bozüyük/no.21 make up serkan parmaksızoğlu photo assistant kenan kara styling assistant dilara takımoğlu location honey bee


salopetler zeynep tosun


kazak louis vuitton ล apka editรถre ait


gözlük prada

LUCAS gözlük dolce&gabbana üst h&m ceket niyazi erdoğan pantolon niyazi erdoğan ayakkabı lanvin/beymen


ceket h&m

端st arzu kaprol


elbise white posture ayakkab覺 balenciaga/beymen


LUCAS kazak cos kazak h&m pantolon tommy hilfiger MARIYA üst özlem ahıakın pantolon özlem ahıakın saç bandı özlem ahıakın


kaban louis vuitton


tişört g-star ceket niyazi erdoğan pantolon niyazi erdoğan ayakkabı louis vuitton


JAGODA 羹st miu miu etek miu miu ayakkab覺 miu miu JAMES pantolon dsquared/beymen


ceket koton pantolon louis vuitton


şapka h&m triko louis vuitton pantolon koton kaban fendi/beymen ayakkabı louis vuitton


kaban marni/beymen pantolon niyazi erdoğan gözlük giorgio armani


ALEXANDRA elbise bora aksu LUCAS gรถmlek emporio armani


FILE

Devrin değiştiğini, erkeklerin en az kadınlar kadar bakımlı olduğunu, banyo paylaşımlarında parsellerin giderek eşitlendiğini ilan edip boş sözlerle vaktinizi almak niyetinde değiliz. Bizim işimiz listeler. İşte bu listede de bir kadının sevgilisinden çalmak için can atacağı ve bir erkeğin asla sevgilisine kaptırmayacağı ürünler yer alıyor. Maskülen bir özgüvenle arkanıza yaslanın ve başlayın. hazırlayan ayşecan ipek

Jo Malone Amber & Lavender meets Vetyver Klasiklerden başlayalım. İş eksantrik İngiliz Jo Malone’a geldiğinde bir parfüm önerisinden ziyade parfüm reçetesiyle karşılaşıyoruz. Fragrance Combining sanatının inceliklerini kendi üzerinizde test ederken bergamot, muskat ve sedir ağacıyla birleşen vetivere, Fransız lavantasını ve baharatlı amberi ekleyin deriz. Bu sıcak karışımı gündüz ve gece üzerinizde taşıyabilir ya da iki parfümü günün belli saatlerine bölebilirsiniz.

L’Instant de Guerlain Pour Homme Bir parfüm şişesinden kadınları etkileyecek güçlü bir silah çıkarmak niyetindeyseniz Beatrice Piquet’nin bu yorumuna şiddetle ihtiyaç duyuyorsunuz demektir. Tutku ve iç huzur arasında müthiş bir denge kuran L’Instant de Guerlain Pour Homme, olfaktif iskeletiyle de ilgi çekici: Limonun tazeliği, anason ve yaseminle açılışı yapıyor. Paçuli, sedir ağacı, Hint sandal ağacı, Lapsang çayı, kakao çekirdekleri ve lavanta kalpte, amber çiçeği ve misk ise dipte yer alıyor.

Penhaligon’s Sartorial Beard Oil Hipster kültürüne göz kırpan modern centilmenler, sakallarınız için hayal ettiğiniz her şey ve daha fazlası Penhaligon’s Sartorial Beard Oil’ın şık cam şişesinde gizli. Hızla emilen ayçiçeği, üzüm çekirdeği ve buğday tohumu yağı sakalların nemli ve yumuşak olmasını sağlıyor. Bir terzinin atölyesini andıran, meşe yosunu, tonka çekirdeği ve lavanta aromalı Sartorial’ın çekici esansı da bonus. Uyarı: Bu yağı hakkını vererek kullanmanız için sizin de en az beş adet papyon sahibi olmanız şart. Bvlgari Man In Black Shaving Soap Modern erkeğin gelebileceği en maço noktayı sorarsanız size hiç düşünmeden Man In Black der, aklınıza herhangi bir Will Smith repliği gelmemesini şiddetle tavsiye ederiz. Köklü markanın 130 yıllık geçmişini kutlayan yeni parfümü gücünü amber, deri akorları, ışıklı baharatlar ve odunsu notalardan alıyor. Sümbülteber ve zambak gibi sözüm ona feminen ham maddelere de seksi ve sert bir bakış atıyor. Madem testosteron patlaması yaşıyoruz o halde programımıza tıraş sabunu, keskin bir bıçak ve güzel bir kadın hayaliyle başlayalım.


Philips Norelco Beard Trimmer 9000 Onu sofistike ve seksi bir araba modeli olarak da düşünebilirsiniz. Motoru çalıştırdığınızda lazer keskinliğine sahip, en ince noktalara bile değebilen, çift taraflı bıçağıyla size kolaylık sağlayan, 1 saat boyunca kablosuz kullanıma müsait, her noktasına kadar su ile temizlenebilen bir teknoloji harikasıyla karşı karşıya kalacaksınız. Eğer siz sakallarına düşkün bir Batman’seniz o da her türlü tıraşsal arzunuzu yerine getirmeyi bekleyen bir Batmobile. Shu Uemura Muroto Volume Amplifying Treatment For Fine Hair Tarandığı anda sönen, hacim ve yoğunluk konusunda sıkıntılı anlar yaşayan ince telli saçlar için tasarlanan Muroto Volume serisinin bu iddialı ürünü, okyanus suyu ve minerallerden aldığı güçle saç köklerini uyandırıyor, kafa derisine taze bir soluk getiriyor, böylelikle köklerden uçlara uzanan bir dolgunluk hissi yaratıyor. Kadınları her daim tavlayan şu cümleyle tanımlayalım: (Saçı) ağırlaştırmadan hacim veren doğal bir silikon etkisi.

REN Vita Mineral Active 7 Eye Gel Dil, din, ırk ve yaş ayrımı yapmayan tek bir şey varsa o da göz kenarında oluşan çizgiler. Sevgilinizin göz kremini gizli gizli araklamaktan sıkıldıysanız kendinizi iki İngiliz yakışıklının yarattığı Ren Skincare’in unisex dünyasına kaptırmaya hazırsınız demektir. Vita Mineral Active 7 Eye Gel, incecik jel dokusuyla göz çevresini serinletiyor, nemlendiriyor, şişlikleri indirip koyu renk halkaların görünümünü hafifletiyor. Ödeviniz yumuşak hareketlerle göz çevresine masaj yapmak.

La Mer The Intensive Revitalizing Mask Greyfurt, nane, saman çiçeği, cildi tıraş sonrası yatıştıran ıhlamur özü ve diğer nadide içeriklerle duyuları hareketlendiren sakinleştirici bir uygulama. Okyanusun derinlerinden gelen iyileştirici gücüyle The Intensive Revitalizing Mask, sadece sekiz dakikada cilde dolgunluk, canlılık ve gençlik aşılıyor. Parmaklarınızın arasına bir miktar alın, önce koklayın, dairesel hareketlerle kalın bir tabaka halinde uygulayın. En sevdiğiniz iki şarkı eşliğinde dörder set ağırlık kaldırdıktan sonra güzellik uykunuzdan uyanmaya hazırsınız.

Korres Magnesium & Wheat Proteins Shampoo For Men Yunan mitolojisinde sönük saçlara sahip bir tanrıyla karşılaştınız mı? Hiç sanmıyoruz. Ege’nin kültür beşiğinde keşfedilen tek şey Pisagor teoremi değil. Doğal seçimleri ve hip ambalajlarıyla dikkat çeken Korres, saç dökülmesine ve incelmesine karşı gelen, saç derisine enerji depolayan, provitamin B5, magnezyum ve çinko takviyeli şampuanıyla sizi “duş oyunları”nda bir adım öne geçiriyor. Yunanistan yolcusu kalmasın! Nuxe Men Moisturizing Multi-Purpose Gel 3 farklı amaca hizmet eden bu jel ürün, Baobab yaprakları, doğal gliserin ve hyaluronik asit sayesinde nemlendiriyor, Araucaria özü sayesinde enerji veriyor ve sandal ağacı ve meşe odunu özleri sayesinde cildin rahatlamasını sağlıyor. Makyaj çantasından matlaştırıcı pudrasını çıkarabilen kadınlara inat, markanın bu yıldız ürünü cilde mat bir bütünlük kazandırmayı da ihmal etmiyor. Tıraş ve temizlik sonrası cildinize uygulayın.

Tom Ford For Men Skin Revitalizing Concentrate Mr. Tom Ford’un bugüne kadar çekilmiş fotoğraflarına bir göz atarsanız cilt bakımıyla ilgili iştah kabartıcı sırlara sahip olduğunu anlarsınız. Kuru cilt konusunda son derece çekimser bir tavra sahip, nemlendirici yağların ise hepimizin rutinine eklemesi gereken bir lüks olduğunu düşünüyor. O halde cildi yatıştırıcı ve besleyici bileşenleri bir araya getirdiği Skin Revitalizing Concentrate’e bir şans vermek gerek. Kendisinin bir itirazı yoksa bu ürünü gelmiş geçmiş en iyi hangover kürü olarak da mimlemek istiyoruz. L’Occitane Eau des Bavx Shower Gel Kırmızı biber ve kakule yağının, Provans’tan gelen selvi ağacı ve tütsüyle sarmalandığı Eau des Bavx, upuzun bir hayran listesinin haklı sahibi. Belki de bu listeye deodorantını koymadığımız için biraz hayıflanacaksınız. Bu da demek oluyor ki içeriğindeki Shea yağıyla cildi yumuşatan, parfümün etkileyici esansını vücuda duşta yerleştiren bu jelle henüz tanışmadınız. İkinci duştan sonra bu müthiş kokunun içinde saatler geçirmek isteyecek, kendinizi haklı bir küvet keyfine layık göreceksiniz.


FILE

Chanel Antaeus Pour Homme Jacques Polge’un 1981’de yarattığı Antaeus, vatkaların ve geniş çerçeveli optik Aviator’ların moda olduğu dönemin tüm saçma takıntılarını elinin tersiyle itip maskülen duruşa ve güce tapınan tarafına odaklanıyor. Limon, mersin ağacı, bergamot, kekik, fesleğen, gül, yasemin, paçuli, labdanum, meşe yosunu ve kunduz yağı. Bu kalabalık listenin ucu seksi bir kokuya dokunuyor, mat siyah ambalajın içi gerçek bir klasikle dolup taşıyor. Bugün ve daima aramızda kalmaya devam etsin istiyoruz.

Baxter Of California Clay Pomade Güçlü tutuş, mat doku. Briyantinin saçınızı şekle sokmak için gösterdiğiniz çabayı ispiyonlayan parlak dokusu yerine kolaylıkla forma giren mat bir çamuru tercih ediyorsanız doğru yerdesiniz. Saç tellerini ayıran, tutuculuğunu artıran, parlaklı kazandırmadan şekil veren Clay Pomade, özellikle katlı kesimler için gerçek bir hayat kurtarıcı. Avcunuzda ısıttığınız ve yumuşattığınız ürünü parmak hareketleriyle saçınıza yedirin. Açgözlü olmayın, azıcık kullanmanız yeterli.

Mansfield’s Book of Manly Men Erkeklerin kadınlarla paylaştığı tek şey kozmetik malzemeleri değil. Varoluş problemleri de ortak noktamız. Bu konuda seminerlere katılabilir, erkek arkadaşlarınızla bir bira eşliğinde hayatınız hakkında kafa patlatabilirsiniz. Mutsuz erkekler, bu dosyada yer verdiğimiz ürünleri uygularken Mansfield’in dünyasına ve sözlerine kulak kabartın, göz gezdirin. Göz altı torbalarından hemen sonra yok ettiğiniz ilk şey bunalımınız olsun.

Marvis Classic Strong Mint Toothpaste Marvis’in birbirinden çekici ve ilginç diş macunu aromalarına sahip olduğunun biz de farkındayız. Amarelli Licorice? Yanına bir ok koyabilirsiniz. Ancak hiçbir şey ağzı ferahlatan, öpücüğe yapışan taze bahçe nanesi kadar çekici olamaz. O halde var gücünüzle yeşil ambalaja sarılın ve diş fırçalama seansınızı diş ipiyle sonlandırdığınızdan emin olun. Otis Batterbee Harris Tweed Eye Mask Deliksiz bir uyku çekmek, bir erkeğin dikkat etmesi gereken başlıca güzellik ritüelidir. Yüzü sinsi bir düşman gibi çevreleyen yorgunluk izlerine fırsat vermemek için nerede değil kiminle uyuduğunuz çok önemli. Bir göz maskesi size fazla gösterişli gelebilir ama Jay Gatsby’nin yolundan gidin ve gözlerinizi İngiltere’nin alametifarikası Tweed desenini, lavanta esansına sahip kadife ve kotonla birleştiren, el emeği göz nuru bu maskeyle rahatlatın. Sonraki gün aynaya bakan kazanacak.

Renzo Romagnoli Tıraş Seti Shopi go’nun özenle seçtiği erkek kozmetiğinde Renzo Romagnoli’nin özel bir yeri var. İtalyan ustalarının yüksek kalitede ahşap ve deri kullanarak el işçiliğiyle yarattığı geleneksel oyun setlerine tıraş takımları da dahil oldu. Pearl deri kutulu, şık tıraş setinin içinde zanaatkarların elinden çıkma ultra-lüks bir tıraş fırçasına ve bıçağına rastlayacaksınız. Gittiğiniz otelin banyosuna bu sanat eserini yerleştirirken gururlanmakta haklısınız.


EVENT MANAGEMENT

PUBLISHING

CONCEPT DESIGN

BRAND PLATFORMS

AND ANYTHING COOL

FOR MORE FACEBOOK.COM/COISTANBUL 123@COISTANBUL.COM +90 212 2590669 153


FILE

AY RI LIK

ALBÜMLERİ

Bir rivayete göre mutlu hikayelerin değil, hüzün barındıran, mutsuz ve umutsuz hikayelerin giriş, gelişme ve sonucu okuyucu/dinleyici/izleyicisi için daha merak uyandırıcı ve anlamlıdır. Bu rivayet inandırıcı gelmese de (ya da can sıkıcı gelse de); her birimiz en azından 18 yaşında, sevgili ile beraber olmaya çalışmış, 18 yaşında sevgili gibi davranmış, Peter Sellers’ın şaşkın ifadesinden son derece uzak bir şekilde her-an-patlamaya-hazır canlı bir bomba elimizde tutmuş (ya da o canlı bombanın ta kendisi olmuş), yataktan çıkmamak için nedenler uydurmuş, kapanmış kapıların ardında günler geçirmiş bireylerden biri, ikisi ya da çoğu olduk. Her ilişki bir öncekinden daha farklı şekilde ve hızda başlasa da; bir önceki ilişkide bu büyü nasıl bozulduysa, bir sonrakinde de aynı şekilde (belki farklı belki benzer nedenlerden, ki bana kalırsa her bir ayrılıkta temel neden “ben seninle hayatımı geçirmek istemiyorum ki” ve türevleri oluyor) bozulacaktır. Nitekim, hala herkes gibi ben de biliyorum ki, hikaye değişse de, yeni özneler hayatımıza girse de, ne aşka duyulan aşk, ne de ardından bıraktığı pekmezin tadı değişiyor. Hal böyleyken, Karen O’nun bu ay çıkardığı Crush Songs’unu dinlerken, sonbahar havasının hakim olduğu ayrılık ezgileri çeşnisine göz gezdirmenin tam zamanı! Eskiye bakıp o günleri anmak ‘o günlerdeki siz’le empati kurmak (veya tercihen) o günleri atlatma şerefine şampanya patlatmak için... Ya da, sevgilinizden ayrılmak istiyor ama bir türlü yapamıyorsanız, kararınızı yeniden gözden geçirmek için doğru zaman olabilir. Ayrılma sürecine girmiş, yeni ayrılmış ya da halihazırda ayrılık acısı çekenler ise feyzalınacak şeyler bulabilir ve her halükarda yalnız olmadıklarını hatırlayabilirler... O halde, ilişkilerin kırılma, bozulma, çöküş, medet umma, bitme, bitirememe ve diğer muhtelif evreleri hakkında albüm yapmış ve şarkı yazmış önde gelen müzisyenlerin eserlerine bakmaya başlayalım. Her bir albüm, okuyucunun içinde bulunduğu/bulunmuş olduğu durumu kolay tespit etmesi açısından ana karakterin ruh haline göre düzenlenmekte ve her bir bölümün sonunda bonus olarak olmazsa olmaz şarkı(lar) yer almakta. hazırlayan beren özel

KENDİNE ZARAR VERMEYE YELTENENLER Frank Sinatra – In the Wee Small Hours (1955) Rock dünyasının ilk ayrılık albümü olduğu gibi, aynı zamanda ilk tematik albümlerden birisi söz konusu. 1950’li yılların sonunda kariyeri düşüşe geçen Frank Sinatra; bir yeniden yapılandırma operasyonu ile kariyerini toparlasa da, aşk hayatı için aynı şeyi söylemek pek mümkün değildi. Önce, ilk eşi Nancy Barbato’dan ayrılmış ve boşanmadan ikinci eşi Ava Gardner ile beraber olmaya başlamıştı. Evlilik dışı ilişkiler, kıskançlık ve kamuya mal olmayan diğer nedenlerle, “artık normal evli bir çift gibi yaşayamayan” Frank Sinatra - Ava Gardner çifti ayrılık sürecine girmişti. Bu durum karşısında intihar girişiminde bulunduğu söylenen ve en azından 1955 çıkışlı bu albümünün kaydı esnasında birçok kere kriz geçiren Frank Sinatra, yalnızlık, özlem, ayrılık sonrası kaybolmuşluk ve yaralı adam hissiyatını baştan sona veren ve bugün hala geçerliliğini koruyan bir albüm yarattı. Çokça gözyaşı ardından yaratılan bir kilometre taşı. Buradan aldığımız ders nedir:Dibe battıysan çıkış senin elindedir, krizi fırsata çevirebilirsin. Olmazsa olmaz şarkı:

XOXO The Mag

The Extra Lens - Some Other Way


ESKİ SEVGİLİNİN KÜLLERİNİ ETRAFA SAÇANLAR Bob Dylan – Blood on the Tracks (1975) Her ne kadar Çehov’un hikayelerinden esinlendiği defalarca belirtilse de; zamanlama, albümün ruhu ve şarkı sözleri açısından, bu albümde her şey, Bob Dylan’ın Sarah Dylan ile sekiz senelik evliliklerinin son bulmasına işaret ediyor. Aşk, kayıp, intikam, pişmanlık ve yer yer kendini gösteren tiksinti hissiyatının hakim olduğu bir yolculuk. Aynı hisseden ama farklı bakış açısını haiz iki insanın birbirinden uzaklaşması sevgililerin adetindendir. Olmazsa olmaz şarkılar: Sharon Van Etten – A Crime Throwing Muses – Reel Kristin Hersh – Your Ghost

CİNAYET MAHALLİNİ TERK ETMEK ÜZERE OLANLAR Stars – Set Yourself on Fire (2004) Set Yourself on Fire, ayrılma sürecinde yaşanan krizler ve eski sevgilinin küllerinin uçuşup odada yalnız kaldığını anladığın andan itibaren kendini toparlamak ile ilgili 13 şarkıdan oluşuyor. Kırık tabak, çanak ile kurumuş çiçekleri toplayıp atmak, arada eski mektup ve fotoğrafları yırtıp atmak; ansızın başladığı gibi çabucak biten ağlama krizleri, uykusuz geceler, hatırlanan hoş anıları takiben göz önüne geliveren nahoş anılar ve suratta beliren tiksinti ifadesi ve en nihayetinde eskisi gibi yürümeye, nefes almaya başlama hallerini Amy Millan ve Torquil Campbell düet yaparak anlatıyor bu pop albümünde. Ne de olsa “...yakacak hiçbir şey kalmadığı zaman, kendini yakmaktan başka çare yok!”, kurtarılacak bir şeyin olmadığını anladığın an, cinayet mahallini terk etmekten başka çözüm yok. Olmazsa olmaz şarkılar: Sunset Rubdown – A Day in the Graveyard II Gaye Su Akyol – Biliyorum

PEKMEZ TADINI İYİ BİLENLER Alela Diane – About Farewell (2013) 2013 yılının kendi içinde en tutarlı albümlerinden biri olan About Farewell, bitmiş bir ilişkiyi, Alela Diane’in gitaristi ve -di’li geçmiş zaman diğer yarısı Tom Beritori ile olan evliliğini, geriye bakış ve vedanın onlarca nedenini anlatıyor. O Kolorado mavisini, “o kadının” adının anıldığı anı, bir evlilik teklifini, kalbi kırılan başka bir kadını, sigaranın bayat kokusunu, boş bakan okyanus-renkli gözleri, kapının önüne yığılan tahtaları, satır arası okumaları, çokça uykusuz geçen geceleri ve ardından gelen, kafayı toparlamakta zorlanılan günleri, taşa dönüşen bakışları, elden ele dolaşan viski şişesini, artık-senin-için-yapacağım-bir-şey-kalmadı hissiyatını ve daha nicelerini Alela Diane, derinden gelen hüzünlü sesi ve arka plandaki hayaletvari vokallerle anlatıyor. “Bilmez miyim, en parlak ışıklardır sönerken en büyük gölgeleri düşürenler. İlk günden olmayacağını biliyordum ama yine de kendimi bu batağın içinde buluverdim.” Çıkan sonuç: Hüzünlü bir hikayen varsa, kağıda, resme dök, pekmez tadı bal gibi başkalaşım geçirdikten sonra havaya karışıp yok olabiliyor. Olmazsa olmaz şarkı: 155

Cat Power – Good Clean Fun ve Back of Your Head


FILE

ALIŞKANLIKLARI RAFA KALDIRMAKTA ZORLANANLAR The Mountain Goats – Get Lonely (2006) Bu yazıda yer alan şarkı yazarlarından farklı olarak John Darnielle, kendi başına gelen olayları anlatmak yerine; ayrılık sonrası kendini toparlamaya, bir diğeri ile edindiği alışkanlıklardan sıyrılmaya çalışma halini anlatıyor Get Lonely’de. Ayrılık sonrası o evde uyanılan ilk sabah, özgür ama ürkek tavırlarla yapılan ilk (gereğinden fazla) kahve, hayaletlerle beraber geçirilen geceleri takip eden, yalnız uyanılan sabahlar, eski eşyaları atarken düşünmemek için makine gibi hareket etmeye çalışırken hissedilmeyen sol kol ve benzeri detaylar, hiç şüphesiz sıkkınpıkkın-ve-bıkkın verilen mücadele hissiyatını tüm samimiyetiyle ortaya koyuyor. Her alışkanlığın değişmesi için 21 gün değil, daha fazlası gerekebilir. İnsanlık hali. Olmazsa olmaz şarkı:

Swan Lake – Paper Lace (bu şarkının Sunset Rubdown versiyonu da var) The Magnetic Fields – I Don’t Want to Get Over You Love – Always See Your Face

YATAKTAN ÇIKMAMAK İÇİN NEDEN ARAYANLAR Nick Cave – The Boatman’s Call (1997) Tanrı inancına müdahale edilmeyeceği gibi, aşk da müdahale kabul etmez. Aşk ve Tanrı sevgisi hakkında ders verecek kadar deneyim ve söz sahibi olan Nick Cave, Brezilyalı gazeteci Viviane Carnerio ile evliliğinin ağır ağır tükendiği ve PJ Harvey ile yaşadığı şiddetli ilişkinin herkesin gözü önünde sona erişi ile mücadele verirken, evden çıkmayıp günlerce dinlenecek, dinlenirken de inanç sistemi ile eski ilişkide yapılan hataların eş zamanlı olarak gözden geçirileceği bir ayrılık albümü yaratacaktır. Her bir ayrılıktan sonra neyin yanlış gittiğini, yapılan hataları ve genel anlamda hayatı sorgulamak da adetten değil, insanlıktandır/insandandır. Olmazsa olmaz şarkı:

Modest Mouse – Whenever You Breathe Out, I Breathe In (Positive/Negative) The Smiths – I Know It’s Over Grant Lee Buffalo - Fuzzy

SİLAHLARINI BİR BAŞKASINA ÇEVİREN ESKİ SEVGİLİYE AĞIT YAKANLAR Beck – Sea Change (2002) Sea Change, özür dileyen gözlerle bakan aldatan sevgilinin karşısında, “Seni bu halde bırakmak zor gelse de, artık savaşmaktan, boşa kürek sallamaktan yoruldum” diyen kırık kalpli bir sevgilinin hikayesini anlatıyor. Artık sona gelinmiş, aldatan silahlarını başka bir sevgiliye çevirmiş bile. Ne kapının ardında bekleyen var, ne de Beck’in nevi şahsına münhasır entelektüel parti melodilerinden, funk’ından eser var. Sea Change, vermek istediği mesajı doğrudan ve ağır bir şekilde veren harikulade bir cefa albümü. Dersimize gelelim: Aldatanın korkaklığı ve işgüzarlığı karşısında kapıyı kapamak doğru olan. Nitekim (ikinci) şans, her bilene değil, kendini bilene verilmiş, kazanılmış bir haktır. Olmazsa olmaz şarkı:

XOXO The Mag

The Breeders – Do You Love Me Now? Marvin Gaye – I Heard It Through the Grapevine


HAYAL KIRIKLIĞI İLE YAŞAMAYI SEÇENLER Spiritualized – Ladies and Gentlemen We Are Floating in Space (1997) Evet, hikayeyi biliyoruz: Spiritualized keyboard’cusu Kate Radley, Richard Ashcroft için, asıl adam Jason Pierce’ı son derece şık bir hareketle (gizli nikah) terk ederek, onu derbeder bir halde bıraktı. Ve Pierce, arada sırada uyuşturucu kullanan bir adamken uyuşturucu bağımlısı bir adam haline geldi. Baylar ve bayanlar, uzayda sürüklenmekteyiz diye başlayan o meşhur telefon konuşmasının ardından bir dakika boyunca Pierce’ın tekerrür ettiği “Hayatta yegane istediğim şey, acıyı dindirecek az biraz sevgi. Daha güçlü oluyorum bugün, her gün koca bir adım [atıyorum]” albümün ana fikrini doğrudan veriyor. Kalbindeki yara ile mücadele eden insanın çaresizliği... 70 dakika boyunca, fısıldarcasına çığlık atan bir insanın çırpınışları ile empati kuruyor, kalp kırıcı güzelliğine şahit oluyoruz. Kim demiş, ayrılık albümlerini anlamak için sevgiliden ayrılman gerekir diye... Peki Ashcroft ve Radley çiftinin medeni durumu nedir diye merak ediyorsanız; an itibarıyla çocuklarıyla Ledbury’de yaşadıklarını belirtmek isterim. Buradan aldığımız ders nedir? Hatanın neresinden dönülse kardır (umutsuz ilişkide bulunmanın anlamı yok, çekip gidecek gücü bulduğun an arkana bakmadan kapıyı yavaşça kapayıver). Bir de, uzun ilişkiden çıkanlar, ne istediklerini daha kolay tahlil eder ve daha çabuk varmak istedikleri yere varırlar fenomeni var ama bunun sırası değil... Pierce nasıl mı? Hem hayatına ve hem de yaratmaya devam ediyor. Olmazsa olmaz şarkı:

Kate Bush – Wuthering Heights Benny Goodman – You Turned the Tables on Me

İZOLASYON YAPANLAR Bon Iver – For Emma, Forever Ago (2008) İşini bırakıp, üç aylığına Wisconsin’de bir kulübede inzivaya çekilen Bon Iver’in; eski sevgilisi (Emma ya da her kimse) için yazılmış kasvetli, samimi, her an parçalanma eğilimi gösteren dokuz şarkı ve gitarı ile yapayalnız kalan bir adamın hikayesini dinliyoruz. Bu belki Bon Iver’in duygusal günah çıkarması, belki de ilişki sonrası olayları içselleştirme yolu... Her halükarda ayrılık gibi travmatik bir olaydan sonra kişinin içki alemlerine akmak ya da yeni bir sevgiliye atlamak yerine gücünü doğadan kazanmayı tercih etmesi takdire şayan. Olmazsa olmaz şarkı:

Papercuts – Winter Daze

DÜNYA VARMIŞ DİYENLER ‘Bazı şeylerin olmaması olmasından daha iyidir’ ve ‘bazı şeylerin olması için bazı başka şeylerin olması gerek’ kuramlarını benimseyip; ayrılık sonrası “iyi ki bitti” diyen, vicdanı rahat bizler için, eşini öldürmeye yeltenen, yeşil kapıdan gerektiği zaman derhal çıkabilecek karakterlerden oluşan, olmazsa olmaz şarkılar (ki her biri bir diğerinden daha müstesna) listesi sunmak yerinde olacaktır. Olmazsa olmaz şarkılar: 157

The Magnetic Fields – Yeah! Oh Yeah! The Beatles – For No One Bob Dylan – Don’t Think Twice It’s All Right The Mountain Goats – No Children Future Bible Heroes – I’m Lonely (and I Love It) Nina Nastasia – I Say That I Will Go Carly Simon – You’re So Vain Voxtrot – Your Biggest Fan Tanya Donelly – Swoon Ace of Base – The Sign


brıefs

TU VUÒ FA’ ROMANA AND ACTION

Güneş doğmak üzere. Nar çiçeği rengi elbisesi ve dağınık saçlarıyla güzel bir Fendi kadını, sevgilisinin kollarından ayrılıp kendini Roma sokaklarına Moda haftaları çılgınlığı için gözlerinizi ve trend avcısı içgüdülerinizi nadasa bıraktığınız son bırakıyor. Trevi çeşmesinin önünde dilek tutup tarihi binaların arasında çeyrektesiniz. Şaşı baktırıp şaşırtan sokak modası içinse gözlerinizi kapamakta ya da başka tarafa zevkle geziniyor. İşte François Demachy, Delphine Leabeau ve Benoist bakmakta serbestsiniz. Fakat New York Moda Haftası sırasında gözlerinizi odaklamanız gereken Lapouza tarafından tasarlanan L’Acquarossa Eau de Toilette bu kadın podyumlardan biri kesinlikle Opening Ceremony’ye ait olacak. Spike Jonze’la kimyasal çekimleri tutan için bestelenmiş bir şarkı adeta. İtalyan bahçelerinin esintisini hissettiren marka, (Her ve Where The Wild Things Are’daki kıyafet tasarımları malumunuz Opening Ceremony tepe notalarda greyfurt, Sicilya mandalinası ve Calabria bergamotu, Çin kreatif direktörlerinin alametifarikasıydı) yönetmenle tekrar masa başına oturuyor. Ve NYFW sırasında biberine eşlik ediyor. Mine çiçeği, şakayık akoru ve menekşe yaprakları tek perdelik bir oyun sergilemek için kafa kafaya veriyor, bu sırada gruba Jonah Hill’i de dahil ediyorlar. kalbin tazeliğini koruyor. Kırmızı sedir ağacı ve misk, parfümün odunsu Saatlerinizi 7 Eylül’e ayarlayın. yönünü temsil ediyor. Trevi’nin yanı sıra Roma’nın 4 büyük çeşmesinin yenilenmesini kapsayan “Fendi for Fountains” projesi, Roma’yı Roma yapan dünya miraslarının korunmasını hedefliyor. L’Acquarossa Eau de Toilette ile bu çeşmelerin berrak suyunu teninizde ağırlayın.

JEREMY SCOTT LOVE(S) MOSCHINO Moda dünyası normcore’u ve sıradanlığını sindirmeye çalışırken, Jeremy Scott, Moschino çatısı altında her zamanki ‘more is more’ düsturuyla tasarlamaya devam ediyor. Markanın alt kollarından Love Moschino için 12 parçalık bir aksesuar koleksiyonuyla sezona devam eden Scott, alternatif şaşı bak şaşır desenleriyle Amerikan ruhunu destekliyor. FIT IN TIME Işık hızına henüz fiziksel bağlamında ulaşamamış olabiliriz. Zira hayatın ışık hızında aktığı gerçeğini de göz ardı edemezsiniz. Tabii bu önermeyle yapılacaklar listeniz de doğru orantıda kabarıp, ‘vakit bulamıyorum’ bahanesi de listede her zamankinden fazla kendine yer buluyor. Tüm bu duruma olası bir çözüm olarak Fit in Time, adıyla müstesna bir spor programı sunuyor. Haftada iki kez 25 dakikayla hem vücudunuzu fit görünümüne kavuşturmayı hem de kaslarınızı güçlendirmeyi vadediyor. Spor için vakit bulamıyorum cümlesindeki bahanenin üzerini çizebilirsiniz.

5 COULEURS “Mademoiselle, tırnaklarınızda bu sonbahar hangi renkleri görmek isterdiniz?” Bunu biz değil Christian Dior soruyor. Markanın beş favori rengine odaklanan makyaj koleksiyonu, Dior kadınının ustalıkla yarattığı şık ve feminen kombinlerden ilham alıyor. 1950’lerde podyumda izleyenlerin dikkatini tasarımların üzerinde toplamak için kullanılan Trafalgar kırmızısı, tırnaklara Massai kırmızısı olarak yansıyor ve klasik kırmızı ojenin bir adım önüne geçiyor. Dudaklardaki soluk pembenin yanına koyu bir demir grisini yakıştıran Dior, 206 numaralı ojesi Bar’la hedefi on ikiden vuruyor. Masum tütü pembesi 254 Rose Tutu ile, Paris kadınının zamansız üniforması Pied-de-Poule ise aynı ismi taşıyan nude oje ile tırnaklara yansıyor. Koleksiyonun en heyecan verici rengi ise hiç kuşkusuz Guy Bourdin’e de ilham kaynağı olan Carré mavisi. 796 numaranın piyasaya çıkmadan tükenenler listesine gireceğine bahse varız.

XOXO The Mag


XOXO ID CEMAL CAN DİNÇ & HANDE KANDUR Comeback Axe Tasarımcıları Comeback Axe’in ortaya çıkışının ilginç bir hikayesi var. Uzun zamandır aklınızda olan bir şey miydi yoksa süreç içerisinde kendiliğinden mi gelişti? Uzun yıllardır el aletlerine ilgisi olan ve onları toplayan biri olarak balta yapma fikri Cemal’ den çıktı aslında. Eski iki baltayı restore ettik ve fotoğraflarını Instagram’da paylaştık, sonrasında beklemediğimiz bir ilgi oldu ve o noktadan sonra süreç kendiliğinden gelişti. Olmazsa olmaz dediğiniz, ilham aldığınız şeyleri sıralasanız? Sadece doğa ve yürüyüşlerimiz, yeni yerler görmek. Tasarımlarınızda renk ve karakter bağıntısı kuruyor musunuz? Karakterinde zaten ormanlar ve dağlar olan bir tasarımımız var; bağlantı kendiliğinden kuruluyor böylece.

MATISSE’S CUT OUTS Taschen’in yeni sezon kitapları arasında en heyecan verici olanlardan biri sanat reyonunda arzı endam ediyor. Kariyerinin son dönemlerinde zorunlu yeni teknikler geliştiren Matisse’in renkleri boyamak yerine, makasla şekillendirdiği eserleri, XL bir ciltte toplanıyor. Kitapta ayrıca Henri-Cartier Bresson, Brassai ve Murnau’nun fotoğrafları, Matisse, Picasso, Louis Aragon ve Pierre Reverdy’nin de metinleri bulunuyor.

Kreatif anlamda beslendiğiniz ya da ortak çalışmaktan zevk aldığınız sanatçılar var mı? Yurtdışından iletişimde olduğumuz ve takip ettiğimiz isimler var; 1924, Best Made&Co ve Howl London. Ayrıca yeni projelerde birlikte çalıştığımız typograph çalışmalarını hayata geçiren More Crème de var, kendisini seviyoruz... Tasarımların sunumunda da, belirli bütünlükler kuruyorsunuz. Bu süreç nasıl ilerliyor, tasarımı bütünleyen objeler mi sizi fikre götürüyor yoksa tasarımdan mı yola çıkıyorsunuz? Burada kendimizi karşı tarafa koyuyoruz. Çevremizde bu ürün kendini zaten ortaya çıkarıyor diyerek sunumu es geçen o kadar kaliteli işler var ki biz böyle olmak istemedik. Tasarımdan yola çıkıyoruz diyebiliriz, en çok fotoğraflar önemli, kamplarımız ve uzun yürüyüşlerimiz bunun için de en doğru yer. Atölye sizin için ne ifade ediyor? Yaratım, yenilik ve en önemlisi kaçış. Çekiç ve baltaya ek olarak markanıza yeni araçlar eklemeyi düşünüyor

musunuz? Paylaşmasak da yeni tasarımlar yapıyoruz, sonra karşısına geçip zaman geçirdiğimizde “olmadı” dersek, oradan ileriye pek gitmiyor bizim için. Tokmak serisine devam etmemeye karar verdiğimiz anı hatırlıyoruz, boya ve cila işlerinden sonra birbirimize bakıp “Biraz oyuncak gibi oldular sanki,” dediğimiz zaman son bulmuştu ve devamını getirmedik. Sonra beğenilmesi de çok şaşırtmıştı, balta ve çekiçlerden sonra bize çok naif gelmişlerdi açıkçası. Comeback Axe nasıl devam edecek? Yeni projeler var, yakında onlar da hayata geçecek. Görsel birkaç çalışma yapacağız ortaklıklarla.

159


brıefs

NIGHT NURSE

HIDE AND SEEK Olasılıklar üzerine kurulu bir anket yapacak olsak, 10 kişiden 6’sının hayali yaşadığı büyük şehirden koşar adım uzaklaşarak kendini doğaya teslim etmek olurdu –diye tahmin ediyoruz. Eğer tahminlerimizdeki 6 kişiden biriyseniz, Gestalten’in yeni kitabını şehre mahkum kaldığınız günler için almanızı tavsiye edebiliriz. Hide and Seek: The Architecture of Cabins and Hide-Outs, adıyla müstesna mevsimler üstü, namıdiğer bir ‘ağaç ev rehberi’. Orman içerisinde modern ve geleneksel mimari örneklerini (tabii bulunduğu ortama uyum sağlaması koşuluyla yapılmış olanlarını) derleyen kitap, 256 sayfa boyunca doğru dekorasyon fikirleri de sunuyor. Bir sonraki Amazon siparişiniz için kenara not ediniz.

Cildin kendini en hızlı yenilediği zaman diliminin gece olduğunu artık hepimiz biliyoruz ve bu yüzden her gece cildimiz için iddialı beslenme çantaları hazırlamaya üşenmiyoruz. Şarap bağlarında yetişen en nadide üzümleri cildimize hediye eden Caudalie, Mathilde Thomas’ın 1999’dan beri üzerinde çalıştığı Vinosource Overnight Recovery Oil ve Polyphenol C15 Overnight Detox Oil ile cilt bakım reçetelerimizi yeniden yazıyor. Özellikle hassas ve kuru ciltler için geliştirilen, 6 değerli esansiyel yağdan oluşan Vinosource Yenileyici Gece Bakım Yağı, soğuktan hasar görmüş cildi onarmak için kış mevsimi boyunca yoğun kür şeklinde uygulanabiliyor. Polyphenol C15 Detox Etkili Gece Bakım Yağı ise yorgun görünümlü cildin gece boyunca yenilenmesine destek oluyor. Stres, hava kirliliği, UV ışınları ve serbest radikallerin yol açtığı hasarları ciltten arındırıyor. Esansiyel ve bitkisel yağların rahatlatıcı kokusu portakal çiçeği ve lavanta notaları taşıyan bu yağ, hem cildinizine hem de size derin bir uyku için yardımcı oluyor.

HEROES IN A HALF SHELL, TURTLE POWER! Eğer Splinter moda dünyasına giriş yapacak ninjalarına öğüt verecek olsaydı, olası cümlelerinden biri; “Yaptığın işbirlikleri ve hızları kadar güçlüsün” olurdu. Tam da bu noktada, Ağustos’ta vizyona giren filmleriyle, birlikte moda dünyasından da destek alıyor kaplumbağalar. Yaz ortalarında Fila’yla işbirliği yaparak sneaker imparatorluğunda kendi kabilesini kuran Leonardo, Michelangelo, Donatello ve Raphael, aksesuarlarla moda dünyasına tutunmaya devam ediyor. Yeni sezon takıntılarınızdan biri olması adına Sprayground işbirliklerine göz atınız. Favori kaplumbağanızı, agresif ifadesi ve altın dişiyle sırtınızda taşımak için de markanın online sitesine yönelebilirsiniz. Bu sırada aklınızda dönen melodi bizimkiyle aynı olmalı.

XOXO The Mag


#HAIRINSPO Omuzlara dökülen doğal saçlar, makas darbeleriyle sert ve cool bir kimlik kazanan kısa modellere karşı. Önemsediğimiz kampanyalara bakacak olursak, 2014 sonbaharında kısa ve uzun arasında bir seçim yapıp, arada kalan diğer her şeyi görmezden gelmemiz gerekecek. Annie Leibovitz, Bruce Weber ve Juergen Teller’ı tek bir sezonda takımına alan Louis Vuitton modelleri konusunda da mütevazı takımıyor: Charlotte Gainsbourg, Jean Campbell, Liya Kebede, Freja Beha Erichsen objektife bol deniz tuzu spreyli saçlarla poz veriyor. Stella McCartney için bir araya gelen Mert, Marcus ve Kate’ten en büyük beklentimiz sınırları zorlayan bir güzellik reçetesi. Bu kampanyada istediğimize kavuşuyoruz ve nude makyajın ipeksi saçlarla birleşimini şampanyalarla kutluyoruz. Balenciaga kampanyasında Steven Klein’a görmeye alıştığımızdan çok daha sert bir bakış atan Gisele Bündchen, saçlarını kestirmek yerine Photoshop’un nimetlerinden faydalanmış. Rag & Bone’da kısa saçları ile iddialı bir dönüş yapan Winona Ryder’ın ‘Reality Bites’ zamanlarındaki performansından pek de bir şey kaybetmediğini görüyoruz. Bu resmi telefonda, kuaför randevusunun hemen yanına özenle kaydediyoruz.

OPEN STUDIO Asya Çetin’in ilk kişisel sergisi Open Studio, yolu New York’a düşenleri 335 W 16th Street ‘te bekliyor. Karışık teknikle gerçekleştirdiği büyük boyutlu görselleri, doku ve imajların iç içe geçişini referans alıyor. Şehre ait moda ve mimariyi fotoğraf yoluyla irdeleyen Çetin’in işlerinde, bu dallara olan kişisel ilgisi haliyle yol gösterici oluyor. Feminen süjenin tüm stüdyo duvarlarını hakimiyetine aldığı sergi, gençliğin genç bir sanatçı tarafından yorumlanışı ve kendini yansıtışı olarak vücut buluyor.

JAPON ASKERLERİ SÖRFTE 130 yıldır, Japon dekorasyonunun alametifarikası seramik üretimine kendini adayan Kutani Choemon, üretim kalitesini yanına alıp günceli ziyaret etmeye karar veriyor. Sebebini tam olarak çözemediğimiz etkenlerden dolayı tepe noktasını yaşayan objeler, doğru zamanda müstakbel alıcılarını gülümsetmeyi de kendilerine görev biliyorlar. California rüzgarına tutulan Japon karakterlerin hobileri arasında skateboard yapmak, bateri çalmak ve tabii ki sörf var. Eklektik kültür çarpışması mı demiştiniz?

161


brıefs

SNOOPY IN FASHION VOL. II AKIHIRO THE MASTER OF CHOCOLATE BRICKS

Sanal karakterlerin gerçek dünya tasarımcılarıyla buluşması artık şaşırtma refleksinin yanından bile geçmiyor olabilir. Fakat akımın öncülerinden Snoopy karakterlerinin yeniden tasarımcılarla işbirliğine girmesi yine de radarlara takılıyor. Hatta gülümsetiyor. 1984’te Snoopy in Fashion projesi dahilinde Giorgio Armani, Gucci, Gianni Versace, Thierry Mugler, Jean Paul Gaultier ve Karl Lagerfeld gibi isimlerin tasarımlarıyla buluşan karakterler, 65. yıl dönümleri için yine moda sahnesinden destek alıyor. Bu kez Peanuts ve Belle’i giydiren isimler arasında Dsquared2, Calvin Klein, Opening Ceremony, Dries Van Noten, Isabel Marant ve Rodarte var. Önümüzdeki yıl beyaz ekrana taşınacak çizgi film için ön hazırlıklarınızı yapabilirsiniz.

Kimilerinin çocukluk kabusu kimilerinin ise hayali Lego’ları çikolatayla buluşturma fikri başta garip gelse de, Akihiro Mizuuchi bu fikrin en lezzetli halini bulmuş. Koyu, sütlü ve beyaz olmak üzere farklı yoğunluklarda hazırladığı sıvı çikolataları, milimetrik hesaplarla hazırlanan kalıplara dolduran sanatçı; ortaya birbirine geçerek farklı şekiller yaratan dünyanın en lezzetli Lego’larını çıkartmış. Eğer zamanınızı doğru kullanırsanız erimeden bu harika Lego’larla dilediğiniz şekli yaratabilirsiniz. Aslında telaşa mahal yok, çünkü eninde sonunda hepsi son şeklini damağınızda alacak.

ANDY WARHOL X BUGABOO Ticaret için sanat anlayışının atalarından Andy Warhol, (günümüz şartlarında daha çok ardından kurulan vakfı) her alanda varlığını göstermekten kendini alamıyor, malumunuz. Bugaboo ile yaptıkları işbirliğini yineleyen vakıf, bu kez açık artırmayla satılacak bebek arabaları tasarlıyor. Gelir tabii ki iyi niyete hizmet ediyor ve Kids Company’ye bağışlanıyor.

ACNE NO MORE Yağlı ve karma cilde sahip olanlar La Roche Posay’nin Effaclar serisini yakından tanır. Yaz güneşiyle samimi olup yağlanmaya yüz tutmuş ciltler içinse onunla tanışmanın tam zamanı! Effaclar Gel, sabunsuz ve boyasız formülüyle cildi tahriş etmeden ve kurutmadan derinlemesine temizliyor, aşırı yağ üretimini dengeleyerek bakteri oluşumunu engelliyor. İçerdiği La Roche Posay termal suyu sayesinde cildin hassasiyetine özen gösteriyor. Effaclar Duo + ise cilt bozukluklarını azaltıyor ve akne lekelerine karşı savaşıyor. Acne’yi yalnızca bir moda markası olarak hatırlamak isteyenler kaleye mum diksin.

XOXO The Mag


XOXO ID CANSU ÖZGÜL ContempCo’nun kurucusu Öncelikle ContempCo’yu, bilmeyen birine nasıl anlatırsın? Maya Angelou’nun, “Öğrendim ki, insanlar sizin ne söylediğinizi, ne yaptığınızı unutuyor. Ama onları nasıl hissettirdiğinizi unutmuyor.” sözünü söylerdim öncelikle… Contemporary Innovation Company LLC, New York merkezli multi-disipliner bir grup olarak, şirketlerin değerlerini tasarım yoluyla geliştirmeyi amaçlayan bir strateji ve inovasyon şirketi. Günümüzde büyük bir kalabalık, çok fazla fikir, çok fazla süzgeçten geçmemiş ürün var. Bizim en büyük projelerimizden biri hayatı basitleştirerek başarıya ulaşmak. Hepimizin bu temizliğe ihtiyacı var. Hatta bu yüzden Instagram hesabımıza hep beyaz resimler koymayı tercih ediyoruz. ContempCo’dan önce neler yapıyordun? Parsons New York’ta, Strategic Design and Management okurken, özellikle Fantasty Interactive’deki çalışma sürecimde Google, Time Magazine, Ferrari gibi şirketlerle toplantılarda otururken, strateji ve digital design konularına büyük ilgi duydum. Aynı zamanda, Parsons’da okuduğum bölümün mimarlarından biri olan Brezilya asıllı Carlos Texeira’yi tanımamla beraber, design thinking yoluyla strateji ve inovasyon konularına çok merak sardım. Kendisinin de içinde olduğu ve ilk olarak Hindistan’da başlayan Dreamin organizasyonuna katıldım. Onlarla Çin’deki proje için inovasyon workshop’ları tasarladım, geçen sene Hong Kong İnovasyon Merkezi’nde düzenlediğimiz workshop’lara gittim ve yine tasarımda “facilitator” olarak doğru insanların doğru projelere yönlendirilmesi durumunda o multidisipliner ekiplerden inanılmaz venture’lar çıktığını gördüm. Ayrıca bir dönem Giorgio Armani’nin New York ofisinde Marketing bölümünde çalıştım.

var, yakında geliyor. Ayrıca Arjantin asıllı, Nestle, Pepsi gibi dünya markalarının Design & Marketing servislerini veren Imaginity’nin ABD ve Türkiye müşteri temsilciliğini yapıyorum. Bunların yanında New York ve İstanbul’da çok keyifli design projelerimiz var. Dreamin ile alakalı projelere de devam ediyorum, bunu da yakında duyuracağız. İş temposunu rahatlattığını düşündüğün bir şey? İş tempomu ContempCo’yu kurarken, 9-5 arası bir ofis hayatından farklı şekilde tasarladım, bu da bana kendimi boğmadan, konsantrasyonumu kaybetmeden, dengeli bir düzen yarattı. (Neredeyse!) Benim için iş temposu ve hayat temposu artık aynı. Şirketin adındaki Contemporary lafı biraz da iş temposu ve çalışma düzeniyle alakalı. Bugün etrafımızda birçok freelance çalışan, veya kafeden çalışan, veya co-work space’lerde çalışan insanlar görüyoruz. İnsanların çalışma düzenleri değişmeye başladı ve ileride de tamamen farklı olacak. Örneğin ben sabahları 6 gibi kalkıp, o saatin sakin enerjisinde calışmayı seviyorum. Saat 11 gibi de yogaya gidiyorum. Öğlen yemeklerinde küçük bir sergi kaçamağı yapıyorum, bu da tüm modumu değiştiriyor. New York’un güzelliklerinden biri de enteresan event’lerin olması. Mesela iş temposuna renk katan yeni bir konsept var: Daybreaker. Ayda 2 kere, gizli bir lokasyonda sabah 7-9 arası, iş öncesi, partiler düzenleniyor. İnsanlar iş kıyafetleriyle gelip deli gibi dans ediyorlar. Alkol yok, smoothie ve kahve var barda. 9’da müzik kesilip ışıklar açıldığında size bir kartpostal veriyorlar; herkes yere oturup, o kartın üzerindeki sözü okuyor. Mesela Steve Jobs’ın ünlü bir sözü... Onu herkes bir ağızdan okuyor, daha sonra da koşarak işe gidiyorsunuz bu gazla. Sanırım New York’un bu dinamik enerjisi de beni durmadan ilerletiyor. Bize en son gezdiğin sergiden bahsetsen? Aklımda hala Brooklyn’de son gördüğüm Domino Şeker

Verimli ve yaratıcı bir işbirliği sence nasıl gerçekleşiyor? Bir şeyler almak için önce bir şeyler vermemiz gerekli. Geleneksel ekonomik sistem değişti. İşletmeler hiyerarşiyle başarısız oluyor. Business structure’ları yeniden hayal etmek zorundayız. ContempCo’da yatay bilgi akışına inanıyoruz. Maddi ve manevi değerler yaratabilmek için bilgi ekonomisinden yararlanmak şart. Bilgiyi yönetmek ve doğru insanları doğru zamanda doğru projelerde bir araya getirmek en önemlisi. Şu anda dünyada herkes için yeterli iş imkanı yok. Nasıl herkes için iş gücü sağlanabilir? ContempCo mümkün olduğunca çok insan için iş yaratımı sağlamayı amaç edinmiştir, bu yüzden de open source sistemini çok destekliyoruz. Farklı disiplinlerden, farklı kültürlerden insanlar bir araya gelerek aynı konu üzerinde çalışıyoruz, sonuç da bu farklılığı yansıtıyor. Zira artık sadece nesneler ve ürünler olan bir dünyada yaşamıyoruz; akışlar ve müzakerelerden oluşan bir dünyada yaşıyoruz.

Fabrikası’ndaki, Kara Walker tarafından yapılan ‘A Subtlety or The Marvelous Sugar Baby’ adlı heykel var. 75 feet uzunluğunda ve 35 feet yüksekliğinde, bir kadın köleyi temsil etmekte. Heykel işlenmiş beyaz şekerden yapılmış ve asıl verilen mesaj rafine şekerin imalatında beyaz rengin, kahverengi şekere dönmesiyle kölelik tarihi arasındaki bağlantıdır. Bu, benim içimde çok karmaşık duygular yaratmıştı. Tasarım ve sanat zihninde nasıl birleşiyor, nasıl ayrılıyor? Tasarım ve sanatın ikisinde de gözlem var. Sanatta çoğu zaman sanatçının hayatı gözlemlemelerinin yansılarını görüyoruz. Tasarımda da gözlem var, ama gözlem direkt yansıtılmak yerine o gözlem analiz edilip, durum geliştirilip, yeni, daha fonksiyonel bir ürün veriliyor dışarı. Seni çok etkilediğine inandığın bir tasarım mottosu var mı? “Imagination is more important than knowledge! And, life is really better when designed better.”

Şu sıralar ne üzerinde çalışıyorsun? Birçok şey! Startuplar ile ilgili çok büyük bir projem

163


brıefs

LEGO’DAN SPRINGFIELD Geçtiğimiz Mayıs ayında The Simpsons, sadece Lego’lardan yapılma bir bölüm yayınlamış, ardından da 25. yılları şerefine Lego’dan Simpson’ların evini tuğlalarla yaratmalarını istemişti. Skalayı gittikçe büyüten ikili bu kez Simpson kasabasını baştan yarattı. Lego sanatçısı –evet, böyle bir sıfat mevcut, Matt De Lanoy’a ait çalışmada Bart ve Maggie’nin okulundan, Kwik-E-Mart’a, Moe’s’tan Krusty Burger’a tüm Simpson klasikleri mevcut.

olmanın gerekliliği düşüncesi. Genel olarak “başarılı” olma ideası. Kendi görselliğini yaratmak, sana ‘gösteri toplumu’ ile dövüşüyormuş hissi veriyor mu? Hayır, bir dövüş değil bu. Aslında işlerim vasıtası ile ‘gösteri toplumu’ ile bir diyalog kuruyorum, ki bu sıklıkla şeytanın avukatı tadında, gösteri toplumunun meşruluğunu sorgulamak biçiminde gelişiyor. Milyonlarca farklı görselin bir araya gelerek oluşturduğu devasa bir kolaj içerisinde yaşıyoruz baktığında. Sence böylesine bir yüzyılda, ‘görsellik’ hala güçlü mü? Evet, hatta bence görsellik asla bugün olduğu XOXO ID KALEN HOLLOMON Sanatçı Kolaj, bir bakıma performatif (zihinsel anlamda). Çünkü kolaj, f ikirleri yıkmak ve yeniden inşa etmek üzerine aslında. Bu noktada bir fikri yapılandırmak çok vaktini alıyor mu yoksa fikir aniden zihninde mi beliriyor? Aniden beliriyor evet. Fikir her zaman burada ve gelişmeye açık.

kadar kuvvetli olamadı. Özellikle hem sosyal hem de teknolojik değişimler, insanların farklı görme ya da bu görselliği sunma biçimleri geliştirmesini sağlıyor. George Dickie’den bir alıntı: “Sanat dünyası, ona ait kuralların bir bütünüdür.” Buna katılıyor musun? Evet katılıyorum. Ancak bir yandan da, sanat dünyası ve içerdiği farklı sistemler bir akış halinde Bir bütün olarak sanat dünyasının, var olmak için bu sistemler bütününe ihtiyacı olmadığını düşünüyorum. Öte yandan da tüm bu farklı sistemler sayesinde bugün sanat dünyası denilen bir şeyden bahsedebiliyoruz. Kurt Schwitters mı Claude Cahun mu? Claude Cahun. “Görünenin altında ne yattığıyla ilgileniyorum.” demişsin. Peki sence orada ne var? Orada, görünenin mübalağa edildiği bir gerçeklik, bastırılmış ve gizlenmiş arzular, sırlar var. Görünenin altında yatan şey, her ne olursa olsun, her zaman bizler için bir gizem olmayı sürdürerek kendine bir değer yaratıyor ve bu değeri gittikçe artırarak koruyor.

Kolajlarında yer verdiğin figürlere; gerçekleştirdiğin müdahaleler vasıtasıyla birer kimlik, yaşam tarzı ya da his empoze ediyorsun aslında. Peki gündelik hayatında üzerinde en çok hissettiğin baskı ne? Sence toplum sana en çok neyi empoze etmeye çalışıyor? Hayatta kalmak için çalışmak, para kazanmak, faturaları ödemek ve daha fazla eşyaya sahip

Bizim için, şu anki haletiruhiyeni anlatan bir kolaj kelime üretebilir misin? Yeniden pişirilmiş havyar, Halı Tabağı.

XOXO The Mag


THE STORY OF SIMONE MICHELINE BODIN 16 Eylül-2 Ekim tarihleri arasında yolu Milano’ya düşenlerin Bodin namıdiğer Bettina’yla olası bir randevusu var. Coco Chanel, Christian Dior ve Hubert de Givenchy’nin ortak ilhamı Simone Micheline, Milano Moda Haftası sırasında Galleria Carla Sozzani’de olacak. 1950’lerde en çok fotoğraflanan model olarak tarihin sayfalarına geçen Bodin, JeanPhilippe Charbonnier, Henry Clarke, Erwin Blumenfeld, Jean Chevalier ve Irving Penn’in objektiflerine konuk oldu, buluşmanız için gerekli ayarlamaları yapınız.

REBORN FROM THE ASHES Le Gallion dendiğinde aklınıza neler geliyor bilemeyiz, tek bildiğimiz parfüm dünyasında bu kelimenin çok güçlü bir karşılığı olduğu. Geçmişin olfaktif hanedanlıklarının birer birer modern zamanlara uyarlandığı şu dönemde, Paul Vacher’nin mirası da Colette Paris raflarındaki yerini alıyor. Vacher’ye göre parfüm insan hayatındaki grilikleri Akdeniz mavisine, karanlığı ise aydınlığa çevirme gücüne sahip. Parfüm evinin en ünlü kokularından Sortilége’i yeniden yorumlayan Thomas Fontaine de bu optimist mesaja sahip çıkarak zambak, ylang-ylang, aldehitler, yasemin, gül, mimoza, sandal ağacı, vetiver, labdanum, misk ve amberle büyüleyici bir floral şipre yaratıyor.

THINK ABOUT THE INK Yves Saint Laurent yeni fondöten serisi Le Teint Encre de Peau ile ince doku, mükemmel kalıcılık ve mat bir ten görünümünün peşinde. Serinin esin kaynağı olan hat sanatı, kadınlara adeta mürekkep gibi ciltlerinde uzun süre ve rahatça kullanabilecekleri bir fondöten sunuyor. Fondötenin içerdiği uçucu yağlar, pigmentlerin kolay emilmesini sağlıyor. Aktif maddelerle nem verirken, sıcak ve nemden etkilenmeden mat bir etki yaratan Encre de Peau, özel aplikatörü sayesinde fazla miktarda uygulamayı engelliyor. Bej, pembe bej ve bej dore tonlarında 12 farklı renk seçeneği, YSL’ın efsanevi ‘Le Smokin’ koleksiyonuna saygı duruşunda bulunan şık ve modern ambalajın içinde.

165


90’lara GİrİŞ 101 photographer łukasz zietek/shootme.pl styling szymon duzy model magdalena jasek hair michał bielecki make up marianna yurkiewicz

pelerin dsquared2 body chantal thomass


Ĺ&#x;apka gucci elbise saint laurent


palto céline gözlük miu miu


kazak chloĂŠ


elbise blugirl


端st iro ceket vintage jean dsquared2


kazak mcq by alexander mcqueen


ceket saint laurent gรถmlek dsquared2 jean dsquared2


SET UP

Palmet Bal

Coucou, Nous Voilà! Palmet, resim ve heykel bölümünde okuduktan sonra, tekstil sanatlarından mezun olup, Coucou’yu kurdu. Yaklaşık bir yıldır hayvan aksesuarları tasarımıyla ilgileniyor. Elbette kıyafetler de işin içinde… Biz de atölyesinde, Peanuts’dan aklımızda kalan “Happiness is a warm puppy.” sözüyle, Coucou tasarımlarını inceliyoruz, sevimliliklerinin tadını çıkarıyoruz. hazırlayan müjde metin fotoğraflar özkan önal

XOXO The Mag


soldan sağa: 1. Baskılı reglan Coucou tişört 2. Geoderik cetvel 3. Düğme 4. Çizgi taşı 5. Renkli çizgi taşı 6. Marker 7-8. Rulet 9. Rivet 10. Silgi 11. Ağırlık 12-13-14. Gizli fermuar 15. İplik makası 16. Kumaş makası 17. Vakvak 18. İplik sökücü 19. Vakvak 20. Köpek için ödül kemiği 21. Numune kumaşlar 22. Sulu boya 23. Coucou şişme mont 24. Masura 25-26. İplik bobinleri 27. Defter 28. Kartpostal 29. Marker 30. Köpek maması 175


XOXO’nun mekanınıza gönderimi için mail atın: 123@coistanbul.com

40 360 290SQM 7GR 400DERECE ALL SPORTS ALTÜST ASMALI ARTNEXT ARZU KAPROL AŞŞK CAFÉ BABYLON BACKHAUS BADEHANE BAHAR KORÇAN BALKON BALTAZAR BAYLAN BEBEK KAHVE BEJ CAFÉ BEYMEN BLENDER BIS WEAR İSTANBUL BRASSERIE BLOOM BREAD & BUTTER CAFÉ FİRUZ CAFÉ NERO CAHİDE CASİTA ÇELLO CEZAYİR ÇOKÇOK THAI COOK SHOP CORVUS WINE & BITE COS CREMERIA MILANO CUBA BAR İSTANBUL CULINARY INSTITUTE CUPPA CAFÉ DA MARIO RISTORANTE & PIZZERIA DAI PERA DELICATESSEN DELIRIUM DEM CAFÉ DEN CAFÉ DERIN DESIGN DIVAN DIVANE DIZZIA CAFÉ ECE AKSOY EGERAN GALERİ ESMOD FERAHFEZA FLAVIO FOUR SEASONS BOSPHORUS GALATA NO:5 GALATA BRASSERIA GALERİ ZİLBERMAN GALERİST GARAJİSTANBUL GEYİK GEZİ İSTANBUL GRAM GROOVE GÜNSELİ TÜRKAY H&M HABİTAT HAPPILY EVER AFTER HARDAL HARVARD CAFÉ HATİCE GÖKÇE HELVETİA HILLSIDE CITY CLUB HOME ROOM HÜNKAR İSTANBUL MODA İSTANBUL SETUP İSTİKAMET KARAKÖY AKADEMİSİ JAMIE’S JOURNEY JUNO KAFİKA KAHVE ALTI KAKTÜS KAHVESİ KANTİN KARABATAK CAFÉ KARE ART GALLERY KASABIM KİKİ KIRINTI KOBİ KOMODOR KÖŞE BRASSERIE KULİNATA KULP LA BRISE LABISTANBUL LE PAIN QUOTIDIEN LEB-İ DERYA LEBLON LOKANTA MAYA LOMOGRAPHY GALLERY STORE LUCCA LULU’S LUSH HOTEL MAHALLE MAMA SHELTER MANGERIE MANO BURGER MANUEL CAFE MASA MAVRA MESTA METİN GÜRSOY PR MIDNIGHT EXPRESS MIDPOINT MISS PIZZA MIXER ARTS MOC İSTANBUL MOMO MONO CAFÉ MSA MUHİT MUMS CAFE MÜNFERİT MUSE İSTANBUL NAR PERA NESPRESSO NON GALERİ OKAFE OPS CAFÉ OPUS 3A OTTO PANDORA KİTAPEVİ PARISTEXAS PAROLE PATİKA KİTAPEVİ PI ARTWORKS PICANTE PİLEVNELİ PROJECT PİLOT GALERİ PİOLA PLİEE PLUMON POINT HOTEL POP-UP CAFÉ PROPAGANDA QUE TAL RAFİNERİ MİLLİ REASÜRANS SANAT GALERİSİ ROBİNSON CRUSOE SALOMANJE SARI LAZZARO TRATTORIA PIZZERIA SANAT GALERİSİ SELFESTATE SİMAY BÜLBÜL ŞİMDİ/NOW SİMURG KİTAPEVİ SMYRNA SNTRL DÜKKAN SOSA STAY SUGAR CAFÉ SUSAM CAFÉ SUSHI EXPRESS SUSHICO SWEDISH COFFEE POINT TABE KIYAMET TAKKUNYA TAPS THE HOUSE APART THE HOUSE CAFÉ THE HOUSE HOTEL TOUCHDOWN TRIBECA UGLY ULUS29 UNTER URBAN VOGUE W ISTANBUL WE WHITE MILL XFLATS YILDIRIM ÖZDEMİR ZENCEFİL Sadece standart teslimat ücreti ödeyerek abone olmak için aşağıdaki link’e gidin. www.xoxothemag.net/printed-magazine XOXO The Mag




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.