046 FASHIONMUSICARTDESIGN
EKİM 2014 ÜCRETSİZDİR
Ian Somerhalder (130) Tory Burch (38) Christine & the Queens (62) Alexis & Murat Şanal (84) Alain de Botton (92) Walter Van Beirendonck (96) Mia Wasikowska (110) On The Road II (156)
XOXO The Mag
3
046 FASHIONMUSICARTDESIGN
EKİM 2014 ÜCRETSİZDİR
IAN SOMERHALDER (130) TORY BURCH (38) CHRISTINE & THE QUEENS (62) ALEXIS & MURAT ŞANAL (84) ALAIN DE BOTTON (92) WALTER VAN BEIRENDONCK (96) MIA WASIKOWSKA (110) ON THE ROAD II (156)
cover guest ian somerhalder photographer rainer hosch
İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@xoxothemag.net Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Editörler Aslı Arduman, Dilan Ceylan Emektar, Serap Gecü, Gazali Görüryılmaz, Ayşecan İpek, Aslin Kumdagezer, Müjde Metin, Özkan Önal İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Melahat Çakır Katkıda Bulunanlar Tuğba Ansen, Serhat Cacekli, Deniz İrem Çek, Ceren Çetinoğlu, Emre Doğru, Hülya Ertaş, Ramazan Tunç Gülşen, Bedia Günaydın, Ozan Kıymaç, Cihan Öncü, Nando Salvà, Mehmet Sofyalı, Murat Süyür, Didem Şenol, Alara Uçak, Erman Ata Uncu, Seda Yılmaz Reklam cihan@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye, Sertifika No: 12055 XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.
CO PRODÜKSİYON YAYINCILIK REKLAMCILIK VE ORGANİZASYON TİC. A.Ş. H O Ş S O H B E T S O K A K N O : 2 0 / 1 G AY R E T T E P E B E Ş İ K TAŞ 3 4 3 4 9 İ stanb u l
XOXO The Mag
H6 SPECIAL EDITION
MODANIN YANSIMASI B&O Play H6 müzik ve moda tutkunlarına özel olarak tasarlanmış üç yeni renk seçeneğiyle benzersiz tasarımı yüksek ses performansıyla buluşturuyor. Koleksiyonu keşfetmek için: BEOPLAY.COM/H6/SE
Nişantaşı Showroom: Abdi İpekçi Cad. Demet Apt No: 25/1 Nişantaşı, İstanbul | Tel: 0212 240 61 92
B&O PLAY by BANG & OLUFSEN
@bangolufsen_tr
@BangOlufsen_tr
/bangolufsentr
CONTENTS
COVER 130... Ian Somerhalder
ART & DESIGN
MUSIC
MORE
50… Lydia Ainsworth
16… The Leftovers
Müziğe Dönüşen Rüyalar
Hikaye Henüz Bitmedi
röportaj aslı arduman
yazı erman ata uncu
62… Christine & the Queens
72… Some Women of Dance
Elle Est Simplement Géniale röportaj aslı arduman
INTERVIEW
hazırlayan dilan ceylan emektar
22…Martine Assouline
109… Herschell Gordon Lewis
Beyni Dekore Eden Form
178… Dance to the Future
La Nécessité de Luxe
The Godfather of Gore Speaks
röportaj müjde metin
hazırlayan gazali görüryılmaz
röportaj serap gecü
yazı sarp dakni
54… Bernard Tschumi
FASHION
34…Laline Paull
122… Watch Out. A-G
Arılar, Arılar, Arılar
hazırlayan mehmet sofyalı
30… Tony Cragg
Konseptin Nihayeti röportaj hülya ertaş
58… Stefan Sagmeister Risk Almamanın Riski röportaj serhat cacekli
84… Alexis & Murat Şanal Disiplinlerarası Projelerin Mimarları röportaj hülya ertaş
88… Christian Laurent Watchmaking röportaj dilan ceylan emektar
38…Tory Burch Kazara Girişmci röportaj aslin kumdagezer
96… Walter Van Beirendonck
röportaj aslı arduman
46… Frederik Frede Arkadaşların Arkadaşları
92… Alain de Botton
röportaj seda yılmaz
The School of Life röportaj alara uçak
photographer emre doğru
110… Mia Wasikowska
styling tuğba ansen
An Alternative Starlet
188… İki Yol Var photographer bedia günaydın styling deniz irem çek
Günümüzde Aşçıların Yeri yazı didem şenol tiryakioğlu
röportaj serap gecü
Moda Hayatta mı?
156… On the Road II
172… Orada Olmak
Özgüvenime İyi Geliyor röportaj nando salvà
168… Luc Gabriel Business or Pleasure? röportaj ayşecan ipek
174… David Wilson The Soul of Filmmaking röportaj aslı arduman
184… Smells Like Fall hazırlayan ayşecan ipek
AW 14 -15
www.loft.com.tr
/loftjeanstr
/loftjeans
/loftjeans
AW 14 -15
www.loft.com.tr
/loftjeanstr
/loftjeans
/loftjeans
AW 14 -15
www.loft.com.tr
/loftjeanstr
/loftjeans
/loftjeans
AW 14 -15
www.loft.com.tr
/loftjeanstr
/loftjeans
/loftjeans
s覺zlan may覺 cazi BEN襤 kullan!
Nasa, Curiosity on Mars, 2014
“Görkem, büyüklükte değİl, bİçİmdedİr” demİş Charles Kingsley. HAYDİ, KASIM’DA GÖRÜŞÜRÜZ.
OLGA ŞERBETCİOĞLU
Metamorfoz, bir Hermès hikayesi
Çift taraflı kaşmirden yapılmış kemerli kaban Kuzu derisi pantolon Dana derisi bot
Metamorfoz, bir Hermès hikayesi
«Oxer» timsah derisi çanta Dana derisi ve süet keçi derisi ayakkabı
SERIES
THE LEFTOVERS
Hikaye Henüz Bitmedi yazı erman ata uncu
ABD banliyölerinden hikayeler, o kutu kutu evlerin sınırları içinde kaldıkça ilgimizi kaybediyor -uzun zamandır durum bundan ibaretancak tekrar o sınırların aşılabileceği, bir örnek yaşamların sürdüğü bu mekanlardan hala iyi hikayeler çıkabileceği hatırlanınca tekrar radarımıza giriyor. Bu girizgahın sebebi, yazımızın konusu The Leftovers’ın ‘kaynağı’ Tom Perrotta. Zira yazar, kariyerinde bu iki ucu da yaşadı. Onun romanından uyarlanan Little Children bu hikayelerin suyunu çıkartan klişeleri utanmazca arka arkaya sıralayıp kendisini ciddiye almamızı isterken, yine Tom Perrotta romanı çıkışlı The Leftovers her biri ayrı ayrı işlenecek zenginlikte karakterleriyle bizi başka bir dünyaya davet ediyor. ABD’nin 11 Eylül travmasını da sepetine koyan yeni HBO harikası, dünya nüfusunun hatırı sayılır bir bölümünün, yüzde ikisinin, anlaşılmaz bir şekilde ortadan kaybolmasıyla şekillenen bir olay örgüsüne sahip. Tabii ki Hristiyan ikonografisiyle gündelik hayatı bir araya getiren tuhaf jeneriğinin de unutmamıza izin vermediği üzere The Leftovers’ın en sağlam referansı İncil’e… “İnananların göğe yükselip Tanrı’yı karşılayacakları sevinç gününün” bir benzeri 21. yüzyıl dünyasında yaşanıyor. Haliyle, laik bir söylemi düstur edinenler de, dinin hala bir şey açıklayabileceğini düşünenler de konuyu kendilerince yorumluyorlar, yorumlar çakışıyor, bu travmayla nasıl baş edileceği konusundaki görüş ayrılıkları politikayı belirliyor ve The Leftovers’ın konu edindiği kurmaca kasaba Mapleton ahalisi de bu yeni dünyaya alışamamanın buhranında debeleniyorlar. Her karakterin hikayesini ayrı ayrı işleyen bir felaket filmi düzlüğüne ya da bir soap opera basitliğine kurban gidebilecek bu olay örgüsü, The Leftovers’ın krizi damarlarına kadar nüfuz etmiş karakterleri sayesinde başka bir noktaya taşınıyor. Justin Theroux’yla hasret gidermemize vesile emniyet şefi karakterinin hasarlı aile ilişkileri, bu travmayla
baş edemeyip gündelik hayatında kendinden beklenenleri yerine getiremeyen Meg Abbott (Liv Tyler), olay öncesi parlak bir öğrenciyken artık iyice boşvermiş Jill (Margaret Qualley), üniversiteyi bırakıp hayatını tekinsiz, pedofil bir tarikat liderine vakfeden Tom (Chris Zylka) ve en kilit noktada olanı, bu kriz anında hem kilisesini hem de akıl sağlığını dik tutmaya çalışan rahip Matt (Christopher Eccleston)... Her biri ABD taşrasından hikayeleri niye sevdiğimizi hatırlatacak güçte karakterler… Ve her biri sıradışılığa, frekans değişikliğine izin vermeyen, ömür boyu huzur vadeden banliyöde kendilerine döndükçe kriz üstüne kriz çıkıyor. Güya herkesin ‘saygıdeğer’ olduğu küçük toplulukta durumun hiç de öyle olmadığını, bu resmin yanıltıcılığını görebilmek için yaldızlı yüzeyi kazımaya bile gerek yok. Huzursuzluk, memnuniyetsizlik, sanki dünyanın sonunu yaşamış da hayatını arafta devam ettiriyormuş hali açıkça ortada. Şehir konseyinden, Şef Kevin’in endişeli yüzünden, seks ve uyuşturucunun bile heyecanlandıramadığı gençlerden sıkıntıyı okumamak mümkün değil. Ve tabii bu sıkıntılı halin en görünür olduğu nokta da gizemli Guilty Remnant tarikatı. Sessizlik yeminleriyle, o gün ne olduğunu unutturmamak için beyazlar içinde ortaya çıkışlarıyla, inançları gereği sigara üstüne sigara içmeleriyle üzerlerine gerdikleri esrar perdesi, Mapleton ahalisi için hınç kaynağı. Aynı zamanda dizinin de izleyicisinin ilgisini ayakta tutmak için servis ettiği bir merak unsuru. The Leftovers’ın farkı da tam burada, merak unsuru gibi pratik araçlarla, üzerinde oturduğu teorik çerçeve arasındaki sınırları kaldırmasında. Kurumların artık işlevini yitirdiği, laik bir sistem varmış gibi davranılmasına rağmen dinin hala gündelik hayatta belirleyici bir yere konulduğu ABD toplumunun resmini çiziyor The Leftovers. Bunu da parmak sallamadan, krizi karakterlerinin ta derinlerine enjekte ederek yapıyor. Her bölüm sayfa sayfa açılacak bir diziden daha fazla ne beklenebilir ki…
XOXO The Mag
Metamorfoz, bir Hermès hikayesi
Dip boyama ipek kravat Nişantaşı İstinye Park Hermes.com 17
move your lee Let’s celebrate 125 years of denim expertise
SONBAHAR KIŞ 2014/15
M U D O. CO M. T R
INTERVIEW/PEOPLE
Martine Assouline
La Nécessité de Luxe
Kariyerlerine moda camiasının farklı segmentlerini deneyimleyerek başlayıp, yıllar sonra Assouline’le lüks yayıncılığa adım atan Martine ve Prosper Assouline çifti bu yıl yayınevlerinin 20. yaşını kutluyor. Venedik ve New York’ta bu özel durumun şerefine açtıkları iki mağazanın ardından bugünlerde yayınevinin Londra’daki ilk uluslararası satış noktasının açılış telaşındaki ikiliden Martine Assouline’e ofisinden bağlandık ve yayıncılığın lüks halini konuştuk. röportaj serap gecü fotoğraf assouline’in izniyle
XOXO The Mag
Modellik ve marka iletişimi gibi farklı alanlarda yaşanmış hatırı sayılır bir moda mazisinden sonra yayıncılıkta nasıl karar kıldınız? Yakın arkadaşlarıma, “Bir gün yayıncı olacağım” der dururdum. Ama o dönemde ilgimi çeken, daha çok, romanları ve öykü kitaplarını baz alan, metne dayalı yayıncılıktı. İşin görsellik tarafına kayışım ise yıllar sonra kocam Prosper’le tanışmamla oldu. O, bana göre, dünyadaki en iyi sanat direktörlerinden biri. Tanıştığımız sıralarda dergi ve reklam dünyasıyla haşır neşirdi. Ondan çok şey öğrendim ve nihayet bir gün kendi yayınevimizi kurmaya karar verdik. Zira istediğimiz görsel kaliteye sahip kitapları piyasada bulamıyorduk, ya çok klasiklerdi ya da biraz banale kaçıyorlardı. Aradığımız hissiyatı kendimiz yaratmak istedik ve yayıncılık hikayemiz böylece başlamış oldu.
aldıkları kitapların üzerine isimlerinin baş harflerini yazdırabilecekler. Bu mağazanın açılışıyla birlikte yepyeni bir sayfa açarak, Assouline adına bir sonraki aşamaya geçmiş olacağız. İstanbul’da da üç farklı noktada yayınlarınıza erişebiliyoruz. Buradaki okurlarınızın ilgisi sizin için yeterince tatmin edici mi? Oldukça. Her şeyden önce İstanbul’daki partnerimiz İrem Kınay bizim için kusursuz bir iş ortağı. Onunla çalışmaktan çok memnunuz; her detaya hakim ve kitapların mekandaki sunumunun olması gerektiği gibi yapılması konusunda çok titiz. Ona her konuda sonsuz güveniyorum. Kısaca, İrem tam hayallerimizdeki partner. Hal böyle olunca, işlerin gidişatı da bizim için memnuniyet verici oluyor. Okur kitlemizin ilgisi de buna paralel olarak gayet tatmin edici.
Lüksü nasıl algılıyorsunuz ve bu algı yaptığınız işe nasıl yansıyor? Yayıncılıkta lüks, bir kitabı diğerinden ayırandır. Tıpkı modada bir elbiseyi diğerinden ayıran şey olduğu gibi. Chanel ve Zara ya da Assouline ve başka herhangi bir yayınevi... Önemli olan yaptığınız işe duyduğunuz özen. Yayıncılıkta bu iki taraflı bir konu, ilki yaratım süreciyle ikincisi ise ortaya konan işin sunumuyla alakalı. Sunum kısmında her şeye kendi bünyemizde karar verebilmek ve kendi vizyonumuzu ortaya koyabilmek bizim açımızdan farkı yaratan esas unsur. Renk, boyut, kağıt, her konuda en iyiyi seçme özgürlüğümüz var.
İnsanların yaşadıkları kentlerin okur profiliniz üzerinde belirgin bir etkisi olduğunu gözlemliyor musunuz? Farzımahal, İstanbul’daki okurla New York’taki okuru kıyasladığınızda ne görüyorsunuz? Bence temelde hepsi aynı. Bizi tercih eden okurların hepsinin belli bir kültürden geldiğini düşünüyorum. Sofistike olanı ayırt edebilen ve kitaplarımızın farkını anlayabilen evrensel bir kitle söz konusu. Bu insanlar niş olanın arayışındalar ve her büyük şehirde bu profilden okura erişmek mümkün. Okurlarımız bizi, biz de onları bir şekilde buluyoruz, velhasıl.
Peki “dünyanın en sofistike kitapları” mottosu bu iddiayı neye borçlu? Dünyanın en iyi matbaaları ve ciltçileriyle çalışıyoruz. Yılların getirdiği deneyimle alanında en iyi insanları bulma konusunda ustalaştık. Editoryal anlamda önemli olan iki aşama var; hangi konuda yayın yapmak istediğiniz ve bu konuyu nasıl bir doğrultuda ele alacağınız, ve biz her ikisinde de çok netiz. Bunlardan sonraki adım görsel seçimi, ki işin en zahmetli tarafı diyebiliriz, zira bazen iki-üç tane görsel için 200’ün üzerinde görsel taramak gerekebiliyor. Metni görselle birleştirirken sonuç ürünün okurda nasıl hisler uyandıracağını düşünerek hareket ediyoruz. Hem kolay algılanabilir olmalı hem de insanların duygularına hitap edebilmeli, onlara güzel görünmeli... Kitapta aktarılan bilgiyi ikinci sıraya alıp, ilk sıraya görsellerin ahengini koyuyoruz. Bu ahenge, baskı kalitesi ve incelikle işlenmiş detaylar eklenince benzersiz bir sofistikeliğe erişmiş oluyoruz.
Grand Bazaar kitabınızı İstanbul’a ilk gelişinizin ardından yayına hazırladınız. Turistik anlamda şehrin ana çekim merkezlerinden biri olan Kapalıçarşı dışında İstanbul’da sizi etkileyen özel bir yer var mı? Ah evet, o ilk gelişimizden sonra İstanbul’u sık sık ziyaret eder olduk. Yılda en az 1-2 kez geliyoruz. Hatta en son Temmuz’da bir haftalığına oradaydık. İstanbul’da arkadaşlarımız var ve şehri her gelişimizde daha iyi tanıyoruz. Son ziyaretimizde, İrem’in babası bana bir kitap hediye etti, o kitap sayesinde büyükannemin doğduğu yerin Adalar olduğunu keşfettim. Prince Islands diye hep kulağıma çalınırdı ama itiraf edeyim bu adaların İstanbul’da olduğunu bilmiyordum. Öyle ki yıllardır karşıma çıkan her Yunan’a Prince Islands’dan bahseder dururdum, onlar da neden bahsettiğimi anlamazlardı. Meğer aradığım yer İstanbul’daymış. Bunu öğrenmiş olmak benim için inanılmazdı. Sonraki gelişlerimde mutlaka Adalar’ı görmek istiyorum.
20. yılınız şerefine Venedik’te bir mağaza ve New York’ta bir showroom açtınız. Yıl bitmeden başka açılışlar da olacak mı? Asıl büyük sürprizi yıl sonuna sakladık. Londra’da büyük bir mağaza açıyoruz. Bugüne kadar yayınlanmış bütün kitaplarımız orada bulunabilecek, ayrıca içerisinde bir galeri ve kafe olacak. Aynı zamanda, profesyonel bir ciltçi mağazada hizmet verecek ve okurlarımız
Bir Parizyen için New York’ta hayat nasıl? Harika. Tek kötü tarafı Avrupa’ya uzak olması. Avrupa’ya her gidişimiz en az 8 saat uçuş anlamına geliyor, malum... Burada şehir merkezinin dışında yaşıyorum ve Chelsea’ye doğru yürüyüşler yapmayı seviyorum. 23
Öğle yemeklerini orada yemek hoşuma gidiyor. Özellikle The Mark Hotel’deki Jean Georges Restaurant favorim. Ayrıca, burada pek çok galeriyi gezme şansım oluyor, özellikle Prosper’le sergi dolaşıp yeni şeyler keşfetmeyi seviyorum.
için bir iş olmaktan çıktı, hayatımızla, düşünce tarzımızla bütünleşti. Dergicilik ise bambaşka bir alan. Eminim ki istesek çok iyi bir dergi çıkarırız ama bunun için her şeyden önce zamana, konsantrasyona ve yeni bir işe kendimizi adayabilecek lükse sahip olmamız gerekiyor.
Bay Assouline’le aranızdaki rol dağılımından bahseder misiniz? Birlikte çalışmanın zorlu tarafları var mı? İkimiz de aynı doğrultuda düşünen insanlar olduğumuz için neredeyse hiç zorlanmıyoruz. Tabii ki tamamen aynı olduğumuzu söyleyemem, zira Prosper bana göre çok daha vizyoner bir insan, bense daha derin sularda yüzüyorum. İş hayatında tek zorlandığım nokta hızlı bir şekilde karar almak ve bu konuda Prosper çok başarılı olduğu için onun sayesinde son derece hızlı hareket edebiliyoruz.
Matbuda 20 yılı geride bırakmışken, dijitale adım atma ve kendinize yeni bir saha yaratma fikrine nasıl bakıyorsunuz? Son zamanlarda dijitalle ilgili birtakım planları yapmaya başladık. Dijitalde farkı esas yaratanın güçlü bir içerik olduğunun bilincindeyiz. İşimiz gereği harika insanlarla bağlantı halindeyiz ve bu bağlantılarımızı o güçlü içeriği oluşturmak için kullanıyoruz. Röportajlar yapıp YouTube’da yayınlamaya başladık. Daha da fazlasını yapacağız ama şu anda ne yazık ki detay veremiyorum.
Peki, arkanızda nasıl bir ekip var? New York’ta yaklaşık 60 kişilik bir kadromuz var. Bu kadroda tasarım, prodüksiyon işleriyle ve editoryal konularla ilgilenen ayrı ekipler söz konusu. Ve tabii reklam için de ayrı bir ekibimiz var. Hepimiz yeni olanın, dolaşımda olanın peşindeyiz, birbirimizi bu konuda besliyoruz. Bu bilgi alışverişi yaptığımız işin içeriğini zenginleştiriyor. Birlikte çalıştığım insanlar benimle beraber zaman içinde kendini geliştiriyor ve sonunda Assouline oluyorlar. Bu sayede, kararlarımdan emin olmadığım anlarda onların fikirlerine güvenebiliyorum, onlardan destek alabiliyorum. Bal yapmak için çabalayan arılar gibiyiz, hepimizin amacı ortak.
Hangi dergileri takip ediyorsunuz? Matbuda Amerikan Vogue ve İspanyol Vogue’u asla kaçırmam. Bunlar dışında Vanity Fair, Monocle da sık takip ettiklerimden... Dijitalde ise daha ziyade haber dergilerini tercih ediyorum.
Üretimin baskı hariç tüm safhalarını yayınevinizin olanaklarıyla, in-house gerçekleştiriyorsunuz. Gelecekte kendi matbaanızı kurmak gibi planlarınız var mı? Doğrusu, işin baskı kısmı bizim pek ilgimizi çekmiyor. Matbaacılık çok ciddi bir deneyim de gerektiriyor ve her alanda tek olmak yerine, gerektiğinde işin ehillerinden destek almayı tercih ediyoruz. Çalıştığımız matbaalarla geçmişimiz çok eskiye dayanıyor, işbirliği yaptığımız insanlar neyi nasıl istediğimizi çok iyi anlıyorlar ve biz de bundan ötesini pek aramıyoruz. Prosper Assouline’in çok genç yaşlarda kendi dergisini çıkararak yayıncılığa esasen dergicilikle başlamış olmasından ve yıllarca Fransız moda dergilerinde sanat direktörlüğü yapmış olmasından hareketle, birlikte yeni bir dergi çıkarmayı düşündüğünüz oluyor mu? Kendimizi tamamen kitaplara adamış durumdayız. Kitap yayıncılığı bizim
Kitaplarınız gün gelip de vintage olduğunda, gelecek kuşakların onlarla ilgili ne düşünmesini istersiniz? Umarım ben şu anda vintage kitaplar keşfettiğimde nasıl hissediyorsam onlar da öyle hissederler. Bence kitaplar insanlığın en iyi tarafı ve insanlar onlara her zaman ihtiyaç duyacaklar. Bizim kitaplarımızın da gelecek kuşaklarda heyecan yaratmasını dilerim. Bu arada bazı vintage kitap fuarlarında Assouline’in ilk yıllarında basılan kitapları şimdiden görmeye başladım bile ve bu benim adıma pek iyi bir şey değil çünkü ister istemez yaşım ortaya çıkıyor. Bir röportajınızda bit pazarlarına meraklı olduğunuzdan bahsetmiştiniz. Favoriniz hangisi? Evet, fazlasıyla meraklıyım. Prosper ve benim için bit pazarına gitmek müze gezmek gibi, herhangi bir şey almasak bile inanılmaz ilham verici bir atmosferi ve ruhu var. Favorim Paris’ten, Marché Serpette à St Ouen. En son aldığınız parçayı hatırlıyor musunuz? Okyanusya kültüründen gelen bir maske. Çok sıradışı bir parça. İstediğiniz herhangi birini davet edebileceğiniz hayali bir akşam yemeği düşünün. Masada kimler olurdu? Yazarlar ve müzisyenlerden oluşan bir masa olurdu muhtemelen. Montaigne de baş köşede otururdu.
XOXO The Mag
HUGO BOSS Turkey www.hugoboss.com
Ankara BOSS Menswear Store Next Level BOSS Menswear Store Panora Antalya BOSS Menswear Store Terracity Istanbul BOSS Menswear Store Akasya BOSS Menswear Store Akbat覺 BOSS Menswear Store Bak覺rk繹y Capacity BOSS Menswear Store IstinyePark 25
INTERVIEW/art
Tony Cragg
Beyni Dekore Eden Form Farklı materyallere olan hassasiyetiyle heykel yapmaya uzun yıllardır devam eden Tony Cragg, 80’lerde, bulduğu mobilya parçaları, çeşitli ev eşyaları, plastik oyuncaklar gibi parçalardan yaptığı çalışmalarıyla takdir ediliyordu. Heykelleri, son 10 yılda daha abstre bir hal almasına rağmen, Cragg’in maddeyi en ön plana aldığı eşsiz yöntemini halen hissettiriyor. Hiçbir sanat eleştirmenini takip etmeyen Tony Cragg’le konuşurken, bu hareketli çalışmalarının, onun bağımsız ve kendinden emin düşünce tarzıyla nasıl paralel durduğunu deneyimliyoruz. Siz de bu diyaloğa davetlisiniz. röportaj müjde metin fotoğraflar galleri andersson/sandström izniyle
XOXO The Mag
Tony Cragg, Atmos, 1991, 3 parts, bronze, 107x73cm/78x47cm/79x66cm.
Heykel formatında hayal etmeye ne zaman başladınız? İlk heykel çalışmamı 1969’da, Cheltenham Sanat Okulu’ndayken yapmıştım. Üstelik o sıralarda resim dersi alıyordum. Niyetim heykel yapmak değildi, ama akademi benden böyle bir çalışma talep etti; heykeli yapmaya başladığımda, inanılmaz bir heyecan hissettim. Formları değiştirerek başka anlamlar ve duygular yaratmak… Bu deneyimden sonra ise Londra’da Wimbledon Sanat Okulu’na başladığımda heykel yapmaya da başladım.
sağlamak için; bir nevi hatırlama yöntemi işte. Bunlara çalışma çizimleri diyebilirim. Bir de tamamen keşifler yapmama odaklı çizimlerim var. Çünkü çizim sayesinde materyalle yapamadıklarını yapabiliyorsun. Mesela, fiziki yapıları eşleşmediğinden ötürü hayata geçmesi imkansız olan şeyler çiziyorum. Bu sayede yeni şeylerin farkına varabiliyorum, ki bu bence çok yararlı. Ayrıca masada kalemi görüp, sadece içimden ne geliyorsa çizdiğim eskizlerim de var. Açıkçası çizimlerim ve heykellerim arasında bağ kurma gereği duymuyorum. Evet, birbirleriyle ilişki kurdukları oluyor, ama çizimlerim heykellerin yerine geçsin diye yaptığım bir pratik değil; hepsi farklı birer dışavurum.
Heykel sanatı bazında, o zamanlarla bugün aynı mı? Hayır, hiç değil. Heykel tanımı değişti. İnsanlar, heykelin ayakta duran bir materyal oluşundan dolayı statikliğine inanıyorlar. Ama aslında heykel 20. yüzyılın başından beri dinamik anlamda büyük bir gelişme gösteriyor; hatta özellikle son 30-40 senedir, hiç beklenmedik derecede yol katetti diyebilirim.
Malzeme seçiminde de iç dünyanızın yansımasını görüyor muyuz? Bu seçimin kişisel referanslarla alakası olmadığını düşünüyorum. Demek istediğim; materyal önümüze pek çok imkan sunuyor, bu imkanlardan birçoğunu da henüz fark etmemiş, anlamamış olabiliyoruz. Her yeni form ve malzeme, yeni hisleri, birliktelikleri ve manaları beraberinde getiriyor. O yüzden kişisel tercihler dışında daha önem arz eden hususlar olduğuna inanıyorum. Örneğin; her materyalin kendi rengi var ve çoğu zaman çalışmalarımı kullandığım maddenin orijinal rengiyle bırakıyorum. Ama oldukça yüzeysel kalan bu renk konusu dışında, nesnel sebepler de beni malzeme seçiminde yönlendiriyor; çünkü niteliklerine göre materyallere şekil vermek kolaylaşıyor. Demir ve çelik çok sağlam, sert; tahta bükülebiliyor; kil yavaşça hareket ediyor, kendine şekil verebiliyor, gibi… Maddeleri böylesine incelemeyi seviyorum.
Bu gelişmenin bir mühendislik yönü de var mı? Bu devimsel özellik resimle kıyaslandığında, heykele daha fazla stres yüklüyor mu? Hayır diyeceğim ama yine de emin değilim… Heykel yapma aktivitesinin genel anlamda daha fiziksel olduğu doğru. Ancak fiziksel eforun, kreatif enerji sarf etmekten daha zor veya yorucu olduğunu düşünmüyorum. Bu yüzden sanırım resim ve heykel benim için aynı şeyi ifade ediyor. Hem resim, hem heykel yapan biri olarak bu yorumu yapabildiğinize göre, kendinizi her iki biçime de yakın mı görüyorsunuz? İkisinin de benim için en güzel yanı materyalle uğraşmak; bir heykel veya resim yapmaya başladığında gidişatın nasıl ilerleyeceğini ve biteceğini bilemiyorsun. Bunu sanatçının katıldığı macera dolu bir yolculuk olarak görüyorum. Her ne kadar az önce ikisinin de aynı olduğunu belirtsem de, her disiplin elbette kendine has özellikler barındırıyor. O yüzden şöyle düzelteceğim; resim ve heykel benim için eşit derecede ilgi çekici.
Diğerlerine göre daha çok sevdiğiniz bir materyal var mı? Dürüst olmak gerekirse, insan beyni! Materyal bizi yarattı, bize dil öğretti, ama şu anda ona biz nitelik veriyoruz, kafa yoran pozisyondaki biziz. Bu, muhteşem. Her şeyin bütüncül olduğuna inanıyorum, bu durumda, birini diğerinden ayıramazsın; ben burada olmasaydım, gerçekliğin varlığını da bilemezdim. Bu arada gerçekçi misiniz? Gerçekçi olup olmadığımı bilmiyorum ama heykeltıraşım ve hayatımı malzemeyle uğraşarak geçiriyorum. Doğal olarak, çevremdeki her şeyin materyal bir arkaplan barındırdığına inanıyorum; duyguların dahi...
Bir çizimin çizim halinde kalmasına nasıl karar veriyorsunuz? Heykele dönüşmemelerinin belirli bir sebebi var mı? Çizimlerimin farklı türleri var. Biri, not almak, görselleştirmemi 31
Tony Cragg, Good Face, 2007, 210x120x120cm, Bronze, Photo: Charles Duprat, Courtesy: Tony Cragg
Tony Cragg, “Versus”, 2012, bronze, 210x220x75cm. Courtesy of Galleri Andersson/Sandström.
O halde şöyle sorsak, materyalist misiniz? Evet, oldukça materyalistim. Ruhsal niteliğin de bununla ilişkili olduğuna inanıyorum. Özel yaşantımda da objelerin vasıflarına değer veriyorum. Materyal haricinde, insan figüründen de etkileniyor musunuz? İnsan figürü hepimize ilham veriyor. Ne de olsa insan, çevremizde en çok göze çarpan ‘şey’. Her zaman etrafımızdaki insanlara bakıyoruz ve apaçık buna ilgi duyuyoruz. Ama şu da bir gerçek ki, figür etraftakilerin bir eseri. Yani anatomisi dışında tanımı yapılan figürler var; toplumsal figür, politik figür, ekolojik figür, duygusal figür, psikolojik figür… Figürün, beden dışında kalan böyle bir sürü tarafı var. Bu inancımdan dolayı insan figürünü kopyalamaktan hiç hoşlanmıyorum, ilgilenmiyorum da. Hem neden ilgileneyim ki? Etrafta yeteri kadar çok insan var. Bu minvalde merak ettiğim tek bir şey var; neden böyle görünüyoruz ve ben neden böyleyim? Cevabı bulabilmek için figürün sadece nasıl göründüğüne değil; neler yaptığına, nerede ve ne zaman olduğuna da bakmalıyız. Çünkü neticede biz heykel gibi durağan varlıklar değiliz. Mütamediyen değişim ve enerjik transformasyon halindeyiz. Kendimize göre iki çeşit izlenimimiz var; biri kurduğumuz dengeyle alakalı, diğeri de hayli fani ve hassas; bu, insanoğluna ait dualitenin bir parçası. Bir algımız var ki, bizi hep merkeze yerleştiriyor ve önemli kılıyor. Bir de kendimize zaman ve materyal algısı karşısında gayet önemsiz kaldığımız bir tasvir yapıyoruz. Kariyerinizin başlangıcından bu yana sanat dünyasının genel değişimini nasıl görüyorsunuz? Neredeyse 45 senedir heykel yapıyorum, atölyemde geçirdiğim her yeni gün, heykele bakışım değişiyor. Bugün sanat dünyasını, herkesi besleyebilen türlü alanlara sahip bir yer olarak görüyoruz. Artık bu düzleme mühim katkılar sağlayan pek çok sanatçı var. Peki sanat dünyasında henüz yeni olan birine ne tavsiye edersiniz? Ben 60’larda sanat dünyasına girdiğim için şanslıyım. Zira o zaman sanat piyasası diye bir şey yoktu. Biri sanat okuluna sanatçı olmaya
gittiğinde, bu tamamen idealist nedenlere dayanıyordu. Kimse işlerini satmayı veya bir yerlerde öğretmen olmayı ummuyordu. Uzun yıllar boyunca sanat okullarında çalışmama dayanarak söyleyebilirim ki, sanat öğrencileri başarı elde etme konusunda gitgide daha obsesif davranıyorlar. Ve başarı, strateji geliştirmek anlamına geliyor; strateji de iyi sanat anlamına gelmiyor. O yüzden gençlerin sanattaki ilgi alanlarını bulmaları da zorlaştı. Global bir akademicilik var ve bu da öğrencilerin hep aynı sanatçı işlerini görmeleri, aynı makaleleri okumaları, aynı görsellere bakmaları, aynı küratör ve sanat eleştirmenlerini dinlemeleri gibi faktörler üzerine kurulu. O yüzden gençlere yeryüzündeki tek insan olduklarını hayal etmelerini, ve kimseyi düşünmeden ne yapmak istediklerine karar vermelerini tavsiye ediyorum. Hangi alan olduğunun önemi yok; botanik, astronomi, matematik, insan ilişkileri, toplum… Eğer kişi kendi istediğini bulursa, bu sayede otomatik olarak orijinalite de doğuyor. Sizin etkilendiğiniz bir sanat eleştirisi olmadı mı hiç? Hayır, ben sanat eleştirisi okumuyorum. Neden okuyayım? Ne biliyorlar? Peki son olarak, mimariye veya tasarım alanına yönelmeyi hiç düşünmüş müydünüz? Hayır… Sanat ve tasarım arasında kesinlikle çok büyük farklılıklar olduğuna inanıyorum. Sanatçının en iyi yanı çalışmalarında faydacı bir amaca sahip olmaması. Bu, ona muazzam bir özgürlük veriyor. Tasarımın, ve aynı zamanda bir çeşit tasarım olan mimarinin ise, hayattaki kökleri uygulanabilirliğe dayanıyor. Her ikisinin yaratılma nedeninde de faydacı bir yaklaşım yatıyor. İnsanlar tasarımları satmak için, yaşantıyı kalımlı yapabilmek için üretiyorlar. En iyi sandalye, en iyi kıyafetler, en iyi tasarım… Onlarla yaşamımızı daha iyi sürdürebileceğimize inanıyoruz. Tasarımcılar ise bu inancın mevcudiyetine ihtiyaç duyarak onu kullanmak istiyorlar. Eninde sonunda bütün şehirler birbirine benziyor, pek ilginç olmayan şeylerin tekdüze formlarına alışıyoruz. Maalesef, artık 1 metrekare orman alanının içinde, koskoca modern bir şehre göre çok daha fazla form görüyoruz.
XOXO The Mag
33
INTERVIEW/LITERATURE
LALINE PAULL
Arılar, Arılar, Arılar Hiç arı kovanında geçen bir roman okumuş muydunuz? Laline Paull’un The Bees’i arıların tuhaf ve bilinmezlerle dolu yaşamını gözler önüne seriyor. Hikayenin ana karakteri işçi arı Flora 717’nin peşi sıra biz de bu garip komünitenin bilim kurgu hissiyatı taşıyan dünyasına adım atıyoruz. İşin ilginç yanı, romanı okurken kovandaki yaşamla ilgili birçok şeyin yazarın hayal gücünün ürününü olduğunu düşünürken, Laline ile konuşmamızda bunların aslında hakikatin birer parçası olduğunu anlamamız. Pek çokları The Bees’i bir distopyaya benzetirken, Laline romanını böyle bir niyetle yazmadığını söylüyor. Bizse, arılara ve doğaya bakış açınızı değiştirecek bir eserle karşı karşıya olduğunuzu söyleyebiliriz. röportaj aslı arduman fotoğraf adrian peacock
XOXO The Mag
kanunlara rağmen yavrusunun hayatta kalması için elinden geleni yapan bir işçi arının gözünden yazmanın ilginç olacağını düşündüm. Arıcı arkadaşım Angie’nin de bana son sözü: “Umarım gittiğim yerde, müthiş bir yaratıcılıkla karşılaşırım” idi, ve ben de umuyorum ki romanım bu yaratıcılığın bir parçası olur.
Yıllardır senaryo yazarlığı yapıyorsunuz ve The Bees ilk romanınız. Haliyle, roman yazmak senaryo yazmaktan epey farklı olsa gerek... Roman yazmanın en güzel tarafı, yönetmen koltuğunda sizin oturuyor, oyuncuları sizin seçiyor ve ortaya çıkacak şeyin neye benzeyeceğine de bütünüyle sizin karar veriyor olmanız. Kısacası tamamen kendi ürününüz olan bir dünya yaratıyorsunuz. Tabii yıllarca senaryo yazarlığı yapmış olmanın da buna katkısı büyük; senaryo yazarken bir avuç kelimeyle bir atmosfer, görsel bir dünya ortaya çıkarıyorsunuz. Dolayısıyla senaryo yazarları görsellik yaratmak konusunda fazlasıyla tecrübeli ve doğal olarak roman yazarken de bu büyük bir avantaj.
Peki kovanda ‘fertilite polisi (fertility police)’ diye adlandırılan bir grup arı var mı gerçekten? Evet, bu da gerçekte olan bir şey ve hatta biyologlar tarafından da fertilite polisi olarak adlandırılıyor bu arılar. Kaldı ki, bal arılarıyla ilgili olarak biyologlar da bazı soruları cevaplamakta güçlük çekiyorlar. Bazı yönlerden, arıların yaşamı insan yaşamına çok benziyor ve tam onları anladığımızı düşünürken aslında ne kadar tuhaf olduklarını fark ediyoruz. Yani bu bir yandan oldukça tanıdık gelirken, diğer taraftan da fazlasıyla alışılmadık bir yaşam biçimi. İnsanoğlu binlerce yıldır baldan faydalanıyor, fakat bir çay kaşığı balın içeriğinde neler olduğu, ağzınızdaki o tatlılığın milyonlarca farklı çiçekten oluştuğu düşüncesi gerçekten akıl almaz...
The Bees’i yazmaya nasıl karar verdiniz? Ya da başka bir deyişle, kendinizi roman yazmaya ne zaman hazır hissettiniz? Aslına bakarsanız bu, hayat şartlarımın değişmesiyle birlikte bir nevi gereklilik olarak girdi yaşamıma. Londra’dan İngiltere’nin güney kıyısında yer alan Hastings’e taşınmamla birlikte, Londra tiyatrosundan kopmuş oldum ve gizliden gizliye hep hayallerimi süsleyen şeye, yani roman yazmaya yöneldim. Şu da var ki, kendinizi bir anda böyle küçük bir kasabada bulduğunuzda, kültürel açıdan da beslenmenin bir yolunu bulmanız gerekiyor; haliyle Hastings, Londra’ya kıyasla çok fazla şeyin olup bittiği bir yer değil. Ben de sonunda kendi kendime, “Eğer roman yazmaya şu anda başlamazsam, bir daha asla başlayamayacağım” dedim.
Açıkçası böyle bir kitap okumadan evvel insanın aklının ucundan bile geçmiyor bu tür detaylar... Evet, The Bees’i yazmaya başlamadan evvel, benim için de durum öyleydi. Şimdiyse mutlaka her gittiğim kasabanın yerel ballarını satın alıyorum. Mesela Dalaman’ı ziyaret ettiğimde, oradaki yerel bir arıcıdan bal aldım. Bal bana sorarsanız bir ülkenin gerçek tadı.
Peki Hastings’e neden taşındınız? Aşk için! Buraya aşkımın peşinden geldim; evlendik ve birlikte buraya taşındık. Hatta bugün evlilik yıl dönümümüz, tam beş yıl olmuş taşınalı. Burada yepyeni bir hayata başladım ve yapmak istediğim pek çok şeyi gerçekleştirme cesaretini buldum.
Bu arada, arıların birbirleriyle iletişim kurma şekilleri, kovanda olup bitenler romanınıza bir tür bilim kurgu havası katıyor. Gerçekten öyle; ‘bio-fiction’ da denilebilir. Arıların birbirleriyle iletişim kurma şekilleri hakikaten çok enteresan; kokular aracılığıyla, kanatlarını titreştirerek ve dans ederek iletişim kuruyorlar. En ilginci de mesela bildiğiniz bal peteği verici görevi üstleniyor; bir nevi arıların interneti gibi yani. Ve biyologlar peteğin tam olarak nasıl vericiye dönüştüğünü henüz anlayabilmiş değiller; bildikleri bir şey varsa o da, bu vericinin kovanın hangi bölgesinde neyin yapılması gerektiği konusunda arılara bilgi taşıdığı. Fakat dediğim gibi, bilim insanlarının halen yanıtlayamadığı bir sürü soru var. Öte yandan, bir yazar için bu soru işaretleri birer nimet. Hayal gücü işte burada devreye giriyor.
The Bees’in ilham kaynağının arıcılık yapan bir arkadaşınız olduğunu biliyoruz. Hastings’e ilk taşındığımda burada kimseyi tanımıyordum ve kendimi yalnızca kadınların katılabildiği bir koroda buldum. Angie ile de burada tanıştım. Başkalarıyla birlikte şarkı söylemenin çok güçlü bir tarafı var; beraberindeki insanları, onlara neredeyse hiç soru sormaksızın tanımaya başlıyorsunuz -belki takım sporlarında da bu böyledir bilemiyorum. Her neyse, Angie’yi tanıdıkça onun harika bir insan olduğunu gördüm ve daha sonra meme kanseri olduğunu ve ölmek üzere olduğunu öğrendim. Onun içinde bulunduğu durum, yaşamını kaybetmek üzere olması, beni bir anlamda, kendime koyduğum kısıtlamalardan arındırdı. Öldükten sonra cenaze töreni için yazdığı yazıda, arılardan da bahsediyordu. Arılar, onun için büyük önem taşıyordu ve böylece ben de onlar hakkında araştırma yapmaya ve inanılmaz şeyler keşfetmeye başladım. Mesela romanda geçen, yılın belli bir zamanında, erkek arıların dişiler tarafından öldürülmesi veya kovandan atılması gerçekten olan bir şey; tam bir katliam ya da bir sürgün! Hatta en başta The Bees’i bir erkek arının gözünden yazmayı düşündüm; katliamdan kaçıp kurtulan, daha sonra kovana geri dönen ve katliamdan önce lüks içinde geçen hayatının aslında tek bir amacı olduğunu anlayan bir dron. Fakat hemen sonra, ‘yalancı ana’ diye adlandırılan, 10 bin kısır arıdan birinde rastlanan, yumurtlayan işçi arıların varlığından haberdar oldum. Bu arıların vücutlarında durup dururken yumurta oluşmaya başlıyor, kovandaki görevlerini sürdürmeye devam ediyor, fakat bir yandan da yumurtalarını saklamaya çalışıyorlar. Hatta yumurtaları korumak için onları mümkün olduğunca vücutlarında tutmaya çabalıyorlar, zira bu yasak yumurtaları kokularından tespit etmek mümkün. Sonuçta, romanımı,
Romandaki arı kovanı çeşitli bölmeleri ve odalarıyla müthiş detaylı bir biçimde tasvir ediliyor. Bu kovanı nasıl yarattığınızdan da bahsedebilir misiniz? Bu epey zorlu bir görevdi benim için, zira okurun kafasını karıştırmamak ve güvenini kazanmak için kovanı bir mantık çerçevesinde tasarlamam gerekiyordu. Bu nedenle, birçok çizim yaptım ve tanıdığım mimarlardan yardım aldım. Fakat şu da var ki, normal bir kovan dikey bir plana sahiptir, bense okur için daha anlaşılır olması için bu planı biraz değiştirdim ve standart bir bina formatına soktum. Peki bu kovana biraz da olsa benzeyen, belki de size ilham kaynağı olmuş, tarihte var olan bir uygarlıktan bahsetmek mümkün mü? Minos Uygarlığı anaerkil bir toplumdu. British Museum’da bu uygarlığa ait bir sarayın kat planlarını içeren bir harita bulunuyor; bu haritadan fazlasıyla yararlandığımı söyleyebilirim. Bunun yanı sıra, bu uygarlığın kültüründe balın önemli bir yeri olduğu için mitolojik bir arı tanrıçaları var ve hatta benim Twitter avatarım da Minos arı tanrıçasını temsil ediyor. 35
Neredeyse bütün eleştiri yazılarında The Bees’in bir distopyayı anlattığından bahsediliyor. Evet, değil mi? Çoğu yerde bu şekilde anılıyor. Bu konuda tek söyleyebileceğim: Bunu isterseniz bir de arılara sorun, zira 40 bin yıldır distopyalarında mutlu mesut ve gayet verimli bir şekilde yaşamlarını sürdürmeye devam ediyorlar. Sanırım insanoğlu bireysellik fikrine takılıp kalmış vaziyette, öyle ki bir süper organizma gibi işleyen bir kültür bizi korkutuyor. Kısacası, bu aslında oldukça göreceli bir kavram. Okurlarınızda nasıl bir hissiyat uyandırmak istediniz? Yazar olma isteğim, şimdiye dek okuduğum bir dolu güzel kitaptan kaynaklanıyor, ve her güzel kitap da sihirli bir halının üzerinde, kitabın yazarının yarattığı dünyada müthiş bir yolculuğa çıkmak gibi. Romanı okumaya başladığınızda yazara güven duyuyorsunuz ve onun sizi hayal kırıklığına uğratmayacağını umuyorsunuz. Ve okuduğunuz iyi romanların sayısı ne kadar fazlaysa dünya da o derece ilginçleşmeye başlıyor. Benim de okurlarımın dünyasına (azıcık da olsa) bir katkım olmuşsa, bunu, bugün yazar olmamda etkisi olan tüm harika yazarlara bir teşekkür olarak düşünebilirsiniz. Bu arada The Bees Türkçe de yayınlanacak, değil mi? Evet, zamanı henüz belli değil ama Martı Yayınları’ndan çıkacak.
Romanınızı düşündüğümüzde, sizi etkilemiş olabileceğini var saydığımız, akla gelen ilk isim George Orwell. Başka kimler var bu listede? George Orwell’in üzerimde büyük etkisi olduğu şüphe götürmez. Bunun dışında Margaret Atwood’u sayabilirim; The Handmaid’s Tale’i (Damızlık Kızın Öyküsü) okuduğumda çok gençtim ve gerçekten büyülenmiştim. Ayrıca, beni güldüren insanlardan P. G. Wodehouse’ı sayabilirim. Elif Şafak da bence harika bir yazar. Dünyaya farklı bir açıdan bakmanızı sağlayan insanlar... Ve tabii ki Shakespeare; üniversitedeyken hep onun yeterince iyi olmayan bir oyununu bulmaya çalışırdım. Onun eserlerini sesli okuduğunuz anda bilgeleşmeye başladığınızı ve daha zarif bir insana dönüştüğünüzü hissedersiniz. İnsanları şoke etmek ve onları üzmek çok kolaydır, zor olansa onları yüreklendirmek, daha iyi olmaya, daha yüce bir şeylere ulaşmaya teşvik etmek ve tekrar sevgiye inanmalarını sağlamaktır. Bunu başarabilen yazarlara sevgim ve saygım sonsuz. Şu anda üzerinde çalıştığınız kitaptan bahsetmekten çok hoşlanmadığınızı bilsek de, yine de sormak isteriz... Biraz daha araştırma yapmak için yakında tekrar Kuzey Kutup Bölgesi’ne gideceğim. Aslına bakarsanız tam olarak bir kalıba sokmanın zor olduğu ve biraz da iddialı bir çalışmadan bahsedebiliriz sanırım. Yine doğada geçen bir hikaye, ama bu kez insanlarla ilgili.
XOXO The Mag
INTERVIEW/fashıon
Tory Burch
Kazara Girişimci Adıyla aynı anda imgesel çağrışım yapan logosu ve babetleri, Tory Burch’ün pazarlama tekniklerinin istidadının kanıtı. Markasının 10. yılında hala geleneksel anlamda reklam vermemiş olan Tory, sürekli gelişen ve büyüyen dinamiğiyle artık resmi olarak Amerikan stilinin de tercümesi. Sanat tarihi okuyup moda ilgisini keşfettikten sonra kendini New York’ta bulan, Vera Wang ve Ralph Lauren gibi markalarla çalıştıktan sonra kendi ayakları üzerinde durmaya karar veren Tory Burch’ün tesadüfen start alan planlı kariyeri 2004’te başlıyor. Sonrası malum, hızına yetişilemeyen bir imparatorluğa ismini veriyor ve iş dünyasının en güçlü kadınlarının arasında yerini alıyor. Bizse, soracaklarımız için tam karşısındaki koltukta oturuyoruz. röportaj aslin kumdagezer fotoğraf noa griffel
XOXO The Mag
Fotoğraf: Noa Griffel
Kendine kazara girişimci diyorsun. Nasıl bir tesadüf seni bu yola itti? Kendi gardırobumla baş başa kalmak... Seyahatlerimde aldığım ve başka hiçbir yerde bulamadığım bazı tasarımlar neden bu ürünlere kolay ulaşamıyorum fikrini tetikledi. Tabii bir servete de mal olmamaları gerekiyordu. Diğer kadınların da aynı şeyi arayabileceğini düşünerek bir konsept geliştirdim.
çalışmamız yok. Başladığımız günden bu yana hep sosyal medyanın gücünü kullanan, kulaktan kulağa yayılan bir marka olduk ve şimdilik bu yolun bizim için en doğrusu olduğunu düşünüyorum. Yine Tory Burch istisnalarından biriyle devam edelim, markanı kurar kurmaz ilk mağazanı açtın ve mağazaların markan için hep zaruri önem taşıdı. Genelde mağaza açmaya tedbirli yaklaşılan online bir çağ için ters köşe bu adımın temelinde ne var? İlk koleksiyonumu mağaza açarak tanıtmak ve farklı ürün kategorileriyle çalışmak iş planımın ilk aşamalarından belliydi. Kimliğimizi ortaya koymanın en iyi yolunun bir mağaza olduğunu düşündüm ve hala aynı fikirdeyim. Markayı hiç tanımayan birinin mağazalarımızdan birine adım atar atmaz kim olduğumuzu anlamalarını istedim. Ve başından beri bir mağazanın, markanın renklerle oynamasının, deneysel olmasının ve hafızalarda yer tutmasının en iyi yolu olduğu kanısındayım. Bu nedenle perakende satışlarla başlamayı tercih ettim ve burada başarıyı yakaladıktan sonra toptan satışlara başladım.
Pazarlama tekniklerini, hem kendi markan dahilinde, hem de öncesinde PR sektöründeyken hikaye anlatıcılığı üzerine kurduğunu göz önünde bulundurursak Tory Burch kullanıcısına nasıl bir hikaye sunuyor? Tory Burch’ün hikayesi, Paris’te bir bit pazarında gördüğüm tunikle başladı. Tuniğin siluetine bayılmıştım, 1960’lar ve 70’lerde anneannemin giydiği kıyafetleri andırıyordu. Bu parça, markanın ilk tasarımlarından birine ilham verdi ve yıllar boyunca farklı kumaşlar, formlar, renkler ve desenlere büründü. Tabii istisnasız her koleksiyonun da anahtar parçası oldu. Bu, marka olarak anlattığımız hikayelerin sadece girizgahı. Hikaye anlatmak Tory Burch’ün vazgeçilmez bir parçası, bu da seneler içerisinde markanın bir kaleydoskopa dönüşmesine sebep oldu. İçerisinde ilhamların, hikayelerin, insanların, mekanların dönüp dolaştığı koca bir dürbün... Öyle ki bu Sonbaharın sonuna doğru çıkaracağımız bir kitapta tüm bu hikayeleri topluyoruz.
İstanbul pazarına seni çeken ne oldu? Serüvenine perakendeyle başlamış bir marka olarak, yeni açacağımız mağazalarımızdan önce lokasyonun kültürünü ve bizim için stratejik önemini iyice araştırıyoruz. İstanbul söz konusu olduğunda kişisel hayranlıklarım da işin içerisine dahil oldu. Çarşıları, Boğaz’ın havası ve Topkapı Sarayı gibi harika mimariler şehre görülmemiş bir derinlik katıyor. Stratejik olarak baktığımızdaysa, fiyat aralığımıza uyum sağlayabilecek ve ileride birçok kapı aralayabilecek bir coğrafya... Uzun süredir İstanbul’da bir mağaza açmak aklımızda vardı, sadece doğru mekanı bulmayı bekliyorduk.
Senelerdir pazarda olmanıza rağmen hala geleneksel anlamda reklam vermiyorsunuz. Yeni yılda bu durum değişecek mi? Estée Lauder işbirliği sonucunda yarattığımız parfümümüz için reklam çalışmalarımıza başladık. Fakat Tory Burch olarak henüz böyle bir 39
Tory Burch SS 2015
Geçtiğimiz aylarda ürün gamınıza, birçok marka gibi ‘activewear’ de ekleyeceğinizi açıkladınız, Tory Burch ve spor nasıl yan yana gelecek? Şu an konsepti geliştirme aşamasındayız, önümüzdeki yıl satışlarımıza başlayacağız. Kişisel olarak sporla aram çok iyi ve dürüst olalım, bugünlerde kadınlar spora gittikleri kıyafetlerle etrafta dolanmaya bayılıyorlar. Tory Burch’ün spor kıyafetlerine bakışıysa tabii ki markanın doğal bir uzantısı şeklinde olacak. Favori sporların neler? Ata binmeye ve tenise bayılıyorum. Ama tabii ki marka dahilinde yogadan koşuya ve golfe kadar birçok spor dalı için kıyafet ve aksesuar tasarlıyor olacağız. İç dinamiklerinize dönersek, şirketin %80’inin kadın çalışanlardan oluşması, marka olarak kadının güçlendirilmesine verdiğiniz desteğin bir parçası mı, yoksa tesadüf mü? Çok bilinçli bir tercih olduğunu söyleyemeyeceğim. Tabii, bir kadın giyim markası olduğumuzdan kadın çalışanlarımızın ağırlıklı olması sürecin doğal bir sonucu bence, ama işe alım sürecimizde özellikle dikkat ettiğimiz bir durum değil. Fakat, itiraf edeyim; kadınların çok daha işbirlikçi ve çalışkan olduğu kanısındayım ve bu kadar çok kadınla çalışıyor olmaktan da hayli mutluyum. 10 yıla birçok iş sığdırdın. Bir oyunla merak ettiğimiz ilkleri soralım mı? Tabii ki. İlk Tory Burch tasarımını sattığında nasıl hissettiğini hatırlıyor
musun? Tarif edebileceğim bir his değil kesinlikle. Hayal gücümün çok ötesinde... İlk koleksiyonumu tanıttığım ve satışa sunduğum o gün neredeyse, tüm stoklarımızı eritmiştik. O anki başarı ve devam edebileceğimizi görmek müthiş bir duyguydu. Prince’i kendi tasarımınla gördüğünde verdiğin ilk tepki ne oldu? Heyecandan ne yaptığımı hatırlamıyorum. Tek hatırladığım, Prince’in harika göründüğüydü. Adını Forbes’un en güçlü 100 kadın listesinde gördüğünde ilk tepkin neydi? Müthiş bir şaşkınlık, hala şaşırıyorum. Esteé Lauder’le beraber hazırladığınız parfümü kokladığında ilk ne düşündün ? Babamı düşündüm. En sevdiği esans vetiverdi ve parfümün kalbine bu notayı yerleştirdik. Röportajın ardından yapacağın ilk şey ne olacak? Defile için fiting’lere devam edeceğim. Ayrılmadan, önümüzdeki yıl için planların neler? ABD içerisinde ve Avrupa’da mağaza zincirimizi genişletmeye devam edeceğiz. New York Soho’da, Paris ve Milano’da önümüzdeki yıl yeni mağazalar açıyoruz. Başlarken de bahsettiğim gibi, önümüzdeki yıl bir kitap çıkarıyoruz; Tory Burch In Color. Ayrıca aksesuarlarımıza saatleri ekliyoruz ve tabii ürün gamımıza da spor giyimi... Programımız epey yoğun fakat benim için oyun henüz yeni başlıyor.
XOXO The Mag
CAZ HALI
Jamie Cullum - Kenny Barron & Dave Holland Ibrahim Maalouf - Christian McBride Trio Mario Biondi - China Moses - Chet Faker José James - Patricia Barber “Nefes” Duo Kudsi Erguner + Michael Wollny feat. Hamdi Akatay Ambrose Akinmusire - Bilal - Leszek Możdżer Yasmine Hamdan - Kathy Kosins Quintet Jungle by Night - Dillon - İlhan Erşahin’s Wonderland İstanbul Gençlik Caz Orkestrası - Marcin Masecki - Zapp4 Hera - Claudio Filippini’s Italian Trio - J’ZZ-XPR’SS - Sarp Maden Engin Recepoğulları Trio - Cukunft - Maestro - White Mink
23 Ekim -2 Kasım 2014
h E RyE R D E
hERZAMAN TEK MONT T Ü M K O S¸ U L L A R D A S U N D U G U E S¸ S I Z I S I P E R F O R M A N S I I L E Ç I G I R A Ç A N T h E R M O b A L L™ h A K K I N D A D ETAyLI b I LG I I Ç I N Th E N O RTh FA C E . C O M
NEVER STOP EXPLORING AT L E T: L U C A S D E B A R I / Y E R : M I C A , B C / F O T O : A N D R E W M I L L E R
™
INTERVIEW/magazıne
Frederik Frede
Arkadaşların Arkadaşları Berlin’in dillere destan kreatif komünitesinin, uluslararası yayıncılık mecrasına son yıllarda yaptığı kaydadeğer katkılardan biri Freunde von Freunden. Girişimcilik kültürünün arkadaştan arkadaşa geçtiğini ve herkesin bir şeyler yapmaya çabaladığı bu serbest rekabet ortamında gerçek anlamda iyi az şeyin varlık gösterebildiği gerçeğini kabul edersek, başarılı bir örnekle karşı karşıyayız. Entourage’ın online dergicilikte kendini bulduğu FvF’ın kurucularından Frederik Frede, çatıya çıkıp güneşin tadını çıkarmadan hemen önce, başarıyla işleyen bu formülle ilgili merakımızı gideriyor ve bu ayki konuğumuz oluyor. röportaj serap gecü fotoğraf lukas gansterer
XOXO The Mag
Jeanne-Salomé Rochat
John Jen Vitale
Jessica Barensfeld & Simon Howell Diana Garcia
Freunde von Freunden fikrinin ilk ortaya çıktığı yerle, ajansınız NoMoreSleep’le başlayalım. Bugünkü üçlü o zaman da beraber miydi? NoMoreSleep’i 2006’da Torsten (Bergler) ile kurduk. Tasarım konusunda uzmanlaşmış iki adamdan ibaret bir oluşumken zamanla daha büyük müşterilerle çalışmaya başlayan ve kendine yedi kişilik bir ekip edinen butik bir ajansa dönüştük. Daha sonra FvF’nin Pazarlama Uzmanı ve Proje Yöneticisi olarak Timmi (Seifert) aramıza katıldı.
mevcut tasarımı güncelleme ve arkadaşlarımızın ürünlerini satacağımız bir mağaza açma aşamasındayız. Derginin ismi kimin fikriydi? Ülke sınırlarını aştığınıza göre daha akılda kalıcı olmak gibi kaygılarınız var mı? Projenin gelişim sürecinde isim kendi kendine ortaya çıktı. Mutualizme dayalı konseptimizi en iyi tarif eden tanımlama olduğu için bize çok doğal geldi. Çıkaracağımız yeni kitapla birlikte ismimizi “Friends of Friends”e çevirmeyi düşünüyoruz. Bu da bu röportajın büyük haberi olsun.
Online bir röportaj dergisi çıkarma fikrini besleyen neydi? Derginin ajansa nasıl yansımaları oldu? FvF’yi 2009’da, NoMoreSleep’teki ve kreatif arkadaş çevremizdeki yetenekleri ifşa eden bir dergi olacak şekilde kurguladık. Derginin duruşu ve içeriği sayesinde pek çok marka bugün bize başvuruyor ve bizimle işbirliği yaparak, benzer yayınlar üretmek istiyor. Kendi deadline’larımıza göre çalıştığımız ve zamansız içerikler ürettiğimiz özgür bir pozisyondayız ve bu anlamda çok şanslıyız.
Kitap ne zaman çıkıyor? Çok yakında. İki hafta önce kitabı tamamlayıp baskıya gönderdik. Ekim itibarıyla satışa sunulacak ve Kasım’da da uluslararası dağıtımı yapılacak. İlk kitapta sadece Berlinli konuklarınız vardı. Yeni içerikte durum farklı mı? Evet, bu kez içeriğimiz sadece kendi şehrimizle sınırlı değil, Berlin’den Beyrut’a, Lima’dan Los Angeles’a ve Tokyo’ya uluslararası bir içerik söz konusu. Toplamda 45 kişiyi ağırlıyoruz.
Peki NoMoreSleep nasıl MoreSleep’e dönüştü? 2010’da ajansı TBWA’e sattık ve bir yıldan uzun bir süre ajansa dijital danışmanlık yaptık. MoreSleep’i ise NoMoreSleep’in yeniden doğmuş versiyonu olarak kurguladık. Berlin yeni bir işe atılmak için nasıl bir yer? Kusursuz. Burada sosyal ağlar ve topluluklar hala açık ve geçirgen. Diğer Avrupa başkentlerine kıyasla Berlin giderek genişleyen kreatif ve evrensel bir komüniteye sahip.
FvF Productions ile işin prodüksiyon kısmında da aktifsiniz. Kendi kendinin müşterisi olma konsepti sizin örneğinizde iyi işlemiş gibi görünüyor... FvF Productions kurumsal içeriklerin büyük kısmını ürettiğimiz bir in-house prodüksiyon şirketi. Şimdiye kadar her şey çok iyi gitti ama henüz bir şey başardığımızı söylemek için galiba çok çok erken...
Yine de zorlandığınız mevzular olmuştur... Müşteri projelerinden ve ajanstaki iş akışından edindiğimiz bilgi ve birikimi mümkün olduğunca FvF’ye transfer etmeye çalışıyoruz. Bizi en çok zorlayan noktalar ekip oluşturma, sorumlu yayıncılar olup “markaya özel içerik” modelimiz için partnerlerimizi ikna etmek oldu. Şu anda da
Derginin çekirdek kadrosunda kimler var? Çekirdek kadroda yaklaşık 10 kişiyiz. Zsuzsanna Toth, Almanca ve İngilizce editing yapan yaklaşık beş editörden ve dergiye dışarıdan katkıda bulunan insanlardan sorumlu. Amy Tuxworth müşteri prodüksiyonlarını yürütüyor ve proje yönetimini üstlenmiş durumda. 47
Mirella Salame Akiyoshi Mishima
Timmi ve ben ise işimizi satış, pazarlama ve strateji, markalaşma, editoryal işlerin ve tasarım konularının yönetimi arasında işbölümü yapıyoruz. Ayrıca, iki tane tam zamanlı fotoğraf editörümüz ve etkinlik sorumlumuz var. Derginin bütün tasarımı, teknolojik konular ve yenilikler MoreSleep’in ellerine emanet, bilhassa da Torsten’a, o buradaki en önemli bağlantımız. İçeriğiniz geniş bir katkıda bulunanlar ağınız olduğunu da düşündürtüyor, haliyle. Dünyanın farklı noktalarında 60 şehirden dergiye katkıda bulunan 150’nin üzerinde insan var. Katkıda bulunanlar kadrosu bizim için aşırı derecede önemli, zira onlar olmadan hiçbir şey başaramazdık, geniş evrensel içerik oluşturma noktasında en büyük destekçimiz oldular bugüne dek. Peki bu insanları seçerken sizin için en mühim kriter ne oluyor? Bir portfolyoda en çok neyi arıyorsunuz? Katkıda bulunan insanların çoğu arkadaşlarımızın arkadaşları, yani formülümüz hep aynı... Birlikte çalışacağımız insanları kendi kişisel sosyal ağlarımızdan seçiyoruz. Elbette aradığımız belli bir kalite var ama esas önemli olan aynı kültürel anlayışa sahip olmamız. Röportaj konuklarından da bahsedelim. Her ne kadar röportaj yapacağınız insanları kendi çevrenizden seçseniz de dergide gönüllü olarak yer almak isteyen pek çok insandan mail alıyorsunuzdur. Bu konuda tutumunuz nasıl? Evet, bir sürü mail alıyoruz, ama tabii hiç bağlantımız olmayan birinin röportaj kişisi olarak bize kendisini önermesi kabul edebileceğimiz bir şey değil. Genelde arkadaşlarımızın veya katkıda bulunanlar ekibimizdeki insanların tavsiyesiyle konuk kabul ediyoruz. İlham alınabilecek, kendi çevresinde belli bir etkisi olan kreatif insanları tercih ediyoruz. İçeriğimizin zamansız olmasına dikkat ediyoruz ve doğrudan PR ilintili konuları ve etkinlikleri hiçbir şekilde işlemiyoruz. Ayrıca, sadece kendi sevdiğimiz veya arkadaşlarımızın kefil olabileceği
konularla ilgileniyoruz. Zira geri kalan her şey reklama giriyor ve haliyle gerçek olmuyor. FvF’nin okur kitlesi için Berlin’in “yeni gelişen, lineer olmayan çevresini” hedeflediğinizi söylemiştin. Şehrin geçirdiği kültürel dönüşümü nasıl okuyorsun ve bu dönüşüm yaratıcı endüstrilere nasıl yansıyor? Berlin son yüzyılda çok fazla değişimden geçti. Neredeyse her 20-25 yılda -Birinci Dünya Savaşı’ndan Berlin Duvarı’nın yıkılmasınakendini yeniden keşfetmesi, baştan yaratması icap etti. Bu nedenle şehirde eskimiş ya da tabiri caizse paslanmış, geçirgen olmayan ve kolay kolay dahil olamadığınız topluluklar yok. Yeni teşebbüslere açık bir ortam var. Gizli saklı kulüplerimiz yok, şehirde birikmiş eski bir sermaye de yok. Özellikle 90’larda Berlin’de istediğiniz her şeyi yapabilirdiniz. Bugünse her şey çok hızlı değişiyor ve pek çok insan hep sözü edilen o özel Berlin’i görmek için buraya geliyor. Bu değişimin iyi mi kötü mü olduğunu söyleyemem. Yine de, Berlin yaşamak için hala oldukça konforlu ve heyecan verici bir yer -güvenli ve açık fikirli. İşin teknik kısmına da girersek, içerik yönetim sistemi olarak Wordpress’i tercih etmenizin özel bir sebebi var mı? Wordpress yıllardır bizim güçlü silahımız. Sistem geliştiriciler için kişiselleştirilmesi çok kolay ve editoryal kadro açısından rahatlıkla başa çıkılabilecek bir altyapı sağlıyor. Google ve Wordpress arasındaki sevgi dolu bağ sayesinde ortaya çıkan müthiş etkiden bahsetmeme gerek bile yok herhalde. Backend uygulamasını çok kısa bir süre önce kişiselleştirdik ve şimdi editörlerimiz hikaye anlatımını kendi istedikleri gibi kurgulayabiliyorlar. Halihazırda, ses kaydı, video, metin, alt başlıklar ve görseller için en az 20 farklı modülümüz var. Böylelikle bütün süreci istediğimiz şekilde farklılaştırabiliyoruz. Bu arada vitra.’yla işbirliğiniz nasıl başladı? Her şey kendiliğinden gelişti, bir bakıma. FvF röportajları için çekim yaparken, gittiğimiz her iki adresten birinde mutlaka vitra. ürünleriyle
XOXO The Mag
Hanna Putz
Gissele van Waterschoot Pia Dehne
Albert Folck
FvF, muhtemelen, var olamazdı. İçeriği yayına almadan önce pek çok kez test etme şansımız oluyor. Yaşam stili kısmına gelince, bütün iş akışımız temelde uzaktan çalışmaya dayanıyor. Dropbox, Google Drive ve Skype’ın nimetlerinden sonuna kadar faydalanıyoruz, işbirliklerimiz de bu sayede gerçekleşiyor. Eh, haliyle, elinizin altında bu araçlar olduğu sürece, evden, ofisten ya da Meksika’da bir hamaktan çalışıyor olmanız hiçbir şeyi değiştirmiyor.
karşılaşıyorduk ve onlarla bir araya gelip, kendi web sitelerinde kullanabilecekleri, markaya özel bir içerik hazırlamanın iyi bir fikir olacağını düşündük. Bu işbirliğinin bir uzantısı da FvF Apartment projesi. 2014’ün başlarında ilk dairenizi açtınız. Bu dairede neler yapabiliyoruz? Evet, bu projede kullanılan mekanı bir proje alanı olarak tasarladık. Dergimizin ve komünitemizin çevrimdışı bir uzantısı gibi. Proje fikrini vitra.’ya götürürken, takipçilerimizin onların mobilyaları ve fikirleriyle nasıl etkileşim halinde olacağı üzerine yoğunlaştık. Marka tarafı fikrimize sıcak baktığı andan itibaren diğer partnerlerimize ve arkadaşlarımıza konuyu aktarmak çok daha kolay oldu bizim için. Şu anda doğru partnerle çalıştığımız için çok mutluyuz. Ayrıca, MoreSleep olarak, Bouroullec kardeşlerin vitra. için tasarladığı Workbays mobilya koleksiyonunun lansmanına özel bir iPad App oluşturduk... Proje dairesi ofisimizle de aynı binada yer aldığı için, daireyi kendi ihtiyaçlarımız için de sık sık kullanıyoruz -yemekler, toplantılar ve fotoğraf çekimleri gibi. Bunların dışında workshop’lar da düzenliyoruz, danışmanlık hizmetleri ve viski ya da kahve tadım etkinlikleri gerçekleştiriyoruz. Daire ayrıca bir showroom’a da dönüşebiliyor, mesela APC, basın günleri süresince yılda iki kere daireyi bu amaçla kullanıyor.
Bir süreliğine bir kurgu karakterin hayatını yaşayabilsen kimin hayatını isterdin? Çocukken hep Old Shatterhand olmak isterdim. Neyi daha sık görsen iyi olurdu? Dergilerde ve gazetelerde daha fazla iyi haber. En yeni online keşfin? Hyperlapse. Miranda July’ın app’i Somebody’yi inceledin mi? Nasıl buldun? Gördüm, bence harika bir fikir. Sosyal medya için müthiş bir kazanım. Sosyal etkileşimi artırıp optimize edeceğine inanıyorum. Sana ilham veren dergiler, bloglar var mı? Çok fazla var. The Verge, It’s Nice That, Harvard Business Review, Monocle, Matter, Medium, brand eins, arkadaşlarımızın blogu Third Wave Berlin, psfk ve 032c’de gördüğüm herhangi bir şeyden ilham alabilirim.
Dairede başka markaların katkıları var mı? Diageo ruhundan, Miele mutfağına, ve banyoda Dornbracht estetiğine... İşbirliğinde olduğumuz birkaç marka daha var. Projeyi Berlin dışına taşımayı da düşünüyor musunuz? Mesela İstanbul? Olanaklar sınırsız ve bu kesinlikle aklımızın bir köşesinde tasarlamakta olduğumuz bir şey.
“İyi arkadaşlar, iyi kitaplar ve uyuklayan bir bilinç: işte ideal hayat.” Mark Twain’in ideal hayat tanımıyla kıyaslayınca seninkisi neye benziyor? Ekip adına cevap vereyim. Bizim kendi hayat stilimiz için benimsediğimiz pek çok söz var. Benim bu sözler arasından şahsen en çok sevdiğim ise Yoda’dan bir alıntı: “Ya yap ya da yapma. Denemek yok.”
Dijital mecrada iş yapıyor olmak yaşam stilini nasıl etkiliyor? Dijital imkanlar olmadan bugün çalıştığımız şekilde çalışamazdık ve 49
INTERVIEW/MUSIC
LYDIA AINSWORTH Müziğe Dönüşen Rüyalar Paralel bir evrende, Lydia Ainsworth, takip eden sayfalardaki röportajı Montreal yerine Hollywood’dan veriyor olabilir. İçeriği doğru oranda değiştiriniz. Fakat içerisinde bulunduğumuz evrende film müziklerini bir kenara bırakıyor Lydia ve çelloyla başladığı müzik macerasını pop müziğin ruhani tarafını keşfetmek düsturuyla sahneden sürdürüyor. Biz de Lydia’nın ilk albümü Right from Real’ın yayınlanışını fırsat bilip, kendisini yakalıyoruz ve rüyaların şarkılara büründüğü bir dünyanın kapılarını aralıyoruz. röportaj aslı arduman fotoğraf michika mcclinton
XOXO The Mag
Merhaba Lydia, şu anda neredesin? Toronto’da yaşıyorsun değil mi? Evet, Toronto’da yaşıyorum, fakat şu anda Montreal’deyim. Birkaç gün önce POP Montréal festivalinde sahne aldım; çok güzel geçti.
aranjmanlar çok etkileyici; albümün prodüksiyonunda birisiyle çalıştın mı, yoksa her şeyi kendin mi üstlendin? Prodüksiyon ve aranjmanlar da dahil olmak üzere albümdeki her şey bana ait.
New York Üniversitesi’nde ‘film scoring’ okudun, peki buradan şarkıcılığa ve şarkı yazarlığına geçiş yapmaya nasıl karar verdin? Şarkı söylemeyi hep çok sevmişimdir. Esasında film müzikleri bestelerken de kendi sesimi, dokusal bir element vazifesi görecek şekilde kaydedip, bestelerde kullanıyordum. Böylece yavaş yavaş şarkıcılık kariyerim de başlamış oldu.
Peki, albümün de yayınlandığına göre senin için bir sonraki adım nedir? Turneye çıkmak için sabırsızlanıyorum ve bir an önce yeni şarkılar yazıp kaydetmeye başlamak istiyorum. Müziğini sahneye nasıl uyarladığından da biraz bahseder misin? Şarkıları canlı seslendirdiğiniz zaman insanlarla aranızda değişik bir bağ oluşuyor, haliyle bu dinleyicinize albüm kaydından ulaşmaktan çok daha farklı. Bu benim yeni yeni tecrübe etmeye başladığım bir şey. Albümü kaydederken mükemmeliyetçi olmak durumundasınız, bu oldukça kişisel ve dış dünyadan soyutlanmanızı gerektiren bir süreç. Oysa ki, sahnedeyken kendinizi çok daha özgür ve seyirciyle iletişime geçtiğiniz için de oldukça duygusal hissediyorsunuz. Tamamen bambaşka bir dünya bu. Müziğimi sahneye nasıl uyarladığıma gelecek olursak, canlı performanslarda bana bir kemancı, bir çellist ve bir de davulcu eşlik ediyor, bense şarkı söylüyorum ve klavye çalıyorum.
Müziğe çello ile, yani epey zor bir enstrümanla başlamışsın; halen çello çalıyor musun? Doğruyu söylemek gerekirse çello çalmak konusunda hiçbir zaman çok iyi olmadım, fakat yine de ara sıra Toronto’da evimdeyken çalıyorum. Müziğinde en çok etkisi olan müzisyenler kim sence? Arvo Pärt, Meredith Monk, Bernard Herrmann, Kate Bush ve Wendy Carlos’u sayabilirim. İlk albümün Right from Real’a gelecek olursak; bu albümü ne kadar zamanda tamamladığını ve nelerden ilham aldığını merak ediyoruz. Neredeyse iki buçuk senedir bu albüm üzerinde çalışıyorum. Ve bu zaman zarfında bana ilham veren o kadar çok şey oldu ki... Fakat her şeyden önce, rüyalarımdan ilham aldığımı söylemeliyim.
Film müzikleri de bestelemenden yola çıkarak, müziklerini yapacağın bir film hayal etmeni istiyoruz; nasıl bir atmosferi olurdu ve bu filmi kimin yönetmesini isterdin? Hayalimdeki filmin müziklerinde özellikle kadınlardan oluşan bir koro ve Fransız kornosu olmasını isterdim. Doğrusu filmin ne tür bir yapım olacağı ya da yönetmeninin kim olacağı pek umurumda olmazdı. Yeter ki istediğim tarzda bir orkestrayı kurabilmem için bana gerekli olan bütçeyi sağlayabilsinler...
Rüyalar demişken; fiziki dünyadan koptuğun bir tecrübe yaşadığını ve bunun bir şekilde müziğine etkisi olduğunu okumuştuk... Evet, bu ilginç tecrübe de yine albümü yazdığım döneme denk geldi. Tam apandisitim patlamak üzereyken beni ameliyata aldılar. Belki ağrılarım için verdikleri morfinden kaynaklanıyordu, bilemiyorum, ama ameliyat esnasında oldukça yoğun ve tuhaf rüyalar gördüm, ve bunun albümün gidişatına büyük etkisi oldu.
Bu aralar neler dinliyorsun? Stravinsky’nin Rus Köylü Şarkıları’nı dinliyorum. Bir varsayımda bulunalım; ‘Candle’dan yola çıkarak Owen Pallett’in müziğini sevdiğini düşünebilir miyiz? Tabii ki. Owen Pallett’e bayılıyorum. Hatta önümüzdeki Cuma ve Cumartesi günleri onun ön grubu olarak sahne alacağım. Bu adeta bir rüya gibi...
Köprülerin de sana ilham vermesi durumunu açıklar mısın? Aklım ve bedenim yorulduğunda kendimi uzun yürüyüş molaları verirken buluyordum ve eğer ki albüm üzerinde çalıştığım bir dönemse, yürürken bir yandan da demo kayıtlarımı dinliyorum. Neyse, zamanla Brooklyn’deki Williamsburg ve Toronto’daki Bloor Street Viaduct köprüsü hayatımda önemli bir yer edinmeye başladı. Bu köprülerden geçmenin verdiği his, tam olarak tarif edemeyeceğim türden bir ilham kaynağına dönüştü benim için; sanırım tarihleri, yani inşa edildikleri zamanlar ve bugün yarattıkları manzara, geçmişle şimdiki zaman arasında bir bağ oluşturmalarından kaynaklanan bir hissiyatın üzerimdeki etkisiydi bu.
Başka müzisyenlerle işbirliği yapmaya sıcak bakıyor musun? Açıkçası daha işin çok başında olduğum için henüz bu tür hayaller kurmaya başlamamıştım. Ama madem ki sordunuz, Lana Del Rey’in orkestra aranjmanlarını yapmayı çok isterdim. Son zamanlarda seni çok etkileyen bir iş/sergi ya da performans oldu mu? Toronto’da bir Francis Bacon sergisine gittim ve gerçekten muhteşemdi.
Müziğinin hem ruhani hem de pop bir tarafı var, dinleyicide ne tarz duygular uyandırmayı istiyorsun? Doğrusu Right from Real’daki şarkılarımla dinleyicide birtakım duygular yaratmak gibi bir amacım olmadı. Şarkıları yazarken daha ziyade kendi duygularıma yöneldim ve içimdeki çelişkileri olabildiğince çiğ ve dürüst bir biçimde ifade etmeye çalıştım.
Mükemmel bir günün tarifini yapar mısın? Açmakta olan bir laleye benzetebilirim. Güne tek başına başlayan, fakat sonra göz alıcı bir renge bürünerek lale denizindeki arkadaşlarına katılan bir lale... Son olarak, bizi Toronto’da sevdiğin bir yere götürmeni istesek... Birlikte şehrin doğusundaki evimin hemen yanındaki vadiden geçip, Broadview Avenue’da güneşin batışını izlerdik.
Bu arada albümdeki parçalardan özellikle ‘Candle’daki yaylı 51
brand Bu bir ilandır.
Levi’s®
levi’s 2014 sonbahar/kış
The Blue Jean That Started It All
İlerleyen satırlarda, asiliğin sözlük anlamı James Dean, ve elleri ceplerindeki fotoğraflarından ya da Jane Birkin’in hasır çantası kadar ikonik ‘stil beyanlarından’ çok daha öncesine davetlisiniz. Adres; San Francisco’da Levi Strauss’un sahibi olduğu mensucat dükkanı. Levi, Nevada’lı bir terzi olan Jacob Davis’le güçlerini birleştirip zamanının Ar-Ge çalışmalarını başlattığında tarih(ler) 1853’ü, çalışmalar nihayet ilk büyük neticeyi aldığındaysa sonuç(lar), Levi’s® 501®’i gösteriyordu. İşçi pantolonu sıfatıyla yola çıkan jean’ler ilerleyen yıllarda, moda evreninin güneşe en yakın gezegenlerinden biri olacak ve her insan evladının gardırobunun vazgeçilmez parçaları arasında yer alacaktı. Time Magazine’in 20. yüzyılın en ikonik parçalarından biri ilan ettiği jean yıllardır bireysel söylemleri vurdumduymaz bir tavırda dile getirmenin bilinen en cool yolu olarak tanımlanıyor. Tabii, ışık hızıyla değişen trendler arasında onlarca yıl tahtına sahip çıkmak söz konusu olduğunda Levi’s®’ın üretim gelenekleri ve isteklere cevap verebilme becerisine kısa bir saygı duruşunda bulunmanız zaruri oluyor. Üretildiği günden itibaren, güncel kodlara yaklaşan ama asla podyumun sezonluk dayatmalarını merkezine almayan tasarımlar, film ve podyumların vaftiziyle ikonik ‘blue jean’lerin atası sıfatını hakkıyla üstleniyor.
Skinny jean’lerinizle ilişkinize ara vermekte zorlanıyorsanız, Back to The Future’da Marty McFly, The Misfits’de Marilyn Monroe ve Top Gun’da 501®’leriyle Tom Cruise’u hatırlayınız. Tam bu noktada Levi’s® 501®’leri Londra podyumlarında da skinny’lerin karşısına çıkaran, Fashion East kurucusu ve bildiğimiz anlamdaki Doğu Londra’nın mimarı Lulu Kennedy’nin sesine de kulak veriniz: “19. yüzyıl tasarımları içinde bulunduğumuz moda sahnesinde hiç olmadıkları kadar taze hissettiriyor ve artık nihayet her yerde görülen pantolon kesimlerinden çok daha farklı bir noktaya ilerliyoruz.” Tahminleriniz doğru, çok daha rahat kesimlerin var olduğu bir rotaya sahibiz. Güncel ilhamlar ararsanız, Barack Obama, Pixie Geldof, Chloë Sevigny ve Alexa Chung vadedilen stil topraklarına çoktan yelken açtılar. Sonbahar-Kış sezonunda da güneşi takip eden, Venice Beach ve Yosemite Vadisi’nden ilham alan Levi’s® ise yolculuğun nerede biteceğini, Western gömlekleri ve Trucker ceketleri üzerinden deklare ediyor. Yola çıkmadan önce son bir kez geriye ket vurun ve 90’lara dönün, Nick Kamen’in çamaşırhanede Levi’s®’larını yıkayışına... Reklam filminin melodisi aklınızda dönerken üzerinizde yeni sezonun Levi’s® kesimleri olsun, rotanızı kendiniz belirlemekte serbestsiniz; varış yerinde buluşuruz.
XOXO The Mag
INTERVIEW/desıgn
Bernard Tschumi
Konseptin Nihayeti
Konser yapıları, müzeler, parklar ve köprüler... Bernard Tschumi’nin portfolyosu ağırlıklı olarak bu gibi kamusal mekanlarla dolup taşıyor. 1982’de, bundan ta 32 sene önce kazandığı Parc de la Villette yarışmasıyla adını duyuran Tschumi ile mimarlığa bakışından yeni teknolojilere yaklaşımına, mimarın pozisyonundan ses getiren Akropolis Müzesi’ne dek uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik. röportaj hülya ertaş fotoğraf bernard tschumi architects
XOXO The Mag
Rouen Concert Hall, Fotoğraf: Peter Mauss/Esto
Birçok mimar için -son 50 yıldır özellikle- malzeme, yalnızca bir bitiş elemanıdır. Sizse mimarlığın “konseptin malzemeye dönüşmesi” olduğunu söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız? Kısaca söylemem gerekirse eğer, ahşaptan bir ev inşa edeceğimi düşünelim; bu ev, betondan, tuğladan ya da camdan bir evden yalnızca farklı algılandığı ya da deneyimlendiği için farklı olmakla yetinmemeli, aynı zamanda kavramsal olarak da farklı olmalı. Bunun ispatı niteliğinde iki büyük oditoryum tasarladık, bu ikisinin programı ve yerleşimi neredeyse tıpatıp aynıydı, biri çelik ve betondan Rouen’deki, diğeri de ahşap ve polikarbondan Limoges’daki oditoryumlar. Bunlar, birbirinden çok farklı iki yapı.
Sizce mimarlık ile politika arasındaki ilişki güçleniyor mu yoksa zayıflıyor mu? Bu ikisi arasındaki ilişki her zaman için çok kuvvetli olageldi. Ama bugün kimse bunun hakkında konuşmuyor. Bir çeşit gizli bir sessizlik anlaşması var ortalıkta. Sözde ikonik kule bloklar her yerde durmadan inşa edilirken çok az insan böylesi yerlerin sosyal ve politik etkilerini sorguluyor.
Projelerinizi belirleyen ana etken, onlara özel ortaya koyduğunuz konseptler. Bu konseptlerin kullanıcılar tarafından kolaylıkla anlaşılmasını istiyor musunuz? Hem evet, hem de hayır. Konseptin özel olarak belirgin olması gerekmez. Örneğin Paris’teki Parc de la Villette’te ziyaretçiler birbirinden bağımsız üç sistemin (noktalar, çizgiler ve yüzeyler) soyut bir şekilde üst üste getirilmesiyle mekanın meydana geldiğini biliyor olamazlar ama yine de parkı kullanırlar.
Mimarın konumu, verili durumda en karlı yatırımı tasarlamaya doğru evrildi. Serbest piyasa ekonomisinin mimarlığı nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz? Piyasa ekonomisi her zaman vardı, bugün de var. Herkes gibi mimarların da kamu yararı ile bireysel çıkarlar arasındaki doğru dengeyi bulması gerekiyor.
Reddettiğiniz proje oldu mu hiç? Evet, bu epey sıklıkla oluyor. Asla girmeyeceğimiz bazı yarışmalar da oluyor.
Yarışmalar ofisinizin kuruluşundan beri başlıca iş alma biçimlerinden biri olageldi. Yarışmaların mimarlık ortamına ve sizin işlerinize nasıl bir katkısı olduğunu düşünüyorsunuz? Yarışmalar mimarlık için hem gerekli hem de iyi bir yöntem. Mimarları erken safhalarda konseptlerini netleştirmeleri için zorluyor. Davetli yarışmaların varlığı kadar açık ve anonim olanların da varlığı -özellikle genç mimarların cesaretlendirilmesi için- çok önemli. Tıpkı Parc de la Villette yarışmasının ilk aşamasında olduğu gibi... Ancak ikinci aşamada her bir mimara projelerini bizzat kendileri sunabilmeleri için fırsat verilmesi gerekiyor. Ne yazık ki, çok sayıda yarışma kötü
Mimarlığınızın Situationist International’dan etkilendiğini biliyoruz. Olaya ve programlanmamış mekanlara olan vurgunuz sitüasyonist metinlerdeki herkesin kendi ortamını kolektif olarak yeniden yaratabileceği fikrini anımsatıyor. Buna katılıyor musunuz? Evet. Situationist International’ın kent ve mimarlık üzerine geliştirdiği kavramların bugün hala geçerli olduğunu düşünüyorum. Bazı diyagramları bize hala çok şey söylüyor. 55
Acropolis Museum, Atina, Fotoğraf: Christian Richters
Çalışmalarınıza dair aldığınız en iyi iltifat neydi? Bir yarışmada bir işverenim bana şöyle demişti: “Rakibinde mimarlık var ama konsept yok. Sendeyse mimarlık yok ama konsept var.” Proje tasarım süreçleri yeni çizim teknolojileri sayesinde oldukça kısaldı. Bu hızlı mimari üretimle nasıl başa çıkıyorsunuz? Bu tamamen projeden projeye değişiyor. Bazı tekil problemler oluyor, ki onları çözmek belirli formüllere dayalı, mesela bir olasılıklar kataloğunuz olduğunu biliyorsunuz ve içlerinden birini seçerek sorunu ortadan kaldırıyorsunuz. Ama bazen de karşınıza çok karmaşık problemler çıkabiliyor, o zaman da uygun bir konsept oluşturmak adına o sorunu çözmek için aylarınızı gözden geçirmeniz gerekebiliyor. Sadece çizim teknolojileri değil, mobil teknolojiler de çok hızlı gelişiyor ve ikincisi mekan algımızı oldukça değiştiriyor. Sizce mimarlık ortamı bunun farkında mı yoksa bunu yok mu sayıyor? Bunu bir örnekle açıklayayım. Bir zamanlar mimarlık ve kentler toprak üzerinde yer alan toplumun bir yansımasıydı. Nasıl göründüğüne bakarak feodal bir kenti demokratik bir kentten ayırt edebilirdiniz. Bugünse GPS ve Facebook ve Twitter gibi sosyal ağlar nedeniyle yeni bir iletişim biçimi ortaya çıktı. Ama bu, henüz mimarların düşünce yapılarına girebilmiş değil.
IB Alesia Museum BTA, Fotoğraf: Iwan Baan
Rouen Concert Hall, Fotoğraf: Peter Mauss/Esto
organize ediliyor ve hatta bazen olmaları gerektiği kadar dürüstlükle yönetilmiyor.
Venedik Mimarlık Bienali’nde Rem Koolhaas, modernizm boyunca ulusal mimarlıkların izini sürmeyi amaçladı. Sizse kariyerinizin başlangıcından beri uluslararası bir düzeyde çalıştınız. Bugün ulusal mimarlıklar konusunun bereketli bir tartışma alanı açtığını düşünüyor musunuz? Ben “ulusal” kelimesini kullanmayı sevmiyorum, açıkçası. Onun yerine “kültürel” demeyi ya da mimarlığı iklimsel farklılıklar, topoğrafyanın koşulları ya da gerekli yoğunluk gibi kavramlarla ilişkilendirmeyi tercih ederim. Venedik Bienali’ni nasıl buldunuz? En iyi tarifle kışkırtıcı bulduğumu söyleyebilirim. Ama hislerim beni yanıltmıyorsa birçok izleyici bienalin birtakım sorulara yanıt verdiğini düşünüyordu, oysa ki sergi, eleştirel sorular üretiyor bence. Atina’daki Akropolis Müzesi’ni tasarlarken Parthenon Mermerleri’nin British Museum’dan Yunanistan’a iade edileceğini öngörmüştünüz. Ama bu henüz gerçekleşmedi, mermerler olmaksızın yapının yarım kaldığını düşünüyor musunuz? Mimari olarak Akropolis Müzesi’nin işlevini çok iyi yerine getirdiğini düşünüyorum. Ama kültürel ve sosyal olarak aklımızdan çıkarmamamız gereken şöyle de bir gerçek var: Parthenon Mermerleri tek bir sanat eseri ve onu dünyanın farklı noktalarında parça parça sergilemek tam bir saçmalık.
XOXO The Mag
57
INTERVIEW/desıgn
Stefan Sagmeister
Risk Almamanın Riski
Tasarım dendiği anda New York, Philadelphia, Tokyo, Osaka, Seoul, Paris, Lozan, Zürih, Viyana, Prag ve Berlin’de aynı anda akla düşen belki de tek isim olan Stefan Sagmeister, malumunuz tasarım kadar müzikle de arasını sıkı tutuyor. Müzikal kulağı olan hayranlarına Grammy ödüllü albüm kapakları referansıyla, Rolling Stones, The Talking Heads ve Lou Reed tarafından sesleniyor. Onu daha sessiz görmek isteyenler içinse yılda birkaç kere The Guggenheim Museum dahil birçok kült müze ve galeride sergiler açıyor. Konuşmaları ve ürettiği videolarıysa, her daim ulaşılabilecekler listesinde, sitesinde izlenmeyi bekliyor. Kısacası karşınızda kolay ulaşılabilir olduğu kadar ulaşılması zor bir tasarım dehası var. Provokatif işleri ve çıplak kartpostallarının ardından mutluluğu keşfetmeye koyulan Stefan’la yollarımız bir dört yol ağzında kesişiyor ve birkaç saatliğine arayışına ortak oluyoruz. röportaj serhat cacekli fotoğraf stefan sagmeister’in izniyle
XOXO The Mag
Tasarım, hayatınıza nasıl yerleşti? 15 yaşımdayken Alphorn isminde küçük bir dergide yazmaya başladım ve yazmaktan çok tasarlama kısmını sevdiğimi fark ettim ve bu alana yönelme kararı aldım. New York’ta yaşamak istediğimi ise ilk kez New York’a geldiğimde 18 yaşımdayken anladım. Avusturya Alpleri’nde küçük bir kasabada büyümüş biri olarak, hep büyük bir şehirde yaşamak istemişimdir.
çok daha iyi olanlar vardı; fakat bu konseptleri değişiklik yapmadan veya aklındaki fikirlerini başkalaştırmadan sunamıyordu dünyaya. Kimse onun kadar tutkulu değildi. Bir patron olarak, çalışanlarını ve müşterilerini üzmek hakkında endişeleri yoktu. Sizi üzdüğü bir an oldu mu? Evet, üzerinde haftalardır çalıştığım ve gurur duyduğum bir logoya verdiği tepkiyi hatırlıyorum, “Stefan, bu berbat, gerçekten berbat, hayal kırıklığına uğradım.” Tibor’un tavsiye vermede, sert bir dille ortaya koyduğu, sonradan “Tiborizmalar” olarak bilinen, bilgelik parçacıkları dağıtmak üzerine olağanüstü bir yeteneği vardı. Stüdyomu açtığımda “Bir tasarım şirketi yürütmenin en zor yanı büyümemektir.” dediğini hatırlıyorum. Leo Burnett için bir tasarım stüdyosu açmak üzere Hong Kong’a taşındığımda ise veda cümlesi “Sana ödedikleri parayı gidip harcama yoksa hayatının sonuna kadar reklam ajanslarının kölesi olursun”du. Bu stili sayesinde M&Co. basının ilgisini epeyce çekiyordu. Gazeteciler onu aradığında harika hikayeler anlatır ve alıntılar yapardı. Bir alandan öbürüne atlamaya her zaman hazırdı ve bundan mutlu olurdu. Kurumsal tasarım, ürün tasarımı, şehir planlama, müzik videoları, belgeseller, çocuk kitapları, dergi edit’leri... Hepsi “her şeyi iki kere yapmalısın, ilkinde ne yaptığını bilmezsin, ikincisinde bilirsin, üçüncüsünde ise sıkıcı hale gelir” mantrası ile yapılırdı.
Şehrin değişimi çalıştığınız süre boyunca sizi nasıl etkiledi? Stüdyomuzu açtığımızdan beri, çoğu şey tanınamayacak şekilde farklı olsa da, ben son 20 yılda New York’ta genel olarak pek fazla şeyin değiştiğini düşünmüyorum, tabii, hızlı bir şekilde yükselen gayrimenkul fiyatları dışında... Tüm bu etmenlerle belki de, stüdyomu başından beri küçük tutma kararı almıştım, çünkü kira gibi sabit masrafları az tutmaya çalışıyordum. New York’a yerleştiğinizde, M&Co için altı ay kadar çalıştınız ve daha sonra bahsettiğiniz stüdyonuzu açtınız. Bu böyle bir şehirde başarıp başaramayacağınıza anlamak için kısa bir süre değil mi? Evet, öyle denilebilir... Fakat M&Co’daki patronum Tibor, Colors dergisi üzerinde tam zamanlı olarak çalışmak için Roma’ya gittiğinde stüdyosunu kapattı. Bu da benim kendi stüdyomu açmak için kıçıma vurulan yerinde bir tekmeydi. Tibor Kalman ile çalışmak nasıldı? Tibor tasarım hayatımda beni bu denli etkileyen tek insan; tasarım kahramanım... 25 yıl önce, New York’ta öğrenciyken, onu aylarca düzenli bir şekilde telefonla aradım ve bu sayede M&Co resepsiyonistini çok iyi tanır hale geldim. Sonunda beni görmeyi kabul etti. Görüşmeye gittiğimde portfolyomdaki eskizlerden biri M&Co’nun üzerinde çalıştığı bir fikrin konseptini ve düzenlemesini epey andırıyordu. Tibor bunu görünce aceleyle prototipi bana gösterdi; benden çalmış gibi gözükmesin diye. Bu hareket gururumu çok okşadı. 5 yıl orada çalıştıktan sonra, onun stüdyosunu herkesinkinden farklı yapan şeyin Tibor’un muhteşem pazarlama yeteneği olduğunu fark ettim. Etrafta muhtemelen Tibor kadar zeki ve tasarımda kesinlikle
Geçtiğimiz senelerde ofisi bir yıl boyunca kapattınız ve sabbatical için ayrıldınız. Bu kararı alırken müşterilerinizi kaybetmekten korkmadınız mı? Tabii ki korktum. Çoğu önemli karar gibi, bu kararı alırken de nedenlerim vardı. Günlük işlerden sıkılmıştım, Ed Fella stüdyoya geldi ve içinde muhteşem deneysellikte çizimler yer alan sketchbook’larını gösterdi. O sırada Cranbrook’ta bir workshop veriyordum ve bu olgun öğrencilerin deneyler için bolca zaman ayırabilme imkanlarını kıskanıyordum. Ve evet, müşterilerimizin hepsini kaybetmekten korkuyordum. Fakat neyse ki böyle olmadı... Kariyerinizin ilk zamanlarına daha çok albüm kapakları 59
tasarladığınız yıllara geri dönersek; albüm kapaklarında sizi çeken şey neydi? O zamanlar bir müşteriyle başlamıştık ve ilk birkaç ayda iki tane daha kazandık. Stüdyomu müzik için tasarım yapmak amacıyla açmıştım ve ilk müşterimiz daha önce vokalistiyle beraber çaldığım HP Zinker’dı. Bir sene süren proje için 220 tasarım saati belirlemiştik ve sonunda 1.800 dolar kazandık. Saati neredeyse 8 dolara denk geliyor. Temizlik personelleri saat başına 12 dolar alıyor. Fakat albüm paketi Grammy’e aday gösterildi ve bu sayede plak şirketlerinin kapılarını aralamış olduk. Birkaç yıl boyunca The Rolling Stones, The Talking Heads ve Lou Reed için albüm kapağı tasarladıktan sonra artık sıkılmaya başlamıştım. Çünkü bir proje için üç farklı müşteriyle beraber çalışıyorduk ve sabrım günden güne azalıyordu. Ayrıca, yaşlandıkça müzik hayatımda daha az bir yere sahip oldu. Ve dışarda yapılabilecek daha ilginç şeyler olduğu kanısına vardım. Fakat, müziği görselleştirmeyi hala özlüyorum, bu hiç eskimiyor. ‘Tasarımın sanat tarafı’ tanımı sizde neler çağrıştırıyor? Üreten biri olarak stüdyoda yaptıklarımızı tasarım olarak görüyorum. Tanımları pek önemsemiyorum, fakat ABD’nin dışındaki dünyada önemsendiğinden bazı kalıplara uymak zorundasınız. Tasarımın bir işe yaraması gerekir, sanatın ise öyle bir zorunluluğu yok, bazen sadece var olması yeter. Ve evet, çoğu sanatçının kendisini tanımlayan dünyalar yarattığını düşünüyorum. İyi sanat, biz seyircilere bu dünyaları inceleme ve başka bir açıdan görme imkanı veriyor. Tasarım da aynı şeyi yapabilir; hem tasarlayanı hem de izleyicisi için... Örneğin; bu iki kavramın bir anlamda buluştuğu The Happy Show sergisini hazırlarken ve film üzerinde çalışırken kendim hakkında önemli yönler keşfettim. Sahi, The Happy Show nasıldı? Sergi için her zamanki gibi bir şeyler yapmanın sıkıcı olacağına inanıyordum. Ve sonuç bence gayet güzel oldu. Ziyaretçilerden serginin kendilerini gerçekten mutlu ettiğini ifade eden birçok mektup aldım. Sergiyi ziyaret ettikten sonra korkusunun üstesinden gelerek
kız arkadaşını ilk kez öpen 15 yaşında bir çocuktan bile haberdarım. Aynı zamanda sergi hakkında geri dönüşler yapabilecekleri bir sistem de oluşturmaya çalıştık. Her ziyaretçiye bir sonraki adımda nasıl davranacaklarını söyleyen kartları dağıtıyorduk ve ellinci kartlarda “Bu numaraya esprili bir mesaj atın.” yazıyordu ve üzerinde benim telefon numaram yazıyordu. Birçok insan buna katıldı ve genellikle “hahahahah” diye cevap verdiğimde çoğu zaman numaranın kime ait olduğunu soruyorlardı. Mutluluğu test etmeye devam ettiğiniz, The Happy Film belgesel serisi nasıl gidiyor? Benim ve çevremdekilerin mutluluğunu nasıl daha iyi bir hale getirebileceğim hakkında hep düşünmüşümdür, başka bir şeyle uğraşmaya ne gerek var? Direkt bir şekilde olmasa da her gün yaptığım şeyler çoğu zaman bu amaç doğrultusunda gelişiyor. Bunu film olarak yapmak daha zorlayıcı, ama yeni bir araç denemek kendimi tekrarlamamı engelliyor. Sonunda çok başarısız olabilir, fakat bu süreçte bir saç telini bile daha mutlu ettiysem, yaptığıma değmiş demektir. Vücudumu eğitebildiğim gibi, aynı şekilde zihnimi de eğitebilmemin mümkün olup olmadığı sorusuna cevap bulmayı istiyorum. Meditasyon, bilişsel terapi ve ilaç kullanımı gibi çeşitli teknikler aracılığıyla, genel mutluluğumu yükseltmem mümkün mü? Bu alanda çalışan birçok psikolog bunun mümkün olduğuna ikna olmuş olsa da, kendim ve izleyenler için bunu kanıtlamayı istiyorum. Bitirmeden; üzerinde çıplak fotoğraflarınız olan kartpostallarınıza, ilk stüdyonuzu açtığınız o yıllara dönebilir miyiz? Belki kendininkileri yapmak isteyenlere tavsiyeleriniz de olur. Provokatif bir hareketti ama işe yaradı ve o zamanki tek müşterimiz onu beğenmekle kalmayıp, üzerine “riskten kaçınmak tek risktir” yazarak ofisine astı. Aynı zamanda bize, maceracı tarafı ağır basan yeni müşteriler de kazandırdı. Jessica’yla ortak olduğumuzu da aynı şekilde duyurduk ve şimdi herkes ortak olduğumuzu biliyor. Kendi kartınız için tek tavsiyemse fotoğraf çekilirken çoraplarınızı çıkarmayı unutmamanız.
XOXO The Mag
61
INTERVIEW/MUSIC
CHRISTINE&THE QUEENS Elle Est SIMPLEMENT, Géniale Heloïse Letissier, namıdiğer Christine and the Queens, gerçekten özgün ve yetenekli diyebileceğimiz yeni nesil müzisyenler topluluğuna Fransa’dan katılıyor -hem de yalnızca müziğiyle değil, tamamen doğaçlama olan danslarını da beraberinde getiriyor (bkz. ‘Saint Claude’un videosu). Christine ile ilk albümü Chaleur Humaine’den, kendisine yakıştırılan androjen sıfatına uzayan söyleşimize buyurunuz. röportaj aslı arduman fotoğraf ©dr
XOXO The Mag
Fotoğraf: Jeff Hahn
Gerçek adın Heloïse, bu durumda nasıl Christine olduğunla başlayalım. Tiyatro geçmişinle bir ilgisi var mı? Sanırım bir parça öyle. Tiyatroyu seviyorum ve tiyatrodan gelen bir alışkanlıkla farklı karakterler seçmeyi seviyorum. Bu biraz da kendimi çok fazla ortaya koymamakla ilgili bir seçim. Yani hem kendim olmak, hem de bir başkası olabilmek bana özgür hissettiriyor.
olarak böyle hissettiğimde bunu açıkça söylerim, belki siz de böyle hissedersiniz ama bunu duyurma gereği görmezsiniz. Herkesin hayatında, başka bir şeyin ihtiyacını duyduğu ve arayışa girdiği dönüm noktaları olmuştur. Christine de benim için bir nevi kurtarıcı oldu. Genç bir kadın olarak karşılaştığım pek çok sıkıntının içinden beni çekip çıkardı. Tabii ki hayatımın her anında Christine değilim ama o bir şekilde hep benimle.
Görünürde sadece sen varsın. The Queens uzantısı nereden geliyor? Farkındayım, bu kulağa biraz tuhaf geliyor. Daha spesifik olmak gerekirse, bu isim aslında bir grubu ifade etmiyor, sadece benim gerçekleştirdiğim çok önemli bir buluşmayı ifade ediyor. Tiyatro okuduğum yıllarda Londra’da İngiliz drag queen’lerle tanışmıştım. Aynı zamanda hem komik hem de trajik olabilen bir sahne şovu izlemiştim ve ortaya koydukları performanstan çok etkilenmiştim. Neyse, onların yarattığına benzer bir hissiyatı hayatımın bir döneminde yapacağım işlerle ben de yakalayabilmeyi o sırada kafaya koydum. Ve bunu da müzikle yapacaktım. İşte müzik bu şekilde hayatıma girmiş oldu. Hikayemdeki önemli rolleri sebebiyle, bir anlamda onlara müteşekkir olduğumu ifade edebilmek adına, o grubun ismini kendi adıma ekledim.
Bir keresinde, müziğini “freak pop” olarak tanımlamıştın. Hala aynı şekilde mi düşünüyorsun? Bu biraz alışılmadık ve tuhaf bir terim sanırım, ama galiba hala aynı şekilde düşünüyorum. Bu benzetmeyle asıl kastettiğim şey şu; ben ana akım pop müziği seviyorum ama ana akıma dahil değilim. Daha ziyade The Knife gibi belli bir kalıba sokulamayan grupları seviyorum, ama bunun yanı sıra hip hop da dinliyorum, klasik müzik de... Yani bu tanımlamayla, yaptığım müziğin ne kadar tuhaf olduğunu anlatmaya çalışıyordum, sonuçta Fransızca pop müzik yapıyorum ve bu yeterince tuhaf. Aynı zamanda İngilizce şarkılar da söylüyorsun. Sence bu, uluslararası tanınırlığa sahip olabilmenin bir anlamda ön koşulu mu yoksa tanınırlık kendiliğinden mi geliyor? Sanırım ikisi de geçerli. Elbette İngilizce şarkı söylediğinde çok daha fazla insana erişme potansiyelin oluyor. Ama İngilizcenin hakkını veremiyorsan da bu bir yük haline gelebiliyor. Ben iki dili de bir arada kullanabiliyor olmayı seviyorum. Şarkıya Fransızca başlayıp ortalarda İngilizceye geçmek hoşuma gidiyor. Bu biraz aynı soruya farklı cevaplar verebilmeye benziyor. Bir yandan da Fransız müzik yazarlarının artık Fransızca sözler yazmaktan utanmadığını görmek beni mutlu ediyor. Yelle gibi Fransa dışında da başarı elde eden grupların varlığı sevindirici; şu anda ABD turundalar ve onları çok başarılı buluyorum. Yani dil artık kısıtlayıcı bir unsur değil.
Londra’da yaşadığın bir dönem oldu mu? Aslında bir ay kadar kısa bir süre kaldım ama şehri o kadar yoğun bir şekilde yaşadım ki adeta bir yıl gibi geldi. Paris’te yaşıyorum ama hep Londra’da yaşamak istemişimdir; çok sevdiğim bir şehir. Fakat henüz böyle bir fırsatım olmadı. Bazen bir Parizyen’den ziyade Londralı bir kız gibi hissediyorum. İngiliz müziği de daha çok ilgimi çekiyor. Bir röportajında “İki kere doğdum.” demiştin. Müzik yapmaya başlamak bu yeniden doğuşun neresinde kalıyor? Bunu söylerken gerçekten de tam olarak öyle hissediyordum ve bu hissi yaşayan tek insan olmadığımdan eminim. Ben bir sanatçı 63
Bu arada sen İngilizce konuşurken Fransız aksanın hiç hissedilmiyor. Bunu neye borçlusun? Babam İngilizce öğretmeni, belki onun etkisi olmuştur. Küçükken izlediğim İngilizce filmler de galiba bana bu anlamda hayli yardımcı oldu.
bile giyerek kendinizi ifade edebilirsiniz... Ama şu da var ki, benim bazı şarkılarımın sözleri de insanları bu yönde düşünmeye itmiş olabilir; mesela ‘iT’te bir anlamda kimliğimi sorguluyorum ve erkek olduğumu söylüyorum. İnsanlar da hemen benim androjen ve ‘genderbending’ olmaya çalıştığım gibi yorumlar yapmaya oldukça meyilli. Ama ben de androjen falan olduğumu düşünmüyorum kesinlikle; ben yalnızca takım elbise giyen bir kızım.
İlk albümün Chaleur Humaine’den de bahsedelim. Albüm hazırlık sürecini nasıl geçirdin, nelerden ilham aldın? Odaklandığın belli bir tema oldu mu? Çok hızlı gelişen bir süreçti, önce şarkı sözlerini yazdım, sonra, aynı yıl içerisinde albümün prodüksiyon aşamasını üç ayda Londra’da tamamladık. Odamdan çıkmayıp, bilgisayarımın başında şarkılar üzerinde yalnız çalıştığım bir dönemden sonra, albümün prodüksiyon açısından güçlü olmasını istedim. Abartılı bir şey olsun da istemedim tabii, minimal bir sound yakalamaya çalıştım. Ash Workman sayesinde bu konuda hiç zorluk çekmedim. Aynı yaşlarda olmamız ve aynı müzik zevkini paylaşıyor olmamız işi epey kolaylaştırdı. Amerikan hip hop ikimizin ortak takıntısı, Drake’i çok dinliyoruz mesela, ve onu dinlerken sürekli “bu tür bir prodüksiyonu Fransız pop müziğine nasıl adapte edebiliriz?” diye soruyoruz kendimize. Müzikle mesaj vermeyi veya propaganda yapmayı sevmem normalde, ama Christine’le farklı karakterlere bürünüp değişik hikayeler kurgulayabiliyorum. Bu biraz da kendi kimliğimi sorgulamak gibi... Mesela şarkılarımdan birinin sözlerini bir erkek olduğumu farz ederek yazdım, ve bu benim için kostüm değiştirmek gibi bir şey. Albümün genel temasına gelince, sanırım varoluşun tuhaflığı ve aynı zamanda güzelliğiyle ilgili bir şeyler yapmak istedim.
Bu arada ‘Saint Claude’un videosunda dans ediyorsun ve aynı zamanda sahnede de dans ettiğini biliyoruz. Ciddi bir dans eğitimi almış mıydın? Çocukluğumdan beri dans ediyorum, aslına bakarsanız. Modern caz, pole dansı, çağdaş dans dersleri aldım. Öte yandan, dans ederken mükemmelliği yakalamaktan ziyade, kişiselliği ön plana çıkarmaya çalışıyorum. Fazlasıyla doğaçlama yaptığımı söyleyebilirim. Pina Bausch’u keşfettiğimde inanılmaz etkilenmiştim; onun için önemli olan mükemmellik değildi; vücudunu kullanarak sayısız duyguyu yansıtıyordu. Benim ilgimi çeken de dansın bu yönü; vücudumu kullanarak anlatabileceklerim... Tabii ki, Beyoncé ve Michael Jackson gibi mükemmelliğin peşindeki sanatçılara da hayranlık duymuyor değilim, fakat ben daha çok, hem tuhaf hem de aynı zamanda dürüst olmakla ilgiliyim. Diğer taraftan da, yakında başlayacak turnem için bir koreografla, Marion Motin’la, çalışmaya başladım, çünkü sahnede bana eşlik edecek dansçılar olacak, ve bu durumda her an doğaçlama yapmak gibi bir şansım olmayacak. Peki, hangi sanatçılarla işbirliği yapmayı hayal ederdin? İzninizle biraz yüksekten uçacağım! Kendrick Lamar ile çalışmak harika olurdu. Son albümü beni gerçekten çok etkiledi, müthiş yetenekli bir insan olduğunu düşünüyorum.
Şarkılarını bilgisayarda yaptığından bahsettin, enstrüman çalıyor musun? Piyano çalıyorum ama bu konuda çok da iyi olduğumu söyleyemem. Eskiden Prince’i sahnede gitarıyla izlediğimde asla onun gibi olamayacağımı düşünürdüm. Sanırım ben, daha çok, dans ederek şarkı söylemeyi seven bir müzisyenim. Sahnede de dans etmeyi enstrüman çalmaya yeğliyorum.
Başka neler dinliyorsun bugünlerde? Geçenlerde Caribou’nun yeni albümü elime geçti ve sürekli onu dinliyorum, hakikaten çok iyi! Bunun dışında Schoolboy Q dinliyorum. Ayrıca bu ara Philip Glass çok dinliyorum. FKA twigs’in albümünü de sayabilirim. Ve tabii ki Drake var. Bir de, şu aralar, PartyNextDoor çok dinliyorum.
Bir yandan da günümüzün pop müziğine farklı bir şeyler kattığını düşünüyoruz, tıpkı Lorde’un ya da FKA twigs’in yaptığı gibi; zira kendini olmadığın birisi gibi göstermek gibi bir kaygın yok. FKA twigs’e gerçekten hayran olduğumu söyleyebilirim; onunla tanışıklığım yok, ama arkadaşı olmak çok isterdim. Evet, dediğiniz gibi, bu sanatçılar, tipik birer pop star olmaktan öteler; tamamen kendilerine özgü bir çekicilikleri var. Lorde da son derece güçlü bir kişilik. Biraz tuhaf bir teenager havası var, ama bir yandan da bunu gizlemeye çalışmıyor, aksine bununla gurur duyuyor. Tüm bunlar çok ilham verici. Sanırım şu anda pop müzik endüstrisinde, kadın olmanın farklı taraflarını göstermenin belki de tam zamanı.
Son zamanlarda seni çok etkileyen bir performans izledin mi? Sürekli olarak konserlere giden birisi değilim ama geçen sene izlediğim The Knife konseri inanılmazdı. Bildiğiniz anlamda bir konser değildi. Aslında yaptıkları epey riskli ve cesaret istiyor, zira konser sırasında yapmaya çalıştıkları şarkı söylemek ya da enstrüman çalmaktan ziyade seyirciyle iletişim kurmak. Fakat ne yazık ki, o anda Fransız olmaktan biraz utandım, çünkü Fransız seyircisi epey korkunçtu, grubun performansını pek hoşgörüyle karşıladıklarını söyleyemem. Sanırım klasik anlamda enstrümanların yer aldığı bir performans bekliyorlardı. Fakat bana kalırsa harika bir şovdu. Ve duyduğuma göre maalesef grup dağılıyormuş.
Pek çok yerde androjen bir görünüşe sahip olduğundan bahsediliyor, ve açıkçası biz buna katılmıyoruz. Şu da var ki, son zamanlarda pop sanatçılarının müziklerinden ziyade görüntüleri ön plana çıkmaya başladı. Bu durumda, sen seksi olmak için özel bir çaba sarf etmediğinden androjen olarak adlandırılıyorsun belki de... Evet, gayet mantıklı. Tam da geçenlerde MTV Video Music Awards’u izliyordum ve fark ettim ki ekrandaki kadınların hepsi neredeyse aynı tarzda giyinmişti. Tabii ki mini elbiseler giymelerinde bir sorun yok, neticede hepsi de çok seksi kadınlar. Kesinlikle onları yargılamıyorum. Öte yandan ben de takım giymeyi seviyorum ve bence maskülen kıyafetler giyip yine de feminen görünebilirsiniz. Fransa’da bile fotoğraf çekimlerinde bana gelip “Bu seferlik takım giymesen olur mu? Çok güzelsin; üstsüz çekim yapsak? ” gibi sorular sordukları oluyor. Bana kalırsa, herkesten biraz olsun farklı bir şeyler
Artık albümün de yayınlandığına göre, bundan sonraki planların neler? Doğruyu söylemek gerekirse, kendimle ilgili hoşnut olmadığım bir şey varsa o da sesim. Sesimin biraz daha farklı şekillere girebilmesini isterdim. Dolayısıyla bu konuda biraz daha çalışmam gerektiğini düşünüyorum. Bunun dışında, bahsettiğim gibi yakında turneye çıkacağım. Turnem ilk etapta Fransa’da olacak ama bakarsınız başka ülkelere de uğrarım, zira güzel geri dönüşler alıyorum, hatta kim bilir belki İstanbul’a da yolum düşer. Bunun dışında, albümümün başka ülkelerde de piyasaya sürülmesine çalışacağım, mesela Kanada’da. Ayrıca albümden yeni bir single ve yeni bir video yayınlayacağız. Özellikle ‘Saint Claude’un videosundan beri, video çekme konusu beni çok heyecanlandırıyor. 65
“DAHA FAZLA MODA DAHA FAZLA MARKA”
online alışveriş
ayakkabidunyasi.com.tr
brand
BRACE YOUR INNER LADY
It’s Time To Romantico-Rock yazı ayşecan ipek fotoğraflar chanel sas’ın izniyle
Karl Lagerfeld’in objektifine yansıyan Chanel Eyewear kampanyalarında iki şeye rastlayacağınızdan emin olabilirsiniz: Gösterişli nostaljik çerçevelerin modern yorumları ve güzel kadınlar... Bundan önceki senelerde, hatırlayın, Laetitia Casta, Claudia Schiffer, Linda Evangelista, Sigrid Agren, Christy Turlington, Freja Beha Erichsen, Nadja Bender, Ashleigh Good’un yanı sıra Maïwenn ve Alice Dellal gibi modellikle yetinmeyen, oyunculuk ve yönetmenliğe de bulaşan isimler bize soğuk ve mesafeli bakışlar atmıştı. Bu sezon Chanel kadını, pek tabii ki yine Monsieur Lagerfeld’in komutasında, bambaşka bir haleti ruhiyeye bürünüyor ve (tam gaz giriş yapmaya hazırlandığımız kış sezonunun bomba fikri “süpermarket turu” yetmezmiş gibi) bir önceki geceden kalma pembe saçlarıyla fazlasıyla naif, romantik ve son derece rock ‘n’ roll bir hava yakalayarak, bu dünyada olup bitenlerin iki adım ilerisinde ya da bir adım gerisinde durduğunu kanıtlıyor. Bu modern elf/peri kızı havaları Lagerfeld’in
çekim sırasında, şampanya bardağında içtiği Diet Pepsi’sinden bir yudum alıverirken yakaladığı, spontane bir keşif değil. Tıpkı, moda dünyasında “gökkuşağı ruhlu tuhaf hayalet” olarak mimlenmiş, Moschino İlkbahar-Yaz 2015 defilesinde podyumda patenleriyle ilerlemekten son derece memnun görünen, pembe saçlarına ve asi duruşuna rağmen bir zamanların Gwen Stefani’siyle uzaktan yakından alakası olmayan Charlotte Free’yi seçmesinin bir tesadüf olmadığı gibi. Lagerfeld’in çektiği fotoğrafların tümünde aynı yaramaz kadına rastlıyoruz. Bu ruh hali Mademoiselle Gabrielle tarafından aynı şekilde kucaklanır mıydı orası bilinmez. Belki de bu yüzden bu modern ve feminen gözlük koleksiyonunu tanıtırken denkleme varlığını hissettirmekte hiç de zorlanmayan bir kırılganlık hissi de ekleniyor. İhtirasla büktüğü dudakları, porselen cildini vurgulayan pembe saçlarıyla Charlotte Free, özel olarak hazırlanmış bir dekor
XOXO The Mag
hissi veren soyunma odasında incilerin, örgülerin ve Chanel’in alametifarikası tüvitlerin dokunuşuyla, grinin farklı tonlarında, pudra rengi ve siyahın dokunuşuyla poz veriyor. Karl Lagerfeld’in objektifi bu kez Claudia ya da Laetitia gibi kadınlığının farkında bir divanın değil, bu dünyaya ait olup olmadığından emin olamadığımız, kırılgan, feminen ama yine de iddiasını koruyan bir çocuk kadının üzerinde. Peki ya gözlükler? Güneş koleksiyonunda nostaljik vurgulara rağmen modern yanını özenle koruyan formlar öne çıkıyor: Stilize kelebekler, cat eye çerçeveler, XXL kare ve yuvarlaklar güneşten korumanın yanı sıra dramatik etkiyi de averajın kat be kat üzerine çıkartırken, optik koleksiyon; benzer kare, yuvarlak, dikdörtgen, oval ve cat eye formları daha yalın çizgilerle yorumluyor. Bu özel tasarımlarda öne çıkan çok önemli bir detay var: Şakakları kuşatan suni baguette’ler, gözlükler için özel olarak tasarlanmış bir mücevher
niteliğinde... Bunlar ışığı yakalıyor ve yüze yansıtıyor. Koleksiyon bu sayede modaevinin en büyük alışkanlıklarından birini tekrar ediyor: Chanel hanedanlığından ve kurucusunun hayatından parçalar barındırmak. Gözlüklere yerleştirilen bu parlak taşlar 31, Rue Cambon’da gerçekleşen sayısız defilede Mademoiselle’in dikkatli bakışlarını izleyenlerden saklayan aynalı merdivene atıfta bulunuyor. Çerçeveler yumuşak, ışık geçiren bir dokuya ve renk skalasına sahip. Mavi tonuna dokunan grilere, boz kahverengiden klasik siyaha, mürdümden laciverde uzanan renklerin dışında Chanel gözlüklerinde her zaman kullanılmış kaplumbağa kabuğu deseni de ön planda. Aynı ışık ve ayna oyunları gözlüklerin kenarına özenle yerleştirilen logoda da kendini gösteriyor: İçiçe geçmiş iki “C”, rutenyum, lame ve dore tonlarında göz dolduruyor. Kendini yalnızca dikkatli gözlere belli eden bu şık dokunuş, Chanel anlayışının bir kere daha altını çiziyor.
XOXO The Mag
Yeni BMW 2 Serisi Active Tourer
BMW İletişim Merkezi 0850 2521010 www.bmw.com.tr
AİLENİN YENİ ÜYESİ. AİLENİZİN YENİSİ. BMW 2 SERİSİ ACTIVE TOURER. Aileniz için konfor, seyahatleriniz için bol bol bagaj hacmi. Sizin için sürüş, sevdikleriniz için yolculuk keyfi. BMW 2 Serisi Active Tourer ailenizin yeni üyesi. Borusan Otomotiv Yetkili Satıcıları’nda.
#BMWstories
Sheer Driving Pleasure
FILE hazırlayan dilan ceylan emektar fotoğraflar özkan önal
SOME WOMEN OF DANCE
Deniz Kılınç Bedensel olarak mekanla ilişkiniz nasıl? İçine girdiğiniz anda bir mekanla ne hızda ve nasıl bir iletişime geçiyorsunuz? Bu ilişki aslında alışkanlıklarla doğru orantılı. Mekan olarak adlandırdığım ve sıklıkla çalıştığım iki yer var; biri provalarımızı yaptığımız stüdyoların olduğu bina, diğeri de sahneye çıktığımız opera binası. Alışkın olduğum yerde dans ediyor olmak daha rahat bir çalışma ortamı sağlıyor. Evde gibi hissediyorum ve bunu abartmadan söyüyorum çünkü evimde geçirdiğim zaman stüdyoda geçirdiğim zamandan çok daha az. Tabii alışkanlıklar bir süre sonra başka bir yere kaçıp gitme isteği de uyandırmıyor değil. Hiç tanımadığım bir mekana girdiğimde ya da daha önce hiç dans etmediğim bir sahneye çıktığımda önce yürüyorum. Bu da bana mekanla tanışma ve ona bir merhaba deme şansı tanıyor. Zemin benim için önemli, sonrasında kulisler, sahneden seyirci kısmına olan derinlik, teknik olarak ışıkların parlaklığı vs. geliyor. Eskiden ilk defa gittiğim mekanlarda kendime ve dans ettiğim mekana pek şans vermezdim, sabırsız davranırdım. Fakat zaman geçtikçe tanımadan önce anlamak gerektiğini öğrendim. En zor koşullarda -ki her zaman iyi koşullar çıkmıyor karşımıza- bile sabırlı olmanın mekansal iletişimde daha sağlam sonuçlar verdiğini gördüm. Kendi oluşturduğunuz koreografileri ya da hazır koreografileri çözümlemek adına sabit formülleriniz var mı? Bu süreç nasıl ilerliyor? Belirli bir metoda bağlı kalmıyorum çünkü bu süreç karşınızdaki koreografın sizi yönlendirmesiyle gelişiyor. İşin en zevkli kısmı da zaten bu süreç. Çünkü hareketlerin bedenimde hayat bulma şeklini, neler çıkabileceğini her seferinde merakla bekliyorum. Değişim hiç bitmiyor. Eser meydana çıktıktan sonra da; istenilenin dışına çıkılmadığı müddetçe, detaylar üzerinde küçük değişiklikler yapmak her temsile kişisel anlamda ayrı bir heyecan katıyor.
Dansla bire bir örtüştürdüğünüz bir disiplin var mı? Bu örtüşmeyi nasıl kurguluyorsunuz? Dansı, sanatın her koluyla bağdaştırabiliyorum aslında. (Dinlediğim bir şarkı, seyrettiğim bir film, okuduğum bir kitap, gördüğüm bir tabloya kadar). Dans, bana daha önce hiç bilmediğim bakış açıları ve duygular kazandırabiliyor. Bu da hayatımı ve dolayısıyla mesleğimi icra ediş biçimimi de etkiliyor. Sizce, dans gündelik hayatta herhangi bir bedene ne kadar yakın ya da ne kadar uzak? Çok büyük bir kesim artık salon danslarına ilgi duymaya başladı. Eskiden de ilgi vardı ama gözlemlediğim kadarıyla son zamanlarda ilgi daha da yoğunlaştı. İnsanlar iş stresini atmak için dans ediyorlar, bedensel ve ruhsal olarak rahatlayıp bundan zevk alıyorlar. Hele bütün gün masa başında oturan insanların günün sonunda o durağan yorgunluklarını hareket ederek atmaları kadar güzel bir şey olamaz herhalde. Tabii, bu süreç herkes için bu kadar kolay olamıyor. Zamansızlık diye bir bela da var başımızda. Aslında bir kere o zamanı yaratabilseler, bir daha vazgeçemeyecekler. Sadece bir kez şans vermeleri gerekiyor. Son olarak, sahnede birlikte dans etmeyi en çok arzuladığınız isim? Artık dans etmeyen ama ona yakın bir koreografisinde yer aldığım Uğur Seyrek ile aynı sahneyi paylaşabilmeyi isterdim. Hala dans eden Türk ya da yabancı dansçılarla ilgili belirli bir isim veremem. Önemli olan dans ettiğim insanın algısı ve dans ederken bana verdiği duygu. En önemlisi de tüm bunların yanı sıra mütevazı olabilmesi. Bunun en açık örneğini Kuğu Gölü Balesi için dans etmeye gelen Het National Ballet’den Jozef Varga’yla dans ederken yaşadım.
XOXO The Mag
Š 2014 adidas AG. adidas, the Trefoil logo and the 3-Stripes mark are registered trademarks of the adidas Group.
#zxflux
adidas.com.tr/originals
73
FILE
Hazal Kızıltoprak İnsanlar çoğunlukla işlerini tanımlamakta zorlanıyor. Bu noktada işlerinin ‘performans’ olarak tanımlanması sence bir ‘kolaya kaçma’ mı yoksa başka türlü bir tanım mümkün değil mi? Her şeyin tanımı olması gerektiğine inananlardan değilim. Dolayısıyla bir işi illa ki tanımlamanız gerekiyor ve uzun cümleler yerine yalnızca ‘performans’ı tercih ediyorsanız; bunu ‘kolaya kaçmak’tan ziyade, en kısa sürede istenilen sonucun almak olarak yorumlayabilirsiniz. Sonuç olarak bahsettiğimiz işler; izlenmesi, görülmesi, dokunulması, hissedilmesi gereken şeyler. Bunların tanımı kişisel olarak zaten çok başka şekilde yapılabilir olacaktır. Sizce performans Türk seyircisiyle yeterince kaynaşabildi mi? Bunun için gerçekçi adımlar atılıyor mu? Performansın hala yeni olduğunu düşünüyorum. Ne yazık ki, bir şeylerle kaynaşabilme süreci için kolay bir ülke değil Türkiye. Bir şeyler yapılmadığına dair insanları suçlamak da çok yanlış olur. Bir şeyler yapılıyor, gerçekçi adımlar atılıyor. Ancak sindirilmesi, gözden geçirilmesi gereken şeyler yavaş yavaş düzeldikçe o kaynaşma da tam anlamıyla ortaya çıkacak diye düşünüyorum.
Ekip çalışmasına inanıyor musunuz? Kalabalık bir topluluğunun üretim sürecini negatif yönde etkilediği anlar oluyor mu? Ekip çalışmasının bazen muhteşem bazen de tehlikeli olabileceğini düşünüyorum. Kalabalık olmak üretim sürecini bazen kötü etkileyebiliyor. Zaman zaman da tek başına çözemediğiniz bir işin her bir detayı ile birlikte çalıştığınız insanlardan destek alarak, bir ‘süper güç’ oluşturabiliyorsun. Bilemiyorum; bazı sınırlar çizilmeli belki de... Bizler de herkes gibi deneyerek görüyoruz. Böyle işlerin en zor tarafı da kesinlikle bu. Performansın izleyiciye gerçekten dokunabildiğine inanıyor musunuz? Aynı zamanda bir izleyici olarak siz bu ayrıma nasıl varıyorsunuz? Şimdiye dek yaptığım ya da içinde bulunduğum işleri çok seven izleyiciler de oldu, nefret eden izleyiciler de. Ben de izleyici koltuğunda aynı haletiruhiye içerisindeyim. Hiçbir şey hissetmediğim bir iş oldu mu hatırlayamıyorum. Sanki hiçbir şey hissettirmemek bile performansçının ancak bilinçli şekilde yapabileceği bir şeymiş gibi geliyor.
Sizin için performansı diğer disiplinlerden ayıran temel şey nedir? Performans benim için bir şeylerden ayrı değil, bir şeylerle birlikte varoluyor.
Performans sanatçılarının ticari işbirliğinde bulunması sizde nasıl tezahür ediyor? Bu devasa dünyada herkes yaşamanın bir yolunu bulmalı diyeceğim -neredeyse bir Orhan Gencebay sözü gibi.
Sizce popüler olan her daim sıkıcı mı? Dans ve performans için ‘popülerlik’ bir zehir mi, yoksa panzehir mi? Popülerlik kesinlikle sıkıcı değil, bence Beyoncé hala eğlenceli... Dans da performans da olan biten her şeyden beslenebilir. Yani popüler olan, spesifik bir etki yaratamayabileceği gibi, bir panzehir haline de gelebilir. Bunu dönüştürmek üreticinin elinde.
Kendinizi hazır hissetmeden sahneye çıktığınız oluyor mu? Yoksa hazırlıksız olmayı tercih mi edersiniz? Galiba sahne öncesi o kadar heyecanlı oluyorum ki, hazır olup olmadığımı düşünme fırsatım dahi olmuyor. Belki de hazırlık zaten bu heyecan duygusunun ta kendisidir? Fiziksel olarak kendimi iyi hissediyorsam, hazırlıklı oluyorum -ve heyecanlı!
XOXO The Mag
Š 2014 adidas AG. adidas, the Trefoil logo and the 3-Stripes mark are registered trademarks of the adidas Group.
#zxflux
adidas.com.tr/originals
75
FILE
Nil & Gül Batırbaygil Performanslarınız bağlamında seyirciyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Sahneye odaklanmak mı daha rahatlatıcı yoksa mekanı seyirciyle birlikte bir bütün olarak algılamak mı? Seyirciyle yakın olmak ve bire bir göz kontağı kurmak tabii ki enerji etkileşimini daha da artırıyor ve heyecan yaratıyor -hem performans öncesi hem de performans süresince... Sadece dansçıların değil, seyircilerin de performansın önemli bir parçası olduğunu hatırlatıyor bir yandan. İş nerede sergilenirse sergilensin, seyirciye ve bize dokunan atmosferin, bu iletişimin sağlanmasıyla oluştuğunu düşünüyoruz. Sahnede ikiz olmanın avantaj ya da dezavantaj yarattığı durumlar oluyor mu? Ya da siz bu durumdan ne şekilde etkileniyorsunuz? Her ne kadar birbirimizden farklı olduğumuzu düşünsek de, görsel benzerliğimiz bu olgudan bağımsız değerlendirilmemize engel oluyor. Benzerliğimizin yanısıra, hareket kalitelerimiz de çok farklı aslında. İkiz olmamız, normal hayatta olduğu kadar, sahnede de insanlara enteresan geliyor. Ancak sürekli bu durumu vurgulayan işlerde de yer almıyoruz. Bu durum kritik bir nokta; çünkü, hem kolayca klişeye dönüşebilecek hem de güçlü etki yaratabilecek bir malzeme. Koreografileriniz nasıl şekilleniyor? Doğaçlamalar üzerinden mi ilerliyorsunuz yoksa her iş için farklı formülleriniz mi mevcut? Kimi zaman doğaçlama ağırlıklı çalışıyoruz -ki bizce bu daha organik
bir yöntem. Çünkü imaj üzerinden çalışıldığında dansçı kendi malzemesini ortaya koyuyor, bu da işle daha kolay bağ kurmasını sağlıyor aslında. Kimi zaman da koreograf belirli hareketleri görmek istiyor ya da ikisinin bir arada kullanıldığı oluyor. Koreograf bir hareket cümlesi veriyor ve dansçının o cümleye neler katabildiğiyle, onu nasıl dönüştürebildiğiyle ilgileniyor. Bu nedenle, sabit bir formül sunmak pek mümkün olmayabiliyor. Sizce iyi bir dansçı olmanın bir ölçütü ya da belirli kuralları var mı? Yoksa bu tamamen izleyici ile dansçı arasındaki özel bir mesele mi? Düzenli çalışmanın ve fiziksel yatkınlığın yanı sıra dansçıyı iyi yapan şeyin üretkenliği ve sahnedeki enerjisi olduğunu düşünüyoruz. Her alanda olduğu gibi yaptığınıza değer verip bir şekilde içselleştirebilmek çok önemli. İyi eğitimli bir dansçı kadar, dansla geç tanışmış bir kişinin, yalnızca tutkusu dahi kendisine hayran bırakabilir. Sizce Türkiye’de dans izleyicisinin nasıl bir karakteri var? İzleyicinin size katkıda bulunduğunu düşünüyor musunuz? Gösterileri takip eden belirli bir kitle var; çok duyarlı, sıcak ve anında tepki alabildiğiniz bir kitle. Yine de görünür olmak ve daha çok kişiyle buluşmak gerektiğine inanıyoruz. Biz seyirci potansiyelinin daha fazla olduğuna inanıyoruz. Daha fazla duyuruyla daha çok kişinin ilgisi çekilebilir. Herkese ulaşabiliyor olmak bu noktada çok önemli.
XOXO The Mag
Š 2014 adidas AG. adidas, the Trefoil logo and the 3-Stripes mark are registered trademarks of the adidas Group.
#zxflux
adidas.com.tr/originals
77
FILE
Ahu Çat Çoğunlukla kolektif gibi görünse de tangonun bireysel bir yanı da var mı? Şayet varsa bu bireysel yanı nasıl tanımlarsınız? Elbette… Her ne kadar iki kişinin paylaştığı bir dans olsa da her dansçının dinamiği, duygularını ifade ediş biçimi, mekan-beden algısı değişkenlik gösterir. Ben bu durumu doğal yaşantımıza benzetirim; nasıl ki her birey yaşadığı hayat içinden kendine parçalar seçer, birleştirir ve kimliğini oluşturur, yaşadığımız hayatı dans teknikniği ile, seçtiğimiz parçaları ise ruhumuz ve duygularımızla bağdaştırırım. Dolayısıyla her beden başka bir hayatı anlatıyor. Klasik bale kadar olmasa da, tangoda da ağırlıklı olarak postürler gözlemliyor muyuz? Yoksa daha ‘anlayışlı’ bir atmosferle mi karşı karşıyayız? Bu soru genel olarak kanayan yaralarımıza dokunuyor aslında. Dansın her çeşidinde teknik en önemsenmesi gereken nokta. Bu noktada Tango hocam Ayşegül Betil’in ifadesi sanırım her şeyi özetliyor: “Alfabeyi öğrenmeden yazı yazmayı öğrenemeyeceğimiz gibi doğru tekniği bedenimize oturtmadan dans etmemiz mümkün değildir.” Ancak son günlerde salon dansları çok popüler ve maalesef herkes salon dansı eğitmeni olabiliyor ve bununla ilgili hiçbir denetim yok. Çünkü mezuniyete ya da herhangi bir belgeye gerek duymadan, tango dersi almış ve birkaç adım öğrenmiş herkes kendini eğitmen ilan edebiliyor. Bu durum milongalarda (tango geceleri) müziği duymadan dans eden ve tangonun felsefesinden bihaber sadece göze hoş gelebilecek adımları peşpeşe sıralayan kişilere bolca rastlamamıza neden oluyor maalesef. Dolayısıyla klasik bale’de de olduğu gibi; tekniğiniz, müzik bilginiz olmadan ve ruhunuza attığınız her adımın sesini duyurmadan her şeyden önce kendinize karşı anlayışsız davranmış olursunuz diye düşünüyorum.
Partneri dinlemek ne denli önemli? İki partner arasındaki mutlak ve sessiz diyaloğun temelleri nasıl atılıyor? Bu durum teknik adıyla ‘lead and follow’. Lider olan, hareketleri yönlendiren erkek; takip eden kadındır. Günlük hayattaki diyaloğumuza benzetiyorum aslında. Herhangi bir konuşmada olduğu gibi birisi başlamalı diğeri katılmalıdır. Erkek; dans pistinde dans eden diğer çiftlerle olan mesafeden ve müziği doğru işleyip uygun adımları sıralamaktan sorumludur; kadın ise kendisine sunulan bu dansı müzikalitesiyle ve enerjisiyle süslemekten. Kadın bir dansçı olarak ifade etmek istediğim en önemli şey; dansettiğim erkeklerin karakter analizini yapabildiğimi düşünmem. Bazı danslarımda kendimi dört ayağa sahip olan bir beden içinde yaşıyor gibi hissediyorum, fakat bazı danslarda bir türlü tutmayan bir enerji veya zorlama bir merhabalaşma oluyor. Bu durum karşınızdakinin iç ritminin ve algılama biçiminin ipucunu veriyor. Erkeğin kadını dansa davet ettiğinde, onu ilk tutuş anında, aslında hikaye farklı senaryolarla yazılmaya başlıyor. Dans türleri arasında salon dansı vb. ayrımlar sizi rahatsız ediyor mu? Rahatsız etmiyor çünkü Tango teknik olarak bir salon dansı. Danstan bağımsız olarak müzikle nasıl bir ilişkiniz var? Kulağıma keyifli gelen her çeşit müziği dinlerim ve asla ayırım yapmam. Aslolan ruhuma dokunması ve duygularımı harekete geçirmesi. Müziksiz hayatı haşlanmış sossuz yiyeceğe benzetiyorum… Son olarak sizin için tangoyu en iyi ifade eden 3 kelimeyi sorsak? Paylaşım, bandoneon, Buenos Aires.
XOXO The Mag
79
FILE
Burcu Yüce Vücut koordinasyonu dansın ne kadarını oluşturuyor? Sence bu müdahaleye ve geliştirmeye açık mı yoksa tamamen yetenekle mi alakalı? Tamamını oluşturuyor diyebiliriz... Koordinasyonunuz ne kadar iyi ise, hareketler o kadar çabuk çıkar. Ancak dans, müdahaleye ve geliştirilmeye açık olduğu kadar, yetenekle de yakından ilişkili.
bazen de uzak olmak cezbedici olabilir. Ne tür bir dans sergilediğiniz, büründüğünüz karakter vb. birçok etken sonucu etkileyebiliyor.
Seyirci bağlamının dışında ‘sahnede olmak’ senin için ne ifade ediyor? Sahne, kendimi en rahat ifade ettiğim ve rahat hissettiğim yer diyebilirim. Seyirciyle karşılıklı paylaşımda bulunduğum ve bu paylaşımdan doğan tüm enerjiyle birlikte her şeyin daha da büyüdüğü fantastik bir yerdir sahne.
Müziğin tamamıyla sizi şekillendirmesine izin verir misiniz yoksa önceliği koreografi mi alır? Çoğunlukla kendimi ritme bırakırım. Koreografimi de bu ritme göre şekillendiririm. Bazen de oluşturduğum kombinasyonların ruhunu taşıyacak ritimler ararım.
Pole dance’in, aslında tüm danslar gibi, görünürlüğü fazlaca destekleyen bir yanı var. Bu noktada, görünmezlik sizin için ne ifade ediyor ve dans hayatınızın neresinde duruyor? Dans kendimi bildim bileli hep benimle beraber. Hayattaki aşkla bağlı olduğum sayılı şeylerden biri. Dans etmek, benim için tam olmak demek. Bir çeşit meditasyon, benden bir parça. Yaptığım ve paylaştığım şeyin, görünür ya da görünmez olması bu sebeple önem listemde yer almıyor. Dans ederken anda olmak mı sizi cezbeder, yoksa kendi zaman çizginizde olmak mı? Bu duruma göre değişkenlik gösterir aslında. Bazen yakın olmak
Sizin için sahnede olmanın en rahatsız edici yanı nedir? Yoksa böyle bir şey mümkün değil mi? Benece sahnede rahatsız olmak gibi bir durum kesinlikle mümkün değil.
Sizce hiç pole dance yapmamış birini, buna ikna edecek en etkili sebep ne olurdu? Pole dance bir kere tanıştıktan sonra, bir daha bırakamayacağınız bir bağımlılık yaratıyor. Hareketleri denerken fark etmeden tüm vücudunuzu çalıştırdığınız gibi, vücudunuzdaki kasların hızlıca gelişimine, vücut koordinasyonunuzun artmasına ve neticede daha güçlü daha fit bir görüntü kazanmanıza yardımcı oluyor. Bir yandan da bir çeşit bulmaca gibi aslında. Yani aklınız her an yaptığınız çalışmada olmalı... Çünkü pole dance, an dışında başka bir şey düşünmenize fırsat vermez. Her şeyi kapıda bırakır ve size ait olan zamanın tadını çıkarmaya bakarsınız. Monoton bir çalışma şekli kesinlikle değil. Her deneyimde farklı bir keşif ve macera barındırıyor.
XOXO The Mag
81
BRAND Bu bir ilandır.
LACOSTE.12.12
Saatteki Polo Tişörtü Bulun yazı müjde metin
Kararlı olmak, hedef koymak ve yılmamak konularında, spor ve iş hayatının birbirine paralelliği, psikolojide ve gündelik yaşamda aldığımız tavsiyelerde kendini gösterebiliyor. Şimdi bu alt okumayla etrafınıza bir kez daha bakın, sadece gözünüze çarpan alt göndermelerle bile spritüel enerji içeceğinizi bilinçaltınızdan almış bulunuyorsunuz. Birkaç saatliğine yenilmez sayılabilirsiniz. 1920’lerde Wimbledon’ı monopolize eden The Four Musketeers’ın bir parçası, Jean René Lacoste, duyabilmesi muhtemel bu ‘azim dolu öneriler’ başlığı altındaki spor-iş hayatı eşlemesinde ilk akla gelen isimlerden. Azim, hedef ve kararlılık demişken Monsieur Lacoste’un Grand Slam Tenis Şampiyonası’nı 7 kez kazandığını da ‘Vikipedik’ bilgileriniz arasına eklemeyi ihmal etmeyiniz. Zira kendisi, ihtiyaçtan doğan icatlar listesine de giriyor ve korttan
öteye geçerek 1927 yılında bir polo tişört akımı başlatıyor. Güncel konformizminizi unutmaya çalışın ve uzun kollu gömlek-vari kıyafetlerle kıran kırana bir tenis maçını kazanmaya çalıştığınızı hayal edin. Mucit olmaya ne kadar yakınsınız? Bugünse Lacoste yeni saat koleksiyonuyla eski günleri bir nevi yad ediyor ve ikonik minik timsahın en karakteristik formunu zaman kavramıyla birleştiriyor. Lacoste.12.12 koleksiyonuyla tanışmadan önce, en sevdiğiniz Lacoste polo tişörtünüzü akşam katlayıp dolaba koyduğunuzu, ertesi gün, onu saat olarak bulduğunuzu hayal edin. Bir nevi diş perisinin, yastığınızın altına koyduğunuz her diş için bıraktığı paranın güncel moda dünyasındaki versiyonu... Herhalde, aradaki nitelik bağlantısını
XOXO The Mag
açılımının peşine düşmekte serbest elbette. L harfi tahminleriniz üzere Monsieur René’nin soyadından geliyor. 1, pike pamuğu sembolize ediyor, 2 ise kısa kollu modelin tercümesi oluyor. Geriye kalan 12 ise marka içerisinde var olan polo tişörtün versiyonlarının sayısı. Artık spor bağlamının ötesinde şehir yaşamının sembollerinden biri haline gelen polo tişörtlerin minimalizmi haliyle akrep yelkovan yarışına ev sahipliği yapan kadrana da yansıyor. Yaratıcı ekip, saatler üzerinden yaptığı karakter analizini de haliyle renkler üzerinden işliyor. Ruh halinize göre seçiniz. Kadranda rastlayacağımız küçük timsahın Jean René Lacoste’un edindiği başarıların bir uğur böceği olarak tanımlayabiliriz. Dali’nin dediği gibi perspektifiniz orijinal; zamanınız Lacoste. 12.12’nin hissettirdiği gibi kontrast olsun.
artık daha net canlandırabiliyorsunuzdur. Gri, beyaz, yeşil, kırmızı, siyah ve mavi olmak üzere 6 farklı renk seçeneğine erişebileceğiniz bu saat koleksiyonuyla, tişört-saat-renk uyumu üçlemesinde de farklı bir seviyeye atlıyorsunuz. Tabii markanın disiplinlerarası geçişlerinden nasibinizi alıp üçlemeye bir de uygun L.12.12 parfümü eklemekte özgürsünüz. Kayışlarının pike kumaşı andırdığı saatlerde, -markanın ikonik dokusunun tam da böyle bir görev için biçilmiş kaftan olduğu su götürmezdi, timsah tasarımı saat 3 yönünde sizi bekliyor. Tam bu noktada öğleden sonraları spor yapma hayali kurmak da zaman yolcuğunu tercih edip markanın ikonik polo tişörtü L 12.12’nin moda dünyasındaki 83
INTERVIEW/desıgn
Alexis & Murat ŞanaL
Disiplinlerarası Projelerin Mimarları Alexis ve Murat Şanal, 2002’den beri birlikte yürüttükleri Şanal Mimarlık’ta disiplinlerarası çalışmanın ve araştırmanın olanaklarının peşindeler. Ve haliyle bu ikiliyle olan söyleşimiz de Türkiye mimarlık ortamındaki bilgi birikiminden yıllar içinde değişen noktalara, son projeleri Şişhane Park’ta geçirdikleri disiplinlerarası proje süreçlerine dek uzandı. Normal. röportaj hülya ertaş fotoğraf özkan önal
XOXO The Mag
Doluca Şarapçılık, Çerkezköy, Fotoğraf: Refik Anadol
Öncelikle İstanbul’a yerleşmenizin hikayesini merak ediyoruz. Bu kararı nasıl aldınız? AŞ: Aslında bu çok kişisel bir hikaye. Eşim Murat, yedi yıl boyunca ABD’de yaşadıktan sonra Türkiye’ye gelme ve mesleğini burada sürdürme konusunda çok heyecanlıydı. O zamanlar kentsel planlama bölümünde yüksek lisans yapıyordum. Eğer Los Angeles’ta yaşamaya devam etmeyeceksem çok beğendiğim İstanbul’da neden yaşamayayım diye düşündüm. Sonrasında da buraya taşındık.
önce konuştuğumuz, danışmanlık verdiğimiz tasarım firmalarının büyük çoğunluğu, sürekli olarak şöyle diyordu: “Eğer işinizin bir parçası olarak inşaat da yapmazsanız, para kazanamazsınız çünkü kimse tasarım için bütçe ayırmaz.” Bizim farklı yaptığımız tek şey ise buydu, mevcut modeli reddettik ve sadece tasarıma odaklandık. İnşaat üzerine kurulu bir şirketi nasıl yöneteceğimize dair bir fikrimiz yoktu ama bir tasarım ofisini nasıl sürdüreceğimizi biliyorduk ve buna sıkı sıkıya sarıldık. Burası çok büyük bir ülke ve yapımdan ziyade tasarımda tecrübeyi arayan bir sürü insan var. 14 yılda ispatlanmış bir gerçek bu. Sadece tasarım ya da inşaat alanında değil, genel olarak mimarlık bilgisine çok fazla ihtiyaç var. Gayrimenkul, inşaat endüstrileri ve akıllı olan vatandaşlar, daha iyi bir kentsel yaşam istiyorlar ve bunun için mekansal bir tecrübeye sahip olan kişilere, mesela bize geliyorlar. Bu, herkes için heyecan verici bir değişim.
Ve ardından ofisinizi kurdunuz. AŞ: Hayır, aslında ilk başlarda mimarlık ofislerinde çalışmayı tercih ettik, çünkü o zamanlar çok gençtik ve biraz daha mentorluğa ve eğitime ihtiyacımız vardı. 14 yıl önce tabii ki buradaki mimari ortamın gerçekliği daha farklıydı, o zamanlar çok sayıda çeşitli işler yapan ve değişik modellerle çalışan ofis vardı ama bunlar küçük ofislerdi. Bizim açımızdan zorluk da o ofisler için fazla kalifiye olmamızdı. O nedenle döndükten görece kısa bir süre sonra kendi ofisimizi açmak zorunda kaldık. Ben kentsel tasarıma daha meraklı olduğum için o perspektifle danışmanlık yapmaya başladım ve İTÜ Teknopark Direktörü olarak çalıştım. Murat ise farkı sektörlere inovasyon, teknoloji ve tasarımı nasıl daha verimli kullanabilecekleri konusunda danışmanlık yapmaya başladı. Ardından birkaç iş aldık ve ofis yoluna girmiş oldu, sonuçta bazı şeyleri yaparak öğreniyorsunuz. O zamanlar burada olmak çok heyecan vericiydi: Ekonomi sürekli çöküyordu, bugünkü firmaların çoğu o zamanlar henüz kurulmamıştı. Şimdikinden çok farklı bir ortam, onun da ilginç bir enerjisi vardı. Bu durum bizim gelişmemizde de etken oldu.
ABD’deki ofislerle karşılaştırınca buradaki mimarlık ofislerindeki tasarım bilgisi ne düzeyde? AŞ: Buradaki tasarım bilgisi, henüz ABD’dekilerle karşılaştırılabilir düzeyde değil. Bunun bilgi sermayesiyle, kurumsallaşmış bir sistemle ve mentorlukla çok ilgisi var. ABD ya da Avrupa’daki sistem, güçlü bir bilgi sermayesi ve kümülasyon sistemi üzerine kurulu. Eğitim de seni uzman olmaya hazırlamak ve bunun için gerekli antrenmana ve pratiğe sahip olduğunu anlamanı sağlamak ve bir noktada yaptığın şeyin ustası haline geleceğini fark ettirmek için var. Biz bu gibi konularda gerideyiz. Bilgi birikimi için gerekli adımların biri bile zayıf olsa sistem işlemez. Eğer iyi mentorların yoksa gerekli eğitimi alamazsın, bizdeyse iyi mentorlar yeni yeni ortaya çıkmaya başlıyor. Bu nedenle yerleşik ofislerin ikinci nesillere bilgi birikimini aktarabilmeleri çok önemli. Bundan sonraki aşamada kurumları buna dahil etmek
Geçen bu süre zarfında değişimi en çok nerede görüyorsun? AŞ: Bence en büyük değişim tasarım bilgisinin değerinde. 14 yıl 85
gerek; kurum derken yalnızca üniversiteleri değil, Mimarlar Odası ya da Serbest Mimarlar Derneği gibi STK’ları da kast ediyorum. Sanatçı Robert Irwin’in bu konuda bir sözü var: “Önce biz değişiriz, sonra pratiğimizi değiştiririz ve ancak sonrasında kolektif olarak düşünerek kurumlarımızı değiştiririz ki dönüştüğümüz halimizle uyum sağlayabilsin.” Bunları uzun süreli gelişimler olarak görmek ve bilgi sermayemizi sürekli yeniden keşfetmemiz gerek. Henüz bugüne dek bu saydıklarımın hiçbiri sağlam olarak değişmedi, parça parça bir şeyler oldu ama bir bütün halinde değişim yaşanmadı. ABD ve Avrupa sistemlerinde insanlar birbirleriyle sinerji halinde çalışıyorlar ve gerçekten birbirlerini destekliyorlar. Buradaysa hala bağımsız ekolojiler var. Bunun da değişeceğini düşünüyorum. Üniversitelerde profesyonel hayattan gelenlerin ders vermesi ya da endüstri ortaklıkları gibi konular henüz çok yeni hayata geçen fikirler. Asıl büyük değişimin geleceğini düşünüyorum. Daha mikro ölçekte düşünecek olursak Türkiye’deki mimarlığı nasıl buluyorsunuz? AŞ: Olağanüstü. Yakın zamanda ABD’ye gidip geldiğim için buraya özgü olan bazı şeyleri fark etme fırsatım oldu. Hala çok fazla olasılık imkanı olan bir ortamda yaşıyoruz. ABD’deyse çok fazla formalite ve protokol var; hukuk, sigorta ve risk yönetimi gibi birçok alan oradaki mimarlık pratiğine dahil. Buradaysa böyle bir durum yok, bir sistem de yok. Burada herkes enformel ekonomi olmaksızın gerçekleşemeyecek şeyleri yapacak kadar naif. Deneysellik gelişmiş ekonomilerde çok pahalıyken burada hala erişilebilir düzeyde. Ürünler ve servis, hatta endüstrinin tamamı rekabet için kendilerini keşfetmek zorundalar, ABD’deyse bu keşiflere artık gereksinim duyulmuyor, şirketler sadece daha büyük ve daha güçlü olmaya çalışıyor. Buradaki birçok tasarım ofisi ilgi çekici hale gelmeye başlıyor çünkü tasarımın tek bir şeye değil, birçok şeye iyi geldiğini fark ediyor. Çok değişik biçimlerde çalışanlar var, hepimiz rekabet içindeyiz ama aynı zamanda çok da farklıyız. Buradaki kaygan zeminse, pazara girmenin hala çok kolay olması. Her şey olabilir. O nedenle karşımızda gelişmiş ekonomilerde var olmayan büyük bir fırsat var. Ayrıca burada küresel tartışmalara katkıda bulunabilecek içerik daha fazla, çünkü artık önemli olan o küresel tartışmaya benzemeye çalışmak ya da onun bir parçası olmak değil. Burada daha fazla içerik üretimi var. ABD pazarının bu anlamda artık bir içerik ürettiğini sanmıyorum. Oradaki üniversiteler ya da ofisler, içerik üretme konusunda buradaki ofisler kadar hırslı değiller. MŞ: Bu durum da profesyonel araştırmayı meydana getiren malzeme ya da diğer uzmanlıklara yol açıyor. Dahası endüstriye yerleşik bazı modellerin kırılmasına da yarıyor. Şimdi farklı sektörler ayrışıyor ve akademisyenle profesyonel arası bir pozisyonda bilgi sektörü ortaya çıkıyor. Bundan çok sayıda insan yararlanıyor. Disiplinlerarası yaklaşımlar yayılıyor. Ortamın kayganlığı hızlı sermayeden kaynaklanıyor, ki bu dünyanın doğu tarafında zaten her zaman bir sorun olagelmiştir. Disiplinlerarası çalışmanın önemini hep vurguladınız. Neden? MŞ: En başından beri bilgi üzerine kurulu bir ofis olduk. Bu etrafımızdaki diğer disiplinlerden beslenmemizi, onlardan esinlenmemizi sağlıyor. Geometri ve mekansallık üzerine uzman olabiliriz ama bilişsel, psikolojik meseleler ya da malzeme bilimi, enerji, aydınlatma, inşaat metotları konusunda uzman değiliz. Ne kadar çok farklı konuda uzmanı bir araya getirirsen, işin barındırdığı değer o denli artıyor. Daha karmaşık sorunların çözülmesinde daha narin yöntemler bulmak, performans, genel yaşam kalitesi, konfor ve heyecanı yeniden keşfetmek için müthiş uzmanlıklara sahip profesyonellerin dahil olması çok önemli.
Son projelerinizden Şişhane Park’ta da benzer bir disiplinlerarası yaklaşım benimsediniz. Süreci anlatır mısınız? AŞ: Proje aslen çok net ve bir yandan heyecan verici bir arsa geliştirme perspektifiyle konuya yaklaşan işverenimizle işbirliği içinde başladı. Ardından da hem strüktürel hem de mekanik olarak çok karmaşık bir proje olduğundan tasarım güçlerini devreye sokan mühendisler sürece dahil oldular. Ve de çatı bahçesinin tasarımı için bir peyzaj mimarıyla çalışma fırsatımız gündeme geldi. MŞ: Anıtlar Kurulu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve yerel belediye ile İstanbul Ulaşım gibi çok sayıda kurum da projenin içindeydi. Onlarla da yakın bir çalışma ortamı yaratmamız gerekiyordu. AŞ: Bence bu esnada en çok yaptığımız şey dinlemekti. Belediye yetkilisini dinleyince öğrendik ki etkinlikler ve toplaşma mekanlarına gereksinimleri var. İBB, insanları davet eden bir kamusal mekana ve monolitik bir canavarı andırmayan bir otoparka ihtiyaç olduğunu söyledi. Bu işbirliği sürecinde dinlemek ve onlara karşılık vermeye çalışmak önemliydi, işverenimizin de projenin sürekli olarak bu yönde değişimine işbirlikçi bir yaklaşım sergilemesi de... Birlikte çalıştığımız inşaat mühendisi, strüktürel tasarımı insanların yapının içinde kendilerini rahat hissedebilecekleri şekilde gerçekleştirdi. Yapıda çok fazla hareket yükü olmasına karşın koordineli olarak çok iyi ve çok yakın çalıştık ve görsel kirliliğin çok az olduğu bir iş ortaya çıkardık. Bence o projedeki ana inovasyon, otoparkta arabayı eğimli bir zemine park ediyor olmakta. MŞ: İstanbul’un zaten %90’ı yokuş, herkes sürekli yokuşa park ediyor. Projedeki ana stratejimiz semantik olarak parkla otoparkı net bir şekilde ayrıştırmaktı. Otopark dikdörtgen bir formdayken üst kottaki park, oval formda. Bu geometrik fark, üstteki parkta gezen insanların kendilerini alttaki otoparktan ayrı hissetmelerini sağlıyor. Bakışın netliği ve sürekliliği ile hafiflik hissi buna ekleniyor. AŞ: Bir diğer konu da yapıya yerleşildikten sonraki süreç. ABD ve Avrupa kültürleri de bunun önemini anlamaya çalışıyorlar. Mimarlık dünyasında ana konu hep binaya yerleşilene kadarmış gibi davranılır, modernist yer anlayışı böyledir. Biz proje bittikten sonra nasıl kullanılacağını da önemsiyoruz. Bu alan için bir kültürel program nasıl kurulabilir ki buradaki değişimi beslesin ve güçlendirsin? Bunun için bizim de mimarlar olarak üstlenebileceğimiz bir rol olduğunu düşünüyoruz. Önümüzdeki yıl bu kamusal alanın, bir sosyal ve kültürel program dahilinde canlanmasını öngörüyoruz. Caferiye Han’da bir şeyler yaptığınızı biliyoruz, ama ne olduğunu bilmiyoruz. Anlatır mısınız? AŞ: İstanbul’a ilk taşındığımız zamanlarda Sirkeci, Eminönü ve Mercan civarlarında birlikte çok vakit geçiriyorduk. Kentin geri kalanıyla kontrast oluşturan bir şekilde burası yaşamla, iş ve ticaretle çok yoğun bir şekilde beslenen bir yer ve orayı her zaman çok sevdik. Dünyadaki en büyük çarşılardan biri olan Kapalıçarşı orada, İstanbul Üniversitesi orada, kültürel kurumlar da... Ve bu ticaret sektörü kendini sürekli olarak yeniden keşfediyor. Yaklaşık dört yıl önce çok yakın bir arkadaşımız Murat Turan bir beyin fırtınası yapmak için bize geldi. Mercan’daki Caferiye Han ailesine ait. Murat herkesin onlara orayı bir otele dönüştürmeleri yolunda baskı yaptığını ama böyle bir şey istemediklerini söyledi. Başka ne yapılabileceğini konuştuk ve ona orayı han olarak korumalarını ama yeni bir ekonomiyi dahil etmelerini önerdik. Şu anda burada bir ekonomi yok, mallar girip çıkıyor sadece. Buraya yeni ekonomileri dahil etmek çok heyecan verici olabilir çünkü son yıllarda Türkiye’de de yapıcı (maker) ekonomi büyük bir trend olarak yükselişte. Biz orada sadece az önce sözünü ettiğim ekonomik sorunu tanımlıyor ve onun için gerekli altyapıyı çalışıyoruz. Böylesi
XOXO The Mag
Şişhane Park, Fotoğraf: olivve.com
Şişhane Araştırma, Galata, Fotoğraf: Refik Anadol
kullandığımız iki yöntem var, birincisi burada çalışanların çoğu 5-6 yıldır bizimle ve onlarla da yakın bir iletişimimiz oluşmuş halde. İkincisiyse, her bir proje için gruplar oluşturuyoruz ve ikimizin ayrı gruplarda çalıştığı da oluyor ve her bir grubun kendi içinde dinamikleri oluşuyor. MŞ: Onlar için geri de çekiliyoruz. Birçok şeyi onlar tasarlıyorlar, biz de projede çalışırken onlara kendi önerilerimizin uygun olup olmadığını soruyoruz. Bu bilgi akışını kimse kesmiyor, bunun olmaması için çabalıyoruz. Bazen dışarıdan birilerini davet ederek bize kritik vermesini istiyoruz. Çünkü projenin içine çok fazla girince sorunları göremiyor ve bir dış göze ihtiyaç duyuyoruz. AŞ: Bu açıdan oldukça organik bir yapılanmayız. Ofiste hiyerarşi olmadığını söyleyemem ama oldukça organik bir ekip olarak çalışıyoruz. Eğer ekibin üretim safhasında birine ihtiyacı varsa iki günlüğüne o işi ben üstlenebiliyorum. Ya da birilerinin proje yönetiminde desteğe ihtiyacı varsa, o esnada başka bir gruptan biri gelip de bu işi bir süreliğine yüklenebiliyor. Rollerimizi sürekli değiştiriyoruz.
bir yapı ağı, yaratıcı sektör için mükemmel bir inovasyon yatağı haline gelebilir. Yeni ve küçük işletmeler ticaret açısından oldukça önemli. Mesela bir moda tasarımcısının orada çalışmaktan çok mutlu olacağını düşünüyorum çünkü bütün her şeyin merkezi orası. Yaptıkları işte çok yetenekli olan küçük imalatçılar var, orada birçok şeyin kaynağına çok yakınsınız. Biz de ağızdan ağıza eğer küçük bir stüdyoya ihtiyacınız varsa burada harika bir yer var diye tanıdıklarımıza söylüyoruz. Aynı zamanda bir grafik tasarımcı ve felsefeci olan Murat Turan’ın, bizim, Pelin Derviş’in ve Moving Museum adlı bir sanat kurumunun stüdyoları var orada. MŞ: En başından beri Murat’ın yaklaşımı oradaki Türkiye ekonomisinin geleneksel yüzünü korumak üzerine. Birdenbire süslü püslü yeni şeylerin mekana dahil olmasını istemiyorlar, o nedenle biz de imalatçıların ruhunu korumak ve sürdürmeyi önerdik. Hem işte hem de özel yaşamınızda partner olmak nasıl bir şey? Ofiste bazı rolleri nasıl paylaşıyorsunuz? MŞ: Birbirimizin ne yaptığından haberimiz oluyor. Zaten uzmanlık alanlarımız da farklı ve disiplinlerarası bir şekilde çalıştığımızdan, farklı projeler için farklı pozisyonlar alıyoruz, ki bu çok keyif verici. AŞ: Rutin bir şekilde birbirimizi motive ediyoruz. Eğer karşılıklı olarak bilgi birikimine, deneyimine ve heyecanına saygı duyarsan her bir projede bu enerjiyi açığa çıkarabilirsin. Tüm günü birlikte geçirmemize karşın şikayet edebileceğimiz tek konu evliliğimiz için yeterince vaktimiz olmaması olabilir, ancak.
İşten arta kalan zamanınızda ne yapıyorsunuz? AŞ: Çocuğumuzla oynuyoruz, birlikte seyahat ediyoruz çünkü o da gezmeyi seviyor. Doğaya gitmeyi, kamp yapmayı seviyoruz. Ben doğa yürüyüşlerine gerçekten bayılıyorum. Mesela Oslo’da geçirdiğimiz 10-15 günün çoğunu dağlardaki ufak bir kulübede geçirdik. Doğa, iş sonrası gerçek bir yaşam kaynağı. Hafta sonu tatillerinde çocuğumuza da çok heyecanlı gelen şehirleri ziyaret ediyoruz. Eskiden cumartesileri İstanbul’da yürüyerek etrafı gezerdik, bunu yine denemeliyiz. MŞ: Özellikle kışları yapardık. Bir mahalleyi seçer ve oralarda bir şeyler keşfetmeye çalışırdık. Neredeyse üç yıldır yapmıyoruz, bence de yeniden başlamalıyız çünkü hepimiz için çok eğlenceliydi.
Yine de ikiniz arasındaki iletişimin daha farklı bir yönü de olduğundan ofisteki diğer çalışanlarla iletişiminizde zorlanıyor musunuz? AŞ: Hayır, bunu ofise taşımamaya çalışıyoruz. Bunun için de 87
INTERVIEW/desıgn
Christian Laurent
Watchmaking
Kurgu karakterler ya da büyücüler size artık hiçbir şey ifade etmiyorsa, sizi onlardan daha gerçek, bir o kadar da daha sihirli bir gezegene alalım... Burada zaman değişken, kimi zaman lineer ve agresif. Ama bu gezegeni saran tüm atmosferi tetikleyen tek bir güç mevcut: Tutku. Saat yapımı, heyecan verici tüm detayları ile Christian Laurent’ın dudaklarından dökülürken, en doğru kelimeleri seçmek için adımlarımızı hızlandırıyor, sonrasında biraz daha sakinleşerek her şeyi akışına bırakmaya karar veriyoruz. Akrep ve yelkovan buluşacağı yeri biliyor, biz de tam zamanında orada oluyoruz. röportaj dilan ceylan emektar fotoğraflar matteo carcelli
XOXO The Mag
Bay Laurent, öncelikle saat yapımcısı olmaya nasıl karar verdiniz? Ya da böyle bir karar mekanizmasından geçtiğinizi hatırlıyor musunuz? Bu tutku nereden geliyor? Çocukluğumdan beri saatlere ilgi duyuyorum. Bunun gerçek bir tutku olduğunu ise bir gece saate bakarken keşfettim; içerisinde pek çok şeyin gerçekleşebileceği muhteşem bir dünya barındırdığını o zaman anladım. Daha sonra Fransa’da bir saat yapım okulunda eğitim aldım. O dönemde orada ders veren profesör, önceden Jaeger-LeCoultre’de çalışan biriydi. Farklı, komplike ve inovatif tasarımlarından dolayı markadan her seferinde o kadar heyecanla bahsediyordu ki bu heyecan ben daha markayla tanışmadan önce bana geçti. Haliyle bu etkileşim dahilinde, mezun olduktan sonra Jaeger LeCoultre’ye geldim. İşte hikayem 1971 yılında böyle başladı. Ekleyeyim, saat yapımı için oldukça zor yıllardı...
İlk saatinizi hatırlıyor musunuz? 14 yaşımda aldığım bir hediyeydi. Saat mekanizmalarıyla modanın bir alakası var mı sizce? Yeni saat tasarımlarının ilhamında dahi tarihçeyi hissediyorsunuz. Bu noktada elbette mirası sahiplenerek yenilikler üretebilmenin önemi çok yüksek. Bu tasarımlar, modern bir tasarımı geçmişten esinlenerek yaratabileceğinizin kanıtı. Örneğin, 1907’de Jaeger-LeCoultre çok ince saatler üretti; bugünlerde de ince saatler yeniden yükselişe geçti. Her şey aslında sürekli tarihten besleniyor. Bu sebeple kendimize özgü bir tasarım anlayışına sahip olmalıyız. Kalınlığı 4 mm olan bu yeni tasarımların komplikasyonu yine incelikten doğuyor. Saati yine üç yerine iki kat tasarladık, ancak sağlamlığını koruması ve fonksiyonunu kaybetmemesi için yepyeni bir sistem geliştirdik. Bu minimal tasarımlar ile nano-teknoloji arasında bir anlamda paralellik gözlemleyebilir miyiz o halde? Moda ve tasarım her noktada önemli. Bu nedenle, bizler de saat yapım kültürünü odağımıza alarak, tüm prensipleri barındıracak şekilde çalışarak daha iyisini ya da daha küçüğünü üretmek istedik. Saat yapımı devamlılığı olan bir döngü, bir yandan da sıfırdan bir şeyler üretmeniz pek mümkün değil gibi görünüyor. En başından bu yana belirli prensipler aynı gibi görünse de, bir yandan da yeni keşif ve geliştirmelere açık olmak durumundasınız. Burada çok nadide kişilerin sahip olabildiği, çok nadide anlar için üretilen ve derinlemesine saat yapımı bilgisi gerektiren parçalar üretiyoruz. Eh, bu da markanın zengin geçmişiyle de birleşince, bir saat yapımcısı olarak aslında bir rüyayı gerçeğe dönüştürdüğünüzü fark ediyorsunuz.
O profesörün sizin şu andaki konumunuza önemli bir ivme verdiğini söyleyebilir miyiz? Kesinlikle… Aslında benim bu yola koyulduğum 1971 yılında, Quartz krizi meydana gelmişti. Japonlar dijital modelleriyle saat dünyasını sarsıyordu. Bu yüzden herkes, saat yapımının geleceğinin parlak gözükmediğini, hatta yok olacağını söylüyordu. Genç saat yapımcılarının çoğu saatlerden vazgeçtiler. Ancak ben heyecanımı kaybetmeyerek bu ekibe dahil oldum. 1988’deki CEO, High Complication bölümünün başına geçmemi teklif etti, bu departman Quartz olayından sonra yeniden yapılandırılıyordu. Piyasada mekanik saatlere olan talep epey düşüktü. Bu ‘yeni dönem’ fırsatının bana sunulması müthişti. 20 yıl önce burada yalnızca 4 tane saat yapımcısı vardı, şimdi sayı neredeyse 40 oldu. Burada üretilen her saat bu kişilerin izlerini taşıyor.
Tasarım stresli bir iş mi? Sizce işiniz etrafınızdaki insanları nasıl etkiliyor? Her şeyin temelinde tutku yer alıyor; bu tutku üreticilerimizi harekete geçiren en önemli faktörlerden biri ve bunu bire bir gözlemlemek çok hoşumuza gidiyor. Bir saatin yalnız bir parçasının tek bir hareketi
Ne zaman emekli olmayı planlıyorsunuz? Üç buçuk sene sonra saat yapımcısı olmayacağım… Fakat yine de High Complication bölümünde bir şekilde yer alacağımı düşünüyorum. 89
üzerine 7 ay boyunca çalıştığınızda, ondan başka bir şey düşünemez hale geliyorsunuz. Nereye giderseniz aklınızın bir köşesinde o da sizinle seyahat ediyor. Gece bile… Bu da ister istemez çok yakın bir ilişki kurmanıza sebep oluyor. Bizim için önemli olan bu uzun süreci müşterilerimizle paylaşmak. Bu, aynı zamanda, saat yapımcıları için de duygusal bir süreç.
Memovox -aynı zamanda üzerinde ilk çalıştığım saatlerden biri. Bu nedenle izlerini hala taşıyorum. Memovox, o dönemde dahi yenilikçi tarzıyla fark yaratabilen bir modeldi. Diğer önemli model ise, hem markamız hem de saat yapımı adına devrim niteliğinde bir değişim sunan Duomètre serisi diyebilirim. Birbirinden bağımsız çalışan iki farklı mekanizmaya sahip bir model hala oldukça heyecan verici.
Zamanda yolculuk yaparak bir saat yapımcısı ile buluşmak isteseniz bu kim olurdu? Kesinlikle George Daniels olurdu. Daniels, üretim sürecinde başlangıçtan sonuna dek her detayın altından tek başına kalkan, gelmiş geçmiş en ikonik saat yapımcılarından biri. Aynı zamanda, en zorlu tasarımlardan biri olan cep saatini üreten isim. Ona saat yapımcılarının kahramanı diyebiliriz.
Aslında tıpkı bir sanatçı ile eseri arasında, sanatçının takındığı detaycılığı ve mükemmeliyetçiliği andıran bir durum var burada da... Bu mükemmeliyetçilik gündelik hayatınızı ve ailenizi nasıl etkiliyor? Bazen oldukça zor oluyor. Her an en mükemmele erişmeye çalışıyorsunuz, onu arıyorsunuz ancak; bu mükemmeliyetçiliğiniz gitgide etrafınızdaki insanları da rahatsız etmeye başlıyor. Çünkü kimse mükemmel değil. Bazen fazla ileriye gitmemeye özen göstermek, bir adım geride durmak ve her şeyin yolunda olduğunu hatırlatmak çok daha yararlı olabiliyor. Kızım da işimde çok başarılı olduğumu, yalnız bazen bu duyarlılığımın biraz sınırı aştığını söylüyor. Ancak, şimdilerde o da bulunduğum yerden oldukça memnun. Eşim ölçeğinde durum daha da zorlaşıyor tabii. Ancak son tahlilde, hem profesyonel hem de özel hayatım kendimi tatmin etmem için...
Bu arada, Hybris Mechanica 11’i satışa sundunuz. ‘Minute repeater’ özelliğine sahip böylesine ince bir mekanizma yaratmayı nasıl başardınız? Hybris Mechanica 11, öncesinde konsepti geliştirip sonrasında üretim kısmını tasarladığımız bir çalışma olması vesilesiyle bizim için oldukça farklı bir adım oldu. Geçmiş dönemde, bu kadar düz yüzeylerle çalışmak oldukça zordu. Ancak şimdi teknoloji bize bu imkanı sağlıyor. Bir yandan otomatik mekanizmaya sahip bir saatte bu denli ufak bir kasa ile çalışmak, bizler için de büyük bir meydan okumaydı. Bu modeli geliştirmek için 6 farklı örnek çalışıldı-keşfedildi de diyebiliriz. Bu anlamda, markanın ruhunu anlayabilmeniz için de güzel bir yöntem olduğunu söyleyebilirim. Ürettiğiniz tüm saatler içerisinde favoriniz var mı? Üretimlerinizden herhangi birine daha yakın hissettiğiniz oluyor mu yoksa hepsini aynı oranda mı seviyorsunuz? Kariyerim boyunca sahip olduğum en önemli saat, 60’lı yıllara uzanan
Bitirelim... Burada bir gününüz nasıl geçiyor? Son günlerde en büyük konumuz ürünlerin teslim süreci. Yüksek oranda bir taleple karşı karşıyayız ve bu talebi en iyi şekilde cevaplamamız, teslimini doğru bir şekilde ve zamanında gerçekleştirmemiz gerekiyor. Bu işin belki de en önemli kısmı, yeni kuşak saat yapımcılarını eğitmek ve hangi model olursa olsun, Jaeger-LeCoultre bünyesinde gerçekleşen üretimin başlangıcından, müşteriye teslim edilişine dek, aynı kaliteyi ve tutkuyu koruyabilmesini sağlamak. Ve tabii ki markanın geçmişine sahip çıkmak. İleri doğru hızlı adımlarla ilerlerken, acele edip asıl rotamızdan sapmamak bizler için önemli...
XOXO The Mag
91
INTERVIEW/whatever
Alain de Botton
The School of Life
Alain de Botton adı, her bünyede farklı anlamlar taşıyabilir, ama günün sonunda hemen hemen aynı arayışı tetikleyecektir: Sanatın nasıl bir terapi aracına dönüşebileceğini, mimarinin nasıl mutluluk verebileceğini, Proust’un hayatınızı nasıl değiştirebileceğini, felsefenin ne denli teselli edebileceğini ya da seks hakkında daha fazla düşünmenin nasıl mümkün olabileceğini... Daha nice hayat sırrını kitaplarında açıklayan Botton, şimdi de teorilerini pratiğe dökebilmek için adım atıyor ve bir ‘hayat okulu’ açıyor. Çünkü o da birçoğumuz gibi, hiç olmadığı kadar aşırı yükün getirdiği bir kaosla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyor ve hayat için fikirler verme düsturuyla The School of Life’ta Londra, Amsterdam, Belgrad, Melbourne ve Paris’i aydınlatıyor. Ve şimdi sıra (Bilgi Üniversitesi desteğiyle) Ekim ayında İstanbul’da... Öncesinde de soruları cevaplarıyla aynı uzunlukta bir röportaj sizi bekliyor. röportaj alara uçak fotoğraf mathias marx
XOXO The Mag
En baştan başlayalım; The School of Life nasıl ortaya çıktı? Her şey sadece kitapların yeterli olmadığını hissetmemle başladı. Kitaplarda aranılan teselli, bir şeyleri inceleme ve keşfetme çabası sadece metinle sınırlı kalmamalıydı; bu deneyim gerçek insanlarla, üç boyutlu/gerçek bir odada yaşanmalıydı. Böylece, bir okul projesi başlatarak, insanlara duygusal hayatlarını ve kendilerini anlamak için yeni deneyimler yaşatmak istedik. Ve geçtiğimiz yıl, harikulade çalışma arkadaşlarıyla beraber dünyanın çeşitli yerlerine yayıldık: Avustralya, Fransa, Hollanda, Brezilya...
bilinen bir şehrin siluetini zedeler mi? Ben şehirdeki modern binaları, geçmişi biraz daha hatırlamak için seviyorum. Taş ve tahta gibi geleneksel materyaller kullanılarak inşa edilen binalara bakarak, olağanüstü güzelliği ve zarafetiyle Osmanlı mimarisini gözlemleyebiliyorum.
İstanbul, The School of Life’ın altıncı durağı olacak. Neden burayı seçtiniz? İstanbul’dan mükemmel bir ekip, zekaları, kararlılıkları, psikolojik bilgelikleri ve yaşadıkları şehri algılama biçimleriyle bizi ikna etti. Aynı zamanda, Türkler, genel olarak psikolojik konulara inanılmaz derecede meraklılar ve uzun zamandır The School of Life’ın duygusal sağlık ve zeka konularına karşı ülkenizden yoğun bir ilgi söz konusuydu. Son yıllarda birçok Türk bizi ziyaret etmeye Londra’ya geldi. Şimdiyse bizim için Türkiye’ye gelip orayı yaşama zamanı...
Peki The School of Life için bir sonraki adım ne? Bir YouTube kanalı açıyorum, adresi de; www.youtube.com/ theschooloflifetv. Bu çok heyecan verici çünkü derslerimizi geniş kitlelere açmış oluyoruz. Ayrıca, Türk film yapımcılarıyla yerel konular üzerine yüklemeler yapmak için çalışmayı umuyoruz. Bakalım.
Sizin için sırada ne var? Şu anda benim ilgim tamamen The School of Life’a yoğunlaşmış durumda ve onu her gün geliştirmeye odaklıyım.
Geniş kitlelere ulaşma isteğinizin kaynağı ne? Bana göre, biz, kitle toplumunda yaşıyoruz ve artık kültürü sadece belli bir kesime özel tutmanın hiçbir faydası yok. Eğer işe yaracaksa, kitlesel olmalı, hücresel değil.
O zaman şehirle ilgili bugüne kadarki izlenimlerinizi soralım. İstanbul, müthiş ve enerjisi hiç bitmeyen, sürekli sorgulayan bir şehir. Sanki hep şöyle sorular havada uçuşuyor: Neden? Şimdi ne olacak? Neler oluyor? Kim yükselecek? Kim düşecek? Bu bazen heyecan verici ama aynı zamanda da yorucu olabiliyor. Her gün, bu büyük şehirde, milyonlarca zafer, drama ve trajedi yaşanıyor. The School of Life, bu var olma koşuşturmasını biraz olsun arkada bırakarak, insanları rahatlatacak küçük bir vaha olmaya çabalayacak.
Çalışmalarınıza aşina olmayan kitleye ne söylemek istersiniz? The School of Life’ı ziyaret edin, Felsefenin Tesellisi’ni okuyun, atmosferi severseniz bizimle kalın. Bir filozofun felsefi soruları derinlemesine düşünmek ve ‘hayatın anlamı’ gibi felsefi konularda düşüncelerini yansıtmak için yeterli vakte ve temel ihtiyaçlara (yemek, su, barınma vb.) sahip olması gerektiği düşüncesini destekliyor musunuz? Evet, eğer birinin karnı açsa ve başını sokacak bir yeri yoksa bu felsefeye başlamak için pek iyi bir zamanlama sayılmaz. Ama felsefe aynı zamanda bir lüks de değil, bazı konuların çözümlenmesi için kesinlikle gereksinim duyulan bir alan.
Bir yandan, Living Architecture’ın da kurucususunuz. Ve bir röportajınızda, yazar olmasaydınız mimar olacağınızı söylemiştiniz. İstanbul’un mimarisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce, modernleşmenin ürünü olan gökdelenler, tarihi dokusuyla 93
Günümüz dünyasında, kariyer, okul rutini, toplantılar, sosyal medyayla gelen bildirimler ve okunmayı bekleyen mail kalabalığı bizi sürekli olarak meşgul ediyor, malum. Bunun bir sonucu olarak, bireyin kendisiyle geçirdiği zaman da azalıyor. Bu gerçeklik birey için bir tehdit oluşturuyor mu? Evet, bu çok ciddi bir tehdit. İnsanlık, daha önce hiç maruz kalmadığı aşırı bir yükün getirdiği kaosla karşı karşıya. Bizler, “dijital Şabat” için makinelerimizi kapatmaya vakit ayırmalıyız ve içimizdeki girdaptan çıkarak, arkadaşlarımızla, çocuklarımızla, sevgililerimizle ve kendimizle konuşmalıyız. Refah dünyasının temel problemlerini nasıl tanımlarsınız? Problemler, çoğunlukla akıl sağlığımızla ve kariyerlerimizde ya da aşk hayatlarımızda yaşadığımız hayal kırıklıklarıyla ilgili. Bize gelen insanların çoğu kariyerleriyle ve aşk krizleriyle ilgili yardım istiyorlar. Bir kişinin bu iki konudan birinde veya her ikisinde haftada en az bir kere kriz yaşamaması çok nadir. Sizce, insan hayatı, mutluluğu ele geçirebilir mi? Ele geçirmek; hayır. Ziyaret etmek; evet. Mutluluk, bir şeyi başardıktan sonra, henüz bir sonraki çılgınlık ortaya çıkmamışken, arada sırada ve kısa süreliğine ziyaret etme iznimiz olan bir yer. Kendisini toplum ideallerinden kurtarmak ve bilinmeyeni keşfetmek isteyen, ama aynı zamanda yüksek gelir hayalleri kuran insanların yaşadığı dilemma günümüz dünyasının yaygın fenomeni olarak görülebilir mi? Onları, gündelik hayatı kolaylaştıracak mantıklı kariyer yönelimlerinin neler olduğunu öğrenmeleri için zorlardım. Parayı, politikayı ve hukuku
öğrenmelerini salık verirdim. Ve tabii bu alanlarda bir kere ustalaştıktan sonra, edindikleri bilgileri hayatlarına adapte etmelerini önerirdim. Sizce, günlük problemlerin ele alınışı yüzyıllar sonra değişti mi? Yoksa Maslow Piramidi’ndeki gibi, insan zihninin temel ihtiyaçlarının hiyerarşisine bağımlı olması, dünyaya bakış açımızı ve dolayısıyla dilemmalarımızı durağanlaştırıyor mu? Dünyadaki büyük bir kesim hala Maslow Piramidi’nin en altında. Ama insanlık yavaş yavaş bedensel ihtiyaçların ve hayatta kalma telaşının ötesine bakıyor ve soruyor: Sırada ne var? Hayatta kalmanın ötesinde nasıl gerçekten tatmin olabilirim? The School of Life, işte bu dilemmayı ele almak için kuruldu. Başarıyı nasıl tanımlıyorsunuz? Kendinizi başarılı buluyor musunuz? Başarı, genel olarak, toplum tarafından inşa edilmiş beklentiler olarak görülebilir: Yeterli miktarda gelir, bir ev, üstüne bir de yazlık ev, uzun süren bir evlilik, sağlıklı çocuklar… Benim içinse başarı, amacım doğrultusunda ilerleme kat etmekle, bir başka deyişle, kendimin ve başkalarının duygusal zekasını geliştirmekle eş anlamlı. Daha yolun başındayım... Yoruluyor musunuz? Fiziken değil, aklen. Üretme arzum olmasa, heyecanlanacağım projeler veya beni endişelendiren konular olmasa yaşayamam. Ama tabii ki ben de yoruluyorum. Üstelik insomnia’m da var. İşim çok zor. Son olarak, ütopyanız neye benziyor? Cömertlik, sevgi ve sanat ile dolu, güvenli ve güzel bir şehre benziyor.
XOXO The Mag
INTERVIEW/fashıon
Walter Van Beirendonck
Moda Hayatta mı?
Walter Van Beirendonck, erkek modasını uçlara taşımaktan çekinmeyen bir tasarımcı. Tasarımlarıyla, zamanın sosyo-politik olaylarına kendine has oyunbaz üslubuyla tepki veriyor. Tasarımcı kimliğinin yanı sıra Antwerp’te bulunan Royal Academy of Fine Arts’ta eğitmen olan Van Beirendonck, moda tasarımcısı adaylarını yetiştiriyor. 30 yıl önce ziyaret ettiği İstanbul’a bu kez geliş nedeni İstanbul Fashion Incube’un 10 tasarımcısıyla görüşüp onlara yön vermek. Tasarımcılara verdiği en iyi öğütse, moda alanında çalışan herkesin kulağına küpe olacak türden: “Sabırlı olun, çok çalışın ve başarmak istediğiniz şeye odaklanın. Moda dünyasında hiçbir şey kolay değildir!” röportaj seda yılmaz fotoğraf özkan önal
XOXO The Mag
Walter Van Beirendonck SS 2015
Şu anki haletiruhiyeniz nasıl? Uzun bir döngünün sonundaymışım gibi hissediyorum. Bir yandan yorgunum, diğer yandan da yaptığım işlerin sonuçlarından memnunum. İki haftalık tatilin ardından Eylül ayıyla birlikte yeni bir döngüye giriş yaptım. Bir işkolik olduğumu itiraf etmeliyim. Çok sayıda farklı işle aynı anda uğraşmaktan zevk alıyorum ve bu bana enerji veriyor.
parçası mısınız? Yoksa yabancısı mısınız? Hem bir parçası hem de yabancısıyım. Her koleksiyonumun bir hikayesi olması benim için çok önemli. Dünyada olup bitenlere karşı tepkimi gösterebildiğim, sesimi duyurabildiğim koleksiyonlar... Aslında bu da beni biraz yabancı kılıyor. 1985’ten beri Antwerp Royal Academy of Fine Arts’taki eğitmen sıfatınızı ve İstanbul’da Fashion Incube tasarımcılarına danışmanlık verdiğinizi göz önünde bulundurarak soralım: Moda eğitimi alanların ve genç tasarımcıların ezber bozan yaklaşımlara sahip olmaları artık daha mı zor? Aslına bakarsanız, günümüz genç tasarımcılarının çok fazla imkanı olduğunu düşünüyorum. Araştırma yapmak, seyahat etmek ve ilham bulmak için onlarca olanakları var. Ancak dünyada olanlar, yeni nesli zihinsel anlamda yoruyor. Savaşlar, doğa olayları, ırkçılık... Tüm bu dramatik olaylar belirli bir gerilime neden oluyor. Çağımızın tehdidi bu bence. Bunlarla birlikte tek bir şeye odaklanarak yaratıcı olabilmek genç tasarımcılar için zor.
Modanın son zamanlardaki ruh hali hakkında ne düşünüyorsunuz? Genel olarak biraz sıkıntılı çünkü para, pazarlama ve lüks holdinglerin boyunduruğu altında. Yaratıcılık geri plana düşmüş durumda. Farkını ortaya koymaktan çekinmeyen genç tasarımcıları özlüyorum. Bugün moda dünyasına baktığımızda en ses getiren işleri oldukça yaşlı tasarımcıların yaptıklarını görüyoruz. Yeni tasarımcılar ve yetenekler olmasına rağmen korkarım ki seslerini duyuramıyorlar. 1990 İlkbahar-Yaz koleksiyonunuzla birlikte modanın öldüğünü ilan etmiştiniz. Şova katılanlara dağıtılan gazete Walter Worlwide News’in manşetinde “Modayı kim öldürdü? Tecavüz mü seks cinayeti mi?” diye sormuştunuz. Bu cinayetin faillerini bulabildiniz mi? Moda dünyasına karşı eleştirilerim olduğu için bu sloganı seçmiştim. Bu dünyayı halen eleştirmeye devam ediyorum. Lüks moda holdinglerini canavar olarak adlandırmaya cüret edebilecek çok fazla tasarımcı olduğunu sanmıyorum. İnsanlar, öyle bir gazete dağıtmamın pazarlama stratejisi olduğunu düşünebilirler. Oysa ki bu tür şeyleri üzerlerinde çok fazla düşünmeden tamamen spontane bir şekilde gerçekleştiriyorum. İlk başta bana Belçika’dan gelen, acayip şeyler tasarlayan tuhaf adam gözüyle bakılıyordu. Neredeyse 30 yılın ardından yaptıklarımda belirli bir vizyon olduğunu anlamaya başladılar.
Ah peki. İstanbul Fashion Incube’da tasarımcılarla yaptığınız bire bir görüşmelerin ardından izlenimleriniz nasıl? Koleksiyonların çoğunun kalitesinden ve tasarımcıların uluslararası pazarda var olma azimlerinden etkilendim. Çok azının kendi kültürlerinden ilham alıyor olmasınaysa şaşırdım. Şahsen Türk geleneklerini, yerel kostümleri, Osmanlı kumaşlarını ve desenlerini çok seviyorum. O halde sizin tasarımlarınıza dönelim. En çok neler ilgi alanınıza giriyor? Kabileler ve ritüeller benim için çok önemli. Papua Yeni Gine’de yaşayan bir kabileyi, herhangi bir alt kültürden daha ilham verici buluyorum.
Moda, dev bir sektöre dönüştü. Siz de bu dev sektörün bir 97
Walter Van Beirendonck SS 2015
Irkçılığa dikkat çekmek istediğiniz 2014 Sonbahar-Kış koleksiyonunuza Crossed Crocodiles Growl adını verdiniz. Mesajınızı tasarladıklarınızla nasıl ilettiniz? Koleksiyonun üzerinde çalışırken Putin, eşcinsel karşıtı propaganda yasası çıkardı. Ben de bunu çok güçlü bir şekilde podyuma taşımak istedim. ‘Stop Racism’ sloganını Rusça, Arapça ve İngilizce olarak sprey boyayla tüylü şapkaların üzerine yazdım. Bence her yaratıcı bireyin sesini yükselterek olayların değişimine önayak olması gerekiyor. Defilelerinizde erkekleri topuklu ayakkabı, korse ve etek giymiş olarak gördük. Genel cinsiyet algılarını yıkmak sizin için ne kadar önemli? Cinsiyet her zaman ilgilendiğim konulardan oldu. Geçmişte cinsiyetle alakalı görüşlerimi daha çok ifade ederdim. Döngüsel olarak çalışıyorum ve zaman zaman cinsiyet bu döngülerin içinde daha yoğun bir şekilde yer alıyor. Bunları yaparken erkek modasının sınırlarını zorlamak da her zaman hedeflerim arasında oldu. Bu sınırın çok hassas olduğunu biliyorum ve onun üzerine basmaya da hiç niyetlenmedim. Kadın modası çok daha esnekken daha konvansiyonel olan erkek modasını seçmenizin sebebi nedir? Erkeklerin sınırlarını değiştirmenin daha cazip olduğunu düşünüyorum. Sizce yaşla cesaret arasında bir ilişki var mı? Üç yıl önce Antwerp ve Melbourne’da Dream the World Awake adlı retrospektif sergim oldu. Bu sergi bana kelimenin tam anlamıyla geriye bakma imkanı sundu. Kariyerimin ilk 10 yılında daha cesur olduğumu söyleyebilirim. Cüretkar şeyler yapma konusunda hevesliydim. Diğer taraftan yaşlandıkça olgunlaşıyorum ve bazı şeyleri yapmam daha kolay hale geliyor. Bugün, 20 yıl önce yapamadıklarımı
gerçekleştirebiliyorum. Sanırım yaşlanmak bana iyi geldi. Sokak modası markalarından biri, bir tasarımınızı kopyaladığında bunu markanızın Facebook sayfasında “We hate copycats (Taklitçilerden nefret ediyoruz)” yazarak afişe ettiniz. Taklit edilmekten korunmanın bir yolu var mı? Ben kolay kopyalanabilen giysiler tasarlamıyorum ama yine de taklitler ortaya çıkıyor. Müşterilerin artık heyecan arayışı içinde olduklarını görüyorum. Sıradan markalarda heyecan bulamazsınız. Ancak bu, kopyalama gerçeğini değiştirmiyor. Bunu herkes biliyor ve kabulleniyor. Sokak modası markaları ilk başta biraz çekimserdiler. Rei Kawakubo ve Karl Lagerfeld gibi tasarımcılar onlar için koleksiyon hazırlayınca yaptıklarını meşrulaştırdılar. 1980 yılında moda dünyasının başına gelen en iyi şeylerden biri gerçekleşti ve sizin de dahil olduğunuz altı Belçikalı tasarımcıyla avangart modayı efsaneleştiren The Antwerp Six kuruldu. Günümüz modasında bu kadar heyecan verici bir şey var mı sizce? Hayır. The Antwerp Six tamamen kendiliğinden ve tesadüfi bir şekilde oluştu. Hepimizin tek isteği Belçika’dan dışarı çıkmak ve Londra’ya gitmekti. Moda tarihi olmayan, dilini kimsenin anlamadığı ve hiçbir şekilde modayla özdeşleştirilmeyen Antwerp’te sıkışıp kalmıştık. Altımız birden tasarımlarımızı bir minibüse doldurup yola koyulduk. Bitirmeden, The Antwerp Six’ten Martin Margiela ve Ann Demeulemeester’in markalarından ayrılışlarını nasıl yorumluyorsunuz? Tıpkı Alexander McQueen’in intiharı ve John Galliano’nun aktif olarak tasarım yapmıyor oluşu gibi, oldukça üzücü. İnanılmaz fikirleri olan harika tasarımcılar artık moda sahnesinde değiller...
XOXO The Mag
99
Özge Yıldız Taşkıran, 35 Ürün Müdürü Nereye gidiyorsun? Nişantaşı’nda bir davete. Günlük stilini nasıl tanımlarsın? Modern, rahat ve kendine özgü. Saçlarını normalde nasıl kullanırsın? Hacimli oldukları için genelde açık bırakmayı tercih ediyorum. Bugün saçlarını nasıl yaptın? Islak saçlarıma Spritz & Shine Liquid Mousse uyguladıktan sonra dalgalarımı maşayla belirginleştirdim. Ardından hacimli bir atkuyruğu yaptım. Son olarak da Moisturizing Shine Spray uygulayarak istediğim parlaklığa ulaştım. Saçların söz konusu olduğunda vazgeçemediğin bir ürün var mı? Parlak ve sağlıklı bir görünüm için Glamour Serum Drops vazgeçilmezlerimden. Saçlarıyla sana ilham veren ikonik birisi var mı? Brigitte Bardot gibi dönemine saçlarıyla damgasını vurmuş kadınları beğeniyorum. Saçlarının seni en mutlu eden tarafı ne? Koyu renk ve dalgalı oluşu. Her zaman iyi görünmemi sağlıyor. Saçların kötü olduğunda evden bile çıkmak istemeyenlerden misin? Neyse ki saçlarımı her zaman ruh halime uygun şekle sokabiliyorum.
GLAMOUR
elbise gizia çanta street level/bilstore ayakkabı christian louboutin
Beliz Tozar, 25 PR Danışmanı
CREATIVE
deri ceket zara jean topshop ayakkabı zara çanta que
Nereye gidiyorsun? Karaköy’de yeni yerler keşfetmeye. Günlük stilini nasıl tanımlarsın? Gün içerisindeki tempoma ayak uydurabilen, içerisinde rahat ve şık hissedebildiğim kıyafetler giyinmekten hoşlanıyorum. Saçlarını normalde nasıl kullanırsın? Güne saçlarım açık başlarım sonra tepede topuzla sonlanır. Bugün saçlarını nasıl yaptın? Saç hatlarımı belirginleştirmek için Toni & Guy Creative Texturising Glue uyguladım. Sonra hızlı bir bilek hareketiyle topuz yapıp düşmemesi için Toni & Guy Creative Extreme Hold Hairspray kullandım. Saçların söz konusu olduğunda vazgeçemediğin bir ürün var mı? Toni & Guy’ın Creative serisinden Texturising Glue, doğal dalgalarımı ortaya çıkardığı için vazgeçilmezlerimden. Saçlarıyla sana ilham veren ikonik birisi var mı? İza Goulart. Saçlarının seni mutsuz eden tarafı ne? Erken yaşta çıkan beyazlarım. Peki ya en mutlu eden tarafı? Kurutup çıkabiliyorum.
Bu bir ilandır.
Azra Gür, 19 Öğrenci
CASUAL üst & ceket jeremy scott/adidas originals pantolon h&m ayakkabı nike
Nereye gidiyorsun? Okuldan çıktım, arkadaşlarımla buluşmaya gidiyorum. Günlük stilini nasıl tanımlarsın? Hareket etmeyi seviyorum, o yüzden genellikle sportif fakat arada bir göze çarpan parçalar da giymeyi seviyorum. Saçlarını normalde nasıl kullanırsın? Doğal hacmiyle açık bırakır ya da at kuyruğu yaparım. Zaman zaman dağınık topuz yapmayı da tercih ediyorum. Bugün saçlarını nasıl yaptın? Islakken Sea Salt Texturising Spray’le dokusunu belirginleştirdikten sonra kuruttum. Önden bir kısmını tutturdum. Ardından Flexible Hold Hairspray’le sabitledim. Saçların söz konusu olduğunda vazgeçemediğin bir ürün var mı? Dokusunu belirginleştirmek için Sea Salt Texturising Spray kullanıyorum. Saçlarıyla sana ilham veren ikonik birisi var mı? Kesinlikle Brigitte Bardot. Saçlarının seni en mutlu eden tarafı ne? Dalgalı olması çünkü istediğim şekli verebiliyorum. Saçların kötü olduğunda evden bile çıkmak istemeyenlerden misin? Evet, ama eğer gitmem gereken bir yer varsa dağınık bir topuz en büyük kurtarıcım oluyor.
Ece Mağat, 26 Medya İlişkileri Uzmanı Nereye gidiyorsun? Toplantıya. Günlük stilini nasıl tanımlarsın? İş hayatımın da etkisiyle genelde smart casual diyebilirim. İyi kesimli bir beyaz gömlek dolabımın olmazsa olmazlarından. Saçlarını normalde nasıl kullanırsın? Genelde doğal buklelerimi öne çıkaran hareketli bir fön çektiririm veya atkuyruğu yaparım. Bugün saçlarını nasıl yaptın? Öncelikle buklelerimi belirginleştirmek için Toni&Guy Classic Spray Gel Curl kullandım. Ardından biraz krepeyle diplerine hacim verip atkuyruğu yaptım. Son dokunuşuysa Classic Medium Hold Hairspray’le yapıp dalgalarımı sabitleştirdim. Saçların söz konusu olduğunda vazgeçemediğin bir ürün var mı? Buklelerimi belirginleştirmek fakat doğal görünümünden de uzaklaşmamak için sık sık Spray For Curls kullanıyorum. Saçlarıyla sana ilham veren ikonik birisi var mı? Blake Lively’nin sağlıklı ve parlak bukleleri. Saçlarının seni mutsuz eden tarafı ne? Çok yavaş uzamaları. Peki ya en mutlu eden tarafı? Parlak ve sağlıklı görüntüsü.
CLASSIC
gömlek que ceket mango pantolon h&m çanta christian louboutin
ceket alexander mcqueen/brandroom
Portofino Hand-Wound Erken başlanan iş gününün ilk saatlerindeki enerji, günün devamında pekişiyor. Dakikliğin başlangıç notaları yeni günü erken yakalamakta saklı. Ve zaman, kendi istediği gibi değil, planlandığı gibi akarken, şirin bir sahil kasabasının esintisi kadar hafif ve rahat geçiyor. Estetiğin ve zarafetin klasik bir çizgide buluştuğu Portofino Hand-Wound, günlük şıklığın tamamlayıcısı el yapımı kayışında Santoni zanaatkarlarının özenini taşıyor. 8 günlük güç rezerviyle uzun soluklu, yoğun bir haftanın da en yakın takipçisi.
an original idea by CO photographer ozan kıymaç styling ramazan tunç gülşen makeup deniz hancıoğlu photographer assistant altuğ poşul styling assistant umut kılınç model giovanni/ice models
gömlek dolce & gabbana pantolon ermenegildo zegna kemer ermenegildo zegna
Portuguese Chronograph Classic Yeniyi ve daha iyiyi ararken, ritmini hiç bozmayan zamanı iyiye kullanmanın yeni yolları da keşfedilmeyi bekliyor. İnovasyon, geçmişin deneyimlerini bugüne aktarırken bu keşiflerin izini sürüyor. Portuguese ailesinin yeni üyesi Portuguese Chronograph Classic de inovatifliğini kendinden önceki modellerin klasikliğini yeniden yorumlayışında buluyor. Günün getirdikleriyle yetinmeyip; yaratma cesaretini yakalamak için beklenen ilham bilekteki kaşiften, 68 saatlik güç rezervinin sahibi bu saatin geniş kadranından kendini ifşa ediyor.
Bu bir ilandır.
A TIME TO REMEMBER
kazak burberry
Aquatimer Chronograph Galapagos Değişmesi hiç istenmeyen, olduğu gibi kalması için çaba sarf edilenlerin değeri zamanla doğru orantılı artıyor. Kendini Galapagos Adaları’ndaki doğal hayatı korumaya adayan bu yılın yeni Aquatimer’ı Aquatimer Chronograph Galapagos da, iyi bir amaca hizmet etmeyi kendine görev ediniyor. 2009’da Charles Darwin Foundation işbirliğiyle hassas bir ekosistemin koruyuculuğunu üstlenen serinin bu yeni modeli aynı zamanda modern kaşiflerin en dayanıklı aksesuarı.
kazak burberry
Ingenieur Automatic Amg Black Series Ceramic Renk paletinin şıklığı neredeyse garantileyen renklerinden siyahın en zarif hali, Ingenieur Automatic Amg Black Series Ceramic’e ilham veriyor. Yüksek teknolojiyle zanaatin tek kadranda buluştuğu bu yeni Ingenieur modeli; hızı günlük hedefleri arasında baş sıraya koyanlar için tarzlarını yansıtabilecekleri bir seçenek sunuyor. Hafiflik hissiyle konfor katsayısını artırırken, fonksiyonelliğiyle modern zamanların hızına ayak uyduruyor. Kahve molalarını kısa tutanlar için...
gömlek vakko pantolon vakko
Portofino Automatic Portofino’ya yolu düşenlerin akıllarına kazınan bir enstantaneyi arkasında taşıyan Portofino Automatic, markanın 1960’lı yıllarından esinlenerek yaratılan bir Dolce Vita. Safir camı ve gümüş rengi örgü kayışıyla sade şıklığın arayışında olanlar için modern bir seçenek sunuyor. Zamanla yarışmak yerine, anın kıymetini bilmek isteyenlere...
ceket burberry pantolon burberry
Big Pilot’s Watch Top Gun Top Gun efsanesinin doğduğu yere, Miramar’a ithaf edilen Big Pilot’s Watch Top Gun Miramar, militer stilinin altını metalik gri kasası ve yeşil kayışıyla çiziyor. Takım elbiseyle de spor bir tarz yakalamak isteyenlere, kokpit görünümünde özel tasarımıyla eşlik eden model, 7 günlük güç rezervine sahip olmasıyla da öne çıkıyor. Efsanevi Pellaton kurma sisteminin dakikliği, zamanın dizginlerini bir pilot hassasiyetiyle elinde tutmak isteyenler için vazgeçilmez.
brand
My Burberry
Kate, Cara ve İngiliz Gabardini Yağmur Altnda yazı aslin kumdagezer fotoğraf burberry’nin izniyle
Proust Madeline’ini çayına batırdıktan sonra aldığı kokuyla geçmişe gittiğinden beri, bilimsel olarak anı-koku grafiğinde ileri geri gidiyoruz. Kişiye özel dikimin şişeye doldurulmuş versiyonu için bileklerinize çeşitli karışımlar püskürtüp, azami süre bekledikten sonra notadan notaya atlarken yalnız değilsiniz. Mr. Thomas Burberry’le beraber mevcudiyetine kavuşan trench coat da 1856’dan beri kendine ait koku partiküllerinin peşinden koşuyor. Nitekim, ruh ikizini bulmak için bir buçuk yüzyıl kadar beklemesi ve önüne çıkan kokuları gabardin kumaşı üzerinde deneyip, yüzünü buruşturması gerekecek. Tam da vadedilen zamanlarda, Burberry’nin medarıiftiharı Christopher Bailey ve aynı laboratuarda buluştuğu Francis Kurkdjian, trench coat’un bizzat kendisinden ilham alan notalarla oynamaya başlamadan evvel küçük bir liste yapıyorlar. Malum karşılarında, ne Roise Huntington’ın yüzü olduğu şişeyi beğenen ne de Suki Waterhouse’un İngiliz ritmine uyum sağlamak isteyen bir otorite var. Haliyle sürecin ince elenip sık dokunması ve sonucun mükemmel olması mecburi. İkilinin hazırladığı listedeyse İngiliz mirası, coğrafyanın yağmuru eksik olmayan bahçeleri ve gabardin kumaşının asaletini bulmak kaçınılmaz. Haziran ayının sonuna doğru, Burberry’nin Knightsbridge mağazasının önünde toplanan editörler, kulis arkası bilgileri birbirlerine fısıldayıp trench coat’un nasıl kokabileceğini son kez tahayyül etmeye çalışırken, sahne arkasında My Burberry, trench coat’uyla olfaktif bir deprem yaratmayı, Francis’se tüm heyecanı, kendine güveni ve büyük gülümsemesiyle yaratımının formülünü
anlatmayı bekliyordu. Mağazanın VIP odasında konumlanan sandalyelerin arasında ilk karşılama, Cara Delevingne ve Kate Moss’un (tabii ki trench coat’larıyla) Mario Testino’ya poz verdikleri kampanya fotoğrafları tarafından yapıldı ve tüm editörler sosyal medyanın gücü adına telefonlarına sarılmışken beklenmedik bir anons duyuldu: “Lütfen gördüklerinizi Eylül başına kadar kimseyle paylaşmayın.” Sır tutulacaklar listesine geçici olarak eklenen bir madde daha, biraz hayal kırıklığıyla anılan derin bir nefes ve üst notalarına maruz kalınan My Burberry’nin büyüsüyle bir anda yükselen enerji... Markanın parfümeri alanında alametifarikası olma iddiasıyla yaratılan karışım, Kurkdjian’ın iddia ettiği ve onaylandığı üzere bilinen gül bahçelerinden uzakta, merkezine hafifliği alan bir yapıya ev sahipliği yapıyor -ve ardından aynı düsturla tasarlanan bir kapsül koleksiyona ve Burberry Makyaj Artistik Danışmanı Wendy Rowe’un elinden çıkma bir makyaj serisine öncülük ediyor. Kensington Palace, Hampton Court ya da Eltham Palace’ın bahçelerinden birini seçin, üzerinde çok uzun sürmeyen bir Londra yağmuru gezdirin... Şimdi derin bir nefes alıp My Burberry’nin imgesel tadına bakabilirsiniz. Burnunuza yapılan akının öncüleri, ıtırşahi, bergamot, sardunya ve süsen olacak. Bahçeyi terk ederken ise peşinizden yağmurda ıslanmış şam kumaşı, gül ve paçuli kokuları geliyor olacak. Tabii tercihen üzerinizde Burberry trench coat’unuz, ve iki yanınızda, ilk defa beraber poz verdikleri halleriyle Kate ve Cara olsun. Rotanız ise yine bileklerinizi deney alanı olarak kullanıp kendi Burberry’nize kavuşabileceğiniz herhangi bir sığınak...
XOXO The Mag
Aeron®
reçete ile satılan tek koltuk
Authorized Herman Miller Dealer
Ayazma yolu sokak No:5 Etiler T: +90 212 263 6406 109 info@bms-tr.com / www.bms-tr.com
INTERVIEW/CINEMA
MIA WASIKOWSKA
An Alternative Starlet
Mia Wasikowska, HBO dizisi In Treatment’ın başrolünde jimnastikçi Sophie’yi canlandırdığından beri sinemada son derece ilgi çekici bir varlık gösterdi. O zamanlar daha 17 yaşında olan Canberra doğumlu oyuncu, onu izleyen bir dizi rolde cesur, bağımsız ruhlu karakterlere, özgürlüğüne kavuşmaya çalışan huzursuz tutsaklara hayat verdi. 20 yaşındayken Tim Burton tarafından Alice in Wonderland’in kadrosuna seçildi, The Kids Are All Right’ta Julianne Moore ve Annette Bening’in karşısında oynadı ve Cary Fukanaga’nın, her ayrıntısına büyük bir özen göstererek çektiği Jane Eyre’da başrolü üstlendi. Daha sonra da Gus Van Sant, Park Chan-wook ve Jim Jarmusch gibi sinemacılara ilham vermeye devam etti. Ülkemiz seyircisiyle son buluşması John Curran’ın Tracks filmiydi. Ve şimdi pek yakında, Robert Pattinson ile birlikte rol aldığı, David Cronenberg’ün keskin hicvi Maps to the Stars’da, yangın çıkarmaya meraklı, sorunlu bir genç rolünde, yeniden karşımızda olacak. röportaj nando salvà fotoğraf mike windle/wireimage/getty images turkey
XOXO The Mag
Maps to the Stars, Entertainment One, 2014
Maps to the Stars gibi bir film çevirirken bindiğiniz dalı kesiyormuş gibi hissetmediniz mi? Doğrusu filmi sadece Hollywood üzerine bir film olarak görmüyorum. Genel anlamda hırs, şöhret ve parayla ilgili bir film, dolayısıyla Wall Street’te de geçiyor olabilirdi, otomobil sanayisinde de mesela. Güçlü ürünler üreten herhangi bir sanayi ve bu sanayinin yarattığı yıldızlar hakkında bir film bu.
Yıllarca yalnız yurtdışında film çevirdikten sonra Tracks için Avustralya’ya döndünüz. Robyn Davidson’ın hikayesinde ilginizi çeken neydi? Kendini sınamak, riske atmak, bir şeyin altından kendi başına kalkabileceğini görmek ve sonuca ulaşmak isteyen, bu ihtiyaçları hisseden bir kadınla tam bir bağ kurabileceğimi hissettim. Bence hepimiz büyürken kendimizi bu tür törensel geçişlerle sınıyoruz.
Fakat şöhret çok Hollywood’a özgü bir şey. Şöhretli insan tutkumuzun sürekli artmasına ne diyorsunuz? Neden bilmiyorum ama artık herkes şöhret gibi davranıyor. Facebook’ta ya da Instagram’da herkes ünlülerin hayatını taklit ediyor. Bu iyidir ya da kötüdür demiyorum ama bana pek faydalı gelmiyor. Aslında epey sağlıksız buluyorum. Tanıtımını yaptığı hayat tarzı nedeniyle Hollywood’un da bunda bir sorumluluğu olduğunu söylemek geliyor insanın içinden, ama bu bir yandan da ucuz bir psikolojik çözümleme gibi geliyor. Bence ölümsüz dünyada olmak isteyen ve yok olmaktan ödü patlayan insanlarla dolu bir toplumda yaşıyoruz. Belki de spot ışıkları altında olma tutkusu o korkudan kaynaklanan bir şey.
Siz kendinizi nasıl sınadınız? Sanırım In Treatment’ta oynayarak. O rolün hala en fazla gurur duyduğum rol olduğunu söyleyebilirim. Tracks’e dönecek olursak, Outback Çölü’nde çekim yapmak göründüğü kadar zor muydu? O kadar değil. Çölde olmanın soyutlayıcı bir yanı var elbette ama ABD’de çevirdiğim diğer filmlerden fazla değil çünkü en azından ailemle aynı zaman diliminde bulunuyordum. İstediğim zaman telefonu açıp annemleri arayabilirdim. Avustralya’dan uzakta olduğum zaman kapana kısılmış, sevdiğim insanlara ulaşmam bir okyanusla engellenmiş gibi hissediyorum. Bu beni çok tedirgin ediyor. İşin en zor yanı bu sanırım.
Sizde böyle bir tutku yokmuş gibi görünüyor. Hala Avustralya’da yaşıyorsunuz, öyle değil mi? Evet, ABD’de çok vakit geçiriyorum ama orada yaşamıyorum. Hollywood tarzı yaşama sadece makul miktarda maruz kalıyorum. Los Angeles hayatın sadece filmlerden ibaret olduğu yegane yer, dolayısıyla sağlıklı değil. Ve eğer orada yaşarsanız bundan kaçamazsınız. O yüzden belli bir mesafeden izlemeyi tercih ediyorum. Bu, her şeyi gerçek oranları içinde algılamaya devam etmeme yardımcı oluyor. Biraz daha sağlıklı.
Hep son derece bağımsız kadın karakterler ilginizi çekiyor gibi görünüyor. Büyürken çevrenizde güçlü kadın karakterler var mıydı? Evet, ailemdeki benden büyük bütün kadınlar… Anneannem ve annem Polonya’dan kendi başlarına göç etmişler. Oldukça bağımsız kadınlardır, onlara hayranlık duyarım. 111
Bugünlerde etrafta Kieslowski filmlerini bilen fazla genç kız yok… Biliyorum, o yüzden kendimi ukala bir salak gibi hissediyorum. Ama gerçek bu, biz hep geleneksel olmayan filmler izlerdik. Ve onları sık sık sergilerden, oyunlardan konuşurken duyardım, sanırım böylece farkında bile olmadan bu konuda bir duyarlılık kazandım. İlk gençlik yıllarınızı nasıl tanımlarsınız? Çok normal. Çok sıkıcı. Çok utangaçtım; liderden ziyade bir gözlemciydim. Aslında biraz yalnızdım. Hiçbir sosyal olaya katılmazdım çünkü bu beni çok korkuturdu. Parti kraliçesi ya da amigo kızların lideri olmak gibi rollerle bağ kurmak benim için çok zordu. Ama öte yandan, okulda çok fazla vakit geçirmiyordum zaten. Öğlenleri bale dersine gitmek için okuldan ayrılırdım, dolayısıyla sosyalliğin en yoğun olduğu zamanda orada olmuyordum. Bu kadar utangaç bir kızın sonunda oyuncu olup bütün
dikkatleri üzerinde toplaması biraz paradoksal değil mi? Değil aslında. Oyunculuğun sınıfta sesi çok çıkan çocuğun yapacağı bir iş olduğunu düşünmek gibi yanlış bir kanı var. Kimileri ilgi çekmek için oyunculuğa yöneliyor olabilir ama genellikle öyle olduğunu sanmıyorum. Çoğumuz için bir rolün içinde kaybolmaktır asıl olan. Bale neden ilginizi çekmişti? Dans ederken kendimi tümüyle özgür hissediyordum, gerçekten harika bir histi bu. Uyuşturucu gibi bir şey. Oyuncu olmak için, dansı ne zaman bıraktınız? Altı yıl boyunca kendimi dansa adadım. Ama o sürecin sonunda, bırakmadan hemen önce, haftada 35 saat bale çalışıyordum ve ulaşılması mümkün olmayan bir fiziksel mükemmelliğe ulaşmaya çalışıyormuşum gibi hissediyordum. Nasıl yani? Çok saplantılı olmaya başlamıştım. Örneğin, bugünkü ölçülerimin yarısı kadardım herhalde ama bedenimle ilgili hoşnutsuzluğum şimdikinden çok daha fazlaydı. Üzerimde çok büyük bir baskı hissediyordum ve ayak bileğimin oyuğu ya da bileklerimin kalınlığı gibi çok da önemli olmayan şeyler beni fazla endişelendirmeye başlamıştı. Bir noktada negatif hislerle sarmalandığımı fark ettim. Özgüvenimi çok kötü etkiliyordu. Bale o kadar fazla fiziksel mükemmelliğe dayanıyor ki… İnsan olarak mükemmelliğe ulaşmak bakımından sinemanın daha cazip olduğunu fark ettim. Mükemmel olmak zorunda olmadan bir şey yapabilme şansı çok ilgimi çekti. Dolayısıyla oyuncu olmak özgüvenime iyi geliyor.
XOXO The Mag
Tracks, Kurmaca Film, 2013
Anneniz de babanız da fotoğrafçı, bu sizi nasıl etkiledi? Fazlasıyla etkiledi. Dünyayı görsel olarak yorumlamayı öğrettiler bana. Ben küçük bir çocukken çektikleri aile fotoğrafları ise kamera ile ilişkimin ilk adımları oldu. Yani kamera günlük hayatımın bir parçasıydı her zaman. Gece yarıları flaş sesiyle uyandığımı hatırlarım. Bütün hayatımız fotoğraflarla belgelenmiştir ve sanırım bu da oyunculuğa bir başlangıç oldu. Aynı zamanda annem beni bütün o Avrupalı büyük sinemacılarla tanıştırdı, Jean-Luc Godard, Michael Haneke, Krzysztof Kieślowski gibi… Çocukluğumda her yıl en az bir kere Trois Couleurs: Bleu/Üç Renk: Mavi’yi izlerdik.
The Double, StudioCanal UK, 2013
Dans eğitiminizin kamera karşısındaki performansınıza nasıl bir faydası var? Çok faydası oluyor. Bir kere, bedenim ve hareketlerim konusunda kendimi rahat hissetmemi sağlıyor. Bir çekim sırasında iş fiziksel anlamda çok teknik bir boyut alabilir. Örneğin; bazen, sırf ışık yüzünüzde belli bir biçimde parlasın diye başınızı hiç doğal olmayan bir biçimde çevirmeniz gerekebilir. Ayrıca sinirlerimi kontrol etmek ve baskı altında çalışabilmek bakımından da dansın çok faydasını görüyorum. Dansta korkularınızı enerjiye ve saf heyecana dönüştürmeyi öğrenirsiniz. Bu da, bir deneme çekimindeyken ya da kamera önündeyken hissettiklerinize çok benzer.
bir şey olmadığı için çok endişe etmemeye çalışıyorum. Herkesin kendine göre bir fikri var, o zaman neden o kadar dert edeyim ki? Pusuda bekleyen fotoğrafçılar ve sizi gözleyen gazetecilerle nasıl baş ediyorsunuz? Oyuncu olarak kendinize ait bir şeyiniz varsa o da özel yaşamınız, o yüzden bunu tartışmam bile. Ama paparazzilerle ilgili bir sorunum olmuyor genellikle. Alice in Wonderland’i yaptığım zaman, havaalanında ya da otelde benimle ilgili çirkin bir detay yakalayabilirler mi diye bekliyorlardı. Ama çok geçmeden tamamen sıkıcı biri olduğumu fark ettiler, dolayısıyla hiç problem yaşamıyorum.
Oyunculuğun en sevdiğiniz ve en sevmediğiniz yanı nedir? Rol yapmayı gerçekten seviyorum. “Motor!” ve “Kes!” komutları arasındaki her şeyi yani… Bu, mesleğin en sevdiğim tarafı ve oyunculuk yapmamın gerçek sebebidir. Mesele şu ki, bahsettiğim, bu işin küçük bir kısmı sadece. Sonuçta kameranın önünde yalnızca birkaç dakika verimli zaman geçiriyorsunuz, gerisi çok uzun bir bekleme süreci. Rol yaptığınız birkaç dakika dışında bir hayli sıkıcı bir iş aslında. Sevmediğim tarafı da bu. Ama memnuniyetle kabul ediyorum. Bu hayattan vazgeçmek benim için çok zor olurdu. Çalışan bir oyuncu olmak öyle inanılmaz bir ayrıcalık ki böyle bir fırsatı kaçırmak çok saçma görünüyor.
Peki istemediğiniz anlarda insanların sizi tanıması konusunda ne hissediyorsunuz? Gözlenmek, insanların sürekli sizin farkınızda olduğunu ya da sizinle ilgili önyargıları olduğunu hissetmek pek rahat hissettiren bir şey olmazdı benim için. Ama doğruyu söylemek gerekirse, bu o kadar az oluyor ki... Bazen bana ait bir afişin yanında dikilsem bile kimse bakmaz gibi geliyor. Hatta bazen neredeyse buna alınıyorum. Bugüne kadar aldığınız en iyi tavsiye neydi? Johnny Depp, bir performans sanatçısının her zaman seyircinin reddedebileceği şeyleri de yapmaya hazır olması gerektiğini öğretti bana. Risk almamız gerekiyor, risk almayan bir oyuncu hayatını kazanmak için başka bir şey yapsa daha iyi olur belki.
Bu da başarının bedeli, öyle değil mi? Başarıya ulaştığımdan o kadar emin değilim. Başarıya ulaşmaktan ne anladığınıza bağlı bu. Başarıyı boy gösterdiğim dergi kapaklarından ziyade yaptığım işi ne kadar iyi yaptığıma göre ölçüyorum. Dikkatleri üzerine çekmek iyi bir şey elbette, ama bu benim kontrol edebildiğim
Boş zamanlarınızda örgü ördüğünüz doğru mu? Buna ne desem bilmiyorum. Böyle bir şöhretim var. 113
palto giray sepin pantolon h&m ayakkab覺 camper
palto kaale suktae/atelier 55 pantolon mango ayakkabı camper
an original idea by CO photographer cihan öncü styling aslin kumdagezer photographer assistant baturalp yılmaz styling assistant burcu erim models valeria & joel/option mgmt makeup murat akbulut location petra roasting co.
Bu bir ilandır.
İkinci Yeni
kazak topshop pantolon topshop ceket h&m ayakkab覺 camper
ceket edit繹re ait pantolon h&m ayakkab覺 camper
elbise nihan peker ayakkab覺 camper
pardösü h&m pantolon h&m ayakkabı camper
tişört ümit benan/atelier 55 etek h&m yüzük vivienne westwood/atelier 55 ayakkabı camper
pantolon gap ayakkab覺 camper
fıle
Saat dünyasının nabzını, her sene olduğu gibi bu sene de, önce Cenevre’de gerçekleşen SIHH ve sonrasında Basel’de organize edilen Baselworld fuarları belirledi. Her iki fuarda da farklı segmentlerde yeni saatler alıcılarıyla buluştu. Rotamızı bu fuarlara çevirip, yüksek saatçiliğin sanata dönüştüğü grand complication saatlerin yanı sıra, sağlamlığı ve güvenirliği ile dikkat çeken modellere yakından baktığımız bu küçük seçki, sezon alışverişi öncesi kılavuzunuz olmak için hazır ve nazır, üstelik alfabetik sırayla. Gelecek ay ilk harf I olacak, bizden söylemesi. hazırlayan mehmet sofyalı illüstrasyon aslı yazan
Audemars Piguet Royal Oak Concept GMT Tourbillon Audemars Piguet ilk Royal Oak Concept saati 2002 yılında piyasaya sunmuştu. 2014’te ise çok daha sofistike bir şekilde karşımıza çıktı. Bezel, kurma kolu ve butonları tamamen beyaz seramikten tasarlanan bu modelinin kasası titanyumdan üretilmiş. Etkileyici dış görünüşünün yanı sıra, Tourbillon ve GMT gibi heyecan uyandıran özellikleriyle Royal Oak Concept GMT Tourbillon’un 44 mm titanyum kasası hem çok sağlam hem de çelikten daha hafif. Kasanın yumuşatılmış yuvarlak tasarımı ise bir Audemars Piguet klasiği olan sekizgen bezeli ve yine sekiz adet klasik vidayı öne çıkarıyor.
Royal Oak Offshore Chronograph Altı farklı tasarımdan oluşan modelin her tasarımında kurma kolu ve butonlar siyah seramikten üretilmiş. Böylece saat elinize pembe altın veya çelik modeli ile de gelse, kasa ile kurma kolu ve butonlar arasında dengeli bir zıtlık yakalanıyor. Saatin karakterinin bir parçası olan sekizgen bezel ve sekiz adet çelik vida yine göz alıyor. Kadranın üzerindeki kare desenler ise tasarıma derinlik katıyor. Bütün modellerde timsah derisi veya kauçuk kayış seçenekleri mevcut. Son olarak, saatin safir cam arka kasa kapağından otomatik ve 55 saat ömrü olan AP Caliber 3126/3840 mekanizmasını görmek mümkün.
BaumE & Mercier Clifton 10129 Baume & Mercier’nin 2014 yılında getirdiği bir başka yenilik; yeni otomatik Clifton kronograflar... Seri içerisinde belki de en ilgi çeken model ise Clifton 10129. Şehirli ve vintage tasarımını 50’li yıllardan alan Clifton 10129, hem spor hem de klasik bir görünüme sahip. Üç kere katlanan ve ayarlanabilen özel kilitli, kahverengi timsah derisi kayışı ile de şıklığını pekiştiriyor. 1830 yılından beri saat üreten marka, kuşkusuz vintage saat tasarlama konusunda herhangi bir sıkıntı çekmiyor. Tarih ve gün gösterme özelliğine sahip olan bu modelde, altın rengindeki akrep, yelkovan ve kadran üzerindeki rakamlar okunabilirliği artırırken, 50’lilerin şıklığını modern zamanlara taşıyor.
Clifton 1892 Flying Tourbillon Bu sene sınırlı sayıdan üretilen Clifton 1892 Tourbillion, Baume & Mercier’nin standartlarını bundan sonrası için belirleyecek bir saat. Marka, her ne kadar önümüzdeki dönemde de erişilebilir saatler üretmeye devam etse de, tourbillion özelliğine sahip model markanın yeniliğe açılan kapısı. Markanın ilk tourbillion özellikli kol saati olan Clifton 1892, ilhamını 1892 yılında İngiltere, Kew’de dakiklik ödülü alan Baume & Mercier tourbillion cep saatinden alıyor. 45.5 mm çapında roz altın kasaya sahip bu saat, markanın yüksek saatçiliğe girdiğinin şık ve yenilikçi bir göstergesi.
XOXO The Mag
Breguet Classique Tourbillon Quantième Perpétuel 3797 Breguet’nin Classique Complications serisine ait bu saat yüksek saatçiliğin zarafet ve teknoloji ile buluştuğu gerçek bir başyapıt. 41mm çapında, 18 karat pembe altın kasasının içine takvim özelliğinden kendini ayrıştıran bir disk içinde akrep ve yelkovan yerleştirilmiş. Saat 12’de tarihi, saat 9’da günleri, saat 3’te ise ayları takip edebiliyorsunuz. Saat 6’nın altında ise modelin kalbi Breguet tourbillon’una bakarak kendinizden geçebilirsiniz. Manuel kurmalı ve elli saat rezerve sahip saat, Breguet’nin bugüne kadar yüksek saatçiliğe armağan ettiği saatlerden sadece biri.
Classique Tourbillon Extra-Thin Automatic 5377 Platinum Breguet’nin bu yıl tanıttığı bir başka model ile devam ediyoruz. 42 mm platin kasanın arasında bulunan tırtıklı orta kısım saate bakar bakmaz göze çarpıyor. Dört farklı desene sahip 18 karat kadran saatin kusursuz dış görünümünü tamamlıyor. Gümüş rengi kadranın üzerine yerleştirilen mavi çelik akrep ve yelkovan ise sağladığı kontrast ile hem görünürlüğü artırıyor, hem de tasarıma katkı yapıyor. Saatin en mühim özelliği yapımı son derece zor bir klasik; ince Breguet tourbillion. ‘Breguet denge çarkı’ ve silikon pandül ile Breguet, hem çok dakik hem de bir o kadar zarif saatler yapmaya devam ediyor.
Corum Admiral’s Cup AC-One 45 Tides Corum’un sembolleşmiş modellerinden Admiral’s Cup AC-One 45 Tides bu yıl yeni tasarımıyla karşımıza çıktı. Sahil şeritlerine yakın yerlerdeki deniz yolculuklarına destek olmak için tasarlanan saat, sahip olduğu komplikasyon özellikleriyle gelgitleri hesaplamanıza yardımcı oluyor. Saat 12’de ayın evrelerini takip edip, Fransız Donanması’nın bilimsel katkısı ile gelgitlerin gücünü, yüksekliğini ve zamanlamasını hesaplıyor. Onikigen, 45 mm, titanyum kasaya sahip modelin “Corum mavisi” kadranı ve mavi kauçuk kayışı ise modelin denizle kurduğu güçlü bağı sportif ve şık bir biçimde ortaya çıkarıyor.
Golden Bridge Automatic Golden Bridge Automatic, titanyum kasası ve altından yapılmış, çizgisel kurulma özelliğine sahip baget mekanizması ile fazla söze gerek bırakmıyor. Modelin 360 derece şeffaflık sağlayan mimarisi, algılarınızla oynuyor. Zira kasanın hem arkası hem de yan taraflarına safir cam yerleştirilmiş. Kadranda da safir cam tercih edilmesi, kadranın üzerindeki kırmızı altın göstergelerin saatin şıklığını ve derinliğini artırmasını sağlıyor. Golden Bridge’in sahip olduğu şeffaflık, şık kontrastlar ve sıradışı mekanizma, yüksek saatçilik geleneğini ve geleceği tek bir modelde birleştiriyor.
Glashütte Original Senator Chronograph Panorama Date Alman saatçiliğinin medarıiftiharı Glashütte Original, 2014 yılına yeni klasik kronografını tanıtarak girdi. Senator Chronograph Panorama Date saat 12’deki güç göstergesi ve saat 6’daki tarih çarkları ile farklı komplikasyonları bir araya getiriyor. 42 mm kasaya sahip modelin kırmızı altın ve platin kasalı iki farklı versiyonu mevcut. Glashütte Original, Alman sadeliği ile teknik mekanizmayı birleştirerek son derece zarif bir saat tasarlamış. Bu arada platin modelin kurma koluna yerleştirilen mavi safir taş da tasarıma modern ama zariflikten ödün vermeyen bir katkı yapmış.
Seventies Chronograph Panorama Date 20th Century Vintage koleksiyonuna yeni eklenen bu model için Glashütte’de bulunan kendi fabrikasında tamamen yeni bir mekanizma tasarlayan marka, rutenyum, gümüş ve mavi renkli üç farklı kadran seçeneği sunuyor. 30 dakika ve 12 saat sayaçları ve bir Glashütte Original klasiği olan tek çerçeve üzerinden tarih okunmasını sağlayan Panorama Date özelliği bu modelde de mevcut. Bu arada saat 12’nin hemen altına yerleştirilen sayaç ise, kadran üzerindeki tasarımı dengeli ve şık bir hale getirmiş. Vintage ve klasik bir tasarım tercih edenler için Glashütte Original çok iyi bir tercih olmaya devam ediyor. 123
Celebrate Creativity
WeTransfer is a file transfer service first and foremost. It was built to get files from A to B with no hassle, no stress and no charge. But it is much more than that. At its heart is a global exhibition of creative talent. In curating the wallpapers and experience you see on WeTransfer today we have built an amazing network of artists, illustrators, entrepreneurs, photographers, shops and artisans. It has allowed us to provide a free tool for our users, but also support the creativity of some incredible businesses and people around the world. And for us, that's a really, really big deal. www.wetransfer.com
Bu bir ilandır.
MOMENTS by PANDORA an original idea by CO hazırlayan müjde metin fotoğraflar özkan önal
DENİZ NAR
üst rick owens mücevherler pandora
Ne iş yapıyorsun? Mimarım. Yaptığın işin sence eşsiz tarafı ne? Yaratma savaşı. İş gününde en yavaş geçtiğine inandığın bir saat dilimi var mı? Keşke öyle bir lüksümüz olsa… Yaşam tarzını nasıl betimlersin? Keşfetmeyi, seyahat etmeyi, evde arkadaşlarımla vakit geçirmeyi seven, sağlıklı yaşam ve spor takıntısı olan biriyim. İyi hissettirdiğine inandığın bir taş? Kristal kuartz ve ametist. Kıyafetle aksesuar uyumlu olmalı mı? Uyumlu olmasını kural gibi görmüyorum, kişinin tarzını yansıtması bence daha önemli. Dakik misin? Oldukça dakik biriyim hatta bu konuda fazlasıyla prensipliyim. Zamanın durmasını dilediğin bir anı paylaşsan? Anda kalmayı başarabilen biri değilim. Her şey o kadar hızlı akıyor ki hayatımda, sanırım zaman daha çok şeye tanıklık etmemi istiyor. Sabah mı, akşam mı? Sabah. Sence artık her zaman meşgul olduğumuz yıllarda mıyız? Sanırım öyle. Ama kim bilir bu belki de modern yaşam insanının kendi programsızlığına bir bahanedir. Pandora’nın charm’ları senin için ne ifade ediyor? Pandora’nın en ilginç tarafı kişiselleştirilmesi… Kendinizle ilgili küçük anekdotlar taşıması bence çok esprili. Sizinle ilgili başkalarına fikirler veriyor.
meditasyon yaparım. Yatağa yattığımda ilk düşündüğüm şey bugün hayatımda bana neyin heyecan verdiği ve kendi hayatıma bugün yeni ne koyduğum. Geçenlerde ansızın hafif lediğimi hissettim. Asla yapmayacağım şey insanlara güvenmekten vazgeçmek. İnsanların önyargılarıyla karşılaşınca kendi önyargılı olduğum zamanları hatırlayıp utanıyorum. Zaman kavramını hatırladığımda babamın bana söylediği “hayat göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor, bu hayatta bir tek dakikanı bile kötü geçirme ve seni mutsuz eden her şeyden uzak dur.”cümlesi gelir. Kendimi 10 sene önce keşfetmiş olmak isterdim. Saate bakmadan geçirdiğim en son gün bugünlerde Londra’da geçirdiğim zamanlar. Zamanın normalden daha yavaş aktığına inanabileceğim tek yer Sicilya’nın Ragusa kasabası. Bu yaz geçirdiğim 10 günlük Sicilya tatilinde gerçek tatilin ne olduğunu anladım. Zaman, konsantrasyon ve enerjinin sonucunda gerçek başarıyı elde ediyorsunuz. Bu da sizi özgürleştiriyor. Her gün mutlaka
EDA GÜNGÖR
üst museum of fine clothing mücevherler pandora
Ne iş yapıyorsun? Museum of Fine Clothing markasının kurucusu ve tasarımcısıyım. Yaptığın işin sence eşsiz tarafı ne? Yaratma kısmı. İş gününde en yavaş geçtiğine inandığın bir saat dilimi var mı? Sabah 9-11 arası. Yaşam tarzını nasıl betimlersin? Özgür ve hareketli. İyi hissettirdiğine inandığın bir taş? Yok. Taktığın takıların görselliklerinden başka anlam taşıdıkları oluyor mu? Benim için hatırası olanlar anlam taşıyor. Kıyafetle aksesuar uyumlu olmalı mı? Hayır. Dakik misin? Kesinlikle. Zamanın durmasını dilediğin bir anını paylaşsan? New York’ta özel biriyle paylaştığım özel bir gün. Sabah mı, akşam mı? Akşam. Zamanı bir buz kalıbında dondurabilseydik, sen nasıl bir kalıp/şekil seçerdin? Zarı seçerdim. Sence artık her zaman meşgul olduğumuz yıllarda mıyız? Evet. Pandora’nın charm’ları senin için ne ifade ediyor? Sadece aksesuar olmaktan öte bir felsefesi var. Kendinle bir süre baş başa kalıyorsun.
dişlerimi fırçalarım. Yatağa yattığımda ilk düşündüğüm şey bu ay yapacağım defile. Geçenlerde ansızın harika bir teklif aldım. Maymunlar müşteriye yetişmeyen elbise demek. Asla yapmayacağım şey asla dememek. İnsanların önyargılarıyla karşılaşınca geriliyorum. Zaman kavramını düşündüğümde şimdinin en önemli zaman olduğunu düşünüyorum. Spor yapmayı ihmal etmesem daha mutlu olacağıma eminim. CocaCola’yı keşfetmiş olmak isterdim. Saate bakmadan geçirdiğim en son gün 31 Temmuz 2014. Zamanın normalden daha yavaş aktığına inanabileceğim tek yer deniz. Gerçek tatilin ne olduğunu 15 yaşındayken arkadaşlarımla anladım. Zaman, konsantrasyon ve enerji lehinize işler. “Meşguliyet iyi, çalışmak kötüdür.” ilkesine cevabım ilhamın ne zaman geldiğine bağlıdır. Her gün mutlaka
beni şaşırtıyor. Kriz anı demek
AYŞEGÜL AFACAN KÖKSAL & YASEMIN ÖĞÜN
tüm kıyafetler mybestfriends mücevherler pandora
Ne iş yapıyorsunuz? Mybestfriends markasının kurucu ortakları ve tasarımcılarıyız, aynı zamanda Moda Tutkusu adında bir blogumuz var. Yaptığınız işin sizce eşsiz tarafı ne? Kadınların en eşsiz yanlarını keşfetmelerini sağlamak. İş gününüzde en yavaş geçtiğine inandığınız bir saat dilimi var mı? Keşke olsaydı… Yaşam tarzınızı nasıl betimlersiniz? Anı en iyi şekilde yaşayıp, geleceği sağlam adımlarla planlayan, geçmişi affeden ama unutmayan… Sürekli yenilenen, yükselen hayattan keyif almasını bilen bir yaşam tarzımız var. İyi hissettirdiğine inandığınız bir taş? Pırlanta. Taktığınız takıların görselliklerinden başka anlam taşıdıkları oluyor mu? Eğer iyi bir görsellik sağlıyorsa zaten taşıdığı anlamı çok fazla. Satın alındığı an ya da hediye ise kimin hediye ettiği çok da önemli değil. Kıyafetle aksesuar uyumlu olmalı mı? Her zaman bütünsel uyum sağlamak bizim için olmazsa olmaz. Dakik misiniz? İstanbul’da mı? Anın durmasını dilediğiniz bir anınızı paylaşsanız? Sanırım ikimiz için de çocuklarımızın gülümsediği, kahkahalar attığı her an. Sabah mı, akşam mı? Sabah. Pandora’nın charm’ları sizin için ne ifade ediyor? Anın kıymetini bilmek gerektiğini hatırlatıyorlar.
Her gün mutlaka spor yaparız. İnsanların bizi bu kadar sevmesi ve beğenmesi bizi şaşırtıyor. Kriz anı demek kararsız kalmak demek. Asla yapmayacağımız bir şey büyük konuşmamak. İnsanların önyargılarıyla karşılaşınca anında onlardan soğuyoruz. Zaman kavramını düşününce düşünmekten vazgeçiyoruz. Sadece Avrupa’ya değil dünyaya açıldığımızda daha mutlu olacağımıza eminim. Anı durdurabilmeyi keşfetmiş olmak isterdik. Saate bakmadan geçirdiğimiz en son gün alışveriş yaptığımız geçen Cumartesi. Zamanın normalden daha yavaş aktığına inanabileceğimiz yer spor salonları. Bu yaz Bodrum’da gerçek tatilin ne olduğunu anladık. Sanat projelerinin en önemli adımlarının tatil günlerinde atılması ihtimalinin sebebi bizce sanatın zamansızlığı olabilir. Zaman, konsantrasyon ve enerjinin sonucunda çok iyi yönetilebilir. “Meşguliyet iyi, çalışmak kötüdür.” ilkesine cevabımız. Tembeller! Başarının dayanılmaz tatminini kaçırıyorsunuz.
cover
IAN SOMERHALDER HIGHER STATE OF CONSCIOUSNESS Hollywood aktörleri/aktrisleri, genelleme yapmamaız yanlış olmaz, röportaj yapılması en zor olanlar; ettikleri her kelime, attıkları her bakış ve hatta (bazı gerçeküstü zamanlarda) düşünceleri ustuca kurgulanmış bir kimya, fizik, matematik ve biyoloji denkleminin klorağa batırılmış sonucu gibi duyulabiliyor, görülebiliyor. Bu da, baştan, kaybedeceğiniz bir savaşa girmeniz gibi, ama engellenemez değil elbette. En azından şu ana kadar şansımız yaver gitti. Ve ancak bu ay şansa bile ihtiyacımız olmadı… Zira, konuğumuz genç yaşına rağmen ipini elemiş, ununu sermiş ve hiç bir tanımın içine sığ(a)mayacak bir olgunluğun meyvesi olmuş. Korkusu olmadığını görmek için sarraf olmaya hacet yok, sesinde bir gıdım sahtelik tınısı olduğunu duymak için de herhangi bir konuda usta olmaya... Ön yargıları beher sözüyle yıkan, enerjinin gözle görülebilir hali, iyilik perisinin erkeksi formu, hem iyi hem kötü... İstediğiniz kadar tanım yapabiliriz, hiç biri de yanlış olmaz, ama doğru da olamaz. Bayanlar, beyler; Ian Somerhalder. Twitter profilindeki özetiyle Lost’taki ölü çocuk ve şimdi de Vampire Diaries’deki ölmeyen. Ian Somerhalder Foundation’ın gururlu kurucusu. Ve hala insanın varoluşsal ikilemini mutlulukla seyreden kişi... Los Angeles’tayız, hava hala sıcak ve objektifin arkasında ilk defa çalıştığımız Rainer Hosch var, devam eden sayfalarda ise güzel fotoğrafların arasına sıkıştırılmış mükemmel bir röportaj... #iansomerhalderrocks
interview olga şerbetcioğlu photographer rainer hosch styling gaelle paul groomer cori bardo at the magnet agency using oribe photo assistants stephen gorme, jared clatworthy production coordinator rick viars
gĂśmlek coz kravat vintage
131
ceket all saints
tişört levi’s/mr. porter palto g-star
cover
2000 metrekare ve sekiz evcil hayvan... Hayli eğlenceli bir ev hayatın olmalı. Aslında şu anda o kadar kalabalık değiliz. Bir ara köpeğim yavrulamıştı ve yavrularla beraber evdeki hayvan nüfusu sekizi bulmuştu. Hikayenin detaylarına da ineyim; o sıralarda bir pitbull’un hayatını kurtarıp onu sahiplenmiştim, muhtemelen dövüş köpeği olmak için yetiştirilmiş bir hayvandı. Ne yazık ki buralarda köpek dövüşü çok yaygın ve bu çok korkunç bir şey. Tam bir trajedi... Hayvancağızı kurtardığımda yedi tane yavrusu vardı, beşi hayatta kalabildi, ikisini maalesef kaybettik. İki kedi, bir anne köpek ve beş yavru köpekle bir süre yaşadım. Gerçekten muhteşem bir deneyimdi. Ama tabii yavrular büyüyüp de her biri neredeyse 12 kiloya erişince, evin etrafında koşuşturup duran, toplam kütlesi neredeyse 100 kilo olan bir hayvan ordusuyla yaşamak biraz abartılı bir hal aldı. Sürekli böyle bir nüfusla yaşıyor olsam gerçekten epey yoğun bir hayatım olabilirdi... Şu anda ise beş hayvanım var. Etrafında bu kadar hayvanla kendini biraz yaşlı hissettiğin oluyor mu? Ne demek istediğini anladım. Kedili teyzeler gibi... Hayır, hiç öyle hissetmiyorum. Buralarda çok sayıda evcil hayvanla yaşamak gayet olağan bir şey. The Vampire Diaries’in çekimleri için Atlanta’da yaşıyorsun. Evet, neredeyse beş yıldır buradayım. Kendini oraya ait hissediyor musun? Aslında Georgia’da evimde hissediyorum, burada yaşantımı sürdürdüğüm gerçek bir evim var. Elbette çekimler için sürekli hareket halindeyim ve etrafımda her şey bana geçicilik hissi veriyor ama sonuçta yine evime dönüyorum.
Bu arada kendi hayatını kurmaya başladığında kaç yaşlarındaydın? İlk çalışmaya başladığımda 10 yaşındaydım. Evden ilk ayrılışım ise 17 yaşına bastığım ilk haftada oldu. Bir modellik kariyerim vardı, ailem de bana karşı inanılmaz anlayışlıydı, beni çok iyi yetiştirdiklerini biliyorlardı ve bu güven sayesinde çok rahat birbirimizden ayrıldık. Benim gerçek hayatla baş edebileceğimi biliyorlardı. Ve bana her zaman destek oldular. Seni ne mutlu eder? Beni mutlu eden çok şey var ama genel olarak şefkat duygusu bana iyi geliyor. İnsanların kendilerine ve çevrelerine karşı besledikleri şefkat duygusundan çok etkileniyorum. Şu anda yaşadığımız dünyanın birçok sorunu da zaten şefkatsizlikten ötürü... Herkesin bildiği gibi, birbirimizi zerre kadar umursamıyoruz. Bu yüzden, etrafındaki insanlara, bir hayvana ya da bir ağaca şefkat gösteren insanlar gördükçe çok mutlu oluyorum. Şefkat demişten, sosyal sorumluluk projelerinden de bahsedelim. O kadar çok projeyle haşır neşirsin ki hayranlık duymamak elde değil. Özellikle Deepwater Horizon çok etkileyici bir girişim... İçimde çok güçlü bir “bir şeyleri değiştirme” arzusu var. Bütün bu girişimler de bu arzudan ileri geliyor. Ve bu değişimi dünya genelinde, büyük bir ölçekte gerçekleştirmek istiyordum. Deepwater Horizon sayesinde de anladım ki dünyada gerçekten adalet diye bir şey yok. ABD’de ve dünya çapında şirketlerin uyması gereken kuralları regüle eden mekanizmalar üzerlerine düşeni yapmıyor. Herkes bir şeyleri görmezden geliyor. Ama artık bunun kesinlikle değişmesi gerekiyor. Eğitimli, merhametli, aktivist, parlak bir gençlik var ve bahsettiğim köhnemiş mekanizmalar bu gençlerden çok korkuyor; düzenleri
XOXO The Mag
tişört levi’s/mr. porter pantolon stronghold ayakkabı stronghold
üst levi’s/mr. porter
cover
bozulacak diye ödleri kopuyor. Geleceğimizi gençliğe emanet edeceksek, bu gençlik için her şeyimizi vermeliyiz ve onlara destek olmalıyız. Sosyal sorumluluk projeleriyle yoğun bir şekilde uğraşan insanlarda bir parça sinirlilik hali vardır, ister istemez tabii. Sende böyle bir şey olmaması sevindirici... Bu işlerle uğraşırken pek çok olumsuzluğa maruz kalıyorsunuz. Gerçekten çok üzücü şeylerle karşılaşabiliyorsunuz ve bu bazen öfkelenmenize de sebep olabiliyor. Ama genel yaklaşımımda sinirli olmamaktan yanayım, aksine bana heyecan ve umut veren bir amacım var ve buna yoğunlaşmayı tercih ediyorum. İlham algılarınız açık olmalı ki siz de karşılaştığınız insanlara ilham verebilesiniz ve enerjinizi onlara aktarabilesiniz. Malum, kimse sinirli bir insanın anlattıklarını dinlemek istemez. Oyunculuğa gelelim. William Esper’dan dersler aldın. Nasıl bir yöntemle çalışıyordunuz, geleneksel mi yoksa daha ziyade deneysel mi? Esper’la çalışmaya başladığımda çok gençtim. 17-18 yaşında falandım. Doğrusu o sırada tekniği konusunda pek bir bilgim de yoktu, yani geleneksel miydi ya da deneysel miydi, o konudan bihaberdim. Bildiğim bir şey vardıysa, o da çok iyi bir altyapı kuracak tekniğe sahip olduğu ve gerçekten müthiş oyuncularla çalışmış olduğuydu. Sanırım tekniğini geleneksel temeller üzerine kurmuştu, fakat bir yandan da çok ileri görüşlüydü. Yedi yıl önceyse Ivana Chubbuck ile tanıştım. Şöyle söyleyebilirim ki, birlikte çalışmış olduğum diğer koçum Anthony Abeson ve Bill Esper kesinlikle hayatımı değiştirdiler, fakat Ivana Chubbuck tüm dünyamı değiştirdi. Ivana’nın geçmişine baktığınızda Brad Pitt, Halle Berry, Charlize Theron ve Jake Gyllenhaal gibi şahane oyuncularla çalışmış olduğunu göreceksiniz. Pek çok önemli oyuncunun
kariyerinin oluşmasında büyük rol oynadı, ve benim için de oyunculuk kariyerim, gerçek anlamda, onunla tanıştığımda başladı. Bence Ivana, dünyaya gelmiş en muhteşem oyuncu koçu. Eski tarzda eğitimi, son derece anlam ifade eden ve verimli bir teknikle desteklediğini söyleyebilirim. Şimdiyse onun adı altında dünyanın çeşitli yerlerinde okullar açıyorlar. Bir kere daha minnetimin altını çizeyim; Ivana şüphesiz hayatımdaki en önemli insanlardan biri. Tekniğinden biraz bahseder misin? Biliyorsunuz ki canlandırmanız gereken karakter gerçek bir kişi değil ve kameranın karşısına geçip birkaç cümle sarf etmek bu karakterle aranızda bir bağ oluşmasına yardımcı olmuyor. Bu noktada hayatınızdan, yaşadıklarınızdan ya da yaşamakta olduklarınızdan bir şeyleri çekip çıkarmanız gerekiyor. Kısacası hayatınızın bir parçasını, o sırada canlandırmanız gereken sahneye katmanız lazım. Ancak bu şekilde canlandırdığınız karakter ve sahne sizin için bir gerçeklik kazanıyor. Ve bu aynı zamanda da katartik bir tecrübeye dönüşüyor; kendiniz hakkında o kadar çok şey öğreniyorsunuz ki... Özetle, bahsettiğim bir terapi etkisi... Kendinize farklı bir açıdan bakmak zorunda kalıyorsunuz, bu her zaman çok hoşunuza giden bir durum olmuyor ama uzun vadede gelişmenize ön ayak olduğu kesin. Ivana’nın tekniğinin esasını bu şekilde özetleyebilirim. Şunu da eklemeliyim; The Vampire Diaries’de oynadığım karakterin başarılı olmasında, onu yaratan yazarların hünerlerinin yanında Ivana Chubbuck’ın de katkısı büyük. Dürüstlükle söyleyebilirim ki, Damon Salvatore’ye benim yalnızca yüzde 25 oranında bir katkım olmuştur, gerisi tamamen yazarların ve Ivana’nın eseridir. Neden televizyon dizilerinde oynayan oyuncuların pek çoğu beyazperdeye geçişte ya afallıyor ya da tamamen çuvallıyor? Senin durumun ne? Ben gerçekten iyi bir film oyuncusu olmak istiyorum, öte yandan
XOXO The Mag
ettiğim isimlerden biri de Katerina Graham. Çok yetenekli bir oyuncu ve müthiş disiplinli. Setteyken telefonunu çantasından bile çıkarmaz. Ben de kendi adıma setteyken olabildiğince az telefon görüşmesi yapıyorum ve dikkatimi dağıtmamaya çalışıyorum. İroniktir ki, dışarısında kalmak istemene rağmen sosyal medyada milyonlarca takipçin var. Evet, gerçekten bu kadar takipçim olmasını istemiyorum ve neden orada olduklarını da anlamıyorum. Böyle bir surata sahipken, kötü adamı oynamak kolay olmasa gerek. Bu tip bir karakterle aran nasıl? The Vampire Diaries’de başlarda Damon kötü bir karakter olarak kurgulanmıştı. Ve bahsettiğim gibi Ivana Chubbuck’ın direktifleri sayesinde karakter farklı yönlere dönebildi. Damon kelimenin tam anlamıyla hasta bir tipti, her daim gergindi ve insanların canını yakmak istiyordu. Tabii bunun için kendince haklı sebepleri vardı. Ama zaten karakteri bu kadar dinamik ve izlenmeye değer kılan da bu dürüstlüğü. Çok tehlikeli bir adamdı ve tam bir baş belası olabilirdi. Ama yaptığı şeye inancı tamdı ve yaparken de keyif alıyordu. Birçok açıdan Damon’ı, Inglourious Basterds’ta Christoph Waltz’un canlandırdığı Hans Landa karakterine benzetiyorum. Ne müthiş bir tipti... Çok aşağılık bir herif olmasına rağmen inanılmaz çekiciydi. Bence Damon, Cary Grant, Christoph Waltz ve biraz da Mick Jagger’ın bir karışımı. Kendine olan özgüveni ve sevdiği insanlara olan sadakati ve dürüstlüğü onu çekici kılıyor. Yani sevdiği kadın ya da kardeşi için öldürmeyi göze alabilen biri. Ki bence bu da onu gerçeğe yaklaştırıyor. Etrafınıza baktığınızda Damon’a benzeyen birçok insan görebilirsiniz. Orta Doğu’da aşırı tutucu kesimin tepkilerini ele alın örneğin, ya da Batı dünyasındaki aşırı sağcı ve aşırı solculara bakın, Damon’dan hiç de farklı değiller. Bu bahsettiğim ideolojiler çok tehlikeli olabilirler, hatta öldürmeyi
hakikaten çok kötü filmlerde oynadım, ama edindiğim bu tecrübelerden çok fazla şey öğrendim ve bunun için minnettarım. Zira bu bana alçakgönüllü olmayı öğretti. Hayatta ne yapıyorsan yap, tevazu sahibi olmayı bilmelisin. Her neyse, televizyon dünyasında çok çabuk tanınırlık kazanıyorsun, burada yaptığın işlerin niceliği önemliyken, film dünyasında ise kalite önemli. Eğer başarılı bir TV dizisinde rol alıyorsan ve bir senede 22 bölüm çektiğini var sayarsak, bu neredeyse senede 10 film çekmek gibi bir şey. Ve eğer bir bölüm başarılı değilse, bu, dizinin tamamının kötü olacağı anlamına gelmiyor. Fakat, durum böyle olunca da televizyon oyuncularına bir rahatlık hissi geliyor, ki bence bu iyi bir şey değil. Çünkü bana kalırsa, sette olduğunuz her an elinizden gelenin en iyisini yapmaya çabalamanız gerekiyor. Bununla birlikte dizi yapımcılarının çoğu da oyuncuları yeterince motive etmeye çalışmıyorlar, çünkü vakitleri yok ve oyuncularla komplike bir diyaloğa girmeye de yanaşmıyorlar. Dolayısıyla da genç oyuncularda bir boş vermişlik oluşuyor. Mesela, kendi dizimden de biliyorum, kayıt esnasında cep telefonlarıyla meşgul olanlara bile rastlayabilirsiniz. Oysa ki Katharine Hepburn, Cary Grant, Paul Newman, Ed Harris, Robert Duvall, Sean Penn ya da Meryl Streep’in sette telefonlarıyla oynadıklarını, mesajlaştıklarını göremezsiniz. Ama bugün genç jenerasyon oyuncuların hemen hemen hepsi kafaları telefonlarına gömülü yaşıyor. Az önce saydığım isimlerin hiçbirinin sette repliklerini çalışmak dışında bir şeylerle uğraştıklarını düşünmüyorum. O halde sen de sette telefonunu hiç çıkarmıyorsun? Oyunculuk dışında yürüttüğüm dört şirketim ve bir vakfım var ve işlerin çok yoğun olduğu günler ben bile kendimi telefonumla uğraşırken bulabiliyorum. Oyunculuk benim tutkum ve bu sayede para kazanıyorum ve itiraf edeyim sette kendimi telefonda bir şeyler yaparken yakaladığımda berbat hissediyorum. Bu konuda çok takdir 141
tişört levi’s/mr. porter pantolon stronghold ceket g-star ayakkabı stronghold
olacaktır, hayatımın her gününü dolu dolu yaşayabilmek ve ardımda iz bırakabilmek. Ve hiç değilse, çevremdekileri yaptıklarım ve/ veya yapmadıklarımla etkileyebilmek olurdu. Tabii bir de, kimseyi kırmamak ya da kırdıysam beni affetmelerini sağlamak... Aynı tavrın dünyamız için de geçerli olması gerektiğine inanıyorum. Birçok insan, yaşadığı bu kısa süre boyunca dünyanın evi olduğunu ve bu evi tahrip etmenin hiçbir sakıncası olmadığını düşünüyor. Bu evi başkalarıyla paylaştığını unutuyor ve tüketebildiğince tüketip ölüyor. Hepimiz bir bütünün parçalarıyız ve bu tavır kesinlikle bütüncül değil. Bu noktada kahramanlarımdan biri olan çevre bilimci Allan Savory’den bir alıntı yapacağım: “Dünyaya, hayatlarımıza holistik bir pencereden bakabilmeliyiz.” Çünkü aldığımız her karar bütünü etkiliyor. Gösteriş için koca bir malikane alırken burayı nasıl ısıtacağım ya da serin tutacağım ve o koca klima dünyayı nasıl etkileyecek, aldığım bu devasa cipin yakıtının dünyaya geri dönüşü ne olacak diye düşünmek gerekiyor. Bu minvalde, gelecek nesli bilinçli yetiştirmek de yine bizim ellerimizde, bunun da kesinlikle holistik düşüncenin doğa içerisindeki dinamiğini anlatmakla ve bütüncül düşünmekle mümkün olabileceğine inanıyorum. O halde konuyu Years of Living Dangerously belgeseline getirelim. O inanılmaz insanlarla omuz omuza çalışmak, açık ara yaşadığım en iyi deneyimlerden biriydi. Benim için nasıl bir onur olduğunu anlatmam mümkün değil. Ve tabii ki kadro o kadar mükemmeldi ki kelimelere sığdıramam: James Cameron, tüm Showtime ekibi, Jerry Weintraub, Arnold Schwarzenegger, Joseph Romm, Heidi Cullen, Harrison Ford, Matt Damon, Jessica Alba, Don Cheadle, America Ferrera, Michael C. Hall ve Olivia Munn’la orada beraber olmak harika bir histi. Tabii ardından gelen Emmy Ödülü de olağandışıydı. Kariyerimin en eğlenceli ve en başarılı işlerinden biriydi diyebilirim. Bu başarıyı sürdürmeyi ve daha neler yapabileceğimizi görmeyi heyecanla bekliyorum. Bir noktada, hem yapımcılar hem de stüdyolar ölçeğinde aslında şunu görüyorsunuz; eğer bu şekilde çalışırsanız,
haklı bile gösterebilirler. Ama tıpkı Damon gibi, savundukları akıl yürütmelerde oldukça dürüstler... Sence rol üzerine yapışıyor mu? İleride de sürekli sana Damon gibi karakterler teklif edileceğini düşünüyor musun? Sanmıyorum. Çünkü bu benim elimde olan bir durum ve her zaman kendini tekrar eden rolleri reddetme seçeneğim var. Televizyon dizilerinde çalışmanın avantajlarından biri de bu, gerçekten yapmak istediğiniz işleri seçme şansınız beyazperdeye göre çok daha fazla. Şöyle söyleyeyim; bu sektörde bir şeyleri ya sevdiğiniz için ya da para için yaparsınız. Ben sevmediğim bir işin içerisinde asla ve asla olmayı kabul etmiyorum. Biliyorum bu çok iddialı bir tavır, ama şu ana kadar işler fena gitmedi. Az önce aşırı uçlardan bahsettik, direkt bir bağı yok biliyorum ama dindar biri misin? Çok spiritüel biriyim ama dindar değilim. Tabii birçok insan için dinin çok önemli olduğunu biliyorum. Konu hakkında epey kitap okudum ve neredeyse tüm dünyayı gezdim, 35 yıldır bu dünyadayım ve insanlar için dinin ne ifade ettiğini, nasıl anlamlar taşıdığını anlayabiliyorum. Gelecekte, en çok neyi başarabilmenin hayalini kuruyorsun? Yakın zamanda aile fertlerimden birini kaybettim ve çok zor zamanlar geçiriyorum, bu Pazar onu anmak için toplanacağız. Çünkü insanın hayatının kutlanmaya değer olduğunu düşünüyorum. Bu olaydan sonra hayatın gerçekten ne kadar hızlı ellerimizden kaydığını daha iyi anladım. Son üç gündür anlatması epey zor duygular yaşıyorum. Bu dünyadaki zamanımız çok kısıtlı ve hayatı gerçekten dolu dolu yaşamak gerekiyor. Aslında herkes de az çok bunun farkında ama etrafınıza baktığınızda insanların birbirine ve dünyaya davranışları sanki bu durumdan bihaberlermiş gibi... Soruna dönecek olursam, benim için en büyük başarı, pişmanlıklarım bir yana, çünkü mutlaka 145
gรถmlek g-star
cover
izleyici için gerçekten bir şeyler ifade etmeye başlıyorsunuz. Ve izleyici de gitgide böyle şeyler görmek, hissetmek istiyor. Tüm konuştuklarımıza ve aktardığın deneyimlere baktığımda, oldukça başarılı bir kariyer ve çok sağlıklı bir akıl durumu görüyorum. Başarıyı nasıl tanımlıyorsun? Öncelikle, başarı benim için parayla ölçülebilecek bir şey değil, daha çok geride ne bıraktığınla, üzerinde yaşadığın ve diğer canlılarla paylaştığın dünyada ne tür bir ödev üstlendiğinle alakalı -ve bunu en pozitif ve uyumlu şekilde yapabilmekle tabii ki. Aslında vakfımızla yapmaya çalıştığımız ve kendimizi adadığımız şey de tam olarak bu. İnsanlığa, yeni bir jenerasyon armağan edebilmekten bahsediyorum. Gerçekten, şaka yapmıyorum... Başarı, dünyaya ne bıraktığınla alakalı, bu bir bahçe, bir çocuk ya da bir organizasyon olabilir. İnsanlığın yararına olması ve onların hayatlarına dokunması kafi. Bunun için büyük ölçeklerde düşünmene de gerek yok aslında, yalnızca kendi çevreni hedefleyerek bile işe başlayabilirsin. Başarı, boktan son model arabana binmen ya da özel uçağınla takılmandan mı ibaret? 10 tane kız arkadaşın var, bravo harikasın, umarım eğleniyorsundur. Başarı anlayışın bu mu? Harikaymış... Ha pardon, yoksa başarı dediğin, okulundan en iyi notlarla mezun olmak mı? Tebrik ederim... Kim takar. Özetle; global düşünebilmek için lokal hareket etmen gerekir. Bu kadar basit. Benim içinse başarı geceleri rahat uyuyabilmektir. Eğer geceleri gözlerimi rahatça kapatabiliyorsam, başarılıyım demektir. Kesinlikle... Gece yatağa girdiğinde, seni rahatsız eden herhangi bir şey olmadan kolayca uykuya dalabilmek çok önemli, hem de çok... Bu yüzden sana %150 katılıyorum, çünkü herkesin iyi bir uykuya ihtiyacı var. En son neyi Google’ladığını hatırlıyor musun peki? Evet, en son ‘arketip’i Google’ladım. İster istemez çok iç içe olduğum
bir kavram bu. Bu sabah da bunu düşünüyordum aslında; insan zihnini keşfetmeyi -ne denli birbirimize bağlı olduğumuzu... Baktığında, temelde hepimiz aynı şekilde doğuyoruz ve bir biçimde aramızda bu bağı taşıyoruz. Sonrasında ise, bizleri farklılaştıran ve aramızdaki hiyerarşiyi yaratan bu arketipleri üretmeye başlıyoruz. Bu yüzden, arketipler özelinde zihnimi sıfırlamak istiyorum. Bir yandan da bu kavramı iyice özümsemek istiyorum. Ve bunu yakın zamanda aktif hale gelecek, aynı zamanda bir eğitim kampı olan yeni projemiz öncesinde yapabilmek istiyorum. Çünkü gelecek nesilleri şekillendirmek gibi bir iddiadan bahsediyorum; bu noktada onlara bu bilinci sağlamak gerekiyor. Şimdi soracağım soru sana biraz aşağılayıcı gelebilir ya da cevaplamak istemeyebilirsin ama; hiç herhangi birine ‘salak’ dediğin oldu mu? Biliyorum, birine seslenmek için biraz çirkin bir kelime... Yoo, asla. Birine ‘salak’ dediğin andan itibaren, daha önce de anlatmaya çalıştığım; aslında hepimizin arasında var olan, tüm o birlikteliği ve uyumu bozmuş oluyorsun. Karşındaki kişiye olan toleransını ve anlayışını kaybediyorsun... Ve bu durum benim dünya görüşüme oldukça ters düşüyor. İstanbul’u düşündüğünde, aklında nasıl kokular, sesler ya da renkler beliriyor? İstanbul aklımın bir köşesinde yer etti... Bunun sebebi de, bence İstanbul’un tüm o hareketliliği ve canlılığı hem açıktan hem de zımni bir şekilde aynı anda taşıyor olması. Şehirde gezinirken, şehre işlemiş o hareketliliği kolayca hissedebiliyorsunuz, oldukça yüksek bir enerji var ve kendini size sürekli hatırlatıyor. Diğer yandan, kültürlerin buluştuğu bir nokta, coğrafi olarak da böyle bir yanı var. İstanbul’un kokusu, insanları, müziği; hepsine bayıldım. Yeterince vakit geçiremediğim için çok üzgünüm ve tekrar ziyaret etmek için sabırsızlanıyorum.
XOXO The Mag
Bu bir ilandır.
STYLE MIX an original idea by CO photographer murat süyür styling ceren çetinoğlu photographers assistant berkant demirbek styling assistant yasemin göker
gel noosa tri 9 men
gel noosa tri 9 women
gt 3000 men
gel noosa fast 2 women
gel noosa tri 9 men
gel noosa tri 9 women
ON
THE
II
ROAD
photographer emre doğru styling tuğba ansen model stefani/option mgmt hair nuri şekerci make up sam araji photo assistant fırat meriç, burak büyükyıldız styling assistant gizem göktepe
kazak miu miu/beymen çorap penti bot moda editörüne ait
kazak acne/v2k pantolon zeynep รถkmen
süveter edun/v2k etek edun/v2k şapka moncler
bot moda editörüne ait
büstiyer zeynep arçay etek zeynep arçay yağmurluk aslı filinta
bot moda editörüne ait
hırka thakoon/v2k pantolon h&m
şapka saint laurent/beymen
kazak zeynep arรงay pantolon zeynep รถkmen
ล apka ve eldivenler moncler
gömlek ısabel marant/beymen kaban saint laurent/beymen çorap penti
kazak ipek arnas yağmurluk aslı filinta
pantolon zeynep arçay
triko edun/v2k yağmurluk aslı filinta
bluz ayşen armağan/room teşvikiye pantolon sportmax yağmurluk aslı filinta
INTERVIEW/beauty
LUC GABRIEL
Business or Pleasure? Luc Gabriel, bu soruya ‘business’ cevabını verse de parfümerinin ağırbaşlı dehası Jean-Claude Ellena ve ünlü tasarımcı Thierry de Baschmakoff’un kurduğu, kendisinin de Kreatif Direktör olarak görev aldığı The Different Company’nin olfaktif bir zevk mabedi olduğunu biliyoruz. İş markasına ve parfümlerine geldiğinde tevazuyu bir kenara bırakan bu Fransızla, yaşadığı şehrin güzel duraklarından Hôtel du Temps’da buluştuk, dünü boşverdik ve bugüne odaklandık. röportaj ayşecan ipek fotoğraf paloma pineda
XOXO The Mag
The Different Company’nin son esansı Une Nuit Magnétique, klasik parfümeriye farklı bir pencereden bakıyor. Bu kışkırtıcı floralle başlayalım mı? Christine Nagel’le bu kokunun üzerinde çalışmaya, geçtiğimiz senenin ilk aylarında başladık. Gerçekten de yeni bir klasiğin peşindeydik. Müşterilerimizin içinde rahat hissedeceği ama buna rağmen daha önce hiç koklamadıklarını düşünecekleri bir parfüm yaratmak istiyorduk. Çabasız ama eşsiz... Christine’in sahip olduğu yaratıcılık ve uzmanlıkla böyle bir siparişi kolaylıkla teslim edebileceğini biliyordum. Çiçeksi ve odunsu yönüyle Une Nuit Magnétique, şipre ailesine yakın duruyor ama herhangi bir kategoriye girmemekte de ısrar ediyor.
Osmanthus üzerine bir parfüm yaratmıştı, dolayısıyla bu anlamda ilklere imza atmaktan, öncülük etmekten çekinmiyoruz. Oud parfümlerimizi tasarlarken Doğu ve Batı arasında bir köprü kurmak kadar, bu ham maddenin ne kadar değişken olabildiğini de kanıtlamanın peşindeydik. Oud’un şiddetli doğasını yumuşatmak yerine karmaşık ham maddeleri bir araya getirmekteki ustalığımızı vurgulayarak, onun yanına koyduğumuz farklı oyuncularla bağımsız, zıt karakterde iki parfüm elde ettik. Celine Ellena’nın imzasını taşıyan Sublime Balkiss, en çok satan parfümlerinizden biri olmaya devam ediyor. Sence bir kokuyu zamansız ve arzu edilir yapan nedir? Doğruyu söylemek gerekirse hiçbir fikrim yok. Sublime Balkiss örneğinden gidersek; derinliğe sahip ve karmaşık bir parfüm olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ancak markanın yer aldığı 36 ülkede de en çok satan parfümün bu oluşu, yaptığım açıklamayı yetersiz bırakıyor. Parfüm geleneğinin böylesine değişkenlik gösterdiği coğrafyaların aynı esansa tutulması bana göre gerçek bir gizem! Sanırım tüm başyapıtlar gibi Sublime Balkiss de herkesin kalbine ve ruhuna dokunmayı başarıyor.
L’Esprit Cologne koleksiyonuna eklediğiniz iki yeni esansla tanıştıktan sonra bu yoğun kolonyaların en iddialı parfümle bile baş edebileceği hissine kapıldık. Kâshân Rose ve White Zagora nasıl bir karaktere sahipler? Bu koleksiyonda Emily Copperman’la birlikte çalışıyoruz. Kolonyanın sahip olduğu taze karakteri başka bir eksende keşfetmek istedik. Kâshân Rose, gerçek bir gül esansı. Yabani, evcilleşmemiş güllerin kokusunu taşıyor. İsmini de İran’da bin senedir süregelen gül festivallerinin gerçekleştiği, bu kült çiçeği sahiplenmiş bir şehirden alıyor. White Zagora ise portakal çiçeği üzerine yoğunlaşıyor, kendine has bir baharatı ve tazeliği var. Çölde karşınıza çıkan sulak bir vaha gibi, bir anda etrafınızı serin bir rüzgarın sardığını hissedebiliyorsunuz.
Şirket, Jean Claude Ellena ve Thierry de Baschmakoff tarafından 2000’de kuruldu. Aradan geçen 14 sene içinde haute parfümeri nasıl bir değişim geçirdi? Bugün iki farklı haute parfümeri kimliğiyle karşılaşıyoruz. Bir grup gerçekten özel işler yapıyor. Cesur, eşi benzeri olmayan parfümlerle ve o parfümleri tasarlama gücüne sahip burunlarla çalışıyor. Ham madde de dahil olmak üzere hiçbir konuda taviz vermiyor, en mükemmelin biraz azında hiçbir şeyle yetinmiyor. Böylesi bir doyumsuzluğu kaldırabilmek için çok kararlı, istikrarlı, yaratıcı ve çalışkan olmalısınız. Diğer grup haute parfümeri etiketini pazarlama hilesi olarak kullanıyor ve bazı zamanlar öylesine usta bir pazarlama ekibiyle çalışıyorlar ki müşterinin kafası kolaylıkla karışabiliyor. Neyse, günün sonunda, markaları ve işleri birbirinden ayıracak tek şey ortaya çıkan esanslardır.
Collection Excessive’de ise iki farklı oud parfümüyle ve bir odunsu oryantalle karşılaşıyoruz. Doğu ve Doğu’ya ait ham maddelerin niş parfümeri tarafından suistimal edildiğini düşünüyor musun? Oud her ne kadar Doğu’ya ait bir ham madde olsa da Japonya’da da uzun zamandır kullanılıyor. Fakat Doğu’ya ait egzotik ve oryantal bir ham madde olarak pazarlanıyor, bu anlamda suistimal edildiğini düşünüyorum. The Different Company 2000 yılında, herkesten önce 169
Nevi şahsına münhasır bir burun ve ondan hiç de geride kalmayan bir tasarımcı bir araya gelerek bir parfüm evi kurarsa, o marka nasıl bir şekillenme sürecinden geçer? The Different Company’nin marka kimliğini nasıl tanımlarsın? Markayı yarattığımız ilk günden beri hep aynı değerlerin peşinden koşuyoruz: Ortaya yepyeni, heyecan verici, şık ve yaratıcı bir iş çıkarmaya... Her yeni parfüm lansmanımızda hem kendimizi hem de müşterilerimizi şaşırtmak, büyülemek, onları daha önce hiç gitmedikleri yerlere götürmeye... Bir diğer ilkemiz de her daim dürüst ve net olmak. Bir parfümü piyasaya sürmeye ya da sürmemeye karar verirken detaylar üzerinde yoğunlaşmak, en ufak ayrıntının bile gözden kaçmamasına özen göstermek gerekiyor. Ve bu sandığınızdan çok daha yorucu bir iş.
planlanması gereken bir ticaret mi? Parfüm her ikisini de kapsar, ticaret her zaman işin içindedir. Bugün ne iş yaptığım sorulduğunda bir sanatçı olduğumu asla iddia edemem. Bu, kendimi kandırmak olur. Bir süpermarkette 5 Euro’ya 500 ml’lik kolonyayı satın alabildiğiniz gibi Picasso’nun bir replikasını da 10 Euro’ya bulabilirsiniz. Tabii, The Different Company’den 150 Euro’ya 90 ml’lik bir parfüm şişesi de satın alabilirsiniz. Biz bu şişeye üstün olfaktif özelliklere sahip bir sanat eseri gibi bakıyoruz ama kendinizi işin sanat tarafına fazla kaptırırsanız ve bunun ticari bir marka olduğunu unutursanız müşteriniz kalmaz. Günün sonunda en büyük amacımız parfümlerimizi keşfedecek ve sadakatle kullanacak yeni müşteriler kazanmak.
Sence parfümün amacı nedir? Eski Mısır’da ortaya çıktığı günden beri aynı amacı güdüyor bence: İnsanı tanrılara bir adım daha yaklaştırmak ve kabilenin hatırı sayılır üyeleri olduklarını kanıtlayabilmeleri ve dolayısıyla üreyebilmeleri için kadın ve erkeğe ihtiyaç duydukları çekiciliği kazandırmak. Bugünün pazarlama taktikleri farklı kümeler yaratıyor ve kendimizi milyonlarca farklı kategoriden birini seçmeye çalışırken buluyoruz. Hipster, genç şehirli kadın ya da erkek, femme fatale, diva, 50 yaş üstü gibi… Bunun kanıtı olarak parfüm reklamlarına bakabilirsiniz. Kendini yenilemekten en aciz reklamlar hep onlar oluyor, ne de olsa modern reklamcılığın tek amacı kışkırtmak ve aidiyet hissi yaratmak. Bizim dünyamızda Tanrı ya da tanrılara yer yok. Gerçek bir haute parfümden bahsediyorsak onu herhangi bir sanat eseriyle eş değer görürüm. Bir sanat eserinin var olmaktan başka kaygısı ya da işlevi yoktur. Parfüm ve sanat olmadan nefes almaya devam edebiliriz ama yaşadığımız hayatlar boş, renksiz ve sıkıcı olur.
Senin vizyonunu ne genişletir? Bu zor bir soru. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki insanlarla fikirlerimi paylaşmak bana her zaman çok şey kazandırmıştır. Bir fikri geliştirmenin ve olabileceği en iyi yere getirmenin en garantili yolu onu ağızdan çıkarıp masaya yatırmaktır.
Sana göre bir parfüm nasıl bir yolla iletişim kurmalı? Kendi üzerinden, kendi olarak... Koku dışında başka hiçbir şeyin iletişime geçmesi beklenmemeli. Sanat ve parfüm arasındaki bağı tekrar hatırlattığına göre bu sorunun tam zamanı. Parfümeriye bakışında hangisi daha ağır basıyor? Yaratıcılığın serbest kaldığı bir sanat mı yoksa akıllıca
Nasıl motive olursun? Yaratarak, yeni deneyimler kazanarak, keşfederek ve tutkularımı başkalarının da paylaşabileceği bir platformda dışa vurarak. Hem parfümlerle hem de ekibinle ilgilendiğin için ofis hayatının sıradan olması beklenemez herhalde… Kesinlikle. Bir günüm asla diğer günümle aynı olmuyor. Seyahat etmediğim zamanlarda yeni parfümlerin yaratım süreciyle ilgileniyorum ve halihazırdaki ürünlerimizin en iyi şekilde temsil edildiklerinden emin olmaya çalışıyorum. Birlikte çalıştığım insanlar da sorumluluğum altında, evet. Paris’te yaşıyorsun değil mi? Evet. Eyfel Kulesi’ne çok yakın bir yerde oturuyorum. Gerçi evimde ve Paris’te istediğim kadar vakit geçirdiğimi söyleyemem. Yılın altı ayında vaktimi başka coğrafyalar arasında bölüştürüyorum. Farklı pazarları anlayabilmem için bizzat oralarda bulunmam gerekiyor.
XOXO The Mag
171
FOOD
Orada Olmak
Günümüzde Aşçıların Yeri yazı didem şenol tiryakioğlu fotoğraflar orhan cem çetin
“Çalışmayı seviyorum.” Kaç kişi bu cümleyi gönül rahatlığıyla kurabilir bilmiyorum. Sanırım çalışmayı birçok kişinin algıladığı gibi algılamadığımdan bu sevgim. Okula gittiğim dönemlerde hiç böyle hissetmedim. Çarşamba oldu mu hafta yarılandı diye sevinirdim. Pazar sabahı karnım ağrırdı, bir gün kaldı yeni haftanın başlamasına diye. Dersler boyunca sürekli saatime bakardım. Asla kötü bir öğrenci olmadım fakat okul dönemimde yaptığım hiçbir şeyi aşkla yaptığımı da söyleyemem. Aşçı olmak için çalıştığım dönemlerde mızmızlanmayı bıraktım. Günde en az 10-12 saat çalışmak rutinim oldu. Mutfakta olmayı sevdim hep, akşam yatağa uzandığımda bacaklarımın sanki bana ait değilmiş gibi gelmesine aldırmadım. Amacım vardı; iyi bir aşçı olacaktım. Nitekim o günlerin üstünden neredeyse 12 sene geçti. Çıraklıktan, aşçılığa, aşçılıktan, lokantacılığa geçerken hevesimden hiçbir şey kaybetmedim. Herkesin bir gerçeği var, inandığı, yapmak istediği, istemediği, bahane bulduğu, peşinden koştuğu... Aslında hepimiz istediğimiz hayatı yaşıyoruz. Seçim bizim değilmiş gibi geldiğinde bile seçimler bizim. Seçtiğim hayatta her sabah uyandığımda gülümseyerek gittiğim, en sıkıntılı günlerinde bile bir şeyler öğrendiğim, her öğrendiğim şeye minnet duyduğum bir işim var. Lokanta’nın ilk açıldığı seneydi. Mutfakta iki kişi sabah akşam yemek pişiriyorduk. Her şey yeniydi. O güne kadar sadece başkalarının
mutfağının bir parçası olan ben, bir anda misafirlerin istekleri, kendi pişirmek istediğim yemekler, hayal ettiğim menü, bulabildiğim malzemeler arasında gidip gelmeye başladım. Kaçan bulaşıkçı, sabaha karşı balık hali, gündüz ve akşam servis, hazırlık, malzeme fiyatları ve Karaköy’ün o günkü gerçekleri arasında sıkışmıştım, ve aslında tek amacım lezzetli yemek yapmaktı. Hazırladığım yemekleri servis ettikten sonra salon tarafına geçip yiyenlerin mimiklerini seyrediyordum: “Sohbete dalmış ne yediğini pek umursamıyor” veya “ağzına attığı bir çataldan sonra hızlıca ikinci çatalı alıp ağzına götürmeye çalıştı”, “çok beğendi, evet gülümsüyor” veya “bak yanındakinin de tatmasını istedi” diye kendi kendime konuşup, masalardan dönen tabaklarda bir şey kalmış mı diye kontrol ediyordum. Bugün ise, sabah panjuru açıp, gece hesapları kapatıp, panjuru bizzat kapattığımız günleri düşünmek hoşuma gidiyor. İlk açtığımız gün, bozuk para ve hesap makinesi almayı unutacak kadar toy olmuş olmak, o gün karnıma ağrılar sapladıysa da bugün gülümsememe sebep oluyor. İnsan evriliyor; yapabildiğini gördükçe bir adım daha atmak istiyor, menüye ilk günlerde cesaret edemediği tabakları ekliyor, zaman içinde Türkiye’nin değişik yerlerinden dostlar ediniyor, o kişiler lokantanın sağlayıcıları oluyor. Böylece lokantada çalışan ekip büyüyor. Aslında her gün yeni bir şey öğreniyor insan...
XOXO The Mag
tutan, gerçekten yaşayan aşçının, kafasını mutfaktan dışarı çıkarmayan, en muhteşem tabağı yapma amacından başka bir gerçeği olmayan bir aşçıdan çok daha değerli olduğunu düşünüyorum.
Benim için yıllardan beri süregelen ikilem, lokantanın sahibi olmaktan öte, aşçısı olarak mutfakta sürekli olmak ve olmamak arasında. Bundan beş-altı sene önce, birçok lokanta için sarf ettiğim sözleri hatırlıyorum: “E her akşam mutfakta değilmiş ki? Gitmesek mi?” Bu sektörün bu kadar içinde olan ben bile, geçmişte lokantaların başarısını şefin veya aşçıbaşının bizzat varlığına bağlarken bugün ne düşünüyorum?
Malzemeler, lezzetli tabaklar, lezzette denge arayışı, geleneksel tatlara hoşluk katmak, insanları şaşırtmak, duyularını harekete geçirmek, en iyi domatesin peşinde koşmak, en iyi ekmeği mayalamak için uğraşmak; aslında benim için tüm bunların amacı paylaşmak. Kulağa son derece klişe gelse de, bu mesleği yapıyor olmamın en gerçek sebebi bu; misafirlerle lezzeti, ekiple hayatı paylaşmak, birbirinden öğrenmek, büyümek...
Bugün, lokantanın başarısının, dünyayı takip eden, değişik yerlerde yemek yiyen, sergi gezen, malzemeye dokunan, kovanından bal tadan, ormanda mantara dokunan, ve gerektiği kadarını toplayan, üreticiyle sohbet eden, şehrin ritmini hisseden, konferansta bulunan, konferansta konuşan, kendini besleyebilen bir aşçının rehberliğinde üretilen yemeklerden geçtiğini düşünüyorum. Sanırım bunu da bilinçli veya bilinçsiz hayata geçirmeye çalışıyorum. Çıkan keyifli yemeğin, kontrol delisi, her şeyi kendisi yapmaya çalışan tek aşçı modelinden çok, seçtiği ve belli yerlere getirdiği kişilere güvene dayalı iyi bir ekip işi olduğunu düşünüyorum.
Aşçılığı ve lokantacılığı hayata geçirirken samimiyeti kaybetmemek benim için asıl olan. Bunun için de bol bol sohbet etmenin, yan yana çalıştığım insanların söylemek istediklerini dinlemenin önemli olduğunu düşünüyorum. Yeni projelerle beraber, ekip olarak evrilmenin, düşünmenin, paylaşmanın başarıyı getireceğini biliyorum. Biri seneler önce “Neticede bu bir iş, birlikte çalıştığın insanları sevmesen de olur” demişti, kesinlikle katılmıyorum. Çalıştığın ortamı ve birlikte iş yaptığın kişileri sevmenin ve değer vermenin, ekip olmanın, uzun vadede çok büyük getirisi olduğuna inanıyorum. Peki ya sadece mutfakta olmak mı? Sanırım günümüzde aşçı olmak, yemek pişirmekten çok daha fazlası.
Malzemeyi tepeden tırnağa kullanmanın, hiçbir şeyi zayi etmemenin, bizi besleyen hayvana saygılı, doğaya saygılı, gerektiğinde aktivist, sokağa dökülen, sürdürülebilir tarımı destekleyen, toplayan, balık 173
INTERVIEW/vıdeo
DAVID WILSON
The Soul of Filmmaking David Wilson, son zamanların belki de en dikkat çekici işlerinden biri olan Arcade Fire’ın ‘We Exist’ videosunun arkasındaki isim. Kaldı ki onu Tame Impala ve Arctic Monkeys için yaptığı animasyon videolardan da tanımanız muhtemel. Esasen İngiliz olup, Los Angeles’ta ikamet eden bu yetenekli yönetmenle, Arcade Fire-Andrew Garfield-LGBT üçgeninden LA’deki yaşamına uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik. röportaj aslı arduman fotoğraf david wilson’ın izniyle
XOXO The Mag
Arcade Fire, We Exist.
Arcade Fire için çektiğin son videondan bahsetmeden evvel, Tame Impala ve Arctic Monkeys için çektiğin animasyon videoları göz önünde bulundurarak, bu alandaki en son yenilikleri sormak istiyoruz. Eskiden teknolojik gelişmeler beni heyecanlandırırdı, fakat artık pek umurumda değil. Beni asıl heyecanlandıran, hikayenin anlatımı ya da film yapımcılarının kendilerini ifade ediş şekli; beni ilgilendiren ruhu olan yapımlar. Bunun dışında stereoscopy ve 3D projeksiyon gibi yenilikler var elbet, ama dediğim gibi, tüm bunlar benim pek ilgimi çekmiyor. Öte yandan, artık insanların CG’den ziyade fiziksel objeler kullanmaya yöneldiğini söyleyebilirim. Mesela, daha geçenlerde bir reklam filminin çekiminde CG yerine kuklalar kullandık; bunlar bizim yarattığımız birtakım yaratık kuklalarıydı ve CG’ye kıyasla inanılmaz bir gerçeklik hissi yaratmamıza olanak tanıdı. Benim için en heyecan verici gelişme sanırım bu.
duygusallığıyla tam olarak uyuşmayan bir şeyler vardı. Bunun üzerine cross-dressing ve dans eden redneck’leri alıp videoyu izlediğiniz, en son haline getirdim. Tahminimizce bu soruyla çok fazla karşılaşıyorsundur, fakat yine de sormak istiyoruz: Laura Jane Grace’in argümanı ile ilgili ne düşünüyorsun? Neden gerçek bir transgender oyuncu yerine Andrew Garfield’ı seçtiniz? Evet doğru, bu çok fazla karşılaştığım bir soru. Proje boyunca, bazı arkadaşlarımın tavsiyelerinden yararlandım, özellikle de Berlin’de yaşayan fotoğrafçı/yönetmen Matt Lambert ve Hercules and Love Affair’den dolayı tanıdığım Our Lady J bana çok yardımcı oldular. Hem Matt hem de J beni bu konuda uyardılar ve hazırlıklı olmamı söylediler. Biliyorsunuz, transgender’lar halen pek çok insan tarafından yadırganıyorlar. Bundan 20 yıl önce homoseksüellik tuhaf karşılanıyordu ve biseksüeller de gay olmaya cesaret edemeyen, iki arada bir derede kalmış insanlar olarak görülüyordu. Bana kalırsa liberal düşünen bir dünyada, cinselliği gittikçe daha iyi anlamaya başlıyoruz. ‘We Exist’in videosunda da genç bir adam cinsel kimliğini keşfetmeye çalışıyor. Neticede kimse kendi gibi olmaktan ya da kendinden korkmamalı. Bu noktada, Andrew gibi zeki ve duyarlı bir insanı ve aynı zamanda dünyanın en iyi aktörlerinden biri olarak neredeyse tüm dünyaya erişebilecek bir kişiyi seçmek son derece anlamlıydı. Ona olan güvenim sonsuzdu ve hakikaten de inanılmaz bir iş çıkardı. Sandy karakterine bürünmesine şahit olmak inanılmaz bir tecrübeydi. Laura Jane Grace ile tanışıklığım yok ama günün birinde tanışmayı umut ediyorum. İşin güzel tarafı da, onun J’in arkadaşlarından biri olması ve bu konuda konuşmuş olmaları. Hatta bunun üzerine Laura Jane Grace tweet’lerini geri çekti ve projeyi farklı bir perspektiften görmeye başladığını açıkladı.
O halde, ‘We Exist’in videosuna gelelim. Arcade Fire ve Andrew Garfield ile çalışmak nasıldı? Nasıl bir araya geldiniz? Arcade Fire’la çalışmak hakikaten müthiş bir tecrübeydi. Bu işi The Directors Bureau ile olan bağlantım sayesinde aldım. Şirketin sahibi Roman Coppola, aynı zamanda grubun 30 dakikalık SNL konserinin videosunu yönetmişti. Bundan bir süre sonra Arcade Fire kendisinden ‘We Exist’in videosu için yönetmen tavsiyesinde bulunmasını istemiş. Roman da onlara beni önermiş. Böylece Win Butler ile kontağa geçtik ve hiç vakit kaybetmeden birlikte video üzerine çalışmaya başladık. Esasında çekime Aralık 2013’te başlayacaktık, fakat tüm grubu aynı yerde toplamak konusunda sıkıntı yaşadık. Ve tam da bu yüzden videonun son sahnesi Coachella’da çekildi, grubun tamamı bir aradayken! Win ile ilk işimiz başrolü, yani Sandy rolünü kime vereceğimize karar vermekti. Bu arada, grubun inanılmaz iyi bağlantıları olduğunu ve herkes tarafından müthiş saygı gördüklerini eklemeliyim. Win, Andrew’nun ismini andığındaysa kalbim duracak sandım, zira onu Boy A’de izlediğimden beri kendisine büyük bir hayranlık duyuyordum. Bizle çalışmayı kabul ettiği takdirde, hem projenin prestiji artacaktı hem de böylesine karmaşık bir role hakkını verecek son derece yetenekli bir oyuncuyla çalışmış olacaktık.
Zaten genel olarak LGBT komünitesinden iyi tepkiler almışsınızdır diye tahmin ediyoruz. Evet, çok güzel yorumlar geldi. Mesela gay ve lezbiyen film festivallerinden bana yazıp, videoyu kısa film gösterimlerine eklemek istediklerini söylediler. Aldığım en hoş tepkilerden biriyse, bir adamın YouTube yorumuydu, şöyle bir şey yazmıştı: “Transgender kişilerle kendimi asla özdeşleştirememişimdir, fakat Arcade Fire ve Andrew Garfield ile kendimi özdeşleştirebiliyorum ve onları anlıyorum.” Bana kalırsa bu muhteşem bir tepkiydi, zira bu video, tek bir kişide bile olsa sosyal tabuların yıkılmasına katkıda bulunuyorsa, bence bu gerçek bir başarıdır. Bu videonun amacı da geniş bir kitleye ulaşmak ve LGBT komünitesinin dışındaki insanlardan da olumlu tepkiler alabilmekti. Ve açıkçası ben bir müzik videosunun böylesine büyük bir etki
Videonun konsepti nasıl ortaya çıktı? Win şarkıyı, Kingston, Jamaica’da bir süre vakit geçirdikten sonra yazdı. Orada gay çocuklarla vakit geçirdi, Kingston’da homoseksüel olmak hiç de kolay bir şey sayılmaz. Bu arada, esasında Win’in ilk aklına gelen fikir cross-dresser’ların, redneck’leri onlarla dans etmeye zorlaması gibi bir şeydi. Fakat bana göre burada şarkının 175
Tame Impala, Mind Mischief.
yaratacağını asla düşünmemiştim. Benim için müthiş bir tecrübe oldu. Biraz önce de bahsettiğin, videonun final sahnesine gelecek olursak; bu sahneyi Arcade Fire’ın Coachella performansı esnasında çekmek nasıldı? Öncelikle kimse sahnedekinin Andrew Garfield olduğunu anlamadı. Çekime başlamadan hemen önce Andrew ile seyircilerin yanında duruyorduk ve kimse herhangi bir tepki göstermedi. Neticede, Arcade Fire’ın Reflektor turnesi o kadar renkli ki: Dansçılar, aynalı adamlar, iskeletler... Dolayısıyla sahneye beyaz elbiseli birinin çıkması seyircinin çok da dikkatini çekmişe benzemiyordu. Ve sanırım o sırada seyircilerin çoğu, grubun ‘Wake Up’ı çalmasını bekliyordu. Şahsen o gün, hayatımın en tuhaf günlerinden biriydi, dolayısıyla sıra o sahneyi çekmeye geldiğinde beynim neredeyse hiçbir şeyi algılayamayacak durumdaydı. Evvelinde Andrew kamera karşısında kafasını kazımıştı, o sırada Spiderman’in tanıtımını yaptığını düşünecek olursak bu epey önem taşıyan bir durumdu aslında. Daha sonra, Arcade Fire konserinin başlangıcında, birisinin, papier-maché kafalardan birini takıp, Daft Punk’ı sahneye davet etmesi gerekiyordu, ve bunu yapan kişi ben oldum! Yani bunca heyecandan sonra, videonun final sahnesini çekme sırası geldiğinde, ben neredeyse hareket edemeyecek vaziyetteydim. Peki Ryan Heffington gibi müthiş yetenekli bir koreografla çalışmak nasıldı? İşin güzel tarafı Ryan ile birlikte çalışmaya başlamadan evvel de arkadaş olmamızdı. Los Angeles’a yaptığım ziyaretlerden birinde, kendimi onun verdiği dans derslerinden birinde bulmuştum, daha sonra da online bir arkadaşlık başladı aramızda. Ben LA’e taşındıktan sonra da arkadaşlığımız sağlamlaştı. Ve yakın bir arkadaşla çalışmak her zaman güzel bir şey. Ryan kesinlikle LA’deki favori insanlarımdan biri. Ayrıca inanılmaz çalışkan birisi, dur durak bilmiyor (iyi manada!) ve asla kendine kısıtlamalar koymuyor; son derece ilham verici bir insan. Birlikte çalışmayı hayal ettiğin bir başka grup ya da müzisyen var mı? Death From Above 1979 yıllardır listemin en başında yer alıyor ve tekrar bir araya gelmeleri de beni çok heyecanlandırdı. Altı ay boyunca menajerlerini kovaladım, olabilecek en iyi tretmanları
hazırladım ve hatta sırf onlarla çalışabilmek için o sırada Daft Punk’tan gelen bir teklifi reddettim. Dolayısıyla, sonunda Death From Above 1979 ile çalışamamak beni epey üzdü. Bunun dışında, bir sonraki Tame Impala albümü için sabırsızlandığımı söyleyebilirim. Yaptıkları müziğe bayılıyorum ve ayrıca birlikte çalışması harika bir grup. Kısacası tekrar onlarla çalışmayı çok isterim. Farz edelim XOXO için bir film çekeceksin; nasıl bir şey olurdu ve kimle çalışırdın? Bir süredir kafamda bir senaryo var: Çölde geçen, yalnızlık ve dinle ilgili ve biraz da homoerotizm esintilerinin olduğu bir komedi. Mümkünse bu projeyi gerçekleştirmek isterdim. Ve Superjail!’in muhteşemliğinde bir müzikale dönüşmesi için de Christy Karacas ile çalışmak isterdim. Seninle Los Angeles’ta bir gün geçirecek olsak, bizi nerelere götürürdün? Sabahtan Silver Lake’teki evimde buluşurduk. Tam bir hipster mahallesinde yaşıyorum ama hoşuma gidiyor burası; palmiye ağaçlarının arasında çok mutluyum. Daha sonra arabaya atlardık ve YAS’a giderdik; burada Spin ve Yoga’yı kombine eden favori dersime girerdik. Hemen sonrasında Hyperion Public’te brunch yapardık. Akşam üstüne doğru Griffith Park’ta yürüyüşe giderdik. Güneşten rahatsız olduğun takdirde David Wilson’ın Museum of Jurassic Technology’sine giderdik; burası eski teorilerin ve vakaların bulunduğu tuhaf ve aynı zamanda da şahane bir müze. Daha sonra Echo Park’ta bir vegan restoranı olan Sage’e giderdik ve buranın en güzel yemeği olan çiğ taco’lardan yerdik. Son olarak, eğer Pazar günüyse, Ryan Heffington’ın dans stüdyosu Sweat Spot’a giderdik. Burada Danny Dolan’la birlikte ‘CHRCH’ adını verdiği özel akşamlar düzenliyorlar. Stüdyodaki bütün ışıkları kapatıyorlar ve mum ışığında house, Afrika müziği ve klasik müzik karışımı eklektik bir müzik eşliğinde iki saat boyunca dans ediyorsunuz. Sonunda da yere uzanıp kristal kaseler ve gong’ların titreşimiyle 45 dakika süren bir ses banyosu yapıyorsunuz. Tüm bu anlattıklarım kulağa son derece ‘LA’ geliyor, biliyorum, kaldı ki bu benim için de çok yeni ve heyecan verici... Ne zaman vakit bulsam kendim için iyi bir şeyler yapmaya çalışıyorum; bu hem zihnime hem de ruhuma inanılmaz iyi geliyor ve böylece verimliliğim de artıyor.
XOXO The Mag
fıle
hazırlayan gazali görüryılmaz
Müzikal kimliğini irdelemeden önce, biraz gündelik hayatından bahsedebilir msin? Salute kimdir, bir gün boyunca neler yapar? Liseyi yeni bitirdim, üniversiteye başlamak üzereyim. Bir Viyana sakiniyim. 18 yasındayım, piyano ve davul calıyorum, PC oyunları oynamayı seviyorum, spor yapıyorum. Genel olarak genç bir insanın ilgi alanları neyse ben de onlarla ilişkiliyim. Future bass, future soul, future beats gibi türler senin için ne anlam ifade ediyor? Sence bu etkileşimler müziğinde nasıl yer alıyorlar? Future bass’ı, bu türü hiç tanımayan bir insana anlatmaya kalkarsanız epey zorlanabilirsiniz. Future bass; icinde R&B, hip hop, trap ve house gibi bir cok türü barındırıyor ve bu nedenle tam olarak tanımlanması zor. Türün tam olarak nereden evrildiğini söylemek de çok zor. Ayrıca yaptığım müziği kategorize etmeyi de hic sevmiyorum. Biri bana ne tür müzik yapıyorsun diye sorduğunda ‘yeni R&B’ demeyi tercih ediyorum. Bir yandan da, insanlara bu türün ne kadar değişken olabileceğini de anlatmaya calşıyorum. Bize Red Bull Music Academy Bass Camp 2013 deneyimlerini anlatır mısın? Bu etkinliğin müzik kariyerine ne gibi etkileri oldu? Aynı türde müzik yapan bir çok insanla tanıştım. Özellikle de yetenekli prodüktörler ve sanatçılarla iletişime geçme şansım oldu. Başka sanatçılarla bir arada olmak, bu türe ve genel olarak müziğe bakış açılarını görebilmeme yardımcı oldu. Birçok sanatçıyla fikir alışverişinde bulundum. Ayrıca her gün yapılan etkinlikler sayesinde, dünya capında prodüktörler ve DJ’lerle çaldık. Bu da benim için muazzam bir deneyimdi. Cinematic Orchestra’nın bize verdiği workshoplarda, grubun kariyer geçmişi ile ilgili harika fikirler edinmiş oldum; katılımcılara, yaptıkları harika albümlerin perde arkasını anlattılar. 90’larda henüz ufak bir çocuktun… Ancak Ginuwine’in ‘Pony’sine yaptığın remix gerçekten harika. 90’lı yıllar seni nasıl etkiledi? 90’ların R&B, jazz ve hiphop müzikleriyle büyüdüğüm için yaptığım remix’lerde parça secimlerinde bu dönemden parçalar görmeniz çok normal. Henüz küçük bir çocukken çantama bir sürü R&B ve hip hop albümü atar, sözlerini anlamama rağmen saatlerce dinlerdim.
Parçaların başta karanlık bir his verse de, dinleyiciyi dans pistine davet etmeyi de ihmal etmiyor. Kulüpte kabin başındayken bu havayı nasıl yakalıyorsun? Genelde enerjik ve melodik setler çalmayı tercih ediyorum. Dengeyi kurmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum, müziğin tek bir yönüne eğilmek yerine, farklı noktalardan bir şeyler de katmayı tercih ediyorum. Parçalarıma küçük jazz esansları koyup, insanları dans ettirmek de oldukça keyifli. Yapmakta olduğun müziğin Amerika ve İngiltere’deki popülerliği malum... Bu bağlamda Avusturya’da işler nasıl ilerliyor? Görünüşe göre İngiltere’de Avusturya’da olduğundan daha ön plandasın. Bu konuda ne düşünüyorsun? Avusturya uluslararası müzik piyasasını biraz geriden izlediği için Amerika’da ve İngiltere’de daha popüler olmam doğal. Amerika ve İngiltere’deki müzik sahnesi yeni sanatçıları bulup keşfetmek konusunda çok daha hızlı. Bunun ana nedenlerinden biri yaptığımız müziğin kökeninin o topraklara ait olması. Avusturya’daki müzik piyasasının çok daha küçük olması bizim gibi sanatçıların burda ismini duyurmasını zorlaştırıyor. Sam Smith’in ‘Money On My Mind’ parçasına remix yapma fikri nasıl gelişti? Başlangıç noktan neydi ve sonuç seni memnun etti mi? Sam Smith’in menajeri benim menajerimle irtibata geçip parçanın remix’ini yapmak isteyip istemediğimi sordu. Ben de bu teklife oldukça sıcak baktım. Büyük bir heyecanla remix’i bir günde bitirip yolladım ve oldukça ilgi çekti. Bu remix benim en popüler çalışmalarımdan biri oldu, çünkü kendimden oldukça fazla şey kattım. Son zamanlarda beğenerek takip ettiğin DJ ya da prodüktörler kimler? Rustie sanırım son zamanlarda en beğendiğim prodüktör. Aynı zamanda hem enerjik ve karanlık olabilmesi beni oldukça etkiliyor. Kendine verebileceğin en iyi tavsiye? Açıkçası böyle bir tavsiyem yok ama şunu söyleyebilirim; insan bir şeyleri başarmak istiyorsa ona ulaşmak için durmadan çabalamalı ve çalışmalı. Benim için anahtar kelime sabır.
XOXO The Mag
Biraz kendinden bahseder misin? Müzikal kimliğinin dışında, kimdir Antonio Cuna? Kendimi müzikal kimliğimden ayırabileceğimi zannetmiyorum. Müziğimi dinleyenler beni %100 tanıyabilirler. Elimde ne varsa, bende ne varsa hepsi müziğimde.
ile orada olabilmek ve birlikte müzik yapmak bu geceyi daha da özel hale getirdi. Stüdyo setup’ını biraz tarif etmeni istesek; ne tür ekipmanlar, enstrümanlar ve yazılımlar kullanıyorsun? Prodüksiyonlarımın temelini Ableton kullanarak oluşturuyorum. Bunun yanında ekipmanın tamamı ise şu şekilde; Duet ses kartı, bir MIDI keyboard (MPD 32) ve göz bebeğim Fender Toronado.
Maryland’de büyüyen bir çocuk olarak kaykay ve müzik dolu yıllar geçirdiğini biliyoruz. Sonunda kendini müzik prodüktörü olarak bulduğun bu yolculuğu biraz anlatır mısın? Tüm gençlik yıllarım, çeşitli müzik gruplarında çalarak, kaykay yaparak, Tony Hawk Pro oynayarak ve kadınların karşısında kendimi garip hissederek geçti. Hiçbir zaman geri dönmeyeceğini bilsem de bazen çok ama çok özlüyorum o zamanları. Arkadaşlarım üniversiteye gitmek için şehri terk ettiğindeyse etrafımda kimse kalmadı ve ben de kendimi bilgisayar başında müzik yaparken buldum. Bu sayede o kadar çok şey öğrendim ki; şu anda dinlediğiniz her şarkı o zamanlardan edindiğim altyapının vücut bulmuş hali.
Remix yapacağın şarkılarda nasıl bir özellik arıyorsun ve günün sonunda çalışmanı tamamladığında nasıl oluyor da hepsi Sweater Beats gibi tınlıyor? Sıra dışı vokalleri olan neredeyse bütün şarkılara remix yapabilirim. Kendi prodüksiyonlarımda kullandığım setup’ın ve synth’lerin aynılarını kullanıyorum ve yöntem olarak da kendi şarkılarımda uyguladığım prodüksiyon aşamalarını uyguluyorum. Sanırım bu nedenle Sweater Beats tadı hepsinde yoğun bir şekilde hissediliyor.
Beats, future beats, future bass ve bazen de çağdaş R&B olarak adlandırılan R&B etkileşimli elektronik müziği sen tam olarak nasıl tanımlıyorsun? Farklı duyguların bir araya gelmesi benim için. Mantığı alıp, bir sürü elektronik ses ve groove’un içine atıp, hepsini tek bir öğütücüden geçirerek R&B smoothie’si yapmak olarak tanımlayabilirim.
Malum, iletişim çağının çocuklarıyız hepimiz. Peki sen, özellikle müziğini pazarlamak için sosyal medyayı nasıl kullanıyorsun? Sosyal medya takip etmesi gerçekten zor bir konu. Hemen her gün içinde olmanız gerekiyor. Benim için en zor kısmı ise müzik dışında sıradan konular hakkında tweet atmak veya Facebook’ta içerik paylaşmak. İşin ilginç tarafı ise en çok bu tarz paylaşımlarım beğeni topluyor. Yanlış hatırlamıyorsam uzun zamandır en çok beğeni aldığım içerik ya bir kediydi ya da sweatshirt, hatta durun şimdi aklıma geldi üzerinde kedi fotoğrafı olan bir sweatshirt’tü!
Peki 90’lar R&B’sine seni bu kadar bağlayan nedir? R&B’nin altın çağında büyüdüm, istesem de istemesem de, etrafım bu tür müzikle sarılıydı. Ablam ve kuzenlerim sayesinde tüm çocukluğum TLC, 702 ve Blackstreet gibi grupları dinleyerek geçti. Bu nedenle de kalbimde önemli bir yer işgal ediyor o dönemin müzikleri. Hepsinin yanında şöyle de bir gerçek var ki, 90’ların R&B harmonilerinin üzerine hiçbir zaman geçilemedi. Mesela hala kimse Boyz II Men ile aşık atamaz bana göre.
En beğendiğin DJ ve prodüktörler kimler? Son zamanlarda neler dinliyorsun? Benim için tüm zamanların en önemli prodüktörleri Timbaland ve Pharrell. Son günlerde ise Rustie’nin yeni albümüne takılıp kaldım. Kendine verebileceğin en iyi tavsiye? Ben burada sözü Luda’ya bırakmak istiyorum: “Pahalı arabalar, kadınlar ve havyar. Bizim kim olduğumuzu biliyorsunuz çünkü dünyanın her yerinde kendimizi bu şekilde tanımlıyoruz.”
Los Angeles’taki Boiler Room’da Kaytranada, Ta-ku ve Bahwee gibi isimlerle bir arada çaldın. Nasıl bir tecrübe oldu senin için? Hayatımın en özel gecelerinden biriydi kesinlikle. Tüm HW&W ailesi 179
fıle
Müzisyen kimliğinin dışında kendini nasıl tanımlıyorsun? 24 yaşındayım, doğma büyüme Montrealliyim. Vaktimin büyük bir bölümünü müziğe ayırsam da, sinema ve gastronomiye de büyük ilgim var. Yine de kendime dönüp baktığımda müzik dışında bir şey düşünmekte zorlandığımı görebiliyorum. Sanırım sıkıcı bir insan olma yolunda büyük bir ivme yakaladım, bunu destekleyecek bir diğer özelliğim ise kedileri çok seviyor olmam. Prodüksiyonlarında yenilikçi yaklaşımlar ve deney metotları kullandığını duymuştuk. Detayları senden alalım. Son zamanlarda prodüksiyonlarımın mix süreçlerinde bazı denemeler yapıyorum. Bunun en önemli nedeni ise davul ve synth’lerin daha orijinal duyulmasını istemem. Müzik prodüksiyon setup’ım ise son yıllarda yazılımdan donanıma doğru bir geçiş yaptı zaten, tıpkı fx pedalları kullanarak synth’leri canlı kaydetmem gibi. Geçen gün, çaldığım synth’leri kasete kaydetmeye çalıştım ve sonuç tahmin ettiğim kadar havalı olmadı fakat yine de denemeye devam. Çalışacağın müzisyenleri nasıl seçiyorsun? Öncelikle, birlikte çalışacağım kişinin benden önce birçok farklı müzisyenle işbirliği yapmış olmasını tercih ederim. Bunun nedeni karşımdaki müzisyene güvenmemem değil, sadece yaratım sürecinde bir ileri bir geri hareket etmek istememem kesinlikle. Bundan da çok seçici biri olduğum algılanmasın, aslında aynı müzik zevkine sahip olduğum herhangi biriyle de rahatça üretebilirim. Kaytranada’nın müzik kariyerine nasıl bir katkısı oldu? Kanadalı müzisyenler olarak birlikte çok vakit geçiyor musunuz? Kaytranada, yayınladığım ilk şarkı ‘Son Fine’ı hazırladığı bir mixtape’te kullandı ve bu sayede HW&W’nin dikkatini çekmiş oldum. Sonrasında benimle çalışmak istediklerini söylediler ve kendimi HW&W’nun içinde buldum. Bu açıdan bakarsak eğer, evet müzik kariyerime katkısı oldukça büyük. Hem müzikal işbirliği yapmak hem de sadece müzik hakkında sıradan bir sohbet için bile olsa Kaytranada ve diğer Kanadalı müzisyenlerle sıkça bir araya geliyoruz. Son zamanlarda Kanada müzik sahnesi nasıl bir evrim geçirdi sence ve Pomo’yu bu dönüşüm içinde nasıl konumlandırıyorsun? İki yıl önce Vancouver’ı terk edip Montreal’e taşındığımda burası müzik prodüksiyonu anlamında çok da hareketli değildi. Şu an ise baktığımda ciddi bir kıpırdanma görebiliyorum. Ben bu gelişimin içinde kendimi; yapmak istediği şeyi yapan ve bunu yaparken de çok da üzerine düşünmeyen bir müzisyen olarak konumlandırıyorum.
Enstrüman kullanıyor olman, şarkı yazım ve prodüksiyon sürecinde sana ne oranda katkı sağlıyor? Müziğe ilk başladığım yıllarda bir rock grubunda gitar çalıyordum, şimdi ise çeşitli yazılımlar kullanarak prodüksiyonlar yapıyorum. Ancak, sanılanın aksine, enstrüman kullanımı, şarkı yazım ve kayıt sürecimdeki en kilit öğe. Şarkıların ana iskeletini keyboard kullanarak hazırlıyorum, davul ve synth’lerin de birçoğunu canlı çalarak kaydediyorum. Bunlar üzerinden davul aranjmanlarını hızlıca yazılım aracılığıyla yapsam da elimden geldiği kadar buna bağlı kalmamaya özen gösteriyorum. Canlı gitar sesine ihtiyacım olduğunda ise yakın arkadaşım Danny McKinnon’u arıyorum. Her ne kadar ben de bu parçaları çalabiliyor olsam da bu konuda onun ayrı bir yeteneği var. Bugüne dek müziğinle ilgili kulağına çalınan en ilginç tanım neydi? Şimdi çok iyi hatırlamıyorum ama birisi ambient funk gibi tanım kullanmıştı. Katılıp katılmadığıma emin değilim fakat bu şekilde duyulan bir müzik yapıyor olmaktan memnunum. Bana sorarsanız, uzakta bir yerlerde hip hop etkilerinin hissedildiği, homojen bir house/ funk karışımı olarak tanımlanabilir. Müziğe erişim daha önce hiç olmadığı kadar kolay bir hal aldı, malum. Bu minvalde, gizlilik konusu müziğini ve pazarlama metotlarını ne oranda etkiliyor? Dürüst olmak gerekirse, gizlilik konusunda oturup uzun uzadıya düşünmüyorum. Remix, sample ve şarkılarımın büyük bir çoğunluğunu ücretsiz olarak erişilebilecek şekilde paylaşıyorum, ki insanlar bunları isterlerse mixtape’lerinde kullansınlar, isterlerse de sadece oturup dinlesinler. Ben de iyi bir müzik dinleyicisi olduğum için, sevdiğim bir şarkının satın alma link’ini bulamayınca, diğerleriyle aynı üzüntüyü paylaşıyorum. Bunu da özellikle kendi üzerimden kimseye yaşatmak istemem. En beğendiğin DJ ve prodüktörler kimler, son zamanlarda neler dinliyorsun? Son zamanlarda bana en çok ilham veren DJ ve prodüktörler; AstroLogical, Potatohead People (yeni EP’lerini merakla bekliyorum, inanılmaz olacak), Kaytranada, Disclosure, Bondax, Snakehips, Mr. Carmack ve şu anda adını unuttuğum daha birçok isim. Kendine verebileceğin en iyi tavsiye? Tüm dönemlerden ve ülkelerden dinleyebildiğin kadar müzik dinle ve asla ilham aldığın sanatçıları yanından ayırma.
XOXO The Mag
Biraz kendinden bahseder misin? Müzikal kimliğinin dışında, kimdir Cyril Hahn? İsviçre’de doğmama rağmen, 19 yaşında, liseyi bitirdikten hemen sonra Kanada’ya taşındım. Üniversite eğitimi için aldığım taşınma kararı, okul yıllarında kendi başıma yaptığım müzikleri SoundCloud’a yüklemem ve bunların büyük ilgi görmesi ile istemeden de olsa profesyonel müzik kariyerimin başlangıcı oldu.
EP’ye konuk olan Rochelle Jordan gibi sanaçıların da katkısı oldukça büyük oldu. Sample kullanım konusunda dikkat ettiğin noktalar var mı? Aslına bakarsanız sadece remix’lerimde sample’lar kullanıyorum. Onun dışında orijinal prodüksiyonlarımda neredeyse hiç sample kullanmadım. Bu benim yazım metoduma aykırı, açıkası lisansla ilgili konularla uğraşmak da çok sıkıcı oluyor. Kendi parçalarımda sadece synthesizer ve drum machine kullanarak beat’leri yazıyorum.
Sence R&B sample’larının elektronik müzikte kullanımının bu kadar popüler olmasının sebebi ne? Senin de daha önceki röportajlarında belirttiğin gibi, dönemin R&B hit’lerinin neredeyse hepsi kullanıldı şu ana kadar. Peki bir sonraki adım nedir? Bunun nedeni aslında çok basit; bu şarkılar bana kalırsa harika... Aslında bu sürecin iki aşaması var: Birincisi, ki bunu çoktan geride bıraktığımı düşünüyorum; internet üzerinden bu şarkı ve sample’ları kolayca indirmek ve üzerinde oynayabilecek yeterli vakti yaratmak. İkinci adım ise; bir vokalist ile çalışarak, canlı kaydedilen vokaller üzerine orijinal prodüksiyonlar yapmak. Geçtiğimiz yıllar içinde o kadar çok remix yaptım ki artık benim için ikinci adımı takip edip ilerlemenin zamanı geldi.
Prodüksiyonlarında canlı enstrüman ve yazılım oranını nasıl dengede tutuyorsun? Bunu gerçekten hiç düşünmediğimi şimdi anlayabiliyorum. Böyle bir denge formülüm yok sanırım. Sadece o anda içinden ne geliyorsa o şekilde ilerliyorum; kısacası, bu konuda herhangi bir hesap kitap yaomıyorum. Mesela synthesizer’lardaki key’ler bana piano hissi verebiliyor ya da şarkılarıma farklı katmanlar eklemek istediğimde elime gitarımı alıyorum. Şarkılarında dans edebiliriz ama onları kesinlikle dans müziği olarak adlandıramayız. Sen neler söylemek istersin bu ikilem hakkında? Bu konuda her zaman kaçak davrandım ve şu anda da aynı şeyi yapacağım. Ben genel olarak pop müzik veya elektronik müzik terimlerini kullanmayı seviyorum. Alt kategorilere girdiğim zaman ise kendimi sıkışıp kalmış hissediyorum. Yaptığım müziği direkt pop olarak adlandırmak kendimi daha özgür hissetmemi sağlıyor.
Yayınladığın ilk iki çalışma Mariah Carrey’den ‘Touch My Body’ ve Destiny’s Child’tan ‘Say My Name’ oldu. Nasıl karar verdin çıkış için bu iki şarkıya? Müzik prodüksiyonu yapmaya ilk başladığın zamanları biraz anlatır mısın bize? ‘Touch My Body’ bunların ilkiydi. Aslında enteresan bir hikayesi var bu şarkının. İlk dinlediğim zamanları hatırlıyorum, sözleri oldukça saçma olan bir pop şarkısı diye düşünmüştüm. Ama aynı zamanda hiç aklımdan çıkmadığını fark ettim. Ben de şarkının pop çiğliğini temizleyip daha karanlık bir hal vermek istedim. ‘Say My Name’ ise Destiny’s Child’ın en sevdiğim şarkılarından biriydi zaten. İlk başta bunu enstrümantal olarak yapmak istedim ama sonra vokallerdeki büyüyü bozamadım.
Avrupa ve Amerika müzik sahnesi arasında nasıl bir fark var sence? Özellikle Kuzey Amerika’da insanlar daha çok, sert elektronik müziği tercih ediyor. Diplo, Skrillex gibi isimlerden bahsediyorum burada. Avrupa’da ise durum biraz daha farklı; deep house, techno gibi benim de kendimi daha yakın hissettiğim türler revaçta.
Önümüzdeki günlerde yayınlanacak Voices adlı EP’in hakkında biraz ipucu rica etsek senden. Daha önceki çalışmalarına göre nasıl farklılıklar var bu EP’de? Bazı noktalarda önceki çalışmalarımdan oldukça farklı oldu Voices EP’si. Öncelikle bu EP’deki şarkılar hiç olmadığı kadar pop sound’una yakın. Dinlendiğinde pozitif bir his veriyor ki amacım da buydu zaten. Fakat bazı noktalardan da önceki işlerime benziyor. Hiçbir zaman vazgeçemediğim vokal kullanımı yine Voices da oldukça ön planda.
En beğendiğin DJ ve prodüktörler kimler, son zamanlarda neler dinliyorsun? Son zamanlarda Lion Vynehall gibi isimleri dinliyorum daha çok. Özellikle sabah kalktığımda naif, yumuşak sesler duymayı seviyorum, kesinlikle daha yaratıcı bir gün geçirmemi sağlıyor. Kendine verebileceğin en iyi tavsiye? İyi beslen, bolca uyu. 181
Müzisyen kimliğinin dışında kendini nasıl tanımlıyorsun? Şu an Massachusetts College’daki ilk yılımı tamamlamaya çalışıyorum. AObeats’in diğer yarısı ise müzik dışında sinema ile ilgileniyor. Hikaye yazmayı her zaman çok sevdim ve işler istediğim gibi giderse profesyonel olarak sinema ve müziği birlikte yürütmeyi düşünüyorum. Genel olarak, bir şeyler yaratmayı seviyorum, diyebilirim. Çok küçük yaşlardan beri müziğin içindesin. Nasıl bir müzikal süreç geçirdin? 4 yaşında keman çalmaya başladım ve neredeyse 18 yaşıma kadar buna devam ettim. Aslında sadece keman da değil, bir ara da saksafona tutuldum ve ikisini bir arada yürüttüm. Bu müzikal altyapı, melodi ve armoni olarak şu anda yaptığım prodüksiyonların da temelini oluşturuyor. Sonrasında hip hop beat’leri yazmaya başladım ve son bir-iki yılda bu daha çok elektroniğe yöneldi. Şu an, inanın, ben de tanımlayamıyorum yaptığım müziği, tek diyebileceğim; umarım dinleyenler beğeniyordur. Solo kariyerinin yanında aynı zamanda Moving Castle adlı bir kolektifin de üyesisin. Moving Castle’ın yaratım sürecinden biraz bahseder misin? Moving Castle’ın oluşumu, aslında zaten birbirini tanıyan müzisyenlerin, Robokid’in “Haydi birlikte bir müzik kolektifi oluşturalım” mesajı ile toparlanması sonucu gerçekleşti. İlk oluşumda ben, Manila Killa ve Hunt for the Breeze vardı, sonra diğer arkadaşlarımızı da aktive etmek istedik, onlar da projeye aynı heyecanla yaklaşınca sonuç olarak geniş katılımlı bu müzikal kolektifi yaratmış olduk. Moving Castle altında üretim yapan diğer müzisyenlerin işleri için yayınladığımız ilk toplama albüm en güzel referans olacaktır, herhalde. Müzik ve teknoloji arasındaki bağı nasıl kuruyorsun? Müzik ve teknoloji arasındaki ilişki, sadece müziğin üretim sürecinde değil, aynı zamanda dağıtımında ve pazarlanmasında da daha güçlü hale gelmeye başladı. Tabii ki internet sayesinde dünya artık çok daha ufak bir alan ve müziğinizi duyurmanız için o kadar çok kanal var ki, belki bir kısmını biz bile hala bilmiyor ve kullanmıyoruz. Dediğim gibi, sanırım şu anda müzik-teknoloji ilişkisinin pazarlama kısmı benim daha çok ilgimi çekiyor.
Müzisyenlerin global markalarla işbirliği yapmaları hakkında ne düşünüyorsun? Yakın gelecek için senin de böyle planların var mı? Büyük markalarla ortak projeler yapmak veya TV için müzik yapma konusunda hiçbir sıkıntım yok. Hatta, daha önce söylediğim gibi sinemayla da ilgilendiğim için, bu ilgiyi ve bilgi birikimimi değerlendirebileceğim her alanda yer almayı isterim. Müzik yazmayı o kadar çok seviyorum ki ne için olduğundan bağımsız olarak sadece eylemin kendisi beni mutlu ediyor. Kadın R&B şarkıcılarına aşık mısın? Kim değil ki. Future bass, yeni house müzik olarak tanımlanıyor. Peki sen dans müziğinin geçirdiği evrimi nasıl değerlendiriyorsun? Bence dans müziğin sınırları daralıyor fakat aynı zamanda da farklılaşıyor. Bunu bir su kanalı gibi düşünürseniz, son yıllarda bu kanalın ağzı o kadar çok açıldı ki artık her gün, takip edemeyeceğimiz kadar çok sayıda yaratıcı işlerle ortaya çıkıyor. Çok sık seyahat ediyor musun? Şu an nerede olmak isterdin mesela? Farklı yerlere gidiyor olmayı çok seviyorum, hatta keşke yakın gelecekte daha çok seyahat ediyor olsam. Geçtiğimiz sonbahar birkaç kere Avrupa’ya gittim, şu an nerede olmak isterdim tam emin değilim ama Los Angeles’a hiç gitmedim, orada olmak isteyebilirdim. Sayenizde şu anda yeni hedefimi belirlemiş oldum. En beğendiğin DJ ve prodüktörler kimler, son zamanlarda neler dinliyorsun? Moving Castle’daki arkadaşlarımın yanı sıra, DJ Rafik’i severek dinliyorum. Son zamanlarda bizim oluşumumuza benzer, hatta daha da büyük kolektifler oluştu; Soulection, TeamSupreme, Wedidit, M|O|D bunlardan bazıları. Bizim müzikal kimliğimize daha yakın duran FlowFi, Hegemon, The People from Trapdoor ve Peachboiz gibi oluşumları da elimden geldiği kadar takip etmeye çalışıyorum. Kendine verebileceğin en iyi tavsiye? İyi işler yarat.
XOXO The Mag
183
fıle
SMELLS LIKE FALL Sonbaharın serin rüzgarına bu sezon taze floraller, menekşe ve domates yaprağının yer aldığı şaşırtıcı esanslar, amberin en dipteki katmanlarına kadar uzanan sıcak oryantaller karışıyor. Gösterişli moda evlerinin kapıları ardına kadar açık, niş parfüm evleri ve bağımsız markalar da listemizdeki yerini alıyor. Yani bu da demek oluyor ki menüde herkese uygun bir şeyler var. Okuyun ve hiç çekinmeden koklayın. hazırlayan ayşecan ipek illüstrasyon aslı yazan
LADY GAGA EAU DE GAGA Lady Gaga’nın ‘siyah suyu’ piyasaya çıktığında herkes pop kültür namına yeni bir adım, parfümeri namına ise bir fiyasko beklemişti. Kimseye bu tatmini yaşatmaya niyeti olmayan Miss Gaga, ikinci parfümüyle kendini hangi rafa ait gördüğünü, o rafın da Duty Free’de yer almadığını hepimize kanıtlıyor. Beyaz menekşenin uniseks çekiciliği üzerine kurulu Eau de Gaga, odunsu floral karakterinden beklenmeyecek bir tazeliğe de sahip. Açılışını yaptığı misket limonuna menekşenin acımtırak kremsiliğini katan, üzerine de sıkı bir deri akoru ekleyen parfümün, aynı sahibesi gibi seksi olmakla ilgili bir sıkıntısı yok.
DIOR CUIR CANNAGE La Collection Privée’nin son üyesi Cuir Cannage, deri bir çantanın içindeki kokudan ilham alıyor. Dolayısı ile karşımızda ilginç bir deri-çiçek kombini var. Portakal çiçeği, gül, yasemin ve zambakla yumuşayan tek bir deri akoru, parfümün başrolünde. Ylang ylang, huş ağacı ve katran ardıcı, bu yumuşaklığa fazla güvenmememiz gerektiğini, işlerin her an sertleşebileceğini hatırlatıyor. Klasik parfümeriyi kendine has yorumuyla baş aşağı eden François Demachy, belki de istemeden yepyeni bir klasiğe imza atıyor.
DIANA VREELAND EXTRAVAGANCE RUSSE Diana Vreeland’ın Oryantalizm merakına saygı duruşunda bulunan parfüm serisi, Clément Gavarry gibi saygın parfümörlerin yarattığı esanslar kadar Vreeland’ın stil anlayışına bire bir uyan ambalaj tasarımıyla da dikkat çekiyor. Extravagante Russe, en iddialı, yoğun ve sıcak karışımlardan biri. Amberin derinliğine inen parfüm, yanına reçine ve balsam gibi gösterişli ham maddeleri de katıyor, daha sonra tüm bu taşkınlığı bourbon vanilya ve miskle yumuşatıyor. Eğer ki Serge Lutens Ambre Sultan, bugüne kadar kokladığınız en şahane şeyse bu eksantrik Rus’a da bir şans vermeniz gerek.
BOTTEGA VENETA KNOT Bottega Veneta ailesindeki şipre ve deri ailesi mensubu parfümlere bir mevsimlik ara veriyoruz ve kendimizi Knot’un serin, havadar ve parlak notalarına teslim ediyoruz. “Sonbaharda bile taze bir şeyler ararım” diyenlerdenseniz doğru yerdesiniz. İtalyan kıyılarına bakan bir pencereden içeri dolan yeni yıkanmış çamaşır kokusu… Givaudan’dan Daniela Andrier’in imzasını taşıyan Knot, mandalina, misket limonu, neroli ve portakal çiçeğiyle yaptığı girişini, şakayık, beyaz gül ve lavanta ile devam ettiriyor. Dipte ise misk ve tonka çekirdeği yatıyor.
XOXO The Mag
GIVENCHY DAHLIA DIVIN Dahlia Noir’ın devamı niteliğindeki Dahlia Divin, Sambac yasemini etrafında dönen keskin bir silüete sahip. François Demachy, Mirabelle eriği, beyaz çiçekler, sandal ağacı, vetiver ve paçuliyle yarattığı denge ile hiç risk almadan, odunsu bir şipre yaratıyor. Alicia Keys’in parfümün yüzü seçilmesine siz de bizim kadar şaşırmış olabilirsiniz, bunu bir pazarlama manevrası olarak görün ve gözünüzün önüne en beğendiğiniz Givenchy reklam kampanyasını ya da sadece Mariacarla Boscono’yu getirin.
GIORGIO ARMANI SI INTENSE Risk almaktan korkmayan tutkulu ve güçlü bir kadın. Geçtiğimiz sene piyasaya sürülen Si’nin Eau de Parfum Intense versiyonu işte böyle bir kadın hayal edilerek tasarlanmış. Bu modern şipre, frenk üzümü, mandalina, bergamot, ipeksi frezya, May gülü, neroli absolute, Davana ve Osmanthus çiçekleri, paçuli, vanilya, ambroxan ve odunsu notalarla besteleniyor. Cate Blanchett’in kısık gözlerindeki güçlü ışığı yakalayanlarınız, kendisini bu versiyona daha çok yakıştırabilir.
DIPTYQUE ESSENCES INSENSEES Fabrice Pellegrin’in yorumladığı bu uniseks esans, menekşe ve pembe biberle yaptığı açılışını, güneş çiçeği, Grasse’dan gelen taze güller ve mimozalarla devam ettiriyor. Master parfümörler arasında oldukça yaygın olan ‘bin çiçek’ geleneğini sürdüren parfüm, senenin hasatını sergileyen zarif bir tablo niteliğinde. Kendini zamana teslim eden bu yaklaşım, bazda çiçek buketini bir kenara bırakıyor ve vanilya, mate ve balmumunun sıcaklığına gömülüyor. Çoğu Diptyque esansı gibi her an teninizi terketmesini beklediğiniz bu hafif rüzgar, aslında oldukça kalıcı bir etkiye sahip ve katı parfüm seçeneğiyle çantanızdaki yerini almaya hazır.
JO MALONE WOOD SAGE AND SEA SALT “Bu parfümün benim için oldukça farklı bir yeri var. Deniz havasını tuzla, taş ve kumların içerdiği mineral dokuyla birleştirdik. Bu doğal parfüm, oldukça taze, karmaşık ve sofistike bir yapıya sahip. Odunsu akorlar ve deniz birbirine karışıyor.” Parfümör Christine Nagel, ambrette çekirdeği, deniz tuzu, adaçayı, kırmızı yosun ve greyfurtu bir araya getiriyor. Tim Walker’ın objektifi Northumberland sahiline uzanıyor ve Nagel’in bahsettiği deniz havası hak ettiği reklam kampanyasına kavuşuyor. Jo Malone’un tavsiyesi bu karakterli parfümü, Lime Basil & Mandarin ya da Nectarine Blossom & Honey ile birleştirmeniz.
CARVEN POUR HOMME Heyecan verici buluşma diye buna denir! Carven moda evi, Thierry de Baschmakoff’un ambalaj tasarımı, Francis Kurkdjian ve Patricia Choux’nun burnu bir araya gelince ortaya Carven Pour Homme gibi iddialı bir esans çıkıyor. Geleneklerine bağlı, geçmişe modern dokunuşlarla göndermede bulunan parfüm, baharatlı bir odunsu. Menekşe yaprakları ve greyfurtla başlayan maceramız, muskat, adaçayı ve sedir ağacıyla devam ediyor. Vetiver ve sütlü sandal ağacının yarattığı sıcak baz, esansın geri kalanını müthiş bir centilmenlikle sahipleniyor. Carven Vetiver de yeni yorumuyla çok yakında sinemalarda.
ISSEY MIYAKE NUIT D’ISSEY Issey Miyake, L’Eau D’Issey Pour Homme’u piyasaya sürdüğünde parfüm dünyasında bir şeylerin değiştiğini anlamıştık. Taze akorların illa da okyanus kokması gerekmediği ya da bir erkeğin beyaz gömleğinden etrafa yayılan esansın illa da haşin odunsular barındırması gerektirmediği gibi… Nuit D’Issey o tazeliği gece saatlerine uyarlıyor ve sahaya odunsu ve baharatlı akorları çıkarıyor. Dominique Ropion ve Loc Dong’un ortaklığında yaratılan parfüm, bergamot, greyfurt, karabiber, deri akorları, vetiver ve ağaç köklerini anımsatan güçlü odunsularla şekilleniyor. En dipte ise paçuli, tütsü ve orman meyvesi çekirdekleri var.
185
fıle
NARCISO RODRIGUEZ NARCISO Bir başka modele ve bir başka güçlü markaya gelelim: Raquel Zimmermann ve Narciso Rodriguez işbirliğini içi boş bir moda flörtü olarak görmeyin. Bugüne kadar piyasaya sürdüğü her parfümde kendine yeni ve son derece sadık hayranlar kazanmayı başaran marka, minimalist çizgisini koruduğu Narciso ile beyaz bir kış elbisesi yaratıyor. “Bir erkeğin kayıtsız kalamayacağı kadar seksi bir parfüm yaratmak istedim.” Beyaz gardenya ve gülün kalpteki sıcacık miske eşlik ettiği, odunsuların en görkemlisi vetiverle, siyah ve beyaz, iki farklı sedirin bir araya geldiği parfüm, görevini başarıyla yerine getiriyor.
BYREDO MOJAVE GHOST Byredo’nun yakışıklı prensi Ben Gorham bu kez burnunu Mojave çölüne çeviriyor. Çölün kuru ve sert zemininde, insansı manevralarla hayatta kalan, her sene müthiş bir güzellikle yapraklarını açan hayalet çiçeğinin kokusuna takılan Gorham, Mojave Ghost’u yaratırken kırılganlık üzerine de bolca kafa yormuş. Ambrette, menekşe, Jamaika’dan gelen egzotik bir orman meyvesi, sandal ağacı, manolya, Chantilly miski, tiril tiril bir amber akoru ve sedir ağacıyla hayat bulan Mojave Ghost, aynı Gypsy Water, Seven Veils, Bal d’Afrique gibi özgür ruhlu Byredo hit’leri arasındaki yerini almayı hak ediyor.
MAIYET FOR BARNEYS NEW YORK Barneys New York’un ilginç parfüm ortaklıklarından biri olan, Maiyet’in şık, modern ve yalın marka kimliğine göndermede bulunan bu parfüm, Ralf Schwieger imzası taşıyor. Şık şişesinin içinde kaliteli bir oryantal floral barındıran, sandal ağacı, yasemin, Endonezya’dan paçuli yaprağı, bergamot ve sarı sakız gibi iştah kabartan notalarla bezeli Maiyet for Barneys New York, kendi kokusuna başka hiçbir yerde ve hiçbir kimsede rastlamak istemeyenler için ilginç bir seçim olabilir. XOXO The Mag
CHLOÉ LOVE STORY Parizyen romantizm, Pont des Arts üzerindeki aşk kilitleri, Clémence Poésy ve Mélanie Laurent işbirliği… Tüm bu açıklamalar aklınıza Paris’ten esen romantik bir rüzgarı getirmiyorsa belki de burnunuzu Chloé’nin kilit şeklindeki şişesiyle şık bir masa objesi olarak da kullanabileceğiniz, yeni parfümü Love Story’e gömmeli ve içinden çıkan esansı içinize çekmelisiniz. Anne Flipo, yeni bir Chloé çiçek buketi yaratıyor ve portakal çiçeği, neroli ve Madagaskar yaseminini bir araya getiriyor. Taze, zamansız ve kırılgan bir Eau de Parfum.
CALVIN KLEIN REVEAL Calvin Klein’ın en seksi parfümlerinden biri de Obsession olsa gerek. Baştan çıkarıcı oryantaller konusunda pek de tecrübesiz olmayan marka, güneşin değip geçtiği ten kokusu, deniz tuzu, günbatımı ve kaşmir bir atkıdan yola çıkarak JeanMarc Chaillan ve Bruno Jovanovic’e verdiği siparişi bu sezon teslim alıyor. Tuz akorları, beyaz ve karabiber, pudralı zambak ve gri amberle birleşiyor. Yoğun sandal ağacı, parfümün en dominant notası ve iskeleti de şekillendiriyor. Ona eşlik edenler ise vetiver, kaşmir ve misk. Bir Calvin Klein parfümünden bahsederken reklam kampanyası hakkında bilgi vermemek suç sayılır: Doutzen Kroes ve İngiliz aktör Charlie Hunnam, Reveal’ın yüzü.
BELLA FREUD GINSBERG IS GOD Eğer modayla uzaktan yakından alakanız yoksa Sigmund ve Lucian Freud’dan sonra Bella ismini duymak sizi pek de tatmin etmeyebilir ama belki de ona parfüm dünyasında bir şans vermek istersiniz… Azzi Glasser’le güçlerini birleştirip ilk parfüm koleksiyonunu yaratan tasarımcı, kendisini meşhur eden sloganlarını bu kez şişelerin üzerine yazıyor. Üç parfümden oluşan koleksiyonda bizim favorimiz şair Allen Ginsberg’e atıfta bulunan Ginsberg is God. Uniseks parfüm, karabiber, domates yaprağı, incir, reçine, odunsu notalar, yosun ve deri akorlarıyla bir kütüphane penceresinden içeri dolan bahar gününü anımsatıyor.
EVENT MANAGEMENT
PUBLISHING
CONCEPT DESIGN
BRAND PLATFORMS
AND ANYTHING COOL
FOR MORE FACEBOOK.COM/COISTANBUL 123@COISTANBUL.COM +90 212 2590669 187
iki yol var ANASTASIA triko zara palto o2nd/shopi go AVELYN triko maxmara kazak maxmara palto maxmara
photographer bedia günaydın styling deniz irem çek makeup gülüm erzincan/mac ürünleriyle hair yiğit demiralp makeup assistant kübra gedikli styling assistant melike barut models anastasia k & avely/option mgmt location istanbul park
AVELYN palto maxmara ceket isabel marant/beymen etek isabel marant/beymen triko zara ayakkab覺 zara
ANASTASIA: ceket celine/beymen ceket saint laurent/beymen bluz beymen collection etek miu miu/beymen pantolon machka ayakkab覺 joshua sanders/shopi go
gömlek acne studios/harvey nichols triko academia/beymen kürk yves solomon/beymen pantolon machka ayakkabı saint laurent/beymen
triko joie/harvey nichols pantolon miu miu/beymen 癟anta 3.1 phillip lim/harvey nichols ayakkab覺 zara
ANASTASIA kazak zara pantolon miu miu/beymen çanta 3.1 phillip lim/harvey nichols ayakkabı valentino gözlük celine
AVELYN kazak zara pantolon academia/beymen ayakkab覺 frye/beymen
trençkot burberry prorsum gömlek burberry büstiyer alexander wang/beymen triko academia/beymen pantolon joie/v2k ayakkabı valentino/beymen
GENIUS LOCI Küratörlüğünü Rem Koolhaas’ın yaptığı bu yıl 14.’sü düzenlenen International Architecture Biennale’e paralel olarak, Lisson Gallery ve Berengo Studio, müze veya galeri alanından öteye çıkan heykel ve enstalasyonları gösterime sunuyor. Venetian Palazzo Franchetti’nin içinde ve dışında yer alan çalışmalar, 23 Kasım’da, bienalin bitişiyle aynı tarihte gösterimden kalkacaklar. Kısacası bu ay geri sayımda sona yaklaşıyorsunuz. Genius Loci (Spirit of Place) isimli bu sergide işleri olan sanatçıların listesi de şöyle; Ai Weiwei, Daniel Buren, Tony Cragg, Richard Deacon, Spencer Finch, Dan Graham, Shirazeh Houshiary, Anish Kapoor, Richard Long, Tatsuo Miyajima, Julian Opie, Pedro Reyes, Santiago Sierra, Lee Ufan, Koen Vanmechelen, Joana Vasconcelos, Lawrence Weiner, Richard Wentworth.
A LIFE-SIZE ANIMATED DREAM Anime tutkunları için yeryüzünde cennet olarak tasvir edebileceğimiz Studio Ghibli Exhibition; Spirited Away, My Neighbor Totoro ve Porco Rosso gibi yapımların en unutulmaz sahnelerini, gerçek boyutlarına sadık kalarak ve en ufak detaylarıyla yeniden ele alıyor. Güney Kore izleyicisi ile buluşan sergi, izleyici tarafından keşfedilmeyi bekliyor.
THE HARD WORKER Yağlı ve karma ciltlerde beliren gözeneklerin yaşla birlikte genişlediğini biliyor muydunuz? Bu da demek oluyor ki bu cilt tipine sahip olanlarınızın fazla mesaiye kalması gerekiyor. Sarı ve mavi jellerin karışmasıyla ciltte aktive olan “Spa onaylı” Bliss Steep Clean Pore Purifying Mask, içeriğindeki prozymex enzimleriyle cildinizi ölü hücrelerden, salisilik asit ve çinkoyla kirden ve yağdan arındırıyor. Antioksidanlar ise cildi aydınlatmaya yardımcı oluyor. Bu enzim maskesi, cilt yüzeyini yeniliyor, pürüzsüzleştiriyor, gözenekleri küçültüyor. Yani tek kişilik bir orkestra gücünde. Yani ona şiddetle ihtiyaç duyuyorsunuz.
XOXO The Mag
“A White Triangle for a Mirror” by Daniel Buren, 2007. “Swathed in shining metal to conceal corrosion and appear to elude entropy on the whole” by Lawrence Weiner, 2012 and “Relatum: she and he” by Lee Ufan, 2007-2008.
“Night Sky, Over the Painted Desert, Arizona” by Spencer Finch, 2004.
“Sylph” by Shirazeh Houshiary, 2014.
brıefs
FULL TIME SCULPTOR Nicole Farhi moda dünyasına dönmeyeceğini beyan ettiğinden bu yana, hazırlayacağı ilk sergisi merakla bekleniyordu. Kendi markasının artık o kadar da önemli olmadığını açıklaması, sanatının içine o “tasarımcı stresi”nin dolup dolmayacağını düşündürüyordu. Londra moda haftası süresince düzenlenen ilk sergisinde, Judi Dench, Helena BonhamCarter, Tom Stoppard, Anna Wintour, Christopher Walken, Lucian Freud, Francis Bacon ve Eduardo Paolozzi gibi –tam anlamıyla- “çok çeşitli” isimlerin heykelleri yer alıyordu. Helmut Lang, Calvin Klein, Martin Margiela, Jil Sander veya Ann Demeulemeester… İlk sergisiyle beraber, artık modadan bunalan bu isimler arasında Nicole Farhi de var.
BİR HORST RETROSPEKTİFİ Victoria&Albert Museum, Ocak 2015’e kadar sürecek olan sergisi Horst: Photographer of Style’ı gururla sunuyor! Horst P. Horst’un Paris ve New York arasında mekik dokuyan kreatif vizyonunu, özet haliyle V&A’de ziyaret edebilirsiniz. P.S. Özet hali kapsamında, 250 fotoğrafın yanında, haute couture giysiler, bazı görsel ekipmanlar, dergiler ve efemeralara rastlayacaksınız.
199
brıefs
PAUL SMITH FEAT. LED ZEPPELIN Led Zeppelin’in 9 albümünün “remastered” versiyonlarına Paul Smith de kadeh kaldırıyor. Bu yıl önceden David Bowie’nin The Next Day’ini de benzer bir albüm kapağı işbirliğiyle taçlandıran Smith, şimdi Led Zeppelin’in albüm kapaklarını fular tasarımlarına taşıyor. 6 albüm kapağının fulara dönüştüğü bu mini Smith koleksiyonunun satışı, 23 Ekim’de yalnızca Londra’daki Albemarle Street mağazasında gerçekleşiyor. Covent Garden’daki mağazasında The Music Exchange’le yaptığı işbirliğini de hatırlayarak, Smith’e dünyanın diğer yerlerinde de müzik odaklı işbirliklerine ilgi duyulduğunu birileri hatırlatmalı mı acaba?
PHILIP JODIDIO’DAN YENİ KİTAP Mimari makaleleriyle bilinen Philip Jodidio’nun yeni kitabı Cabins’in, bu ay içinde satışa çıkması bekleniyor. Özellikle son yıllarda, “çoğumuz” materyal varlığımız ve ekolojik ayak izlerimizi sorgulamaya başlamışken, mimarlar da bir yandan, daha minimal ölçekte tüketime ihtiyaç duyan, izole yaşam alanlarını keşfetmeye çalışıyorlar. Taschen’e ait ‘Cabins’ yayını da, parlak görselleri ve Marie-Laure Cruschi’nin yaptığı modern illüstrasyonlarıyla, bu tür bir mimarinin yaratıcı düşünmeyi nasıl desteklediğini araştırıyor. Kitabı edinmeyi beklerken, coffee table’ınızı heyecanla sarsabilirsiniz.
KENZINE VOL.3 Kenzo ve Toilet Paper’ın çocuğu olan Kenzine’in, üçüncü sayısı yayınlandı. Kenzine, tipik Toilet Paper imgeleminin etkisi altına aldığı Kenzo Sonbahar-Kış 2014 reklam kampanyası çekimini vitrine çıkarıyor. Carol Lim, Humberto Leon, Maurizio Cattelan, Pierpaolo Ferrari ve Micol Talso’nun görsel zevklerinin çarpıştığı Kenzine Vol.3’yi, Kenzo mağazalarında bulabilirsiniz.
IN THE BLINK OF AN EYE Merak etme Samantha Jones, yorgun bakışlar ve koyu renk göz halkalarıyla koca bir günün geçmeyeceğini biz de biliyoruz, Dr. Murad da. Yumuşacık ipeksi dokusuyla hem göz altı hem de göz kapağı için kullanılabilen Instant Radiance Eye Cream, içeriğindeki C vitamini kompleksiyle kolajen üretimini destekleyerek daha aydınlık göz altlarına sahip olmayı sağlıyor. Mandalina yağı ise yumuşacık ve pürüzsüz bir görünüm kazandırarak ince çizgi ve kırışıklıkları azaltmayı destekliyor. Taze bir sabah, taze bir başlangıç, taptaze bir etki için bu minik kavanozu yanınızdan ayırmayın.
XOXO The Mag
WHO’S YOUR MUSE?
XOXO ID ROBIN CAMERON Sanatçı Sanatsal pratiğini nasıl tanımlarsın? Tipo baskı, chine-colle, mavi baskı, heykel ve seramik yöntemlerini kullanarak çalışıyorum. Bazen yazıyorum ve kitaplar oluşturuyorum. Çalışma, her projenin üzerine olduğunu görüyoruz. Tüm işlerinin temasına göre şekilleniyor. Güzelliği, kavramsal fikirlerle psikolojik bir yönü var mı? birleştirme eğilimindeyim. Bu proje özellikle bu kimlik fikrine dayanıyor, ama çoğu çalışma, kişinin dünyayla ilişkide kendini nasıl İşlerini bir araya getirme sürecinde sana neler düşündüğüne dayanıyor. Başlıklar her işin fikirlerini ve ilham veriyor? ruh halini ortaya çıkarıyor. Çoğunlukla hayatın sıradanlıkları, dünya ile etkileşimimde fark ettiğim şeyler... Gün içinde sürekli olarak bir şeylerden ilham alıp iş hakkında düşünüyor musun, yoksa rahatlamak Eski ya da güncel işlerini etkileyen sanatçılar var istediğin ve hiç iş düşünmek istemediğin günler de mı? oluyor mu? Evet, pek çok sanatçıyı ilham verici buluyorum; belki son Her zaman işimi, nasıl işlediğini ve sonrasında ne zamanlar için Henri Matisse diyebilirim. yapacağımı düşünüyorum. En iyi fikirler akla genelde hayal kurarken geliyor. Çizim, heykel, sanatçı kitapları ve baskılar gibi birçok farklı araçla çalışıyorsun. Sanatçı olarak Senin için büyük ölçüde önem taşıyan bir çalışman ortaya çıkarması en zorlu olanı hangisi? var mı? Muhtemelen kitapların içine gireni yazmak. Tüm çalışmalarım değerli, zira hepsi uygulamamın bir parçası. Son kişisel serginin, psikolojik özelliklerin, kişiliklerin ve kimliklerin dönüştürülebilirliği İşlerinin de yer alacağı, Mixer’in The Built Environment isimli sergisi hakkında ne düşünüyorsun? Çalışmalar, Lower East Side’ın İstanbul’a taşındığı hissini veriyor. Bu çalışmaların çoğuna aşinayım ve sanatçıların çoğuyla daha önceden tanışmıştım. Kontekst değiştirerek, New York’un dünyanın diğer ucunda neler yaptığını göstermeyi gayet ilginç buluyorum.
Çağımızın ikonları ve ilham perileri, insanları etkilemek konusunda kaygısız ve rahat. Audrey Hepburn ve Elizabeth Taylor gibi isimlerle tek bir ortak noktaları var: Özgüveni yüksek, güçlü ve özgür bir ruh. Bu tarz sahibi ve orjinal isimler, gülüşleri, tarzları ve duruşlarıyla tanıştıkları herkese ilham veriyor, üstelik tek bir kelime etmeden. Yarattığı güçlü ve sofistike markasına ismini hediye eden Estée Lauder’nin bu isimler arasında yer aldığına şüphe yok. Bugüne kadar markanın herhangi bir ürününü kullanmış herkes bilir ki Estée Lauder çatısı altında yapılan her şey her zaman öncelikle kadınlar içindir. Takvimler 2014 sonbaharını gösterdiğinde, Cinnabar, White Linen ve Pleasures gibi Lauder klasiklerine bir yenisi ekleniyor ve modern kadının dualitesini anlatan, ilham veren Modern Muse ile tanışıyoruz. Markanın çiçeklerle ve bahçelerle olan sadık ilişkisini devam ettiren parfüm, master parfümör Harry Fremont’un bahçesinden esinleniyor. Bahçesindeki çiçeklerin sadeliği ile modern kadının karmaşık kişiliğini harmanlayan Fremont, bugüne kadar bir araya getirilmemiş çiçeksi ve
odunsu akordlarla güç ve zerafetin çekici zıtlığını yansıtıyor. Çin’den gelen yasemin zambağıyla yaratılan Sparkling Jasmine Accord, parfümün taze ve parlak açılışını yapıyor. Sleek Woods Accord ise paçuli ile bir araya getirilen Madagaskar vanilyası ve kehribarla özgüvenli ve güçlü bir etki yaratıyor. Kimi tende odunsu kimi tende çiçeksi tarafını ortaya çıkaran Modern Muse, bu etki sayesinde ‘kişiye özel’ bir parfüme dönüşüyor. Pembe rengi ve Estée Lauder imzası şık bir fiyongu sahiplenen uzun cam şişe, bu feminen detaylara rağmen maskülen ve modern bir tasarım örneği. Reklam filmi ise birden fazla ilham perisini barındırıyor: Frank Llyod Wright tarafından tasarlanan, New York’un gösterişli sanat müzesi Guggenheim’da bu film için özel olarak üretilen lacivert elbisesiyle bizi ünlü model Arizona Muse karşılıyor. Antik Yunan mitolojisinde sanat ve güzellik için ilham kaynağı olan dokuz ‘muse’dan bugüne geldiğimizde, aslında pek bir şeyin değişmediğini fark ediyoruz: Zarif, özgüvenli ve güçlü bir kadın, bu dünyadaki en etkileyici ilham perisi olmaya devam ediyor.
İstanbul’da sergilenecek çalışmalarından bahsedebilir misin? Sergilenen seramik çalışmalarımı West Village’da yer alan Greenwich House Pottery isimli ortak bir stüdyoda yapmıştım. Çöpte bazı çalışmalar buldum, daha sonra onları farklı bir kullanım için yeniden tasarladım. Ve böylece ortaya sergideki eserler çıktı; üretkenlik hatasını ve hiçbir şeyden bir şeyler üretmeyi temsil ediyorlar.
UPDATE: WISH LIST
Peki, gelecek çalışmalardan ve sergilerden haber vermeni istesek? Tek beden halindeki seramikler üzerinde çalışıyorum ve bunu Kasım ayında İtalya’daki Artissima’da sergileyeceğim.
İlkbahar 2015 koleksiyonlarını görmek, yeni sezon wish list’ini hazırlamak manasına da geliyor, bir nebze… Eklenen süet detayıyla, Y-3 Qasa’nın yeni tasarımı da listenize girmeye ilk sıradan aday. Bu Yohji Yamamoto sembollerinin satışı için “çarpıcı kontrasttaki heyecan katsayısıyla,” Aralık ayını bekliyoruz.
201
brıefs
XOXO ID AITCH İllüstratör Gece insanı mısın gündüz insanı mı? Çok erken saatlerde uyanıp günlük işlerimi halletmeyi, sonrasında ise gece geç saatlere kadar illüstrasyonlarımla ya da o gün içimden her ne geliyorsa onunla uğraşmayı seviyorum. Bu yüzden hem gece insanı hem de gündüz insanıyım diyebilirim. düşünüyorsun? Bence bu çok güncel bir konu değil, özellikle bu seri özelinde. Pek ilginç de bulmuyorum açıkçası, çünkü sanatta gerçek insan görünümü beni demotive eden bir şey. Bu seride yer alan da bildiğimiz kadın vücudu, çok yeni bir şey yok yani.
Masallarla aran nasıl? Favori masalın hangisi? Masallarla aramın pek iyi olduğunu söyleyemeyeceğim, zaten masallara da pek inanmam. Ama küçükken Little Ida’s Flowers ve The Nightingale’a takıntılı olduğumu hatırlıyorum. Eğer bir sanat eserini yeniden yorumlama şansın olsaydı hangisini tercih ederdin? Herhangi birinin sanat eserini yeniden yorumlamak benim adıma ‘bir şans’ değil. Kulağa daha çok gereksiz ve üzücü bir eylem gibi geliyor. ‘Beautiful Us’ isimli seri tıpkı vanitaslara benziyor ancak çok daha renkli ve hayat dolular. Sen onları nasıl tanımlıyorsun ya da tanımlamayı tercih ediyor musun? ‘Beautiful Us’, benim genel olarak botaniğe duyduğum açlık ile bazı anatomik parçaları karıştırarak oluşturduğum eğlenceli bir seri. İnsan anatomisi ile her zaman içli dışlı olmuşumdur, aslında bu proje de biraz bu yüzden ortaya çıktı. Okulda uzunca bir süre
insan bedeninin birçok formu ile ‘akademik’ anlamda karşılaşmak durumunda kaldım; bu yüzden bu projede gerçekçi vücut şekillerinden kaçınarak, garip propozisyonlar ve tuhaf, aynı zamanda da eğlenceli karakterler yaratmak istedim. Yani temel olarak bu proje, benim ‘akademik’ yıllarıma duyduğum düşmanlığı törpülemek için ortaya çıktı. Sence hangisi daha ilham verici, sadelik mi kaos mu? Bence sadelik, çünkü çılgınlık yapmak için imkan sağlıyor. Farklı kadın bedenlerini resmettiğin ‘Girlyveggiefruit’ serinden de bahsedelim. Güncel olarak kadın bedeninin temsili hakkında ne
Seramiklerle de çalışıyorsun. Çalışırken sık sık farklı yüzeyleri tercih ediyor musun? Evet kesinlikle! Tahta ile çalışmayı çok seviyorum; onun dışında duvar resimleri yapıyorum, tekstil kumaşlarını ve kilden yapılan yüzeyleri de kullanıyorum. Yenilikleri seviyorum, bu noktada oldukça heyecanlıyım. Bu yüzden sık sık, tarzımı ve çizgilerimi farklı yüzeylerde ve farklı materyallerle deneme ihtiyacı duyuyorum. Bir de ürün paketlerine yer verdiğin ‘Packaging Illustrations’ serin var. Sence bu serinin ileride hayata geçme şansı var mı? Bu aslında eğlencesine hazırladığım, çok kişisel bir projeydi. Ama gerçek ürünler olarak hayat bulurlarsa, bu benim için de çok keyifli olabilir. FULL REPAIR John Frieda işlem görmüş, yıpranmış ve yoğun bakıma ihtiyaç duyan saçlar için banyo sırasında ve sonrasında kullanabileceğiniz iki özel bakım ürünüyle zamanı tersine çeviriyor. Bu Benjamin Button etkisi için yapmanız gereken iki şey var: Duşta Omega-3 yönünden zengin, Incha Inchi yağıyla onarıcı etkisini artıran bakım maskesini sürmek ve bir süre bekledikten sonra saçınızı durulamak. Diğer ödeviniz de duş sonrasında saç tellerini sarmak yerine içine işleyen, pratik sprey Perfect Ends Sheer Mist’ten saç uçlarınıza yoğunlaşarak püskürtmek ve durulamadan saçlarınızı kurutmak.
XOXO The Mag
BİR DISNEY İŞBİRLİĞİ DE RON HERMAN’DAN GELİYOR Sonbahar-Kış 2014 sezonunda ilk kez erkek giyim koleksiyonu hazırlayan Japon butik Ron Herman, adımını Disney’e doğru atıyor ve bir kapsül koleksiyon tasarlıyor. Disney’in vintage tavrını benimseyen bu koleksiyonun diğer detayları için beklemede kalın, henüz (en azından biz bu haberi yazarken) satışta değiller.
LOS ANGELES, PEKİN’DE Ullens Center for Contemporary Art (UCCA), Los Angeles’ın sanat rüzgarlarını Pekin’e taşıyor. ‘The LA Project’ adındaki projelerinde, 7 sanatçı yer alıyor. Amerikan sanatının bir derlemesi niteliğindeki sergi, film şeritlerinden bronz heykellere kadar uzanıyor. Fikirlerin demokrasisini desteklediğini hissettiren bu proje, 9 Kasım’a kadar gösterimde olacak. Basın konferansında Çinli bir gazetecesinin sorusu ve aldığı cevapla kapatacak olursak: “Houston’da emlak çok daha ucuzken, sanatçılar neden Los Angeles’da yaşasınlar ki?” Küratör Paula Tsai şöyle cevaplıyor; “Çünkü L.A. rüya gibi.” #ANGELCANDY Thierry Mugler’in kült “yıldız”ı Angel’i sevin ya da sevmeyin, onun önemli bir ilk olduğunu asla inkar edemezsiniz. Gastronomik parfüm türünü başlatan, gourmand oryantal koku ailesini bizlerle tanıştıran Angel’ın kadın ve koku arasında sıradışı bir bağ kurduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İştah açıcı karakterini ısrarla koruyan Angel’ın yeni versiyonu Eau Sucrée sadece esansıyla değil ünlü süpermodel Jerry Hall’un tacını kızı Georgia May Jagger’a devretmesiyle de yeni bir döneme girdiğimizi işaret ediyor. “Angel beni çocukluğumda olduğu kadar heyecanlandırmaya devam ediyor, onun yeni yüzü olmak bana inanılmaz bir enerji veriyor… Annemden tam 19 sene sonra!” Alışılmışın dışındaki paçuli yoğunluğu parfümün kokladıkça daha fazla arzulanmasını sağlarken, kırmızı dut özü, karamelli meringue ve vanilya bu gurme deneyime eşlik ediyor.
203
brıefs
ediyorum. Aksesuar yerine ise dikiş ve kesim detayları ile fark yaratıyorum.
XOXO ID AYŞEGÜL KUNTER O Markasının Kurucusu/Tasarımcısı Çok beğenerek ilk satın aldığın çanta neydi? Lise mezuniyetini bahane ederek kendime Balenciaga Motorcycle siyah bir çanta almıştım. Hala en sevdiğim çantalarımdan biridir o. Markanın değişmeyen tarzını, her sene yeni renkler ve detaylarla devam ettirmesine hayranım. Kendi markam için de yapmak istediğim bu. Balenciaga Motorcycle’la kendi koleksiyonundaki modelleri kıyasladığında nasıl benzerlikler ya da farklılıklar görüyorsun? O’nun her sezon değişmeyen bir renk skalası var, koyu renkler her zaman ilk tercihim. Kıyasladığımda koyu rengin, hafif bir model olmasının ve her kıyafetimle uyum sağlamasının ortak olduğunu söyleyebilirim. Balenciaga’da önde bir cep ve rivetler var, oldukça kullanışlı. Ben cepleri çanta içinde kullanmayı tercih
Fark yarattığın bir başka nokta da tasarımlarını kullanan kişiye sunduğun özgürlük. Portföylerin kişiselleştirmeye fazlasıyla müsait... Evet, O portföylerini diğerlerinden ayıran temel fark, her modeli birden fazla şekilde kullanabilmeniz. Bu durum omuza takılan modellerde bile geçerli. Örneğin HOBO’yu ister omuzda, ister katlayarak elde taşıyabilirsiniz. Modellerin bir diğer farkı da her iki yüzünü ayrı ayrı kullanabilmeniz. Geometri tasarımlarında hemen göze çarpıyor. Hayatın nasıl bir geometriye sahip? Aslında hayatın kendisi kocaman bir geometri. Objeler ve formlar hep iç içe. Biz anlayabildiklerimizi buradan alıp geometriye döküyoruz. Onu anlamlandırmaya çalışıyoruz. Tam çözdük derken, hayat karşımıza yeni ve şaşırtıcı formlarla çıkıyor. Bu,yaratıcılığı sonsuz kılan olağanüstü bir kaynak. Bana bir sabit bir kare ve üçgen verin; size birbirinden farklı yüzlerce kombin yaratayım. Hayatın geometrisi böyle bir şey olsa gerek. Markanın kimliği de oldukça güçlü, bu konuda kiminle çalıştın? Kimlik ve tanıtım konusunda aileden torpilliyim. Markanın öyküsünü, ismini ve kurumsal kimliğini eşimin kreatif direktörlüğünde Yirmibirgram tasarladı. Ulusal ve uluslararası markalama projelerimi kendileri yönetiyor. Ben hayallerimi anlatıyorum, onlar düşlerimi gerçeğe çeviriyor. Diğer genç çanta markalarının aksine İstanbul’la ya da etnik nüanslarla pek de ilgilenmeyen bir çizgisi var tasarımlarının… Etnik tasarımlara asla karşı değilim. Türk motifleri ve değerleriyle ilgili çok kreatif bir marka yaratılabilir; günün sonunda o ürünler ayrı bir pazara seslenir. Aslolan özgün olmasıdır. Benim karşı olduğum iki şey var: İlki tasarımın ticarileşmesi, diğeri de markaların kendini trend rüzgarına kaptırıp öz değerini yitirmesi. Marka kültürünüzü ve onu özgün kılan tasarım değerlerini her daim korumalısınız. İşte bu nedenle ben O’yu trendlerden bağımsız tutmaya çalışıyorum. Markayı sadece kendi ile yarıştırıyorum, çantalarım herkese hitap etsin, modellerimi herkes kullansın diye bir kaygım yok. Senin favori modelin hangisi? Geo! Yamuk dikdörtgen şekli, el geçme detayı, küçük gibi görünen ama içine onlarca eşya alabilen formuyla o benim rüya çantam! Geo benim gözümde O’nun ikon modeli. Çanta dışında aksesuarlara da yer vermeyi düşünüyor musun? Geçen yılın koleksiyonunda iPhone portföylerine yer vemiştik… Elbette yine O geometrisine ve portföy özelliklerine sadık kalarak. Gelecek sezon, o prototipleri geliştirip doküman portföyleri hazırlamayı düşünüyoruz. Koleksiyon genişletme planlarımızdan biri de sade, farklı ve egzotik derileri bir arada kullanarak sınırlı sayıda gece portföyleri üretmek.
XOXO The Mag
SURPRISE AND BE SURPRISED Ruju seven bir kadını dudak parlatıcısına şans vermeye ikna etmek… Gelmiş geçmiş en zor makyaj iddiası… Chanel Makeup Creation Studio, bu iddiayı ciddiye alıyor ve bizleri Chanel Rouge Allure Gloss ile buluşturuyor. Sadece simsiyah ambalajına bakarak bile markanın bugüne kadar sunduğu diğer parlatıcılardan farklı bir ürünle karşı karşıya olduğumuzu anlayabiliriz. Tek bir dokunuşla, tek bir “click”le ambalajından çıkan Rouge Allure Gloss, aynı bir ruj gibi canlı ve yoğun renk skalasıyla baştan çıkarıyor, aynı bir parlatıcı gibi gülüşü aydınlatıyor ve dudakları olduğundan çok daha dolgun gösteriyor. Bu ultra-feminen güzellik hareketi, koleksiyona katılan üç yeni Rouge Allure rengi, bir dudak kalemi ve üç farklı ojeyle devam ediyor. İnci beji Sensuel’den böğürtlen rengi Séduction’a, Chanel makyajının vazgeçilmez kırmızısı Pirate’dan, frenküzümünün karanlık tonu Distinction’a bu özel parlatıcıyla uzanın. Rouge Allure’ün yeni renklerini keşfedin ve parlatıcılarla tamamlayın: Parlak pembe Craquante ve Sensible, yeni sütlü kahve Foudroyante ve Audace, mürdümden bir adım öteye giden Élégante ve Distinction. Rouge Candy dudak kalemiyle dudağınızın şeklini değiştirin, ruj ve parlatıcınızın kalıcılığını artırın. Sofistike oje renkleri Intention, Expression ve Exception’dan birini seçip dudaklar ve tırnaklar arasında kadınsı bir bütünlük yakalayın. Gözlerinizi çıplak bırakıp ıslak kirpiklerle yetinip, dudaklarınıza yoğunlaşın. Şaşırın ve şaşırtın.
SOLEIL DOUBLE Laurent Grasso’nun ilk kişisel sergisi Soleil Double, Galerie Perrotin Paris’te 31 Ekim tarihine kadar devam ediyor. Grasso, Soleil Double sergisiyle, çalışmalarındaki temel konseptlerden biri üzerine yoğunlaşıyor; gerçek, çift yönlüdür, hakikati bulabilmek için gizemli tarafı keşfetmemiz gerekir. Michel Foucault hakkında yaptığı yorumlama çerçevesinde, sinematografik senaryolar aracılığıyla, özneleri birer obje haline çeviriyor. Zaman ve güçle olan ilişkimizde, görsellerin gücünü sorgulatan Soleil Double, zihinsel bir deney vadediyor.
ANTI-AGE YOUR BEAUTIFUL SELF Söylenen o ki asma yaprağı sapı sert hava koşullarına rağmen 100 yıla yakın yaşamını sürdürebiliyormuş. Ona bu uzun ömrü kazandıran ise güzellik dünyasının yeni kahramanı Resveratrol. Harvard Üniversitesi tarafından en etkili anti-aging molekülü seçilen bu ham madde, Caudalie Vinexpert Fluide Bonne Mine’nin aktif içeriğini oluşturuyor. Derin kırışıklıkların engellenmesini, yüz ovalinin toparlanmasını sağlayarak elastikiyet kaybına karşı savaşan bu ürün, içindeki inci tanecikleri sayesinde cilde gün boyu süren bir ışıltı da kazandırıyor.
MIKE KELLEY’NİN GÖRSELLERİ Sene başında MoMA PS1’da Mike Kelley’nin çalışmalarının çoğunu kapsayan büyük serginin ardından, şimdi Skarstedt daha detaycı bir sergiye ev sahipliği yapıyor. Kelley’nin popülerleşen çalışmalarından ziyade, daha az bilindik bir ilgi alanını, illüstrasyonu, mercek altına alan Mike Kelley: Reconstructed History sergisi, 25 Ekim’e kadar devam ediyor. Sergide, Kelley’nin Reconstructed History serisindeki mürekkep ve kolaj çalışmalarından oluşan 50 illüstrasyon gösteriliyor.
Görseller; Mike Kelley, Reconstructed History, 1989, ink on printed paper, mounted on paper, framed in fifty parts, each: 11 x 8.5 in. (28.3 x 21.6 cm.) 205
SET UP
art.i.choke
Make It Wild and Hearty Molière, Les Femmes Savantes (Bilgiç Kadınlar) eserinde (bkz. yan sayfa no.21) kadın eğitiminin zaruretini tabii ki satir ve Alexandrin vezniyle anlatır. Bugün Molière’in sosyal hicivleri nereye evrilirdi muamma ama 5 sahnelik eserindekinden farklı bir yere gideceği kesin. Zira eğitilmesini zaruretle istediği kadınlar artık 4 bir koldan birçok sektöre liderlik ediyor. Takip eden iki sayfada da tam bu duruma örnek teşkil edebilecek konuklarımız var. Öykü Thurston ve Başak Onay, geçtiğimiz ay art.i.choke’u açtılar, kişiye özel mobilya tasarımlarının yanında iç mimarlık ve proje danışmanlığı da veriyorlar. Niş tasarımcıların hazırladığı ufak ev eşyaları ve vintage mobilyalarla bezeli mağazalarına adım atınca içinizden geçen ilk şeyse ahşap sandalyelerden birini evinizin bir köşesinde görmek olacak. hazırlayan müjde metin fotoğraflar özkan önal
XOXO The Mag
soldan sağa: 1. Ahşap ip makarası 2. Emaye kupa 3. Rötuş fırçası 4. Koltuk şalı 5. Peşkir 6. Kumaş numuneleri 7. Tel fırça 8. Ehlikeyif 9. Kurutulmuş keten çiçeği demeti 10. Kurutulmuş arı çiçeği demeti 11. Minyatür Swan chair 12. Kurutulmuş haşhaş çiçeği demeti 13. Botanik kitabı 14. Seramik tas 15. Pirinç bütüyeç 16. Emaye kupa 17. Kimyager şişesi 18. Ajanda 19. Keten ip 20. İki renkli ip makarası 21-22. Kitap 23. Kavanoz 24. Nar 207
XOXO’nun mekanınıza gönderimi için mail atın: 123@coistanbul.com
40 360 290SQM 7GR 400DERECE ALL SPORTS ALTÜST ASMALI ARTNEXT ARZU KAPROL AŞŞK CAFÉ BABYLON BACKHAUS BADEHANE BAHAR KORÇAN BALKON BALTAZAR BAYLAN BEBEK KAHVE BEJ CAFÉ BEYMEN BLENDER BIS WEAR İSTANBUL BRASSERIE BLOOM BREAD & BUTTER CAFÉ FİRUZ CAFÉ NERO CAHİDE CASİTA ÇELLO CEZAYİR ÇOKÇOK THAI COOK SHOP CORVUS WINE & BITE COS CREMERIA MILANO CUBA BAR İSTANBUL CULINARY INSTITUTE CUPPA CAFÉ DA MARIO RISTORANTE & PIZZERIA DAI PERA DELICATESSEN DELIRIUM DEM CAFÉ DEN CAFÉ DERIN DESIGN DIVAN DIVANE DIZZIA CAFÉ ECE AKSOY EGERAN GALERİ ESMOD FERAHFEZA FLAVIO FOUR SEASONS BOSPHORUS GALATA NO:5 GALATA BRASSERIA GALERİ ZİLBERMAN GALERİST GARAJİSTANBUL GEYİK GEZİ İSTANBUL GRAM GROOVE GÜNSELİ TÜRKAY H&M HABİTAT HAPPILY EVER AFTER HARDAL HARVARD CAFÉ HATİCE GÖKÇE HELVETİA HILLSIDE CITY CLUB HOME ROOM HÜNKAR İSTANBUL MODA İSTANBUL SETUP İSTİKAMET KARAKÖY AKADEMİSİ JAMIE’S JOURNEY JUNO KAFİKA KAHVE ALTI KAKTÜS KAHVESİ KANTİN KARABATAK CAFÉ KARE ART GALLERY KASABIM KİKİ KIRINTI KOBİ KOMODOR KÖŞE BRASSERIE KULİNATA KULP LA BRISE LABISTANBUL LE PAIN QUOTIDIEN LEB-İ DERYA LEBLON LES BENJAMINS LOKANTA MAYA LOMOGRAPHY GALLERY STORE LUCCA LULU’S LUSH HOTEL MAHALLE MAMA SHELTER MANGERIE MANO BURGER MANUEL CAFE MASA MAVRA MESTA METİN GÜRSOY PR MIDNIGHT EXPRESS MIDPOINT MISS PIZZA MIXER ARTS MOC İSTANBUL MOMO MONO CAFÉ MSA MUHİT MUMS CAFE MÜNFERİT MUSE İSTANBUL NAR PERA NESPRESSO NON GALERİ OKAFE OPS CAFÉ OPUS 3A OTTO PANDORA KİTAPEVİ PARISTEXAS PAROLE PATİKA KİTAPEVİ PI ARTWORKS PICANTE PİLEVNELİ PROJECT PİLOT GALERİ PİOLA PLİEE PLUMON POINT HOTEL POP-UP CAFÉ PROPAGANDA QUE TAL RAFİNERİ MİLLİ REASÜRANS SANAT GALERİSİ ROBİNSON CRUSOE SALOMANJE SARI LAZZARO TRATTORIA PIZZERIA SANAT GALERİSİ SELFESTATE SİMAY BÜLBÜL ŞİMDİ/NOW SİMURG KİTAPEVİ SMYRNA SNTRL DÜKKAN SOSA STAY SUGAR CAFÉ SUSAM CAFÉ SUSHI EXPRESS SUSHICO SWEDISH COFFEE POINT TABE KIYAMET TAKKUNYA TAPS THE HOUSE APART THE HOUSE CAFÉ THE HOUSE HOTEL TOUCHDOWN TRIBECA UGLY ULUS29 UNTER URBAN VOGUE W ISTANBUL WE WHITE MILL XFLATS YILDIRIM ÖZDEMİR ZENCEFİL Sadece standart teslimat ücreti ödeyerek abone olmak için aşağıdaki link’e gidin. www.xoxothemag.net/printed-magazine XOXO The Mag
#QUEOFFICIAL
QUE.COM.TR