XOXO The Mag/November 2014

Page 1

047 FASHIONMUSICARTDESIGN

KASIM 2014 ÜCRETSİZDİR

FARAH ZEYNEP ABDULLAH (122) VETEMENTS COLLECTIVE (22) Marion Cotillard (42) Richard Phillips (52) Ergİnoğlu & Çalışlar (82) Elizabeth Jane Bishop (90) Mr Twin Sister (156) Leather etc. (174)


047 FASHIONMUSICARTDESIGN

KASIM 2014 ÜCRETSİZDİR

FARAH ZEYNEP ABDULLAH (122) VETEMENTS COLLECTIVE (22) Marion Cotillard (42) Richard Phillips (52) Ergİnoğlu & Çalışlar (82) Elizabeth Jane Bishop (90) Mr Twin Sister (156) Leather etc. (174)


THE CHANEL MOMENT


www.chanel.com


THE CHANEL MOMENT


www.chanel.com


cover guest farah zeynep abdullah photographer serkan şedele

İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@xoxothemag.net Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Editörler Aslı Arduman, Dilan Emektar, Barış Fert, Serap Gecü, Gazali Görüryılmaz, Ayşecan İpek, Aslin Kumdagezer, Müjde Metin, Özkan Önal İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Melahat Çakır Katkıda Bulunanlar Alina, Mahizer Aytaş, Ceylan Atınç, Kate Carnegie, Sarp Dakni, Elif Esmez, Güneş Engin, Hülya Ertaş, Tara Greville, Gareth Horton, Beren Özel, Koray Parlak, Jason Rodgers, Nando Salvà, Mehmet Sofyalı, Murat Süyür, Serkan Şedele, Didem Şenol Tiryakioğlu, Erman Ata Uncu, Aslı Yazan, Merve Yeşilçimen, Begüm Yetiş, Yağmur Yıldırım Reklam cihan@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye, Sertifika No: 12055 XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.

CO PRODÜKSİYON YAYINCILIK REKLAMCILIK VE ORGANİZASYON TİC. A.Ş. H O Ş S O H B E T S O K A K N O : 2 0 / 1 G AY R E T T E P E B E Ş İ K TAŞ 3 4 3 4 9 İ stanb u l

XOXO The Mag



CONTENTS

MUSIC 56... Owen Pallett Tek Kişilik Orkestra röportaj beren özel

156... Mr Twin Sister Daha Cezbedici

COVER 122... Farah Zeynep Abdullah

röportaj aslı arduman

172... FKJ Parizyen Meyve Suyu röportaj gazali görüryılmaz

INTERVIEW 28... Jessie Burton Yıllardan 1686; Amsterdam’dayız röportaj aslı arduman

42... Marion Cotillard Tam Yerinde, Tam Zamanında

ART & DESIGN

FASHION

Hyperintimate

22... Vetements Collective

röportaj müjde metin

Clothes for Clothes’ Sake

52... Richard Phillips

röportaj nando salvà

46... Kaan Müjdeci Keşke Otobiyografik Olsaydı röportaj erman ata uncu

röportaj aslin kumdagezer

64... Nathan Williams

Yaşayan Ofisler

76... Gilles Laumonier

Aidiyet Kültürü

röportaj yağmur yıldırım

It’s Time to Celebrate

60... Mark Catchlove

82... Erginoğlu & Çalışlar Bir Kurum Olarak Mimarlık Ofisi röportaj hülya ertaş

166... Some Women of Mixed Media hazırlayan müjde metin

röportaj serap gecü

MORE 17... You Are the Worst Alabildiğine Anti-Romantik yazı erman ata uncu

34... Half Red hazırlayan ayşecan ipek

80... Tasarım Bienali Bahane

röportaj merve yeşilçimen

72... Dustin Hoffman

90... Fast Talk with Elizabeth Jane Bishop

Muhteşem Döngü

photographer gareth horton

86... Joel Kefali

100... Herschell Gordon Lewis

Ah, O Soyut Hisler

The Godfather of Gore Speaks

röportaj serap gecü

yazı sarp dakni

108... Semra Mutlu & Cansu Yenicioğlu

162... Watch Out I-P

stylist tara greville röportaj aslin kumdagezer

113... Everything in Its Right Place photographer begüm yetiş stylist olga şerbetcioğlu

146... Time & Sound photographer murat süyür stylist aslin kumdagezer

174... Leather etc. photographer koray parlak stylist ceylan atınç

192... Just Arrived in NY photographer alina stylist kate carnegie

röportaj nando salvà

Welcome, Come In röportaj ayşecan ipek

Bonita/Palamita yazı didem şenol tiryakioğlu

hazırlayan mehmet sofyalı


AW 14 -15

www.loft.com.tr

/loftjeanstr

/loftjeans 7

/loftjeans


AW 14 -15

www.loft.com.tr

/loftjeanstr

/loftjeans

/loftjeans


AW 14 -15

www.loft.com.tr

/loftjeanstr

/loftjeans

/loftjeans


AW 14 -15

www.loft.com.tr

/loftjeanstr

/loftjeans

/loftjeans


s覺zlan may覺 cazi BEN襤 kullan!


Jean-Claude Gaugy, La Rencontre, 2010

DOĞASI GEREĞİ EVRENDE İYİ VE KÖTÜ GİBİ KAVRAMLARLA İLİŞKİLENDİREBİLECEĞİMİZ VARLIK OLMADIĞI SONUCUNA, YANILSAMASINA YA DA SAF GERÇEĞİNE ULAŞABİLİRİM. HALİYLE, İYİ VE KÖTÜ (OLMA), KARŞILAŞMALARIN VE BU KARŞILAŞMALARDAKİ KARŞILAŞANLARIN DOĞASINA GÖRE DAİMA DEĞİŞİR, MEKAN DEĞİŞİR, ZAMAN DEĞİŞİR, SEBEP VE SONUÇ DA BUNLARDAN ETKİLENİR. BİLİYORSUNUZ, SPINOZA ÖYLE UZAKTAN ETKİYİ KABUL ETMEZ; KARŞILAŞMADAKİ BEHER TARAF, GEREK O Kİ, BİRBİRİNE KARIŞMALIDIR, DOKUNMALIDIR YA DA NE GEREKİYORSA… NEYSE; SONUÇTA (BENCE) ASLOLAN KARŞILAŞMANIN KENDİSİDİR, İYİLİK KENDİNİ GETİRİR. BU SAYIDA BOLCA İYİ KARŞILAŞMA VAR, TÜM ŞARTLAR BUNU GEREKTİRİYOR. ARALIK’TA BERABER PAKET(LER) YAPMAK ÜZERE, CIAO.

OLGA ŞERBETCİOĞLU


Metamorfoz, bir Hermès hikayesi

‘Phantom’ deri detaylı palto Tek pileli ince deri yünlü kumaş pantolon Toskana dana derisi bot


Metamorfoz, bir Hermès hikayesi

Dip boyama ipek kravat «Plume» dana derisi çanta XOXO The Mag


15


Metamorfoz, bir Hermès hikayesi

Kapşonlu kayak ceketi Kaşmir polar kazak Deri detaylı streç kayak pantolonu Dana derisi bot Nişantaşı İstinye Park Hermes.com


series

You’re the Worst

Alabildiğine Anti-Romantik yazı erman ata uncu

ajandasına sahip tiplemelerden bahsetmiyoruz. Aksine Gretchen ve Jimmy, tek tip kadınların, tek tip erkeklerin dışında olasılıklara işaret edecek konumdalar. Jimmy, ilk romanı hiç ilgi görmemiş, ikincisini yazmaktan da fersah fersah uzakta, Los Angeles’ta yaşayan bir İngiliz yazar. Gretchen, siyaseten doğruculuğu sadece görüntüyü kurtarmak için benimsemiş, kariyeriyle ilgili çok büyük planları olmasa da işleri çözmede doğuştan bir yeteneğe sahip, ağzı bozuk, cevval bir halkla ilişkiler uzmanı.

Son birkaç senedir (Judd Apatow radarımıza girdiğinden beri) romantik komedi dünyası türlü anti-kahramanlarla doldu taştı… A Lot Like Love’daki gibi işe ‘yatak arkadaşı’ olarak başlayıp, sonrasında kendilerini gayet tutkulu bir ilişkinin içinde bulanlar, My Best Friend’s Girl’deki gibi normal koşullarda bir suç hikayesinde ana karakter olabilecekken romantik komedi formüllerinde hayatta kalmaya çalışanlar vs… Kişisel ‘freak’lik çabalarından çok; bol küfürle, yatak sohbetiyle, alaycı karakterlerle romantik komedinin girdiği çıkmazı atlatma çabasına işaret edecek kadar yüklü bir külliyat var önümüzde. Tekeşlilik kararının yetişkinliğe geçiş koşulu olarak kodlandığı, herkesin eninde sonunda ruh eşini bulabileceğinin iddia edildiği bir dünyanın artık çok da alakalı durmamasına bir tepki de olabilir bu, ana akım sinemanın dönüm noktalarında nükseden yenilik arayışı da… Ne var ki -Judd Apatow ve şürekasının yaptıklarını dışarıda bırakalım- tüm bu ‘anti-romantik’ romantik komedilerin söz konusu krizin üstesinden gelip gelemediği sorusunun cevabı halen muallak. Karakterleri etraflıca çizmedikçe, onlara ilgi çekici özellikler yüklemedikçe; tüm o büyümeyi reddeden erkekler, bağlanmaktan ödü kopan özgür kadınlar, yine kaçınılmaz olarak bildik ‘mutlu sona’ sorgusuz sualsiz ilerliyorlar, bu dünyada beyaz gelinliğin tek geçer akçe olduğu bir kez daha gözümüze sokuluyor.

You’re the Worst’ün cazibesi, bu iki umursamaz anti-kahramanı alıp onların aykırılıklarının ekmeğini yemesinde değil, bu zorlu karakterlerin ilişki konusundaki tökezlemelerine odaklanmasında, onlardan aşk ilişkisine dair alternatifler çıkartmaya cesaret edebilmesinde. Misal, çift birbirini kıskanıp açık ilişkiden adanmış bir beraberliğe doğru yol aldığında, bir ilişkinin olmazsa olmazını yerine getirmektense kendi kurallarında ilerlemekten yana: “Şimdi başkalarıyla yatmayacağız yani, öyle mi?” anı, bildik bir romantik komedide ‘ebedi mutluluğa’ giden yolun bir adımı gibi kodlanır, karakterlerin aydığı noktalardan biri olarak işaretlenirdi. You’re the Worst’te ise özel bir anlam atfedilmeyen doğal bir gelişme bu. “Kahramanlarımız açık ilişkilerine devam da edebilirlerdi ama etmediler, bakalım şimdi ne olacak?” tadında. Onlardan beklentimiz yok… Gözümüz kulağımız ilişkilerinin dönüm noktalarında nasıl tavır alacaklarında…

FX’in yeni romantik-komik dizisi You’re the Worst de televizyon mecrasının olanaklarını sırtına yükleyip, burada devreye giriyor. Dizi, gayet uygun bir şekilde, birilerinin ‘mutlu sonunu’ en başa koyuyor, bir düğün sahnesiyle açılıyor. Sonrası, bu mutlu sonun her unsurunu masaya yatırıp acımasızca kesip biçen bir anlatı… Gelinin eski erkek arkadaşı Jimmy (Chris Geere), mahvettiği düğünden kendi gibi düşüncesiz, bencil, alaycı Gretchen’la (Aya Cash) çıkıyor. Tek gecelik olarak başlayan ilişki, kendine has dinamiklerle ilerleyen bir beraberliğe dönüşüyor. Ancak bu dönüşüm sırasında kahramanlarımız, kaçınılmaz bir şekilde ‘mutlu sona’ koştur koştur gitmektense, televizyon dizilerinin katman katman açılabilme özelliği sayesinde farklı duraklarda konaklayabilme imkanına sahip. Ya da şöyle diyelim; sadece makyaj niyetine ağzı bozuklaştırılan, farklılaştırılan, seksapel dozu artırılan ama içten içe romantik komedi karakterlerinin o bildik

Zira insaniliğe dair her şeye burun kıvıran bu ikilinin aşk meselesini didik didik ediyor olması, ona kapılıp gitmelerinden çok daha zihin açıcı. Bazen bu çıkış noktası sığ sulara çarpmıyor mu? Ne yalan söyleyelim, karakterlerin sadece arızaları üzerinden çizilmesi, hikaye onlarla ilgili daha derin bir şeylere gereksinim duyduğunda sorun yaratabiliyor. Ama bu durum, dizinin her bölümünde ilginç ve akıl çelici bir olay örgüsüyle karşımıza çıktığı gerçeğini değiştirmiyor, oyuncuların başarısını ve komedideki yeteneklerini gölgelemiyor. Weeds ve Orange is the New Black ekibinden Stephen Falk’un yarattığı You’re the Worst, bu dizilerin kara mizahlarını belki daha düşük bir dozda ama yine eğlencesinden feragat etmeden romantik komedi klişelerine enjekte ediyor. 17






INTERVIEW/fashion

Vetements Collective

Clothes for Clothes’ Sake

Şöhretin küresel döviz birimi olduğu bir çağda, üstelik moda sahnesinin tam ortasında, spot ışıklarıyla kovalamaca oynamayı tercih eden bir grupla karşılıklı oturuyoruz. Haliyle ilk buluşmada sorulabilecek her soruyu ardı ardına sıralıyoruz. Aldığımız cevaplar, anarşist bir yapının tutkulu ve işini sadece işin aslı için seven parçalarını tanımamıza olanak sağlıyor. Doğrusu, bu ilk başta bize de garip geliyor, fakat ilerleyen satırlarda egolarından arınmış ve kıyafetleri sözlük anlamlarındaki amaçları için tasarlayan bir markayla tanışacaksınız. Bu kez doğanın kanunlarına karşı gelin, gizli olanı merak etmeyin, röportajı okumadan önce hiçbir Google ya da Facebook araması yapmayın. Bitirdiğinizde her şey yeniden serbest... röportaj aslin kumdagezer fotoğraf vetements collective’in izniyle

XOXO The Mag


Fotoğraflar: Matthieu Lemaire-Courapied

Mağazanıza ilk defa giren birini tavlamak için nasıl bir cümle kurardınız? Kıyafetlerden ilham alan kıyafetler yapıyoruz, giyilebilecek ve keyfini çıkartabileceğiniz kıyafetler. Başardık mı?

özendireceğimiz bir dünyamız yok, albenisi olan paketlerimiz de... İlgilendiğimiz tek şey kıyafetlerin kendisi; Fransızca mealiyle les vetements. Hikaye anlatıcılığını bir kenara bırakarak güncel moda dünyasının en önemli kurallarından birine karşı çıkıyorsunuz. Ardından yenilik aramadığınızı ve sezonları umursamadığınızı söyleyerek de günahı derinleştiriyorsunuz. Günah çıkarmak ister misiniz? Kesinlikle hayır. Biz Vetements giyen bir kadının anlatacak kendi hikayeleri olduğuna inanıyoruz. Bizim oradaki varlığımızın sebebiyse onu hikayesine uygun giyindirmekle sınırlı. Yaptığımız şey esasında çok basit, avangart olmaya ya da modayı baştan keşfetmeye çalışmıyoruz. Biz kıyafet dikiyoruz.

Evet, şu an kaç kişiyle muhatabız? Vetements 8 kişiden oluşan bir grup. Bazılarımız satış bazılarımız da ürün geliştirmeyle uğraşıyoruz. Nasıl bir araya geldiniz? Birkaçımız önceden arkadaştık, bazılarımızsa o dönem beraber çalışıyorduk. Yani doğal bir tanışıklığımız vardı ve birbirimizden çok farklı olmamıza rağmen sadece kıyafetlere odaklandığımız bir ortak müşterekte buluştuk. 8 kişinin hiyerarşi olmaksızın aynı marka için çalışması süreci nasıl işliyor, bağlı kaldığınız bir tasarım mottosu var mı mesela? Hayır, sezgisel bir çalışma sürecimiz var. Her şeyden önce iç güdülerimizi takip ediyoruz, ardından fikirlerimizi ve yarattığımız konseptleri sorguluyoruz. Hislerimizi gerçeklerden ayırmak söz konusu olduğunda oldukça şüpheci olabiliyoruz. Çünkü günün sonunda amacımız bu hisleri hızlıca, saf, modern ve giyilebilir tasarımlara çevirmek.

Vetements’ın kendine ait bir kurallar kitabı var mı peki? Ancak hiçbir kural barındırmayan bir kurallar kitabı olabilirdi.

Peki ya iş bölümü? Tabii ki hepimizin yerine getirmesi gereken sorumlulukları var fakat biz kolektif bir grubuz ve zaman zaman hepimizin her şeyi yapması gerektiği durumlar da oluyor. Bu zamanlarda hepimiz egolarımızdan arınıp yapılması gerekeni yapıyoruz.

Şöhrete her şeyden çok tapınıldığı bir çağ için oldukça ters köşe bir hareket. Paris Moda Haftası sizin için nasıl geçti peki? Mood board’umuzdaki birçok öğeyi öyle ya da böyle gerçeğe dönüştürebildiğimiz için kendi içimizde çok mutluyduk, galiba biraz da bu nedenle moda haftası her anlamıyla çok iyi geçti. Fakat hepimiz normal hayatlarımıza dönmekten mutluyuz ve bir sonraki seviyeye atlamak için hazırız.

Bu arada ‘anonim’ tutumunuz için doğru kelime mi? Aslında biz, kelimenin tam anlamıyla, anonim değiliz. Kavramsal yaklaşımımızda da anonimlik yok. Yaptığımız şey basitçe işimizi ismimizin önüne koymak.

Adınız anonimliğinize bir gönderme mi? Vetements alabileceğimiz en mantıklı isimdi. Çünkü tek yapmak istediğimiz kıyafet tasarlamak. Anlatacağımız bir hikayemiz ya da

Moda dünyasında yaşadığımız hayatlar video oyunu gibi ne de 23


Fotoğraflar: Matthieu Lemaire-Courapied

olsa, değil mi? Kesinlikle, zaten moda haftalarıyla ilgili makale ve eleştiriler de gün geçtikçe tasarımların kendisinden ziyade şovlara katılan ya da katılmayan ünlüler hakkında olmaya başlıyor. Paris Moda Haftası dediğinizde aklımıza gelecek ilk şeylerden biri Kimye ve North olacaktır mesela. Maalesef bu internet odaklı modern dünyamızın vazgeçilmez bir parçası. Ayrıca moda da ünlülerin hayranlarıyla iletişim kurduğu mecralardan biri, tabii bu sayede tasarımcı da potansiyel müşterisiyle temasa geçiyor. Bu konuda yapabileceğiniz hiçbir şey yok. Kaçamazsınız ya da yasaklayamazsınız... Yapabileceğiniz tek şey gerçekle yüzleşmek ve harika kıyafetler yapmaya devam etmek.

Vetements normcore bir marka mı? Hayır. Tasarımlarımız normcore temelli olabilir fakat markanın tamamına bu sıfatı yapıştırmak yanlış olur. Doğrusu kelime anlamıyla ‘norm’u pek de sevdiğimiz söylenemez. Sevdiğiniz bir kelime var mı? Gerçek. Günümüz moda şartlarını göz önünde bulundursak sizce kritikler mi yoksa kritik çoğunluk mu daha önemli? Bizce hepsinden önemlisi kendini eleştirebilme yetisi...

Bahsettiğimiz ünlü etkisi tasarımcılar için de geçerli, starchitect’ler misali... Star tasarımcıların sayısı gün geçtikçe artıyor mu? Aslına bakarsanız bizce bu fenomen sona ermek üzere. Artık tasarımcı ancak işi ve üretimleri hak ediyorsa bahsettiğiniz tanınırlığa ulaşıyor. Bağlantıları ve Instagram takipçileri her an patlamaya hazır bir balondan başka bir şey değil. Sanal dünyadaki ani ünlenmeler bir yanılsama. Basın adınızı gizli tutma isteğinize nasıl tepki verdi? Doğal olarak daha çok meraklandı. Doğanın kuralı bu, gizli olan her daim daha çok ilgi uyandırır. Tıpkı Maison Martin Margiela örneğinde olduğu gibi... Geçtiğimiz aylarda, 25 senenin sonunda, markanın arkasındaki ismi buldular. Margiela’nın durumu, 25 senelik bir medya stratejisiydi. Aslında hiçbir zaman gizli olmamalıydı. Bizim durumumuzda böyle bir strateji söz konusu değil. Gizli olmak için özel bir çaba harcamıyoruz, sadece kalabalık bir grubun isim karmaşasından sizi kurtarıyoruz ve kıyafetlere odaklanmanızı kolaylaştırmak istiyoruz.

Geçenlerde Jeremy Scott’ın, muğlak ve karanlık filmlerin ona asla ilham veremeyeceğini söylediğini okudum. Size asla ilham veremeyecek bir şey var mı? Kabalık, basitlik ve görgüsüzlük... Bunlar dışında kalan her şey bizim için potansiyel taşıyor. Bugünlerde Vetements kadınının aklını meşgul eden şeyler neler? Bu soruya tek yönlü bir cevap vermemizin imkanı yok çünkü yaratıcıları gibi Vetements kadını da birçok kişinin toplamından oluşuyor. Takılacağı bir sürü yeri, dinleyeceği birçok albümü ve aklından geçen onlarca düşüncesi olmalı... Yakın zamanda bir Vetements erkeği de olacak mı? Ah tabii ki! Aslında Vetements erkeği çoktandır var, sadece biz henüz onun için bir şeyler dikmeye başlamadık. Alakası olmayan bir soruyla bitirelim, Franco Moschino’nun “İyi gusto yoktur” tanısına katılır mısınız? Göreceli olarak evet. Ama biz yine de iyi zevklere sahip insanların oralarda bir yerlerde olduğuna inanmayı tercih ederiz. Hem de onlarcasının.

XOXO The Mag


HUGO BOSS Turkey www.hugoboss.com

Ankara BOSS Menswear Store Next Level BOSS Menswear Store Panora Antalya BOSS Menswear Store Terracity Istanbul BOSS Menswear Store Akasya BOSS Menswear Store Akbat覺 BOSS Menswear Store Bak覺rk繹y Capacity BOSS Menswear Store IstinyePark




INTERVIEW/lıterature

JESSIE BURTON

Yıllardan 1686; Amsterdam’dayız Jessie Burton’ın tiyatro oyunculuğundan roman yazarlığına geçişinin temelleri 2009’da tatil için gittiği Amsterdam’da atılıyor; Rijksmuseum’da gezdiği sırada, 1686 senesine ait bir minyatür evle karşılaşıyor ve o andan itibaren The Miniaturist’in hikayesi kafasında şekillenmeye başlıyor. 17. yüzyılın Amsterdam’ıyla ilgili en ufak bir fikri olmadığını söyleyen Jessie kendini kitaplara, sayısız envanter ve dönemin tablolarına veriyor. Sonunda ortaya Nella Oortman’ın, gizemli bir minyatürcü etrafında şekillenen, karanlık ve merak uyandıran hikayesi çıkıyor. röportaj aslı arduman fotoğraf alexander james


Öncelikle, oyunculuktan roman yazarlığına geçişinden bahseder misin? Oyunculukla yazarlığın kesiştiği noktalar var mı? Yazmaya hep meraklıydım zaten. Diğer taraftan, bir aktris olarak iş bulmak gittikçe zorlaşıyordu. Ben de cesaretimi toplayıp roman yazmaya karar verdim. Ama tabii oyunculukla yazarlığın büsbütün farklı şeyler olduğunu söyleyebilirim. Oyunculuk ancak sahnedeki tüm oyuncular uyum içinde olduğunda başarıya ulaşabiliyor; komünal bir tecrübe, dinleyerek ve paylaşarak gerçekleşiyor. Yazarlıkta ise tamamen tek başınızasınız; aynı zamanda hem yönetmensiniz hem yapımcı hem de oyuncuların tümü. Bu nedenle oyunculuğu ve yazarlığı kıyaslamak benim için imkansız. Fakat şunu söyleyebilirim ki, yazarken tüm kontrolün bende olduğunu hissediyorum, oyunculukta ise tam olarak öyle olduğunu söyleyemem. Yazarlık konusunda da kendime tamamen güvendiğimi iddia etmiyorum, fakat yazarken kendimi daha güvende hissettiğim kesin. İyi teklifler aldığım sürece oyunculuğa da devam edeceğim, ancak şu anda yazarlık beni o kadar çok heyecanlandırıyor ki, hayatıma hükmetmesinden memnunum.

konulara parmak basıyor bu karakter; bir anlamda, inanç ve insanın kendi kendini yaratması üzerine tefekkür etmemize vesile oluyor. Tahminimizce The Miniaturist’i yazarken fazlasıyla araştırma yapmış olmalısın. Bize biraz bu süreçten bahseder misin? Ne tür kaynaklardan faydalandın mesela? Açıkçası Amsterdam konusunda hiçbir fikrim yoktu. Böylece kendimi kitaplara verdim, o dönemin tablolarını araştırdım, bir sürü vasiyet ve envanter okudum. Hatta 1671 senesinden kalma bir yemek kitabından bile faydalandım. Özellikle de tablolar inanılmaz faydalı oldu, zira Hollandalılar sipariş üzerine, hem yaşam biçimlerini ve varoluşlarını hem de ahlaki değerlerini ve fantezilerini yansıtan tablolar yaptırmaya çok meraklıydı. Tüm bunların dışında, incelediğim dönem, bilimsel ve felsefi gelişmelerle dolu olmasının yanı sıra Orta Çağ’dan kalma bir kafa yapısının da mevcudiyetini sürdürdüğü bir dönemdi. Peki tarihi romanlara ilgin nereden kaynaklanıyor? İçinde bulunduğumuz zamandan çok farklı olup, aynı zamanda da insana tuhaf bir biçimde tanıdık gelen bir zamanda kaybolmayı seviyorum. Cesaret, sevgi, nefret, kayıp ve keder gibi kavramların asla değişmediğine şahit olmak güzel bir his. Bir taraftan da geçmişe ait şeyleri seviyorum: Kıyafetler, yemekler, hobiler ve inanışlar... Tarihi roman yazmak, bir nevi metafizik bir ülkeye yapılan bir seyahat gibi aslında.

O halde ilk romanın The Miniaturist’e gelelim; esin kaynağının Amsterdam’da Rijksmuseum’u gezerken gördüğün bir minyatür ev olduğunu okumuştuk... 2009’da tatil için Amsterdam’a gittiğimde, Rijksmuseum’da, 1686 senesinde varlıklı bir tüccarın karısı olan Petronella Oortman adında bir kadının siparişi üzerine yapılmış minyatür bir evle karşılaştım; hakikaten inanılmaz güzellikte bir dekoratif objeydi bu, içindeki detaylar büyüleyiciydi. Hemen sonrasında bu evin, Oortman’ların gerçek evinin birebir kopyası olduğunu öğrendim. Değerininse gerçek bir evin değerine eşit olduğunu öğrenmemle birlikte içimde bir şeyler hareketlenmeye başladı. Petronella Oortman bu minyatür evi dekore etmek için Japonya ve Çin’den porselenler, İtalya’dan mermer, ipek örtüler ve Venedik camı getirtmişti. Bir minyatür ev için bu derece emek sarf ediliyor olması, aklıma, gerçek hayatta noksan olan kontrol ya da hakimiyet hissinin, bu minyatürize edilmiş evde hayat bulduğu fikrini getirdi. Petronella, sosyal hayatta dile getiremediklerini bu minyatür ev sayesinde dile getiriyordu.

Seni yazar olmaya teşvik eden romancılar kimler? Penelope Lively, Roald Dahl, Margaret Atwood, Siri Hustvedt, Hilary Mantel ve John Banville’i sayabilirim. The Miniaturist ile okurlarında -merak hissi dışında- nasıl duygular uyandırmak istedin? Okurların tepkilerini öngörmek imkansız da olsa, umuyorum ki kendileriyle özdeşleştirebildikleri karakterler ve içinde kaybolabildikleri bir hikaye yaratmayı başarabilmişimdir. Ve tabii okurla aramda, hikayenin sonuna dek süregelen bir güven kurabilmişimdir. Gizem hissiyatı olmazsa olmaz mı senin için? Evet, kesinlikle öyle. Hikayenin ve karakterlerin beni şaşırtması, onlardan beklentilerimin bir anda tepe taklak olması hoşuma gidiyor.

Peki Rijksmuseum’daki keşfinden önce minyatür evlere karşı bir merakın var mıydı? Çocukken bir oyuncak evin var mıydı mesela? Sylvanian Families’i bilir misiniz? Bende onlardan vardı, evleriyle birlikte!

Her bölümün neden İncil’den birtakım alıntılarla başladığını da merak ediyoruz. O alıntılar, dinin Amsterdamlıların günlük yaşamındaki önemini hatırlatmak için. Ayrıca, çok güzel olduklarını düşünüyorum.

Bu tarz sofistike minyatür evler 1686’da neleri simgeliyordu? Sende nasıl duygular uyandırıyor? Bir nevi statü sembolü ve gösteriş aracıydı. Aynı zamanda -az önce de bahsettiğim gibi- insana bir nevi hakimiyet hissi veriyordu. Ben ise bu evleri estetik açıdan çok güzel buluyorum, gerçekten çok etkileyiciler ve insanın içinden onlara yakından bakmak geliyor; saklı bir şeyler bulma arzusu uyandırıyorlar.

Özellikle romanın öne çıkan kadın karakterlerini ele aldığımızda, The Miniaturist’e feminist bir roman demek doğru olur mu sence? Bunun dışında, aynı bağlamda 1686’dan bu yana hala geçerli olduğunu düşündüğün şeyler de vardır, değil mi? Romanı, feminist bir roman yazmak niyetiyle yazmadığımı söylemeliyim. Neticede erkek bir yazar, güçlü ve renkli erkek karakterlerle ortaya çıktığında, ona romanını herhangi bir niyetle yazıp yazmadığı sorulmuyor. Hatta birçok insana göre, olması gereken de bu; Batı edebiyatına hakim olan, erkek yazarlar tarafından yazılmış, içlerinde kadın karakterler yer alsa da, erkek karakterlerin tecrübelerinin evrensel sayıldığı romanlar. Sonuçta ben bir kadınım ve evrensel temaları kadın karakterlere yüklemem gayet normal. Esas niyetim, 17. yüzyılın

Romana adını veren esrarengiz minyatürcü karakteri nasıl bir önem taşıyor? Romanda neyi temsil ediyor? Minyatürcü, romana heyecan katan unsurlardan biri şüphesiz; hem kader hem de otonomi konusunda bir şeyleri sorgulamanıza neden oluyor, tabii aynı zamanda da tam bir esrar perdesi. Algı, görebildiklerimiz ve göremediklerimiz, hayatımızın akışını değiştirebilme gücünün aslında yalnızca bizim elimizde olması gibi 29


Amsterdam’ında kadınların karşı karşıya kaldığı, devlet ve kilisenin tutarsızlıkları ve bu tutarsızlıklardan doğan gri alana odaklanmaktı. Bugünse fırsatlarla dolu bir dünyada yaşıyoruz. Ama bir yandan da seksist, ırkçı ve homofobik bir dünya bu. Belki de sandığımızdan çok daha az aşama kaydettik.

Peki, tekrar edebiyata dönecek olursak; bir roman karakteriyle tanışacak olsaydın bu kim olurdu? İlk aklıma gelen Deborah Harkness’ın All Souls üçlemesinden Matthew Clairmont karakteri; birkaç yüzyıldır hayatta, oldukça zeki, biraz deli ve son derece zevkli bir insan.

Bu son söylediklerine istinaden, mesela günümüzde feminizm kavramının insanlar tarafından yanlış anlaşılma durumu da yakın zamanda ortadan kalkacağa benzemiyor... Eşitlik için mücadele veren kadınları aşağı çekmek o kadar kolay ki, onları dırdırcı olmakla suçlamak, dış görünüşlerini acımasızca eleştirmek, başarılarını küçümsemek... Bu kemikleşmiş ataerkil yapı var olduğu sürece de kadınlar hakkında eskimiş sabit fikirler de tekrar tekrar ortaya çıkmaya devam ediyor. Kadınların basında yansıtılma şekilleri, iş yerlerindeki eşitsizlikler, doğurganlık haklarına yapılan müdahaleler, aile içi ve cinsel şiddetin basında ve mahkemede ele alınış biçimine karşılık sosyal medyada biriken tüm kızgınlığı doğru bir şekilde yönlendirip yapılandırarak, feminizmin aslında herkes için müthiş bir güç olduğu inancını yaymak gerekiyor. Öte yandan, güzel şeyler de olmuyor değil; örneğin Everyday Sexism okullarda cinsellik ve ilişki eğitimi veren bir kampanya. Ve çocukların norm olarak kabul ettiği şeyleri duysanız şaşarsınız. Bunun dışında, kadınlara karşı cinsel şiddeti engellemeye yönelik bir sürü kampanya var. Kadınları objeleştiren reklamlar, kurbanı suçlamaya yönelik taraflı mahkemeler; tüm bunları görmezden gelmemek lazım. Bu mücadele muhtemelen yıllarca sürecek, fakat 10 yıl evveline göre sesimizin daha güçlü çıktığı da inkar edilemez.

Son zamanlarda neler okudun? Bize birkaç kitap tavsiye eder misin? All Souls üçlemesi gerçekten bağımlılık yaratıyor; zekice yazılmış tarihi ve fantastik bir üçleme, inanılmaz bir hayal gücünün eseri. Emily St. John Mandel’in Station Eleven’ı da bence çok iyi bir roman; postapokaliptik bir aşk hikayesi. Ayrıca Catherine Chanter’ın The Well’ini tavsiye edebilirim; Şubat 2015’te yayınlanacak, kesinlikle okumalısınız! Bir türlü okumaya fırsat bulamadığın ama mutlaka okumak istediğin klasikler var mı? Henüz okumadığım o kadar çok kitap var ki... Daha fazla Dickens okumak çok isterim mesela. Elizabeth Jane Howard’ın Cazalet Chronicles’ını tamamlamak isterim. En önemlisi de, hiç Kafka okumadığımı itiraf etmeliyim, ve okusam muhtemelen çok severim. Belonging adlı yeni bir roman üzerine çalıştığını okumuştuk; biraz bu yeni kitabından bahseder misin? 1937’de İspanya İç Savaşı’nda başladığını söyleyebilirim. Genç ve umut vadeden bir sanatçı arbede esnasında ortadan kayboluyor. Romanın bir diğer yarısıysa 1967’de, Londra’da geçiyor; genç bir kadının 30 yıldır saklı kalmış sırları çözmeye başlamasıyla hayatı sonsuza dek değişiyor...

XOXO The Mag


CROSSING THE GLOBE IN TWO SECONDS.

Grande Reverso Ultra Thin Duo. Jaeger-LeCoultre Calibre 854/1. Two dials driven by a single movement: for the very first time, the iconic Reverso reveals a second face within its ultra-thin case. It combines two back-to-back dials to offer its owner a fascinating journey through time. A refined blend of style and watchmaking performance stemming from 180 years of expertise cultivated by the Inventors of the Vallée de Joux.

YO U D E S E RV E A R E A L WATC H.

JAEGER-LECOULTRE Butik, Nişantaşı, +90 212 232 3017 İstanbul: GREENWICH Zorlu AVM, +90 212 353 6347 - Antalya: ARGOS, +90 242 310 3210 www.jaeger-lecoultre.com



move your lee Let’s celebrate 125 years of denim expertise


FILE

İtiraf edelim, ilk kez bu sezon, bordo ve mürdüme sırtımızı dönüp kırmızının puslu, kimi zaman kiremite kimi zaman pembeye dokunan tonlarıyla samimiyetimizi ilerletmek istiyoruz. Güzellik dünyasının bir türlü vazgeçemediği bu temel renk, bizi ilk defa kendi halinde, tarafsız bir bölgeye çağırırken bir bakmışız… Zaten tam da oradayız. hazırlayan ayşecan ipek illüstrasyon aslı yazan

CHANEL LE VERNIS ROUGE FATAL Rouge Noir’cılar sizlerin hala beyaz gömlekler içinde Uma Thurman’ı andığını biliyoruz, buna saygı duyuyoruz. Ancak madem Chanel tarihçesinde gerilere gideceğiz, bir filmde ana karakterler kadar yardımcı oyunculara da dikkat kesilen eleştirmenler misali, Rouge Fatal’i yeniden hatırlayalım. Kahverengi bazlı bu derin kırmızı, ‘anne ojesi’ titrinden süper bir manevrayla sıyrılarak, kendine şık ve zamansız bir yer ediniyor. Kiremit değil, kırmızı değil, kahverengi değil. Az değil, fazla değil. Tam da olması gerektiği gibi.

DAVINES NATURALTECH ENERGIZING SHAMPOO AND SUPERACTIVE Game of Thrones sonrası bambaşka anlamlar kazanan ejderha figürü, Naturaltech serisinin yüksek performanslı ve mis kokulu şampuanını anlatmak için boşuna seçilmemiş. Saç derisindeki kan dolaşımını hızlandıran, bu sayede toksinlerin atılmasını sağlayan şampuan, zayıf düşmüş kökleri adeta şoka sokarak kendine getiriyor. Nemli saça uzun ve özenli bir masajla dağıttıktan sonra birkaç dakika bekleyin, aromatik soğuğun tadını çıkarın ve durulayın. Superactive ise daha fazlasına ihtiyaç duyan, yoğun dökülme yaşayanlar için tasarlanmış bir bakım kürü. İtalya’nın bizlere en büyük hediyesi Davines’in bu iddialı serisine bağımlılık geliştirmeniz olası.

PRADA LUNA ROSSA 34TH AMERICA’S CUP LIMITED EDITION Citrus ailesiyle aromatik esansları bir araya getiren Prada Luna Rossa, yelkencilerin aşina olduğu serin notalarla bezeli. Bu durum, sözüm ona ‘pour homme’ olan bu parfümün kadınlar tarafından tercih edilmesine kesinlikle engel değil, aksine tarafımızdan tavsiye ediliyor. Daniela Roche Andrier’in acı portakal, lavanta, adaçayı, nane, ambroxan ve amber çiçeğiyle yarattığı, markanın parfüm dilini tanıyanların ‘clean with a twist’ olarak kategorize edeceği Luna Rossa’nın sınırlı sayıda üretilen bu versiyonu, kazananlar listesine ismini yazdırmakta pek de zorlanmıyor.


CHRISTIAN LOUBOUTIN NAIL LACQUER LOUBOUTIN RED Kırmızı tabanları ve yüksek topukları imzası haline gelmiş stilettolardan ödünç alıp bir oje şişesine uyarlamak Christian Louboutin’den başka kimin aklına gelirdi? Louboutin Red, parlak, canlı, her cilt tonuna uyum sağlayan, kendini ilk bakışta belli eden bir renk. Ambalajı hakkında pek de bir şey söylemeye gerek yok, onu bir çekmecede gizlemek yerine herkesin görebileceği iddialı bir noktaya yerleştirmekte fayda var.

NARS AUDACIOUS LIPSTICK CHARLOTTE François Nars ve Charlotte Rampling arasındaki sıcak ilişki malumunuz; karizmatik aktris geçtiğimiz sezonun yüzüydü. Marka 20. yılını yeni bir ruj koleksiyonuyla kutluyor ve tüm rujlarını sinemanın ikonik isimleriyle vaftiz ediyor. Yoğun pigmente sahip, dudakları yumuşatan, dolgunlaştıran ve nemlendiren, 40 renklik bu koleksiyon, Audrey, Anita ve Vanessa gibi nude’lar açısından iddialı. Charlotte Rampling içinse pembeye göz kırpan bir şarap rengi seçilmiş.

MEMO PARIS FRENCH LEATHER Memo Fragrances’ın deri koleksiyonuna yeni eklenen French Leather, İrlandalı ve İtalyan adaşlarından oldukça farklı bir karaktere sahip. Deriye bu kez yumuşak, nazik, taze bir bakışla yaklaşan Alienor Massenet, misket limonu, gül suyu ve deriye pembe biber, adaçayı, sedir, reçine, vetiver, beyaz misk ve ardıç ağacını karıştırarak daha önceki denemelerinden uzaklaşıyor, böylece biz de söz konusu bir Fransız olduğunda her daim seksi bir şeyler beklememiz gerektiğini anlıyoruz.

SK-II ESSENTIAL POWER ESSENCE Herhangi bir güzellik ürününde ‘power essence’ kelimeleri yan yana geldiğinde kandırılmak üzere olduğunuz kuşkusuna düşebilir, tek bir üründen böylesi bir performans beklemek konusunda çekimser davranabilirsiniz. Söz konusu Cate Blanchett’ın gönüllü elçiliğine sahip SK-II’ye geldiğinde ise işler hemencecik değişir. İçeriğindeki enginar ve kinren özüne markanın keşfi Pitera’yı ekleyen Essential Power Essence, gözenekleri sıkılaştırıyor, siyah noktaların ve ince çizgilerin önüne geçiyor.

DOLCE & GABBANA SPRING SUMMER 2015 Bahçenizdeki kırmızı güllere gereken özeni gösterseniz iyi olur, zira Dolce & Gabbana’nın kısık sesle kışkırtıcı bir Flamenco ezgisi mırıldanan 2015 İlkbahar/Yaz koleksiyonu, bir güzellik manzarası olarak ilgi çekici. Her şeyi zamanından önce yapmaya meraklı olanlarınız Pat McGrath’ın cilt bakımı serisine yeni eklediği Aurealux Mask, klasiklerden Perfect Luminous Liquid Foundation, Smooth Eyeshadow Quad in Desert ve başrolde yer alan Ultra, Amethyst ve Dolce Desire rujlarla yarattığı, ‘flora’ destekli bu görünümü kalın paltolara uyarlayabilir.

CHRISTIAN DIOR ROUGE DIOR PIED DE POULE 977 numaralı Pied-de-Poule, 5 Couleurs Collection’ın en iddialı rengi. Nokta. Dior rujlarının ultra-lüks, kremsi dokusuyla soğuk bir şarap rengini buluşturan bu ruj, her bir katta kimlik değiştiriyor. Tek kat sürüp bir peçeteyle etkisini azıcık azalttığınızda doğal, iştah açıcı bir pembelik yaratıyor. İki kat üzerine dudak kalemiyle desteklendiğinde işler değişiyor ve vamp bir dünyanın kapıları aralanıyor. Dudak üzerinde yumuşacık ve kadifemsi bir etkiye sahip Rouge Dior’un bu tonu koyu renkler konusunda çekimser olanları bile tek bir denemede tavlayacak karizmaya sahip.


FILE

M.A.C LIP PENCIL BURGUNDY Doğru dudak kaleminden ne beklemelisiniz? Ne kaygan ne sert bir yapı. M.A.C Lip Pencil, doğal dudak tonundan koyu bordoya uzanan skalasında, kullanımı müthiş kolay bir dudak kalemi deneyimi sunuyor. Burgundy, açık bir kırmızıyı daha vahşi bir yerlere çekmek ya da çıplak dudağın üzerine lip balm öncesi uygulayarak sağlıklı bir ton elde etmek için ideal.

SUNDAY RILEY GOOD GENES TREATMENT Yaz ve kış arasında koskoca bir mevsim olduğu doğru, ancak bu süre güneşin ciltte yarattığı hasarı yok etmek için fazlasıyla kısa sayılır. Amerika’nın yeni cilt bakımı kahramanı Sunday Riley’nin laktik asitle cildi arındıran ve dolgunlaştıran, meyan köküyle aydınlatan tedavi amaçlı bakım kürünü, daha fazla vakit kaybetmeden ‘layering’ felsefesine uyarak kendi cilt bakım rutininize ekleyiniz.

REN FLASH RINSE 1 MINUTE FACIAL Çoğumuzun çılgın hızda akıp giden bir şehir hayatına adapte olmaya çalıştığını hesaba katarak bir süre sonra cildimizin de eski binalar gibi gri, soğuk ve sağlıksız bir görünüm kazanmasına şaşıramayız. Tüm cilt bakım guru’larının tekrar ettiği gibi en önemli işlem temizlik ve peeling. C vitamini yüklü, cildi anında canlandıran ve gençleştiren, gri tonu yok eden 1 Minute Facial’ı 3 günde bir özenli bir masajla cilde uygulayın. Bekletin ve durulayın.

DARPHIN INTRAL REDNESS RELIEF SOOTHING SERUM Kırmızıdan kaçtığımız bazı zamanlar da oluyor tabii. Hassasiyet yüzünden beliren kırmızılıklar açık ya da koyu, pazarlığa açık değil. Darphin’in tahriş olmuş ciltler için tasarladığı sakinleştirici bakım kürü Intral Redness Relief Soothing Serum, cildi rahatlatmakla yetinmiyor, aynı zamanda onu dış etkenlere karşı koruma görevini de üstleniyor. İhtiyaç duyduğunuz her zaman, nemlendiricinizden önce ondan yardım isteyin.

CHARLOTTE TILBURY K.I.S.S.I.N.G SO MARILYN Büyük çekimlerin sihirbazı, ünlü isimlerin makyözü Charlotte Tilbury’nin makyaj koleksiyonu bugüne kadar en çok beklediğimiz şeylerden biriydi. Hayal kırıklığına uğradık mı? Kesinlikle hayır. İçeriğindeki balmumu ve özel olarak üretilen Lipstick Tree sayesinde dudakları yumuşacık yapan, rengin dağılmamasını ve yok olmamasını sağlayan rujları, apayrı bir konu. So Marilyn de, bizce bu koleksiyonun en nadide kırmızısı.

KEVYN AUCOIN SCULPTING POWDER Makyajda Photoshop etkisi olarak da bilinen kontür, ünlü makyör Kevyn Aucoin’in Tom Ford’un henüz güzellik dünyasına bulaşmadığı günlerde yapılmasında ısrarcı olduğu bir işlemdi. Nasıl olmasın ki? Hatları belirginleştirerek yüzü incelten ya da yeniden şekle sokan bu numara, doğru malzemeyle yapıldığında mucizevi sonuçlar veriyor. O halde, onu başka yerlerde aramak yerine işin ustasına yönelelim.



“DAHA FAZLA MODA DAHA FAZLA MARKA”

XOXO The Mag


39

online alışveriş

ayakkabidunyasi.com.tr




INTERVIEW/cinema

MARION COTILLARD

Tam Yerinde, Tam Zamanında Gözlerindeki o trajik bakış ile zamanımızın büyük sessiz film yıldızlarından biri olduğu söyleniyor, bütün filmleri sesli olsa da: Perdedeki gücü dudaklarında dökülen kelimelerden çok o mavi gözlerden yansıyan bakışlarda. Onunla yüz yüze iken Marion Cotillard, yavaş yavaş, doğru sözcükleri bulabilmek için yeterince zaman harcayarak konuşuyor ve neredeyse kusursuz bir İngilizce ile ifade ediyor kendini. Fransız şarkıcı Edith Piaf’a hayat verdiği La Vie en Rose filmindeki performansı sayesinde rol alma fırsatı bulduğu Amerikan filmlerinin çekimlerinde geliştirdiği bir yetenek bu. Şimdiyse tekrar Avrupa’da, Belçikalı Jean-Pierre ve Luc Dardenne kardeşlerin yeni sosyal gerçekçi filmleri Two Days, One Night’ın başrolünde karşımızda. Bizse, filmin dünya galasının yapıldığı geçen Mayıs’taki Cannes Film Festivali sırasında Marion Cotillard ile bir röportaj yapma fırsatı bulduk. Ve zamanı geldi, size bu ay sunuyoruz. röportaj nando salvà fotoğraf vittorio zunino celotto/getty images entertainment/getty images turkey


Two Days, One Night, 2014, Cinéart

Two Days, One Night’ta can acıtıcı gerçekçilikte bir ruhsal bunalım portresi çiziyorsunuz. Nereden ilham aldınız? Yaşamınızda benzeri bir deneyim geçiren oldu mu? Pek sayılmaz. Ama yaşamda doğru yerde olmadığını hissetmenin nasıl bir şey olduğunu biliyorum. Bunu kendim yaşadım. Ailem, bir yol tıkandığında hayata devam edebilmeyi öğretti bana; ayakta kalacak gücüm olsa da geçmişte bunalıma çok yaklaşmıştım. Dolayısıyla filmdeki karakterim Sandra’yla ilgili olarak, kendini kayıp hissetmenin, derin bir acı içinde olmanın, bunun ne kaynağını ne de çözümünü tam olarak bilememenin nasıl bir şey olduğunu biliyordum.

Karakterinizle bu düzeyde bir bağ kurmayı nasıl başarıyorsunuz genellikle? Oynadığım rollere çok hazırlanıyorum, onlarla beraber uyuyorum, onlara bir geçmiş, bir gelecek yaratıyorum. Diğer oyuncularla birlikte yapılan okuma çalışmalarını, karakterlerin psikolojileri ve motivasyonlarıyla ilgili uzun tartışmaları seviyorum. Ama öte yandan provalar bana göre değil. Bence oyuncunun niyetini çok fazla açık ediyor. Oysa ben setteki sürprizi, karakterin gerçek anlamda çekimin ilk günü orada ortaya çıkmasını seviyorum. Genel anlamda, Two Days, One Night en çok hangi açıdan çekici bir filmdi sizin için? Dardennes’lerle çalışma fırsatı bulmak dışında mı? Bu filmin çok önemli sorular ortaya koyduğunu düşündüm: Yeterince iyi olmadığınız için sizi dışlayan bir toplumda nasıl doğru dürüst bir hayat yaşayabilirsiniz? Kapitalizmin kendini devam ettirme mekanizmalarından birisi, çalışanların bir araya gelmesini önlemek iken toplumdaki yanlışlarla nasıl mücadele edebilirsiniz?

Bu karakteri oynamak sizi herhangi bir şekilde etkiledi mi? Etkiledi. Bir noktada Sandra’nın umutsuzluğunun geceleri benimle birlikte eve geldiğini, üzerime yapıştığını hissettim. Ama öyle olması gerekiyordu. Depresyonu anlamazsanız yataktan çıkamadığını söyleyen bütün o insanların bir tür tiyatro oynadığını düşünürsünüz. İnanın oynamıyorlar. Siz canlandırdığı karakterlerin içinde kaybolmayı seven bir oyuncusunuz, öyle değil mi? Elimden geldiği kadar... Edith Piaf’ı oynarken karakterin beni kelimenin gerçek anlamıyla yuttuğunu hissettim. Çekimlerden sonraki sekiz ay boyunca da beni terk etmeyi reddetti. Ele geçirilmiştim. Ama pişmanlık duymuyorum. Bu işin bana en keyif veren yanı karakterin bedenimi ele geçirdiğini hissetmek.

Marion Cotillard gibi bir yıldızın neden işçilerin birliğinden söz ettiğine anlam veremeyecek birçok kişi olduğunun farkında mısınız? Evet, ama bakın, ben orta halli bir ailede doğdum. Çocukluğumda ailemin para sıkıntısı çektiği uzun dönemler oldu ve son zamanlarda standartların üzerinde bir hayat sürüyor olsam da hala sıkıntı çeken 43


La Vie en Rose, 2007, Picturehouse

birçok arkadaşım var. Gerçek yaşamdan soyutlanmış değilim. Birçok kişi oyuncuların fildişi kulelerde yaşadığını düşünüyor, ama ben gazete okuyorum, toplumsal olaylarla ilgileniyorum. Gerçekten Greenpeace için çalışıyorsunuz, ayrıca çevre ve insan haklarıyla ilgili birçok başka mücadelede yer alıyorsunuz. Bu sorumluluk bilinci nereden kaynaklanıyor? Başka insanları düşünmeye vakit bulamadığımız, bizi etrafımızda olup biteni merak etmeye ve destek olmaya teşvik etmeyen bir toplumda yaşadığımız için çok üzülüyorum ve olan bitene çok kızıyorum. Bu durum bir soyutlanma yaratıyor; birçok insanın kendini işe yaramaz hissetmesine, toplumda kendine bir yer bulmak için mücadele etmek zorunda kalmasına yol açıyor. Bir Amazon kabilesinin yok olmasını umursamıyoruz, hayatımıza bir etkisi olmayacağını düşünüyoruz. Oysa oluyor. Skleroz hastalığına yakalanmış bir toplum bu. Kar diktatörlüğünde yaşadığımız bu hayattan tiksiniyorum. Bir şeyleri koruma fikri kimsenin ilgisini çekmiyor gibi görünüyor ve bunun sonuçlarına katlanacak olan da çocuklarımız... Bir gün, zamanında hiçbir şey yapmadığımız için onlardan af dilemek zorunda kalacağız. Umarım bir gün insanlar uyanır, çünkü maalesef politikacılardan hiçbir şey bekleyemeyiz. Sizinle ilgili en fazla dile getirilen övgülerden biri güzelliğinizin sessiz film dönemini hatırlatıyor olması. Bu konuda ne hissediyorsunuz? Gurur verici tabii. Sanırım gözlerim her an yaşlara boğulacakmış gibi baktığı için böyle söylüyorlar. Ama size bir şey söyleyeyim mi, bu tam bir baş belası. Kariyerimin başlarında bir gün, mutluluk ifade etmem gereken bir sahneyi oynuyordum. Biri bana yaklaştı ve “Neden bu kadar üzgünsün?” diye sordu. Bütün suç gözlerimdeydi. Kendi

yollarına gidiyorlar. Yine de benim için kendimi ifade etmenin en önemli aracı onlar. Kelimelerse benim zayıf noktam. Gerçekten mi? Evet, kendimi akıcı bir şekilde ifade etmekte hep zorlandım. Özellikle de kendimle ilgili konuşurken. Çok acı verici oluyor. Söyleyecek ilginç hiçbir şeyim yok gibi hissediyorum. Ve kendi kişiliğimle yargılanma düşüncesi beni gerçek anlamda dehşete düşürüyor. Oysa oyuncular kendilerini keşfedip sonra da biraz ifşa ederek canlandırdıkları karakterlere şekil verirler, öyle değil mi? Birçoğu öyle yapıyor ama ben öyle değilim. Bu bana büyük acı veriyor. La Vie en Rose’dan beri, canlandırdığım karakterlerin, onlara ait kostümlerin ve saç modellerinin arkasına gizlenebildiğim zaman güvende hissediyorum kendimi. Kendimden ne kadar uzaklaşırsam o kadar rahat hissediyorum. Ama sonra perdede kendimi izlediğimde, bana ait şeyler fark ediyorum ve bu dayanılmaz oluyor. Amerikan sinemasında belli düzeyde bir başarıya ulaşmış birkaç Fransız oyuncudan birisiniz. Bu nasıl bir his uyandırıyor sizde? Çok iyi. Amerikan sinemasına bayılıyorum. Gördüğüm ilk filmler Amerikan filmleriydi, Chaplin’in komedileri ya da Marx Kardeşler ve tabii ki E.T. O filmi gözlerim fal taşı gibi açık izlemiştim, hala da olağanüstü buluyorum. Hollywood’daki çekimlerden bazılarında büyülenmiş halde stüdyoların film setlerinde dolaşmış ve “Tanrım, Tanrım, Tanrım, bu inanılmaz” diye düşünmüştüm. Bir gün Woody Allen’la, Michael Mann’le, Daniel Day-Lewis’le ya da Leonardo Di Caprio ile beraber çalışacağınızı hiç hayal

XOXO The Mag


Midnight in Paris, 2011, Sony Pictures Classics

etmemiştiniz herhalde. Bütün bu isimleri saydığınızda hala hayret ediyorum. “Gerçekten bu insanlarla çalıştım mı ben?” diyorum. Harikalar Diyarı’ndaymışım gibi hissediyorum biraz. Setlerde hala hissettiğim o müthiş korku bununla açıklanabilir belki.

Çalışmayı reddettiğiniz önemli yönetmenler var mı? Hep çalışmak istediğim bir yönetmen vardı ama onunla tanıştıktan sonra adını listemden çıkardım. Aramızda çok açık bir kopukluk vardı ve bu benim için bir şekilde acı vericiydi. Ama onu yeniden listeme alabilirim. Hala kafamın bir kenarında duruyor.

Tam olarak neyden korkuyorsunuz? Genel olarak, her şeyden. En çok korktuğum; beklentileri tam olarak karşılayamamak, yeterince iyi olamamak.

Oyuncu olarak büyük planlarınız ya da ulaşmak istediğiniz belli bir hedefiniz var mı? Tabii, bir sürü, ama hayatım boyunca oyuncu olacak mıyım bilmiyorum. Bu meslek çok vahşi olabiliyor. Güçlü bir kadınmışım gibi görünebilirim ama aslında epey kırılganım ve bazen hayatımı ya da yaptığım işi insanların dikkatine sunmak kolay olmuyor benim için. Bazen sokakta çırılçıplak yürüyormuşum gibi hissediyorum. Bu kimin hoşuna gider ki?

Bu korku işinizi etkiliyor mu? Ah, tabii, perdede damgasını görüyorum. Inception’ın bazı sahnelerinde nasıl titrediğim açıkça görülebilir. Çekimlerde Christopher Nolan’ın üşüyüp üşümediğimi birden çok defa sorduğunu hatırlıyorum. Midnight in Paris de buna iyi bir örnek. Woody Allen ile çekimler başlamadan bir gün önce tanışmıştım. Ondan o kadar etkilenmiştim ki çoğu zaman korkuyordum. Oynadığım karakter bundan biraz zarar gördü sanırım. Ya da belki kendime karşı fazla katı davranıyorum.

The Immigrant’taki yönetmeniniz James Gray, sizinle ilk tanıştığında yemek masasında kafasına bir ekmek parçası fırlattığınızı söylüyor. Bir kere, yemekle asla oyun oynamadığımı söylemem lazım. Ama orada onun fikrini değiştirmek için söyleyebileceğim hiçbir şey yoktu. O yüzden kendimi kaybettim ve yüzüne ekmek fırlattım.

Fransa’dan gelen biri olarak bir şekilde Hollywood gişe endüstrisinin parçası olmaktan suçluluk duyuyor musunuz? Aslında rol aldığım en büyük iki film, Inception ve The Dark Knight Rises, Hollywood’da bir istisna olan Chistopher Nolan tarafından yönetildi. Nolan aile tarzı çalışıyor, kendi senaryolarını yazıyor. Dolayısıyla, büyük bir makine tarafından ezildiğimi hissetmedim hiç. Teklif alıp reddettiğim başka gişe filmleri oldu çünkü onların yalnızca yapımcıya ait işler olduğunu, yönetmenin bir vizyonu ya da oyuncularla çalışmak için özel bir isteği olmadığını hissettim. Çalıştığım yönetmenler tarafından yönlendirilme ihtiyacı duyuyorum. Kendi başına bırakılacak kadar iyi değilim.

Neden yaptınız? Çünkü harika bir oyuncuyu eleştirdi. O oyuncu kimdi? Söyleyemem. Çünkü söz konusu kişi, o kadar iyi bir oyuncu ki, onu eleştirdiğine asla inanamazsınız. Eğer o oyuncunun adını söylersem, James onun herkesin sandığı kadar iyi bir aktör olmadığını söylediği için aptal gibi görünür. Gülünç duruma düşer. O yüzden söyleyemem. 45


INTERVIEW/cınema

Kaan Müjdecİ

Keşke Otobiyografik Olsaydı İlk uzun metrajlı filmiyle, Venedik Film Festivali direktörü Alberto Barbera’dan “Çok yetenekli.” yorumunu alması ya da yine aynı festivalden Jüri Özel Ödülü’yle dönmesi sevindiriciydi. Kaan Müjdeci’nin kendi memleketi Yozgat’ta çektiği, bir kangal köpeğiyle 11 yaşındaki bir çocuğun hikayesini anlattığı Sivas, jüri özel dahil üç ödül aldığı Altın Portakal sonrası Türkiye’de de vizyona girince biz de bir röportajla bu sevince dahil olduk. Filmin üzerinde çokça konuşulan köpek dövüşü sahnelerini de sorduk elbette. Ama Müjdeci’nin ses tasarımıyla ilgili anlattıkları ve güncel sanatçılar Ahmet Öğüt ve Cevdet Erek’le işbirliği, Türkiye sinemasının kafası nasıl farklı işleyen bir yönetmen kazandığını görmek, dövüş sahnelerini konuşmaktan çok daha ilgi çekiciydi. röportaj erman ata uncu fotoğraf özkan önal


Çocuklarla ve hayvanlarla çalışmanın hep zor olduğu söylenir Siz daha ilk filminizde bu zorluğa giriştiniz. Nasıl bir çekim süreciydi? Herkes söylüyordu ama ben bunun tam farkında değildim. Bazı şeyler ancak bire bir yaşanınca anlaşılıyor. Tabii ki beklemediğim zorluklarla karşılaştım.

Niye? Aslan, çok inişleri çıkışları olan bir çocuk. Köpeği var. Ben de Sivas gibi bir köpeğimin olmasını hep istemişimdir. Sivas’ı anlatırken bildik anlamda çocuk-hayvan dostluğu temasına saplanmak gibi bir korkunuz var mıydı? Evet, tabii ki. Mesela o yöredeki çocukların oynamasının sebebi de buydu. O çocukların köpeklerle ilişkisi, orada yaşayan bir çocuğun köpeğiyle beraber bir amcanın hayatını kurtarmasından daha önemli benim için. Böyle bir gerçekçiliği olmayan bir film de çekebilirim, Yozgat’ta geçen bir peri hikayesinde ejderhayla dolaşan bir çocuğu da anlatabilirim -ama başka bir filmde. Yani bunu iyi ya da kötü olduğu için söylemiyorum, bir tercih olarak öne sürüyorum.

Hikayenin çıkış noktası neydi? Çünkü yine köpek dövüşlerini konu alan Babalar ve Oğullar adında bir de belgesel çektiniz. Önce senaryoyu yazdım, sonra köpekleri ve sahiplerini araştırmak için Anadolu’ya gittim. Ve bu araştırmalardan sonra Babalar ve Oğulları çıktı. İlginizi çeken neydi bu ilişkide? İlk olarak bir karate turnuvasında altı-yedi yaşlarındaki çocuklarını izleyen anne ve babaların heyecanını gördüm. Köpek dövüşlerini gördüğümde de erkek şiddetinin ne boyutlarda olduğunu, insanın kendi içinde bundan nasıl bir zevk aldığını gördüm. Sonrasında olay gelişti. Mesela televizyonda bir boks maçı görüyorsunuz. Bir durup bakıyorsunuz, kazananın yanında olmak istiyorsunuz. Bu durumu inceleyebilme isteğiyle bu hikaye oluştu.

Filmin başrolündeki çocuk oyuncu Doğan İzci’yi bulma sürecinden söz edebilir miyiz biraz da? Oradaki 9-12 yaşları arasındaki çocuklara tek tek casting yaptım, onlarla konuştum, çok özele girmemek şartıyla hayat hakkındaki düşüncelerini sordum. Buna göre kendi iletişimimin en iyi olduğu, yapmasını istediklerimi yapabilen 30-35 çocukla çalışmaya başladım. Bir süre sonra 10 tanesi elendi. Tabii bunda ailelerinin izin verip vermemesi gibi unsurlar da etkili oldu. Bana daha çok yardımcı olan aileler daha öne çıktı. Sabahleyin okula gidiyordu çocuklar, sonra biz servisle onları tek tek topluyorduk. Bu süreçte en son 10 çocuk kaldı; onlarla filmin kalabalık sahnelerini çektik. Sonra dörde kaldı, en son da Doğan İzci’yle çalıştık. Tabii ki oradaki diğer çocuklar da Doğan İzci kadar yetenekliydiler. Ama Doğan İzci’nin başka bir aura’sı, başka bir psikolojisi vardı. Çekimlerde rolünü yapıp akşam olunca da tekrar Doğan olmakta zorluk çekmeyen bir çocuk.

Sivas için Aslan’ın erkekliğe geçiş hikayesi de diyebilir miyiz? Hayır, bir çocukla bir köpeğin bozkırdaki hikayesi bu. Ben filmi herhangi bir şekilde bir erkeklik, bir kadınlık filmi olarak görmüyorum. Bir ilk film olarak da görmüyorum. Çekerken de ona dikkat ettim, seyircinin şartlanmasını istemedim. Bir de hikayede Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler piyesi var, önemli bir yerde. Aslan bu piyeste istediği rolü alamayınca aşık olduğu kızın başka şekillerde ilgisini çekmek istiyor... Bu benim çocukluğumda yaşadığım bir olay. 23 Nisan’lardan hep nefret ederdim, hala da ederim. Çünkü her zaman sevmediğim roller bana verilirdi. Ve 23 Nisan’lar hep sabahın yedisinde başlar, saat ikiye kadar kavrulursunuz sıcaktan, ayakta beklersiniz, ondan sonra istediğiniz rol ya sınıfın en yakışıklısına ya da sosyal anlamda en güçlüsüne, babası bilmemkim olana verilmiştir. Ben de genelde parlak olmayan roller alırdım.

Oyuncu hamuru olarak mı nitelersiniz bu durumu? Diğer oyuncularıma da aynı şekilde amatör oyuncu deniyor, ama hiçbiri amatör değildi. Belki onun yerine yerel oyuncu demeliyiz. Hepsi oyuncu hamuru olan insanlardı. Sadece çocuklar değil, yetişkin oyuncularım da çok iyi performanslar sergilediler. Hiçbiri kendisini oynamadı, hepsi benim onlara verdiğim rolü oynadı. Bir de taşra meselesi var. Sivas’ın taşrası genelde Türkiye sinemasının taşraya yakıştırdığı, zamanın yavaş ritimde ilerlediği tasvirden daha farklı... Açıkçası, ben kendi gözümden gördüğüm taşrayı gösterdim. Bakın ben size değişik bir taşra göstereceğim şeklinde ilerlemedim. Bu benim bire bir gözlemimde olan bir şey.

O zaman Sivas’ın otobiyografik bir yanı da var mı? Yok. Ben hikayede bir şeyleri başlatıp bambaşka şeylere kırıyorum. Kendimden ufak parçalar var ama birçoğu etrafımda gözlemlediğim ya da hayalimde geliştirdiğim şeyler. Keşke otobiyografik olsaydı. Nerede… 47


Hayatın daha hızlı aktığı bir taşra mıydı gördüğünüz? Benim taşrada gördüğüm çocuklar olduğu için öyleydi. Çocuklar da, köpekler de çok hızlı koşarlar. Daha ilk filminizde, Venedik gibi bir festivalin direktöründen, Alberto Barbera’dan ‘çok yetenekli bir yönetmen’ yorumu aldınız... Bir şekilde kendinize güveniniz daha fazla arttığı gibi bir otoritenin sizin düşündüğünüz şeyleri düşünmesi sonraki işlerinizde daha büyük bir alan sağlıyor. Ve fikirlerinizi daha iyi ifade edebiliyorsunuz. Alberto Barbera gibi bir otoritenin, filmim hakkında olumlu yorum yapması aynı şekilde gurur verici bir durum. Hiç tanımadığım birisinin filmim hakkında söyledikleri de çok önemli ama Barbera’nın bunu söylemesi diğer sinema otoritelerinin de dikkatini çekmesini sağlıyor. Bu da aynı zamanda hem cesaret hem de daha sonraki filmlerim için olabilirlik sağlıyor. Antalya galasında da Ellen Burstyn izlemiş filmi. Onunla konuşma imkanınız oldu mu? Ben galadan sonra kimseyle konuşamadım. Zaten çok heyecanlandım. Sonrasındaki söyleşide de çok heyecanlandım. Venedik’teki çok daha rahat bir toplantıydı. Antalya ise filmle gerçeği ayırmayı çok beceremeyenlerin olduğu bir yerdi. Zaten ölen bir dizi oyuncusu için cenaze namazı kılan bir ülkede yaşıyoruz. Benim bundan haberim yoktu, bu yüzden de garibime gitti. Dövüş sahnelerinin gerçek gibi algılanmasına çok sevindim. Ama seyircinin, filmden hala çıkamaması çok şaşırttı beni. Hitchcock da Sapık’taki bıçaklama sahnesinden, seyirciyi bas bas bağırttığı için çok mutludur. Antalya’da da birkaç kişi sinemadan dışarıya çıktı ve ben bunu tamamen anlayabiliyorum. Ama bunun art niyetli kişilerce kullanılmasına anlam veremiyorum, algım buna pek yetmiyor. Söyleşide yaklaşık 400 kişi vardı, üç kişi problem çıkardı. Gösterim de tıklım tıklımdı ama Salih Güney ve arkadaşları problem çıkardı. Antalya seyircisi müthiş bir seyirci bence. Üç kişinin böyle yapması sanki herkes öyle davranıyormuş gibi yansıdı. Diğer iki gösterimde seyirci salona girmek için olay çıkardı. Şimdi ben bu seyirciye ne diyebilirim, müthişler... İki kişi, üç kişi hayvan dövüşü çok gerçekçi diye olay çıkartıyorsa bu da filmin başarısıdır. Köpeklere o sahnelerde sakinleştirici verildiğini okumuştum... Başka bir şekilde düşünülebilir mi? O köpeğin en ufak bir yara alması, bir gün sonra filmde oynayamaması demek. Hangi yapımcı, hangi yönetmen bunu göze alabilir? Böyle amatörce bir düşünce olabilir mi? Bu altı yaşında bir çocuğun Batman izleyip, “ben uçabiliyorum” diye balkondan atlamasına benziyor. O sahnelerin her birini birer haftada çektik, ve narkoz bile kullanmadık. Hayvanın normalde beş ton çeken çene gücünü iki kiloya indiren bir ilaç

kullandık. Birbirlerini yaladıkları için gıda boyası kullandık. Cevdet Erek ve Ahmet Öğüt’le de işbirliği yaptınız Sivas’ta. Cevdet Erek filmin müziğini yaptı, Ahmet Öğüt de Sivas’tan yola çıkıp farklı işler yaptı... Cevdet, müziği bir buçuk-iki sene önce yapmaya başladı. Biz çok önceden gidip orada ağacın, otun, taşın sesini dinledik. Bozkır olduğu için farklı yöndeki rüzgarın seslerini dinledik. Seslerden dramaturji kurduk. Sadece müzik değil, atmosferin sesini yarattık, filmi kademeli kademeli bir halı gibi dokuduk. Önce ses tasarımına karar verdik, sonra montaj oldu, sonra o sesi onun üzerine koyduk. O kadar meşakkatli bir çalışmaydı ki onun üstüne ortaya bu kadar gerçekçi bir film çıktı. Biz Anadolu’ya Cevdet’le beraber gittiğimizde büyük bir sessizlikle karşılaştık. Sonra bu sessizliğin sesi üzerine gitmeliyiz dedik. Çünkü o sessizlikte en ufak bir çıtırtı bir mana getiriyordu. Hatta Ford marka bir traktörün geçişiyle FIAT marka bir traktörün geçişi arasında bile fark vardı o sessizlikte. Yani ben yaptığım işlerin içinde kendisini kaybeden bir adamım. Filmin çekimi sekiz hafta sürdü ama toplam süreç üç yılı buldu. Bu kadar itinayla hazırlandığı için hem ustalar hem de seyirci tarafından fark edilmesi mutluluk verici… Ses tasarımına verdiğiniz önem sadece bu hikayeyle mi ilgili, yoksa sizin genel sinema anlayışınızı mı yansıtıyor? Sesi çok önemsiyorum. Mesela bu filmin fragmanı, müzik üzerine şekillenmiştir. Sessiz dinleyince hiçbir şey anlaşılmaz o fragmandan. Zaten o dövüş sahnelerinin gerçekçiliği seslerle ilgilidir. Ama bunlar, sırlar şimdi. Matematiğim kuvvetlidir. Fizik okudum, film okulunda okumadım ama bazı şeylerin mantığını kendi kendime çözdüm. Yine Hitchcock’un Sapık’ında o bıçak sesleri, o müzik olmasa o gerilim verilebilir mi? Ahmet Öğüt’le işbirliğiniz nasıl gelişti? Şöyle bir anlaşma yaptık: Ben filmi bitirdikten sonra başlangıcından sonuna kadar çekilmiş, kullanılmış ya da kullanılmamış tüm görüntülerle ilgili ne hissediyorsan, sonrasında bunlarla istediğini yapabilirsin dedim. Ben de ondan bunun karşılığında filmime yerleştirebileceğim objeler istedim. Verdikleri arasından üç tanesini seçtim. O da filmde olan ve olmayan sahnelerden dört tane video yaptı. Sizin için de öykü sinemasından farklı bir şeyler yapacağınız projeler, mesela video işleri olabilir mi ileride? Ben özgür bir insanım. Aklıma eserse sabahleyin kalkar, berber dükkanı açarım. Ya da akşam uyumaya yaklaşırken belgesel çekerim. Dolayısıyla, kendi adıma bunun sınırları olduğunu düşünmüyorum. Sinemanın sınırsız olduğuna inanıyorum. Bu sınırsızlık içinde kendimi nerede bulursam orada olurum.

XOXO The Mag



XOXO The Mag


h E RyE R D E

hERZAMAN TEK MONT T Ü M K O S¸ U L L A R D A S U N D U G U E S¸ S I Z I S I P E R F O R M A N S I I L E Ç I G I R A Ç A N T h E R M O b A L L™ h A K K I N D A D ETAyLI b I LG I I Ç I N Th E N O RTh FA C E . C O M

NEVER STOP EXPLORING AT L E T: L U C A S D E B A R I / Y E R : M I C A , B C / F O T O : A N D R E W M I L L E R

51


INTERVIEW/ART

Richard Phillips

Hyperintimate

Richard Phillips, gerçekçi tekniğine gündelik yaşamda rastladığımız profilleri ekleyerek, kendi çerçevesinden bir realizm sorgulaması yaratıyor. Lindsay Lohan ve Miley Cyrus resimlerinin yanında Mitt Romney tablosunun durabileceği renkli ve net bir atölye onunkisi. Phillips’le birlikte, tüm bu tabloların yansıttığı duyguları konuşuyoruz. Hah, bir de Matisse’inkileri rahatlayabileceğimiz birer koltuğa benzetiyoruz. Phillips, sanatı ve modayı birbiriyle eşit gördüğünü de söylüyor. röportaj müjde metin fotoğraflar jason rodgers


Röportaj vermeyi seviyor musun? Sanat hakkında konuşabilmeyi, atölye dışında etrafımda ne olup bittiğinden haberdar olmayı, başkalarıyla iletişim kurmayı seviyorum. Röportajlardan da bu sebeplerden dolayı hoşlanıyorum; itiraf edeyim zorluklarının hiç önemi kalmıyor.

süreli çalışmalar gerektiriyor, hem de atölyede tek başına... Müzik de, aslına bakarsan, o süreç boyunca, resim yaptığım alanı büyütüyor gibime geliyor. Ve müziğin ses şiddetini genelde konserdeymişçesine açıyorum. Ayrıca hep yeni müzisyenler keşfetmeye çalışıyorum. Bana ilham verecek, çalıştığım sanat dilini geliştirecek şarkıları bilfiil araştırıyorum. Müzikal keşifler yapamadığım zamanlarda, bence işler çalışma sürecim açısından da zorlaşıyor.

Röportajlarını yayınlandıktan sonra okuyor musun? Evet, konuştuklarını sonradan okumak ilginç oluyor.

Bugünlerde ne dinliyorsun? Son birkaç gündür shoegaze bir grup olan No Joy’u dinliyorum. Ve tabii eskiden beri sevdiğim The Gun Club var. Ben ağırlıklı olarak rock’n roll dinlerim, yani post-punk türüne yakın gibiyim. Aklıma şimdi Amen Dunes da geldi; uzun zamandan sonra dinlediğim en iyi albümü geçtiğimiz aylarda yayınladı. Hah, bir de bu akşam Lover adında yeni bir grubu dinlemeye gideceğim ve bu yüzden heyecanlıyım. Konserlere gitmeyi çok seviyorum.

Çalışmalarına sonradan bakmak nasıl bir duygu? Geçtiğimiz yaz Dallas’ta düzenlenen ilk retrospektif müze sergim, Negation of the Universe sayesinde 20 senelik çalışmalarımın tamamını ilk kez bir arada görme fırsatım olmuştu; çalışmalarımın geçirdiği evrimi gördüm. En baştaki işlerden son zamanlardakine kadar… Tüm o işlerin birbiriyle uyumunu, taşınan öğeleri ve değişimleri görmek çok ilham vericiydi. O halde, müze ve galeri sergilerini karşılaştırmanı istesek? Müzede sergi yaptığında, önceden galeride gösterdiğin gruplar halindeki işlerini tekrar düzenleyerek, aralarında yeni bağlantılar yaratabiliyorsun. Galeride yaptığın sergide ise yalnızca, o sergide yaptığın işler arasındaki ilişkiyi önemsiyorsun. Müze, bu yapıyı kırarak, aslen bir araya gelmesini düşünmediğin fikirleri birleştirme imkanı sunuyor. Bu da özgürlük yaratıyor; çünkü yeni anlamlar ve muhalif bir reaksiyon doğuruyor. Dallas’taki müze sergisi bana bu yüzden çok keyif verdi. Yan yana getirmenin imkansız olacağı resimlerimi bir arada gördüm. Benim penceremden, yeni ve heyecanlı bir tepkime başlattı.

New York’ta yaşamayı seviyor musun? 1986’dan beri buradayım. Kısa bir süreliğine gittiğim Hawaii dışında, başka hiçbir yerde yaşamadım. 86’dan beri Manhattan’da yaşıyordum ama birkaç gün önce Williamsburg’a taşındım. Burada öylece çıkıp birkaç blok ötedeki tanıdıklarla etrafta takılabiliyorsun. Sonuç olarak, evet, New York’u hala çok seviyorum. Şehir, çalışmalarını nasıl etkiliyor? Her ne kadar garip gözükse de, New York’ta izole olarak yaşamak gayet kolay. Çünkü etrafta bir sürü insan olunca haliyle bir korunma mekanizması geliştiriyorsun. Evinden çıkıyorsun, kısıtlı bir görüşle gitmen gereken yere hızla gidiyorsun, etrafla ilişiğini kesiyorsun. Şimdiyse bu durum tam tersine değişiyor. Nerede olduğunun farkına varıyorsun ve komünal bir his gelişiyor. Bu pozitif iletişimin, işlerimi

Peki, sanatsal pratiğinin müzikle nasıl bir bağı var? Resim yapmak, özellikle benim resimlerim gibilerini üretmek, uzun 53


Richard Phillips, First Point, 2012, Courtesy of Richard Phillips.

de günden güne iyi bir biçimde etkilediğine inanıyorum. Bahsettiğimiz bu iletişim güdümüzün doğasını, internet de değiştirdi mi? Evet. İnternet günün herhangi bir saatinde keşif yapmamıza olanak sağlıyor. Mesela, Twitter kullanıyorsanız ve Prado Müzesi’ni takip ediyorsanız, koleksiyonlarından yayınladıkları olağanüstü görselleri görebiliyorsunuz demektir. Bence bu inanılmaz. Bir sanatçının Instagram hesabını takip ediyorsanız da o gün sanatçının atölyesinde neler olduğunu görebiliyorsunuz. Bunları görmek birer deneyim sayılmaz ancak kişiyi deneyim yaşamaya itebilir. Esas olay da bu işte bence. Dünyanın her yerinde o an olup biten şeylerden haberdar olabilmek, insanı dışarıda bir şeyler görmeye, keşfetmeye yönlendiriyor. Ve bu iletişimin en temel yapı taşı. Bu devirde internetsiz bir sanatçı olmak mümkün mü? Elbette, bağlantıyı kesmek ve dahil olmamak her zaman kişinin kendi kontrolünde. Ama bir yerde o kişi de herhangi biriyle bağlantıya geçiyor ve belki de o kişi, onun bir işini internette yayınlıyor. Tıpkı ölen sanatçılar gibi; bazılarımız sayesinde onlar, yeryüzünde bağlantıda olmasalar dahi internette varlar. Ayrıca unutmamak lazım ki müzeler, galeriler ve pek çok kurum, sanatçı online olsa da olmasa da internet kullanıyor. İzleyicinin bir resmi, olduğu yere giderek görmesi sana göre ne ifade ediyor? Benim resimlerim dijital formlarıyla ün kazandılar. Lindsay Lohan

tablosu, teknolojik araçlarda jpeg dosyası gibi gözüküyor. Ama fiziksel olarak o tabloya karşıdan bakmak, beden ve obje arasındaki ilişkiyi kuruyor ve bu tecrübe yalnızca objenin varlığı sayesinde edinilebiliyor. Kültür, objenin varlığına güzelliği ekliyor ve zamanla da güzelliğin tanımını kendine göre aşındırıyor. Bu tanımın her daim dokunulmaz olduğu noktalar var mı sence? İhtişamın ve güzelliğin zaman içerisinde hep zorunlu olarak yenilenmesi ve yeniden organize edilmesi gerekiyor. Çünkü günün şartlarına uymak zorunda. Ama her kreatif disiplinde kendini koruyan klasik bir çizgi de var. Her zaman ilham veren ve güzel kalan… Ama şu sıralar takdir etme hususunda bile yarış halindeyiz, orası ayrı. Sen resimlerindeki parlaklıkla, bu güzellik yarışını kutluyor musun, yoksa eleştiriyor musun? Açıkçası, taraf seçiyor musun? Çalışmalarım bir yandan güzelliği severek benimsiyor, bir yandan da görsellerin bireyler ve ticari amaçlar için propaganda yaklaşımıyla metalaştırılması üzerine eleştirel bir ölçü yaratıyor. Resimlerinde ‘arzu, istek’ gibi duyguları aktarmakla da biliniyorsun… Bu yorumların doğru olduğunu düşünüyor musun? Evet; yağlı boya metodu, aşırı derecede gerçeklik duygusu barındırıyor. Yağlı boya resimlerine bakınca, arzulama duyusunu aktardığını hissediyorsun, hem fiziksel hem de psikolojik olarak... Materyal olarak yağlı boya kullanmamın sebebi de başlı başına bu zaten; yağlı boya, aktarımın etkinliğini artırıyor. İzleyici ve görsel arasındaki bağı maksimum noktaya kadar güçlendirebilmeyi;

XOXO The Mag


From left: Richard Phillips, Sasha II, 2012; Richard Phillips, Scout, 1999; Richard Phillips, Mask, 1995; Courtesy of Richard Phillips.

yalnızca materyal için çalışıyorsan, bunun sanatla ilgisi bile olmuyor. Elindeki materyalden sonuna kadar yararlanmak çok önemli, ama öte yandan bunu sanatsal bir maksat için kullanmak gerek. Yağlı boya bu bağlamda çok hassas bir denge gerektiriyor. Tüm çalışmalarımda bu kreatif nosyon benim için çok önem arz ediyor.

gerçekliği sorgulayarak inancın sınırlarını aşmayı hedefliyorum. Bu yüzden arzu duygusunun güçlü olmasına çalışıyorum. Ama elbette başka hislerden de yola çıkıyorum. Gerginlik, korku, duyarlılık, sakinlik; hepsi büyülü bir biçimde resimde kendini gösterebiliyor. Matisse’in kendi resimleri için, gün sonunda oturabileceğin rahat bir koltuk olarak fonksiyon göstermesini istediği söylenir. Ben de bu arzu duygusuyla eşleşmekten öteye geçerek, aktardığım hislerin çeşitliliğini fazlalaştırmaya çabalıyorum.

Resimlerinin yanı sıra, fotoğraf ve video üretmeye başlamışken, bir de heykel yapımına girerek Marfa’da bir heykelini sergiledin. Sırada ne var? Dallas ve Berlin’deki sergilerimden bu yana yaptığım 50 resmim var! Yeni çalışmalarımda oil wax üzerine eğiliyorum. Ayrıca daha parlak renkler üzerine yoğunlaşıyorum. Yani sırada benim için heyecan verici çok fazla şey var.

O halde çalışmalarında ‘early modernism’ referanslarına rastlıyor muyuz? Evet ve ben bunu, modern sanatla, hatta sanatla, uzaktan yakından alakası olmayan, tanıdığım bir çifti MoMA’ya götürdüğümde keşfettim. Cézanne ve Duchamp’ın yer aldığı ilk bölümde onları bir sanat turuna çıkardım. Çağdaş sanatın ilkelerini kapsayan, sanatçının perspektifinden bir gezinti yaptık. O sırada ben de kendi referans ilişkilerimle alakalı çok şey keşfettim. O sergi turunun, sonraki çalışmalarıma ölçek ve yaklaşım açısından etkileri çok büyük oldu. Baktığında pek anlaşılmasa da, yeni çalışmalarımın betimlemeleri, modern sanatın kurucu nitelikteki oluşumsal yapısının başarmaya çalıştıklarıyla kesinlikle aynı doğrultuda.

Son olarak, sanat ve modanın çarpışması hakkında ne düşünüyorsun? Aralarında güçlü bir ilişki olduğuna inanıyorum. İkisini kesinlikle birbirinden farklı görmediğimi ve ayırmadığımı söylemek isterim. 1996’daki, Edward Thorp Gallery’de düzenlenen, ilk sergim büyük boyutlardaki resimlerimi kapsıyordu; ve her biri, 60’lar ve 70’lerdeki büyük moda fotoğrafçılarına ait görsellerden ilham aldığım resimlerdi. Hepsi yağlı boyada 18. yüzyıl tekniğini kullandığım realistik resimlerdi. Ancak yüksek sanat camiasında, bu moda görsellerini resme aktarmam sanat olarak sayılmayabilirdi. Ama ben herhangi bir anlatı kurmadan, onları hiç değiştirmeden resimlerini yaptım. Bence modanın sanat olarak sayılmaması çok anlamsız. Sanat da, moda kadar fazla ticari kavram ve proje barındırıyor.

Peki, yağlı boya çalışması zor bir materyal mi? Teknik olarak yağlı boya, limitsiz imkanlar sunar. Örneğin Bronzino veya Pollock’un resimlerine baktığınızda bu durumu görürsünüz. Bence zamanla ilişkini geliştirdiğin, tekniğini kullanmayı ama aynı zamanda içinde kaybolmamayı öğrendiğin bir materyal. Neticede 55


INTERVIEW/MUSIC

OWEN PALLETT Tek kİŞİLİK ORKESTRA

Yaylı çalgıları gündelik hayatımıza -yeniden- sokmayı başaran nevi şahsına münhasır, on parmağında on marifet Owen Pallett ile yeni albümü In Conflict, Morrissey ve eski defterleri açmak hakkında konuştuk. röportaj beren özel fotoğraf myles pettengill

XOXO The Mag


Merhaba, seni tam stüdyoda yakaladık. Yeni bir soundtrack için buradasın değil mi? Evet. Ama şimdi New York’tayım. CMJ için.

bir sürü şarkı yazdım ama bence en iyileri In Conflict’te yer alıyor. Şu aşamada da, o şarkılara dönmek yerine yeni şarkılar yazmak istiyorum. Albümdeki birkaç şarkıdan bahsedelim. ‘On a Path’de, “you stand in a city that you don’t know anymore/ spending every year bent over from the weight of the year before” diyorsun, Toronto’da geçirdiğin günlerinin sonuna geldiğinin mesajını mı veriyorsun? Montreal’e yakın zaman önce taşındım ama On A Path’i aslında Toronto’dayken yazdım. Doğrudan benimle ve Toronto ilgili olmasa da, Toronto’da yaşamak hakkındaki hislerimden yola çıkarak yazdığım bir şarkı. Bir yerde gereğinden fazla kalma korku ve endişesini anlatmak istedim. Toronto çok çabuk değişen bir şehir ve 18 yaşımda taşındığım zamanki hali ile bugünkü hali birbirinden o kadar farklı ki... 2000’lerin başında, yaşanacak en iyi şehirdi, özellikle 2003-2004’te gerçekten bir cennetti ve başka bir yerde yaşadığımı düşünemiyordum bile. Ama 8-9 sene sonra çok başka bir hal aldı. Bunun büyük bir kısmı şehrin büyüyor olmasından kaynaklanıyor ve o dönem şehrin altyapısı bunu kaldıracak durumda değildi. Diğer yandan; artık bir yetişkin olmanın yanı sıra; arkadaşlarımın başka şehirlere taşınması, aile kurması ve o şehrin artık o eski havasını kaybetmesiyle de ilgili diyebiliriz. Çoğu arkadaşım hayata tutunmaya çalışan birer sanatçı ve bu kentte geçen her sene, onlara bir önceki senenin tekrarı gibiymiş geliyor -diğer insanlardan daha çok belki de... 2000’lerin başındaki imkanlar da kalmadı, özellikle New York ve Los Angeles gibi şehirlerle kıyaslayınca... Montreal, bu iki şehir kadar olmasa da, bir sanatçı için daha çok imkan sunan bir şehir. En azından iş bulabilecek ve yaratabilecek imkanı sunuyor. En azından şimdilik...

CMJ’de sahne aldığını bilmiyordum. Kendi grubumla değil de Foxes in Fiction ile beraber sahne alacağım. En son seni Primavera Sound’da Arcade Fire ile aynı sahnede gördük. Aylardır turnedesin sanırım? Evet, bir süredir aralıklı olarak turnedeyim. Reflektor turnesi bittiği zaman kendi grubumla turneye çıktım -Amerika turnesini bitirdim. Şimdi ise kendi işlerime zaman ayırıyorum. Bu esnada da bir soundtrack çalışması yapıverdim. Okuyucularımız müzikal geçmişini daha yakından bilmek isteyeceklerdir. Bildiğim kadarıyla 6-7 yaşından beri beste yapıyorsun. İlk müzikal deneyimini hatırlıyor musun? Oyuncak, keyboard veya piyano benzeri enstrümanlarla mı başladın? İlk zamanlar yaptığım bestelere, beste demek çok mümkün değil çünkü çocuk aklımla, enstrümanlarla bir şekilde oynuyordum... Müzik yapmak için üvey babamın bilgisayarında çok basit programlama dili (basic programming language) kullanıyordum. Yani, şarkı çalacak programlar yazıyordum. Bazen halihazırda mevcut olan şarkıları çalmak için kullanıyordum, bazen ise şarkı yazmak için kullanıyordum. Tabii bunları 80’lerde yapıyordum, o yüzden biraz ilkel geliyor olabilir kulağa ama bu yaptıklarımın çoğu melodileri hızlandırıp PC’nin akor yaratmasını sağlamaktan ibaretti.

İşbirliği ve yaratıcılık açısından zengin bir şehir anladığım kadarıyla Montreal... Evet, mesela oturduğum mahalle içinde 10-15’e yakın sanatçı arkadaşım var. İstediğim zaman görebiliyor ve beraber bir şeyler yapabiliyorum. Her geri döndüğümde, içimden ‘iyi ki döndüm’ diyorum.

Hala kayıtları var mı? Annende vardır belki? Ne yazık ki ortalıkta yok. Muhtemelen eski ve bozuk bir bilgisayardadır. Günümüze dönelim o vakit... Les Mouches ile grup hayatına geçtin, sonra Final Fantasy, ardından Lewis karakteri (ki Bizarro Owen olarak nitelendirmek istiyorum kendisini) ve 2010’dan beri kendi adınla müzik yapıyorsun. Bu değişiklikler hakkında ne düşünüyorsun? Aslında tüm bu değişiklikler doğal olarak ve kendiliğinden gelişti. Sanatsal bir seçimden öte, hukuki nedenlerden ötürü bu yola girdim. Bu arada Lewis, Bizarro Owen’ı değil, aslında “öteki”ni sembolize ediyor. Daha açık olmam gerekirse, hayatımdaki birkaç kişiden esinlenerek yaratılmış bir karakter -bir sevgili ve bir erkek arkadaş.

İnsanın evinde hissetmesi gibi yok. Kesinlikle... Bu albümde, daha önce bahsettiğin müzikal ikilem, şarkı sözlerinde de mevcut. Mesela ‘Soldiers Rock’ta fiziksel çelişki hali, ‘On A Path’de şehir yaşantısının yarattığı ikilem ve ‘I Am Not Afraid’de çocuk sahibi olup olmama hakkında bir gelgit kendini hissettiriyor. Yaşın ilerledikçe kendini birtakım ikilemler içinde mi buldun ya da bu albümdeki şarkıları bununla mücadele ederken mi yazdın? ‘İkilem ya da çelişki hakkında şarkı yazacağım’ diye yola çıkmadım. Ama doğal olarak o yönde gelişti. (Mountain Goats’un omurgası, kalbi, beyni) John Darnielle’in şarkı yazma metodundan ilham aldım -başına gelen ya da gözlemlediği herhangi bir olay hakkında şarkı yazan bir deha kendisi... Daha doğrusu, hayatını şarkılarıyla belgeleyen bir şarkı yazarı. Ben de kendim için bunu yapmak istedim. Başıma gelen otuz olayı düşündüm ve onları şarkı sözü olarak aktardım. Mesela ‘Song For Five&Six’, iki farklı deneyimi, o zamanki sevgilime duyduğum özlem ve Londra’da alkolik bir gecenin ardından eve dönüşü anlatıyor. Ve dönüp baktığımda, hafızama yer eden tüm bu olaylarda bir ikilem içindeydim. Bilinç eşiğine ait (liminal) bir durum. Popüler görüş, akıl hastalığını her ne kadar marjinalleştirse de, yaratıcılık bir anlamda manik bir ruh haline benziyor. ‘In Conflict’i yazarken de bu mesajı gururla vermek istedim. Uzun zamandır da düşündüğüm bir şey. Biraz uzun bir cevap oldu sanırım...

Çok enteresan; artık daha farklı bir gözle bakacağım Lewis’e. Yeni albümün In Conflict, şahane, yakında bu vesile ile İstanbul’a da geliyorsun... Teşekkür ederim. Ben de heyecanlıyım tekrar İstanbul’da olacağım için. Peki 2010’dan bu yana hayatında neler oldu? 2010 ve 2011’in büyük bir kısmında turnedeydim. Dolayısıyla yeni şarkı yazmaya 2011 yazında başladım ve o zaman eski grubum, Les Mouches’u tekrar birleştirdim. Bunu bir süredir konuşuyorduk. Les Mouches olarak müzik yaptığımız zamanlar demokratik bir karar alma düzenimiz vardı. Ama zaman içinde zevk ve anlayışımız değişti, eskisi gibi ortak görüşümüz kalmamaya başladı; ne kadar heyecan verse de şarkı yazmak için bir parça zorlayıcı bir şey. Ve bu insanların en yakın arkadaşlarım olması gibi bir gerçek var. O yüzden Les Mouches’u yeniden canlandırmak yerine, benimle çalmalarını teklif ettim. Böylelikle de grubum oldu, o yaz da şarkı yazmaya başladık. Ekim ayında da şarkıları kaydetmeye başladık ve 2012 Nisan’a kadar devam etti bu süreç... 2012’nin geri kalanını da soundtrack’ler üzerinde ve diğer gruplarla işbirliği yaparak geçirdim. O zaman da bir yandan grubumla bir albüm, diğer yandan da daha orkestral bir albüm yaparım diye düşünüyordum. Sonradan da bu ikisini birleştirme kararı aldım. O yüzden albümde bir ikilik hissediliyor, çoğunlukla grubumla kaydettiğim şarkılar var ama başında orkestral sarkılar bulunuyor. Uzun lafın kısası; o dönemde

Uzun değil, son derece açıklayıcı... Bu ikilem ve manik ruh hali benzeri ‘yaratıcılık hali’ne ek olarak, albüme aşk teması da hakim değil mi? Sayılır... Doğrudan aşk şarkısı olmasa da, kesinlikle arzu hakkında 57


şarkılar. Arzunun da, bildiğin gibi, aşk ile paralelliği var. Okudun mu bilmiyorum ama Roland Barthes’ın, A Lover’s Discourse’unda (ki her sene okuyorum), arzunun şimdiki zamanda yaşamaktan değil de, gelecekte yaşamaktan doğan bir his olduğundan bahseder. ‘The Riverbed’ neyi anlatıyor, bir müzisyen olarak yaşlanma ve gelecek korkusunu mu? Yanlış hatırlamıyorsam şarkının klibinde amcan oynuyor, değil mi? Evet. Los Angeles’ta yaşayan bir aktör kendisi. Bu şarkıyı yazarken de amcamın hayatı ile kendi hayatımın benzerliğini düşünüyordum. Amcam 60 yaşında, ev sahibi değil, arabası da yok, kirasını ödemekte güçlük çekiyor zaman zaman. Onun şimdisinde kendi geleceğimi görüyorum bazen. Bugün faturaları ödüyorum ama bunu sürdürebileceğimin bir garantisi yok. Müzisyen olarak hayatı idame ettirmek çok kolay değil. Bu anlamda, ‘The Riverbed’, yaşlanma korkusundan ziyade, istediğim gibi yaşlanamama endişesinden kaynaklanıyor. Ama şarkının olumsuz bir tablo çizmesini değil, aksine hayatını benim gibi, sanatçı olarak idame ettiren kişileri desteklemesini istedim. ‘The Passions’da ‘The Queen is Dead’i dinlemek yerine konuşmayı tercih etmekten bahsediyorsun. Gerçekten Morrissey hayranlığının azalması gibi bir şey mümkün mü? O şarkı benim bakış açımdan değil, 19 yaşındayken beraber olduğum sevgilimin bakış açısından yazıldı ve The Smiths albümü koyan da benim. 19 yaşındayken benlik algısı o kadar da gelişmiş olmuyor ve kişi, ilişkideki gücünü oturtamıyor. 28 yaşındayken ise benden yaşça küçük bir sevgilim vardı, o zaman ilişkideki dengeyi çok farklı ve istediğim gibi kurmuştum. Bu şarkıyı da, sevgilimin bakış açısından yazdım. Böyle olduğuna sevindim. Şarkıyı dinlediğimden beri bir gün uyanıp Morrissey’e olan sevgimin bir gün sona erebileceğini düşünüp üzülüyordum (Rubber Ring-vari bir durum). Hazır sözü gelmişken; bu kez bir değişiklik yapıp, In Conflict’in sonunda ölmüyorsun? Evet, bu albüm, hayata tutunma ve direniş hali hakkında. Ölmem çok doğru olmazdı. Daha önceki albümlerde manik ruh hali daha belirgindi -kendini denize bırakmak veya işine gömülmek hakkındaydı. Bu albüm daha gerçekçi olsun istedim. Brian Eno ile çalışma fırsatını nasıl yakaladın? Brian Eno’yu ilk 12 yaşındayken dinledim. O zamanlar kütüphaneye giderdim ve albümlerini dinlemeye başladım. Taking Tiger Mountain ilk sevdiğim albümüydü. Eno ile Heartland’den sonra tanıştım; albümü çok sevdiğini öğrendim ve kendi tasarladığı Punkt adlı festivalde yer almamı istedi. Sonra onu bir doğum günü partisinde gördüm, albümün nasıl gittiğini sordu. Tam da ‘Infernal Fantasy’yi kaydetmiştim ve şarkının sonundaki vokallerin ne kadar ‘The Great Curve’e benzediğini fark ettim. Bunun üzerine Brian Eno’ya sordum ‘Infernal Fantasy’de şarkı söyler mi diye. O da kabul etti. Tek şarkı göndermek yerine tüm albümü gönderdim ve o da birçok şarkıya katkıda bulundu ve şahane oldu! Artık bir grubun var, nasıl hissediyorsun? Çok mutluyum. Yakın arkadaşlarımla seyahat ediyorum, aynı zamanda birlikte yaptığımız müziğin tek başıma müzik yaptığım zamanlardan çok daha iyi olduğunu düşünüyor ve bunu paylaşmaktan çok büyük zevk alıyorum. Soundtrack çalışmaların hakkında konuşalım. Senin için ne kadar

zorlayıcı bir süreç? Filmi sevmek zorunda hissediyor musun? Filmden de öte; aslında yapımcılar ve yönetmeni ne kadar sevdiğim ile alakalı. Ve tabii ki çalışma ortamıyla... Richard Kelly ile The Box üzerinde çalıştım, filmi çok sevmesem de çalışma ortamı o kadar iyi ve çalışma dinamikleri o kadar güçlüydü ki, nihai eserden çok memnun kaldım. Şu zamana kadar yaptığım en gurur verici soundtrack çalışması diyebilirim. Aranjman da yaptığım için şunun farkına vardım: Çok iyi olmayan eserler üzerinde çalışmak çok daha hoşuma giden bir süreç. Halihazırda iyi olan bir eserin aranjmanını yapmam istenirse yapabileceğim çok bir şey yok. Grizzly Bear’in Yellow House’unda başıma geldi. Albümü bana gönderdiklerinde zaten mükemmeldi, o yüzden sadece ‘Marla’ ve ‘Little Brother’a biraz katkım oldu. Bu farkındalık da, kötü müzik algımı geliştirdi. Tabii evde oturup kötü şarkılar dinlemiyorum ama kötü bir şarkıyı nasıl iyileştireceğimi, boşlukları nasıl doldurabileceğimi düşünüyorum, ki bu da bir müzisyen olarak bakış açımı geliştiriyor. Kötü şarkıyı yapan sanatçı ile empati kuruyorum ve sanırım artık kötü şarkılara karşı toleransım arttı. Kötü şarkı demişken, yakın zamanda Slate için müzik yazıları da yazmaya başladın. Pop şarkılarını müzik teorisi açısından değerlendiriyorsun. Yazmaya devam edecek misin? Pek devam edeceğimi sanmıyorum, zamanımı daha verimli şeyler yaparak geçirebilirim. Etrafta çok müzik eleştirmeni var ama benim yaptığım müziği yapan tek kişi var. Yazılara da Facebook’ta pop müzik hakkında yazmam konusunda sıkıştırılınca başladım. Birkaç müzik yazarı arkadaşım da Slate ile irtibata geçip, Facebook’ta yazdıklarımı gönderdiler. Sonra Buzzfeed ve Guardian için de birkaç yazı yazdım. Bu yazıların yeni albümün pazarlaması için de kullanılabileceğini düşünerek yazdım ama sonuçta satışlara bir etkisi olmadı. Bir de, Facebook’ta iyi de, pop camiasında kimsenin akıllı fikirli insanlara tahammülü yok. İşbirliği yaptığın yeni birileri var mi? Cameron Avery (Tame Impala) ile beraber birkaç şarkı üzerinde çalışıyoruz. Başka teklifler de var ama şu aralar daha sakin bir hayat istiyorum. 14-15 aydır tatile bile çıkamadım. New Orleans’a gideceğim yakında, onun hayalini kuruyorum bir süredir açıkçası. Yakında yine turneye çıkıyorsun ama değil mi? Amerika turnem yeni bitti, muhtemelen New York ya da başka sevdiğim şehirlerde, mesela San Francisco’da konser verebilirim. Avrupa’da da birkaç konserim var. Festival sezonuna kadar birkaç Kanada konserim var, arada Avustralya ve Asya turnesi olabilir. İskandinavya turnesi de yapmak istiyorum ama dört senelik bir ara verdiğim için yeni albüm üzerinde çalışmaya başlamak istiyorum bir an evvel. Çok güzel bir haber! Son olarak, sence bu sıralar mutlaka dinlememiz gereken gruplar neler? Bu sene sevdiğim üç albümü söyleyeyim: Untold’un mixtape’i, Total Freedom’ın mixtape’leri (10,000 Screaming Faggots en yenisi ve sanırım hayatta en çok sevdiğim ilk 20 albümden birisi oluverdi) ve Jennifer Castle’ın yeni albümü. Hepsini derhal dinleyeceğimize emin olabilirsin. Seni İstanbul’da görmek için sabırsızlanıyoruz. Ben teşekkür ederim. Ben de tekrar güzel şehrinize geleceğim için heyecanlıyım.

XOXO The Mag



INTERVIEW/design

MARK CATCHLOVE

Yaşayan Ofisler

Sabah dokuzda işe gidip altıya kadar masadan kalkamadan çalışmak tarih oluyor, “iş” kavramı yeniden şekilleniyor... Peki, küresel teknoloji devlerinin ofislerinin fenomen olduğu bir dönemde mekanlar kullanıcılarına nasıl ilham veriyor? ABD’li kült mobilya üreticisi Herman Miller’ın Insight Group EMEA Direktörü Mark Catchlove’la, İstanbul ziyaretini fırsat bilip, bu sorulara binaen, Living Office konseptlerini, yeni çalışma biçimini ve bunun mekana yansımalarını konuştuk. Bu yansımaların, yaygın kanının tersine, ofisin duvarlarını boyayıp ortaya bir kaykay koymaktan ibaret olmadığını takip eden sayfalarda okuyabilirsiniz. röportaj yağmur yıldırım fotoğraf özkan önal

XOXO The Mag


Mad Men kadrosundan Christina Hendricks’in Funny or Die videosunu izleyenler bilirler; Hendricks, dizideki Joan Harris karakteri olarak, günümüz ofislerinden birinde bilgisayar ekranındaki yazıyı sarı kurşun kaleminin arkasıyla silmeye çalışırken ya da kahve molasında kendine Martini hazırlarken, arka planda müthiş bir dehşet havası esiyordu. 50’li yıllarda ortaya çıkan ve dünya çapında bir furyaya dönüşen Alman tarzı açık planlı ofis sistemi hala tercih ediliyor olsa da, geçen 65 yıl içinde “iş” kavramına dair bir şeyler değişti ve bu yalnızca Martini içme modasından ibaret değil. Bu evrim üzerine ne söyleyebilirsiniz? Mad Men’in geçmişe idealist bir bakış olduğunu düşünüyorum. Dizide her şey çok iyi görünüyor; gerçeğe baktığınızdaysa hiçbirinin aslında o kadar da iyi olmadığını görüyorsunuz. Açık plan ofislerin harika mekanlar olduğu yıllarca insanlara dayatılmış bir şeydi, ama son zamanlarda bu durum değişmeye başladı. Artık insanlara kendi seçimlerini yaşama imkanı tanınıyor. Geçmişte, örneğin, yapacağın bir işin vardı, bunu bir masanın üzerinde ve bir sandalyede oturarak yapıyordun. Mad Men’in konu aldığı ofiste de olup biten her şey bir şeylere sahip olmak üzerine. Ortada birtakım “sert adamlar” var, kontrol neredeyse tamamen erkeklerin elinde... Bugün bunlar değişti. Ve en büyük değişim, teknolojinin gelişmesiyle yaşandı.

amaç sahibi olma ve değerli hissetme gibi temel ihtiyaçları var ve bizce bir çalışma mekanı tüm bunları karşılayabilmeli. Bir ofis tasarlıyorsanız, topluluk hissi ve aidiyeti ön plana alarak, merkeze insanları koymalısınız. Google, Skype gibi şirketlerin ofisleri birer internet fenomenine dönüştü. Alman Fraunhofer IAO araştırma şirketinin açıklamasına göre, ofis tasarımının ve işlevlerinin kalitesini artırmak, şirketlerde %36’ya kadar performans yükselmesi sağlıyor. Kişisel blogunuzdaki “Gitmek zorunda olduğunuz değil, gitmek istediğiniz bir ofis yaratmak” sözünden de yola çıkarak, ofis çalışanlarının motivasyonu mekansal olarak nasıl sağlanabilir? Çalışan insanların işe gitmeleri için en büyük motivasyonların başında sürpriz hissi, gidecekleri mekana dair heyecan duymaları ve birlikte çalıştıkları insanlar geliyor. Tabii keşke herkesin sevimli bir ofise ve harika bir iş hayatına sahip olabileceğini garanti edebilseydik, ama insan ilişkilerinin de işin içine girmesiyle durum karmaşıklaşıyor. Yine de çalışma mekanının performansı etkilediği fikrine sonuna dek katılıyorum. Daha iyi işlevlendirilmiş mekanlar tatmin sağlıyor, devamsızlığı azaltıyor ve böylece üretkenliği artırıyor. Geçmişte insanlar işe gitmek istemiyorlardı çünkü hep aynı işi yapıp, hep aynı günü yaşadıklarını hissediyorlardı. Ama artık bu değişiyor...

Peki, özellikle son on yılda görülen hızlı değişimin, teknolojinin gelişmesiyle gerçekleştiği kabul edilebilir bir özetse, günümüz ofis çalışanının yeni ihtiyaçları neler? Malum, kablosuz ağlar ve görüntülü aramalar sayesinde bugün toplantı odalarına duyulan ihtiyaç azaldı. Daha az sayıdaki ve daha küçük toplantı odalarının sağladığı mekanı nasıl işlevlendirmeyi düşünürsünüz? İletişimin farklı biçimleri var; sosyal ağlarla iletişim bunlardan yalnızca biri. Biz bu konu üzerine uzun araştırmalar yaptık ve özellikle genç kesimin hala yüz yüze iletişimi tercih ettiğini öğrendik. Sosyal ağlar ya da uzaktan bağlantılar önemli olsa da, kararların karşılıklı görüşmeler sırasında verildiğini gördük. İnsanların güvenlik, aidiyet,

Herman Miller’ın Avrupa, Orta Doğu ve Afrika (EMEA) Insight Group direktörlüğünü yürütüyorsunuz ve “Living Office” konseptinizle ilgili seminerler veriyorsunuz. Bu konseptinizden bahsedebilir misiniz? İnsanların nasıl yarattıklarını, çalışırken dikkatlerinin nasıl dağıldığını, nasıl işbirliği yaptıklarını ve nasıl üretken olduklarını psikologlar ve sosyologlarla uzun süre araştırdık. Living Office konsepti bu araştırmalar sonucunda ortaya çıktı. Pek çok örnekte, günün sonunda insanlar işlerini bitirip ofisten çıkmaya başladıklarında mekanların yavaş yavaş öldüğünü görüyoruz. Bize göre 61


ise ofis gelişen, evrimleşen bir ortam vadetmeli, yaşayan bir mekan olmalı. Yani Living Office’i, değişen iş dünyasına bir nevi yanıt olarak ortaya koyduk. Ofis; farklı kurguları, farklı ruh hallerini dikkate almalı ve insanlara kendi vakitlerini kontrol imkanı tanımalı. Living Office’te “Sığınak” (Haven), “Kovan” (Hive), “Kovuk” (Cove) gibi mekanların bahsi geçiyor. Evet, çünkü ihtiyacımız olan, mekanda çeşitlilik; bazen düşük aydınlatma, bazen parlak ışık, farklı renkler, farklı kişilikler... Malum, kimileri sakin bir ortamı, kimileri ise daha gürültülü ortamları tercih ederler. Tabii bu, insanların o sırada yaptıkları işlere göre de değişebilir. Kesinlikle. Hollanda’da başlayıp dünyaya yayılan bir trend var; Faaliyet Temelli Çalışma (Activity Based Working). Bu trend temelde şu sorudan yola çıkıyor: “Bugün neyle ilgileneceğim, buna göre nerede çalışmalıyım?” Mesela, bu söyleşiden sonra fotoğrafçınız gidecek ve çektiği fotoğrafları düzenleyecek; en verimli şekilde çalışabileceği yer neresi? Bu, “Evet, şimdi masama oturup gün bitene kadar çalışacağım.” gibi bir şey olmamalı. Zira en iyi fikirler genelde yürürken, koşarken, metrodayken, bisiklete binerken ya da duştayken aklımıza gelir, masa başındayken değil. İşte biz Herman Miller’da, insanların kreatif üretimlerine ilham sağlayacak yeni mekanlar yaratmanın peşindeyiz. “Kamusal” ve “özel” mekanların dengeli karışımının yanı sıra, yer yer yükselen ve alçalan temposu ile Living Office’in bir mikro-şehir gibi işlediğini söyleyebilir miyiz? Aslında bizim kastettiğimiz tam olarak bu. Hepimiz şehrin farklı kısımlarından keyif alırız. Ben Londra’nın ucunda yaşıyorum, çoğunlukla şehir merkezinde oluyorum ama bazen de banliyöde vakit geçirmeyi seviyorum. Nasıl ki şehirlerde açık alanlar ve evler gibi özel alanların yanı sıra sosyalleşmek istediğimizde gittiğimiz kafeteryalar gibi ortak alanlar varsa, ofislerde de bu kurguya benzer

bir kurgu olmalı. Bu mikro-şehir benzetmesini sevdim, yerinde oldu. Londra’dan söz açılmışken; blog yazılarınızdan, uzun yıllar yaşadığınız Londra ile güçlü bir bağ kurduğunuz anlaşılıyor. Sürprizleri seven biriyim ve Londra beni 25 yıldır şaşırtıyor. Sokağa her çıktığında yeni bir şey görüyorsunuz -İstanbul’un da böyle olduğuna eminim. Londra tıpkı Paris gibi yürünebilir bir şehir ve ben yürümeyi çok seviyorum. Eşimle hafta sonları çıkıp uzun uzun yürürüz, nereye gittiğimizin bir önemi yoktur, kendimizi her seferinde bambaşka bir yerde bulmak bize müthiş bir heyecan verir. Aynı zamanda meraklı bir insan olduğum için, yürüyüşlerimiz sırasında insanları izlemekten de keyif alırım. Dünyanın dört bir yanında seminerler veriyorsunuz; hayatınızın büyük kısmı seyahatte geçiyor olmalı. Insight Group ile bugüne kadar 300’den fazla seminer verdim, ama bu 10 yıldan uzun bir sürede oldu. Yine de evet, gerçekten çok seyahat ediyorum. En sevdiğiniz şehirler hangileri? Dubai, sanırım, ve bunun oldukça tuhaf bir nedeni var: Alışveriş yapmaya bayılıyorum. Paris’i ve Milano’yu da seviyorum; özellikle yemeklerine çok düşkünüm, ve elbette İstanbul’u, özellikle trafiğini çok seviyorum. Şaka bir yana, İstanbul’da bundan önce birkaç kez daha bulundum ve her seferinde çok keyif aldım. Farklı kültürleri ve yeni insanlarla tanışmayı seviyorum. Bana göre, bulundukları coğrafi konumun ötesinde, şehirleri şehir yapan, içinde yaşayan insanlardır. Biraz da sizin çalışma ortamınızdan bahsedelim. Doğrusunu söylemek gerekirse benim bir ofisim ve sabit bir masam yok. Ofise gittiğimde herhangi bir yerde çalışabiliyorum. Oturacağım yer, yapacağım işe göre değişiyor. İşin yeni doğasına uygun yaşıyorum yani. İş seyahatlerim gereği şehir dışına çıkıyorsam ve bir hafta şehir dışında olacaksam, o halde neden ofiste bir masam olsun ki? Ama

XOXO The Mag


Aeron sandalyesi, öyle kült bir statüye ulaştı ki MoMA’nın kalıcı koleksiyonuna girdi. Sizin tasarım kahramanlarınız kimler? Aeron’un yaratıcılarından Bill Stumpf’ı, kararlı, dürüst ve özgün oluşundan dolayı çok seviyorum. O, “Neden?” sorusunu sormaktan hiç vazgeçmez, ki iyi bir tasarım için bunu kendinize yüzlerce kez sormalısınız. Onun dışında, bir kahramanım yok. Bence ortada çok fazla yıldız “süs tasarımcısı” var, ve galiba ben işin bu kısmıyla fazla ilgilenmiyorum. Popüler olmayan, adı duyulmamış tasarımcılar benim için daha heyecan verici. Tasarım, fikri alıp onu kontrol ediyor ve insanların tercih edeceği bir ürüne dönüştürüyor ve bu inanılmaz bir yetenek gerektiriyor, ama bunun için uluslararası üne sahip olmana gerek yok. Kısaca, önemli olan tasarımcı değil, tasarım.

tabii ki evimde bir masam ve bir Aeron sandalyem var. Güzel bir bahçe manzarasına bakıyorum, bazen kuşları beslemek için çalışmama ara veriyorum -bahçemde otuza yakın kuş yaşıyor, kalabalık ve gürültülü Londra’ya kıyasla evimin pek alışılmadık bir ortam olduğunu söyleyebilirim. Hikayenin başına dönersek, 25 yıldan uzun süredir ofis iç mekanları üzerine çalışıyorsunuz. Herman Miller ile yollarınız nasıl kesişti, Insight Group fikri nasıl ortaya çıktı? Mimarlık ve tasarım dünyasını her zaman sevmişimdir. Özellikle mimarlar, bilgiye susamışlıklarıyla beni şaşırtıyorlar; yalnızca ürüne merak duymakla kalmıyorlar, sürece ve araştırmaya yönelik doğal bir ilgileri var ve bu da paylaşım için harika bir alan yaratıyor. Pazarlama eğitimimden hareketle, bu konu üzerine bir araştırma yapıyordum, elde ettiğim verileri Herman Miller’ın mimarları ile paylaştım. Çok geçmeden, işverenlerimiz de dahil herkes “Nasıl iyi çalışma mekanları yaratabiliriz?” diye sormaya başladı. Böylece, bildiklerimizi daha fazla insanla paylaşmaya ve ABD’de mevcut Insight Group’un EMEA ayağını da oluşturmaya karar verdik. Bugüne dönersek, halihazırda psikoloji, çalışma alışkanlıkları ve kişilikler üzerine araştırmaları koordine ediyorum. Biz Insight Group olarak tasarım yapmıyoruz -işverenlerin isteklerini kendi bilgilerimizle işleyerek, mimarlara ve tasarımcılara aktarıyoruz. Bunları birer “vaka” olarak inceliyoruz, yani burada araştırmanın rolü gerçekten büyük.

Son olarak, ofisin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Sizce gelecekte ne değişecek, ya da bir ofisten söz edilebilecek mi? Ofisin asla ölmeyeceğini söyleyebilirim. Ofis kavramı, çok farklı bir biçimde de olsa, hayatımızda kalmaya devam edecek. Daha küçük, herhangi bir yerde var olabilecek veya daha teknolojik ofisler bir yana; ofis, farklı sebeplerle gittiğimiz bir yer olacak. İnsanlarla tanıştığımız ve buluştuğumuz, işbirliği yaptığımız, fikir geliştirdiğimiz yeni bir mekan anlayışı geliştireceğiz. Fikirlerin, metroda, bisiklete binerken ya da herhangi bir yerde, herhangi başka bir şekilde aklımıza geldiğinden söz etmiştim. Bu fikirlerin geliştirilmesi ise işbirliği, iletişim ve paylaşmak ile mümkün oluyor. Örneğin sizinle bu söyleşiyi Skype’ta da gerçekleştirebilirdik, ama böylesi çok daha etkili. Yüz yüze olduğumuz için beni daha iyi anlayabiliyorsunuz. Aslında bu, teknolojinin gelişmesinin ilginç bir sonucu. Sosyal ağların hayatımıza girmesiyle, bir kamusal alan olarak ofiste de daha sosyal olmak istiyoruz. Gençlerin ofisi tercih etmelerinin bir nedeni de bu. “Ofiste bir kahve içmek, evde bir kahve içmekten daha iyidir.” diye düşünüyorlar. Son olarak, iş dünyasının geleceğine dair markamızın kurucusu D. J. DePree’nin bir sözüyle bitirmek istiyorum: “Gelecekte iş dünyası ve bu dünyadaki insanlar kendi edinimleri ya da ürünleriyle değil, insanlığa katkılarıyla değerlendirilecekler.”

İnternet sitenizde de “vaka-araştırma-çözüm” bölümleri altında bu çalışmalarınızın örneklerini görebiliyoruz. Bunu, bildiklerimizi paylaşmak için yaptık. İş dünyasına dair yeniliklerden biri de bu paylaşım. Yirmi yıl önce, araştırmalarınızı bir sır gibi saklardınız, ama artık tüm bilgiler açık kaynak olarak kullanılıyor. Eskiden, bildiğim sadece bana aitti, şimdi ise eğer onu seninle paylaşırsam bunun bana geri döneceğini biliyorum. Kendimden örnek vereyim; bugüne dek verdiğim seminerlerde tanıştığım insanlardan, onlara anlattıklarımdan çok daha fazlasını öğrendim. 63


INTERVIEW/MAGAZINE

Nathan Williams

Aidiyet Kültürü

Olduğundan daha iyi görünme/gösterme çabasının tezahürleri etrafımızı sarıp sarmalamakta hiç hız kesmezken, görsel hafızamızın feragat etmek istediğimiz bölümleri de giderek artıyor. Uçlarda olmak veya arada kalmak gibi mefhumların silikleştiği ‘kusurlu’ hayatlarımızda, fazlalıklardan arınma arzusunun en gündelik hali, anahtarını köklere dönüşte bulacağını varsayıyor. Biz de, bu dönüşün samimiyetinin de tartışmaya sonuna kadar açık olabileceğini unutmadan, yavaş yaşam dergisi olma misyonunu haiz Kinfolk’un Kurucusu ve Genel Yayın Yönetmeni Nathan Williams’a aklımızdakileri soruyoruz. Nathan’ın açık vermeyen cevapları için sayfaları takip ediniz. röportaj serap gecü fotoğraf pascal gambarte


Issue 10/Saltwater Issue

Issue 13/Imperfect Issue

Kendini nasıl Portland’da buldun? Kinfolk’u ilk kurduğumuz sıralarda, Lincoln City’de sahil kıyısında yaşıyorduk. Portland, yeni kurulmuş küçük bir işletme için ideal bir yer gibi göründü ve sonunda buraya taşınmış olduk.

gibi yapan- pek fazla yayın yoktu. Bugün benzer yayınlar yapanlar olsa da bizim birkaç adım öne çıktığımızı hissediyorum, çünkü temalarımızı geliştirmek ve ilginç fikirler yaratmak için çok fazla enerji harcıyoruz.

Ekonomi eğitiminin üzerine dergicilikte karar kılman nasıl oldu? Okulu bitirdiğimde, büyük bir şirketten iş teklifi aldım, ama onların şartları gereği başka bir işle uğraşamayacaktım. Bu da Kinfolk’u bırakmam anlamına geliyordu. Seçim yapmakta hiç zorlanmadım.

Kinfolk’ta, minimal fotoğraflar ve kusursuza yakın görüntüler görmeye alışkınız. Son sayıda ise, Imperfect temasını işleyerek, “Hayatlarımızı olduğundan daha temiz, bir parça daha düzenli göstermeye çalıştığımız için suçluyuz, zira gerçekte durum çok daha farklı.” dediniz. Kulağa bir itiraf gibi geliyor... Sadece basitçe doğruları söyledim. İnsanların, kusurlulukla ilgili bir sayı yaptığımız için bize şüpheyle yaklaşacaklarını biliyorduk, ve aslında biraz da bu sebepten bu temada karar kıldık. Beklenmedik, alışılmadık açılar arayışındayız, ve bu arayışta herkesin payına düşeni alabileceği iyi bir mesaj var: Elindekileri çok iyi kullan ve onlarla yapabileceğinin en iyisini yap.

Kinfolk’u bir yavaş yaşam dergisi olarak tanımlıyorsun. Bu tanımı yaparken kendi yaşam stilinden mi ilham alıyorsun yoksa derginin ana fikri biraz da okurun beklentisine göre mi şekillendi? İnsanların, Kinfolk’u hoş vakit geçirme ve dinlence aracı olarak gördüğünü fark ettik. Ve kısa bir süre önce, misyonumuz üzerine yoğunlaşarak, yavaşlamak, hayatı basitleştirmek, bir komünite geliştirmek ve sevdiklerimizle daha fazla vakit geçirmek gibi düşünceleri yansıtan daha fazla konuya yer vermeye karar verdik.

Apartamento’nun editörleriyle röportaj yaparken, bu minimalist estetik konusunu onlarla da konuşmuştuk. Onlara göre bu estetik, temellerini eski Japon dergilerinden alıyor. Sen ne diyorsun? O sırada bunun ne kadar farkındaydık emin değilim ama Kinfolk’u ilk çıkarmaya başladığımızdan bu yana Japon ve İskandinav kültürleri gibi farklı kültürlerle ilgili pek çok şey öğrendik. Ayrıca, bu coğrafyalarda dergiye yoğun bir ilgi var ve biz de buraları giderek daha çok sevmeye başladık. Kısaca, Apartamento’dakilerin yorumuna katılıyorum, ama başlangıçta bu etkileşimleri bilinçli bir şekilde kullandığımızdan emin değilim.

Belli bir komünitenin parçası olmak senin için ne kadar önemli? Oldukça. Ve tabii bu sadece benim için değil tüm ekip için böyle. Konuya bilimsel taraftan yaklaşırsak, bir komünitenin parçası olmak insanların mutluluk seviyesini artırıyor. Biz de; evde, işte veya dünyanın herhangi bir yerinde sahip olduğumuz komüniteleri genişletmenin yeni yollarını araştırıyoruz. Şehrimizde, ülkemizde ve küresel ölçekte, bizimle aynı görüşlere sahip insanlara erişebilmek için bilinçli bir çaba sarf ediyoruz. Etkinlik ekibimizden Julie Pointer ve Jessica Gray bu konuda ustalar. Nihayetinde, insanları iyi karşılamak, herkesin daha mutlu olmasını sağlıyor.

Özellikle Japonya’da sadık bir okur kitleniz var. Öyle ki ilk yıllarda dergi sadece İngilizce basılıyor olmasına ve çoğunluğun tek kelime anlamıyor olmasına rağmen, sürpriz satış rakamlarına ulaşmışsınız. Şu anda dergiyi, İngilizce dışında Japonca, Çince, Korece ve Rusça olarak da basıyoruz, ama belli bir süre sadece İngilizce edisyonla

Dergiyi şekillendiren “köklere dönüş” estetiğini benimseyen benzer yayınlar arasında Kinfolk nerede duruyor? Bu işe ilk başladığımızda, benzer şeyler yapan -en azından bunu bizim 65


Issue 10/The Aged Issue

Bu yılın başında lansmanını yaptığınız giyim koleksiyonunuzun ilk olarak Japonya’da satışa çıkmış olması da bu popülerliğin bir uzantısı olsa gerek... Kinfolk’un Japonya’da yayınlanmasının ardından orada kurduğumuz ilişkiler bizi bir Japon firmasıyla çalışmaya yöneltti. Şu anda, giyim ve ev dekorasyonu ürünlerimiz çoğunlukla Japonya’da satışta, ama yakın bir zamanda bunun değişeceğini ve diğer ülkelere de açılacağımızı umuyoruz. Genel Yayın Yönetmenliği görevinin yanı sıra Marka Direktörlüğünü yürütüyorsun. İşin o kısmında nasıl bir gündemin var? Markamızın adı Ouur ve Kinfolk’u da artık onun çatısı altında çıkarıyoruz, diğer tüm projeler de bu marka bünyesinde yürütülüyor. Yarattığımız bütün ürünlerin birbirine çok yakın amaçları var ama bir yandan da markanın ideallerini keşfe çıkıp, onları ifade etmeye yönelik yeni yollar aramaktan hiç vazgeçmiyoruz. Bir röportajında, “Dergiye reklam almak Kinfolk’un vermek istediği mesajı mahvedebilir.” demiştin. Bu sayıyla birlikte bu durum ufak ufak değişiyor mu? Ve genel duruma baktığımızda, dergiyi finansal olarak nasıl ayakta tutuyorsunuz? Satılan her dergiden, aboneliklerimizden para kazanıyoruz. Onun dışında, bahsettiğin gibi, yavaş yavaş dergi içinde ilanlara da yer vermeye başladık. Bu sayıda bir iki tane var, 14. sayıda biraz daha fazla olacak. Bu az sayıda ilan sayesinde ekibimiz okurlarımız için daha fazla içerik üretme şansı yakalamış oldu.

Issue 13/Imperfect Issue

Issue 13/Imperfect Issue

yayın yaptık. Tabii Kinfolk’un estetiği farklı kültürlere ve farklı ülkelerde aşinalık hissi yaratacak türden olduğu için bu denli yoğun bir ilgi gördü. Bu ilginin yansımalarını, etkinliklerimizde ve derginin gelişiminde de bire bir gözlemledik.

Dergiyi kaç adet basıyorsunuz? 82,000. Kurumsal dergi çıkarma yönünde teklifler de alıyor olmalısınız. Şimdilik bu fikre ne kadar yakınsınız? Evet, bu konuyu düşündük, ama şimdilik kendi projelerimize odaklanmayı seçtik. Ama tabii ileride daha fazla Ouur Publications yayınıyla karşılaşacağınızı söyleyebilirim. Dijitale yönelik planlarınız da var mı? Web sitesindeki exclusive içeriği artırmayı düşünüyor musunuz? Şu anda bu konuda hiç detay veremiyorum ama gelecekte birtakım değişiklikler yapacağız. Kinfolk etkinliklerinden de bahsedelim. Yoğun bir ajandanız olduğu malum... Geçen sene toplamda 250 etkinlik gerçekleştirdik ama bu yıl bu sayıyı 80’e kadar çektik. Zira bu etkinliklerde görev alan arkadaşlarımıza farklı projelerde ihtiyacımız oldu ve ölçeğimizi bir parça daraltmış olduk. Geçtiğimiz ay da İstanbul’da bir yemeğiniz vardı. Nasıl geçti? Etkinliklerin hepsine bizzat katılamasak da organizasyonun en iyi şekilde gerçekleştirilebilmesi için host’larımıza mümkün olduğunca destek veriyoruz. Bu arada en son katıldığım Messy Meal, Astoria, Oregon’dakiydi ve tek kelimeyle harikaydı. Yalnız kalmak istediğinde nereye gidiyorsun? Eve! Bitirmeden; kötü alışkanlıkların var mı? Çok fazla acı sos tüketiyorum, ama bu iyi bir şey, değil mi?

XOXO The Mag




Bu bir ilandır.

MOMENTS by PANDORA an original idea by CO for Pandora hazırlayan müjde metin fotoğraflar özkan önal

MANA YILDIZ

üst sonia rykiel pantolon armani collezioni mücevherler pandora Ne iş yapıyorsun? Endüstriyel tasarımcıyım. İç dekorasyona ait çeşitli ürünlerin tasarımını yapıyorum. Yaptığın işin sence eşsiz tarafı ne? Farklı materyaller ile çalışıp, çok çeşitli insanlara hitap eden ürünler hazırladığım için, kesinlikle insan ilişkileri, yeni tanışmalar ve fikir alışverişleri. İş gününde en yavaş geçtiğine inandığın bir saat dilimi var mı? Mola verip vermemek arasında kararsız kaldığımız öğle saatleri. İyi hissettirdiğine inandığın bir taş? Yakut. Anın durmasını dilediğin bir anı paylaşsan? Çok saf, temiz, hesapsız herhangi bir varlıkla karşılaştığımda. Sabah mı, akşam mı? Sabah; tazeliği, aydınlığı ve yeniliği ile. Sence artık her zaman meşgul olduğumuz yıllarda mıyız? Maalesef evet. O yüzden bize zamanı hatta kendimizi unutturan sevdiklerimizin kıymetini daha fazla bilmeliyiz. Pandora’nın charm’ları senin için ne ifade ediyor? Bu charm’ların üzerindeki ince işlenmiş detaylar onları küçük ama incelikli semboller yapıyor. Onları bir araya toplamak o gün için bir dilek tutmak gibi.

doyasıya gülümser, çevremde bana keyif verecek detaylar ararım. Yatağa yattığımda ilk düşündüğüm şey o gün yaşadığım en güzel ya da en komik an; ama genelde en komik anlar ilk aklıma gelenler olur. Geçenlerde ansızın sohbet edemediğim için aklımda takılı kalan birkaç tanıdığıma sadece hatırlarını sormak için telefon açtım. Asla yapmayacağım şey bir başkasına kendisini değersiz hissettirmek. İnsanların önyargılarıyla karşılaşınca karşımdakinin aklında kurduğu matematiği merak eder, önyargılı olunan konuyu açmaya çalışırım. Zaman kavramını hatırladığımda soğukkanlılığımı korumaya çalışır, üzerinde fazla düşünmem. Zamanın normalden daha yavaş aktığına inanabileceğim tek yer tüm sevdiklerimin yanı. Guatemala ve Peru’da gerçek tatilin ne olduğunu anladım. Zaman, konsantrasyon ve iyi enerjinin sonucunda başarı ve mutluluk kaçınılmaz. Her gün mutlaka


YASEMİN KARAGÜLLE

kıyafetler yasemin karagülle mücevherler pandora

Ne iş yapıyorsun? Tasarımcıyım, pantolon tasarlıyorum. Yaptığın işin sence eşsiz tarafı ne? Farklı olmayı seven insanlara hitap edebilmek. İş gününde en yavaş geçtiğine inandığın bir saat dilimi var mı? İşlerimi sabahtan halledip, akşamüstünü kendime ayırmayı seviyorum. Yaşam tarzını nasıl betimlersin? Programlı bir insan değilim, hayatı spontane yaşamayı seviyorum. İyi hissettirdiğine inandığın bir taş? Pek inanmıyorum, zevkime uyan her taş. Kıyafetle aksesuar uyumlu olmalı mı? Hayır. Dakik misin? Asla. Anın durmasını dilediğin bir anı paylaşsan? Sabah kahvesi. Sabah mı, akşam mı? Akşam. Sence artık her zaman meşgul olduğumuz yıllarda mıyız? Hayır, tamamen tercih ettiğimiz zamanı ve hayatı yaşarız. Pandora’nın charm’ları senin için ne ifade ediyor? Hepsinin farklı bir anlamı var. Sembole ya da yüklediğim anlama göre…

spor yaparım. Yatağa yattığımda yaptığım ilk şey şükretmek. Geçenlerde ansızın cevapların içimde olduğunu fark ettim. Asla yapmayacağım babet giymek. İnsanların önyargılarıyla karşılaşınca tepki vermem. Geçmişte bilinçli seçimler yapıp yapmadığımı keşfetmek isterdim. Saate bakmadan geçirdiğim en son gün geçen Cuma. Zamanın normalden daha yavaş aktığına inanabileceğim tek yer beklediğin telefon. Telefonsuz iken gerçek tatilin ne olduğunu anladım. Zaman, konsantrasyon ve enerjinin sonucunda iyi bir koleksiyon ortaya çıkar. “Meşguliyet iyi, çalışmak kötüdür.” ilkesine cevabım, işleyen demir ışıldar. Her gün mutlaka

şey


BENAN BAL

kıyafetler benan bal mücevherler pandora

Ne iş yapıyorsun? Tasarımcıyım. Yaptığın işin sence eşsiz tarafı ne? Bana özgü olması. İş gününde en yavaş geçtiğine inandığın bir saat dilimi var mı? Sabah 9-11 arası. Yaşam tarzını nasıl betimlersin? Spontane. İyi hissettirdiğine inandığın bir obje? Nazar boncuğu. Kıyafetle aksesuar uyumlu olmalı mı? Hayır, tam tersi şaşırtmalı. Dakik misin? Maalesef değilim. Anın durmasını dilediğin bir anı paylaşsan? Aşık olduğumda. Sabah mı, akşam mı? Akşam. Sence artık her zaman meşgul olduğumuz yıllarda mıyız? Evet, hem de her dakika. Pandora’nın charm’ları senin için ne ifade ediyor? Gördüğüm anda bayıldım. Çocukluğuma götürdü, eğlenceli ve saf.

dişlerimi fırçalarım. Yatağa yattığımda ilk düşündüğüm şey günün nasıl geçtiği. Geçenlerde ansızın sarhoş oldum. Asla yapmayacağım şey yok. İnsanların önyargılarıyla karşılaşınca sıkılıyorum. Zaman kavramını hatırladığımda masal içinde gibi hissediyorum. Paralel zamanı keşfetmiş olmak isterdim. Saate bakmadan geçirdiğim en son an ilk defilemi yaptığım gündü. Zamanın normalden daha yavaş aktığına inanabileceğim tek yer doğanın merkezi; deniz kum ve yeşil. Tekne seyahatinde gerçek tatilin ne olduğunu anladım. Zaman, konsantrasyon ve enerjinin sonucunda her şeyi yapabileceğimizi keşfettim. “Meşguliyet iyi, çalışmak kötüdür.” ilkesine cevabım meşgul olmak geçici, çalışmak kalıcı etki bırakır. Her gün mutlaka


INTERVIEW/cinema

DUSTIN HOFFMAN

Muhteşem Döngü

The Graduate, Midnight Cowboy, Little Big Man, Marathon Man, Straw Dogs, Papillon, Kramer vs. Kramer, All the President’s Men, Tootsie, Lenny, Death of a Salesman, American Buffalo, Sleepers, Rain Man, Wag the Dog, Hook… Gerçekten de Dustin Hoffman gelmiş geçmiş en büyük aktörlerden biri ve aynı zamanda sohbeti en güzel olanlarından... Röportajlarında her zaman eğlenceli, her zaman konuşmaya isteklidir ve söz en sevdiği konu olan mesleğine geldiğinde her zaman derinliği olan görüşler ortaya koyar. Onunla en son yeni filmi Boychoir’ın dünya galasının yapıldığı Toronto Film Festivali’nde bir araya geldik. röportaj nando salvà fotoğraf carlos alvarez/getty images entertainment/getty images turkey


Boychoir, 2014, Warner Bros. Pictures

Biraz önce, “Dünyanın en iyi seyircisi Toronto’da, ama dünyanın en kötü film eleştirmenleri de burada.” dediniz. Neden böyle söylediğinizi merak ediyoruz... Uzun zaman önce Warren Beatty ile birlikte Ishtar’ın galası için buradaydık. Belki siz hatırlamazsınız, çok genç görünüyorsunuz. Sinemadan çıkarken Warren’a dedim ki: “İnsanlar bayıldı! Sanırım hayatımızın en iyi filmini yaptık.” Aradan yıllar geçti ve Ishtar bugün hala tarihin en kötü eleştirilerini almış filmler arasında. Bir felaketti.

neyse, boyut her zaman sorun teşkil etmez. Tyrone Bogues ile Spud Webb’i bilir misiniz? İkisi de çok kısa boylu NBA basketçileridir ve birisi şöyle der: “Diğerleri havanın ustası olabilir ama zemin benimdir.” Neyse sonuçta benim müzik konusundaki en büyük eksiğim kulağımın iyi olmamasıydı.

Boychoir’da canlandırdığınız karakter, müzik bilgisini 11 yaşındaki bir çocuğa aktarıyor. Hayatınızda hiç hevesli bir aktöre akıl hocalığı yaptınız mı? Çocuklarım arasında aktör olmaya karar veren yalnızca oğlum Jake idi. Diğerleri, resim ya da müzik gibi, sanatın başka dallarını tercih ettiler. Jake, önceleri onunla birlikte oyuncu seçmelerine gitmemi isterdi ama rolü hiçbir zaman ona vermedikleri için utandı ve artık beni çağırmamaya başladı. Fakat öte yandan biz aktörler sürekli birbirimize akıl veririz aslında. Rol arkadaşımızın en iyi performansını çıkarabilmesi için uğraşırız. Çünkü eğer diğer aktör iyi oynamazsa siz iyi olsanız da o sahne iyi olmaz.

Sizce bir yönetmen olarak her zaman çalışmak istediğiniz yönetmene benziyor musunuz? Benzemeye çalışıyorum. Ben çok soru soran bir aktörüm. Oyuncu olarak göreviniz performansınızı iyi olmayan her şeyden temizlemektir. Bu, baştan mükemmel bir performans sergilemekten daha önemlidir. Ben hiçbir şeyi planlamayı sevmem. Oyunculuğun plan yapmakla ilgisi yoktur, önemli olan işe yorgunluktan bitene kadar, çok iyi hazırlanmak ve sete vardığınız anda çekime hazır olmaktır. Kısık sesle kendi kendine senaryodan cümleleri tekrar eden yönetmenlerden nefret ederim. Ve inanın, ortalıkta böyle çok yönetmen var. Onlardan birini gördüğüm anda orada bir problem var demektir. Bu, o yönetmenin her sahnenin nasıl çekilmesi gerektiği konusunda çok kesin bir fikri olduğunu ve hiçbir öneriyi kabul etmeyeceğini gösterir. O tür bir yönetmen şaşırtılmak istemez. O bakımdan, çoğu yönetmenin erkek olması büyük talihsizlik.

İlk yönetmenliğiniz olan 2012 yapımı Quartet de müzik dünyasında geçen bir filmdi; bir grup opera solistinin hikayesini anlatıyordu. Yoksa müzisyenlik gerçekleştiremediğiniz bir hayal miydi sizin için? Belki de... Çocukken piyano çalardım ama ellerim çok küçüktü. Şunu hemen söyleyeyim: Ellerinizin büyüklüğüyle vücudunuzun diğer kısımlarının büyüklüğü arasında hiçbir alaka yok, tamam mı? Her

Neden böyle düşünüyorsunuz? Erkek yönetmenler genellikle yaptıkları işin eşsiz olduğunu düşünür ve herhangi bir işbirliğine ihtiyaç duymaz. Diktatörler gibi. Kadın yönetmenler çok daha iyidir. Onlar fikir alışverişinde bulunmakta sakınca görmezler. Her zaman ortak çalışmaya daha açık ve daha anlayışlıdırlar ve “Tatlım, biliyorum o senin fikrindi” diyen de onlardır. Kadınları seviyorum. 73


Tootsie, 1982, Columbia Pictures

Son yıllarda çoğunlukla yardımcı rollerde oynuyorsunuz. Bu sizin seçiminiz mi yoksa başka birilerinin mi? Bir oyuncunun meslek yaşamının akışı genelde bellidir. Gençken arka planda kalan o küçük rolleri oynayarak kendini yetiştirirsin. Daha sonra şansın yaver giderse başrol oyuncusu olursun. Mike Nichols bana The Graduate’ta başrol teklif ettiğinde 29 yaşındaydım ama yine de şanslıydım çünkü birçok kişi o yaşta ya da daha sonra bile başarılı olamıyor. Her neyse, zaman geçtikçe yavaş yavaş yeniden yardımcı rollere dönersin, ama yine şansın varsa. Yaşamın döngüsü böyledir ve bu çok aşağılık bir şeydir. Küçük roller oynamak hiç oynamamaktan iyidir yine de, öyle değil mi? Şüphesiz. Benim en büyük sorunum boş duramamak zaten. Tatildeyken bile bir deftere notlar almam gerekir, yoksa kendimi işe yaramaz hissederim. Bir de şu var ki, işimi iyi yaptığım konusunda hiçbir zaman tam anlamıyla tatmin olmadım. Hiçbir zaman “Evet, işte başardım” demedim yani. Mümkün olsa her çekimi 200 kere daha tekrar ederdim. Çünkü her şeyin daha iyisi yapılabilir. Bu konuda Picasso örneğini veririm hep: Resim galeride duvara asıldıktan sonra bile elinde fırçasıyla gider düzeltmeler yapmaya çalışırmış. Bir aktör olarak ben de oynadığım her filme, her sahneye öyle bakıyorum. Dijitalle çalışmayı da o yüzden bu kadar seviyorum, belki. Bunu biraz açıklar mısınız? Film kullanarak çekim yaparken mümkün olduğu kadar az tekrar yapmak zorunda hissedersiniz kendinizi, çünkü film pahalıdır. Bu çok

stresli ve sinir bozucu bir şeydir. Yönetmen “Motor!” diye bağırır ve o anda en iyi performansını vermen gerekir. Buna alışmak ve rahatlamayı öğrenmek yıllarımı aldı. De Niro bu konuda çok iyidir, ben değildim. Dijitalle çalışırken ise o baskıyı hissetmiyorsun üzerinde. Son zamanlarda iyi roller bulmak isteyen oyuncuların televizyona yönelmesi gerektiğini düşünenlere katılıyor musunuz? Evet, kesinlikle. Sorun şu ki, film endüstrisinin gerçek yaratıcıları olan senaryo yazarları son zamanlarda üçüncü sınıf vatandaş haline geldiler. Her geçen gün güç kaybediyorlar. Öte yandan, televizyon kanalları ve TV yapım şirketleri yeni bir meslek yarattı: Fikri yaratan ve yazan kişi aynı zamanda prodüksiyonu kontrol eden kişi oluyor. O yüzden bütün yetenekli yazarlar artık sinemaya değil televizyona gidiyor çünkü kendi fikirlerini korumak istiyorlar. Sonuçta televizyondaki kurmaca dünyası tarihinin en iyi zamanını yaşıyor, sinema ise tarihinin en kötü dönemini. Dolayısıyla HBO’daki beyler, müsait olduğumu hatırlatayım size: Ne de olsa kariyerime televizyonda başladım. Bir aktörün meslek yaşamının döngüsel olduğunu da az önce söylemiştim. Öyleyse, yeniden televizyon işi yapabilirim. Kariyeriniz boyunca oyunculuk hakkında öğrendiğiniz en önemli şey neydi? Zaman içinde mütevazı olmayı öğrendim. Ukala hıyarın tekiydim, kendimi çok ciddiye alırdım. Fark ettim ki, sonuçta yaptığın film bir sinemada gösteriliyor ve bir aktör olarak sen her ne kadar elinden gelen en iyi bir performansı çıkartmış olsan da, orada koltuğunda oturan seyircinin saatine bakma ya da dönüp kız arkadaşına

XOXO The Mag


Wag the Dog, 1997, New Line Cinema

seyircinin ilgisini çok önemsiyorsunuz. İsminizi, bugün kimsenin hatırlamadığı bir aktör olan Dustin Farnum’dan almış olmanızla bir ilgisi olabilir mi bunun? Sebebi bu olabilir, evet. Annemle babamın hiç parası yokmuş ve ben doğduğum gün annem hastane odasını beş başka kadınla paylaşıyormuş. Kız çocuk istedikleri için bir sürü kız ismi düşünmüşler ama onları büyük bir hayal kırıklığına uğratarak ben doğmuşum. Sonunda bunu atlatmışlar. Ama o arada hiç erkek ismi düşünmemişler. Yan yataktaki kadın bir sinema dergisi okuyormuş ve babam o derginin kapağında, mesleğe Shakespeare oyuncuları olarak başlayıp sonunda westernlerde kovboy olan Dustin ve William Farnum kardeşleri görmüş. Dustin harika isim.

“Gidip biraz daha patlamış mısır alsam mı?” deme isteğine karşı savaşıyorsun. Öyleyse işinizde eskisi kadar seçici olmadığınız da söylenebilir mi? Zaman zaman evet. Değişmeyi öğreniyorsun. Neredeyse yarım yüzyıldır bu işi yapıyorum ve şimdiye kadar bir şeyler öğrendim. Tootsie aktör olarak geçirdiğim değişimde önemli bir dönüm noktasıdır çünkü birdenbire bir komedide rol almış oldum. Bakın, gençliğimde geçtiğimiz yüzyılın en büyük hocalarından oyunculuk dersleri aldım: Lee Strasberg gibi, Stella Adler gibi… Bunlar dev isimlerdi. Tapınağa gider gibi giderdik sınıflarına. Bu işi onlardan öğrenince, eğer bir filmde domatesi oynuyorsanız ne tür bir domates olduğunuzu önemsiyorsunuz. İşte ben de bu tür ayrıntılara özen göstermeyi öğrenmiştim. Ve sonra bir gün aniden Tootsie’nin içinde buldum kendimi. Bir diyalog okumanızı istediklerinde siz karakterin motivasyonunu düşünmeye başlarken “Harika, biz sizi ararız. Sonraki!” dedikleri o oyuncu seçmelerinin vuku bulduğu dünyayı resmeden bir film. Filmin kendisi de bu hızda çekilmişti. Tapınağımdan çıkıp içine atlayıverdiğim bu yerde, bu hızlı tempo içinde öğrendiğim teknikleri uygulamaya çalışmıştım ve tabii işe yaramamıştı. Sonunda hayranı olduğum yönetmen Billy Wilder’ın bir röportajında okuduğum sözün izinden gitmeyi öğrendim. Çalışma odamda bilgisayarımın yanına kesip yapıştırdığım bir sözdür bu. Her gün gözümün önündedir. Şöyle der Billy Wilder: “Gerçeği söyleyeceksen komik ol. Yoksa seyirci seni öldürür.” Ve bu doğrudur, seni öldürürler. Mizah ne kadar önemli!

Son bir soru daha: Wag the Dog’un çekimleri sırasında, Barry Levinson ve Robert De Niro ile birlikte Beyaz Saray’da bir partiye katıldığınız söylenir. O partide Başkan Clinton filmin konusunu sorduğunda siz step dansı yapmaya başlamışsınız. Bu doğru mu? Tamamen doğru. Para toplamak için düzenlenmiş bir yardım galasıydı ve biz de o sırada Washington’da film çekiyorduk. Aramızda o filmden başka insanlar da vardı, rol arkadaşımız Anne Heche örneğin. Duvarlarında güzel tablolar bulunan büyük bir salonda Başkan’ı bekliyorduk. Clinton geldi ve birdenbire filmin ne hakkında olduğunu sordu. Biliyorsunuz Wag the Dog kısmen Clinton’ın seks kabahatlerinden esinlenen bir filmdir. O yüzden, Robert, Barry’ye baktı, Barry bana baktı, ben de step dansına başlamak zorunda kaldım. Ama sonuçta bir şey olmadı çünkü o sırada Clinton çoktan Anne’i fark etmişti ve bütün gece gözlerini ondan alamadı.

Sinema tarihine geçmiş bir aktör olsanız da anlaşılan o ki 75


INTERVIEW/Fashıon

Gilles Laumonier

It’s Time to Celebrate

Moda dünyası, aldığı sakinleştiricinin ardından extravaganza’yı baş ucu çekmecesinde saklamaya karar verdi vereli, jeanler ortak payda sıfatı yerine hip, moda ve trend sekmelerinin altında yerlerini aldı. Algılarınızı sonuna dek açıp gardırobunuzun kahramanını bulmaya çabalayanlardansanız, eskilerinizi tekrar gözden geçirmenizi tavsiye ederiz. Zira gerçek jeanler eskidikçe güzelleşendir. Tam da bu noktada rotanızın 125 yıldır denim endüstrisinde bu önermeyi destekleyen bir tasarım anlayışıyla ilerleyen Lee’ye çevrilmesi olağan bir durum. Tıpkı bizimki gibi... Telefonun ucunda Henry David’in marka mirasını devam ettiren Gilles Laumonier var. Konumuzsa tabii ki Lee çatısı altında geçen 5 yıl, denimin geçmişi, bugünü ve geleceği. röportaj merve yeşilçimen fotoğraf lee’nin izniyle

XOXO The Mag


ve Gregory Derkenne gibi farklı kültür ve estetik anlayışına sahip isimlerle yaptığınız işbirliklerine gelelim. Çeşitlilik Lee için ne derecede önemli? Bu süreçte, hemen her markanın yaptığı, alışık olduğumuz işbirliklerinden biraz daha farklı bir organizasyon yapmayı amaçladık. Bu nedenle, bahsettiğiniz kapsül koleksiyon için bizim sevdiğimiz ve buna karşılık bizi seven tasarımcılara odaklandık. Aynı zamanda ne kadar köklü bir marka olduğumuzu göstermek için de böyle bir çeşitlilik yaratmak istedik. Tasarımcılar arasında yer alan Prps’in Yaratıcı Direktörü Donwan Harrell, ki kendisi için tam bir Lee hayranı demek yanlış olmaz; bizimle örtüşen bir estetik anlayışına sahip olduğunu düşündüğümüz için tercih edildi. Weekday ve Cheap Monday’in Örjan Andersson’ı da takdir ettiğimiz bir tasarımcı olmasının yanı sıra, bu koleksiyonda yer almak konusunda oldukça istekli ve heyecanlıydı. Aynı şekilde, Emma François da, bu koleksiyona klasiklik ve şıklık katacağı için tercih edildi. Ve tabii ki Belçikalı tasarım üçlüsü Sarah, Carol Piron ve Gregory Derkenne... Onlar da yaratılmak istenen çeşitliliğin bir parçası olarak tercih edildiler.

Ephec’teki öğrenciliğinizden Lee’deki Yönetim Kurulu Başkanlığınıza kadar geçen dönemde dönüm noktası olarak değerlendirdiğiniz bir olay var mı? Uzun bir yolculuk ve büyük bir değişimden bahsediyoruz, benim açımdan bakıldığında, başarılı bir kariyer... Değişimlerin başında şu an daha yaşlı bir adam olmamı sayabiliriz, ancak tabii ki, gençliğin sağladığı merakı ve enerjiyi bilgelikle karıştırıp kendimde muhafaza etmeye çalışıyorum. Ama tüm bunlar bir yana, hayatımın dönüm noktaları sahip olduğum 3 çocuk. 24 saatiniz nasıl geçiyor? Size üç tip 24 saat tasvir edeyim: İş, aile ve özel hayatımdaki rutinler birbirinden çok farklı, bazen sabahın 5’inde yataktan çıkıyorum, uçağa biniyorum ve aynı gün geç saatlerde eve dönüyorum. Ya da diğer taraftan uzun süren iş seyahatlerinden dönüp ofise geldiğimde her gün ilgilenmem gereken farklı bir konu oluyor, çünkü pozisyonum gereği hem idari işleri hem de pazarlama ve finans faaliyetlerini yönetmem gerekiyor. Ah tabii bir de, hayatımın toplantılardan ibaret olduğunu söyleyebilirim, çok keyifli bir iş ancak kesinlikle büyük bir adanmışlık gerektiriyor.

Peki, inovasyon ve miras Lee gibi bir marka altında nasıl eş zamanlı var olabiliyor? En başta yönetim kurulu başkanı olduğum 2009 yılını göz önünde bulundurursak -ki bu 5 yıllık bir sürece tekabül ediyor- o dönemde tek düşündüğüm nasıl ilerlemem gerektiğiydi. Bu süreçte Lee’nin hem vintage yönünü ortaya çıkarmak hem de markanın DNA’sında olan muasırlığını yakalamak istedim. İşte bu tam olarak benim için bir meydan okumaydı diyebiliriz.

Ofisinizde kıyafetler için kurallarınız var mı? Herkes Lee giymeli gibi bir kural mesela? Zorunlu kılınan bir kıyafet yönetmeliğimiz yok ancak çalışanlar tamamen kendi özgür iradeleriyle çalıştıkları markanın ürünlerini tercih ediyorlar, diye düşünüyorum. Çünkü herkes burayı çok seviyor (ya da öyle gösteriyorlar), bu yüzden kesinlikle bir zorunluluk olarak görmüyorlar. Az önce bahsettiğim adanmışlık hissiyatının ekibin kalanında da mevcut olduğunu görebilirsiniz.

Denim artık her yerde. Bu önlenemez yükselişi moda endüstrisi için nasıl değerlendiriyorsunuz? Denimin bu denli yaygın olmasının sebebi insanların günlük kıyafetlerinin bir parçası olması, basit. Bu durum, aslında arabalar

125. yıl kutlamalarınız için, Donwan Harrell, Emma François, Örjan Andersson ve Belçikalı tasarım üçlüsü Sarah, Carol Piron 77


ve spor ayakkabılar için de geçerli, her ikisinden de etrafınıza baktığınızda çokça mevcut ancak güçlü bir marka kimliği yarattığınız ve farklı bir deneyim vadettiğiniz takdirde varlığını sürdürmekten öteye geçebileceğine inanıyorum. Denim ürünlerin fazlalığı Lee gibi bir marka için sorun değil, zira dediğiniz gibi moda markalarının hemen hepsi artık denim koleksiyonları üretiyor ancak bu işin hakkını verebilen çok az marka var, şanslıyız ki biz de o markalardan biriyiz. ‘Move Your Lee’ dansa odaklanıyor ve sunduğunuz bu atmosfer, daha genç, daha taze bir marka hissiyatı uyandırıyor... Daha önce de bahsettiğim üzere marka tarihine baktığınızda 1940’larda, 50’lerde, 60’larda ve 70’lerde her daim ön plana çıkan muasırlık ve elbette bulunduğu dönemin eğilimlerini önemsiyor oluşu var. Bu kampanyayla da amaçladığımız Lee’nin özünde genç ve taze bir marka olduğunu göstermek ve tıpkı günümüz dünyasında da olduğu gibi hızlı bir değişim ve gelişim sürecinde olduğumuza dikkat çekmekti.

fotoğrafçılarla çalışmayı tercih etmedik. Bunun yerine, sıradan insanlarla oluşturduğumuz bir kadroyla üretim yaptık. Sanatsever olduğunuzu söyleyebilir miyiz? Eğer öyleyse, minimalizm mi yoksa maksimalizm mi? Sanattan beslenmenin gerçekten çok önemli olduğunu düşünüyorum, ki bu bana kalırsa moda endüstrisinde yer alan herkes için geçerli. Çünkü yaptığımız iş temelinde mühendislik gerektiriyor ve sanat bu bağlamda işin duygusal tarafını oluşturuyor. Benim için müzik ve mimari sanatın en güzel dalları; özellikle 1950-1970’li yıllar aralığında ortaya çıkan mimari akımlar... Minimalizm ve maksimalizm arasında bir tercih yapacak olursam da; hakkımı minimalizmden yana kullanırım. Ama minimalizm yanlış ellerde çok sıkıcı da olabiliyor.

Dansın yanı sıra, Lee ile özdeşleştirmeyi düşündüğünüz başka sanat formları var mı? Bir önceki sorunuza istinaden söylüyorum, sanatın tek bir dalı ile özdeşleştirilmek istemeyiz. Ancak dansın, bir ifade şekli olarak, sanatın diğer dallarına göre daha çeşitli olduğu söylenebilir ve içerisinde bolca hareket barındırdığı için Lee ile bu bağlamda örtüşüyor.

Doğaya yönelmek, moda endüstrisinde sürdürülebilirliğin önemine dikkat çekmek, çevre ve insan dostu ürünler üretmek adına üretim aşamasında gösterilen duyarlılık moda markaları için son zamanlarda öne çıkan eğilimler. Bu bağlamda, siz nerede duruyorsunuz? Sürdürülebilirliği önemsiyoruz ve çevre dostu ürünler üretmek konusunda da hassasiyet gösteren markalar arasında yer alıyoruz. Adil üretim şartları, kimyasallardan arındırılmış ve son teknolojiyle üretim yapan atölyeler ve daha bir çok konu önceliklerimiz arasında yer alıyor.

Genel olarak, moda markaları, iletişimini güçlendirmek adına kampanyalarında tanıdık yüzleri tercih ediyor, ancak Lee’de bu durum pek de söz konusu değil. Marka olarak denim eksperliğimizle anılmak istiyoruz ve fiyatlar bağlamında demokratik bir marka olarak kendimizi konumlandırıyoruz, bu nedenle tüketicimize bir rol model önermekten kaçınıyoruz. Son kampanyamızda da profesyonel modeller ve

Bununla beraber 18 yıldır da göğüs kanserine dikkati çekmek ve bağış toplamak amacıyla ‘Ulusal Denim Günü’nü düzenliyorsunuz... 1996’dan beri devam eden ve toplanan gelirin Amerikan Kanser Derneği’ne bağışlandığı önemli bir organizasyondan bahsediyoruz. Henüz netlik kazanmasa da bu organizasyon gibi gerçekleştirmek istediğimiz yeni projeler var.

XOXO The Mag


79


food

Tasarım Bİenalİ Bahane

Bonita/Palamita yazı didem şenol tiryakioğlu fotoğraflar elif esmez

Tasarım Bienali’nin bu seneki teması ‘Gelecek Artık Eskisi Gibi Değil’; bu başlık aslında, yaşadığımız şehri, bu şehirde yaşarken, çalışırken, düşünürken, bir şeylerin parçası olmaya çalışırkenki ruh halimi fazlasıyla destekliyor. İstanbul’da doğmuş ve büyümüş biri olarak çocukluk anılarımın, şehrin dokusunun, tattığım lezzetlerin bugün yapmaya çalıştığım işlerde, tasarladığım tabaklarda büyük etkisi var. İyi veya kötü diye ayırmayı doğru bulmamakla beraber aslında geleceğin eskisi gibi olmayacağının fazlasıyla farkındayım. Tasarım Bienali’ne bir proje yapmak için kendi aramızda konuşmaya başladığımızda dikkat çekmek istediğimiz birkaç önemli konu vardı. Bu şehirde değişen birçok dinamik olduğu gibi değişmeyen bir şeylere tutunma ihtiyacı da hissettik. Bir malzeme etrafında dönmek istedik ve sonunda malzeme olarak bu boğazlara has olan palamutu seçtik. Biraz araştırdıkça Gündüz Vassaf’ın bizim hissimizi destekleyen yazısıyla karşılaştık. Şöyle diyordu Vassaf, “...Geçmişlerini bilmeyen Türkler modern zamanlara ayak uydurup kimlik arama, imaj bulma

peşindeler. İstanbul yıllardır bir simge arayışı peşinde… Oysa şehir kurulur kurulmaz simgesiyle buluşmuş ve onu sikkelerine basmış. Nasıl Cumhuriyet’in simgesi olarak paralarında Atatürk resmi var ise Byzantium’un da simgesi olarak sikkelerinde palamut resmi var… İstanbullular artık bilmez ama Byzantium’un Sarayburnu’nda kurulmasının nedeni de palamutlar… Balıkçılık, Byzantium’un en önemli gelir kaynağıdır…” Palamutta karar kıldıktan sonra, geçmişe bakmaya başladık. Elle tutulacak kadar bol palamut olan Boğaz’da palamutu pilaki yapmanın veya kızartmanın dışında tuzlamanın da o günün şartları için ne kadar önemli olduğunu anladık. Saklamanın tek yoluydu tuzlamak. Birçoğumuzun sadece rakıya eşlik etsin diye üzerine fazla düşünmeden bayılarak yediği lakerda da, palamutu EkimAralık ayı aralığında yemekten çıkarıp, her ay tüketebilmenin bir yoluydu aslında. Bizlerin yemeğe ve malzemeye bakışımızın olmazsa olmazı olan mevsimsellik, geçmişin tercihi değil gerçeğiydi.

XOXO The Mag


kurutmak, tuzlamak, vakum torbalarında uzun saatler pişirmek, bugünün gerçeğinde minimal tabaklar hazırlamak, kuru fasulyeyi ezip püre yapıp limon kabuğuyla lezzetlendirmek, kremayı fümelemek, taze soğanı saçak saçak doğramak, yeniyi tasarlamak bugünlerin heyecanı sadece. Yarın hayatımıza yeni heyecanların gireceği kesin. Önemli olan asıl olandan vazgeçmemek, onu korumak. Belli değerleri kaybetmeden evrilmek, büyümek...

“Sera mı bunlar?” “Hormonlu mu?” “Balık çiftliği mi, yoksa deniz mi?” gibi sorulara gerek yoktu. Çocukluğumuzda tavuklar tütsülenirken kötü kokuyor diye dışarı kaçarken, bugün üzerinde ufak bir tüye rastladığımız gerçek tavukları bulmak için mesafeler kat edip, doğru günü kollar olduk. Lokanta tabaklarında servis etmek için sakatat peşine düşüp misafirlere aslında hayvanın her yerini kullanmanın önemini anlatmaya çalışırken, babaannemin bol limonlu beyin söğüşüne nasıl burun kıvırdığımı hatırlar oldum. Ocak ayında kocaman hormonlu tatsız çilekleri yeğenimden uzak tutmaya çalışırken, annemin tüm evi kokutan Osmanlı çileğiyle reçel yapmasını düşünmek burnumu sızlattı.

Bienal çerçevesinde palamutu ve o vesileyle İstanbul’u daha iyi anlamaya çalışırken, Boğaz’da balığa çıktık. 30 metrelik bir tekne, 30 balıkçı, bir kaptan ve bizler. Boğaz aynı boğaz, balık aynı balık, konuyla ilgili bilgisi çok az olan bizler içinse bu deneyim inanılmazdı. Gelecek artık eskisi gibi değil, doğru. Çok fazla bilgiye çok daha hızlı ulaşıldığı, çok hızlı bir araya gelinebildiği, eskisinden daha fazla tartışma zemininin yaratılabildiği bugün, geleceği daha iyi tasarlamak mümkün. Gerçek olana tutunmak ve ‘iyi’ olan için uğraşmak ise esas olan...

Gelecek hiçbir zaman eskisi gibi olamayacak. Bunun bilinciyle bugün bir şeyler yapmak lazım. Evrilmek, yenilenmek, büyümek hepsi güzel. Daha yavaş tüketmek belki esas olan. Üç-beş nesil sonra da bu boğazlarda palamut, lüfer, kalkan bulacak şekilde saygılı, düşünceli yaşayabilmek gerekiyor. Yeni teknikleri kullanmak, balığı 81


INTERVIEW/desıgn

ERGİNOĞLU & ÇALIŞLAR

Bir Kurum Olarak Mimarlık Ofisi Kerem Erginoğlu ve Hasan Çalışlar, 1993’te kurdukları Erginoğlu & Çalışlar adlı mimarlık ofisinde çeşitli tipolojilerde ve coğrafyalarda projeler üretiyorlar. 21 yıllık ofis maceralarında yaşadıkları aşamaları ve kurumsallaşma hikayelerini -birazdan okuyacağınız sayfalarda- anlatan Kerem ve Hasan için önemli olan ofis içinde bilgi birikiminin oluşturulması ve hizmet standardının yakalanması. Sohbetimiz, ofisin işleyişinden Türkiye’de inşaatın mimarlıkla ilişkisine, restorasyon projelerinden mimari seyahatlerine dek uzandı. röportaj hülya ertaş fotoğraf özkan önal


Bakü Amburan Beach, Fotoğraflar: Cemal Emden

21 yıldır bir mimarlık ofisi yürütüyorsunuz. Bu süre zarfında Erginoğlu & Çalışlar nasıl gelişti? Kerem Erginoğlu: Biz şirketi 1993’te kurduk ama aslen 2000’e kadar bizim yaptığımız, aslında kendi kendine ayakta durma çabasıydı. Daha küçük ölçekli mütevazı işler yapıyorduk, kontrol edilebilir ölçekte kendimiz çizip, kendimiz uyguluyorduk. 2000’den sonra asıl yapılanmamız, ofisleşmemiz başladı. O sene Balmumcu’daki ofisimize taşınmıştık ve ilk defa içinde kurgusu olan bir ofis düzenine geçmiştik. 12-13 kişilik bir ofistik. Birisi geldiği zaman şık görünen, sekretaryası, toplantı odası vs. bulunan, daha mimarca tasarlanmış bir yerdi. Yine o yıl benim ve Hasan’ın masalarımızda kendimize ait bilgisayarlarımız oldu. Oysa o tarihe kadar e-postalar ikimize ortak geliyordu. Tabii bunlar olunca iş yapma biçimimiz de değişmeye başladı. Onun dışında tabii biz de bir kurum olmaya başladık. Bu kurumsallaşmayı bu yeni ofise geçtikten sonra ben de kendi adıma daha çok hisseder oldum. Hem de kişi sayısı çok daha arttı.

olarak fark yaratan birtakım mimari projelerin pazarda ön plana çıkması, emlak eklerinde ya da sitelerinde boy boy birbirinden tuhaf render’larla sahte bir mimarlık ortamının oluşması, beğensek de beğenmesek de bu mesleği gündeme getirdi. Meslek gündeme geldikçe de tabii, kendi içinde biraz fark yaratanlar ya da buna uzun zamandan beri gönül, emek ve yoğun çaba verenler, daha düzgün işverenlerle daha ilginç konularda daha göz önünde olabilen projeler ortaya çıkarmaya başladılar. Biz de aslen 2000’lerin ortalarına doğru o furyayı bir adım arkadan bile olsa yakaladık. Ondan faydalandık. Daha sonra Türk inşaat sektörünün özellikle Rusya üzerinden uluslararası pazara açılması pek çok Türk mimarlık bürosunu da aynı şekilde uluslararası pazara taşıdı. O pazarda çalışmaya başladığın zaman da başka bir standartta bir hizmet vermeye başlıyorsun. Teslim ettiğin belge ya da ürün o yıllarda Türkiye’de alışılmış olan belge ve ürüne göre çok çok üst seviyede bir şey olmak zorundaydı. Bu standardı öğrendikten sonra zaten standartlarını düşürmez hale getiriyorsun, onu koruyorsun. Onu koruduğun zaman da mecburen Türkiye içinde de o standartta hizmet alan, ürün isteyen kurumlarla çalışmaya başlıyorsun. Çünkü zaten diğerleri ya senin maddi taleplerini karşılayamıyor ya da sana ihtiyaç duymuyorlar.

Ofiste kaç kişisiniz şimdi? KE: 35 civarındayız. Burası bir mimarlık ofisi olmasının ötesinde aslında bir işletme, bir müessese. O da tabii başka birtakım sorumluluklar, iş bölümleri, başka bir yapılanma gerektiriyor. Hasan Çalışlar: Teknolojik değişimler her sektörde herkesi etkilerken, mimarlık ortamı da Türkiye’de değişti. 20 sene evvel biz başladığımız zaman, Türkiye’deki en büyük mimarlık bürosu kaç kişiydi, şimdi kaç kişi? O zaman için bugünkü büyük ofislerle kıyaslanabilecek bir büro Türkiye’de yoktu. Doğan Tekeli’nin ofisi bile 15 kişi civarındaydı, yanlış hatırlamıyorsam. KE: Bazen kendi aramızda biz mezun olduğumuz zaman şu anki gibi büyük ofis düzenekleri olsaydı birinin yanında çalışıyor olurduk, diye konuşuyoruz. Aslında biz biraz o yokluktan dolayı kendi ofisimizi açmak durumunda kaldık. HÇ: Türkiye’de hem ekonominin hızla büyümesi, hem gayrimenkul sektörünün en gözde yatırım aracı olarak lider olması ve buna bağlı

Türkiye’de mimarların kendi arasında bir ofisin kurumsallaşmasının çok kötü bir şey olduğuna dair genel bir algı var. HÇ: Evet, çok yanlış tabii bu. Şu an mesela 3. havaalanı yapılıyor, projesini Norveçli bir ofis çiziyor. Yarışma açılmış, birtakım mimarlar davet edilmiş, bundan Türkiye’den kimsenin haberi bile yok. Diğer çağırılanlar da Foster, Grimshaw gibi ofisler. O boyuttaki bir havaalanını yapmak belli bir kurumsal kültür ve birikim gerektiriyor. Norveçli ofis diye bahsettiğim Nordic’in sahipleriyle tanışmıştık, yemek yemiştik bir gün. Yalnız havaalanı yapıyorlardı, başka hiçbir şey yapmadıklarını söylemişlerdi. Şimdi böyle bir grupla senin rekabet etmen mümkün mü? Hem alışveriş merkezi çizecek, oradaki yükleme 83


DDB Tuz Ambarı, Fotoğraflar: Cemal Emden

avlusunda kamyoncuların tuvalet için kullanacağı mekanların teknik özelliklerini bileceksin; hem okul yapacak, yangın standartlarına göre okulun çıkışlarını düzenleyeceksin; hem hastane çizecek, ameliyat çıkış mekanlarını çözeceksin; hem de havaalanı yapacak da bagaj dönme açılarını hesaplayacaksın. Tabii ki bunların hepsini araştırıp öğrenirsin, organize edebilirsin ama işveren perspektifinden bakacak olursak da bir hizmet alacaksan bir işi sürekli yapanı tercih edersin. Çünkü o bunu daha çok kısa sürede, daha ucuza ve hatasız bir şekilde yapıyor. Kurumsal olmanın getirisi, bazı şeyleri hakikaten çok sayıda yapmış olmaktan gelen kazanımlar. Bu bir kuruma kültür getiriyor ve hataları azaltıyor. KE: Bence kurum olmak için illa ki bir konuda uzman olmak şart değil. Kurumsal yapı, kendi başına ayrı bir konu. Biz bunun için çeşitli danışmanlıklar alıyoruz mesela. Sonuçta hepimiz mimarlık eğitimi aldık, işletme okumadık ki. 35 kişinin çalıştığı bir yerde genç arkadaşlarımızın hayata dair kaygılarını da göz önünde bulundurmamız lazım. Bazen Hasan’la, aramızda, ofisi kapatsak ve yanımıza birer asistan alıp mimarlık yapmaya devam etsek daha çok kazanabileceğimizi konuşuyoruz. Evet, bu doğru olabilir ama onlar için durum öyle değil. Onların bütün geleceği aslında bu firma üzerinde var oluyor. Dolayısıyla ne kadar kurumsallaşmışsan senin çalışanların da sana o kadar çok güveniyor ve hayatını ona göre organize ediyor. Bu yüzden bence kurum olmak önemli. Bireysel olarak bana ya da Hasan’a bir şey olsa, burası kapanacak mı? Kapanmayacak bir yapıda olması lazım ki çalışanlarımız hayatını buradan idame ettirebilsin. Kurum, o demek aslında. HÇ: Gerçi bizim ofisteki bazı projeleri ikimiz yalnız kalsak yapamayız. İş yükü olarak değil, aslen bilgi altyapısı olarak altından kalkmamız mümkün değil. Ofisimizde belirli konularda uzmanlaşmış, onu derinlemesine bilen, tecrübeli mimar arkadaşlarımız var. Biz tabi bazı temel fikirler ve kararlarda yönlendirici oluyoruz ama bu arkadaşların katılımı, katkısı olmadan bazı projelerin yapılabilmesi imkansız.

Türkiye’de ekonominin büyük bir payının inşaattan besleniyor olması mimarlar için olumlu bir şey mi? HÇ: Mimarlar proje çiziyorlar ama iyi ve planlanmış bir şehre mi proje çiziyorlar? O çizdikleri binaların hangileri Kapıkule sınırlarının dışına çıktığı zaman dünyadaki meslektaşlarına gösterebileceği, övünç duyabileceği ya da takdir edileceği işler? Ya da emlak eklerindeki İngilizce isimli abuk sabuk geliştirme projelerinin hangi birini Avrupa’da göstersen meslektaşların seninle alay etmez? Elbette, söz meclisten dışarı, bazen çok iyi projeler de oluyor ama onları zaten kaç kişi yapıyor? Çok iyi denk düşen bir arsa, harika bir yatırımcı ve iyi bir mimar gibi çok zor bir araya gelecek üç bileşen senede iki kere mümkün oluyor. Ancak o zaman bu kadar inşaat arasında ortaya iyi bir proje çıkıyor. KE: Parsel bazında iyi bir bina yapmak pek de bir şey ifade etmiyor. Yapılan işin kent ölçeğinde bir anlamı olması lazım. Sizin Tuz Ambarları gibi birkaç restorasyon ve renovasyon projeniz oldu. Restorasyon sürecinde yapısal öğeleri koruma ya da korumama kararını nasıl veriyorsunuz? KE: Bu kararlar çoğunlukla yerinde veriliyor, bir ameliyat gibi aslında. Ülke olarak, restorasyon projesi konusunda bir eksikliğimiz var .Yapının şimdiki halini gösteren bir rölöve, bir de orijinal halinin nasıl olduğuna dair bir restütüsyon çiziyorsun. Sonra da bir restorasyon projesi veriyorsun. Aslen bir niyet mektubudur bu, ama o niyet -tüm iyi restoratörlere ya da iyi mimarlara bakacak olursanızyerinde yapılan sökme ya da yeni yapma esnasında aslında oluşur, ve siz o sayede iyi bir mimariye ulaşırsınız. Yoksa her şeyi baştan planlamak çok zor ve imkansız. HÇ: Korumayı düşünmediğin bir elemanı ya da duvarı, soyduktan sonra pat diye korumaya karar verebilirsin. Ya da yüzde yüz koruman gerektiğini düşündüğün bir şey öyle bir çıkar ki, onu hiçbir şekilde korumak ya da yeniden yapmak mümkün olmayabilir. Zaten

XOXO The Mag


Turkcell Arge Binası, Fotoğraflar: Cemal Emden

başlattı. Biz de o enerjiyle epeyce büyük bir mekan da bulunca coşmuştuk. Kendimizi tutmadığımız, çok atipik bir ofis tasarımıyla gündeme gelmiştik. Bunun ardından başka firmalar da bize geldi ve o dönemde 16 tane reklam ajansı yapmış olduk. Neredeyse bütün ajansların projesini yapmışız diyebiliriz. Reklamcılar, doğru proje tanımı veren, daha doğrusu bunu işleri dahilinde doğal olarak bilen ve çalışma biçimi olarak da mimarlığa yakın bir iş yapan insanlar, dolayısıyla onlarla kolay anlaşabildik. Öte yandan, yaratıcı sektörde çalıştıkları için ofislerini yaptırmak için genelde düşük bütçeleri olur. Ucuz malzemeyle iyi mekan yapmak da her mimarın sevdiği bir şey olduğu için biz de bundan keyif aldık.

restorasyon da müspet bir bilim değil, oturmuş birtakım şeyler yok. Restoratörler, sanat tarihçileri ve arkeologlar birbirlerini yiyorlar. Bunun bir tane doğru yapım biçimi yok. Kimisi her şeyin orijinaline uygun kalması gerektiğini söylerken kimisi de binanın bir eser olmadığını, önemli olanın yaşaması olduğunu dile getiriyor. Ben de bu ikinci perspektife daha yakınım. Bina işlev değiştiren bir yapıdır; korunması gereken yerleri korunmalıdır ve korunması gerekmeyen yerleri de korunmamalıdır. Biraz içgüdüsel olarak yapılan bir iş aslında. Karşınızdaki çok önemli bir bina olmayabilir ama kentin hafızasındaki yeri önemlidir ve onu korumak icap eder. Sanat tarihçisi bakışıyla belki o binanın hiçbir özelliği yoktur ama kent hafızası ya da toplumsal hafızadaki yeri nedeniyle korunmalıdır. Ya da binanın kendisi güzeldir, çevresine ölçek getiriyordur veya iç mekanları özeldir vs. Bu konularda biraz esnek davranmak lazım. Bunu yapacak olan meslek adamının iyi niyetine, kabiliyetine ve meslek bilgisine güvenmek gerekir. Tabii ki bugün mevcut kanun, şartname ve bürokrasiyle böyle bir şey yapmak mümkün değil. Onun için bunu yapabilecek olan insanlara ayrı bir ehliyet verilmesi gündeme gelebilir. Örneğin bazı mimarlar imar kanunlarının üzerinde olabilmeli, çünkü onlar kurullardan daha doğru kararlar verebiliyorlar.

İşten artan zamanda neler yapıyorsunuz? KE: Benim Cemal Emden’le bir kitap projem var. O fotoğraf çekiyor, ben de çiziyorum. Onunla beraber bir kitap çıkartma planımız var. Bunun dışında çocuklarımla vakit geçiriyorum. Bir de koşuyoruz. HÇ: Ben de yıllardır her gün koşuyorum. Sahilde koşuyorum, maraton koşuyorum. Bir de çocukluğumdan beri yazları yelken yapıyorum. Mimarlık merkezli seyahat yapıyor musunuz? Sırf onu görmek için gidip de çok etkilendiğiniz bir bina var mı? HÇ: Evet, bunu sıklıkla yaparız. Pek çok bina vardır ki fotoğrafından daha iyidir. Diğer taraftan, pek çok bina vardır ki fotoğrafını tercih ederim, çünkü gittiğimde hayal kırıklığına uğrarım. Zaten o yüzden bu tür seyahatlerin faydasına inanıyorum. Binanın gerçeğini görmek insanın bina hakkındaki fikrini çok değiştiriyor. KE: Günahıyla sevabıyla binayı görebiliyorsun. Öte yandan, bina gerçekten kullanılırken onu görmek çok daha etkili oluyor. Jorn Utzon’un Kopenhag’ın dışında bir kilisesi var, onu görmeye gittiğimizde içeride org da çalıyordu, o gezi mesela epey sinematografik olmuştu. Yapıyı boş olarak görsem de strüktüründen vs. etkilenirim ama böyle kullanılırken gezince çok daha heyecan verici olmuştu.

Siz öte yandan çok sayıda reklam ajansının iç mekanlarını yaptınız. TBWA ile başlayan ve şimdi konuştuğumuz Tuz Ambarları’na dek uzanan bir döneminiz oldu. KE: Biz en son 2000 yılında bir evin iç mekanını yaptık ve ondan sonra aldığımız bir kararla ev, perakende, otel gibi yerlerin iç mekan projelerini kabul etmedik. Yalnızca ofis yapma, onu da sadece iç mekan olarak değil, tüm yapısıyla birlikte ele alma kararı aldık. HÇ: O zamanlar yaptığımız TBWA ofisi de bu anlamda bir ilkti ve Türkiye’de o tarzda yapılmış ilk ofisti. Henüz Google tarzı ofisler yoktu, zaten internet yeni girmişti hayatımıza. Herkesin sandığı gibi o tarz ofisleri bilgisayar firmaları değil, Los Angeles’taki reklamcılar 85


INTERVIEW/video

Joel Kefali

Ah, O Soyut Hisler Lorde’un ‘Royals’ ile bu yılın VMA’inde Best Rock Music Video ödülü alması, kimi bünyelerde sarsıcı etkiler yaratmış ve ödülün kategorisiyle ilgili birtakım tartışmalar yaşanmış olsa da, videonun başarısı konusundaki fikir birliğine gölge düşmedi. Royals’ın arkasındaki esas adam, bu ayki video yönetmeni konuğumuz, Joel Kefali bizi biraz uzaklara, Auckland’a götürüyor. Müzik videoları söz konusu olduğunda, hikaye örgülerinden uzak durmayı yeğleyen ve mümkün oldukça animasyona başvuran Kefali, yönetmenliğine dair merakımızı giderdi. röportaj serap gecü fotoğraf jane yee

XOXO The Mag


Katy Perry, This is How We Do tUnE-yArDs, Water Fountain

tUnE-yArDs, Water Fountain Baba

Joel, bu sabah nasıl uyandın? 5:30’da alarmım çaldı. Uçağı kaçırmamalıyım diye düşündüm, bir yandan da acaba nasıl azıcık daha uyuyabilirim derdindeydim.

yıllarında, Auckland’daki otobüs duraklarında veya otostop çekerken o kadar çok vakit geçirmiştim ki, az önce bahsettiğim bekleme odası hissini en iyi burada anlatabileceğimi düşündüm.

Yeni Zelanda’da yaşıyorsun. Bu, sabahları iyi hissetmek için yeterli bir neden mi? Doğduğumdan beri burada yaşıyorum, Yeni Zelanda’nın en sevdiğim tarafı harika bir yaşam stili vadediyor olması. Aynı zamanda çekimler için bana zengin lokasyonlar sunuyor. Filmle uğraşan, kendini yaptığı işe adamış küçük bir komünitesi de var. Yani yaşadığım yer işim açısından da yeterince tatmin edici benim için.

Videolarında genel olarak hikaye örgüsü kurmaya yönelik bir yaklaşımın yok. Bu tercihini besleyen ne? Hikaye kurgulamayı kısıtlayıcı mı buluyorsun? Güzel sanatlar ve tasarım eğitimi aldım, sanırım bu yüzden müzik videolarını ele alırken veya bana bir brief verildiğinde, daha ziyade görsel olarak soyut fikirlere meylediyorum; her şeyi bir yana bırakıp, dokuları ve atmosferi ön plana alıyorum. Diğer taraftan, belli bir hikaye örgüsünü takip eden işler de yapmak istiyorum aslında, ama sanırım bunu müzik videolarında değil de başka formatlarda denemek bana daha ilgi çekici geliyor.

Uzakta olmak üretimine nasıl yansıyor? Olup bitenleri dışarıdan izleyebilme şansı sağlıyor. Burada, nispeten uzak bir ülkede, İngiltere, ABD ve Avrupa’nın yaptıklarını bir mesafeden izliyoruz ve sonra kendi yaptığımız işlerle nerede durduğumuzu belirlemeye çalışıyoruz.

Animasyon, videolarında sık kullandığın bir teknik. Ancak, parlak, pürüzsüz 3D animasyonlar yerine daha geleneksel bir yaklaşımın var. Aslında iyi kotarılmış 3D animasyonları seviyorum, özellikle de daha soyut işler hoşuma gidiyor, ama yeteneğimi asıl konuşturacağım alan 3D değil. Güzel sanatlar okurken aldığım resim eğitiminde edindiklerimi hareketli görüntü formatına aktarıyorum ve bu iki dünya arasındaki alanı hala çok seviyorum.

Lorde’un ‘Royals’ı için çektiğin video bu yılki VMA’de ödül aldı. Nasıl hissediyorsun? Bırak ödül almayı, benim için VMA’e aday gösterilmiş olmak bile muhteşemdi, ve elbette kazanmış olmak da ayrıca güzeldi. Videonun konseptine nasıl karar verdin? Lorde işin kreatif tarafına ne kadar müdahil oldu? Aslında ikimizin karşılıklı diyaloglarından çıkan ortak bir fikirden söz edebiliriz. Auckland’da yaşayan bir gencin hayatını gerçekçi bir şekilde betimleyebilecek ama aynı zamanda da izleyen insanlarda ortak duygular, evrensel hisler uyandırabilecek bir film yapma peşindeydim. Aslında ne yapmak ve nereye gitmek istediğini bilecek kadar yetişkinken, henüz bunu gerçekleştirecek kadar büyümemiş olma durumunu anlatmak istiyordum. Kendi yaşamının bekleme odasındaymışsın gibi... O hayali odada beklerken, başından geçen olaylar arasında sıkışıp kalmış anları tasvir etmek istedim.

90’larda pop art’la harmanlanan pek çok müzik videosu izledik, malum. tUnE-yArDs ve Katy Perry için çektiğin videolar da o dönemden izler taşıyor, gibi. Sence bu trend geri mi dönüyor? Belki de... Bahsettiğin pop art etkileşimli videolara imza atan yönetmenlerden bazıları son dönemde yeni işler de üretmeye başladılar. Mesela Mark Romanek... Müzik videolarının altın çağını yaşadığımız doğru mu? Öyle diyorlar. İyi işler üreten çok fazla heyecan verici yönetmen var. Şaka değil, ben de neredeyse 10 yıldır müzik videoları yapıyorum. Kim bilir belki de başka bir şeyler denememin zamanı gelmiştir... Neyse, videoları yüksek kalitede yayınlayabilen müzik siteleri ve beş yıl önce var olmayan kültürel bloglar gibi online olanaklar arttıkça

Neden Auckland? Yaşadığım ve çok iyi bildiğim bir yer olduğu için... Yetişkinliğe geçiş 87


Tennis Court, Lorde Royals, Lorde

Royals, Lorde

parlak bir döneme girilmiş oldu. Ve artık videolar eskiye göre çok daha kısa ömürlü oluyor. Eskiden videolar internette uzun süre, aylarca, hatta belki bir yıl boyunca dolaşımda kalırdı ve konuşulurdu. Şimdi yeni çıkan videolar neredeyse bir haftada gelip geçebiliyor, unutuluyor. Böyle olunca bir sürü iyi işi kaçırmış da oluyoruz. Mesela harika bir videoyu ilk yayınlandığı hafta gözden kaçırdığımı ve onun devasa yeni içerik denizinde kaybolduğunu çok sonradan fark ettiğim oluyor. Kanye West’le alakan ne? Special Problems kolektifini birlikte yürüttüğüm arkadaşım Campbell Hooper’la birlikte Jonathan Boulet’nin A Community Service Announcement’ı için bir video çekmiştik. Kanye o videoyu izleyip çok beğenmiş ve “Harika, mutlaka izleyin!” diye Twitter’dan paylaşmıştı. Bunun ne derece etkili olduğundan çok emin değilim ama belki bu sayede bazı insanlar bizi daha ciddiye almaya başlamıştır, bilemiyorum... Her ne kadar her şeyden önce müzik videolarına odaklandığını sık sık söylesen de diğer formatlara da uzak değilsin. Evet, Lexus için geçtiğimiz yıl bir kısa film çektik mesela. Yavaş yavaş da olsa daha uzun formatlara ve daha fazla hikaye anlattığım işlere doğru kaydığımı söyleyebilirim. Takip ettiğin yönetmenler var mı? Müzik videosu yapanlar arasında Hiro Murai, Andrew Thomas Huang ve Fleur & Manu bence şu anda harika işler çıkarıyorlar. Sinemada ise favorim Gus Van Sant. Anton Corbijn’in A Most Wanted Man’ini izledin mi? Henüz değil, burada daha gösterime girmedi. Corbijn’in işlerini de çok seviyorum, takipteyim. Ondan bir alıntı: “Analog bence dijitalden daha güzel ama

hepimiz bir şekilde konforu yeğliyoruz.” Muhtemelen öyle. Ama galiba ben dijitale geçiş aşamasını yaşamış bir jenerasyondan olduğum için analog çekimler yapma şansı da buldum. Analog süreçler her zaman güzel sürprizler vadediyor ve sonuçlar da daha dokunulur hissediliyor. Kısa süre önce tamamladığın kısa filmin Baba’dan da bahsedelim. Baba’yı yaparken, büyükbabamın anlattığı hikayelerden yola çıktım. O, zamanında Yeni Zelanda’ya göç etmiş bir Türk ve çocukluğum onun anlattıklarını dinleyerek geçti. Tüm o eğlenceli hikayelerden harika bir animasyon çıkarabileceğimi düşündüm. Düşük bütçeli belgesel fikirlerini destekleyen lokal bir fon karşıma çıkar çıkmaz da hemen başvurdum. Filmi izlediğinde büyükbabanın ilk tepkisi neydi? Eğlenceli ve komik olduğunu düşündü, ve tabii epey gururlandı. Bu arada Türkiye’ye hiç yolun düştü mü? Ne yazık ki hiç düşmedi, ama kesinlikle yapılacaklar listemde olduğunu söyleyebilirim. Bu yılın senin için en iyi videosu hangisi şimdiye kadar? Hiro’nun Flying Lotus ve Kendrick Lamar için çektiği yeni video, ‘Never Catch Me’. En yeni online keşfin? Pixel-sorting ve Hannah Diamond. Bitirmeden; XOXO için bir film çekecek olsan nasıl bir şey olurdu? Çekimlere hemen şimdi başlardım ve filmin tamamı bir uçakta geçerdi ama içinde hiç yılan olmazdı.

XOXO The Mag



端st marc by marc jacobs(t端m kareler) ceket phoebe english

XOXO The Mag


FAST TALK

WITH

Elizabeth Jane Bishop

Kaç yaşında olduğunuz ya da kaç yaşında hissettiğiniz pek de önemli değil. Online dünyada kartlar gerçekte olduğundan çok daha açık oynanıyor. Avatarınız siz uyuduğunuzda bile aldığı like’lar ve paylaşımlarınız üzerinden yaşamına devam ediyor. Paralel dünyalara eklenen bir yenisi daha... Tabii fizik teorilerinden farklı olarak, bu kez paralel dünyalar simültane farkındalıkla hayatlarına devam ediyor ve birbirlerini doğrudan etkileyebiliyor. Asıl gerçeklik hangimize ait? Çok derine dalmaya gerek yok, olanları oldukları gibi kabul edin, avatarınızı yeniden 18 yaşındaki halinize çevirin ve iki dünyalı bir gerçeklikte (eş zamanlı model, kreatif direktör ve DJ sıfatlarını çantasında taşıyan) ünlü bir teenage’in bakış açısına odaklanın. Tabii hashtag’lerinizi ve emoji’lerinizi de yanınıza almayı unutmayın.

interview aslin kumdagezer photographer gareth horton stylist tara greville hair lou box make up alexandra pouliadis


kazak joseph pantolon joseph


ceket wood wood pantolon wood wood


Sabah uyandığında ilk ne düşündün? Telefonumun nerede olduğunu.

Bugünlerde neler dinliyorsun? Arctic Monkeys’den Icona Pop’a, Belle & Sebastian’dan La Femme’a önüme ne gelirse dinliyorum.

Çekim nasıl geçti? Tıpkı blog’um gibi oldukça renkli. Tüm ekip harikaydı ve styling’e bayıldım. Kendi deyimimle; “ x 849”. Shoreditch’teydi değil mi? Sen de bir Doğu Londralı mısın? Ne Doğu ne de Batı, ben online dünyaya aitim. O halde seni ziyaret ediyor olsaydık bizi nereye götürürdün? O durumda gerçek dünyaya geri dönmek zorunda kalabilirdim. Ve kuşkusuz sizi, Hackney Wick’teki renkli grafitilerle bezenmiş çatı bahçesine çıkarırdım. Tüm Doğu Londra’yı gören bir manzarası var ve itiraf etmeliyim, alelade atılmış koltuklardan birine oturup, oradan gün batımını izlemek harika bir his. Sence sosyal medya icat edilmemiş olsaydı hala aynı kişi mi olurdun? Sadece ben değil, kimse aynı olamazdı. Sosyal medyanın üzerimizdeki etkisi o kadar büyük ki, özellikle benim yaş grubumu düşünürsek... Ben online yetişen bir jenerasyona aitim ve sosyal medyanın karakterimi etkilemediğini iddia etmek delilik olur. Peki favorin hangisi? Tabii ki Tumblr! İnsanlar koşup oynadıkları bahçeleri gösterip ben buralarda büyüdüm der ya, Tumblr da benim için tam olarak böyle bir yer. Yaratıcı insanları görsel olarak uyarabilen ve ilham alabileceğiniz harika bir platform. Tumblr’ı, minimal ve bol görselli tasarımı dolayısıyla da çocuk kitaplarının yetişkinler için olan versiyonu gibi görüyorum. Tam şu anda XOXO hakkında bir tweet atacak olsaydın ne yazardın? “Bugünkü XOXO çekimim harika geçti! Oldukça renkli görünmemi sağladılar. İlk defa beni baştan aşağı siyahtan başka renklerle göreceksiniz.” Instagram’daki selfie’lerin de epey popüler. İyi bir selfie’nin püf noktası ne? Işık, ışık, ışık. Eğer iyi bir ışık yoksa hiç zahmet etmeyin. Sence en iyi selfie kime ait? Ali Michael’a, çok tatlı ve komikler! (instagram.com/ali_michael) Instagram’ında Eylül ayı kapağımız Chlöe Howl’la da arkadaş olduğunu gördük. İş arkadaşı sayılırız. İkimiz de aynı ajansa bağlıyız. Londra Moda Haftası sırasında da birçok defileye beraber katıldık. Sen sormadan söyleyeyim, favorim kesinlikle Ashish’in şovuydu. Peki Chlöe’den bir favorin var mı? Sanırım Rumour.

O halde DJ Elizabeth’e soralım, Kasım ayı boyunca ne dinlememizi tavsiye edersin? Hemen kısa bir liste yapayım: Pink Mountaintops - North Hollywood Microwaves Angel Olsen - High & Wild Foxygen - How Can You Really Tiger Trap - Chester Heavenly Beat - Honest Miami Horror - Real Slow Of Montreal - Wraith Pinned to the Mist Gap Dream - Shine Your Light Bugünlerde bir genç için baş etmesi en zor şey ne? URL vs IRL (in real life). Sanal ve gerçek dünya arasındaki uzay boşluğundayız. İnsanlarla neyi yüz yüze, neyi sosyal medya vasıtasıyla paylaşmanın uygun olacağını çözmeye ve anlamlandırmaya çalışıyoruz. Bir önceki jenerasyonlara göre dezavantajımız, artık bizim uğraşmamız gereken iki dünya olması. Ve bu iki dünyanın yazılı olmayan o kadar çok kuralı var ki; tüm bu kuralları bilip onlara göre davranabilmek zaman zaman çok karmaşık olabiliyor. Daha az karmaşık bir konuya geçelim o halde; stiline... Kesinlikle olabilecek en basit konuyu seçtin. Basit ama kesinlikle sade ya da klasik olmayan bir stilim var. Peki ya favori markaların hangileri? Marc Jacobs, Calvin Klein, Topshop Unique, Katie Eary ve Ashish. Hızlı moda mı, klasik parçalar mı? Klasik parçaların her daim geçerliliği olduğu ve onları kim giyerse giysin iyi göründüğü su götürmez fakat hızlı moda klasik parçaları demodelikten kurtarabilecek yegane şey. O yüzden ben ikisini de karıştırmayı tercih ediyorum. İnsanlar senin hakkında bir sonraki Katie Grand diyor... Ve ben bu benzetmeyi her duyduğumda daha da mutlu oluyorum. Kıyaslanacak ya da benzetilecek daha iyi bir isim düşünemiyorum. O halde yarın Love Magazine’in Genel Yayın Yönetmeni olarak uyansaydın değiştireceğin ilk şey ne olurdu? Love, şok faktörü üzerine kurulu bir yayın ve neleri değiştireceğimi şimdi size söylersem pek bir sürprizi kalmaz değil mi? Daha da ileriye gidelim o halde, gelecek projelerin neler? Eli kulağında o kadar çok projem var ki... Yayınlanacak birçok editoryal çekimim var. Şimdilik sadece i-D için olanı yayınlandı. Önümüzdeki birkaç hafta içerisinde de büyük markalarla çalışmaya başlıyorum.

XOXO The Mag


kazak beyond retro pantolon atea oceanie


tiล รถrt beyond retro


tiĹ&#x;Ăśrt beyond retro etek blitz vintage london


ceket miu miu pantolon charlie may


gรถmlek marc by marc jacobs


whatever

HERSCHELL GORDON LEWIS

The Godfather of Gore Speaks yazı sarp dakni

Fort Lauderdale’de yaşayan sevimli ve tatlı bir ihtiyar... 85 yaşında ama hala hayat ve enerji dolu. İlk bakışta insanda kasabanın posta ofisini senelerce idare etmiş ve emekli olmuş intibası uyandırsa da Herschell Gordon Lewis aslında ‘gore’ kültürünün altına adını altın harflerle kazımış, sinemada ismi dehşet ve terör kelimeleriyle birlikte anılan bir efsaneden başkası değil. ABD’de ismini F. Scott Fitzgerald’a borçlu olan Caz Çağı (The Jazz Age), Kükreyen Yirmiler (The Roaring Twenties) ya da The Boom (Patlama) olarak hatırlanan 20’ler, sosyokültürel ve sanatsal anlamda büyük bir çılgınlığa sahne oluyordu. Otomobiller, telefonlar, göz kamaştıran filmler ve akla hayale gelmeyecek yeni elektrikli icatların havada uçuştuğu, gösterişli Art Deco binalarda geceler süren partilerde caz müziğin ve şampanyanın su gibi aktığı bu dönem, 1929 yılında Wall Street’in aniden çöküşüyle birlikte ışık hızıyla sona erdi. Büyük depresyonun başladığı bu karanlık günlerde Pittsburgh’da doğan ancak babasının ölümü sonrasında Chicago’da büyüyen Herschell Gordon Lewis, Norhwestern Üniversitesi’nde, Gazetecilik üzerine master yapmış hatta bunun üzerine de oldukça genç yaşta Mississippi State College’da İngiliz Edebiyatı profesörü olmuştu bile... Ancak onun aklı fikri eğlence endüstrisindeydi ve gönlünde yatan aslan, exploitation filmleri yapmaktı. Hayatı boyunca risk alarak yaşayan bir adam olarak bu işe ışık hızıyla daldı. Playboy’un yaratıcısı Hugh Hefner’den ilham alan kurgusal Living Venus, 1961 yılında çekildiğinde büyük olay yarattı. Prodüktör koltuğunda David F. Friedman’ın oturduğu ve kendi çapında birer gişe rekortmenine dönüşecek erotik filmlerini de peşpeşe bu yıllarda çekti. 7.500 dolarlık bütçesini bir anda üçe

katlayan The Adventures of Lucky Pierre’i, 1963 tarihli Boin-n-g! ve o tarihe kadar çekilmiş ilk ve tek ‘nudist müzikal’i olduğu iddia edilen Goldilocks and the Three Bares izledi. Ancak Lewis’i efsane haline getiren yine aynı yıl çektiği, çoğu sinema tarihçisine göre sinemanın ilk ‘gore’ filmi olan Blood Feast oldu. Oldukça uzun süresiyle günümüzde Rüzgar Gibi Geçti’nin gore versiyonu olarak anılan, A Taste of Blood ve elektrikli bir bıçağın beyazperdeyi kana buladığı The Gruesome Twosome ile Lewis, sinema salonlarını çılgınca dolduran ve dehşete boğulmak için can atan genç izleyicilerin kahramanı olmuştu. Herschell bunlarla da yetinmedi, Amerikan sinemasının büyük tabu olarak gördüğü ve temas etmekten özellikle kaçındığı çocuk suçlular, eş değiştirme fantezileri, müzik endüstrisinin perde arkasında yaşanan ahlaksızlıklar ve doğum kontrolü gibi konulara da tüm cesareti ile yüklendi. Ancak tüm bu tantana içinde ironik şekilde iki çocuk filmine de imza attı. Lewis, yüzünü exploitation’dan ‘sex’ploitation’a ve dolayısıyla saykedelik komedilere çevirdiğinde yıl 1969’u gösteriyordu. Oldukça cesur sahneler barındıran Ecstasies of Women ve çılgın bir lezbiyen western’i olan Linda & Abilane’i de aynı yıl çekti. Hardcore pornografi içeren ilk ve son filmi Black Love’da cabası... Tüm filmlerini Chicago’daki fazlasıyla başarılı reklam filmleri çeken şirketinden gelen paralarla finanse eden Lewis, erotizmden dehşete yöneldiği 70’lerin hemen başında The Wizard of Gore ve The Gore Gore Girls gibi unutulmaz klasiklere imza attıktan sonra aniden emekliye ayrıldı. Sinemadan bu hızlı kopuşu, onu hüzünle hatırlayacağımız bir düşüş hikayesinin kurbanı haline getirmekten de kurtardı, tam aksine tanrılaştırdı ve iyi ki öyle oldu...

XOXO The Mag


Bu Bir İlandır.

Karşıtların savaşı oluşun zorunlu ve tek şartıdır. Varlıkların meydana gelişiyse ancak birbirlerine zıt olan ve bundan ötürü birbirlerini devam ettiren zıtlıkların çatışmasına bağlıdır. Heraklitos’un felsefesinin Camper’ın bu koleksiyonundaki motivasyonuyla birleştiği noktada siyah ve beyazın zıtlığı kendini gösteriyor. Yetmiyor, tüm bu düşüncelerin içerisine tasarım ve fonksiyonellik ekleniyor.

an original idea by CO for Camper photographer özkan önal realization aslin kumdagezer & merve yeşilçimen


SELİM BAKLACI, Camper 1980’leriyle.

Bugünkü enerjİn nasıl? Ayakta olmak güzel. Tasarlarken kuralların var mı? Çemberin dışında olmaya çalışıyorum ama galiba içindeyim. Yaratırken aklında bellİ kİşİler oluyor mu? Başka şeyleri düşününce daha kolay oluyor. TrekkIng mİ şehİrde yürümek mİ? Şehirde yürümek. Tasarımsal olarak senİ en çok zorlayan malzeme hangİsİ? Makasa düşman olanlar. Anlaşması kolay bİrİ mİsİn? Başlarda evet. Ayağındakİ camperlarla nasıl hİssedİyorsun? Kesinlikle önceki ayakkabılarımdan daha rahat. Bağcıklı mı yoksa bağcıksız ayakkabı mı? Cırtcırtı unuttunuz. Kİşİsel olarak modanın neresİnde duruyorsun? Ortasındaki parlak yıldızların hemen sol alt köşesinde. Tasarımcı olarak en büyük amacın ne? Başka yerlerden de bakabilmek. Klasİk mİ deneysel mİ? Hayvanlar üzerinde yapılmıyorsa tabii ki deneysel. Bu aralar aklından çıkmayan bİr şeyler var mı? Olmaz mı? Her genç ve sağlıklı erkek gibi benim de var elbette.


NİHAN BURUK, Camper Magnus’larıyla.

Bugün İlk düşündüğün şey neydİ? Yetişmek. ESTETİK mİ fonksİyonellİk mİ? Fonksiyonellik. Hayatta süreklİ koşanlardan mısın yoksa keyfİnİ çıkararak yürüyenlerden mİ? Tabii ki koşanlardanım. Yoğun bİr günün ardından rahatlamak İçİn rİtüellerİn var mı? Genelde beni günlük koşuşturmacanın stresinden uzaklaştıracak şeyleri okumayı tercih ediyorum. Tasarım serüvenİnde senİ en mutlu eden an hangİsİydİ? Anlatmak istediğim fikri ve düşünceyi kitlelere geçirebildiğimi hissettiğim an. Senİ asla ne gİyerken göremeyİz? Pembe. Sİmsİyah mı bembeyaz mı? Bazen siyah, bazen beyaz. Tıpkı hayatın kendisi gibi... Ayağındakİ Camper’larla nasıl hİssedİyorsun? Gün içinde girdiğim her ortamda kendimi rahat hissedebileceğimi düşünüyorum. Başarı dİkkat dağıtıcı olabİlİyor mu? Başarmak birinci hedeftir. Orada kalmak, kalabilmekse ikinci hedef. Başarının rehavetine kapılmak tekrarlamaya neden olur, ilerlemeyi durdurur. Güzellİk kavramı senİn İçİn ne İfade edİyor? Estetik ve güzel görünen her şeyin ona yüklediğimiz anlamlarla değer kazandığını düşünüyorum. Anlaşılması kolay bİrİ mİsİn? Anlamanın yolunun doğru iletişimden geçtiğini düşünüyorum. Tabii bunun için de çaba göstermek gerekir. Ben de bu konuda elimden geleni yapıyorum. Bu aralar kendİne en çok sorduğun soru ne? Ne zaman?


GÜLÇİN ÇENGEL, Camper Vintar’larıyla.

Bugün güne nasıl başladın? Taze. Tasarım motton ne? Yenilikçi. Sİyah ve beyaz senİn İçİn ne İfade edİyor? Tam olarak gardırobumun %60’ını. Yürümek mİ koşmak mı? Koşarcasına yürümek. Koleksİyon tasarlarken önce parça parça ürünler mİ çİzersİn, yoksa bİr hİkayeden mİ yola çıkarsın? Hikayeden yola çıkıp çizimlere başlarım. Sonra dummy ve kumaşlar üzerinde denemeler yapıp tekrar çizimlere dönerim. Hikayeden uzaklaşmamak için koleksiyon tamamlanana kadar bu döngü devam eder. Kullanmayı en çok sevdİğİn materyal hangİsİ? İpekle deri, tül ve yün gibi kontrast malzemeleri bir arada kullanmayı seviyorum. Bİr tasarımın son halİnİ aldığına nasıl emİn oluyorsun? “Abartma Gülçin” dediğim yerde duruyorum. Maskülen mİ femİnen mİ? İkisi birlikte. Ayağındakİ Camper’larla nasıl hİssedİyorsun? Yoğun günlük tempomun parçası olmaya aday. Topuklu ayakkabı mı düz ayakkabı mı? Düz, her daim düz ayakkabı. Meslekİ deformasyon dİyebİleceğİn bİr yönün var mı? Başkalarının üzerlerindeki kumaşlara dokunma isteği, hatta bu konuda arkadaşlarım arasında mimli olduğumu söyleyebilirim. Şu aralar ağzına takılan bİr kelİme? Hipper than hip.


GİRAY SEPİN, Camper Pelotas Capsule’leriyle.

Bugün nasıl uyandın? Mutlu. Tasarım motton ne? Her parçanın kolayca bir araya gelebildiği, değişken stillere ulaşmak. Yenilikçi, sade, kullanışlı. Sİyah mı beyaz mı? İkisi de. Sence hayatın keyfİ en İyİ nasıl çıkar? Yaşadığın anın ve her şeyin geçici olduğunun farkına vardığında. Sahİlde mİ yoksa ormanda mı yürümeyİ tercİh edersİn? Ormandan sahile çıkabileceğim bir yerde. Tasarımlarında kullanmayacağın yegane malzeme hangİsİ? Henüz karşılaşmadım. En çok neye sİnİrlenİrsİn? Adeletsizliğe. Spor ayakkabı mı klasİk ayakkabı mı? Spor ya da klasik olması fark etmeksizin rahat ayakkabı. Tasarımlarında değİşmeyecek yegane şey ne? Yenilik arayışı. Optİmİst mİsİn pesİmİst mİ? Optimist olmak konusunda kendimi eğitiyorum. Estetİğİnİ oluşturan kuralların var mı? Kurallarımın hepsi değişken, özetle içinde fırtınalar kopan sade bir ruh. Alternatİf mİ bİlİndİk mİ? Alternatif ve lokal. Şu sıralar aklını kurcalayan bİr konu? Dünya çok karışık, her şey çok hızlı, enteresan bir değişim hissediyorum ve bu değişimi yaşıyor olmak heyecan verici.


BURÇE BEKREK, Camper Lotta’larıyla.

Bugün, nasıl hİssederek uyandın? 8 imkansız şeyin gerçek olabileceğine inanarak. Tasarımsal olarak senİ en çok zorlayan malzeme hangİsİ? Kesinlikle deri. Estetİğİnİ oluştururken bellİ kuralların var mıydı? Kurallarım yok, durumsallığa inanıyorum. Yürümeyİ en çok sevdİğİn şehİr hangİsİ? Verona. Tasarlamaya başladığından bu yana öğrendİğİn en önemlİ şey neydİ? Oran-orantı. Sadece zayıf ve kusursuz bedenler için tasarlamadığının farkında olmak ve müşterilerinin ihtiyaçlarına göre tasarımlarını revize edebilmek. Sence ‘Bardak’ boş mu yoksa dolu mu? Boş ya da dolu oluşundan ziyade, öteki yüzünden nasıl göründüğüyle ilgileniyorum. Sence bİr kadını en İyİ gösteren kıyafet hangİsİ? Küçük siyah elbise. Ayağındakİ camper’larla nasıl hİssedİyorsun? Cool, modern, minimal ve fütürist. Yenİ mİ eskİ mİ? Eğer söz konusu mobilyaysa tam bir eskiciyim. Fakat iş giysilere geldiğinde zamansız ve eskimeyecek yenilerden yanayım. Hangİsİ daha önemlİ, kıyafet mİ İmaj mı? Bence ruh ve vizyon hepsinden önce gelir. İstanbul’da tasarımcı olmak senİ nasıl etkİlİyor? Şehirler konusunda aidiyet sorunum olmamasına rağmen beni bu şehirde tutan yegane etken bu şehrin zenginliği. Bu aralar en çok kullandığın cümle ne? Her şeyin bir zamanı var.


PELİN DUMLU, Camper 1980’leriyle.

Şu ankİ ruh halİn nasıl? Sakin görünüyorum ama çok stresliyim. Tasarlarken aklında İdeal bİr kadın oluyor mu? Evet, kendinden emin, cool ve özgür bir kadın. Yin mİsİn Yang mı? Galiba Yang’im. Tasarımlarının asla değİşmeyecek unsuru ne? Hikayeleri ve orijinallikleri. ESTETİK mİ fonksİyonellİk mİ? Estetik. Bİr tasarımın son halİnİ aldığına nasıl emİn oluyorsun? Yeni bir fikre odaklanabildiğim zaman üzerinde çalıştığım tasarımın son halini aldığını anlıyorum. Çalışmak İçİn geceyİ mİ tercİh edersİn gündüzü mü? Geceyi. Klasİk mİ alternatİf mİ? Alternatif. Ayağındakİ Camper’larla nasıl hİssedİyorsun? Özgür. Kalın topuk mu İnce topuk mu? Rahatlık benim için çok önemli, o nedenle kalın topuk. Bİr fİkre takılı kaldığında yenİlerİnİ mİ düşünürsün onu çözmeye mİ çalışırsın? Takılı kaldığımı çözmeye çalışır ve sonuca yönelirim. Şu sıralar kafana takılan bİr konu? Bekleyen projeler ve yetmeyen zaman.


INTERVIEW/PEOPLE

SEMRA MUTLU & CANSU YENİCİOĞLU

Welcome, Come In

Bizi Keyf Interior’a yönlendiren; dünyanın farklı coğrafyalarından kült tasarımcıların işlerine sahip olma hırsı değil, kurumsal hayatı geride bırakıp kariyerlerini fonksiyonel bir estetik etrafında şekillendirme kararını vermiş Semra Mutlu ve Cansu Yenicioğlu’nun yarattığı özenli dünya. Bir anne ve kızın, bu güçlü bağı asla suistimal etmeden tasarladığı keyifli hayata buyurunuz. röportaj ayşecan ipek fotoğraf özkan önal


Kay Bojesen Bruno Chair, Mats Theselius, Kallemo

Kay Bojesen

taşıyordu ve o her defasında da çok güzel ve sıcak ortamlar yaratmayı başardı, o sıcak hissi kaybetmeden yeniye adapte olmayı başarabildi. Benim de yaşadığım mekana verdiğim önem sanırım bu tarihçemizden geliyor.

Şu an bir dükkanda olduğumuzu düşünürsek ‘kaliteli yaşam’ ve ‘satın alma’ arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz? Semra Mutlu: Bu konu üzerinde saatlerce konuşabiliriz. Kaliteli yaşam deyince ekonomik, sosyal, kültürel ve hatta politik birçok olgu giriyor işin içine. Kalite dinamik bir kavram bence, sürekli değişme ve iyileşme ihtiyacı içinde. Onu sürekli bir adım ileri götürmeye çalışırken, gereği kabul ettiğimiz ‘şeyler’ için çaba harcarken buluyoruz kendimizi.

Kendinize ilk satın aldığınız mobilya neydi? CY: ODTÜ’de okurken Ankara Kalesi’ndeki antikacılara gitmeyi çok severdim. Edindiğim ilk mobilya buradaki mağazalardan birinden satın aldığım, TBMM’nin bugünkü binasının mimarı olan Clemens Holzmeister’ın evinden çıktığı söylenen, üzeri işlemeli ve resimli bir sehpaydı.

Olumsuz tınılar içeren bir kısır döngüye varmak üzereyiz galiba… SM: Kesinlikle. İşin içine satın alma ve sahip olma gibi terimler girince sürekli bir adım daha ileri gitmek gerekmiyor mu? Bu da kaliteli yaşam adına mutsuz olmaya ve hatta yok olmaya kadar gider. Biz kaliteli yaşamı, bu anlayıştan uzak tutarak, temel unsur olduğunu düşündüğümüz ‘sevgi’ bağlamında tanımlıyoruz. Pahalı bir araba, büyük bir ev, mükemmel bir kariyer üçgeninde sıkışmak yerine, her şeyin merkezine sevgiyi oturtmak, aynı çabayı sevgi için harcamayı gerektirir. Bizi daha mutlu kılacak başka ne olabilir...

Keyf, bünyesinde George Smith ve Källemo gibi farklı dönemlerden ilham alan, farklı çizgilere sahip markalara yer veriyor. Siz kendinizi eksantrik İngilizlere mi yoksa yalın İskandinavlara mı daha yakın hissediyorsunuz? CY: Galiba benim tarzım, aşırı uçlarda gezinen, değişik çizgilerin üzerinde gidip gelen noktaları kendi zevkime uygun şekilde bir araya getirmeye çalışmak, biraz kitsch yani… SM: Yaşama çok sade bakarım ben, tüm alanlarda net olmaya çalışırım. Bu yüzden sanırım İskandinav tarzı bana daha yakın. Öte yandan, İngiliz tasarımlarındaki asalet ve geleneksel çizgiye duyulan saygı da aklımı çeliyor.

Biraz önce yaptığımız kısa sohbette marka gösterişinden ne kadar uzak durduğunuzdan ve Keyf’in sunduğu kaliteli lüks anlayışından bahsettik. Sizce Türk tüketicinin sahip olduğu maymun iştahlılık nereden geliyor? Tek bir parçaya sadık kalmak neden bu kadar zor? SM: Toplum olarak keyfi maalesef dışarıda gösterebildiğimiz şeylerde arıyoruz, bu da gerçek beğenilerin yerine başkalarınınkini koymamıza yol açıyor. Burada hiç olmazsa, moda endüstrisinden bağımsız, biraz daha özelde kullanılan, eve yönelik lüks sunuyoruz. Gösteriş yerine özgün stili baz alıyoruz. Galiba toplum olarak en büyük meselemiz kendini bulamamak… Dışarıda da kendimiz olabildiğimizde tek bir parçaya olmasa da tek bir stile sadık kalabiliriz.

Kay Bojesen’in Kuzeyli tasarıma naif bakmayı başaran oyuncakları, dükkanın vazgeçilmez parçalarından. Çocukluğunuzda sizin en sevdiğiniz oyuncağınız neydi? CY: Kay Bojesen’i burada istememizin en büyük sebebi çocukluğumdu aslında. Onun tasarımı olan tahta atım, en sevdiğim oyuncağımdı. SM: Benim favorilerim Lego’larım ve harita yapbozumdu. İkiniz de kurumsal kariyerlerinize son verip tasarım, mobilyalar ve dekorasyonla şekillenen bu hayatı seçmişsiniz. Nasıl bir geçiş süreci yaşadınız? CY: Aslında World Bank’teki işimden sosyal ve entelektüel anlamda

Cansu, annenin tutkuyla sahiplendiği bu alana sen nasıl bulaştın? Cansu Yenicioğlu: Biz Sem’le benim küçük yaşlarımdan itibaren, şehirden şehre taşındık, sürekli… Girdiğimiz her ev onun imzasını 109


Kanepe: George Smith - Chesterfield, Aynalar: Constanze Schweda, Kirigram, Aplik ve Abajurlar: Andrew & Sarah Hills, Porta Romana, Avize: Star Lantern - Vaughan, Fotoğraf: Hülya Gerçelman

Man 2 Abajur, Andrew & Sarah Hills, Porta Romana

gayet güzel beslenebiliyordum ama ne olursa olsun kurumsal hayat ‘kurumları’yla insani ilişkileri biraz sınırlıyor. Geçiş sürecimde müşteriyle olan teması daha sıcak yaşamak, sağladığım hizmeti, sattığım malı hikayesiyle anlatabilmek belki de bu yüzden beni çok motive etti. Bir de bürokratik engellerden bağımsız iş geliştirebilmek çok büyük özgürlük! SM: Kurumsal hayatta genelde bir ekiple çalışıyorsunuz, böylece sorumlulukların sonuçları da paylaşılıyor. Burada hizmeti ve memnuniyeti tek başınıza sağlıyorsunuz. Dolayısıyla gelen başarı da aşılması gereken güçlükler de size ait. Bu da insanı motive eden muhteşem bir duygu. İyi anlaşan iki ortak olmak, işin içine anne-kız ilişkisi girdiğinde zorlaşabilir. Keyf’te nasıl bir işbirliği yapıyorsunuz? CY: Annemle geleneksel anne-kız ilişkisinden biraz daha farklı bir hayat sürdük hep. Paylaşımımız kendi güçlü olduğumuz alanları kullanarak oluşuyor; Sem tecrübesini konuşturuyor, ben de yenilikçi fikirlerimi. SM: Cansu’yla çalışmak çok büyük şans benim için. Onun sayesinde güncelim, haberdarım, şaka değil bazen de hipster’ım. Bir tasarımcıya soracağınız ilk soru ne olurdu? CY: Tasarımın vardığı sonuçtansa, tasarımı sonuca getiren hikayeyi merak ederim. Bu yüzden “Neden?” diye sormak isterdim. Dekorasyon da Keyf’in verdiği hizmetlerden biri. Ev dekore ederken her zaman hangi cümle akılda tutulmalı? SM: Dekorasyon, asla kişiyi evine yabancı kılmamalı. Bir eve girdiğinizde, mekan size sahibinin karakteri konusunda ipuçları vermeli. Kimdir, onu hayatında neler etkilemiştir, naif midir yoksa sert bir kişiliğe mi sahiptir? Tüm bu soruların cevabı dekorasyonla verilebilir. Evinizde sadece tek bir tasarımcının eşyaları yer alacak olsaydı kimi seçerdiniz? CY: Çok zor! Keşke ben becerebilseydim de benim tasarımlarım olabilseydi! SM: Arne Jacobsen ve Kelly Hoppen.

Peki hiçbir eşyasını değiştirmemek şartıyla birinin evine taşınmak zorunda kalsanız bu kim olurdu? CY: Sherlock Holmes’un evine taşınmak isterdim. Gerçi eşim “O gerçek değil” diyerek beni vazgeçirmeye çalışırdı… Seri üretim hakkındaki düşüncelerinizi de merak ediyoruz. Mesela IKEA’dan alışveriş yapıyor musunuz? SM: Stili ve tasarımı erişilebilir kılması, keyifli hayatı demokratize etmesi açısından seri üretimin olumlu bir yanı olduğunu düşünüyoruz. Yine de bu işin taklit üzerinden yapılmaması gerek, özgün işler üretilebilmeli. Bir de tabii aynılaştırmayı tetikleyen bir üretim/tüketim modeline çok yaklaşmaması koşulu da var… Yakında bir mağaza daha açmayı planlıyorsunuz. Yeni mekanın biraz daha isyankar bir karakteri olacağını söyleyebilir miyiz? CY: Evet, Ehl-i Keyf sadece mobilya değil, yaşam alanlarımıza zevk katan başka ürünlerin de en ehillerinin bulunacağı bir mağaza olacak. Aydınlatmadan duvar kağıdına, mumdan kahveye, oyuncaktan sanat eserine kadar… Markalar ise şimdilik sürpriz ama Buster + Punch tüyosunu seve seve verebiliriz. Sem, Cansu’ya hayat, kariyer ve tasarımla ilgili neler söylemek istersin? SM: Cansu’ya çocukluğundan beri ilgi duyduğu ve keyif aldığı alanlarda zaman ve çaba harcaması gerektiğini söylemeye çalıştım. Kariyer sadece profesyonel hayata yönelik bir kavram olarak algılanmadığında, tüm hayatı kapsayan bir planlama olduğunda anlam kazanıyor. Bu yüzden mutlu bir hayatın aslında en iyi kariyer olduğunu ve tüm gücünü bu hedefe yöneltmesi gerektiğini her fırsatta vurguladım. İyi bir anne, iyi bir eş, iyi bir iş kadını ve alçakgönüllü bir birey olarak şekillendirmeye çalıştığımız yaşam, başarılı olunduğunda en mükemmel tasarımdır bence. Cansu’nun da bu temel felsefeyle yaşamda yer almaya çalıştığını görmek mutluluk verici. Cansu peki ya sen Sem’e ne söylemek istersin? CY: Sem noktayı koydu zaten.

XOXO The Mag


H6 SPECIAL EDITION

MODANIN YANSIMASI B&O Play H6 müzik ve moda tutkunlarına özel olarak tasarlanmış üç yeni renk seçeneğiyle benzersiz tasarımı yüksek ses performansıyla buluşturuyor. Koleksiyonu keşfetmek için: BEOPLAY.COM/H6/SE

Nişantaşı Showroom: Abdi İpekçi Cad. Demet Apt No: 25/1 Nişantaşı, İstanbul | Tel: 0212 240 61 92

B&O PLAY by BANG & OLUFSEN

@bangolufsen_tr

@BangOlufsen_tr

/bangolufsentr


EVENT MANAGEMENT

PUBLISHING

CONCEPT DESIGN

BRAND PLATFORMS

AND ANYTHING COOL

FOR MORE FACEBOOK.COM/COISTANBUL 123@COISTANBUL.COM +90 212 2590669


Bu bir ilandır.

-EVERYTHING IN ITS RIGHT PLACEHer ne sebeple olursa olsun, gözünüze ve görsel kayıtlarınıza aşina olabilecek bu görüntüler, duygusal hafızanızı da tetiklemek için burada. Mekan itibarıyla, siz de oradasınız. Durum bu kadar net. an original idea by CO for Louis Vuitton imaginary olga şerbetcioğlu photographer begüm yetiş stylist assistant aslin kumdagezer photographer assistant can sever location mozaik ortaköy flowers kanukte


Box Calfskin Lady Bag MM, minyatür 41 Paimio ve Butterfly Stool Vitra’yla merdivenlerde. Duvardaki pirinç detaylı saat George Nelson tasarımı Vitra.


Malletage Alma PM, Piero Lissoni tasarımı kahve tütsülü meşe Cassina dolabın üzerinde.


Monogram Lady Bag MM, krom ayaklı, deri kol detaylı Le Corbusier, Jeanneret, Perriand tasarımı Cassina, LC1 koltuğun ortasında.


Malletage Alma BB, Boffi mutfak ünitesinde Alessi espresso cezvesinin sağında.


Epi Doc PM’ler, Ivano Redaelli, prêt-à-porter hazırlanma ünitesinde. Önde ise, Ivano Redaelli, Aston sehpalar...


Revival Monogram botlar Antonio Cittero tasarımı, Maxalto Musa koltuğun altında.


Monogram Lady Bag MM, Studio Cappellini tasarımı, Cappellini Container büfenin üzerinde, Vitra minyatür Wire Chair ve Standart Chair’ın hemen yanında. Siyah dana derisi botlarsa, Antonio Citterio tasarımı Maxalto Ebe sehpa üzerinde.


Bowling Vanity Tweed, Charles Rennie Mackintosh tasar覺m覺 Cassina Hill House sandalye 羹zerinde.


cover

FARAH ZEYNEP ABDULLAH

İDEAL

Size edito yazısında anons ettiğimiz türden; bu hikaye tamamen bir ‘iyi karşılaşma’ örneği -ve (neredeyse) kendiliğinden oluveren haliyle… İlk telefon konuşmalarını atlayalım. Nasıl beraber çalışmaya karar verdiğimizi de… Hikayede hemen ilk randevuya gidiyoruz; hep beraber öğle yemeğindeyiz, tanışıyoruz, gülüyoruz. Hesabı ödeyip kalkıyoruz, elimizi uzatıyoruz, o bize sarılıyor. Sonra çekim günü geliyor. Taraflar rahat, denize çok yakınız, burası Serkan ve Mahizer’in evi, sıcacık. Farah da çok güzel… Hazırız. Senaryo neyi gerektiriyorsa, onun gereğini yapmaya alışık, beğense de beğenmese de burada yine başrolde ve baskıyı bu kez farklı bir şekilde hissediyor. Çekim bitiyor, hepimize tek tek sarılıyor. Bir pazar günü ofisteyiz, kayıt cihazı açılmadan samimiyet derecemizi kanıtlamaya çalışıyoruz, o da bize katılıyor. Ve kayıt başlıyor, her şeyden konuşuyoruz, ama en çok da, başrolünü Mehmet Günsür ve Kerem Bürsin ile paylaştığı, yeni Çağan Irmak filmi Unutursam Fısılda’dan. Anlatıyor, dinliyor, anlatıyor, dinliyor… Bu kısım da bitiyor, ve tabii ki bize yine sarılıyor. Dayanamayıp soruyoruz neden sarıldığını -o da bir saniye bekletmeden ve karşılaşmanın karışmayla olması gerektiğini hatırlatırcasına- başka şekilde iyi hissedilemeyeceğini anlatıyor. Biz de size aktarıyoruz, soru-cevap şeklinde, fotoğraflar eşliğinde, kağıda basılı haliyle…

interview olga şerbetcioğlu photographer serkan şedele/101 production stylist mahizer aytaş hair mehmet menteş makeup ömer faruk dinç set design halit kerim/101 production photographer assistant utku atalay/101 production stylist assistant eda işbilir post-production korhan çalışkan/101 production


şapka merve bayındır/l’appart kimono editore ait tişört editöre ait

123


şapka merve bayındır/l’appart tişört editöre ait ceket mcq alexander mcqueen/beymen jean topshop ayakkabı vans



cover

Müzik ve film ilişkisini nasıl görüyorsun, bu ilişki oynadığın filmleri ve seni nereye götürüyor? Hem izleyici hem de oyuncu olarak, sinemada müziği çok önemsiyorum, şaşırtıcı değil. Ve tabii, aşırı baskın olmayan, alttan alta kendini hissettiren, yani duyguya hizmet eden film müzikleri bunlar arasında en sevdiklerim. Oynadığım filmler açısından bakarsam, Kelebeğin Rüyası’ndaki müzikler görüntüye hizmet eden müzik kategorisine giriyordu. Unutursam Fısılda’da ise müzik filmin merkezinde. Türk sinemasında karakterlerin çok derinine inilememesi hakkında ne düşünüyorsun? Burada oyunculara nasıl bir rol düşüyor? Her şeyden önce, zaman yetersiz, filmler çok hızlı çekilmek zorunda kalıyor. Dolayısıyla filmin bir an önce bitmesi, çekim sürecinden daha çok önemseniyor. Gördüğüm kadarıyla, ödev yetiştirir gibi sinema yapıldığı oluyor. Bunun sorumlusu kısıtlı bütçeler mi? Aksine, inanılmaz bütçeler var. Bence bu durum, biraz da, Yeşilçam’dan bugüne kalmış bir alışkanlık. Eh tabii, bu alışkanlığın, her filmde de negatif etkisi var diyemeyiz. Peki, bugüne kadar canlandırdıkların arasında derinlerine inebildiğin bir karakter var mı? Canlandırdığın kişinin nasıl biri olduğunu bir oyuncu olarak dört-beş harekette bize anlatabilirsin, su götürmez, ama böyle özgürlüklerin var mı? Genel olarak, bir oyuncunun herhangi bir karakterin derinine inebildiğini göstermek yönetmenin seçimidir. Oyuncu ekstra bir şey katmak istediğinde, ya bunun için zaman olmuyor, ya sonraya bırakılıyor ya da seyirciyi yormamak için es geçiliyor. Bu yüzdendir, yönetmenin ve oyuncunun (karşılıklı) birbirini seçmesi de önemli. Türkiye’de çok iyi oyuncular ve yönetmenlervar, çabalıyorlar, sorguluyorlar... Onlar olmasa daha da düz bir şeyler izlemek zorunda kalabiliriz. Şu ana kadar kendinden daha güçlü bir karakter canlandırdın mı? “Ben niye böyle bir insan değilim?” dedin mi hiç mesela? Oynadığım karakterleri kendimle karşılaştırmayı, sen sorana kadar, düşünmemiştim. Haliyle, karakterleri zaman zaman benden daha güçlü zaman zaman da daha zayıf bulduğum oluyor. Sette diğer oyuncularla çekim öncesi bir araya gelip, rollerinizi birlikte çalıştığınız oluyor mu? Karakterin provası yapılmalı mıdır yoksa karakter senin sürprizin midir? Mesela, Kelebeğin Rüyası’nda, çekim öncesi Mert’le (Fırat) çok çalıştık. Ama bazen her şey o kadar kişiselleşiyor ki, konuştukça karakterin mahremine giriyormuşsun gibi hissediyorsun. Bir senaryoyu okuyup kenara koyduktan sonra, bir daha ona bakmıyorum. Neden diye sorarsanız, onun ruhunu ve ağzında bıraktığı tadı kaybetmeden, onun üstüne kendim bir şeyler katmak istiyorum. Ezbere geçtiğinde ise, zaten iki-üç kez daha okuyup ezberliyorum. Zaman nasıl işliyor peki? Role hazırlanma sürecini kişiden kişiye değişir, çeşitleir. Bu sürece

çok müdahale edilmemesi gerekiyor. Sette yönlendirilmek, bana çok daha heyecan verici geliyor, eh çünkü en doğru yorumlar oyunun içindeyken ortaya çıkar. Bazen sabahlara kadar oturup konuştuğumuz da olmuyor değil, tiyatroda mesela böyle hazırlanıyordum. Sinemada tek bir anı yakalamak gerektiği için sanırım, orada daha korumacıyım, tiyatroda ise tekrar tekrar oynuyorsun ve zamanla o anı bir yere bağlıyorsun. Mantıksız sahneleri değiştirme lüksün yok mu? Kiminle çalıştığına bağlı olarak bazen var bazen yok. Özellikle senaryosunu da kendi yazmış bir yönetmenle çalışırken sahneler üzerinde konuşma, sorgulama imkanımız maksimum düzeyde oluyor. Üç sinema filminde oynadım, üçünde de böyleydi. Fakat dizilerde bazen bize de seyirciye de mantıksız gelen şeyler oluyor tabii. O zaman Yazılan neyse onu oynayacağım.” diyorsun. Suç senaryonun mu yani? Hayır, esas sorun zamansızlık... Eğer özellikle dizilerden bahsediyorsak herkes inanılmaz iş çıkarıyor. Senaristler, yönetmenler, oyuncular... Hele ki dizilerin herbir bölümünün, neredeyse bir sinema filmi uzunluğunda olduğunu unutmadan; onlardan biri olarak baktığım için, oyuncuların müthiş olduğunu düşünüyorum. Karşındaki iyi oyuncuysa ne oluyor? Ah çok zevkli oluyor, bazen “Ben ne yapacağım?” ya diye kara kara düşündüğüm oluyor. Hatta karşımdakinin o kadar, oynadığı o insan olduğunu gördüm ki, dalıp oyununu seyrettiğimi hatırlıyorum. . Öyle Bir Geçer Zaman Ki’de Ayça Bingöl, Aras Bulut, Yıldız Çağrı Atiksoy vardı ve onlarla bunu çok yaşıyordum. Ben Erkan Abi’yi (Petekkaya), Meral Çetinkaya’yı “Ne yapıyor?” diye izlediğimi çok iyi hatırlıyorum. Çünkü mesela Meral Abla o kadar küçük bir şey yapıyordu ki, çekim sırasında biz anlayamıyorduk ama monitörde harika görünüyordu. Orası benim için müthiş bir eğitim oldu. Sonra, sen de büyüyünce ne oldu? Zamanla benim de kendime güvenim arttı, tabii. Bir sonraki adım kendini beğenmeme hali mi? Beğenmeme değil de, tecrübeyle birlikte daha çok konsantre olma durumu ortaya çıkıyor. Oyuncu gerçekçi olup o anın gerektirdiğini mi oynamalı yoksa sürrealist mi olmalı? Dün, 17 yaşındaki kardeşim Amerikan filmi izliyordu. Ben de onunla beraber filme biraz baktım da, her şey o kadar gerçek dışıydı ki... Hiçbir şey gerçekçi değil ama bir şekilde izleyici olan bitene inanıyor. Zaten, Hollywood’un en büyük becerisi de gerçekçi olmayan bir şeye seni inandırması. Kurgu, müzik... Her şey çok güzel planlanmış, paket halinde sana sunuluyor. O yüzden, oyuncu tek başına yeterli değil. Endişelerinin ana başlığı? Sağlık. Kaybetme korkun var mı? Ailemi kaybetmekten korkarım. Çünkü ailemde çok ölüm yaşadım.

XOXO The Mag


ceket miu miu çanta miu miu kßpe miu miu


cover

François Ozon sinemasında hikayeler genelde kadınların perspektifinden anlatılır. Bu bağlamda sence, konuya Çağan Irmak nasıl bir açıdan yaklaşıyor? Şüphesiz, cinsiyet referanslı olmaksızın, hikayelerini karakter bazlı anlatıyor, ön plana çıkarmak istediklerini bir odakta tutmuyor.

Dedem, babaannem, ninem öldü, tetam (teyzem) öldü. İki halam da kanseri yendi. Babam ölüyordu; apandisti patladı, o sırada İngiltere’deydi, oradaki doktorlar apandisitinin patladığını anlayamadılar. Pof. İngiltere’de mi büyüdün? Liseyi ve üniversiteyi orada bitirdim.

Unutursam Fısılda’yı, kendi perspektifinden, tam olarak nasıl anlatırsın? Kasabada yaşayan bir kız, aile baskısının da etkisiyle, sonucu ne olacak olursa olsun hayallerinin ve müziğin peşinden koşar...

Niye döndün? Bir gün bir telefon geldi, “Bir dizi çekeceğiz, oynar mısın?” diye. Bu kadar mı? Bu kadar. Nereden bulmuşlar ki seni? Eski erkek arkadaşımın annesinin en yakın arkadaşı Kanal D Dramalar Koordinatörü’ydü, adı Lale Eren. O beni tanıyordu, tiyatro okuduğumu biliyordu, o aradı beni. Bir ayağın hala yurt dışında mı? Ever, her zaman. Ailem de orada zaten. Bi Küçük Eylül Meselesi’ndeki “Aşık olmak için fazla neşeliyim ben.” lafına çok takıldım ben. Sen söylerken nasıl hissettin? “Bir insan neden kendini bu kadar anlatmak ister?” diye düşündüm epey. Bir yarası var ki onu kapatmak için bir şey söylüyor, gibi geldi... İyi para kazanıyor musun? Filmlerden kazanmadığını tahmin ediyorum... Aslında filmlerden de kazanıyorum, dizilerden de… Dünyada da bu böyle, popüler bir iş yaptığında karşılığını da alıyorsun. Unutursam Fısılda’nın geçtiği dönem 70’ler, malum Yeşilçam’ın altın çağının da devam ettiği yıllar. Çağan Irmak da Yeşilçam’la göbek bağı olan yönetmenlerden. Senin Yeşilçam’la nasıl bir ilişkin var? Bence filmin Yeşilçam’a çok güzel göndermeleri var. Ama benim ilişkim biraz daha komplike: Oyuncular Sendikası’na gittim, yönetim kurulu toplantısına falan da girdim, böyle şeylerle ilgilenmek hoşuma gidiyor. Bir toplantıda mesela, sanatçıların işçi değil işveren oldukları konusunun Yeşilçam’dan çıkmış bir şey olduğunu öğrendim. Ne diyeyim ki ben Yeşilçam’a, ne diyeyim? Peki filmografi olarak 1970’leri çalıştın mı? Özellikle oturup çalışmadım, çünkü benim evim bile bir dönem filmi gibi zaten. Öyle Bir Geçer Zaman Ki dolayısıyla da zaten 1960’lar ve 1970’lere hakimdim. Kamera karşısında şarkı söylemek nasıl bir duygu? Yanaklarım kızardı. Sanki geçmiş anılarım canlanmış gibi hissettim; 16 yaşındayken müzik dersi almaya başlamıştım, fakat öğretmenim benim yetenekli olmadığım bir yana üstelik kulağım da olmadığını söylemişti. Ama gel zaman git zaman, müzik yine beni, üstelik çok farklı bir şekilde; kariyerim için önemli olan bir oyunculuğu sergilerken buldu.

Aynı soruyu bir de paralel evrenden soralım: Aile baskısı olmasa hikaye nasıl gelişirdi? Belki hikaye başka bir yerden kırılırdı, ve hatta, belki de heyecan dozu farklı olurdu... Ama bence bu haliyle de kurgu çok başarılı. Klişelerin bir filme faydası nedir? Klişe kelimesi kulağa çok kötü bir şeymiş gibi geliyor, fakat neticede, klişeler bir yandan da, test edilmiş ve onaylanmış, izleyicinin ilgisini çekeceği kanıtlanmış şeyler. Özü itibarıyla sözcükler gibi, doğru kullanılırlarsa çok etkili olabiliyor. Mesela, Ben Affleck’in Argo’su klişe kullanımı açısından çok güncel bir örnek, filmde olacakları önceden tahmin etsen de, yine de filmi nefesini tutarak izliyorsun. Birçok oyuncu canlandırdığı karakterlerin özelliklerini belli bir süre üzerinden atamıyor. Sana da oluyor mu bu? Açıkçası şu ana kadar öyle bir karaktere rastlamadım. Belki de, çünkü, canlandırdığın karakteri üzerinden atamıyorsan oyunculuk yapmamalısın. Oyunculuğun hakkında konuşulması seni rahatsız ediyor mu? Hayır etmiyor. Oyunculuğumla ilgili her türlü eleştiriye açığım. Sette olmak nasıl bir şey? Tarif edebilir misin? Oldukça eğlenceli... Şu ana kadar çalıştığım ekipler müthişti ve onlarla bir şeyler paylaşmak oldukça keyifliydi. Ne olur bunu yuvarlak bir cevap olarak almayın, olan gerçekten böyle. Set ritüellerin var mı? Sete giderken camı açıp kulaklıklarımı takıp müziğimi dinlemeden sete hazır hissetmiyorum Ne dinliyorsun? Her şeyi dinliyorum. Fatboy Slim ve A Perfect Circle’ı yeniden keşfettim bu aralar. 90’lar poptan tut; R&B, 70’ler rock’a kadar da her şeyi dinliyorum. Pink Martini’den Yıldız Tilbe’ye, Smashing Pumpkins’den Sıla’ya kadar, her şeyi… Gelecekle ilgili planların var mı? Şu ana kadar yaptığım planlar tutmadı. Çevirmen olmak istiyordum, olamadım; Fransa’da tiyatro okumak istiyordum, olmadı. O yüzden her şeyi akışına bırakmayı tercih ediyorum artık. Geleceğe baktığında kendinle ilgili gördüğün bir şey var mı peki? İki tane çocuğum olsun istiyorum...

XOXO The Mag


palto miu miu ayakkab覺 miu miu


cover

Kısa vadeli planların neler? Önümüzdeki aylar için rol alacağım filmler belli ve diğer görüşmeler de sürüyor. Bolca çalışacağım. Oyunculuğu bırakmayı hiç düşündün mü? Tabii ki düşündüm. “Yapamıyorum ve yapamayacağım bu işi.” dedim ve çok zorlandığımı hissettim. İlk dizimden sonra kendimi çok sorguladım, çünkü çok yorulmuştum. Ama neden sonra, okula döndüğüm o bir sene içinde çokça oyunculuğu özlediğimi farkettim. İyi bir aktris olduğunu ne zaman keşfettin? İyiliğin tanımı izleyene gore değişir, biri beni çok beğenir, diğer biri hiç beğenmez. Ama bana göre, ben çok çalışkan ve hatta yer yer yaptığım şeyle ilgili takıntılı olabilen bir insanım. İşimi iyi yapmaya çalışıyorum. Hah bu arada, kendimi izlemeyi pek sevmiyorum. Spesifik olarak beğendiğin bir sinema ekolü var mı? Eskiden Japon sinemasını takip ediyordum, fakat şu an özellikle takip ettiğim bir sinema ekolü yok. Two and a Half Men gibi bir dizide oynamak ister misin? İzlemeyi çok seviyorum ama oynayabileceğimi pek düşünmüyorum. İstemiyorum da açıkçası. Sosyal sorumluluk projeleriyle aran nasıl? Bedensel Engelliler Derneği ile sürekli iletişim halindeyim. Sosyal sorumluluk nedir sence? Günah çıkarmak mıdır? Ya da bir örnek olma mekanizması mıdır? Tabii ki ikincisi, buna başka türlü nasıl cevap verebilirim ki? Sonuçta göz önünde bulunan insanların ve ünlülerin, her hareketi birer örnek oluşturuyor, takipçileri için. Türkiye’de neden kapak konuğu olabileceğin ya da en basiti röportaj verebileceğin sinema dergisi yok? Ben de bilmiyorum. Evet sinema dergileri var... Ama bunlarda oyunculara genişçe yer verilmiyor; oyuncuların sinemayla ilgili, oynadıkları filmlerle ilgili görüşlerini okuyabileceğiniz, derinlikli röportajlara rastlamak pek mümkün olmuyor. Bu tarzda röportajlara yer verilmesi yönetmenlerin de işine gelen bir durum aslında; öyle ki, nitelikli söyleşilerin, oyuncuları tanımak açısından oldukça faydalı olduğunu düşünüyorum. Ve bir yandan da, ben de bir oyuncu olarak diğer oyunculardan haberdar olma gereği duyuyorum... Senin için ideal senaryo nasıl olmalı? Herhalde mükemmel bir matematiği olan, üzerinde uzun uzun konuşabileceğin, her seferinde yeni bir şeyler keşfettiğin, müthiş bir zekanın ürünü olmalı. Örneğin ilk aklıma gelen 12 Kızgın Adam’ın senaryosu; bence gerçekten müthiş bir film. Bir de insanın üzerine bir rolün yapışması durumu var, malum... Doğruyu söylemek gerekirse, çok sert bir cevap vermek istemiyorum. Ama genel olarak, hem Türkiye’de hem dünyada, zaten kadınlara biçilen roller birbirinin neredeyse kopyası gibi: Çoğunlukla karşımızda

ağlayan, üzülen ve bitap düşen kadınlar var; kadınların bu kalıplar dışında sahnelendiği filmler, daha değerli oluyor. Bu sebepten, ben de daha karakterli, daha farklı kadınları oynamayı hem tercih ettim hem de şansım yaver gitti. Benzeşiyorlar da, hafiften... Bu iki karakter birbirinden çok farklı. Benzer olan tek tarafları benim onları canlandırıyor olmam, canlandırmak ne demekse... Peki Öyle Bir Geçer Zaman Ki’de kaç sezon yer almıştın? Aylin karakterine sonunda ne oluyor? Sadece iki sezonda oynadım. Zira, Aylin doğum yaparken ölüyor. Öldüğünde ne hissettin? Ben değil, biz olarak cevaplayayım... Sette hepimiz çok ağladık, gerçekten sevdiğimiz bir karakterdi. Dizide karakterin elimine edilince egon zarar görüyor mu? Ya da kimin umurunda, zaten önceden bunu bilerek mi başlıyor işler? Tabii, biliyordum. Bunu söylemek ne kadar doğru bilmiyorum ama ben zaten en başında yalnızca iki sene oynamak istediğimi belirtmiştim. Çünkü bence sürekli olarak aynı karakteri canlandırmak için iki seneden ötesi çok uzun bir zaman. Velev ki Aylin’in öleceğini baştan bilmiyor olayım; egomun yara alacağını düşünmüyorum. Dizinin baş karakterlerinden birinin -altını çiziyorum; senaryo gereği- diziden çıkarılması da o diziye bir dinamizm katıyor ve dizinin monotonlaşmasını engelliyor. Türk toplumunu ve buna bağlı olarak Türk kültürünü incelediğimiz zaman oldukça muhafazakar ve bastırılmış bir toplumla karşı karşıya kalıyoruz ve izleyicilerin beklentileri ve değer yargıları da bu doğrultuda şekilleniyor. Oynadığın atipik Türk kızı rolleri de, muhafazakar bir topluluk içerisinde oyunculuk kariyerini şekillendiriyor. Bu noktada rol seçimlerini sen mi yapıyorsun? Kariyerinde menajerinin rolü ne? Annem, babam ve anneannem adeta bir senaryo komitesi, menajerim de öncelikle zaten arkadaşım. Açıkçası diğer değer yargıları da bu seçimleri yaparken beni etkilemiyor, çünkü kendi sezgilerime ve yakınlarımın düşüncelerine güveniyorum. Tabii ki canlandırdığım karakterin yer aldığı cinsellik veya çıplaklık içeren sahnelerin estetik bir duruş ve görsel bütünlük kaygısı içermesi ve en önemlisi de hikayeye hizmet etmesi çok önemli. Hayalindeki tatilde neredesin ve neler oluyor? Muhtemelen çok soğuk bir yerdeyim ve kapalı, sıcacık bir odada, koltukta yayılmış oturuyorum. Kulağa pek tatil gibi gelmediğinin farkındayım. Eğer tatil dediğimiz şey kafayı boşaltmaksa; benim için hiçbir şey yapmadan öylece durduğum bir an bile yeterli oluyor... Kurt Seyit ve Şura seti için uzun süre Rusya’daydım ve sette neredeyse her gün sıcak bir yerin, çoğunlukla da kedimle beraber battaniyeme sarıldığım kanepemin hayalini kuruyordum. Farkında olmadan bu hayale fazlaca kapıldığım oluyor, hatta bazen bu hayalin etkisiyle gülmeye başlıyorum.

XOXO The Mag


Buradaki gülmek mecazi galiba... Ben sinirlendiğimde de gülerim; sinirlendiğim şey her neyse, onu şakaya vurur, herkesin de buna gülmesini beklerim. Kanepede sürdürdüğüm tatil hayaline döneyim bir durun; huzurlu kanepeme ve kedime ek olarak bu kareyi bir de mutlaka bir filmle taçlandırmak isterim. Yılbaşı dönemlerinde sıklıkla yayınlanan, kafanızı dağıtabileceğiniz türde filmlerden -Evde Tek Başına mesela. Bir yandan kitap okumak, daha doğrusu kitap okuyabilecek vakte sahip olmak da güzel olabilirdi, şimdilerde benim için bu büyük bir özlem.

Senaryo harika evet ama kim çekecek? Gerçekçi senaryolar mı seni çekiyor, yoksa kurgu olanlar mı? Yaşanmış hikayeler daha çok ilgimi çekiyor; diyerek cevabıma başlayayım. Bu tip hikayelerde kendimden bir şeyler bulmam daha kolay oluyor. Diğer yandan, yaşanmış hikayelerin taklide kaçabilme riski de yok değil, bu cepte dursun. Sonuçta bir yaşanmışlık var ve bu yaşanmışlık üzerinden hikayenizi kurguluyorsunuz. Kurgudan konuşursak; aksiyon filmlerine bayılıyorum. Hiç beklemediğiniz anda yönetmenin sizi güldürebildiği anlar da çok ilgimi çekiyor -Üç Maymun’da, telefonun ısrarla çaldığı ofis sahnesi mesela, beni çok güldürmüştü. Zaten gerçeklik derdindeysen, ister istemez o beklenmedik komik anlar da beliriveriyor.

Rusya dışında en son nereye seyahat ettin? Bir Küçük Eylül Meselesi’nden önce Tayland’a gittim, tatil için. Phuket, Singapur ve Bangkok’u da gördüm, güzel bir tatil oldu. Bir de, iş için olsa da, iki günlüğüne Cannes’a gittim.

Senin ideal senaryonun olmazsa olmazları neler? Az önce bahsettiğim beklenmedik mizah ilgimi çekiyor. Senaryolardaki griliği seviyorum; ne çok iyi ne çok kötü; hakkında mutlak hüküm veremediğiniz karakterler ve o karakterlerin içinde olduğu olaylar bana hep yakın geliyor. Kadınlığının ya da erkekliğinin altı çizilen, kesin karakterler pek bana göre değil; makul oranda, kabul edilebilir bir birliktelik arıyorum. Mesela, senaryoyu merak etmek istiyorum; karakter “Sana çok aşığım.” dediğinde ilgi çekici olmuyor, çünkü ben orada karakterin gerçekten aşık olup olmadığını merak etmek istiyorum -tamamen seyirci adına konuşuyorum şu anda. İnsanın kendini sorguladığı anları çağıran ve bu anlar üzerinden karakteri sorguladığımız senaryoları seviyorum. Beyin, bugün hala gizemini koruyan bir yapı ve sinemayı duygulardan inşa ediyorsak şayet; hala tam anlamıyla keşfedemediğimiz bir yapı ve bu yapının ürettiği malzemeler üzerine nasıl ‘kesin’ bir sonuç inşa edebiliriz ki?

Jude Law “Oyunculuk aslında bir zanaattir” der. Sence burada zanaatten kastı ne olabilir? Oyunculukta iki çıkış noktanız var; ilkinde elinizde bir amaç var ve bu amaca yönelik materyallerin arayışına giriyorsunuz. Diğer çıkış noktanızda ise bir amacınız yok, yalnızca materyaller var. Bu noktada da, önemli olan sizin bu materyallerden nasıl bir sonuç çıkarttığınız. O nedenle, hayat deneyimleriniz; gördükleriniz, duyduklarınız, tanıdıklarınız, her biri bu sonucu etkileyebiliyor. Ve bu yalnızca oyunculukla değil, iş yaşantınızla da alakalı -yani herkesi ilgilendirebilecek bir konu bir yandan. Sonuç, üretiminiz tamamen kişisel, değeri kendisinden ötürü bir şeye dönüşüyor. Belki de oyunculuğun ‘pahalı’ bir şey oluşu da bundan kaynaklanıyordur -bu öznelliği yakalayabilme yetisinden... Kesinlikle... Bir nevi el yapımı bir üründen söz ediyoruz, baktığınızda el yapımı birçok şey günümüzde çok değerli. Ne kadar özenli davranırsanız, üzerinde ne denli uzun süre çalışırsanız o denli pahalı hale geliyor -ince işlemek gerekiyor yani.

Farah Zeynep Abdullah nasıl biriydi, şimdi nasıl ve sonrasında nasıl olacak? Bu süreci üç faza bölmem gerekirse; 18 yaşıma dek çok hayalperest biriydim, müziği açıp dans ederdim bolca -ki hala ediyorum ve 40 yaşımda da edeceğim sanıyorum. Karakterlere bürünürdüm ve ‘ben böyleyim’ haletiruhiyesindeydim. Müzikle uğraşmayı çok istiyordum. Sonra, siyahlara büründüğüm bir dönem oldu. Tam tersi de oldu; İngiltere’de lisedeyken, birden “Ben süslü bir kadın olacağım.” dedim ve oldum. Türkiye’ye döndüğümde 20 yaşındaydım; tüm bunlardan vazgeçtim ve daha sade bir çizgiye yöneldim. 10 sene sonrasında da, sanıyorum, şimdiki süreç de aynı şekilde devam edecek, aynı yoğunlukta... Tek farkı, yaptıklarımı anlatmak için yeniden masaya oturduğumda bu kez, yaptıklarıma ek olarak “Böyle bir yerdeyim.” diyebileceğim. Hala kesin bir şey söyleyemem; tahminen kariyerime ve aileme odaklanacağım, bir şeyler yazmaya başlamış olacağım, belki bir şeyler çekeceğim. Sadece oyunculukla sınırlı kalmayacağımı düşünüyorum.

Türkiye’de oyuncu koçu sistemi yaygın mı? Bildiğim kadarıyla yurtdışı örneklerindeki gibi bir koçluk sistemi yok. Olmalı mı sorusuna gelirsek, bence oyuncu kendi temelinde bunu mutlaka deneyimlemeli. Eğer bakış açınızı değiştirebilecek güçte biriyle karşılaşırsanız; neden olmasın? Peki rolünün gerektirdiği herhangi bir sonuca katlanmaya hazır mısın? Güzellik ve çirkinlik özelinde cevapla lütfen. Aslında halihazırda zaten tüm bu sonuçları göğüslüyorum, ‘güzel’ göründüğüm pek fazla kare yok bana kalırsa. ‘Güzel’ olanlar ise, senaryo öyle gerektirdiği için güzel görünüyor. Bu noktada, güzel ya da çirkin, rolümün gereği herhangi bir görüntüyü kabul edebilirim. Tamamen ortaya koyduğunuz sahneyle ilintili bir durum.

Kendi jenerasyonundaki oyuncularla aranda rekabet var mı? Tanışıyoruz tabii, aramız gayet iyi. Rekabetten çok dayanışma ve destek var. Kimi zaman birbirimize oynadığımız sahnelerle ilgili kritik verdiğimiz de oluyor, üzerine oturup tartışıyoruz.

Aynı noktadan hareketle; sana kariyerin boyunca canlandırdığın karakterlerin tam tersi bir teklifle gelinirse bu riski alır mısın? Bunu bir risk olarak da görmüyorum, oyunculukta gitmek istediğin yolla ilgili bir tercih bu.. Yani ekiple de alakalı tabii, ama eğer senaryo yeterince tatmin edici ise, bu riski almak hiç zor olmaz, kaldı ki bence bu bir risk de olmaz.. Diğer yadsınamaz etki de tabii ki yönetmen...

Peki bu durum sektöre yansır mı sence? Genç oyuncuların halihazırda sektörü ileri götürdüğünü düşünüyorum, varlığımız ciddi anlamda fark yaratıyor. 131



etek zeynep tosun couture tişört editöre ait ceket zeynep tosun couture ayakkabı christian dior/beymen kolye miu miu


kazak miu miu/beymen etek miu miu/beymen ceket christian dior/beymen ayakkab覺 miu miu/beymen bilezik beymen ta癟 gazzas




elbise zeynep tosun couture



şapka merve bayındır/l’appart tişört editöre ait kimono editöre ait jean topshop ayakkabı vans



kimono editรถre ait


kimono editore ait k端pe gazzas





Bu bir ilandır.

TIME & SOUND Sonuç sebepten önce gelir, bir şey hem sade hem de komplike olabilir. Ve ancak, böyle bir durum, söz konusu birleşmenin ardında akıl almaz derecede inovatif zihinler ve ısrarcı karakterlerin varlığıyla mümkündür. Takip eden sayfalar boyunca yaratmanın canlı kalmakla eşdeğer olduğu fikrini paylaşın, ilerlemekte olan zamanın sesini, işitsel ve görsel bir mükemmellikte duymaya başlayacaksınız.

an original idea by CO for Bang & Olufsen and Jaeger-LeCoultre photographer murat süyür stylist aslin kumdagezer photographer asisstant berkant demirbek models joel & sthefani m/option mgmt


saat jaeger-lecoultre grande reverso ultra thin 1931 elektronik bang & olufsen beoplay a9 gรถmlek carven/shopi go


SOL SAYFA saat jaeger-lecoultre master ultra thin 41 elektronik bang & olufsen beoplay a8 gรถmlek givenchy/beymen kazak alexander wang/Beymen SAฤ SAYFA saat jaeger-lecoultre rendez-vous night & day elektronik bang & olufsen beolab 20 kazak alexander mcqueen/beymen




SOL SAYFA saat jaeger-lecoultre amvox5 world chrono racing elektronik bang & olufsen beoplay h6 gรถmlek les benjamins kazak paul smith/beymen SAฤ SAYFA saat jaeger-lecoultre grande reverso calendar elektronik bang & olufsen beolab 19 gรถmlek les benjamins pantolon carven/shopi go


SOL SAYFA saat jaeger-lecoultre duometre a quantieme lunaire 40.5 elektronik bang & olufsen beosound essence ceket kolor/shopi go SAÄž SAYFA saat jaeger-lecoultre master ultra thin tourbillon elektronik bang & olufsen beolab 17 gĂśmlek andrea pompilio/shopi go kazak alexander wang/beymen pantolon carven/ shopi go




SOL SAYFA saat jaeger-lecoultre master compresso extreme lab2 elektronik bang & olufsen beolit 12 kazak les benjamins SAĞ SAYFA saat jaeger-lecoultre atmos classic elektronik bang & olufsen beoremote 1 üst o’2nd/ shopi go pantolon forte forte/ shopi go


INTERVIEW/MUSIC

MR TWIN SISTER DAHA CEZBEDİCİ

Tam üç sene evvel In Heaven albümleri sayesinde tanıştığımız New York’lu beşli Twin Sister, isimlerinin başına bir de ‘Mr’ ekleyerek yeni bir albümle müzik alemlerine geri döndü. Bu iki albüm arasında hayatlarında pek çok değişiklik oldu aslında: Plak şirketleri Domino’yu bırakıp kendi başlarının çaresine bakma kararı aldılar ve en güzeli de grup üyelerinden Eric, müzikal becerilerine bir de saksafon çalmayı ekledi. Ve tabii başka birçok şey daha oldu. Dev’den okuyoruz. röportaj aslı arduman fotoğraf shawn brackbill

XOXO The Mag


İsminizin başına neden ‘Mr’ ekleme gereği duydunuz? Tamamen telif haklarıyla ilgili nedenlerden; Twin Sister adında bizden başka bir grup daha varmış ve aslında uzunca bir süredir de müzik yapıyorlarmış. Bizimle birkaç kez iletişime geçtiler ve isimlerini paylaşmak istemediklerini belirttiler. Bu durumda biz de ismimizin başına ‘Mr’ eklemeye karar verdik.

performanslarımızda da seyircinin en çok tepki verdiği anlar Eric’in saksafon çaldığı anlar. Albüm üzerine çalıştığınız süre zarfında dinlediğiniz/etkilendiğiniz müzikler var mıydı? Albümü tamamlamamız tam iki sene sürdü ve bu da tabii epey uzun bir süre aslında. Dolayısıyla farklı farklı bir sürü şey dinlemiş olmalıyız. Ben o dönemde fazlasıyla Underground Resistance dinlediğimi hatırlıyorum. Bunun dışında genel olarak rap seviyorum. Mesela yeni Future albümü çok iyi bence. Ayrıca Kanye ve Drake’i de seviyorum.

Öte yandan birkaç yerde de cinsiyet ve kimlik gibi konulara odaklandığınızı ve ‘Mr’ı da buna paralel olarak isminize eklediğinizi de okuyoruz. Açıkçası ismimizi değiştirdiğimizde ilk zamanlarda bunun nedenlerini açıklama ihtiyacı duymamıştık ve insanlar da bu değişikliği yöneldiğimiz konulara bağladı. Hatta bazıları bu değişiklikten epey rahatsız olduklarını dile getirdiler. Biz de sonunda neden böyle bir şey yaptığımızı açıklamak zorunda kaldık. Ama evet, bir yandan da albümdeki bazı şarkı sözleriyle de uyumlu oldu sanırım ismimizin yeni hali.

Peki albümü kaydederken herhangi bir sürprizle karşılaştınız mı? Albümdeki şarkılardan birinin büyük bir bölümü aslında bir sample üzerine kuruluydu. Neticede parçanın orijinalini yapan kişilerle kontağa geçtik. Ve bu kişiler şarkının kredilerinde yalnızca onların adının geçmesini istedi ve bu da bizim kabul edebileceğimiz bir durum değildi; oldukça mantıksız bir istekti bu. Başta şarkıyı albümden tamamen çıkarmayı düşündük, fakat sonra sample’ı kullanmadan bir şeyler ortaya çıkarmayı denedik. Tabii bu durumda geriye yalnızca vokaller kaldı. Ve üzerinde bir süre çalıştıktan sonra ortaya bambaşka bir şey çıktı.

Kendi içinizde son derece demokratik bir grup olduğunuzdan bahsediliyor. Bu genel anlamda iyi bir şey mi? Bu tabii ki güzel bir şey; grupta herkesin bir şekilde kendini ifade edebiliyor olması hepimizin işine gelen bir durum. Fakat bir yandan da bizi doğru şekilde yönlendirecek birisinin eksikliği işleri zorlaştırabiliyor. Öyle ki beş farklı görüş ortaya çıktığında net bir çözüme ulaşmak her zaman kolay olmuyor. Kaldı ki şimdiye dek bu tür problemlerin üstesinden gelmeyi pekala başardık.

Bu arada evvelden Domino plak şirketine bağlıydınız ama sonra yolları ayırdınız ve şu anda herhangi bir plak şirketine bağlı değilsiniz. Genellikle bunun tam tersi olmuyor mu? Aslına bakarsanız, plak şirketi, sanatçı ve dinleyicinin oynadığı roller her geçen gün değişiyor. Bugünlerde eğer bir albüm yayınlamak istiyorsanız önünüzde oldukça fazla seçenek var. En basitinden kendi başımıza bir albüm yayınlamamız ve sonucunda şu anda sizin bizle bir röportaj gerçekleştiriyor olmanız bile bence müthiş bir şey. Zira böyle bir şey 25 sene önce mümkün değildi. İlk albümümüzü kaydederken Domino’ya bağlıydık, fakat bir süre sonra, tek başımıza olmanın bizim için daha iyi olabileceğini düşünmeye başladık; belki de bu şekilde kendimizi daha iyi ifade edebilirdik. Öte yandan tamamen yolları ayırmış da sayılmayız, çünkü sonuçta ilk albümün hakları hala Domino’da. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, bir müzisyen olarak başarılı olmak için illa bir plak şirketine bağlı olmak gerekmiyor.

Bu arada geçen sene turne esnasında trafik kazası geçirdiniz. Şimdi her şey yolunda mı? Yolunda sayılır. Yaralarımız neredeyse tamamen iyileşti. Bazen yağmurlu havalarda Gabe’in elleri sızlıyor, ya da Andrea’nın ayağı uzun süre ayakta kaldığında ağrımaya başlıyor. Ama sonuçta hayatlarımızı eskiden olduğu gibi sürdürmeye devam ediyoruz, ki bu da iyi bir şey. Peki biraz yeni albümünüzden bahseder misin? İlk albümünüzle kıyaslandığında ne gibi farklılıklar var? Bu albümün çok daha özenli olduğunu söyleyebilirim sanırım, zira üzerinde çok fazla vakit harcadık. Tabii bunun avantajları olduğu gibi dezavantajları da var, ve bunu albümü dinlerken hissedebiliyorsunuz. Mesela bir parça üzerine çok fazla kafa yorduğunuzda, tekrar tekrar geriye dönüp değişiklikler yapmaya başladığınızda bir noktadan sonra delirecek gibi oluyorsunuz. Ama bunun yanı sıra, akustik enstrümanlarla elektronik öğeleri bir araya getirerek farklı denemeler yapma fırsatımız oldu, bu da bizim için son derece eğlenceliydi. Tabii bir yandan da şarkıları kaydetme metotlarımız da zamanla değişti. Eskiden birinin bodrum katında toplanıp, müzik yapar ve parçaları da bu esnada kaydederdik.

Bundan sonraki planlarınız neler? Bir an önce bir sonraki albüm üzerine çalışmaya başlayacağız. Zira şu an elimizde epeyce materyal var; ilk iki albümümüze koymadığımız şarkılar var. Umuyorum önümüzdeki sene de turneye çıkacağız. Şu günlerde birkaç konseriniz de olacak, değil mi? Evet, Julian Casablancas’ın ön grubu olarak sahne alıyoruz. Ama uzun vadede başka bir şey ayarlamadık. Birkaç ay ortadan kaybolmanın bize pahalıya mal olmayacağı bir noktaya gelmemiz lazım. Dolayısıyla sırada ilk olarak üçüncü albüm var.

Albümdeki parçalardan ‘Blush’ta çok güzel bir saksafon solosu var... Saksafonu çalan Eric. Hatta bu albümü bir öncekinden farklı kılan en önemli özelliklerden biri de Eric’in saksafon çalması. Küçükken okulda kısa bir süre saksafon çalmış fakat sonra bırakmış. Ve yakın zamanda tekrar bu enstrümana merak sardı. Bir anda böyle bir karar verip, bunu başarıyla gerçekleştirmiş olması gerçekten takdire şayan. Dikkat ettiyseniz müthiş hisli bir şekilde çalıyor. Zaten canlı

Peki sahnede çalmaktan hoşlanıyor musunuz? Gruptaki herkesin adına konuşmak zor ama benim hoşuma gidiyor. Kaldı ki aramızda evden uzak olmaktan hoşnut olmayanlar da var. Ama benim için hiçbir sakıncası yok. Öte yandan sahne almak, seyircinin karşısında olmak hepimizin sevdiği bir şey. Yalnızca evden uzak olma ve sürekli olarak barlarda takılma durumu biraz tatsız. Zira turnede 157


Fotoğraf: Kimi Selfridge

olduğunuz süre boyunca ya arabadasınız ya da bir bardasınız. Özellikle de madde bağımlılığından muzdaripseniz en son olmanız gereken yerler barlar. Bir anda kendinizi normalden çok daha fazla içki içerken bulmak hoş olmuyor haliyle, içkilerin bedava olduğunu da hesaba kattığınızda işin iyice ayarı kaçabiliyor. Bilemiyorum, belki zamanla bu işte uzmanlaşıp turne esnasında daha makul hareket etmeyi öğreniriz... Yakın zamanda izlediğin ve çok etkilendiğin bir canlı performans oldu mu? Birkaç ay önce Moritz von Oswald’un DJ setinde bulundum; sadece bir laptop kullanıyordu ama buna rağmen inanılmazdı, mekandaki insanların, onun (vice versa) haletiruhiyesine büyük bir ustalıkla ayak uydurmasını izlemek harika bir tecrübeydi. Birlikte çalışmayı hayal ettiğin kim var? Jai Paul. Bence mükemmel işler çıkarıyor. Keşke onunla beraber bir albüm yapabilsek. Albümüne bayılıyorum, ama aslında tam olarak onun albümü de değil, hikayeyi biliyorsundur... Malum, birisi veya birileri Jai’in henüz tamamlanmamış albüm kayıtlarını çalıyor ve internete sızdırıyor. Korkunç bir şey gerçekten. Üzerinden bir yıl kadar geçmiştir, epey gizemli bir olaydı. Bu arada oldukça hareketli bir Twitter hesabınız var. Kim yönetiyor? Aslında birkaçımız birlikte yönetiyoruz ve böyle olması hoşumuza gidiyor. Normalde insanlar; grubun vokali olduğu ve ön plana çıktığı için bütün tweet’lerin Andrea’ya ait olduğunu düşünüyorlar ama arka planda aslında kolektif bir çalışma var. Andrea bunu nasıl karşılıyor

bilemiyorum tabii, sonuçta ne yazsak ona mal ediliyor... Mesela ben çıkıp, eleştirel teoriyle ilgili saçma sapan bir şeyler post ediyorum, sonra Bryan gelip YouTube’dan techno müzik videoları paylaşıyor falan... Gerçek olmayan bir karakter, başka bir deyişle bir Twitter persona’sı yaratmak hepimiz için tuhaf bir eğlence. Ariel Pink, Grimes ve Madonna’nın da dahil olduğu Twitter atışmanıza denk gelmiştim... Sanırım, o Bryan’ın başının altından çıkmıştı. Çok komikti. Bitirmeden; mükemmel bir gün deyince aklında ne canlanıyor? Sabahları müzikle ilgili bir şeyler yapmayı seviyorum. Çok erken bir saatte kalkıp, müziğe kafa yormak, yeni bir şeyler yazmak ve yazdığın şeyin iyi sonuçlanacağını, bir potansiyeli olduğunu hissetmek... Gizli bir yerin anahtarını elinde tutmak gibi bir his bu. New York’ta müdavimi olduğun yerler var mı? Biraz tuhaf kaçacak ama oturduğum mahallede bir atık su arıtma tesisi var ve geceleri aşırı derecede iç ürpertici bir yer oluyor. Tuhaf, fütüristik bir kenti andırıyor. New York çok canlı ve gürültülü bir yer ama bazı bölgeleri, özellikle hiç kimsenin yaşamadığı endüstriyel alanlar geceleri tamamen ölü oluyor. Şehrin ne tarafında yaşıyorsun ki? Greenpoint, Brooklyn. Ağırlıklı olarak Polonyalıların yaşadığı bir mahalle. Ve mahallenin bir ucunda yaşadığım için, sınırda yaşıyor gibiyim. Bir tarafımda konutlar, parklar vs., diğer tarafımda bahsettiğim esrarengiz atık su arıtma tesisi ve fabrikalar... Halimden memnunum.

XOXO The Mag



Özge Yıldız Taşkıran, 35 Ürün Müdürü Nereye gidiyorsun? Nişantaşı’nda bir davete. Günlük stilini nasıl tanımlarsın? Modern, rahat ve kendine özgü. Saçlarını normalde nasıl kullanırsın? Hacimli oldukları için genelde açık bırakmayı tercih ediyorum. Bugün saçlarını nasıl yaptın? Islak saçlarıma Spritz & Shine Liquid Mousse uyguladıktan sonra dalgalarımı maşayla belirginleştirdim. Ardından hacimli bir atkuyruğu yaptım. Son olarak da Moisturizing Shine Spray uygulayarak istediğim parlaklığa ulaştım. Saçların söz konusu olduğunda vazgeçemediğin bir ürün var mı? Parlak ve sağlıklı bir görünüm için Glamour Serum Drops vazgeçilmezlerimden. Saçlarıyla sana ilham veren ikonik birisi var mı? Brigitte Bardot gibi dönemine saçlarıyla damgasını vurmuş kadınları beğeniyorum. Saçlarının seni en mutlu eden tarafı ne? Koyu renk ve dalgalı oluşu. Her zaman iyi görünmemi sağlıyor. Saçların kötü olduğunda evden bile çıkmak istemeyenlerden misin? Neyse ki saçlarımı her zaman ruh halime uygun şekle sokabiliyorum.

GLAMOUR

elbise gizia çanta street level/bilstore ayakkabı christian louboutin

Gizem Alp, 26 Aksesuar Buyer’ı

CLASSIC

gömlek white posture etek ece gözen ayakkabı ve çanta network

Nereye gidiyorsun? Son dakika çıkan bir iş toplantısına. Günlük stilini nasıl tanımlarsın? Yeniliğe açık, ama biraz da maskülen. Saçlarını normalde nasıl kullanırsın? Genelde açık bırakırım ya da at kuyruğu yaparım. Bugün saçlarını nasıl yaptın? Önce Toni & Guy Classic Spray Gel For Curls’le dalgalarını belirginleştirdim. Ardından maşa yardımıyla buklelere daha sert bir görünüm kattım. Arından sallayarak bukleleri dağıttım ve uzun süre kalması için Toni & Guy Classic Medium Hold Spray kullandım. Saçların söz konusu olduğunda vazgeçemediğin bir ürün var mı? Toni & Guy Deniz Tuzu Etkili Şekillendirici Sprey ve Classic serisinden Spray Gel For Curls. Saçlarıyla sana ilham veren ikonik birisi var mı? Marion Cotillard ve Miroslava Duma favorilerim. Saçlarının en mutsuz olduğun tarafı ne? Çabuk sönmeleri.Peki ya saçlarının seni en mutlu eden tarafı? Çok hızlı uzamaları. Saçların kötü olduğunda evden bile çıkmak istemeyenlerden misin? Kesinlikle o benim!


Bu bir ilandır.

Azra Gür, 19 Öğrenci

CASUAL üst & ceket jeremy scott/adidas originals pantolon h&m ayakkabı nike

Nereye gidiyorsun? Okuldan çıktım, arkadaşlarımla buluşmaya gidiyorum. Günlük stilini nasıl tanımlarsın? Hareket etmeyi seviyorum, o yüzden genellikle sportif fakat arada bir göze çarpan parçalar da giymeyi seviyorum. Saçlarını normalde nasıl kullanırsın? Doğal hacmiyle açık bırakır ya da at kuyruğu yaparım. Zaman zaman dağınık topuz yapmayı da tercih ediyorum. Bugün saçlarını nasıl yaptın? Islakken Sea Salt Texturising Spray’le dokusunu belirginleştirdikten sonra kuruttum. Önden bir kısmını tutturdum. Ardından Flexible Hold Hairspray’le sabitledim. Saçların söz konusu olduğunda vazgeçemediğin bir ürün var mı? Dokusunu belirginleştirmek için Sea Salt Texturising Spray kullanıyorum. Saçlarıyla sana ilham veren ikonik birisi var mı? Kesinlikle Brigitte Bardot. Saçlarının seni en mutlu eden tarafı ne? Dalgalı olması çünkü istediğim şekli verebiliyorum. Saçların kötü olduğunda evden bile çıkmak istemeyenlerden misin? Evet, ama eğer gitmem gereken bir yer varsa dağınık bir topuz en büyük kurtarıcım oluyor.

Nina Ludolphi, 30 Moda Editörü Nereye gidiyorsun? Yeni mağazalar keşfetmeye çıktım. Günlük stilini nasıl tanımlarsın? Genelde pastel renkleri ve İsveç markalarını tercih ediyorum. Saçlarını normalde nasıl kullanırsın? Genelde doğal dalgasıyla kullanıyorum ya da sıra dışı bir at kuyruğu yapıyorum. Bugün saçlarını nasıl yaptın? Önce saçlarıma Prep Heat Protection Mist sürüp fönle iyice kuruttum. Önden birkaç parçayı serbest bıraktıktan sonra atkuyruğumu Creative Texturising Glue ile parlatıp sıra dışı bir hava katmak için arka kısmını da topladım. En son ise Creative Extreme Hold Hairspray’le sabitledim. Saçların söz konusu olduğunda vazgeçemediğin bir ürün var mı? Kahküllerimi kendim kesiyorum o yüzden makas elimden eksik olmaz. Bir de saçlarımın parlak görünmesini sağlayan ve buklelerimi kontrol eden Stick It Up Gum favorilerimden. Saçlarıyla sana ilham veren ikonik birisi var mı? Katherine Hepburn ve Vivienne Westwood karışımı bir saç olabilir. Saçlarının seni en mutlu eden tarafı ne? Turuncu rengi ve dalgaları.

CREATIVE

gömlek aslı filinta ceket cos pantolon vsp ayakkabı nike


fıle

Kolunuza taktığınız saatin basit bir tercihten fazlasını temsil ettiği kabulüyle, geçtiğimiz sayıda ilk bölümünü yayınladığımız saat seçkimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. Saat dünyasının gidişatını belirleyen iki önemli fuar, SIHH ve Baselworld’de tanıtılan bu yılın yeni saat modelleri arasından hazırladığımız seçkinin bu bölümüne I harfiyle start veriyoruz. Gelecek ay açılışı R ile yapmak üzere... hazırlayan mehmet sofyalı illüstrasyon güneş engin

IWC Aquatimer Chronograph Edition “Expedition Jacques-Yves Cousteau” Kaptan Cousteau’ya ithafen tasarlanan “Expedition Jacques-Yves Cousteau” kendisinden önceki modellerde de bulunan klasik mavi kadranını koruyor. 44 mm çapında kasasıyla Aquatimer’ın bu yeni üyesi, 300 metreye kadar su geçirmezlik özelliğine sahip. Ancak saatin hayranlık uyandıran asıl detayı, her iki tarafa dönebilen bezelin, saatin iç kısmındaki dalgıç bezelini kontrol edebiliyor olması. IWC bracelet quick-change system kauçuk kayıştan çelik kayışa veya NATO kayışa geçişi zahmetsiz bir hale getiriyor. Saatin arkasındaki Cousteau kabartması ise hoş bir sürpriz olarak sizi bekliyor.

Aquatimer Perpetual Calendar Digital Date-Month Aquatimer serisinin amiral gemisi olarak bilinen ve 49 mm ile IWC tarihinin en büyük ikinci saati olan Aquatimer Perpetual Calendar Digital Date-Month’ın kasası kauçuk kaplama titanyum ve 18 ayar roz altın bezelden oluşuyor. Saate adını veren ay ve tarih göstergelerinin tasarımında denizaltı filtrelerinden esinlenilmiş. Böylece yarı şeffaf göstergeler ile saatin karmaşık yapısı vurgulanmış. Kauçuk ve timsah derisinden oluşan kayış modelin segment algısını pekiştiriyor. Dalgıç saatinde lüksü arayanlar için harika bir seçenek olan bu modelden sadece 50 adet üretildiğini de üzülerek belirtelim.

Jaeger-LeCoultre The Master Ultra Thin Minute Repeater Flying Tourbillon Söz konusu grand complication saatler olunca, Jaeger-LeCoultre konuya kesinlikle yabancı değil. Markanın, hem komplike saat üretiminde, hem de ince kasalı saatlerdeki ustalığını aynı anda yansıtan The Master Ultra Thin Minute Repeater Flying Tourbillon modeli bu yıl Cenevre’de tanıtıldı. 7.9 mm ile minute repeater saatler arasında en ince kasaya sahip bu saatin bir başka özelliği ise flying tourbillion’u bünyesinde barındırması. Otomatik kurulma özelliği ve 41 mm çapında beyaz altından yapılan kasası ile bu saat için kenarda köşede ‘biraz’ para biriktirmiş olmanız gerektiğini hatırlatırız.

Rendez-Vous Night & Day Jaeger-LeCoultre komplikasyon saatlerin yanı sıra kadın saatlerinde de çıtayı yüksek tutuyor. RendezVous Night & Day bu yaklaşımın iyi bir göstergesi, şüphesiz. 29 mm kasaya sahip olan saat, kadranında modele ismini veren şık tasarımlı bir gece/gündüz saat dilimi göstergesi bulunduruyor. Çelik, beyaz altın, roz altın gibi farklı materyallerde kasa çeşitleriyle tanıtılan saatin, 0.60 karata kadar yükselebilen, pırlantalı ve sedef kadranlı tasarımları mevcut. Lüksün temel özelliklerine sahip Rendez-Vous Night & Day, rahat okunabilen kadranı ile de pratikliği elden bırakmıyor.

XOXO The Mag


Panerai Luminor Base 8 Days Acciaio Panerai İtalyan tasarımı ile İsviçre işçiliğini birleştirmeye devam ediyor. Luminor serisi 1950’li yıllarda İtalyan komandoları için üretilen saatlerden esinlenilerek tasarlandı. 8 Days Base, yenilenen Luminor serisinin en temel modellerinden biri. Modelin P.5000 mekanizması, Floransa merkezli marka tarafından İsviçre’de üretiliyor. Manüel kurmalı saat, adından da tahmin edebileceğiniz üzere, sekiz gün enerji rezervine sahip. Sırf bu nedenle bile saygıyı hak ediyor. Kasanın arka kapağı safir cam. Sıkıldığınız zaman saatinizin mekanizmasına bakarak farklı bir dünyaya geçiş yapabilirsiniz.

Luminor Marina 8 Days Acciaio Base 8’de olduğu gibi askeri amaçlara yönelik daha önce 47 mm olarak tasarlanan Luminor kasa, şimdi 44 mm çapında. Bu sayede saat, hem modern ve minimal bir tasarıma sahip, hem de son derece kullanışlı. Paneria’ın temel özelliği haline gelen kurma kolunu koruyan köprü, aynı zamanda saatin 300 metre su geçirmezliğine ve dış şoklara karşı dayanıklılığına katkıda bulunuyor. Saat 9’da bulunan küçük saniye göstergesi Panerai’ın 1940’lı yıllarda İtalyan Kraliyet Deniz Komandoları ile olan işbirliğinden bir mirası. Beyaz kadran ve deri kayış ise, saate 30’ları çağrıştıran bir hava estiriyor.

Omega Speedmaster Mark II Omega’nın klasik kronografı 2014 yılında yenilenerek karşımıza çıktı. Speedmaster’ın ikonik tasarımı, gri kadranı ve fosforlu turuncu kronograf göstergeleri ile renklendi. Üst düzey lüks saatçiliğin spor bir tasarımla buluştuğu saatin Omega 3330 mekanizması, 52 saat enerji rezervine ve kronografın yanı sıra, kronometre ve tarih özelliklerine sahip. Modelin belki de en heyecan verici yanı, safir camın üzerine yerleştirilen takometre ve altına yerleştirilen Super-LumiNova ile doldurulmuş alüminyum çember. Saatinize baktığınızda hız ölçümü yapmak artık çok daha keyifli ve rahat.

Constellation Pluma Constellation Pluma koleksiyonu, Constellation serisinin zarafet çıtasını biraz daha yükseltiyor. Omega’nın 8520 mekanizmalarının kullanıldığı koleksiyonda, 27 mm kasaya sahip modellerin tamamında sedef kadran seçeneklerine sahipsiniz. Saatin bezelindeki pırlanta işçiliği ve kadranın üzerindeki desenler, koleksiyonun adeta bir tüy gibi zarif olmasına özenilerek tasarlanmış. 27 mm kasaya sahip Pluma’lar çelik ve roz altından üretilmiş. Bu noktada size kalan; beyaz, şampanya, altın veya mavi renkli kadranlardan birini seçerek, saatinizin zarafetini kişiselleştirmek.

Patek Philippe 5270G Saatçiliğin zirve noktalarından birine hoş geldiniz. Patek Philippe, standart oluşturan saatlerinden birini daha yeni kadranları ile tanıttı. 5270G-014, sürekli takvim özelliğine sahip bir klasik. Saat Grand Complication serisinde gösteriliyor ve bu durumun hakkını verdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Kronograf özelliğinin yanı sıra, tarih, gün ve atlama yılı göstergeleri, küçük saniye kadranı, takometre ölçeği saatin özelliklerinden sadece birkaçı. Zarif mavi kadran yüksek saatçiliği klasik tasarımla tamamlıyor. Bütün bu özellikler 41 mm çapında beyaz bir kasanın içinde.

5140R Patek Philippe’in 2014 yenilerinden, yine Grand Complication kolesyonuna ait bir yüksek saatçilik harikası daha... 5140R 37.2 mm roz altın kasasıyla, takım elbisenizle çok iyi anlaşmayı vadediyor. Bunun yanında sahip olduğu devamlı takvim özelliği, ay evresi göstergesi, 24 saat göstergesi, size klasik bir tasarımın ötesinde, kolunuzdakinin bir Patek Philippe olduğunu hatırlatıyor. Kasanın arka kapağında iki farklı seçenek mevcut. Arzu ederseniz kasayı tamamen kapatan arka kapak yerine, safir cam kapağı da kullanabilirsiniz. Ve tabii içeride bir adet 240 Q mekanizma mevcut. Tadını çıkarın.

163


Celebrate Creativity

WeTransfer is a file transfer service first and foremost. It was built to get files from A to B with no hassle, no stress and no charge. But it is much more than that. At its heart is a global exhibition of creative talent. In curating the wallpapers and experience you see on WeTransfer today we have built an amazing network of artists, illustrators, entrepreneurs, photographers, shops and artisans. It has allowed us to provide a free tool for our users, but also support the creativity of some incredible businesses and people around the world. And for us, that's a really, really big deal. www.wetransfer.com



FILE

SOME WOMEN OF MIXED MEDIA Deniz Gül, B.i.M.A.B.K.R., sergi görüntüsü, Ekim 2013, Galeri Mana, Sanatçının izniyle. Fotoğraf: Korhan Karaoysal.

hazırlayan müjde metin fotoğraflar özkan önal

Deniz Gül Sence sanat öğrenmemiz için var olan bir şey mi, yoksa sorgulamamız gereken bir şey mi? Bu karşılaştırmayı nasıl yorumluyorsun? Elbette her an yeniden ve yeniden sorgulatan bir yer, bence sanat bir şey de değil; bir an, alan, delik, tanımsız bir karanlığın içinde görmek ve çıplak görmek gibi sözcükler yaklaşabilir belki, bir yolculuk...

görebilmenin önemi var bana sorarsan... Gereksiz bilgilerin, ve deneyimlerin de. Güzel resmin, güzel yazının, güzel insanların ilginç olduğunu düşünüyorum; evet, ama güzellik ve iyiliğin (güzel resmin ve iyi yazarın) ötesinde merak uyandıran, soru sordurtan, meşgul eden bir yerlere gidebilmeliyiz. Burjuva hayatı neden sıkıcı dersiniz? Güzel sanatlar da görsel sanatlar da kıstas değil...

Heykel enstalasyonlarını yazıyla yaratıp, akabinde performansa adapte ediyorsun. Bu süreci nasıl şekillendirdin? Bir süreç kurmadım; dilsiz dili, dil gibi yapılanmış olan bilinçdışını düşünüyorum. Sözcüklerin kabına sığmadığı yerde taşması, nesneleşmesi, mekanlaşması ilgimi çekiyor. Sözcükler benim eskiz defterim gibi, ama çoğu zaman kendi başlarına vücut buluyorlar. Süreç kendiliğinden gelişiyor, mecralar yetersiz kalabiliyor.

Sürreal resimlerin hayat bulmuş halleri olarak tabir edebilir miyiz enstalasyonları? Sen nasıl tanımlarsın? Sürrealizmle ilişki kurduğunu düşünüyorum, evet… Bilinçdışının zamansızlığı, sözcüklerin bittiği yer, sözcüklerin ve formların bir akış halinde düz çizgi ve anlatıdan çıkması -tıpkı rüyalar gibi... Bahsettiğin fikri, içinde süt kaynayan masa (Masa, 2011) ve altını kaçıran, içindeki suyu taşıyamayan leğende (Sızı, 2013) hissediyorum. Kolektif bilinçdışının arketipleri nasıl oluşturduğu, mekanların ve nesnelerin nasıl özneleştiği üzerine düşünceler...

Bu süreçteki unsurlar birbirini tamamlayıcı mı? Birbirlerine ihtiyaçları var mı? Birbiriyle ilişkili ancak birbirlerine ihtiyaçları yok diye düşünüyorum. Çalışmalarının bu çoklu aşamalı halinde, görsel iletişim tasarımı eğitimin nasıl bir rol oynuyor? Sadece bir şey hakkında eğitilmenin hayata dair çok elzem bir ihtiyaç olduğunu düşünmüyorum, ya da şöyle söyleyeyim, bölümlere, programlara inanmıyorum. Keşke bütün programların bütün dersleri herkese açık olsa ve herkes sadece istediği hocalarla istediği konuları çalışsa. Üniversite bir dershane ya da bir kurs gibi, teknik öğrendiğin bir yer, neredeyse... Odaklanmak iyi evet ancak, iyiyle kötüyü ayrıştırarak değil. Parçalı düşünebilmenin, dairesel, döngüsel

Mekanı kullanmadan sanat yapılabileceğine inanıyor musun? Mesela resimlerin de mekanı kullandıklarını düşünüyor musun? Zaman-mekansız bir “nokta” düşleyemiyorum ve soyutlama işte o noktaların en rafinesi. Zaman-mekanların içinde zaman-mekanlar, süzülmüş, sebebinden arınmış, varoluşu kendinin olmuş, kendi tekilliğinde... Gündüz düşlerimde, gözlerimi kapadığımda, bir şeyler yaparken mutlaka bir yerlerde dolanıyorum, genelde sokaklarda... Kendimce kurduğum bir üçgen var; ve bu üçgende mekan, davranış, kimlik birbirleriyle konuşuyor. Peki mekan derken neyi kastediyoruz? Çünkü mekan dediğimiz şey yalnızca fiziksel bir gerçeklik değil, aksine, psikolojik, fiziksel ve bedensel olarak değişken bir formüle sahip.

XOXO The Mag


İrem Tok, “Untitled (Paris)”, books, models, balsa wood, mirror surface paper, 34x15x23 cm, 2014. İrem Tok, “Knockout”, sculpture, polyester arms and boxing gloves, 80x100 cm, 2011.

İ rem Tok Kitapları, sanatsal betimlemelerinle birleştirme fikrine nasıl kapıldın? Kitaplarla çalışmaya öğrencilik yıllarımda başlamıştım. Harflerden, satırlardan oluşmayan, görsel bir dil üzerinden okunan kitaplar üretme fikri vardı. Tarih kitapları, sözlükler ve ansiklopedilerin netliği ve bilgiyi aktarma biçimleri üzerine düşünüyordum. Gündelik hayatta her şey değişip dönüşüyor, tarih yeniden farklı bakış açılarıyla okunabiliyor, dil melezleşiyor, hiçbir şey ansiklopedide okuduğumuz gibi kalmıyor. Bilgiyi verme biçimleri ve didaktikliklerine karşı bir refleks olarak, bu kitapları kesip biçmeye başladım. Ayrıca kitabın taşınabilirliği, kolay muhafaza edilebilirliği de benim için oldukça ilgi çekiciydi, kendimden büyük, taşıyamayacağım işler üretmek istemiyordum. Bir sanat eserini kütüphanede, kitapların arasında saklayabilmek çok sihirli geliyordu. Ama sanırım hepsi apartmanda karşı komşumuzun kapısının önüne çöp olarak eski ansiklopedilerini koymasıyla başladı.

coğrafyaları keşfedip oralardan beslendikçe değişip dönüşüyorlar.

Kitap, kullanmayı keşfettiğin bir obje mi, yoksa senin için artık gerçekten medium haline dönüştü mü? Bu tür kitap heykellerini ilerletmeyi düşünüyor musun? Çalışmalarımda kitapları bir zemin olarak kullanıyorum. Ansiklopedi ve tarih kitapları yaşadığımız tarihin, zamanın dokümanter bir anlatısı olarak zemin oluşturuyor. Ancak ben onları sıyırıp kendi zamanımı yaşadığım anı, bireysel bir göz olarak, bir deneyim olarak üretmek çabasındayım. Bu anlamda yaşadığım keşif aslında, geçmişin tarifi üzerinden şu ana bakmak üzerine oluyor. Bir medium’u, bir alışkanlık haline getirip didaktikleştirmekten kaçınıyorum. Gittiğim yerleri,

Polyester, fotoğraf, lentiküler baskı, obje, animasyon video… Türlü araçlar kullanarak sanatını yaratıyorsun. Peki, resim? Resim bölümünden mezun olmak seni ve üretimini nasıl besliyor? Benim için resim bölümünden mezun olmanın sanatımda herhangi bir etkisi yok. Önemli olan kimle çalıştığınız, nelerden beslendiğiniz ve özellikle öğrenciyken zihninizi açacak bir öğrenme, deneyimleme sürecinden geçmiş olmanız. Yani sizin esnekliğinize bağlı olarak, bulunduğunuz yerden alacağınız maksimum verimi sağlamanız önemli, resim ya da heykel bölümünden mezun olmak çok önemli değil.

Peki, yazınsal çalışmaların ne durumda? Birkaç sene önce “Bulutlar ve Hayalet Nesneler” isminde, yetişkinler için olan ancak masal kitabı estetiğine sahip bir kitap ürettim. Hala yazmaya devam ediyorum ve işlerim de yazdığım küçük öykülerden beslenerek ortaya çıkıyor ve içlerinde o minik öyküleri barındırıyorlar. Mixed media, sanatçıya nasıl bir özgürlük veriyor? Sanat üretiminden bahsediyorsak sınırlardan bahsetmek tutucu bir tavır olur. Çalışırken kendimi malzeme konusunda oldukça özgür bırakmaya çalışıyorum ve bu nedenle farklı medium’lara girip çıkıyorum ama oralara yerleşmemeye özen gösteriyorum. Çünkü üzerine düşündüğünüz her kavram kendi malzemesini yanında taşıyıp getiriyor. Farklı medium’lar kullanmak duyularımı daha açık tutmamı sağlıyor ve bu da algımı, dolayısıyla üretimimi, daha dinamik kılıyor.

167


Gozde Ilkin, ‘TEDBİR TABAKASI / ‘PRECAUTION SET’, 2014 170x246 cm, kumaş üzerine boya ve dikiş/ stitching and paint on fabric.

Gozde Ilkin, ‘MUAMMA ANIT’/ ‘THE CONUNDRUM’, 2014 147x250 cm, kumaş üzerine boya ve dikiş/ stitching and paint on fabric.

FILE

Gözde İ lkin Çalışmalarını kumaş, kanvas, kağıt ve buluntu objelerle yaratıyorsun. Medium’lar seni nasıl çekiyor? Eve ait, yaşanmışlığı olan kumaşları, masa örtülerini topluyorum. Kumaşların üzerindeki geleneksel motifler ve belirli bir dönemi, yaşamı anımsatan kumaşlar ilgimi çekiyor. Satın aldıklarımızdan ziyade kendiliğinden gelen objeler ilgimi çekiyor. Hikayeleri, geçmiş birikintileri ile gelen malzeme üzerine, bugünden bir imge ile yerleştiriyorum. Malzeme ve içerik, birbirini çağıran, iç içe yerleşen, birlikte işleyen süreçler. Kumaşa olan ilgini nasıl keşfettin? Bu medium seni nasıl heyecanlandırıyor? İlk olarak evde, çocukluğumdan kalan kumaşlarla çalışmaya başladım. Perde, masa örtüsü, nevresim gibi evin kimliğini, aidiyet alanlarını işaretleyen kumaşlar üzerine; aile fotoğraflarından seçtiğim görüntüleri yerleştirdim. Sonrasında kumaş, ürettiğim imgeleri sahneleyen bir zemine dönüştü. Malzeme; anımsattığı durumlarla, üzerine gelebilecek olası görüntü ile beni çağırabiliyor; birbirimizin sürecine dahil oluyor, hikayeleri iç içe geçiriyoruz. Bu aynı zamanda beni iyileştiren, dönüştüren bir süreç. Tekniğini geliştirirken resim eğitimin nasıl bir katkı sağladı? Aslında tam tersi bir süreç yaşadım. Kullandığım malzeme ve dikiş dikerek malzemeye dahil olma süreci, öğrenilmiş olana eklendi, fazlalık yapan kalıpların yırtılmasına vesile oldu. Çalışmaların 2. ve 3. boyut arasında duran sınırları zorluyor, yeniden tanımlıyor. Peki sen sanat yaklaşımını nasıl tanımlıyorsun? Objelerden oluşturduğum duvarları ve kumaşların motifleri arasına yerleştirdiğim imgeleri, bir düzenlemeden çok “sahneleme” olarak tanımlamayı tercih ediyorum. Topladığım objeler, motifler, bugüne referans veren imgeler; ana fikri sahneleyen birer karekter olarak zeminde yerini alıyor. Dikiş ile kumaşa dahil olurken; kumaşın gündelik

kullanım alanına, malzemenin yaşamsal sürecine müdahale etmeden onu sunmaya çalışıyorum. Perde, bir sanat objesine dönüşse bile gündelik tanımı devam ediyor. Bu da ürettiğim işleri, sanat ve zanaat arasında; geleneksel olanla bugüne ait olan arasındaki sınırlarda dolaştırıyor. Materyal seçimin, işlerinde, görüntüyü epey etkiliyor. Yani hikayelerinin yanı sıra, görsel algıda yarattığın etki ön plana çıkıyor. Bunu nasıl yorumluyorsun? Sence materyalin dominantlığı bu durumu nasıl etkiliyor? Gündelik kullanımda kaplayan, kapatan; üzerindeki motif ve görsel bilgi ile sosyal sınıf ve kimlik sınırlarını işaretleyebilen bir malzemeden besleniyorum. Üzerine başka bir form eklenmeden, müdahale edilmeden bile, bir sözü bir zamanı anımsatan baskın bir malzemeden... Bugüne ait imgeler ile kumaş üzerindeki geleneksel tekrarı, motife ait yapıyı bozuyorum. Bazen de motifin baskınlığı ürettiğim imgeleri saklıyor. Bu biraz, bazı bitkilerin kökleri ile mantarlar arasında gelişen “mikoriza” ilişkisi gibi; mikorizalar üzerine yerleştikleri köke daha güçlü besin ve mineral sağlarken, bitki ise mikorizalara ev, tutunmak için bir zemin oluşturuyor. Kullandığım malzeme, ürettiğim imgenin evine; tutunduğu bir zemine dönüşürken, imgeler ise motifler arasına yerleşip yeni bir örüntü ve tekrar oluşturabiliyorlar. Malzemenin dominantlığından ziyade, form ve içerik bilgisi ile birbirini destekleyen, birbirine alan açan bir harekete vesile oluyor. Mixed media’yla üretim yapan bir sanatçı olarak, gündelik hayatında objeyle arandaki bağ nasıl? Objeler işaretledikleri zaman aralıkları, olası hikayeleri ve anımsattıkları ile hayatıma ekleniyorlar. Hikayeleri ile gelip, devam eden bir süreci besleyebiliyorlar. Seyahatlerden topladığım mendiller, kumaşların yanı sıra, ülkelere ait damgaları, oyun kartlarını biriktiriyorum. Hayatımdaki her obje üretimimin bir parçası değil tabii. Geçmişten gelen, sürekli yanımda taşıdığım; bir anlamda tılsım, koruyucu ya da birisi olarak gezinen objeler de var.

XOXO The Mag


Ayşe Gül Süter, Zirve, 110x165 cm, Cam üzeri dijital çizim, 2013.

Ayşe Gül Süter Kontekst olmadan bir video üretmek çok zor gibi geliyor. Senden bir ‘video enstalasyonu’ tanımı almak istesek? Her yüzeyi tuval haline getirebilme özgürlüğü... Davet edildiğim sergilerde ilk ilgilendiğim, konsept ve mekan...Ürettiğim işlerde, alanın tavanına, yerine, camlarına, asansöre, yani alana özgü (site-specific) işler üretmeyi seviyorum. Mekanı ilk defa gezerken, konsept bağlamında ilhamlar geliyor ve daha sonra üretim aşamasına geçiyorum. Yerel video üretimiyle uluslararası anlayış arasında bir fark hissediyor musun? Burada videoya karşı bakış açısı ne durumda? Bizde video üretimleri, kamu ile daha az paylaşıldığı için, izleyicinin videoya mesafesi biraz daha fazla. Aynı ilk zamanlardaki fotoğraf sanatının izleyiciyle olan mesafesi gibi. İnanıyorum ki, yakın zamanda bu mesafe katedilecek. Durağan sanat eserleri arasında sana ilham verenler oluyor mu? Durağan gibi gözüküp, duygu ve sezgilerimde hareket yaşattıran çok sanatçı ve eser var. Sanatçılardan, işleriyle karşılaştığımda hep hayran olduğum, Monet, Francis Bacon, Gerhard Richter, Carlos Cruz-Diez, Cy Twombly, Richard Serra, Jean Arp, Jackson Pollock... Son senelerde, videodaki hareketin ve ışığın etkisini, durağan eserlere aktarmak üzerine deneyler yapıyorum. Boyut, hareket, algı ve seyirciyle iletişim... Çalışmalarını üretirken ön planda tuttuğun bir öğe var mı? Hareket, o da sanırım animasyona olan ilgimden dolayı. Ya imge hareket etsin, ya da izleyici mekan içinde hareket edip eserdeki değişim/hareket unsurunu yakalasın. Bu durumu araştırmamdaki asıl amacım, izleyiciye gerçeklik olgusunu sorgulatmaktır. Sanat izleyiciye nasıl bir sorumluluk yüklüyor? Sanatın izleyiciye bir sorumluluk yüklediği, yani izleyicinin gerçeklik

olgusuna karşın sezgileriyle hareket etmesi gerektiği görüşündeyim. Bu durumu oluştururken, kullandığım materyaller sayesinde, katılımcının mekan içindeki konumuna göre şekil ve renk değiştiren eserler üzerinde çalışıyorum. Sanal ortamda yeni algılar yaratan bir birey olarak, gerçeklikle aran nasıl? Yaptığım eserlerdeki ortak unsur gerçekliği sorgulatma amaçlı. Gerçek olarak algıladıklarımız aslında gerçek mi, hayal mi? Genel anlamda algılarımın açık oldugunu hissediyorum, fakat günlük hayatımızda fazla “farkında” olan biri değilim. Bu da beni gerçeklikten uzaklaştırıyor mu, yoksa ona yakınlaştırıyor mu? Veya gerçeklik hangisi? Sezgiler mi, duyular mı gerçek? Ben izleyiciyi sezgilerine yönlendirmeyi kendime daha yakın buluyorum… ‘Analog vs. Digital’ adlı çalışmanda sen kendini hangi tarafa yakın hissediyorsun? Sanat eğitimimde hem analog, hem dijital içerikli üretimlerim iç içe geçmişti; fakat sergilediğim eserler çoğunlukla dijital ağırlıklıydı. Dijital eserlerimde araştırdığım unsur ‘Gerçekliği nasıl deforme ederim?’ idi. İzleyicinin kendi imgesini deformasyona uğrattığı interakif eserler üretiyordum. Daha sonra teknolojinin gelişmesi, telefonumuzdaki Photoshop efektli kameralar, beni ‘Teknolojiyi kullanmadan gerçekliği nasıl deforme ederim?’ sorusuna yönlendirdi. Böylelikle ‘AcidVision’ serisi ortaya çıktı. Yani; gerçekliği çift ve renkli yapan analog aynalar... Aslında içinde bulunduğum teknolojik sınırlara ve ruh halime göre üretimim şekilleniyor. 8 sene önce kağıda çizdiğim dans eden balerini, 5 sene önce 3 boyutlu Motion Capture stüdyosunda canlandırdım. İspanya’da katıldığım karma bir sergide ise, “Analog vs. Digital” eserini, birbiriyle diyalog kuran 2 ekran olarak yerleştirdim. Analog veya dijital olması benim gereçlerim. Beni tetikleyen, hislerimi yaptığım eserlere akıtmak. 169


Ilgın Seymen Günümüzde görsellerin tüketimi hakkında ne düşünüyorsun? İnternetten memnun musun? Mobil cihazlar aracılığıyla, online varlık günlük hayatla iç içe geçtiği için internetin özgürleştirici, demokratikleştirici, birleştirici özelliklerinin reel yaşam demokratikleşmediği sürece, teoride kalmaya devam edeceğini düşünüyorum. Reel hayatı demokratikleştirebilme özelliğinin olduğunu da zannetmiyorum. Şu anki sosyal medya üzerindeki iletişimi kitlesel ve sonsuz bir Meksika dalgası gibi görüyorum. Hayatın her köşesine yayılan tüketim hevesi tabii ki internette de yayılarak büyüyor. Ama bu kullanımın bir yönü. Bu açıdan, internet öncesinden sonrasına geçen genç kuşak olarak, kendi yarattığımız ama kontrolü kimsenin elinde olmayan bir yapının kobaylarıyız. Öte yandan dünyanın bilgisini barındıran ve sürekli büyüyen bu dev arşivden doyasıya yararlanmak benim gibi birçok insan için muhteşem bir durum. Yeni kişisel sergin olan Forever Blind/Sonsuz Körlük’te alışveriş odaklı yaşamla birlikte gelen mutluluk modelini sorguluyorsun. Peki sence sanat ve mutluluk arasında nasıl bir ilişki var (veya var mı)? Christine Ross’un The Aesthetics of Disengagement: Contemporary Art and Depression kitabı, çeşitli sanat eserlerinden örnekler vererek içinde bulunduğumuz depresyon çağından etkilenen sanatçıların bu durumu yansıtan işlerinin toplumsal depresyonu tetiklediği tezini savunduğu kapsamlı bir çalışma. Toplumun içinde bulunduğu anı, zamanın ruhunu deşifre ederek, görünmeyeni gösteren çalışmaların/ sanatçıların bireyler üzerinde etki yaratabildiğini düşünüyorum. Dolayısıyla sanatın; mutluluğu, mutsuzluğu, arzuları, akılcılığı, deliliği ve tüm insani güdüleri tetikleyebileceği kanısındayım.

Çalışma pratiğinde sıkça gördüğümüz, aynı biçimi çoklu kullanarak yarattığın eserler, sence tek başlarınayken, istediğin şeyi ifade edemiyorlar mı? Bu yöntemi seçme sebeplerin neler? Diyelim ki, geniş bir düzlükte ya da boş bir tepede tek bir ağaç imgesine bakıyoruz. Bu imge bizi muhtemelen sükunet, yalınlık, yalnızlık gibi kavramlarda dolaşmaya yönlendirir ve tekliğinden dolayı bir vahşi ormanın kompleks yapısını, kaotik atmosferini çağrıştırması mümkün olmaz. Modern şehir hayatındaki dönemsel ya da anlık zannettiğimiz boğulma, daralma, dağınıklık, kafa yorgunluğu gibi hislerin kaynakları karşımıza tek vücut halinde çıkmak yerine, kum taneleri gibi günlük hayatın içerisine dağılmış oldukları için bunları seçip ayırmak ayrı bir efor gerektiriyor. Bahsettiğiniz çalışmalarda, kendimi böyle bir eforun içine sokarak dağınık parçaları ortak paydalarda toplayıp algılanabilirliğin üstüne çıkan çeşit çokluğunu gösterme yoluna gidiyorum. Tabii bu çeşitlilik hiçbir zaman pozitif bir zenginlik değil. Minör öğelerin majör etkilerinin olduğunu hatırlatmaya çalışıyorum. Metinle arandaki bağı nasıl tanımlarsın? Günlük yaşam içinde çevremde hissettiğim düğümleri, tıkanıklıkları somutlaştırabilmek, kavramlar üzerine kapsamlı düşünebilmek için felsefe, psikoloji, sosyoloji ve bunların alt dallarında yazılmış metinlere yönelirim. Çeşitli alanlarda çalışan eleştirmen, araştırmacı, akademisyen ve düşünürlerin çok iyi yazılmış metinlerini okudukça, okunmaya değer yazı yazabilme ihtimalimden giderek uzaklaştığımı düşünüyorum. Ne yaptığımı, neden ve nasıl yaptığımı açıklamaya çalıştığım metinleri dahi kıvranarak, paket paket sigara içerek yazabiliyorum. Bunun aksine, düşüncelerin iki boyutlu ya da üç boyutlu imge üzerinden aktarımında yaşadığım süreç daha rahat, daha girişken, çok daha akışkan oluyor.

XOXO The Mag

Ilgın Seymen, Cosmopolluters, Kirleten Kozmopolitler, 2014, 50 x 70 cm, Ilgın Seymen, Cosmostic Powder, Kozmostik Pudra, 2014, 21cm x Fine Art print, lazer cut photo block, framed in museum glass. Müze camlı 43cm x 27cm, poliüretan köpük, plastik şişe, silicon boya, sprey boya, çerçeve içinde Fine Art baskı, lazer kesim fotoblok. epoksi yapıştırıcı, MDF raf.

Ilgın Seymen, Future is Yours, Gelecek Senin, 2014, 30cm x 61cm x 71cm, Strafor üzerine ahşap macunu, ahşap tutkalı ve ince çakıl, fotoblok, karton, sprey boya, dijital baskı.

FILE



INTERVIEW/MUSIC

FKJ PARİZYEN MEYVE SUYU

Çok şirin bir açılımı var FKJ’in; French Kiwi Juice. Kendisi de müziği de bir o kadar şeker Fransız müzisyen Vincent’ın. Bilmediğiniz tüm elektronik beat’leri alın, bildiğiniz bütün groove’u üzerine ekleyin, son olarak da üzerine gırtlağın en derinlerinden gelen soul vokal ekleyin. Vitamin değeri çok yüksek değil ama tadı kesinlikle çok lezzetli meyve suyunuz hazır . röportaj gazali görüryılmaz fotoğraf laurene berchoteau

XOXO The Mag


Funk, soul, groove, jazz, hip hop, elektronik ve hatta yer yer house’a bile uzanan, çok sesli, karakteristik ve kendine özgü bir sound’un var. Bu kadar farklı sesi bir arada kullanabildiğine göre yoğun bir müzikal altyapın olduğunu tahmin ediyoruz. Bize biraz müzikal yolculuğundan bahseder misin? Küçükken Pink Floyd, Police ve Queen gibi İngiliz pop grup ve müzisyenlerini dinliyordum. Sanırım bunun da etkisiyle gitar çalmaya başladım ve tabii ki ilk yaptığım kayıt bir Pink Floyd cover’ı oldu. Müziği hep bir keşif olarak gördüm ben, her hareketimde farklı yerlere gittiğim, yeni hislerle tanıştığım, başını sonunu göremediğim bir keşif... Çocukluğum bu şekilde geçti ve sonrasında benim için müzikal dönüm noktası olan jazz, funk ve soul gibi türlerle tanıştım. Dedim ya bu bir keşif; sizi alıp nereye götüreceği belli olmuyor. Hala bu keşfi bir şekilde yaşıyorum.

Şarkı yazım ve kayıt sürecinde, analog enstrümanlarla dijital yazılımlar arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsun? Ben yazılımdan çok donanımcıyım sanırım. Ama tabii ki ikisi arasında, hem kullanım alanları hem de sonuçlarına göre denge kurdum. Şöyle ki; stüdyodayken kesinlikle, gitar, synthesizer, bass ve mikrofon setimi kullanıyorum. Bunlara canlı olarak dokunabilmek ve elle ayar yapabilmek çok daha keyifli. Bunun yanında MIDI controller’ları da çok seviyorum, çünkü çok kullanışlı. Mini bir MIDI controller’ım var ve seyahatlerim sırasında bilgisayarımı açıp müzik yapabiliyorum. Hem zamanı verimli kullanmak hem de atıl vakitlerimi değerlendirmek anlamında bana çok yardımcı oluyor. Fransız müzik sahnesinin kendine has bir sound’u oldu her zaman. Hatta bazı dönemlerde adını müzik türlerine bile verdi. Müziğinde Fransız dokunuşu olduğunu düşünüyor musun? Etkilendiğim müzikler, dönemler ve türlerden bahsederken hiçbir zaman Fransız müzisyen, grup veya akımlardan referans vermiyorum. Ed Banger ekibini, Daft Punk’ı, Cassius’u yıllarca dinledim tabii ki, hepsini de çok seviyorum ama kendi müziğim, tanımlardan oldukça uzak. Müziğimde genel olarak black music etkileşimi daha yoğun, hatta şöyle garip bir şey söylemek istiyorum; Fransız dokunuşu dediğimiz hissi black music’ten ayıramayız, çünkü house müzik bildiğiniz gibi black music’e dayanıyor, french-house da house’un bir uzantısı. Dolaylı olarak benim kendime referans olarak almadığım Fransız dokunuşu da aslında bir noktada aynı groove’dan etkilendi.

Peki bu müzikal çeşitliliğin içinde, sen kendi tarzını nasıl tanımlıyorsun? Eminiz ki zorlanıyorsundur ama bir denemeni istesek... Bunu bana özellikle arkadaşlarım sıkça soruyorlar ve hiçbir zaman yanıtlayamamış olmaktan dolayı kendimi kötü hissediyorum. Fakat şu şekilde özetleyebilirim sizin için; kurduğum ilk müzik grubundan itibaren her zaman funk müziğin içindeydim. Bu durum nedenini bilmediğim bir şekilde, ikinci, üçüncü guruplarımda da aynı şekilde devam etti, ya ben arkadaşlarıma “Hadi funk yapalım.” diyordum ya da benim kafamda bu varken biri gelip bana aynı şeyi söylüyordu. Şu anda bile yaptığım şarkılardaki en belirgin sound funk. Müzik türü olmasının dışında, verdiği histen bahsediyorum aslında burada.

Paris her zaman yaratıcı sektörlerde yer alan kişilere ilham kaynağı olmuştur. Peki senin bu şehirle nasıl bir ilişkin var? Aslına bakarsanız ben Paris’te değil, Fransa’nın orta bölgelerinde yer alan daha küçük bir bölgede doğdum ve yetiştim. Paris’te aşağı yukarı üç yıldır yaşıyorum. Ama işte bu şehrin büyüsünden herhalde, insan hemen kendine Parisli yakıştırması yapıyor. Bu şehrin kendine has bazı özellikleri var. Örneğin ben daha önce hiç büyük bir şehirde yaşamamıştım, Paris de aslında yerleşim olarak o kadar büyük sayılmaz ama bu görece ufak şehrin her noktası, sokağı, barı, galerisi o kadar dolu ki, şehirde yapacak şey hiç bitmiyor. Bu süreklilik ve zenginlik de tabii ki yaşayana ilham veriyor ve onu birçok farklı yönden besliyor. İnsanlar durduğu yerde kendini çok geliştiremiyor, bu nedenle sürekli hareket halinde olmak, yeni yerler görmek, gezmek, dolaşmak lazım. İşte Paris bunların hepsini verebilecek ender yerlerden biri benim için.

Son çalışman Take Out geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Yaratım sürecinden bahseder misin? Mesela işbirliği yaptığın isimleri nasıl seçtin? EP’nin hazırlık aşamasında, hatta henüz fikir seviyesindeyken bile her zaman farklı vokalistlerle işbirliği yapacağımı biliyordum. İlk çalışmamı ise Jordan Rakei ile yaptım. Jordan’a tesadüf eseri soundcloud.com’da rastladım. Önce onu sadece dinleyici olarak takip ettim, sonra da şarkılarımdan birinde yer alması için çalışmalarımı ona gönderdim. İkimiz de aynı heyecanı yakalayınca ortaya ilk işbirliği çıkmış oldu. Higher in Love’ın soul vokalinin sahibi Damon Trueitt ile de menajerim sayesinde tanıştım, YouTube’da Damon’ın bir şarkısını dinleyip, heyecanla bana gönderdi. Onu ilk dinlediğimde sesine hayran kaldım, hiç vakit kaybetmeden de kendisiyle iletişime geçtim. Jordan gibi o da şarkılarımı beğendi ve birlikte çalışmaya karar verdik. Diğer ikisinden farklı olarak, Madelyn Grant direkt benimle irtibata geçti. Çok büyük bir potansiyeli var ve ona bunu kullanması için gerekli araçları sağlamak istedim, sonuç ise tahmin ettiğimden daha iyi oldu.

Yeni Fransız grup, DJ ve müzisyenleri takip ediyor musun? Sanırım son zamanlarda daha çok elektronik müzik sahnesini takip etmeye başladım. Darius, Kartell ve Cherokee en sık dinlediğim ve yeni işlerini takip ettiğim isimler. Bunun dışında artık efsane olmuş Daft Punk gibi Fransız gruplarını da her zaman dinliyorum. Bunlardan biraz farklı olarak Woodkid’in işlerini de çok seviyorum.

Bu vokal aşkı nereden geliyor? Marvin Gaye ve Al Green gibi sesleri dinleyerek büyüyünce, bu vokal aşkının oluşması kaçınılmaz oluyor. Genel anlamda ‘black music’ olarak ifade edebileceğimiz, funk, groove, soul gibi türlerin insanda yarattığı o yumuşak hissin aslında temeli de bu vokaller. Bence vokal, müzikte kullanılabilecek en iyi enstrüman, direkt insanın vücudundan gelen bu ses, şarkıların iskeletini ve ruhunu oluşturuyor diyebilirim. Hem şu anki müzikal kimliğimin oluşması aşamasında dinlediğim müzikler, hem bu süreçte kendi yaptığım şarkılarda en çok beslendiğim duygu hep insan sesi oldu.

Kendini Fransız müzik sahnesinde nasıl konumlandırıyorsun? Bazen kendimi buradan çok uzakta hissediyorum. Bunun nedeni sound’umun farklı olmasından ziyade, yaptığım müziği sanırım içinde yaşadığım şehirle çok da özdeşleştirmemem. Müzik benim için sınırlardan, mekanlardan, ırk, cinsiyet gibi ayırıcı özelliklerden çok uzak. Bu nedenle de zaten kendimi hiçbir zaman Fransız bir müzisyen olarak nitelendirmiyorum. Sadece sevdiği müziği yapan biriyim. 173


trenรงkot rick owens drkshdw/shopi go kemer elif domaniรง ล ort balatt jartiyer elif domaniรง


üst elif domaniç

Leather etc. photographer koray parlak stylist ceylan atınç photographer assistants hakan yakupoğlu, irem bahar stylist assistant dilara takımoğlu hair ferit belli/no.21 makeup erkan uluç/makeup forever ürünleriyle


ßst carven/shopi go etek american retro/shopi go kemer elif domaniç


elbise alexis/v2k designers gรถmlek loft


gรถmlek loft kemer carven/shopi go รงanta alexander wang x h&m


gözlük alexander wang x h&m tunik mehtap elaidi ceket h&m ayakkabı chelsea paris/v2k designers


üst balatt kemer carven/shopi go şort elif domaniç çizme topshop


s端tyen eres pantolon balatt yelek balatt y端z端k bjorg/shopi go


ßst carven/shopi go etek american retro/shopi go kemer elif domaniç


büstiyer elif domaniç jean loft ceket g-star raw deri ceket balatt ayakkabı modele ait


brıefs

Serilerindeki hikayeler her ne kadar fantastik görünse de izleyiciye kendini yakın hissettiriyor. Bir seriye başlamadan önce çıkış noktanı nasıl belirliyorsun? Owl Scout serisi ağırlıklı olarak çocuk hikayeleri ve masallardan esinlenildi. Ben zorlama fikirlerle çalışmayı pek sevmiyorum. Eskiz yaptığım bir defterim ve imaj biriktirdiğim bir kutum var. Genelde fikirlerimi oluşturmamda ikisi oldukça yeterli oluyor. Bazen bir fikir, sonuçlanmadan önce zihnimde yıllarca beklemek zorunda da kalabiliyor.

XOXO ID TODD BAXTER Fotoğrafçı İşlerindeki disiplinlerarası duruş ilk bakışta hemen fark ediliyor. Sence bir fotoğrafçı için bu bir zorunluluk mu? Özellikle lisedeyken; resim, kolaj ve heykel gibi farklı disiplinlerle iç içeydim. Hala işlerimde birbirinden farklı tüm bu disiplinlerin gücünden faydalanıyorum. Hatta sıkça yenilerini eklemeye çalışıyorum. Şu sıralar, 3-D modelleme ile uğraşıyorum. Bana kalırsa bir fotoğrafçıyı özel kılan, kurmaya çalıştığı dili ne kadar yansıtabildiği. Farklı disiplinlerle iç içe olmak ve doğal yeteneğinizi bu güçler ile birleştirmek bana oldukça mantıklı geliyor. Uzun vadede baktığınızda, edindiğiniz ekstra bilgi ve deneyimlerin ne denli etkili olabileceğini daha rahat gözlemliyorsunuz. Kısa bir süreliğine de olsa Orta Doğu, Asya, Afrika gibi farklı coğrafyalarda yaşadın ve çalıştın. Bu süreç işlerine nasıl yansıdı? Bu süreçte daha çok grafik tasarım ile ilgileniyordum. Sanat okumuştum ancak reklam ve grafik tasarım dünyası hakkında pek bir bilgim yoktu. Bu nedenle Chicago’ya gitmeye karar verdim. Farklı kültürlere ait farklı grafik tasarım anlayışlarını her zaman ilgi çekici buldum. Gittiğim ülkelerdeki marketlerden farklı paket tasarımları topluyordum. Sakız, sabun, soda paketleri vs. Project Astoria projesinde yer alan bir karede tarlada duran iki astronotun birinin eline yerleşmiş Arapça metinli bir paket görürsünüz. Bu metnin orjinalinde “Project Moon” yazar. Bu fikri, projeye başlamadan birkaç yıl önce çoktan zihnimde oluşturmuştum -farklı kültüre ait tasarım anlayışlarının bu şekilde entegre oluşu çok hoşuma gidiyor.

Fotoğraflarında Wes Anderson ve Kubrick’in filmlerine çok bariz referanslar mevcut. Bu artistik bir refleks mi? Anderson ve Kubrick favori yönetmenlerim. Filmlerinde görselliğin ne denli ön planda olduğunu hissediyor ve ister istemez bu duruma hızla entegre oluyorsunuz. Çünkü her ikisi de imajların detayları ile fazlaca ilgileniyor ve bu yüzden bu imajları birer hikaye anlatıcısı olmaktan alıkoyamıyorsunuz. Bazı işlerin çok brutal ancak aynı zamanda izleyiciyi tatmin eden bir yanı da var. Bizce bu ortaya koyması oldukça zor bir kontrast, ne dersin? Teşekkür ederim. Doğru dengeyi bulmak için çok uğraştım diyebilirim. Ben öncelikle ilgimi çeken imajlar yaratmaya çabalıyorum. Bana göre, güzel, çirkin, üzgün, neşeli, sessiz, oyuncu, karmaşık vb. birbirinden farklı durum ve kavramları yoğun bir harmoni ile sunan imajlar çoğunlukla ilgi çekici oluyor.

hazırlamıştık. Ayrıca, geriye dönük olarak tüm seriler için özellikle fanlara yönelik unique bir kitap tasarımı da düşünüyorum; hikayeye uygun olarak imajları yeniden ürettiğim daha taze bir seri gibi. Peki yakın dönemde seni neler bekliyor? Project Astoria’nın henüz çok yolu var. Şimdi projenin ikinci kısmı üzerinde çalışıyorum. Çekimleri Chicago’a gerçekleşecek ve Brezilya kolonilerine odaklanıyor olacak. Ek olarak daha fazla motion çekmeye başladım. Eşimle birlikte bu yıl başı itibarıyla bu sürece daha fazla eğilmek ve web serileri yaratmak istiyoruz.

Hikayelerini kitap olarak da görebilmeyi çok istediğimizi söylemeden geçemeyeceğim. Böyle bir niyetin var mı? Eşim Aubrey Videtto, Project Astoria’nın hikayesini kaleme aldı. Bu hikayeleri bir kitap ya da filme çevirmeyi biz de çok isteriz. Aslında Project Astoria’yı zihnimde birçok farklı medyuma oturtabiliyorum. Owl Scouts serisi için de bir film adaptasyonu

A LA PHARRELL Her ay Pharrell ve umulmadık bir markayla yaptığı işbirliğini bu sayfalara taşımak totemlerimizden biri haline geldi. Tabii bu sırada Pharrell’in önündeki sıfatlar listesi de gittikçe kabarıyor ve bu kez listeye yine beklenmedik bir dal ekleniyor. Ladurée ile gastronomik güçlerini birleştiren Pharrell, Parizyen tatlıya ‘all American’ aromalar ekliyor. Şimdilik sadece Ladurée’nin Paris mağazalarında satılacak makaronlar kola ve fıstık ezmeli seçenekleriyle à la Pharrell kervanında sizi bekliyor.

DEDICATED TO YOU Üst notalarda bergamot, karanfil, tarçın, muskat ve safran. Kalpte menekşe frenk üzümü, yasemin ve siyah orkide. Dipte amber, tütün yaprağı, tonka çekirdeği, vanilya, sedir ağacı, laden, vetiver, oud, paçuli, sandal ağacı ve misk. Sizce bu parfüm ne kokardı? Atelier Rebul’a göre tarihi sarayların devasa gökdelenlerle ev paylaştığı İstanbul, tam olarak böyle kokuyor. İstanbul Koleksiyonu’nda nostaljik şişesiyle dikkat çeken Eau de Parfum dışında, daha hafif bir yerlerde gezinmek isteyenler için Eau de Cologne, parfüm ve cilt bakımını birleştirmek isteyenler için Ultra Rich Dry Body Oil ve Enriching Hand & Body Lotion, suya değmesi içinse Liquid Soap ve Shower Gel yer alıyor. İstanbul’un kokusunu kendi evine taşımak isteyenlerse mum ve oda parfümünü denemeye bekleniyor.

XOXO The Mag


@DONALDDRAWBERSTON X COLETTE Instagram’da Donald Robertson’ı takip etmiyor olmanız onun işlerine aşina olmadığınız anlamına gelmez. Zira takip ettikleriniz arasında olabileceklerden Carine Roitfeld, Net-A-Porter’nin kurucusu Natalie Massenet ve Mira Duma sık sık Donald’ı regram’lamakta. Geride bırakmak üzere olduğumuz yılın en hızlı yükselen sanatçıları listesinde de hızla yükselmeye devam eden Donald, bilene bilmeyene işlerini göstermek için en iyi yolu seçiyor ve bir sene sonu işbirliğine yelken açıyor. Smashbox ve Colette’le güçlerini birleştiren sanatçı sınırlı sayıda üretilip Colette’te satışa sunulan biz kozmetik serisinin tasarımlarına imza atıyor. Donald’ın ikonik dudaklarına artık bir adım daha yakınsınız.

IT’S BETTER TO BE 3D 1989 yılından günümüze ‘sadece ürün’ felsefesiyle üreten G-Star, yaratıcısı olduğu üç boyutlu denim kavramını odak noktası haline getiriyor ve 1996 yılından itibaren ham denim kumaşına odaklanıyor. Vondelpark ve Rijksmuseum’un kokusunu üç boyutlu denim anlayışıyla harmanlayan marka, vücudun devinimlerini çarpıcı bir şekilde kalıplarında kullanıyor. Tabii bu devrimsel tasarım piyasaya sürüldüğünden bu yana 13 milyondan fazla satarak denim tarihinde ikonik mertebesine yükseliyor. Baş tasarımcı Pierre Morisset tarafından tasarlanan G-Star Elwood, 2000 yılında yine Morisset tarafından derin ve eğik siluetiyle bilinen A-Crotch modeline evriliyor, 2009 yılındaysa marka Arc modelini kullanıcısıyla tanıştırıyor. Geçtiğimiz yıl da G-Star, üç boyutlu tasarım anlayışını bir adım daha öne taşıyıp Type C modelini incelen kalıbı ve büyütülmüş arka cepleriyle, familyası içerisinde en özgür kalıp olarak karşımıza çıkarıyor. İkinci boyuttan sıkılanlara gelsin.

THE FLOW Louis Vuitton ve Juergen Teller aralarında kıvamı tutan bariz kimyayı 2015 İlkbahar-Yaz sezonuna da taşıyor ve markanın Paris şovunun hemen ardından Nicolas’ın Juergen gözünden kadrajlarını paylaşıyorlar. Koleksiyonu güneşli bir Paris havasına adayan çekimdeki detaylar Louis Vuitton’un güncel bağlamdaki klasik anlayışının görsel tercümeleri. Projenin kod adıysa ‘The Flow’. Kadife önümüzdeki sezon gardırobunuzdan eksik olmasın, tabii mümkünse Nicolas’ın Louis Vuitton monogram topukları da...

185


brıefs

çirkin addediyorsanız zaten bu dünyada uzun bir ömrünüz yok demektir. XOXO ID FRIDA WANNERBERGER İllüstratör İllüstrasyon mu fotoğraf mı yoksa video mu daha çok Frida gibi hissettiriyor? Çoğu zaman sadece bir şeyler denediğimde kendim gibi hissediyorum. Bir yerlerden bir fotoğraf kesip onun başka bir mecrada nasıl durduğunu merak ederken yaptıklarım, kısaca oynadığım zamanlar bana en çok Frida gibi hissettiren anlar. Sınırları olan bir iş yaparken çok zorlanıyorum. İşlerimin birçoğunun özünde illüstrasyon var ve düz, kimseyle iletişime geçmeyecek bir illüstrasyon çizdiğimde çok mutsuz hissediyorum. Yarattıklarının hiçbiri güncel moda kurallarına itaat etmiyor, ama yine de işlerin A Magazine Curated By ya da Showstudio gibi mecralar tarafından talep ediliyor. Bu ironinin sebebi ne sence? Çizerken hissizleşiyorum, aklımda karakterlerimin neye benzeyeceği hakkında kodlamalar olmuyor. Ama sonunda, güzel görselleri olan güzel karakterler çizeceğimi biliyorum. İnsanların yüzlerinin kendileriyle ilgili her şeyi yansıttığını da düşünmüyorum. Onları oluşturan şey yürüyüşlerinden konuşmalarına, saçlarının kalitesine kadar uzanan koca bir bütün. Doğru konuşmak gerekirse etrafımızdaki birçok insan da konulan bu güzellik kurallarına uymuyor ama bütün gün “etrafımda ne kadar çirkin insan var” düşüncesiyle gezinmiyorum. Eğer güzellik normlarınızı sadece dergi kapaklarına göre belirliyorsanız ve bunların dışındakileri

Miuccia Prada, “Çirkin olan çekici ve heyecan verici, belki de daha yeni olduğu içindir.” diyor. Senin çirkinlikle ilişkin nasıl? Çirkinin sınırları daha fazla zorladığı kesinlikle doğru ve bu olgudan uzun zamandır insanların kaçındıklarını da varsayarsak, şimdi gün yüzüne çıktığında kesinlikle yeni hissettiriyor. Çirkinin neden çirkin olduğuysa cevaplanması oldukça zor ve enteresan bir soru. Çirkinlik olgusu henüz işlenmediğinden yoruma çok açık, mükemmelleştirilmediğinden ise angaje olmaya çok açık. Bence çirkinin heyecan verici olmasının yegane sebebi de bu. Estetiğinin sınırlarını nasıl belirledin? 12 yaşımdayken günlerimin yarısını, annemin getirdiği Vogue İtalya’nın sayfalarına tekrar tekrar bakarak, diğer yarısını da erkek kardeşimle video oyunu oynayarak geçirirdim. Bilinçaltımda o günleri çalkalayıp üzerine biraz da duygu ekleyerek şu anki estetiğime ulaşmış olabilirim.

Son zamanlarda gördüğün en iyi sergi kimindi? Geçtiğimiz Bahar gördüğüm, Tate’teki Matisse sergisinin etkisinden hala çıkabilmiş değilim. Hala düşününce mutlu oluyorum. Bunun yanında Maria Kalman’ın işlerinin de hayranıyım. Minik bir ayrıntı daha, çoğu zaman Hergé ve Tim Burton’ın çalışma metotlarından ilham alarak çiziyorum. Bu sabah uyandığında ilk ne düşündün? Yatmadan önce yemediğim mısır gevreklerini kahvaltıda bitirebileceğimi. Londra yaratım sürecini nasıl etkiliyor? Birçoklarının aksine ben Londra’da yaratmanın daha zor olduğunu düşünüyorum. Benim için işin zorluğu biraz da alanımın darlığından kaynaklanıyor. İsveç’teki yazlığımızda çalışmak için güzel bir alanım var, dolayısıyla kendimi orada kesinlikle daha yaratıcı hissediyorum. Tabii Londra beni mental olarak daha aktif kılıyor, ilham verici ve bir o kadar da akıllı insanlarla çevrili olmak farklı yaratıcılık kıvılcımları saçmama sebep oluyor. Peki bir günlüğüne Londra’da olsaydık bizi nereye götürürdün? Güne kesinlikle, Doğu Londra’daki milyonlarca keyifli kafeden birinde kahvaltı ederek başlardık. Ardından Somerset House’a gidip, var olan sergileri gezer, kitapçısında biraz takılır sonra da orada bir kahve içerdik. Sonrasında Rosetta taşını görmek için British Museum’a giderdik. Günü bitirmeden önce de muhtemelen birkaç sanat galerisine daha gider ve Doğu Londra’ya geri dönüp müzik eşliğinde içki içerdik. Bu aralar çalışırken neler dinliyorsun? Sabah ve akşamları klasik müzik dinliyorum. Gün içerisindeyse, modadan casusluğa kadar uzanan radyo belgeselleri dinliyorum. Radiolab’in yayınları süper, iTunes U app’in de harika konferansları var. İşinin en sevdiğin yanı ne? İnandığım şeyleri yapabiliyor olmam. Bunun yanında dünyanın farklı yönlerini keşfediyor, öğreniyor ve bu minvalde yaratıyor olmak da harika. Peki ya sevmediğin yanı? Birçok yaratıcı insan gibi zamanının çoğunu kafanın içerisinde geçiriyorsun. Bu da zaman zaman yalnız hissetmene sebep oluyor. Kaos mu yoksa sadelik mi sence daha ilham verici? Bir süre önce şu kişilik testlerinden birini yapmıştım, %56 kaotik ve duygusal %49 bilimsel ve düzenli bir yapım varmış. Yaşım ilerledikçe de iki tarafa doğru da genişlediğimi hissedebiliyorum ama yüzdesi düşmüş olmasına rağmen kaos hayatımda kendini oldukça baskın bir şekilde hissettiriyor. Sorunun cevabına gelince, sanırım hep düzenli biri olmak istediğimden, sadelik bana her daim daha ilham verici geliyor.

XOXO The Mag


PICASSO AND THE CAMERA “Mosqueteros” (2009), “Picasso: The Mediterranean Years (1945–1962)” (2010), “Picasso and Marie-Thérèse: L’amour fou” (2011), ve “Picasso and Françoise Gilot: Paris-Vallauris 1943–1953” (2012) serilerinin ardından Gagosian Gallery 5. büyük Picasso sergisini izleyiciye açıyor. Bernard Ruiz-Picasso işbirliğiyle kurulan serginin küratörlüğünü ise Picasso’nun biyografilerini kaleme alan John Richardson üstleniyor. 20. yüzyılın en çok fotoğrafı çekilen figürlerinden biri olan Picasso, evinde ve stüdyosunda çekilen, ilk yıllarından Paris’teki son yıllarına kadar uzanan bir retrospektifle Picasso and the Camera adlı sergide arzıendam ediyor. Fotoğrafçı koltuğu ise Jean Cocteau, Cecil Beaton, Man Ray, Lee Miller, Edward Quinn, Jacques-Henri Lartigue, Lucien Clergue, Michel Sima, ve Arnold Newman arasında sürekli değişiyor. Sergi, yolu New York’a düşenleri 3 Ocak 2015’e kadar, 522 West 21st Street adresinde bekliyor.

“À BOUT DE SOUFFLE”

FOR FACE, BODY AND HAIR Eğer yağlarla arasını iyi tutan biriyseniz tek bir ambalajla birden fazla işi halledebileceğinizi fark etmişsinizdir: Kuruyan ya da elektriklenen saçlara acil çözüm, nemsiz kalmış bir cilde takviye, tırnak çevresi, el ve ayaklara yumuşak bir dokunuş, ağır bir makyajı temizleme çabaları… Aromaterapinin Fransız ekolünden Darphin, The Revitalizing Oil ile tepeden tırnağa şımartan bir deneyim sunuyor. İçeriğinin %98’ini 4 esansiyel, 9 değerli bitki özünden alan bu yağ, aroma olarak ylang ylang’ın şehvetli notalarını, gül ağacının ipeksi ve sakinleştirici etkisini, yaseminin enerjisini ve lavantanın ferahlığını sahipleniyor. Cildin doğal bariyerini güçlendiren, denge sağlayan bu yağı, avuç içinizde birkaç saniye ısıttıktan sonra aromasını derin derin içinize çekin ve ardından gerekli bölgeye uygulayın. Donuk ve hassastan, sağlıklı ve parlağa terfi edin.

187

Guerlain, kült esanslar konusunda hiç sıkıntı çekmeyen bir marka. Öyle ki bu seçkin parfüm evinden çıkan her yeni kokunun, seneler öncesinden kalma bir klasik olduğunu sanmanız kuvvetle muhtemel. Bu kez, tahmininizde yanılmıyorsunuz, çünkü gerçek bir vanilya şaheseri olarak tanınan Shalimar, Thierry Wasser’in yorumuyla yeniden sahneye çıkıyor. Zarif bir floriantal olarak tarif edilen Shalimar Souffle de Parfum, bağımlılık yapan bir kimliğe sahip. Mandalina, bergamut ve limonla yaptığı açılışını, tensel kıvrımlarla çiçek açan bir kalple yani sambak yasemini ve portakal çiçeğiyle devam ettiren parfüm, vanilya, beyaz misk ve paçuliyi dip notalara saklıyor. Hükümdar Shah Jahan ve Prenses Mumtaz Mahal’in aşkını saklayan Shalimar bahçelerinde, bu kez sarhoş edici, iz bırakan bir gündüz düşü yaşanıyor.


brıefs BENDING THE RULES Tüm kadınların maskara sürerken neden ağızlarını açık tuttuğu ya da kafalarını hafifçe yana eğdiği henüz çözülememiş bir sır. Lancôme’un yeni maskarası Grandiôse, kuralları baştan yazıyor. Sonsuzluğa uzayan kıvrık kirpiklerin sırrını kuğu boynu misali kıvrık bir fırçada arıyor. Kirpiklere farklı açılardan ulaşım imkanı sağlayan fırçası gözün doğal yapısına uyum sağlayan, yelpaze etkili bu maskarayı sizin için çocuk oyunu haline getiriyor. Bu oyunda yalnız da değilsiniz üstelik: Büyüleyici gözleriyle Pénélope Cruz, dünyanın en güzel kadınlarında bile doping etkisi yaratan ikili Mert ve Marcus da sizinle.

SNOWDON: A LIFE IN VIEW 1960’ların en göz kamaştırıcı fotoğrafçı ve film yapımcılarından olan Lord Snowdon ve işleri Rizzoli ev sahipliğinde kutlanıyor. Kraliçe Elizabeth II’nin kız kardeşi Prenses Margaret’in eşi olan ama asla aristokrasinin işten uzak kalma haletiruhiyesine yakalanmayan Snowdon kariyeri boyunca, Sunday Times’taki artistik danışmanlığının yanında fotoğraflarıyla Vogue ve Vanity Fair’in de katkıda bulunanlar listesinde arzıendam etti. Haliyle moda dünyasının da star isimlerini objektifi karşısında ağırlayan Snowdon’ın kitabında sayfaları çevirdikçe tanıdık isimlerin tanımadığınız hallerine rastlayacaksınız.

XOXO The Mag


SKIN FIRST MAKEUP SECOND Hepimiz bunu beklemiyor muyduk? Blogosferin aykırı güzellik elçisi Emily Weiss’ın emoji ve yapıştırma destekli, yeni markası Glossier, bu işe pek de acemi bir kişinin elinden çıkmış gibi durmuyor. ‘Önce cilt sonra makyaj’ ilkesine uyarak açılışını nemle parlayan sağlıklı bir cilt yaratmak amacıyla kullanabileceğimiz Phase 1 Set’le yapan Weiss, aloe vera, gül ve -tuhaf geleceğini biliyoruz ama- cilde ultra nem veren bir mantarla başbaşa geçirdiği, Pantone kataloğunda yaşadığı kararsız dakikaları bizlerle an be an Instagram hesabından paylaşıyordu zaten. Pembe çantasının şimdiden New York’taki en hip partilere katılmaya başladığı bu setin içinde, dokusu ve kokusuyla dikkat çeken bir adet Soothing Face Mist, ‘acaba bugünlük sadece nemlendiriciyle mi yetinsem’ sorusunu sorduran bir adet Priming Moisturizer, vazgeçip daha fazlasının gerektiğine karar verilirse ihtiyaç anında hayat kurtaran bir adet Perfecting Skin Tint ve son olarak Weiss’ın Fransız eczanelerinin altın ürünü Homeoplasmine’e özenerek yarattığı Balm Dotcom yer alıyor. Henüz birincinin tadını tam olarak çıkaramadan, Glossier’in ikinci fazını merakla beklemedeyiz.

YES I’M FRENCH 2011’de evde başlayan sweatshirt tasarımlarını iki sene içerisinde uluslararası başarıya sürükleyen Yes I’m French, takvimler 2014 Sonbahar-Kış’ını vurduğunda edinilmesi gerekenler listesine terfi etti. İlk günlerine göre artık daha feminen ama hala spor göndermeleri içeren tasarımlar asla hayvan derisi kullanmıyor ve hayvan haklarına koşulsuz saygı duyuyor. Yeni sezon için gidiş dönüş Paris-Seoul seyahatini ilhamı belleyen markanın metalik ‘brown bag’leri favorileriniz arasında yerini alsın.

BYREDO X LE BON MARCHÉ Ben Gorham, Paris’in seçkin alışveriş mabedi Le Bon Marché’nin 160. yılını yepyeni bir kolonya ile kutluyor. Eau de Cologne 160, sınırlı sayıda üretilen 60 şişelik bir kutlama hediyesi. Tek tek elle numaralanan ve sadece doğum günü çocuğunun mekanından elde edebileceğiniz bu esansın tabii ki sıradanlıkla uzaktan yakından alakası yok. Tütsü ve ak cevizi, yeşil ve parlak bir çerçeveye yerleştiren Gorham, bir tutam biber ve bir tutam keskinlik kattığı 160’ı her zaman olduğu gibi kadın erkek ayrımı yapmaksızın kendisine ilk olarak kucak açan bu zamansız stil kurumuna ithaf ediyor.

189


brıefs bende bir tokat etkisi yaratmıştı. Bir de Sergio Leone’nin Bir Zamanlar Amerika filminin evdeki Betacam kasetini kırana dek izledim. Bir Zamanlar Amerika’yı 60 dakikalık kasede kaydetmiştik. Yüzlerce kez izledim fakat sonunu ancak yıllar sonra görebildim. 15 yaşında, deneysel sinemaya yatkın olan ve video art’a meydan okuyan yönetmenlere ilgim arttı. Mike Figges, Steve McQueen de diğer ‘ilk tokatlarım’dır. İmajlarla nasıl bir ilişkin var? ‘Takıntılı’ ya da ‘mesafeli’ gibi tanımlayabileceğin bir ilişki söz konusu mu? Beğendiğim bir filmin ya da videonun yaratım sürecini birçok kez izleyerek, anlayana kadar takıntıyla izlerim, takip ederim. Bir matematik formülünü severek çözmek kadar doğal benim için bu takıntı. Sevdiğim bir filmin ana yapısını çıkartmamı sağlayan bu takıntılı halinin, sonraki süreçte bundan bir ders çıkartmama olanak tanıyacağını düşündüğümden, bu noktada bir mimar gibi çalışmayı seviyorum. Bu süreç kafamdaki müziği, yaratmak istediğim senaryoyu yazana, çözene dek sürer. Mesafe de eserin, senaryonun nefes alması ve tekrar üstünde çalışmak için en iyi teneffüstür.

XOXO ID AZRA DENİZ OKYAY Yönetmen Hikayelerini anlatmaya ne zaman başladın? Halihazırda devam eden bu anlatım sürecinde dönüm noktaların neler oldu? Sessiz ve içine kapanık bir çocuktum. Bu benim insanları ve olayları daha çok izlememi de sağladı diyebilirim. Dış dünyamı tekrar yaratmamı ve güçlendirmemi sağlıyordu, kendi kafamda filmler yaratmak beni rahatlatıyordu. Ailem beni çok sessiz olduğumdan, üç yaşından başlayarak ısrarla sinema festivaline götürüp, ilk klasiklerimi izlememi sağladı. Sıkılırsam en kötü uyuyakalıyordum ki genellikle cin gibiydim. Annem, bir yazar olarak benim en büyük öğretmenim, hatta ustamdır diyebilirim. Bakmak ile görmek arasındaki ince çizgiyi fark etmemi sağlayan da odur. Projelerimi ortaya koyarken, herhangi bir süreçte onunla paylaşımda bulunmak ve tartışmak en büyük zevklerimden biri. Seni çok etkileyen, hayatına ya da mesleğine yön veren bir film ile karşılaştın mı? Beş yaşında izlediğim Çingeneler Zamanı ilk hatırladığım filmlerden biri. Karakterin adı Azra olduğundan biraz takıntılı davrandım ancak bundan da ziyade filmin görselliği

Fransa’da kaldığın dönem nasıldı? Paris, üretiminde ne tür izler bıraktı? Paris’te öğrenciyken, derslerimi asıp sinemaya giderdim. Evim çok soğuk olduğu için afişine bile bakmadan, sık sık klasik filmlerin sergilendiği sinemaya giderdim. Bizde ne sinematek ne de klasik sinema izleyebilecek yer olmadığından etrafta ne bulursam izlerdim bir nevi. Daha çok reklam çekimleri bulmaya başlayınca Michel Gondry’nin ekibine dahil oldum ve birçok reklam, klip çekimi ve post production çalıştık. Ekip, okulda öğretilenlerin dışında daha hiperaktif ve kreatif olmamı sağladı. O dönemde banliyölerde isyan vardı, en yakın arkadaşım Sosyoloji okulunda derslere kaçak girmemle birlikte toplum bilimine daha derin bir ilgi duymaya başladım ve dersleri takip ettim. İçimdeki bu hiperaktivite asıl orada gelişti.

yazmak 8 ayımı aldı çünkü hikayenin matematiksel işleyişiyle, bir bütün haline gelebilmesi gerekiyordu. Kurgu ve rengi tamamlasanız dahi, jenerik hallolana dek gerçek anlamda hiçbir şey tamamlanmış sayılmaz. Hepsi kendi içerisinde bir eser olacak şekilde kurgulanmalı. Video art içinse genelde tek bir fikrin peşinden gidiyorum. Her gün yeni bir katman deniyorum. Sinemada böyle değil. Çünkü, bu yapıda baştaki ve sondaki cümleyi düşünerek senfoniyi yaratmanız gerekiyor.

‘PRIZMA SCREENING #1’ kapsamında ağırlıklı olarak oto-sansürü irdeleyen ve belgesel tarzda işlerin sergileniyor. Hikaye anlatıcılığı ile sosyal gerçekçi nokta arasındaki dengeyi nasıl sağlıyorsun? İşlerinin ‘tamamlandığına’ nasıl ve hangi noktada ikna İşlerim bir olaylar zincirinden ya da bir tarihi dönemden oluyorsun? ortaya çıkabiliyor. Bu nedenle işlerimi, o an yapmam Filmin senaryosunu yazarken kurgusunu, neden onu gereken bir video ya da belge gibi tasarlıyorum. 1 sene yazdığımı, formunu düşünüyorum. Küçük Kara Balıklar’ı sonra baktığınızda bile o videonun gerçekçiliği daha da önemli olabiliyor. Videonun kendisi, belki de bir belgeye dönüşüyor, bu yüzden belgesel olarak da görülebiliyor. Sonuçta olayın kurgusu sanatçıya ait ve akıcı bir dile ulaştığınız anda bu denge bir gerçekliğe oturabiliyor. Sana göre video işlerin sanatçı açısından en motive edici yanı nedir? Tıpkı çocukken çizmeye bayıldığımız resimler gibi, videonun da paletinin çok geniş olduğunu düşünüyorum. Diğer yandan bir mimar gibi her şeye hakim ilerlemelisiniz ki aklınızdaki yapı değişik materyallerden oluşsun. Bu yüzden video ve sinemayı daha uzun bir süre yapacağımı düşünüyorum, çünkü benim işlerimde ikisi birbirini tamamlıyor. XOXO için bir film önermeni istesek? Shohei İmamura’nın pek bilinmeyen filmi Nippon Konchuki. EASTPAK ARTIST STUDIO

GET YOUR CUIR(ON)

Eastpak, tasarım dünyasının yıldızlarını bir sınıfta toplayıp, ikonik modeli üzerinden yaratıcılık sınavına tabi tuttuğu Eastpak Artist Studio’yla bu sene kansere karşı da savaşıyor. Sınıfta bu yıl, KRJST, Manolo Blahnik ve Walter Van Beirendonck var. Tasarımcıların yaratımlarıysa 1 Aralık 2014, Dünya Aids Günü’nde açık arttırmayla satışa sunulacak.

Deri akorlarının revaçta olduğu şu dönemde Helmut Lang’in 2002 tarihli Cuiron parfümünü yenilemesine ve bizim de bu -her anlamdaminimalist yaklaşıma kendimizi pek yakın hissetmemize şaşmamak gerek. Françoise Caron yorumuyla bergamot, mandalina, pembe biber, Çin tarçını, deri, havuç tohumu, olibanum, laden reçinesi, buhur, amber çiçeği ve sedir gibi ilginç bir ham madde listesine kavuşan parfüm, bu kez isminden ‘pour homme’ ünvanını da atıyor ve aynı sahibine yakışan ‘sek’likte karşımıza dikiliyor.

XOXO The Mag


TURNER PRIZE AT TATE BRITAIN Bu yıl 30.’su düzenlenecek Turner Prize, malumunuz 50 yaşının altındaki sanatçıları odağında tutuyor. Bu yıl 17 Nisan’a kadar izleyicisini göze çarpan bir sergiyle karşı karşıya bırakan sanatçılara yönelen ödülün listesinde, Duncan Campbell, Ciara Phillips, James Richards ve Tris Vonna-Michell var. Kazananın 1 Aralık’ta açıklanacağı sergi, 4 Ocak’a kadar Tate Britain’da izlenebilir.

TOM SAYS PATCHOULI WE SAY YES PLEASE Kadın ve erkek tarafından aynı anda kullanılabilirken iki tende bambaşka kimliğe bürünen tek bir bitki var, o da afrodizyak etkileriyle nam salmış paçuli. Tabii ki tutku, iştah ve seksten bahsedip Tom Ford’u oyun dışı bırakmak mümkün değil. Tasarımcının son olfaktif bombası, paçuliye yapmış olduğu bir övgü adeta. Karanlık duygularla bağdaştırılan paçulinin 3 farklı versiyonunu birleştiren parfüm, koyu renkli aromatik notalar, ona canlılık ve zıtlık katan defne yaprağı, biberiye ve yosunun ipeksi dokunuşu ile kapılarını açıyor. Kışkırtıcı odunların sarmaladığı esans, dumanlı guayak ağacı, su kamışı, menekşe ağacı ve ince kaşmir ağacının etkisi altında. Kalpte yatan paçuli, kendini Mr. Ford’a uyarlıyor ve yeşil bir kökten ziyade sıcak ve odunsu bir öz portresi çiziyor. Tonka çekirdeği, amber, misk, yumuşatılmış derinin birleşimiyle ten ısrarcı ama pervasız bir cazibeyle sarılıyor.

STELLA’S RIDE İki İngiliz, Paris Fashion Week öncesi buluşur ve hem moda hem de otomobil dünyasını bir süre meşgul edecek bir işbirliğinin duyurusunu yaparlar. Cümledeki öznelerden biri Stella McCartney diğeri de Jaguar’ı göstermekte. FEEL XE kampanyası için, otomobili, nevi şahsına münhasır süper kahramanlara bürüyen Stella, bu modern İngiliz işbirliğini Paris sokaklarında görmek için can attığını söylüyor. Jaguar da tabii hem bu cüretkar adımıyla hem de zamanlama stratejisiyle kazandığı puanlarıyla otomobil seven sevmeyen herkesin ilgisini üzerinde toplamayı başarıyor.

191


Just Arrived in NY

photographer alina stylist kate carnegie/link management makeup kim weber hair michiko boorberg model veronika vilim/wilhelmina


tişört topshop pantolon tome ayakkabı h by hudson ceket made gold




gözlük carl zeiss optics elbise marie hell pantolon tome ceket made gold ayakkabı h by hudson




gĂśmlek made gold Ĺ&#x;ort made gold


elbise mimi prober ceket made gold




端st pas de calais etek made gold


羹st pas de calais etek made gold ayakkab覺 h by hudson



SET UP

Banu Kent

der-liebling

Banu Kent, Amsterdam Fashion Institute’da moda yönetimi üzerine eğitim aldıktan sonra, 2011 yılında İstanbul’a dönüyor, ve böylece bir noktada fikirlerine form verme çabasına giriyor. Seyahat ettiği süreler boyunca da, keşfettiklerinin nasıl bir şekil alacağını anlamaya çalışarak, 2012’de neticeyi buluyor; der-liebling. Dikiş, örgü ve dantele dayanan ilgi köklerinin de desteğiyle, zanaate yönelerek, der-liebling adındaki mücevher markasını kuruyor. Koleksiyonlarındaki her tasarımı, el işçiliğiyle üretiyor. Geometrik kesimlerine aşina olacağınız Banu’yla tanışmadan evvel, aklımıza gelen bir kübik öneriyi de mücevherlere iliştirelim; konuyla aranıza koyduğunuz prizmanın, değişkenliğinizi filtreleme riski her zaman vardır, ‘always prism yourself.’ hazırlayan müjde metin fotoğraflar özkan önal

XOXO The Mag


soldan sağa: 1. Kuş tüyü 2. Antep makası 3. Deniz kabuğu 4. Celebia bilezik 5. Deniz kabuğu 6. Stag bileklik 7. Amethyst pyramide bilezik 8. Pergel 9. Doğal taşlar 10. Kağıt ağırlığı 11. Köpek balığı çenesi 12. Boncuk işlemeli hayvan 13. Makas 14. Stag head kolye 15. Stag head medium kolye 16. Stag head small kolye 17. Celebia bilezik 18. Mıhlama aracı 19. Çekiç 20. Deniz kabuğu 21. Makas 22. Kıl testere 23. Celebia bilezik 24. Stag pearl kolye 25. Kuş tüyü çerçeve 207


XOXO’nun mekanınıza gönderimi için mail atın: 123@coistanbul.com

7GR 37B 40 48A LOUNGE 180 COFFEE BAKERY 360 400DERECE ALL SPORTS ARTNEXT ARZU KAPROL ARKA ODA AŞŞK CAFÉ AYI BABYLON BACKHAUS BAHAR KORÇAN BALKON BALTAZAR BAYLAN BEBEK KAHVE BEJ CAFÉ BEYMEN BLENDER BIS WEAR BİSANFA BRASSERIE BLOOM BUTİK BUKA BREAD & BUTTER CAFÉ FİRUZ CAFÉ NERO CAHİDE CASİTA ÇELLO CEZAYİR CHERRY BEAN ÇEKİRDEK ÇOKÇOK THAI COOK SHOP CORVUS WINE & BITE COS COUPLE LUNCH PUB CREMERIA MILANO İSTANBUL CULINARY INSTITUTE CUPPA CAFÉ DA MARIO RISTORANTE & PIZZERIA DAI PERA DELICATESSEN DELIRIUM DEM CAFÉ DEN CAFÉ DERIN DESIGN DIVAN DIVANE DIZZIA CAFÉ ECE AKSOY EGERAN GALERİ ESMOD FERAHFEZA FLAVIO FOUR SEASONS BOSPHORUS GALATA NO:5 GALATA BRASSERIA GALERİ ZİLBERMAN GALERİST GARAJİSTANBUL GEYİK GEZİ İSTANBUL GRAM GROOVE GÜNSELİ TÜRKAY H&M HABİTAT HAPPILY EVER AFTER HARDAL HARVARD CAFÉ HATİCE GÖKÇE HELVETİA HERA HILLSIDE CITY CLUB HOME ROOM HÜNKAR İSTANBUL MODA AKADEMİSİ İSTANBUL SETUP İSTİKAMET KARAKÖY JAMIE’S JOURNEY JUNO KABİNE NADİRE KAFİKA KAHVE ALTI KAKTÜS KAHVESİ KANTİN KARABATAK CAFÉ KARE ART GALLERY KARGA KASABIM KİKİ KIRINTI KOBİ KOMODOR KÖŞE BRASSERIE KRONOTROP KULİNATA KULP LA BRISE LE PAIN QUOTIDIEN LEB-İ DERYA LOKANTA LES BENJAMINS MAYA LOMOGRAPHY GALLERY STORE LONDON PUB LUCCA LULU’S LUSH HOTEL MAHALLE MAHLE MAMA SHELTER MAMBOCİNO COFFEE MANGERIE MANO BURGER MANUEL CAFE MASA MAVRA MESTA METİN GÜRSOY PR MIDNIGHT EXPRESS MIDPOINT MISS PIZZA MIXER ARTS MOC İSTANBUL MOMO MONO CAFÉ MSA MUAF MUHİT MUMS CAFE MUNCHİES CREPE & PANCAKE MÜNFERİT MUSE İSTANBUL NAAN BAKESHOP NAR PERA NESPRESSO NON GALERİ NOODLE TOWN OKAFE OPHORM OPS CAFÉ OPUS 3A OTTO PANDORA KİTAPEVİ PAPPA CAFE PARISTEXAS PAROLE PATİKA KİTAPEVİ PI ARTWORKS PICANTE PİLEVNELİ PROJECT PİLOT GALERİ PİOLA PLİEE PLUMON POINT HOTEL POP-UP CAFÉ PROPAGANDA QUE TAL RAFİNERİ MİLLİ REASÜRANS SANAT GALERİSİ ROBİNSON CRUSOE SALOMANJE SAN LAZZARO TRATTORIA PIZZERIA SANAT GALERİSİ SELFESTATE SİMAY BÜLBÜL ŞİMDİ/ NOW SİMURG KİTAPEVİ SMYRNA SNTRL DÜKKAN SOSA STAY SUGAR CAFÉ SUSAM CAFÉ SUSHI EXPRESS SUSHICO SWEDISH COFFEE POINT TAKKUNYA TANKUT AYKUT GALERİ TAPS TASARIM BOOKSHOP THE HOUSE APART THE HOUSE CAFÉ THE HOUSE HOTEL TOUCHDOWN TRIBECA UGLY ULUS29 UNTER URBAN VOGUE W ISTANBUL WE WHITE MILL XFLATS YER CAFE YILDIRIM ÖZDEMİR ZENCEFİL ZEPLİN Sadece standart teslimat ücreti ödeyerek abone olmak için aşağıdaki link’e gidin. www.xoxothemag.net/printed-magazine XOXO The Mag



MINI İLETİŞİM MERKEZİ: 0850 2522020

%67 DAHA FAZLA KAPI!

YENİ MINI. ŞİMDİ 5 KAPILI. WWW.MINI.COM.TR/5KAPI


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.