049 FASHIONMUSICARTDESIGN
ŞUBAT 2015 ÜCRETSİZDİR
ANTOINE-OLIVIER PILON (110) ALEJANDRO GONZÁLEZ IÑÁRRITU (14) IAMAMIWHOAMI (26) DURMUŞ DİLEKCİ & BURAK ÜNDER (36) RACE IMBODEN (52) AHMET ERTUĞ (64) DANY BRILLANT (76) INTENTIONALLY LEFT BLANK (124)
cover guest antoine-olivier pilon photographer john londoño
İmtiyaz Sahibi C Genel Yayın Yönetmeni Sorumlu Müdür R İ Editörler S D C E İdari İşler Grafik Tasarım Katkıda Bulunanlar Z R R S
C cihan@xoxothemag.net olga@xoxothemag.net S C S
S
İ D S
D
D T
D
Reklam cihan@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı S T S XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.
C
XOXO The Mag
0
İ
T
S
12055
CONTENTS
COVER INTERVIEW
110… AntoineOlivier Pilon
14… Alejandro González Iñárritu Vasat Olma Korkusu
ART & DESIGN
röportaj nando salvá
18… Leyla Alaton
34… Kaan Göksal
Bir Mutluluk Aracı Olarak Sanat röportaj seza bali
30… Daan Roosegaarde Teknolojik Şiirler röportaj zeynep aksoy
Burak Ünder Mimari ve Kutsallık Üzerine
Part-Time Mucit
MUSIC
röportaj dilan ceylan emektar
26… iamamiwhoami
40… Can Oba
Postmodern Valhalla
Adab-ı Mücadele
röportaj barış fert
röportaj ayşecan ipek
76… Dany Brillant
44… Aylin Balboa
Romantizme Övgü
Bir Nevi Turist
röportaj refik özcan
röportaj gizem dumlu
FASHION
48… Richard Saul Wurman
hazırlayan yağmur yıldırım
A Kültürel Mirasın Peşinde röportaj seza bali
70… Carlo Ratti Curieux de Profession röportaj ali tünay
80… Mehmet Güleryüz Bu Bir Ruh Hali röportaj ela yeliz
84… Yaman Erturan The Discreet Charm of Design röportaj freyja dolunay
22… IRO Bromance röportaj utku palamutçu
58… Cecilia Bönström Zadig & Voltaire ou Cecilia röportaj aslin kumdagezer
68… Laure Pariente Cool! röportaj utku palamutçu
Üstinsan röportaj serap gecü
52… Race Imboden The Young And The Restless röportaj utku palamutçu
88… Jens Grede & Erik Torstensson Kolektif Şans röportaj serap gecü
100… Some Women of 92… How To Wear Your Product Design Flower hazırlayan merve yeşilçimen photographer begüm yetiş
realization olga şerbetcioğlu
132… Utopian Youth photographer alina negoita styling kate carnegie
MORE 106… Poland Is Here hazırlayan serap gecü
124… Intentionally Left Blank photographer murat süyür realization aslin kumdagezer& ayşecan ipek
The Lonely Beast, 2012, Chris Judge
YİNE OCAK GELMİŞTİ VE BİZ YİNE ARA VERMİŞTİK. AMA ARA VERDİĞİMİZ ŞEY SADECE ÜRETTİKLERİMİZİ BASMAKTI. ARA BİTTİ, KARŞINIZDAYIZ. VAR OLAN ONCA BAŞLIĞIMIZIN YANINA YENİLERİNİ EKLEDİK; DIALOGUE, NEW YOUNG VE SPORTS. ÖNÜMÜZDEKİ AY BİRKAÇ TANE DAHA GELİYOR. AMA MART’TA GELECEK OLAN SADECE YENİ BÖLÜMLER OLMAYACAK. GÖRÜŞÜRÜZ.
OLGA ŞERBETCİOĞLU
SAILING CALLS FOR PERFECT TEAMWORK. FROM 332 INDIVIDUAL PARTS.
Portugieser Yacht Club
Chronograph Edition “Ocean Racer”. With
Chronograph “Ocean Racer” Ref. 3902: All fair-weather sailors: just look away for a second.
flyback function and small hacking seconds. Connoisseurs don’t make waves. They master
Because now we’re talking about one of the world’s toughest yachting adventures. The
them.
Volvo Ocean Race. Over 39,000 nautical miles, waves over 30 metres high and wind speeds of up to 110 km/h. And we have precisely the right watch for it: the Portugieser Yacht Club
I WC . E N G I N E E R E D FO R M E N .
Limited Edition to 1,000 pieces, Mechanical IWC-manu factured movement, Flyback function, Automatic IWC double-pawl winding system, Date display, Antireflective
sapphire glass, Sapphire-glass back cover, Water-resistant 6 bar, Stainless steel
IWC Schaffhausen Boutique !stanbul: Mim Kemal !ke Cad. Alt"n Sokak 4/A Ni#anta#" Tel: (212) 224 4604 !stanbul: Arte Gioia, $stinye Park Tel: (212) 345 6506 - Greenwich, Zorlu Center Tel: (212) 353 6347 I Ankara: Greenwich, Armada Tel: (312) 219 1289 - Next Level Tel: (312) 219 9315 Bursa: Permun Saat, Korupark AVM Tel: (224) 241 3131 I !zmir: %ems $lkan & G&nkut Saat, Alsancak Tel: (232) 463 6111
IWC.COM
INTERVIEW/C
E
ALEJANDRO GONZÁLEZ IÑÁRRITU
Vasat Olma Korkusu
Birdman, sadece Michael Keaton tarafından canlandırılan kahramanı için değil, yönetmeni Alejandro González Iñárritu için de bir yeniden doğuş hikayesi adeta. Iñárritu’nun, hepsi de bize hayatın anlamı hakkında ders vermek üzere tasarlanmış manipülatif melodramlar olan ilk dört filmi, Amores Perros, 21 Grams, Babel ve Biutiful’dan sonra Birdman, iki nedenle yönetmenin kariyerinde yepyeni bir soluk gerçekten: Birincisi, duygusallıktan tamamen uzak bir film; ikincisi de Iñárritu’nun kariyerindeki ilk komedi filmi. Geçtiğimiz Venedik Film Festivali’nde Iñárritu ile karşı karşıya oturduk ve plan sekanslardan, korkulardan, kaygılardan ve hepimizin nasıl zaman zaman özel hissetmeye ihtiyaç duyduğundan konuştuk. Ve yine zamanı geldi, size sunuyoruz. röportaj nando salvá fotoğraf vera anderson/wireimage
Birdman, 2014
Birdman’i Don Kişot’la karşılaştırmanızın sebebi ne? Sonuçta, ikisi de ulvi niyetlerimizle kontrol edemediğimiz gerçeklik arasındaki çatışmadan bahsediyor. Tüm insanların hikayesi bu. Ve gerçekten komik bir hikaye.
gerçekten öyleler mi acaba? Gerçekten özel olan kaç kişi vardır? Yine de sonuçta sorunun sadece egomuzla değil aynı zamanda korkularımızla ve güvensizliklerimizle ilgili olduğunu düşünüyorum. Tabii ki hepimiz popüler olmak ve onaylanmak istiyoruz. Ama öncelikle hepimiz sevilmek istiyoruz.
Bu ilk komedi filminiz. Eğlenmeyi özlemiş miydiniz? Aynen öyle! Sette gülebildiğimi görmek şaşırtıcıydı, çünkü daha önce bunu hiç yapmamıştım. Lanet olası mesleğimde eğlenebileceğimi görmek müthiş bir şeydi. Hayatı hep bir hayli ciddi algılamışımdır, ama bu kez onca acı biberin üzerine lezzetli bir tatlıyla hafiflemek istedim. Bir de hayatı algılamanın farklı yolları olduğunu öğrendim. Gerçeği asla değiştiremezsiniz ama en azından kendi yaklaşımınızı değiştirebilirsiniz. Hayatın tüm acımasızlığını gördüm, tecrübe ettim ve bu kez bu gerçeğe trajik değil de başka türlü bakmak istedim. Eskiden beni acıtan şeylerle baş edebilmenin en sağlıklı yolu da muhtemelen bu.
Peki, bir sinemacı olarak, sizin de korkularınız ve güvensizlikleriniz var mı? Elbette, bu kaçınılmaz. Her yeni filmde çok korkuyorum. Bir film için üç yıl harcıyorsun, yazıyorsun, yapımcılığını yapıyorsun, çekiyorsun. Rahminde büyüyen bir bebek gibi oluyor. Ve nihayet filmi gösterime çıkaracağın zaman kendini tıpkı doğum masasına yatmış bir kadın gibi hissediyorsun. Yalnız bu ameliyathanede yüzlerce insan seni izliyor ve başında bir doktor da yok. O halde, hissettiğiniz bu korkudan ilham alıyor musunuz? Tabii. Bilinmeyen korkusu yaratım sürecinde harika bir eşlikçi olabilir. Hazırlıksız olduğun beklenmedik koşullara karşı daha açık, bunların daha farkında olursun. Hissettiğin korku, sınırlarını avantaj olarak kullanabilmeni sağlar. Benim kişisel yaratım sürecim hep kaygılarla doludur. Bu, işkence gibi bir süreçtir ve kafamın içindeki o ses korkunç bir diktatör, adeta bir engizisyoncudur. Fikirlerini ne kadar iyi düşünerek hazırlamış olursan ol, o ses sana hepsi değersizmiş gibi hissettirir. Ama, söylediğim gibi, yaratım sürecini sorgulamak gerçekten gereklidir, yoksa bir sanatçı olarak asla gelişemezsin.
Film, egosuyla mücadele eden bir sanatçıyı konu alıyor. Bu karakterde sizden bir şeyler de var mı? Mutlaka. Bu filmde aslında kendi egomu keşfediyorum. Benim için terapi yani. Neden terapiye ihtiyacınız var? Bazen, acılar içinde, kendine dönük bir aptal olabiliyorum. Genellikle kendimle ilgili beklentilerim çok yüksek ve kendimden sürekli başarabileceğimden fazlasını bekliyorum. İnsanın, kendi egosunun farkında olmasının çok sağlıklı bir durum olduğunu şimdi anlıyorum. Farkında değilsen, mahvolursun. Sadece oyuncular değil, genel olarak biz sanatçılar, hepimiz egomuzla savaşıyoruz. Ego bizi yanlış yönlendiriyor; aslında sadece çevremizdekiler tarafından sevilmeye ihtiyacımız olduğu halde, bize onların hayranlığına ihtiyacımız olduğunu söylüyor. Üstelik bir de medya, politika, ekonomi ya da bunun gibi sürekli göz önünde olduğunuz bir alanda çalışıyorsanız tehlikedesiniz demektir: Ego galip gelebilir, sizi ele geçirebilir ve yıkabilir.
Birdman, günümüzde Hollywood’da yapılan sinemanın sert bir eleştirisi aynı zamanda. Bugün sinema para denilen bir zehirle besleniyor ve insandan uzaklaşıyor çünkü para her alanda öncelikleri tersine çevirmiş durumda. Yine de bütün bakterilere ve zehirlere rağmen bir şeyler yeşeriyor. En güzel çiçek en kirli toprakta yetişebilir. Filmler de böyledir. En iyi film en hastalıklı çamurun içinden çıkabilir. Esas sorun bu filmlerin geniş kitlelere ulaşamayacak olması, çünkü bir süredir seyirci ona farklı tatlardan zevk almayı unutturan sıkı bir diyette.
Günümüz toplumunda egonun bir tür hastalık olduğunu mu düşünüyorsunuz? Evet. Hepimiz vasat biri olmaktan korkuyoruz. Herkes eşsiz olmak istiyor. Çocuklarımıza ne kadar özel olduklarını söylüyoruz. Ama
Sıkı bir süper kahraman filmleri diyeti mi bu? Beş yaşındayken süper kahraman tutkunu olmakta hiçbir sorun yok 15
Birdman, 2014
ama büyümeyi reddediyorsanız hastasınız demektir. Öte yandan, seyirci de ona sunulanı seyrediyor ve Hollywood’da iş yapan şirketlerin tek istediği para kazanmak. 100 milyon koyup 800 milyon kazandıkları bir yerde insanları 20 milyon koyup 80 milyon kazanmaya ikna etmek zor. Bu yüzden Birdman tarzı filmlerin çekilebilmesi giderek zorlaşıyor. Hiç süper kahraman filmi izlediniz mi? Birkaç tane izledim tabii; 17 yaşında bir oğlum var, onunla birlikte izledik. Enteresan olan, izledikten sonra ne zaman film hakkındaki düşüncesini sorsam “Harika!” diyordu; sonra film ne hakkında diye sorunca, “Bilmiyorum ama harikaydı!” diye cevap veriyordu. Yani filmin bir şey anlatmaması umurunda değildi. Sadece görüntülerle, popcorn’la ilgileniyordu. Malum, aynı hikayeyi her seferinde biraz daha fazla gürültü çıkararak anlatıyorlar. Seyirci hikayeye, patlamalara ve insan olma deneyimine ilişkin hiçbir anlam taşımayan zırvalıklara o kadar fazla maruz kalıyor ki… En büyük sorun da bu filmlerin bazen derin anlamlar içeriyormuş gibi yapması. Aslında yaptıkları katıksız faşizm. Bu süper kahramanlar kendileri gibi düşünmeyen herkesi öldürüyorlar. Bir süper kahraman filmi yönetmeniz teklif edildi mi hiç? Evet, ama ben asla sadece para için film çekemem. Kendimi berbat hissederim. Tanrıya şükür, yaşamak için o kadar çok paraya ihtiyacım yok. Hem çok fazla paranın bana iyi geleceğini sanmam. Çok para kazanmanın bazı insanlara neler ettiğini gördüm. Hayatla bağını kaybetmeye başlıyorsun ve mahvoluyorsun. Artık dünyada yaşamadığın için, dünyayı anlayamıyorsun. Ayrıca, ben her zaman ancak ben çekersem var olabilecek filmler yapmak istemişimdir. İyi ya da kötü olabilirler ama kimse o filmleri benim gibi çekemez. Onlar benim çocuklarım. Birdman’e dönersek, filmi tamamı uzun bir plandan oluşuyormuş gibi kurgulamanızın sebebi neydi? Kendi labirentinin içinde hapsolmuş, kendi sınırlarına ve vasatlığa karşı mücadele eden birinin hikayesini anlatmanın en iyi yolu buydu. Ayrıca hepimiz sabah uyanıp günü bir omuz kamerasıyla çekilmiş gibi yaşıyorsak neden filmi de böyle çekmeyeyim?
Bunun ne gibi zorlukları vardı? Birdenbire virgüller ve noktalar olmadan yazı yazmaya başlamak gibi bir şeydi. Filmin yapısı, sahneler ve diyaloglar tamamen kamera hareketlerine göre ayarlandı. O yüzden her hareketin, her adımın prova edilmesi ve özenle tasarlanması gerekiyordu. Hiçbir şey doğaçlama olmadı. Kusursuz işleyen bir saat gibi dakik olmak zorundaydık. Bir başka zorluğu da şuydu: Bunun filmi ele geçirip bütün dikkati üzerine çekmesini istemiyordum. O yüzden görüntü çalışmasında gösterişten uzak durmaya, çok sıradan olmaya çalıştım. Bütün seçimlerimiz amaca, karakterlerin dramatik gerilimine hizmet ediyordu. Bu strateji filmde çok iyi işliyor ama bir felaketle sonuçlanması da mümkündü. Bunun farkında mıydınız? Tamamen farkındaydım. Hep birlikte ince bir ip üzerinde yürümek durumundaydık. O yüzden hatasız olmalı, kendimize ve birbirimize güvenmeliydik. Tüm ekibimin bunu anlamasını sağladım. Her an düşebilirdik. Bu işe girişmemin bir sebebi de buydu. Ne kadar tembelleşmiş olduğumu fark ettim. Geleneksel yollardan film çektiğin zaman kendini güvende hissediyorsun çünkü ne de olsa kurgu odasında bir sürü değişiklik yapabilirsin, hatalarını gizleyebilirsin. Bir sahne biraz kötü olduysa iyileştirebilirsin, hatta tamamen filmden çıkarabilirsin. Oysa bu kez, bir sahneyi yanlış çekersem ne filmden çıkarabilirdim ne de hatamı gizleyebilirdim. Bu çok korkutucu bir şeydi. Böylece kurguya fazla mı güveniyorum acaba diye kendimi sorgulamış oldum. Birdman, 21 Grams ya da Babel gibi büyük oranda zamanı parçalamaya dayanan önceki filmlerinizin bir eleştirisi gibi. Bugün eskisinden farklı bir sinemacı olduğunuzu düşünüyor musunuz? Artık 51 yaşındayım da ondan galiba. Nihayet, hayatımızın tek bir uzun plandan ibaret olduğu sonucuna vardım diyelim. Etrafında dolaşıp duruyoruz ama ondan kaçamıyoruz. Hayatı kurgulamanın tek yolu onu anlatmak. Bu yüzden kurguya ihtiyacımız var: Kaçınılmaz olandan kaçmanın tek yolu bu. Kurgu bizi özgürleştirir ve bizi biz yapar.
XOXO The Mag
BU GÜÇ YENİ BİR AKIM YARATACAK. Hybrid teknolojisini üstün performansla buluşturan Range Rover Hybrid, yakında Borusan Otomotiv Yetkili Satıcıları’nda.
www.landrover.com.tr / 0850 252 30 30 Borusan Otomotiv tarafından ithal edilen Land Rover’lara 3 yıl ya da 100.000 km (hangisi önce dolarsa) olmak üzere özel garanti verilmektedir. Bu özel garanti, yasal garantiyi aşan süre ve km bakımından bedelsiz onarım için olup, yasal mevzuatın garanti içinde tüketicilere tanıdığı diğer seçimlik hakların doğumuna neden olmaz. Yeni Range Rover 3.0 SDV6 Hybrid; Yakıt tüketimi: Karma: 6,4 lt/100 km. CO2 emisyonu: Karma: 169 gr/km. Land Rover Türkiye Distribütörü Borusan Otomotiv
INTERVIEW/ RT
LEYLA ALATON
Bir Mutluluk Aracı Olarak Sanat Leyla Alaton’un Kuruçeşme’deki ofisinde gözümüze ilk çarpanlar Ed Pien’in kesik kağıt eseri ve Jeff Koons’un Split Rocker heykeli oluyor. Türkiye’de sanat koleksiyoneri deyince akla gelen ilk isimlerden biri olan Leyla Alaton, sanat alanında uğraşını bir sosyal sorumluluk projesi olarak görüyor, pek çok sanat kurumunun danışmanlık kurulunda bulunuyor, sivil destek projelerinde yer alıyor ve kadın haklarının önemini sıklıkla dile getiriyor. Alaton’la, karlı bir kış gününde buluşup, sanat ve koleksiyonerlik üzerine sohbet ettik. röportaj seza bali fotoğraf özkan önal
XOXO The Mag
Mehtap Baydu, Söz Gümüş İse 21 parça, her biri yaklaşık 11x8 cm, 2010, Bronz döküm üzerine altın kaplama
Suzy Hug Levy, Suzy’s Library Dizisi, The Book 70x80 cm, 2012, Tuval üzerine gazete kağıdı, tutkal, akrilik boya, ahşap
Koleksiyonerliğe bakış açınızı biraz açar mısınız? Ben hiçbir zaman koleksiyoner olarak işe başlamadım, zira koleksiyoner sıfatını çok ciddiye alıyorum. Koleksiyonerlik bir tutku işi, ama bu aynı zamanda gemlenmesi de gereken bir tutku çünkü sanat o kadar geniş bir kavram ki, istediğin her esere de sahip olman mümkün değil. Bu tutku bazıları için sanat eserine sahip olma veya her gün sanat eserlerleriyle beraber olma isteği olabilir. Benim tutkum ise güzelliklerle beraber yaşamak ve sanata destek olmak. Aynı zamanda, topladığım eserlerde odağım gittikçe daha belirgin hale geliyor. Koleksiyonumdaki işlerin ağırlıklı olarak feminist bir mesajı olması ortak nokta diyebilirim. Türkiye’de kadınlar daha büyük zorluklarla baş etmek zorundalar, bu sebepten kadın sanatçılara daha farklı bir duyarlılığım var.
gurur duyduğum şey bir sanatçının cevherini o henüz çok tanınmamışken görebilmek. Ben hiçbir şekilde bu işe parasal olarak bakmıyorum, çünkü o zaman bambaşka parametreler içinde karar almak gerekiyor. Sizde yabancı veya Türk sanatçı diye bir ayrım da yok. Evet bunu hiçbir zaman yapmadım ve niye böyle bir ayrım yapılıyor anlamıyorum. Sanatın ne dili, ne dini, ne de memleketi olur. Hatta sanatçının adı bile olmaz, çünkü ben eseri satın alıyorum, sanatçının kim olduğuyla ilgilenmiyorum. Sanatçıyla tanışmak gibi bir isteğim de olmadı hiçbir zaman. Neden? Tanışırsanız büyünün bozulacağından mı korkuyorsunuz? İşe vurulmakla kişiye vurulmak ayrı şeyler. Fransızcada çok güzel bir laf vardır; “La belle-mère est comme une étoile, il faut l’admirer mais de loin. (Kayınvalideniz bir yıldız gibidir, ona uzaktan hayranlık duymalısınız.)” Bunun benzerini sanatçılar için de düşünüyorum. Ben işi satın alıyorum ve kişiyle bir dostluk kurma durumunda değilim, hatta tam aksine kişiyle tanışınca iş gözümde değerini kaybedebiliyor.
Disiplinli bir alıcı mısınız? Tam aksine çok fevri bir alıcıyım. Gittiğim fuarlarda beğendiğim bir şeyi görürsem alıyorum, bazen de çok sevdiğim bir eseri o fuarda alamıyorum ama daha sonra tekrar karşıma çıkıyor. Mesela Chiharu Shiota’nın işlerini çok beğeniyordum ama gördüklerim genelde müzelik parçalardı ve onları evimde gösterebilmem mümkün değildi. Sonra bir gün karşıma Golden Buddha işi çıktı ve o eseri çok severek aldım. Sanat eseri satın alırken zamanlama da çok önemli, biraz akışına bırakmak gerekebiliyor.
Aldığınıza pişman olduğunuz bir eser var mı? Ben bununla daha fazla yaşayamayacağım dediniz mi hiç? Hiç olmadı, çünkü bir eser aldıysam, onu hayatımın o noktasında almış olmamın bir nedeni vardır. 1986 senesinde ABD’den döndüğümde Yahşi Baraz’dan aldığım Oya Zaim Katoğlu’nun eseri o gün benim için çok önemliydi ve o günkü estetik anlayışıma çok uyan bir eserdi. Bugün öyle değil çünkü insanın zevki zamanla ve kişiliğiyle değişiyor. Eğer onu eğitmeye devam ediyorsan zevkin zamanla daha sofistike oluyor.
Sanatçıları araştırıyor musunuz? Araştırmaya vaktim yok, o yüzden benim alımlarım hep tesadüfi olmuştur. Koleksiyonerliğim tamamen estetik ve beni iyi hissettirmek üzerine. Ayrıca sanata ve sanatçıya destek olmak sizin için çok önemli olsa gerek. Hem destek olmak, hem de sanatı insanlara ulaştırmak, bu güzellikleri onlarla paylaşmaktan büyük keyif alıyorum. Ekavart TV’de blog yazıları yazarak, gördüğüm sergileri ve eserleri sosyal medyada paylaşarak insanların perspektifini artırmaya çalışıyorum. Benim en büyük avantajım bir spekülatör gibi davranmamak oldu. Hiçbir zaman bir eseri alıp, daha sonra değeri yükselince onu iki katına satmak gibi bir dürtüm olmadı. Contemporary Istanbul ve Art International’ın da danışma kurulundayım. Bu kurumlar için davetler yapıyorum, dileğim Türkiye’ye daha çok yabancı koleksiyonerin gelmesi ve Türk sanatının daha yakından tanınması.
Koleksiyoner olmaya başladığınızı ne zaman anladınız? Salonumda sadece sanat eserlerinin olduğunu fark edip, evimin bir galeri havasına bürünmesiyle anladım. Sanki her gün bir galeriye giriyormuşum gibi bir hisse kapılıyorum. Ne sıklıkta değişiyor eserler, düzenli bir rotasyon var mı? Düzenli bir şekilde değişiyor ama tabii bu daha çok alımlara ve önceliklere bağlı ilerliyor. Yeni aldığım işler daha göz önünde oluyor. En son Suzy Hug Levi ve Turgut Yüksel’in eserlerini aldım, bu işler şu anda salonun en görünür yerlerinde.
Türkiye’de maalesef bir al-sat yaklaşımı var. Sanki eserin içeriğinden çok, önce değerine bakılıyor, sanatçı yeteri kadar tanınmıyorsa eserin fiyatı ne kadar uygun olsa da ona yaklaşılmıyor. Ne yazık ki bu doğru. Benim yaklaşımım ise bunun tam tersi; hatta en
Alamadığınız için içinizde kalan bir iş var mı? Benim aklım kalmaz, o gün almadıysam, “Zamanla karşıma çıkar nasıl olsa” diye düşünüyorum. Tutkuluyum ama bu tutku benim hayatıma yön vermiyor. Ben hiçbir zaman materyalin veya sanat eserinin bağımlısı olmayacağımı biliyorum. 19
Nur Koçak, Fetiş Nesneler, Cutex Tırnak Cilaları (İki Adet Proteinli Aşk Kırmızı) 88x63 cm, 1976, Kağıt üzerine kuru boya
Selma Gürbüz, Leyla Alaton Portresi 2009
Sanat dünyasını bir çark olarak düşünelim. Sanatçı iş üretiyor, o işi galeri satıyor, sonra onu koleksiyoner alıyor ve sanatçı bu şekilde iş üretebilmeye devam ediyor. Bildiğimiz gibi İstanbul’da galeriler kendilerini çeviremedikleri için kapanıyor. Koleksiyoner bu süreçte devreye girmeli mi? Sanki zincirin bir halkası orada kopuk değil mi? Ben öyle düşünmüyorum. Galeriler ile sanatçıların silkelenmesi gereken bir döneme girdik, iki tarafın da yaptığı büyük hatalar var. Sanatçı-galeri birlikteliği uzun vadeli, kuralları baştan koyulan ve bunlara riayet edilen bir ilişkidir. Galerinin sanatçıyı yurtdışında temsil etme ve oradaki bir galeriyle işbirliği yapıp onu uluslararası platformda tanıtma sorumluluğu var. Sanatçı da aynı şekilde daha fazla yüzde verecek diye başka bir galeriyle flörtleşemez, veya kendi atölyesinden satıp da galericiye komisyon vermemezlik edemez. Bütün bu örnekler bugünkü sıhhatsiz ortamı yarattı. Bundan sonra daha uluslararası kaideler olacak ve daha düzenli bir çalışma biçimi gelecek. Ondan sonra da herkes uzun vadeli galeri sanatçı ilişkisine girebilecek. Ayrıca Türkiye’deki fiyatlar da çok yüksek, yurtdışında müzelerde işleri olan büyük bir sanatçının işi burada fazla tanınmamış sanatçı işleri ile aynı fiyatta. Bunu fark eden Türk koleksiyonerler de doğal olarak yurtdışındaki eserleri de görmek istediler ve birdenbire kalite farkını gördüler. Bence şu anda hem sanatçılar hem galericiler yapılan hataların vebalini ödüyorlar... Türk koleksiyonerin sanat alımına yaklaşımı yabancı koleksiyonerden farklı mı? Yabancılar bilinçli, alımlarında tutarlı ve daha hakikiler; koleksiyon adına alıyorlar. Ne yazık ki Türkiye’de konunun maddi tarafı ağır basıyor. Türk koleksiyoner, bu eser ne kadar edecek, bu kişi ne olacak tarafında duruyor hala. Kültür arttıkça, koleksiyonlar büyüdükçe, özel müzeler açıldıkça insanlar bunun başka bir sofistikasyon olduğunu anlayacak ve düşünce tavrı hızla değişecek. Sanat ticaretten çıkıp hayatın bir parçası olmalı yani. Kesinlikle. Sanat senin hayatını renklendiriyorsa, seni başka dünyalara götürüyorsa, seni başka bir insan yapabiliyorsa bunun hayatına katkısı var. Sofistikasyon budur. Sanat hakkında bir şeyler paylaşabilmek
benim hayatıma keyif katıyor. Sosyal medyada çok aktifsiniz. Bu paylaşma ve ulaşma isteği nereden kaynaklanıyor? Ben güzellikleri paylaşma konusunda bir eksperim, çok iyi bir iletişimciyim ve bunu iyi yaptığımı düşünüyorum. Instagram’da Carlos Aires’in eseri önünde poz verdiğim bir fotoğrafım var, bana bu eserin ne olduğu sorulunca bundan çok büyük zevk alıyorum. Sosyal medya ile farklı kitlelere ulaşabiliyorsun ve çok güzel mesajlar verebiliyorsun. Bunu ayrım yapmadan, herkes için yeteri kadar yapmaya çalışıyorum. Koleksiyonumda eseri olan bir sanatçıyı daha çok öne çıkarma gibi bir isteğim yok, çünkü öyle bir çıkarım yok. Koleksiyonunuz ne olacak diye hiç düşündünüz mü? İleride müze kurmak gibi bir düşünceniz var mı? Çağdaş kadın eserleri müzesi yapmak isterim tabii, ama nerede ve nasıl olur, şu anda bilmiyorum. Bugün sanat eserlerinin çoğu çok kırılgan malzemelerle yapılıyor, dayanıklılık ciddi bir problem. Bunu düşünmek derdine girmek istemiyorum, açıkçası. Ben koleksiyonumla yaşamayı seviyorum, burada da görüyorsunuz ki eserler ofisin dört bir yanında. Sanatçılarla tanışmak gibi bir merakınız olmadığını söylediniz. Yine de reddedemeyeceğiniz bir sanatçı vardır herhalde. Mümkün olsaydı kiminle tanışmak isterdiniz? Sanatçılar karmaşık insanlar, bazıları sanatından bahsetmeyi hiç istemiyorlar, sen ise onların sanatı hakkında konuşmak istiyorsun. Bu yüzden, daha önce de biraz bahsettiğim gibi, ben sanatçılarla tanışmak konusunda çok hevesli değilim. Ama Leonardo da Vinci ile oturmak orgazmik olurdu herhalde. Sanat, hayatınıza ne kattı? Sanat bana o kadar çok yeni şey öğretti ki... Beni çok daha demokrat, açık görüşlü, yumuşak ve en önemlisi daha insani yaptı. Ben sanata zaman ayırdıkça sanatın içine girdikçe, onun amacı olan hümanistliği anladım. Mühim olan sanatın bizlere gösterdiği o insanlık faktörü. Sanatı sevmemin nedeni beni daha az yargılayan birisi yapması, evrensel olması ve hümanizmi öğreten bir yol olması...
XOXO The Mag
1958 THEY SAILED BENEATH THE NORTH POLE. THEIR WATCH HAS SAILED ACROSS TIME.
Geophysic® 1958. Jaeger-LeCoultre Calibre 898/1. Limited series of 800.
On August 3rd 1958, the submarine Nautilus achieved the extraordinary feat of crossing the North Pole by sailing beneath the ice floe – a challenge taken up within the context of the International Geophysical Year (IGY). As a reward for this achievement, Captain Anderson received a watch worthy of such an impressive accomplishment: the Geophysic® Chronometer by Jaeger-LeCoultre, a paragon of reliability and precision that has now become a legend. Through the new Geophysic® 1958 watch, Jaeger-LeCoultre pays tribute to the inventive spirit that defined the year of 1958, and that has consistently defined the Manufacture Jaeger-LeCoultre for over 180 years.
YOU DESERVE A LEGENDARY WATCH.
JAEGER-LECOULTRE Butik, Nişantaşı, +90 212 232 3017 İstanbul: GREENWICH Zorlu AVM, +90 212 353 6347 - Ankara: GREENWICH Armada AVM, +90 312 219 1289 - Antalya: ARGOS, +90 242 310 3210 www.jaeger-lecoultre.com
INTERVIEW/
S
IRO
Bromance Laurent ve Arik Bitton, Paris ve New York arasında kurdukları transatlantik bağ sayesinde müzik ve mimariyi bir araya getirip IRO’yu kurdu. Fransız bir marka olarak Amerikan pazarında yüksek başarı elde etmenin verdiği özgüvenden hareketle; New York’lu kadınların, rooftop partilerin ve metropol hayatının üzerine Laurent’la telefonda konuştuk. Tabii bu kadar renkli sayılabilecek konunun içerisinde IRO’nun yalın duruşuna da değindik. röportaj utku palamutçu fotoğraf douglas mcwall
Fotoğraf: Özkan Önal
Laurent şu an neredesin? Ofiste masamın başında oturuyorum ve telefonu elime almadan birkaç dakika önce odaya yığılan yeni koleksiyona göz atmaya devam ediyorum. Koleksiyona son dokunuşları yapıyoruz, dağıtım sürecini hızlandırmakla uğraşıyoruz ve her şeyin doğru gittiğinden emin olmaya çalışıyoruz.
Ulaşılabilir modanın cool hali olsun.” gibi bir şeyler söyledim. Beklediğim gibi fikri beğendi ve onun mimari algısıyla benim müzik algım bir araya geldi. Bu, belli bir duruşu olan, kendinden emin bir oluşumu başlatmak için iyi bir karışımdı. Arik ile anlaşamadığınız zamanlar oluyor mu? Yoksa birbirini tamamlayan iki kardeş profili mi çiziyorsunuz? İkisi de geçerli aslında. Anlaşmazlığa düştüğümüz oluyor ama çözüm bulmak yerine neden anlaşmazlık yaşadığımızı anlamaya çalışıyoruz. Pekiştire pekiştire ilerlemek her zaman daha iyidir. Kimin haklı olduğundan ziyade çözüm odaklı çalışıyoruz. Sonuçta yaptığımız işe ve yarattığımız dünyaya gerçekten hayranız ve bunu devam ettirip her zaman biraz daha heyecanlı kılmak asıl mücadelemiz. Bu kadar basit.
Müzik kariyerini bırakıp moda dünyasına girmeye nasıl karar verdin? Moda ve müzik bence ayrı düşünülemez. Müzik şu an yaptığımız işin başka bir versiyonu gibi. Müzik sektöründe isen, performansını sergilerken etrafında bir sürü güzel ve havalı kadın görebilirsin. Eğer bir yerde güzel müzik varsa; sıradışı ve artistik insanlar da oradadır. Müziği bu insanların yeraltında kurduğu gizli bir dünya gibi hayal ediyorum. Bu insanlar kendilerini göstermek, seksi görünmek ve diğer insanlardan farklı olduklarına dikkat çekmek istiyorlar. Ben de onlara ihtiyaçları olan şeyi vermek için moda dünyasına giriştim. İnsanların kendilerine yükledikleri değer beni bu yöne itti. Bu durumu müzik yapmak için New York’a taşındığımda fark ettim çünkü moda dünyası, Avrupa’ya kıyasla çok daha zengindi ve müzikle yaşatmaya çalıştığım rock ruhunu farklı bir kanalla tasvir etmem için bir okul niteliğindeydi.
Bu arada anneniz ve babanız Somebody adında bir markanın yaratıcılarıymış. O zamanlarda Arik’le kendinizi sizin yaratacağınız dünyaca ünlü bir markanın sahipleri olarak hayal ediyor muydunuz? Ailem markayı kurduğunda, sanıyorum 10 yaşındaydım ve babam bu işi 15 yıl sürdürdü. Ama doğruyu söylemek gerekirse asla böyle bir şey yapacağımız aklımdan geçmezdi. Yine de, aileniz moda ile ilgileniyorsa ve siz de modayla ilgilenmek istiyorsanız ucundan kıyısından da olsa onlardan size kalan bir miras söz konusu oluyor. Tabii bu durum bizim sektörde tutunmamızı sağlayan en önemli şeyin müzik olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Sen müzikle ilgilenirken kardeşin Arik ne yapıyordu? Aslında Arik’in de müziğe karşı ilgisi vardı ama bir süre sonra mimariye yöneldi ve işin okulunu okumaya başladı. New York’ta olduğum bir gün elim bir anda telefona gitti ve onu aradım. Gayet spontane bir şekilde aklımdan geçenleri ona anlattım. “İkimiz bir araya gelip enteresan ve modaya uygun bir şeyler yapalım.
Markanın isminin arkasındaki hikaye ne? Müziği, mimariyi ve yaptığımız diğer her şeyi terk etmek üzereydik. Sadece modayla ilgilenip tamamen yeni bir işe girişmenin eşiğindeydik 23
yani. Ama bu dönüm noktasına kadar yaşadığımız hayatlar çok ortalıktaydı. Partiler, gece kulüpleri, barlar ve şovlar... Sürekli dışarıda bir yerlerdeydik. Moda dünyasına girerken gerçekten kamera arkasında olmamız gerektiğine karar verdik. Bu yüzden de markamızın adına ‘hero’ kelimesinden yola çıkarak karar verdik. Çünkü bir süper kahraman her zaman insanlar için çalışır ve konuşur ama onu kendi gözünüzle asla göremezsiniz. Markanın kimliğini nasıl tanımlıyorsun? Kimliğimiz aslında hitap ettiğimiz jenerasyona göre şekilleniyor. Ben 38 yaşındayım, Arik 36 yaşında; gel gör ki konuştuğumuz ve birlikte büyüdüğümüz kadınlar 26-35 yaş aralığındalar. İçlerine sızıp kimliklerini çaldığımız bu insanların pek çok ortak noktası var; hepsi deli gibi seyahat ediyorlar, Melbourne, New York, Montreal ve Londra gibi şehirlerin alt kimliklerini sırtlarında taşıyorlar. Bunu kötü bir huy olarak algılamayın sakın, 20 yıl önce ben ve Arik de seyahat etmeye bayılıyorduk. Ve markayla yansıtmak istediğimiz kimlik işte tam da böyle bir şey. Dinamik kadınların metropol hayatından keyif aldıkları bir dünya yansıtmak istiyoruz, ki zaten şu an bu dünyanın içindeyiz. Tek farkı, bu kadınlar kendilerini daha özgün hissediyorlar, herkese benzemeyen bir tarafları var ve bunu da etrafındakilerin gözlerine sokmuyorlar. Biz de şov parçalarından kaçınıp cool parçalar üretiyoruz. Hazır şehirlerden bahsetmişken; New York sokak stilini Fransız usulü anlatan bir markanın normcore olarak nitelendirilmesi moda terminolojisine uygun mu? Kesinlikle, en doğru kelime bu. Arik ve benim farklı şehirlerde yaşıyor olmamızdan dolayı New York’un enerjisi ve Paris’in moda algısı arasında hep bir etkileşim vardı. Zaten bence olması gereken en doğru karışım da bu. Olabildiğince sıradan giyinip stil sahibi görünmek Iro’nun eskiden beri devam eden bir geleneği iken, şu an herkesin en büyük moda savaşının bu olmasına ne diyorsun? Marka olarak tek bir şeye takılı kalmayı sevmiyoruz. İnsanlar, moda ve neredeyse her şey çok hızlı değişiyor. Biz sadece DNA’mızda bulunan temel şeyleri kendimize saklayıp, bu değişimin içinde ama sakin kalmaya çalışıyoruz. Değişime her zaman açığız ama sıradan parçaların iyi formlara sokulup sokağa dökülmesi, taviz verebileceğimiz bir şey değil. Bu işte iyiyiz. New York’lu kadınların Parizyen kadınlardan daha havalı olduğunu söylemiştin. Bu sözünün hala arkasında mısın? Bunu birkaç yıl önce söylemiştim ve hala arkasındayım. Ama aynı konu açılsa bugün kendimi daha farklı ifade ederdim. O yıllarda New York’ta yaşarken, Paris’e kıyasla sokaktaki enerjiye ve moda algısına hayranlık duyuyordum. Yaşanan saldırılara karşı sokaktaki toplumsal hareketlerin bilincinde bir Fransız olarak, Paris’in son durumuyla ilgili konuşursam cevabım değişir. Burada yaşanan Charlie Hebdo olayları halkın unuttuğu enerjiyi onlara geri getirecek diye düşünüyorum. İnsanlar yeniden farklı olmayı ve kendileri olmayı deneyecekler, çünkü Fransız halkı son birkaç yıldır köşesine çekilmiş sessizce uyuyordu. Saldırılar belki de bir uyarıydı ve insanlar artık hayatın keyfini çıkartmaları gerektiğini anlayabilirler. Ancak bu sayede yeniden havalı hissedebilirler ve eğer Paris modanın kalbi olarak nitelendiriliyorsa, ihtiyacı olan şey tam anlamıyla bu.
Daha havalı olduklarını düşündüğün New Yorker’ların gidip bir Fransız markasını tercih etmeleri nasıl bir çelişki peki? Yurtdışında daha popüler bir markayız, bence sebebi bu. Her ne kadar showroom’lar ve pazarlama yoluyla daha uluslararası olmaya çalışsak da lokal kaldığımız yerlerde işinin ehli oluyoruz. New York bunlardan sadece bir tanesi. İşin içine Fransız ruhu da girince, ve tabii insanlar bizim Fransız kimliğimizden de haberdar olunca tercih edilesi bir koleksiyon ortaya çıkıyor. Bu kadar cesur bir marka yaratırken, moda dünyasının iplerini elinde tutan lider isimlerin karşısında zayıf düşebileceğinden hiç korkmadın mı? Bunu tüm içtenliğimle söylüyorum; hiç korkmadım. Diğer markalara karşı dirayetli durup, ABD’deki en çok tercih edilen modern Fransız markası olunca işlerin ne yöne doğru evrileceğini az çok kestiriyorsunuz. Zaten diğer devlerin olduğu Fransa’da çok tanınan bir marka olmak hiçbir zaman hedefim değildi. İnsanların bizi Fransız olarak kodlamaları da hoşuma gitmiyor. Bu temel stratejim olduğu için Iro’yu Paris’teki büyük modaevlerinin karşısında konumlandırmadım. Yaptığınız tüm koleksiyonların içerisinde asla vazgeçemediğin bir parça var mı? Önem verdiği şeyleri asla unutmayan bir adam olarak bu soruya mantığımla değil kalbimle cevap veriyorum. Aklıma gelen ilk şey tabii ki de bize büyük başarı getiren siyah biker deri ceket. O ceket bundan tam sekiz yıl önce bizi ünlü yaptı. Sana en çok ne ilham verir? Her şey. Pardon, düzeltiyorum; moda hariç her şey. O zaman Iro Jeans’i yaratırken ilham kaynağın neydi? Denim’in yeni lüks oluşu mu? Herkes denim’i yeni lüks olarak düşünüyor ama gerçekle yüzleşelim lütfen; beyaz tişört ve basic bir jean harika bir ikili oluştururken denim’in lüks olması söz konusu değil. Zaten olmasına da gerek yok. İlham kaynağı olarak müşterilerimizi aldım. Onlar bizim yaratmak istediğimiz look’u anlamış olacaklar ki denim’in hakkını verecek bir jean olmadan bu look’u tamamlayamayacaklarını fark ettiler. Bu yüzden mağazalardaki jean’ler resmen tükenmek üzereydi. Biz de bu ihtiyaca cevap verelim dedik ve ayrı bir koleksiyon yarattık. Peki İstanbul’daki mağazada ne durumdasınız? Mağazayı açmaya nasıl karar verdiniz? Oldukça iyi. İstanbul’a pek çok defa geldim ve şehriniz kesinlikle benim favori yeni jenerasyon şehirlerimden bir tanesi. Kesinlikle moda odaklı yaşayan ve müthiş mimari detayları barındıran bir yer; mekanlar, restoranlar, barlar, sokaklar, neredeyse her şey moda algısına atıfta bulunuyor. Burada mağaza açmadan duramazdık. Gelecek yıllarda Iro için ne gibi planlarınız var? Yakın zamanda Iro.Life adı altında bir mücevher koleksiyonu satmaya başladık; ulaşılabilir fiyatlarda ama gerçek mücevherlerden oluşuyor. Gelecekte bu proje üzerine daha fazla yoğunlaşmayı planlıyoruz. Bu arada birkaç yıl içinde bir mobilya koleksiyonu yapmak istiyoruz ve hala işbirliği için doğru tasarımcıyı arıyoruz. Sonuçta mimari geçmişimize hürmet etmek zorundayız.
XOXO The Mag
1500°c
OF HIGH TECHNOLOGY
Sculpted at 1500°C, the monobloc middle case of the Tudor Black Shield – made entirely of high-tech ceramic – delivers a level of resistance which makes it extraordinarily durable, even in extreme conditions. In customised matt black, the aesthetics of the Ducati Diavel Carbon are as powerful and unique as those of the Tudor Black Shield. TUDOR BLACK SHIELD Self-winding mechanical movement, waterproof to 150 m, 42 mm case and bezel, both in high-technology ceramic. Visit tudorwatch.com and explore more.
INTERVIEW/
SC
IAMAMIWHOAMI POSTMODERN VALHALLA
Kimin tarafından üretildiği belli olmayan videolar ya da beliriveren gizemli harfler ve sayılar… iamamiwhoami Odin’in salonunu görsel-işitsel öğelerin en interaktif haliyle harmanlıyor. Kin, Bounty ve Blue’yla elektronik müziği görselleştiren proje, İskandinavya’nın yaratıcı endüstrilerdeki hakimiyetini mavi çizgilerle belirginleştiriyor. Biz de bu durumu fırsat bilip, iamamiwhoami’ın yaratıcısı Jonna Lee ile buluşuyoruz; Bounty’den filmlere, filmlerden projenin son albümü Blue’ya yol alıyoruz. Wave ekibi de İsveç’te XOXO için gerçekleştirdiği çekimden karelerle bize eşlik ediyor. röportaj barış fert fotoğraflar john strandh
XOXO The Mag
En başta kimliğini gizlemeyi neden tercih ettin? (Deneysel bir proje olan) iamamiwhoami’a başlamadan önce solo kariyerim vardı ve insanların o dönemki işlerime odaklanmasını istemediğim için kendi kimliğimi gizlemeye karar verdim. Ayrıca, belirli bir noktaya gelene kadar insanların kimliklerimizden ziyade işlerimizle ilgilenmesini istedim.
çalışma sürecinin sonunda çıkardığın için kendi çocuğun olarak tarif etmiştin. Klişelerden uzaklaşırsak, diğer albümlerin Bounty ve Blue’yu nasıl tanımlarsın? Bounty’yi, doğumumuz ve bize kalan miras olarak görüyorum, çünkü bu albüm iamamiwhoami tarihinin başlangıcı. Blue ise, benim için, kurtuluş demek.
Peki iamamiwhoami’ın kim olduğuyla ilgili spekülasyonları duyduğunda neler hissettin? Hem benim hem de ekibim için oldukça boğucu bir süreçti. Spekülasyonlara kulak asmamaya ve işlerime konsantre olmaya çalıştım. En nihayetinde bu dedikodular benim için bir oyun değildi. Kimlik araştırması birçok problemi beraberinde getirebiliyor...
Konserlerde canlı enstrümanlar mı, dijital enstrümanlar mı kullanıyorsunuz? Canlı performanslarda genellikle analog enstrümanlarla çalıyoruz. Tabii ki dijital enstrümanlara yer verdiğimiz de oluyor. Enstrümanımız ne olursa olsun, bizim için önemli olan nokta, organik kalabilmek. Sence, Ragnarök’ü şarkılarından hangisi en iyi bir biçimde tasvir ediyor? Su etrafında şekillenen Blue albümünün tamamı. Ama esasında Blue, mitolojik bir dünyadan ziyade hayatımı sürdürdüğüm ve üretim yaptığım online bir dünyanın sembolü.
Müziğin, birçok kişi tarafından elektronik müziğin sınırları içinde tanımlanıyor. Fakat biz bunun yetersiz bir tanım olduğunu düşünüyoruz. Sen müziğini nasıl tarif ediyorsun? Kendi işlerimi “organik müzik” olarak tarif edebilirim. İlham noktasını doğadan alan analog sesler kullanıyorum. Şahsen, müziğin kategorilere ayrılmasını gerekli bulmuyorum ve günümüzde de bu ayrımı yapmak gittikçe zorlaşıyor. Ayrıca, artık müziğin diğer sanat formlarıyla karıştırılması anormal karşılanmıyor. Müziğin türlere göre ayrılmasının müzisyenlerin de işine gelmediğini belirtmek lazım.
“YouTube’da gerçekten güzel müzik videoları var, fakat insanlar onu daha çok sarhoş Rusların komik videolarını izlemek için kullanıyorlar. Bu yüzden YouTube’a sanat kaygılı bir şey yüklemeyi bir nevi deney olarak görüyorum.” demiştin. Deney sonuçları seni şaşırttı mı? Kendinizi farklı alanlara yöneltmeniz gerçekten çok önemli. Bu süreç, yarattığım işin nasıl bir dönüş alacağıyla ilgili bir deneydi. Bu anlamda Blue albümü benim en son kişisel maceramdı ve yarattığımız platform sayesinde takipçilerimiz bizimle bir bağ kurmuş oldu. Yani sonucun umduğumdan daha iyi olduğunu söyleyebilirim.
Şarkılarını neden görselleştirmek istedin? Sesleri görselleştirmeyi gerçekten çok seviyorum, çünkü ben de görsel bir insanım. Görsel-işitsel olarak çalışmamızın asıl sebebi, iamamiwhoami’ın takipçilerine sunmak istedikleriyle doğrudan bağlantılı. Hikayenin arkasında, takipçilerimizle ve onları çevreleyen nesnelerle kurduğumuz gerçek zamanlı bir iletişim var. Bu durum, ilk bakışta size oldukça pop gelebilir, fakat büyük resmi gördüğünüzde, yapmak istediklerimizin bundan çok daha fazlası olduğunu fark edebilirsiniz. Şarkılarımızın, kesinlikle kendine has bir görsel dili var.
Kendini müzik yerine kelimelerle ifade ederken zorlandığın oluyor mu? Benim için en rahat iletişim kurma yolu kesinlikle şarkı söylemek. Konuşmak ise aslında kendimi ifade ederken en son tercih ettiğim yol. Fakat bu konuda da kendimi geliştirmek istiyorum.
Bir röportajında ilk albümün Kin’i, dokuz aylık çok yoğun bir 27
Birlikte çalıştığın insanlarla nasıl bir bağ kuruyorsun? Yarattığımız şeyleri çok seviyoruz ve birlikte çalışırken çok eğleniyoruz. iamamiwhoami’ın prodüktörü Claes Björklund’la beş yıl sonunda bir aile gibi olduk. John Strandh ise görsel anlamda projeye çok önemli katkılar sağlıyor ve benim için çok özel biri. Kendisinin de bir parçası olduğu Wave’in yönettiği Blue videosu birçok olumlu tepki aldı. Ayrıca, Blue’nun montaj sürecini de John’la beraber götürdük. Agustin Moreaux’nun da ilham veren bir sürü özelliği ve yeteneği var. Kendi plak şirketin To whom it may concern’ü kurmaya nasıl karar verdin? iamamiwhoami’dan önce başka bir plak şirketiyle çalışıyordum ve genellikle kendimi kısıtlanmış hissediyordum. Müziğimin yaratım ve dağıtım süreci de bu durumdan etkileniyordu. Şahsen, müzik endüstrisinin gelenekselleşmiş kalıplarının birçoğunu anlamsız buluyorum. Bu bağlamda da, iamamiwhoami’ın organik kimliğine atıfta bulunarak yarattığım müziği kendim piyasaya sürmeye karar verdim. To whom it may concern, ilk başta sadece dijital bir dağıtım mekanizmasına sahipti, fakat hızla gelişti. Kendi plak şirketimizle işlerimizin yüksek standartlarda dağıtılmasını ve yayılmasını sağlayabiliyoruz. Ayrıca, takipçilerimizle doğrudan iletişim kurmamız da oldukça kolaylaşıyor. Yosunlaşmış müzik endüstrisinde kendi yolumuzu çizmenin daha mantıklı olacağını düşünüyoruz. Müziğin bir pazarlama aracı olarak kullanılması hakkında ne düşünüyorsun? Bir markayla ya da bir projenin yaratıcısıyla işbirliği yapabilmem için yaratıcılık perspektifinden değerlendirilmesi gereken ayrı bir motivasyona ihtiyacım var. Fakat diğer müzisyenleri kesinlikle yargılamıyorum, çünkü sanatçı veya müzisyen olmak gerçekten çok zor. iamamiwhoami’ı; kendi biriktirdiklerimiz, bizim ve çevremizdekilerin iyi niyeti ve sahip olduğumuz zamanla yarattık. Her şeyi bağımsız olarak yapmak gerçekten çok zor, çünkü büyük bir risk alıyorsunuz. İnsanların müziğimi dinledikleri zaman doğrudan benimle bağlantı
kurmalarını istiyorum; herhangi bir markayla değil. Üretim motivasyonların neler? Bu proje her şeyiyle benim en büyük ilham noktam. Ortaya çıkma sürecinden takipçilerin ilgisine ve tepkilerine kadar, iamamiwhoami’ın her noktasından ilham alıyorum. Şu saniye içinde hayatta olmam da bana ilham veriyor. Doğayla da kuvvetli bir bağın var... Ben kendimi doğanın bir parçası olarak görüyorum, fakat ne yazık ki birçok insan böyle düşünmüyor. Modern dünyanın akışına kapıldığımız zaman doğayı tamamen unutuyoruz ve ona gereken özeni göstermiyoruz. Kısacık hayatlarımız olmasına rağmen hiçbir zaman ölmeyecekmiş gibi yaşamamız oldukça gülünç. Çalışırken takıntılı mısındır? Eğer zamanım varsa en ufak bir şekilde bile rahatsız edilmeyeceğim noktalarda çalışmaya gayret ediyorum. Şarkılarımı yazma sürecinde etrafta düşünülmesi gereken, aklıma takılacak en ufak bir şey bile bırakmamaya çalışıyorum. Sürecin ikinci aşaması ise görsel-işitsel filmlerin yaratımı olarak ortaya çıkıyor. Bu iki aşama oldukça uzun bir zamana yayılıyor. Örneğin, Blue’nun son bölümünü proje başlangıcının üzerinden iki yılı aşkın bir süre geçtikten sonra bitirebildik. İskandinav sanat sahnesinden çıkan isimler uluslararası platformlarda giderek daha çok konuşulur olmaya başladı. Bu değişimi neye bağlıyorsun? İskandinavya’dan çok daha iyi sanatsal projeler bekleyebiliriz, çünkü İskandinavların kendi benliklerini keşfettiklerini ve bununla bütünleştiklerini düşünüyorum. İsveç sanatı uzun bir süre vasat bir şekilde ilerliyordu ama şu an sanatçılar kendilerine daha çok güveniyorlar. Ayrıca, İsveç’te kültür ve sanata kaliteli nitelikte yer veren medya platformu çok az ve bu durumun sonucu olarak da, yaratıcı bireyler işlerini başka ülkelerde ortaya çıkarmayı tercih ediyorlar.
XOXO The Mag
INTERVIEW/DES
DAAN ROOSEGAARDE
Teknolojik Şiirler
Daan Roosegaarde, işlerinde teknoloji, mekan ve insan arasındaki dinamik ilişkilere odaklanan ve interaktif kamusal alan projelerine imza atan inovatif bir sanatçı. Güneş enerjisiyle şarj olup gece ışıklanan akıllı otoyoldan, dokunulduğunda transparanlaşan teknolojik giysilere, Van Gogh’un yıldızlı gecesinden esinlenen bisiklet yolundan, dokununca ses veren ve renk değiştiren mermerlere, sanatı, teknolojiyle ve kamusal alandaki insanın bağlantı ihtiyacıyla harmanlayan işler onunkiler. Roosegaarde’yle, Türkiye İnovasyon Haftası vesilesiyle konuk edildiği Hollanda Konsolosluğu’nda buluştuk ve konuya sanatçı misyonundan girip, dünyanın geleceğiyle kapanışı yaptık. röportaj zeynep aksoy fotoğraf özkan önal
XOXO The Mag
Dune
Amsterdam Tren İstasyonu’nu gökkuşağı renklerine boyadığın son projenden bahsederek başlayalım. Amsterdam Belediyesi, istasyonun 125. yıldönümünde bizden yeni bir şey yapmamızı istedi. Ama tabii bu tür işlerde kültür mirası bazen problem olabiliyor, hiçbir şeye dokunamıyorsunuz, hiçbir şeyi değiştiremiyorsunuz vs. Bu sebeple biz de ışık ve renklere odaklanarak dünyanın en büyük gökkuşağı istasyonlarından birini yaptık. Işığı galaksideki yıldızları analiz etmek için kullanılan teknolojiyle kırdık ve bunu projektör kullanmadan, binanın kendi eğimini takip eder şekilde yaptık. Yani gökkuşağı çatıyı destekliyor gibi. Muhteşem...
Mehmet Büyükekşi dün buradaydı, Lotus projemize bakıyordu, epey bir inceledi ve ısrarla “Peki fonksiyonu ne?” diye sordu. Ben de “Şiirsellik.” diye cevap verdim. Buradan katı kapital ve yumuşak kapital üzerine güzel bir tartışma çıktı aramızda. Hem kiramızı ödeyip hem de iyi bir şehir, iyi bir ülke için doğru fikirlere nasıl yatırım yapabiliriz diye konuştuk... Katı ve yumuşak kapitali nasıl açıklıyorsun? Katı kapital Excel dosyanıza yazıp hesap yaptığınız, kiranızı, faturalarınızı ödediğiniz para. Bu çok önemli, tamam, ama sadece buna odaklanırsanız hayat inanılmaz derecede sıkıcılaşıyor. Yeni fikirler, hayaller, başarısız olan ya da başarıya ulaşan deneylerle, katı kapitali yumuşak kapitalle birleştirmelisiniz. Yaratıcılık ve ticaret arasında da benzer bir denge var. Mesela eğer ben sadece paranın peşine düşersem projelerim sıkıcılaşır, ama sadece yaratıcılık dersem de ekibimi elimde tutamam. Hollanda’da teknolojiyle doğa arasındaki bağlantı ülkenin DNA’sında var, çünkü çok tuhaf bir ülkeyiz, deniz seviyesinin altında yaşıyoruz. Türkiye ise tamamen farklı tabii; çok hırslı, en iyi olmaya çalışıyor, gurur duyacağı şeyler gerçekleştirmek istiyor, sürekli yeni fikirlerin peşinde. Ama merak ediyorum; bu, zaten var olanın kopyala-yapıştır mantığıyla tekrarlanması mı yoksa yeni endüstrilerden bahsederken kendi otantikliğini de ortaya koyabiliyor mu?
Ne zamandır bir ekiple çalışıyorsun? Rotterdam ve Şanghay’da 5-6 yıl önce kurduğum iki stüdyom var. Stüdyoları kurmadan önce bir sürü fikrim vardı ve kimse onların nasıl gerçekleştirilebileceğini bilmiyordu. Ben de o zaman bari kendi ekibimi kurup kendim yapayım dedim. Sosyal tasarım ya da interaktif tasarım fikrine nasıl geldin? Sanat okudum ve mimari üzerine master yaptım. Tasarımın sadece sandalye, lamba ve masadan ibaret olmadığına ya da sanatın bir müzede, üzerinde “lütfen dokunmayın” uyarısı bulunan işlerle sınırlı olmadığıyla ilgili büyük bir derdim vardı. Sanat özelinde, insanları da işin içine katmayı, seyircinin de bir şekilde eserin bir parçası haline gelmesini seviyordum. Bugün ekip olarak, açık, paylaşılabilen ve herkese ulaşabilecek bir şeyler yapabilmek için özellikle kamusal alana odaklanıyoruz. Zira etrafımızdaki dünyaya ışıktan ve bilgiden yeni bir katman ekleme fikri beni büyülüyor. Mesela bir tane sürdürülebilir dans pisti yaptık, insanlar dans ederken, pist elektrik üretiyor. Şimdi de akıllı otoban projemiz var, gündüz güneş ışığıyla şarj olup akşam parlayan yollar... Yani yüksek teknoloji kullanıyoruz ama sonuçta nosyonumuz şiirsel; teknolojiyi görmüyorsunuz.
Bu minvalde inovasyon haftasıyla ilgili fikirlerin neler? Yapılıyor olması çok iyi. Çünkü endüstrideki tasarımcıların fikir değiş-tokuşu yapmaya ihtiyaçları var. Türkiye gibi büyümekte olan bir ülkenin geleceğe meraklı olması lazım. Ve yeni icatlar, yaratıcı düşünceler bunun çok büyük ve önemli bir parçası. Enerjinin, sağlığın geleceğine baktığımızda, hayatta kalabilmemiz için de şart ayrıca. İstanbul’a birçok kez geldin. Amsterdam’la İstanbul gibi iki çok farklı şehri karşılaştırmak pek kolay değil ama; izlenimlerin neler? Hollanda krep gibidir, düz ve açık; insanların ruh hali de bundan etkilenir. İstanbul’da ise çok daha fazla katman var, bir şeye baktığımda tam olarak anlayamıyorum ve belki de bunu seviyorum. Burada bir şeylere bakmanın çok farklı biçimleri, bir sürü farklı görüş ve çatışma var. Ortak amacımızın ne olduğuyla ve etrafımızdaki dünyayla nasıl başa çıkabileceğimizle ilgili çok fazla tartışma var. Bence kolektif olarak, geleceğimizin nasıl görünmesini istiyoruz diye sormalıyız ve tasarım bu tartışmaların birleştirici noktası olabilir.
Van Gogh bisiklet yolu çok etkileyici. Işıltı ve akış, çoğu işinin merkezinde sanki. Biliyorsunuz, 2015 Uluslararası Van Gogh Yılı. Bu projede işbirliği yaptığımız Van Gogh Vakfı’nın arzusu onun hala yaşadığı hissini uyandırmaktı. Projemize basının ve seyircinin gösterdiği ilgi diğer bütün projeleri gölgede bıraktı. Bu da bize insanların hem fonksiyonel hem de yeni fikirler ve hayaller içeren bu tip işlere artık hazır olduklarını gösterdi... Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı 31
Daan Roosegaarde with his Lotus Dome
Diyelim ki sana İstanbul için bir proje ısmarlandı… Kamusal alana odaklanırdım. Daha fazla alışveriş merkezi ya da ticari mekana ihtiyaç yok bence. İnsanların buluştuğu, fikir alışverişinde bulunduğu mekanlar yaratmak lazım. Bizim yaptığımız tasarımlar bir şekilde hep bununla, doğru olmakla değil bağlantı kurmakla ilgili. Doğru olmak sıkıcıdır. Biliyorsun, burada çevreyi kullanmakla ilgili ciddi bir sıkıntımız var. Alışveriş merkezleri ağaçlardan daha önemli hale geldi bir şekilde... Bu durum ticari amaç güden bir kültürün sonucu. Prestij için araba istiyoruz, sonucunda elde ettiğimiz ise saatler süren trafik sıkışıklığı oluyor. Bunun yerine neden güzel bisiklet yolları yapmayalım, neden bisiklet prestij kazanmasın? Bizim başbakanımız bazen işe bisikletle gidiyor. Bazı kültürler bunu saçma buluyor ama insanlar için, şehir ve doğa için iyi olan bu. Eğer herkes için yaşanabilir bir şehir yaratmak istiyorsak dengeyi bir şekilde kurabilmemiz gerekiyor. Avrupa ülkelerinde sürdürülebilirliğe doğru ciddi bir yönelim var. Sürdürülebilirliğin sürdürülebilirliği konusunda ne düşünüyorsun? İyimser misin? Şu anki sistem çöküşte. Sadece İstanbul’da değil, burayı çevreleyen birçok Avrupa şehrinde de bu böyle. Eski sistem, hareket kabiliyeti ve enerji anlamında, çökmek üzere. Ve yeni sistem henüz icat edilme aşamasında. Tuhaf bir şekilde, biz bunun tam ortasındayız, sanki yeni dünyanın bir prototipini yaratma sürecindeyiz. İşte bisiklete binmeyi nasıl çekici hale getirebiliriz, enerji tüketmeyen sokak ışıklandırması nasıl yapılır, havaalanından şehir merkezine elektrikli arabalar için bir kırmızı halı nasıl döşenir? Kendimize sormamız gereken sorular bunlar bence. Henüz bunu tam olarak yapmıyoruz ama er ya da geç bu suratımıza çarpacak. Artık bir karar verme zamanı. İşlerinde neden doğal malzeme kullanmıyorsun? Proaktif ya da interaktif malzeme kullanmak gibi bir derdim var. Bizim yaptığımız doğaya bakmak, onun prensiplerini almak ve o prensipleri yaptığımız şeylere uygulamak. Mesela denizanasına bakıyoruz, suyun altında ışık vermeyi nasıl becerdiğini inceliyoruz. Pili yok, güneş enerjisi paneli yok, elektrik faturası da gelmiyor ona. Bu örnekten ne öğrenebileceğimize bakıyoruz ve deniz anası, ateşböceği gibi organizmaların ışık üreten bileşeni lusiferi alıp bitkilerle birleştiriyoruz. Işıldayan bitkiler, parlayan doğa... Buna biyomimikri diyoruz. Doğanın işleyişini kendimize göre değiştirerek onu bir anlamda taklit ediyoruz.
Yarattıklarınız sonuçta cansız şeyler ama bunlar canlılarla iletişime geçiyor. Dokununca ses çıkaran ve renk değiştiren mermerler dokunma isteği uyandırıyor. Canlılarla cansızları ilişkiye sokma fikrinin altında yatan arzudan bahseder misin? Araba da cansız ama sanırım neredeyse bütün Türk erkeklerinin -ve belki kadınlarının da- arabalarıyla yoğun duygusal bağı var. Mermerler aydınlatma elemanı olmanın ötesinde, birer hayvan gibiler, onlar da size duygusal bir karşılık veriyor. Bu cansız şeyleri insanlara açabilmek ve insanların onlarla daha duygusal bir ilişki kurabilmelerini başarabilmek için çok fazla zaman ve enerji harcıyoruz. Sürdürülebilirliği özel yaşamında da uyguluyor musun? Sıfır çöp falan gibi? Hayır. Yani tabii ki enerjiyi boşa harcamamaya çalışıyorum ama her ay bindiğim uçak sayısına bakarsak bunu pek başardığım söylenemez. Sahip olduğum zamanı ve enerjiyi doğru ve yeni şeylere yatırmam gerektiğine inanıyorum. Püriten olmamak lazım. Ben hem yıkımın hem de yaratımın bir parçasıyım. Sonuçta gerçeklik bu ve hepimiz bu kirli gerçekliğin bir parçasıyız. Hollanda’nın kültür ve sanat mirasıyla nasıl bir bağlantın var? 17. yüzyıl Hollanda manzara resimlerine baktığınızda, kolektivite ve paylaşım nosyonunun büyük bir gelenek olduğunu görüyorsunuz. Mesela Rubens ya da Rembrandt, tek başlarına çalışmıyorlardı. Resimleri bir grup insan üretiyordu, Rembrandt da bir mimar gibi onları kontrol edip, onay veriyordu ve altına imzasını atıyordu. Orada bir grup usta insanın zanaatla vizyonu birleştirerek gerçekliğimizle ilgili yeni fikirler ürettiklerini görüyoruz. Bu anlamda ben de tamamen aynı geleneğin bir parçasıyım. Farklı aletlerim, farklı tuvallerim var ama prensip anlamında aynı şeyi yaşıyorum. Hipertüketici dünyamız için daha yeşil bir gelecek ihtimaline inanıyor musun? Buna inanmaya mecburuz. Marshall McLuhan’ın dediği gibi, “Adına dünya dediğimiz bu uzay gemisinde yolcu yok, hepimiz tayfayız.”. Bunu fark ettiğiniz an geleceğe karşı ister istemez korunmalı oluyorsunuz. Ama sadece kısa vadeye odaklanırsanız sorunlar baş gösterir. Suudi Arabistan’a, Katar’a bakın mesela, adamlar akıllılar, sürdürülebilir şehirlere inanılmaz paralar harcıyorlar. Peki bunu sadece pazarlama için mi yapıyorlar? Tabii ki hayır. Hayatta kalmak ve bu konuda en iyi ve ilk olmak istiyorlar. Bu bir hippi hayali değil; mümkünse beş yıldan daha uzun süre dayanacak şeyler üretebilme meselesi...
XOXO The Mag
INTERVIEW/ E
KAAN GÖKSAL
Part-Time Mucit
18 yaşında olmak, artık yalnızca matematik notlarını yüksek tutmaktan ibaret değil ve işler gittikçe kızışıyor… Ev yapımı drone’lar ya da 3D yazıcılardan bahsetmeyi zorunlu kılan yeni nesil girişimciler; yeniyi beklemek yerine, daha iyisini ve yenisini yaratmaya, hatta yeni olanı şimdide bırakacak kadar hızlı ilerlemeye devam ediyorlar. Yarışı bir yerden yakalamak gerekiyor; sözü her gün yeni bir yarına uyanma arzusuyla yaşayan Kaan Göksal’a bırakıyoruz. röportaj dilan ceylan emektar fotoğraf özkan önal
Seni bir şeyler üretmeye ve düşünmeye iten asıl kuvvet dünyayı daha güzel bir yer haline getirmek mi yoksa yalnızca merakının peşinden gitmek yeterli mi? Temelde asıl motivasyonum merak… Diğer yandan ürettiğim şeyler, çevremdeki kontrolümü artırıyor. Örneğin, odamda ufak bir kontrol sistemi var; kim girip çıktı, odanın ısısı nedir vs. bu tarz bilgilere erişebiliyorum. Ya da sabahları alarmla uyanmak yerine, kendiliğinden yanan lambam vasıtasıyla uyanıyorum. Genel olarak, kendi başıma bir şey yaratmak bana güç veriyor.
siteyi sıklıkla takip ediyordum ve sonunda kendiminkini yapmaya karar verdim. Teorik olarak 800 metreye kadar yükselebiliyor, ancak şu ana kadar yalnızca 400 metre yükseldi. Görüntü kaydı yapabilen bir teknolojiden söz ediyoruz ve kontrol tamamen üreticinin elinde… Herkesin ‘kolayca’ drone sahibi olması kişisel haklara saldırı haline gelmiyor mu? Sıkıntı oluşturabilecek durumlar olabiliyor tabii. Hatta bir dönem ABD’de bir eyalette drone sapıkları türemiş; sonrasında da bir yasa çıkartılmış. Öyle ki eğer özel mülkünüz etrafında drone görürseniz, ona zarar verebiliyorsunuz ya da onu direkt yok edebiliyorsunuz. Bu şekilde, silahla vurulan birçok drone olmuş, hatta onları havada yakalayanlar bile çıkmış…
Connecthing’i kurmaya nasıl karar verdin? Connecthing’i kurmadan önce, “nesnelerin interneti” ve “makineler arası iletişim” kavramlarıyla çeşitli kaynaklarda sık sık karşılaşıyorduk. Bu kaynaklarda, yakın zamanda bu kavramların oldukça güçleneceğinden hatta dördüncü endüstriyel devrim haline geleceğinden bahsediliyordu. Benzer dönemde, konuyla ilgili olarak, CISCO’nun çok beğendiğimiz bir projesi oldu. Baktığınızda basit bir saat projesi; ancak bu saat siz uyanmadan önce, sizin için ev ısısını ayarlıyor, motoru muhtemelen donmuş olan arabanızı kullanıma hazır hale getiriyor ve trafiğin durumuna göre uyanmanız gereken zamandan daha önce sizi uyandırıyor. Proje, Kanada özelinde geliştirildiği için, oradaki şartlara bağlı kalınarak hazırlansa da, harika bir başlangıç noktası ve tabii bizi de çok etkiledi. Ve bu fikre odaklanmaya karar vererek, şirketi kurmak için arkadaşlarımla bir araya geldik.
Teknolojinin, insan hayatını kolaylaştırması ve kendine bağımlı hale getirmesi arasında ince bir çizgi var. Hangi koşulda ya da durumda bu çizginin ötesine geçildiğini düşünürsün? Kullandığınız herhangi bir cihaz, psikolojinizi etkileyecek boyutta bir etki göstermeye başladıysa, o noktada bana göre tehlike de başlamıştır. Telefonunuzu bıraktığınızda hayatınız ciddi anlamda aksıyorsa, özellikle de yokluğunda kendinizi kötü hissediyorsanız, eksiklik yaşıyorsanız, hayatınızı ciddi anlamda ele geçirmiş demektir. Diğer yandan, uzun süreli olarak ya da tamamen teknolojiden kopmak da pek mümkün olmuyor. Mühendisliğin de bir sanat olduğunu düşündüğünü söylüyorsun. Tasarımın işlevselliğinden ziyade, hem üreticiye hem kullanıcıya hissettirdikleri önemli… Eğer sanat kendinizi ifade etmekse, ben de kendi üretimlerimde tamamen kendimi ortaya koyuyorum; hepsi kendi merak ve heyecanlarımdan yola çıkıyor. Bana kalırsa bu anlamda ikisi örtüşüyor. Zamanla okuyup gördükçe, sanatla da daha çok ilgilendikçe, belki tasarımlarım da değişip dönüşecek ancak bu iletişimin önemli olduğunu düşünüyorum.
Peki süreç nasıl ilerledi, Connecthing ve projeleriniz şimdiye kadar seni tatmin edecek seviyeye geldi mi? CISCO’nun bahsettiğim fikrinden hareketle, hızlıca kendi projemiz olan Akıllı Priz projesini çalışmaya başladık. Bu priz basitçe, elektrik tüketiminizi cep telefonunuzdan kontrol edebilmenize olanak sunarken, buzdolabı, çamaşır makinesi vb. ev aletlerini mümkün olan en tasarruflu şekilde kullanmamıza imkan sağlıyor. Projeyi, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın Teknoloji Fonu için şekillendirdik. Raporlarımızı hazırlayıp, bir ay içinde proje sunumumuzu yaptık ve olumlu geri dönüş aldık. Bakanlık desteğiyle, Teknopark’ta şirketimizi kurduk. Altı ay boyunca ürünü belirli bir seviyeye getirdik ve Start-Up ‘14 konferansına katılıp şirketimizi tanıttık. Konferansla birlikte farklı birçok kontak kazanmış olduk, çokça da geri dönüş aldık. Özellikle Turkcell çok ilgilendi, onların da benzer çalışmaları olmuş. Zaten sonrasında Teknoloji Zirvesi’nde de projeyi bire bir onlara sunma imkanımız oldu. Yine Smart Home Automation Systems üzerinde çalışan başka bir şirketten dönüş aldık; hatta şu sıralar bir yatırım anlaşması içerisindeyiz. Şimdilik dört kişiyiz, yatırım aldığımızda ekibi de büyüteceğiz tabii… Her ne kadar Türkiye’deki iş ahlakı her anlamda insanı zorlasa da, bana kalırsa şimdilik iyi gidiyoruz…
Sence sanat her daim irrasyonel ya da duygusal olmak durumunda mı? Sıfırdan üreten bir insan olarak sen sanatı hayatında nasıl konumlandırıyorsun? Sanatla teknoloji buluşmadıkça, ikisinin de bir yere gelebileceğini düşünmüyorum. Ne kadar yararlı bir şey üretirseniz üretin, eğer görsel olarak çekici değilse istenen ilgiyi uyandıramazsınız. Yani işlevsellikten ziyade görsellikle ilgileniyorsun… Teknolojide de, tıpkı sahnede olduğu gibi, işlevsellik, görsellik, iyi bir sunum, kullanıcı dostu olma özelliği ve uzun ömürlülükten oluşan çok net bir mizansen var. Eğer bu mizansene sahip değilse, ne kadar güzel olursa olsun, ne ürettiğinizin bence pek bir önemi yok.
Bu arada kendi 3D yazıcını yapmak nereden çıktı? Bazen yalnızca YouTube tutorial’larından yararlanarak üretim yapabiliyorum. Bu benim için bir nevi hobi gibi... 3D yazıcıyı ilk gördüğüm an; çamaşır makinesini izleyen çocuklar gibi karşısına geçip onu saniye saniye izleyerek takip etmiştim. Çok büyük parçaların çıktısını almasanız da, genelde böyle bir yazıcıdan çıktı almak uzun süreler alabiliyor. Her baskıda aynı heyecanı yaşadığımı fark ettim, o nedenle kendim için bir tane yapmaya karar verdim. Yaz tatilinde de okulda 3D yazıcı programlamakla ilgili bir ders vermiştim… Sonra gerekli parçaları ABD ve Çin’den sipariş ettim ve yazıcıyı tamamlamak bir ayımı aldı. Şimdi sorunsuz çalışıyor…
Rutin bir günün nasıl geçiyor? Okula gideceğim günlerde Akıllı Priz’im beni uyandırıyor, eğer okula gitmeyeceksem o da benimle birlikte uyuyor. Priz, büyük lambama bağlı; şayet beni uyandıracaksa, lambayı yakıyor ve ben de uyanıyorum. Alarmla uyanmak pek hoşuma gitmiyor... Aynı prizden bir adet de ev kapısının yanında var, havanın yağışlı olup olmadığının bilgisini veriyor, ben de hazırlığımı ona göre yapıyorum. Genelde motosikletimle seyahat ediyorum, o açıdan benim için önemli. Teknolojiyle sürekli iç içe olduğum zamanlar, mutlaka ara verip doğaya çıkma ihtiyacı duyuyorum, telefonumu ve tüm teknolojik aletlerimi bırakıp etrafı dinliyorum. Onun dışında, evde kalıp yeni tasarımlar üzerine çalışıyorum, sıklıkla da çiziyorum. Farklı başlıklar üzerinde çalışmayı ve hep yeni bir şeyler öğrenmeyi seviyorum...
Bir de Quadrocopter adında bir tasarımın var. Bu tasarımın ortaya çıkış hikayesi ne? Quadrocopter da, tıpkı 3D yazıcı gibi, tutorial videolar vasıtası ile ortaya çıktı. YouTube sağ olsun, birbiriyle ilgili tüm videoları sıraladıkça, siteden çıkamaz hale geliyoruz bazen… Bir de DIYdrones. com isimli bir site var, burada bireysel olarak drone üretebilmeniz için tutorial videolar yer alıyor, yaptıklarınızı da paylaşabiliyorsunuz. Ben de
Kimleri takip etmek ilgini çekiyor? İlk aklıma gelen, Elon Musk. Özellikle projelerinin tüm aşamalarıyla birebir ilgileniyor olması çok hoşuma gidiyor. Bu arada Apple’ı da eskiden düzenli olarak takip ederdim, ancak artık pek sevmiyorum. Bir de sıklıkla Aurdino.com’u takip ediyorum. 35
DIALOGUE/DES
DURMUŞ DİLEKCİ & BURAK ÜNDER
Mimari ve Kutsallık Üzerine
Durmuş Dilekci, Burak Ünder’e soruyor; “Mimari kendi kutsallık algısını nasıl yaratır ve mimar bugün nasıl bir arayış içinde?” Topraktan aldığımızı toprağa, kentten aldığımızı kente vermeye inanan Dilekci için kutsallık, etik bir sorumlulukla doğrudan ilişkili. Bugünün gösteri mimarlığı sahnesinde ise, bu kutsal-etik dengesinin son derece problematik olduğu açık. Dilekci Mimarlık’ın İstinye’deki ofisinde üç mimar bir araya geldik, mimari ve kutsallığı konuşurken aslında bugünle, disiplinimizle ve kendimizle yüzleştik. hazırlayan yağmur yıldırım fotoğraf özkan önal
KENDİNİ SORGULAYAN MİMARİ
önemli, postmodernizmin Las Vegas’a getirdiği gece mimarisinden bahsetmiyorum... Bahsettiğim, yapıların gece ifadesi, hayatın içinde kendiliklerinden var olması ile ilgili.
Durmuş Dilekci: Kutsallıktan bahsederken; öncelikle bugünü konuşmamız gerektiğini düşünüyorum. Bugünden kastım, 80’ler ve 90’lardan bugüne kadar olan süreç. Özünde, ortak kavramlar üzerinden mimarinin yeniden yaratılması sürecinden bahsediyorum. Bu başlığı ortaya atarken, bu mesleği yaparken bize atfedilmemiş noktaları fark ederek, bir sorumlulukla bunları projelerimize katmamız gerektiğini düşündüm. Bugünün egosantrik “ben tasarladım, bu bitmiştir”ler çağında bunu gözden kaçırdığımıza inanıyorum.
YY: Tasarım Bienali’nde bununla ilgili harika bir iş vardı: Clio Capeille’nin Gece Vakti İçin Bitmemiş Manifesto’su. Gece duyumların değiştiği, algıların açıldığı iddiasıyla karanlıkta bir keşif deneyimi sunuyordu. BÜ: Görme duyusunun her şeyi domine ettiği bir dünyada yaşıyoruz. Görsel algı teşvik ediliyor; bu algıda hapis kaldığımızı düşünüyorum. Parametrelerden bahsediyoruz, o parametreleri ekranda görerek oluşturuyoruz. Yine görsel bir arayüz var bizi yönlendiren. Oysa mekanı, dokunduklarımızla, sesiyle, kokusuyla tarif ediyoruz. Bu üretimi kağıtla kurduğumuzda başka şeyleri duyumsamaya başlıyoruz.
Burak Ünder: Buraya gelmeden önce, sunduğun başlık üzerine biraz düşündüm, Vitruvius’un mimar tanımından yola çıktım. Rönesansın “Universal Man” tarifindeki gibi, her şeyi bilen, her şeyi yapan, üreten, tüm süreci belirleyen o üstün insan. Öte yandan, kent ve kamu ilişkisi başladığı anda mimarın teşvik edici rolü öne çıkar; mimar, yapıyı yapan ama sorgulatandır. Sorgulanması gereken bir diğer tasarım zamanında, bugün multidisipliner yapıya geri dönüş var; oysa hiçbirimiz “Universal Man” değiliz. Aklımı kurcalayanlar şunlar: Kutsallık çerçevesinde mimarinin sacayaklarını nasıl organize ediyoruz ve bu organizasyonda mimar olarak nerede kalıyoruz?
DD: Mimarinin dilini mimar bir yere kadar evirip çevirebiliyor, ama bir yerden sonra bina ne istiyorsa onu söylüyor. Mimar, sürecin bütününde bir heykeltıraş gibi çalışmalı bence; o eseri ortaya çıkarırken metabolikleşirsen, bir şekilde sürecin içine girersen tatmin yaşarsın. Genç nesilde ise o üç boyutlu paper architecture’larda ruhun doyması imkansız… Tasarımı daha olgunlaşamadan tüketiyorsun. Ama fikir tüketilmez ki... Bugün tüketmek için üretiyoruz, oysa o süreci yaşadığın zaman, “Evet, bu fikir.” diyebiliyorsan o fikri yaşatabilirsin. O paper architecture’larda, görsel algıda “Denenmemiş bir biçim kaldı mı?” sorusunu elbette soruyorsun.
DD: Kutsallık aslında mimarinin kendini sorgulaması… Yağmur Yıldırım: 90’lardaki Bilbao Etkisi’nden sonra, bu seneki 1715 başvurulu Guggenheim Helsinki mimari proje yarışmasının ardından Helsinki Etkisi terimi anılmaya başladı. Gösteri mimarlığının bir nevi biçim değiştirişi bu; bugün her şey çok kolay ve mimarın tanrılığı meşrulaştı.
BÜ: Louis Kahn’ın bununla ilgili bir sözü var aslında; “Her şey, daima daha önceden yapılmış olacak”. Yaptığın her şey bir yerlerde var ve önemli olan senin o arayışta giderek yalınlaşabilmen. Bizde ise her şeyi çöplükleştirmekten kaynaklanan bir tükenmişlik var.
DD: Bugün bir partikülleşme hali var. Fragmente, kopuk, küçük modüllerden oluşan bir değerler dünyası... Partikülleşme bugün disiplinlerarası çalışma modelini yaratan şey; bir yandan da mimarinin dönüşümünü ortaya koyacak olanın bu olduğunu düşünüyorum. Helsinki etkisinden bahsettin, bu ilginç bir durum. Bugün parametrelerle oluşturulan tasarım, aslında insan beyninin kolayca yapabildiği ama kontrolsüz bir biçimde tesadüflere açık olduğundan o kontrolsüzlüğün kontrolünün oluşturulduğu bir sistem. O yazılımda, programcının yazmış olduğu bir kod var; insan beyni ise çok daha hızlı çalışıyor ama o düzlemden bağımsız. Bugün çalışma konularımız ve biçimlerimiz değişti ama bunları nasıl kullanacağımız hala tam bilmiyoruz. Onun arkasına ulaşamadığın sürece de algı olarak o arayüze mahkum oluyoruz.
DD: Bellek genetik kodlarla her tür ilgiyi kodluyor. Ve tasarım sürecinde sen kodlanmış bilgileri kullanıyorsun. Tıpkı bir yazılımdaki gibi, komutlar ve fiiller dünyasından bir şeyler seçip eşleştiriyorsun. Yalnızca bazılarının algı filtresi daha açık, ya da kapalı; bazı tasarımcıların linkleri karışık olabilir, ya da pratik olabilir. Tasarım, kolektif belleğe işlenmiş olan kodlar üzerinden yapılıyor; yeni bir şeyi baştan yapma şansın yok. Ama sen yine eşsiz, kimsenin bir araya getirmediği bilgileri bir araya getiriyorsun, söylediğin gibi, kutsallık burada. Bir olayın evrensel bir repertuarı var ve her birey bunu kullanıyor. Sonsuz seçenek var, her birey kendi farkındalığı ve algısıyla o evrensel repertuarda bir şey üretmeye çalışıyor.
BÜ: O ekranın bir parçası olmaya çalıştığın sürece sorun devam ediyor, sonuçta bunun temelini oluşturan biri var. Beynin ve elinle düşünceni eğip bükerken, ortada nasıl davranacağını belirleyen birinin parametresi var. İş orada tıkanıyor. İnsan beyninin o ekranı kırabilmesi mümkün olabilse! Elbette düşünce, araçlar üstünden geliştiriliyor ama sadece o arayüzle, o araçla düşündüğünde o zaman sen neredesin?
BÜ: Ama mimarlık da zaten çok provokatif bir aygıt. İnsanın en temel ihtiyacı olan varlıkla doğrudan iletişim kuruyor. DD: Evet, ve burada orkestra şefi sensin. Belleklere senin verdiğin imaj önemli. İnsanların kentle, meydanla, alanla kurduğu ilişki herkeste farklı. Ve bunu yaratmak mimarın elinde.
DD: Mimarlık subjektif bir bakış açısı, yine de o subjektifliğin araçlardan çıkarılması ve bütüne dair daha açık olunması gerektiğini düşünüyorum. Ve bu ekran hadisesi bir başka konuyu açıyor: Mimarlık bugün sadece göze hitap ediyor. Oysa başka duyularımız da var; kokluyoruz, duyuyoruz, dokunuyoruz... Bir mekanı sessizliği ve sesiyle, soğukluğu ya da sıcaklığıyla da tecrübe edersin. Bu duyuların pasifize edildiğini düşünüyorum.
BÜ: O ölçekte bence son dönemde sıkıntı yaşıyoruz, söze başlarken geçmişten gelme çabam biraz da ondandı. “Universal Man” olmaya çalışmayalım, çünkü hiçbir zaman matematiğine, elektriğine, mekaniğine karar veren tek bir kişi olmayacak. Partiküllerden oluşan yapıyı bir araya getirip bir orkestra şefi gibi onları yöneten kişi olacak. Orkestra şefinin asıl görevi bir kişiye sadece ne yapacağını söylemek değil, geri çekilip bütünü görmek olmalı.
GÖRME DUYUSU YY: Mekan bir his, bütün bir duyum aslında.
DD: 20. yüzyıl modernizmi sonrasında mimari, alan terk ederek ilerledi, oysa bunu daha fazla yapmamalı; toparlayıcı ve hükmedici olmalı. Kendi himayesi altında yönlendirici olmalı.
DD: Jean Nouvel’in ortaya attığı “gece mimarisi” tanımı vardır bununla ilgili; eski bir eserin içine girdiğinde seni sadece sac bir yürüme yolu ve siyah bir yansıma ile yüzleştirir ve mekanı sana başka bir düzlemde tecrübe ettirir. Bence “gece mimarisi” son derece
BÜ: Her ne olursa olsun günün sonunda biz şehir ölçeğinde bir yere 37
Kopenhag Konder Salonu & DR Byen, Jean Nouvel, Kopenhag, Danimarka, 2009 (Fotoğraf: Carsten Machholdt)
sıkıştırılıyoruz. Geçmişte “Evet, burada bir yapı olmalı ve şu biçimde olmalı.” diyebilmişiz ama bugün biçimlenmiş, katmanlaşmış, o kalabalık kent yapısı içinde terk ettirilen alanları bulmak zorunda olan ya da buldurulan sensin; sana dayatılan rol üzerinde sadece teşvik edici olabiliyorsun. DD: Bence burada kentleşme, şehirleşme, medenileşmeyi ayırmak gerekiyor. Kentleşme iki boyutlu, düzlemsel bir hareket ve benim kavramlar dünyamda biraz da bahsettiğin, terk ettirilen alanlardaki hareketleri kapsıyor. Medenileşmeyse, kavram olarak şehirleşme demek aslında. BÜ: “Medeni” kelimesi zaten şehirli demek değil mi? DD: Evet, mesela “medeniyet” kelimesi şehrin yaratmış olduğu bir kültürü anlatır, oysa şehirden ne kastettiğimize bakmak lazım. Şehir konuşuyorsak, aslında çok katmanlı bir olguyu konuşuyoruz demektir. Kente baktığımızda ise, işin içinde planlama var; ki planlama inşa edilmesi ve algılanması için kentte sadece bir araçtır. Kent, planla planlanamaz. “Şehir” demekte ısrarım bu yüzden. Söylerken bile kavram farkını anlıyorsun... Şehir her zaman potansiyelini ve dinamiklerini kendisi yaratmış bir olguyken, kent planlanmış ve bırakılmış bir alandır. 20. yüzyıl mimarisinde, bahsettiğinin üzerinde durmak gerek diye düşünüyorum. Mimarlığa terk ettirilen alanlardan biri de planlama; modernizm sonrası temel problemlerden birisi bu, ama mimarın sürece dahil olmaması gibi bir durum olabilir mi? Türkiye’de planlama, mimariden bağımsız gibi olarak görülse de bu ikisi birbiri olmadan var olamaz. Bu, mimarın iş tanımının bir parçasıdır.
YY: Italo Calvino’nun Görünmez Kentler’i aklıma geldi. Hafiflikte büyüme özlemi kitapta sık geçer. Örümcek kent Ottavia için Calvino, “Sakinlerinin boşluğa asılı yaşamları diğerler kentlerden çok daha güvenli, çünkü herkes bilir ki ağ daha fazlasını taşımayacak” der. Calvino’nun bu hafiflik arzusunda New York’tan etkilenmiş oluşu da enteresandır. DD: Herzog & de Meuron’un bir depo binası vardır; kar sularının eriyip tekrar donması ile o masif cephe uçuşan, hafif, harika bir algıya bürünüyordu. BÜ: Yapıyı ortaya çıkarırken, mühendislik gibi, infrastrüktür gibi diğer disiplinlere nasıl yöneldiğimiz de önemli. Bu disiplinler kendi sonsuz parametrelerini tasarıma eklemlemeye çalışmaktan ziyade, tasarımın tam da başlangıç noktasında olabileceklerini hissetmeliler, bu multidisipliner üretimin gerçekten bir parçası olabilmeliler. Bu yüzden strüktür tasarımının Türkiye’de karşılığı yok. Mimarın orkestra şefliği kısmı tam da burada çok önemli. DD: Bugün aslında mimari, kendi infrastrüktürüyle daha da metabolikleşmeli. Metabolikleşme başka bir kutsallık kapısı da açıyor. Yapıyı insan vücudu gibi düşün. Yapı olarak strüktür ve cephe tek bir eleman; o süreci de bir şekilde yönetebiliyor olman lazım. BÜ: Fakat 20. yüzyılda modernizmin ayrışmaları yine devreye giriyor. Yapı var, cephesi var, kabuğu var, infrastrüktürü var… Bunların hepsi bir bütün aslında. DD: Modernist bir tasarımda her eleman bir şey taşıyor, ama bütün bir araya geldiğinde başka taşıyıcılığı var, bu ihmal ediliyor. Yapı, hafiflik kavramı içinde oluşmayan kalabalık bir çöplüğe dönüşüyor.
BÜ: İstanbul gibi yapılarda, kozmopolit dokularda, var olan sıkışmışlıkta metrekareye yatırım yapılırken, mimar kendine bu yatırımın yakın çevreye ne değer getirdiğine dair sorular sormak zorunda. Ve bunu yaparken de, konusu her neyse, projesi içinde o talepleri yönlendirecek alanları yaratmak zorunda.
BÜ: İnsan vücuduna bak; en narin kemik yapısı parmaklardadır ama ne kadar güçlü kavrıyorlar. Bu yapı sadece kendini taşımıyor, sinir ve kas dokusu da var; ve tek bir strüktür de yok.
DD: Burada yapım tekniği düşünülmeli -işte başka bir parametre. “Ben bunu daha ince, daha hafif nasıl yaparım?” Alanlar o kadar sıkışık ki, mimarın temel mottosu şu olmalı: “Yerçekimsizliğe erişebilmek için ne kadar incelebilirim?”
SÜRDÜRÜLEBİLİR HAYAT DD: Bu, egosantrik bakış açısının es geçtiği bir durum, ve bir başka es geçtiği kısım da binanın toprakla kurduğu ilişki… Kutsallık
XOXO The Mag
Fotoğraf: Özkan Önal
teknolojiye sahibiz -bu da bizi daha konformist düşünmeye itiyor.
kavramı kentten alınanı ve topraktan alınanı geri vermekle de ilgili. Sürdürülebilirlik bu kavramın içinde tek başına bir nokta sadece. Çok kullanılan bir kelime olsa da içselleştirilmesi gereken bir kavram olduğunu düşünüyorum.
DD: Halbuki toprağa tutunan bir şey yapıyorsun. Gerçekten yaşayan bir şey yapıyorsun; bir tür organizma diyebiliriz. Bina kullanıcısı ile birlikte yaşıyor ve yaşamın kaynağı da toprak. Dolayısıyla o yaşanmışlığı binaya katan şey ve binayı yaşatan da bu. Ve aslında bu bilgi evrende zaten var. BÜ: Yeşil çatı ile yukarı toprak eklemek değil, gerçek toprağa temas etmemiz gerekiyor. Sıkışık kent dokusunda insanları içine alıp dışarı çıkarabilmelisin.
YY: Sürdürülebilirlik, bugün her şeyi yeşile boyamakla eşdeğer tutulmaya başladı. DD: İmajlar dünyasının verileri yanlış kodlanmış ve içi boşaltılmış durumda.
SAHİPLENİLEMEYEN ŞEHİR DD: Evet, ve kamusal alan sadece kültür merkezi demek değil. Kamuyla ortak bir payda yaratmak demek.
BÜ: Sürdürülebilirlik ekolojik durum gibi anlaşılıyor. Pazarlamanın bir parçası, ve en kolay yapılabilirlik... Önüne fotovoltaik panel takıp, tepesine bir güneş kolektörü kondurup, üzerine birkaç ağaç dikince oldu sanılıyor. Mimarın, sürdürülebilirlikle ilgili asıl sorumluluğu etik bir sorumluluk. Bir sacayağı bu; ekolojik, etik ve ekonomik sorumluluklar bir arada... Ama biz sadece ekolojiye odaklanmış haldeyiz. Aslında etik sorumluluk bir komünitenin nasıl var olacağı. Mimarlık da bir komünite kurma işi. Bunu düşündüğünüzde ister istemez ekolojiden de geçiyorsunuz, çünkü sürdürülebilirlik dediğimiz şey aslında hayatın sürdürülebilirliği. Etik sorumluluklar ve bir komünite tasarlamaktan yaklaşırsak, peşinden çok doğal olarak ekonomi ve ekoloji de zaten gelecek. İnsanlara ne veriyoruz ki onlardan alıyoruz diye düşünmeliyiz.
BÜ: Ve bu, kente dokunmayla, topluma dokunmayla oluyor. Eğer bunu yapamazsan obje tasarlamış oluyorsun. Mimarın teşvik edici rolü, kente ve insana ne kadar yakın olduğuyla ilgili. İnsanları buna ikna etmeliyiz, yoksa durum daha kötüye gidecek. Levent-Zincirlikuyu hattı mesela... Kuleler ve herkesin birer peynir dilimi gibi kestiği bir yapılaşma; podyumlar arası duvarlar, hiçbir ilişki kurulamayan ve insani ölçeği olmayan bir yer. DD: Toplum bilinci ise bunu kentteki yeni yaşama biçimi olarak benimsiyor. Yürüyen adamın sokakla ilişkisi yok, çünkü onu görmüyor. Kent içinde yaşarken insanların önünden geçtiği ama görmediği bir sürü alan var, bunların planlanıp aktif olarak kullanılmama problemi söz konusu. Ataletin getirmiş olduğu bir kabuğuna çekilmişlik var, bu insanı ve kenti kurutuyor. Kenti kullanım algısında o yaşama alanlarının yokluğu, insanları da oradan oraya gidip gelen bir makineye dönüştürüyor. Doğan Kuban, “İstanbul kasabalılaşmaktan dolayı böyle oldu.” der ve bu konuyu çok iyi özetler. İstanbul şu an medenileşmeyi, insanların medeni olabileceği hiçbir imkanı sunmuyor.
DD: Sürdürülebilir olan; mimarinin olana bir şey eklemesi değil, onun nasıl entegre olduğudur. BÜ: Bu temel bir değer, ama okulda verdiğim derslerden de gözlemlediğim kadarıyla, mimarın gerçek yaşamı nasıl okuyacağı bile öğretilmiyor çünkü bu konuda bir farkındalık yok. Eğime karşı nasıl baş edeceğimiz, rüzgara karşı nasıl duracağımız, güneşle nasıl tavır alacağımız… Bunları düşünmeliyiz. Bunu yapınca zaten sürdürülebilir oluyorsun. Ama mimarı mimar yapan esasen işin etik kısmı, o komünite yaratma kısmı, bunlara cevap verişteki olgunluğu. Ama bunlar o denli yapılamıyor ki sürdürülebilirlik diye bir pazar oluştu. Bunu bile beceremiyoruz.
BÜ: İnsan geliyor ve tüketiyor, hiçbir zaman kenti sahiplenemiyor, çünkü nasılsa oradan gideceğini düşünüyor. Mimarların, sözleşmelerde yazmayan kutsal görevi, insanlara bu şehrin ne demek olduğunu anlatmak, daha ötesi bunu anlamak, şehri sahiplenmek, içselleştirmek ve sonrakilere aktarmak. Dünyada “şehir” adını ilk alan yer İstanbul ve bunun hakkını vermeliyiz.
YY: Beceremiyor muyuz, yoksa becermiyor muyuz? Kuzey rüzgarını göz önüne almak zorunda değiliz, istediğimizi yapabiliriz çünkü gerekli 39
INTERVIEW/
D
CAN OBA
Adab-ı Mücadele Güneşli bir öğle vakti, Sirkeci’de Koska Helvacısı’nı geride bırakıp Nimet Abla Milli Piyango Bayii’nde duraklayıp Can Oba’nın adresini soruyoruz. Cevap hemen geliyor: “Yalnız, orada yer bulamazsınız.” Beş dakika sonra dar merdivenlerden Oba’nın ofisine tırmanıyoruz ve tırdan yeni çıkmış bir teker parmesan peyniriyle ilgili planlarını dinliyoruz. Hemen ardından menüyü açıp bakıyoruz. Karşımızda yemek kültürüyle ilgili müthiş bir heyecan ve düpedüz açık bir teklif var: “Türk mutfağını kurtarıyoruz, sen de gel.” röportaj ayşecan ipek fotoğraf özkan önal
Can Oba’yı Türklerden önce yabancılar keşfetmiş; bu ters denklemle başlayalım mı? Bana bir anda büyük büyük gruplar gelmeye başladı. Geliyorlar, 20 kişi. Yiyorlar. Sonra hop dışarı çıkıyoruz, fotoğraf çektiriyoruz. Sonra başka bir grup geliyor… Yemek fotoğraf, yemek fotoğraf… Ama hepsi Şanghay’dan geliyor. Birini yakaladım, dedim “Ya nedir bu?”. O da dedi ki “Siz Şanghay’da çok meşhursunuz”. Meğer oradan gelen bir gazeteci bizde yemek yemiş, fotoğraf çekmiş, sonra döndüğünde mahalli bir kanalda göstermiş. Tabii Şanghay’da 50 milyonluk bir izleyici kitlesinden bahsettiğimiz için burayı direkt listeye yazanlar olmuş. İstanbul’da gidilecek yerler: Ayasofya, Kapalıçarşı, Can Oba. Sonra İstanbullular da uyandı. Şimdi 2016’ya rezervasyon alıyoruz.
böylesinin de mümkün olduğunu, bu imkanlarla da güzel şeyler yapılabildiğini kanıtlamak istiyorum. Bu bayrağı dikmek benim için önemli. Bir insan Türkiye’de alnının akıyla, kendi emeğiyle, kimsenin adamı olmadan bu sektörde bir yere geldi denmesi için uğraşıyorum. Şu an yapmaya hazırlandığım televizyon programını da gençlere bunu anlatabilmek için kabul ettim. Gençlerin beni aşıp gitmesini, beni zorlamasını, böylece Türk mutfağını daha da ileri götürmeyi istiyorum. Benim üstümden zıplasınlar. Can Oba bir mücadele yeri. Ben bu işte tutunamasam evim de gidecekti. Kaç kişi buraya gelip de şu gizli saklı yerde restoran açar? Ama bir manyak açtı. Sebebi de bütün bu söylediklerime karşı olmam ve yepyeni bir akımın başlamasını istemem. Bu restoranı ilk açtığınızda bir bölümde kebap servisi yapmaya devam etmişsiniz. Ekonomik nedenlerle aldığınız bir karar mıydı? Burayı açabilmek için evimi ipotek ettim. Mekan, kazan, buradaki çalışanların paraları… En başta bir bölümü kebapçı olarak bıraktım, evet. Kendi menümü belli bir bölümde servis ettim. Yani burada bir ‘survivor’ var, bir yaşam mücadelesi var. Etrafa bir bakarsanız bu mekan aslında vahada bir çiçek gibi. Çölün ortasında bir adet papatya gibi duruyor. Çünkü burada tutunmak da çok zor. Bende bir mikrodalga, üç göz ocak var, ikisi patlak. Belediyenin gelip yapması gerekiyor.
Pek böbürlenir bir haliniz yok, gerçekten mütevazı bir tonla söylüyorsunuz bu cümleyi. Yazmak en doğrusu, zira kimse böyle tevazu dolu tavırlara inanmaz. Tabii bu 2016 olayını övünerek söylemiyorum, çünkü isterim ki benim gibi 10 yer daha böyle dolup taşsın. İstanbul’da fine dining deneyimi ne yazık ki hala çok zayıf. Huptiriks diye bir yer açılıyor, altı ay boyunca yer yok. Sonra Hottiriks açılıyor. Hop, koskoca bir kitle bu sefer oranın kapısında beklemeye başlıyor. Ama işin genelinde, özünde Türk mutfağı yerlerde sürünüyor. 15 milyon dolarlık bir yer alınıyor, patron iniyor mutfağa, “Ayşe’cim senin maaşı 1500’den 1400’e çeksek olur mu?” diyor. Yatırımlar yanlış yerlere yapıldığı sürece Türk mutfağı bir santim ilerlemez.
Alışverişinizi de kendiniz otobüsle yapıyorsunuz diye duyduk. Bu da mücadelenin bir parçası olsa gerek… Öyle komik otobüs hikayelerim var ki. Bir keresinde Kağıthane Metro’dan alışveriş yapıyorum. Taşıyorum paketleri, yağmur kar, bir buçuk kilometre… Otobüse bindim, tıklım tıklım. Eminönü bir buçuk saat sürüyor. Ördek almışım, fren yaptı otobüs, ördek de uçtu gitti! Kadının birinin bacağına. Çığlık çığlığa bağırıyor herkes. “Hanımefendi,” dedim, “ördek o, ısırmaz, donmuş zaten zavallı, bitmiş onun işi”. Benimle kavga ediyor, “bu ördeğe benzemiyor” diye. Orada bir tane mahallenin bıçkını var, “sen de ördeğine sahip ol kardeşim” diyor bana. Sonra elimdeki çiçekleri görüp “Nişan mı var?” diye sordular. “Yok,” dedim “ben o çiçekleri yemeklerde kullanıyorum.” Teyzenin biri şaşırdı, “Bizim Rize dağlarında da bunlardan var.” dedi. İşte bir yerde ayrılıp bir yerde buluşup, hep birlikte geçinip gidiyoruz. Buraya ilk geldiğimde, üç hafta içinde bırakıp gider kesin diye iddiaya girmişler. Yan taraf hala ajan olduğumu düşünüyor.
Demin konuşurken bir Alaçatı deneyiminden bahsettiniz, durum gerçekten de o kadar kötü müydü? Valla öyleydi. Eski Rum evlerini yeniden üretmişler, mavi beyaz kırmızı tabelalar koymuşlar. Her tarafta bir incik boncuk, bir sahte sevimlilik. Tomrisçik, Suzancık, Ebrucuk, yeşilcik, agucuk gugucuk… Sonra teyzeler, böyle şişko şişko, askılı atletleriyle, her yerde bağıra bağıra konuşan… Yunan mezeleri tüm masalarda, taramalar, patlıcanlar, yine Yunanistan’dan devşirme rakıyı da önlerine koy. Oldu mu sana Türk mutfağı? Eğer Yunan kültürünü yaşamak istersem karşıya geçip hepsini üçte bir fiyatına yerim. Diyebilirsin ki burası Yunan mahallesi, karşıda Kastamonu yemekleri, şurada şu mutfak… Ama kardeşim bunun neyini sahipleniyorsun? Tersini düşünelim. Sen Yunanistan’a gittin, Atina’da oturuyorsun, bir bakıyorsun adam Adana Urfa yapmış, ismini de Krikos’la Toros koymuş. Gülmez misin? Ben Alaçatı’nın patlayacağına inananlardanım, çünkü üç ayda soygun stratejisiyle ilerleyen bir yer. Sadece Alaçatı değil, genel bakış olarak hep bir soygunculuk söz konusu. Nişantaşı, Bağdat Caddesi ve Bebek’teki çoğu restoranı dört sokak arkaya götür, bak bakalım iş yapacak mı… Bu da demek oluyor ki biz önceliklerimizi bu tarafa kaydırmışız, yemek kültürüne kaydırmamışız.
Manav Reşo değil mi? Sizinle ilgili merak edip okuyan herkes için mühim bir karakter. Esnafla aranız şimdi nasıl? Hala ajanım, arada sırada göreve gidiyorum. Geçenlerde bir arkadaşımı ziyarete New York’a gittim. Nereye gittiğimi sordular hemen. “Gizli göreve gidiyorum, hakkını helal et Reşo.” dedim. Hemen gitti, yolluk niyetine bana bir kilo mandalina hazırladı ve arkamdan seslendi: “Sen iyi adamdın.”
Her şeyde olduğu gibi burada da dönüp dolaşıp arz ve talep meselesine geliyoruz… Tabii, öncelikler nereye yönlenirse ekonomik kaynaklar da o tarafa kayıyor. E hal böyle olunca esnaf lokantalarının çoğu günü kurtarmaya bakıyor, adamın evini geçindirme derdi varken mutfağına özenip onu geliştirme endişesi gütmesini bekleyemezsiniz. Ne ekersen onu biçersin doğru bir deyişse, ben de dönüp soruyorum, “Sen bugüne kadar ne ekmişsin Türk mutfağına?” Bir de mutfağımıza yapılan en büyük kötülük sürekli yabancı şefleri buralara sürüklemek. E senin Atkinson’ların nerede? Oliver’ların nerede? Bir yerden başlamak lazım, nereden başlayacağız?
Hikayeniz yemeklerin önüne geçiyor mu? Nasıl eleştiriler alıyorsunuz? Gazetede akla zarar bazı yorumlar yayınlandı. Bir guru hakkımda koca bir sayfa eleştiri yazmış ama restoranda yemek yememiş, önünden geçmiş. Üç sayfa giydirmiş. Bu ülkede kimin neyi yorumladığı da bir sorun. Herkes yorum yapmak istiyor, kimse çalışmak istemiyor. Yemeğe meraklı bir kitle belirmeye başladı, bunu inkar edemem ama hedef yok. Her güzel yemeği tek bir mekanda toplayan restoran yok. Köfte bir yerde yeniyor, tatlı başka yerde, paça başka, sebze başka yerde. Hepsinde iddialı olmayı dene, kendini biraz geliştir.
Siz bu yüzden mi Sirkeci’ye geldiniz? Bir mücadele başlatmak için… Evet, burası bir bayrak. Ben de burayı daha büyük bir gruba verebilirim, ortak olabilirim. Paramı alıp Bodrum’a yerleşip ayaklarımı uzatıp, menüleri oradan hazırlarım. Ama hayır, yapmıyorum, Akbil’i dolduruyorum, işimin gücümün başında duruyorum. Niye? Çünkü
Yemek kültürümüzü koruyan, kollayan bir tarafınız da var ama bunu patavatsız bir öğretmen edasıyla yapıyorsunuz. Biri de size dönüp “Türk halkını eleştirip duracağına kendine bak.” demedi mi bugüne kadar? Benim derdim Türk halkıyla değil ki, alıştırıldığımız sistemle. 41
Bu ülkede herkes sprint atmak istiyor, hiç kimse maraton koşmak istemiyor. Bu her dalda böyle. İlkokuldayken üniversite bitirmeye çalışıyoruz. Hep bir kapak atmaca… Amerika’ya atalım kapağı, oradan Bodrum’a atalım, oradan artık nereyeyse… Hayatı neden bu kadar basite indirgiyoruz? Hayat mücadele gerektiren bir şey değil mi? Sizce sistemle ilgili Türk mutfağını en çok zorlayan şey nedir? Bence en büyük sorunlarımızdan biri ‘ticket’çılar. Ben bu sisteme savaş açılsın istiyorum çünkü hiçbir sektörde böyle bir yamyamlık yok. Adam oturduğu yerden senin %20’ni eline alıyor. Belki o parayla iyi bir personel kiralanacak, mutfak düzenlenecek… Az buz bir rakam değil ki. Bir parayı istemek için hizmet vermen gerekir, senin verdiğin hizmet nedir? Şu etrafta gördüğünüz hiçbir lokanta, yok köfteciydi, kuru fasulyeciydi… Bunu kaldıramıyor. Milyarlarca dolar gidiyor bu biletçilere, o para havuzda kalıp çok daha faydalı işler için kullanılabilir. İlk yemeğinizi ne zaman yaptınız? 17-18 yıl olmuştur. Bir şey pişirmemişimdir de muhtemelen, salata türü bir şey yapmışımdır. Yemek pişirmek sizde nasıl hisler uyandırıyor? Ben seviyorum, eskiden iki yumurtayı kıramazdım ama... E nasıl oldu o zaman bu iş? İçimdeki yetenekten haberim yokmuş ki, hatta bununla ilgili bir üniversitede de konuşma yaptım. Aslında hepimizin belli yetenekleri var ama onları hep öteliyoruz. İnsan her zaman sevdiği şeyde daha başarılı oluyor, bizse çocuklarımızı hep kazandıkları şeylere yöneltmeye çalışıyoruz. Ondan dolayı yetenekli Türk gençlerinin çoğu kendilerinin farkında değil. Yemek yapmayı seviyorum, işim de insanları yemekle mutlu etmek. Peki yemek yemek sizde nasıl hisler uyandırıyor? Ben hiç yemek yiyemiyorum ki, terzi kendi söküğünü dikemez misali. Arada sırada bir balık yaparım, mesela elime bir karides alırım. Onunla uğraşırım uğraşırım… Bir bakarım dört beş kişi bakıyor, hadi ona ver biraz, buna ver biraz… E ne kaldı geriye? Belki kafası… Artıklarla beslendiğinizi söyleyebilir miyiz? Aynen öyle. Çöpçü balığı gibi. Yaptığınız her şeyi ilk siz tadıyorsunuz herhalde? Tabii. Her zaman aynı şeyi düşünürüm. “Bu yemek benim önüme gelse bir masada, yer miyim yemez miyim?” Bazen kendime kızarım, “bu ne lan” derim. Kendimle kavga ederim. Sevgiliye pişirilecek en güzel yemek nedir? Ben olsam kalp kazandıracak bir yemek yapmak isterdim. Ha şu da var, yeteneğin yoktur ama denemiş olman bile o kadının gözünde seni bambaşka bir yere koyar. Bir de yemek yapmaya yeltenen adam romantik adamdır, güvenilecek adamdır, aşk adamıdır. Çünkü uğraşmayı göze almış, seni dışarı götürmek yerine içeri davet ediyor. Alfons Schuhbeck’in yanında Frankfurt, Miami, Sao Paolo, Los Angeles, Buenos Aires’te çalışmışsınız. Tüm bunların içinde favori deneyiminiz hangisi? O mutfakların hepsi birbirinden zor ve keyifli süreçlerdi. Çünkü beklenti, burada olanın bile üstündeydi. Üç aylık bir zamanda menü oluşturuyorsun, sadece liste çıkarıp kenara da çekilmiyorsun, bire bir çalışıyorsun, yemeği gerçekleştirmek zorundasın. Müthiş bir efor sarf ediyorsun. O kadar gezerken, kendine, özel hayatına vakit ayıramıyorsun. Zaten o yüzden bekar kaldım. Buradan adaylara duyurulur. Artık ben de sosyalleşiyorum! Şaka bir yana o deneyimlerin
bana kazandırdığı en önemli şey açık olmak, büyük düşünmek. Yemek yaparken ve sofrada neyi görgüsüzlük kabul edersiniz? Neye tahammülünüz yoktur? Takıldığım bazı şeyler var tabii. Örneğin şarap şişesinin dibi asla bardağa boşaltılmaz, çünkü dipte tortu kalır, ayıptır. Bir kadından önce masaya asla oturulmaz. Eğer iyi bir yerde yemek yeniyorsa masada kakara kikiri, bağıra çağıra konuşulmaz. Çünkü orada bir ritüel yaşıyorsan o ritüelin kurallarına uyacaksın. Bizde bir kaos var, yemeğin nasıl yeneceğini bile bilmiyoruz. Evlerde hep bir büfede gizlenen gümüş muhabbeti vardır ya, yahu kardeşim kimi bekliyorsun? Sen misafirin kadar değerli değil misin? Orson Welles, “Ülken için ne yapabileceğini sorma, insanların öğlen yemeğinde ne yediğini sor” demiş. Türkiye’deki yemeiçme-yaşama alışkanlıkları hakkında ne düşünüyorsunuz? İnsanlar bir yerlere gidip oturmayı yemek yemek sanmaya başlamış. Bir yere gittiğimde bir beyefendi birlikte geldiği bayanın şemsiyesini alsın, koltuğunu tutsun, karşılıklı bir bakışsınlar, o yemeğin tadını çıkarsınlar. Bunları görünce çok seviniyorum. Bizde bir kesim insan ekonomik sebeplerden dolayı evinde yemeyi tercih ediyor ki o kesime söyleyecek hiçbir lafım olamaz, geçinme derdi başka bir şeye benzemez. Ama ekonomik açıdan güçlü kesimin de bir karar vermesi lazım: İyi yemek yemeye mi geliyorsun yoksa varlığını kanıtlamaya, sosyal statünü göstermeye mi? Galatasaray Fener’e nasıl koydu diye sofrada bağırıp çağıran, birbirini dinlemeyi unutmuş, holigan halinde sosyalleşen bir toplum var. Aksi yok mu? O da var, ama çok az. Bir de öbür tarafa bakalım. Tek araba için bir vale ordusu geliyor, kendini müthiş önemli sanıyorsun. Sonra giderken bir bakıyorsun hesaba, anam! Öyle hissetmenin bedeli çok ağırmış… Demek ki biz bundan hoşlanıyoruz. Buraya gelen müşterileri inceliyor musunuz? Müşterilere karşı filmlerde gördüğümüz tarzda çıkışlarınız oluyor mu? Genelde onların yemeğe verdiği tepkilere bakıyorum. İlk izlenimleri nasıl, tattıkları şeyi gerçekten sevdiler mi? Eğer bir memnuniyetsizlik hissedersem hemen duruma dahil olur, başka bir şey öneririm. Bizim Türk insanı ilgiyle didiklenmekten hoşlanır, kibarca yönlendirmek benim de hoşuma gider. Tabii milletin kıyafetini, çantasını, saçını başını incelemiyorum. Gerçi geçenlerde filinta gibi bir adam geldi, güzel de bir takım giymiş ama korkunç bir kravat takmış. Dedim ne yaptın yahu? Brad Pitt gibi adamsın, yazık olmuş. En güvendiğiniz eleştirmeniniz kimdir? Vedat Milor’u severim. Vedat Bey’in ağız tadı güçlüdür, benim için iyi yorumlar yazıyor diye değil, kendini sürekli geliştirmeye çalışması, hep yeni bir şeylerin peşinde koşması hoşuma gidiyor. Hem iyi bir insan hem de iyi bir eleştirmen. Deniz kenarında 40-50 kişilik bir restoran açıp insan yetiştirmeyi hayal ediyorsunuz. Eğittiğiniz insanlara söyleyeceğiniz ilk şey ne olurdu? Dürüst olsunlar. Dürüstlükten kimseye zarar gelmez. Yirmi yaşına gelmiş, eğitimini tamamlamış pırlanta gibi gençlerimizi çamurun içine atıp orada yüzmelerini bekliyoruz. Bu da bizim ülkemizin ayıbı. Hırsızlığı, yalanı dolanı öğrenmelerini bekliyoruz ve onları kaybediyoruz. Üzücü değil mi? Bayrak meselesi de bundan ibaret. Dürüst ol, çok çalış, sen de başarılı olursun. Bunu anlatmak istiyorum. Bazı akşamlar masalar boş kalıyor, bana “Neden insanları almıyorsun?” diyorlar. Bir sürü adam geliyor, geri çeviriyoruz. Almam diyorum, çünkü buraya gelen kişi aylarca beklemiş, ben yoldan geçeni pat diye alırsam ona saygısızlık olmaz mı? Varsın diyorum bir masa da boş kalsın. Canın sağ olsun diyorum.
XOXO The Mag
Aeron®
reçete ile satılan tek koltuk
Authorized Herman Miller Dealer
Ayazma yolu sokak No:5 Etiler T: +90 212 263 6406 info@bms-tr.com / www.bms-tr.com
INTERVIEW
TER T RE
AYLİN BALBOA
Bir Nevi Turist
Aylin Balboa, bu yıl adını sık duyacağımız yazarlar kategorisinin ilginç isimlerinden. Blog arenasından matbu dünyaya geçen yazar, kelimelerle -aidiyet mesafesi değişen- bir oyun oynuyor. İlk kitabı Belki Bir Gün Uçarız ile deliliğe, ölüme, yalnızlığa ve bir şeylerin parçası olup olmamanın kararsızlığına dair öykülerini okura sunuyor. Aylin’in şaşırtmacalı anlatımına henüz kapılmamış olanlardansanız, yazarlığından önce kendisiyle tanışmak için sayfaları çeviriniz. Yazarlığını bilenlerin ise meraklanmak için muhtemelen daha çok sebebi var. röportaj gizem dumlu fotoğraf özkan önal
Yazılarına blogundan veya dergilerden aşina olanlar vardır, ancak edebiyat dünyasında yenisin. İlk kitabını çıkarmadan önce neler yapıyordun? En özet haliyle söyleyeyim: Kafamı kollamaya çalışıyordum. Zaten hayatım sürekli olarak kafamı kollamaya çalışmakla geçiyor.
Ah bir de, ölüm ve ayrılık gibi konuları mizahi bir çerçevede aktarıp, dalga geçilebilir hale getiriyorsun. Bu benim dünyaya bakış şeklim. Karadenizli bir ailenin çocuğuyum, bizim evde komiklik hiç eksik olmaz. Bize en kötü durumlarda bile her zaman gülecek bir şeyler bulmayı öğrettiler. Hepimiz koskoca bir ihtimaller denizinin ortasında yaşıyoruz. Yolda yürürken freni patlamış bir kamyonla samimiyet sınırlarını hızlıca aşıp gayet kanlı bir aşka kucak açabiliriz. Çiçek gibi yaşayıp giderken acı acı çalan bir telefonla dünyalar başımıza yıkılabilir. Deprem olabilir, kasırga çıkabilir, uzaylılar saldırabilir. Ne yazık ki; her an her şey olabilir. İşte bütün bu saçmalıkların arasında, acının değil neşenin seline kapılıp gitmek gerektiğini düşünüyorum. Bin katlı bir binanın tepesinden düşen biri gibi, şimdilik fena gitmiyorum sanıyorum.
Neden kitap yazmak istedin? Yazdıklarımı blogumda yayınlıyordum. Oradaki okurların teşviki, böyle bir hayal kurmama neden oldu ama gaza gelip berbat bir şey yapmak da istemiyordum. Bir gün Cem Akaş’tan yazdıklarımı kitaplaştırmamı öneren bir mail aldım. Tamam kızım, dedim; yeşil yanıyor, haydi ilerle. Hemen ilerleyemedim tabii. Öyle, ha demeyle olmuyor bu işler. Aradan biraz daha zaman geçtikten sonra, Mahir Ünsal Eriş sayesinde yolum Levent Cantek ve İletişim Yayınları’yla kesişti.
Kullandığın benzetmeler de kitabın mizah çatısında büyük rol oynuyor. Yaratım süreci, kendiliğinden oluşan bir şey mi yoksa olaylara farklı açılardan bakmak ve yazıya öyle yansıtmak için kafa yoruyor musun? Çoğunlukla kendiliğinden oluşuyor ama temeli abilerime dayanıyor. Dünyanın en komik iki insanıyla büyüdüm. Kelimeleri tüm anlamlarıyla düşünerek mevzulara bakma işini onlardan öğrendim. Fabrika ayarlarım böyle ve bununla çok eğleniyorum.
Sonrası nasıldı? Kitap yazmak korkunç bir şey, kimseye tavsiye etmem. İnsan canından beziyor. Gözetmeniz gereken birtakım şeyler var; sorumluluğu fazla... Blog okurları, uzun süreli okurlar oldukları için sizi biraz daha iyi tanıyor; bu yüzden daha rahat davranabiliyorsunuz. En basitinden, kafanız bozuksa ve küfür ettiyseniz “cinsiyetçi söylem” falan demiyorlar. Blog okurları daha hoşgörülü... Böyle söyleniyorum ama bakmayın, kitap yazmanın tadı da hiçbir şeyde yok. İnsanların elinde kitabımı görünce kendimi çok acayip hissediyorum.
Peki farklı sayfalarda pek çok kez karşımıza çıkan ölüm düşüncesi, senin hayatla ilişkini nasıl etkiledi? Sanırım bu düşüncenin daha ziyade uzun vadeli etkileri var. Ama beni olduğum kişi yaptı diyebilirim. Bundan sonra ne yapacak, hiç bilmiyorum.
Belki Bir Gün Uçarız otobiyografik öğeler barındırmasına karşın okuyucuya bir günlük okumaktan fazlasını veren bir ilk kitap. Bu dengeyi nasıl korudun? Koruyabildim mi bilmiyorum ama bunu yapmaya gerçekten de çalıştım. Yani okuyanların bunu Aylin’in hikayesi olarak değil, benden bağımsız hikayeler olarak okumasını istedim. Kendimi anlatma peşinde değilim. Hayatı kitleler tarafından merak edilen bir ikon da değilim, edebiyatçıyım ben. Dolayısıyla kitabın içine kattığım tüm otobiyografik hikayeleri de bu mesafeden işledim.
Kendini olduğu gibi okuru da öykülere mesafeli tutma gayretin var. Bunun temel sebebi ne? Geçmişte, blogda yazdıklarımı kafasına göre kırpıp biçen ve onları kendi hikayesiymiş gibi yazan biriyle karşılaşmıştım. Oldukça uzun bir kolaj yapmıştı. O kolajı okuyunca şöyle dediğimi hatırlıyorum: “Vay be, bütün bunlara nasıl dayanmış.” Daha önce de söyledim, yazmak için temel dürtüm bu. Bir şeyler oluyor, idrak edince yazıyorum, böylece olanları kendimden ayırıyor, uzaklaştırıyorum.
Kitap boyunca kendinden birinci tekil şahıs olarak bahsedip, okuru Aylin’in gözünden hikayeye dahil ediyorsun. Gölge’de ise kendini üçüncü tekil olarak konumlandırmışsın. Onu diğerlerinden ayıran neydi senin için? Gölge, mezarlıkta geçen bir hikaye. Mezarlıklara gittiğimde ölü olmanın nasıl bir şey olduğunu düşünürüm. Bizi görüyorlar mıdır? Pek sanmıyorum. ‘Ölmüş olsam, yaşayan halim mezarlığa gitse, bir de ortalarda çocukluğum dolaşsa nasıl olurdu’nun hikayesini yazmaya çalıştım. Sevdikleri mezarda olanlar için bayramlar hiç güzel geçmiyor. O hikaye canımı sıkıyor.
Aynı zamanda, genel olarak, kitapta kısa cümleler ve konular arasında hızlı geçişlerle ilerliyorsun... Konular arasında hızlı geçişler olmasını özellikle istedim. Anlatılanlar inişli-çıkışlı olsun, okur hiçbir duygu durumunda uzun süre kalmasın diye. Cümlelerin kısa ya da uzun olmasıyla ilgili ise özel bir uğraşım olmadı. Zaten bunu hikayenin kendisi belirler. Aylin, argonun dilde ve anlatımdaki yeri ne? Dilin çok önemli bir parçasından bahsediyoruz. Yaşayan ve insanı çok kuvvetli sarmalayan, muhteşem ifade olanakları sağlıyor. Steril dil takıntısında olan edebiyatçılar var ama ben onlardan değilim. Ben, dilin tüm imkanlarından yararlanarak, anlatacaklarımı çok daha geniş bir kelime setiyle anlatmayı seviyorum. Kadınların kullanabileceği kelimeler, erkeklerin kullanabileceği kelimeler diye bir ayrım olduğunu da düşünmüyorum. Varsa da bu benim umurumda değil; çünkü böyle bir şey saçmalık olurdu.
Gerçek isminin yanında kurgusal bir soyadı kullanmayı tercih ediyorsun. Sen ve yazdıkların, daha çok hangi tarafa aitsiniz? Hiçbir tarafa ait hissetmiyorum ve aynı zamanda her tarafı damarlarıma kadar hissediyorum. Ben, dünyaya turistik bir geziye gelmişim gibi bakıyorum. Buz gibi gerçeklerin arasındayken, kendime bütün bunların geçici olduğunu hatırlatıp ölçeği değiştiriyorum. Evren ölçeğinden bakınca, her şey yolunda. 45
Kitabı bitirdiğine nasıl ikna oldun? Doğrusu, hiçbir zaman ikna olmadım ama editör başımda sopayla, bitirmem için bekliyordu ve artık teslim zamanı çoktan geçmişti. Kaldı ki “bitti” demenin mümkün olduğunu pek sanmıyorum çünkü kurcaladıkça ekleyecek veya çıkaracak bir şeyler mutlaka buluyorsunuz. Ama şalterin attığı ve yeter diye bağırdığınız bir yer de elbette oluyor. İşte o anda elindekini gönderip kurtulmak gerekiyor. Ben de öyle yaptım. Yazım sürecinde ilham mı disiplin mi ön plandaydı? Tüm süreçte, bu işte disiplinin ne kadar önemli olduğunu anladım. Yazık ki; ben bu konuda korkunç durumdayım. Yani sınavdan bir gece önce paçaları tutuşan öğrenciler gibiyim. İlham diye bir şeyin olduğuna da çok inanmıyorum. Bu kitap, anlatacak bir şeyler oldukça yazıp biriktirdiklerimin yanına kendimi zorlaya zorlaya yazdıklarımdan ibaret. Bir dahakine daha düzenli çalışmayı umuyorum. Dilini, anlatım tarzını etkileyen yazarlar ve kitaplar arasından öne çıkanlar hangileri? Okuduğum her metinden mutlaka bir şeyler öğreniyorum. Sadece iyi kitaplar değil kötü kitaplar da insana bir şeyler öğretiyor. En basitinden, nasıl yazmaman gerektiğini öğretiyorlar. Bu yüzden kimi saysam eksik kalır. Ama büyükbabalarım dediğim üç isim sayayım: Kurt Vonnegut, Salinger ve Romain Gary.
İyi bir kitap sende neleri harekete geçiriyor? Sanırım iyi kitaplar yazmaya meyyal olan herkese aynı şeyi yapıyor. Bir şekilde yazma ve anlatma ihtiyacı duymanı sağlıyor. Sait Faik “Yazmasaydım, deli olacaktım.” demiş, malum. Sen neden yazıyorsun? Yazmadığımda deli olacağımı bilsem, ben yazmazdım. Mis gibi delirir kurtulurdum. Neden yazdığımı hala bilmiyorum gerçekten... İyi geliyor, bu da yetiyor. Pek çok yazar, belli bir noktada yazar blokajıyla, tıkanma haliyle yüzleşmek durumunda kalabiliyor. E o halde, bir gün gelir de yazamazsan, kendini nasıl ifade edersin? Şarkı söylerim galiba. Sıkça andığın uzayda seni cezbeden ne? Sonsuzluk ve sessizlik. Ama tabii buna uzun süre dayanamazdım. O yüzden derhal yeni bir gezegen keşfedip kendime kuyruklu ve rengarenk arkadaşlar edinmek isterdim. Yarın kanatların çıksa ve “Belki bir gün uçarız” cümlesi, olasılıktan gerçeğe terfi etse, ilk rotan neresi olur? Machu Picchu. Adı bile çizgi film gibi. Ama köpeğim Balık’ın da kanatlarının çıkması lazım çünkü onsuz gitmeyi hiç istemem.
XOXO The Mag
INTERVIEW/ E
E
RICHARD AUL
Üstinsan
URMAN
Karşınızda sizin ne düşündüğünüzü hiç umursamadığını söyleyen biriyle iletişim kurmanın ve biraz zaman geçtikten sonra aynı umursamazlığın zihninize yayıldığını hissetmenin hafifliği bu röportajda sizinle olacak. Bildiğiniz, öğrenilmiş iletişim tekniklerinin neresinde durduğunu hiç dert etmeyen bir modern çağ düşünürü var karşımızda. O, YouTube çağının esamesi okunmazken TED Talks’u kuran ve yıllar sonra konferans videolarıyla izlenme rekorları kıran, etrafını aydınlatmayı doğal bir sonuç olarak yaşayan parlak bir zihin. 80 yaşındaki bu bilgeden ne öğreneceğiniz size kalmış; “Kendinize izin verin.” demekse ona. Bu arada, başlamadan bitiyor: Richard Saul Wurman adının kısaltılmasından hoşlanmıyor. röportaj serap gecü fotoğraf richard saul wurman’ın izniyle
XOXO The Mag
Fotoğraf: James Duncan Davidson
Bay Richard Saul Wurman, hayat nedir? Öncelikle adımı tam söylemenize sevindim. Zira hiç tanımadığım insanların bana Bay Wurman demesinden hiç hoşlanmıyorum.
Bu kitap için imkansız bir proje demiştiniz. Şimdilik nasıl gidiyor? Evet, demiş olabilirim. Bir yılı kaldı, sonra bitiyor. Çok karmaşık bir kitap... Adı Worship the God of Understanding olacak. İnsanların nevi şahıslarına münhasır anlama biçimlerine odaklandığım 1500 sayfalık dev bir proje. Ve ilk 30 bölümü, dünyaca ünlü isimleri konuk edecek; bu insanlar dünyayı kendilerinin nasıl algıladığını anlatacaklar.
Evet, bunu röportajlarınızda sık sık söylemişsiniz... Geçen gün çok sevdiğim bir arkadaşımın bana söylediği bir sözle sorunuza karşılık vermek istiyorum. “Hayat, cinsellikle bulaşan ve ölümle nihayete eren bir hastalıktır.”
Tanıdık isimler kimler peki? Stefan Sagmeister, Milton Glazer, Frank Gehry, başta bahsettiğim Juan Enriquez, ve tabii bilim insanları, sanatçılar, şairler, yazarlar... Hepsi arkadaşlarım zaten.
Kimdi bu arkadaş? Juan Enriquez. Müthiş bir adam... Mutluluğu önemsiyor musunuz? Hayır, mutluluk sözcüğünü pek kullanmam. İlginç şeyler yaşamak benim için daha önemli. Ve malum, ilginçlik her zaman mutlu etmez... Bir sürü öğrencim ve benimle röportaj etmek isteyen insanlar bana sürekli mailler atıyorlar ve sorularına cevaplar arıyorlar. Bu mailleri cevaplama görevi asistanlarımdan birine ait ve o her maili aynen şöyle cevaplıyor: Bay Richard Saul Wurman bilgisayardan yazamıyor, ama size iletmek istediği bir mesajı var; “O oldukça ilginç bir hayat yaşadı, ve şu saate kadar bugünü de epey ilginç geçti.”
Yıllar önce David Lynch’le de bir kitap çıkarmıştınız. Listede o da var mı? Çok ilginç, geçen gün başka biri daha bana David’i sordu. Onunla ve Mark Frost’la beraber hazırladığımız kitap Twin Peaks: An Access Guide to the Town, aslında benim kitap serim Access üzerine yaptığımız ortak bir şaka gibiydi. Twin Peaks’in de ne kadar tuhaf bir program olduğu malumunuz. Neyse, üzerinden o kadar çok zaman geçmiş ki öyle bir kitap yaptığımızı hatırlamıyordum bile... Gerçekten çok tuhaf bir kitaptı. Her ne kadar şimdiye kadar yazdığım kitapların çoğu şehircilik, kartografi, tasarım ve mimari üzerine olsa da arada böyle tuhaf kitaplar da yaptım. Eh tabii, spor, sağlık ve finansla ilgili kitaplarım da var.
Ve o röportajlardan birinde; bugüne dek pek çok farklı hayat yaşadığınızı söylemiştiniz. Bunların hepsi yeterince ilginç miydi? Hepsi birbirine paralel hayatlar aslında. Mesela sizinle konuşmak, veya başkalarıyla röportaj yapmak da hayatımın bir parçası. Röportajlardan da bir şeyler öğreniyorum, ki zaten artık öğrenmediğimi hissetsem hiçbirini kabul etmem. Diğer yandan, başka bir sürü işle uğraşıyorum, üç köpeğimden biri hasta, onu veterinere götürüyorum, Urban Observatory’deki ortağımla konuşup oradaki işleri yürütüyorum veya şu ana kadarki açık ara en büyük kitap projemle ilgili New York’taki ajansımla konuşuyorum, kitabın taslağını gözden geçiriyorum...
Lynch’le hala görüşüyor musunuz? Hayır, görüşmüyoruz, ama bana David’i soran kişiye ona benden bir mesaj iletmesini istedim. David’le tekrar görüşüp eskiyi yad etmeliyiz ve onun yeni projelerini, tablolarını konuşmalıyız. Bu arada kitap yazarlığını sizin için bu kadar cazip kılan ne? Yeni şeyler öğrenmek. Çoğu insan uzmanlığı olduğu konularda yazar ve deneyimlerini başkalarına aktarmak ister. Bendeki motivasyon ise 49
tamamen cehaletimden, bilgi eksikliğimden ileri geliyor; herkesin yaptığının tersini yapıyorum. Zıtlıklara derin bir inancım var. “Sinekkuşu zihinli hedonist bir entelektüel.” Fortune Magazine sizi böyle tarif etmişti. Yerinde bir tespit mi? Tespit gayet yerinde ama sinekkuşuna fiziksel olarak benzemeyi kesinlikle yeğlerdim. Benim hakkımda söylenen her şey, hayli olumsuz yorumlar bile olsa, doğrudur. Çünkü bunlar o sözleri söyleyenlerin doğrusudur. Biri bana hakaret ediyorsa da bu yine onun doğrusudur; üstüne tek kelime etmem. Bu bakış açısı hayatınızı kolaylaştırıyor olmalı. Kesinlikle. Burada bir keşiş gibi yaşıyorum. Rhode Island’da, 26.000 insanın yaşadığı bu küçük şehirde, büyük evimin kapılarının arkasında, diğer insanlardan soyutlanmış bir şekilde yaşıyorum. Karım ve üç köpeğim Abraham, Isaac ve Jacob’la... Dindar biri misiniz? Hiç değilim. Yahudiyim ama dindar değilim. Sinagoga gitmem, dini günleri kutlamam. Bilinçli olarak yapmama durumu da değil tabii bu. İnsanları dinden uzaklaştırmaya falan da çalışmıyorum. Agnostiğim. “Anlayışlı bir tanrıya değil, anlayış tanrısına inanıyorum. İnsan olabilmek bir şeyleri anlamaktan geçer. ” diyorsunuz. Hayatınızı, anlaşılması zor konuları anlamaya adamış biri olsanız da hala anlayamadığınız şeyler vardır mutlaka... Bir noktayı düzelteyim; “anlaşılması zor olan” değil, “benim için anlaşılması zor olan” konuları dert ediniyorum. Yani tamamen kişisel bir durumdan söz ediyorum. Başkalarının neyi nasıl, ne kadar anladığı ya da bir konuyla ilgili ne düşündüğü benim için hiç mühim değil. Mesela şu anda sizinle konuşurken ne düşündüğünüzü asla bilemem. Siz de benim ne düşündüğümü bilemezsiniz. İki taraf da bunu kabul ettiği sürece o zaman diyaloğu sürdürebiliriz. Ama mesela ben küstahlık edip, sizin benimle ilgili ne düşündüğünüzü bildiğimi iddia etsem veya içten içe bundan emin olsam, tamamen aptalca bir konuşma olurdu. Çünkü en başından beri hatalı hareket etmiş olurdum... Siz şu anda benimle ilgili türlü türlü şeyler düşünüyor olabilirsiniz. “Of, bu adam da bir susmadı, hiç beklediğim gibi biri değil, daha iyi ya da daha zeki biri olacağını düşünmüştüm, keşke daha genç olsaydı, çişim geldi tuvalete gitmem lazım...” Ve ben ne düşündüğünüzü asla bilemem, ve tam da o yüzden ne düşündüğünüzü hiç umursamam. Tek diyebileceğim şu; “Muhtemelen yanılıyorsunuz.” İnsanları anlamakla uğraşmadığınız ortada. Peki hayatı anlama konusunda bir yere varabildiniz mi? Neredeyse hiçbir yere varamadım. Tam bir gerizekalıyım. Ve gücüm de bu gerizekalılığımı kucaklamamdan ileri geliyor. Çünkü herkes bir şekilde zeki görünmeye çalışıyor. Evet, tabii o kitabı mutlaka okumuşlardır, falanca filme kesin gitmişlerdir... Ama aslında hepsi yalan söylüyordur. Herkes kendisinden daha üstün gördüğü ya da daha fazla güç sahibi olduğunu düşündüğü insanları etkilemek için çaba sarf ediyor. Diğer taraftan, ben hiç kimseyi umursamam, hem de hiç. Bu umursamazlık mertebesine nasıl eriştiniz? Sürekli hata yaparak, hata yapmak için kendime izin vererek. En büyük hatanız neydi? Peş peşe gelen bir sürü hata var. Girdiğim her işten kovuldum mesela. Bu durumu yürüme eylemiyle açıklayabilirim. Ayağını yerden kaldırdığın anda dengeni bozarsın, ayağın tekrar yere bastığında ise dengeye tekrar kavuşursun. Hata yapmak ve dengeyi bulmak... Sonuçta bir şekilde hayatına devam edersin. Benim hayatımın özeti de bu.
Kovulmaktan bahsetmişken, sizi kovmayan sadece iki patronunuz olmuş: Louis Kahn ve Charlie Eames. Böyle efsane isimlerle çalıştıktan sonra mimarlığa devam etmeme kararını almanız zor olmadı mı? Bu biraz karmaşık bir konu. Aslında çok başarılıydım, inanılmaz iyi bir mimar olabilirdim. Resmen altın çocuktum. Louis’yle ilgili ilk kitabı ben yapmışımdır mesela. Ya da işte daha iki gün önce Mocher Safdie’nin yeni işini AIA’ye ben sundum, kendisi orada bile değildi, bu iş için bana güvendi ve benim sunumum sayesinde projesi altın madalya aldı. Bu arada Mocher’nin yakın zamanda İstanbul’da da önemli bir projesi olacak. Neyse, mimarlığı seviyorum ve mimarlık yapmayı her gün özlüyorum. Ama diğer taraftan bir bilim insanı olmayı da özlüyorum, bir sürü başka şeyi özlediğim gibi... Şu hayatta ilgimi çeken çok fazla şey var, ama en çok ilgimi çeken, başkaları için çalışmamak. Mimarlık yapıyorsanız, eninde sonunda müşterinizin fahişesi oluyorsunuz, bu kaçınılmaz bir sonuç. Sürekli onu memnun etmeye çalışıyorsunuz. Bense bırakın başkalarını memnun etmeyi, kendimi bile memnun etmekte o kadar zorlanıyorum ki... Meraklı olmak sizin için ne ifade ediyor? Gerizekalılığınızı kabul ederseniz yapabileceğiniz tek şey meraklı olmaktır. Bu merak sayesinde aptallığınızı kazıyıp altından ne çıkacağını keşfedersiniz. Ama sanırım insanlara sonradan merak kazandırmak pek mümkün değil. TED Talks’u kurduğunuzda yapmak istediğiniz biraz da bu değil miydi? Evet, TED’le insanları kendi ilgilendiğim konularda merak duymaya teşvik etmeye çalıştım. Bazıları, bu konuların çoğundan etkilendi, onlarla ilgili merak duydu. “Wurman ilginç bulduysa bu konu ilginçtir, ve artık ben de merak duyuyorum” diye düşünüyorlardı herhalde. Peki size rehberlik eden biri var mıydı hiç? Hayır. Ve bu yüzden ben de diğer insanlara nasıl rehberlik edeceğimi bilmiyorum. Ama doyumsuz olduğumu söyleyebilirim. Hayatınızda çok kıskandığınız insanlar oldu mu? Evet, tabii. Ama bu kıskançlığın büyük bölümünü huşu dolu bir saygıya çevirdim. Ve her zaman, ne olursa olsun, bulunduğum ortamın en aptalı olmaya gayret ederim. Nasıl? Etrafımı kendimden daha akıllı insanlarla doldurarak. Onlar benden bir şey öğrenemez ama ben bir sürü şey öğrenirim. Mükemmel bir durum, değil mi? Peki onlar neden sizinle vakit geçirmek istiyorlar? Çünkü çekiciyim. Bilgiye muhtacım ve çok hevesliyim. Bu da onlar için fazlasıyla gurur okşayıcı. “Sahne, benim konfor alanım.” diyorsunuz. Bu hep böyle miydi? Bu çok tuhaf bir fenomen. Zira 20’li yaşlarımın sonunda, konferanslar vermeye başladığım ilk beş-altı sene tam anlamıyla korkunç bir konuşmacıydım. Sürekli ağzım kururdu, ne diyeceğimi bilemezdim, donup kalırdım, kendimi aşağılanmış hissederdim, bir anda ortadan kaybolmak isterdim ve kendimden nefret ederdim. Sonra birdenbire bir anahtar deliğinden içeri giriverdim ve o noktadan sonra sahnede müthiş rahat hissetmeye başladım. Öyle ki; o andan itibaren, asla ön hazırlık yapmıyorum, konuşmama herhangi bir başlık koymuyorum, sahneye çıkmadan önce orada ne konuşacağımı bir saniye bile düşünmüyorum. Bu gerçekten birdenbire mi oldu yani? Evet.
XOXO The Mag
Ölümü düşünüyor musunuz? Hem de her gün. Tabii ki ölüm fikri hoşuma gitmiyor ama beni korkutmuyor da. Sanırım zaman geçip de hastalıklar başlayınca onu daha gerçek hissedeceğim. Ama şu anda bir sürü işle meşgulüm ve farkındaysanız konuşurken hiç teklemiyorum. Karşınızdaki hiç de öyle yaşlı bir adam değil. Yani kafam hala gayet iyi çalışıyor; ayaklarımın biraz ağrıması dışında bir derdim yok.
Nasıl olduğu konusunda fikriniz var mı? Bilseydim size de anlatırdım ama ben de bilmiyorum. Sürekli hata yapıp duruyordum ve sonra bir anda rahatladım. TED Talks’u 18 yıl bilfiil yürüttükten sonra başka birine devretmeye nasıl karar verdiniz? Çünkü artık beni dehşete düşürmüyordu. Sahnedeki şaşkınlıktan bahsetmiyorum, bir şeyi daha yaratıcı hale getirmek için duyduğunuz arzunun dehşeti esas kastettiğim. Ve ben onu yitirmiştim. Öyle olunca da, herhangi biri için çalışmıyor olsam bile, kendimi öyle hissetmeye başlamıştım. Her yıl sürdürmem gereken zorunlu bir iş haline gelmişti. Hiçbir şey için zorunluluk hissetmek istemem. Sonuçta TED başından beri bana özel bir partiydi. Rutine binmeye başlayınca, önce partiyi tekrar hareketlendirmek istedim; sağlık konuları için TED Med konferanslarını başlattım, satış konferansları ekledim, genç ve yaşlı insanlarla ilgili yeni başlıklar yarattım. Kendime meydan okuyarak yeni heyecanlar yaratmaya çalıştım. Her şeyi denedikten sonra nihayet parayı alıp kaçmaya karar verdim.
Torunlarınıza nasihat verir misiniz? Onlara nasihat değil, izin veririm. İlgilendikleri konuların peşinden gitmeleri için sonsuz bir izin... Ve bu sayede, hiçbiri başkaları için çalışmıyor. Bugünün en parlak gençleri kim sizce? Ben Fry; yeni kitabımdaki bölümlerden biri ona ait. Sergey Brin ve Larry Page. Geçenlerde Larry ile Karayipler’deki adasında beraberdik, o da çok zeki ve yetenekli, çok iyi işler yapıyor. Stres düzeyinizin sahnede normalden daha düşük olduğu gibi gereksiz ama ilginç bir bilgi var elimizde. Merak ettik; neden stres düzeyinizi ölçtürmek istediniz? Bir enstitüden bazı uzmanlar konferanslarımdan birini dinlemeye gelmişlerdi. Böyle bir ölçüm yapmak istediklerini söylediler. Ben de, “Ölçün, bakalım.” dedim. Sonuç hepimizi çok şaşırttı. David Blaine’i bilirsiniz. Bir keresinde o da benden sahnede nefesimi tutmamı istemişti. 4 dakika 17 saniye tuttum ve çok şaşırdı. Neden yaptığımı bilmiyorum. O istedi ben de yaptım. Stres testine evet demem de tıpkı böyleydi. Bir şeylere açık olmak için kendime sürekli izin veriyorum. Alay konusu da olabilirdim ama bunu hiç dert etmezdim.
Sonradan özlediniz mi? Evet, sahnede olmayı özledim. O yüzden yeni konferans serisi olarak EG’yi başlattım, ama birkaç yıl sonra onu da bıraktım. Bir süre sadece TED Med’le devam ettim ama sonra onu da başkasına sattım. Ardından www konferanslarını yapmaya başladım, ki bence TED konferansları da dahil olmak üzere bugüne kadar yaptığım en iyi konferans serisi oldu. Böyle olunca ona da devam etmemeye karar verdim. Ve şimdi de sırada Finding the Future First serisi var. Dünyanın geleceği konusunda oyunun kurallarını değiştiren fikirlerle ilgili bir konsepti olacak. Ne zaman başlıyorsunuz? Bu yıl. Bu arada yeni yılla 80 yaşıma girdim.
IQ testi yaptırdınız mı hiç? Hayır. İki torunum kendileri için test yaptırmayı denedi ama ikisinin de zekası ölçülemeyecek kadar yüksek çıktı. 180 üzeri yani. Benden zeki olduklarına eminim.
Nasıl hissettiriyor? Tuhaf. 51
INTERVIEW/S
RTS
RACE IMBODEN
The Young and The Restless Race Imboden sadece 21 yaşında ve üç yıldır ABD’nin milli eskrim sporcusu. Dar alanda verdiği fiziksel mücadeleye, psikolojik bir savaş ekleyip işinin ehli olmak için ter döküyor. Mücadele ederken sol elini kullanıyor, ki bu eskrimde kolay görülebilen bir özellik değil. Bu savaş süredururken, 2013 yılında models.com’un yayınladığı Hot List’e en çok talep gören modellerden biri olarak adını yazdırıyor. Eskrime hayranlığını anlatırken, ikinci büyük tutkusu haline gelen modelliği bu kez XOXO için Brooklyn’de yapıyor.
allstar
jason rodgers alexis williams
martin keehn,
utku palamutçu shala rothenberg
allstar adidas, den im by siki im,
Milli takımıyla Londra Olimpiyatları’ndaydın. İki yıl içinde Olimpiyatlar’a hazırlanmak zor olmadı mı? İlk madalyamı aldıktan sonra Milli Eskrim sporcusu ünvanını kazandım. Açık konuşmak gerekirse; kesinlikle Olimpiyatlar’a gidecek kadar hazır değildim. Ama başarılı olmanın verdiği hırs ve eskrim için yanıp tutuşan genç biri olarak hazırdan öte resmen bir savaşçı gibi hissediyordum. Milli sporcu olduğum zaman da dünyanın en iyisi olmayı hedefledim. İşin içinde şans da var tabii, hazırlık sürecinde bana çok yardımı dokundu ve iyi sonuçlar elde etmemi sağladı. Bu iki yılın sonunda olimpiyatlardaki halimi hatırlayınca, bu iş için oldukça genç ve şanslı biri olduğumu düşünüyorum. Londra’daki oyunlarda yer almak çok büyük bir deneyimdi. Özetle; hazır değildim ama inançlıydım.
Race, bu sabah nasıl uyandın? Galiba hala uyanamadım. Şu an uçaktayım ve uyanık kalmaya çalışıyorum. Bu hafta katılmam gereken çok yarış vardı ve hepsini bir haftaya sıkıştırmam gerekiyordu. Ah bir de, uçaktan inip en kısa sürede çekime yetişmem lazım. Adının Jonny Quest’teki Race Bannon’dan esinlenerek konmuş olması nasıl bir his? Çocukken bu durum, hem çizgi filmden hem de anlamından dolayı çok komik geliyordu. Ama şu an gayet normal geliyor, hatta ismimi çok seviyorum. Ne demek istediği gayet açık, çılgın, hedefe kilitlenmiş ve doğrudan konuya giriyor. Kendini ve kariyerini bir anda gelişen olaylar zinciri olarak tanımlıyorsun, peki bu zincirleme süreçte spor kariyerin nasıl başladı? Yaklaşık sekiz yaşındayken elimde oyuncak bir kılıçla parkta oynuyordum ve ailem de banklarda oturmuş beni izliyordu. O sırada nereden geldiğini anlamadığımız birisi, beni bir süre izledikten sonra ailemin yanına gidip eskrimle ilgilenmem gerektiğini söylemiş. Annem ve babam bu işi enine boyuna düşündükten sonra bana durumdan bahsettiler, ben de tabii ki de kabul ettim. Sekiz yaşında bir çocuğa oyuncak kılıcını başka insanlara saplayabileceğini söylediğinizde iki kere düşünmeniz gerekiyor. Bu karardan sonra Atlanta’yı bırakıp Brooklyn’e taşındık ve hemen eskrim koçlarıyla görüşmeye gittik. O kadar yolu teptikten sonra koçlar benim çok genç olduğumu söylediler ve elimizde bir hiçle eve geri döndük. Bir yıl boyunca düşünmeden duramadığım bu fırsatı doğum günümde ailemden tekrar istedim ve beni yeniden koçlarla konuşmaya götürdüler. Bu sefer aldığımız cevaplar olumluydu ve spor kariyerim başlamış oldu. O zamandan beri de hiçbir zaman sekteye uğramadı.
Güçlü bir eskrim sporcusu olmak için iyi reflekslerin yanında ne gibi özelliklere sahip olmak gerekiyor? Eskrim; atletizm ve taktiksel düşünebilme arasındaki dengeyi kurmakla alakalı. Doğru zamanı kollamak, rakibinin hem fiziksel hem de psikolojik yanlışlarından çıkar sağlamak ve bunu kendi lehine kullanmaktan ibaret. Bu kibar bir tanım tabii. Eskrim aslında çoğu sporcu için gerçek bir savaş. Çünkü ortada hem fiziksel hem de psikolojik bir süreç, hem de bu ikisini eşzamanlı kullanma durumu var. Genelde mücadele ettikten sonra burnu kırık bir eskrimci görmezsiniz ama burunları kırılmıştan beter bir hal alırlar. Karşımdakine kılıcımla dokunuveriyorum ve uğruna savaştığı şey uçup gidiyor. Öyle ki; keşke burnum kırılsa ama mücadeleyi kazansam diyen pek çok eskrimci bulabilirim. Bu yüzden sabır, özgüven, hırs ve atletik bir vücut ihtiyacınız olan şeyler arasında. Peki kendi hırslarına yenik düştüğün oluyor mu? Kendi içimde henüz böyle bir yenilgi yaşamadım. Konu eskrim olunca her şeyin en iyisine ben sahip olmalıyım, başka bir ihtimal düşünemiyorum. ABD’deki eskrimciler arasında en iyi olmak ve
16 yaşındayken ilk madalyanı aldın, ardından Amerikan 53
dünyada sınırları zorlamak, kendi kendimle girdiğim bir iddia gibi. Öyle iyi olmalıyım ki insanlar ben kılıcımı elime aldığımda başka bir şeyle ilgilenemez hale gelmeliler. Her zaman, okul bittikten sonra bahçede arkadaşlarıyla takılamayan ve apar topar antrenmana gitmesi gereken bir çocuk olduğundan bahsediyorsun. Günün birinde bundan pişmanlık duyacağını düşündün mü? Hiçbir zaman düşünmedim. Çocukken böyle hissettiğim zamanlar oluyordu; okuldan sonra herkes eğlenirken, boş boş gezerken benim çekmem gereken 50 şınav vardı. Çocuk olsam da hayalini sürdüğüm bir gelecek vardı ve daha olgun düşünebiliyordum. O yüzden geçirdiğim bu koşuşturma dolu zamanı asla küçük görmüyorum ve boşa harcanmış olarak düşünmüyorum. Zincirleme olaylara geri dönersek, Olimpiyatlar’da mücadele ederken model olarak keşfedilmenden bahsedebiliriz. Aklından modellik yapmak geçmiş miydi? Geçmişti desem yalan olur. Aslında Olimpiyatlar’dan önce de modellik teklifi almıştım ama eskrime öncelik verdiğim için reddetmiştim. Olimpiyatlardan sonra Re:Quest benimle iletişime geçip daha farklı bir teklif sununca işe bakış açım değişti. Benimle hem model olarak hem de eskrimci olarak çalışmak istiyorlardı, yani ikisi birbirini dengeleyecekti. Klasik bir model ajansının yaptığı gibi sadece kampanya çekimleri için portfolyosu yollanan bir model olmaktan ziyade sporcu kişiliğim ön plana çıkartılarak sunulacaktım. İş böyle olunca ben de teklifi kabul ettim çünkü çok ilginç bir deneyim olacaktı -ki oldu da. Topman’in kampanya yüzü olmandan ve büyük markaların defilelerinde yer almandan hareketle, insanların multi-yetenekli bir gence karşı bu kadar fazla ilgi duymasının sebebi sence eskrim mi? Kendi özel alanlarının dışında modellikle uğraşan çok insan var, ki bu bence onları diğer modeller arasında daha farklı kılıyor. Aynı durum benim için de geçerli. En basit şekliyle, beni spor salonlarında podyumda iyi durmak için değil rakibini alt etmek için çalışan biri gibi düşünüyor olabilirler, ya da markaların bir milli eskrimciyi en yeni trendlerle süsleyip podyuma koyması, izleyicilere ilgi çekici de geliyor olabilir. İşin içinde eskrim olduğu şüphesiz ama model olarak kendimi bu kadar ilgi toplayabilecek birisi olarak görmüyorum. İlerisi için düşünecek olursak, modelliğin eskrimin önüne geçmesi ihtimali var mı? Asla. Önceliğim her zaman eskrim olacak. Peki maharetli ve tanınan bir eskrimci olarak piste çıktığında, rakibin seni yenmek için daha çok bileniyor olabilir mi? Diğer eskrimciler beni kolay lokma olarak görüyorlar. Hele ki rakibini tanımak için araştıran insanlardan birine denk gelirsem, dergilerde, podyumlarda ya da herhangi bir reklamda beni gördükten sonra genelde gerizekalı olduğumu düşünüyorlar. Her gece çılgın partilerde boy gösteren, değişiklik olsun diye arada eline eskrim kılıcını alan bir ahmak muamelesi görüyorum. Ta ki mücadeleye başlayana kadar. Benim hakkımda bu kadar çok şey bilirken benim iyi performans sergilemem onları çılgına çeviriyor ve gerçekten beni mağlup etmek için bileniyorlar. Karşımdakinin düşüncelerini dikkate alsaydım
gerçekten mücadele etmeyi bırakıp, beni yenmesine izin verirdim ve kenara geçip kahkahalarla gülerdim. O zaman eskrime tüm vücudunu ve beynini adamak için gerçekten biraz deli olmak gerektiği konusunda ciddisin... Kesinlikle! Bir ressam, yazar, DJ ya da sporcu olabilirsin, hiç fark etmez. Yaptığın işe değer veriyorsan ve bu işle hatırlanmak istiyorsan mutlaka bir yerlerde bir tahtanın eksik olması gerek. Zaten insanları da değerli kılan şey bu; her gün sokakta göremeyeceğin insanlar, her zaman aklımıza gelemeyecek farklı fikirlerle dolup taşıyorlar. Modellik ve eskrimin üzerine bir de DJ’lik yaptığını düşünürsek sen ne kadar delisin? Bana göre deliliğin tanımı her gün aynı şeyi üst üste, tekrar tekrar yapmak ve her seferinde farklı bir sonuç beklemek. Üstüne üstlük insanlar bunu, sokaktaki herhangi birinden farklı olmak ve tanınmak için yapıyorlar. Zaten ABD’deki insanların temel sorunlarından biri de bu; başkaları tarafından baskı altında kalarak, kendinden mütevellit karakterlere bürünüyorlar. Kısır döngüde yaşayan insanların, istedikleri gibi olabildikleri tek dönemin iki haftalık resmi tatilleri olması içler acısı. Çok şanslıyım ki eskrimin yanında beni diri tutabilecek bir sürü uğraşım var. Müzik de bunlardan biri ve beni normalde olduğum insandan çok farklı birine dönüştürüyor. Eskrimle birlikte içimde büyüyen hırs, iş müziğe gelince bana kendimi sekizinci notayı bulmuş sağır bir müzisyen gibi hissettiriyor. Sanırım ne kadar delirdiğimi anlatabildim. Fool’s Gold’da staj yaptıktan sonra iyi diyebileceğin bir yerlerde çalma fırsatın oldu mu? New York’ta RDV, Kiss and Fly gibi önceden görece daha iyi olan birkaç mekanda çaldım. Olimpiyatlar için yapılan partide doğaçlama bir DJ performansı sergiledim. Dünyaca ünlü atletlerin senin müziğinle dans ettiği fikrini düşündükçe üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen heyecanlanıyorum. Bu aralar kimleri dinliyorsun? Alabama Shakes, The Growlers ve Allah-Las en çok dinlediklerim. Peki eskrim ve modelliği bir şarkıyla anlatmanı istesek? Topu hemen James Bond soundtrack’ine atarım... Bu kadar işin arasında bir de kendine ait bir blogun var. Bunun ileride kendi alanında içerik üretebileceğin bir web sitesine dönüşme ihtimali var mı? Şu aralar pek odaklanamasam da blogu açarken asıl amacım kendi düşüncelerimi, gittiğim ülkeleri ve katıldığım yarışları yazabileceğim bir yer üretmekti. En kısa zamanda kafamdakileri aktarmaya devam etmek istiyorum ve daha çok içerik girmeye başladıkça, blogun daha komplike bir web sitesine dönüşmesini istiyorum. Blogda yemek tarifleri anlattığına göre yemek yapma konusunda da kendine güveniyorsun herhalde... Evde yiyecek bir şey olmadığında denemek zorunda kalıyorum diyelim. Canımın çektiği her şeyi yapabiliyorum ama yemek konusunda benden daha iyi biri varsa o da kız arkadaşım Kata’dır. İkimiz birlikte ev alışverişi yapıp mutfakta vakit geçirmeye bayılıyoruz.
XOXO The Mag
franco lacosta,
franco lacosta,
martin keehn,
bosie,
allstar
martin keehn,
martin keehn,
allstar
levi’s,
martin keehn,
allstar
INTERVIEW/
S
CECILIA B N TR M
Zadig & Voltaire ou Cecilia Aslında her şey onu Corriere della Sera Living’de görmemizle başladı. Evet, birbirimize -sanıldığı kadar- benzemiyorduk, hissi selim olma hali de öyle ortak paydamız falan değildi. Tabii siz de bu cümleleri ilk kez okumuyorsunuz. Aydınlanma çağına ait birkaç felsefeyi tekrarlayıp duruyoruz, zira moda dünyası içerisinde bizler de sürekli aydınlanma halini deneyimliyoruz, her sezon, bıkmadan usanmadan yine ve yeniden... Amaç taze kalmak, yeni olmak. Basit olana ket vurma çağında, sadeliği genlerinde, aydınlanma çağının timsalini de isminde taşıyan bir marka, Zadig&Voltaire ve uzun zamandır markanın Kreatif Direktörü koltuğundaki Cecilia Bönström’la karşı karşıyayız. Kamera arkasındaysa bizim için Matteo Carcelli var. Voltaire, kişiyi cevaplarına değil sorularına göre yargılayın der ama biz şimdilik ikisini de yapmaktan imtina ediyoruz, sadece dinliyoruz. Okuyunuz, katılmadığınız yerlerde yine Voltaire’in felsefesine sığınabilirsiniz; “Dediklerinize katılmıyorum ama onları söyleme hakkınızı ölümüm pahasına savunacağım.” röportaj aslin kumdagezer fotoğraflar matteo carcelli
Paris’in hangi kısmında yaşıyorsunuz? 8. bölgede, Rive Gauche tarafında. İçeriden merdivenleri olan, Haussmann stili bir binada oturuyorum.
yaşamaya fırsatım bile olmuyor. Markanın temsil ettiği kadın, Paris moda gurularının dikte ettiğinden çok daha asi, dağınık ve spontane. Malum Paris’te kurallara uymazsanız hayatta kalamazsınız. Zadig&Voltaire başlattığı isyanı nasıl bu kadar başarılı devam ettirebiliyor? Bence Fransız kadının imajı artık globalde de değişmeye başlıyor. Evet hala sofistike bir kadından bahsediyoruz ama eskisi kadar narin değil. Tavırları Emanuelle Seigner, Charlotte Gainsbourg ve Caroline de Maigret gibi androjen giyinmeyi başarabilen, çok şık olmaları gerektiğinde bile çabasız görünebilen Rive Gauche kızlarına daha yakın. Bu da klasik bir Zadig&Voltaire görünümünün özeti zaten. Bu sebeple yeni dünyada çizilen Parizyen kadın imajına oldukça yakın olduğumuzu söyleyebilirim...
Camdan bakıp bize neler gördüğünüzü söyleyebilir misiniz? Haftada iki kez koştuğum ve çocuklarımın oynadığı Parc Monceau’yu görüyorum, görece sakin. Şehrin tam ortasında olup böyle sakin bir manzaraya sahip olmak müthiş bir avantaj. Evin en çok hangi odasında vakit geçiriyorsunuz? Banyomda. Çünkü bana ait bir alan, birçok sanat işi var ve çok güzel ışık alıyor. Her sabah oğullarımı hazırlamadan önce en az 25 dakikamı banyomda geçiriyorum. Geceleri herkes uyuduktan sonra da bir saatliğine kendimi banyoya kilitliyorum. Bazen sadece kendinle baş başa olmak, kendini düşünmek istiyor insan... Gerçi ben bir yandan da bir sonraki güne hazırlanıp yapacaklarımı düzenliyorum.
Erin Wasson, Freja Beha Erichsen, Jamie Bochert’den sonra önümüzdeki sezon marka yüzü olarak kimi göreceğiz? Ah, önümüzdeki sezonun kampanya çekimlerini henüz bitirdik. Sacha Pivovarova’yla benim apartmanımda bir çekim yaptık. Evet, bu sezon yüzümüz öncekilere göre çok daha feminen, fakat Sacha o harika sarı saçlarına rağmen oldukça androjen görünmeyi başarabilen bir karakter. Sacha’yı seçmemizin bir diğer sebebiyse çok iyi çizimleri olması. İnanılmaz yetenekli ve umuyorum çok yakında beraber farklı işbirliklerimiz de olacak.
İşe nasıl gidiyorsunuz? Her sabah üç yaşındaki oğlum ve pusetiyle yürüyerek, daha doğrusu koşarak, Champs Elysée’nin diğer tarafında kalan okuluna gidiyoruz. Ardından üç duraklık bir metro yolculuğuyla Jardin de Tuileries’teki ofisimize geliyorum. Güne oldukça hızlı başlıyorum anlayacağınız. Zadig&Voltaire’le ilişkiniz ne zaman başladı? 2003’te... İnanması zor ama hiçbir tasarım eğitimim ve tecrübem olmamasına rağmen tasarımcı asistanı olarak işe başladım.
Konuyu tam da buraya getirmek istiyorduk, marka yüzü olarak seçtiğiniz modellerin görüntüsü bir yana, gerçek hayattaki tarzları ve yaptıkları sizin için ne kadar önemli? Bizim için en önemlisi görüntülerinin yanında güçlü karakterlere de sahip olmaları. Sadece top model olduğu için ya da o sıralar çok popüler olduğundan bir modeli marka yüzümüz yapmayız. Hali hazırda kıyafetlerimizi özümsemiş birini tercih ederiz çünkü ortaya çıkan iş, her şeyden önce gerçek hissettirmeli. Jamie Bochert’i seçme nedenlerimizden biri de buydu; Jamie gerçek hissettiriyor, saç rengi, kesimi, tavrı hedef kitlemizdeki kadınlarla birebir örtüşüyor. Ve tabii her şey bir yana, harika bir müzisyen!
Peki ya kreatif direktörlük teklifini ne zaman aldınız? Üç sene sonra, 2006’da... O günü hatırlıyor musunuz? Unutmam mümkün mü? İlk gün anlatılması zor bir kahramanlık hissiyle doluydum. Düşünün ki tasarım eğitimi almamış ve üç senelik kör topal bir asistanlık süresi geçirmiş olmama rağmen tüm stüdyonun ve tasarım ekibinin yönetimi bana verilmişti. Omuzlarımdaki yükü anlatmama imkan yok, zaten tahmin ediyorsunuzdur. Aniden tüm koleksiyonun nasıl görünmesi gerektiğine, formlara, materyallere, renklere ve detaylara ben karar verir olmuştum. Tüm bu göz korkutucu sahneye rağmen adım adım ilerleyerek ve konsantre olarak başardım.
Beraber çalıştığınız modellerin hepsi dövmeli. Markanın olmazsa olmazı gibi... Sizin de dövmeleriniz var mı? Hiç bu yönden bir gruplama düşünmemiştim ama haklısın. Aramızda gizli bir kod gibi... Maalesef ben bu gruba dahil değilim. Dövmeyi hakkıyla taşıyamayacağımı düşünüyorum.
Birkaç sene önce, tasarımların son haline, asla denemeden karar vermediğinizi söylemiştiniz. Son kararı hala tüm koleksiyonu giyindikten sonra mı veriyorsunuz? Evet. Haliyle modellerle fitting’lerimiz oluyor ama ne olursa olsun bir parçanın hazır olduğuna emin olmam için onu giymem, dokusunu hissetmem, kumaşın tende yarattığı hissin tasarıma uyup uymadığına karar vermem lazım. Denerken kendime “cepler olması gerektiği yerde mi, omuzlar yeterince mükemmel görünüyor mu?” gibi birçok soru sorarım. Ve cevaplarım beni tatmin ediyorsa parça koleksiyona girer. Eski bir model olduğumdan bence karar mekanizmamın en kusursuz çalıştığı yöntem bu. Tüm bu sürecin sebebiyse, Zadig&Voltaire’in aslında basic parçalarıyla ünlü olması. Her parçanın üstte mükemmel durması gerekiyor.
Şu ana kadar konuştuğumuz birçok şey markanın umursamayan, cool bir yapı üzerine kurulduğuna işaret ediyor. Peki bu yapının altın kuralları neler? Biraz düşünmeliyim... Sanırım cool olabilmenin yegane kuralı kendine karşı dürüst olabilmek ve rol yapmamak. İnsanlar sizi olabildiğiniz gibi gördüğünde, siz de daha rahat hissedersiniz. Cool’luk bence nasıl göründüğünüzden çok nasıl hissettiğinizle ve nasıl davrandığınızla alakalı. Tabii kıyafet kuralları da var ama görece daha basit: Asla kokoş olma. Önemli bir davet için giyinirken bile abartısız bir ruh haliyle giyin. Çoğu zaman duymaya alıştığımız klişeler vardır; eğer çok fazla takı takıyorsan az makyaj yap, çok feminen bir stiletto giydiysen üzerine bir erkek ceketi al ya da çok parlak bir oje sürdüysen sadece jean ve gömlek giyin gibi... Parçaları bir araya getirdiğinizde bu klişelerin hala yaşıyor olmasının haklı sebepleri var.
Basic parçaların bu kadar ön planda olması tekrara düşme kaygısı yaratıyor mu? Hayatta yaratması en zor şeyler en basit olanlar. Bu yüzden de en mükemmel olan her zaman en basit olandır. Evet çok zorlanıyorum ama neyse ki zoru seviyorum. Ayrıca çalışacak o kadar farklı malzeme ve üretilecek o kadar yeni renk var ki tekrara düşme kaygısı
Birçok modaevinin aksine, Zadig&Voltaire sene içerisinde sadece 59
iki koleksiyon çıkarıyor. Bu, markayı taze tutmak için harika bir yöntem olsa da rekabet açısından sizi nasıl etkiliyor? Kurucumuz Thierry Gillier’nin vizyonunda sadece bir stil yaratmaktan fazlası vardı; her ülkede kendi mağazasına sahip olmak... Eğer bir şehirde 3 mağazanız varsa görünür olursunuz ve fazladan tanıtıma gerek kalmadan bilinirsiniz. Ve bu mağazaların önünden geçip güzel tasarımları gören biri er ya da geç içeri girer. Tüm bu kurgu, koleksiyon kontrollerini de tamamen bize bırakan bir yapılanmaydı. İstediğimiz parçayı istediğimiz sezonda satışa sunabiliyorduk, çünkü mağazalarımız bize aitti. Ama artık değişmek durumundayız, çok markalı mağazalardan oldukça fazla teklif alıyoruz. Dolayısıyla önümüzdeki sezon için, PreFall ve Resort koleksiyonları hazırlıyoruz. Bu benim için daha fazla çalışmak demek oluyor ama aynı zamanda eğlenceli bir durum. Ana koleksiyona sokamadığım küçük kapsül koleksiyonlar hazırlamak gibi.
ilk tanıştığımda sadece rengarenk tasarımlarını alıyordum. Hala koleksiyona canlı renkler entegre ediyoruz fakat uzun zamandan sonra ilk defa bu renkleri odağımıza aldık. Pembe oldukça cesur bir karar evet ama bir o kadar da pop bir renk. Bana Richard Prince’in Willem de Kooning işlerini anımsatıyor. Ayrıca siyah, gri ya da beyazla çok kolay yan yana gelebiliyor. Kısacası yaz koleksiyonu markanın başlangıcına ve tarihine bir gönderme. Sezon dahilinde ilk defa şov parçaları da ürettiniz. Bana öyle geliyor ki defile yapıyorsanız sadece podyumda kalacak birkaç parça da üretmelisiniz. Bu yüzden satılacak ürünlerin yanında tekniğimizi ve kullanabileceğimiz en iyi materyalleri gösterebileceğimiz münhasır parçalar üretme zorunluluğu da duydum.
Neden bu kadar fazla sezona ihtiyaç duyuyoruz? Bence bilgi şımarıklığı yaşıyoruz. İnsanlara artık sadece dergilerden değil, Instagram ve bloglar gibi birçok farklı mecradan durmadan bilgi yağıyor. Doğal olarak sürekli yeni şeyler görmek ve şaşırmak istiyoruz ve bu ihtiyacı doldurmak için de durmadan üretmekten başka bir çare yok.
Backstage’leriniz stresli bir sunum hazırlığından ziyade bir parti izlenimi veriyor. Gerçekten öyle mi geçiyor? İşimi yaparken çok iyi konsantre oluyorum. Bir kere karar verdikten sonra kararımdan kolay kolay vazgeçmem. Ardından stylist’lerimle birlikte son görünümlere karar veririz. Ön çalışmalarımız çok sağlam olduğundan büyük gün geldiğinde hepimiz hazır oluruz. Ama her ne kadar eğleniyor gibi görünsek de tabii ki içimizde fırtınalar kopuyor.
Yaz sezonu için Zadig&Voltaire’de uzun zamandır görmediğimiz renkler var. En şaşırtanı da pembe... Son dönemlerde Zadig&Voltaire dendiğinde akla ilk gelen görünüm daha rock bir siluet. Fakat ilk dönemlerinde marka başka hiçbir yerde bulamayacağınız renkleriyle ünlüydü. 90’larda Zadig&Voltaire’le
Defile hazırlıklarının tüm detaylarıyla siz mi ilgileniyorsunuz? Son seneye kadar her şeyle ben ilgileniyordum. İki sezondur Alexandre de Betak ve prodüksiyon ekibiyle çalışıyorum. İnanılmaz yetenekli insanlar. Şov için beş renk bloğu kullanma fikrimi geliştirip, bizim ham maddelerimizin kullanıldığı floresan görünümlü beş oda ürettiler.
XOXO The Mag
Müzikler için de süperstar ses tasarımcısı Frederic Sanchez’le çalıştım. Müzikle hem marka dahilinde içli dışlı olduğumuzdan, hem de bireysel olarak ilgilendiğimden özellikle kullanılmasını istediğim birkaç parça verdim. Ve voila! Ortaya harika bir iş çıktı. Bence etrafında yetenekli insanların olması başarının yegane anahtarı. Çok güçlü bir vizyona sahip olduğunu düşünsen bile başkalarını dinlemek ve onların fikirlerini almak her zaman çok önemli çünkü her şeyi kendi başına halletmenin imkanı yok. Ben özellikle etrafımda birileri olduğunda kendimi daha kreatif hissediyorum. Markanın müzikle olan ilişkisi son zamanlarda daha ikinci planda mı? Thierry Gillier aynı zamanda bir plak şirketi sahibi biliyorsunuz. O yüzden müzik DNA’mızda var. Eski kampanyalarımızı hatırlarsınız, Mark Ronson, Joséphine de la Baume, John Lennon’ın oğlu Sean ve The Kills’le beraber çalıştık. Fakat şu sıralar önümde çok fazla iş olduğundan markanın müzik ilişkileriyle bizzat ilgilenemiyorum. O kısmı iletişimimizi yürüten takımın yönetimine bıraktım. Ama bu asla müziğin ikinci planda olduğu anlamına gelmiyor. Siz bu aralar neler dinliyorsunuz? İlkbahar-Yaz defilemizde kullandığımız müziklere takılı kaldım. Fade Out Lines, Chandelier ve Latch’ı hala artarda dinliyorum. Bir de Christine and the Queens ve Lykke Li var listemde. Mağazalarınızı sık sık ziyaret ediyor musunuz? Tabii ki. Mağazaların atmosferini hissetmek, satış danışmanlarımızın
fikirlerini almak hatta mümkünse müşterilerimizle konuşmak çalışmamın önemli bir parçasını oluşturuyor. Ayrıca satın almacılarımızla da sık sık bir araya geliyorum, takım olarak verdiğimiz kararların da mağazada sonuçlarını görmek çok önemli. Parfümlerinizin yaratımından da siz mi sorumlusunuz? Bu noktada ipler Thierry Gillier ve Le Labo’nun kurucu ortakları Fabrice Penot ve Edourd Roschi’nin elinde. Gillier bu olfaktif sihirbazlarla içerisinde badem ve süt notaları da olan bir liste verdi. Ben daha çok işin paketleme kısmına dahil oldum. Şişenin Zadig&Voltaire’in edebi ve felsefi kısmına değinmesini ve olabildiğince sade olmasını istedim. Le Labo fanı olduğunuzu biliyoruz, favoriniz hangileri? Özellikle mumlarına bayılıyorum. Santal 33 ve Patchouli 26 favorilerimden. Sormak zorundayız, Voltaire’in en sevdiğiniz kitabı hangisi? Maalesef sadece Zadig ou la Destinée’yi okuma fırsatım oldu. Ama Voltaire’e asiliği, şeyleri zamanı ötesinde görebilme ve gördüklerini gerçekleştirebilme yetisi sebebiyle ona büyük hayranlık besliyorum. Son soru, her şeyi unutabildiğiniz mutlak hiçlik yaşayabildiğiniz bir yer var mı? Çok enteresan ama yapmam gereken ne kadar iş olursa olsun, ne kadar stresli olursam olayım hafta sonları Paris ya da Normandie’deki evimizde olduğumda her şeyi geride bırakıyorum. Üzerimdeki tüm baskıyı unutuyorum.
XOXO The Mag
INTERVIEW/ RT
AHMET ERTUĞ
Kültürel Mirasın Peşinde Ahmet Ertuğ’u küçük işler tatmin etmiyor. Görkemli yapıtları 25 kiloluk bir makineyle fotoğraflayan Ertuğ’un baskıları devasa, kitapları ise tek elle tutulup bakılamayacak kadar hacimli. Opera salonları, tarihi kütüphaneler, sanat akademileri, Hermitage Müzesi, Ayasofya gibi etkileyici mekanlarda çektiği fotoğraflar için saatler harcayan, her ince detayın havasını soluyan fotoğrafçıyla projeleri hakkında sohbet ettik. röportaj seza bali fotoğraf ahmet ertuğ/otoportre
XOXO The Mag
Son yıllarda gerçekleştirdiğiniz projeler, tarihi kütüphaneler, opera sarayları gibi dikkat çekici yapılar üzerine. Mimariye karşı olan hassasiyetiniz nereden kaynaklanıyor? 1974 senesinde Londra Architectural Association’da mimarlık eğitimi aldım. Hemen sonrasında İran’da mimar olarak çalıştım ve Japonya’da da yaptığım çalışmalarımla mekana bakış konusunda özel beceriler geliştirdim. Bu nedenle görkemli mimari yapıların fotoğraflarını çekiyorum.
Gallery kapılarını kapatmak zorunda kaldı. Burada fotoğrafçılık sizce ne durumda? Her şey zor başlar, zor devam eder. Kolay olduğu takdirde heyecan, enerji ve yaratıcılık artık yok olur. Elipsis Gallery şu anda kapanmış olabilir ama önemli olan bu galeriyi yaratan Sinem Yörük, Kerem Yörük ve onları fotoğrafla tanıştıran babaları sevgili dostum Hasan Yörük gibi kişilerin ülkemizde ortaya çıkmış olması. Elipsis’in birkaç yıl sonra İstanbul veya başka bir yerde, daha iyi bir formatta tekrar açılacağını düşünüyorum.
Mimarlık yapmayı özlüyor musunuz? Yanlış bir mimari uygulama yapmak zorunda kalmaktansa, bunu hiç yapmamanın çevre ve ruh sağlığı için daha hayırlı olduğunu düşünüyorum. Yapmış olduğum fotoğraf çekimleri, sizin de bahsettiğiniz gibi görkemli mekanlar içinde geçiyor ve bu nedenle sürekli mimari soluyorum. Mimarlıktan çok da uzak kalmadım aslında.
Hiç portre çektiniz mi? Portre fotoğrafçılığına uzak mısınız? Mimar olmam nedeniyle beni heyecanlandıran konulara öncelik veriyorum. Portre ile ilgilenmiyorum, ama kültür mirasının portresini çekiyorum diyebiliriz. Türk veya yabancı fotoğrafçılardan kim dikkatinizi çekiyor? Bence günümüzün en önemli ismi Hiroshi Sugimoto.
Yüksek teknolojiyle ihtişamlı kitaplar üretiyorsunuz. Sizce bu formattan kopmanız mümkün olacak mı? Daha ufak formatta kitaplar üretmeyi düşünür müsünüz? Başarması zor olan işleri seviyorum. Çektiğim fotoğrafların niteliğini ve verdiğim emeğin karşılığını büyük formatlı kitaplarımdan alabiliyorum. Bunun yanı sıra, okuyuculara hiçbir yayıncının cesaret edemeyeceği kalitede kitaplar sunmak beni heyecanlandırıyor. Her biri ayrı bir deneyim ve birikim sağlayan bu özel kitapların sayısı 30’u geçti. Bu projeleri İsviçre, İtalya ve Almanya’da matbaa ve ciltçilik alanlarında en tecrübeli ustalar ile çalışarak gerçekleştiriyorum. Kısacası bu kitaplar çok yüksek kalitede ve yüksek standartlarla üretiliyor. Ufak boyutlu kitaplarda ise el işçiliği kullanılmıyor. Bunlar genelde yüksek sayıda baskı ve cilt işleminin otomatik makinelerde gerçekleştiği, ustalığın yerini makinelere terk ettiği mekanik projeler oluyor. Bu koşullarda tabii ki bir sanat eseri üretemiyorsunuz.
Hem dijital hem büyük format film ile çekim yapıyorsunuz. Kullandığınız filmi bulmak gittikçe zorlaşacak. Şimdiden kutularca film alıp buzdolabında muhafaza etmeyi düşündünüz mü? Dijitale tam olarak geçecek misiniz? Uzun yıllardır buzdolaplarında film stoku yapıyordum zaten, içi film dolu iki adet büyük buzdolabım var, fakat şanslıyım ki Kodak bu filmi hala üretiyor. Çok gelişmiş dijital makinelerim var ancak büyük format filmin vermiş olduğu kalite ve farklılık dijital sistemlerde yok. Film ile çalışırken fotoğraf makinemin her noktasına hakimim ve her türlü karar bana ait. Buna ek olarak dijital makinelerde çekim yaparken karşımdaki konuyla olan ilişkim kopuyor, teknik ve elektronik detaylar daha ön planda oluyor. Dijitalde konuyla yakın bir ilişkiye girmeden önce fotoğrafı çekip neticeye bakıyorsunuz ve ondan sonra işe devam ediyorsunuz, yani konuya değil monitöre bakıyorsunuz.
Kendi yayınevinizi kurma fikri de buradan mı çıktı? Evet, yapacağım işe sınır konmasını istemiyorum. Hata kabul etmiyorum ve çalışma prensibimde “başkasının hatası nedeniyle maalesef böyle oldu” gibi bir cümleye yer yok. Birçok fotoğrafçı arkadaşımdan “kitapta fotoğraflar istediğim gibi olmadı, yayıncı ucuz olsun diye kötü bir renk ayrımcı ile çalıştı ve ucuz bir kağıt kullandı” gibi şikayetleri çok duydum. Kendi kitaplarımı üreterek, bu riski ortadan kaldırıyorum.
Fotoğraflarınız edisyonlu mu, yoksa onları tek boyutta mı basıyorsunuz? Boyutları 180 x 225 cm olan fotoğraflarım, 3 edisyon ve 1 sanatçı baskısı denilen şekilde edisyonlu olarak basılıyor. Sanatçı baskısını ise biraz daha küçük boyutta yapıyorum. Çok titiz çalışıyorsunuz. Kaç asistanınız var? Kullandığım fotoğraf makineleri, çekimlerde birkaç kişinin olmasını gerektiren büyük ve komplike cihazlar. Ekibim uzun yıllardır birlikte çalıştığım kişilerden oluşuyor ve onlar çekim başlar başlamaz devreye girebiliyorlar. Son yıllarda fotoğraf çekimlerimde bana destek veren kişiler, Mehmet Güngör, Derin Korman, Arnaud Conne, Niki Gail ve Charles Xelot. Bu isimlerin hepsi yanımda stajyer olarak başladı ve aramızdaki ilişki zamanla güzel arkadaşlıklara döndü.
Hermitage Müzesi’nin 250. yılı için özel olarak gerçekleştirdiğiniz fotoğraf çekimi nasıl geçti? Altı aylık çok yoğun bir süreçti. St. Petersburg’da dört gün çekim yapıp İstanbul’a geri dönüyorduk, bir hafta ara verdikten sonra tekrar dört gün çekime gidiyorduk. Pazartesi günleri müze kapalı olduğu için bütün gün çekim yapıyorduk. Diğer günlerde ise, çekim yaptığımız alanlar öğle saatlerine kadar ziyarete kapatılıyordu.
Deklanşöre bastığınız anda ne hissediyorsunuz? Çektiğim konu ne olursa olsun, onun kalbi oluyorum, mermer bir heykelin bile kalp atışlarını hissediyorum. Yaptığım çekimler 120 saniye veya 240 saniye gibi süreleri buluyor. Bu saniyeleri kronometreli saatte izlerken başka bir zaman dilimi içine giriyorsunuz. Yani o anlarda konu artık taş bir duvar değil, portresini çektiğim bir insan haline geliyor. Sanatçı olmak bu gibi hislere sahip olmakla alakalı galiba.
Bu kadar etkileyici mekanlarda aylar geçirmek nasıl bir his? Mekanların içinde ne kadar uzun kalırsanız o mekanı tanımaya başlıyorsunuz ve gözünüze hiç çarpmayan detayları keşfediyorsunuz. Hermitage benden zaman isteyen bir labirent gibiydi. Bildiğiniz gibi Türkiye’deki tek çağdaş fotoğraf galerisi Elipsis 65
Raphael Galerisi, Hermitage M端zesi
1812 Savaşı Kahramanları Portre Galerisi, Hermitage Müzesi
INTERVIEW/
S
LAURE PARIENTE
Cool!
Size, modayı zorlama kalıplar içine sıkıştırmak yerine canının istediğini giyen Parizyen bir kadın tasvir etmek üzereyiz. Bit pazarından alışveriş yapan ve topuklu ayakkabılarını sadece çok şık bir yere giderken giymek zorunda olmayanından... Muhtemelen iyi muhasebe yapabilen ve öngörü sahibi olan türden... Bu ilginç ve çekici sıfatlarla birlikte; dört çocuk, iki marka, iki ortak ve Amerikan rüyası arasında bir yerde American Retro’nun Kreatif Direktörü Laure Pariente ile karşılaşabilirsiniz. Tasvir bitti, şimdi okuma zamanı. röportaj utku palamutçu fotoğraf laure pariente’nin izniyle
XOXO The Mag
Fotoğraf: Özkan Önal
Laure, etrafında neler görüyorsun? Şu an ofisimde masamın başında oturuyorum ve her zamanki gibi müziğim açık. İnternetin başında yeni bir şeylere bakarken yine vintage hazineleri keşfedebileceğim sitelere kaydım. Ofisim binanın en üst katında ve camlardan harika bir gün ışığı içeri sızıyor, manzara enfes görünüyor. Etrafımda 2016 Sonbahar-Kış koleksiyonunun ilk prototipleri var. Bir yandan da kumaşlara, renk paletlerine, çizimlere ve moodboard’lara göz gezdirmeye çalışıyorum.
gibi kullanmaları marka için iyi bir şey mi? Biz marka olarak moda dünyasında neler olup bittiğini yakından takip ediyoruz ama bu süreç kesinlikle bizim avantajımıza. Genelde koleksiyonlarımızın yeni trendler için bir haberci niteliği üstlendiği söylenirdi ama özellikle bu süreçte insanların gerçekten haklı olduğuna bir kez daha şahit oldum. Asla satmayacağınız bir şey söyler misin? Topuklu spor ayakkabılar!
Moda dünyasına girmeden önce işlerin nasıl yürüdüğüne dair herhangi bir fikrin var mıydı? Kendi markamı yaratma isteğim ve hırsım hep vardı. Bu yüzden doğru bir karar alıp 18 yaşındayken bu ucu bucağı belli olmayan uluslararası pazarın temel parçalarını öğrenmeye başladım. Seyahat etmeye başladıktan sonra da modaya kültürel açıdan yaklaşıp onun alışkanlıklarını keşfettim. Kendimi modanın içinde bulduğumda sınırları olmadığını, nevi şahsına münhasır ve bir o kadar da uluslararası bir dili olduğunu kendi gözlerimle görmüş oldum.
Kaçınılmaz olarak sürekli ortaya çıkan yeni trendler var ama markanın da retro parçalar üretmesi gerektiğine dair bir beklenti söz konusu. Yeni bir trendi retro kültüre nasıl entegre ediyorsunuz? Markamızın asıl amacı herhangi bir trendi takip etmekten öte, takip edilecek bir trend yaratmak. Koleksiyonlarda en çok dikkat çeken şey de bu; olması gerekeni değil, sevdiğimiz şeyi yaratıyor olmamız. Bu yüzden trendlerin bizi çok etkilediğini söyleyemem. Yüzümüz genel olarak geçmişe dönük.
American Retro’yu kurmaya karar verdiğinizde eşini ve onun kardeşini her gün görmekten sıkılabileceğini düşündün mü? Şirketimizi henüz gençken, yeterince özgür olduğumuz zamanlarda, öğrenciyken kurduk. Tabii ki pek çok hata yaptık, ama bu hatalardan çok şey öğrendik. Aileyle birlikte çalışmanın, şirketin ve ortaklığın değişmezliğine etki eden çok büyük bir güç olduğunu zamanla keşfettik. Birbirimize kalpten bağlıyız ve eğer markanın kuruluş sürecini tekrar yaşayacak olsak yine aynı şeyi yapardık.
Bir yandan da Zoe Tee’s adında başka bir markan var. Burada işler nasıl yürüyor? Zoe Tee’s dokuz yıl önce basic ürünlere olan ihtiyacım nedeniyle kurduğum, yüksek kaliteli jarse üretimi yapan bir marka. O dönemde aradığım ürünleri bulamıyordum ve kendi ihtiyacımı kendim giderebilirim diye düşünüp bu işe giriştim... Jarsenin her türlü formunu yaratmak için çalışıyoruz ve pamuğun yumuşaklığıyla jarsenin inceliğini bir araya getiriyoruz. Markanın adı da ilk kızım Zoe’ye bir nevi teşekkür mahiyetinde.
Neden American Retro adını seçtiniz? Sence Parizyenler retro kültürüne gereken hürmeti göstermiyor mu? Markanın DNA’sı ismini kesinlikle çürütmüyor, aksine markaya bir ton, bir duruş yüklüyor. Bu duruş yine doğal olarak farklı yılları bir araya getirip, her yıldan en iyi olanı alıyor ve o yılın coşkulu adetlerini benimsiyor. Geçmiş yıllarda neler yapıldığını görmek, geçmişi geleceğe adapte edip onu bu modernitenin içine dahil edebilmek için bence çok önemli. Yaşanmışlık hissi uyandıran kıyafetleri kullanmayı ve onlara yeni anlamlar yüklemeyi çok seviyorum. Amerikan tarzını da çok sevdiğim için bu iki kültür markanın çatısı altında birleşiyor. Hayatı ve kıyafetleriyle oldukça rahat bir kadın hayal ediyorum, kıyafetlerini ister topuklu ayakkabıyla ister spor ayakkabıyla giyebilir; özünde rahat olsun yeter.
Her duruma uydurduğun favori kelimen ne? “Cool!”. Neopren kumaşlar ve dudak izleri taşıyan koleksiyondan sonra, yeni sezonla ilgili birkaç ipucu paylaşabilir misin? 2015 İlkbahar-Yaz koleksiyonunda ailesinin dolaba kaldırılmış kıyafetlerini ele geçiren bir kız hikayesi yarattık. Annesinin 70’lerde üretilmiş sıkıcı bir elbisesi, dedesinin püsküllü süet ceketi, amcasının kovboy gömleği gibi... Tabii bu temaya bizi etkileyen detaylar da ekledik. Transparan etekler, delikler, danteller, püsküller bu sezon bolca var. Bu kız markamızın tipik görüntüsünü yeniden inşa edecek gibi görünüyor. Yeni koleksiyona ait parçalara yakın zamanda internet sitemizden ve ayrıca Vakko, Shopi go ve Industrie Denim’den ulaşılabilecek. Ayrıca Custom Rebels ile oluşturduğumuz kapsül koleksiyon da satışa çıkacak.
Sokakta gördüğümüz tüm moda gurularının haute-couture kıyafetlerinden kurtulup jean’lerini ve sneaker’larını üniforma 69
INTERVIEW/DES
CARLO RATTI
Curieux de Profession Carlo Ratti, kentsel alanların geleceğini ve buna paralel tasarımı ve mimariyi ilgilendiren konuların kesişim kümesinde çalışmalarını sürdürüyor. Yaptıklarını özetlemek zor ama ifadelerin en sadeleştirilmiş haliyle; o, dijital devrimin modern şehir üzerindeki etkilerini anlamaya çalışıyor ve bu yeni dönemin verdiği olanakları kentsel alanların daha akıllı olması için kullanıyor. Kendisine atfedilen dünyayı değiştirme gücünü mütevazılıkla yorumlayan Carlo Ratti’yle, disiplinlerarası göndermesi bol, biraz da geleceği okuyup oradan haber vermeye gayretli bir soru-cevap silsilesi gerçekleştirdik. röportaj ali tünay fotoğraf lars kruger
XOXO The Mag
The Copenhagen Wheel
Carlo, disiplinlerarası çalışmaların olduğu için seni sadece mimar olarak tanımlamak zor. Sen kendini ve yaptığın işi nasıl tanımlıyorsun? Açıkçası, ben de kendimi nasıl tanımlamam gerektiğini bilmiyorum. Truffaut’nun Jules et Jim filminde, Jim profesör Albert Sorel’e “Peki ya ben ne elde ediyorum?” diye sorar, aldığı cevap ise meraklılıktır. Jim, meraklı olmanın bir iş olmadığını iddia eder ancak profesör ona şu cevabı verir: “Evet, bir iş değil. Seyahat et, çevirmenlik yap, farklı yerlerde yaşamayı öğren. Ve bunu şimdi yapmaya başla.” Sonuç olarak siz de beni bir şekilde etiketlemek isterseniz ‘curieux de profession’ tabirini rahatlıkla kullanabilirsiniz. Ne yaptığıma gelince; ben ve ekibim, tasarım ve inovasyon konusunda son derece tutkuluyuz. Öncelikle araştırmalar yapıp, MIT Senseable City Lab’de yaygın bilişimin inşa edilmiş çevreleri nasıl etkilediğine bakıyoruz. Sonra işin tasarım kısmı geliyor; Carlo Ratti Associati aracılığıyla tasarımlarımızı farklı kıtalarda, farklı seviyelerde hayata geçiriyoruz.
şehirlerin de öleceği yönündeydi. Teknoloji yazarı George Gilder, şehirlerin endüstri çağından kalan artıklar olduğunu söyleyip, kişisel bilgisayarlar, telekomünikasyon ve parçalanmış üretim üniteleri nedeniyle şehirlerin ölümünün yaklaştığını iddia etmişti. Halbuki bunun tam tersi oldu. Şehirlerin geçmiş dönemlerde olduğu kadar zenginleştiğini hep beraber gözlemledik. Çin şu anda bütün insanlığın ürettiğinden daha fazla kentsel alan üretiyor. Bununla beraber, bazı hesaplamalara göre, çoğunluğu kentsel alanlarda olmak üzere 40 trilyon dolarlık bir küresel altyapı yatırımı mevcut. Dijital devrim şehirlerimizi öldürmedi, ancak etkilemediğini de söyleyemeyiz. Dijital öğelerin oluşturduğu ağlar çevremizi sardı. Küçük parçalar ve atomlar adeta dikişsiz bir şekilde birbirine karıştı. Bir başka deyişle, şehirler ağların birleştiği alanlar haline gelmeye başladı. Parçaların ve atomların uyum içerisinde birbirine geçtiği bir katalizör gibi… MIT SENSEable City Lab’de bu değişimi oldukça yakından gözlemliyorsunuz. Geçmişi ve bugünü kıyasladığınızda akıllı şehirlere ne kadar yakınız? Bugünün kentsel değişimleri 20 yıl önce Formula 1’de yaşanan değişime çok benziyor. O zamanlar Formula 1’deki başarı sürücünün kabiliyetine ve aracın teknik kapasitesine dayanıyordu. Ancak sonrasında telemetre teknolojileri adeta patladı ve araçlar gerçek zamanlı birer bilgisayara dönüştü. Her bir parçası binlerce sensör ile izlenmeye başlayan araçlar yarış koşullarına daha iyi cevap verir hale geldiler. Benzer şekilde son on yılda dijital teknolojiler de şehirlerimizi bir battaniye gibi sardı. Akıllı, geniş bir altyapı ağı oluştu. Broadband, fiber optik ve kablosuz telekomünikasyon cep telefonlarını desteklemeye başladı. Tablet bilgisayarlar ve akıllı telefonlar gittikçe ulaşılabilir oldu. Aynı zamanda insanların okuyabildiği ve katkı yapabildiği açık veritabanları, -özellikle devlet tarafından sunulan- kiosklar, eğitimli ve eğitimsiz halkın erişebilirliğini artırıyor. Bu yapının yanında hiç durmadan büyüyen,
Akademik kariyerin dört farklı şehirde şekillenmiş. Paris, Torino, Cambridge ve Boston’daki hayat tarzlarının senin üzerinde etkisi oldu mu? Bence en iyi fikirlerin çoğu, insanın aklına seyahat ederken gelir. Bu açıdan kesinlikte etkisi oldu. Bir diğer nokta ise yaşamlarımız artık gittikçe daha mobil hale geliyor. Sanki Constant’ın hayali gerçek oluyor: “Bugünün havaalanları yarının şehirleri olarak görülebilir, insanların içinden şöyle bir geçtiği şehirler...” İşlerini incelediğimizde gelecekte şehirlerin yok olacağını öngörmediğin sonucuna rahatlıkla ulaşabiliyoruz. Peki, gelecekte bizi ne bekliyor? 90’larda akademisyenler dijital devrim ile beraber şehirlerin yaşanabilirliğini sorgulamaya başlamıştı. Ana akım düşünce ise, dijital medya ve internet mesafeleri kapattıkça/öldürdükçe, 71
Digital Water Pavilion
ucuz, güçlü bilgisayarlar tarafından birbirine bağlanan sensörler ve dijital-kontrol teknolojileri mevcut. Bütün bunlar şehirlerimizi birer açık hava bilgisayarı haline getiriyor. Sonuç olarak, yeni teknolojilerin kentsel alanları ve yaşam şekillerini nasıl geliştirebileceğini keşfetmek bizim hep üzerinde durduğumuz bir konuydu. 2005 yılından beri, cep telefonları tarafından sağlanan gerçek zamanlı bilginin kentsel alanlar için analizi üzerinde düşünüyorduk. Şimdi bu analiz Google Maps ile herkesin erişebildiği bir noktaya geldi. Biz de bu aralar yeni sınırlar keşfetmeye çalışıyoruz. Bunların en heyecan vericilerinden biri dijital ve biyolojik olanın kesişimi… Bu arada, bir de, tasarımın ürüne geçiş sürecinin de değiştiğini söyleyenlerdensin. Bence, objelerin üretimindeki yeni paradigmalar sosyal yaratımdaki yeni dinamikleri besleyebilir. Dijital olarak kontrol edilen makineler, 3D yazıcılar, açık kaynak yazılımlar ve paylaşım cihazları insanların kendi fikirlerini çizmelerine ve bu fikirlere şekil vermelerine yeni olanaklar sağlıyor. Tasarım ve işlevsellik arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsun? Benim için her durumda tasarım merkezdedir. Zira tasarım; insanlarla, inşa edilmiş alan arasındaki arayüzü tekrar düşünmektir. Ekibinle yaptığınız çalışmalarda doğru veri setini toplamak çok önemli omalı. Ancak bu veri toplama süreci New York’ta ve İstanbul’da farklı koşullar gerektiriyor olsa gerek... Tabii, kullandığımız veriler çok önemli. Bundan 100 sene önce Fransız coğrafyacı Élisée Reclus bu durumu mesaha ilmi ve planlama olarak tarif ederdi. Biz bugün bunu “algılamak ve harekete geçirmek” olarak açıklıyoruz. Bir mimar araştırma yapar, topoğrafyayı, alanı,
içeriği anlar ve buna göre plan yapabilir; yani önce algılar, sonra harekete geçer. Yaptığımız işin geçmişle ortak noktaları olsa da, bugün müthiş büyüklükte bir veri akışına erişimimiz var. Tabii şunu da belirtmek gerekiyor; sadece veriler değil, aynı zamanda tasarlanan uygulamalar da özel durumlara göre üretilebiliyor olmalı. Çalıştığınız yere has özellikleri bilmeniz çok önemli. New York için geliştirdiğiniz bir strateji, İstanbul’da tam bir hataya dönüşebilir. Kuşkusuz bu işimizi zorlaştırıyor ama asıl heyecanlı kısmı da burada saklı. Hangi şehirlerin özelliklerini tek bir şehrin bünyesinde görmek isterdin? Cevap vermek için Georges Perec’in ideal evinden esinlenmek istiyorum -Paris’in bütün bölgelerine bölünmüş ev fikri gibi... İdeal şehrimde, Napoli’nin iklimini, Cape Town’un topoğrafyasını, Sidney’in füzyon mutfağını, Manhattan’ın mimarisini, Hong Kong’un çılgın yaşam stilini ve Rio de Janeiro’nun gece hayatını isterdim. Bu, İstanbul’a ilk gelişin değil. Şehre aşina olduğun kadarıyla, gelecekte İstanbul daha akıllı, pratik bir şehir olabilir mi? İstanbul’u her ziyaret ettiğimde heyecanlı ve karmaşık bir şehirle karşılaştım. Şehrin müthiş bir tarihi ve atmosferi var. Başlangıç noktası yerel koşullar olmak şartıyla yeni akıllı teknolojiler kesinlikle buraya uygulanabilir. Wired tarafından dünyayı değiştirecek elli insan arasında gösterildin. Böyle şeyler sana kendini nasıl hissettiriyor? Gerçekten dünyayı ya da dünyadaki herhangi bir şeyi değiştirebilir miyim emin değilim. Ancak şu bir gerçek; insanlara yaşadıkları şehirleri değiştirmelerine ve yönetmelerine yarayacak doğru aletleri vermek istiyorum.
XOXO The Mag
XOXO The Mag
75
INTERVIEW/
SC
DANY BRILLANT ROMANTİ ME
Ü
Müziğin içinde, ortasında, yanında olmak, bazen her şeyi bilmek ve bildiklerine ayak uydurabilmek anlamına gelmiyor. Haber ve iş yoğunluğunda, sessizce ama dirayetli bekleyişleriniz yerini ah’lara ve vah’lara bırakabiliyor; favori sanatçınızın yeni parçasını size gönderilen özel linkten değil, arabada sinirli bir şekilde giderken radyodan duyabiliyorsunuz. Ve o sinir, yerini meraka ve rahatlamaya bırakıveriyor, çünkü şansınız yaver giderse biraz sonra okuyacağınız şey ortaya çıkıyor. Neyse, bağlayalım, Le Dernier Romantique, tüm benliğiyle size kendinizi yaşlı ve yavaş hissettirmek için orada, bunu kötü bir benzetme olarak almayın lütfen. Çünkü, yavaş is the new black. röportaj refik özcan fotoğraf bernard benant
XOXO The Mag
Merhaba. Senli benli konuşabilir miyim? Tabii ki.
Sadece şimdilik daha sakin şeyler yapmak ilgimi çekiyor. Paris’te mi yaşıyordun? Evet, Saint Germain des Prés’de.
Malum, Charlie Hebdo saldırılarından birkaç gün sonra bu konuşmayı yapıyoruz. Kafan karışıktır ve söyleyeceklerin vardır. Zor bir dönem... Ama hayat devam ediyor, yarın Toulouse’dan turneme başlıyorum ve moralimin düzeleceğini umuyorum. Çünkü sahnede olmak, şarkı söylemek bana iyi geliyor. Haliyle, epey sarsıldık ve Paris’te çok gergin bir hava var. Var olan bilgiyi, kültürü ve bağımsızlığı yok etmeye çalışıyorlar. Ve tabii, bence, olanlardan bütün Avrupa etkilendi.
Sordum çünkü röportajlarından birinde “Yaşamak için güneşe ihtiyacım var.” demiştin. Orada pek de ihtiyacını karşılayabildiğini söyleyemeyiz. Kesinlikle... Ama güneşe, güzel havaya ve denize ihtiyacım var ve bu yüzden Güney Fransa’da da bir evim var. Evet, Paris insana ilham veriyor ve kültürel olarak besliyor ama vücudumun Akdeniz’in iklimine ihtiyacı var. Bence güneş insana enerji veriyor. Şimdi de, Akdeniz’in kıyısında Tunus’tayım.
Pazar günü yürüyüşe katıldın mı? Evet, galiba 2 milyon insan sokaklara döküldü. İnsanların onları yönetmeye çalışan politikalara böyle karşı durabildiklerini görmek gerçekten bana iyi hissettirdi.
Tekrar Donne-moi’ya dönmek istiyorum, çünkü albümden çok etkilendim. Şarkıyı yazarkenki hislerini merak ediyorum. Aslında bu parça biraz dua gibi. Yalnız bir adam, karşısına hayatının kadını çıksın diye yakarıyor. Bence her kadının ve adamın hayatının yegane amaçlarından biri bu: Hayatını paylaşabileceği o insanı bulabilmek. Çünkü ne kadar başarılı olursanız olun, eğer tek başınaysanız bunların hiçbirinin anlamı yok. Şu hayatta her şeyi paylaşabileceğiniz bir hayat arkadaşına ihtiyacınız var. O yüzden bu şarkıyı bir dua, bir ilahi gibi görüyorum.
O halde, sebebi konuşmamızla, son albümün Le Dernier Romantique’le başlayalım. Donne-moi’nın videosunda bir sokak sanatçısını canlandırıyorsun. Merak ediyorum kariyerinde hiç buna benzer bir dönem yaşadın mı? Evet aslında amacım kariyerimin başına bir gönderme yapmaktı çünkü şarkı söylemeye sokaklarda başladım. Paris’te, ABD’de, Şanghay’da, Londra’da gösteriler yaptım ve videoda da slow müziğin ve slow dansın herkese hitap edebileceğini göstermek istedim. Sadece mikrofonumu elime alıp söylemeye başlamam yeterli, Çinli, İngiliz, Amerikalı olması fark etmeksizin herkes dans etmeye başlayacaktır, çünkü slow dans uluslararası bir dans. Hatta şöyle söyleyeyim; bence slow dans aşkın, tutkunun uluslararası dansı. Ve işin güzel yanı kimsenin öğrenmek için özel dersler almasına gerek de yok. Hepimizde kodlanmış; melodiyi duyunca bedenin ona ayak uydurmakta zorlanmıyor. Ve gün geçtikçe daha çok insanın kendini buna teslim ettiğine şahit oluyorum.
Tıpkı şarkılarından birinde dediğin gibi “Eğer iki kişi dans ediyorsan her şey çok daha güzel, tek başına dans etmek çok sıkıcı”... Tam olarak bahsettiğim şey de bu. Bence hayatımıza aşkı yeniden sokmalıyız. Çift olmanın değerini yeniden keşfetmemiz gerekiyor. Bana kalırsa gereğinden fazla süredir yalnızları oynuyoruz. Bir aileye sahip olmanın ne kadar önemli olduğunu çoktan unuttuk. Tüm bu değerleri hatırlamamız gerekiyor. Ne mutlu ki günümüzde insanlar bu değerlere geri dönüyor. Çünkü aşk iki kişiliktir. Aşkın sembolü hep çiftlerdir, çoğu zaman dans eden çiftler... O yüzden de iki kişi dans ediyorsan her şey daha güzel. Bence bekarlığın hip olduğu yıllar 70’ler, 80’lerdi. Bugün hip olan şeyse bir aileye, yuvaya sahip olmak. Tüm bunlar insana kendini güvende hissettiriyor.
Slow dans geri mi dönüyor diyorsun? Evet, insanlar uzun zamandır tek başlarına dans ediyorlardı. Ve slow dansın salsa’dan rock’tan farkı basitliği ve birleştirici olması. Hiç tanımadığın biri bile olsa, onu kollarına almak çok hoş bir his. Ve bence çok güzel bir tanışma şekli. Bu da dansı çok ilginç kılıyor. Albümünde ilgi çeken bir diğer şey de aslında gittiği yön ve müzikal ton. Önceki albümlerinin bir sentezi gibi... Öyle de denebilir. Bu zamana kadar birçok romantik albüm yaptım. Latin ve swing ritimleri kullandım. Neden sonra, bilmiyorum, biraz daha hisli, daha romantik, sessiz ve yumuşak bir şeyler yapma ihtiyacı duydum. İnternet, bilgisayarlar ve teknoloji bizi her alanda gitgide daha hızlı olmaya itiyor. Bu durum bende biraz yavaşlama ihtiyacı uyandırdı. Hayatımın genelinde de bu yavaş tavrı yayıyorum.
Bu noktada Doğu müziğiyle ilişkini sormak istiyorum çünkü Doğu müziğinin özünde her zaman aşk, aile ve arkadaşlık vardır. Tunus’ta büyüdüğüm için Doğu müziğiyle oldukça içli dışlıyım aslında. Özellikle de Mısırlı şarkıcıları yakından biliyorum çünkü o dönemlerde çok popülerlerdi. Türk müziğiniyse daha yeni yeni keşfediyorum. Yakın zaman önce Türkiye’ye geldiğimde dinleme fırsatım oldu. Ama genel olarak Doğu müziğinin ritmini seviyorum çünkü oldukça eğlenceli, insanı dans etmeye sevk ediyor daimi bir kutlama hali var. Belki de iki kişilik ve daha kalabalık dansa olan sevgim bu köklerimden geliyordur. Çünkü Doğu müziğinde de grup olarak dans etme durumu oldukça yaygın.
Belki bu biraz yaşınla da alakalıdır. Olabilir. Artık her şeyi zamana yayarak tadını çıkararak yaşamak istiyorum. Yaptığım her şeyi içimden geldiği için, sadece sevdiğim için yapmak istiyorum. Bu kadar şiddetin olduğu bir dünyada en azından ben kendi adıma biraz daha duygu ve şefkat arıyorum. Tabii bu eskisi gibi daha ritmik albümler yapmayı bırakacağım anlamına gelmiyor.
Etkilenmekten bahsetmişken müzikal stilini en çok etkileyen müzik türleri neler? Sinatra’nın müziği tabii ki beni en çok etkileyenlerden. Diğer yandan, babam büyük bir jazz hayranıydı. O yüzden sanırım benim müziğim, Latin müziği, jazz, İtalyan şarkıları ve Fransız şansonlarının bir sentezi. Ah tabii biraz da salsa. 77
Fotoğraf: Renaud Corlouer
Bence biraz da balad var... Eh haliyle. İçerisinde hayaller olan her şarkıda olduğu gibi... Balad düşük temposu sayesinde bir şarkıcının ruhunu yansıtmasının en etkili yolu bence. Kelimeleri dinleyebildiğiniz için şarkıcının içinden geçenlere daha yakın olursunuz. Bence bir şarkıcıyı gerçekten tanımanın tek yolu onun baladlarını dinlemek.
Turnenin başladığını söylemiştin, nerelere gideceksin? Galiba her yere.
Yeni jenerasyonda senin tarzına yakın duran müzisyenleri nasıl buluyorsun? ABD’de Michael Bublé bence çok iyi iş çıkarıyor. Zaten çok fazla yeni jenerasyon isim de yok. Evet yavaş yavaş hareketlenen bir müzik tarzı ama hala eskisi kadar yaygın değil. Türkiye’de benzerleri var mı bilmiyorum ama şimdilik sadece Fransa, ABD ve İngiltere’de bana yakın tarzlar duyuyorum. Diğer ülkelerde çok fazla yaygın olduğunu düşünmüyorum.
Her zamanki gibi muhteşem olacağına eminim. Çok naziksin.
Yeni albümündeki favori şarkın hangisi? ‘Si Tu Pouvais Vivre Ta Vie’.
Saçma bir soru soracağım. Son 10 senede hiç psikiyatriste gittiğin oldu mu? Bu kadar romantizm bir yerde ruhunu epey yoruyor olmalı. Hayır. Çünkü ilhamımı kaybetmekten korkuyorum. Şarkı yazabilmek için biraz problemli olmalısınız. Ve eğer bir psikiyatriste gidip, problemimin çözülmesini sağlarsam belki de şarkı yazma yeteneğimi kaybederim. İyileşmeye ihtiyaç duyduğumda dermanı şarkılarda arıyorum.
Oscar Wilde, “Aşkın özünde kararsız olmak vardır.” diyor. Katılıyor musun? Hatta üzerine ekliyorum; aşk hiçbir zaman karşındakinden emin olamamaktır. Zaten kalbi hızlı attıran da bu emin olmama hali. Ve bu yüzden de aşk tükenen, biten bir şeydir, ömür boyunca sürmez. Oldukça karmaşık ve kararsız bir histir. Bu yeni albüm de aslında aşkın tüm evrelerini anlatıyor. İlk görüş, duyguların kabarmaya başlaması, ve sonra erozyona uğraması... Ama işin sihirli kısmı da bu dengesizlik zaten. Aşıkken insan yaşadığını hissediyor.
Ne kadar sürecek? Aşağı yukarı bir buçuk yıl. Fakat turnenin başarısına göre iki seneye de uzatabiliriz.
İstanbul’u bir şarkıyla anlatmanı istesem hangisini seçerdin? Ah tabii ki Le Dernier Romantique. Çünkü çok romantik ve güzel bir şehir, kadınlarınızsa kelimenin tam anlamıyla büyüleyici. Tabii erkekleriniz de. Bence aşkın şehrinde yaşıyorsunuz. Aşık olsam Roma ya da Venedik yerine kesinlikle İstanbul’a gelmeyi tercih ederdim.
Sonuç olarak mutlu bir hayatın olduğunu söyleyebilir misin? Kesinlikle, çünkü tutku duyduğum bir iş yapıyorum. Beni mutsuz eden yegane şey dünyanın gitgide daha vahşi bir yer olması ve umuyorum ki yakın zamanda huzuru ve barışı yeniden bulacağız.
XOXO The Mag
INTERVIEW/ RT
MEHMET ÜLERYÜ
Bu Bir Ruh Hali
Mehmet Güleryüz hayatının üçte ikisini resim yaparak geçirmiş ve şanslıyız ki duracağa da benzemiyor. Üretmekten yorulmayan, desen yapmaya doyamayan ve yalnız vakit geçirmenin kıymetini bilen sanatçının, eleştirel tavrı ile Türk sanatında kendine özel bir yer açtığına şüphe yok. Röportaja hazırlanırken, yarım asırlık kariyeri olan birine ne sorulur diye düşünedurduk. Sohbetimizde, biz bugüne dek hep duyduğu soruları sormamaya gayret ederken, o ise kendini tekrarlamaktan endişeliydi. Oysa bu endişeye hiç gerek yoktu, çünkü onun anlatacak çok şeyi vardı… röportaj ela yeliz fotoğraflar özkan önal
İstanbul Modern’in düzenlediği, üçüncü retrospektifinizde bir araya geldik. Bu retrospektif, diğerlerinden nasıl farklı? Bunun en önemli farkı bir müze sergisi olması. Ülkemizin yegane çağdaş sanat müzesi size bu sergiyi yapma kararıyla geliyor ve ortaya bir de başlık koyuyor; Ressam ve Resim. Bu durumda, başlığı tartışmaya açarak, sergiyi ressam ve resim yönüyle sorguluyorsunuz. Niçin ressam? Sanatçı olarak bunu cevaplamanız lazım. Çağdaş sanatın son 30 yılına baktığınızda, postmodern yaklaşımda resim bir anlamda devrini tamamlamış bir ifade biçimi olarak demode görüldü. Yerine kaim olan yaklaşımlar daha fazla ünü ve daha yeniyi yüklendiği için, resme yeni bir söylemi olmadığı savıyla, ölmüş bir sanat gözüyle bakıldı. Fakat bu Batı’da hemen değişti, çünkü Batı’nın beraberinde getirdiği sanat fuarları, müzayedeler ve fiyat belirleme politikaları bir piyasanın oluşmasına sebep oldu. Ancak bu süreçte, resmin bir modayla ilişkili bir yanının olmadığı görüldü. Ben ise bütün bu zaman içinde hiçbir şeye aldırmaksızın işini götüren bir kişi olarak herhalde ilgi çektim. Bu sergideki bütün resim ve heykeller, 1960’lı yıllardan günümüze kadar sosyal ve politik olayları takip ettiği ve kaydettiği halleri içeriyor. Kısacası bu retrospektif benim halim.
Sergide desenlerinizin büyük bir kısmını multimedya sunumu ile görüyoruz ve burada desenin oluşumunu da izleyebiliyoruz. Bu tip bir sunum, yapım sürecini öne çıkarmak adına mıydı? Kesinlikle. Sıralama, düşüncenin ne şekilde geliştiği ve nasıl organize edildiğini görmek, sanatçının iş üretimindeki sürece dair çok ciddi bir ipucu verir. Süreçten bahsetmişken; eserleriniz için ön kurgu yapmıyorsunuz, hızlı bir şekilde üretiyorsunuz. Hayatınızda da spontane misiniz? Aslen spontane bir hayatım var. Örneğin çok seyahat ettim ama hiçbir zaman rezervasyon yaptırmadım. Emniyetli bir yaşam çok cazip gelmez bana; her an bir gidişe, bir sürprize hazırlıklıyımdır. Çok kalıcı olmayı hiçbir zaman düşünmedim. Eserlerinizin kalıcılığını da önemsemiyorsunuz. Hatta sanat yapıtını hafızalarda yaşatabilmenin daha önemli olduğunu söylediniz. Yağlıboya ve kağıt, zamana dayanıklı malzemeler ama tabii bu nasıl korunduklarına bakar. Bir eseri sadece siz korumuyorsunuz, sizin dışınızda belli tesadüfler ve faktörler de vardır; bir nevi her işin kaderi vardır. Mesela ben heykellerimi papier maché ve tel gibi dayanıksız malzemelerle yaptım çünkü kalıcı malzeme hem yer, hem de maddi imkan istiyordu. Param yoktu, büyük hacim yapmak istiyordum ve bu büyük hacmi Paris’te oturduğum evlerde oluşturabilmem mümkün değildi. O zamana kadar Türkiye’de bronz, demir ya da betondan heykeller yapılıyordu. Ben bunlardan hiç hazzetmedim, üstelik amacım yaptığım işi sadece yapabilmekti ve kalıcılığını hiçbir zaman düşünmedim. Maddi imkansızlıklar, sizi, eseri kıt kanaat yapmaya itiyor ve bunu başarıyorsunuz ama onu muhafaza etmeyi başaramıyorsunuz. Sanat eserlerinin de bir garip hayatı olduğuna inanıyorum.
Bir retrospektifin herhangi bir sergiden farklı bir hazırlık süreci olmalı, oturup her şeye baştan sona bakmak gerekir. Bu seçki nasıl bir araya geldi? Serginin teklif edilmesinden açılmasına kadar arada iki senem vardı. İlk iki retrospektife eşlik eden kitaplar ve resmimin etrafında yazılmış olan metinler bu serginin zeminini hazırladı. Ayrıca Levent Çalıkoğlu’nun kendi bakışıyla yazdığı metin ve Nilüfer Göle ile yaptığımız söyleşi de bu sergiye eşlik eden kataloğun içeriğini oluşturdu. Bütün bu malzemeler sergiyi bir anlamda yerleştiren, seçkisini de belirleyen dayanaklar oldu. 50 yıllık arşivden bir seçki oluşturdunuz, arada atladığınız işler var mıydı? Hatırlamadığım işler koleksiyonlardan gelen işlerdi. Tabii uzun süre görmediğiniz resimlerle karşılaşmak sanatçıda daima bir korku yaratır, çünkü siz o işleri artık daha farklı, hatta yabancı bir gözle göreceksinizdir. Sınavı aşar mı, resimden mahcup olur musunuz, hala aynı şeyi ifade ediyor mu, boyasının sürüşü, renk harmonisi, ritmi sizi tatmin ediyor mu gibi sorular ile karşı karşıya kalırsınız. Neyse ki, hayal kırıklığına uğramadım.
Hızla ve çok mu üretmek istiyorsunuz? Evet, ama tabii aralıklar da oluyor, bazen birkaç ay ressam olduğumu dahi unuturum. Ama sürekli çiziyorum, desensiz olmuyor. Bir cümlenizden alıntı yapmak istiyorum; “[…] karşınıza çıkacak olan yeni sorularla uğraşacak kadar cüretkar değilseniz, yeni düşünce deneyimleri kazanamaz ve kendi yolunuzu açamazsınız.” Sizce sanat cesaret isteyen bir şey mi? Tabii, düşünecek olursanız, “Ben bir sanat eseri sunuyorum.” 81
demenizin öncesinde dünyaya sunulmuş olanlardan haberdar olmanız lazım. Sanatçı olma yolundaysanız hayranlık duyduğunuz sanatçılar vardır. Bu hayranlık sizi düşündürür, cezbeder ve yapmaya doğru iter. Bu sanatçıların ne kadar yüksek olduğunu anladıktan sonra “Ben de bunu söylüyorum demek.” bir cesarettir. Ayrıca sanatçının küstahlığı, müşterek yaşamlarda çok kolay kabul edilen bir şey değildir, sanatçıya olan kızgınlık da esas buradan başlar. “Sen kendini ne zannediyorsun?” sorusuyla baş eden sanatçı, bütün alayları ve küçümsemeleri göze alıp yola çıkan biridir. Sanatçının üretim süreci neye benzer? Oluşturma süreci, sonuçlanmış bir yapıtı değerlendirme ve görme halinden çok farklıdır. Bu süreçte bir bilinmeyen içindesiniz, bir keşif seyahatine çıkıyorsunuz. Orada sürekli bir kaybolma tehlikesi var. O yola haritasız ve pusulasız çıkıyorsanız, bütün dayanaklar sadece sizin havayı koklayabilmeniz, yıldız okuyabilmeniz ve rüzgar yönlerini anlayabilmeniz ise, tabii ki de bu süreç iç güdüleriniz ve hayatta kalış motivasyonunuza bağlı olur. Bu, bir bilinmeyenin içinde olmaktır. Edebiyat gibi gözüken bu laflar aslında resimlerin oluşma halleridir. Tuval korkutucudur, adeta bir kara deliktir. Böyle bir üretim sürecinden sonra, resimlerinizi bir galeri duvarında asılı gördüğünüz zaman bir yabancılık hissediyor musunuz? Tabii, artık aramızda bir mesafe de var, benden ötede bir noktadalar. Yaptığınız zaman o esere çok inanarak yapıyorsunuz, tek amacınız o oluyor. İş bittiği zaman olay bitiyor. Ben bir yapıta büyük sevgiyle bağlanmamaya kendimi alıştırdım. Onu kabul etmek, hatta çok sevmek tehlikelidir çünkü gelecektekinin önüne geçer. Gözü kapalı çizimler serisi bir tür egzersiz miydi? Evet, haliyle. İnsanın aklı birçok şeyde kendini sınamak istiyor; “Görmezsem çizer miyim?” merakı var. Zannediyorum bu seri bir görmezsem fikrine hazırlıktı. Düşüncemin ve beynimin hangi ölçümleri yaptığı, bir yüzey üzerine koyduğum biçimi hafızamda oluşturmak, elimi kaldırarak devam etmek, ortaya çıkacak ekritürü merak etmek... Bu seri, bütün bu emniyetsizlikler içinde yapıldı. Sonuçta da bir şaheser çıkarma amacı yoktu, amaç sadece bunun yapılabildiğini görmekti.
1986’da yaptığınız ‘Yarış Arabası’ isimli yağlıboya işinizi 20 sene sonra heykele aktardınız. Bu nasıl gelişti? Hiçbir zaman bir desenimden veya resmimden başka bir şey yapmam, onu bir kere kullanırım. Bildiğim bir şeyi tekrar söylemek benim için ilginç olmuyor. Türkiye metaforunu taşıyan bu eser, yıllar sonra beni tekrar ilgilendirdi. Arabayı kullanan kişi ülkeyi yönetenleri, kaportanın üzerine harita açmış ve yol arayan kişi ise o zamanlarda Türkiye’de entelektüelin halini anlatıyordu. Böyle bir heykeli yapmaya bir dürtü gerektiriyordu, bu söylenmesini istediğim bir şeydi. Buna ek olarak, resimde sadece bir yüzü görüyoruz, ama heykel aslen çok yüz demektir. Heykelin çevresinde attığınız her adımda yeni bir biçim çıkması, heykelin beklenmediğiniz bir biçime ulaşması lazım. Arkayı hiç görmediğiniz zaman bu kaportanın üzerine yatan kişiyi yeniden tanımlama ihtiyacı duyuyorsunuz. Heykelin arkasına geçtiğiniz zaman ise bunun cevabı ortaya çıkıyor. Tiyatro sahnesinde ne hissediyorsunuz? Sahnedeyken, resim yaparken aldığım hazzın aynısını alıyorum. Ancak oyunculuğun farklı bir katmanı var, atölyesindeki yalnız adam birden başkalarıyla bir şeyler yapıyor. Yalnızlığı sevmeme rağmen, ekip işlerini de severim. Tiyatronun müthiş bir ifade fırsatı var. Oyunculuk, bütün topladıklarınızı resimde oluşturma halinin bedende vuku bulmasıdır. Bedenin bütün sanatların temel dayanağı olduğunu tiyatro ile gördüm. Uzun yıllardır bir eğitmensiniz. Öğrencilerinizin sizden en çok neyi öğrenmesini istiyorsunuz? Öğrenmeleri gereken tek şey; kendilerine güvenmeleri, tanımaları, ezberleri terk etmeleri, saçmalamayı kabullenmeleri gerektiği. Bizim içinde olduğumuz toplumun en temel engeli, kişinin davranışlarına fırsat vermemek. Kişinin kendince davranmasına fırsat tanınmayan bir yerde bunun üstüne çıkmak gerek. Bana gelen öğrencilere tek bir şey sorarım; “Resim yapmayı çok seviyor musunuz?” Cevapları evet ise sonrası bana aittir. Ondan sonraki önerim, ne kadar uzun sürerse sürsün içlerinden ne geliyorsa çizmeleridir. Daha sonra, yaptıklarını seyretmeleri, o hareketlerden çıkan izlere bakmaları, bunları anlamlandırmaları, organize etmeyi öğrenmeleri, benzerlerini doğadaki biçimlerde bulmaları lazım. Rengi hiçbir biçimin eseri olarak görmemeleri, bir çizimin içine koyma gayretinde olmamaları ve onun bağımsızlığını anlamaları çok önemli.
XOXO The Mag
INTERVIEW/DES
YAMAN ERTURAN
The Discreet Charm of Design Mevzubahis son kullanma tarihi asla gelmeyecek tasarım ürünleri olunca, Yaman Erturan derin bir nefes alıyor ve 23 yıl önce kurduğu Mozaik’ten tutkuyla bahsetmeye başlıyor. Yaşadıklarını, Rolf Fehlbaum’dan başlayan ilham noktalarını, estetik kaygısının yanında tasarımda faydacılığın önemini, inandıklarını ve sevdiği markalara yüklediği anlamları heyecanını koruyarak aktarmaya devam ediyor. Erturan’la, Ortaköy’deki ofisinde buluşuyoruz; tasarım dünyasının ve Türkiye’deki sektörün ana eksenine paralel, markanın vizyonunu konuşuyoruz. röportaj freyja dolunay fotoğraflar özkan önal
Sadece tasarım ürünleri mağazası olmaktan ziyade, bir yaşam tarzı merkezi olduğunuzu söylüyorsunuz. Bu yaşam tarzından bahsederek başlayalım. Modern yaşamın büyük kısmı ev ve ofis arasında geçiyor. Ve biz bu yaşamın doğurduğu ihtiyaçlar dahilindeki her şeyi müşterilerimize sunuyoruz. İnsanların hayatını doğrudan etkileyebiliyoruz ve tabii ki bu durum beraberinde büyük sorumluluklar getiriyor. Biz de 23 yıldır bu sorumlulukları üstleniyoruz; showroom’larımız, kumaş ve perde sistemleriyle ilgilenen Metraj mağazamız ve çocuk mobilyalarıyla tasarım ürünlerinin yer aldığı Nest by Mozaik’le hayatın her noktasında yer alıyoruz.
Peki, artık daha az zaman geçirilen ev ortamında, tasarım insanların hayatını nasıl kolaylaştırmalı? Bu anlamda mağazanızdaki ürünleri seçerken belli kıstaslarınız var mı? Showroom’larımızda her zevke hitap eden tasarımlar bulundurmaya gayret ediyoruz. B&B Italia ve vitra.’yla çok güçlü bir işbirliği içindeyiz ve bu sayede müşterilerimiz, bu iki markanın neredeyse bütün koleksiyonlarını showroom’larımızda bulabiliyorlar. İnsanlar eskiye göre daha iyi bir tasarım nosyonuna sahipler ve konforlu tasarımları tercih ediyorlar. Bu bağlamda da daha az malzemeli, yalın, modern ve zamansız tasarımlar ön plana çıkıyor. Ayrıca, rahatlığı ve fonksiyonelliği harmanlayan tasarımlar evlerde fazlasıyla tercih ediliyor.
Türkiye’deki tasarım algısının değişimini bu süreçte nasıl gözlemlediniz? Mozaik’i kurduğum dönemin şartları fazlasıyla zorlayıcıydı. Özellikle ilk yıllar hiç kolay geçmedi. Tasarım ve mimari kelimelerinden oldukça çekiniyorduk, hatta korkuyorduk. Firmalar arası iletişim ağı hiç gelişmemişti; mimari ve dekorasyon içerikli yayınlar ve platformlar çok sınırlı sayıdaydı. Biz de modern tasarımın Türkiye’de tanınması için çok çaba sarf ettik. Düzenlediğimiz seminerler ve sergilerle daha çok kişiye ulaşmaya çalıştık. Tabii ki Türkiye’deki tüketicilerin modern tasarıma ilgisi gün geçtikçe arttı. Şimdi baktığım zaman gerçekten çetin bir mücadele içine girmiş olduğumuzu fark ediyorum.
Birlikte çalıştığınız markaları nasıl seçiyorsunuz? Şu an 50 markanın distribütörlüğünü yapıyoruz. Yola çıktığımız zaman çok uluslu bir marka olma parolasını benimsemiştik; yabancı markaların ve tasarımcıların işlerine yer vermek istiyorduk. Tabii ki bu durum Türk tasarımcıların işlerini beğenmediğimiz anlamına gelmiyor, hatta aksine koleksiyonlarını beğenerek takip ettiğimiz birçok Türk tasarımcı var. Biraz klişe olacak ama, sadece tasarımı ve kaliteyi ön planda tutan markalarla çalışıyoruz. Bugüne kadar sadece isim yaptığı için hiçbir markayla çalışmadık. Üretim teknikleri, Ar-Ge’ye verdikleri önem ve kullanılan malzemelerin insan sağlığıyla ilişkisi gibi kıstaslar bizim için oldukça önemli.
Vadettikleri üzerinden Mozaik’i nasıl tanımlarsınız? Mozaik bünyesinde; Charles & Ray Eames, Le Corbusier, Arne Jacobsen, Philippe Starck veya Piero Lissoni gibi tasarım dünyasına yeni bir soluk getiren ve bambaşka tasarım disiplinlerine ait isimlerin işlerini bulabiliyorsunuz. Yani, Mozaik’i farklı kültürleri bir araya getiren bir tasarım noktası olarak tanımlayabilirim. Fakat burayı sadece bir mobilya mağazası ve kendimi de bir mobilyacı olarak tanıttığım zamanlar da oluyor.
Peki çok isteyip, ikna edemediğiniz bir marka var mı? Bu konuda seçici olan taraf biz oluyoruz. Dünya üzerinde B&B Italia, Cassina, Maxalto veya vitra. gibi markaların bir arada satıldığı tek noktayız. Temsilciliklerini yaptığımız markaların satış grafikleri her sene artış gösteriyor. Bizimle birlikte çalışmak isteyen birçok markadan teklif alıyoruz ve bu teklifleri büyük bir titizlikle değerlendiriyoruz. Markalar arasındaki dengeyi de korumaya gayret ediyoruz. 85
Sektörün en büyük problemi ne sizce? İmitasyon üretim. Maalesef ülke olarak fikre ve emeğe saygı duymuyoruz ve bu anlayış değişmedikçe de, bu problem sürekli karşımıza çıkmaya devam edecek. Tabii ki bununla sadece bizim ülkemizde karşılaşılmıyor. Dünyada bu tarz durumların çok fazla örneği var, fakat taklitçilikle mücadele etme adına halihazırda birçok yasa ve oluşum mevcut. Elle Decor dergisinin öncülük ettiği bağımsız bir oluşum olan Be Original bu anlamda çok güçlü bir örnek. Çalıştığımız birçok markanın da desteklediği bu oluşum, hem İtalya’da hem de ABD’de, tasarımın orijinalliğine vurgu yapan etkinlikler düzenledi; reklam kampanyaları ve marka temsilcileriyle tasarımcıların ev sahipliği yaptığı seminerler organize etti. Diğer taraftan, ne yazık ki Türkiye’de taklitçiliğe karşı yeterli önlem alınmıyor ve dolayısıyla da emeğe ve özgün tasarıma saygı gösterilmiyor. Ofis hayatı tasarımın yeni açılımlarıyla form değiştiriyor, malumunuz. İç mekan tasarımının iyileştirilmesiyle, çalışanların sosyal hayatlarının da çalışma alanlarına kaydırılması ve ofis içinde daha fazla vakit geçirmeleri söz konusu. Bu durum sizin gündeminizi nasıl etkiliyor? Hatırlıyorum, 1993 yılıydı, yaptığımız panel sistemleri, açık çalışma alanlarında kullanıldı ve bu bir ilkti. Sabah Gazetesi bu tarz ofislerin uygulandığı ilk örneklerdendi. Citibank, İş Bankası Kuleleri, Gillette ve Goodyear gibi markalar için ofisler yaptık. Daha sonra, 2000’li yılların başındaki ekonomik krizler sebebiyle ofis projeleri azalmaya başladı. Son beş senelik süre zarfında ise ofis projelerinin yeniden önem kazandığını söyleyebiliriz. Mimarlık firmalarıyla gerçekleştirdiğimiz toplantılar vasıtasıyla da değişen talepleri takip edebiliyoruz. Artık ofislerde, evlerimizden çok daha fazla zaman geçiriyoruz ve doğal olarak talepler de daha rahat ve kullanışlı bir çalışma ortamı yaratılması üzerine oluyor. Şirketler çalışanlarına eskisinden çok daha fazla önem veriyor ve geçmişte olduğu gibi ofisleri kübik parçalara bölmüyorlar. Daha hafif ve aydınlık, açık ofisler tercih ediliyor. Ortak kullanıma müsait masalarla birlikte ofisler daha samimi bir alana dönüştürülüyor.
Kullanmaktan asla vazgeçemeyeceğiniz bir marka var mı? vitra., benim için her zaman severek kullanacağım ve satacağım bir marka. Hatta Mozaik ve vitra.’nın aynı şekilde büyüdüğünü düşünüyorum. İkisi de ilk başta ofis mobilyasıyla sektöre giriş yaptı; daha sonra ev mobilyasını bünyesine dahil etti. Bu durum gerçekten bir tesadüf mü, yoksa vitra.’nın üzerimdeki etkisinden mi kaynaklandı pek emin değilim... vitra., tasarım dünyasına geçmişle geleceği harmanlayarak yaklaşıyor. Re-edition tasarımları, duayen tasarımcıların miraslarını korumaları, ünlü mimarlarla yaptıkları workshop’lar, tasarım kitapları ve seminerlerle tasarım dünyasının tutkunlarının her zaman takip etmesi gereken bir marka. Tasarım vizyonunuza paralel olarak güçlü bağ kurduğunuz herhangi bir şehir var mı? Basel benim için vazgeçilmez bir şehir. Tabii ki bunda vitra. Design Museum’un da burada olmasının etkisi hiç az değil. Olağanüstü müzeler, şehrin tamamına yayılmış dünya çapındaki mimari yapılar ve neredeyse her sokakta karşınıza çıkabilecek galeriler, bu sanat şehrini benim için benzersiz kılıyor. Sizce İstanbul’un en büyük tasarım eksiği ne? İstanbul ekonomik olarak çok güçlü bir şehir. Bunu şehri gözlemlerken de fark edebiliyoruz. Son yıllarda yapılan büyük ölçekli rezidans projeleri, iş merkezleri ve otellerin arkasında büyük yatırımlar var. Fakat estetik açıdan değerlendirirsek, bir bütün içinde zevk ve tarz bileşkesinin eksikliğini görüyoruz. İstanbul köklü bir geçmişe sahip kültürel bir şehir. Dolayısıyla da daha iyi noktalara ulaşacaktır. Hiç gitmediğiniz ve gitmeyi arzuladığınız herhangi bir şehir var mı? Kesinlikle ilk aklıma Brasilia geliyor. Bunun en büyük sebebi de Oscar Niemeyer mimarisinin şehrin her yerinde hissediliyor oluşu. Şehrin tek bir mimar tarafından tasarlanmış olması Brasilia’ya tasarım açısından ortak bir dil katıyor. Planlamanın en başarılı örneklerinden bu şehri en kısa zamanda ziyaret edeceğim.
XOXO The Mag
INTERVIEW/
Z
E
EN
REDE & ERIK TOR TEN
Kolektif Şans
ON
Daha önce bu sayfalarda konuğumuz olan çoğu dergi yöneticisine benzer şekilde, Jens Grede ve Erik Torstensson da dergiciliği kolektif şirketlerden mütevellit ajanslarının çatısı altında yürütüyorlar. Onlar bu formülü başarıyla çalıştırırken, etraflarındaki insanları mutlu etmek gibi naif bir isteği kalıcı işler yapma dürtüsü destekliyor. Ve sonuçta; Industrie’nin kendine münhasır ana fikri matbu yayınlar arasında benzersizliğini korumaya devam ediyor. Erik ve Jens’i imkansız programlarına rağmen yakaladık ve yeni yıla nasıl girersen öyle gider fikrine kani olduk. röportaj serap gecü fotoğraf erik torstensson
XOXO The Mag
Issue 03 uK £7, us $18 PrInted In the uK PhOtOGrAPhed BY Mert ALAs & MArCus PIGGOtt
Look! it’s Mert & Marcus
Tanışma hikayenizde Tyler Brûlé’nin adı sık geçiyor... Jens Grede: Erik ve ben Londra’ya 20’lerimizin başlarında geldik. Birlikte Wallpaper Group ve Wink’te çalıştık. O sıralarda kendimiz için bir şeyler yaratmak adına ortak bir gayemiz olduğunu keşfettik ve her şey böylece başlamış oldu. Tabiri caizse, gerisi hikaye.
hissedebiliyorduk. Bugünün online kültüründe bile matbu yayınların ayrı bir yeri var. Bakılıp bir kenara atılacak yayınlar yapmamak için artık daha akıllı davranmanız ve iyi işler çıkarmanız gerekiyor. Yaptığımız dergiyle hem meslektaşlarımızdan hem de geniş okur kitlesinden çok iyi dönüşler almak ve bu kadar iyi anlaşılmış olmak gururumuzu okşuyor.
Saturday Group’un geldiği noktadan memnun musunuz? Erik Torstensson: Grubu 12 yıl önce, hepsi modayla haşır neşir farklı şirketler kolektifi olarak hayata geçirdik. Bu şirketlerin tamamı kendi ortakları ve yönetimleri olan ayrı kurumlar gibi hareket ediyor. Ama her ne kadar işleyişleri ayrı olsa da, geniş ölçekli pazarlama programlarını çözümlemek ve yürütmek konusunda birlikte adım atabiliyorlar. Saturday Group, kurulduğundan beri müşterilerine daha kreatif çözümler sunmak için çalışıyor. Günlerimizi, kreatif ajansımız Wednesday Agency’de geçiriyoruz. Yani her şey orada başladı ve orada devam ediyor.
Dergiyi kimler okuyor? JG: Kategorize edilemeyecek veya kutuya sıkıştırılamayacak bir okur kitlemiz var. Bu kitle, stili önemsediği kadar özü de umursuyor. Kısaca, okurumuz her şeyden önce güzel tasarım ve akıllı materyalden yana. “Moda endüstrisinin lise yıllığı gibi; ama tabii ciddi anlamda stil sahibi ve zarif olmasının yanı sıra, endüstrinin yıldızlarını en iyi halleriyle ağırlıyor.” Derginin ilk dönemlerinde BoF, Industrie için bu tanımı yapmıştı. Siz bugün dergiyi nasıl tarif edersiniz? ET: Başından beri, yola çıkma sebebimize, kendimiz için bir dergi yapma fikrine sadık kaldığımızı düşünüyoruz. Sonuçta trendlere bağımlı bir dergi yapmıyoruz. Sadece o sırada içimizden ne geçiyorsa, ne hissediyorsak ve etrafımızdaki insanlardan ne alıyorsak, dergiye onu yansıtıyoruz. JG: Ve kesinlikle çok şanslıyız çünkü inanılmaz ilham verici erkekler
Industrie araya nasıl girdi? ET: Dergi bir tür yan proje hatta bir hobi gibi başladı. Modadan, iş dünyasına ve tasarıma, takip ettiğimiz yayınları bir anlamda birleştirmek istedik. Geniş spektrumu tek potada eritmek gibi bir fikir vardı aklımızda. JG: O zamanlar da şimdi olduğu gibi matbunun gücünü derinden 89
the world’s first culture of fashion magazine
Issue 02 uK £7, us $18 PrInted In the uK
Haider by Juergen
Issue 06 uK £7, us $18 PrInted In the uK PhOtOGrAPhed BY AlAsdAIr MclellAn
Issue 05 uK £7, us $18 PrInted In the uK PhOtOGrAPhed BY JuerGen teLLer
the yearbook issue
ve kadınlarla çevrilmiş durumdayız. Hayatın her alanından ilham kaynakları yanı başımızda ve bu da en son trendlerden veya geçici heveslerden çok daha değerli. Mr Porter, MAT gibi yan projelerden sonra sırada ne var? JG: Şimdilik detay veremiyoruz ama Wednesday Agency’nin sihirli bir kutuya dönüşmesini ve aklına esecek her şeyi üretebilmesini istiyoruz. Yeterince uyuyabiliyor musunuz? ET: Sevdiğimiz işi yapmak gibi ayrıcalıklı bir pozisyonumuz olduğunun farkındayız ve şikayet etmiyoruz. İkimizin de üstünde belli bir baskı var ve bu aslında bizi geliştiriyor. JG: Ama tabii yeni yıl ve yaz tatili gibi fırsatları kaçırmayıp, ailelerimizle çıktığımız tatillerde, kendimizi tekrar şarj ediyoruz. Çalışmadığınız günlerde nerede olursunuz? ET: Tenis kortunda. JG: Spor salonunda. Bu arada ikimiz de mobilya tasarımlarına ve sanata meraklıyız. Farkındayım, burada konu yine işe kayıyor... Bu arada Frame’in jean pazarındaki yeri ne? ET: Frame, pazarda şık ve çabasız sofistikeliğe sahip tasarımlar
Mrs Jacobs
açısından bir boşluk olduğunu fark etmemizle doğdu. Inez & Vinoodh’la işbirliği yapmaya nasıl karar verdiniz? ET: Karlie Kloss’la Forever Karlie koleksiyonunda yaptığımız işbirliği gibi, Inez & Vinoodh’la bir araya gelmemiz de kendiliğinden gelişti. JG: Ah evet, ikisinde de ortamda iyi yemek ve iyi şarap vardı. Hiçbir şey zorlama değildi. Bu işi yaptık çünkü bizi gerçekten heyecanlandırıyordu. İşin tasarım tarafında da bir şeyler yapmak aklınızdan geçiyor mu? JG: Hayır, hiç geçmedi ve bundan sonra da düşünmüyoruz. Sevdiğimiz şeyleri yaratmak ve insanlara istediklerini vermek bize yetiyor. İyi ikililer deyince aklınıza kimler geliyor? JG: Tom Ford ve Domenico de Sole, Inez & Vinoodh. ET: Yves Saint Laurent ve Pierre Bergé. Eh tabii biz de ikili olduğumuz için kendimizi çok şanslı hissediyoruz. İstanbul’a hiç geldiniz mi? JG: Baharda öyle bir planımız var; bakalım... Yeni yıla nerede girdiniz? ET: Karayipler’de bir teknede.
XOXO The Mag
HOW TO WEAR YOUR FLOWER
begüm yetiş olga şerbetcioğlu harun ateş sam araji can sever
FILE hazırlayan merve yeşilçimen fotoğraflar özkan önal
SOME WOMEN OF PRODUCT DESIGN
Özlem Yalım Özkaraoğlu Yorgan sanatına kendi yorumunu katma fikri nasıl ortaya çıktı? Bu fikir, eskizlerimin ve notlarımın olduğu defterlerde en az üç-dört senedir uyuyordu ama içinde bulunduğum projelerden ötürü onu bir türlü hayata geçiremiyordum. Geçtiğimiz yılın başında tekrar kendi işlerime ve stüdyoma geri dönünce, ilk olarak bu projeyi seçtim. Yaptığım araştırmalar sonucunda bu zanaatın durumu içler acısıydı; diğer pek çokları gibi gelecek nesillere ulaşamayacaktı. Bu proje biraz bunun sebeplerini araştıran ve yeni önermeler sunan bir çalışma. Koca bir zanaat alanını kurtardığımı iddia etmiyorum tabii ki ama bir tasarımcı olarak üstüme düşeni yaptığımı düşünüyorum. Ürün, mekan ve etkinlik tasarımı gibi farklı alanlar arasında kendini en güçlü hissettiğin hangisi? 20 yıl boyunca her bir alana fazlaca uzun zaman ayırdım. Bu nedenle hemen hepsinde kendimi güçlü hissederim. Farklı alanlarda iyi deneyimler biriktirdim. Diğer taraftan bunlardaki performansınız sadece bireysel yaratıcılığınızın gücü ile ölçümlenemiyor, maalesef. Her biri bir ekip işi ve eğer iyi ekiplerle bir arada değilseniz hiçbirinde güçlü olamazsınız. Biraz geriye gidip, 1. İstanbul Tasarım Bienali’nin hazırlık sürecine dönelim, ilk kez yapılacak bir organizasyonun direktörü olmanın zorlukları nelerdi? Bu etkinlik 40 yaşına gelmiş köklü bir kültür sanat kurumunun, tüm alışkanlıklarının ortasına bir yenilik olarak geldi. Bu sadece Tasarım Bienali ekibi için değil, tüm İKSV için ekstra zaman, çaba ve emek gerektirdi. Birbirini çok uzun zamandır tanıyan, neredeyse bir aile gibi, acı tatlı pek çok anıyı paylaşmış insanlardan oluşan bir ortama, oldukça yoğun ve katı bir profesyonel hayattan pat diye düşmüş gibi oldum. Etkinlik sonunda birbirimize anca ısınır hale gelmiştik ama bir yandan da yapılması gerekenler tüm yoğunluğu ile hepimizin üstündeydi. Diğer yandan vakıf kültüründe tasarım sadece tasarım mağazası özelinde mevcuttu. Bienal deneyimi olmasına rağmen “tasarım bienali”
tümüyle yeniydi. Bu süreçte neredeyse bir gönüllü elçi gibi, etkinliğin geleceğinde de etkili olacak açıklamaları ve tanıtımları tüm tasarımcılar adına gerçekleştirmem gerekti. Son derece keyifli, ama bir o kadar da özverili bir çalışma dönemiydi. Teknolojik gelişmelerin beraberinde getirdiği tasarım akımları alışkanlıklarımızı nasıl değiştiriyor? Yaşam biçimleri teknoloji ile yeni bir hal alıyor. Teknik imkanlar sanatı etkilediği kadar tasarımın da her alanında farklı olanaklar sunuyor. Örneğin mobilya sektöründe ilk L kanepe, insanların TV karşısında yaşamaya, oturmaya, yemek yemeye başlamasıyla birlikte değişen yaşam kültürünün bir sonucu olarak tasarlanmıştı. Bugün çok daha farklı bir boyutta ve baş döndürücü hızda yaşanan teknolojik gelişim, her geçen gün bizlere yeni alışkanlıklar kazandırıyor. Bu da ihtiyaçlarımızı değiştiriyor. Tasarım ihtiyaçtan doğan bir olgu; doğal olarak aynı hızda o da evrim geçiriyor. Geçtiğimiz beş yılda zaten pek çok kişinin aşina olduğu bu tür eğilimleri sıkça görüp, deneyimler haldeyiz. Devamı da gelecektir diye düşünüyorum. Önümüzdeki yıllarda ürün tasarımında ne gibi tandanslar göreceğiz sence? Aslında ben iki kutup görüyorum. Bir tarafta büyük bir bireyselleşme, her ihtiyacını kendisi karşılayan, üretimini kendi tüketimi kadar, kendi kendine karşılayan bir akım; diğer tarafta da paylaşımın gücüne inanan ve bir araya gelerek daha fazla bilgi biriktiren, daha büyük işler yapabilen bir toplum kesimi... Yeni eğilimler bu iki kutup ekseninde şekillenecek. Uzay araştırmalarında önümüzdeki 10 yıl içinde büyük gelişim, değişim ve afişeler olacak, bu bilgiler de hayata bakış açımızı değiştirecek. Bu yılın en heyecan verici tasarım etkinliği ne olacak sence? İlk kez yapılacak Chicago Mimarlık Bienali’nin büyük yankı uyandıracağını düşünüyorum.
XOXO The Mag
Yasemin Artut Hayal ettiğin işi mi yapıyorsun? Evet, kesinlikle. Profesyonel çalışma hayatına başladıktan sekiz yıl sonra, şu an yaptığım işi yapmaya kendi şirketimi kurarak başladım. Daha önce, risk sermayesi yatırımı yapan bir şirket için çalışıyordum, bu bağlamda tasarımı da bir risk olarak görüyorum. Yeniden başlamayı, çözüm üretmeyi, risk almayı seviyorum. Girişimci tasarımcıyım, işimin karakterim ile bire bir örtüştüğünü düşünüyorum.
gibi kaygılar tasarımlarına nasıl yansıyor? DfE ana çatısı altında atık-tasarım ekseninde ürünler tasarlıyorum. Atıkların yeni ürünler için ham madde kaynakları olduğuna inanıyorum. Geri dönüşüm ve atık ünitelerinden oluşan Greenbin adında beş yıllık bir markam var. Atık, içeriği gelişen teknolojiye paralel olarak sürekli evrilen dinamik bir konu, yenilikçi ve özelleşmiş çözümler gerektiriyor, dolayısıyla tasarımcılarla doğrudan ilintili. Aynı eksende bir diğer çalışma alanım atıkların yeni ürün üretiminde ham madde olarak kullanılmasına yönelik tasarım ve projeler gerçekleştirdiğim upcycling konusu. İlk upcycling ürünüm 2012 yılında, elektronik devre ve atıklar kullanarak tasarladığım kapı yönlendirmeleriydi. Geçen ay hurdacıdan aldığım endüstriyel bir fanı bir ürün standında kullandım. Dünya kaynaklarını tüketirken saygılı olmak ve tüketimi minimumda tutmaya çalışmak, kullandığım malzemelerin çevreyle ilişkisi, mutlaka geri dönüşebilir olması, çevre ve çalışanlar açısından zararlı bir üretim tekniği seçmemek her tasarımımda dikkat ettiğim konular.
Ödüllü tasarımcı olmak hayatını kolaylaştırdı mı? Uzun bir süre ismim ilk ödül aldığım tasarımım ile beraber anıldı. Yarışma sayesinde aldığım bir bursla daha sonra işime çok yarayacak Tasarım Yönetimi eğitimi alabildim. Tasarımda lüks kavramı, diğer alanlarda da olduğu gibi, dönüşümden geçiyor. Bu dönüşümle ilgili sen ne düşünüyorsun? Tasarımın demokratikleştirilmesi senin için ne ifade ediyor? Tasarım girdisi bulunan bir ürünün pek çok kişi tarafından kullanılabilmesi kesinlikle ulaşılması gereken bir seviye, ayrıca bu tasarımcı için de büyük bir keyif. Fakat, demek değil ki; ‘demokratik olmayan’ tasarımlar var olmamalı. Bence, onların da hizmet ettiği farklı bir amaç var. Yeter ki ortaya çıkan ürünler bizi hedefledikleri noktaya götürebilsin.
Tasarımcı-sanatçı işbirliklerine sıkça şahit oluyoruz. Bunlar arasından favorilerin veya yapılmasaydı da olurdu diye düşündüklerin var mı? Farklı disiplinlerdeki kişilerin bir arada çalışması ve beraber üretmesi çoğu zaman zenginlikleri artırıyor, fakat bazen zorlama işler de ortaya çıkabiliyor. Genelde iki boyutlu çalışan sanatçılar ile üç boyutlu çalışan tasarımcıların beraber ürettikleri işlere rastlıyorum. Bana göre farklı karşılaşmalar gerekli; örneğin, malzeme ile yakın çalışan Zimoun’un Hannes Zweifel ile beraber mekana özel yarattığı ses heykelleri favorilerimden.
Tasarımda ironiden yana mısın? Kendi tasarımlarımda değilim. Fakat tasarımın genelini konuşuyorsak, neden olmasın? Sağlıklı yaşam alanları oluşturmak ve çevre kirliliğini azaltmak 101
FILE
Meriç Kara Tasarım anlayışında ihtiyaç oluşturmanın yeri ne? Kullanıcı alışkanlıkları ve davranışları üretim sürecinde senin için ne kadar önemli? Tasarımın temelinde mutlaka bir ihtiyaç yaratmak olduğunu söyleyemiyorum, sanırım bu benim çalışmalarımda da çok olmadı. Diğer taraftan, kullanıcıyla iletişim kurmayı kendime mesele edinebiliyorum; bir şeyler anlatmak istediğimde, bu tanıdıklık onu yakalayabilmemi ve onunla ilişki kurmamı destekliyor. Bazen de aklımdaki soru veya öneri, var olan bir ihtiyaca karşılık geliyor ve bu tamamen duygusal da olabiliyor.
izleyiciye kendi hikayelerini anlatan işlerdi. Konu üzerine insanları düşündürebildiğimi umuyorum... Yaşadığımız çevreye karşı çok düşüncesiz davranıyoruz. Ekolojik anlamda farkında olmamız gereken çok konu var ve bu saksı serisi benim için bir yöntemdi ama başka bir konuda bambaşka bir yaklaşım da benimseyebilirim. Tasarım etkili olacağı anlatım yolunu konuya bağlı olarak buluyor.
Tasarımlarında öne çıkan mizahi unsurlar var. Eleştirel olmak ve eleştirilmek tasarımlarını nasıl besliyor? Eleştirmeye açığım, eleştirilmeye de açığım ama eleştirinin dilinin ve yapıcılığının önemli olduğunu düşünüyorum. Tasarımı, üzerinde çok düşünülüp, farklı olasılıkların değerlendirilmesi sonucu verilmiş kararlar bütünü olarak görüyorum. Bu yüzden de eğer bir konu varsa, tartışılmalı, anlaşılmalı ve geliştirilmeli. Bir tasarım yaparken, farklı evrelerde, fikrine güvendiğim ve ne düşündüğünü bana açıkça söyleyeceğini bildiğim çevremin fikrini alırım, sonlandırmadan önce veya kritik noktalarda aynı heyecanı paylaşıyor muyuz diye mutlaka görmek isterim.
Koleksiyon yapıyor musun? Evet, kibrit koleksiyonum var. Kibrit benim için hem hatıra açısından hem de formlar, boyutlar, detaylar ve bir basit obje üzerinde yapılabilen değişiklikleri görebilmek açısından iyi bir obje.
Ekolojik disiplinleri ürünlerine entegre eden bir tasarımcı olarak, çevre konusunda farkındalık yaratmak için nasıl bir praksis benimsiyorsun? Bitkiler üzerine bir çalışma yapıp, bir saksı serisi tasarlamıştım. Onları hayatımıza, çevremize geri alma çabamızla, evcilleştirmemizle ve onlarla kurduğumuz ilişkiyle ilgiliydi. Karakter olarak kabul ettiğim,
İstanbul’u bir tasarım nesnesi olarak tasvir etmek istesen bu ne olur? Bahçe makası.
Biriktirmenin zamanla doğurduğu ayrıntılara takılma hali ürün tasarlarken de ortaya çıkıyor mu? Uykuların kaçıyor mu? Kaçıyor, tabii. Uykudayken bir şekilde çözüm de bulunuyor ama asılı kalınan uyku haline, düşünme sürecine girince, gözümde aniden bir filtre beliriyor ve ondan kurtulmak epey zor oluyor. Fikir beni yeteri kadar tatmin etmiyorsa çalışmaya da başlayamıyorum zaten, önce o fikir bulunacak, gerekirse defalarca tavanda tek noktaya bakılacak. Ama doğrusu, bunu koleksiyon yapma alışkanlığımla hiç bağdaştırmamıştım. Belki de ben zaten ayrıntılara değer verdiğim için koleksiyon yapıyorum. Her şekilde bu en azından bir pratik. Tasarım konusunda takıntılı olduğun noktalar var mı? Dürüstlük, netlik. Ve mutlaka bir parıltı olmalı.
XOXO The Mag
Hatice Armağan Ürün tasarımı, tasarım mühendisliği ve danışmanlık aynı eksende yer alsa da farklı dinamikler... Aradaki dengeyi nasıl kuruyorsun? Ekip olarak, tüm projeleri keyifli bir süreçte gerçekleştiriyoruz ve müşterilerimize kaliteli çıktılar sunuyoruz. Süreç bizim anahtar kelimemiz. Tasarladığımız her fikri ürünleştirmek, ürünleştirdiğimiz her objeyi ticarileştirmek, bunları tasarım ve yenilik özellikleri ile ayırt edici ve üstün kılarak, ekonomik değere dönüştürmek en önemli özelliğimiz.
tasarımsal sanat objeleri ile kavramların buluştuğu yerler ve ürünler var. Bunlar işin farklı ve keyifli tarafı ama kesinlikle tasarım sanat değildir, ulaşılabilir olandır. Bence dünyanın en iyi tasarımı 1 dolara satılan ve Afrika’daki insanların suyu filtreleyerek içmesini sağlayan bir pipet... Binlerce insan sudan kaynaklanan hastalıklardan bu tasarım sayesinde belli ölçüde kurtuluyor. Yani bu her anlamda gerçek bir tasarım. Diğer tarafta 10.000 dolara satılan bir koltuğun vazgeçilmez bir tasarım olduğuna inanmıyorum.
Projelerin hangi aşamalarında aktif rol alıyorsun? Pek çok projede hem tasarım hem de tasarım yönetimi yapıyorum ve işin bütününde olmayı seviyorum. Belli noktalarda detaylara iniyorum ama genelde ürün stratejisinden konsept tasarımına ve tüketici algısına kadar çoğu aşamada işin içinde olmayı seviyorum. Beni en çok motive eden; yarattığımız birçok ürünün kendi alanında birer ilk niteliğinde olması. Gerek tasarım özelliği, gerek kullanılan teknoloji, gerekse farklı üretim yöntemleri her proje için yenilik fırsatı. Ekibimizle bu fırsatları değerlendiriyoruz. Fikir aşamasından seri üretime geçen süreçte ürünün ve müşterinin yanında aktif rol alıyoruz. Deneyimle şekillenmiş müşteri odaklı bu proje yönetim süreci sayesinde etkin uygulamalar yapıyoruz. Böylece yatırım yapılan fikirleri ürünleştirip, ticari fırsatlar yaratıyoruz.
Şu ana kadar kendinle gurur duymanı sağlayan bir işbirliği yaptın mı? Bir aydınlatma firması için ekonomik segmentte patentli bir ürün çıkardık. Bu ürün, firmanın pazarda kendini kanıtlamasında onlara ciddi bir avantaj sağladı ve bu sayede çok başarılı oldular. Böyle başarı hikayelerinde katkımız olması bize çok keyif veriyor... Bu arada kendimle en çok gurur duymamı sağlayan 1,5 ve 4,5 yaşlarında iki projem var ki, muhteşemler. Evinde kendi tasarımlarını kullanıyor musun? Birkaç tane var ama ailecek favorimiz, salonda kullandığımız orta sehpa tasarımım. Üst tablası masif ahşaptan, ayak olarak da dört tane büyük endüstriyel tekerlek kullandım. Yüksekliği 30 cm olduğu için kızlarım bayılıyorlar, üstünde resim yapıyorlar, yemek yiyorlar, oyun oynayıp, zıplıyorlar.
Tasarıma ‘yüksek sanat’ nosyonu yüklenmesine nasıl bakıyorsun? Sanat bireysel bir dışavurum ve çoğunlukla tekil üretime dayanır. Tasarım ise, özellikle de endüstriyel tasarım, üretim sayıları binlerle ifade edilen, maliyet, ergonomi ve üretim endişeleri içeren, belli kalite ve standartları sağlamak zorunda olduğunuz bir alan. Tasarım bienalleri, ready-made tasarımlar, sorgulayan ve heykel niteliği taşıyan
Yakın zamanda gerçekleşecek, seni heyecanlandıran bir proje var mı? Kent mobilyaları koleksiyonu tasarladık, yakında onları İstanbul’un pek çok yerinde görmeye başlayacağız. 103
FILE
Fatma Köstekli Analog üretimden dijitale geçtiğimiz son 30 yılda tasarım yaklaşımlarının değişimini nasıl yorumluyorsun? Son zamanlarda mimariden yiyeceğe kadar neredeyse her alanda karşımıza çıkan 3D printer’larla tasarımın yeni bir boyut kazandığını düşünüyorum. Üretim imkanlarının kişi bazında ulaşılabilir hale gelmesiyle tasarımda çeşitliliğin önü açılmış oluyor. Ve bu da şimdilerin yükselen trendi olan kişiselleştirme ve kendin yap projelerini destekleyen bir doğrultuda tasarıma yön veriyor. Şu anda üzerinde çalıştığın yeni bir ürün tasarımı veya dahil olduğun bir proje var mı? Uzun zamandır aklımda olan, ancak ne yazık ki sürekli ertelemek zorunda kaldığım bir projeyi hayata geçirmeye çalışıyorum. Tasarımın farklı disiplinleriyle ilgilenen üç arkadaşımla, Trium adını verdiğimiz, ev aksesuarlarından oluşan bir ürün ailesi hazırlıyoruz. Ürünlerimizi, ahşap, beton ve metal olmak üzere temelde üç malzemeyi doğalarına uygun bir şekilde kullanarak, geometrik ve minimal formlarda tasarlıyoruz. İşin en heyecanlı kısmı olan üretim aşamasında, her ürünümüzü kendi ellerimizle hayata geçiriyoruz. Bu da bize ürünün karakterini derinlemesine tanıyıp deneyimleme fırsatı veriyor. Peki kolektiflik senin tasarım anlayışında nerede devreye giriyor? Aslında kolektiflik tasarımın doğasında var. Ben de grafik tasarım, moda tasarımı, kullanıcı deneyimi tasarımı gibi tasarımın farklı kollarına yakından ilgi duyuyorum ve kendimi bu alanlarda da geliştirmeye çalışıyorum. Zira tasarımın tüm dallarının birbirinden beslendiğine inanıyorum. Mesela Trium projesinde de endüstriyel
tasarım, grafik tasarım ve mimari gibi farklı disiplinlerden gelen ekibimizle çalışıyoruz ve ürünlerimizi farklı perspektiflerle besliyoruz. Hayal ettiğin işi mi yapıyorsun? Küçükken tüm zamanımı çizim yaparak, kumaşları birbirine dikip obje veya kıyafet tasarlayarak, farklı malzemelerden heykeller yaparak geçirirken, geleceğe yönelik hayalim tasarlayıp üretebildiğim bir hayattı. Şu an düşündüğümde, evet, hayalimi gerçekleştiriyorum, tasarladığım her objeyle birlikte, tanıdığım ya da tanımadığım insanların hayatlarına temas etme düşüncesi beni heyecanlandırıyor ve bir yenisini yapmak için motive ediyor. Günün belirli saatlerinde daha üretken veya verimli olduğunu düşünüyor musun? Sabah insanı olmadığım bir gerçek. Ben de hemen hemen herkes gibi kendimi gece daha yaratıcı hissediyorum ve belki de tenhalık sayesinde daha verimli çalışıyorum. Tasarım yaklaşımlarından ilham aldığın kim var? Maarten Baas, Marcel Breuer, Ingo Maurer gibi pek çok tasarımcının ürünleri ve tasarım yaklaşımları bana hep ilham vermiştir. Hiç kendin için bir şey tasarladın mı? Genel olarak, aldığım ürünleri kişiselleştirmeyi ve farklı malzemelerle tasarladığım objeleri kullanmayı seviyorum. Karakterimi yansıtan tasarımlar için minimal geometrik formları tercih ediyorum. Renk olarak da siyah, beyaz ve sarı üçlüsünün oluşturduğu net ve sıcak hissi kendime yakın buluyorum.
XOXO The Mag
EVENT MANAGEMENT
PUBLISHING
CONCEPT DESIGN
BRAND PLATFORMS
AND ANYTHING COOL
FOR MORE FACEBOOK.COM/COISTANBUL 123@COISTANBUL.COM +90 212 2590669 105
FILE
AGNIESZKA BAR Agnieszka Bar Tasarımlarınız tek bir materyalden yola çıkıyor. Başından beri sadece cam odaklı mı çalışıyorsunuz, yoksa zamanla böyle bir tercih yapmaya mı karar verdiniz? En başından beri sadece camla çalışıyorum. Tasarım ve zanaat, işlerimde eşit derecede önemli. Günlük hayatı gözlemleyerek, alternatif tasarım çözümleri arıyorum ve orijinal ürünler tasarlıyorum. Üretim sürecinde zanaatkarlardan da destek alıyorum. Polonya’nın kreatif endüstrisi atılım yaptıkça, genç tasarımcılar da küresel ölçekte markalaşmaya başlıyorlar. Bu anlamda Polonya tasarımının geleceği sizin için ne vadediyor? Son yıllarda tasarıma ilgide ciddi bir artış var. Burada enstitülerin, basının ve dağıtım kanallarının da büyük desteği söz konusu. Ben aynı zamanda öğretmenlik de yaptığım için, insanların hayatında tasarımın rolüyle ilgili bilinç yaratma konusunda elimden geleni yapıyorum. Çok kültürlü kolektiflerde dahi yerelliği öne çıkarmaya çalışıyorum. Tasarımlarınız kullanıcıyla ve doğayla nasıl bir diyalog kuruyor? Tasarımlarımın minimal, hemen fark edilmeyen ve incelikli bir stili var ve kullanıcıyla bu özellikleri üzerinden diyalog kuruyor. Doğayla kurduğu iletişim de, doğanın özüne paralel olarak deneysellikten doğuyor. Türkiye’ye hiç geldiniz mi? Buradaki tasarım sahnesiyle ilgili ne düşünüyorsunuz? Türkiye’ye ilk kez 2013’te bir eğitim programı vesilesiyle geldim. Anadolu Üniversitesi’nde gerçekleştirilen bu program sayesinde oradaki öğrencilerle deneyimlerimi paylaştım ve onlar için tasarım workshop’ları düzenledim. Genç Türk tasarımcıların zanaatkarlığı ve duygularını işlerine nasıl yansıttıklarını gözlemledim. Geçtiğimiz yıl, Polonya-Türkiye Zanaat Buluşmaları için iki kez daha ülkenizi ziyaret etme şansım oldu. Bu buluşmalar kapsamında yaptığımız çalışmalar Türk kültürünü tanımak adına benim için değerli bir deneyimdi. Bu arada 2. Tasarım Bienali, küresel tasarım tartışmaları açısından baktığımda, ilginç bir ses olarak hafızama kazındı. XOXO The Mag
KOSMOS PROJECT Ewa Bochen & Maciej Jelski Kavramlara dayalı bir tasarım anlayışınız var. Tasarım dilinizi belirlerken Polonya kültüründen ve etrafınızdaki çevreden nasıl etkilendiniz? Uygar ve vahşi yaşam arasındaki ilişkiyi gözlemlemek bizi besliyor. Bunun yanı sıra, Polonya geleneklerini de araştırıyoruz. Her projemizde, konsept, materyal ve oranlara büyük özen gösteriyoruz. Felsefede, evren düzenli ve uyumlu bir yapıdır, dolayısıyla kaosun tersidir. Bizim tasarım anlayışımız da, alışkanlıklarımızı etrafımızdaki çevrenin belirlediği kabulü üzerine kurulu. Bu belirleme durumu sadece varoluşumuzun fiziksel boyutuna odaklanmıyor, hatta belki zihinsel boyut çok daha ön planda. Modern tasarımın, kesinlikle insanın maneviyatına odaklanması gerektiğine inanıyoruz, çünkü ancak böylelikle robotlaşmaktan kurtulabiliriz. Polonya endüstrisi tasarım öncelikli bir yaklaşıma doğru dönüşüm geçiriyor. Bu dönüşümü nasıl gözlemliyorsunuz? Pazar değişiyor. Müşteriler eskiye göre daha bilinçliler, buna paralel olarak beklentileri çok daha yüksek ve bu durum da üreticileri tasarıma daha fazla yatırım yapmaya zorluyor. Endüstrimizde, tasarımı ayırıcı özelliği haline getirmiş birtakım öncü markalar var, diğer markalar da yeni yeni onların başarılı adımlarını izlemeye başladı. Ama tabii bu anlamda daha yapılacak çok iş var. Biz de ofis olarak üzerimize düşeni yapmanın peşindeyiz. Ülkenizdeki yeni tasarım oluşumları hem yerel hem de uluslararası başarılar elde ediyor. Bunlar arasından kendinize yakın hissettiğiniz ofisler var mı? Malafor’un işlerini çok beğeniyoruz, herhangi birini taklit ederek değil, kendi stillerini yaratarak üretim yapıyorlar. Cam tasarımı yapan Agnieszka Bar da diğer favorimiz; tek bir konuda uzmanlaşıyor ve alanında çok iyi. Yurtdışından takip ettiğiniz tasarımcılar kimler? Faye Toogood, Petra Lilja ve Nendo.
STUDIO RYGALIK Tomek & Gosia Rygalik Polonya, mobilya ihracatı yapan ülkeler arasında Çin, Almanya ve İtalya’dan sonra dünyanın dördüncü büyüğü haline geldi. vitra.’dan Ikea’ya kadar birçok marka için üretim ülkenizde yapılıyor. Bu büyümeyi siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu durum; lokasyon, endüstriyel gelenekler, teknolojik gelişmeler ve ekonomik faktörler gibi farklı parametreler sonucu ortaya çıkıyor. Ama esas ilginç olan, parça üretiminden tasarım üretimine doğru hızlı bir dönüşüm geçirmemiz. Bu dönüşüm, Polonya’da daha gelişmiş ve sofistike ürünler üretilmesini sağlıyor. Studio Rygalik olarak, biz de bu dönüşümü tasarım ve marka gelişimi açısından hızlandırma konusunda uzmanlaşıyoruz. Polonya ve Türkiye arasındaki kültürel ve diplomatik ilişkilerin 600. yılını kutlamak için, geride bıraktığımız yıl boyunca pek çok etkinlik düzenlendi. Bu süreçte Türkiye’deki tasarım sahnesiyle ilgili nasıl izlenimler edindiniz? Glass is Tomorrow programına katılmak için Türkiye’ye davet edildik. Kültürünüzden, yemeklerinizden ve ülkenizin doğal güzelliklerinden çok etkilendik. Ve tanıştığımız tasarımcılar, müthiş bir potansiyelin gerçek endüstriyle buluşmakta olduğunu bize gösterdi. Bu açıdan Polonya ve Türkiye’nin birbirine çok benzediğini ve Avrupa’da eşsiz birer konumları olduğunu düşünüyoruz. Varşova menşeli bir ofis olarak, şehrin kültürel atmosferi size nasıl yansıyor? Varşova çalışmak için harika bir yer. Çok yoğun değil ama asla sıkıcı da olmuyor. Ekonomisi kötü değil ve hala rahat yaşanabilir bir şehir. Etraftaki genç yetenekler ve girişimci insanlar sayesinde Varşova, Avrupa’nın en hip başkentlerinden biri. Keşfedilmesi gerektiğini düşündüğünüz genç tasarımcılar var mı? Danimarka Lego’daki Ola Mireka ve Polonya’dan Nikodem Szpunar kesinlikle takdire şayanlar. 107
FILE
ZIETA PROZESSDESIGN Oskar Zieta Polonya’nın mobilya ihracatı açısından yaşadığı büyüme, yerel üreticiyi ve tasarımcıları nasıl etkiliyor? Aslında, ülkemizdeki tasarım dünyasının en büyük problemi bu büyümede yatıyor. Çünkü buradaki isimler tasarımcı değil üreticiler. Yerli tasarımcıların işlerini üretmek yerine, çok büyük potansiyeli olan yabancı şirketler için üretim yapılıyor. Polonya’da üretim yapan çok sayıda fabrika ve girişim var. Bu kurumlar projeleri hayata geçirme noktasında ne kadar büyük bir güçleri olduğunu fark etmeliler ve tasarımcılarla işbirliği yapmalılar. Mesela biz burada tasarım yapıp, işlerimizi burada üretiyoruz ve dolayısıyla her şey kontrolümüz altında, süreç çok daha dinamik ve verimli. Yine de endüstrinizde tasarıma daha çok değer vermeye başlayan bir yaklaşımdan söz edebiliyoruz... Bilgiye erişimin hiç olmadığı kadar sınırsız bir hal alması, tasarımcılara ve müşterilere önemli bir farkındalık kazandırdı. Tasarım kitaplarının farklı dillere çevrilip, dünyanın çoğu ülkesinde satılabiliyor olması, tasarımların bire bir gözlemlenebildiği daha düzenli fuarların ve sergilerin yapılması bu süreçte çok etkili oldu. İnsanlar alışveriş merkezlerinden, ucuz ürünlerden uzaklaşmaya ve kalitenin peşine düşmeye başladı. İyi tasarım herkes için erişilebilir olmasa bile, insanlarda bunun daha değerli ve kalıcı olduğuna dair bir bilinç oluştu. 600. yıl kutlamaları kapsamında, geride bıraktığımız yıl boyunca pek çok etkinlik düzenlendi. Bu süreçte Türkiye’deki tasarım sahnesiyle ilgili nasıl izlenimler edindiniz? Türkiye, tasarım sektörünü geliştirme noktasında büyük fırsatlarla karşı karşıya. Siz de tıpkı bizim gibi kendi fabrikalarınıza sahip olmanın avantajını taşıyorsunuz. Çoklu süreçleri tek noktadan yönetebiliyorsunuz ve bu da size ürünün kendine has, ulusal DNA’sını koruma imkanı tanıyor.
MALAFOR DESIGN LABORATORY Agata Kulik-Pomorska & Paweł Pomorski Hem fonksiyonel hem de alışılmışın dışında tasarım nesneleri üretiyorsunuz. Tasarım anlayışınız nasıl şekilleniyor? Kuzey Polonya’da, şehirlerden ve kasabalardan uzakta bir sahil şeridinde yaşıyoruz. Tasarımlarımızı ve projelerimizi şekillendiren esas faktör yaşadığımız bu çevre. Ayrıca, ulusal köklerimize bağlılığımız sayesinde güvenilir ve kaliteli ürünler tasarlıyoruz. Bu ürünlerin büyük kısmı çevre dostu ve dönüştürülmesi kolay parçalar. Peki, yaşadığınız yerin zanaat olanaklarından da faydalanıyor musunuz? Bölgenin karakteristiklerini keşfederek kendi işlerimize bunları nasıl uyarlayacağımız üzerine kafa yoruyoruz. Üretim sürecimiz basit ve etkili: tasarım fikirleri bizden, fikirleri elle tutulur hale getirmek yerel zanaatkarlardan… Polonya’daki yeni tasarım estetiğini nasıl tarif edersiniz? Buradaki estetik İskandinav stiline yakın. Aynı zamanda Polonya folkloru da bu estetiği etkiliyor. 1950’lerden 70’lere Polonyalılar hem mimaride hem de mobilya tasarımlarında modernizmi yeniden keşfettiler ve ondan ilham alan tasarımlar yapmaya başladılar. Bu hem duygusal bir dönüşüm hem de pratik olana dönüş olduğu için pragmatik bir tarafı var. Türkiye’deki tasarım sahnesiyle ilgili ne düşünüyorsunuz? Kariyerimizin başında Türkiye’yle yakın bir ilişki kurduk. Borusan, özel bir heykel koleksiyonu için bize sipariş verdi ve onlar için küp şeklinde bir araya getirilmiş 2200 LED lambasından oluşan bir iş yaptık. Böylelikle bir parçamız hep İstanbul’da olacak... Tasarım sahnesine gelince; Ekrem Kula’yla Wroclaw’daki Avrupa Cam Festivali’nde tanıştım. Ayrıca, Craft: Old for New projesinden Tamer Nakışçı’yı tanıyorum. Polonya’da Türk tasarımcılarıyla ilgili bir sergi yapılsa ve onları daha yakından tanıyabilsek çok güzel olur. XOXO The Mag
WHATEVER
KAIJU
Japon İşi Canavarlar yazı sarp dakni
Rodan, Mechagodzilla ve Daimajin de aslında birer daikaiju olarak kabul ediliyor. Hemen herkesin türe en başından beri kan veren stüdyo olan Toho’nun yeri ve önemi konusunda hemfikir olduğunu da belirtmek gerek. 1932 yılında kapılarını açan ve Uzak Doğu sinema endüstrisini temellerinden sarsan en önemli stüdyolardan biri olan Toho Co., Ltd. bugüne dek Akira Kurosawa, Yasujiro Ozu, Kenji Mizoguchi, Masaki Kobayashi ve Mikio Naruse gibi efsane yönetmenlerin işlerini kataloğunda barındıran bir marka oldu. Bu noktada Toho’nun 30 civarında Godzilla filmi çektiğini belirtmekte fayda var. Diğer taraftan, Toho kadar olmasa da, Daiei, Kadokawa, Shochiku ve Nikkatsu gibi stüdyoların türe katkıları ise azımsanamayacak kadar büyük.
Godzilla’nın yeraltı dünyasının dehlizlerinden çıkıp popüler dünyayı ele geçirmesini izlemek için 1998 yılına dek beklememiz gerekti. Roland Emmerich’in senaryosunu yazdığı ve yönetmen koltuğuna geçtiği Godzilla, 130 milyon dolarlık bütçesini üçe katlayan inanılmaz bir gişe elde etmiş olsa da eleştirmenlerin oklarından ve bugün kimilerine göre hala berbat bir film olmaktan kurtulamadı. Başrol oyuncuları Matthew Broderick ya da Jean Reno’nun artık pek esamesi okunmasa da, Jimmy Page’i arkasına alan Puff Daddy’den Come With Me’yi ve Jamiroquai patlaması Deeper Underground’u unutabilmiş değiliz. Geçtiğimiz sene bir kez daha hortlayan ve yönetmeni Gareth Edwards’ın kesinlikle Emmerich’ten çok daha esprili ve güçlü bir iş kotardığı Godzilla ile ‘kaiju’ kavramı da yeniden sorgulanır oldu. Yeri geldiğinde Star Wars’dan The Simpsons’a sayısız popüler kültür efsanesine ilham kaynağı olan kaiju filmleri de gelip yeniden zihnimizin koridorlarına böylece kuruldu. Japon dünyasında ‘tuhaf yaratık’ anlamına gelen kaiju, aynı zamanda yine Japon sinema kültürünün en önemli elementlerinden biri olan tokusatsu filmleri için de referans olarak kullanılıyor. Kaiju filmlerinin en önemli özelliği, Godzilla ya da benzeri bir canavarın endüstriyel olarak gelişmiş Japon şehirlerinden birine yaptığı saldırı ya da farklı türlerden canavarların birbirleriyle kapışması üzerine kurulu olmaları. Neredeyse bize paralel bir boyutta çekilmiş gibi görünen bu tuhaf filmografi, benzersiz ve taklit edilemez, hipnotize edici bir alt türü kesinlikle yüceltiyor.
Canavarlarını genellikle mitolojik referanslara ama en çok böceklere ve başka ilginç hayvanların anatomik niteliklerine borçlu olan kaiju’nun egzotik atmosferi, işi yer yer bidon musluklarını, domatesleri hatta trafik ışıklarını canavarlaştırmaya kadar götürebiliyor. Bunun bir adım ötesinde ise katlanabilir merdivenler ve şemsiyelerin olduğunu da bilin. Dolayısıyla Godzilla bile tüm bu ‘anormali’ içinde fazlasıyla ‘normal’ kalıyor. Kaiju filmlerinin Batı’daki yansımasına ise daha aşinayız. Zira referans olarak Japon halk bilimini merkez alan bu türün hemen karşısında Batı’da vampirler, kurtadamlar, mumyalar ve zombiler duruyor. İki farklı dünyanın zaman zaman bir alışverişe girdiği de doğrudur. Hollywood eğer Godzilla’yı denizin derinliklerinden New York’a getirebiliyorsa, Japon sineması da Frankenstein’ı bir Toho efsanesine dönüştürebiliyor. Tıpkı bu iki dünyanın tam ortasında duran Türk sinemasının özellikle 70’lerde ürettiği fantastik sinema örnekleri gibi... Hazır yükselmişken, meraklıları sonsuz bir bilgi havuzu sunan internet arama motorlarına alalım. Kendinizi kaptırdığınızda arkanızı kollamayı ihmal etmeyiniz.
Kaiju filmleri de kendi içinde bazı alt kırılımlar yaşıyor; kaiju eiga, kaijin ya da daikaiju gibi... Türün en bilindik siması olan Godzilla ve popüler dünyada nispeten daha az tanınan Gamera, 109
cover
T
E
ER
YOU’VE GOT TO START YOUNG Bir an için 17 yaşında olduğunuzu düşünün. OK artık düşünmeyin, artık genç değilseniz, sizin için yapabileceğimiz pek de bir şey yok. Maalesef gençleşmek (ya da genç olmak), Picasso’nun salık verdiği üzere, çok zor bir şey. Siz gelin, kolayına kaçın, ve bu ayki konuğumuzu kendi sesinizle okuyun, içeriden ya da dışarıdan, sonuçta o sizin sesiniz. Antoine-Olivier Pilon, Mommy’deki (Türkçesi Ana) güçlü performansıyla radarımıza giriyor, sonra da kadrajımıza... Derin sohbetlere ne o bizi süreklesin ne de biz onu sürükleyelim istiyoruz... Havadan sudan, işten güçten, Xavier Dolan’dan, filmdeki karakteri Steve’den konuşuyoruz. Onu otantik kılacak olanın sözcükler olmayacağının bilincindeyiz, sesinden ve bakışlarından medet umuyoruz ve ta-da; elimiz boş dönmüyoruz. Konuyu bağlayalım ve sizi soğuğun tam ortasına, Montréal’e çağıralım. Duvarlarında (yanlış anlayacağınızdan çekindiğimiz için) gösteremediğimiz -garip- imajların olduğu, Bethlehem XXX adında bir bara itiyoruz sizi, lafın gelişi... Styling Samuel Fournier’den, fotoğraflar ise ilk kez çalıştığımız, ama umarız daha çokça çalışacağımız John Londoño’dan. Ah bir saniye... Sayfaları çevirmeye başlamadan, bir an için yine 17 yaşınızda olduğunuz düşünün, bu sefer daha uzunca bir süre... Gençleşmek kas gibi, kullandığınız kadar var, daha iyi hissettiriyorsa, düşünceler de sayfalar da sizin, istediğiniz kadar düşünün...
olga şerbetcioğlu john londoño samuel fournier maina militza andrea cloutier sébastien boyer
acne studios maison margiela
111
philippe dubuc jil sander john fluevog
Antoine, evde misin? Evet, Montréal’deyim ve dışarısı çok soğuk. Hava durumuyla nasıl başa çıkıyorsun? -20 derecede sıcak kalabilmek için çok iyi bir kaban, sıcak tutan botlar, eldivenler ve şapkaya ihtiyacın oluyor. Kışlar korkunç soğuk geçiyor ama konuya iyi tarafından bakarsak, kayak ve snowboard yapmak için şartlar ideal. Vaktim oldukça ben de snowboard yapıyorum. Çekim nasıl geçti? Bütün ekip çok cool ve fotoğraflar da epey iyi çıktı. Üstüne üstlük, bu çekim sayesinde Montréal’de daha önce hiç gitmediğim bir mekanla, Bethlehem XXX’le tanışmış oldum. Genç yaşta şöhret olup, ardından çöküş yaşayan çok örnek var. Geleceğin için endişeye kapıldığın oluyor mu? Hayır. Şu an oyunculuk yapabiliyor olmak benim için müthiş bir şans ve ileride de yapmak istediğim yegane şey bu. Olur da bir gün hiç rol alamazsam depresyona girmek yerine eminim yapacak başka bir iş bulurum. Önemli olan kendine ve hayata bağlı kalmak, kendine güvenmek ve hayatı akışına göre yaşamak. Okul devam ediyor mu? Varla yok arasında... Bir yandan, özel derslerle İngilizcemi de geliştirmeye çalışıyorum. Spor da yapıyorum ve spesifik olmam gerekirse, yakında dövüş sporlarına başlayacağım. 2014 yılı benim için çok yoğun ve bir o kadar da heyecan doluydu. Genele bakınca da, sürekli iş, okul ve boş vakit arasında bir denge kurmaya çalışıyorum. Oyunculuğa dair ilginç bir başlangıç hikayen var mı? Her şey biraz fazla normal gelişti. Mesela, oyunculuğa başlamak için, birçokları gibi, büyük şehre, Montréal’e taşınmayı beklemem gerekti. Buradan önce deniz kıyısında, Gaspésie adlı bir kasabada yaşıyordum, orada kalsaydım bunlar pek mümkün olmayacaktı, muhtemelen. Neyse, nihayet 11 yaşımda Montréal’e gelir gelmez kız kardeşimle birlikte bir ajansın seçmelerine katıldık ve hemen oyunculuk atölyelerine başladık. Oyunculuk eğitimine başlar başlamaz da hayatımın mesleğini bulduğumu anladım. Fazla normal olduğunu söylemiştim. Xavier Dolan hayatına nasıl girdi? Xavier beni Frisson des Collines’de izlemiş, ardından Laurence Anyways’de bana bir rol teklif etti ve böylelikle tanışmış olduk. İş ilişkimizin arkadaşlığa dönüşmesi ise Indochine için College Boy videosunu çektiğimiz döneme dayanıyor. Bu proje sırasında birlikte çalışmaktan çok keyif aldığımızı fark ettik. Xavier o sıralar Mommy üzerine çalışıyordu. Ona, karmaşık, daha evvel oynadığım rollerden farklı ve bana yabancı gelecek bir karakter canlandırmak istediğimi söyledim, ve sanırım bu isteğimin karşılığını da aldım. Mommy’nin Cannes’da Jüri Ödülü’nü alması ve hatta bu ödülü Jean-Luc Godard’ın filmiyle paylaşmış olması sana kendini garip hissettirdi mi? Mommy başrol oynadığım üçüncü filmim. Geçen sene, Cannes’a
katıldığımda, 16 yaşındaydım. Filmin bu ödülü almasının ne kadar gurur verici olduğu bir tarafa, beni en çok etkileyen şey filmin ilk gösteriminden sonra 12 dakika boyunca süren alkış yağmuruydu. Hafızamdan asla silinmeyecek. Bu başarından sonra yeni senaryolar akmaya başladı mı? Bittabii. Zaten şu an o başarının bir getirisi olarak, epey yoğun bir dönemden geçiyorum; bir yandan televizyon programlarına katılıyorum diğer yandan yeni film projeleri için senaryolar okuyorum. Elimde değerlendirmem gereken birçok proje var ama daha kesinleşen bir şey yok. Filmin 50’den fazla ülkede gösterime girmesiyle daha fazla tanınmaya başladığımdan bahsetmeme gerek bile yok herhalde. Bu arada Kanada dışında bir projede çalışmayı da çok istiyorum, bu kesinlikle beni -her anlamda- zenginleştirecek bir tecrübe olur. Filmde esip gürleyen bir delikanlı olmakla sevgi dolu bir çocuk olma hali arasında sıkışmış birini canlandırıyorsun. Bu karaktere benzeyen tarafların var mı? Steve gibi hiperaktif bir tarafım var ama onun kadar vahşi ve sert değilim. Genel olarak, ondaki hassasiyeti kendimde görüyorum. Duygularımı kontrol altında tutabilen, karşımdakini dinleyen biriyim, aynı zamanda detaycıyım ve iyi bir gözlemciyim. Beraber vakit geçirdiğim insanları yakından tanımaya özen gösteriyorum. Arkadaşlarımlayken tabii ki ciddi falan değilim; bir şeylerle dalga geçmeyi, sohbet edip eğlenmeyi, özellikle de başkalarının taklidini yapmayı çok seviyorum. Filmde gördüğümüz aile yapısı biraz alışılmışın dışında. Anne Dorval’i öpüyorsun, hatta Celine Dion’un bir şarkısını beraber söylediğiniz o benzersiz sahnede, onun memelerini bile avuçluyorsun… Mommy’de ekibimiz muhteşemdi. Xavier’nin yönetmenliği doğrultusunda Anne ve Suzanne ile çalışmak gerçekten çok büyük bir ayrıcalıktı. Zaten ekip arasındaki ilişki kendiliğinden oluştu, bunun sayesinde de bütün sahnelerde kendimi fazlasıyla rahat hissettim. Çekim sürecinin en sevdiğim tarafı da bu doğallık ve rahatlıktı. Rolüne hazırlanırken Brad Pitt’in 12 Monkeys’deki karakterinden ilham almışsın… 12 Monkeys’i, Steve’i oynamadan çok uzun zaman önce izlemiştim. Ama bu role hazırlanırken, kafamda kurduğum karakterin, hep Brad Pitt’in canlandırdığı karakter kadar karmaşık ve akılda kalıcı olmasını hayal ettim. Beni zorlayacak ve bana bir şey katacak rollerin peşindeyim. Bu konuda istisnam yok. Xavier’nin sürekli çalıştığı bazı oyuncular var, malum. Bu oyunculardan biri olmak gibi bir beklentin var mı? Xavier rahat ilişki kurabildiği oyuncularla çalışmayı seviyor. Sanırım çekimlerde hissettiğimiz yakınlık ve ekibin birbiriyle iyi anlaşabilmesi de Xavier’nin bizimle kurduğu iyi ilişkinin bir yansıması. Kulağa klişe geleceğinden eminim ama onunla başka bir projede çalışabilmeyi gerçekten çok isterim. Peki, Xavier’nin filmlerinde sıklıkla işlediği “anneye duyulan
XOXO The Mag
acne studios maison margiela
helmut lang philippe dubuc john fluevog
öfke” temasıyla sen nasıl bir bağlantı kurdun? Hayli karmaşık olan bu konuyu anlayabilmek için Xavier ile birlikte çok fazla vakit geçirdik. O senaryoyu yazarken, karakterin annesiyle olan ilişkisi üzerine saatlerce konuştuk, bu ilişkiyi iyice anladıktan sonra kendimi role hazır hisseder hale geldim. Çekimlerde de, bazı şeylere bir sahneyi çekmeden hemen önce karar veriyorduk, spontane olmaya ve doğaçlamaya açıktık. Annen filmi izledikten sonra ne hissetti? Bir kere şu bilgiyi cebinize koyayım, annem bu filmden önce de büyük bir Xavier Dolan hayranıydı. Eh, haliyle filmi de çok beğendi. Ama bazı sahneleri izlerken epey zorlandığını söyledi ve zaman zaman ekrandakinin oğlu olduğunu unuttuğunu itiraf etti. Ne demek istediğini tam anlamadım, belki işime gelmediğindendir, ama ben bunu bir iltifat olarak kabul etmeyi tercih ediyorum. Peki sen filmdeki performansından memnun musun? Rolüm bana çok şey kattı. Beni, daha önce hiç gitmediğim yerlere götürdü, kendimde varlığından haberdar olmadığım bazı şeyleri keşfetmemi sağladı. Keza çevremden sürekli duyduğum, aynen annemin yorumu gibi, beni bu filmde tanıyamadıklarıydı... Steve, kesinlikle önceki karakterlerimden çok daha farklı ve oyunculuğumu geliştirmeme olanak sağlayan bir karakter oldu. Önceki filmlerimden dolayı “genç ve utangaç çocuk” damgasını yemiştim, bu sefer farklı bir karakterle ortaya çıkmam benim için hem kişisel hem profesyonel anlamda bir başarı oldu. Eh, Mémoires Vives dizisinde de yine sorunlu bir karakteri canlandırıyorsun... Evet, Clovis de problemleri olan bir genç ama onun sorunları Steve’in yaşadıklarına yaklaşamaz bile. Steve bu anlamda çok daha hararetliydi, bu yüzden Clovis’yi kendime daha yakın buluyorum. Kaç kere Steve dediğimi saymayın sakın, ondan bahsederken kendimi kaybediyorum galiba. Set hayatının en keyifli yanı ne? Benimle aynı tutkuyu paylaşan insanlarla tanışmak... Tahmin edersiniz ki her setin farklı dinamikleri, farklı bir enerjisi var. Bu yüzden, kendimi sürekli yeni bir aileye girip çıkıyormuş gibi hissediyorum. Ve bu ailelerin kendilerine özgü karmaşaları aslında tüm sonucu etkiliyor. Ama, sonuç ne olursa olsun, bu dünyanın bir parçası olmak benim için büyük bir ayrıcalık. Bir filmin gerçekleşmesi çok büyük bir ekip işi. Oyuncular kadar ışıkçıların, ses teknisyenlerinin, saç ve makyaj ekibinin rolleri de önemli, bu kişilerden biri eksik olsa bütün çekimde aksaklık olur. Bugüne kadar çalıştığım tüm filmlerde, takım çalışmasına büyük saygı duyuluyordu, kimse sete geç veya hazırlıksız gelmiyordu ve herkes kendi işini en iyi şekilde yapıyordu. Kısaca, şanslıydım. En çok neyden korkuyorsun? Teknolojiden; çünkü bizi gittikçe daha tembel yapıyor. Doğru veya yanlış bütün bilginin ortalıkta olması da başkalarının sizin hakkınızda hikayeler üretmesine neden oluyor.
Setteyken telefonun nerede oluyor? Ah bu konuda çok dikkatliyim. Sette mümkün oldukça telefonuma bakmıyorum çünkü gelecek bir telefon veya mesaj dikkatimi dağıtıp o anki ruh halimi etkileyebilir. Oyunculukta duygularını kontrol altında tutmalısın çünkü kamera hepsini yakalar… Başarılı bir oyuncu olmakla büyük fedakarlıklar yapmak arasında nasıl bir ilişki var? Daniel-Day Lewis’in, My Left Foot’un çekimleri boyunca, beyin felci geçiren biri gibi yaşaması tarzında fedakarlıklardan bahsediyoruz... Bu bir gereklilik değil tabii ama canlandırdığınız karakterin sizi fethetmesi için böyle bir seçim yapmak size kalmış. Bana gelince, ben Mommy için ne yaptıysam bilinçsizce yaptım. Steve bilinçaltımı ele geçirdi. İki ay boyunca, set dışında da davranışlarım değişmeye başladı, tamamen onu yaşar hale geldim. Bakın, yine başladım. Neyse, daha kavgacı, daha hiperaktif, daha vahşi biri oldum... Kız kardeşim de, arkadaşlarım da beni tanıyamaz oldular. Annemse, ta ki filmi görene kadar, ergenlikte olduğum için böyle davrandığımı düşündü. Filmden sonra tüm bu davranışlarımın sebebini çözüp rahatladılar, tabii. Çekimler bittikten kısa bir süre sonra kendime döndüm. Ama nasıl ki her oyuncuda canlandırdığı karakterlerden izler kalıyorsa bende de bir şeyler kaldı; inkar etmiyorum. Oyunculuğun yanında başka güçlü tutkuların var mı? En büyük tutkum, günlük hayatın ta kendisi. Arkadaşlarım ve ailemle geçirdiğim zaman benim için gerçekten çok değerli. 11 yaşımdan beri kendimden yaşça büyük insanlarla çevriliyim, ve oyunculuk insanı kolaylıkla gerçeklerden uzaklaştırabiliyor. Size önemli bir şey söyleyeyim; Cannes’ın şöhreti ve parıltılı ortamı da beni bu konuda oldukça düşündürdü. Bir şekilde yanlış yola sapmamak için kendinize dışarıdan bakabilmeli ve değerlerinizi unutmamalısınız. Çok genel bir cevap olabilir ama oyuncu olmanın haricinde en önem verdiğim şey kendi doğrularımı ve inandıklarımı korumak. O zaman o normal gence soralım; Montréal’de hayat nasıl? Eğer sette değilsem, hayatım dünyanın herhangi bir yerinde 17 yaşında olan başka bir gencinkinden çok da farklı değil. Arkadaşlarımla takılıyorum, ailemle vakit geçiriyorum, okula gidiyorum ve tabii yapmayı sevdiğim şeylerde başarılı olabilmek için çok çalışıyorum. Bu kadar çalışıyor olmasam daha fazla uyur ve her abinin yaptığı gibi kız kardeşimle uğraşırdım. Gözlerini kapat ve bir müzik yıldızı olduğunu düşün; kimi görüyorsun? Eminem’i. Onun enerjisine ve orijinalliğine bayılıyorum. Peki ya bir kadın oyuncu olsaydın? Bütün başarılarına rağmen karakteri hiç değişmeyen Jennifer Lawrence. Hiç unutamadığın bir replik? “Bahşiş vermeyi gerekli bulmuyorum.” Rezervuar Köpekleri’nden Nice Guy Eddie’nin sesi hala kulağımda.
XOXO The Mag
dolce & gabbana helmut lang
philippe dubuc
acne studios philippe dubuc john fluevog
dolce & gabbana maison margiela
philippe dubuc
intentionally left blank Boş bir sayfa ve çıplak bir yüz arasındaki ortak nokta, ikisini de güzel bir şeylerle doldurma isteğimiz olsa gerek. İşte bu yüzden hareket noktamız niş kırtasiyenin göz dolduran parçaları. Onlara, bu çekimde sevdiğimiz markaların vazgeçilmez ürünleri eşlik ediyor. photography murat süyür/rpresenter realization aslin kumdagezer & ayşecan ipek
HEAVY DUTY Plumon’un özel markalarından El Casco, 1920 yılından beri ofis aksesuarları üreten güçlü bir İspanyol. Altın kaplama el tipi zımbanın ucunda ateşlenmeye hazır bekleyen ağır bir top yatıyor: YSL Touche Éclat. Bu ten kalemiyle ne yapmak gerektiğini artık hepimiz biliyoruz: Gölgenin ve karanlığın olduğu her noktayı onunla aydınlatmak mümkün.
GOOD LUCK AND GOOD NIGHT Plumon’un favorilerinden El Casco şans zili, masa üzerindeki diğer tüm objelerden rol çalmaya aday. YSL Baby Doll Kiss & Blush No 6 Rouge Libertine, bir joker ürün. Yanaklar ve dudakları anında canlandıran bu hafif köpük, tene değdiği anda kadifemsi bir matlık sağlıyor. Yüksek teknolojiye bir doz Baby Doll tavrı ekleniyor.
SEAL THE INK İpucu: YSL Baby Doll Kiss & Blush’ı göz kapağı üzerinde kullanmayı da deneyin. Sanatsal ürünleriyle ünlü İngiliz markası Winsor & Newton’ın çini mürekkepleri, kaliteleri dışında retro resimli kutularıyla da kalbimizi çalıyor. Renklerimiz: Vermilion, Brick Red, Scarlet ve Crimson. Francesco Rubinato divit kalem, zarif tüyüyle eski zamanlara ve mühürlü mektuplara saygı duruşunda.
ICE’N’GREEN Plumon raflarında yerini alan El Casco krom delgeç, Chanel’in buz efektli, kült olmaya aday ojesine ev sahipliği yapıyor. Beyaz ve buz yeşili arasında incecik bir çizgide duran Le Vernis koleksiyonundan 645 numaralı Paradiso, tek kat sürüldüğünde taze, iki kat sürüldüğünde ise retro bir etki yaratıyor.
LOVE LETTER Chanel Le Blanc Illuminating Brightening Concentrate, ışığını içeriden dışarı taşıran porselen bir cilde ve Mademoiselle’in incilerine göz kırpıyor. Bu konsantre ürün, sahip olduğu üçlü antioksidan aksiyonuyla lekeleri yok ediyor, ten rengini aydınlatıyor ve cildi yoğun nemle buluşturuyor.
THE THIN NUDE LINE Güzel bir resim çizebilmek için doğru kanvası yaratmak şart. Karum’un değerli Pebeo fırçaları, alışık oldukları yağlı boyadan vazgeçip daha ince ve nazik bir dokunun peşine düşüyor. Burberry Fresh Glow B.B. Cream, isminin hakkını sonuna kadar vererek cilde taptaze bir parlaklık kazandırıyor. Üstelik orada olduğunu hiç farketmiyorsunuz bile.
HIGH DEFINITION Dior Capture Totale Radiance Restoring Loose Powder 001 Rose Lumière, cilt bakımı ve makyajı şık ambalajında birleştiriyor. Dior laboratuarlarında yaratılan özel yapısıyla cilde değen ışığı müthiş bir yansımayla HD parlaklığına çeviren bu toz pudra, fırçasıyla kullanıldığında doğal, süngeriyle kullanıldığında ise bütün bir görünüm yaratıyor.
COLOR MATTERS Plumon’un zarif İtalyanı Francesco Rubinato’nun renkli ahşap kurşun kalemleri, bir Maestro’yu ağırlıyor. Giorgio Armani’nin iddialı fondöteni, ismini, sunduğu makyaj deneyiminden alıyor: Fusion Makeup. Dünya üzerindeki en ince kumaştan, Armani tarafından yaratılan Super Organza’dan ilham alan bu ürün, makyajsız makyaja ulaşmak için tasarlanmış.
THROUGH THE LENS Plumon’un vintage arşivinden siyah reçine mektup açacağı ve büyüteç set, ahşap kutusunda bir arada. Le Prisme Quatuor de Givenchy dörtlü far paleti, dumanlı makyaj için ideal. Renk: 04 Impertinence. Lacivert, granit ve nude tonlar arasında süren bu flört, tehlikeli olduğu kadar eğlenceli de. CUTTING EDGE Givenchy Noir Couture Volume Mascara, Nicolas Degennes tarafından akıllı bir formülle tasarlanmış. Lash Booster Expert kompleks ve keratin sayesinde kirpikleri koruyarak dolgunlaştırıyor, özel fırçasının siyah bölümü yoğun hacim yaratırken beyaz bölüm kirpikleri ayrıştırarak vurguluyor.
SOMETHING OLD SOMETHING NEW Karum’un hip ve hit parçalarından Krink Pencil ve Ink sokak sanatlarından başarıyla mezun olanların vazgeçilmezi. Bu graffiti malzemelerine Laura Mercier Smoky Suede Eye Colour Palette eşlik ediyor. Süete göndermede bulunan bu far paletinin renkleri: Noir, Black Magic, Graphite, Slate, Ivory.
SANDGLASS Christian Louboutin’in ambalajıyla rol çalan Nail Lacquer koleksiyonunun iddialı renklerinden Lady Twist, çivit mavisini tırnaklara taşıyor. Plumon’un seçkisi Francesco Rubinato Set’in başrolünde gövdesine yerleşmiş kum saatiyle özel bir tasarıma sahip üfleme cam divit kalem var.
WHAT’S YOUR TYPO Sayılar, büyük ve küçük harflerden oluşan ahşap Stampa set, Christian’ın ‘C’sine, ‘Dior’un ‘D’sine yer açıyor. Rouge Dior Baume No 488 Primerose, soğuk ve taze bir pembe tonuyla dudakları nemlendiriyor. Yoğunluğu isteğe göre arttırılabilen bu lip balm’ın gül yaprakları gibi koktuğunu da ekleyelim.
ACCESSORIZE YOURSELF Plumon’un vintage arşivinden özel bir parça. Özel ağırlıklarıyla ahşap kutusunda yatan şık terazi, Chanel Rouge Allure No 152 Insaisissable ile renk şokuna giriyor ve dengesini kaybediyor. Bu capcanlı mercan rengi, taşıdığı turuncu ve pembe tonlar sayesinde gerçek bir enerji takviyesi.
TECHNIQUE AQUARELLE Bir suluboya fırçası gibi nazik ve hafif. Karum’dan Moulin A Papier d’Arches Watercolor Block’un şık kabına takılıp sayfayı bir türlü çevirememek mümkün. Les Pinceaux de Chanel Small Tapered Blending Blush No 24 ve Concealer Brush No 10, profesyonel makyaja davet ediyor.
UNDERCOVER Plumon’dan Francesco Rubinato’nun neon renkli ahşap kalemleri, Agent Zero Shine’ı ustalıkla gizliyor. Benefit’in The POREfessional serisinden Shine Vanishing PRO Powder ise ciltteki istenmeyen parlaklığı gizlemek için. İster nemlenmiş cildin üzerine yüz pudrası olarak, isterseniz gün içinde makyajınızı rötuşlamak için kullanın.
FEATHER TOUCH Eski zamanlardan kalan görüntüsüyle insanda kalem yontma isteğini arttıran El Casco kollu kalemtıraş, Plumon’un bu markayla tanışma sebebi olmuş. Dior, Powder Eyebrow Pencil’in sütlü kahvesi, kaşların üzerinde yumuşak ve pudralı bir hat çiziyor.
GO MANUAL İş dudak, kaş, ya da göz kalemlerine geldiğinde onları kendi kalemtıraşlarıyla eşleştirmek mühim, bu sayede kalemlerinizin ömrünü uzatabilirsiniz. Dior’un sofistike bıçakları bu kez yeni kodlar ediniyor: HB ve F. Tombow 8900 ve 2558, silinebilir cümleler kurmaktan hoşlananlar için.
alina negoita kate carnegie travis speck allie smith hannah kuessner karmay, alexandra, kirsten, elena, maria, nora
BRIEFS
KATE LIKE BA
UIAT
Sokak sporunu sokak sanatıyla birleştirmek fikrinden yola çıkan Skateroom ekibi, The Estate of Jean-Michel Basquiat’nın kapısını çalıyor ve yeni bir kaykay koleksiyonuna imza atıyor. Henüz yapıtları sanat kabul edilmeden önce bile hayran olunan, ilham veren işler bu kez 11 parçalık bir koleksiyonda karşımıza çıkıyor.
FLAVOUR OF THE MONTH Greece is for Lovers, çağdaş ürün tasarımına Yunan havası katmak amacıyla kurulmuş bir tasarım stüdyosu. Lezzetli görünümüyle ilgi çeken ürünlerinden Flavour of the Month ise aslında beyaz mermer ve pirinçten yapılmış bir kağıt tutucu. Dondurma formunda tasarlanan ve en eğlenceli masa aksesuarlarınızdan biri olabilecek ürün, tasarımının bıraktığı izlenimin aksine oldukça ağır materyallerden oluşuyor.
CAR EN ETI ER Carven, Şubat ayında, köklerine geri dönüyor ve markanın 1957’de üretimine başladığı Vetiver’i yeniden raflara çıkarıyor. Parfümün yeni nesil notalarından sorumlu olan Francis Kurkdijan, notaların birleşimi için kendini ciddiye almayan bir erkek tasavvur ediyor. Pour Femme şişesinin yeşil olma sebebi de yine markanın köklerine ve yeşil olan her şeye hayranlık duyan Madame Carven’e bir gönderme.
STUDIO LIGHT Fotoğraf çekimlerinden günlük hayata yansıyan, pırıl pırıl ve mükemmel bir cilt. İşte Dior, bu zor görevi başarıyor. Stüdyo makyajının anında ışıltı veren, cildi mükemmelleştirici etkisi, aydınlatıcı cilt bakım uygulamasının devam eden ışıltısı… Bir fondötene ilk defa dahil edilen iki boyutlu ışık, Diorskin Star’ın sırrı. Koyu gölgeleri tamamen gizleyerek, parlak ve dengeli, lekesiz ve pürüzsüz bir ten yaratan bu fondöten incecik dokusuyla da dikkat çekiyor. Sahip olduğu özel pigmentler sayesinde, tek bir formülde makyaj ışığını, cilt bakımıyla birleştiriyor. Mineral pigmentlerle yüklenen, içi boş, yeni nesil silika boncuklar, yağlı cildin bile parlamasına fırsat vermeden ışığı yakalıyor ve cilde hapsediyor. İşte bu düzeltici ışık halesi, sizi günlük hayatınızdan çıkarıp profesyonel setlere, Natalie Portman’ın hemen yanına taşıyor.
XOXO The Mag
ACNE RE FALL
NAMIDİĞER KAYAK TİLİ
Tasarımcıların bitmeyen geriye ket vurma hallerinde takvimler Jonny Johansson için 1930’ları gösteriyor. Bu dönemin sporcu kadınlarında ilhamı bulan Johansson ve Acne ekibi işbu yılların kumaşlarını araştırmalarının odağına alıyor ve kalıplar geleceğe taşınıyor. Haliyle koleksiyon, alt metinlerinde feminizm ve özgürlük nidaları atıyor. Aksesuarlar arzu nesneleri listelerine eklendi, ayakkabılar için temkinli duranlara ve Acne’nin estetiğine uzak kaldığını düşünenlere önermemiz: Alıştığımız Acne’nin sınırlarının dışında, tam da bu yüzden Acne’nin ta kendisi.
DEVAMI... Céline ay başında Joan Didion’u objektif karşısında ağırladığı tek kareyi sayfalarımıza yollamış, barometrede hayranlık seviyesini zıplatmıştı. Kampanyanın devamı, merak eden, etmeyen herkes için Marie-Agnes Gillot ve Freya Lawrence’la geldi. Gözleriniz Daria Werbowy’i aramaya devam edebilir... Kamera arkasında yine yeni yeniden Juergen Teller’ın olduğu kampanya ve basit fikirleri muhteşem karelere dönüştüren fotoğrafçı için üşenmeyin ve bir dakika saygı duruşunda bekleyin.
BRIEFS
İLLÜ TRAT R
ARHOL
Campbell çorba kutuları ya da Marilyn Monroe’nun binbir renginden önce de Andy Warhol, New York’un en çok kazanan illüstratörlerindendi. Vogue ve Harper’s Bazaar için Raggedy Andy mahlasıyla freelance illüstrasyonlar yapan Warhol’un ilk dönem çalışmaları ve fotoğrafları, oturmuş estetiğinin ilk dönem örnekleri. Şimdilik 12 tanesi yayınladı, gerisi için takipte kalın.
L TRAILBLA ER KOLTUK SEVDASI Tasarımcı Marvin Reber, çocukların koltukta zıplama sevdasını (sadece koltukla sınırlı kalmasa da) görüyor ve artırıyor. Koltuğun kenarlıklarını demonte edilebilen iki ayrı minik koltukla tamamlıyor ve gövde kısmını ise istendiğinde enerjisini atamayanlar için minik bir yokuş haline getiriyor. Şehirdeki basit oyun alanlarının aslında evde de kurulabileceğine bir örnek olarak tasarlanan koltuk, işin özünde bir koltuk olmakla sınırlı değil.
XOXO The Mag
Karşılaştırmalardan imtina etsek de Louis Vuitton’un yeni sneaker’larının, Nike Air Yeezy ve Nike Jordans’ın en iyi taraflarını kendinde toplamış müthiş bir melez olduğunu düşünmeden edemeyen Highsnobiety ekibine biz de katılmadan edemiyoruz. Farklı materyal ve dokuları birleştiren tasarım, sokak modasının kalbine iniyor ve grafik göndermelerle klasik renklerde vücut buluyor. Siyah, beyaz ve Pantone’nin ilan ettiği üzere 12 ay boyunca yeni klasiğimiz olacak olan marsala seçenekleriniz arasında.
BOĞANIN BOYNU LARI Ü ERİNDEKİ DÜNYA Wang Ruilin, at yılında doğmasını etki-yaratım çemberine dahil edip, mitolojik hikayelere dalıyor. 3 parçalık bir heykel serisine imza atan Ruilin, Pursuit of Dreams çalışmasıyla, dünyayı hayvanların sırtlarında resmediyor ve Nicolaus Copernicus öncesi döneme ket vuruyor.
EYE DO IT ALL Linda Cantello’nun backstage deneyimleriyle yarattığı her ürün, makyajda yeni bir dönem başlatıyor. Eye & Brow Maestro da onlardan biri. Minik kavanozunun içinde sıradan bir krem far masumiyetinde yatan bu ürün, renk seçenekleri, su geçirmeyen krem dokusu ve özel tasarlanan aplikatörleriyle tek kişilik bir orkestraya dönüşüyor ve tüm göz makyajını sahipleniyor. Sarı, koyu sarı, açık kahve, kahve ve kestane renginin kaş, kirpik, göz, yüz ve hatta gerekirse saç için en uygun altı farklı tonunu renk skalasına ekleyen Cantello, 5 numaranın kontur için de uygun olduğunun altını çiziyor. Katıdan sıvıya, sıvıdan tekrar katıya dönen Eye & Brow Maestro, kalıcılığını 20 saat boyunca koruyabiliyor. Cantello’dan bir de ipucu: “Kaş çizgisini yükseltmek ve yüz hatlarını belirginleştirmek için Eye & Brow Maestro’yu doğal kaş renginin bir ton koyusunda bir fırça ile sürün.”
STATIONERY UPGRADED Ev ve ofis eşyalarının lüks ve sıradışı bir yorumu ile karşı karşıyayız. İngiliz tasarımcı Tom Dixon, Paris’te gerçekleşen Maison & Objet fuarında sergilediği kırtasiye ve ev eşyalarına metalin işlenmiş en modern halini entegre ediyor. Bakır zımba, pergel, cetvel gibi çalışma isteği uyandıran kırtasiye ürünleri bir kenara, evin dekoratif duruşunu değiştirecek büyüteç kapaklı kaplar ve bakır kaplı karaflar, evini ve işini sevmek isteyenler için alınacaklar listesinde.
BECAU E THE NI HT Paris’te bir gece, parıldayan ışıklar ve müzik. Kalabalık arasında Clémence Poésy. Objektifin ardında ise Mélanie Laurent. Bu iki Fransız kadınının aynı projede bir araya geliş sebebi Chloé’nin yeni parfümü Love Story. Neroli, portakal çiçeği, Madagascar yasemini ve sandal ağacıyla floral ve taptaze bir rüzgar estiren bu esans, kadınların özgürlüğünü kutluyor. Hayatı ve aşkı seven Chloé kadını, bu kez cazibenin modern hikayesinde başrolde. Ambalaj tasarımında aynı dili kullanmaya özellikle özen gösteren marka, bizi bu kez de hayal kırıklığına uğratmıyor. Her güne ve geceye yakışacak bir ‘ikinci ten’ parfümü yaratırken, şık cam şişeyle ultra-Parizyen bir objeye de imza atıyor.
145
XOXO ID ANNA ITCHOU UINA Tasarımcı K Bir basın ofisinde çalışıyordum. Bu sayede moda endüstrisi hakkında geniş bir bakış açısına sahip oldum. O dönemde herkes kişisel zevkimin çok güçlü olduğunu söylüyordu ve bu durum da madalyonun öbür tarafına geçmeme sebep oldu. C Uzun yıllardır kelimelerle oynuyorum ve not defterimde saklıyorum. Ardından da her mevsim için bir tema seçiyorum ve defterimdeki isimlere geri dönüyorum. İsimler iki ana grupta toplanıyor biri çift anlamlılar dediğim Poe(try), Wo(men), Al(one) gibi isimler diğerleri de kahramanlarım Heming(way), (War)hol, (God)ard...
Kesinlikle! Benim için ‘Less is More’ felsefesi geçerli. Çok fazla renk, desen ve üretim sizi tarzınızdan ve kişiliğinizden uzaklaştırabilir. Bence insanlar başka birisi olmak yerine kendi benliklerine sarılmalılar. H Ergenlikten beri şapka takıyorum ve ailemdeki bütün erkekler de şapka takar. Şapkalar benim için birer doğal şıklık öğesi. Her türlü kıyafete stil katıyor.
K Türkiye’de “orta”. Başka bir yerde de şekerli ve sade kahve içiyorum. E
F
A
Café de Flore’daki croque-monsieur ve salata.
Asla “asla” dememek lazım, fakat kapri pantolonlara ve flip-flop’lara alerjim var.
Kırmızı ruj.
F
Bu üslup mekanizması düşünsel süreci sıkılaştırıyor ve tek bir kelime, akıl ve düşünceler için geniş yollar açıyor. Ü Sevdiğim ve kullandığım şeyler hakkında koleksiyonlar yaptım. MSGM X TOILETPAPER
F Yeni gömlek koleksiyonum. Bu koleksiyonun üzerinde uzun bir süre çalıştım ve kendi işlerimi üretmek benim için çok önemliydi. Sonuçlar benim için gurur verici. İkinci koleksiyonum ise yolda.
Maurizio Cattelan ve Pierpaolo Ferrari’nin alametifarikası Toiletpaper, yine modanın sınırlarından giriyor ve MSGM’le ikinci işbirliğini İlkbahar-Yaz için sunuyor. Bu kez daha geniş bir skalada geliştirdikleri koleksiyonda sürrealizm yine yeni yeniden başrolden sesleniyor.
XOXO The Mag
BLACK O IUM Yves Saint Laurent, 1977 yılında Opium’u yarattığında kafasında canlandırdığı arzularının doruk noktasındaki bir kadındı: Zarif, stil sahibi, keskin zekası ve baştan çıkarıcı güçleriyle sadece kendisinin değil kimsenin unutamayacağı bir kadın. Sene 2015 ve biz yepyeni bir Opium kadınıyla tanışıyoruz. Hayatı kendi oyun alanı gibi gören, risk almaktan korkmayan, aydınlık ve karanlığı aynı vücutta birleştirebilen biri… Doğu’nun egzotik karışımlarını barındıran ikonik Opium da aynı bu kadın gibi değişiyor ve yüzünü geceye çeviriyor. 21. yüzyıla uyum sağlamakta zorlanmadan, şehirli, cool ve vahşi bir kimlik kazanıyor. Black Opium, bağımlılık yaratan, modern bir iksir: Üst notalarında kahve çekirdekleri, kalbinde beyaz çiçekler ve yasemin, en dipte ise vanilya ve odunsu notalarla koklayanları tutsağı haline getiriyor. Cesaretiniz varsa koklayın.
HA
Y OAT YEAR Y ALL
Yeni yıl ruhuna doyamadığınız anda devreye giren Çin yeni yılı imdadınıza yetişiyor. Çin mitolojisine göre Keçi Yılı olarak kutlanan 2015 adına yakışır bir saygı duruşuyla hayatımıza giriyor. Adidas, adından mütevellit bir koleksiyonla hem yılın anlam ve önemini belirten adımı atıyor hem de kağıt kesme sanatından esinlenerek yeni bir logo tasarlıyor. İşbu koleksiyon siyah, kırmızı ve keçi logosuyla 15 Ocak’ta raflarda yerini aldı.
COOL CULINARY 40 yıl boyunca deri aksesuarlar ve valizler tasarladıktan sonra elini daha küçük ölçekli tasarımlara uzatan Ghurka, mutfakla yakından ilgilenenlere sesleniyor. Chef’s Knife Roll, minimalizmin mutfağa uyarlanmış versiyonu. 8 parçalık bir bıçak takımına ev sahipliği yapan tasarımı almanız içinse mutfakta olağanüstü yeteneklere sahip olmanıza gerek yok, zira tüm ilgi yaptıklarınızdan çok yeni oyuncağınızın üzerinde olacak.
147
BACK TO THE CLA NO HAN O ER ART II
IC
Verda Alaton’un Afrika’ya saygı duruşunda bulunan, zamansız markası Tohum Design, bu kez klasik formların peşinde. Minimalist tavrını bir adım daha ileri götürerek sınır tanımayan, cesur ve soyut denemelerle şekillenen Tohum Classics, tek başına ya da birlikte kullanılabiliyor. Tüm yüzük modelleri, daha önceki koleksiyonlarla da uyum içinde. Feminen kimliklerine tutkuyla sahip çıkarken, güçlü ve bireysel olmanın da altını çiziyorlar. Bizse hepsi birbirinden özel bu tasarımların içinde dikkatinizi özellikle küçük parmak yüzüklerine çekiyor ve “pinky’lerin gücü adına” diyoruz.
Kış ayları sizin için yorgun ve akşamdan kalma bir görünüm demekse REN Skincare’in iki güçlü savaşçısıyla tanışmanızın tam zamanı. Calabria portakalından elde edilen kök hücreye, A, C ve E vitaminlerinden oluşan antioksidan teknolojisini ekleyen marka, V-Cense Youth Vitality Day Cream ve Frankincense Revitalising Night Cream ile gece ve gündüz bakımında yeni bir sayfa açıyor. Bu ikili, cildin hücre duvarını güçlendirerek gün boyunca oluşan zararı telafi ederken, ertesi güne çok daha dayanıklı, mimik çizgileri ve stresten gerilen bağ dokuları rahatlamış, canlı ve enerjik bir görünümle geçmeyi garantiliyor. Yaşlanma belirtileri, stres ve dış etkenlere bitki özleri ve vitaminlerin gücüyle karşı koyan günlük bir nemlendiriciye yoğun nem deposuyla soğuk mevsimin yıpratıcı şartlarını hafifleten, cildi siz uyurken yenileyen bir gece kremini ekleyin. Sonrasında ise rahat bir uykuya dalın. durumundasınız. Adapte ettiğimiz Rus öğelerine gelince, oraya ait hatıralarımız daha çok yaza ait kırsal hatıralar ve siyah beyaz fotoğraflar. Biz de bu öğeleri tasarımlarımızın alt metninde işlemeyi seviyoruz. R Çok yaygın olmasına rağmen bence hala en güzeli, yazın kırsal kesimde görebileceğiniz entariler.
XOXO ID MARIE MAROT Tasarımcı M Fazlaca taşınan bir markayız, yer değiştirmenin yaratıcılığa iyi geldiğini düşünüyorum. Şimdilerde Doğu Londra’da bir ofise taşındık, Broadway Market’ın tam köşesinde bir stüdyodayız. D
Kavramsal bir marka kesinlikle değiliz. Biz atmosfere, ruh hallerine, duygulara odaklanıyoruz ve kıyafetlerin giyinenine nasıl hissettirdiği üzerine düşünüyoruz. Yaratıcı süreçlerin tümü uzun duygusal bir yolculuk ve çaba gerektiriyor. Biz
tasarlarken bu yolculukta yaptığımız yanlışlarla kavga etmiyoruz ve onların bizi yeni tasarımsal değişikliklere götürmesine izin veriyoruz. Belki de bu söylediklerim tamamen markanın sahibi olmam ve perde arkasında neler olduğunu bilmemden kaynaklanıyor ve yaptığımız her şeye özel, melankolik anlamlar yüklüyorum.
İlkbahar-Yaz 2015 için pembenin ve mavinin daha soluk ve doğal renkleri. Beyaz ve elektrik mavi... Her sezon değişiyor olmasına rağmen, paslı renklere ve yeşillere karşı da vazgeçemediğimiz bir sevgimiz var.
Sanırım masalsı bir dokusu olduğundan ipek organzaya bayılıyorum. Sezon fark etmeksizin tüm mood boardlarımıza uyuyor. K Daha olgun renkleri oldukça parlak ve kendini gösterenlerle harmanlıyoruz. Sanırım marka olgunlaşma sürecini yaşıyor.
Bu soruna kendi markamız özelinde cevap verirsem, kültürel öğeleri çok fazla zorlamadan kullanmayı seviyoruz. Y Ve güncel kültürel öğelerin tasarımdaki varlığının tasarımcının doğal bir uzantısı Sabah için tonlarca alarm kurmak. olduğuna inanıyoruz. H
R
Günümüzün hızlı dünyasında güncel kültür öğelerine bağlı kalmanız kaçınılmaz. Hatta bağlı kalmak bir yana, hızlıca uyum sağlamak ve benimsemek
Güzel uzun bir uyku ve domatesli makarna.
XOXO The Mag
MC
UMA
Alexander McQueen’le uzun yıllar süren işbirliklerinin ardından Puma, yeni sezonda modaevinin küçük kız kardeşiyle flörte başlıyor. Ve birliktelik ikinici meyvelerini İlkbahar-Yaz sezonu için veriyor. MCQ’nun asi ve genç haletiruhiyesini Puma’nın estetiğiyle kesiştiren tasarımlar için heyecanlanmaya başlayabilirsiniz.
BİR ODADAN FA LA I Phaidon Books, dünyanın en çekici mekanlarını listelediği ROOM: Inside Contemporary Interiors ile bir odanın dört duvardan ibaret olmadığını gösteriyor. Kitapta; günümüzün yıldızı parlayan 100 tasarımcısının mekan, enstalasyon, otel, ev ve pop-up restoran projeleri iç mimari dünyasının önde gelen tasarımcılarının seçkisi doğrultusunda listeleniyor. Londra’daki Paul Smith mağazası, bambu ve saz çubuklarından yapılmış bir Vietnam barı ve Yeni Zelanda’daki Cardboard Cathedral gibi birbirinden farklı mekanların fotoğraflar ve illüstrasyonlarla tanıtıldığı kitaba kütüphanenizde hiç tereddütsüz yer açabilirsiniz.
BE T OF BUTT ‘Not your avarage gay magazine’ söyleminin bizatihi vücut bulmuş hali BUTT magazine, cep boyutundaki pembe baskısıyla, Gore Vidal, François Sagat, Marc Jacobs gibileriyle yaptığı açık saçık röportajlarıyla heteroseksüellerin de ilgisini yeterli miktarda çekmeyi başarmıştı malumunuz. Şimdi dergi en iyi sayfalarıyla Taschen’in kanatları altında bir kitap suretinde toplanıyor. Fantastik adamların fantastik dünyalarına fantastik bir giriş için sipariş ediniz.
SHKATULKA Shkatulka, Rusçada mücevher kutusu demek. Antik çağlarda Rusların değerli eşyalarını sakladıkları, gizli bölmeleri bulunan bu kutulardan esinlenen ürün tasarımcısı Lesha Galkin, onları çalışma masaları için düzenleyici modüller olarak yeniden tasarlamış ve ismini yine Shkatulka koymuş. Düzenli çalışma ortamı konusunda hassas bünyeler için rahat alanlar sunmayı amaçlayan ürün, dokuz farklı tasarımcının katılımıyla gerçekleşen IZBA projesi için tasarlanmış. IZBA ile amaçlanan, Rus geleneklerini ve değişmeyen tasarımlarını keşfetmek. Shkatulka’da, beyaz mermer ile soluk ahşap dokular bir araya gelerek İskandinav tasarım özellikleriyle bağ kuruluyor, sunduğu sayısız farklı düzenleme imkanı ile Rusların detaya verdiği önem tasarıma yansıtılmaya çalışılıyor. İncelikle hazırlanmış masa aksesuarı bu özellikleriyle bir puzzle (hatta biraz da Jenga) izlenimi uyandırıyor.
149
SET UP
MER AĞATAY
It’s Tea O’clock
Ömer Çağatay, iki yılı aşkın süredir “çay evi” kavramını oluşturan iki kelimeye ayrı ayrı özen gösteriyor. Türk çayına hürmet eden ve dünyanın dört bir yanından farklı çay türlerini barındıran Dem; Karaköy ve Bebek’te iki farklı atmosferde hizmet veriyor. Tabii bu sırada çayın geldiği ülkenin kültürüne atıfta bulunmayı da ihmal etmiyor. 60 çeşit çayın kendine özgü tadımını, çay tutkunu bir ülkede mümkün kılıyor. hazırlayan müjde metin fotoğraflar özkan önal
XOXO The Mag
1
2 T 1 2 R
22 2 R C
10 1 S S
C
R
2 S
0 R
5 S 11 T
T 1 2
T
12 1
S 2
E 5 D C C
0
1 R C
1 R
1 12 151
C 2 D
1 1 52 20 S 21 S 25 2 T 2 R 00 S S D
1
15
XOXO’nun mekanınıza gönderimi için mail atın: 123@coistanbul.com
7GR 37B 40 48A LOUNGE 180 COFFEE BAKERY 360 400DERECE ALL SPORTS ARTNEXT ARZU KAPROL ARKA ODA AŞŞK CAFÉ AYI BABYLON BACKHAUS BAHAR KORÇAN BALKON BALTAZAR BAYLAN BEBEK KAHVE BEJ CAFÉ BEYMEN BLENDER BIS WEAR BİSANFA BRASSERIE BLOOM BUTİK BUKA BREAD & BUTTER CAFÉ FİRUZ CAFÉ NERO CAHİDE CASİTA ÇELLO CEZAYİR CHERRY BEAN ÇEKİRDEK ÇOKÇOK THAI COOK SHOP CORVUS WINE & BITE COS COUPLE LUNCH PUB CREMERIA MILANO İSTANBUL CULINARY INSTITUTE CUPPA CAFÉ DA MARIO RISTORANTE & PIZZERIA DAI PERA DELICATESSEN DELIRIUM DEM CAFÉ DEN CAFÉ DERIN DESIGN DIVAN DIVANE DIZZIA CAFÉ ECE AKSOY EGERAN GALERİ ESMOD FERAHFEZA FLAVIO FOTİNİ FOUR SEASONS BOSPHORUS GALATA NO:5 GALATA BRASSERIA GALERİ ZİLBERMAN GALERİST GARAJİSTANBUL GEYİK GEZİ İSTANBUL GRAM GROOVE GÜNSELİ TÜRKAY H&M HABİTAT HAPPILY EVER AFTER HARDAL HARVARD CAFÉ HATİCE GÖKÇE HELVETİA HERA HILLSIDE CITY CLUB HOME ROOM HÜNKAR İSTANBUL MODA AKADEMİSİ İSTANBUL SETUP İSTİKAMET KARAKÖY JAMIE’S JOURNEY JUNO KABİNE NADİRE KAFİKA KAHVE ALTI KAKTÜS KAHVESİ KANTİN KARABATAK CAFÉ KARE ART GALLERY KARGA KASABIM KİKİ KIRINTI KOBİ KOMODOR KÖŞE BRASSERIE KRONOTROP KULİNATA KULP LA BRISE LE PAIN QUOTIDIEN LEB-İ DERYA LOKANTA LES BENJAMINS MAYA LOMOGRAPHY GALLERY STORE LONDON PUB LUCCA LULU’S LUSH HOTEL MAGNOLIA MAHALLE MAHLE MAMA SHELTER MAMBOCİNO COFFEE MANGERIE MANO BURGER MANUEL CAFE MASA MAVRA MESTA METİN GÜRSOY PR MIDNIGHT EXPRESS MIDPOINT MISS PIZZA MIXER ARTS MOC İSTANBUL MOMO MONO CAFÉ MSA MUAF MUHİT MUMS CAFE MUNCHİES CREPE & PANCAKE MÜNFERİT MUSE İSTANBUL NAAN BAKESHOP NAR PERA NESPRESSO NON GALERİ NOODLE TOWN OKAFE OPHORM OPS CAFÉ OPUS 3A OTTO PANDORA KİTAPEVİ PAPPA CAFE PARISTEXAS PAROLE PATİKA KİTAPEVİ PI ARTWORKS PICANTE PİLEVNELİ PROJECT PİLOT GALERİ PİOLA PLİEE PLUMON POINT HOTEL POP-UP CAFÉ PROPAGANDA QUE TAL RAVONUA 1906 SUITES RAFİNERİ MİLLİ REASÜRANS SANAT GALERİSİ ROBİNSON CRUSOE SALOMANJE SAN LAZZARO TRATTORIA PIZZERIA SANAT GALERİSİ SELFESTATE SİMAY BÜLBÜL ŞİMDİ/NOW SİMURG KİTAPEVİ SMYRNA SNTRL DÜKKAN SOSA STAY SUGAR CAFÉ SUSAM CAFÉ SUSHI EXPRESS SUSHICO SWEDISH COFFEE POINT TAKKUNYA ÖKTEM&AYKUT GALERİ TAPS TASARIM BOOKSHOP THE HOUSE APART THE HOUSE CAFÉ THE HOUSE HOTEL TOST BİLDİKLERİM TOUCHDOWN TRIBECA UGLY ULUS29 UNTER URBAN VOGUE W ISTANBUL WE WHITE MILL WON-DİJİTAL AJANS XFLATS YER CAFE YILDIRIM ÖZDEMİR ZENCEFİL ZEPLİN Sadece standart teslimat ücreti ödeyerek abone olmak için aşağıdaki link’e gidin. www.xoxothemag.net/printed-magazine XOXO The Mag