005 FASHIONMUSICARTDESIGN EYLÜL2010 ÜCRETSİZDİR
TERENCE KOH (38) ANNA DELLO RUSSO (06) KING OF COOL (12) DIE BERLINER BENGEL (26) M.I.A. (50) JANELLe MONÁE (54) GIRL-BOY-TOYS (65) ACQUACALDA (122)
xoxothemag.net facebook.com/xoxothemag twitter.com/xoxothemag
INDEX 005 FASHIONMUSICARTDESIGN EYLÜL2010 ÜCRETSİZDİR
EDITO NEWS BERLIN POLL TERENCE KOH MUSIC GAMES WHO IS THIS? GIRL BOY TOYS CAMPER FRIENDLY SHOP PARISPARIS NEW YORK LEYLA’NIN POP UP GALERİSİ DESIGN AGENDA PARTY PICKS
xoxothemag.net FASHIONMUSICARTDESIGN
TERENCE KOH (38) ANNA DELLO RUSSO (06) KING OF COOL (12) DIE BERLINER BENGEL (26) M.I.A. (50) JANELLE MONÁE (54) GIRL-BOY-TOYS (65) ACQUACALDA (122)
fotoğraf sezer arıcı
Basım MAS Matbaacılık A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No: 3 Kağıthane 34408 İstanbul Tel: +90 212 294 10 00 pbx
CO PRODUKSIYON YAYINCILIK REKLAMCILIK VE ORGANIZASYON TIC. LTD. STI. .
SÜLEYMAN SEBA CAD. ACISU SK. NO:7/3 MAÇKA / ISTANBUL T: +90 212 2590669
004 006 026 035 038 049 062 064 066 075 083 088 098 102 108 111 119 127 131
xoxothemag.net facebook.com/xoxothemag twitter.com/xoxothemag
Index 005 FASHIONMUSICARTDESIGN EYLÜL2010 ÜCRETSİZDİR
EDITO 004 NEWS 006 BERLIN 026 POLL 035 TERENCE KOH 038 MUSIC 049 GAMES 062 who ıs thıs? 064 GIRL 066 BOY 075 TOYS 083 CAMPER FRIENDLY 088 SHOP 098 PARISPARIS 102 NEW YORK 108 LEYLA’NIN POP UP GALERİSİ 111 DESIGN 119 AGENDA 127 PARTY PICKS 131
xoxothemag.net FASHIONMUSICARTDESIGN
TERENCE KOH (38) ANNA DELLO RUSSO (06) KING OF COOL (12) DIE BERLINER BENGEL (26) M.I.A. (50) JANELLE MONÁE (54) GIRL-BOY-TOYS (65) ACQUACALDA (122)
fotoğraf sezer arıcı
Basım MAS Matbaacılık A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No: 3 Kağıthane 34408 İstanbul Tel: +90 212 294 10 00 pbx
CO ProduksIyon Yayıncılık Reklamcılık ve Organizasyon TIC. LTD. STI. . Süleyman Seba Cad. Acisu Sk. No:7/3 Maçka / Istanbul T: +90 212 2590669
x Hayatı benzersiz kılan tercihlerinizdir. 38°K – Seferihisar, Türkiye
Her insan, her aile ve her yaşam birbirinden farklıyken, yatırımlarınızı değerlendirme şekliniz neden farklı olmasın? HSBC Premier, Birikim Yönetimi Hizmeti ile paranızı tercihlerinize uygun olarak yönetebilmeniz için size benzersiz çözümler sunuyor. • Tüm şubelerde öncelikli hizmet • Kişiye özel Premier Müşteri Temsilcileri ile birikimleriniz için uzman görüşü • Korumalı fonlardan hisse senedi işlemlerine kadar geniş yatırım seçenekleri • Mevduat ürünlerinde avantajlı faiz oranları • Önceliklerinize göre tasarlanmış bireysel emeklilik çözümleri Ayrıcalıklarla dolu bir dünyanın ilk adımı HSBC şubeleri, premier.hsbc.com.tr veya 444 0 112’de. Yaşamınızın sınırlarını siz belirleyin. Sizinleyiz.
HSBC Bank A.Ş. tarafından yayımlanmıştır. Premier, HSBC Bank A.Ş.’nin sunduğu bir hizmet / ürün paketidir. Mevzuata, hesap açma kriterlerine ve yerel düzenleyici kurallara tabidir. 45’i aşkın ülke ve bölgede mevcuttur. HSBC Bank A.Ş. acentesi olduğu emeklilik ve sigorta şirketlerinin belirli ürünlerinin satışına aracılık hizmeti sunmaktadır.
XOXO, TRANSFORMATION FOR THE FUTURE NE OLDUYSA OLDU, EYLÜL GELDİ, EKİBİMİZ YENİLENDİ. YENİ DE BİR OFİSİMİZ VAR ARTIK. EKİBİMİZE DAHİL OLAN FOTOĞRAF SANATÇILARI, İLLÜSTRATÖRLER, MODA EDİTÖRLERİ, VİDEO SANATÇILARI, MÜZİK YAZARLARI, BLOG YAZARLARI, GALERİ ÇALIŞANLARI, MODELLER, MARKA KURUCULARI, GRAFİK TASARIMCILAR, ONLINE EDİTÖRLER VE YENİ REKLAM VERENLERİMİZ İLE YARATTIĞIMIZ GELECEĞİ BÜYÜTÜYORUZ. XOXO’YU ELİNİZE ALDIĞINIZDA BUNU GÖRECEKSİNİZ. TERENCIA’S SELF-DESCRIPTION KAPAK KONUĞUMUZ TERENCE KOH, İÇİNİ DIŞINI ŞİİRLER İLE ANLATTI, BEYAZLAR İÇİNDE… FATİH’TEN SULTANAHMET’E UZANAN GEZİSİ SIRASINDA SEZER ARICI VE ABDULLAH İNAL TARAFINDAN GÖRÜNTÜLENDİ. BU DA BİR HİKAYEDİR, AMA SİZİNLE SADECE FOTOĞRAFLARI PAYLAŞIYORUM. XOXO’S PHOTOGRAPHY DERGİMİZİN İÇİNE GİZLENEN CAMPER DOSYASI, DENİZ ÖZGÜN’ÜN FOTOĞRAFLARI VE ERKUT TERLİKSİZ’İN İLLÜSTRASYON KURGUSU İLE HAZIRLANDI. SAKLANDIĞI YERDE ONU BULUN VE KARIŞTIRIN. AYRICA, BERLİN’DE 7 GENÇ TASARIMCI VE KOLEKSİYONLARI İLE İLGİLİ BİR BÖLÜM HAZIRLADIK, YENİDEN, MODA İÇİN HİP OLAN BERLİN’İN SOKAKLARINDA GERÇEKLEŞEN ÇEKİM ÖZGÜR ALBAYRAK’A AİT. VE YENİ SEZONA BAKIŞIMIZI FOTOĞRAF SANATÇILARI BARIŞ AKTINMAZ, ÜMİT SAVACI VE MURAT SÜYÜR’ÜN GÖZÜNDEN GÖRMELİSİNİZ…
PS. I LOVE THE NEW XOXO TEAM!
OLGA TORAMAN
Freelancer Automatic chronograph Power reserve: 46h Water resistance: 100m / 330ft Sapphire crystal with antiglare treatment Folding clasp with double push-security system www.raymond-weil.com
news people
FASHION MANIAC Anna
Dello Russo
“Bazı tasarımlar vardır, rüya gibidir. Ben de rüyaları giymekten büyük zevk alırım” diye böbürlenen stil ikonu Anna, şu geç gelen şan ve şöhretini, ‘Sartorialist’in sahibi Scott Schuman’a borçlu olduğunu her yerde söyler durur. Tabii ki, bu şan ve şöhretin iki kare fotoğrafla geldiğini düşünmek Anna’nın kahvaltıya pijamalarıyla ineceğine inanmak kadar saflık olurdu. O; “Benim için, arkadaşlarıma bir kahve içmeye gitmek veya çok önemli bir baloya katılmak arasında hiçbir fark yok. Abartı, başarının tek sırrı, çünkü her yerde kendini farkettirir.” Dijital toplum mantığı ve yanında getirdiği ‘çek-yayınla-paylaş’ taktiği, aslında işlerinde zaten büyük zaferlere imza atmış olan isimlerin daha da ön plana çıkmasına yardımcı oldu. Bu paylaşımı bu kadar popüler hale getiren Anna’yı bir anda herkesin gıpta ettiği bir ikona dönüşten cazibenin kaynağı neydi?
illüstrasyon merve akyel
Anna Dello Russo bir röportajında şöyle der: “12 yaşındaydım, yağmurun damlasının bile düşmediği bir şehirde okuyordum ve arkadaşlarım okula şemsiye ile gittiğim için dalga geçiyorlardı. Anlamıyorlardı ki, Fendi şemsiyem ve Fendi ayakkabılarım, çantamı ve montumu tamamlama görevine sahipti...” Helmut Newton’ın “fashion maniac” olarak tanımladığı Anna delidir, ne yapsa yeridir. Moda
sektöründe çalışanlar, çalışmak isteyenler, modayı sadece izlemekle yetinenler ya da onun yüzünden her sezon gardrop değiştirenler bilirler; o büyülü ‘catwalk’ yaklaşık 15 dakika sürer, modeller podyumda boy gösterirler ve sahne arkasına geri dönerler. Ama Anna Dello Russo’nun hayatını bir podyum olarak düşünecek olursak, o, pozunu verip geri dönmek yerine, aynı şaşalı kıyafetlerle podyumundan gerçek hayatına devam eder.
Anna, Puglia’nın en güzel şehirlerinden biri olan Bari’de doğdu. Eğitimini moda dünyasının en havalı isimlerini yaratan Marangoni’de tamamladıktan sonra uzun yıllar Vogue’da çalıştı. Hala Vogue Nippon’da yayın yönetmeni görevinde. Kendisi hakkında daha az bilinen fakat çok daha fazla ilgi çeken detaylarsa Roberto Cavalli’nin başarısının ardındaki isim olması. Cavalli’de, 10 yıl süren tasarım deneyimi, markanın bugünkü abartılı-şık havasını yakalamasına ve Anna açısından bakıldığında da onun moda dünyasındaki en güçlü isimlerle tanışıp, kendi bağlantılarını oluşturmasına yaradı. ‘90’lı yıllardaki popülerliğini geri kazanmaya çalışan Moschino, soluğu Anna’nın kapısında aldı. Kendisini en son Moschino’nun Plastic’de
verdiği partide gördüm; üzerinde markanın son lookbook’undaki inci detaylı lacivert tayyörü vardı. Her yere yanında taşıdığı Cucciolina’yi nerede bıraktığını sorduğumda: “Evde. Bu yüzden çok kalamayacağım bu gece. Bu arada farketmedim sanma, ayakkabıların çok güzel” diye yanıtladı. O kadar kalabalık bir partide, zifiri karanlıkta böyle bir kadının ayakkabılarımı farkedebilmiş olmasına şaşırmamalı. Moda haftasına davet edilen tüm uluslararası blogger ve gazetecileri evinde toplayıp, sayısı binlere varan ayakkabı koleksiyonunu göstermesi, en sıkı hayranlarından Lorenzo Oddo tarafindan tasarlanmış 10 adet ayakkabısının olması, ‘Anna Dello Russo tişört Projesi’ni destekleyip satışları için YOOX ile anlaşması, yakında Beyond adında bir parfüm çıkarması onun renkli hayatında yaptığı kendi moda şovunun kesitleri. IED Moda Akademisi’nin yarışmasında jüri olarak, yarı İngilizce, yarı İtalyanca: “Vintage’i ben de severim de, keşke bu kadar eski bir çanta seçmeseydiniz, içinden fare çıkacak...”, “Ben cool değil, moda olmak istiyorum; üç günlük bir New York çıkarması için iki kocaman valiz yeterli, bir giydiğinizi asla bir daha giymeyin. Elbisenin ömrü bir fotoğraflıktır”, “Satın almayı severim, showroom’lardan ödünç almışlığım pek yoktur, çok zengin bir couture elbise koleksiyonuna sahibim” cümleleri onun yaşam tarzını özetliyor. Stefano Gabbana ile yakın dostluğu, internetteki ‘Anna Dello Russo ile Bavul Toplama’ önerileri, blogu, kıyafetleri ile kendinden asla bıktırmayacak bir kadından söz ediyoruz... yiğit turhan
news brand
Kiehl’s Anılar Vol I. Gecikmiş
randevu
Şehirli profesyonellerin derdi, ciltlerine uygun nemlendirici bulabilmek. Şehirde, cilt tiplerine göre değil ama ona nasıl baktıklarına göre ayrılan insanlar ayrı kabilelere mensup topluluklar olarak yaşamaya devam ediyorlar. Soylarının tükeneceği yok; çünkü hepsine sorduğunuzda en iyi ürünleri kullanıyor, bir kremin verdiği mutluluk ile ayakta kalıyorlar. Kimileri içinse durum tam tersi; cilt hakkında bilmek istedikleri tek şey vücudu örttüğü mutlak gerçeği. Bunlar, eşlerinin David Beckham’ı örnek almasını istemeyenlerin oluşturduğu bir kesim. Hatta adamlar da David Beckham’ı oynadığı futbol dışında bir yere koymuyorlar; belki abartıyoruz ama maçı bile izlemiyorlar. Benim için cilt, ‘ruhani’ olana ulaşmanın kapısının aralandığı yer. Bu yüzden, bu saflığa ulaşma yolunda kozmetiğin akıl çeldiriciliğine kapılmadan, piyasa ürünleri dışında bir yerde postu emin ellere bırakmak niyetindeyim. Bunun için uzunca zaman etrafımda kim yurtdışına çıksa ısmarladığım tek şey Kiehl’s oldu. İlk kullandığım ürün, Alman bir arkadaşımın salatalıklı vücut kremiydi. Sonrasında ambalajındaki sadelik, 1800’lerden gelen bir farmakoloji geleneği olarak markanın kullandığı ecza formülleri gibi özellikleri sayesinde Kiehl’s’ın müptelası olup çıktım. Şehirde kimin banyosunda Kiehl’s görsem, gizli bir gruba dahilmişim gibi, kendimi o kişiye daha yakın bile hissediyordum. Kimi sosyal psikoloji testlerine olan uygunluğum Kiehl’s’ın bendeki tesirini açıklıyor. O zamanlar eczaya olan güvenim ise takip ettiğim Nükhet Duru reçetelerinden geliyordu. Çünkü
Nükhet Duru bugün cilt bakımı dediğimiz şeyin ‘kadın programları şubesi’ diyebileceğimiz bir konumda bulunuyor. Kiehl’s’ın gelişi için söyleyeceklerim, muhteviyatı meyveler olan peeling’lerinin yaşattığı egzotik hisler dışında, çizgi dışı olan herkesin çalışma masasının ilham sensörü olarak düşünebileceğimiz isimleri ile markanın işbirliğini de kapsıyor. Örneğin, bu yıl markanın Earth Day şerefine ürettiği ‘Kiehl’s Açaí Damage-Protecting Toning Mist”, dört farklı versiyonda üretilmişti. Jeff Koons, Julianne Moore, Pharell Williams ve Malia Jones’un tasarladığı şişelerde üretilen yeni Kiehl’s’ların kampanya fotoğrafları için marka sahipleri deklanşörün başına da David LaChapelle gibi bir fotoğrafçıyı yerleştirdi. Marka geldiği geleneğin sınırlarını korumaktansa herkese hitap etmemek gibi bir düsturla da hareket ediyordu. Kiehl’s uzaktan akrabaları olan bu isimlerle bendeki mevcudiyetini sağlamlaştırdı. Şimdilerde ise kurtulmak istediklerimizi kazıyacağımız aromatik peeling’ler ve önemli bir gece buluşmasında etkili konuşmanın fiziksel koşullarını sağlamak için sürülen bir lip balm için uzaklara gitmeye gerek kalmayacak. Bizi, farmakolojik olarak test edilip onaylanmış ruhsallığımıza kavuşturmak için Kiehl’s şehirde.
Amatör Fotoğrafçılara, Profesyonel Çekim
Artık profesyonel kalitede fotoğraflar çekmek için, profesyonel olmanız gerekmiyor. Sony NEX-5 ultra kompakt dijital fotoğraf makinesiyle, fotoğrafınızın kahramanını, arka planın netliğini değiştirerek öne çıkarabilirsiniz. Dünyanın en küçük ve en hafif, değiştirilebilir lensli, Full HD çekim özellikli dijital fotoğraf makinesinden, sadece hayal gücünüzle sınırlı fotoğraflar... Sony Eurasia Pazarlama A.Ş., bir Sony Corporation Japan Kuruluşu olup, ‘Sony’ ve ‘make.believe’ Sony Corporation Japan’ın tescilli markalarıdır.
news item
Modanın pahalı oyuncakları
Stylish Dolls
Benden duymuş olmayın, Roberto Cavalli’nin ajandasında bir bebek tasarlamak var. İki hafta önce Paris’e, Frankie Morello’nun, Andrew Yang ile projesini tamamlamaya gittiğimde, her iletişimcinin gündeminde bu dedikodu vardı. Yoksa oyuncak bebekler, sezonun yeni siyahı mı olacak? Aslına bakarsanız, modayla oyuncak dünyasının birbirine karışması çok da yeni birşey değil. Paris’deki Musee de La Poupe’deki binlerce Euro’luk, her biri özel ışıklarla aydınlatılmış ‘Superdoll’ koleksiyonunu gördükten sonra Louboutin’in Barbie’ye bir çift kırmızı tabanlı topuklu ayakkabı tasarlamasını çok da yaratıcı bulmadım. Nedenine gelince… Barbie ile ilgili tüm projelerin arkasında genelde Mattel var; yani yüzbinlerce Euro’luk anlaşmalar sonucunda ortaya bu mass market ürünleri çıkıyor. Mattel, bunu daha önce Ken’i Gareth Pugh’un,
Barbie’yi Martin Margiela’nın ellerine bırakarak kanıtladı. Yaratıcı diye nitelendirilebilecek bir konseptin içinde kesinlikle ‘kişisel’ ve ‘insiyatif’ kelimeleri bulunmalı. Böyle hayata geçmeli. Andrew Yang’dan bahsediyorum; doğru tahmin ettiniz. Andrew Yang, Brooklynli bir tasarımcı. Bundan birkaç ay önce, tüm uluslararası basını, ‘The Block’ ile anlaşarak hazırladığı ‘The Kouklitas’ koleksiyonu ile şaşırttı. Tamamen elde hazırlanan, her biri türünün tek örneği olan, yaklaşık 70 cm’lik bu bez bebekler, kah Marc Jacobs kah Lanvin giydiler. Her biri binlerce Euro’ya alıcı bulan bebekler, şimdi Avrupa turuna çıkıyor. Bu sefer bavullarında sadece Frankie Morello ve Alexander McQueen imzalı elbiseler var. Andrew, McQueen’in başladığı yere, yani Londra Moda Haftası’na gidecekler; oradan Milano’ya geçerek Frankie Morello’nun kendileri için 23 Eylül’de verdiği
kokteyle katılacaklar. Sonra tüm koleksiyon ile Paris Moda Haftası’nı sallayacaklar. Frankie Morello, genel olarak ironik ve başına buyruk bir marka. Sezon trendlerine çok da aldırmayan, kendi bildiğini okuyan ve yaptıkça şaşırtan bir tarza sahip. Andrew Yang’ın kendileri için tasarladığı bebeklerden birini alıp yaz boyunca şehir şehir dolaştırmışlar; üstüne bir de bebeğe blog yazdırmışlar. Bebeğin, Eyfel Kulesi önünde kahve içerken, Bodrum’da güneşlenirken, İstanbul’da gecelere akarken fotoğraflarını görmek, hatta onu facebook’da ‘Mirian Morello’ adıyla eklemek mümkün. Paris’te bizzat tanıştığını söylediği Superdoll’larsa en az Andrew Yang’ın koleksiyonu kadar ilgi cekici. Paris’te bebek müzesine girdiğinizde fotoğraf çekmek kesinlikle yasak. Çünkü Superdoll koleksiyonu, her biri binlerce Euro’ya kapışılan, tamamen
‘couture’ bebeklerden oluşuyor. İşçilik öylesine inanılmaz ki, sanki kocaman insanları küçültüp vitrinlere koymuşlar. Baktığınızda bebek olup olmadıklarını iki kere düşünüyorsunuz. Aynı işçiliği uzun bir süre önce, Viktor & Rolf’un sergisinde görmüştüm. Hiçbirimizin unutamayacağı o yataktan fırlamış kız tipini bile ufacık, porselen bir bebeğe donüştürmüşlerdi. Gerçi bu ikiliden beklentilerimiz her zaman çok yüksek. Gönül Yazar taşbebek, Banu Alkan Afrodit olduğunu savunadursun; moda dünyası git gide kalitesi ortaya koyan bebekler üretiyor. Ve sanırım bu trend daha uzun bir süre devam ettirilecek. Mert ve Marcus’un çekimlerini yaptığı ‘Love’ dergisinin eylül kapağını gördünüz mü?
yiğit turhan
news coolsessionsbycantanca
King of Cool Vintage
Amerikalılar son 50 yılda bu ünvana sadece üç adamı layık buldular: Steve McQueen, Robert Redford ve Paul Newman. Tartışmak yersiz; çünkü mevzu uzun ve sonuç almak da zor. Aynı isimli filmde oynadığı için Steve McQueen bu tanıma daha yakın duruyor; Robert Redford ise sadece bir yakıştırmadan ibaret.Bana göre o adam, çok nadir rastlanan “saint and sinner” tarzı bir hayat yaşayıp, 2008’de ölen Paul Newman’dır. Konumuz aslında saatler. Peki, o zaman “Paul Newman da nereden çıktı, başlık ne alaka?” diye düşünürseniz bu işten hiç anlamıyorsunuz demektir. Yukarıda adları yazılı üç adamın, her şey bir yana, bir ortak noktaları daha var; o da Rolex. O zaman anlatmaya büyük efsane Rolex Daytona, yani nam-ı diğer ‘The Paul Newman Daytona’ ile başlayalım...
1961 yılında üretilmeye başlayan, ismini o günden bugüne sponsoru olduğu Florida’daki ‘24 Hours Daytona’ yarışlarından alan, yıllarca mağaza raflarında 300 Dolar’a alıcı beklemiş (bugün internette replikaları daha pahalı fiyatlara satılıyor) o dönemin Daytona’ları, bugün koleksiyonerler tarafından en aranılan saatlerin başında geliyor. Saat toplayan biri olarak “yaşayan efsane” tanımına her ne kadar karşı çıksam da bunlar, mazisinde bir tarih yatan saatler; sevmesek de saygı duymak lazım. Paul Newman, bu saati ilk olarak 1969 yılında bir otomobil yarışçısını canlandırdığı ‘Winning’ filminde takıyor. Oradan aldığı ilhamla, 1972 yılında profesyonel yarışçılık hayatına atıldığında, karısı Joanne Woodward kendisine bir ‘Rolex Daytona’ hediye ediyor ve saatin kaderi o dakika değişiyor. Aslında bu tarihten itibaren Rolex’in Daytona reklamlarını bıçak gibi
Daytona
kesmesi (ki bugün hala yapılmasa da Rolex’in dünyada en çok reklam harcaması yapan saat firması olduğunu da not düşelim), akabinde bugün 5-6 yıl gibi bir sürenin telafuz edildiği bir “waiting list” oluşması ve fiyatların yükselmesi, sadece bir rastlantı mı, yoksa kasıtlı bir hamle mi net olarak bilinmiyor. Ancak Paul Newman’ın büyük bir Rolex hayranı olması dışında onunla Rolex arasında hiçbir zaman organik bir bağ bulunamadı. Tahminim, artist markanın, marka artistin hayranı; yıllar boyu, bilerek ya da bilmeyerek birbirlerini tetikleyip durdular. Ölümüne dek, Paul Newman beş ayrı Daytona takmış; eşinin hediye ettiği ilk saati olan ‘Exotic Cream Dial Daytona’yı yaklaşık bir yıl sonra kaybettiği sanılıyor. Bugün, o saati elde edebilmek için belki bir filmde yardımcı aktör rolünü oynamak zorunda kalabilirdi. Diğer yandan, saat mafyasının bize sunduğu Rolex’in ‘Robert Redford Submariner’ı tam anlamıyla fos çıktı; Rolex ‘Steve McQueen Explorer II’ ise bir heyecan kıpırtısı yarattı ama beklenen ilgiyi görmedi. Piyasası 10 ila 20 bin Dolar’lar civarında olan bu saati Rolex,
“Steve yaşasaydı, gerçek hayatta Rolex takardı” hikayesiyle yeniden gündeme getirmeye çalışıyor. Marka, 80. doğum günü şerefine önümüzdeki yıl ‘Orange Dial Explorer II’yi çıkaracak. Halbuki geçmişte McQueen Tag Heuer reklamlarından para kazandı. Paul Newman öyle mi, bir gün bile kolundan çıkarmamış Daytona’larını, her çektirdiği fotoğrafta göstermiş saatini… Saatler, özel yapımlar haricinde, solak insanlar için yapılmaz. Sağ elini kullanan bir erkek, saati aynı tarafa takmaz. Saat, kullanmadığınız kolunuzda durmalıdır ki hem mümkün olduğu kadar az hasar görsün, hem de yegane aksesuar olarak hakkıyla teşhir edilebilsin. Steve ve Robert solaktı; anormal bir durum ama taktıkları Rolex’ler sol bilekleri için yapılmıştı. Paul, sağ elini kullandığı için sol koluna taktığı saatin hakkını tam olarak verirdi. Hikayesi olan bir saatin teknik detayları bizi pek ilgilendirmemeli. Paul Newman’ın kalbi durduktan 72 saat sonra son taktığı ‘Daytona’sı da durmuş olmalı; ben öyle hissediyorum. Daytona’ların ömrü üç gün, sahibi dokunmazsa; saatler de insanlar gibi…
news art
HUSSEIN İSTANBULLU CHALIYOR
‘’I Am Sad Leyla ( Üzgünüm Leyla)’, 2010, performed by Sertab Erener, film still. Lisson Gallery ve sanatçının izniyle.
Üzgünüm Leyla
Bu yaz bu kadar zengin bir Hussein Chalayan hasatı olacağını biz de tahmin etmiyorduk. İstanbul Modern’deki Hussein Chalayan sergisi, menşei tasarım olan bir sanatçı ile kurumdaki içeriği biraz olsun değiştirdi. Bunun sonucu Dice Kayek sergisi ile taçlandı; Chalayan sergisi sonrası şehirde çıkan “Tasarım sanat mıdır?” adlı lise münazarası da bizlere armağan edildi. Tartışmada kimse ikisinin de toplumsallığı ile ilgilenmiyordu. Gören, moda ile ilgili 1930’lardan bir metin okuyoruz sanır. Bu arada, enerjiyi buraya harcamayıp, direksiyonu Londra’ya kıralım. Nasılsa adımız “İstanbul’da yaşadıklarının farkında olmayanların” dergisine çıkmış, “Bu giriş okuyucuya fazla bile” diyelim geçelim. Hussein Chalayan bavuluna, geleceğine çok güvendiği İstanbul’dan musiki bir eseri atıp koşa koşa Londra’ya döndü. Bu eserden yola çıkan, küratörlüğünü Greg Hilty’nin yaptığı “Üzgünüm
Leyla - I am Sad Leyla” adlı sergisinde ise sanatçı bu sefer bizleri ne bir video ile kimlikler arasında bir yolculuğa çıkarıyor, ne de antropolojik bir karpuz sahnesi gösteriyor. Londra’daki Lisson Gallery’de 8 Eylül - 2 Ekim tarihleri arasında açık kalacak olan sergi, yine sanatçının göç ettirdiği kendi kimlikleri arasındaki dağılmışlığını konu ediyor. Bu yeni enstelasyonunda, Sadettin Kaynak’ın Segah makamında başlayıp Nihavend makamı ile biten “Üzgünüm Leyla” eserini Osmanlı altyapılı bir orkestrasyon ile Sertap Erener’e söyleterek eserin kendi içindeki farklı kültürel katmanları bugünün içeriği ile yeniden diziyor. Enstelasyona ek olarak ses, film, heykel ve notasyonun da gösterildiği serginin Hussein Chalayan işlerinden alışık olduğumuz bir “gesamtkunstwerk” niteliği taşıdığı söylenebilir. Bu kadar fazla içeriğin bugünün yorumuyla Londra’daki sanat izleyicisine ne söyleyeceği ise
merak konusu. Stefano Pilati’nin 2011 ilkbahar - yaz erkek koleksiyonu için önerdiği feslerden Karl Lagerfeld’in halen üzerinde çalıştığı, Osmanlı İmparatorluğu’nu konu alan koleksiyonu ile tasarımın kendisinde “orient” zaafının doruğa tırmanması, sanat seyircisini Chalayan gibi bir sanatçının sergisininin sunduklarına hazırlıyor denilebilir. Sanatçıları arasında Marina Abramović, Allora & Calzadilla, Tony Cragg, Anish Kapoor, Sol LeWitt gibi isimlerin olduğu ve hakkında ileride İstanbul’dan bir sanatçıyı da listesine katacağı dedikodularının döndüğü Lisson Gallery’nin bu ay İstanbullu çınladığı Hussein Chalayan sergisi, Sertap Erener’i geçmiş Eurovizyon arşivinden çıkarıp başka bir dinleyici kitlesine de sunmuş oluyor. Hussein Chalayan’ın neden yüksek perdeye çıkınca kariyerinde de bir üst mertebeye yükseldiğini düşündüğümüz Sertap Erener’i seçtiği bilinmez ama ille de çağdaş bir içerik aranacaksa yaşlandıkça
sesi açılan bir Ajda Pekkan’a, onu beğenmediyseniz dalgalı sularda kurtarılmayı bekleyen bir Tarkan’a da bu eseri yorumlatabilirdi. Nasılsa bu iki isim de geçmişte bu eseri “fevkaladenin fevkinde” yorumlayan birtakım musiki ses dehalarından geçmişlerdi. Biz yine de var olandan konuşalım. Bu sergi, Sezen Aksu - Cevdet Erek buluşmasından sonra Türkiye’deki ya da Türkiye’den yola çıkan güncel sanata, popüler müzikle yanyana geldiğinde nasıl bir değer atfeceğimizi de düşündürüyor. Bu yüzden eğer tartışacaksanız, “Tasarım sanat mıdır?”dan bir adım öteye gitmenizi ve “Güncel sanat popüler müzik ile beraber nasıl değerlendirilir? Yoksa siz ‘camp’ diye bir şey duymadınız mı?” tartışmasında boğulmanızı öneririz. lissongallery.com
SONBAHAR
KIŞ 2010
news politics&cosmetics
ya da sadece love!
Wenn / seskimphoto
LOVE TO HATE
Şu aralar Lady Gaga hakkında yazı yazmak en “geyik” sayılabilecek şeyler arasındayken, ben cesaret edip yazacağim. Gaga’dan nefret edenlerin bu yazıyı okumaları ve huzura ermeleri ise en büyük dileğim. Metnin sonunda, onu kabullenmenin dayanılmaz hafifliğini hissedecek ve kendinizi yeni jenerasyonla hareket eden bir tazelikte bulacaksınız. Bu yaza hızlı başlamak istedim. Bir de bazı huylarımdan vazgeçmek için bir sebep, bir başlangıç aramaya başladım. Mesela aniden sürpriz seyahatlere çıkabilmek ve taşıma araçları korkusu gibi kötü bir huyumdan vazgeçmek... Bir anda karar verip atlayıp bir yerlere gitmek... Uçak korkumu bir tarafa koyup, tam gaz bir hayat sürmek, -özellikle etrafımda beş dakikada bir seyahat planı yapan bir sürü gazeteci arkadaşım varken...
Tam bu duygu halindeyken, iPhone’umun ellemekten parmak iziyle dolmuş ve dokunulmaz hale gelmiş ekranı parladı; Londra’dan Joe arıyor, Joe McCanta. Gezegenin en yetenekli, en sevimli ve en yakışıklı miksolojisti. Daha önemlisi benim en sevdiğim arkadaşlarımdan biri. Konuşma fazla uzun sürmedi: “Lady Gaga’ya O2 Arena’da, en ön sıradan iki fazla biletim var. Geliyor musun?” Bunlar olurken günlerden cumartesi idi. Telefonda Joe’ya kocaman bir “evet” dedim. “Evet, geliyorum ve Gaga’yı sevmeye geliyorum!”. Çünkü onu ilk şarkılarının kliplerinde seyrettiğimde, görüntüsü çok itici ve ucuz gelmişti. Ama ne zaman ekranda denk gelsem, seyrediyorum. Bu kadında beni cezbeden nedir, onu da bilmek istiyordum. Tam bir gün sonra, pazartesi akşamı,
işte O2 Arena’dayım ve Lady Gaga karşımda. Üstelik muhteşem bir yerden Lady Gaga’nın tadına varacağım. Işıklar karardı. Mega büyüklükteki LED ekranda Lady Gaga’nın gölgesi belirdi. Dance In The Dark parçasıyla çıkışını yapıyor. Erkek arkadaşının köpek muamelesi çektiği bir kızın hikayesi bu şarkının sözleri olmuş. Buna dayanamayan kızın kendini dans pistlerine atışı şarkının ana teması. Ne kadar felsefik değil mi? Ama zaten kristal jenerasyondan ne bekliyoruz ki; bütün dertlerimiz şu aralar pahalı şampanya, otel odası partileri, yat gezileri ve kaş arasına yapılacak enjeksiyonlardan ibaret. Daha ilk anda sevdim. Hem yaz sezonuna hızlı başladım hem de bir pop kültürü aşığı olarak kutsanıyorum. Bunun yaşı yok. Etrafıma baktığımda, göbekli, orta sınıf İngiliz ev babalarından 13 yaş grubu kıkırdayan kızlara, saçlarına kola kutuları bağlamış Gaga stili, beyaz etli, kalın bacaklı teenager kızlara kadar uzanan kozmopolit bir dinleyici profilinin de benimle aynı hazzı yaşadığını farkettim. Yeni Madonna artık Gaga. Yıllardır Britney’in, Christina’nın ve Pink’in belli etmeseler de, sinsi sinsi sallamaya çalıştıkları tahtı bir tek Gaga devirebilmiş. Bunu da stilindeki anarşist yapılanma ve müziğindeki samimiyetle yapmış. Baştan sona bir sentez. Herkesten, herşeyden biraz var. Ama çok tatlı ve sizi kalpten fetheden bir platformda birleştirdiği için kesinlikle özgün bir ruha sahip. Gaga, kesinlikle kötü bir Madonna taklidi değil. Gaga kimsenin taklidi değil. O, 2000’li yıllardaki “Yeni Gezegenlerarası Fahişe”. Artık Madonna eve gidip tırnaklarını yiyebilir. Çünkü kırk fırın ekmek yese bu samimiyeti yakalayamaz. Madonna konserlerinde bir tek
eksik bulamazsınız. Herşey mükemmel başlar, mükemmel biter. Arada da “bütün dünya halkları birleşin” mesajınızı alır eve gidersiniz. Ayrıca Madonna’yı konser sonrası bir pub’ta size bira ısmarlarken bulduğunuza dair hayal bile kuramazsınız. Gaga ise sizi her an konser sonrası en yakındaki pub’a götürecek bir havada; sahneye çıktığı andan itibaren karşısındakileri çok samimi bir şekilde büyülüyor. Madonna dokunulmaz; Gaga ise gelip size dokunuyor. Her şarkısı veya performansının arasında seyirciyle Emel Sayın tadında konuşan, ‘Benim Küçük Canavarlarım’ diye izleyecisinin gazını alan, şarkılarını aniden kesip, nefes nefese halini mikrofondan size birebir dinleten, hikayeler yazan, bir uçtan öbür uca koşarken birdenbire duran ve öylece bir dakika tıp oynayan eklektik, egzantrik ve kitsch bir ruh. En önemlisi twitter’da yaşamını sürdüren rainbow ve indigo jenarasyonun bir sonraki temsilcisi kristal jenerasyonun yeni idolü. Lady Gaga’dan nefret edenleri içlerindeki teenager’ı öldürmüş kişiler olarak gördüğümü söyleyebilirim. Onu dinlemek veya her anınızı onla geçirmek zorunda değilsiniz ama şu devirde yaşadığınıza göre durumu kabullenip rahatlayabilirsiniz. Günü yakalamanın ve batmak üzere olan savaş dolu dünyanın dertlerinden uzaklaşmanın hazzını yaşayabilirsiniz. İngiliz filozof John Gray’in söylediği gibi: “İnsanoğlu hiçbirşey yapmayıp, yatıp sadece bulutları seyretse, daha iyi bir yaşamımız olur.” metin gürsoy
news fashion
2010-11 sonbahar-kış defile video’larını değişken bir ruh haline bürünerek, kimi zaman esneyerek, şaşırarak ya da ağzımızın suları akarak izledik. Trendleri defterimize not ettik; hemen ardından dolabımızdaki parçaları ayıkladık. Geçen sezona ait alışverişlerimizde akıllıca ve geleceği gören yatırımlar yaptığımız için kendimizi tebrik ettik. Koleksiyonları tek tek irdelemeye ekim sayısı itibariyle devam. Ama hepsinden önce üzerine eğilmemiz gereken başka bir konu var: Dört günlük bir maraton; Paris Haute Couture. Dilerseniz, John Galliano’nun hayal gücünü zorlayan koleksiyonuyla başlayalım. Tasarımcı geçtiğimiz sezonun floral trendine olabildiğince farklı bir açıdan yaklaşmış. Her tarafı çiçeklerin bastığını düşünenler ve bundan en az bizim gibi artık sıkılanlar, henüz fazla birşey
görmediler demektir. Çünkü sıkıcı bulduğunuz bu trend, Dior’un ellerinde ölmektense, yeniden dirilmiş gibi görünüyor. Podyumun üzerindeki ayaklı çiçek buketlerini ilk gördüğünüzde, siz de en az bizim kadar şaşırdınız; itiraf edin. Adeta bir çiçek bahçesini andıran koleksiyonda modellerin başlarındaki selefonlar, çiçeklerin pakete dönüşen kısmı. Fuşya, pembe ve mavinin farklı tonlarının renklendirdiği ortam, çiçek festivalinden kareler getiriyor akıllara. Defileyi ön sıradan izleyen, dev gözlüklü bazı moda bilirkişileri ise çiçeğe dadanan arılar gibi görünüyor. Kıyafetleri özetlemek gerekirse... Oscar törenlerinde giyilen anlamsız parçalarla, Jennifer Lopez’ in dillere destan ve harikulade zevkinin bir karışımı demek sanırız yanlış olmaz. Jean Paul Gaultier, belli ki uzun zamandır tasarım konusunda
Haute Couture
bayağı fikir biriktirmişti ve belki de biraz kafası karışmıştı. Defilede deri parçalar baskın görünüyordu. Dita Von Teese’in modelliğini yaptığı iskeleti andıran ve tasarımcının kariyerindeki en ikonik parçalardan biri haline gelecek olan korse görülmeye değerdi. Uzun tüyler, göğüs ve malum bölge dışında başka nereden fışkırabilirdi ki? Modelin başındaki Afrika kadınlarına has kumaş detay, safari tarzını andırıyordu. Bu arada biz, bu tasarıma “ilk insan” adını taktık ve bilgisayar ekranının önünde kendi yaptığımız şakaya dakikalarca güldük. Ta ki bir defile yazısı yazdığımızı hatırlayıncaya kadar... Gaultier’nin hayli farklı tasarımlardan oluşan geniş koleksiyonunda, siyah gabardinden trençkotlar, kalem etekler ve kaşmir hırkalar gibi “alışılagelmiş” kategorisinde değerlendirebileceğimiz parçalar da vardı.
imaxtree
ELIE SAAB
CHANEL
VALENTINO
ON AIME LA Couture! Paris
Elie Saab, en iyi yaptığı şeyde, gece kıyafetlerinde her zamanki gibi çok başarılıydı. Bu konuda kimsenin eline su dökemediği tasarımcının koleksiyonundaki yumuşak ve canlı renkteki elbiseleri, omuz hizasında bir iğne iplikle tutturulmuş ya da vücuda sarıp sarmalanmış havasındaydı. Olsun; tasarımlarına binlerce Euro harcanan Elie Saab’ın bildiği birşeyler vardır elbette… Bu yıl Saab’ın couture çizgisinde dolaşan Stephane Rolland koleksiyonunda da canlı renkler ön plandaydı. Uçuşan kumaşlardan yapılmış elbiseler arasında özellikle etekleri tüylerle bezenmiş tasarımları, banka hesabımızı kontrol etmek istememize ve gördüğümüz meblağ karşısında hüzünlenmemize sebep oldu. Neyse ki bu konuda fazla üzülmemeye karar verdik ve kendimizi Givenchy’nin kollarına bıraktık. Sınırlı sayıda üretilen kıyafetler
Seramiği andıran parçalar sanatsever yanımızı okşadı ve bu defileyle bir kere daha hatırladık ki dantel, degrade ve püskül, her zaman olduğu gibi Tisci’nin emin ellerine emanetti. Tüm modacıların çıldırdığını düşündüğümüz sırada, Armani’nin “working girl” havasındaki kombinasyonları ilişti gözümüze. Parçalardaki dev düğme ve aksesuarlar, kıyafetlerin tek bir müdahaleleyle nasıl değişebileceğini gösteriyordu. 70’li ve 40’lı yılların bu garip randevusundan çıkan görünüme
söylenebilecek fazla bir şey yok. Defalarca bakıldı, incelendi ve sarkastik ya da absürd birşey uğraşıldıysa da bulunamadı. Geçtiğimiz sezon bizlere neon bir kabus yaşatan Valentino koleksiyonunu izlemeye başladığımızda, gözlerimizi ovuşturmamız gerekti. Tasarımcının hayli sade elbiseleri, tatlı bir liseli kızın mezuniyet kıyafetlerini andırıyordu. Baby doll’lar, kısacık ve kabarık etekler, “kitten” topuklar, belli ki daha genç bir alıcı kitlesi için tasarlanmıştı. Podyumda beliren dev kafes elbiseyle, Valentino’nun formundan birşey kaybetmediğini görüp, derin bir oh çektik. Tasarım, “kafesteki güzellik”, “bir genç kızın dramı” ya da “bir modelin acıları” gibi farklı kelimelerle anlatılabilir. Ve… Chanel! Geçen sezonlara ve değişen trendlere rağmen, Karl Lagerfeld’in herhangi bir defilesini
izlemek, bizim için kült bir film izlemeye eş değer. Lagerfeld’in Chanel couture koleksiyonunda kovboy çizmeleri, çiçeklerle buluşuyor, kolej havasındaki kızlar aynı anda birer grunge kraliçesine dönüşüyor. Takılar bol zincirli, gelişigüzel takılmış ve tam da istediğimiz gibi. Karl amca defilenin sonunda selamını verirken, biz yine gidip boynuna sarılmak istiyoruz. Çevrecilerin dikkatini çekeceğini düşündüğümüz Franck Sorbier’nin tasarımları kağıt, mukavva ve abur cubur çöplerinden oluşuyor. Hafif mesaj kaygılı görünen kıyafetler, açıkçası kalbimizi kırdı. Pop kültürüne ve 90’lara selam çakan koleksiyon, absürdlükte Castelbajac’la yarışabilir mi, onu henüz bilmiyoruz. Net bir cevap için defileyi bir kez daha izlememiz gerektiğini düşünürken, bu fikir bize uzak, yatağımız daha sıcak geliyor.
ROLLAND
DIOR
GAULTIER
gotik tarzda ve muhteşemdi. Deve kuşu tüyleri, Gaultier’de olduğu gibi, burada da kendine yer edinmiş ve yine vücudun beklenmedik bölümlerinden fışkırıyordu. Geçen sezondan kalan, romantiklerin tutkunu olduğu dantel, bir tasarımda iskelet formunu almıştı.
Bir sonraki Haute Couture haftasının nasıl olacağını hayal ederek daldığmız tatlı uykumuzda, moda dolu rüyalar görüyoruz. Karl Lagerfeld, Bapdiste Gaibiconi’nin çektiği atın üzerinde gezintiye çıkmışken, yol kenarında yürüyen Galliano demetlerini sepetine atıyor. Sorbier tasarımlarının içinde, çayırlarda zıp zıp zıplayan Lady Gaga ve o sırada uçmakta olan Givenchy kuşunun Valentino kafesine girmesi, bizi uykumuzdan uyandırmak için yeterli oluyor.
news media
Show me your tweet! Online
Twitter’ın hayatımıza adeta bir bomba gibi düşmesi, beraberinde tahmin edilen gariplikleri de getirdi. Kimileri onun saçmalığını ve manasızlığını dile getirirken, kimileriyse kimliklerini pazarlama yolunda Twitter’dan yardım aldılar. Hiç şu ihtimali düşündünüz mü? Ne zaman yemek yediğiniz, hangi filmi izlediğiniz, erkek arkadaşınızla kavga edip etmediğiniz, bir köşe yazarıyla ilgili ne düşündüğünüz, dolmuşta yanınızda oturan adamla ilgili garip fikirleriniz kimsenin umurunda olmayabilir. Konuşma ve düşünme özgürlüğünün arkasına sığınarak, neredeyse orgazm anınızda bile kafanızdan geçenleri “tweetlemek” zorunda mısınız? Fikirleriniz cümlelere dönüşüp, bu kadar mı özgürleşmek istiyor? Bu zamana kadar kendinizi tutmak oldukça zor olmuştur, eminiz. Ve diğerleri… Sizin hala bir Twitter hesabınız yok mu? Twitter’ın çiçekli, çimenli ve gül kokulu yollarına dalalım şimdi. Twitter sayesinde hayatımızın ne kadar kolaylaştığını bir düşünelim. Lady Gaga ve Britney’nin albüm hazırlıklarını, Bill Cosby’nin ölümünü (!) -aslında ölmediğini ve bunun sadece bir Twitter şakası olduğunu-, Courtney Love’ın can sıkıntılarını, hepsini ve daha fazlasını biliyoruz.
illüstrasyon merve akyel
Başı belada, farklı bir deyişle, baş belası star Lindsay Lohan’ın hapse girmeden önceki duygularını an be an takip edebiliyoruz. İşin ilginç yanı, oyuncunun son tweet’inin bir pazarlama harikası olması. Lilo, hapse girmeden kısa bir süre önce bir alışveriş sitesiyle anlaşıyor ve sitede satışta olan tasarım parçaların reklamını yapıyor. Twitter’ın yararları, kişilerin mutlu bir evlilik kurmalarına da yardımcı oluyor. Şimdiye kadar binlerce kişi sevgilisine bu yolla evlenme teklif etti. Sanal ortamda ve milyonların gözü önünde yapılan bu başlangıç, sağlıklı bir birlikteliği beraberinde getirir mi, bilemeyiz. Twitter, edebiyat dünyasına da
güzide katkılar yapmakta. Kimi Twitter düşünürleri, fantastik ve edebi cümleleriyle sanal alemin ebediyetinde süzülürken, kimileriyse popüler tweet’lerinden oluşan kitaplar yayınlıyor. Bu online sansasyonun en iyi özelliklerinden bir başkasıysa, en bayıldığınız tasarımcıya, takipçisi olduğunuz dergilere, programlarını asla kaçırmadığınız televizyon kanalına daha yakın olmanızı sağlaması. Sonra gelsin linkler, video ve fotoğraflar... Takip etmediğiniz bazı isimlerse Twitter hanedanlıklarını kurmak ve sanal alemin kralı
sansasyon
olmak konusunda sıkı bir yarış halinde. Ashton Kutcher ve Ellen De Generes Twitter’ın en çok takip edileni olmak için kıran kırana bir mücadele veriyorlar. Bu yarışın galibi genelde genç koca Ashton oluyor. Bu konuda Demi’nin desteği yadsınamaz. Hatta oyuncunun dişsiz fotoğrafları yeri dolmayacak tweet anılarımız arasına giriyor. Kısaca bir başka pazarlama kapısı daha... Bu kez Twitter tarafından açılıyor ve kapitalist düzenin yansımalarıyla, sektörler, kuruluşlar, kişiler ve şirketleşmiş kişiler, onun “bereketli suyundan” kana kana içip, sonra da zil takıp oynuyor. Twitter şahidimiz olsun ki böylesi sosyal ağı, Facebook da dahil ne gördük, ne duyduk. Bizleri anlık iletilerden başka ne sonsuz tüketime itebilir ve bu gidişatı hızlandırabilir ki? Şimdi parmaklarınızı çalıştırın, boşluğa bir tweet daha atın ve takip edin: twitter.com/xoxothemag
news cities&crowds
ÖĞRENCİSİYİM Refik Bilen bilir, bilmeyen de öğrensin. Yaklaşık beş yıldır, Bilgi Üniversitesi Fotoğraf ve Video Bölümü’nde okuyorum. Bu yıl, çoluk çocuk işleri sebebiyle okula gitmem pek mümkün olmadı. Sırtımda kocaman, bitirilmemiş krediler kamburu vardı ki, arkadaşım Refik Anadol, havadan sudan konuşurken, okulda açılacak ‘Doc. Lab’ adındaki tasarım odaklı derslerden bahsetti. Bu derslerin kredilerini bizim üniversite kabul ediyormuş. Bir koşu okula gittim ve kaydımı yaptırdım. İki enteresan ders seçtim. Bunlardan biri Refik’in verdigi medya ve mimari. Dersin ilk günü, anlattıkları oldukça fütürizm kokan şeylerdi ve yeni dünyanın mimaride gittiği yönü gösteriyordu. Refik ve Alican Akgün, geçen sene okul bitirme projelerini bu konu üzerine yapmışlar ve ortaya şahane bir iş çıkmış. Önce, santralistanbul Müzesi’nin dış cephesini, ‘video mapping’ sistemiyle, bakınca halüsinasyon görüyor etkisi yaratan bir videoya dönüştürdüler; herkes bayıldı. Hemen ardından, Almanya’daki dünya kültür mirası olarak gösterilen bir tasarım okulunun cephesini benzer teknikle donattılar. Sonuç yine son derece etkileyiciydi. Bu, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Komitesi’nin dikkatini çekti ve kendilerine önerilen Haydarpaşa Garı projesinde, bu alanın üzerine yaptıkları enstelasyonla binaların “yeniden” yaratıcıları haline geldiler. Tüm bunlarla içli dışlı olduğum bir yaz okulundan sonra Refik ile yeni hedeflerini konuştum. Tuba - Kimsin sen? Refİk - İstanbul Bilgi Üniversitesi Fotoğraf ve Video Bölümü’nden 2008 yılında mezun oldum. Şu an, aynı bölümde araştırma görevlisiyim. Aynı zamanda Görsel İletişim Tasarımı Bölümü Yüksek Lisans Programı’nı bitirmek üzereyim.
Anadol’un Tuba - Griduo nedir? Neler hedefliyorsunuz? Refİk - 15 yıllık arkadaşım Alican Aktürk ile Bilgi Üniversitesi’nde aynı bölümden mezun olduk. Yüksek lisansta da beraberiz. Şubat ayında, üçüncü dönemin sonunda onu da bitiriyoruz. Üniversitede araştırma görevlisi olarak tam zamanlı asistanlık yapıyoruz, ders veriyoruz. Griduo projesi, 2008 yılında bitirme projemizle beraber doğdu. Medya ve mimari ilişkisi üzerine projeler gerçekleştiriyor, araştırmalar yapıyoruz. Tuba - Oluşan yeni akımın adı nedir? Refİk - Bundan tam olarak hangi akımı kastettiğini anlamadım. Eğer bu akım medya ve mimari ise, 21. yüzyıl mimarisi, teknolojik gelişim sürecinde bir takım yeniliklerle başka bir noktada incelenmeye başlandı. Özellikle medya kavramının, akıllı binaların performatif mimari çalışmalarının artması, bu yönde oluşan potansiyelin araştırılmasıyla devam ediyor. İngilizce ‘Media Architecture’ veya ‘Mediatechture’ diye tanımlanıyor. Türkçe’de ‘Medya ve Mimari’ diyoruz. Tuba - Dünyada bu konuda örnek gösterebileceğin mimarlar kimler? Refİk - David Fisher’ın ‘Dinamik Mimari’ projesi son dönemlerde realize edilmeye müsait en ilginç işlerden. Festo şirketinin ‘Etkileşimli Duvar’ projesi de bir o kadar yenilikçi. Tuba - Bina yüzeylerindeki LED ekranlarla kıyaslarsak video mapping’i? Refİk - LED kullanımını direkt eleştirmek istemiyorum ama bizim mimariye yaklaşımımız ‘Site Specific’, yani yapıya özgü içerik üretimiyle ilgili. Projeksiyon, kullanılabilirlik, sürdürülebilirlik ve uygulama açısından çok uygun bir araç. Tercihimiz yine bu
saydığım dört sebepten ötürü LED kullanıma göre öncelik kazanıyor. Yine projeksiyon kullanarak yapının volümetrik algısı üzerine içerik geliştirme fırsatı bulabiliyoruz. Ve yine bunu geliştirirken son derece özgün olmasına, estetik kaygılarımızı barındırmasına özen gösteriyoruz. Tuba - Sen grafiker misin, yoksa kendini teknolojiyi çok iyi kullanan bir sanatçı olarak mı görüyorsun?
refikanadol.com
Refİk - Kendimi birçok aracı kullanabilen interdisipliner bir tasarımcı olarak konumluyorum. Tuba - Sence dünyada yeni adı duyulan Media Fasat Festivali’nin genel bir sanat fuarından farkı ne? Refİk - 2008 yılında, Berlin’de yapılana katılma fırsatı buldum. Konu üzerine araştırma ve proje geliştirme yolunu açan ve sonsuz kaynak sağlayan bir atmosfer.
Bu alanda çalışan tasarımcı/ mühendis/sanatçıların bir araya geldiği, paylaşımın keyifle deneyimlendiği samimi ve hatta kısmen akademik bir ortam. O yüzden sanat fuarından son derece farklı. Tuba - Video mapping karşımıza başka hangi alanlarda çıkabilir? Mesela tiyatro sahnesinde dekorasyon varmış gibi gösterilebilir mi?
Refİk - Kesinlikle. Özellikle Klaus Obermaier’in gerçekleştirdiği ‘Appraition’ buna şahane bir örnek. Tuba - Blade Runner filminden bugüne kadar kurgulanan dünya aslında o kadar da değişmedi mi? Refİk - Philip K. Dick’in betimlediği dünya, varolan dönemin çok ötesinde ve biz de bir o kadar gerisindeyiz.
Tuba - Kendini birkaç yıl içinde nasıl bir dünyada hayal ediyorsun? Refİk - Daha özgün ve yenilikçi projelerde yer alma ve aynı zamanda doktora araştırması için gereken zamanı bulduğum günleri hayal ediyorum. Tuba Ünsal
news magazine
I’m an art object and very expensive* Ey MAgateen!
Erkeğin bedenini kuran sanat tarihi, onu göğsünde bir ok ile gösterirken bile bedenin sunumunu acının önüne geçirir. Günümüzde modellerin durduğu yer de sanat tarihindekine benzer. Arkada sürekli birilerinin ayaklarının kaydı(rıl)ğı, ama bedenin pürüzsüzlüğünün her zaman defolarının önüne geçtiği noktada, onu acılarından soyan görüntüsü elde edilir. Sunulan bir erkek bedeniyse bu, Calvin Klein geleneğinden bilindiği üzere, her zaman en iyi olanın kurulduğu bir et ve doku bileşimi olmak zorundadır. Konu medyanın sunumu üzerine bir metne girişmek değil de EY! MAGATEEN’in yeni sayısı olsa da, bedenin dışındakini
düşünmek, onu kuranın ne olduğuna bakmak da bugünü anlamak açısından elzem oluyor. Adı Debbie Gibson’ın 1989 tarihli şarkısı ‘Electric Youth’tan gelen EY! MAGATEEN, içerikte Luis Venegas’ın gençlik enerjisini, biraz cinsellik, biraz eğlence aromasıyla harmanlıyor ve sadece 16 - 23 yaş aralığında, ünlü ya da henüz ünlenmemiş gençleri sunuyor. Bu kitle dışında, çekim yapan sanatçılar, kimi zaman besmele çektiğimiz ya da ileride içerikteki varlıkları dolayısıyla evrene teşekkürlerimizi sunacağımız isimler oluyor. Dergi, duygu yaşı bir türlü büyümeyen, sürekli genç olanın peşinden gidiyor.
Luis Venegas’ın dünyanın birçok yerinden bulduğu, çoğu kez de Facebook gibi internet kanallarını kullanarak keşfettiği modeller, her sayıda gündelik olanda karşılaşmadığımız güzelliklerin uzaktan tadına bakmamızı sağlıyor. EY! MAGATEEN’in yeni sayısı içinde, antropoloji okuduğunu, aslında saçlarının dalgalı olmadığını öğrenebileceğiniz Simon Nessman, Marlon Teixeira, Michael Hudson gibi bugünün genç yaşında ününe ün katmış modelleri dışında; Karim Sadli, Alasdair McLellan, Bruce Weber, Brett Lloyd, Thomas Giddings ve David Armstrong gibi “erkek ve güzellik” dediğimizde bugünün
görüntü hafızasını kurmuş olan fotoğrafçıların çekimleri ile yeni sezona güzel güzel başlıyor. Ayrıca dergide, bu ay bizi Terence Koh ile gittiğimiz beyaz geceler yolcuğunda yalnız bırakmayan Sezer Arıcı’nın İstanbul’a Brezilya’dan yanlışlıkla düşmüş olduğunu sanabileceğiniz Abdullah İnal çekimini de görmeniz ve dergi ile beraber dağıtılan, American Apparel’in dergi için ürettiği ışıl ışıl EY! mayolarını edinmeniz olası. Dergi sadece 1000 tane üretildi. Bu güzellikten mahrum kalmamak için pamuk eller cebe. * Derek Jarman’ın “Caravaggio” filminden.
DIE BERLINER BENGEL Etrafınızda Berlin diyerek başınızın etini yiyen biri yoksa, gençlik kültürü ile ilgilenmiyorsanız, hayatınızda hiç bobo görmediyseniz o zaman Berlin hayatınızda, yazlıklarda hatırladığınız Almancılar kadar var oluyor. Oysa siz burada geceyi bitirirken Berlin’dekiler günlerce uyumuyor; geceyi sabaha, sabahı gündüze ekleyip, bir önceki geceye Badeschiff’te havuz başında devam ediyor. Bir moda haftası olsa bile Berlin deyince akla belki Doğu Berlin’de bir görünüp bir kaybolmuş stil icatları, çok da iyi görünmeyen Bauhaus-Archiv Museum für Gestaltung ve biraz da Bernhard Willhelm geliyor. Hep sokaktan beslenmiş bu yüzden de herkesin stilini sokaktakilere konuşturduğu şehirde yine de belirgin bir moda çizgisi olmadığı sürekli kulağınıza çalınıyor. Bu ay karanlık kulüplerde tüm yolların Velvet Goldmine’a çıktığı, sokakta ise ucuz olanın kişisel olanla birleştiği hikayeleri sırtlanmış tasarımcılar için Berlin’e uğruyoruz. photographer özgür albayrak styling&text jennifer mc farlane models julia (Pear MGMT) carolin (Peeds MGMT) marese (UMA Scouting)
news fashion
franzius.eu
Franzius Berlin’de büyüyen fakat kariyerine New York’ta başlayan tasarımcı Stephane Franzius, kendi soyadını verdiği markası Franzius’da bizlerle FIT ve Parson’s’da katıldığı dersler ve Anne Klein gibi önemli moda şirketlerindeki deneyimlerini paylaşıyor. Tasarımlar, sezgisel olması sebebiyle kendini kısa ömürlü trendlerden muaf tutarken, yerine ‘avant-garde’ olanla giyilebilir olanı koyuyor. Tasarımcının koleksiyonlarının her biri kendine 1970’lerin parlayan yıldızları Nico, Fransız şantöz Françoise Hardy ve kült oyuncu Tilda Swinton gibi isimleri ilham alıyor.
Sabrina Dehoff
sabrinadehoff.com
Sabrina Dehoff, the Royal College of Art in London’daki moda tasarımı eğitimi ve devamında Paris’teki Guy Laroche ve Lanvin deneyiminden sonra Berlin’e dönüp 2006 yılında kendi markasını kuruyor. İlk başlarda daha çok yılan, maske ve güvercin formunda deriler kullanarak takılar yapmaya başlıyor. Ardından 2008 yılında tasarım rotasını Vionnet elbiselerinden ilham aldığı ve az parçadan oluşan ipek koleksiyonuna doğru kırıyor (Bu koleksiyon sonradan biraz değiştirilip ayakları üzerinde durduğunda 2009’daki Mercedes Benz Fashion Week’te görüldü). Tasarımcının ürünlerine yakın zamanda Berlin Mitte’de açtığı mağazasından ulaşabilmek mümkün.
news fashion
juliaandben.com
Julia&Ben 2006 yılında ESMOD öğrencileri Julia Heuse ve Ben Klunker tarafından yaratılan marka, Ben’in Berlin’in hareketli sanat üssü Mitte’de bulunan galerisinin arka odasında doğdu. Marka kısa süre sonra atölyeye dönüştürülen bu yerde geliştirildi. İkilinin kadın ve erkek koleksiyonlarında, işin ticari ve yaratıcı yönü arasındaki denge ustalıkla kurulmuş görünüyor. Klasik ve avangardı bir araya getiren tasarımların açılımında ortaya çıkan çarpıcı görünüme hayat verense, tasarım dünyasına ilham veren Berlin sokak modasının ta kendisi.
realitystudio.de
Reality Studio 2005’te Reality Studio’yu kuran Svenja Specht, Almanya’da doğmuş olsa da ilhamını üç yıl yaşayıp çalıştığı, bugün hem güncel sanat hem de şehircilik konusunda ismi çokça zikredilen Beijing’den alıyor. Beijing onun için gelenek ve hızla üzerimize doğru gelen modernitenin iç içe geçtiği şaşaa ve hayat dolu bir şehir özelliği taşıyor. Bu durum çokkültürlülük ile androjen şıklığını Reality Studio’nun koleksiyonlarına bağlanıyor. Bu ikisi arasındaki güçlü bağ bir anlamda alışılmış ve tanıdık olanı alıp birbirine karıştırmak, onu ters yüz etmek anlamına geliyor. Ürünlerdeki PVC ile yanyana duran şifon ya da jarse ile denim birlikteliğinden de anlayabileceğiniz gibi, koleksiyonlar genel hatlarıyla karışık tasarım öğeleri ile geleneksel olmayan materyallerin bileşiminden oluşuyor.
news fashion
perretschaad.com
Perret Schaad Perret Schaad’ın kurulması, Johanna Perret ve Tutia Schaad’ın Givenchy Haute-Couture, Prêt-à-Porter, Gaspard Yurkievich ve Swash gibi atölyelerde kazandıkları vizyon ve deneyimi bir araya getirmeye karar verdikleri 2009 yılına denk geliyor. Markanın erken diyebileceğimiz çıkışı ise onların “Kunsthochschule Berlin Weißensee”den mezuniyeti ile başlıyor. Tasarımcıların, ilk bakışta üretimlerinde zıtlıklar ve ikilikler etrafında dolaşmaktan hoşlandıkları söylenebilir. Onların gözünde tasarımlarda başvurulan saf güzellik ve şıklık, üzerinde oynanabilen iki kural olarak algılanıyor. Bu algı, kendini materyal, renk seçimi ve tüm bunların yaratıcı biçimde bir araya getirildikleri teknikte gösterdiği kadar, koleksiyonlardaki kumaşların kalitesi de güçlü biçimde sezilebiliyor.
Rob-ert “Rob-ert”, 2005 yılında başlayan bir moda markası olarak şehrin en prestijli okullarından University of the Arts’ın Berlin’de, Vivienne Westwood’un yürüttüğü yüksek lisans programından mezun olan Julia Laskowski tarafından kuruluyor. Markanın koleksiyonları detay ve renklere düşkün, minimal olanın kıymete bindiği, tam da Berlin’in dokusuna yakışır biçimde sokak tarzına yakın görünen ama sofistike olanla ilgileniyor. 2007 yılında tasarımcının Wedel & Tiedeken ile Berlin Mitte’nin göbeğinde açtığı A7 isimli showroom, Alman genç tasarımının farklı örneklerini de içermesi açısından görülmeye değer.
rob-ert.com
SHOOMBA fotoğraflar emir sarısaç www.shoombaproductions.com
Adın ne? Ricardo Roland Kaç yaşındasın? 42 Nerede yaşıyorsun? İstanbul’da, Cihangir’de bir apartmanda. Hayat tarzından bahseder misin? Enteresan. Herhangi bir aksesuar kullanmayı seviyor musun? Nikah yüzüğü. Kullandığın kokular? İstanbul’un kirli havası. İlk görüşte aşık olduğun son şey? Penceremizdeki kuş yumurtası. Devamlı yanında taşıdığın şeyler? All of the above. Dünyanın farklı ülkelerinden, takılmayı sevdiğin 5 mekanı sayabilir misin? 1-Havana’daki evimiz. 2 – Barselona’da Salamanca Restoran. 3 – Amsterdam’da Doors. 4 - İstanbul’daki evimiz. 5. Marco’nun Valencia’daki evi.
Birkaç tane moda tasarımcısı ya da sanatçı sayabilir misin?
Karım, Freehole Negro, Noel Morera,
Guerra De La Paz, Bejarano.
BEN... Kübalıyım. MÜZİK...işim, sanatçıları temsil ediyorum. MOTTOM... Canın ne isterse ve ne zaman isterse yapabilirsin. Yeter ki bir cinayete sebep olmasın. EN APTALCA KORKUM... iğneler. YENİ YETENEĞİM...erken kalkmak. ÇOK FAZLA... idiot var. Bir idiot gibi… DANSEDİYORUM. ŞU ANDAN İTİBAREN... Türkçe konuşacağım. MÜZİK BENİ… düşündürüyor. TV… idiot. BEN HİÇ… buz pateni yapmadım. RÜYALARIM… çok fazla. RAHATLAMAK İÇİN... Kanepe, çok iyi. Zamanlama konusunda... BAŞARISIZIM. PARA... şeytan. PARA VERMEYECEĞİM ŞEY... Birçok şey. KARIM… yaratıcıdır. VÜCUDUMDA EN ÇOK … beynimi ... SEVİYORUM. EĞER BİR KADIN OLSAYDIM... hala kadınları seviyor olurdum. İSTANBUL… çok güzel.
Adın ne? Deniz Roland Kaç yaşındasın? 33 Nerede yaşıyorsun? İstanbul’da, Cihangir’de bir apartmanda. Hayat tarzından bahsedermisin? Pek fena değil. Herhangi bir aksesuar kullanmayı seviyor musun? Nikah yüzüğü. Kullandığın kokular? BodyShop Coconut Lotion. İlk görüşte aşık olduğun son şey? Penceremizdeki kuş yumurtası. Devamlı yanında taşıdığın şeyler? Telefon, kimlik, para, marker, Swiss Army çakı, çeşitli evraklar… Dünyanın farklı ülkelerinden, takılmayı sevdiğin 5 mekanı sayabilir misin? 1 - İstanbul’daki evimiz. 2 - Barselona’da Chic&Basic Oteli. 3 - Amsterdam’da Doors. 4 - Havana’da La Habana Vieja. 5 - Londra’da Hydepark. Birkaç tane moda tasarımcısı ya da sanatçı sayabilir misin? Artiste Ouvrier, David Shrigley, Alexandre Farto, Esat Başak, Koray Kantarcıoğlu.
BEN... iyiyim, ya siz? MÜZİK… gerekli. MOTTOM... Nuh’un Gemisi’ni amatörler, Titanik’i profesyoneller yapmış. EN APTALCA KORKUM... dişçi. YENİ YETENEĞİM... yardım almadan kafamın üzerinde durabiliyorum. ÇOK FAZLA... yapmam gereken şey var. Teletubbies gibi… DANSEDİYORUM. ŞU ANDAN İTİBAREN... Teletubbies izlemeyeceğim. MÜZİK BENİ… uykudan uyandırır. TV… radyoaktif. BEN HİÇ… Lost izlemedim. RÜYALARIM… Çok karışık. RAHATLAMAK İÇİN... yere uzanırım. İsimleri aklımda tutmakta… BAŞARISIZIM. PARA... aslanın ağzında. PARA VERMEYECEĞİM ŞEY... elektrik faturam. Ama eminim ödetirler. KOCAM… yaratıcıdır. VÜCUDUMDA EN ÇOK... dişlerimi değil. EĞER BİR ERKEK OLSAYDIM... çok da farklı olmazdım. Çok fazla şeye... TAKINTILIYIM. İSTANBUL... Şu anda yanıyor.
cover
ÇEKİK GÖZLÜ NAOMI CAMPBELL TERENCE KOH
İstanbul’a Istancool etkinliği için geldiğinde herkes ona oyuncak gibi davrandı. Oysa birçokları, galericisi ve eski partneri Javier Peres’in Koh’un altın kaplama dışkısını 2007’deki Art Basel’de 500 bin Dolar’a sattığında kopan kıyametten, neden konuşma orucuna girdiğinden, bunun tarihsel bağlarından, geçmişte bir süre seks işçiliği yapmış olduğundan, bir adet porno filminin varlığından haberdar değildi. Nasılsa cehalet bu gibi yerlerde adettendir. Andy Warhol okulunu arşınlayan, şöhretin kucağına düşmüş, etrafında sürekli dolanan “celebrity” enerjisiyle arasını, kendini koyduğu küvez sayesinde iyi tutan, “Ben sanat dünyasının Naomi Campbell’ıyım” diyebilecek kadar cesur bu tuhaf adam, söyleşi sırasında yazdığı şiiri bize hediye edecek kadar da cömertti. Partneri Garrick Gott’un doğumgününde yakaladığımız sanatçıyla kendi sessizliğinde söyleştik. photographers sezer arıcı, abdullah inal text&interview dinçer şirin
W Hotel / Akaretler
cover
Ayasofya M端zesi
“Kendime yeni bir evren yaratmak adına, mümkün olduğunca çok para harcamaya gayret ediyorum. Bu, benim için eşitlik manasına geliyor.”
XOXO - Birçok yerde farklı doğum tarihlerin ve doğum yerin olduğu için soruyorum; ne zaman, nerede doğdun? Sendeki farklı kişiliklere göre bu bilgileri değiştiriyor musun? Bu arada burcun ne? TERENCE KOH - Bu hafta kendime doğruyu söyleyeceğimi söyledim. 1975 yılında Singapur’da doğdum. Batı horoskobuna göre Aslan, Çin horoskobuna göre Tavşan burcuyum. XOXO - 2007’de T Magazine’e verdiğin röportajda dediğin gibi, moda, sanat ve bir sürü şeyin tutkusu için iflas edilebileceğin konusunda ciddi misin? Tüketme konusunda bir limitin var mı? TERENCE KOH - Kendime yeni bir evren yaratmak adına, mümkün olduğunca çok para harcamaya gayret ediyorum. Bu, benim için eşitlik manasına geliyor. Çünkü kendim için değil, herkesin eşit olarak en az benim kadar mutlu olduğu bir evren için harcıyorum.
XOXO - Seni bu yılki Art Basel sanat fuarında görmeyi bekliyorduk fakat gelmedin. Bir casus olarak duyduğum kadarıyla geleceğini söylemişsin. Belki de senin yerine anlattığın hikayelerden birinin bir kahramanı oradaydı. Sanat fuarı olayından emekli mi oldun? TERENCE KOH - Bu yıl Art Basel’e gelmeyi istedim ama yapacağım sergi iptal edildi. Kendi kararım değildi yani.
XOXO - İstanbul’da konuşma orucundaydın ve kimseyle konuşmadın. Buraya gelmeden önce de East River’a cep telefonunu atmıştın. Felsefe sever misin bilmiyorum ama Hans-Georg Gadamer’in Hans-Ulrich Obrist’e sessizlik üstüne söylediği bir şey var: ‘Sessizlik bir tür konuşmadır, bir bitişi çağırır. (…) Sessiz olmak oldukça güç isteyen bir beceri, belki de konuşmanın kendisinden daha zor bir beceridir.’ Sessizlik seni şeytanlardan mı koruyor? Bu, senin için bir tür her şeyden bıkma hali mi? TERENCE KOH - Sessizlik beni kendi şeytanlarımdan koruyan birşey. Sanırım bu sorudaki doğruyu bulmama yardımcı oldun. XOXO -Burada fotoğrafların çekilirken kendini açık etmeni sağlayan şey ne oldu? TERENCE KOH - Gün ağırıken Philip Treacy’nin beni konuşmaya ikna etmesi.
XOXO - Buradayken Fatih’e gidip kendine gelinlik aldın. Gelinliğini giyip nikah tazelemeyi düşünüyor musun?(Terence Koh, uzun süreli partneri Garrick Gott ile 2009 yılında East Hampton’da evlenmişti) TERENCE KOH - Zaten gelinliği Abdullah’a giydirdiğimde onunla evlendim (Fotoğraflarını çeken Sezer Arıcı’nın evinde yaptığı ruhani evliliği kastediyor. Bunun için Terence Koh’un Purple Diary’deki İstanbul günlüğüne bakabilirsiniz). O benim ikinci evliliğimdi. Tekrar tekrar evleneceğim, ta ki aşk olmadan evlenmek su içmek kadar olağan bir şeye dönüşene kadar. XOXO – Çok ünlü biri olsan bile ruhani bir balonun içinde yaşıyorsun. Bu yüzden merak ediyorum, Ayasofya’da ne diledin? TERENCE KOH - Herkese, sonsuza dek aşk diledim.
“Kendimizi var etmeye başladığımız andan itibaren bütün sanatçılar bir ailedir. Bu yüzden sanatçı bir birey olarak ölmez. Bizimle huzurlu bir ailede beraber yaşar.”
XOXO - GAGAKOH projenizde Lady Gaga ile beraber gerçek hayat, performans ve bunlar etrafında geliştirdiklerimiz arasındaki mesafeyle oynuyorsunuz. Lady Gaga’dan nefret eden birini gördüğümde aklıma hep Rei Kawakubo’nun lafı geliyor: ‘Yeni diye düşündüğüm bir şey yaparsam, bu yanlış anlaşılabilir. Fakat insanlar yaptığımı beğenirse bu sefer hayal kırıklığına uğrarım. Çünkü o zaman insanları yeterince zorlamamışım demektir. Ne kadar fazla insan yaptığımdan nefret ederse, bu, belki o kadar yeni olacaktır. İnsanın temel problemi değişimden korkmasıdır.’ Değişimden korkan insanlarla nasıl baş ediyorsun? TERENCE KOH - Sanırım bunun üzerine pek düşünmedim.
XOXO - Çin’de fuara gittiğin zaman bir çocuğu koruman altına aldın... TERENCE KOH - Çocuklara göz kulak olmak zorundayız. Çocuklar yetişkinler ve yetişkinlerin hepsi de çocuk. En az bir çocuğu korumak ve Garrick ile kalbimde onu da tutmak istiyorum. XOXO - Geçmişte AA Bronson’ın asistanslığını yaptın. O günlere dair ne hatırlıyorsun? TERENCE KOH - AA Bronson insanlara çok yardım eder. Ben de AA’e yardım ettim. O zamanlardan yardım etmenin dünyanın merkezine doğru derinleşerek büyüyen bir kök olduğunu hatırlıyorum.
XOXO - Konuşma orucu ve arkadaş olduğun tavşan bana Ray Johnson’ı hatırlatıyor. O da konuşma orucuna giriyormuş. AA Bronson bana, Ray Johnson’ın bir keresinde ağzında bir elektrik bantıyla onu ziyarete geldiğini anlatmıştı. Bu röportajla onun ruhunu çağırsak, bu uzak, ruh akraban hakkında ne söylemek istersin? TERENCE KOH - Ray ölmedi. O aramızda gizlice yaşayan biri olarak çok mutlu. Kendimizi var etmeye başladığımız andan itibaren bütün sanatçılar bir ailedir. Bu yüzden sanatçı bir birey olarak ölmez. Bizimle huzurlu bir ailede beraber yaşar.
XOXO - New York ve Berlin’de yaşıyorsun. Berlin’deyken zamanını nasıl geçiriyorsun? Kreuzberg’in İstanbul’a çok benzediğini söylerler. Oradaki göçmenler hakkında bir firkin var mı? TERENCE KOH - Sanırım göçmenlere ayrımcılık yapıldığı doğru. Bu beni üzüyor. Oysa tüm insanlar saftır. İnsanlar bizle aynı ailedendir. Her birimiz birbirimize nazik olmak ve varolan tüm canlılara kalpten gülümsemek zorundayız. XOXO - Bir fashionista olarak, Converse’e ayakkabı tasarlamıştın. Ufukta başka bir marka ile bir iş birliği planı var mı? TERENCE KOH - Burada sadece bir kuş olduğumu söyleyebilirim.
Fatih Kariye M端zesi
Özel isimlerden sonraki boşlukları doldurabilir misin? Javier Peres: Is a deer. Büyükada: Is bond. Mira Jeh: Fill. Andy Warhol: Son. Alejandro: Truth on a beach. Nicolas Ghesquiere: A field. Charles Saatchi: Lofutas. White: Blond wood? Grace Jones: Felt. Feel. Art Metropole: A rabbit now. New York: A rabbit now. Garrick Gott: Love for eternity. Australian boys: A turkish boy. İstanbul: oo
Ayasofya m端zesi
Fatih Kariye M端zesi
our world our world iz a white castle in our hands tree hands and nothing out of white sand made by our dried blood bye black sea remember the air on our faces together.
Terence Koh, 12 AÄ&#x;ustos 2010, New York.
M
MUSIC M.I.A. ARCADE FIRE Janelle Monรกe HEALTH
music, yaz覺 harun izer
M.I.A: Değişen birşey yok
Bir çoğuna göre /\/\/\Y/\ büyük bir saçmalık, koca desteğiyle çıkarılmış altı boş bir başkaldırı… Ama bakıldığında yine politik duruşuyla ve müzikal önermeleriyle gayet ilgi çekici... Daha açılış parçasıyla albümün nereye yol aldığı anlaşılabilir; zira her yanımızı kuşatmış dengesizlik unsurları ve paranoyayla dolu devlet-internetbirey ilişkisi M.I.A. tarzıyla vücut buluyor.
2009’un Grammy ödül törenine dönelim bir an için… Sahnede rap dünyasının en “baba” isimlerinden Jay-Z, Kanye West, Lil Wayne ve yanlarında 9 aylık hamile bir kadın, M.I.A.! Üç gün sonra çocuğunu doğuracak olması hiç umrunda değil; oldukça transparan bir kıyafet içinde, Amerikan rap mafyasının kabadayıları ile beraber Paper Planes’i söylüyor. Birçoğumuz için “olacak iş değil” ama M.I.A. için şaşırtıcı olmayan bir hareket; maço rap dünyasına karnı burnunda bir tavır koyma! Sri Lanka’nın asi kızı M.I.A. (veya ailesinin ona verdiği isim ile Maya Arulpragasam), 2000’li yıllarda alternatif müziğin en önemli yıldızlarından biri olarak karşımızda duruyor. 2003 yılında kariyeri gerçek bir internet mucizesi olarak başladı. Elastica’dan Justine’in Roland MC-505 Groovebox’u ile yaptığı ikinci şarkı olan ‘Galang’, ufak bir plak şirketi tarafından yayınlandı. Diplo’nun (o sıralar henüz sevgilisi olmayan) eline geçti ve bir anda heryerde çalmaya başladı. 2004’te ilk kez sahneye çıktı (sahneye itildi desek daha doğru olur aslında). Babasının adını verdiği ilk albümü Arular, 2005’te yayınlanır. 2007’de çıkan ikinci albüm Kala annesinin adını taşımaktadır (Kala) ve 2007’de çıkar. 2008’de plak şirketi NEET’i kurar, 2009’da çocuğu Ikhyd’i doğurur ve 2010 yılında müziğe ve sahnelere kendi adını taşıyan Maya albümü ile geri döner. Aktivist kişiliğinin bir yansıması
olarak /\/\/\Y/\ (Maya) için mükemmel bir “seçici” diyebiliriz. Amaçları için doğru insanları bulmasını ve seçmesini iyi biliyor, diğer taraftan yeteneğinin elverdiği ölçüde işini kendisi yapıyor. Rusko ve Blaqqstar gibi son dönemin parlak genç müzisyen ve prodüktörleri ile çalışan Maya, mümkün mertebe albüm kapağını kendisi yapıyor, kliplerini kendisi çekiyor veya biçimlendiriyor. Birçoklarına göre /\/\/\Y/\ büyük bir saçmalık; koca desteğiyle çıkarılmış altı boş bir başkaldırı… Ama bakıldığında politik duruşuyla ve müzikal önermeleriyle gayet ilgi çekici. Daha açılış parçasıyla albümün nereye yol aldığı anlaşılabilir, zira her yanımızı kuşatmış dengesizlik unsurları ve paranoyayla dolu devlet-internet-birey ilişkisi M.I.A. tarzıyla vücut buluyor. Devamında gelen birçok parçada da bu göndermelerle sıkça karşılaşıyorsunuz. Dubstep, hip-hop, iyice sınırları zorlanmış pop ve hatta oldukça sertleşen yer yer metalik soundlarla -sirenler, aşırı yüklenilen gitarlar, sert davul sesleri, biçerdöver ve hatta elektrikli testere sesleriylebezenmiş, dinlemesi gayet zor bir albümle, günü kapatıyorsunuz. Ve hatta sonunda bir nevi müzikten soğuyorsunuz. Albümü, her zaman olduğu gibi tamamlayan en önemli unsuru, çekilen videolar. Born Free için Romain Gavras’la yapılan muhteşem premier, her ne kadar devamı gecikse de gelen XXXO
ile yine sanatçı hakkında bolca konuşulmasına yol açtı. Zira ilk videoda izlenen yüksek teknik ve hikaye, ikinci videoda kitschliğin ve umursamazlığın da etkisiyle geri plana atılmış gözüktü; tabii aklı geri olan ve bu göndermeleri anlamayacak kadar sığ olanlar için. Videoyu izleyin, nedenini anlarsınız. Sebebi ne olursa olsun, M.I.A. bir kesimin hiç bir zaman kredisi tükenmeyecek moda, müzik, politika, felsefe ve estetiği temiz birleştiren tek pop sanatçısı… İşte bundan güç olan Maya Hanım, her fırsatta Sri Lanka hükümetine, sıkıcı şişirilmiş pop ikonlarına, kendine cephe almaya “cüret eden” medyaya ve hatta hayranlarına bile kafa tutmaya devam ediyor. Yani M.I.A bildiğiniz M.I.A, tek bir farkla, bolca estetik yaptırdığı vücuduyla!
music, yazı yiğit atılgan foftoğraf gabriel jones
ARCADE FIRE: Tam olarak Montreal çıkışlı indie grubu
Arcade Fire, birden fazla duygusal merkeze sahip yeni albümleri ‘The Suburbs’de önceki albümlerin aksine enstrümantal yoğunluğu azaltıp birbirini bütünleyen şarkı yazımına odaklanıyor.
Çocuk, otomobil, kasaba, şehir, yuva, ev. Arcade Fire şarkılarında sık kullanılan bu kelimeler müziklerinin de anahtarı. Üç albümdür farklı bağlamlarda benzer temaların peşinden koşturuyor Montrealli kolektif. İlk albüm ‘Funeral’ ölüm, aile ve mahalle kavramlarının etrafında dönen, bağıra bağıra eşlik edilesi, ruh yükselten marşlara ev sahibiydi. ‘Neon Bible’ ise savaş, tüketim, kilise gibi kavramlara kuşkucu ve karanlık bir bakıştı.
Funeral inanç duymaya dairdi, Neon Bible toplumsal kurumlara yitirilen inanca dair. Şarkılar neye odaklanırsa odaklansın, konu aldıkları bireylerin hal ve gidişatı aynıydı. Çocukluğun masumiyeti yitirilmiş, geçmiş pişmanlıktan ibaret, gelecek ise belirsiz. Yeni albüm ‘The Suburbs’ odağını ismiyle ele veriyor ama bu noktanın üzerinde biraz durmak lazım. Sözlükte “suburbs” kelimesinin banliyö,
varoş, kenar mahalle ve şehir civarı gibi çevirileri var. Bunlar kelimenin Kuzey Amerika’daki kullanımını tam karşılamıyor. “Suburbs” deyince aklıma uçsuz bucaksız bir alana yayılmış, sokakları ıssız, otoyollarda ruhsuz otomobillerin aktığı aktığı, hali vakti yerinde ama yaşayan ölülere dönüşmüş insanların yaşadığı tutucu kasaba-şehirler geliyor. Arcade Fire, söz konusu mekansal düzlemi hem bıkkınlık hem de nostalji filizleyen bir kavram olarak incelemiş. Bıkkınlık çünkü çocukların sokakta oyun oynamadığı bu mekanlar, modern hayatın getirdiği yalnızlık, korku ve rekabetin, bu duruma olan tepkisizliğin vücut bulmuş hali. Ama bir yandan da nostalji, çünkü aynı çocukların yüreklerinde bir şeyler hissedebilmeye özlem duyan yetişkin hallerinin ilk referans noktası The Suburbs. Arcade Fire’ın yaklaşımında pişmanlık kadar şefkat, hayalkırıklığı kadar özlem de var. The Suburbs birden fazla duygusal merkeze sahip bir albüm. Bir şarkıdaki kilit kelimelere ve karakterlere başka şarkılarda da rastlayabiliyoruz. Bu açıdan geçişimli bir albüm ve Arcade Fire’ın dikte ettiği sıralamayla bütün halinde tecrübe edilmesi gerekiyor. Açılıştaki The Suburbs daha sonra albümün ortasında ve sonunda da ortaya çıkıp tematik çatıyı kuruyor: İnsanın yuva, yuvası yok olmuşsa dünyada kendi gibi hissedebildiği bir yer arayışı. Geçmişleriyle yabancılaşmış, hayalleri suya düşmüş, bıraktıkları şeyleri yerlerinde bulamayanlar arz-ı endam ediyor albüm boyunca. Masumiyet yitirilirken idealleri,
bir zamanlar anlam ifade eden ev, arkadaş, aile gibi değerleri de peşinden sürüklüyor (‘City With No Children’). Boşa harcanan zamanların aslında mühimmiş gibi görünen eylemlerden daha değerli olduğunu (‘Wasted Hours’) geç idrak eden bir adam, fark ediyor ki hayatını daha iyi bir şeyleri bekleyerek tüketmiş (‘We Used To Wait For It’), kendini bildi bileli anksiyete ve varoluşsal kaygılarla kıvranarak sırasını beklemiş (‘Modern Man’). ‘Suburban War’da sokaklar ve şehirler kabuk değiştirirken sevdiklerinden uzaklaşan, her geçen otomobilde aşina bir yüz arayan bir karakter var. Otomobil imgesi özgürlük ve kaçışı değil, aksine yuva kavramının yok olmasıyla ortaya çıkan uçucu/ geçici varoluşları sembolize ediyor. Sadece soyut kavramlara da odaklanmıyor The Suburbs, zira bireysel hayatlar dış dünyanın olguları ve kurumları sebebiyle mahvoluyor. ‘Half Light II’ta Arcade Fire’ın iki esas üyesi Win Butler ve Régine Chassagne finansal pazarlar çöktükçe birbirlerine verdikleri sözler paramparça olan bir çifti canlandırıyor. Ekonomik sebeplerden dolayı gençliklerini uzakta yaşayıp aşklarını ikinci plana atan bir çift. The Suburbs biraz da gençlik hülyalarının hayatın acımasızlığı karşısında yenilmesine dair bir albüm. Biraz moral bozucu bir husus bu. İlk iki albümde günlük hayatın dehşetine karşı bir başkaldırı vardı, bu sefer Arcade Fire’ın sesi biraz yenilmiş ve pes etmiş gibi geliyor. Arcade Fire oluşan zararın geri dönülemez olduğunu düşünüyor, bu sebepten Win Butler işler iyice kötüye gitmeden bir kız çocuğu sahibi olmayı istiyor (‘The Suburbs’).
Şu noktaya kadar sadece albümün fikirsel yapısına odaklandım. Bunun sebebi ‘The Suburbs’ gibi klasik olmaya namzet eserlerin sadece teknikleri, şarkı yapıları gibi unsurlarla değil daha da önemlisi anlattıklarıyla bu mertebeye ulaşacaklarını düşünmem. Mesela Radiohead’in ‘OK Computer’ albümünün müzikal açıdan ne kadar kafa açıcı olduğunu anlatmaya lüzum yok ama müzik tarihine çentik atmasının en büyük mümessili zamanının ruhuna uygun bir tüketim kültürü eleştirisi ortaya koymasıdır. Elbette enstrümanların çıkardığı sesler ve kelimeler birbirinden ayrı düşünülemez, bir albüm bu iki unsurun birbirini destekleyip zenginleştirebildiği derecede tortu bırakır. Arcade Fire’dan müzikal olarak beklediklerimiz belli. Grup klasik rock müzik altyapısı üzerine modern zamanların ileri kayıt tekniklerini kullanarak kat kat orkestral öğeler yerleştirip katarsislere koşarak indie müziğe seviye atlatmış, gönlümüzü fethetmişti. Funeral ve Neon Bible’dan daha bütünlükçü bir mantaliteyle yazılmış The Suburbs. Tekil şarkılar bir başlarına parlamak yerine takım oyuncusu olarak görev yapıyor, resmin ancak bir kısmını açık ediyor. Örneğin ateşli punk şarkısı ‘Month of May’ ve akustik tınılı ‘Wasted Hours’ ard arda gelmelerine rağmen sırıtmıyorlar, aksine birbirlerini tamamlıyorlar. Eski albümlerle karşılaştırınca dikkat çeken birkaç fark daha var. Birincisi, Arcade Fire’ın synth’leri daha içten kucaklaması, bazen geri planları New Order-vari seslerle boyaması, hatta ‘Sprawl II’ örneğindeki gibi
ABBA ve Blondie’cilik oynaması. İkinci fark da orkestral öğelerin işleviyle ilgili. İlk iki albümde orkestral katkılar melodiyi sürüklüyordu. Bu albümde fazla baskın değiller ve iskelet halleriyle bile halihazırda zengin şarkılara süs görevi görüyorlar. Bunun tek istisnası Owen Pallett’ın inşa ettiği anında belli olan yaylı düzenlemeleriyle ‘Empty Room’. Bu müzikal tercihler albümün içeriği ve vizyonuyla uyumlu. Ama alıştığı Arcade Fire’ı yerinde bulamayanlar da olacaktır. Birçok dinleyici parçaları değil, parçaların toplamını seviyor Arcade Fire söz konusu olduğunda, ne de olsa kakafoniye yanaşıp bir adım geri durarak kazandılar gönlümüzü. ‘The Suburbs’ün enstrümantal yoğunluğu daha az. Bazı kısımları bu dinleyicilerin Arcade Fire şarkılarına yamadığı limitleri zorlama misyonunu yerine getirmiyor. Ben ise bunun Arcade Fire için doğru adım olduğunu, eskiden ağdalı yapılarıyla neredeyse duygu sömürüsüne varan eserlerden daha hedef odaklı, aklı başında, birbirini bütünleyen şarkılara geçmelerinin grubun ömrünü uzattığını düşünüyorum. Ne dersek diyelim, albümün ne kadar etkili olup olmayacağı ancak senelere uzanan bir süreç içerisinde belli olacak. Zira dikkat eşiğimizin daha düşük, algı kapılarımızın daha kapalı olduğu günümüzde “klasik” olmak hiç kolay değil.
music, yazı özlem apaydın fotoğraflar jon ferguson
Janelle Monáe: İpek yakalıdan funk Janelle Monáe’nin hayal dünyasında üç şey var: İyi müzik, smokinler ve funk. Yeni albümü ‘The ArchAndroid’i dinleyince iyi müzik ve funk özetlenirken, tüm videoları ve fotoğrafları ise smokin takıntısını anlatıyor. Bir devlet hayal edin. Burada her gün smokin giyilir. Burada şarkılar uzay gemisi, müzik geleceğin silahı, kitaplar ise yıldızlardır. Burada çimenler duvarlardan ve kitap raflarından filizlenmiştir. Yasalar yoktur; sadece müzik vardır. Burada funk ruhu yönetir; punk ise mahkeme salonunu. Yemek mönüsünde sadece kitap vardır; yanında da şarap ve pamuk şeker iyi gider. Haberleri öğrenmek istediğinizde çizgi romanın kapağını açarsınız.
Burada aşk vardır; seks, bilgelik, sihir ve merakla birlikte. Egoya yer yoktur. Çalışırken herkes androiddir. Şimdi gözlerinizi açın; size bir şey söyleyeceğim: Janelle Monáe’nin Harikalar Diyarı’na hoşgeldiniz! Yıl 2004. Kansas doğumlu Janelle Monáe tiyatro eğitimi almak üzere Atlanta’ya gelir. Burada Broadway müzikallerinin perdelerini hayal ederken, birdenbire fikrini değiştirir. Sanatın her dalından insanları bir araya getirmek ve kendi müzik stüdyosunu açmak üzere Wondaland Art Society’yi kurar. Outkast’ten Big Boi’un dikkatini çeker ve grubun 2006 çıkışlı albümü ‘Idlewild’a konuk olur. Yıl 2020. Mekan: Metropolis. 1927 yapımı kült bilim kurgu filmi, Janelle Monáe’nin alter egosunu canlandırır. 57821 numaralı android Cindi Mayweather, yani Monáe’nin diğer kişiliğiyle tanışın. Çünkü bu hikayede onu bolca duyacaksınız. Yıl 2007. Janelle Monáe sadece Big Boi’un dikkatini çekmez. Sean ‘Diddy’ Combs da bu cevheri öngörür ve plak şirketi Bad Boy Records’a imzasını attırır. Monáe, ilk konsept albümü ‘Metropolis: The Chase Suite’i bu şekilde başlatır. Başlatır, çünkü bu albüm ‘4 Suites’in sadece birincisidir. Yani Cindi Mayweather’in android masalının girişi... Toplamda yedi parçadan oluşan albümde Cindi’nin Metropolis kurallarına karşı gelerek, Anthony Greendown adında bir insana duyduğu aşkı dinliyoruz. Gözlerimizi kapadığımızda da adeta izliyoruz.
Ve birinci suite sona eriyor. Wondaland’de çalışmalar devam ediyor. Monáe 2009’da Chester French’e ‘Nerd Girl’, 2010’da Big Boi’ye ‘Be Still’, Of Montreal’e ise ‘Our Riotous Defects’ ve ‘Enemy Gene’ parçalarında eşlik ediyor. Ve yarım kalan masalın devamını getirmek üzere ikinci albümü ‘The ArchAndroid’i, Bad Boy Records’tan çıkarıyor. ‘The ArchAndroid’ çoğunlukla azınlığı, sahip olanlarla olmayanları, mazlumlarla zalimleri birleştiriyor. Monáe, müzikle birlikte tüm insanların bir araya gelmesini istiyor. Metropolis hikayesinin ikinci ve üçüncü süitlerinin yer aldığı yeni albümde Cindi, bir mesih olduğunu öğreniyor (aynı Neo’nun “seçilmiş”liği gibi). Artık onun bir görevi vardır: Özgürlük. Cindi masalın gelişme bölümünde, sahip olduğu süpergüçle diğer androidleri Metropolis’ten kurtararak özgürlüğe kavuşturmaya çalışıyor. Janelle Monáe’nin müziği de zamansızlık, sınırsızlık ve özgürlük anlayışını yansıtır şekilde uçsuz bucaksız. Kimi zaman Beyoncé’nin tahtını devirecek derecede R&B, kimi zaman Iggy Pop’la düet yapacak güçte punk, kimi zaman James Brown’a olan sıkı hayranlığını yansıtır şekilde soul, funk, hip hop, psychedelic, Broadway... Hepsi bu hikayede toplanmış. Albümde yalnız da değil. Alkışlar eşliğindeki açılış parçası ‘Suite II Ouverture’de Atlanta Senfoni Orkestrası’nı dinliyoruz, aynı şekilde ‘III’te de. Albümün ikinci
parçası, Saul Williams ile düeti ‘Dance or Die’, gerçekten de ya dans ettiriyor ya da öldürüyor. Big Boi ile ‘Tightrope’, Of Montreal’in androidi Kevin Barnes ile ‘Make The Bus’ ve Deep Cotton ile de ‘57821’ parçasında muhteşem bir performans sergiliyor. Geriye kalan 12 parçada da Monáe’nin zorladığı sınırlara büyük bir keyifle tanıklık ediyoruz. Wondaland’de müzik insanları birleştirir. Herkes smokin giyer. Gerçekten de Janelle Monáe’yi siyah ve beyazın dışındaki renkler içinde görmeye imkan yok. Hatta genelde beyaz tişörtü, siyah pantolonu, siyah kravatı ve saddle ayakkabıları onun android imajına dönüştü bile. Şimdilerde, bu retro fütürist stiliyle birçok moda dergisinin sayfalarını siyah beyaza bulamakla meşgul. Monáe’nin bu üniforma takıntısı, karmaşayı reddedişini temsil ediyor. Bu konuda idolu ise Colonel Sanders. (bakınız: Kentucky Fried Chicken) Janelle Monáe müzik dünyasının ilk androidi değil. Ama Grace Jones gibi ürkütücü olmadığı da kesin. Ayrıca alter egosunu bizlerle tanıştıran ilk müzisyen de değil. David Bowie’nin ‘Ziggy Stardust’ıyla da zamanında haşır neşir olmuştuk. Zaten tüm bu isimler, hatta Donna Summer, Prince ve P Funk, Monáe’nin hem görsel hem işitsel anlamda ilham aldığı ikonlar arasında. Şimdi sıra masalın sonunda. Bakalım Janelle Monáe androidleri özgürlüğüne, Cindi’yi Anthony’ye, bizi de üçüncü albüme ne zaman kavuşturacak?
music, yazı seda niğbolu fotoğraf lpurecords arşivi
HEALTH: Diskoda anlam kayması Dans müziğinde tehlikenin, deneyin giderek azaldığı bir dönemde, deneysel gürültülerin kalıba sokulmadan sadece ham enerjileriyle dans ettirebildiğini görmek HEALTH albümlerinin en akılda kalıcı yanı. Adına ister punk-funk, ister dancepunk densin; dört dörtlük dans edilebilir vuruşları ve synthleri, post-punk’ın üzerindeki disco etkisi aracılığıyla kulüplerle fazla haşır neşir olmayan rock dinleyicisiyle buluşturanların başında DFA ve onların en büyük kozu LCD Soundsystem geliyor. Holy Ghost! gibi yolunda devam edenlerin yanında The Gossip gibi daha melodik ve funky parçalarla büyük popülarite kazananlar da var. Disco’nun umarsızca kutlama amacını kaybetmediği tüm bu sofistike “eğlencelik”lerden farklı bir yerde son olarak bambaşka bir grup kelimenin ayarlarıyla oynamaya çalıştı. İsimleriyse HEALTH. Büyük harflerle!
Dört kişinin kurduğu HEALTH’in vardığı nokta ‘Disco’ olsa da, müziğe yaklaşımları kulüplere gitar müziğini sokan ekiplerden çok farklı. 2007’de kendi isimlerini taşıyan albümleri Lovepump United’la devreye giren HEALTH, punk gitarlar ve davulların önderliğindeki agresif enerji patlamalarını pek sevilen tabirle “groovy” bir şekle sokmuyor. HEALTH bir noise-rock grubu. Tüm elektronik eklentilere ve vokallere rağmen kendini tamamen kontrol altına almıyor. Çıkış albümlerinden bir yıl sonra, ‘Disco’nun remix parçalarını Picturplane, Acid Girls, Crystal Castles gibi isimlere emanet ettiklerini görüyoruz. HEALTH’i alternatif müzik camiasının en iyiler listelerine sokansa geçen yıl çıkan Get Color oldu. Get Color’daki ses denemeleri bütünlüğe ve şarkı formatına biraz daha yaklaşsa da tam bir sonuç alınabilmiş değil. İlk albümdeki dağınık vokallere benzeyen seslerle işin tamamına yayılan bir hipnoz hali hakim. HEALTH’in disco’suyla ancak tepinebilirsiniz, nazikçe salınamazsınız. Juan MacLean ya da LCD Soundsystem gitarı kulüplere sokarken HEALTH, konser salonlarında, kirli rock barlarda konser vermeye devam ediyor. HEALTH’i salt gürültü ekseninden çıkarıp alanını genişleten Disco’nun çağrıştırdıklarının sadece remixlere değil, müziklerinin kendisine de sızması. Çoğunlukla kulağı delip geçen tiz synthler, Moroder mirasının noise-
rock’a kusursuz bir uyarlaması. Daha çok indie-rock gruplarını hatırlatan melodik vokaller tüm kargaşanın ardından kulağa ulaşıp HEALTH müziğinin çok da kolay algılanabileceği sinyalini yolluyor beyne. Duruşları, pop ve dans müzik tarihinden ilham alanlardansa punk’ın paslı seslerine hep daha yakın. Bu nedenle disco-punkçılara değil, Wavves, No Age, Liars gibi yeni dönem noise-rock müzisyenlerine yakın duruyor. Farkları pop’a onlardan daha az yüz vermeleriydi; onu da remix albümleriyle tersine çevirdiler. Bu hikayenin şimdilik son durağı, Get Color remixlerinden oluşan Disco, gürültüye dans pisti cilası çekilen ticari kaygılı remix albümlerinden biri değil. Salem, Gold Panda, Small Black, Tobacco gibi müzisyenlerin elinden çıkma sağlam remixler, HEALTH parçalarının, alanı breakbeat’ten
synth-pop’a uzanan gayet subjektif yorumları. Haziran’da Lovepump United ve City Slang’den yayınlanan albümde remix olmayan tek parça ve yeni single ‘USA Boys’ bu tavrı baştan belli ediyor. Dans müziğinde tehlikenin, deneyin giderek azaldığı bir dönemde, deneysel gürültülerin kalıba sokulmadan sadece ham enerjileriyle dans ettirebildiğini görmek HEALTH albümlerinin en akılda kalıcı yanı. Disco albümleriyse bunu tersine çevirerek remixin zoraki bir dans amacına hizmet etmek zorunda olmadığını hatırlatıyor. Siyah ve gay hareketin psychedelia ile birleşmesiyle rock’ın maço hakimiyetine karşı doğmuş bir müzikal akımın içinin zamanla nasıl boşaltıldığı düşünülürse HEALTH, disco müziğinin bir karşı tepki olarak çıkış noktasına, günümüzün pek çok dans müziği grubundan daha yakın duruyor.
music LP’s
Blonde Redhead Penny Sparkle Blonde Redhead
“Blonde Redhead albüm çıkarıyor” dendiğinde nasıl bir şeyler dinleyeceğimizi önceden kestirmek artık pek mümkün değil. Her yeni albümlerinde bir sürprizle karşılaşmak alışkanlık oldu. Halbuki onların en sevmediği şey de bu alışkanlık. Aynı şeyleri yapıyor olmaktan sıkılan bir bünyeleri var. Dolayısıyla bu da müziklerine yansıyor. Denedikleri ne olursa olsun; Kazu Makino’nun hipnotize edici ince sesi, Amedeo Pace’nin muhteşem vokali ve gitarı, ikizi Simone’nin davulu varsa, o müzik zaten güzeldir. Ama ortada net bir şey var ki, o da Blonde Redhead’in gürültüden gitgide uzaklaştığı. ‘95’te Sonic Youth’un davulcusu Steve Shelley ile kaydettikleri ilk albüm ‘La Mita Vita’nın o zamanlar Sonic Youth ile karşılaştırıldığını düşünürsek ve zamanla 4AD’den üç, Touch&Go’dan iki albüme sırasıyla bakarsak, her yeni albümle biraz daha hafifleyen gidişatı net bir şekilde görmek mümkün. Kazu’nun iç gıcıklayıcı çığlıkları her albümde biraz daha rafa kalkıyor. Touch&Go’dan çıkardıkları bir önceki albüm ‘23’ü spontane bir
ruh katmak adına prodüktörsüz kaydetmeye çalışan, ama kayıtların ortasına geldiklerinde Mitchell Froom’a imdat çağrısı yapan Blonde Redhead ders almışa benziyor. Bu kez yeni “deney”ini iki tecrübeli prodüktörle gerçekleştiriyor. 13 Eylül’de yayınlanacak Penny Sparkle’ı, Fever Ray’in prodüktörleri Van Rivers ve The Subliminal Kid ile New York ve Stockholm’de kaydetmişler. İlk single ‘Here Sometimes’ı internet siteleri üzerinden paylaştılar. Prodüktörlerin synth etkisi Blonde Redhead’e bambaşka bir hava katmışa benziyor. Karin Dreijer gibi değil, ama Kazu Makino’nun sesine ayrı yakışmış gibi duruyor. Onların gürültüsünün kalbimizde ayrı bir yeri olsa da, biraz Kuzey teknolojisine bulanmış bir Blonde Redhead dinlemek de fena fikir değil. özlem apaydın
Interpol Interpol Matador
Interpol tarafında haber çok. İlk olarak, New York’lu topluluğun uzun zaman sonra gelen ve aynı ismi taşıyan dördüncü albümü 7 Eylül’de Matador’dan çıkıyor. Albümü daha dinlemeden söylenecek birşey
var ki, o da koleksiyonluk olduğu. Çünkü bu albüm, Interpol’u Interpol, aynı zamanda Joy Division’ı günümüz temsilcisi kılan basçısı Carlos D’nin jübilesi. Interpol’le yollarını dostça ayıran Carlos D, albümü tamamladıktan sonra kişisel projelerine kapanmak üzere yerini Slint’in kurucularından, Tortoise, Stereolab ve Zwan’la belli dönemler çalmış David Pajo, nam-ı diğer Papa M’e devretti. Fakat Interpol bu üzücü kayıba rağmen akıllı kararlar almış gibi gözüküyor. Öncelikli kararları doğdukları yere, Matador’a geri dönmek olmuş. Bu kadar beğeni toplamalarına vesile olan ilk albümleri Turn on the Bright Lights ve hemen ardından ikinci albümleri Antics, Matador tarafından yayınlanmıştı. Üçüncü albümleri Our Love to Admire için 2007’de Capitol Records’la anlaşmışlardı ve talep biraz hüsranla sonuçlanmıştı. Üç yıllık bir sürede topluluk sıkı bir hazırlık yaptı ve anlaşılan duymak istedikleri tek birşey var: Interpol, Turn on the Bright Lights zamanlarına geri döndü! Albümün ilk single’ı ‘Lights’ı mayıs ayında dinledik, ağustosta izledik. Klibi yine, Evil’in tuhaf yönetmeni Charlie White’a teslim etmişler. White yine algılara açık bir iş yapmış; bu kez tüyleri, bir kuklayla değil, gergedan böceği ve fenomen salgısılarını kullanarak diken diken ediyor. Şimdilik anladığımız şu: Sevdiğimiz Interpol karamsarlığı geri gelmiş. The Secret Machines’den Brandon Curtis de klavye ve vokale hoşgelmiş. Albüme Carlos D açısından bakınca, gelen gideni hem duruşu hem yorumuyla aratacak elbette. Ama yeni Interpol albümü, Turn on the Bright Lights’ı aratmayacak, kim bilir… özlem apaydın
Strange Weather Isn’t it? Warp
Bir müzik topluluğu için dibe vuruşun tasviri herhalde şu şekilde olurdu: 2005’te davulcusunun hayatını kaybetmesi, kurucularından birinin gruba veda etmesi, bir diğer davulcunun trajik bir asansör kazasına kurban gitmesi, ardından bas, gitar ve klavyenin gidişi ve New York’ta içinde bulunduğun müzik janrının giderek kısırlaştığına dair bir inanç beslemeye başlamak... Dibe vurduktan sonra alınacak en iyi şey bir uçak bileti. Mümkünse Berlin’e! İşte !!!, nam-ı diğer Chkchkchk’in vokali Nic Offer’ın son hikayeleri bu şekilde. Dolayısıyla yeni bir albümden değişimin dışında başka bir şey ummak elde değil. Offer’la birlikte yola devam eden Andreoni, Gorman ve Wilson’a yeni albümde vokalde Shannon Funchess ve davulda Paul Quattrone katılıyor. İlham kaynakları arasına Brian Eno da giriyor, tabii ki Berlin de, Depeche Mode da. Dolayısıyla yeni albümde hava, söyledikleri gibi, biraz tuhaflaşıyor; disko topunun üzerine hafif kara bir bulut geliyor. İngiliz Warp bünyesinden
çıkan !!!’in dördüncü albümü ‘Strange Weather, Isn’t it?’de LCD Soundsystem prodüktörlerinden Erin Broucek ile çalışılmış. Drum’n bass ağırlıklı bir fonda Offer’ın tanıdık vokaliyle karşılayan açılış parçası ‘AM/FM’den sonra değişim adım adım hissediliyor. Devamında vokal bolca Shannon Funchess’le paylaşılıyor. Kimi zaman gitar, saksafon ve dub’la beslenmiş The Most Certain Sure, kimi zaman ise synth’le birlikte disco etkisini koruyan Wannagain Wannagain gibi parçalarla tempo yükseliyor. Arada bir Berlin, arada bir Buenos Aires coğrafyasıyla hava bir açıyor bir kapıyor. Finali yapan çıkış parçası ‘The Hammer’ ise albümdeki değişimi niteleyen, !!!’in dinamik ritmini koruyan ama baskın bir synthle karamsarlaşan alışılmadık bir parça. ‘Strange Weather, Isn’t It?’ için ‘Louden Up Now’ gibi baştan aşağı şiddetli denilemez veya bir önceki albüm ‘Myth Takes’ gibi hantal da değil. 40 dakikaya sığdırılmış dokuz parçadan oluşan, daha kibirli, daha duygusal ve Offer’ın deyimiyle bugüne kadarki en “pop” albüm diye özetlenebilir.
özlem apaydın
Danger Mouse & Sparklehorse
Dark Night Of The Soul Parlaphone
Danger Mouse isminin bulaştığı projelerde nedense çeşitli müzik-harici sorunlar kendini gösteriyor. İsminin patlamasını sağlayan korsan Beatles-Jay-Z mixi ‘Grey Album’ yüzünden EMI ile mahkemelik olmuş; tüm bu mahkeme süreci onun en sonunda bir EMI sanatçısı olmasıyla tatlıya bağlanmıştı. Son proje ‘Dark Night of The Soul’da ise yine çeşitli legal sıkıntılar başgösterdi ve geçen sene yayınlanması gereken albüm bu yaza kadar bekletildi. Bu arada albüm illegal olarak internete sızdı ve hatta projenin sınırlı sayıda basılan bir kitabının içine boş bir CD-R eklendi ve dinleyicilerin albümü illegal bir şeklilde indirip CD’ye yazmaları doğrultusunda bir şaka/eleştiri de yapıldı. Bu arada projedeki sorunlar nihayet çözümlendiğinde Danger Mouse’a prodüksiyon ve bestelerde yarı yarıya destek veren Mark Linkous trajik bir şekilde intihar etti. Linkous’un Sparklehorse albümlerinin yapıtaşını oluşturan yoğun melankoli, bu albümün üzerinde de kalın ve sökülemez bir tabaka gibi duruyor. Flaming
Lips, Nina Persson, Suzanne Vega, Vic Chestnutt gibilerinin katkıda bulunduğu ve yıldızlar karması gibi duran albümün genelinde bu country çıkışlı düşüklük, Julian Casablancas (The Strokes) ve Iggy Pop’un vokal yaptığı şarkılarda biraz kırılıyor gibi. David Lynch’in duygusal mentor ve şarkı yazarı olarak katkıda bulunduğu ve Mark Linkous’un seslendirdiği iki parça ‘Star Eyes (I Can’t Catch It)’ ve ‘Dark Night Of The Soul’ zamanın tüm gayretlere rağmen akmadığı bir boşluktan sesleniyor gibi. Katkıda bulunan isim listesinin genişliğine rağmen hiç de dağınık olmayan bir albüm olmuş ‘Dark Night Of The Soul’. Danger Mouse’un pür ve pak prodüksiyonu haricinde, Mark Linkous gibi önemli bir müzisyenin ruh karanlığının son döneminini dokümante etmiş olması ile de son ayların en mühimleri arasında yer alıyor. sarper durmuş
The Limousines
Get Sharp Orchard City Books And Noise
Eric Victorino’nun yazıp seslendirdiği ve multienstrümantalist Giovanni Giusti’nin prodüktörlüğünü
yaptığı Get Sharp albümünü ilk dinlediğinizde çok da hayran kalmayacağınız bir düzlemin içine giriyorsunuz. Daha ilk parçadan sonra “MGMT neden son albümü yayınladı ki?”, “Empire of The Sun neden uzakta?”, “PNAU neden bu kadar gayriciddi?” gibi bir ton nereden geldiği bilinmez soruyla doluyor aklınız. Ama sıyrılın, her ne kadar müzikleri bu üçünü bize anımsatsa da albümün hepsinden çok daha akıllıca yaratıldığı aşikar! Her şeyden önce, The Limousines’in dillendirdiği pek de duymaya alışık olmadığınız şarkı sözleri var. Mesela ‘Dancing At Her Funeral’da eski sevgilinizin ölümünü sanki Steinbeck okurcasına kare kare aklınızda canlandırabiliyorsunuz, ‘Very Busy People’ ise bana hayatımı anımsattı, ancak en iyi sözler -ki tartışmasız albümün de en iyi parçası olan- Wildfires’da, öyle ki… Neyse unutalım. Müzikal altyapı ise yeni birçok ses deneyinde synthlerin, gitarların akıcı kullanımı ve davulun tamamlayıcı enstrümandan çok başrole geçtiği önermelerle dolu. Bu kısa yazıyı sonlandırıyorum, sarkazmın sınırlarını zorlayan görsel hikayeleriyle, menajer ve PR desteği olmaksızın genişleyen hayran kitleleriyle ideale yakın tavrını çok sağlam anlatan The Limousines’in albümünü satın almadan önce bir de ‘Internet Killed the Video Star’ videolarını izleyin. ruşen inceoğlu
music LP’s
The Magic Numbers The Runaway Heavenly
Londra’nın banliyölerinden Greenford’da bulunan bir katolik lisesinin öğrencilerinden, bir iki abla ve bir çift kardeşten oluşan Magic Numbers, ilk stüdyo albümlerini 2005 yılında kaydetmişlerdi. Uzun saç ve sakalları, demode kıyafetleri ve fazla kilolarıyla “yıldız” stereotipine karşı çıkan bu ailevi grup, dinleyicilerin alışkın olmadıkları hislerini okşayarak UK single listelerinde üst sıralara kolaylıkla tırmandılar. Bu başarının hemen ardından, bir yıl sonra, bir albüm daha yayınladılar. ‘Those the Brokes’ eleştirmenler ve diğer müzik otoritelerince pek hoş karşılanmadı. İlk albümün üzerine yeni bir şey katamadıkları söylendi. Aynı şarkıları farklı notalar ve sözlerle çalıyorlardı. Bunun ardından topluluktan dört sene boyunca kayda değer bir ürün çıkmadı. Temmuz başında Runaway’in ilk single’ı ‘The Pulse’ YouTube’a yüklendi; o ayın sonunda ise albüm piyasaya sürüldü. Pitchfork gibi kibirli kaynakların yaptığı yorumlar oldukça acımasız, öte yanda daha yapıcı eleştiriler de ortalıkta dolanıyor. “Sihirli Numaralar”ın bu yeni albümde yeni
numaralar denediklerine şüphe yok. Parçaları sıradanlıktan kurtarmaya çalışan yaylılar neredeyse albüm boyunca devam ediyor. Özellikle albümün açılışı ‘The Pulse’, orkestral altyapısıyla bana yıllar öncesiden bir hit’i, ‘Tonight’ı (Smashing Pumpkins) anımsattı. Hemen ardından ‘Hurts So Good’ tatlı bir melankoliyle albümün diğer öne çıkan parçalarından. Ancak parçalar ilerledikçe yenilikçi çabaların pek de işe yaramadığı farkediliyor. Eylül ayının genç dimağlarda yaşattığı “yaz bitiyor” sancılarına meze olarak tüketilebilecek, ancak ana yemek olmaya uzak bir albüm diyebiliriz The Runaway için. emre doğan
Matthew Dear
Black City Ghostly International
Hey yabancı! Biz aslında okyanusun bu tarafında Amerikalı technocuları pek sevmeyiz. Ama Matthew Dear gibi istisnalara göz yumabiliriz. Nihayetinde o da Detroit’in müzmin sanatçılarından. 11 yıldır piyasanın içinde olup, birkaç projeyi birden sürdürüp kalıcı olmayı başarabilmiş ağır toplardan. ‘False ve Jabberjaw’
adı altında daha minimal EP’lere imza atmış, bunları dönemin şaşaalı etiketleri Perlon ve m_nus altında yayınlamış bir sima. Esas, Audion mahlasıyla onlarca plak basmış, dans pistlerinin vazgeçilmezi haline gelmiş, araya bir de Fabric mixi sıkıştırmış bir DJ. Alter egolarından kalan boş vakitlerine de, ‘Leave Luck to Heaven’, ‘Backstroke’, ‘ASA Breed’ gibi kolay dinlenilen, yenilikçi pop albümlerini sığdırmış bir müzisyen Matthew Dear. Bu albümler gece kulüplerinde çalınmaya pek müsait olmasalar da, kulüp müdavimleri tarafından akşam yemeklerinde ve parti sonlarında düzenli olarak dinlenmiş şaheserler olarak nitelenebilir. ‘Black City’ de bu son sınıfa giren bir pazarlama harikası. Promosyonuna yaz başında başlanan albümün “fragmanı” ve haberleri yaz boyunca vefalı dinleyecilerinin iştahını kabarttı durdu. Albüm bir müzik metası olmaktan öte, Matthew Dear’ın yarattığı “çaresiz tiplerin, karşılıksız aşkların ve ahlak kuramından bağımsız güdülerin” yuvası kara bir şehir olarak lanse edildi. Görsel olarak Massive Attack’ın ‘Splitting the Atom’ videosundaki karanlık mekanları andırsa da yanılmamak gerekiyor; bu kara şehrin ruhunu işitmeye başladığınızda aradaki fark kendini hemen belli ediyor. Duygusal bir şeyler oluyor bu kentte; mutsuzluklar daha içine dönük, hisler daha ölçüsüz, sözler daha uğursuz. Küçük insanların 10 dakikalık disco serüvenleri, hülyalı ninniler, atmosferik synthler, sürükleyen vurmalılar ve misafirlerini hayata bağlayan baselinelar var bu albümde. Üç sene boyunca ve yaz başından beri beklediğimize değmiş; nefis bir uzunçalar dünyaya gelmiş. emre doğan
Jimmy Edgar XXX Studio !K7
Müzisyen kimliğinin yanı sıra, diğer sanat dallarına da sıkı bağlarla tutunan Jimmy Edgar, 2006’dan bu yana İtalya ve Birleşik Devletler’de fotoğraf, resim ve çeşitli enstalasyonlarını sergiledi. Geçtiğimiz temmuz ayında ‘Hot, Raw, Sex’ adlı single gelmekte olan albümü müjdeledi. Ardından hemen o ayın sonunda albümün dijital kopyası internetten satışa sunuldu, ancak plak ve CD baskıları eylül ayına kadar sarktı. XXX’in oldukça kozmopolit bir yapısı var. İlk dört parça, kitchlik seviyesinde 80’s revival diye bağırıyor. Hatta kimse kusura bakmasın; ‘New Touch’ı bilmeden önce biri dinletse “Chromeo’nun yeni albümünden değil mi, çok güzelmiş ya” diyebilirdim saf gibi. XXX’in geri kalanı da adı gibi seksi ve tahrik edici iniş çıkışlarla, yumuşak synthler ve yatak odası vokalleriyle bezeli. Bu hoş kokulu albümü sıradan bir 80’s revival’ı olarak görmek haksızlık olacaktır, Edgar sempatizanı olmayanların bile kulak kabartmasında fayda var. emre doğan
12”
Gilles Peterson’s H. C.Band
NDF
T-Coy
Since We Last Met/Villalobos R. DFA Records
Carino (2010 Remixes) Deconstruction
Afro-beat’ten dubstep’e geniş bir karteladan yaptığı seçkilerle Lounge FM 96.0’da da yayınlanan ‘Worldwide’ programını hazırlayan Gilles Peterson, geçtiğimiz yıl Küba’dan çıkan iyi sesleri topladığı ve bir session set-up ettiği Havana Cultura isimli projesiyle karşımızdaydı. İki diskten oluşan albümün ilk CD’sinde Gilles’ın toparladığı karma bir grubun session’ı, ikinci CD’de ise Gilles’ın Kübalı tanınmış ya da genç sanatçıların parçalarından yaptığı bir seçki yer alıyordu. Bu yaz ise projenin remix ayağıyla ilgilenildi. Albümdeki parçaların D&B, techno, house, downtempo remixlerinin olduğu bir CD’nin ardından ‘Roforofo Fight’ın Louie Vega remixleri de yine Gilles’ın Brownswood isimli plak şirketinden yayınlandı. Parçanın orijinaline daha yakın duran A1’deki remixdense, A2’deki vurmalıların arka plana atılıp, hızlandırılmış ve house altyapısıyla dans pistine uyarlanmış olan remix daha fazla ilgi çekecektir.
Eski rock davulcusu, yeni nesil techno prodüktörü Bruno Pronsato, 2008’deki muhteşem ‘Why Can’t We Be Like Us’ uzunçalarının ardından bir takım başka plaklar yayınlasa da, elektronik müzik gündemine üstlere yeniden çıkması Sergio Giorgini ile ortak olarak NDF adıyla yayınladığı bu plak ile gerçekleşti. İç geçiren vokali, sakin davul editleri, kendini öne çıkarmayan kickleri ile doğuştan melankolik parçaları ‘Since We Last Met’, yaz boyunca Avrupa festivallerinde ellerine promo ulaşan DJ’ler tarafından her çalındığında “o duygu”yu (aşk sıkıntısı/kafa kırılması) hissedenlerin merak konusu oldu. Parçanın orjinalinin Ricardo Villalobos tarafından remixlendiğini duymak ise aslında pek de şaşırtıcı değil, çünkü NDF’nin vokal kullanımı Villalobos’un ‘Alcachofa’ zamanındaki vokalli ve hissiyat yüklü parçalarına benziyor. Şaşırtıcı olansa techno yıldızı Villalobos’un orjinalini süre ve his yoğunluğu bakımından genişletmiş olduğu bu remixle, LCD Soundsystem’ın DFA plakçılık çatısına dahil olması.
Mike Pickering (Hacienda DJ’i), Simon Topping (A Certain Ratio) ve Ritchie Close’un oluşturduğu T-Coy’un 1987’de yayınlanan ‘Carino’ parçası disco ile acid house arasındaki zamansız duruşu ile dans müziğinin önemli klasiklerinden birisi olarak biliniyordu. Akıp giden piyano tuşlarına karşı koymanın mümkün olmadığı parçanın plak formatında yeniden basılması ve remixlenmesi ‘80’ler sonu Manchester parti ekolünün günümüzde de geçerliliğini koruyabileceği anlamına geliyor. Greg Wilson versiyonu parlatılmış basları haricinde parçanın orijinaline oldukça benzerken, diğer plakta yer alan Motor City Drum Ensemble remixi usulcacık estetiğiyle orijinal parçanın oyun alanını aynı anda genişletip, daraltabiliyor.
Roforofo Fight (L. Vega Remixes) Brownswood
sarper durmuş
sarper durmuş
sarper durmuş
Tufan Demir
Toy Harmonics EP Lust Und Freu De Musik
İstanbullu prodüktör Demir, Betonarme mahlasıyla yayınladığı dubstep parçalarının ardından kendi ismiyle yayınlanan bu melodik plak ile 4/4’lük arenaya geri dönüyor. EP’nin “oyuncu” yapısı buradaki üç parçadan en az ikisinin Tufan’ın onları daha da genç bir yaştayken bestelemiş olmasından kaynaklanıyor olabilir. Parçalar ana başlık olarak house çizgisinde dursalar da Tufan’ın çeşitli oyuncaklardan topladığı sesler, ambient-vari synth kullanımı ve derinlikli işlenmiş yapıları ile electronica ve indie dinleyicilerinin de dikkatini çekebilir. sarper durmuş
games, hazırlayan emre doğan
Aksiyon düzeyi yüksek Hayatımda Xbox’ım olmadı, yakından bile görmedim. Dolayısıyla hiç Halo da oynamadım ama bir gün büyük ikramiye vursa, sırf Halo oynamak için alırdım sanırım. Bu arada tüm bunları söyleyen kişinin, Halo’nun görsellerini ve konsept dizaynını çok zevksiz bulan, kalın ve kaba zırhlara, bol lazerli silahlara antipatiyle yaklaşan, bu tip oyunları (örneğin, Gears of War ya da bir noktaya kadar idare etse de Killzone) çok sentetik ve sevimsiz bulan biri olduğunu unutmamak lazım. Halo, özellikle Amerikan gençleri arasında hatırı sayılır bir fenomen. Eylül ayı ortasında yeni sürümüyle piyasada. Hikaye 2552’de, yani ilk Halo oyunundan öncesinde geçiyor. İşgalci uzaylı kollektifi Covenant’la insanlık arasında son cephe Reach gezegeni. Bu gezegen aynı zamanda gizli ‘Spartan’ programına ev sahipliği ediyor. Şöyle ki, Spartan askerleri özel eğitilmiş ve UNCS (Birleşmiş Milletler Uzay Komutası) kolonilerinde başkaldırının önüne geçmek
üzere yönlendirilmiş elit askeri birlikler. Kahramanımız da Spartan birliklerinden biri olan Noble takımında yer alan bir savaşçı. Reach gezegeni, UNCS’in askeri üssü ve 700 milyon sivile ev sahipliği yapıyor. Halo serisinde ilk kez koyun esnasında sivil NPC (Oyuncu Dışındaki Karakter) ile karşılaşıyoruz. Yüksek oynanabilirlik ve keyifli çatışma sahneleri dışında, mekanlar, özellikle doğal doku, gayet iyi tasarlanmış. Dağlar, bayırlar, vadiler ve diğer coğrafi satıhlar tutarlı ve tatminkar görünüyor. Tabii ki bir FarCry ya da Crysis’deki bitki örtüsü veya habitat yok, ama göze hoş geldiği bir gerçek. Sanırım oyunda bir de otomobil yarışı modu var. Daha can sıkıcı bir şey olamazdı. Tek kişilik modu tatmin edici, multiplayer ise ümit verici görünüyor. Müdavimleri kadar yeni oyuncular için de eğlenceli, aksiyon düzeyi yüksek ve genel anlamda karanlık bir oyun Halo:Reach. Halo: Reach [Xbox 360]
İnteraktif f ilm tadında Eskiden FPS’leri “Doom gibi“ diyerek tanımlardık, şimdi anlatmak üzere olduğum oyunu da “adamı dışardan gördüğümüz, açık dünyada geçen, arabalı adam vurmalı aksiyon-macera oyunu” ya da kısaca “GTA gibi” diyerek sınıflandırabiliriz. Fakir bir İtalyan göçmeninden doğma Vito, 1940’ların ABD’sinde hayata tutunmaya, kendi Amerikan rüyasını gerçekleştirme çabasında. Bu hayalini gerçekleştirmenin yolu, şüphesiz ki kanunsuz yöntemlerden geçiyor. Kısa süre içinde kendini organize suç alemindeki para ve güç mücadelelerinin ve türlü kahpeliklerin ortasında buluyor. Bu tip bir oyunun vaat edebileceği şeyler aslında sınırlı. Bir kere olabildiğince gerçekçi olmalı. Aradıkları şey o filmlerde görüp özendikleri hayatı ev rahatlığında simüle edebilmek. Yani tüm detaylar, dekorlar, kıyafetler, sokaktaki dükkanlar, karakterlerin diyalogları, hatta gökyüzünün rengi, ince düşünülmüş ve nakış gibi işlenmiş olmalı. Maf ia II [PC, Xbox 360, PS3]
Bunları sağlayamazsa kötü bir GTA replikası olmaktan öteye gidemez. Mafia II’den alınan ilk izlenim, bu konuda derslerine iyi çalıştıkları yönünde. Bununla da yetinmemişler, muhtemelen iyi bir görüntü yönetmeninin de yardımıyla, sinematikler, aralarda giren videolarla doyurucu bir estetiğe sahip olabilmişler. Kimi görseller Scorsese’nin, Coppola’nın, De Palma’nın filmlerinden sahneleri aratmıyor. Ambiyans ve hissiyat oldukça iyi taklit edilmiş. Çek mühendisler oldukça sıkı çalışmışlar, 2K Games de stratejisini çok iyi belirlemiş; ortaya interaktif bir filme benzeyen eğlencelik bir oyun çıkmış. Ağustos sonunda yayınlanacak olan Mafia II’nin tek kötü yanı, ‘mafya’, ‘40’lar Amerikası’, ‘suç kartelleri’ ve benzeri başlıklar duyduğunda heyecanlanmayan kişilere hiçbir eğlence taahhüdünde bulunmaması.
Ref leks ve beceri sınavı Eylül ayının önemli olaylarından biri de RAGE. Oyun, prodüksiyon ve geliştirme dünyasının tanrılarından John D. Carmack (Heretic, Wolfenstein serisi, Hexen, Doom serisi ve Quake serilerinin arkasındaki esas adam – evet aynen öyle) yönetiminde geliştirilmiş bir FPS. Dağıtımını da Bethesda Softworks üstlenmiş. RAGE’in bir önemli özelliği de, Carmack’in en yeni oyuncağı ‘id Tech 5’ motorunun ilk kullanıldığı oyun olması. Benden duymuş olmayın ama bu motorun Doom 4 ve Quake 5’te de kullanılacağı söyleniyor. RAGE de günümüzdeki diğer çoğu oyun gibi post-apokaliptik çorak diyarlarda geçiyor. Dünyaya meteor düşmüş, insanların bir kısmı bir takım teknolojik zamazingolara yerleşerek sağ kalmışlar, bir de ortalığı mutant basmış falan. Hikaye pek orijinal sayılmaz, ama zaten FPS’leri satan kıstas müşteriye yaşattığı deneyim. Ve RAGE bu konuda oldukça iddialı görünüyor. Mutantlar oldukça çakal; koşup duvarlardan sekip,
çevik hareketlerle saldırıyorlar. Bu sebeple oyuncunun hayatta kalması için çelik gibi sinirlere ve saat gibi işleyen reflekslere gereksinimi var. Ayrıca taretlerle (askeri terim, silahlı, zırhlı ufak kule ya da duymaya alıştığınız adıyla ‘Gun Turret’) strateji geliştirip tilkilik yapmak serbest. Oyunu düz bir FPS’den ayırmak için araçlar ve yarış kıvamında görevler bulunuyor. Borderlands’de benzerini gördüğümüz bu özellik, oyuna hareket ve renk katması açısından bence doğru bir karar. Kötü haber, Carmack oyunun son halinin 1 Terabayt civarında yer tutacağını belirtmiş. Xbox360, PC ve Mac versiyonlarının birkaç adet çift katmanlı DVD halinde, PS3 versiyonun ise BluRay formatında piyasaya sürüleceğini açıklamış. Ayrıca bir takım sıkıştırma sorunsalları nedeniyle oyun PS3’te daha keskin hatlı gözükecekmiş. Prodüksiyon büyük, oyunun insanda bıraktığı ilk intiba oldukça iyi. RAGE büyük olasılıkla ticari başarıyı yakalayacak bir oyun.
RAGE [PC, Mac OS X, Linux, PS3, Xbox 360]
Gerçekçi bir macera 2003’te geliştirilmeye başlanan, 2007’de ilk kez halka duyurulan ‘Starcraft II: Wings of Liberty’, temmuz sonunda nihayet piyasaya çıktı. Hem de öyle bir çıktı ki, yalnızca ilk gün bir milyon, sonraki gün ise 500 bin kopya satıldı. Oyunun gerçek zamanlı strateji janrından olduğunu düşündüğümüzde, -yani biraz daha süzülmüş bir kitleye hitap ediyor- bu rakamlar oldukça büyüleyici. Yapımcı firma Blizzard’ın az ve öz iş çıkardığını zaten biliyorduk, bakalım ‘Diablo III’ hangi rakamlara ulaşacak? İş yerinden bir arkadaşım, bu oyun için çoktan ön sipariş vermiş bile... Oyun hakkında yapılan kritikler ve puanlamalarla Starcraft II yere göğe sığdırılamıyor. Yalnızca bir olumsuz eleştiri var, tek kişilik modda sadece bir hikaye olması. O hikayede de Terran’lar seçilebiliyor sadece. Bence bu çok problem olacak gibi durmuyor, zira hikaye başı ve sonu olan doğrusal bir macera değil. Kararları oyuncu veriyor. Bu şekilde tek kişilik modda birkaç kere oynama
isteği uyanabilir. Multiplayer kısımlarından bahsetmek istemiyorum bile. Battle.Net hesabı alıp Protos veya Zerg’lerle dalmalar mı istersiniz, başarı ödüllerinin arkadaşlarınızın gözüne sokulması suretiyle rekabetin şahlanması mı dersiniz, artık her yerde olduğu gibi, “Şu an Battle.Net’te çevrimiçi arkadaşınız yok, isterseniz Facebook hesabınızla eşleştirip oradan arayalım?” çakallıkları mı istersiniz, hepsi var. Starcraft II: Wings of Liberty’yi bu hale getirmek için yedi sene boşuna uğraşmamışlar. Tam 58 farklı kişi karakterlerin seslendirilmesinde rol almış. Bu tip oyunları satrançtan ya da damadan ayıran temel özellik belki de burada gizli. Dialogların gerçekçi, hikayenin sürükleyici olması oynayanı Starcraft dünyasının içine çekiyor. Bu ayın başlarında eski toprak Starcraft’çılar oyunun tek kişilik bölümünü çoktan bitirmiş, Battle.Net’te karizma yapmaya başlamış olacaklar muhakkak. Yine de ben bu yazıyı hiç bilmeyenlere duyurmak için yazmış olayım.
Starcraft II: Wings of Liberty [PC, Mac OS X]
fotoÄ&#x;raf franz bodelschwingh
fashıon rock dancıng MAMA’S boy TOYS HAVE GOT THE SOUL
photographer barış aktınmaz fashion editor ilkin sarılgan fashion editor asisstant erkan altunay photographer asisstant tuna aydınlıoğlu model emelie jonsson (Platinum)
the gırl ıs rock dancıng
Kazak Philip Lim / Beymen
Body La Senza
Deri pantalon Valentino Kolye COS
Gรถmlek COS
Bluz Bluemarine / Beymen Etek Bluemarine / Beymen Ayakkab覺 Topshop
Elbise Dina Barel / Beymen
Kaban Jil Sander / Beymen Pijama Alt覺 La Senza
photographer ümit savacı fashion editor ilkin sarılgan fashion editor asisstant erkan altunay photographer asisstant seçil gümüş hair ferit belli make-up cem bozkurterdem model serdar bozok
thıs one ıs MAMA’S boy
Kazak Topshop Şort Duchamp / Brandroom Ceket Vakko Şapka Dries Van Noten / Beymen
Hırka Dries Van Noten / Beymen Kazak Onur Eraybar Pantolon H&M Şapka Dries Van Noten / Beymen Gözlük Persol / Atasun Optik
Ceket Vakko G繹mlek Stefanel Kazak Cheap Monday Pantolon Topshop Kravat Topshop Ayakkab覺 Fratelli Borgioli / Vakko
Pelerin Celine / Beymen Atlet Topshop Ayakkab覺 Maians
T-shirt Topshop Pantolon Dries Van Noten / Beymen H覺rka Martin Margiela / Beymen
Ceket Vakko Gรถmlek Stefanel Kazak Cheap Monday Kravat Topshop
Ceket Paul Smith / Beymen Gömlek Lanvin / Beymen Gözlük Tom Ford / Atasun Optik
photographer murat süyür (Rpresenter) realization olga toraman
BUT theır toys HAVE got the soul
Acqua Di Parma / Magnolia Nobile
Marc Jacobs / Lola
Hara Juku Lovers / G
Marc Jacobs / Daisy
VIKTOR&ROLF / Flower Bomb
MAC / Pigment
CHLOÉ / Eau De Fleurs
YSL / Touche Èclat
-
A FRIENDLY WORK-OUT
IN OCTOBER, WE LL INVITE YOU TO A VERY FRIENDLY ALL-IN-ONE REUNION FEATURING THE VERY BEST BUBBLING MINDS FROM HERE AND THERE.
UNTIL THEN, THINK OF SOME THINGS IRRATIONAL YET NATURAL.
photographer deniz özgün illustrations&realization erkut terliksiz
Bu bir ilandır.
Bu bir iland覺r.
Bu bir iland覺r.
Bu bir iland覺r.
Bu bir iland覺r.
KICK MY KINESIS fotoğraflar gökay çatak saç makyaj samet kilci model göksun çam
dior
s
loui
n
to t i u v
stefanel lacoste marc jacobs
nike
louis vuitton
laura mercier
louis vuitton
nike
bgn chloĂŠ louis vuitton raymond weil
louis vuitton
parisparis, samra zeller
ÜNLÜLER VİTRİNİ Printemps’ın dev vitrinlerinde Paris’in en şık sekiz oteli ve bu otellere modellik yapan ünlü isimler görenleri hayrete düşürüyor.
Le Crillon, Le Fouquet’s Barriere, Le Grand Hotel, Le Meurice, Le Plaza Athenee, Le Trianon Palace ve Hotel Amour... Paris’in büyük ve stil sahibi sekiz oteli, Printemps vitrinlerinde yerini aldı. Bu çalışma için model olarak, gece hayatından, sanat ve müzik dünyasından ve tabi ki modanın içinden kişiler seçildi. Karşımıza çıkan liste oldukça güçlü; Alexandra Richards, Sky Ferreira, Ashley Smith, Pixie Geldof, Aurel Schmidt, Poppy Delevigne... Le Trianon Palace’da Amerikalı şarkıcı Sky Ferreira, Le Bristol’de İngiliz model ve ‘it-girl’ Pixie Geldof, Le Meurice’de model Andre ve Ashley Smith, Le Grand Hotel’de DJ, oyuncu ve model Alexandra Richards, Le Plaza Athenee’de Kanadalı oyuncu Aurel Schmidt’i görebiliriz. Hepsi genç, güzel, ünlü ve başarılı kadınlar… Bu kampanya için Paris’e geldiklerinde kaldıkları otellerde objektiflerin karşısına geçtiler. 2008 yılının yazında Printemps
yazlık bir otel konseptine dönmek istedi ama ‘Printemps Palace’ projesi şimdilik sadece kağıt üzerinde kalacak gibi görünüyor. Bundan tam bir yıl sonra vitrinlerinde Paris’in en lüks otellerini görüyoruz. İşte Andre’nin objektifinden kış modasının en iddialı parçaları, it-girl’ler ve muhteşem oteller... Printemps’ın kalabalığından, turist otobüslerinden inen yabancı gruplardan haz almasanız bile vitrinleri görmek için mutlaka bir uğramanızı isterim. Kapıdan girer girmez yeni bir sürprizle karşı karşıyasınız. Lübnan’li Noura, Paris’te, oryantal bir mönü özlediğim zaman gittiğim tek yer. Mezeleri inanılmaz. Mezenizi ve Lübnan şarabınızı sipariş edin. Vitrinler için yaptığınız bu kısa turun sonundaki bu molanın tadını çıkarın.
parisparis, samra zeller
Çİğ tutkusu Kıpır kıpır, yerinde duramayan Marais
bölgesinde bir kaçış noktası Cru. Çiğ konseptli mönüsü Parisli boboların damak zevkine göre hazırlanmış.
CRU ADRES: KONTAKT:
7, rue Charlemagne 75004 Paris www.restaurantcru.fr
Marais bölgesinde yer alan Village Saint Paul’un ziyaretcileri “Cru” açıldıktan sonra arttı. Sağlıklı yemek peşindeki “fashionista”lar ve görmek-görülmek icin gelen Parisliler... Canlı ve hareketli yaşantısıyla dikkat çeken Marais’de yer alan Cru, bulunduğu yerin aksine otomobillerden ve ses kirliliğinden uzak dingin bir köşe. İç avludaki mini terasında olmak yaz aylarında çok keyifliydi. Umarım kışın da açık tutulur. Modern tarzıyla dikkat çeken iç mekan, öğle ve akşam yemekleri ve çay saati için ideal. Ayrı bir köşede konumlandırılmış şarap barı ise günün her saati keyif alınabilecek sakin ve huzurlu bir kaçış yeri. “Çiğ” anlamına gelen Cru, adından da anlaşılacağı gibi çiğ et ve çiğ balık üzerine kurgulunmış
modern bir mutfağa sahip. Mönüde ağırlıklı olarak carpaccio ve tartare çesitlerine yer verilmiş. Sağlıklı ve lezzetli seçenekler, Amerika veya İngiltere’deki biyolojik ve vejeteryan ‘cru’ örnekler kadar hafif değil; açıkçası Parisli boboların damak tadına uygun olarak hazırlanmış diyebiliriz. Şef Jérémie Rosenbois, Alain Ducasse formasyonu almış genç bir yetenek. Mutlaka Marais turunuza Cru’yu ekleyin. Sağlıklı beslenin!
UNUTMA DİYE! Paris Musée des
Arts Decoratifs’de 70’li ve 80’li yıllara damgasını vuran tasarımcıların kıyafetleri moda hafızalarını tazeliyor. Paris Musée des Arts Decoratifs ADRES: 107, Rue de Rivoli, 75001 KONTAKT: www.lesartsdecoratifs.fr Yves Saint Laurent, Kenzo, Issey Miyake, Dorothée Bis, Chantal Thomass, Cacharel, Azzedine Alaia, Jean Paul Gaultier, Christian Lacroix, Thierry Mugler, Montana, Yohji Yamamoto, Jean-Charles de Castelbajac, Sonia Rykiel, Romeo Gigli, Comme Des Garçons ve Martin Margiela. ‘70’li ve ‘80’li yıllara damgasını vuran moda devleri Paris’te Musée des Arts Decoratifs’de... Sergi,10 Ekim’e kadar görülebilecek. Eğer 90’lı ve 2000’li yıllara yolculuk yapmak isterseniz kasım ayını beklemeniz gerekecek. Çünkü bu döneme ait tasarımlar 25 Kasım - 8 Mayıs tarihleri arasında sergilenecek.
KÖŞE KAPMACA Marais’deki bu
tipik Paris’li mekanın bir köşesinde biriken kalabalığın sebebi mi? Muhteşem el yapımı tartların bulunduğu büfeyi kesmek! Le Loir dans La Théiére ADRES: 3, Rue des Rosiers 75004 Paris Marais’de her zaman önünde kuyruk olan burjuva-bohem tarzında farklı bir mekan daha... Adını ‘Alice Harikalar Diyarı’ndan almış. Retro atmosferi dikkat çekici. Gelişigüzel, oradan buradan toplanan mobilyaları, yırtık deri koltukları, ‘70’-’80’li yıllardan kalma kültürel afişleriyle tam Parisli bir “bobo”. Burada kuyruklar oluşmasına sebep sadece stil sahibi ortam ve sunumdaki ustalık değil. Ne için mi gidiliyor? Muhteşem ev yapımı tartları için... Tartların yanyana
durduğu köşenin önü her zaman kalabalık. Tatlı köşesine baktığınızda mekanın adını neden bu masaldan aldığını anlıyorsunuz. “Tarte au Citron” ve “Fondant au Choccolat” muhtesem ve porsiyonlar kocaman! Akşamüstü molaları için ideal.
Gelelim ‘70 ve 80’li yıllar sergisine… Moda devleri ile yapacağınız bu renkli yolculukta, 1971 yılında Yves Saint Laurent, 1990 yılında Jean Paul Gaultier gibi modanın yakın tarihine imza atan tasarımcıların defilelerinde gördüğümüz tam 150 parçadan oluşan kıyafetler bulunuyor. Tasarımlara ek olarak 40 videodan
oluşan serginin küratörü Olivier Saillard. ‘70’lerde yıldızı parlamaya devam eden haute couture’ün hazır giyime yer açışını, 80’lerde ise yaratıcılığın nasıl ön plana çıkarıldığını gözlemlemek heyecan verici. 1990-2000 yılları arasındaki bu süreç daha mı ciddi ya da daha mı gerçekçi? Hiç şüphesiz sergi bana unuttuğum şeyleri yeniden hatırlattı. Thierry Mugler, Montana ve Gigli’nin tasarımlarındaki ustalığı bir kez daha hayranlıkla izledim. Alaia, hiç değişmeyen tarzı ile yine bu moda geçidinin en iddialıları arasında. Thierry Mugler’ın “hanedan” tarzı gece kıyafetleri ise adeta bir sanat eseri. 1990’lı ve 2000’li yılların örneklerini merakla bekliyorum.
parisparis, samra zeller
AVLUDAKİ LÜKS Ralph Lauren’in St. Germain
mağazasının içinde açılan Ralph’s rakiplerinin bir adım önünde. RALPH LAUREN ADRES: RALPH LAUREN - 173, BOULEVARD SAINT GERMAIN 75006 PARIS KONTAKT: www.ralphlauren.fr St. Germain’de açılan 1200 m2’lik Ralph Lauren’in flagship mağazası, Avrupa’nın en büyüğü. Mağazanın dekorasyonu, markanın tarihine, hikayesine göndermeler yapıyor; tipik bir Ralph Lauren tarzı. Mekan son derece şık ama şu anda beni ve Parislileri mağazadan çok “Ralph’s” adını verdikleri restoranı ilgilendiriyor. Ralph Lauren’in Avrupa’daki ilk ve tek restoranı olma ünvanına sahip Ralph’s’ da kendinizi bulunduğunuz
ortamdan bir süreliğine koparma şansına sahipsiniz. Mönü, köklerine sağdık. Amerikan mutfağı ağırlıklı seçenekler arasında hamburger, cheeseburger, Sezar salatası, cheesecake ilk gözümüze çarpanlar. Her zaman sıfır beden kalmayı başarabilen Parisliler için porsiyonlar biraz büyük; yine Amerikan tarzı. Çok zengin bir mönü değil biliyorum ama bulunduğunuz yerin dekorasyonu, sunum işin için girdiğinde bu açığı kapatıyor. Ralph’s’ın avlusundayken kendinizi
St.Germain’in merkezinde ama kalabalıktan soyutlanmış gizli bir cennette gibi hissedeceksiniz. Bu arada, Pazar günlerine özel Amerikan usülü brunch’ı şiddetle tavsiye ederim. Ancak aylar öncesinden rezervasyon yaptırıp sıraya girmek isterseniz… 80 kişi kapasiteli avlusu, 50 kişilik iç mekanı ile Ralph’s, geçtiğimiz kış açılan La Societe’ye şimdiden rakip oldu bile. Rezervasyonsuz avludan bile içeri girmek imkansız.
newyork, hazırlayan sanem gök, fotoğraflar ipek irgit
Yenİ keşİfler Konserleri etkinlikleri cazlı kahvaltılar… New York’un geçirdiği en bunaltıcı yazlardan birinde yaşanan ‘ada’ deneyimi...
Belki yazın doğduğum içindir; bilmiyorum ama ben sıcak havaları hep çok sevdim. Hele Amerika’ya yerleşip, önce dünya tatlısı Pensilvanya kışları, ardından da New York’un insanlık dışı kar fırtınalarıyla cebelleşmeye başladıktan sonra, kendi kendime, ‘İsterse cehennem sıcakları olsun, yine de şikayet etmieyeceğim’ diye söz verdim. Ta ki bu yaza kadar. Önce bulunduğum ülkeyi, ardından da İstanbul’u kasıp kavuran sıcak hava dalgası bana kışı özletti. Jean’ler, kazaklar giyebilelim, moda haftası geldiğinde artık “layering” yapabilecek halde olalım diyorum. Havalarin durumu gündelik (ve kabul edilebilir) bir sohbet konusu olmasın istiyorum. Eylül’e yarı erimiş beynim ve bu temennilerle girdim. New York’da nasıl serinledik?
Governors Island
New York, sayısını tam olarak bilmediğim, ama bu yazıyı bitirmeden google’layacağım 10 küsur adadan oluşuyor. Manhattan ve Long Island elbette en bilinenleri. Burada yasadığım süre boyunca, burnumun dibinde neler var, görmüş olayım diye, bu adaların bazılarında bulundum. Randall’s Island’daki bir LCD Soundsystem & Arcade Fire konseri dışında aklımda kalan tek şey, hepsinin birbirinden çirkin oluşu. Tabii, geçtiğimiz yaz Governors Island’la tanışana kadar! South Street Sea Port’dan dört dakikalık bir feribot yolculuğu sonunda ulaşılan bu adacığa yaklaşırken ilk gözünüze çarpan, acayip bir yeşil alan ve park düzenlemesi oluyor. Eskiden orduya ait olan ada, sanatsal etkinlikler icin özel olarak yeniden yapılandırılmış. Edward Sharpe & The Magnetic Zeros, Passion Pit, Yeasayer, Corinne
Bailey Rae, Local Natives, Grizzly Bear, MIA Hardfest konserleri, Prince Harry’yi at üzerinde görme şerefine eriştiğimiz polo maçları, kendimizi Great Gatsby’de zannettiğimiz pazar günlerinin caz partileri, bu etkinliklerden sadece bazıları. Ayrıca, herhangi bir gün de, bisikletli gidebileceğiniz ya da iskele civarından bisiklet kiralayıp keyifli bir gezinti yapacağınız adada, piknik alanlarının ortasına kurulmuş hamak ve salıncaklardan Manhattan manzarası seyretmek de ekstra bonus! Sahne performansları için Lincoln Center, konserler için de Bowery Ball Room gibi işinin işin en iyileriyle anlaşan Governors Island’da ben gelecek görüyorum. Ekim ayının 10’una kadar gidip deneyimlenebilir.
Montauk
Long Island’ın en doğu noktasında bulunan Montauk, şehre üç saat uzaklıkta. Otmobil, tren, Hampton Jitney adı verilen otobüs servisi veya “havalı” deniz uçaklarıyla ulaşımın mümkün olduğu bu balıkçı ve sörfçü kasabası, son birkaç yazdır New York’luların en gözde tatil/ kaçış alanı. Nisan sonundan kasım ayının başına kadar sezonu açık tutan Montauk’a yolunuz düşerse, Sole East Hotel’de kalmanızı, Ditch Plains Plajı’nda sörf dersi almanızı, Memory Motel’de bir konser yakalayıp, barın asıl müdavimleri Andy Warhol ve Rolling Stones şerefine birer içki içmenizi, Surf Lodge ve Montauk Yacht Club’da bir partiye gitmenizi, Clam Bar’da istakoz yemenizi, Joni’s’de kahvaltı etmenizi, Liar’s Salon’da kasabanın yerlileriyle karaoke yapmanızı tavsiye ederim.
HAZIRLAYAN: LEYLA GEDİZ KONUK SANATÇI: MİNE SÜBİLER
flickr.com/photos/minesubiler/
D
DESIGN FAReWELL CHAPEL ACQUACALDA BrAz覺l覺an JOB
design, yazı sedef kırdök, fotoğraflar tomaz gregoric
Farewell Chapel Ljubljana yakınlarında eski bir mezarlığın yanına yapılan bu katolik kilisesi, kendini klasik mimari söylemlerinin dışında bırakıyor. Doğaya uyumu tam ve botanik bir cenaze töreni için her şeye sahip.
Farewell chapel PROJE: Katolik Klisesi LOCATION: Krasnja, Slovenia PROJE EKİBİ: OFIS Arhiteckti CONTACTS: ofis@ofis.si
Ljubljana yakınlarında eski bir mezarlığın yanında yapılan ve genellikle cenaze törenlerinde kullanılacak bir Katolik kilisesi.
Corbusier tavırlı, biraz Ronchamp Şapel’inin 2010’lu yıllara taşınmış hali, biraz da bulunduğu çevreye uyumlandırılmış bir yapı.
Konu, hiç de iç açıcı olmamasına rağmen mekan iç açıcı bir ferahlığa sahip.
Duvar yerleri belirlenirken topoğrafya çizgilerine uyulmuş ve projeyi oluşturan üç ana duvar bu yöntemle yerlerini bulmuş. Aynı duvarlar, formu oluştururken de bazı fonksiyonları birbirinden ayırmış. İlk ana duvar, taşıyıcı görevi görüyor; arazi ve binayı birbirinden ayırıyor. İkinci duvar, kilise içerisindeki servis ve tören alanı arasında konumlandırılmış. Son duvar ise çevreyle kilise arasına bir çizgi çekiyor. Projenin
Ofis Arhitekti, bu işle davet edildiği bir yarışmadan birincilik ödülü almış ve kutsal bir proje gerçekleştirebilme vasfına ermiş. Her mimara nasip olmayacak türden enteresan bir proje bu. Çünkü, klasik kilise mimari yerleşiminden uzak, biraz Le
geneli üç ana malzemeyle kurgulanmış: Karaçam, cilanlanmış beton ve cam. Botanik bir cenaze töreni için her şey düşünülmüs, doğaya uyum tam. Katolik inançlarının detaylarda kendini gösterdiği mekanda, ruhun ulaşması gereken yere rahat gidebilmesi için oldukça şeffaf, bedenin toprağa kavuşabilmesi içinse doğaya sağlam temellerle oturtulmuş bir yapı var karşınızda. Yine mekanın tam ortasında beliren şeffaf hacın tasarlanma sebebini biraz önce bahsettigimiz mistik kurguya, ruh ve beden arasında
kurulmak istenen ilişkiye bağlıyoruz. Gündüz saatlerinde mekanın daha aydınlık olmasını sağlayan bu haç şeklindeki yarık, gece saatlerinde etrafında topladığı ışık sayesinde sonsuzluk hissini uyandırıyor. Ölümü çağrıştıran bir konunun bu denli ilgimizi çekeceğini hiç tahmin etmemiştik. Ama doğaya oturumu ve ışıksal sürekliliğinden başka yönlerine de değinebildiğimiz, kurgusu mimarisiden daha önemli olan bir yapıyı tanımış olduk.
design, yazı sedef kırdök
BİLİMİ TASARLAMAK İtalya merkezli kalabalık bir ekipten oluşan
Acquacalda H2OT, tasarladıkları objelere fonksiyonelliğin yanı sıra mizahi bir yön de katıyor. Acquacalda H2OT CONTACT: www.acquacaldadesign.it
Arşimed’in hamamda yıkanırken bulduğu iddia edilen suyun kaldırma kuvveti, bugünlerde tasarım ekibi Acquacalda H2OT’nin katkılarıyla, sadece bilim dünyasında değil tasarım dünyasında da adından söz ettiriyor. Acquacalda H2OT, yenilikçi ve deneysel tasarımlar yapan İtalya merkezli bir ekip. Ekibin asıl amacı, tasarımın uygulanabilir sanat özelliğini kullanarak yeni konseptler geliştirmek. Tasarladıkları objelerde estetikle birlikte fonksiyonelliği
de ön plana çıkaran Acquacalda, mizahi bir yaklaşımıyla hayatımızı kolaylaştıracak ürünler ortaya çıkarıyor. “Uygulanabilir fizik” adını verdikleri yeni koleksiyonlarında, fizik kanunlarını kullanarak günlük hayattaki objeleri bilimsel araçlara dönüştürmüşler. Ürünler arasında suyun kaldırma kuvvetini kullanarak tasarladıkları kaseden bir terazi, atmosfer basıncından yararlanarak ortaya çıkardıkları bir kokteyl hazırlama bardağı
ve birleşik kaplar kanunundan faydalanarak yarattıkları vazolar bulunuyor. Koleksiyondaki en ilginç objelerden biri ise Pascal’ın kapalı bir sıvının bir yüzeyine uygulanan kuvveti, sıvının başka bir yüzeyine eşit şiddette ilettiğini bildiren yasasından yola çıkarak tasarlanan, “one for all, all for one” isimli şarap dağıtıcı. Dağıtıcı sayesinde dört şarap kadehine aynı anda, eşit oranda şarap doldurulabiliyor. Koleksiyonda kullanılan laboratuvar tüplerini anımsatan cam bardaklar
ve beyaz seramik vazolar organik şekilleriyle, aynı zamanda oldukça şık bir tasarıma sahipler. Nisan ayında, Milano’daki “Salone del Mobile” tasarım fuarında ürünlerini sergileyen İtalyan ekip, orjinal tasarımlarıyla ilgi çekmeyi basarmış görünüyor. Bilim ve tasarım kombinasyonu sizin de ilginizi çekiyorsa Acqucalda’nın websitesine göz atmanızı öneririm.
SEDEF - Projelerinize nerede çalışırsınız? ACQUACALDA - Gün içinde var olduğumuz her yerde. Projeyi oluşturma aşamasında günlük hayat bize esin kaynağı oluyor ve her şey yaşadığımız deneyimlerle ortaya çıkıyor. SEDEF - Hangi proje üzerinde çalışıyorsunuz? ACQUACALDA - Turin design senaryoları için çalışıyoruz. Ayrıca iki ayrı yarışmaya hazırlanıyoruz. Şu anda Applied Physics koleksiyonunu finalize etmekle meşgulüz. SEDEF - Projelerinizi ve tasarımlarınızı kimlerle tartışırsınız? ACQUACALDA - Anafikre karar verdikten sonra üretim aşaması ve materyal seçiminde bizim için yerel zanaatkarlarla konuşmak çok önemli. Onların tecrübesi aramızda pragmatizm oluşturuyor ve bu projeyi gerçekleştirmede faydalı oluyor. Tasarımcı ve zanaatkar arasındaki işbirliğinin ürünü geliştirdiğini ve bir sonraki tasarımlar için yeni fırsatlar oluşturabileceğini düşünüyoruz.
SEDEF - Projelerinizi nasıl geliştirirsiniz? ACQUACALDA - Günlük objeler bizi besliyor ve zihnimiz için bir enstrüman oluyor. Tasarım için kullandığımız yol bizi ‘simplicity – sadelik’ ilkesine yönlendiriyor. SEDEF - En çok sonucundan keyif aldığınız projeniz hangisi? ACQUACALDA - Gelen olumlu geri dönüşlere dayanarak ve daha bitmiş tasarımlar olduğunu düşündüğümüz için Applied Physics serisi. SEDEF - Tasarlamak istediğiniz bir obje var mı? ACQUACALDA - Spesifik bir obje yok ama geliştirmek istediğimiz fikirler var. Tasarım sürecimiz her zaman konsept ile başlar ve bu objenin sunumunu daha da güçlendirir. SEDEF - İlham aldığınız bir film, bir parfüm, bir şarkıcı … ACQUACALDA - Birçok şey esin kaynağı olabilir. Önemli olan zaman ve durumdur. Ancak bu hiçbir zaman sürekli ve devamlı olmamalı.
design, yazı ertürk ural, fotoğraflar jeff dow
BRAZILIAN JOB Sürdürebilinir konseptli bu
koleksiyondaki çevreye duyarlı, enerji ve hammadde tasarrufu sağlayabilecek geri dönüşümlü materyallerden oluşan mobilyalar, ilhamını Brezilya’nın tipik semt pazarlarından alıyor. Mauricio Arruda CONTACT: www.mauricioarruda.net
Mauricio Arruda’nın sürdürebilinir konseptli Jose Koleksiyonu, farklı boyutta üç adet depolama ünitesinden oluşuyor. Tasarım sürecinde ürünlerin yaşam döngüsü analiz edilmiş. Çevreye duyarlı, enerji ve hammadde tasarrufu sağlayabilecek geri dönüşümlü materyallerden oluşan mobilyalar, ilhamını Brezilya’nın tipik semt pazarlarından alıyor. Renkli plastik konteynerler sokaktaki insanlarin dinamizmini ve mütevazı yanını yansıtıyor. Bu kasalar kullanıcıya çok amaçlı bir işlevsellik öneriyor. Taşınabilinir üniteleri evinizin bir çekmecesi olarak kullanabilir, isterseniz
alışveriş sepetinizin yerine pazara gezmeye çıkarabilirsiniz.
kaplanmış bu çelik çubuklar bükülerek şekillendirilmiş.
Dış kabuğu oluşturan ahşap, solvent bazlı yüzey içermiyor. FSC (Forest Stewardship Council), orman sertifikalı levhalar hafifliğiyle öne çıkıyor. Doğal camauba balmumundan yapılan ahşap, stoklanan malzemelerin taze kalmasını sağlıyor. Mauricio’nun bu yaklaşımı mobilya üretiminin çevresel ve sosyal negatif etkilerini en aza indiriyor.
Basit bir anatomiye sahip koleksiyon, eğlenceli yapısıyla her yaştan insana hitap ediyor ve tasarım bilinciyle etkiliyor!
Mobilyanın ayakları pazarlarda dolaşan kağıt toplayıcılarının arabalarını anımsatıyor. Antikorozyon otomobil boyasıyla
Tasarımcı hakkında: 1997 yılında, Mimar ve Şehir Planlayıcısı olarak Londrina Devlet Üniversitesi’nden mezun oldu. 2000 yılında São Carlos Mühendislik Okulu’nda yüksek lisansını tamamladı. Mauricio gelişmekte olan ülkelerde sürdürülebilinir inşaat için “Gündem 21” oluşturulduğunda, Latin Amerika’da dost yazar
olarak çeşitli konut ve çevre incelemelerinde bulundu. Eski üniversite arkadaşları Guto Requena ve Tatiana Sakurai ile birlikte yaratıcı toplum WHY DESIGN’ı oluşturdu. 2001 yılından bu yana İç Mekan Tasarım profesörü. SENAC ve Panamericana Sanat Okulu ve çok sayıda kurumda tasarım dersleri verdi. Halen IED’de (Istituto Europeo di Design) görev yapıyor.
Archive Dice Kayek Hans&Helga U2 Japonya Medya Sanatları Festİvalİ
agenda, hazırlayan orkun bozdemir - etkinlikler sarp dakni - sanat
KONSER
XXXXX
Wax Tailor 29 Eylül Babylon
Eklektizmin tehlikeli sularında ustaca yüzmeyi başaran Wax Tailor, aynı zamanda dinleyici için de tehlikeli olabilecek bu sularda sizi güven içersinde bir tarzdan diğer tarza ulaştıran iyi bir yüzme hocası. Akbank Caz Festivali kapsamında sahneye çıkacak altı kişi, doğal olarak “jazzy” tınılara sahip, hip-hop ve soul müziği kendine özgü yorumladığı bir performansı şaşırtıcı bir ustalıkla sunuyor. SANAT
XXXXX
İstanbul Contrast 25 Ağustos - 19 Eylül İstanbul Modern
Servis edildiği her masada tartışma konusu olan Uludağ Premium Madensuyu’nu hepiniz bilirsiniz. Bu vazgeçilmez içeceği yeşil klasik şişesinden çıkarıp yeni bir forma sokan markayı tasarlayanlar moda dünyasında zaten yıldızı parlayan iki güzel ve yetenekli genç hanımdan başkası değil. Dice Kayek markasının yaratıcıları Ayşe ve Ece Ege kardeşlerden söz ediyoruz. Hüseyin Çağlayan retrospektifi ile alkışlarımızı toplayan İstanbul Modern, bu ay Dice Kayek imzalı tasarımların göz kamaştırdığı bu toplamaya ev sahipliği yapıyor: İstanbul Contrast. Paris’teki Les Arts Decoratifs Müzesi’nde büyük ilgi gören koleksiyon, şehrin modernizm ve oryantalizm kokan müthiş manzaralarını neredeyse aynı çarpıcılıkta sunulan kıyafetler aracılığı ile sergiliyor. Gururla gidiniz.
SANAT
XXXXX
Yap - Yaşa Santralistanbul
Şehrimizin kültür - sanat haritasında önemli yere sahip Hollanda Başkonsolosluğu, bu ay itibarı ile bizleri adeta etkinlik yağmuruna tutuyor. Bahsedeceğimiz ‘Yap-Yaşa’ da onların desteğiyle hayata geçirilen bir çalışma. Bildiğiniz gibi, sürekli yeni formlarla karşımıza çıkan İstanbul’un en önemli figürleri aslında bizleriz. ‘Yap-Yaşa’, biz kentliler için geliştirilmiş bir kent simülasyon projesi. Ekibin hedefi uzun soluklu işler gerçekleştirmek. Kendi deyimleriyle, İstanbul’un oluşmakta olan demokratik kent planlama deneyimine katkıda bulunmak. Üç pilot bölge şimdiden belli: Arnavutköy, Kartal ve Sarıyer. Bu bölgelerde yaşayan insanlar üzerindeki ilk denemelerin nasıl sonuç vereceğini çok merak ediyoruz.
SANAT
XXXXX
Jon Burgerman 2 Eylül’den itibaren Milk Galeri
KONSER
XXXXX
New Model Army 1 Ekim Ghetto
“Yıllar sonra müzik aşkına yeniden yollara düşüyoruz, kariyerimizi kutluyoruz, yeni nesilleri günümüzün kötü müziklerinden kurtarmak amacıyla konserler vermeye başlıyoruz” ve benzeri hikayelere asla inanmadık. İnanılacak bir yanı da yok zaten; yeni bir albüm bile yapmadan böyle bir girişimde bulunmanın tek amacı, eriyen banka hesaplarını yeniden doldurmak. Açıkçası geçmişe değil, geleceğe dönük müzikal bir vizyona sahip olduğumuz için ortada bizi pek ilgilendiren bir durum da yok. Ancak geçmiş hasretiyle yaşayan insan topluluğunun büyüklüğünü göz önüne aldığımız zaman bu konsere ilginin oldukça fazla olacağını öngörebiliyoruz. Sevenleri kaçırmasın.
Yaz mevsimini pusuya yatarak geçiren Milk ekibi bir dönüyor pir dönüyor. Yeni sezonun açılışı için Kraliçe’nin topraklarına uzanmışlar ve yine kendilerine pek yakışan şahane bir sanatçı bulmuşlar. İsmi Jon Burgerman. 1979 Nottingham doğumlu sanatçı, 2006 yılından beri Londra başta olmak üzere tüm Avrupa yeraltı sanat dünyasının göz bebeklerinden biri durumunda. Danimarkalı Sune Ehlers ile birlikte yarattığı Sony PlayStation mucizelerinden ‘Hello Duudle’ ile adeta olay yaratan Jon, Londra Science Museum’da gerçekleştirdiği ve iki yıl boyunca inanılmaz ilgi gören ‘Game On’ sergisiyle uzaktan da olsa salyalarımızı akıtmamıza sebep olmuştu. Buradan bir de iPhone kullanıcılarına güzel bir haber verelim; kendisi şu günlerde ‘Inkstrumental’ adında bir iPhone aplikasyonu üzerinde çalışıyor. Yani kısaca, süper bir yetenek, süper sergisiyle, süper bir sergi salonunda.
KONSER
XXXXX
Archive 28 Eylül Küçükçiftlik Park
SANAT
XXXXX
Hans & Helga 24 Eylül - 16 Ekim ‘Hans ve Helga’yı kim öldürdü?’ Aslında bu yazıya bu kötü ve kendi çapında şakacı bilmeceyi hatırlatarak başlamak istemezdim. Yok Hans ve Helga birer balıkmış da, yok top cama çarpmış o da akvaryumu kırmış ondan sonra balıklar ölmüş. Pek ilginç… En azından size, CDA Projects ekibinin ve bu ilginç serginin ‘Hans ve Helga’yı kim öldürdü?’ sorusuna kesinlikle cevap aramadığını söyleyebilirim. Marcus Graf’ın küratörlüğünde buluşan altı çağdaş Alman sanatçı ve bir performans grubunun buluşturulduğu sergi, faşizmden biraya, futboldan lahana salatasına kadar uzanan ironik ve eleştirel bir Alman portresi ortaya koyuyor. Naçizane önerimiz, Hans & Helga’yı ziyaret ederken önyargılarınızı evde bırakmayı unutmamanız.
‘Archive’ bir nedir? Ne olmadığına bakmak lazım önce. Bildiğimiz anlamda bir müzik grubu değildir. Deneysellik üzerine bir müzikal gelişimi sürdüren kolektif olabilir. Kadrosunun sıklıkla değişmesi, gidenin eksikliği yerine, gelenin katkısı olarak gruba yansıdı. Bu, yıllar boyunca Archive’ın müziğinin çeşitliliğini sağladı. Çok başarılı stüdyo albümleri bir yana, grubun asıl büyüsü sahnede ortaya çıkıyor. Konserde kaydedilen ‘Live at Zenith’ albümlerinin Rolling Stone dergisi tarafından “yapılmış en iyi canlı albüm” seçilmesi de bunun somut kanıtı. İstanbul’daki ilk Archive konseri, özel insanları uzun bir zaman sonra yeniden bir araya getirmesi ihtimali çok yüksek bir etkinlik.
agenda
SANAT
XXXXX
Japonya Medya Sanatları Festivali 6 Ağustos - 3 Ekim Pera Müzesi
Bizim diyarlarda malumunuz ‘Çin işi Japon işi!’ diye bir laf vardır; kullanmayı pek severiz. Bizi üçüncü, dördüncü hatta beşinci boyuta götürmeyi başarabilen Japon kardeşlerimiz, şimdi medya sanatındaki ustalıklarını göstermek için İstanbul’da. Japonya Medya Sanatları Festivali, yaklaşık 15 yıldır düzenlenen bir organizasyon. İstanbul’da ilk kez gerçekleşiyor. “Yaratıcı akıl” ve “anlatıcı akıl” olmak üzere iki farklı yöne odaklanan eserler ve mucitleri, Ekim ayına kadar bizimle. Pera Müzesi işi bir tık daha ileri götürüyor ve sinema salonunu da animasyon filmlere ayırıyor. Beş duyunuzla hissedebileceğiniz bir sanat karması.’İtadakimasu!’
KONSER
XXXXX
U2 6 Eylül Atatürk Olimpiyat Stadyumu
Tanıtımların başlığındaki “Dünyanın en büyük rock grubu” saçmalığını bir kenara bırakıp (bırakmazsak işimiz zor çünkü, zira rock mı yoksa pop mu, ne yaptığı belirsiz bir grubun bu sıfatı alması imkansız), onun yerine kurulacak muhteşem sahneyi koyarsak eylül ayının kaçırılmaması gereken etkinliği olduğunu rahatça söyleyebiliriz. U2, inişli çıkışlı kariyerlerinde hayranları başta olmak üzere tüm müzikseverleri defalarca hayal kırıklığına uğratmış olabilir ama bu durumu cesaretlerine bağlayarak alkışlamak da mümkün. Müzik tarihine geçmiş, sayısız muhteşem şarkıyı söylerken mimari ve teknoloji harikası sahnede Bono’nun devleştiği anları görecek olmak pek çok kişinin 6 Eylül tarihini uzun zamandır heyecanla beklemesine neden oluyor.
SERGİ
XXXXX
Mimarlık Üzerine Bir Sergi 2 - 24 Eylül ALANİstanbul
ooops! *Yaz sayımızdaki Marcelo Burlon söyleşisinde bahsettiğimiz parti organizasyonu için Zero yazmayıp sadece Absolut’un adını geçirmişiz. *Leyla’nın Pop Up Galerisi konuk sanatçısı Can Ertaş’tı.
Her kitapçıya gidişimde Taschen’in mimarlık kitaplarını uzun uzun karıştırırım. Aslında okuduklarımdan da hiçbirşey anlamam. Mimarlığa belirsiz düşkünlüğüm, arkasına bile bakmadan kaçan eski sevgilimin mimar olmasıyla alakalı da olabilir. ALANİstanbul’un müjdelediği ‘Mimarlık Üzerine Bir Sergi’ hem benim gibi konuyla yakından uzaktan ilgisi olmayanların hem de amatör ya da profesyonel olarak mimarlıkla ilgilenenler için biçilmiş kaftan. Beş adet mimarlık/sanat kolektifi ile iki sanatçının eserleri ayrı birer yerleştirme olarak sergileniyor. Rowan Mersh’in Invisible Boundries adlı videosuna dikkat!
fotoÄ&#x;raflar franz bodelschwingh
It should not be so hard to fnd us...
8 Istanbul 9 EceAksoy Adem&Havva All Sports Ara Cafe Assk Cafe Babylon Babylon Lounge Backhaus Banyan Bebek Kahvesi Biber BuIldIng CasIta Cezayir ClementIne Cuba Cuppa Da MarIo DelIcatessen Den Der DIe Das Derin Dot Dükkan Burger Flamm Fol Galerist Gezi Pastanesi Ghetto Gölge Cafe Groove Haaz HabItat Harvard Cafe HelvetIa House Apart House Cafe House Hotel Istanbul CullInary INSTITUTE Joke Collage Kantin Kiki Kırıntı KItchenette Kulp L’OccItane La BrIse Landromat Lastik Pabuç Lazy BoutIque Leb-i Derya Lokal Lucca Lulu’s Lush Hotel Mahalle Mangerie Mavra Meyra MIdpoInt MIss PIzza Momo Münferit Noa Gym Niş OlIvIa Otto Santral Otto Sofyalı Otto Tunel Ottoman EmpIre Pandora Kitapevi ParIsTexas Patika Kitabevi PIcante PIctures&StorIes PIola PoInt Hotel Porte Rafineri Salomanje Simurg Kitapevi Smyrna Soda Sosa Sound Therapy Sugar Susam SushIco Şimdi/Now Tabe Kıyamet Tamirane TGI FrIday’s Touchdown Ugly Ümit Ünal Urban Vogue W KItchen WhIte MIll Zanzibar Zazie Zencefil
On top, ask for us to cool hair saloons and innovative art galleries!
KURALLAURR. TARiH OLRSA YIKANLA
EFSANNEK! NIKE DU