051 FASHIONMUSICARTDESIGN
NİSAN 2015 ÜCRETSİZDİR
SANG WOO KIM JOHN TRAVOLTA ARZUHAN DOĞAN YALÇINDAĞ MASSIMO BOTTURA MURAT TABANLIOĞLU THE VACCINES CAROLINE VREELAND ANNIE L.’YE...
İstanbul: Akasya, Akbati, Akmerkez, Beyoğlu, Buyaka, Capacity, Capitol, City’s, Erenköy, İstinyepark, Kanyon, CWbb E\ ɑăWdXkb" CWhcWhW <ehkc" FWbbWZ_kc" IkWZ_ o[" JWai_ c İzmir: 7biWdYWa" 7]ehW Ankara: Cepa, Panora Bursa: AehkfWha Antalya: J[hhWY_jo Adana: P_ oWfWʌW 8kblWh_ Xbe]$YWcf[h$Yec%ja CAMPER.COM
iceberg cmmn swdn, cover guest sang woo kim photographer perou
İmtiyaz Sahibi C Genel Yayın Yönetmeni Sorumlu Müdür R İ Editörler S E İdari İşler Grafik Tasarım Katkıda Bulunanlar Z C İ C Ü S S S C E
C cihan@xoxothemag.net olga@xoxothemag.net S
İ C
D
D
C T
E
T
D D
İ
S
D
T
E
D T
Reklam cihan@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı S T S XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.
C
XOXO The Mag
0
İ
T
S
12055
R E
E
S
yslbeauty.com
MASCARA VOLUME EFFET FAUX CILS YENİLENMİŞ FORMÜL
HACİMLİ KİRPİKLERLE EFSANEYİ YAŞA
CONTENTS
INTERVIEW 22... Misery Bear Yetişkinler İçin Peluş Ayı röportaj eralp uğur
A Babasının Kızıysa Ne Olmuş? röportaj nevşin mengü
S
34... John Travolta Dansa Devam röportaj nando salva
S A
S
N
38... Canan Tolon Mark Making
42... Ercan Kesal 110... The Vaccines
Bitmeyen Hikayeler
West London Lads
röportaj erman ata uncu
röportaj barış fert
50... Isis-Colombe Combréas
röportaj seza bali
AS
N
S
La Réalité Fantastique
A Nesilden Nesile
26... Ashish Gupta
röportaj seza bali
Ready-to-Wear Hint Kumaşı röportaj utku palamutçu
hazırlayan merve yeşilçimen
röportaj serap gecü
58... Massimo Bottura On Kilometre Öteden röportaj-yazı didem şenol tiryakioğlu
Eleştirinin Ölümsüzlüğü röportaj bahar türkay
S
photographer mike rosenthal styling julie matos
Mission Possible
Kes, Biç, Yapıştır
röportaj aslin kumdagezer
röportaj serap gecü
162... Annie L.’ye...
98... Christian Knoop
photographer ümit savacı
Inspired by Schaffhausen
styling ferhan istanbullu
röportaj mehmet sofyalı
Mimarinin Artı Değeri röportaj dilek öztürk
178... Les Mains A
photographer koray parlak
Kapadokya’da Arkaik Geleceğe Dönüş
styling ceylan atınç
hazırlayan sarp dakni
Kelimeler ve Sınırlar Arasında röportaj zeynep aksoy
S
A photographer gökhan yerebakmaz
Sivri Ama Yumuşak
styling deniz irem çek
röportaj barış fert
İ
202...The Return to Innocence yazı ayşecan ipek
66... Theresa Ganz röportaj ela yeliz
S hazırlayan ceren palaz karaca
S
Keep Calm and Serve an Ace röportaj utku palamutçu
ONE SIZE. FITS ALL.
Pilot’s Watch Chronograph TOP GUN
magnetic fields, is absolutely indestructible. Small
Miramar. Ref. 3880: An XL uniform doesn’t turn a
wonder, then, that it occasionally goes much further
man into a great pilot. After all, the cream of the crop –
than its wearer’s wrist.
as members of the TOP GUN squadron are trained to
I WC . E N G I N E E R E D FO R M E N .
be – regularly go way beyond the limits of ordinary humans. A watch designed to do the same is the Pilot’s Watch Chronograph TOP GUN Miramar. Its high-tech ceramic and titanium case, together with a soft-iron inner case to protect the movement against
Mechanical chronograph movement, Self-winding, 68-hour power reserve when fully wound, Date display, Stopwatch function with minutes and
fields (figure), Screw-in crown, Sapphire glass,
seconds, Flyback function, Small hacking seconds, Soft-iron inner case for protection against magnetic
convex, antireflective coating on both sides, Water-resistant 6 bar, Ceramic
IWC Schaffhausen Boutique !stanbul: Mim Kemal !ke Cad. Alt"n Sokak 4/A Ni#anta#" Tel: (212) 224 4604 !stanbul: Arte Gioia, $stinye Park Tel: (212) 345 6506 - Greenwich, Zorlu Center Tel: (212) 353 6347 I Ankara: Greenwich, Armada Tel: (312) 219 1289 - Next Level Tel: (312) 219 9315 Bursa: Permun Saat, Korupark AVM Tel: (224) 241 3131 I !zmir: %ems $lkan & G&nkut Saat, Alsancak Tel: (232) 463 6111
IWC.COM
KTO, 2014
ETİMOLOJİNİN DERİNLİKLERİNDE BOĞULMADAN SİZİNLE VİKİPEDİK BİR BİLGİ PAYLAŞAYIM İSTERİM; KORE, SABAH DİNGİNLİĞİNİN ÜLKESİ DEMEK; NASIL Kİ JAPONYA DOĞAN GÜNEŞİN ÜLKESİ DEMEKSE…
OLGA ŞERBETCİOĞLU
SONSUZA DEK GEZGİN
SONSUZA DEK GEZGİN
Nişantaşı İstinye Park Hermes.com
SONSUZA DEK GEZGİN
INTERVIEW/
TE ER
MISERY BEAR
Yetişkinler İçin Peluş Ayı Hikaye tam olarak 113 yıl önce başlıyor. ABD başkanı Theodore Roosevelt, gittiği av partisinde yakalanan ayıyı vurmak istemiyor ve bir hayvanın insan eliyle öldürülmesinin sadece zor durumda olan ya da can çekişen hayvanların acılarına son vermek için mümkün olabileceğinin altını çiziyor. Roosevelt’in gönülleri fetheden bu tavrı, karikatürist Clifford Berryman tarafından resmediliyor ve Washington Post sayfaları, minik ve tatlı bir ayıya merhamet gösteren ABD başkanıyla dolup taşıyor. ‘Teddy Bear’ kavramı böyle oluşmuşken, bundan çok değil yedi yıl önce Chris Hayward ve Nat Saunders da karşılarına çıkan başka bir ayının ızdırabına son vermek için onu evlat ediniyorlar. Üç kişilik bir ekibin el emeği sonucu ortaya çıkan Misery Bear, başına gelen onca kötü şeye rağmen hayatta kalmaya devam ediyor. Biz de, bedbahtlığını biraz olsun dindirebilmek için, onu kendi habitatında ziyaret edip, havadan, sudan ve XOXO’dan konuşuyoruz. röportaj eralp uğur fotoğraflar chris hayward ve nat saunders’ın izniyle
XOXO The Mag
Güne herhangi bir sinir bozukluğu yaşamadan, güzel başladığınızı söyleyebilir miyiz? Nat Saunders: Sabah uyandığımızda buzdolabının çıkarttığı ses bile sinirimizi bozabiliyor ama etrafımızdaki her şeye karşı bu kadar açık ve dikkatli olmak komedi yazarları olarak doğamızda var. O yüzden her güne güzel başlamaya çalışıyoruz. Misery Bear: Önceden her sabah uyandığımda panik atak geçiriyordum ama yakın zamanda diyet yapmaya başladım ve daha sakin birine dönüştüm. Güne böyle devam etmek için kahvaltıdan önce biraz cin tonik içip birkaç uyku hapı alıyorum. Öğle yemeğine kadar kendimi tutup, krem peynirli bagel ve viski ile güne devam ediyorum. Akşam yemeğine kadar da bir-iki tane sakinleştirici çiğneyip birkaç şişe şarapla günü güzel kapatıyorum. Özetle, oldukça sakin bir gün geçirdikten sonra gece dışarı çıkmaya hazırlanıyorum.
the Pony gibi programlara metin yazdık. Bunların yanında pek çok yerel kanalda yayınlanan Cardinal Burns ve Troillied gibi programların ekiplerinde yer aldık. 2014’te de SOS: Save Our Skins filmine dahil olduk, hatta bu filmle birkaç ödül bile aldık. Misery Bear’in anlattığından farklı bir tanışma hikayeniz var mı? NS: Ayıcığı bir kermes satışında gördük. İnanılmaz mutsuz ve yalnız görünüyordu, hayatımda gördüğüm en acınası teddy bear’di. O kadar etkilendik ki aldığımız gibi ayıcığı eve götürdük ve ona bir kravat bağlayıp kendi aramızda eğlenmeye başladık. Gerisini zaten biliyorsunuz. MB: Kesinlikle yalan söylüyorlar, barda tanıştık hatta bana içki bile ısmarlattılar!
Birlikte çalışmaya nasıl başladınız? Chris Hayward: Nat’le aynı ofiste çalışıyorduk ve hayatımızın kırılma noktasını yaşamak için beklerken saçma sapan işlerle uğraşıyorduk. Ben stand-up metinleri yazmaya çalışıyordum, Nat de işin müzik kısmını üstleniyordu. Seçtiğimiz kariyerlerin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine sıkıcı işlerimizden istifa ettik ve birlikte bir şeyler yazmaya karar verdik. Bu cesareti gösterdiğimize de değdi. MB: Bu iki ahmakla tanıştığımda, ikisi de barda oturmuş, hayatlarının ne kadar sıkıcı olduğu üzerine dertleşiyorlardı. Göz göze gelip onlara acıdım ve eğer bu kadar çaresiz durumdalarsa benimle ilgili bir hikaye yazabileceklerini söyledim, hallerini görmeniz lazımdı. O gün umutsuz gözlerle etrafa bakan bu adamlar şimdi kontrattaki yüzdemi düşürüp beni kazıklamanın peşindeler.
Misery Bear, BBC Comedy’de başrolü kapmadan önce YouTube’da da bu kadar ünlü müydü? NS: BBC işin içine dahil olmadan önce YouTube’daki tıklanma sayısı 200-300 arasında gidip geliyordu. Tesadüfen videoya tıklayan insanlardan biri BBC’de komedi programları için prodüksiyon yapan Jon’du ve bizimle iletişime geçti. O sıralar kanal, online komedi programları yayınlıyordu ve Jon bizimle de çalışmak istediklerini söyledi. Yaptığımız prodüksiyona birkaç yorum eklediler ve biz de heyecanla işe sarıldık. MB: Aslında bu ikisiyle çalışmaya başlamadan önce çok iyi bir hayatım vardı, şiir yazıyordum ve kendi şiir kitaplarımı basıyordum. Üstelik çok iyi yorumlar da alıyordum. Şu ankinden çok daha büyük bir hayran kitlem vardı. Ruhsuz dijital dünyaya adım atmak benim için büyük bir hataydı, çok pişmanım...
Aslında bu ikilinin senden önce neler yaptığını da merak ediyoruz. MB: Bensiz yaptıkları her iş rezillikten öteye gidemiyor... NS: Ben araya gireyim. Channel 4 ve BBC için Big Train ve Smack
Yakın zamanda sizi görebileceğimiz yeni bir kanal var mı? CH: Bu aralar yeni bir sitcom projesi üzerinde çalışıyoruz, o yüzden bizi yakın zamanda başka kanallarda görebileceğinizi umuyoruz. 23
MB: Ben hayatımdaki her türlü gelişmeyi sosyal medya hesaplarımdan paylaşıyorum ama şunu söyleyeyim, bu adamlarla başka bir işe girişmem. En son yaptığımız çekimden sonra sırtımı incittim ve hastane masraflarımı da kendim ödedim. Sigortam bile ödenmediği için benden bu kadar.
önemli işlerim var. Neyse, arada görüşüyoruz işte. CH: Nasıl olduğunu biz de asla çözemedik ama bir anda kendimizi Kate Moss’la işbirliği yaparken bulduk. İnanılmaz eğlenceli bir projeydi.
Prodüksiyona zaman ayırmaktan ziyade sarkastik bakış açınızı korumaya kafa yorduğunuz ortada. Filmlerin arkasındaki hikayeler tam olarak nasıl şekilleniyor? CH: Çektiğimiz filmlerin bütçesi oldukça kısıtlı, malum. O yüzden bizim için prodüksiyon, işin en son düşündüğümüz kısmı. Eve kapanıp birkaç gün hikaye üzerine odaklanıyoruz; hangi kareyi nasıl çekeriz, bize göre komik olan bir şeyi izleyiciye nasıl aktarırız ve saçma fikirlerimizi nasıl birkaç dakikaya sığdırırız diye düşünüyoruz. Açık konuşmak gerekirse bu konuda kendimizi oldukça iyi buluyoruz. Misery Bear Goes to Work kendi kendimize en çok güldüğümüz, The Teddynator da en çok uğraştığımız bölüm olarak aklımızdan çıkmıyor. MB: Ben de açık konuşayım; bu çocuklar o kadar yetenekli değiller. Kafaları güzelken evde yayılıp saçma sapan fikirler üretiyorlar, hepsi bu. Zaten bu filmlerin nasıl çekildiği ve yayınlandığı büyük bir muamma. Hatta bu röportaja neden dahil olduklarını da anlamış değilim. Nat, Misery Bear’i nasıl hareket ettiriyorsunuz? Araba kullanan, PlayStation oynayan, alkolik bir ayıyla başa çıkmak zor olmalı... NS: Ekranda gördüğünüz bir-iki dakikayı bir araya getirmek gerçekten çok zor. Zaten çektiğimiz şeylerin neredeyse %90’ını yayına dahil edemiyoruz çünkü bir şekilde Misery Bear’i hareket ettirmeye çalışırken bir hata yapmış oluyoruz. MB: İki konuda itirazım var; birincisi bu soru kesinlikle hatalı, catwalk yapan modeller gibi güzel yürüyorum. İkincisi de PlayStation değil Xbox oynuyorum. Bu arada insanların, özellikle ailelerin, alkolik, küfürbaz ve çapkın bir Teddy Bear’e tepki gösterebileceğini hiç düşünmediniz mi? NS: Misery Bear’in hiçbir zaman çocuklara yönelik bir içerik oluşturacağını düşünmedik, ama tabii çocukların internet üzerinden her şeye ulaşabildiklerini de göz ardı etmemek lazım. Bu yüzden kendimize belirli kurallar koyduk. Mesela; Misery Bear uyuşturucu kullanmıyor, karşımıza çıplak çıkmıyor, kadınlara karşı saygısı sonsuz, küfür dağarcığı olabildiğince sınırlı. Ama günün sonunda insanların rol model olarak alabileceği bir figür yaratmıyoruz. MB: Bu ne cüret! Ben küfürbaz değilim, ayrıca sınırlarını bilen bir alkol tüketicisiyim, hepsi bu. Peki neden bir ayıcık dünya üzerindeki en talihsiz yaratık olma bahtsızlığına erişiyor? NS: Winnie-the-Pooh, Yogi, Rupert Bear hep mutlu ve sevgi dolu ayıcıklar. Bizse bir ayıcığın da kötü zamanları olabileceği fikrinden hareketle farklı bir şeyler yansıtmak istedik. MB: Hayatım boyunca çok şanssız biri oldum, kötülük asla peşimi bırakmıyor. Resmen sömürülüyorum ve kapitalizmin kölesi olmuş bu iki insan tarafından, sistemin çarkları arasında eziliyorum. Eğer cehennem diye bir yer varsa, iki kişilik yer ayrıldı bile. Aslına bakarsak, şanslı olduğun noktalar da var, mesela Kate Moss seninle ciddi bir ilişkinin peşinde koşuyordu... MB: Evet, hatta daha geçenlerde bana mesaj atıp, hafta sonu müsait olup olmadığımı sormuş ama rüzgar sörfü yapmaya gideceğim, daha
Misery Bear’in başına gelenler yetişkinler için bile oldukça üzücü şeyler. Mesela en yakın arkadaşlarından japon balığı Steven the Fish’i kaybettiği o hazin son... CH: Bu soruyla yaramıza tuz basıyorsun. Bazen şanssızlığın sınırlarını çok mu zorluyoruz diye düşünüyoruz ama adı gibi kaderi de kendinden mütevellit bir karakterden bahsediyoruz. O yüzden mutlu ayılar görmek isteyenler hayvanat bahçesine falan gidebilirler. Ya da oraya da gitmesinler, çünkü oradakiler de mutsuzlar. MB: Steven’ı asla unutmayacağım... Aynı mutsuz surata sahip farklı ayıcıklarınız var mı yoksa tüm çekimleri tek bir ayıcıkla mı yürütüyorsunuz? CH: Bu kadar mutsuz olanını başka hiçbir yerde bulamadığımız için tek bir ayıcıkla çalışıyoruz. Başına gelen onca kötü şeyden sonra ona iyi bakmayı çalışıyoruz ki hikayeyi sürdürebilelim. MB: Bana iyi baktıkları gibi komik bir yalana inanmayacağınızı umuyorum... Misery Bear, videolardan kalan vaktinde bir de aşk üzerine kitaplar yazıyorsun. Gerçekten bu kadar çaresiz durumda mısın? MB: O kitap ömrüm boyunca gurur duyacağım bir başyapıt. En iyi çizimlerim, şiirlerim, yemek tariflerim ve düşüncelerimin bir araya toplandığı kutsal bir kitap. Sadece, kitabı yazmaları için bu iki sivri zekalıdan yardım istemek zorunda kalmış olmak beni çok üzüyor. NS: Evet, ne yazık ki çaresiz durumda. Etrafında asla vakit geçirmek istemeyeceğiniz bir baş belası ve kötü şans paratonerinden söz ediyoruz. Üstüne bir de altı ay eve kapanıp onunla kitap yazdık. Başyapıt dediği de, aşktan bahseden bir kitaptan ziyade tam bir üzüntü kataloğu. Misery Bear’in sizin adınıza yaptığı bazı röportajlarda ne kadar az para kazandığınızdan ve yeni fırsatları kovaladığınızdan, hatta imkanınız olsa George Clooney’ye mail atıp köşeyi dönmek istediğinizden bahsediliyor. Onun acınası halinin arkasına saklanıp insanları etkilemeye çalışıyor olabilir misiniz? MB: Benim üzerimden kazandıkları para yetmezmiş gibi bir de Hollywood yıldızlarına sulanıyorlar. Beni bırakıp yeni insanlarla çalışmaya başladıklarında ben de onların bu hunhar davranışlarını anlatan bir kitap yazıp, ikisini de demir parmaklıkların arkasına yollayacağım. Tabii George Clooney olur da benimle işbirliği yapmak isterse kapım ardına kadar açık. Ted the Bear ve Misery Bear’i boks ringinde karşı karşıya düşünün. Kim kazanır? CH: Tabii ki Misery Bear, çünkü bilgisayar kontrolünde değil. MB: O çocuğu kesinlikle geri dönüşüm kutusuna yollardım. Misery Bear, XOXO’yu okurken mutsuzluğunu biraz olsun dindirebildin mi? MB: Dergiyi çok sevdim. Kargo gelir gelmez dergiyi alıp tuvalete koştum ve uzun bir süre dışarı çıkmadım. Ayrıca kaliteli bir mürekkep kullandığınız da gözümden kaçmadı, zira düşük kalitede basılan dergiler ışıltılı kürkümün üzerinde leke bırakıyor.
XOXO The Mag
INTERVIEW/
S
ASHISH GUPTA
Ready-to-Wear Hint Kumaşı Leopar desenini ve mesaj içerikli tişörtleri sindirme konusunda moda dünyası zorluk çekerken, Ashish Gupta ikisini bir arada kullanıp üzerine bir de alabildiğine payet ekleyerek minimalizmi ikinci plana atıyor. Payetlerin girebileceği her türlü formu, Kim Kardashian, Kanye West ve Miley Cyrus desenleri oluşturarak gösterdikten sonra, bu sezon farklı materyalleri de işin içine katıyor. Kendisi sonuçtan memnun, biz de bu memnuniyetin kaynağını anlayıp kafamızdaki pullu payetli algıyı değiştirmek için sorular soruyoruz. röportaj utku palamutçu fotoğraf ashish gupta’nın izniyle
XOXO The Mag
Ashish, SS 2015
Ashish, son zamanlarda nasıl hissediyorsun? İnanılmaz yorgun ve hastayım. Öksürük şurupları ve ağrı kesicilerle münasebetim hiç olmadığı kadar fazla. Kendimi eve kapattım ve iyileşmeye çalışıyorum.
İşi biraz daha abartıp renklerin farklı bir boyut kazandığını söylesem, payetlere karşı nasıl bir fetişim olduğunu gayet iyi anlatmış olurum sanırım. Payetlerin, kadınların kendilerini daha göz alıcı hissetmelerini sağladığına şüphe yok, peki koleksiyonundaki erkek kıyafetleri için ne söylemek istersin? Modanın herhangi bir cinsiyeti olduğuna inanmıyorum. Hatta bu sezonki defilelerde kadın koleksiyonlarını tanıtan erkekleri gördüğümde, kendimi bir kez daha bu fikre inandırdım. Kadınlar nasıl tomboy olup erkek takımları giyebiliyorlarsa, erkekler de payetli kıyafetler giyebilirler. Tabii bu söylediğim, payetin sadece kadınlara özgü bir şey olduğu algısını da yaratmasın.
Fashion Week hastalığına yakalandın yani... Evet, Fashion Week çok güzeldi ama bir o kadar da yorucuydu. Yaklaşık sekiz haftadır aralıksız çalışıyorum ve daha ancak hafta sonlarımı geri alabildim, onları da evde iyileşmeye çalışarak geçiriyorum. Şovdan sonra nasıl tepkiler aldın? İnsanlar uçuk kaçık şovlar görmeye alıştıkları için benimki göze daha normal gelmeye başladı, ve sanki aralarında bir kamuoyu oluşturmuş gibi, herkesin söylediği tek bir sıfat vardı; o da “seksi”.
Yani koleksiyonundaki parçaların ready-to-wear kavramına uyduğunu söylüyorsun... Tabii ki, hatta göründüklerinin aksine hepsi oldukça rahat parçalar. En basit örnekle; cep ve fermuar detayları bence her kıyafetin olmazsa olmazı, hatta gece elbiselerinin ve tuvaletlerin bile... Bir gece elbisesi giydiğinde kendini oldukça rahat hissetmelisin, ya da bir tişört giyerken kendini oldukça özel ve güzel hissetmelisin. Hangisini isterseniz seçin, sonuçta rahatlık ve güzellik, ikisi bir arada olduğunda değer kazanıyor.
Payetleri bir kenara koyarsak; bu sezon, koleksiyonlarında görmeye pek alışık olmadığımız kürk, patchwork ve dantel gibi materyaller var. Tasarım sürecindeki ilham kaynağın neydi? Bu sezon oldukça seksi bir koleksiyon hazırlamak istedim. Seksi dediğimde aklıma büyük kürkler ve dantelli iç çamaşırları geldiği için koleksiyonun temelini buradan geliştirdim. Üzerine de oversize parkalar ve kamuflaj desenini en parlak ve göz alıcı şekilde ekleyince ortaya böyle bir şey çıktı. O yüzden büyük bir ilham kaynağım olduğunu söyleyemem, kendi içimdeki glam ruhu besliyorum, hepsi bu.
E o zaman neden kendi tasarımlarını giymemeyi tercih ediyorsun? Prensip meselesi diyelim. Kendi tasarımlarımı giyip sokaklarda gezecek kadar egom yok sanırım.
Tasarımlarının arasında favori parçan hangisi? İçlerinden sadece bir tanesini seçmek çok zor. 2014’te yaptığım tüllü eşofman takımını hala çok seviyorum. Bir de bu sezon tasarladığım payetli ve kürk detaylı parkalar şu aralar iftihar kaynağım.
Moda dünyası, tasarımları olabildiğince minimal bir düzeye indirgemek için uğraşırken, senin tutturduğun bu şaşaalı duruş kendinden ödün vermeyecek mi? Aslında tasarımlarım bir ölçüde minimaller; desen olarak değil ama dikişleri ve kalıpları oldukça sade ve olmaları gerektiği gibi. O yüzden moda dünyası basic ürünlerle kafayı yiyedursun, ben bu iki dünyanın bir araya gelişini sevmeye devam edeceğim.
Peki payetlere olan bu bağımlılığın nereden geliyor? Gece hayatına ve çekici insanlara karşı beslediğim aşktan... Benimki bir nevi payet fetişi. Onların ışığı yansıtmalarına ve ışık değiştikçe farklı bir görünüm kazanmalarına hayranım. Bunun neredeyse sihirli bir olay olduğunu söyleyebilirim. Payetlerin kumaşla bir araya geldiklerinde oluşturdukları ağırlık bence aksine insanı hafifletiyor. 27
Ashish, AW 2015
Günlük hayatın da şaşaalı mı peki? Duruma göre değişiyor, gece hayatını ve eğlenceyi seviyorum ama evde tek başıma kafa dinlediğim sakin gecelerim de oluyor. Koleksiyonumda bahsettiğim iki farklı dünyanın bir araya gelişi aslında kendi kişiliğimin bir yansıması.
kendimi tam anlamıyla içerisinde göremiyorum.
Kaç yaşındasın? 40. Biraz daha geçmişe gidelim, moda sektörüne nasıl girdin? Kendime ait bir portfolyom vardı ve bir şeyler çiziyordum. Paris’e birkaç iş görüşmesine gittiğim zaman portfolyom çalındı ve hayat o an benim için durdu. Elimde hiçbir şey olmadan Hindistan’a geri döndüm ve elimdeki sınırlı bütçeyle birkaç parça üretmeye başladım. 10 parçalık bir koleksiyon ortaya çıkardım ve tesadüfün böylesi, Tank Magazine’in moda editörü bu koleksiyonu gördü ve çok beğendi. Bir hafta sonra Browns’un satın almacısından bir telefon geldi ve koleksiyonumu satın aldılar. Moda dünyasına girişim bir anda ve apar topar bir şekilde oldu. Londra’ya taşınmaya nasıl karar verdin? Aslında Londra’da yaşamak gibi bir hedefim yoktu. Central St. Martins’e kabul edildim ve eğitim almak için buraya geldim. Eğitimim bittikten sonra başka bir şehre taşınmayı bile düşünüyordum. Sonra ne olduysa bir anda oldu ve buradaki insanlara, kültüre ve şehrin dokusuna aşık oldum. Kendimi olmam gereken yerde hissediyordum ve başka bir şehir bu hissiyatı sağlamayacaktı. O kadar karışık bir demografik yapısı var ki, işiniz tasarım olunca, bu durum sizi epey besleyen bir hal alıyor. Hindistan’daki moda algısıyla ilgili ne düşünüyorsun? Etnik algı, son zamanlarda moda dünyasını epey etkiliyor. Köklerim oraya dayansa da Hindistan’da olup biteni çok yakından takip edemiyorum. Uzun zamandır oraya gitme fırsatı bulamadım ve şehirli halkın tercihlerinden koptum. Zaten Hindistan’da yaşarken de farklı kültürlerden etkileniyordum ve koleksiyonumu ona göre oluşturuyordum. Her ne kadar Hint kültürü büyük bir alan olsa da,
Bu farklı kültürler hangileriydi peki? Amerikan pop kültürünü çok seviyorum. Özellikle Amerikan tarzı spor kıyafetleri en büyük ilham kaynaklarım arasında. Kolej montları, biker ceketler, denim gibi şeyler. E tabii bir yandan Londra’nın ve İngilizlerin kendine has espri anlayışı da beni çok etkiliyor. Hayatı oldukça sınırda ve garip bir şekilde yaşıyorlar; dış dünyaya oldukça açık ama bir yandan da kendi içlerinde özerklikleri var gibi. Renklerle oynamak da sanırım köklerime tutunmamı sağlayan tek nokta. Türk modasına aşina mısın? Ne yazık ki pek değilim. Koleksiyonumdan parçaların Türkiye’de satıldığını biliyorum ama derinlemesine bir moda bilgim yok. Birkaç koleksiyon önce hazırladığım Très Fatigué yazılı tişörtün hemen satıldığını ve stokta kalmadığı için yeniden temin edilmesinin istendiğini duymuştum. İlgi gördüğümü bilmek güzel. Hırslı birisi misin? Bazı konularda oldukça hırslıyımdır. Kariyerimle ilgili her türlü konu buna dahil edilebilir. Onun dışında kendime yenik düşmeme sebep olacak kadar hırslı bir insan değilim. Bazen bazı şeyleri normalden daha çok isterim, hepsi bu, ki buna da hırs yerine inat demeyi tercih ederim. Gelecekte kendini bir yandan Ashish’i yönetirken, bir yandan da büyük bir modaevine kreatif direktörlük yaparken görebiliyor musun? Ağrı kesicilerin etkisinden midir yoksa defileden sonra aldığım övgülerden mi bilmiyorum ama son zamanlarda bunu daha çok düşünmeye başladım. Peki XOXO dendiğinde aklına nasıl bir desen geliyor? Bolca öpücük ve sarılma olduğuna şüphe yok! Pembe, siyah ve yeşil renkler gözümde canlanıyor, biraz da kamuflaj deseni ve bolca payet. Sırtında XOXO yazan bir bomber ceket ve sokakta ceketini sırtına atmış yürüyen bir kadın, hiç fena fikir değil.
XOXO The Mag
INTERVIEW/
E
ER
ARZUHAN DOĞAN YALÇINDAĞ
Babasının Kızıysa Ne Olmuş?
Women of Power serimizde bu ay patronumla röportaj yaptım. Ona güzellik olsun diye değil, Türkiye’nin en etkili iki televizyon kanalının başında olmak acaba nasıl bir his diye merak ettiğim için... Kendisi de soruları patronummuş gibi yanıtlamadı. Kadın patronların erkeklere kıyasla daha az patron gibi davranmaları ilginç. 2008 krizinden sonra ABD’de orta ve üst düzey yöneticilerle ilgili yapılan bir araştırmada, batan şirketlerde kadın yöneticilerin sorumluluğu kendi üzerlerine aldıkları ve hatalarını kabul ettikleri; erkek yöneticilerin ise suçu bir altlarına attıkları sonucu gözlemlenmişti. Arzuhan Doğan Yalçındağ da, “Evet, bana bu koltuğu babam verdi.” demekten çekinmiyor, ama bütün sorumluluğu kendisinin sırtladığını da hissettiriyor. röportaj nevşin mengü fotoğraf arzuhan doğan yalçındağ’ın izniyle
XOXO The Mag
Biz “medya dördüncü güçtür” söylemleriyle büyütüldük. Ama şimdi 30 yaş altı kitleye bakıyorum, televizyon izleyen çok az, gençler hep sosyal medyada. Televizyon bitti mi? ABD’de yapılan araştırmalar da aksini gösteriyor. Televizyon izleme saatleri dünyada da, ülkemizde de yükseliyor. Televizyonu sadece oturma odasındaki büyük ekranda izlemek zorunda değilsin, başka yerlerde de izleyebilirsin. Ama sonunda, nerede olursan ol ve hangi araçtan ulaşırsan ulaş, televizyon izleniyor. Biliyorsun; televizyonun ana yapılarından biri olan video ve video tüketimi her geçen yıl artıyor. Değil yılda, hatta aydan aya artıyor. Ayrıca insanlar artık okumaktan çok seyretmeye yöneliyorlar, ben bunu oğullarımda da görüyorum, ikisi de okumaya öğrenmeye açık çocuklar, ama birçok şeyi küçük belgesellerden öğreniyorlar. Mesela TED Talks muazzam bir şey, bizim eskiden koca bir kitaptan okuyup öğrendiğimiz şeyleri, TED Talks videolarını izleyerek öğrenmek mümkün. Diğer taraftan, bildiğimiz eski usul televizyon izlenme oranları da artmıyor değil. Televizyon hala uzun saatlerce ana ekrandan izleniyor. Ama değişen ne var dersen, televizyon izlerken, izleyicilerin çoğunun ellerinde ikinci bir alet oluyor. Ya cep telefonu oluyor, ya bilgisayar oluyor, ya da tablet. Ve aslında sosyal medyada paylaşılan konuların önemli bir oranı da televizyon içeriğinden geliyor.
Quelle firmasıyla beraber yürütülen bir katalogla satış ünitesi işi vardı ve orada iş hayatına başladım. Sonra Grup Özel Banka Lisansı çıkınca ona başvurduk. Alternatif Bank’ı kurduk, bankanın kuruluş aşamasında aktif rol aldım. Yöneticilik başlı başına böyle bir iş midir? Televizyon yönetmek ya da banka yönetmek fark etmez mi, hepsi aynı mıdır? Yöneticilik, bir insan grubunu, bir organizasyonu yönetmektir tabii. Bir de girişimcilik ve yeni işler yaratabilmek var. Ben kendimi nasıl konumlandırırım bilmiyorum ama şunu biliyorum ki önemli olan üretmek, iş yapmak. Tabii ürettiğin şeyi sevmek de önemli ama o kadar farklı yerlerde çalıştım ki, Milliyet dergilerinde de çalıştım, bankada da, televizyonda da çalıştım. Bir dönem bütün bunlardan uzaklaşıp, üç sene TÜSİAD’da çalıştım. Önemli olan bir şey üretmek, ortaya çıkarmak, taş üstüne taş koymak, yaptıklarınızla değer yaratmak... Bu işin bir formülü ya da disiplini var mı? Tek bir formülü yok tabii, ama kesişen noktalar var. Bir kere her şeyden önce istemek ve çalışmayı sevmek gerekiyor. Bence çalışmak hakikaten en önemlisi. Zamanı iyi ayarlayabilmek, bilgiye sahip olabilmek... Babam hep “Bilgi otoritedir.” derdi. Sen ne yaptığını biliyorsan zaten yanındaki de sana saygı duyar. Yöneticilik diyorsun ya, işte ancak o zaman yönetici olabilirsin. İnsanları motive edebilme yeteneğine ve ekip ruhuna sahip olmak, vizyoner olmak da çok kritik. Sonunda herkes döner bir üstündekine bakar, yanındakine bakar. Eğer sen motiveysen o zaman ekibi de motive edebilirsin. Hayata pozitif bakmalı. Başarılı iş insanlarının özellikle de girişimcilerin en önemli ortak paydası her konuda hep iyimser bir taraf bulmaları. Babamda da bunu çok görüyorum. En kötü anda bile bir anda bir ışık görüyor, sana da o ışığı gösteriyor.
Rating mi, trending topic olmak mı? Rating, tabii ki rating. Ama TT olmak da önemli, çünkü trending topic internette tüketilen televizyon içeriğini destekliyor, izleyiciyi bu içeriğe taşıyor. ABD’de artık internette tüketilen televizyon içeriği de rating olarak sayılmaya başladı. Bir anlamda, bugünkü rating ile internet rating’i örtüşecek. Yalnız Türkiye’de enteresan bir şey var; bu bizim de aramızda tartıştığımız bir konu, bazen TT olan dizilerimizin rating ile uyumu olmayabiliyor. Biz de bu durumun sosyal medya kullanıcısı ile evinde rating cihazı olan kitlenin örtüşmemesinden kaynaklanabileceği sonucuna varıyoruz.
Siz de hep bunu mu yapmaya çalışırsınız? Bu çalışılarak yapılacak bir şey değil bence, insanın yapısında var. İyimserimdir, her olaya iyi tarafından bakarım.
Ulan İstanbul dizisini internete taşırken, biraz da bunu mu ölçmek istiyordunuz? Hayır, aslında diziyi başka bir şeyi ölçmek için taşıdık. Başka bir proje yapmak istiyoruz. Televizyon izleniyor ama internet ile bir yakınlaşma da var. Dolayısıyla bu da yeni iş modelleri, yeni projeler getiriyor. İşte onun bir ilk adımı olarak, acaba kaç kişi, bir ücret karşılığı bu diziyi satın alıp izler, ölçmek istedik. Dizimiz de özellikle internet ve sosyal medya kullanıcılarının odağında olduğu için Türkiye’de bu alanda bir ilki gerçekleştirdik.
Babasının kızı olmaktan sıyrılıp, “Bir dakika, burada patron benim.”e nasıl geliyorsunuz? Bence ondan hiçbir zaman sıyrılamıyorsun. Yani ben 50 yaşıma geldim. Hala babamın yanında bazen öyle davranıyorum ki, “Arzu, küçücük bir kız çocuğu gibi davranıyorsun resmen, kendine gel.” diyorum. Erkek olsaydım belki farklı bir çatışma olurdu, belki kız olmanın avantajı var. Hiçbir zaman babamla çatışmadım. O benim kahramanım, müthiş bir baba figürü. Onunla hep barışık oldum. Babamın kızı olmamın benim gücümü azaltmış olduğunu hissetmedim. Aksine onun varlığı, arkamda olduğunu bilmek hep bana güç verdi. Bizi hem destekledi hem yalnız bıraktı. Hatta bazen ona takılıyorum, “Fazla bile iyisin.” diyorum. Tabii babam da bana takılmıyor değil. Geçenlerde bir arkadaşım babasıyla çalışmaya başladı, çok çatışıyorlar. Babam da onun babasını tanıyor. “E tabii bu saatten sonra zor.” diyor. Sorma dedim, bunun üzerine babam da “Sen anlatmıyor musun senin yaşadığın zorlukları?” demez mi. Hem bu kadar etkili ve girişimci bir karakter, hem de bir o kadar zor ve kuvvetli. Yine de ben onunla çatışma yaşamadım.
Bu deney sonucunda ne buldunuz peki? Rakamlar tahminlerimize çok yakın çıktı ve bizi büyük ölçüde şaşırtmadı. Yani insanlar para ödeyerek izleme konusunda da çok çekimser değiller. Ne kadar hevesli anlatıyorsunuz. İşinizi seviyor musunuz? Evet, üretmeyi seviyorum, başka türlü bir hayat düşünemiyorum. Gazete patronu olmayı yeğler miydiniz? Yazılı basının keyfi başkadır, malum. Televizyona ilk geldiğimde bir türlü reklam diyemedim biliyor musun? Yıllarımı aldı, ilan ilan deyip duruyordum. Şimdiyse tam tersi... Yazılı basın da işimizin bir parçası, Doğan Grubu sonuçta bir bütün. Televizyon grubunun yöneticisiyim, Yönetim Kurulu Başkanı’yım ama hepimiz nihayetinde hepsinin ortağıyız.
Profesyonellere kendinizi kabul ettirmek zor oluyor mu? Oluyor tabii, yani bir anlamda ailenin ikinci nesil temsilcileri birinci nesile göre hayata çok şanslı başlıyorlar. Biz de çok korumacı bir ortamda, ne de olsa kendi kozamızın içinde, hayata başladık ama bir yandan da bunun görülmeyen zorlukları var. Çünkü aslında orada yeteneğinle, kendi başarınla, kendi getirdiğin artı değerle var olma savaşı veriyorsun. Belki başka bir kardeşim böyle düşünmüyordur. Diğer taraftan da “Kendi bileğinin hakkıyla değil, babasının kızı diye geldi.” şeklinde düşünenler mutlaka hala vardır, ama ben bunu çok umursamadım. Neden dersen, doğruluk payı olduğu için. Ben babamın kızı olmasaydım, bu ailede doğmasaydım, kim bilir bu yaşta nasıl bir başarı elde edecektim. Onu test etme şansımız yok. Ben bu yapının içinde bir artı değer yaratmaya, bir fayda sağlamaya ve kendimce de
Mesleğe nasıl başladınız? Ben aslında gazetecilikle başlamadım. Zaten kendimi bildim bileli hep çalışıyordum, yaz aylarında bile ofise giderdim. Büyüsem de babama yardımcı olsam duygusu hep içimdeydi. İlk işim 1989 yılında Milpa oldu, ki grubun da önemli bir ticaret şirketiydi. Kampanya ile araba, televizyon gibi ticari mallar satıyorduk. Bu şirketin çatısı altında, Alman 31
içimdeki üretim aşkını hayata geçirmeye çaba sarf ettim. Profesyoneller de bunu gördüğü zaman içtenlikle sizin yanınızda yer alıyorlar. Kariyer ve çocuk meselesini nasıl dengelediniz? Vallahi zor oluyor, bu işin kolayı yok. Çalışan annelerin çektiğini bir tek çalışan anneler bilir. Sürekli bir tedirginlik var, ki o hiç kolay bir şey değil. Ben o zor süreçten geçtim. O dengeyi kurabilmek için çok büyük çaba sarf ettim. Önceliğim de çocuklarım oldu. TÜSİAD’dan başkanlık için teklif ilk geldiği zaman, hemen babama ve Mehmet Ali’ye gidip fikirlerini sordum. Sonra da çocuklara gittim. Büyük oğlum “Anne, sakın kabul etme, şimdi devamlı manşetlerde olacaksın, sana saldıracaklar, ben kabul etmeni istemiyorum.” dedi. 16 yaşındaydı. Küçük oğlum 14 yaşındaydı, ona sordum, “Hemen kabul et, deli misin anne!” dedi. Bir de Doğan’ın anlattığı çok komik bir hikaye var; annem yanına kayınvalidemi alıp bize gelmiş, oturtmuş Doğan’ı karşısına, “Bak oğlum, annen bu kadar çalıştı ve bu onun hayatında büyük bir şey olacak” diye onu bir saat ikna etmeye çalışmış. “Git annene söyle, gönül rahatlığıyla girsin bu işe” demiş. Anneniz hırslı mıdır? Bilmiyorum ama hep avukat olmak istemiş. Çok özgür ve kendi ayakları üzerinde duran bir kız olmak istemiş. 17 yaşında evlenmiş, 18 yaşında anne olmuş. Bizleri; “Kimseye güvenmeyin, ne babanıza, ne kocanıza, ne başkasına. Kendi ayaklarınız üzerinde durun.” diyerek büyüttü. Benim iş hayatında bu kadar aktif olmamda annemin de çok rolü vardır. Çocuklar küçükken bir ara, çok da anaç bir tip olduğum için, iş hayatını bıraksam mı diye düşündüm. Annem o ara benim hayatımı çok destekledi ve devam etmem için itici bir güç oldu. Hatırladığınız komik anlar var mı, tam da görüşme halindeyken toplantı salonuna bağlanır mıydı oğlanlar mesela? Hayatım öyle geçti. Komik şeyler oldu mu bilmiyorum ama hiç olmayacak bilmem ne toplantısında, çocuklarla “Futbola gittin mi, matematik ödevini yaptın mı?” diye çok yazışmalarım vardır. Etraftan da çok duyuyorum. Mesela geçenlerde biri anlattı. Bir gün heyetle, üstelik zorlu da bir toplantı sonrası, Ankara uçağından inerken, ben Alihan ile sosyalden bilmem kaç almasını konuşuyormuşum. Bütün ömrüm böyleydi. Ama hala dönüp çocuklarıma, “Sizi ihmal ettim mi?” diye soruyorum, etmediğimi söylüyorlar. Etmediğimin ben de farkındayım. Çalışan annelerde hakikaten hep içten içe bir suçluluk duygusu oluyor mu? Kendinizi elbette çok sorguluyorsunuz. Ben de kendimi çok sorguladım, hep bir telaş içinde oldum. Ama suçluluk duygum olmadı, böyle bir duygu yaşamamak için her önemli anlarında çocuklarımın yanlarında oldum. Brüksel’e üç buçuk saat uçardım, onları beş dakika göreyim diye gece geri gelirdim. İyi ki bunların hepsini yapmışım. Çünkü o his çok önemli. Tabii herkes farklı, bu durum da insandan insana değişir. Çok mu önemli? Sabah görmesen de dünyanın sonu değil aslında, ama benim için onları görmek çok büyük bir fark yaratıyor. Şimdi ikisiyle de çok iyi bir ilişkimiz var. Onlar da bu işi mi yapacaklar? Evet, hem aile işine hem de Türkiye’ye kalpten bağlılar. Büyük oğlum eğitimini tamamladı, Goldman Sachs Londra ofisinde iki yıl çalışıp Türkiye’ye döndü. Şu anda burada çalışıyor. İki üç sene kalıp master yapmaya gideceğini söylüyor. Bir gününüz nasıl geçer, zamanınızı nasıl programlıyorsunuz? Sabah çok erken kalkıyorum. Aslında o kadar erken uyanmama hiç lüzum yok ama uyanıyorum. Rutin toplantılarım ve önceden ayarlanmış randevularım oluyor; onları yapıyorum. Mehmet Ali de ben de, sosyal hayatı ve insanları seven tipleriz, dolayısıyla akşamları da genellikle eş dost bir arada oluyoruz. Maalesef İstanbul’u yaşayamıyoruz. Konserlerin, sergilerin çoğunu kaçırıyoruz. Bir yerden bir yere
gidebilmek, etkinliklerin saatine uyabilmek çok zor. Çoğu şeyi kaçırıyor olsak da, akşamları birbirimize vakit ayırmış oluyoruz. Bir gün içinde ne eksik kalıyor dersen maalesef spor yapamıyorum. Sadece açık hava sporunu yapabiliyorum, vakit buldukça yürüyorum, yüzüyorum. Bir de her yıl kısacık bir kayak tatili yapıyorum. Hepsi bu. Arzuhan Doğan Yalçındağ olmak sosyal hayatta zor mu? Herhangi bir kafeye oturduğunuzda bütün gözlerin sizi süzmesi gibi bir durum var mı bilmiyorum ama bazen keşke herhangi birisi olsaydım diye düşünüyor musunuz? Yok canım o kadar da ‘celebrity’ değilim. Sokakta gayet rahat yürüyorum, istediğim her yere gidiyorum. Evet, arada hiç tanımadığım insanlar yanıma geliyor, hatta boynuma sarılanlar oluyor, ama bu da çok hoşuma gidiyor. Konumunuz gereği, ağzınızdan çıkan her kelime çoğu zaman çok kritik oldu. Muhtemelen heyecanla, sinirle karar almak sizin için söz konusu olmuyordur. Bu sorumlulukta olan insanların böyle bir lüksü yok. Zaten bunu yaptıkları anda burayı bırakıp gitmek durumundalar. Çünkü yanlış alınan her karar yalnızca onları değil, büyük bir organizasyonu, birçok insanı etkiliyor. Tabii ki yanlış kararlar alabilirsin, ama en azından karar alma sürecini doğru değerlendirmek gibi bir yükümlülüğün var. Sinirle karar alıyorsan buralara gelemezsin, yolda dökülürsün. Karar verme ritüeliniz var mı? Ben detaycıyımdır. Önce konuyu en ufak detayına kadar öğrenme ihtiyacını hissederim, ayrıca çok sayıda istişare ve müzakere mekanizmam var. Birlikte çalıştığım profesyonellere çok güvenirim, ekipteki herkesin görüşünü ayrı ayrı alırım. Ama kendim de her detayı bilmek isterim. Aileme danışmam gereken bir kararsa konuyu aile ortamına götürüp orada tartışırım. Tabii bu karar verme süreçlerinin kendi içinde bir sırası vardır. Çok zorlandığınız kararlar oldu mu? Elbette. Şu anda da önümde böyle kritik konular var ama seninle paylaşamayacağım. İşle ilgili karar vermek bir süreçtir. Zaman zaman bazı kararları almayıp, zamana bırakmak da doğru bir karardır. Hem gecikmeyip hızlı hareket etmek lazım hem de aceleci olmamak lazım. Bunlar hep tecrübeyle öğreniliyor. Tabii tecrübe zaman içinde ne kadar çok şey yaşadığınla da alakalı. 1989’dan beri zorlu pek çok süreç geldi geçti. Siz de bu zaman içinde çok şey tecrübe ettiniz. Bizim jenerasyonumuz çok şey yaşadı. Medya bütün bu değişimin çok odağındaydı. Ben 80 ihtilalini de iyi hatırlıyorum, sonra Özal ile beraber Türkiye’nin liberal ekonomiye geçişini, 90’ları ve sonra 2000’le beraber değişen Türkiye’yi... Dünyada da çok değişti tabii. Ben 1998 yılında Excel’i ilk kullanmaya başladığımda büyük olay oldu. Bir dönem Milliyet gazetesinin dergilerinde finans müdürüydüm, rahmetli Duygu Asena da benimle beraberdi. Nazlı Ilıcak da yan odamdaydı. Ben finansçıydım, Duygu’nun dergisi karlı olsun diye durmadan hesap kitap yapardım. Duygu bana bu kadar hesap yapmayı nereden öğrendiğimi sorardı. Sonra düşünün, dünya nasıl bir dijital devrim geçirdi. Medya da çok değişti; daha önce ağırlıkla şirketlerin kontrolündeydi, şimdi öyle değil, çok bireysel. Artık elinde akıllı telefon olan bir izleyici de muhabir olabiliyor. Dışarı çıkıp, olayı çekip edit’leyip yayınlayabiliyor. Artık iletişim çağında herkes her şeyi o kadar çabuk biliyor ki, her şey çok daha liberal, çok daha demokratik aslında. Hayran olduğunuz bir kadın figürü var mı? Her şeyiyle her yönüyle hayran olduğum bir kadın figürü yok. Ama mesela Angelina Jolie’yi çok beğeniyorum. Onun hayat tarzı da hoşuma gidiyor. Ama ne Mehmet Ali ne oğlanlar Angelina’yı hiç beğenmiyorlar, zaten galiba onu erkeklerden ziyade kadınlar beğeniyorlar.
XOXO The Mag
INTERVIEW/C
E
JOHN TRAVOLTA
Dansa Devam
Hiç şüphe yok ki John Travolta son zamanlarda bir hayli tuhaf davranışlar sergiliyor. Efsane aktör, geçtiğimiz yıl Oscar töreninde Idina Menzel’in ismini yanlış anlamış ve onu ‘Adele Dazeem’ diye sahneye çağırmıştı. Bir süre önce de bu yılki Oscar töreninde tuhaflıkta iyice ileri giderek sahnede Menzel’in suratını avuçladı, Benedict Cumberbatch’e düşmanca bakışlar attı ve en bombası da, kırmızı halıda yürürken aniden arkasından yaklaşarak beline sarıldığı ve yanağına beklenmedik bir öpücük kondurduğu Scarlett Johansson’ın ödünü kopardı. Epey tuhaftı. Fakat bu yılki Toronto Film Festivali’nde XOXO için söyleşi verirken bu tuhaflıktan eser yoktu kendisinde. Genel olarak gayet sıcakkanlıydı ve düşüncelerini açıklıkla dile getirdi. Son olarak hem bir gerilim filmi hem de bir aile dramı olan The Forger’da tablo taklitçisini canlandıran Travolta, söyleşimizde resim geçmişi, kariyerindeki zorlu yıllar ve sonu gelmez dans tutkusu hakkında konuştu. röportaj nando salvà fotoğraf jason meritt/getty images
XOXO The Mag
The Forger, 2014
Filmde resim fırçasını tutuşunuz bir hayli inandırıcı görünüyor. Resim eğitimi aldınız mı? Tabii, resim yapmayı öğrendim. Hong Kong’a gittim, orada çok ünlü bir eğitmenden ders aldım, sonra ABD’de bir başka eğitmenle daha çalıştım. Her şeyi en baştan öğrenmem de gerekmiyordu. Edward Hopper’ı çok sevdiğim için yıllar önce suluboya çalışmıştım. Dedem ve erkek kardeşim de ressamdır. Bir zamanlar ben de denemeyi düşünmüştüm ama gerçek anlamda denedim sayılmaz. Zaten bu film için ressam olmayı değil bir tablo taklitçisi olmayı öğrenmem gerekiyordu.
Okuldaki çocukların çoğu kovboyculuk oynarken ben Giulette Masina’yı düşünüyordum. Neyse, sonunda bir şekilde ölüm korkum kayboldu.
İkisi arasında pek fark yok herhalde, değil mi? İyi bir taklitçi gerçek bir ressama benzer. Evet ama ben sanat eserini kopya ederken taklitçinin nasıl hissettiğini anlamak istedim. İki taklitçiyle tanıştım. Bir tanesi müze duvarlarında gördüğümüz tabloların yüzde 50’sinin taklit olduğunu düşünüyordu, bana öyle söyledi. Tabii ki gerçek bir tabloyla sahtesi arasındaki farkı ancak uzman bir göz fark edebilir. Gerçek bir sanatçının duygularını ifade etme biçiminde kendine özgü bir frekans vardır ve bu asla kopya edilemeyecek bir şeydir.
The Forger aynı zamanda sevdiğimiz insanlara söylediğimiz beyaz yalanlar üzerine bir film. Oyuncu olarak kariyerinizi bir anlamda yalanlar üzerine kurduğunuzu söyleyebilir miyiz? Öyle tabii, başka insanlarmışız gibi yapıyoruz. Bunu yapalım diye bizi işe alıyorlar, yani bir bakıma işimiz yalan söylemek. En iyi oyuncu da en iyi yalan söyleyen oluyor. Bunu ne kadar iyi yaptığın oynadığın karakteri tanımak için ne kadar araştırma yaptığına bağlı. Sonuçta bana sorarsanız yalanın adı haksız yere kötüye çıkmıştır. Yalanlar gereklidir.
Nasıl oldu bu? Çok yakınımdaki birçok insan, oğlum Jett de dahil, çok erken yaşta bu korkuyla karşılaştı. Bu yüzden, korkmamak benim için ahlaki bir sorumluluk. Çevremdeki insanlar ölümle bu kadar cesaretle ve onurla yüzleşirken benim korkuya kapılmam sorumsuzluk olurdu.
Günlük yaşamda mı? Aynen öyle. Tabii ki insan kendine karşı dürüst olmalı, ona şüphe yok. Ama başkalarına karşı ne kadar dürüst olunabileceğini düşünmek lazım. Ben çıplak gerçeğe o kadar inanan biri değilim, hani şu ‘acı gerçek’ denilen şeye... Bence bu saçmalık. Eğer birini önemsiyorsan gerçeği ancak ona iyi gelecekse söyleyebilirsin. Gerçeğin onu yıkma ihtimali varsa bence söylememek gerekir. Neden söyleyesin? Bunun ne gibi bir amacı olabilir? Yalan ve gerçek yoruma açıktır. Bunu nasıl tanımlarız? Değişkendir mi desek? Örneğin bazı gerçekleri çocuğuna söylemezsin, büyükannene söylemezsin. Çünkü gerek yoktur.
The Forger’ın hikayesinde ölüm fikri sık sık kendini hissettiriyor. Bu fikre yaklaşımınızdan bahseder misiniz biraz? Beş yaşımdan beri ölümü düşünürüm. O zamanlar Federico Fellini’nin La Strada’sını izlemiştim ve babama “Giuletta Masina neden ölüyor?” diye sormuştum. Babam, “Kalbi kırıldığı için ölüyor.” diye cevap vermişti. Daha çocuktum, insanın fiziksel bir hastalığı olmadan kalbi kırıldığı için ölebileceğini bilmiyordum. Fellini bütün hayatımı etkiledi sanırım. O günden sonra kesinlikle kimsenin kalbini kırmak istemedim. Ve galiba bu yüzden çok sıradışı bir çocuk oldum. 35
The Forger, 2014
Peki bir işi almak için hiç yalan söylediğiniz oldu mu? Hayır, asla. Oyuncularla dolu bir ailede büyüdüm, annem oyunculuk dersi veriyordu. Şarkı söyleyebiliyordum, dans edebiliyordum, o yüzden bir rolü almak için oyunculuk becerilerim konusunda yalan söyleme ihtiyacı hiç duymadım. Ayrıca motivasyonum hiçbir zaman başarı arzusu değildi, benim için en önemlisi işten aldığım zevkti. Bir de çok genç yaşta başarıya ulaştım: Saturday Night Fever ile Oscar’a aday gösterildiğimde daha 24 yaşındaydım. Ve ne mutlu ki başarının beni bir dallamaya çevirmesine izin vermedim. Oyunculuk hakkında anneniz size ne öğretti? Varoluşçu oyunculuk tarzını ondan öğrendim. Buna göre oyunculuk sahneyi paylaştığınız oyuncularla birlikte o anın içinde olmaktır, yaptığınız işe inanmaktır. Bunu seviyorum. Sonrasında ne yapacağımı düşünmeden o an hissettiğimi yansıtarak oynadığımda kendimi daha rahat hissediyorum. Kariyerim boyunca da bu konudaki yaklaşımım hiç değişmedi, araştırma süreci benim için hep aynıdır. Oyunculuğun en sevdiğim yanı da araştırma sürecidir. Sonraları, 80’lerde kariyerinizde bir çöküş yaşadınız. Bu sizi nasıl etkiledi? Pulp Fiction hayatıma girene dek çok kötü durumdaydım. Ama aslında bu, bugünden geçmişe bakınca düşündüğüm bir şey. Yani o sırada başarı şansımı kaybetmekte olduğumun gerçek anlamda farkında değildim. Belki de gerçeği görmeyi reddediyordum ya da belki kendimi korumak için çok güçlü bir direnç mekanizması geliştirmiştim. Her neyse... Şimdi ne düşünüyorsunuz kariyerinizin o dönemi hakkında? Yaşadıklarınızı nasıl açıklıyorsunuz? Biz çok zor bir iş yapıyoruz. Sanırım odak noktamı kaybetmiştim. Oyuncunun mümkün olduğunca meşgul olması lazım çünkü çekimler sırasında bütünüyle işe odaklanıyorsun ama sonra filmler arasındaki çalışmadığın dönemlerde dikkatin dağılıyor, kendini boşlukta
hissediyorsun. Benim gençliğimde şimdi yaptığımız gibi yılda üç film çekmiyorduk, bunu anlamanız lazım, iki yılda bir film yapıyorduk. Çok fazla boş vaktimiz oluyordu. Öyle olunca insan kolayca amacını kaybedebiliyor. Hatırlıyorum da bir sürü ders alıyordum; keman dersleri, resim dersleri, Fransızca dersleri... Zaman doldurmaya çalışıyordum. Ama sanırım yetmiyordu. Bir süre önce yazmaya başladığınız biyografi ne oldu? Yayımlamayı düşünüyor musunuz? Sanmıyorum. Oğlum öldükten sonra hayatımı paylaşma isteğimi kaybettim. Güzel bir kitaptı ama yazmaktan vazgeçtim. Kariyerinize baktığınızda sizi en fazla gururlandıran nedir? Şu ya da bu nedenle zamana dayanan ve etkisi kalıcı olan bir sürü film yaptım. Her sene Los Angeles’ta, insanların 300 dolar verip gittiği, herkesin şarkı söyleyip dans ettiği bir Grease gösterimi yapılıyor. İlk gösteriminden 40 yıl sonra bile insanlar üzerinde böyle bir etkisi olan pek az film vardır. Gerçekten ben hayatımda böyle bir şey duymadım. Yani o filmin bir sihri var. Tabii ki The Wizard of Oz gibi, Gone With the Wind gibi zamanı hiç geçmeyen başka filmler de var; ama onlar eski filmler, Grease ise seyircisi sürekli yenilenen bir film. Yaşamaya devam ediyor. Pulp Fiction’ın devam etmekte olan etkisi hakkında bir şey söylememe gerek var mı bilmiyorum. Evet, benim filmlerim yaşamaya devam ediyor, bununla gurur duyuyorum. Hem Grease’de hem Pulp Fiction’da dans sahnelerinizin olması tesadüf mü? Yoksa ikisinin de ikonik değerde filmler olması bundan mı kaynaklanıyor? Kim bilir! Dans etmeyi hala seviyorum. Başka bir filmde daha dans eden bir karakteri canlandırmayı çok isterim. Yalnız, bazen sokakta yürürken insanlar çevremi sarıyorlar ve beni ortalarına alarak bir dans pisti havası yaratmaya çalışıyorlar, sanki birdenbire dans etmeye başlamamı bekliyorlar. Bu biraz rahatsız edici bir durum.
XOXO The Mag
1500°c
OF HIGH TECHNOLOGY
Sculpted at 1500°C, the monobloc middle case of the Tudor Black Shield – made entirely of high-tech ceramic – delivers a level of resistance which makes it extraordinarily durable, even in extreme conditions. In customised matt black, the aesthetics of the Ducati Diavel Carbon are as powerful and unique as those of the Tudor Black Shield. TUDOR BLACK SHIELD Self-winding mechanical movement, waterproof to 150 m, 42 mm case and bezel, both in high-technology ceramic. Visit tudorwatch.com and explore more.
INTERVIEW/ RT
CANAN TOLON
Mark Making
Canan Tolon senelerdir California’daki atölyesinde istikrarlı bir şekilde eserler üreten, tuvallerine olduğu kadar Türk çağdaş sanatına da izini bırakan bir isim. Fotoğraf tekniklerine gönderme yaptığı soyut resimlerinde tuval üzerindeki alan içinde yanılsamalar yaratıp, katman katman eklediği boyalarla yeni bir mekan algısı ve olgusu yaratan sanatçı, ağırlıklı olarak siyah ve beyazı kullanarak resimleriyle bir gerçeklik illüzyonu oluşturuyor. Tolon’la, bu ay Galeri Nev İstanbul’da açtığı sergi öncesi sohbetimizde biraz mimariden, biraz fotoğraftan, biraz İstanbul’dan, ve elbette hayattan konuştuk. röportaj seza bali fotoğraf gisèle bousquet
XOXO The Mag
Time After Time, 2012
Mimarlık eğitimi aldın ve mimarinin işlerindeki etkisi çok net; mekan ve alan üzerine çalışıyorsun. Bu olgular, kariyerin süresince nasıl gelişti ve değişti? Tabii ki alan benim için büyük bir konu olduğu için mimarinin beni etkilediği doğru ama çalışma sürecim oldukça anti-mimari. İşlerimde kazanın rolü büyük, bu da mimarların kaçındığı bir şey. Mimaride hiçbir şey şans ile ilerlemez, hep planlar yaparsın ve ekip olarak çalışırsın. Oysa ben yalnız çalışmayı seviyorum, yani mimarlık pek bana göre değildi. Mimari mi benim işlerimi etkiliyor, yoksa ben mimariyi çok sevdiğim için mi bu tür işler üretiyorum bilmiyorum, ama hep mesafe, alan ve haritalarla ilgileniyordum.
aslında; yapay ışıkla hiç çalışmıyorum, dolayısıyla güneş battığında benim de mesaim bitmiş oluyor. O zaman, doğa sana ne zaman çalışacağını söylüyor. Kesinlikle. Asistanın var mı? Hayır, yalnız çalışıyorum. Her şeyi de sıfırdan kendim yapıyorum, buna tuvali hazırlamak da dahil. Bence yaratıcı süreç tuvalin hazırlığıyla başlar. Çalışırken ne yapacağını düşünmen gerekiyor, her ne kadar işlerimde kaza ve şansın yeri olsa da, ister istemez düşünceler içindesin ve burada yanımda birisi olsa muhtemelen çalışma sürecimdeki bu şans faktörünü engelleyebilecek bir durum oluşur.
Kullandığın malzemeler de mimarlık malzemeleri... Bu eskiden beri süre gelen bir şey. Okuldan sonra bir süre mimarlık ofislerinde çalıştım. Bu dönemde çok param yoktu ve ofiste projelerden arta kalan malzemeleri topluyordum; mylar kağıt, karton, pleksiglas gibi. Berkeley’de tren raylarının yakınında yaşıyordum ve buralarda da bulduğum geri dönüşüme bırakılmış malzemeler vardı. Örneğin bu yıllarda, yani 80’lerde, enstalasyonlarımda çok fazla metal de kullandım.
İlk serginden bahseder misin? İlk sergim 1983’te UC Berkeley’nin Mimarlık Bölümü binasında bir fotoğraf sergisiydi. Etrafımda yıkılan binaları çekiyordum, bunlar siyah beyaz, 35 mm format fotoğraflardı. Aynı bugün gibi, o zamanlar da çok ciddi bir yıkım ve yeniden inşa vardı, bu binaların ne kadar çabuk paramparça olduklarına inanamıyordum. Yıkım ile yapım arasındaki an beni çok ilgilendiriyordu. Bu da hala işlerimde irdelediğim bir konu, son ürünün neye benzeyeceğiyle değil, yapılışı ile ilgileniyorum.
Atölyen nasıl bir yer, tarif eder misin? Birkaç hafta önce yeni bir atölyeye taşındım ve bunu sergi hazırlık sürecinde yapmak oldukça zor oldu, çalıştığın mekanı boşaltmak ve tekrar bir araya getirmek adeta bir yapboz gibi. Eski atölyem uzun ve inceydi, burası kare, mekansal olarak kullanımı daha rahat. Atölyemin bulunduğu bina bir sanatçı kooperatifi ve burada pek çok kişinin atölyesi aynı zamanda evi. Benim dairem de aslında eski bir garajdan çevrildi. Yerleri beton yaptık, tavana camlar açtık, dolayısıyla çok iyi ışık alıyor.
Evet, resimlerin de çok fotografik bir yanı var, Harry Callahan’in çoklu pozlamalarını hatırlatıyor. Fotoğraf sanatıyla nasıl bir ilişkin var? Fotoğrafla artık ciddi anlamda uğraşmıyorum ama ilham için elime makineyi alıp bir şeyler çektiğim oluyor. Fakat fotoğrafa çok bakıyorum, örneğin en son Getty Museum’da muhteşem bir Josef Koudelka sergisi gördüm, aklımdan çıkmıyor. Fotoğrafta özellikle siyah beyaz ilgimi çekiyor, çünkü siyah beyaz var olanı önerir. Belki de eskiden televizyonu bu şekilde görmeye alıştığımız için, bunu daha gerçek buluyoruz. Oysa ki gerçek renkli. Bu tezatı çok enteresan buluyorum.
Atölyenle aynı mekan içinde yaşadığında işlerinden hiç uzaklaşamıyorsun. Nasıl bir his bu? Çok tehlikeli aslında. Eskiden atölyem ile evim ayrıydı, bütün gün çalıştıktan sonra eve giderdim ve hem fiziksel hem de kafa olarak bir uzaklaşma yaşayabiliyordum. Burada ise tek ayırım sadece mekanın ikiye bölünmüş olması. Sürekli çalışmamak için bir yöntemim var
Sanat tarihinde seni çok etkileyen bir dönem var mı? Felemenk, Rönesans ve Orta Çağ resimlerindeki alan kullanımına 39
İsimsiz, 2001, tuval üzerine pas ve pigment, 100x100cm
İsimsiz, 2013, tuval üzerine yağlıboya, 155x155cm
getirdiğinizde çok çabuk ölüyor. Bunlar bir nevi var olmayan işler, anlamı da bu zaten.
hayranım. Ayrıca László Moholy-Nagy ve Man Ray gibi, hareketi ve gölgeyi iki boyuttan üç boyuta taşıyan fotoğrafçılar da beni çok etkilemiştir. Peki alan olgusu senin için nedir? Bunu açıklamak çok zor. Benim için önemli olan tuvalin kenarlarını düşünmemek, fotoğrafın da etkisi bundan sanırım. Fotoğrafta, dünyadaki bir anı koparıp alıyorsun, ama o anın devamını tahmin edebiliyorsun. Resimlerime bakanın da benim yarattığım dünyanın devam edeceğini hayal etmelerini istiyorum. Bu da benim alan algım. İşlerinde el hareketini görebiliyor, hissedebiliyoruz. İzleyicinin yaratma sürecini gözünde canlandırabilmesi senin için önemli mi? Önemli ama çoğu zaman da izleyici, süreci gözünde canlandıramıyor çünkü benim işlerimin resim olduğunu anlayamıyorlar. Resimlerim fotoğraf gibi algılanabiliyor, kişi ancak açıklayıcı metini okuduğunda işin içinde ne fotoğraf ne de baskı olduğunu anlıyor. Tekniğimde elimin hareketleri ve tesadüfler, görsel olarak bir araya geldiğinde bir şey öneriyor. Ama insanların kafalarında bir görsel banka vardır ve bir işi okuduklarında bunu bir referansla okur. Şöyle düşünelim; fotoğrafçı odaklandığı şeyi belirtme konusunda dominanttır, sonuçta izleyici, fotoğrafçının makineyi nereye yönlendirdiğini, hangi noktaya baktığını net olarak görür. Ama benim gibi resimler yaptığında, o enstantaneyi ben önermiyorum, izleyici gördüğünü kendi referansları çerçevesinde okuyor. Çimen, kahve, pas gibi doğal malzemeleri işlerine dahil etmek nereden doğdu? Bu malzemeleri kullanmam, geçicilik ve geçişle olan ilgimden kaynaklanıyor. 3 boyutlu işler üretmek istiyordum ama bir yandan da onların kalıcı olmalarını istemedim. Resimlerin bir gelecekleri olmasıyla ilgilenmedim. Senin için o an üretiyor olmak daha önemli o zaman. Şuna benzetebilirim; bir yürüyüşe çıktığınızı düşünün, amaç sadece A noktasından B noktasına ulaşmaksa, aradaki süreci görmüyorsun. O yürüyüşü yaşamıyor, keyfini çıkartmıyorsun. Nietzsche’nin düşünme süreci hakkında yazdıklarını bakarsak, eğer sadece ulaşacağın yeri düşünürsen, oraya ulaşmanın tecrübesi ile ilgilenmezsin. Çimen zamanla çürüyor, bu durumda sanat eserine ne oluyor? Çürüyen çimen yenisiyle değiştirilebilir mi? Hayır değiştirilemez, çimen öldüğünde benim için o eser bitip, çöp oluyor. Canlı bir malzemeyi doğal ortamında çıkarıp bir galeriye
Edebiyat dersek, en etkilendiğin yazarlar kimler? Nathalie Sarraute ve Hannah Arendt en çok okuduğum yazarlar ve beni çok etkilemişlerdir. Arendt’in Banality of Evil kitabı inanılmaz bir eser. Aynı zamanda tabii Nietzsche ve Fransız edebiyatı. ABD’de yaşayan bir Türk sanatçı olarak, kendini hangi kültür veya ülkeye daha ait hissediyorsun? Bunu cevaplamak biraz zor. İstanbul’a geldiğimde ne zaman ABD’ye geri döneceğim soruluyor, aynı şekilde ABD’de de ne zaman Türkiye’ye geri döneceğim. Sanki her zaman bir geri dönüş ve bir gitme potansiyeli var. Hep geri dönülecek bir yer olduğu, evimde hissetsem bile oranın evim olmadığı hatırlatılıyor. Bir “geri” var. 35 senedir California’dayım ama hala bir California sanatçısı değilim, burada bir Türk sanatçıyım. İki ülke ve kültür beni farklı şekilde besliyor, ben de bundan faydalanıyorum. İstanbul’a gittiğimde evime gelmiş gibi hissediyorum, California’ya döndüğümde de evime geldiğimi hissediyorum. Her yerde bir ev var gibi. Galeri Nev’de bu ay açtığın serginden bahseder misin? Serginin başlığı Ağır. Bu kelime Türkçede çok şey ifade ediyor, hem yavaşlık, hem ruh hali olarak ağır olmak. Sergide anlatmak istediğim sadece Türkiye ile ilgili değil, bütün dünyada hissettiğimiz bir ağırlık olması. Nefes almamız gittikçe zorlaşıyor. Bu hisleri de kullandığım malzemeler ile aktardım, mesela tuvaller üzerine ağır metallerle yaptığım baskılar var. İçinde bulunduğumuz durumun nasıl bu hale geldiğine bakınca bence aslında en ağır olan, her şeyi ne kadar hafife aldığımız. Hannah Arendt’in bahsettiğim Banality of Evil kitabındaki gibi, biz bu şeytanı önemsemiyoruz, hayat akıyor ve biz nefes alabilmek için her şeyi hafife alıyoruz. Atlattığımız her zorluğun ardırdan “Hadi bir viski içelim.” deyip kadeh kaldırıyoruz. Olanları unutuyor, ve sonlandırıyoruz. İşlerini en çok sergilemek istediğin müze hangisi olurdu? Müzeden çok küratör daha önemli tabii, ama mekan konuşuyorsak müzenin mimarisinin çok uçuk olmamasını tercih ederdim. Zaha Hadid’in MAXXI Müzesi, Frank Gehry’nin Bilbao’su mesela... Bunlar kıvrımlı duvarlarıyla benim işlerimi sergilemem için çok zor yerler. Ben kendimi “alan yaratan” olarak gördüğüm için, işlerimin sergileneceği mekanın mimari açıdan kolay olmasını isterim. Tate yanaşsa mesela hayır demem.
XOXO The Mag
INTERVIEW/C
E
ERCAN ESAL
Bitmeyen Hikayeler “İllaki katı anlamıyla gündeme bağlı kalmayalım” dediğiniz bir röportaj tasavvur ettiğinizde aklınıza ilk gelecek isimlerden biri Ercan Kesal. Hem kamera arkasında, hem kamera önünde hem de edebiyat alanındaki üretkenliği onun güncelliğini bir şekilde daimi kılıyor, ve haliyle gündemin belirleyici sınırlarını biraz esnetebiliyor. Senarist, yazar, oyuncu Ercan Kesal’la buluştuk, bu geniş anında neler yaptığından bahsettik. röportaj erman ata uncu fotoğraf özkan önal
XOXO The Mag
Bir Zamanlar Anadolu’da, 2011
Bir Zamanlar Anadolu’da’nın çekiminde ve senaryo hazırlık aşamasında tuttuğunuz notları, günlüğünüzü Evvel Zaman adıyla yayınladınız. Her film böyle içsel yolculuk gerektiriyor mu? Yoksa bu, Bir Zamanlar Anadolu’da’ya özel bir durum muydu? Her filmin her aşaması, süreçle aynı anda, farkında olarak ya da olmaksızın, yaşadığınız bir içsel yolculuğu da içerir. Ben de her senaryo çalışmamda ya da oynadığım her farklı karakterde bunu deneyimledim diyebilirim. Fakat, işin kendisi o kadar öne çıkar ve her şey filmin çekilmesine o kadar tabi kılınır ki, bir süre sonra o işin “yolculuğunu’’ gözden kaybeder, aklınızdan çıkarırsınız. Ancak iş bittikten sonra yolculuğun kıymetini fark edersiniz. Çünkü bitmiş bir işin sonunda, yolculuk boyunca yaşanan tüm hayal kırıklıkları, iniş çıkışlar, ümitler, vazgeçişler, kabullenişler ya da itirazlar adeta hiç yaşanmamış gibi bir kenara atılmıştır. Ama, aslında “öğrenmek’’ denilen şey de budur. Sinemada hem oyunculuk hem de senaryo anlamında ilk ve gerçek temasım Üç Maymun filmiyle oldu. Filmin senaryo yazım sürecinde tuttuğum notlara daha sonraları tekrar baktığımda, aslolanın ve bana kalan bilginin o yolculukta olduğunu fark etmiştim. Bu yüzden bir sonraki filmde yine buna benzer bir çalışmaya girersem eğer, bütün süreci adeta sahada çalışan ve katılarak gözlem metodunu uygulayan bir antropolog gibi yaşamaya karar vermiştim. Her gün sadece filmi değil, tüm gördüklerimi, yaşadıklarımı ve gözlemlerimi de yazacaktım. Belki o yıllarda aldığım antropoloji eğitimi de bunu kolaylaştırmıştı. Üstelik, ‘Bir Zamanlar Anadolu’da filminin hikayesinin bir başka özelliği daha vardı ki, o da 25 yıl önce filmin çekildiği mekanlarda genç bir hekimken başımdan geçen olayı bu kez hem kameranın arkasında hem de önünde yer alan sinemacı kimliğimle bir kez daha yaşayacak olmamdı.
geldikten sonra ilk elime alıp incelediğimde ise şöyle mırıldandığımı biliyorum: İyi ki yazmışım tüm bunları! Bir Zamanlar Anadolu’da’yı daha önce izlemiş birçok seyircinin, kitabı okuduktan sonra filmi heyecan ve merakla yeniden izlediğine şahidim. Her filmin her seyirciyle zamana ve mekana göre değişebilen özel bir ilişkisinin olduğuna inanırım. Çok önceden çok etkilendiğiniz bir filmden, daha sonra karşılaştığınızda hiç etkilenmeyebilirsiniz. Ya da tam tersi. Üstelik her seyircinin aynı filmle ilgili birbirine hiç benzemeyen yargıları da olabilir. Tüm bunlar film okumayı zenginleştiren, hayat karşısında duyduğumuz merakı ve seçenekleri artıran unsurlardır. Evvel Zaman bu derinleşmeye ve zenginliğe katkı sağlayacak bir kitap. Bunun dışında sinefillerin, sinema profesyonellerinin ve sinema öğrencilerinin de bir atölye kitabı gibi değerlendirebilecekleri niteliğe sahip. Senaryo yazım sürecinin sizin için ne kadar sarmalayıcı bir faaliyet olduğu kitapta da görülüyor. Sanki o dönemde Vavien’de oynamış olmak bu yoğun süreçte sizin için bir ferahlama noktası olmuş gibi. Oyunculuk ve senaristlik arasında böyle bir ayrım her daim mevcut mu sizin için? Sinema oyunculuğunda kendi kendinizi yönetmekten vazgeçip yönetmenin ellerine ve aklına teslim olursunuz. Benim için sinemada oyunculuk, Japon Kabuki tiyatrosundaki oyuncunun kendini dışarıdan seyredebilmesine benzer bir biçimde yapılabilecek bir iş olsa da, aslolan yönetmenin elinde bir enstrüman olmanızdır, o kadar. Bu yüzden, kendinizi yönetmenin eline bıraktığınız için tuhaf bir rahatlık duygusu vardır. Senaryosunu yazdığım ve nispeten kamera arkasında başkalarının da sorumluluğunu bir miktar üstlendiğim bir işten farklı olarak, Vavien, Taylan Kardeşler’e kendimi iç huzuruyla teslim ettiğim ve içinde olmaktan mutlu olduğum bir projeydi.
Evvel Zaman’ı elinizde görmek Bir Zamanlar Anadolu’da’nın sizdeki yerinde bir değişime yol açtı mı? Bu kitap, izleyicinin filmi algılayışında nasıl bir fark yaratabilir? Bir Zamanlar Anadolu’da, benim sinema serüvenimin en kıymetli ve en özel parçasıdır. Ve hep öyle kalacaktır. Evvel Zaman’ı kitap haline
Hikaye, köşe yazısı ya da senaryo... Yazı yazmak sizin için nasıl bir ihtiyacın sonucu? Karışık duygular… Birçok sebep ve sonuç iç içe… Yazı yazma süreci, yorucu, iç acıtıcı, şaşırtıcı ve iş bittiğinde kendinizi çok iyi ve farklı 43
Üç Maymun, 2008
hissettiğiniz bir süreç. Müthiş sancılı. Sık sık derin ümitsizliklere düşer, kendinize olan inancınızı kaybedecek gibi olursunuz. Ama hiç beklemediğiniz bir anda ve tuhaf bir ipucuyla, inanılmaz bir zihin açıklığı ve berraklığına da ulaşabilirsiniz. Anadolu’daki hekimlik zamanlarınızdan başka projeler de çıkacak mı ileride? Hekimlik yıllarımdan yaşadığım deneyimler aslında bana sadece hikaye olarak yansımıyor. Mesela baktığınızda, Bir Zamanlar Anadolu’da filminde dikkat çeken şey, olayın karmaşıklığı ya da entrikasının bol olması falan değildir. Gece yolculuğu boyunca doktorun gözlemleri ve hayatla olan ilişkisidir. O yıllardan bana, dünyayı başka bir gözle görme sezisi, başkalarının yanından geçip gittiği ufak detayları fark etme yeteneği kaldı. Bu yüzden içinde hekimlik hikayesi olmasa bile, senaryo dahil yazdığım ve yaşadığım her şeye, Anadolu’daki hekimlik yılları bir şekilde sızıyor ve sirayet ediyor. Üstelik hikayeler ve hayat bitmedi ki! Anadolu’nun bir benzerini her gün İstanbul’da, Okmeydanı’nda yaşamaya devam ediyorum Tayfun Pirselimoğlu’dan Mahmut Fazıl Coşkun’a Türkiye sinemasının son birkaç kuşaktır en öne çıkan yönetmenlerinin gözde aktörlerindensiniz. İçeriden biri olarak, Türkiye sinemasında yönetmen ve sinema dili çeşitliliği üzerine neler söyleyebilirsiniz? İyi yönetmenler hayatla derdi olan adamlardır. Yaptıkları iş aslında bir hikayeyi filme çekmek gibi görünse de her film, kafalarındaki bir sorunun cevabını aramak için başvurdukları bir yöntem, bir ‘bahane’ gibi gözüküyor bana. Dil meselesi ise bence çok açık, her yönetmenin filmi kendisine benziyor. Hayatla nasıl bir ilişki kurmuşsa, kendini nasıl konumlandırmışsa, kısacası nasıl bir adamsa, filmle ilgili tüm tercihlerini de öyle kullanıyor. Aldıkları eğitim, okudukları ve etkilendikleri kitaplar, siyasal eğilimleri, gündelik hayattaki tercihleri,
huyları, meşrepleri vs. her şeyleri nasıl bir film yapacaklarını da belirliyor. Başka bir deyişle, bana onun kim olduğunu söyle, sana nasıl bir film yapabileceğini söyleyeyim... Bu yüzden Türkiye sinemasında ortak bir sinema dili yerine, her yönetmenin kendine ait ve özel bir sinema dilinden söz edilebilir. Aynı zamanda işin kamera arkasıyla da ilgilenen bir sanatçı olarak yönetmenlerle nasıl bir işbirliğiniz oluyor? Genelde, sizden yazar kimliğinizi dışarıda bırakmanızı mı istiyorlar? Ya da siz bir senarist olarak başkalarının senaryosunu okuduğunuzda kendinizi tamamen konunun içine bırakabiliyor musunuz? Ben bu hususta hep şanslı bir insan oldum. Kendi yazdıklarımda zaten bir sorunum olmadı. Ne yapacağımı, nasıl oynayacağımı ya da yönetmenle nasıl bir işbirliği içinde olacağımı baştan biliyordum. Başka senaryolarda ve değişik yönetmenlerle olan çalışmalarımda ise zaten senaryoyu baştan sevip çalışmaya karar verdiğim için, kendimi tamamen konunun içine bırakıyordum. Benim için aslolan kendi rolümü oynayıp, çekip gitmek ya da kendi işimi yapıp paçamı kurtarmak hiç olmadı. ‘’Ben iyiydim ama film kötüydü’’ denemez ki. Filmin bütünü iyi olmalı ki benim iyi olduğum da açığa çıksın. Bu yüzden her film çekim sürecinde bildiğim, fark ettiğim, düşündüğüm her şeyi yönetmene aktarır, sakince ve onun iktidarına hiç dokunmadan derdimi iletirim. Yönetmenliğin yalnız yapılan, zahmetli ve hassas bir iş olduğunu biliyorum çünkü… Yeni projelerinizden bahsederek bitirelim. Okumaya ve yazmaya tüm gayretimle devam ediyorum. Bir yandan da yayınevim, Peri Gazozu’ndan sonraki kitabı bekliyor, onun hazırlığı sürüyor. Ortak senaryo çalışmasında olacağım bir yurtdışı projesi var. Mahmut Fazıl Coşkun’la üçüncü filminin senaryosunu yazdık. Mahmut, inşallah yakında onu çekecek, ben de yanında olacağım. Ondan sonra da epeydir bekleyen benim iş sırada…
XOXO The Mag
INTERVIEW/ RT
AYDA EL
Z
REL
Nesilden Nesile
Ayda Elgiz Güreli, bundan 15 sene önce Türkiye’deki ilk çağdaş sanat müzesini kurup, Türk sanat piyasasında ilklere imzasını atmış bir aileden geliyor. Sanatla akademik düzeyde ilgilenen, ailesinden edindiği sanat sevgisini kendi ailesine de aktaran genç koleksiyonerle sohbetimize başlarken, bir an için Maslak’ta plazaların arasında olduğumuzu unutuyoruz. Etrafımızı da Mehmet Güleryüz, Robert Rauschenberg, Luca Zampetti ve Komet gibi sanatçıların eserleri sarınca, bu gerçekten de kolay oluyor. röportaj seza bali fotoğraf özkan önal
XOXO The Mag
Bashir Borlakov, Keşif, Discovery, 100x150cm, 2012
Fulya Asyalı, My Mythology Ruin Society, 2012, Ahşap ve metal heykel, 90x19x16cm
Elgiz Müzesi’ndeyiz, öncelikle buradan ve tabii senin ailenle ilişkinden bahsederek başlayalım. Bir aile çocuğuna bir şey verince ve onu bunun içinde büyütünce, o çocuk ya ondan nefret eder ve uzaklaşmaya çalışır ya da onu çok sever. Ben ve kardeşim Canda şanslıyız ki ailemizin sanat sevgisini ve sanat konusundaki uğraşlarını çok sever olduk. Elgiz Müzesi’nin farkı ve önemi, Türkiye’de bir koleksiyon müzesi olarak ilk ve tek olması. Tabii ki böyle bir mirasın parçası olmak çok gurur verici bir şey.
bir tema çerçevesinde seçki yapıyor. Fakat süreli sergiler kısmında da sadece bizim koleksiyondan işler sergilenmiyor. Örneğin geçtiğimiz sene Genç Koleksiyonerler diye bir sergimiz oldu ve burada bizim gibi koleksiyonları olan başka kişilerin koleksiyonlarını sergilemek istedik. Geçtiğimiz ay da bu serginin ikincisini açtık, bu şekilde gizli kalmış koleksiyonları da gün yüzüne çıkartmış oluyoruz. Güzel bir noktaya değindin, bu koleksiyonların ödünç verilebileceği çok fazla müze yok. Hem de bu eserler yan yana durduklarında apayrı bir intiba, müthiş bir enerji oluşturuyorlar. Ve böyle sergiler çok kuvvetli oluyor.
Ailenin koleksiyoner olduğunu nasıl fark ettin? Müzenin ilk kuruluş yıllarında daha öğrenciydim, ama o yıllarda da annem ve babamın farklı bir dünya ile iç içe olduğunun farkındaydım. Hatırlıyorum, eve gelen misafirlerin çok cool insanlar olduklarını fark etmiştim ve onların kim olduklarını merak ediyordum. Evde zaten her zaman sanat konuşuluyordu, her yer sanat eserleri ile çevriliydi, hatta bizim eve sığmayanlar anneanne ve babaannelerin evlerine gidiyordu. Artık eve bir eseri sokmak için kapılar sökülmeye başlayınca işin ciddiyetini anladım.
Dikkat çeken bir heykel terasınız da var. Evet, sergi alanımız kadar da 2000 m2’lik bir terasımız var. Teras sergileri fikri “Bu mekandan nasıl maksimum getiri alabiliriz?” diye düşünmemizle ortaya çıktı. Türkiye’de eksiğin heykel sanatı olduğunu gördük. Koleksiyonerler heykel almaya çekiniyorlar çünkü işler boyutlarından dolayı depolara giremiyor, haliyle onları evde veya bahçede göstermek de kolay değil. Çok iyi işler üreten genç sanatçılar da var ama maalesef imkanlar sınırlı. Biz bu sergilere başlayarak sanatçılara mekan fırsatı sunmuş olduk, bazı sanatçılar da bu sayede yeni galerilerle tanışma fırsatı buldular. Böyle tanışmalara vesile olabilmek de bizi çok mutlu ediyor.
Eserlerin evde sergilenmesinden bir müze kurma aşamasına nasıl geldiniz? Koleksiyon yaratmanın ana getirilerinden biri hem yurtiçi hem de yurtdışından sanatı seven bir çevre edinmek. Bizim çevremizdeki yabancılar, 15-20 sene önce İstanbul’a sadece bienal için geliyorlardı çünkü o yıllarda bugünün aksine başka bir alternatif yoktu, çok başarılı galeriler vardı tabii ama bunlar da sayılıydı. Bu dönemde artık annem ve babam da koleksiyonlarının geldiği noktayı fark edip, bir müze kurup, hem koleksiyonumuzu gösterebileceğimiz hem de bir buluşma mekanı olabilecek bir yer yaratmak istediler.
Heykel sanatına karşı hassasiyetinizin bir sebebi var mı? Koleksiyonumuzda bolca heykel var ama bu tam olarak bir yönelme gibi değil. Mekanımızın bize sağladığı imkanlardan dolayı ebatlar bizi korkutmuyor, rahatlıkla heykel alabiliyoruz. Senin müzedeki görevin nedir? Üniversitede işletme ve ekonomi okudum ve aslında babamla birlikte inşaat işindeyim, ama aile olarak bu kadar sanatın içinde olduğumuzu anlayınca bunu akademik olarak da öğrenmek istedim. New York Üniversitesi’nde Müzecilik ve Sanat Yönetimi üzerine yüksek lisans yaptım, bu dönemde Christie’s’de ve farklı galerilerde çalıştım. Ben şahsen müzeyle daha aktif ilgileniyorum, orada daha fazla zaman geçiriyorum ama biz burada ailecek ev sahibiyiz.
Müzenin misyonundan bahseder misin? Biz bir koleksiyon müzesiyiz; amacımız kendi koleksiyonumuzu halkla paylaşmak, ve bildiğiniz gibi ücretsiz bir müzeyiz. Bu mekandan kazancımız, orada geçirdiğimiz zaman; müzede sanatımızla beraber yaşayabiliyoruz. Sürekli sergi alanımızda koleksiyonumuzun bir kısmını temsil ediyoruz, süreli dediğimiz kısımda ise bazen sanatçılara yer veriyoruz, bazen de bir misafir küratör koleksiyonumuzdan belli 47
Hiroshi Sugitoi, İsimsiz, 1997
Christie’s’de çalıştığına göre müzayedelere karşı özel bir ilgin olmalı. Müzayedelerdeki ortamı nasıl anlatırsın? New York’takiler müthiş olurdu. Müzayedelerin en güzel tarafı herkese açık olmaları, herhangi bir şey alma zorunluluğun yok, sadece izlemeye gidebilirsin. O zamanlar tabii ben de öğrenci olarak gidiyordum. Müzayede salonlarına inanılmaz bir enerji, hız ve zeka hakim oluyor. Herkes saniyesinde eseri görüp, yetişip, fiyat artırıyor. 50 milyon dolarlık eserler iki dakikada alınıp, bir sonrakine geçiliyor. Para mefhumu bambaşka, aklın almıyor bazen, bir süre sonra 20 milyon dolara satılan eser ucuza gitti diye düşünür hale geliyorsun çünkü referans şaşıyor. Bu arada ben Işık Üniversitesi’nde Sanat Yönetimi ve Koleksiyonerlik üzerine ders veriyorum ve öğrencilerime de en çok söylediğim şey müzayede öncesi müzayedelerin yaptığı sergileri ziyaret etmeleri. Bu sergiler bir müze değeri taşıyor, yan yana göremeyeceğin ve müzayede bitince özel koleksiyonlara girecek eserleri oralarda görebiliyorsun. SAHA Derneği’nin de yönetim kurulundasın. Burası da Elgiz Müzesi gibi kar amacı gütmeyen, sadece sanatı desteklemek için kurulmuş bir dernek... Sanatçılar bir şeye ihtiyaç duyduklarında bire bir koleksiyonerlerin kapısını çalıyorlardı, bu da tabii ki iki taraf için de zor bir şeydi. Malum, artık Türk sanatçılar da yurtdışı bienallerinden, sergilerden, önemli okullardan veya misafir sanatçı programlarından davet alıyorlar fakat bunlara hazırlanmaya bütçeleri yetmiyor. Bildiğimiz gibi devletin de bir desteği yok. Bütün bunları düşününce, biz, kendi güçlerimizi birleştireceğimiz bir dernek kurmaya karar verdik. SAHA’nın diğer kurucularının da hepsi benim gibi sanatın içinde olan ve sanatçılarla ilişkileri iyi olan kişiler. Derneğimiz bir taraftan hem sanatçılara destek oluyor, hem de üyelerine kapılarını açabiliyor. Üyelerimizi sanat fuarlarına götürüp, oradaki insanlarla iletişime geçirebiliyoruz. Üyelerden gelen bağışlarla da sanatçılara fon sağlıyoruz. Koleksiyona geri dönersek, aile koleksiyonunuz ile senin koleksiyonun ayrışıyor mu? Evet, ayrı bir koleksiyonum var. Bu aileden gelen bir öğreti olduğu için
bizde de alınan hediyeler hep sanat eseri oldu. Kardeşimle birlikte küçük yaşlarda sanatı sevmeyi ve sanata saygı göstermeyi öğrendik. Genç yaşlarımda kendi paramla eser almaya başladığımda da genç sanatçılardan iş alıyordum. Bu da çok keyifliydi, çünkü hem sanatçı, hem galerici, hem de koleksiyoner genç olunca aramızda güzel bir ağ kurduk. Evlendikten sonra ise koleksiyonu kurmak eşimle beraber ortak bir hobimiz oldu. Sevdiğin bir şeyi sevdiğin kişiyle paylaşmak çok güzel. Oğlumuza da doğduğunda bir sanat eseri aldık, onun da bu şekilde koleksiyonu başlamış oldu. Ona aldığımız bu eser de hiçbir zaman satılamayacak, el değiştirmeyecek türden. Bizim için yeri bambaşka. Nasıl satın alıyorsun? İçgüdüsel mi davranıyorsun, yoksa belli bir strateji mi izliyorsun? İkisi de aslında. Fuarların önizlemelerine gittiğimizde gerçekten büyük bir rekabet ortamıyla karşı karşıya kalıyoruz. Gördüğünüz bir eserle ilgili düşünürken, “Dur bir kahve içip geleyim.” derseniz, döndüğünüzde o eser satılmış olabiliyor. Biz genelde ailece geziyoruz ve bu çok keyifli oluyor ama birbirimizi yönlendirdiğimiz ve hatta kısıtladığımız için bazen kendi içimizde tatlı atışmalar yaşayabiliyoruz. Bence bir eser alımında en önemli nokta, sürekli dersine çalışıp, hazırlıklı olmaktır. Peki, sanatı bir yatırım olarak görüyor musun? Gerçek bir koleksiyonerin sanatı hiçbir zaman bir yatırım olarak gördüğünü düşünmüyorum. Görmemelidir de demiyorum, çünkü yılların birikimiyle oluşturduğu muazzam koleksiyonunu bir anda satmaya karar veren koleksiyoner tanıdıklarım da var. Bu işin bir doğrusu ya da yanlışı olduğunu düşünmüyorum ama bir taraftan da bir sanat eserinin satış değerinin zamanla nasıl değişeceğini, azalıp azalmayacağını kimse önceden bilemeyeceği için, bunun bir yatırım olarak görülmesi zaten pek olanaklı da değil. Ben her zaman sevdiğin işi alman ve onunla yaşaman gerektiğine inanıyorum. Aldığınız iş ileride gerçekten çok değerlenirse, ki bizim aile koleksiyonumuzda bunun çok örneği var, o zaman adeta kendi çocuğunuz çok büyük bir başarı elde etmiş gibi seviniyorsunuz ve gururlanıyorsunuz.
XOXO The Mag
INTERVIEW/
Z
E
ISIS COLOMBE COMBR AS
La Réalité Fantastique
Bu ayki dergi yöneticisi konuğumuz Isis-Colombe Combréas, sürekli yeni başlıklarla yolunu çizdiği Milk galaksisinde büyük işler başarırken, konusu gereği etrafını saran çocukların ruh hallerinden ve hayata bakışlarından kendine pay çıkarıyor. Bu sayede, onlarla birlikte yetişkinlerin dünyasından kaçıp yaratıcı tarafını hep ayık tutmanın bir yolunu ustalıkla buluyor. Milk’in yaratıcısı ve Genel Yayın Yönetmeni Isis-Colombe, Paris’teki bahar havasının etkisiyle sorularımızı yanıtlarken, biz de, kendiliğinden gelişen bir yakınlık hissiyle aklımızdaki sorulara yenilerini ekliyoruz. röportaj serap gecü fotoğraf karel baras
XOXO The Mag
Arada sırada, kendini süper güçleri olan bir kadın gibi hissediyor musun? Bu konuda hep mütevazıyım. Kendi adımlarıma değil, ne olursa olsun her zaman ileriye bakıyorum ve uzakta tanışmak istediğim inanılmaz kadınlar olduğunu görüyorum.
Peki senin onlardan bir şey öğrendiğin oldu mu? Çocuklarım aşırı sessiz tipler ve bu halleriyle benim için fazlasıyla gizemliler. Onları hangi hikayelerle büyüttün? Little Nemo’nun kitabıyla ve Le Soldat Rose müzikaliyle.
Yetişkin olmanın en sıkıcı tarafı ne? Sorumluluklar. Onları bazen çok seviyorum bazen de bu kadar iş yüklenmekten gerçekten nefret ediyorum.
Hangi yaşına dönmek isterdin? Hayattaki ufak detayların bile büyük anlamlar taşıdığı 16 yaşıma... Yaşlanıyorum...
Başarıyı nelerle tanımlarsın? Dürüst olmak, işinle bir olmak ve çok çalışmakla. Bu bahsettiklerim bütün dergilerim için geçerli tabii.
Maurice Sendak, çocukların fanteziyle gerçeklik arasında yaşadıklarından ve bizim çoktan kaybettiğimiz bir yatkınlıkla bu iki dünyaya istedikleri gibi girip çıktıklarından bahseder. Çocuklarla yakın çalışmak sana bu yatkınlığı tekrar hatırlatıyor mu? Çocuklarla çalışmaya bayılıyorum. Yetişkinlerle çalışırken ciddi olmak zorundasın ve bu beni yoruyor. Oysa çocuklarla fotoğraf çekimlerinde çalışırken gerçekten de fantastik bir ülkede gibi oluyoruz ve çekim bitince o ülkeyi bırakıp gitmek bana çok zor geliyor.
Milk’in arkasında nasıl bir motivasyon var? Dergiyi çıkarma kararını alırken, vaktimi ve hayatımı nasıl geçirmek istediğimi düşündüm ve aile halinde sürdürülebilen bir yaşam tarzı yaratmak istediğimi fark ettim. Milk, bugün tamamen bu amaca hizmet ediyor. Bir de tabii her ne kadar zor bir iş olsa da, çocuklarla yaptığım fotoğraf çekimlerinden asla sıkılmıyorum ve yorulmuyorum. En büyük motivasyonum bu. Derginin yönünü belirlerken kendi ailen seni nasıl etkiledi? Hedeflediğin kitle size benzeyen insanlardan mı oluşuyor? Aslında okurlarımıza hitap edebilmek için kendi hayat tecrübelerimden uzaklaşmaya çalışıyorum. Tabii ki yaratıcı bir eşimin ve çocuklarımın olması da benim için büyük şans; esin kaynaklarım hemen yanı başımda.
Evde de çocuklarla bu kadar eğleniyor musun? Hayır, evde kocamdan çok daha otoriterimdir. Bu yüzden çocuklarla sürekli o oynar, birlikte çok eğlenirler.
Nasıl bir annesin? Keşifçi ve -bazen- eğlenceli.
Paris’te ofisle ev arasında hayatın nasıl geçiyor? Çocukluğum Ibiza’da geçti, daha sonra Paris’te yaşamaya başladık ve ilk günden beri bu şehre tapıyorum. Ofisimle evimin lokasyonlarını seçerken, her gün gidip geldiğim yolun keyifli bir güzergah olmasına özellikle dikkat ettim. 14. Bölge’de yaşıyorum, ofisim de 1. Bölge’de. Her gün Seine Nehri’ni ve St. Germain’i geçiyorum. Daha ne olsun.
Hayvan besliyor musun? Jack isminde muhteşem bir Fas kedimiz var.
Çocuklarının senden ne öğrenmesini umuyorsun? Hayal kurmayı, meraklı olmayı ve başkalarının zevkleriyle ilgilenmeyi. 51
İşler yolunda gitmediğinde kendini nasıl sakinleştirirsin? Herkes gibi ben de kötü haberler aldığımda mutsuzluğa kapılırım. Ama sağduyulu bir insanım ve kendimi her anlamda aşmaya çalışıyorum. Wim Wenders’in Salgado’nun hayatını anlattığı belgeseli The Salt of the Earth bana bu konuda hep ilham vermiştir. Dergiciliğe başlamadan önce yaptığın işleri özlediğin oluyor mu? Ben hem fütürist hem de nostaljik bir insanım. Tabii ki maaşla çalıştığım ve vurdumduymaz olduğum dönemleri hatırlıyorum ama sanırım özlemiyorum çünkü eski işimde modadan çok uzaktaydım. Bir televizyon kanalında program sunuyordum! Bu arada dijital yayıncılığının geleceğini nasıl görüyorsun? Dijital dünya ve internet benim için seyahate çıkılan yeni yerler demek ve bu hiçbir zaman değişmeyecek. Hepimiz sürekli yolculuk halindeyiz ve internet siteleri de bizlere ev sahipliği yapan yerler. Gelecekte bu yolculuklar giderek daha renkli hale gelecek ve kendimizi yepyeni kapıların eşiğinde bulacağız.
halindeyiz, her biriyle yeni bir dil üretmeye çalışıyoruz, markalarla yeni ve orijinal stiller üretmeye bayılıyorum. Peki çocukların için hangi markaları tercih ediyorsun? Kızım için Stella McCartney, Soeur, Bellerose, Talc; oğlum için Carhartt Wip. Annesinin kucağında defile izleyen bir bebek görünce aklından ne geçiyor? Hayata getirdiği çocuğa hayranlık duyan bir anneye baktığımı düşünüyorum, ve bu kadın, çocuğuyla o kadar güzel vakit geçiriyor ki, hayattaki bütün keyifli onları onunla paylaşmak istiyor. Onu bir an bile yanından ayırmıyor. Çok şanslı bir ikili. Bu aralar kendini alıkoyamadığın ne var? Ofisimizin altına kısa süre önce açılan Sébastien Gaudard’dan pasta almak. Günlük makyaj senin için ne demek? Önce biraz Aesop serum, sonra çok ince bir tabaka halinde Nars fondöten ve ruj. Asla maskara kullanmam.
Blogları takip ediyor musun? Birkaç blogger arkadaşım var ama konu blog olunca, marka yayınlarını kişisel olanlara tercih ediyorum. Bu arada Pinterest en büyük eğlence kaynağım. Milk, Milkmagazine.net, Milk decoration, Milk collection... Aklında bunlara eklenecek yeni başlıklar var mı? Evet, Milk’in galaksisi gittikçe büyüyor ve ileride seyahat, yemek gibi başka konularda da yayınlar çıkarmak istiyorum. Özellikle başka dillerde yayınlar çıkarmaya ağırlık vermek istiyorum, zaten Japonca ve Korece yayınlarımızla da buna başlamış durumdayız. Chanel’le işbirliğiniz nasıl başladı? Chanel büyüleyici bir marka ve başından beri bizi çok desteklediler. Birkaç yıldır Noel’de onlarla Milk et Chanel etkinlikleri düzenliyoruz. Sevdiğimiz annelerle ve çocuklarıyla Chanel’in butiğinde buluşup Noel süsleri yapıyoruz. Bu arada başka birçok marka ile de iletişim
Bu akşam için bir planın var mı? Fashion week için burada olan Estonyalı bir arkadaşımla şarap içeceğiz. Nisan senin için nasıl geçecek? Ayın bir kısmını Salone del Mobile için Milano’da geçireceğim. Orada Milk’in organize ettiği bir çocuk mobilyaları lansmanı olacak. Daha sonra Ré Adası’ndaki evimde vakit geçireceğim, bir de Maurice Adası’nda çekimimiz olacak. Bitirmeden, İstanbul’a hiç geldin mi? Evet, inanılmaz bir şehir! Orada Milk Decoration için bir fotoğraf çekimi yaptım. Boğazda, The House Hotel’de kaldım. Denizin üstündeki gemilerin baladı büyüleyiciydi.
XOXO The Mag
INTERVIEW/DES
JUSTIN MCGUIRK
Eleştirinin Ölümsüzlüğü Eleştiri kaleme almak hassas bir konu. Üstüne, mimarlık ve tasarım gibi yüksek egoları içinde barındıran alanlarda eleştirel metinler üretmek daha da zor. Londra’da yaşayan, yazar, eleştirmen ve küratör Justin McGuirk, kendine has, naif ama bir taraftan da hayli iddialı yazılarıyla bu hassasiyetin hakkını veriyor. Yazılarıyla ve yayınladığı kitaplarla geleceğe eleştirel ama umutlu bir gözle bakıyor ve bunu tasarıma dünyanın bir kısmının ısrarcı olduğu kısıtlı bir tüketim penceresinden değil, çok daha geniş bir perspektifle yaklaşarak, bakmaya alışık olmadığımız köşelerdekileri açığa çıkartarak yapıyor. Türkiye’de tasarım alanında eksikliğini çokça hissettiğimiz bu bakış açısıyla, Justin’in yaklaşımı, yazıları ve geleceğe dair önümüze serdikleri kimi zaman bir tür vaha. Küratörlüğünü yaptığı sergiler ve The Guardian, Icon ve Domus dergilerindeki deneyimlerinin ardından, pek çok farklı mecrada yayınlanmaya devam eden eleştirileriyle Justin takibimizde kalmaya devam ediyor. röportaj bahar türkay fotoğraf daniel schwartz
XOXO The Mag
Tasarımın eleştiriye ihtiyacı var mı gerçekten? Eleştiri sıklıkla tenkit etme ile karıştırılıyor. Oysa eleştiri hata bulmaktan ziyade, daha çok bir anlam bulmakla ilgili. Tasarımın da -özellikle insanların günlük hayatlarını ne yönde etkilediği hesaba katıldığında- diğer bütün kültürel aktiviteler kadar eleştiriye ihtiyacı var. Eleştiri etrafınızdaki dünyayı anlamanın bir yolu. Şahsen görüşlerle fazla ilgilenmiyorum, daha çok görüşlerin gerekçeleriyle ilgileniyorum. Walter Benjamin’in bir zamanlar ortaya koyduğu gibi; mükemmel bir eleştirmen kendi fikirlerini dile getirmek yerine, diğerlerinin onun eleştirel yaklaşımı üzerine kendilerine ait görüşlerini oluşturmalarını sağlayan kişidir.
vardım. Dolayısıyla, kitapta da, mimarların doğasındaki en önemli değişimin onların karakterleri olduğunu iddia ediyorum. Gecekondu mahallelerinde ve yaşam şartlarının zorlayıcı olduğu bölgelerde yaşayan milyonlarca insanın ihtiyaçlarını karşılayabilmek için, mimarların o insanları tanımaya başlamaları, neye ihtiyaçları olduğunu anlamaları ve bu gruplarla, onların yaşam kalitesini geliştirecek kaynaklara sahip olan hükümetler ya da yöneticiler arasında köprü olmalarına ihtiyaç var. Tasarım alanında son yıllardaki en heyecan verici sıçramalardan birisi DIY hareketi ve açık kaynak tasarım gibi görünüyor. Sence bu hareketler tasarımda demokratikleşme mi yaratıyor, yoksa aksine tasarımcılar arasında yeni bir katmanlaşmaya ve bu yeni sistemlerin halen bir parçası olmamış bir grup insana karşı bir tür yabancılaşmaya mı sebep oluyor? Bence bazı yönleriyle açık kaynak tasarım, tasarımın ütopik ruhuna dönüşü içinde barındırıyor ve yaratıcı süreçlere katılıma davet ediyor. Diğer taraftan, bazı durumlarda bu katılımın gerektirdiği beceriler anlamındaki kısıtların farkındayım. Ayrıca, bu yeni üretim süreçleri henüz erken dönemlerinde... Şu anda alıcının aynı ölçek ekonomisine erişimi olmamasından dolayı açık kaynak bir mobilya, bir Ikea mobilya ünitesinden çok daha maliyetli olabilir.
Yeni bir yaklaşım olarak işbirliklerinden, birlikte tasarlama ve üretme süreçlerinden, sosyal tasarımdan bahsediyor olmamıza rağmen, tasarım halen lüks tüketimin bir parçası. Bir taraftan halen fetişizm alanına dahil, diğer taraftan eşit haklar meselesinin içinde. Tasarım, yoluna hangi rotadan devam edecek? Tasarım tüm yönlerde rotasına devam ediyor. Bazı tasarımcılar, insanlığın en erken dönem medeniyetlerden beri yaptığı gibi, lüks eşya üretmeye devam edecekler. Diğerleriyse milyonların yaşamlarını etkileyecek sistemler üzerine kafa yoracaklar. Tasarım bilgisayar yazılımlarından kentleşmeye kadar pek çok şeyi kuşatan bir metadisiplin haline geldi adeta, onu çeşitli bölümlere ayırmak gittikçe zorlaşıyor. Ancak bu geniş spektrumda sayısız farklı uzmanlık alanı barınıyor.
3D yazıcılara geldiğimizde iki farklı görüş hakim. Bir yanda tasarımcılar, gen mühendisleri ve doktorlarla bir arada çalışmalar yürüterek, 3D yazıcılarla organizmalar, insan dokuları ve hatta organları basma yolunda ilerliyorlar. Aksi yöndeyse, işleyen bir silahı bu teknolojiyle evde basmak artık sadece birkaç dakikalık iş. Buradan bakınca bu gelişmeler özgürlükler ve kısıtlamalar ekseninde nereye varıyor? Silahların basılabilmesi olanağıyla ilgili özellikle endişeleniyor değilim. Birisi silah edinmek isterse gidip alabiliyor zaten, örneğin ABD’de insanlar yerel silah dükkanlarından istediklerini satın
Aktivist mimarlar üzerine makalelerin var. Bunlar ve tüm bu konuştuklarımızla birlikte, tasarımcıların, mimarların rolü ya da profili nasıl yön değiştiriyor? Latin Amerika’daki aktivist mimarlarla ilgili bir süre önce Radical Cities kitabını yazdım. Oradaki mimarların nasıl çalıştıklarını gözlemledikten sonra, mimarların genel anlamda daha fazla dışa dönük ve bağlayıcı, bir araya getirici olmaları gerektiği görüşüne 55
alabiliyorlar. 3D yazıcıların imalatta devrim yaratacağına ve pek çok şeyi kökten değiştireceğine şüphe yok. Bu konuyla ilgili etik bir ikilem söz konusuysa, silahlardan daha fazla endişe verici olan, ev tipi 3D yazıcılar yükselişe geçtiğinde yüksek oranda üretilecek olan çöp yığınları. Böyle bir durumda, ayrıştırılabilir, geri dönüşümlü plastik kullanılacağını umarım. Diğer türlü, Büyük Pasifik çöp yığını bir anakara büyüklüğüne ulaşacak. Mesleğin kendisine ve uzmanlığa inancın var mı? Yoksa yakın zamanda herkes 15 dakikalığına “tasarımcı” mı olacak? Mesleğe ve uzmanlığa kesinlikle inanıyorum. Gelecekte insanlar ufak tasarım kararlarını daha sık vermek isteyecekler gibi görünüyor. Bir çift sneaker’ın veya arabanın isteğe göre özelleştirilmesi veya bir yazılımın kişiselleştirilmesinden bahsediyorum. Ayrıca, uzmanlara daha az ihtiyacımız olmasında da bir tehlike yok. 2010 yılında yazdığın bir makalende İstanbul’u, “15 milyon insana yuva olan, 100 kilometrelik, 3000 yıllık megakent” olarak tarif ediyorsun. Son gelişmelerle birlikte, İstanbul’dan dünyaya yayılma potansiyeli olan belirgin bir tasarım, mimarlık manifestosu olabilir mi? İstanbul’un keyfini sürdüğü önemli bir niteliği yerel zanaatların halen geçerli olması. Bu bana göre sağlıklı bir kent ekonomisinin işareti. Yapma etmeyle, üretimle olan bağımızı kopartmamalıyız. Bu, pek çok Avrupa kentinde yok olmuş durumda ve bunun değiştiğini görmeyi çok isterim. Artık herkesin gelişmeleri sahadan, eş zamanlı olarak 140 karaktere sığacak şekilde bildirdiği günümüzde, pek çok konuda, olan bitenlerin gerçek etkilerini anlamlandırmak üzere ihtiyacımız olan ve elbette daha fazla birikim ve zaman gerektiren derin analizlerin eksikliğiyle karşı karşıyayız. Sen pek çok gazete, dergi ve yayın için yazılar kaleme alıyorsun ve
aynı zamanda Moskova’daki Strelka Institute’un yayın kolu olan Strelka Press’in başındasın. Bütün endüstrinin dijital medyanın gücünü tartıştığı bir dönemde, yayıncılığın geleceği ile ilgili senin görüşün nedir? Eleştiri uğraşının durumuyla ilgili endişeli olanların aksine, ben her zamankinden daha verimli bir dönemde olduğumuza inanıyorum. Bugünlerde çok fazla sayıda yüksek kaliteli mimarlık ve tasarım yazını söz konusu. Tek fark şu ki; bunlar, bloglardan niş dergilere kadar, limitli sayıda takipçi kitlesine sahip onlarca farklı mecra arasında bölünmüş durumda. Üretim araçlarına sahip olduğumuz için, pek çok açıdan tasarım kritiği yayınlamak hiç bu kadar kolay olmamıştı. Sorun şu ki, takipçi kitlesinin boyutunu garantilemek gittikçe zorlaşıyor. Diğer bir deyişle, mimarlık eleştirisi gazetelerden ve benzeri kitlesel mecralardan gittikçe yok oluyor. Bu gerçek, Facebook ‘like’ kültürü ve tweet’ler, bazılarının eleştirinin öldüğüne dair iddialarına öncülük ediyor. Bu bir yanılsama. Aslında sosyal medya, yazarların başka türlü ulaşmalarının belki de mümkün olmayacağı okur kitleleri bulmalarına yardımcı olmak anlamında çok değerli bir mecra. Kendi uzmanlığın içerisinde, senin için en ilham verici alan hangisi? Kentler mi, tasarımcılar ve mimarlar mı, yoksa projeler mi? Bu zor bir soru. Hepsini büyüleyici buluyorum ve tasarım spektrumunda alışık olunmayan genişlikte yazılar yazıyorum. Ama bu oldukça seyrek görülen bir durum. Bazı noktalarda kimileri uzmanlaşma konusunda baskı görüyor, ve bu baskı genelde belirgin bir iş kolu nedeniyle ortaya çıkıyor. Ve sonra, o kişinin başka alanlardaki gelişmeleri takip edebilme becerisi azalıyor. Ben, şu ana, kadar buna direnmeyi başarabildim. Konudan konuya tatmin edici ve anlamlı geçişler yapma kabiliyetine sahip bir tür bilgili, aydın amatör veya kültürlü kimse olma fikrini seviyorum. Çünkü yazar olmanın güzelliklerinden biri de kendi ilgi alanlarını takip edebilmek.
XOXO The Mag
Ahşabın çekici ve sıcak yüzeyini, seramiğin doğal özellikleri ile birleştiren Çanakkale Seramik, parke görünümlü seramikleriyle Kale Mağazaları’nda.
kale.com.tr
INTERVIEW/
D
MASSIMO BOTTURA
On Kilometre Öteden
İstanbul’da heyecanlanarak gittiğimiz kaç tane restoran var emin değilim. Bu anlamda, Ristorante Italia di Massimo Bottura gibi bir lokantanın sahibi ve şefiyle sohbet etmek çok keyifliydi. Massimo Bottura ile sohbet sadece yemeğe veya lokantacılığa değil, hayata bakış anlamında da ufkumu açtı. Günlük rutinin dışına çıkmak, daha iyisi, daha faydalısı için daha çok düşünür olmak, hayatta farklılık yaratmak ve farkındalık için esas... röportaj-yazı didem şenol tiryakioğlu fotoğraf özkan önal
XOXO The Mag
malzemenin su olduğunu, suyu doğru kullanarak nasıl yemeği hem hafif hem lezzetli yaptığından dem vuruyor. “Dün akşam bir hanım grubu yemekteydi, tadım menüsünün tamamını yedikten sonra menüden sipariş vermeye devam ettiler. Buna biraz şaşırıp, yanlarına gittim. Yemeklerin hafifliğinden etkilendiklerini ve yeni lezzetler tatmaktan inanılmaz mutlu olduklarını söylediler. İşte, tam da yaratmak istediğim his bu!” Massimo, misafirlerin tepkilerinden bahsederken adeta o anı tekrar yaşıyor. Şahsen, günümüzde havalı ve yıldızlı birçok lokantaya gittiğimde genelde öğle yemeği rezervasyonu yaptırmayı tercih ediyorum. İki üç saati alan sekiz-on öğünlük yemekler ve eşleşen şaraplardan sonra insan sadece gidip uyumak istiyor. Gündüz yemek hazmı bir parça olsa da rahatlatıyor. Fakat Massimo’nun yemekleri gerçekten hafif, ama hafif derken basit oldukları anlamı çıkmasın, aksine, sonrasında hiçbir rahatsızlık hissi yaratmayan yoğun lezzetlerden söz ediyorum.
Üç sene önce, defalarca dünyanın en iyi lokantası seçilmiş Noma’nın şefi René’nin önayak olduğu ve inanılmaz bir çabayla farklı alanlardan insanları bir araya getirdiği, bugüne kadar izlediğim en iyi konferans için Kopenhag’a gittim. Konuşmacılar arasında psikologlar, sosyologlar, deniz kestanesi toplayıcıları, şefler, üreticiler vardı. Hepsinin konuşması bende hem duygusal hem de zihinsel bir roller coaster etkisi yaratmıştı. Fakat aralarından birinden gerçekten fazlasıyla etkilenmiştim. Ellilerinin başında bir adam, bu konferansta konuşuyor olmasının midesinde yarattığı kelebekleri tüm samimiyeti ve mütevazılığıyla anlatıyordu. Geçtiğimiz hafta Ristorante Italia di Massimo Bottura’ya giderken aynı kelebekler benim midemde de uçuşuyordu. Ve işte o adamla, Massimo Bottura’yla, sohbet etmeye gidiyordum. Kafamda o kadar fazla soru vardı ki önce heyecanımı dizginlemeye ve kafamdakileri sıraya koymaya çalıştım. İçeri girdiğimdeki sıcak karşılamayla heyecanım yatıştı. Röportaj; soru-cevap olmanın ötesine geçip, uzun zamandır akıl almak istediğim biriyle hayat, yemek, lokantacılık üzerine süper keyifli bir sohbete dönüştü. Massimo’yla konuşurken, onun hayata bakışı, verdiği örnekler ve anlattığı hikayeler sürekli düşünmemi sağladı. Öyle ki ağzından çıkanları sonradan üzerinde düşünme isteğiyle not ettim... Fazlasıyla zeki, zeki olduğu kadar hümanist, kreatif, mükemmeliyetçi, ama bir o kadar da egolarından arınmış haline hayran kaldım.
23 yaşında mutfağa girmiş, 33’ünde açtığı Osteria Francescana ile 3 yıldız almış bir kişi olarak Michelin yıldızı ile ilgili ne düşündüğünü soruyorum. Yıldızların onun için önemli olduğunu söylüyor, ben de hafif bir hayal kırıklığıyla “Hakikaten mi?” diyorum, “Evet.” diyor, “Yıldızlar şefleri hizaya sokuyor.” Ve ardından, yıldızların çabayla değil, yaptığın işin doğal bir karşılığı olarak gelmesinin önemini vurguluyor. Kişilerin 3. yıldıza geldiğinde “Tamam, artık olduk.” mantığıyla yıldızlarını kaybetmekten korkup hiçbir şey değiştirmediklerini anlatıyor. “Biz, 3. yıldızı aldığımızda her şeyi baştan aşağı yeniledik.” O ana dek, konuya hiç böyle bakmadığımı fark ediyorum. Sohbetin bir yerinde bizim nasıl yemek yaptığımızı sorunca aslında çocukluğumdan ve yaşadığımız kültürden ne kadar etkilendiğimi anlatıyorum. Tahin pekmezin anneannemin soğuk kış sabahlarında kahvaltı olarak hazırladığı, benimse burun kıvırarak yediğim geleneksel bir tat olduğunu anlatıyorum. Lokantada bugün
Bir gün önce lokantasında yediğim yemeklerden yola çıkıp, ne kadar basit, lezzetli ama düşünülmüş tabaklar hazırladığını söylüyorum. Artık mutfaklarına hiçbir şekilde tereyağ, krema sokmadığını anlatıyor. Yemeğin tabi ki lezzetli ama bir o kadar da sağlıklı olması gerektiğinden bahsediyor. Malzemede lezzet yoğunluğunu yakalamak için malzemelerin kendi özlerinden soslar yaptığını, en önemli 59
balkabağını pekmezle fırınlayıp, püre yaptıktan sonra tahinli dondurma ve çıtır cevizle servis ettiğimizi söylüyorum. Bu lezzetlerin insanlara bir yerden tanıdık geldiğinden bahsediyorum. “İşte sen 10 kilometre uzaktan bakıyorsun.” diyor ve Gino De Dominicis ile ilgili hikayeyi anlatıyor. Bir koleksiyoner, sanatçıdan portresini yapmasını istemiş, o da ısrarlara dayanamayıp aylar sonra bu teklifi kabul etmiş ve koleksiyoneri stüdyosuna çağırmış. Gün boyu etrafta dolanan, kahve içip gazete okuyan Gino De Dominicis, sonunda tuvale gidip tam ortasına bir nokta koymuş ve “Bitirdim,” demiş, “işte 10 kilometre öteden portreniz!” Massimo bu noktada uzaktan bakabilmenin önemini anlatıyor. Ve bizim de, tanıdık lezzetleri kullanarak lokantada bunu yaptığımızdan bahsediyor. “Uzaktan bakmak daha makro düşünmenizi ve görebilmemizi sağlıyor. Biz de gelenekseli belli bir mesafeden görmeye çalışıyoruz.” Milan Expo 2015’deki, atılacak ve zayi olacak ekmekleri dönüştürme projesini, bir başka deyişle, çöpe atılacaklarla yemek yapma fikrini nasıl bulduğunu soruyorum. Gururla Papa’dan, başbakana bu fikirle herkesin ne kadar ilgilendiğini anlatıyor. Bir İtalyan için ekmeğin ne kadar temel bir malzeme olduğundan ve ne kadar dönüştürülebildiğinden bahsediyor. Bunlar belki de halihazırda yaptığımız şeyler ama yine de onunla farklı anlamlar kazanıyor. Türk mutfağına bakışını da konuşuyoruz. “Geçmişi alıp geleceğe taşımak için hala çok büyük bir çaba göremiyorum. Malzeme ve kültür açısından çok zengin bir mutfak ama var olanı geliştirmek için daha fazla çaba harcanması gerekiyor.” Sanırım haklı... Örneğin, bu restoranda masaya oturduğunuzda, servis elemanı ekmekle beraber lokantanın adına İtalya’da sıkılmış zeytinyağından masaya getirip, üzerine, 15 sene yıllanmış balzamik damlatıyor. Yumuşaklığına ve dengesine hayran kaldığım bu lezzet üzerine biraz sohbet edince aynı güler yüzlü servis elemanı Massimo’nun anneannesi tarafından onun doğduğu sene şişelenip yıllandırılmış, 53 senelik bir
balzamikten daha bahsediyor. “Esas onu tattığınızda, mükemmelliği karşısında kafanız karışıyor.” Biz de, kendi sirkemizi veya nar ekşimizi yıllandırmayı düşünmeye başladığımız gün, sanırım yemek kültürümüzü daha iyi bir yerlere taşımamız mümkün olacak. Ve esas olan, günü kurtarmak için değil, ileriye yatırım yapmak için adım atmak, yanılmaktan korkmadan denemek. Massimo’ya çağdaş sanata ilgisini de soruyorum. Ai Weiwei’in ay çekirdeklerinden bahsediyor. Benim de 2010’da Tate Modern’da görme şansına eriştiğim 100.000.000 çekirdek projesinin, döneminde yarattığı sosyal bilince dikkat çekiyor. Yemeğin de insanı düşünmeye sevk eden, sosyal, kültürle ve üreticiyle alakalı aslında nasıl bir bütün olduğunu anlatıyor. Ardından, sıra CNN için çektiği programlara geliyor. Massimo, her programda başka bir şehre seyahat ediyor. Geçen ay bu sayfalarda konuk ettiğimiz Fergus Henderson’ı ziyarete gittiği programı anlatıyor. “Nasıl ilham aldınız?” diyorum. Fergus’un tepeden tırnağa bir hayvanı kullanma felsefesinden yola çıkarak A’dan Z’ye adında geliştirdiği yeni felsefe ile nasıl bir yemek hazırladığını anlatıyor. ‘Domuzcuk Pazara Gitmiş’ adını verdiği yemeğinin ayrıntılarını paylaşıyor. Bulduğu tüm hayvanları kullanarak hazırladığı et suyuna, kuruttuğu sebzelerden hazırladığı hamurla yaptığı passatelli’yi ekleyerek servis ettiğini söylediğinde hayretimi gizleyemiyorum. Topraktan çıkmış tüm kök sebzeleri kurutmak, bildiğimiz bütün tavuk, dana, kuzu ve pazarda bulduğu, aklına gelen tüm hayvanlardan bir su yapmak, onun ne kadar sınır tanımadığının göstergesi. Massimo’yla geçirdiğim iki saatin sonunda lokantadan çıktığımda hayatta birçok şeyin aslında tesadüf olmadığına dair inancımın arttığını fark ediyorum. Düşünmek, yaptığın şeyin altını doldurabilmek, hayatı sanatla, yazıyla, tecrübeyle, konuşmayla beslemek, dolu dolu yaşamak... Tüm bunları işine yansıtmak, sanırım, o işin iyi olmasını sağlıyor. Ve kuşkusuz, Massimo gibi insanlarla tanışmak insanın ufkunu açıyor.
XOXO The Mag
Yaz 2015
Š2015 Vans Inc.
INTERVIEW/
T
R
THERESA GANZ
Kes, Biç, Yapıştır
Sanatçının obsesifi sevilir, el işi yapanı ise her zaman hayranlık yaratır. Theresa Ganz, çektiği fotoğrafları paramparça edip tekrar birleştirerek yarattığı foto-kolajlarıyla üç boyutlu fantastik dünyalar yaratıyor ve fotoğraf hakkında bildiğimiz her şeyi bir kenara ittiriyor. Anı kareye sığdır, deklanşöre bas, filmi yıka, karanlık odada fotoğrafı bas ve çerçevele sıralamasını alt üst eden Theresa’yla konuşmamızda şunu tekrar teyit ettik; fotoğrafın sanat olarak kabul edilmediği yıllar artık çok geride kaldı. röportaj ela yeliz fotoğraf rachel hulin
XOXO The Mag
Wilderness IV detail, Hand-cut c-prints, watercolor, India ink, collage on archival inkjet print, approx. 72" x 78", 2011
Wilderness IV, Hand-cut c-prints, watercolor, India ink, collage on archival inkjet print, approx. 72" x 78", 2011
Sanat hep hayatının bir parçası mıydı? Sanırım öyle, bir kere zaten annem sanatçı. New York’ta doğdum ve büyüdüm, Manhattan’ın tam ortasında yani. Okuldan çıktığımda Metropolitan Müzesi’ne giderdim, hatta lisede arkadaşlarımla okulu kırıp sergi geziyorduk, inek öğrencilerdik. Bunu çok kimse bilmez ama Metropolitan’a sadece 1 sent vererek girebiliyorsun. Biz de öğrenciydik, paramız yoktu ve bundan sıklıkla yararlandık. Annemin sanatçı olması da beni etkiledi tabii ki, MoMA, MET veya Natural History Museum’a gitmek benim için çok sıradan bir şeydi.
Bu yüzden de sanırım daha az detaylı işlere geçtin. Biraz öyle, ama bir yandan da daha hızlı ve özgürce çalışabilmek de istedim. 2012’de Brown Üniversitesi’nde profesörlük yapmaya başladığımda işlerimde teknik açıdan da bir değişiklik oldu. Karanlık odada kullanılan kağıtlar daha ince ve detaylı işlerim için idealdi. Artık dijital baskı yaptığım için kullandığım malzeme değişti ve aslında bu bana yeni kapılar açtı. Ama malzeme haricinde de bir içerik değişikliği var gibi. Evet, son projelerimde dijital sürecin materyalleşmesi ile ilgileniyorum. Tıpkı analog çalışan fotoğrafçıların ışığın kağıt üzerindeki ilişkisini anlamaya çalışmaları gibi, ben de dijital teknolojinin fotoğrafa olan etkileriyle ilgilenmeye başladım. Elle kesip birleştirdiğim kolajlarım benim mantığımla oluşuyor, şimdilerde ise, örneğin Slabs serim gibi, işi biraz teknolojiye bırakıyorum. Çektiğim birkaç fotoğrafı bilgisayarın otomatik olarak birleştirmesine izin veriyorum. Katmanların hizalanmayışı ve birbirlerine uyumsuzluklarıyla, bu kolajlarda bilgisayarın mantığının öne geçtiğini görüyorsun.
Peki sanat okumayı kendin mi seçtin yoksa annenin bir etkisi oldu mu? Aslında ilk başta bunu pek istemiyordum, sanırım bu da onun sanatçı olmasından kaynaklanıyordu. Hani anne ve babanın yaptığından farklı bir şey yapmak istersin ya... Ama ne kadar karşı koymak istesem de eninde sonunda geri geldim. Tilki kürkçü dükkanına döner misali. Vassar College’da film okudum. İlerde video editörü olabileceğimi düşünüyordum. Fakat daha sonra bu hayalden vazgeçtim, çünkü hayatımı karanlık odada geçirmek istemediğimi anladım.
Bu fotoğrafları nerede çektin? Hindistan’daki Ellora Mağaraları’nda. Tam olarak mağara değiller aslında; taşların içine oyulmuş Hint, Budist ve Jain tapınakları. Dünyada bu tapınaklar gibi bazı yerler var, insanı spiritüel olarak başka yerlere götürecekleri düşünülüyor. Ben de sanatın acaba böyle bir portal olup olmayacağını düşündüm.
Bu biraz ironik olmamış mı? Aynen öyle. Fotoğrafa yaklaşımın biraz farklı; sade kareler peşinde değilsin. Bundan bahseder misin? Yüksek lisansa başlamadan önce hayvanat bahçelerinde ve tarih müzelerinde fotoğraf çekiyordum, içine hayvanların yerleştirildiği yapay sahnelerle ilgileniyordum. Fakat kısa süre içinde bu konunun onlarca kez işlendiğini anladım. Hiroshi Sugimoto, Kenda Hoffer gibi fotoğrafçılar bu konuyu benden on kat daha iyi yapmışlardı. Bu da benim kendi içimde yaşadığım bir kriz oldu ve bunu nasıl çözeceğimi bilmiyordum. Zamanla şunu fark ettim; fotoğraflarımla irdelediğim yapaylık, doğa ve kültür temsili fikirleriyle ilgileniyordum ama fotoğraflar ilgimi çekmiyordu. Bu konuyu nasıl yeni bir dille anlatabileceğimi düşünürken bu tür mekanları kendim yaratmaya karar verdim. Ve işte o zaman kesip biçmeler başladı.
İnce detaylı işleri yapman ne kadar sürüyor? Aslında en baştan ne yapacağımı bilmediğim için, ne kadar süreceği de belli olmuyor. Süreç şöyle; fotoğrafı kesiyorum ve ilk katmanı duvara iğne ile tutturuyorum. Üzerine teker teker katmanları ekliyorum, üst üste geldiklerinde ne tür şekiller oluşturduklarına bakıyorum ve işin tamam olduğunu hissedene kadar buna devam ediyorum. Sormamız lazım, parmağını kaç kere kestin? Ben neşter kullanıyorum, dolayısıyla ucu çok keskin. Aslında parmaklarımı çok fazla kesmedim, ama bir kere fena bir kaza olmuştu, parmağımın bir parçasını götürmüştüm. Sanırım dikiş attırmalıydım ama uğraşmadım... Bir keresinde de bıçak elimden kayıp bacağıma saplandı. Neyse ki çok az kazam oldu.
Seyircinin, işlerindeki el emeğine takılıp içerdiği mesajı okumamasından endişe duyuyor musun? Evet, ve bu da oldu. “Delisin, neden böyle işler yapıyorsun?” şeklinde yorumlar alıyordum ve bu canımı sıkıyordu. Hem sürecin içeriğin önüne geçmesinden hem de süreçten sıkılmaya başlamıştım, yorucuydu.
Neden doğa? Bu sanırım New York’ta büyümemle alakalı, çünkü benim hiçbir 67
Tidal Pool III, Archival pigment prints, collage on panel, 54”x43”, 2012
Tidal Pool I, Archival pigment prints, collage on panel, 54”x43”, 2012
zaman doğayla direkt bir ilişkim olmadı, hep müzeler aracılığıyla doğayla ilişkimi sürdürdüm. Aynı zamanda tabii doğanın beraberinde getirdiği bir estetik ve güzellik de var, ve işlerimin estetik olması da benim için önemli. Sanat tarihine baktığımızda, Batı Avrupa sanatında güzellik ve görkem hakkındaki diyaloglarda bir cinsiyet diyaloğu da vardı; güzellik feminen olarak görülürken görkem ve hayranlık maskülen olarak algılanıyordu. İşlerimle yapmaya çalıştığım şeylerden biri de, maskülen kabul edilen doğanın görkemine bir kadın gözüyle yaklaşmak. Annelik pek çok sanatçının pratiğinde derin bir değişime yol açabiliyor. Senin tecrüben nasıl oldu? Her şeyden önce, artık atölyeme gittiğimde çok az vaktim olduğunu ve bu vakti çok iyi değerlendirmem gerektiğini biliyorum, eskisi gibi oyalanamıyorum. Bir de, anne olmadan önce işlerim kendi çocukluğumla alakalıydı, bir çocuğun kafasında kurduğu görsel dünyayı düşünüyordum ve o dünyaya ulaşmaya çalışıyordum. Oysa ki şimdi bu beni çok da ilgilendirmiyor. Zira ilgileneceğim gerçek bir çocuk var. Bir anlamda olgunlaştım sanırım. Wilderness serinde sulu boya da kullanıyorsun, gittikçe fotoğraftan uzaklaşıyor gibisin. Bu bir deneme sonucu ortaya çıktı. Ufak boyda sulu boyamalar yapıp bunları taradım, daha sonra bu görselleri büyük boyutta fotoğraf kağıdına bastım ve panellere sıvadım. Bu seride aslında arka planlar suluboya resimlerin fotoğrafları, üzerine yapıştırdığım fotoğrafları da sulu boya ile boyadım. Yani burada fotoğraf ve resmin bir yer değiştirmesi var, bu da ilgimi çekiyor. İşlerin çok hassas gözüküyorlar, onları zarar vermeden nasıl saklıyorsun? Bazı işler çerçeve içindeler, ama çerçevesiz olanlar problematik olabiliyor tabii. Her sergide eseri baştan yaratma gibi deli bir süreçle uğraşıyordum, yani duvara katmanları teker teker iğneliyordum. Sonra fark ettim ki aslında bu kağıtlar oldukça dayanıklı, ve bir gün işi şehir dışında bir galeriye göndermem gerektiğinde bir çözüm bulmam gerekti. Ben de işi sanki bir gelinlik gibi paketledim; içini doldurdum, katladım
ve formu hiç bozulmadı. Kendi öğrenciliğinle bugünkü öğrencileri karşılaştırırsan, yeni kuşağın fotoğraf sanatını algılamasında nasıl bir fark görüyorsun? İnanılmaz büyük farklar var. Özellikle dikkatimi çeken enteresan bir şey var; derste işlere bakacağımız zaman fotoğrafları duvara dizeriz. Son yıllarda öğrenciler fotoğrafları duvara dikey olarak diziyorlar, çünkü artık fotoğrafı Tumblr veya Instagram gibi dijital ortamlarda bu hizada görüyorlar. Bir diğeri de fotoğraflarına bireysel olarak bakmamaları, bir seri gibi bütünüyle bakıyorlar. Bunun iyi bir tarafı da var tabii çünkü tek bir fotoğrafla duygusal bağ kurmuyorlar, ki bu eğitimin ilk başlarında önemli. Ama diğer yandan özensiz de olabiliyorlar. Hala karanlık odada çalışıyor musun? Evet, Slabs serimdeki işler karanlık oda baskıları. Dijital makineyle çektiğim fotoğrafları dijital negatiflere çeviriyorum, sonra da bunları jelatin gümüş baskı olarak basıyorum. Bu yolla analog ve dijitali de bir araya getirmiş oluyorum. Neden siyah beyaza geçtin? Bir sergim hakkında okuduğum bir eleştiride, işimin çok nazik olduğu yazıyordu. Bu da beni sinir etti ve siyah beyaz çalışmaya itti. İşlerinin “güzel” olmalarını istemedin yani. Anne olduğumdan beri işlerim daha sert aslında, kişiliğim bu yönde değişmedi ama nedense işlerim sert bir hal aldı. Çok basit fotoğraflar çekiyor musun hiç? Mesela oğlun veya günlük hayatından kareler? Maalesef hayır, çekiyorsam da sadece telefonumu kullanıyorum. Bunu söylemek çok kötü biliyorum ama iyi makinemle hiç çekmiyorum. Ne bileyim, uğraşamıyorum. Bundan sonra ne var? Yeni yeni video ile uğraşmaya başladım, üniversitede film okuduğum için buna geri dönüş var biraz.
XOXO The Mag
INTERVIEW/ RC
TECT RE
MURAT TABANLIOĞLU
Mimarinin Artı Değeri
Yaşadığımız döneme göre evrilen kentler, mekansal anlamda kaçınılmaz geçiş noktaları yaratıyor. İstanbul’da olduğu gibi, simgesel değer taşıyan ya da geleneğe yaklaşan/ters düşen örneklerle çevreleniyoruz. Ve mimarlığın bu duruma ne kadar artı değer katabildiği konusu giderek daha fazla önem kazanıyor. Murat Tabanlıoğlu ile, bu katkıdan yola çıkarak, yeni dönem projeleri, İstanbul’da yapı elde etme biçimleri ve zaman-kent ekseninde kurgulanan “Hafıza Mekanları” üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. röportaj dilek öztürk fotoğraf özkan önal
XOXO The Mag
Dakar Kongre Merkezi, Fotoğraf: Emre Dörter
Öncelikle İstanbul yapı stoğunda süregelen hızlı değişim ile söyleşimizi açalım. İstanbul ofisinizin de bulunduğu Meşrutiyet Caddesi’nin yüzü, son senelerde hızlı bir değişimden geçti. Şimdi eski ABD Konsolosluğu’nun da Soho House İstanbul olması ile birlikte bölgeye yeni bir dinamik geldi. Kendi sokağınızdan başlayarak, İstanbul’daki bu hızlı değişim ve dönüşümü kent hayatı için nasıl görüyorsunuz ve deneyimliyorsunuz? Hızlı, yani riskli kentsel dönüşümdense, bizim de 15 yıldan fazladır içinde yaşayarak tanık olduğumuz, Tepebaşı örneğinde olduğu gibi, yavaş ve birbirine sirayet edecek şekilde zamana yayılmış biçimde yaşanan değişimlerin daha sağlıklı olduğunu görüyoruz. Neredeyse bir tasarım adasına dönüşen içinde bulunduğumuz bölgede, geçmişte de var olduğu halde itibarsızlaşan yeme içme dükkanlarının yeniden itibar kazanmasıyla, kültür-sanat faaliyetlerinin İKSV ve galerilerle canlandırılmasıyla ve Galata gibi konut alanlarının motivasyonu sayesinde, geleneği olan bir semt yeniden doğdu. Kentler, yaşadığımız zamanın imkanlarına ve ihtiyaçlarına uyumla evrilir, gelişir, değişirler. İstanbul da, özellikle bir geçiş noktası olarak, dönüşüme en açık şehirlerden biri olmuştur. Ancak bugün, deprem riskinin zorunluluk olarak değerlendirildiği büyük dönüşüm projelerinde öngörülen hız, doğru bir kentselleşmeyi teşvik etmekten ziyade, bu dönüşüm alanlarını, neredeyse plansız, işlerin daha hızlı ilerlemesini sağlayacak şekilde ihale edilen şantiyelere dönüştürmüştür. Doğru olan yöntem ise detaylı, çok disiplinli bir masterplan çalışmasının kentsel dönüşümler için öncelikle zorunlu kılınmasıdır.
yaklaşımları alternatif olarak gören, destekleyen, teşvik eden bir kanal olarak önemli. Kamu yapılarının yapım metotları ile ilgili tartışmalar yaşadığımız bir dönemdeyiz. Sizce yarışmalar bu noktada yeterli kalıyor mu? Yarışma ile yapmak, hatta daha fazlası, şeffaf bir süreç içinde, farklı disiplinlerden profesyoneller kadar çevrede yaşayanların görüşlerini almak en medeni yöntem olurdu. Ancak yarışmalarda ne sonuç alınırsa alınsın bir de uygulanabilirlik meselesi var. İyi niyetli olmak, mümkün olanın en iyisini yapmak ve böylelikle doğru projelerin hiç değilse özendirici olmasını sağlamak zorundayız. Kentsel mekan artık zaman kavramını tanımlamamızda önemli bir rol oynuyor. Bu noktada, geçtiğimiz sene Venedik Mimarlık Bienali’nde, “Hafıza Mekanları” başlığı altında, artık tüm dünyanın konuştuğu AKM binasını da ele aldınız. Artık simgesel bir değer taşıyan AKM ile ilgili sizce nasıl bir strateji izlenmeli? Binanın yenileme projesinin tartışıldığı, hazırlandığı süreçte, biz başından beri uzlaşmacı bir yöntem içinde olduk, ki önemli bir dönem yapısı, özellikle de işlevi itibarıyla hala bir alternatifi üretilememiş olan bir kültür-sanat yapısı, yeniden İstanbulluların yaşamına dahil olabilsin... Aynı umudu taşımayı sürdürüyorum. Yeni tamamlanmış olan, Dakar Kongre Merkezi projenizde, yapıyı, form, malzeme ve işlev açısından nasıl bir kurgu ile etrafındaki peyzajla bütünleştirdiniz? Dakar projesi Afrika’da gerçekleşen kongre merkezi projelerimizden üçüncüsü oldu. Libya, Trablus ve Ekvator Ginesi başkenti Malobo’daki Sipopo Kongre Merkezleri Afrika’nın önemli buluşma mekanları olarak tasarlandılar. Dolayısıyla, her bir yapı için en önemli kararlardan biri, bulundukları yeri, kültürü temsil etmeleriydi. İklim ve coğrafi diğer koşulların sağladığı avantaj ve dezavantajlar tasarıma yansıdı, işlevleri dolayısıyla mekan ihtiyaçları benzerlik taşıyan bu üç yapının sonuncusu olan Dakar Kongre Merkezi, gündelik kullanıma daha açık olmak üzere,
Uluslararası yarışmalarda ve ulusal değerlendirmelerde jüri üyeliği yapıyorsunuz. Mimarlığın ödüllendirilmesi noktasında eskiden bugüne ne gibi kriterler değişti? Ya da sizce nelerin değişmesi gerekir? Mimarlığın, özellikle ülkemizde son 10 yıldır, önemli bir artı değer yaratma kaynağı olduğunun kabul edildiğini görüyoruz. Bu yaklaşım seçim yapma kriterlerini de daha yukarı çekiyor. Yarışmalar da, bu olumlu gelişimin bir izdüşümü olarak, bizde de dünyada da, yenilikçi 71
Sipopo Kongre Merkezi, Fotoğraf: Emre Dörter
Tabanlıoğlu Mimarlık Londra ofisi ile ilgili son gelişmelerden de bahsedelim. Londra sizin için nasıl bir hedef? Biz tasarımını yaptığımız projelerin inşaat sürecine de dahil oluyoruz ve binanın inşası tamamlanana kadar projeyi yanlız bırakmıyoruz, dolayısıyla Ankara, Dubai ve Doha ofislerimize ek olarak bugüne kadar projeler yaptığımız, dünyanın birçok şehrinde irtibat ofislerimiz oldu. Londra, Avrupa kıtasının olduğu kadar tüm dünyanın, özellikle entektüel anlamda, önemli merkezlerinden biri. Bizler, en azından birlikte çalıştığımız mühendis ve danışmanlarla buluşmak üzere, workshop’lar için o kadar çok Londra’da oluyoruz ki, orada bizi temsilen arkadaşlarımız olsa da, artık yerleşik olma zaruretini duyduk. Aslında programımızda çok yoğun bir şekilde zaten yeri olan Londra bizim için artık kaçınılmaz hale geldi. Artık deneyerek-yanılarak öğrendiğimiz bir sistemde kendini geliştiren bir tasarım dünyasının içerisindeyiz. Bu anlamda Türkiye’deki mimarlık eğitiminde kısır kalan konular sizce nedir? Mimarlık eğitimi yeniden kurgulanmalı mı? Kesinlikle. Küresel dünyada Türkiye’de yüksek öğrenim sisteminde değişikliklerin olması gerekir. Dünya standardında kabul edilen eğitim süresi beş yıldır ve iki yıl zorunlu staj da yine kabul edilen bir başka maddedir. Türkiye’de ise mimarlık eğitimi dört yıl. Eğitim süresinde, meslek, pratiği birlikte ele alınmalı ve bunun sürekliliği sağlanmalıdır. Öğrencilerin, dünya mimarlığına, daha doğrusu farklı kültürlerde yaşama dair bilgi sahibi olmalarını sağlamak, bunun için pratiğin içinden gelenlerle eğitimi desteklemek, seyahatlerle mimari
Zorlu Levent, Fotoğraf: Emre Dörter
Selçuk Ecza Genel Müdürlük, Fotoğraf: Thomas Mayer
sanat galerileri, müze ve yeme-içme fonksiyonları da dahil edilerek, kullanıcısı açısından diğerlerine oranla daha da saydamlaştı. Peyzajda kullanılan su unsuru ise yapının dramatik etkisini artırırken, sıcak iklimde bir serinletme unsuru olarak da çevresine dahil edildi.
ve yaşam kültürünü zenginleştirmek gibi statik olmayan zihin açıcı yöntemler eğitime dahil edilmelidir. Bitirmeden; son dönemde gerçekleştirmeyi planladığınız proje ve fikirlerinizden de bahsedelim. Biliyorsunuz, 2014’te Türkiye olarak 14. Venedik Mimarlık Bienali’ne ilk kez katıldık; serginin ilk küratörü olarak seçilmemden dolayı benim için bu özellikle önemliydi. Ulusal pavyonların “Absorbing Modernity 1914-2014” temasıyla gerçekleştirdiği sergiler arasında yer alan Türkiye Pavyonu’nda Places of Memory (Hafıza Mekanları) başlıklı sergi, Venedik Bienali’nde 20 yıllık bir süreyle Türkiye’ye tahsis edilen, mekandaki ilk proje oldu. Bu yıl da geçen yıl olduğu gibi, uluslararası bir serginin küratörü olarak benzer bir süreç içindeyiz. Ekim’de Antwerp’te açılacak Europalia kapsamındaki serginin hazırlıkları sürüyor. Yurtiçi ve yurtdışında -Afrika’da, Körfez Bölgesi’nde ve Kazakistan’da devam eden projelerimizle- önümüzde yoğun bir yıl var. Özellikle az katlı bir ofis kompleksi olarak WAF’tan sonra, geçen hafta MIPIM’de de ödüller alan Selçuk Ecza Genel Müdürlük binası ve Levent’teki Zorlu Levent ofis kulesi 2014’te tamamlanan iki projemiz. Ofis ve konut binaları, karma yapılar, masterplan projelerinin yanı sıra küçük ölçekte projeler de 2015 programımızda yer alıyor. 2020 Expo’ya evsahipliği yapacak Dubai ve 2022 Dünya Kupası’nın gerçekleşeceği Katar gibi özellikle kent ve kültür yatırımları yapan Körfez ülkelerinde yüksek mimari standartta örnekler veriliyor, açık ya da davetli çeşitli yarışmalarla bu gelişmeler destekleniyor. Biz de bu coğrafyalarda çalışmalarımıza devam ediyoruz. Öte yandan, dünyada azalan kaynaklar, değişen iklimsel, ekonomik ve sosyal dengeler nedeniyle mimaride de günümüz ihtiyaçlarını karşılayan, gerek ekolojik gerek kentsel bağlamda çevre ve insan duyarlılığı yüksek projeler dikkati çekiyor. Sonuç olarak, her iki bağlamda da uluslararası gelişmelerden etkileniyoruz.
XOXO The Mag
Yeni BMW 1 Serisi
www.bmw.com.tr
BİR. BAŞK A GÜZEL. YENİ BMW 1 SERİSİ. Her çizgisiyle heyecan veren etkileyici tasarım, kendine hayran bırakan muhteşem performans. BMW ruhunu her detayında taşıyan Yeni BMW 1 Serisi hakkında detaylı bilgi, kiralama ve finansal seçenekler için: 0850 252 10 10
Sheer Driving Pleasure
INTERVIEW/ E
E
DAVID SINCLAIR
Mission Possible
İtiraf edelim; hepimiz günün birinde birtakım buluşlar yapılacağına ve bunların dünyayı bugüne dek benzeri görülmemiş şekilde değiştireceğine içten içe inanıyoruz. Sürecini anlamaya kafa yormaktan muhtemelen çekineceğimiz ama sonuçlarıyla mutlu olacağımız deneyler, klişe tabiriyle “biz göremesek de” insanlığın bekası için mucizevi etkiler yaratacak. Ya da yaratmayacak. David Sinclair ise tam bu noktada ayağa kalkıyor ve hepimizin görmesi muhtemel bir gelecekte bu mucizelerden birini gerçekleştirmekten bahsediyor. Time 100’de de adına rastlamış olabileceğiniz Profesör Sinclair ile yaşlanmanın aslında bir hastalık olduğunu ve bir hapla nasıl iyileştirilebileceğini konuştuk. Hayretle okuyunuz. röportaj serap gecü fotoğraf rick groleau
XOXO The Mag
Profesör Sinclair, her an insanlığın geleceğini etkileyecek büyük bir buluş yapabileceğiniz hissiyle yaşamak nasıl bir şey? Yüzlerce bilim insanıyla çalışıyorum ve onlar her hafta heyecan verici buluşlar yapıyorlar. Bunun için çok şanslıyım. Bu gezegende hepimizin çok kısa bir zamanı olduğunu düşünürsek, ben sadece insanlığın durumunu doğrudan etkileyecek gelişmeler doğurması muhtemel projelerde çalışmayı tercih ediyorum. Yaşlanma sürecini tersine çevirmek, yeni aşılar bulmak, kısırlığı engellemek ve genetik hastalıkları iyileştirmek beni esas ilgilendiren konular.
egzersizle aktive edebiliyoruz. Deney sonuçlarına göre, söz konusu genler aktifken, bir başka deyişle açıkken, fareler daha uzun ve sağlıklı yaşayabiliyorlar. Şu anda üzerinde çalıştığımız ilaçlarla da bu koruyucu genleri sürekli açık tutabilmeyi amaçlıyoruz. Yani bir anlamda bu ilaçların, diyet ve egzersizin olumlu etkilerini taklit edebilmesi için çalışıyoruz. Biz yaşlandıkça genlerimiz neden kapanıyor? Sirtuin’ler protein üretirler, bu proteinler işlevlerini gösterebilmek için NAD molekülüne ihtiyaç duyar ve ancak bu sayede vücudumuzu koruyabilir. NAD molekülünün seviyesi zamanla düştüğü için yaşlanmaya başlarız.
60 yaşında bir fareyi bir hafta içinde 20 yaşındaki haline döndürmeyi nasıl başardınız? Yaşlandıkça, bizim için hayati öneme sahip NAD molekülünün seviyelerinde %50’ye varan bir düşüş yaşanır. Farelere bir hafta boyunca NAD enjekte ederek, molekül seviyelerini yukarı çektik ve kas yaşlarının hızla geriye gittiğini keşfettik.
Peki bu moleküller neden azalıyor? Bunu henüz bilemiyoruz ama en azından artık süreci nasıl tersine işleteceğimizi biliyoruz.
Görünüşleri de değişti mi? E tabii esas amacımız, dış görünüş de dahil, yaşlanmanın her belirtisini veya etkisini tersine çevirebilmek. Şimdilik bir haftalık deneyle kas yaşındaki gerilemeyi elde edebildik, bundan sonra sırada daha uzun süreli deneyler var. Yeni deneylerimizde NAD sayısını artıracak bir molekülü suya ekleyip, bu karışımı farelere içireceğiz.
Yaşlanmaya çare bulmak insanlığı ölümsüzlüğe de götürür mü? Oraya er ya da geç varacağımızdan eminim ama şu anda attığımız adımlar, yürümeye yeni başlamış bir bebeğin adımlarına benziyor. Yani önümüzde en az 200 yıl daha var. Yaşlanma karşıtı önlemlere dair, popülerliğini asla yitirmeyen bir gündemden söz edebiliriz. Bu kadar popüler bir konuda araştırma yapmayı seçen bir bilim insanı olarak çevrenizden farklı tepkiler aldınız mı? Eskiden, bu konuyla ilgilenmek aptal işi gibi görünürdü. Çünkü yaşlanmak çözülmesi imkansız bir konu olarak düşünülüyordu. Bu yüzden pek çok bilim insanı ilk başlarda bu alanda çalışıyor olmaktan utanıyordu. Şahsen ben hiç utanç duymadım. Ve tabii yaklaşık 20 yıl önce, birçok farklı organizmada yaşlanmayı yavaşlatabilecek tekil genlerin keşfedilmesiyle bütün önyargılar yıkıldı, her şey kökten değişti.
Bu durumda, yaşlanmayı çaresi olan bir hastalık gibi görmeye başlayabilir miyiz? Evet, yaşlanma aslında bir nevi hastalıktır, ama hepimiz er ya da geç o hastalığa yakalanırız. Yaşlanmakla bir hastalığa yakalanmak arasındaki tek fark yaşlanma hali toplumun yarısından fazlasını halihazırda etkilemiştir, kalan kısmını da ileride bir şekilde etkileyecektir. Hastalık ise yaştan bağımsız olarak gelişebilir; mesela ortalama yaşam süresinin 200 yıl olduğu bir toplumda, herhangi biri henüz 80’indeyken güçten düşmüşse, muhtemelen nadir görülen, korkunç bir hastalığa yakalanmıştır.
Elde ettiğiniz bulgular arasında son zamanlarda sizi en çok ne heyecanlandırdı? Yaşlanmanın bir nedenini tam olarak tespit etmemizi sağlayacak yeni sonuçlar elde ettik. Üstelik tamamen ortadan kaldırılması mümkün bir nedenden söz ediyorum. Şimdilik daha fazla detay veremiyorum.
“Doktorunuzun size şeker hastalığı için bir hap verdiğini ve bu hapın aynı zamanda kalp hastalığını, Alzheimer’ı ve kanseri iyileştirdiğini, size canlılık kattığını düşünün. Böyle bir hapı farelerde test etmek kolay, şimdi esas mesele bunu insanlar üzerinde deneyebilmek.” Daha önce bahsettiğiniz bu deneyin sonuçlarını görebilmek için ne kadar beklememiz gerekecek? Söz konusu ilaçların insanlar üzerindeki klinik deneyleri halen sürüyor. Bugüne dek elde edilen sonuçlara göre moleküller güvenli görünüyor ve hatta deneyde kullandığımız haplarla belli bir enfeksiyon hastalığını tamamen ortadan kaldırma noktasında başarılı sonuçlar aldık. Eğer her şey yolunda giderse, hedeflediğimiz noktaya ulaşmaya tahmini 2-5 yılımız var.
İşinizin doğası gereği farklı bir gerçekliği yaşıyorsunuz. Bu sizi gündelik hayattan koparıyor mu? Tam tersine, ayaklarım yere çok sağlam basıyor. Kendimi yaşadığım dünyaya bağlı hissediyorum. Zira benim için neyin önemli olduğunu bana sürekli hatırlatan harika bir karım ve üç çocuğum var. Yaşınızdan bağımsız olarak soralım; zaman zaman kendinizi yaşlı hissettiğiniz oluyor mu? Bugüne dek kendimi hiç yaşlı hissetmedim. Hala 20 yaşında gibiyim, üstelik 25 yıl önceki halimden çok daha akıllıyım.
Fareler üzerinde yaptığınız deneylerde en dirençli hastalık hangisiydi? Katarakt.
Bu kadar genç hissetmenizi sağlayan ne? Hem fiziksel hem de zihinsel açıdan 20 yaşındaki David’den farksız olmam.
İnsanlar için hastalıksız bir hayatın mümkün olabileceğini genetikle ilgili sınırlı bilgisi olan birine nasıl anlatırsınız? Bizi hastalıklardan koruyan genlere sahibiz. Bilimsel çalışmalarımız Sirtuin adını verdiğimiz bu genler üzerine yoğunlaşıyor. Vücudumuzda bunlardan yedi tane var. Şimdilik, Sirtuin’leri sadece diyetle ve
Biraz da The Sinclair Lab’i ve ekibinizi konuşalım. Bilimle uğraşan insanların daha mutlu olduğu gibi bir genelleme 75
David Sinclair’in izniyle
yapılabilir mi? Ekibimde 30 tane genç bilim insanı var. Sürekli mutlu değiller tabii ama her zaman bir amaçları ve dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek gibi bir tutkuları var. Helen Keller’ın dediği gibi, “Gerçek mutluluk kişisel tatminle değil anlamlı bir amaca sadık kalmakla yakalanabilir.”
Şansınız olsaydı, ne kadar yaşayacağınızı bilmek ister miydiniz? Evet. Böylelikle daha dolu bir hayat yaşardım.
Günün kaç saatini laboratuarda geçiriyorsunuz? 8-6 arası çalışıyorum. Akşamları ailemle yemek yiyorum, dinleniyorum ve çocuklarımı yatırıyorum. Sonra 10 gibi birkaç saat daha çalışıyorum. Avustralya’da yaşadığımı düşünürseniz, biz çalışırken güneş hiçbir zaman batmıyor.
CERN’ün big-bang deneyiyle ilgili Stephen Hawking ve Neil de Grasse Tyson gibi siz de endişeli misiniz? Hayır, değilim. Bu konuda çok fazla şey okudum ve ortada herhangi bir risk olmadığını düşünüyorum.
Bunca deneyle uğraşırken umutsuzluğa kapıldığınız zamanlar da olmuştur herhalde. Dünyanın en büyük farmakoloji şirketi bir makale yayınlayıp, elde ettiğim bulguların yanlış olduğunu ve bu araştırmalara harcadığımız 1 milyar doların boşa gittiğini iddia etmişti. Bu açıklamadan sonra, yataktan çıkmak ve insanlığa yardım falan etmek istemediğim günler yaşadım. Ama ekibim o kadar harikaydı ki, onlarla beraber inandığımız doğrular için çalışmaya devam ettik. Ve nihayet üç yıl sonra, başından beri haklı olduğumuzu ispatladık. Çocuklarınıza yaşlanmayı ve ölümü nasıl anlatıyorsunuz? Onlara kısa hayatlarını en iyi şekilde değerlendirmelerini söylüyorum. Anı yaşamalarını ve günün tadını çıkarmalarını salık veriyorum. Evdeki mottomuz bu.
İnançlı biri misiniz? Evet, ama geleneksel anlamda bir dine bağlı değilim.
Hawking demişken, ileride sizin de hayatınızı anlatan bir film yapılır mı? Sydney banliyölerinde yaşadığım zamanlarda umduğumdan ve hayal ettiğimden çok daha heyecanlı bir hayat yaşayabildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum. Bugüne dek eğlenceli bir hayat hikayem oldu. Herkes tarafından bilinmeyen pek çok şaşırtıcı olay yaşadım. Ve tabii hikaye hala devam ediyor... O zaman bu hikaye nasıl bir adı hak ediyor? Carpe Diem. Gelecek kuşakların sizi nasıl hatırlamasını istersiniz? Dünyayı değiştiremeyeceğine inanan, bu konuda umutsuzluğa kapılan çocuklar için bir rol model olmak isterim. Söylüyorum; hiçbir şey imkansız değil.
XOXO The Mag
Bu bir ilandır.
CO özkan önal utku palamutçu, hande çelikkaya
DUYGU AKDENİZ Stilimi sadece üzerime geçirdiğim kıyafetlerle anlatmam eksik kalır; giymek istediğimiz, içinde iyi hissedebildiğimiz şeyler stilimizi tamamlar. Ama, galiba, ben rock chic ve eklektik tanımlamalarını kendime daha çok yakıştırıyorum. Zaman zaman değişse de, net hatları olan bir elbise, basic tişörtler, etnik takılar, deri pantolonlar ve tabii rahat sneaker’lar benim favori parçalarımı oluşturuyor. Sonuçta dışarı çıkmam için sadece üzerime iyi kıyafetler geçirmem yetmez, kendimi iyi de hissetmeliyim.
NİYAZİ ERDOĞAN Kişiliğimi yansıttığına inandığım için, sıradan bir günde üzerimde basic bir gömlek, sweatshirt ve skinny bir kanvas pantolon görebilirsiniz, ayağımda da sneaker’larım olur. Bu parçalarla hem kendimi iyi hissediyorum hem de 15 dakika içinde günlük hayatıma başlayabiliyorum. Bu halde, stilimi sadelikten yana diyerek tanımlayabilirim, aynen tasarımlarım gibi, sade, derli toplu ve detaylarda güçlü. Kendimi olduğum gibi ifade edebilen biri olduğumu düşünüyorum, ki bu da zaten kişinin kendine has bir stili olmasıyla ilintili.
BİLAL MERT İş hayatım oldukça yoğun ve koşuşturma hiç eksik olmuyor, bu nedenle rahat parçalar giymek benim için önemli. Stil sahibi olmak gibi bir kaygım yok, aksine canımın istediklerini giymek beni daha iyi gösteriyor. Aynaya baktığımda sadece saçlarımı düzeltiyorum ve detaylara takılmıyorum. Bu yüzden klasik ve basic parçalar benim vazgeçilmezim. İyi sneaker’larla kombinlenmiş, siyah bir sweatshirt, slim bir denim pantolon ve beyaz bir tişört iyi görünmek için ideal. Renkli bir iş hayatında bu kadar sade kalabilmeyi başarmak bence kişiliğimi de yansıtıyor.
SALİH TOPÇUOĞLU Stil sahibi olmak bence günümüzde yanlış algılanıyor ve insanların fiziksel özellikleriyle yorumlanıyor. Ama ben bunun kıyafetten de öte, yaşam tarzıyla yorumlanması gerektiğine inanan azınlıktanım. Bu yüzden günlük hayatımda elime geçenler genelde şık, renkli ve birbiri içinde uyum yakalayan şeyler oluyor. Tabii bu uyuma sneaker’larımı da dahil ediyorum. Moda dünyasının beni sürüklediği ölçüde rahat, sade ve enerjik bir stilim var. Giydiğim parçalara tek tek odaklanmak yerine, aynaya baktığımda kendimi nasıl gördüğüme dikkat ediyorum. Bu noktada beni tek rahatsız eden şey genelde saçlarım oluyor.
NİLÜFER YILDIRIM Yalın, zamansız, şık ve rahat bir stilim var. Kalın kıyafetler giymeyi sevmiyorum, basic ürünler favori parçalarım arasında yer alıyor. Aynaya baktığımda, içimden “umarım üşümem” diye geçirdiğim çok oluyor. Kıyafet seçimlerimde dikkat ettiğim şey rahat olmak. Zaten bir insanın stil sahibi olması, yaratıcı ve özgün olması demek. İnsanların sadece giyimiyle değil yaşam tarzıyla da bir alt metin taşıması önemli. Günlük hayatıma şık parçalar entegre etmeyi seviyorum; klasik kesim, kısa paça kumaş pantolonlar, rahat bir ceket ve sneaker’lar beni yansıtıyor. Düzenli bir dolabım ve her sene sadeleştirdiğim kıyafetlerimle, yeni güne hazırlanmak benim için kolay bir rutin.
FILE
SOME WOMEN OF HORSE RIDING merve yeşilçimen özkan önal
Ayşe Danişmend İyi bir antrenörü nasıl tanımlarsın? Sporcunun hedefine yönelik eğitim veren, doğru iletişim ve motivasyonu sağlayabilen kişidir. Özellikle motivasyon ve yaklaşım, hem sporcu hem de at için çok önemli. Zira atlar aldıkları kadar veren hayvanlar; pozitif yaklaşım ve ödüllendirme sistemi uygulandığı takdirde kolay yönlendirilirler. Pony Club’ın yönetim sorumluluğunu üstlenmen nasıl gerçekleşti? İstanbul Atlı Spor Kulübü 2000 yılında tesis olarak yenilenme sürecine girmişti. Uzun süren inşaatlar ve yapılanmaların ardından, tesiste bir de Pony Club olmasına karar verildi. Benim de tam bu zamanlarda, üniversite bittikten sonra İngiltere’de katıldığım binicilik eğitmenliği programım sona ermişti. Dönemin yönetim kurulu üyeleri bu yapılanma için beni görevlendirmeyi uygun gördüler, ki zaten hepsi beni çocukluğumdan beri tanıyorlardı. Buranın, en istikrarlı Pony Kulübü olduğunu gururla söylemeliyim. Açıldığı yıldan beri de aynı şekilde devam ediyor. Atlarla ilk ne zaman ve nerede yolun kesişti? Çocukken oyunlarımda ve hayallerimde her daim hayvanlar olurdu, onlarla hayali bir dünya yaratmıştım. Henüz 7-8 yaşlarındayken babam beni Galatasaray Binicilik Kulübü’ne götürmüştü ama başlamak için o dönemde küçük sayılıyordum, ki şu anda 3-4 yaşındaki çocuklar pony eğitimi alabiliyorlar. 10 yaşıma gelince de benim için binicilik serüveni başlamış oldu ve o günlerden beri atlardan kopamadım.
Atların eğitim amaçlı kullanımı için ideal bir yaş aralığı var mı? Sportif hayatlarının en verimli dönemi 7-14 yaş aralığıdır. Lakin 14-18 yaş aralığında sundukları servisi en iyi şekilde yerine getirseler de fiziksel açıdan daha dikkat edilmesi gereken bir döneme girerler. Zaten atların ortalama 20-25 yaşına kadar yaşadığını düşünecek olursak 18 yaş ve üstündeki bir at, yaşlı grubuna girer. Ancak atlarda yaş bir kıstas olarak görülmemeli, çünkü günlük alışkanlıklarına çok bağlı hayvanlar oldukları için, yaşları ne olursa olsun, rutinlerine sabit kalınırsa o kadar huzurlu olurlar ve verimli bir eğitim sağlanabilir. Ürkek ve itaat etmeyen bir at için neler yapılabilir? Ürkme ve itaat etmeme sebebini bulmakta fayda var, bu problemlerin özünde yatan nedenler çözüm üretmek için önemli ipuçlarıdır. Böyle bir atı kazanmak için ödüllendirme yöntemi uygulanabilir. Atın kalıtımsal bir problemi olmadığı sürece, bu yaklaşıma mutlaka olumlu cevap verir. Kulüplere at almanın süreci nasıl? Yurtiçinde ve yurtdışında ne gibi kurallar ve kriterler mevcut? Her kulüpte farklı bir sistem olabilir ama genel olarak kulüpler hedeflerine yönelik at alımı gerçekleştirirler. Sportif hedefleri olanlar yarışmacı atları tercih ederken, engellilere hizmet veren kulüpler sakin ve yaşlı atları alır, sadece temel biniş eğitimi veren kulüp ise dinamik ama öğretmen at arayışı içinde olur. At alımı, kulüp bazında değil daha çok şahıs bazında yapılır. Dolayısıyla en yaygın yaklaşım, binicinin biniş seviyesi, çalıştığı binicilik disiplini ve koyduğu hedeflere bağlantılı olarak at alımı yapılmasıdır.
XOXO The Mag
FILE
Esra Nil Gorbon Senin hikayen ne? Biniciliğe ilk olarak 1997 senesinde, babamın yönlendirmesiyle başladım, üç sene sonra da resmi müsabakalara katılacak seviyeye geldim. Levin Okçuoğlu, Avni Atabek, Serra Sengel ve Selmin Aslan gibi Türkiye’nin en iyi antrenörleriyle çalışma şansına sahip oldum. Bu eğitimler bana 2000’de Fazan isimli atım ile İstanbul 2.’liği ve Türkiye 3.’lüğü, Janico ile 2005’te Balkan Şampiyonası’nda bayanlar takım 2.’liğini, 2006’da da Genç Yetişkinler Türkiye 2.’liğini getirdi. Kısacası, katıldığım yarışlarda gurur verici ve unutulmayacak anlar yaşadım. Müsabakalara nasıl hazırlanılmalı? Fiziksel hazırlık kadar zihinsel hazırlığın da önemi var. Hazırlık aşamasında atla bir bütün olmaya odaklanmak, rahat ve zinde hissedilmesini sağlar. Müsabaka öncesi eşyaların hazırlanması, seyahati, yerleştirilmesi ile şahsen ilgilenmek konsantre olmayı kolaylaştırır. Aynı zamanda müsabaka sabahı bakımının yapılması atla aranızdaki bağı arttırarak, heyecanınızı azaltır. Doğru beslenme ve uyku düzeni de diğer her sporda olduğu gibi binicilikte de önemlidir. Nasıl bir rutinin var? Koç Üniversitesi’nde okurken Sabancı Uluslararası Binicilik Merkezi’nde ata biniyordum, burada yarı zamanlı olarak pony antrenörlüğüne başladım. Üniversite boyunca devam ederim diye düşünürken, mezun olduğumda bu işim haline geldi. Şimdi Sipahi Ocağı Ponyville’in direktörlüğünü ve baş antrenörlüğünü yapıyorum. 4-14 yaş grubu öğrencilerimizle her seviye binicilik dersleri yapıyoruz. Aynı zamanda lisans alıp yarışmalarda ve şampiyonalarda çok iyi dereceler elde eden bir müsabaka ekibimiz var. Haftanın altı günü çalışıyoruz; hafta içi okul sonrası ve hafta sonları en yoğun
olduğumuz zamanlar. Atına sadık mısın yoksa başka hayvan dostların da var mı? Eğitmen olduğum için pony’lerim var ancak gününü benimle kulüpte geçirmeye bayılan, 13 yaşında Loli isimli siyah bir labdradorum da var. Onun dışında zaman zaman barınaktan veya ormandan kurtardığım arkadaşlarımın da desteği ile tedavi ettirip yuva bulmalarına yardım ettiğim köpekler ve kediler oluyor Atlara dokunmak sana nasıl bir enerji veriyor? O kadar zarif ve asiller ki… Onlara dokunmak müthiş bir his. Kocaman bedenlerine rağmen, çok ilgi ve sevgi düşkünü varlıklar. Sevmek için yanlarına gidip gözlerinin içine baktığımda huzur buluyorum. İlk başladığım gün, hayatımda at olmadan yaşayamayacağıma karar verdim. Keyfimin olmadığı bir anda bile ahırın kapısından girip talaş kokusu ile atlara yakınlaşmak, ve ata binmek bütün kötü enerjimi alıyor. Atları ne sıklıkta antrenmana çıkartıyorsunuz? Binicilik kulüpleri haftanın altı günü açık, ve atların her gün antrenmana çıkmaları gerekiyor. Atların karakterlerine ve kondisyon seviyelerine göre program yapıyoruz. Bu bazı günler hafif, bazı günler düz biniş, bazı günler ise atlama çalışması oluyor ve bunlar atları müsabaka takvimine adapte edecek şekilde ayarlanıyor. Her at birbirinden farklı olduğu gibi günlük ruh halleri de değişebiliyor. Uyguladığın bir beslenme programı var mı? Kaliteli bir sabah kahvaltısı benim için çok önemli. Biniş saatinden en az bir saat önce öğle yemeği bitmiş olmalı, gün içerisindeki programa göre ara öğünler de tercih edilebilir.
XOXO The Mag
MACERA ARAMAYIN. BULDUNUZ. YENİ DISCOVERY SPORT.
Maceranın yeni adı Discovery Sport Borusan Otomotiv Yetkili Satıcıları’nda.
www.landrover.com.tr / 0850 252 30 30 Borusan Otomotiv tarafından ithal edilen Land Rover’lara 3 yıl ya da 100.000 km (hangisi önce dolarsa) olmak üzere özel garanti verilmektedir. Bu özel garanti, yasal garantiyi aşan süre ve km bakımından bedelsiz onarım için olup, yasal mevzuatın garanti 87 içinde tüketicilere tanıdığı diğer seçimlik hakların doğumuna neden olmaz.
FILE
Yelda Erkal Topbaş Atlara dokunmak nasıl bir his? Sıcacıklar, onlara dokunmanın sakinleştirici bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Bu asil hayvanlarla çalışmak beni çok mutlu ediyor. Biraz geriye gidelim, atlarla hikayen nasıl başladı? Dedem subaylığını at üzerinde geçirmiş ve atları çok seven bir insandı, onun anlattığı hikayeler zihnimde yer etmişti. Çocukken nerede at görsem, binmek isterdim. Fakat temel binicilik eğitimi almaya ilk olarak 12 yaşında, İsmail Samsa ile başladım. Daha sonra Levin Okçuoğlu’ndan eğitim aldım. Haftanın altı günü, günde ortalama dört-beş ata binerdim ve engel atlama yarışmalarına katılmaya bu süreçte başladım. Antrenörlük süreci nasıl gelişti? Antrenörlüğe, üniversiteye girdiğim yıl, Türkiye Binicilik Federasyonu 1. Kademe Antrenörlük Belgesi alıp, yarı zamanlı eğitmenlik yaparak başladım. 2007’de uluslararası geçerliliği olan FEI Level 1 Antrenörlük Belgesi de aldım. Ardından bir dönem Sipahi Ocağı’nda çalıştıktan sonra, 2008’in Şubat ayında İstanbul Atlı Spor Kulübü Pony Club’da antrenörlük yapmaya başladım. Ve halen burada devam ediyorum. Pony antrenörlüğünü farklı kılan unsurlar neler? Öncelikle çocuklara binicilik sporunu sevdirmeyi amaçlıyoruz. Eğitimi çocuklarla yapıyor olmanın bazı öncelikleri oluyor; ata binmeye sadece antrenör olarak yaklaşmak yeterli değil, yeri geldiğinde animatör gibi davranıyoruz, çeşitli oyunlarla eğitimi eğlenceli hale getirmeye çalışıyoruz. Aynı zamanda pony’lerle geçirdikleri süre boyunca onlara
bir abla veya abi gibi ilgi ve şefkatle yaklaşmak gerekiyor. Daha özverili ve sabırlı olmak, beden sağlığı hakkında bilgi sahibi olmak ve eğitimde güvenlik önemlerini almak da çok önemli. Zira bu sadece binicilik eğitimi için geçerli değil, her alanda çocuğun ilk öğretmeni çok önemlidir. İyi bir pony antrenörü çocuğa hayat boyu bir hobi, ve hatta kupalarla dolu bir binicilik yaşamı kazandırabilir. Ata binen bir çocuğun dünyası, akranlarınınkinden farklı mıdır? Ata binen çocuklar öncelikle hayvan sevgisini kazanırlar, ki bu gelişimleri için çok önemli. Derslerde, belirli bir seviyeye gelmiş çocuklara pony’leri emanet ederim ki sorumluluğu öğrensinler. Atın bakımını yaparlar; ders sonrası ayaklarını yıkayıp onları tımar ederler ve bunların hepsi çocukların sorumluluk bilinçlerinin gelişmesini sağlar. Sevimli görünmelerine rağmen bazen inatçı pony’lere istediklerini yaptırmak için kararlı olmaları gerekir. Bu da çocukların fiziksel ve ruhsal açıdan güçlü ve istikrarlı olmasını sağlıyor. Ve belki de en önemlisi, ata binmek bir çocuğu hayata hazırlar, zira her düştüğünüzde yeniden kalkmayı ve vazgeçmemeyi öğreniyoruz. Atlarla çalışmaya başladığından beri kendinde gözlemlediğin değişimler neler? Fiziksel olarak daha formda ve güçlü hissediyorum. Küçük yaşlarda başlamamın bana disiplinli ve zinde bir yaşam kazandırdığını söyleyebilirim. Sana ilham veren bir kadın binici var mı? Melahat Aksel’i dinleyerek büyümüşken, ondan ilham almamak elde değil.
XOXO The Mag
DIESEL.COM/WATCHES
#DIESELWATCH Saat&Saat Diesel saatlerinin ve takılarının Türkiye’deki tek yetkili distribütörüdür.
FILE
Tanla Özuzun Aklındaki ilk at imgelemini hatırlıyor musun? Beş yaşındaydım ve anneme, ’’Kumlarda dörtnala koşan bir atın, rüzgarda dalgalanan yeleleri kadar güzel bir şey var mıdır?’’ diye sordum. İnanarak, hissederek ve ilk defa bir şeyi bu kadar çok sevmenin nasıl bir his olduğunu bilerek. Tam olarak o andaydım ve rüzgarda koşan bir at dışında başka hiçbir şeyi bu kadar sevmiyordum. Bu sahneyi nasıl akıl ettim, nerede gördüm, niye en güzel şeyin bu olduğuna karar verdim, bilemiyorum. Çocukluğuma dair hatırladığım en belirgin anılarımdan biri budur. Sanırım atlarla kesişme anım tam bu soruyla başladı. Kim bilir, belki de daha önce... At almaya nasıl karar verdin? Sadece bana ait bir atımın olmasını, onunla duygusal bir bağ kurabilmeyi istedim. Mont Pellier isminde kır, uzun, ince bir at tercih ettim. Kendisine kısaca Monti diyoruz. Onunla üç senedir beraberiz. Birlikte çok güzel günler yaşadık, birincilikler aldık ve sonra zor bir dönemden geçtik. Ayağındaki bir sakatlıktan dolayı yaklaşık bir yıl boyunca tedavi gördü, ve bu dönemde müsabakalara ara verdik. Neyse ki şimdi çok iyi, bu aralar onunla sık sık Horsemanship egzersizleri yapıyoruz. Monti’yle aranızda nasıl bir diyalog var? Kulağına fısıldadığın oluyor mu? Atlarla biniciler arasındaki ilişki yavaş yavaş şekil alan ve gelişen türden. Zaman, sabır, anlayış, özveri ve adanmışlık istiyor, hiç kolay değil. İnsan ilişkilerinde bile birbirimizi anlamakta zorluk çekiyoruz. Bu arada at diğer tüm hayvanlardan farklı. Köpek gibi değil, atı anlamak zor. Çünkü bir at hep anı yaşar, onun için geçmiş ve gelecek yoktur, sadece şimdi vardır. At der ki: “Bu ilişkiye başlamadan önce bana söz ver ki, beraber geçireceğimiz her anı birbirimize adayalım.” At, karşısındakine her şeyini, dikkatini, zamanını ve benliğini vermeye hazır. “Sadece benimle ol.” diyor, “Beraberken yapman ve düşünmen gereken her şeyi bir kenara bırak ve sadece benimle ol.”
1000 Atlı platformu nasıl ortaya çıktı? Burası arkadaşım ve ortağım Hayat İşletme ile kurduğumuz bir at binicilik portalı. Yola çıkış noktamız, insanlara “At nerde binilir?” sorusunun cevabını verebilmekti. Türkiye’de kimsenin tahmin edemeyeceği kadar çok sayıda ve güzel at çiftliği var. Binicilik, önyargıların tersine makul bir bütçeyle, severek yapılabilecek bir spor. Ve bunun için de imkan ve mekan çok. Atların dünyasını en iyi işleyen kitap hangisi sence? Allan Hamilton’ın Zen Mind Zen Horse kitabı. İçindeki çizimler muhteşem ve atların dünyasını anlatırken aslında kendi farkındalığını keşfetmeni sağlayan bir kitap, hep elimin altında tutarım. Linda Kohanov’un The Tao of Equus, Buck Brannaman’nın The Faraway Horses, Tom Dorrance’in True Unity isimli kitapları kesinlikle çok güzel. At çevresine karşı hassas bir canlı. Dış etmenlerden ötürü başına talihsiz bir olay geldi mi? Atımın olmadığı dönemde, bir gün kır bir ata biniyordum, hava karlı ve soğuktu. Atlar soğuk havalarda daha hassas olurlar. Dışarıda açık manejde biniyorduk. At engelden sonra doğruca hızını alamayıp koşarak, beni manej çitlerinin üzerine doğru savurmuştu. Neyse ki sadece çitler kırıldı. Ancak Montanalı kovboylardan öğrendiğim, atların avlanılan hayvanlar olduğu ve avlanılan hayvanların da kendilerini koruma içgüdülerinden dolayı farkındalıklarının çok yüksek olduğu. Acele ve panik dolu davranışlar kaçma hissiyatı yarattığı için onlarda korkuyu çağrıştırıyor. Atlar huzurlu ortamlara ihtiyaç duyuyorlar. Dolayısıyla ehlileştirilmiş ve eğitilmiş hiçbir atın dış etkenlerden korkmaması gerekiyor. Bu nedenle genç bir atın eğitim sürecinde en önemli unsur, ona güvende olduğunu göstermektir. Bu da farklı egzersizlerle yapılır ve eğitim sürecinin sonunda, atlar seslere, ani hareketlere ve tam arkalarında ve önlerinde bulunan ama göz yapılarından dolayı görmedikleri kör noktalarda beliren cisimlere karşı beklenmedik bir tepki vermezler.
XOXO The Mag
FILE
Azade Apa Bir atla liderlik ve dostluk ilişkisini eş zamanlı yürütmek zor olmalı. Arada nasıl bir denge var? Atlarla bu ilişkiyi yürütmek, iş dünyasındaki ilişkilere kıyasla daha kolay. Zira atlar doğaları gereği sürü halinde gezmeye, takip etmeye ve yönlendirilmeye meyilliler. Binici olarak siz onun sürü başı haline geliyorsunuz ve o sizi takip etmek istiyor. Ancak yönlendirirken, zorlamaktan bahsetmiyorum. Onun psikolojisini anlamak ve onunla doğru iletişimi kurmak gerekiyor. Emretmek yerine istemeyi bilen bir dost olup, aynı zamanda atın, sürüsünde aradığı lider olma görevinizi de unutmamanız gerekiyor. İstanbul’da ata binmek için nereleri tercih ediyorsun? Burada Avrupa standartlarının dahi üzerinde kulüplerimiz var. Ben lisansımı İstanbul Atlıspor Kulübü’nden aldım. En merkezi kulüplerden biri olmasının yanı sıra müsabakalara hazırlandığım dönemde bana her türlü imkanı sağladığı için de bendeki yeri ayrıdır; fakat artık Kemer Country’ye gidiyorum. Ormanlık alanda ata binmek çok keyifli ve huzur verici. Atlarla çalışmaya başladığından beri gözlemlediğin fiziksel ve ruhsal değişimler neler? Üniversiteye başladığım dönemde derslerime ağırlık vermek istediğim için ata binmeyi bırakmayı düşünüyordum. Bir de tam o sıralarda, yarışmalara girdiğim atım öldü ve bu durum bırakma kararını vermemi hızlandırdı. Mezun olduktan sonra dört sene avukat olarak çalıştım ama bu süreç beni fiziksel ve psikolojik olarak olumsuz etkiledi. Kilo aldım, stres nedeniyle baş ağrılarım arttı ve nihayet kariyer rotamı tekrar değiştirmeye karar verdim. Ani kararlar almayı seven bir insan olarak, bir ay içinde işimi bıraktım ve kendime yeni bir at almaya karar verdim. Bu karardan sonra çevremdeki insanlar da bendeki değişimi fark etti ve ne kadar iyi ve mutlu göründüğüme dair yorumlar almaya başladım. Yorumlar bir yana, artık her aynaya baktığımda kendimi daha iyi hissediyorum. Dahası, kilo verdim ve belimdeki kaslar kuvvetlendiği
için sakatlık geçirmiş olmama rağmen cerrahi bir operasyona ihtiyacım kalmadı. Psikolojik olarak da artık çok daha pozitif, sabırlı ve gerçekten huzurlu bir insanım. Atlarla yolun nerede ve ne zaman kesişti? Atın üzerindeki ilk fotoğrafımı, iki yaşında, babamın kucağındayken çekildik. Lakin asıl hikaye sekiz yaşında başladı. O dönemlerden nedense atlardan korkar olmuştum. Babam ata binmekten korktuğumu görünce, bana Büyükada’dan gelen küçücük, beyaz bir pony hediye etti. Bu korkumu onun sayesinde yendim ve atların dünyasına girmiş oldum. Dönüp baktığımda iyi ki beni teşvik etmiş diyorum, o olmasaydı devam etmeyebilirdim ve böyle bir sevgiden mahrum kalabilirdim. Küçük yaşta onunla birlikte bu bağın bir parçası olduğum için şanslıyım. Şimdiye kadar atları konu alan en iyi film hangisi sence? Bana göre Pierre Durand ve atı Jappeloup’un hikayesini işleyen Jappeloup. Ata binen ve binmeyi öğrenmek isteyen herkesin izlemesini tavsiye ederim. Beni en çok etkileyen kısmı, öncelikle bunun bir avukatın hikayesi olması; tıpkı benim gibi, hikayedeki avukat da bir gün işini bırakıp atların dünyasına geri dönüyor. Bir de atla kurduğunuz o kuvvetli bağın ve gerçek dostluğun karşılığında atın sizin için her şeyi yapabileceğini gösteren bir film bu. Şu ana kadar izlediğim en romantik film olduğunu da eklemeliyim. Atların algıları çok açık ve refleksleri de çok hızlı. Atını kontrol etmekte güçlük çektiğin anlarda onu sakinleştirmek için ne yapıyorsun? At öyle bir canlı ki tüm hisleriniz ona anında geçiyor. Bu nedenle atımı kontrol etmek istiyorsam önce kendimi kontrol altına alıyorum. Atın üzerinde ne kadar sakin olursanız, at da aynı ölçüde sakinleşir. Onu kontrol etmekte zorlandığım anlarda sesimi kullanıyorum. Şarkı söylemek, onunla konuşmak, ıslık çalmak gibi yöntemlerle onu yönlendirmeye çalışıyorum.
XOXO The Mag
KIDS
Büyüklerle küçüklerin ortaklaşa sanat okuma deneyimi; resimli çocuk kitapları... Ve kıyıya vuran balinaların küvette yaşatılabildiği, boynu düğümlenen zürafaların kendine güven sorunu yaşadığı sayısız hikayenin arkasında, bir çocuğun karşısına geçmeden önce kendi çizdikleri resimlere inanmaları gereken boyalı parmaklı kahramanlar; çocuk kitabı çizerleri... Bu ikinciler dünyanın en eğlenceli mesleğine sahip olduklarını düşünürler. Yetişkin ile çocuğun, hayvan ile insanın arasındaki çizgilerin silikleştiği sayfaları kendi çizgi ve renkleriyle yeniden yaratırlar. Onların elinde ifade bulup canlanan komik yaratıklar aracılığıyla insanın hem hayatla, hem sanatla ilk tanışması gerçekleşir. Bu ciddi görevi ciddiyetten uzaklaştırmaksa en zor görevleridir. Farklı ülkelerden, her biri kendine özgü tarzını yaratmış yetenekli çizerleri bu ay XOXO Kids’e konuk ettik ve bu garip kitaplara bir de onların gözünden baktık. hazırlayan ceren palaz karaca
CHRISTOPHER DENISE Çocuklarla aran iyi midir? Evet, bende de birkaç tane var, sahiden de şahane varlıklar. Özellikle iş sanata geldiğinde çok korkusuz ve spontan olabiliyorlar. Hiçbir şeyden utanmıyorlar ve kendilerini tamamen olayların akışına kaptırıyorlar. Buna bayılıyorum. Aslına bakarsanız bu inanılmaz yaratıkların anlayışları ve zekalarının derinliği yeterince anlaşılmıyor. Ayrıca çocukların çok iyi birer eleştirmen olduklarını düşünüyorum. Yaptığınız işin kalitesini onların tepkileriyle ölçebiliyorsunuz. Çizmekten en çok hoşlandığın hayvan hangisi? Ayı çizmeyi gerçekten seviyorum. Fare çizmek de eğlenceli oluyor. Son kitaplarımdan birinde bir tarla faresiyle çok eğlendim, küçük ve inatçı bir canavardı. Bir de su samuru çizmeyi seviyorum. İnsan kılıklı bir hayvanı bu kadar büyüleyici yapan nedir sence? Sadece şirin olması mı? Hayvan, hem çocukların hem de yetişkin okuyucunun temsilcisi görevini üstleniyor. Çocuk hayvana baktığı zaman fiziksel özellikleri sebebiyle kafası karışmıyor. Eğer küçük beyaz bir oğlan çizersem bazı çocuklar kendilerini onunla özdeşleştirebilir, fakat bazıları da kendilerini dışlanmış hissedebilir. Ama eğer bir hayvan karakteri yaratırsanız, tüm okuyucular kendini onun yerine koyabilirler. Çalışmalarının sakinleştirici ve keyif verici bir etkisi var. Peki yaratıcıları olarak bir çizim bittiğinde sen ne hissediyorsun? İlk hissettiğim şey bir rahatlama oluyor. Önümdeki parçanın doğru olduğunu hissediyorsam -mükemmel olmak zorunda değil- o zaman tatmin oluyorum. En önemlisi de görselin yazıya hizmet etmesi ve hikayeyi anlatması. Bu tamamsa görevimi başarıyla yerine getirmişimdir ve içim rahat bir şekilde şarabımı alıp sahildeki yürüyüşüme çıkabilirim. XOXO The Mag
BENJI DAVIES Animasyon okuduktan sonra çocuk kitabı illüstrasyonları yapmaya nasıl başladın? Oldum olası çocuk kitaplarını ve kitaplarda yer alan çizimleri sevmişimdir. Küçüklüğümde bile bu işle uğraşmak istiyordum. Yaşım ilerledikçe, özellikle plastisinle yapılan model animasyonları ilgimi çekmeye başladı. Üniversitede de animasyon eğitimi almaya karar verdim, çünkü çizimin genel prensiplerini zaten anladığımı, animasyonun beni daha çok geliştireceğini düşündüm. Mezun olduktan sonra iki konu üzerine de çalışmaya başladım. Animasyon endüstrisinde ancak reklamlar için çalışırsam para kazanabiliyordum. Bu durum da beni hayal kırıklığına uğrattı. 2012’de yazıp resimlediğim Storm Whale’den komisyon alınca çocuk kitaplarıyla yoluma devam etmeye karar verdim. O günden beri de her şey harika gidiyor. Bir hikayeyi resimlemeye nasıl karar veriyorsun? Karar mekanizmamı doğrudan etkileyen birkaç faktör oluyor. Mesela, dönemsel yoğunluklar bu faktörlerden biri ama bazen öyle karşı koyulmaz ve çekici bir proje teklifiyle karşılaşıyorum ki reddedemiyorum. Renklerle nasıl bir ilişkin var? Çocukların, özellikle de küçük çocukların, siyah beyazda bulamadıkları etkiyi ve ilhamı, renklerde bulduklarına inanıyorum. Özellikle anlaşılmasını istediğim noktaları renklerle ifade ediyorum. Ayrıca, renkler aracılığıyla hikayenin atmosferini ve hissiyatını daha net bir şekilde aktarabiliyorum. Çocuklarla aynı dili konuşmayı nasıl başarıyorsun? Kendi çocukluğumdan aklımda kalanlar bana hep yol gösteriyor. Mesela üç yaşındaki bir çocuk ne görmek ister diye kafa yormama gerek kalmıyor çünkü kendi hatıralarım o kadar canlı ki işlerimdeki görselliğin ve hikaye anlatımının nasıl olması gerektiğini berrak bir şekilde hissedebiliyorum. Elimdeki metni okurken bir tür zaman yolculuğuna çıkıyorum.
LENA SJÖBERG Bir kitaba başladığında önce kelimeler mi aklında canlanıyor, yoksa resimler mi? Önce kelimeler beliriyor, resimler de onları takip ediyor. Bu resimler capcanlı ya da biraz bulanık olabiliyor, bazense gözümde sadece bir renk skalası canlanıyor. Sürecin en başından itibaren kitabın şeklini ve biçimini düşünmeye başlıyorum. Çizimlerinde pek çok ayrıntı gizli, mesela örümcek adam çizgi romanı okuyan bir yavru örümcekle karşılaşıyoruz. Çocukların fark etmediklerini büyükler fark ediyor olmalı... Öyle olduğunu umuyorum. Kendi oğullarımla yaşadıklarımdan da biliyorum ki, herkes aynı çizimde farklı şeyler görebiliyor. Bazen defalarca okuduğunuz bir kitapta hiç fark etmediğiniz bir ayrıntıyı çocuğunuz size gösteriyor, bazen de tam tersi oluyor. İşlerini öne çıkaran en büyük özelliklerden biri de kullandığın geleneksel halk motifleri... Halk sanatından çok ilham alıyorum. Eski el işleri ve dekoratif sanat koleksiyonlarını yakından görebileceğim sergileri kaçırmamaya özen gösteriyorum. Kırsal bir bölgede yaşadığım için, mevsimlerin değişimini ve bitkilerin nasıl büyüdüğünü rahatça gözlemleyebiliyorum. Bir kitap üzerinde çalışırken de tüm boşlukları desenler, süsler ve silüetlerle doldurasım geliyor. İsveç ve hatta tüm İskandinav ülkeleri yetenekli çocuk kitabı çizerleriyle ünlü. Bunu neye bağlıyorsun? Sanırım bu, söz konusu kültürlerde çocuk kitaplarının geleneksel olarak yalnızca şirin hikayeler anlatmamasından kaynaklanıyor. Kendi çocukluğuma baktığımda, ölüm, boşanma, politika ve çocuklarından saklanan yorgun anneler gibi konularla ilgili kitaplar hatırlıyorum. Bu tür hikayelerde de çizere çok iş düşüyor. Ve tabii ki İskandinav ülkelerinin sağladığı olanaklar sayesinde, hayatta kalmak dışındaki konulara da kafa yorma imkanına sahip oluyorsunuz. 95
KIDS
MARK A. CHAMBERS Ebeveynler işinle ilgili sık sık görüş bildiriyorlardır şüphesiz. Peki ya çocuklar, hiç onlardan geri dönüş alıyor musun? Evet, yıllardır çocuklarla da iletişim içindeyim. Daha geçen gün Twitter hesabıma kitabımdaki bir karakterin şeklinde krepler hazırlayan küçük bir kızın fotoğrafı yollandı. 2013’te, Sheffield Picture Book Ödülü’nü kazandığımda program bittikten sonra bir sürü çocuk, kitaplarım hakkında konuşmak için yanıma gelmişti. Yarattığım karakterleri sevdiklerini görmek harika bir şey. Yeni fikirler bulmak için belli yöntemlerin var mı? Hayat insanın üzerine fikirler fırlatıp duruyor ve insanları gözlemlemek de yaratıcı bir aklı besleyebiliyor. Geçenlerde postanede sıra bekliyordum ve önümdeki adamın tekerlekli sandalyesinin kenarlarında alevli yapıştırmalar, lambalarının üstünde de kocaman plastik kirpikler olduğunu gördüm. Eminim oradan bir resimli kitap çıkar. Çizimlerin son derece profesyonel ve rafine ama bir yandan da bir çocuğun elinden çıkmış gibi duruyorlar. Bu meslekte çizerin beyninin genç olması şart. Korsanlar, canavarlar ve yaratıklar çizdiğiniz için hayatı aşırı ciddiye almamanız lazım. Resimlediğim bazı kitaplarda kasabaların üstüne pisleyen güvercinler (Pigeon Poo), kötü kokan çoraplarla beslenen canavarlar ve gaz çıkaran hayvanlar oluyor. Bu kitapları ciddi bir ruh haliyle resmetmek imkansız. Tekrar çocuk olsan hangi kitapları yanından ayırmazdın? Michael Palin, Alan Lee ve Richard Seymour üçlüsünden The Mirrorstone. Bu kitap, banyodaki aynanın arkasında keşfettiği gizli dünyada kaybolan bir çocuğun yaşam öyküsünü anlatıyor. Roald Dahl ve Quentin Blake birlikteliğinden bir eser de olmak zorunda. Bu noktada The Twits iyi bir seçim. Bir de Richard Scarry’den herhangi bir şey olabilir.
NINA DULLECK Pek çok kitap, takvim ve hatta bir sözlük resimlendirdin. Seni en çok zorlayan hangisi oldu? Kesinlikle son işlerimden Leyo! Carlsen için hazırladığım, dijital eklemeleri olan bir kitap. Aslında normal bir kitap ama aplikasyonunu indirip telefonunuzu sayfaların üzerinde gezdirerek farklı keşifler de yapabiliyorsunuz. Adeta Kırmızı Başlıklı Kız hikayesinde kurdun göbeğinin içine bakıp kaburgalarının arasındaki nineyi görmek gibi. Hazırlık aşaması hiç bitmeyecek sanmaya başlamıştım. Ama iyi ki bu kadar uğraşmışız. Sana en çok ne ilham veriyor? Çocuklarım ve onların arkadaşları. Küçük bir tepedeki ufak bir kasabada, atlar, midilliler, köpekler, şişko kediler ve iki ev domuzuyla birlikte yaşıyoruz. İnanmayacaksınız ama burada insanlar domuzları köpek gibi evde besliyorlar ve her gün gezmeye çıkarıyorlar. Tabii ki Pixar’ın ve Disney’in filmlerini de unutmamak lazım. Kısaca, sürekli aynı karakterlere takılıp kalmamaya gayret ediyorum. Anne olmak, işini çok etkiledi mi? Son resimli kitabım Die Schluckaufprinzessin büyük kızım ve bebekken yaşadığı hıçkırık sorunu hakkında. Tek fark kızımın kitaptaki prenses kadar zorba olmaması. Çünkü kendisinin gayet sevimli olduğunu düşünüyorum. Önümüzdeki yıl çıkacak kitabım ise kızımın küçük erkek kardeşi hakkında olacak. Bu arada kitaplarımda genelde baba figürü olarak eşimi kullandığımı fark ettim. Her erkek karakterde onu çizmemeye dikkat etmeliyim. Çocuk kitabı resimlendirmenin bir getirisi de işlerinin uzun yıllar boyunca eskimeden yeni nesillere ulaşması. Bu konuda şanslı hissediyor musun? Birkaç sene önce Ilon Wikland’a sırf bunu söylemek için bir mail göndermiştim. Birileri de benim sanatım hakkında böyle düşünürlerse emekli olduğumda ben de kendimi şanslı hissedeceğim. O zaman tekrar görüşelim. XOXO The Mag
w w w . b r a n d w h o . c o m
INTERVIEW/ R
D
CHRISTIAN KNOOP
Inspired by Schaffhausen IWC’nin Kreatif Direktörü Christian Knoop’la sohbetimize başlar başlamaz kendimizi 1868’in Villa Scafhusun’unda buluyoruz. Knoop’a aklımızdakileri sormaya başlıyoruz ve IWC’nin, kurulduğu günden bugüne Probus Scafusia mottosu ışığında gelişen teknolojiyle birlikte kendi köklerini nasıl koruduğunu öğreniyoruz. Söyleşimiz SIHH 2015’ten efsanevi Portugieser serisine, Portofino’dan temel tasarım prensiplerine kadar uzuyor. röportaj mehmet sofyalı fotoğraflar iwc schaffhausen’in izniyle
XOXO The Mag
Öncelikle SIHH 2015 ile başlayalım; malum, üzerinden çok zaman geçmedi. Sizin için heyecanlı ve yoğun bir dönemdi. Bu yıl IWC nasıl bir mesaj vermek istiyor? Dünyanın en prestijli saat koleksiyonlarından Portugieser’in 75. yılını kutluyoruz. Diğer taraftan da IWC’nin tamamen kendisinin ürettiği mekanizmaların ve komplikasyon saatlerin altını çiziyoruz. Üç temel saat mekanizmasını bu sene sunduk; bu mekanizmalar gelecek yıllarda IWC saatlerinde olacak. Örneğin Caliber 52 bu yıl kullanılmaya başlayacak. Bunun dışında şunu da belirtmem lazım, bu sene, Annual Calendar gibi tamamen yeni komplikasyon saatler sunuyoruz.
yuvarlak basit tasarımı ve saflığı Portugieser koleksiyonun takip eden senelerde şekillendiren kod olmuştu. Bugün dönüp 75.yıl saatine baktığımız zaman bu tasarım kodlarının hala ne kadar tanınabilir ve sağlam olduğunu görebiliriz. Yine kutlamalar kapsamında, Portugieser Automatic yeni IWC yapımı 52010 mekanizma ile üretildi. Bu mekanizmanın en heyecan verici kısmı ise aşınmayı azaltan seramik parçalara sahip olması. Bize IWC’nin stratejisi içerisinde kendi mekanizmalarınızı üretmenin değerini anlatabilir misiniz? Evet, gerçekten üretim mekanizması bizim için çok önemli. Biraz önce de belirttiğim gibi bu seneki mesajlarımızdan biri, kendi mekanizmalarımızı ve komplike saatler üretiyor oluşumuz. Sizin de bahsettiğiniz 52010 Calibre bizim için mihenk taşlarından biri. Bu mekanizma sadece yeni bir tasarıma sahip değil, farklı teknolojileri de içinde barındırıyor. Aşınmayı azaltan seramik parçalar bu teknolojilerden biri. Bu arada tabii ki mekanizmanın cep saatlerine uygun bir boyuta sahip olmasının da altını çizmek lazım. Şu anda Schaffhausen’da mekanizmalarımızı üreteceğimiz yeni bir merkez inşa ediyoruz. Bu durumu da cesaretimizin bir göstergesi olarak kabul edebilirsiniz. Tabii ki sadece mekanizmalar üzerine odaklanmıyoruz ama kabul etmek gerekir ki bunlar gittikçe önem kazanıyor. Portugieser serisine dönersek, bu kuşkusuz IWC’nin en prestijli koleksiyonu ve en komplike mekanizmalara sahip olan serimiz.
Standınız da oldukça dikkat çekiciydi. Siz tasarım sürecinde görev aldınız mı? Evet, marka mimarımız Chris Grainger ile butik ve mağaza tasarımlarını birlikte yapıyoruz. Söz konusu, markanın ana mesajını ileten bir fuar standı olunca da bu beraberlik kaçınılmaz oluyor. Standın tasarımı ile saat koleksiyonunu birlikte harmanlıyoruz diyebilirim. Portugieser koleksiyonunun 75. yılı kutlamalarının bir parçası olarak, daha önce az bilinen modellerden birini Portugieser Hand-Wound Eight Days Edition olarak sundunuz. Bu saat özelinde ve genel olarak IWC’nin tasarım kodlarından bahsedebilir misiniz? Söz konusu saat Portugieser serisinin sınırlı sayıda üretilen saatlerinden biri ve 1930’lardaki ilk Portugieser modellerinden esinlenerek tasarlandı. Bu saat için yeni kadranlar da tasarladık. Bizim için en önemlilerinden biri, art deco tasarımlı kadranımız. Portugieser serisine bakarsak, IWC’nin sahip olduğu değerleri en iyi şekilde yansıtan koleksiyonlarımızdan biri olduğunu söyleyebiliriz. Oturaklı ve net tasarımlar, kolayca okunabilir, saf estetik değerlere sahip büyük saatler. İlk Portugieser, bir cep saati mekanizması taşımak üzere tasarlanmıştı. Bildiğiniz üzere cep saati mekanizmaları daha sağlam ve dakiktir. Bu nedenle de ilk Portugieser 40,5 mm çapında bir saatti, 1930’lara göre oldukça büyüktü. Bu saatin
IWC’nin tasarım kodları uzun yıllar içerisinde şekil aldı. Bu bazen bir avantaj bazen de bir dezavantaja neden olabilir. Zira bu durum size yeni tasarımlar için fazla alan bırakmıyor. Biz tasarımcılar, geçmişle gelecek arasında sürekli mekik dokuruz ve bu bağlamda estetik özellikleri değerlendirmemiz gerekir. IWC gibi köklü bir markanın mirasına ve geleneklerine saygı duymamız gerekir. Ancak aynı zamanda yeni şeyler de üretmemiz gerekiyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, bizim buradaki en büyük mücadelelerimizden biri de, bu ikisi arasındaki dengeyi kurabilmek. Biraz da Portofino serisine bakalım. 2014 yılında ay takvimi 99
Portofino Midsize Automatic Moon Phase ile koleksiyona geri döndü. Bu saatin tasarım süreci nasıl gelişti? Portofino Midsize ile, Portofino koleksiyonunu orta büyüklükteki saatlere açmış olduk. Bunu yaparken de saatin 80’lere dayanan üretim tarihine baktık. Bu arada üretilen ilk Portofino’nun bir cep saatinden kol saatine evrildiğini biliyorduk. Ancak 1990’ların ortasında bu koleksiyonun daha küçük modeller ile genişlediğini biliyoruz. O dönemlerde 35 mm’lik saatler söz konusuydu ve bunların kırmızı ve turuncu tonlarında parlak kayışları vardı. Bazı saatlerin bezellerinde taş işçiliği vardı. Ayrıca, saatlerin büyük çoğunluğunda ay takvimi mevcuttu, hatta ilk Portofino saatin ay takvimi vardı. Özellikle 90’larda ay takvimi Portofino serisinde birkaç kez karşımıza çıktı. Bu nedenle orta ve küçük boyutlu saatlerde onu uygulamamız aslında oldukça doğal bir tercihti, malum ay takvimi özelliği Portofino için ikonik bir özellik. Portofino Midsize koleksiyonu için fotoğrafçı Peter Lindbergh ve Cate Blanchett, Emily Blunt, Zhou Xun, Ewan McGregor ve Christoph Waltz gibi isimlerin katılımı ile bir çekim yaptınız. Sonradan bu fotoğraflardan oluşan bir sergi dünyayı dolaştı. Böyle etkinliklerin IWC için önemi nedir? Bu tarz şeylere çok değer veriyoruz. Evet, Portofino’yu tanımak istiyorduk ama basit reklamların dışına taşan, gerçek anlamda bir halka ilişkiler etkinliği yapmak niyetindeydik. Bu nedenle geçen sene Peter Lindbergh ile, dünyaca ünlü beş oyuncunun kamera karşına geçeceği bir fotoğraf çekimi organize ettik. Bu insanları Portofino’yu yansıtacak şekilde, son derece zarif ama aynı zamanda rahat ve spor tarzda fotoğrafladık. Ardından sergi dünyayı dolaştı ve gerçekten büyük organizasyonlar yaptık. Hem koleksiyonu hem de sergiyi insanlarla buluşturduk. Sergi Hong Kong, Londra, Dubai ve Zürih gibi şehirleri gezdi. Böylece klasik reklam mantığından uzaklaşmış olduk. Bu arada IWC’den önce hiç saat tasarımı yapmamıştınız. Saat tasarımı diğer ürünlerin tasarımından nasıl farklılaşıyor? Aslında çok da farklı değil. Saatleri asıl farklı kılan, açık ara çok duygu yüklü nesneler olmaları. Kiminle saatler veya saat tasarımı
hakkında konuşsanız, herkesin ilk saati veya kendi saat koleksiyonu hakkında söyleyecek birkaç lafı vardır. Saat, ister ürün tasarımı, ister mekanizması veya kişisel hatıralarınız açısından olsun, gerçekten çok yoğun duygular uyandıran bir nesne. Bu durum da beni gerçekten çok etkiliyor. İnsanların bu kadar ufak bir ürüne, bu kadar çok değer ve duygu yükleyebilmesi inanılmaz etkileyici. Hatıralardan ve duygulardan bahsetmişken, post-dijital çağda insanların mekanik saat taşımalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Mekanik saatlerin geleceğinin sorgulandığı bir dönemde yaşıyoruz. Dünya git gide dijital bir hale bürünüyor ama mekanik saatlerin bu duruma paralel olarak popülerliğini artırdığını söyleyemeyiz. Ben açıkçası bu durumun etrafımızda olup bitene bir tepki olarak ortaya çıktığını düşünüyorum. Küresel, dijital ve daha soyut bir dünyada yaşıyoruz. Ürünlerle kişisel deneyimler daha az anlamlı hale geliyor. Diğer taraftan, kolunuzda tamamen el yapımı dijital bir ürün olduğu zaman insanlar bundan etkileniyorlar ve aslında hayatınızda dengeli, değişmez bir nesne oluyor. İnsanlar endüstriyel ürünlerden bıkmış durumda. Bu nedenle de mekanik saatlerin popüler olmaya devam edeceğini tahmin ediyorum. Saatler dışında size neler ilham veriyor? Bir tasarımcı ve olayların estetik tarafına odaklanan biri olarak dünyaya farklı gözlerle baktığıma inanıyorum. Etrafımdaki nesnelerde farklı detaylar ve ilhamlar bulabiliyorum. Bir sürü tasarımcı size “Beni sanat, sinema ve mimari çok etkiliyor.” diyebilir. Kuşkusuz bu durum benim için de geçerli. Ama ben bir müzede, kendi arşivlerimizde veya bir pazarda ilham verici şeyler bulabiliyorum. Son olarak, favori bir IWC’niz var mı? Bu soruya cevap vermek çok zor. Sonuçta koleksiyonun tamamıyla ilgileniyorum ve her saatte benden bir parça var. Altı sene önce IWC’ye katıldığımda ilgilendiğim modellerden biri Portugieser Yacht Club olmuştu. Bu nedenle o her zaman kalbimde özel bir yere sahip olacak. Ve şimdi Yacht Club, Portugieser ailesinin önemli üyelerinden biri olarak görülüyor. Bu da beni çok gururlandırıyor.
XOXO The Mag
CO cihan alpgiray aslin kumdagezer, utku palamutçu livan yıldızay sam araji çağdaş başar doğa
Takvimler bu sezon moda sahnesinin en sevdiği yıllara, 1990’lara takılıyken Reebok’ın alametifarikası da sezonun menüsünde yerini alıyor. Teknoloji ve modanın en yakın arkadaş olduğu yıllardan çok önce ikiliyi aynı tasarımda buluşturan Reebok Ventilator, geri dönüşünü işbirlikleriyle kutluyor. Ventilator’ların 25. yılını fırsat bilin, sneakermania tam gaz devam ederken bu renkli pastadan da bir dilim almayı unutmayın...
topshop elie tahari/brandroom reebok ventilator
Bu bir iland覺r.
topshop meltem 繹zbek/room reebok ventilator
eda gĂźngĂśr que/room reebok ventilator vintage
acne studios/brandroom reebok ventilator vintage
topshop giray sepin reebok ventilator me
panoroma/room reebok ventilator me
burberry leviâ&#x20AC;&#x2122;s reebok ventilator dg
topshop meltem รถzbek/room reebok ventilator dg
INTERVIEW/
SC
THE VACCINES EST LONDON LADS
Dört yıl önce çıkardıkları What Did You Expect From The Vaccines? ile indie rock evreninde krallığını ilan eden The Vaccines, üçüncü albümleri English Graffiti ile yeniden karşımızda. Grubun gitaristi Freddie Cowan’la yeni albümün ilham noktalarından Spurs’e uzanan bir söyleşi gerçekleştiriyoruz. röportaj barış fert fotoğraf sony music turkey’nin izniyle
XOXO The Mag
The Vaccines’le birlikte hayatınızda neler değişti? Neredeyse her şey. Grubu ilk kurduğumuzda Justin ve ben kız arkadaşlarımız tarafından terk edilmiştik; işimiz de paramız da yoktu. The Vaccines’le beraber dayanışma ve azim gibi kavramlar bizim için çok daha anlamlı bir hale geldi ve hayatlarımızda her şey bir anda değişmeye başladı.
kalırsa müziği, her ne olursa olsun hissedilen bütün duyguların en dürüst bir şekilde dışavurumu olarak tanımlamakta fayda var. ‘Post Break-Up Sex’i de bir ilişki bittiğinde hissedilebilecek bütün duygular çerçevesinde değerlendirebiliriz. Hayranlarınızla ve dinleyicilerinizle aranızda kurduğunuz güçlü bağı her konserde nasıl koruyabiliyorsunuz? Kendimizi hiçbirinden yüksekte görmüyoruz ve onlara mümkün olduğunca hissettiklerimizi göstermeye çalışıyoruz. Neredeyse her konserimize gelen herkesi bire bir tanımaya çalışıyoruz ve bu sayede de aramızda daha özel bir bağ oluşuyor.
İlk albümünüzden bu yana müzikal açıdan olgunlaştığınızı söyleyebilir miyiz? Tabii ki. Bir kere şu anda ne yaptığımızın daha çok farkındayız. İlk iki albümümüzün üretim sürecinde oldukça enerjiktik ve bu durumu müziğimize de yansıtmak istedik. Ayrıca, müzik prodüksiyonu hakkında pek bir fikrimiz yoktu; sadece stüdyoya giriyorduk ve müziğimizi kaydediyorduk. Prodüksiyonun bariz bir şekilde hayatımıza girmesi, 2013’te çıkardığımız Melody Calling EP’siyle birlikte oldu. English Graffiti’de ise tam olarak aklımızdakini gerçekleştirdik diyebilirim. Albümü dinleyenlerin de bu gelişimi fark edeceğine eminim.
Gelişen teknolojinin müzik dünyasına etkilerinden bahseder misin? Her şeyden önce, müzik yapımcılarının rolü eskiye göre çok değişti. Artık müzisyenler, yapımcılarından çok daha yaratıcı hamleler bekliyorlar. Eskiden bir müzik yapımcısından veya stüdyodan beklentiler ve onların başarısı, dinlediğimiz müziğin kalitesiyle ölçülüyordu. Fakat günümüzde yatak odanızda yaptığınız bir kayıtla, Abbey Road’da yapılmış bir kaydın kalitesini yakalayabiliyorsunuz. Bu durumu olumlu bir şekilde değerlendirmek gerekiyor. Çünkü çok yetenekli ve henüz adı duyulmamış müzisyenler, yeterli ekonomik imkanlara sahip olmasalar bile piyasada bir yer sahibi olabiliyorlar. Kısaca, yetenek ve tutku git gide önem kazanıyor.
English Graffiti adı nereden geliyor? Albümün adını, The New York Times’da, kültürlerin globalleşmesiyle ilgili okuduğumuz bir makaleden ilham alarak koyduk. Günümüzde neredeyse hepimiz inşa edilmiş sanal dünyalar vasıtasıyla iletişim kuruyoruz ve bu iletişimin gerçekliğinden hiç şüphe duymuyoruz. Dünyanın herhangi bir noktasına istediğimiz an ulaşabiliyoruz ve herkesle bir bütün oluşturduğumuzu düşünüyoruz. Fakat bize kalırsa eskiye nazaran daha yalnızız ve aramızda kurulan sanal bağlar kesinlikle gerçek değil. English Graffiti de, bu duruma atıfta bulunmak için koyduğumuz bir ad. Örneğin, dünyanın neresine giderseniz gidin, İngilizce graffitiler görebiliyorsunuz, ve bu durum, sanal dünyalar aracılığıyla kurulan ve sağlıklı olmayan bir iletişim türü sayesinde globalleşen kültürlerin bir sonucu.
Büyük bir plak şirketiyle çalışmanın size ne gibi faydaları oluyor? Artık küçük ve bağımsız plak şirketleriyle, büyük plak şirketleri arasında çok büyük bir ayrım göremiyorum. Örnek vermek gerekirse, Columbia Records ve Rough Trade arasında herhangi bir fark yok. Şu an çalıştığımız Columbia Records, çok köklü bir geçmişe sahip ve Miles Davis ya da Bruce Springsteen gibi isimlerin ortaya çıkmasında büyük pay sahibi. Aynı şekilde Rough Trade de şu güne kadar birçok büyük isimle çalıştı. Yani, büyük ve bağımsız plak şirketleri müziğe birbirine paralel şekilde katkı sağlıyor. Sonuçta her zaman, iyi anlaştığımız, saygı duyduğumuz ve güvendiğimiz kişilerle çalışmayı seviyoruz.
Dream Lover’ı tanımlayabilir misin? Dream Lover, tamamen idealizm kavramıyla bağlantılı bir terim. Bunu, elde edilemeyen ve birlikte olunmak istenen gibi sıfatlarla da tanımlayabilirim. Hepimizin kafasında bir ideal sevgili kavramı var ve ona hiçbir zaman ulaşamayacak olsak da bu hayalin peşinden koşuyoruz. Dream Lover da bu bahsettiklerime atıfta bulunan bir şarkı.
Turnedeyken ne yiyip içiyorsunuz? Olmazsa olmaz dediğiniz herhangi bir şey var mı? Gittiğimiz yerin yöresel yemeklerini denemeyi seviyoruz. Örneğin, Hindistan’a gittiğimizde sokak yemeğini tercih ediyoruz, ya da Peru’ya gittiğimizde mümkün olduğu kadar deniz ürünleri ağırlıklı besleniyoruz. Bir yerin yemek alışkanlıkları, o yerin kültürüyle de ilgili ipuçları veriyor ve yeni bir şeyler keşfetmek bizim için çok önemli. Tabii ki karnımız acıkınca bir benzin istasyonunda hamburger yediğimiz de oluyor.
Albümün kayıt süreci nasıl geçti? Kayıtları Dave Fridmann’ın stüdyosunda yaptık ve muhteşem geçti. Dave’in stüdyosu kimsenin bilmediği bir lokasyonda yer alıyor ve sekiz saatlik bir araba yolculuğunun sonunda oraya ulaştığınızda, doğru yere geldiğinizi anlıyorsunuz. Kayıt boyunca stüdyoda yaşadım ve bu durum yaratıcılığımı olumlu yönde etkiledi. Sabahları yürüyüşe çıkıyordum ve hayvanlarla iç içeydim. İnsanlarla çok fazla iletişim kurmadığımdan dolayı da müziğe daha çok konsantre olabiliyordum. English Graffiti’de, iyi geçirdiğimiz bu sürecin etkilerini zaten görüyorsunuz.
Futbolla aranız nasıl? Şahsen, futbolla çok fazla aram olduğunu söyleyemem. Fakat her ne kadar White Hart Lane’de tek bir maç izlememiş olsam da, Tottenham Hotspur’lıyım diyebiliyorum. Justin çok sıkı bir Manchester United taraftarı ve Árni’de Tottenham Hotspur’ı tutuyor. Grupta bir Tottenham hegemonyası olduğunu söyleyebilirim.
Cole MGN’i, onu daha önce hiç duymamış birisine nasıl tanımlarsın? Herhalde Cole’u tanımlarken ilk başvuracağım sözcükler ‘enerji topu’ olurdu. Cole, modern bir müzik yapımcısının sahip olması gereken her şeyi kendi bünyesinde barındırıyor. Mükemmel şarkılar yazıyor, gitar çalabiliyor ve teknolojiyle de arası oldukça iyi. Kendisi şu ana kadar gördüğüm en yetenekli insanlardan biri. Cole’un sürekli iyi bir fikri oluyor ve şu ana kadar eksikliğini hissettiğimiz birçok noktayı da doldurduğunun altını çizmek istiyorum. Müthiş bir enerjiye ve yeteneğe aynı anda sahip olan birisinin bu kadar başarılı olması tesadüf değil.
Sence, Levi’s 501’i efsane yapan sebepler ne? Levi’s 501, sadeliği ve kullanışlılığı dahiyane bir biçimde harmanlıyor ve her jenerasyona hitap ediyor. Açıkçası geriye dönüp baktığımda The Vaccines olarak her zaman Levi’s giydiğimizi fark ediyorum. The Vaccines’i gelecekte neler bekliyor? Pek çok popüler grubu incelediğimiz zaman, aslında sadece bir tane başarılı albümleri olduğunu görüyoruz. Ben de, şimdilik ilk iki albümümüzün ve English Graffiti’nin başarılı olduğunu düşünüyorum. Bir sonraki albümümüzün de en az bunlar kadar iyi olmasını istiyorum.
Biraz geçmişe dönelim. ‘Post Break-Up Sex’ epeyce bir polemik konusu oldu. Bu şarkıda aslında neye vurgu yapıyordunuz? Öncelikle, ‘Post Break-Up Sex’in modern zamanlardaki ilişkilere doğrudan vurgu yapmadığını veya onları eleştirmediğini belirteyim. Bu şarkı, aslında diğer birçok şarkı gibi bir trajediyi ifade ediyor. Bana
Sizi yakın zamanda Türkiye’de görecekmişiz. Önümüzdeki yaz neden olmasın? 111
INTERVIEW/ RT
MER Ç AL
N RIN BOR
Kelimeler ve Sınırlar Arasında Meriç Algün Ringborg İsveç’te yaşayan bir sanatçı. Son birkaç yıldır dünya sanat çevresinde ilgi görüyor ve işleri Vancouver’dan Roma’ya, New York’tan Sydney’e çeşitli şehirlerin galeri ve müzelerinde sergileniyor. En son, Stockholm’de Moderna Museet’te Becoming European-Avrupalı Olmak adlı bir solo sergisi gerçekleşti. Meriç’in işlerinde, entelektüel bir dışavurum, sözcükleri, dili, yazma eylemini, kitapları kavramsallaştırmak, Avrupa’da bir yabancı olmakla ilgili durumlar titiz, temiz, metodik bir anlayışla öne çıkıyor. Bu sene, 56. Venedik Bienali’ne davet edilen Meriç’le Türkiyeli/İsveçli olma halini, yazma eyleminin çekiciliğini ve sanatsal üretimini konuştuk. röportaj zeynep aksoy fotoğraf märta thisner
XOXO The Mag
The Library of Unborrowed Books, 2012-, Site-specific installation with books, shelves, brass sign, two contracts, Exhibition view: Section I: Stockholms Stadsbibliotek, Konstakademien, Stockholm, 2012., Photography: Jean-Baptiste Béranger, Courtesy of the artist, Galeri NON and Galerie Nordenhake
En başından başlayalım. Sanat, hayatının merkezine nasıl oturdu? Her şey Sabancı Üniversitesi’nde tesadüfen sanat tarihi dersleri almamla başladı. Ne yapmak istediğime doğru dürüst karar veremediğim bir dönemde, ilgimi çeken şeyin yaratıcılık içerdiğini anlayınca, Görsel Sanatlar Bölümü’ne girmeye karar verdim. Mezun olduktan sonra 10. İstanbul Bienali’nde asistanlık yaptım ve ardından İsveç’e taşındım. Sanat pratiğim ise yabancı bir yere taşınmanın beraberinde getirdiği birtakım deneyimlerle ilişkili olarak gelişti.
var. Deneyimlediğim kadarıyla, birtakım yükler ancak bu hikayeleri dinleyerek, paylaşarak hafifliyor. İşlerinde sözlükler, kitaplar, kütüphaneler, dil, yazma eylemi ve süreci sürekli karşımıza çıkıyor. Yazının ya da sözcüklerin nesi sana bu kadar çekici geliyor? Edebiyata ve dile her zaman ilgim vardı.Bu konuları işlerimde kullanmaya başladıktan sonra aslında sanat yapmak ve yazar olmak arasındaki ilişkinin ne kadar da yakın olduğunu anladım. Yazı dili ve görsel dil arasında bir denge kurmaya çalışarak düşündüklerimi ifade etmeye çalışıyorum.
Seni bu deneyimleri sanata dökmeye iten neydi? Yurtdışına çıkacak her Türk pasaportlu vatandaş gibi ben de birtakım bezdirici vize süreçlerinden geçtim. Eşimle birlikte yaşadığımız, oldukça bürokratik ve insanı çileden çıkaran bu deneyimlerden yola çıkarak, fakat daha evrensel bir bakış açısı ile kimlik, aidiyet, dil, sınırlar gibi temalarla ilintili işler üretmeye başladım. Açıkça söylemek gerekirse bu yoğun üretim süreci benim için de biraz terapi oldu.
Kendin de bir şeyler yazıyor musun? Pek yazmıyorum maalesef, ama yazarak çalışmak üretim yöntemimin bir parçası. 2012 yılında Location: Date: Time: (Yer: Tarih: Zaman:) isimli, yok olma ve kaybolma temalarını irdeleyen bir sanatçı kitabı çıkardım. Kısa bir süre önce, Erdem Taşdelen ile birlikte iki senedir üzerinde çalıştığımız, Proust üzerinden sanatçıların öznelliğini sorgulayan bir kitap yayınladık. Kitap yapmak çok zevkli, fakat lojistik açıdan zor. O yüzden bu her zaman mümkün olmuyor.
Vize formlarını topladığın işinde bürokrasinin tekdüzeliğine, aynılaştırıcı ve yabancılaştırıcılığına dikkat çekiyorsun. İsveç pasaportu, vizesiz giriş yapma hakkı sunan ülke sayısının fazlalığı açısından Finlandiya’dan sonra dünyada ikinci sırada. Haliyle, vize kavramı İsveçlilere çok yabancı. Bu konularla bağlantılı işlerimin biraz bu yabancı olma hali sebebiyle burada daha çok dikkat çektiğini ve farkındalık yarattığını düşünüyorum.
Envanter çıkarma, listeleme, rastgele de olsa sıraya koyma metodolojisi işlerine hakim. Envanteri neden tercih ediyorsun? Benim için envanterin cazip tarafı kaosu kontrol altına alma ihtimali sunması.
Kendi yaşadıkların dışında sınırlar, göçmenler arasında dolaşan hikayeler ilgini çekiyor mu? Elbette. Özellikle de bu konularla ilgili işler yapmaya başladıktan sonra benimle iletişime geçen çok kişi oldu. Herkesin bir hikayesi
Tekrarlar, boşluklar, boş ve beyaz alanlar işlerinde öne çıkan görseller. Bu seçimlerde monoton olana bir övgü mü yoksa eleştiri mi var? İkisi de var diyebilirim. 113
Oldukça genç bir yaşta İsveç’te ve dünyada önemli yerlerde işlerin sergilendi, solo sergilerin oldu. Yabancı bir sanatçı olarak bu süreçte ne gibi güçlüklerle karşılaştın? Aslında kariyerim 12. İstanbul Bienali’ne katıldıktan sonra başladı. O sırada İsveç’te lisans eğitimimi tamamlıyordum ve kendimi bir göçmenden çok, işin daha çok başında olan bir öğrenci gibi hissediyordum; o yüzden bu dönemi çok iyi analiz edemiyorum. Fakat şunu söylemeliyim ki, kariyer, iyi iş yapmanın ötesinde sanat dünyası tarafından görünür olmak ve bir sisteme dahil olup olmamak ile ilgili. Göçmen olmak, elbette bir sistemin parçası olmayı zorlaştıran bir faktör. Mesela Stockholm’de lisans eğitimi almak istememin bir sebebi de buydu; bir sisteme ait olmama olanak sağlaması... Bir de tersinden soralım, farklı kültüre sahip bir ülkeden gelmenin avantajları oldu mu? Malum, sanat dünyası gittikçe globalleşiyor ve Batı daha fazla içe dönük kalamayacağını anlayarak, çoktan Doğu’ya yönelmeye başladı. Stockholm’de Moderna Museet bile kendi koleksiyonlarının ne kadar Batı ağırlıklı olduğunu eleştirerek, başka bölgelere ilgi göstermeye başladı. Bunu söylemek komik geliyor ama şu sıralar Türkiyeli bir sanatçı olmak belki bir avantaj bile sayılabilir.
3
2
4
Metodikliğin matematiği dışında ilgini çeken kavramsallaştırma biçimleri var mı? Alınan kararları devamlı sorgulayan bir insan olduğum için metodik olmak benim için bir çözüm. Her verdiğim karar rastgele olursa beni delirtebilir. Peki kavramsal sanat dışında bir biçimde üretmeyi düşündün mü hiç, ya da düşünür müsün? Benim için sanat düşündüklerimi ifade edebilme aracı ve işlerim hep kavramsal bir çerçeve ile başlıyor. Şimdilik başka bir ifade biçimi düşünemiyorum. İşin güzel olan yanı, bu yolla her fikrin başka bir form gerektirebiliyor olması; kimi zaman bu bir yerleştirme oluyor, kimi zaman bir kitap, kimi zaman da kolaj... Her proje sizi başka bir dala kondurabiliyor ve yeni şeyler öğreniyorsunuz. Son zamanlarda ne üzerine çalışıyorsun? Bu yıl epey yoğun geçecek. Bazı sergilerde var olan işleri mekana uygun hale getirirken, bazı sergiler için ise yeni şeyler üretiyorum. 2013 yılında ‘A Work of Fiction’ (Bir Kurgu İşi) isimli tüm mekanı aktive eden bir yerleştirme yapmıştım. Detayları anlatmak için şimdilik biraz erken olsa da, yine böyle tüm mekanı ele geçiren işler üzerine çalışıyorum. Yakın gelecekte Türkiye’de bir solo sergin olacak mı? Maalesef bugüne kadar Türkiye’den pek sergi daveti aldığımı söyleyemeyeceğim. 2013’te İstanbul’da Galeri NON’da bir solo sergim oldu, fakat o sırada bir takım yeni denemeler yapıyordum ve geri dönüp baktığımda biraz fazla içe dönük bir sergi olduğunu düşünüyorum. Elbette yeni bir solo sergi açmayı; özellikle de var olan ve orada daha önce göstermemiş olduğum işlerimi sergilemeyi çok isterim.
XOXO The Mag
1. A Work of Fiction (Manuscript), 2013, Typewritten manuscript, A4-format: 21 x 29,7 cm, 20 pages, handbound cover, 22 x 31 cm., Courtesy of the artist and Galerie Nordenhake, Photography: Jean-Baptiste Béranger 2. Solo exhibition: Becoming European, Moderna Museet, Stockholm, 2014, Photography: Åsa Lundén, Courtesy of the artist and Moderna Museet, Stockholm 3. A Work of Fiction, 2013, Installation (detail), Photography: Jean-Baptiste Béranger, Courtesy of the artist and Galerie Nordenhake 4. The Concise Book of Visa Application Forms, 2009, Hardbound book, inkjet print, 560 pages, 32.5 x 24 x 8.5 cm , Photography: Jean-Baptiste Béranger, Courtesy of the artist
Diğerlerinden ayrı tuttuğun, farklı bir bağ kurduğun işlerin var mı? Bazı işlerim oldukça kişisel kaynaklardan besleniyor ve bunları daha çok içselleştiriyorum; bazıları ise daha metodik ve mesafeli. Ama hiçbirine öyle derin bir bağlılık hissettiğimi söyleyemem; benim için esas önemli olan, üretim süreci. Geriye fazla dönmeden, bir sonraki şeye atlayarak tempolu bir şekilde çalışmak beni daha çok tatmin ediyor.
1
B
E
T
W
E
E
N
04.04.2015 V
E
/
A
N
D
23.08.2015 A R A S I N D A
Carsten Nicolai: Tuhaf Cezbediciler Strange Attractors KÜRATÖR/CURATOR KATHLEEN FORDE Sadece hafta sonları 10.00–20.00 arası ziyarete açıktır. Open only on weekends between 10 am – 8 pm. Rumelihisarı Mahallesi Baltalimanı Hisar Caddesi No: 5 Perili Köşk Sarıyer İstanbul borusancontemporary.com
“Tuhaf Cezbediciler” sergisi, ısı dalgalarının görselleştirilmesinden radyasyon sinyallerinin sese dönüştürülmesine kadar ziyaretçiye “fark edilemeyeni tanıma” deneyimini yaşatıyor ve ziyaretçinin algısını değiştirmeyi amaçlıyor. From the visualization of heat waves to the sonic expression of radiation signals, the exhibition “Strange Attractors” encourages a shift in perception on the part of the viewer that allows for the uncommon experience of recognizing the unnoticeable.
K AT K I L A R I N D A N D O L AY I TEŞEKKÜRLERİMİZLE W I T H S P EC I A L T H A N KS TO
INTERVIEW/D
E
CAPPADOX
Kapadokya’da Arkaik Geleceğe Dönüş Cappadox, Pozitif’in bu kez İstanbul sınırları dışında hiç bilmediği bir coğrafyada gerçekleştireceği, geçmiş ve gelecek arasında zamansız bir noktada duran bir etkinlik olacak gibi görünüyor. Halil Altındere’nin No Man’s Land’i ile müjdelenen festivalin hemen öncesinde Ahmet Uluğ, Fulya Erdemci ve Maksut Aşkar’a merak ettiklerimizi sorduk. hazırlayan sarp dakni fotoğraflar pozitif live’ın izniyle
XOXO The Mag
Cappadox ile, dünyadaki bütün karanlık ve kötü enerjinin tamamen geride kalacağı, bütünüyle pozitif enerji yüklü post apokaliptik bir ütopya vadediyorsunuz. Şu ana kadar iletmek istediğiniz mesajı doğru anlamış mıyım? Ahmet Uluğ: Cappadox’u ‘festival’ diye tanımlarken bile önce tereddüt ediyorum. Algımızdaki klasik festival anlayışından başka bir şey ortaya çıkacağını söylemek gerek. Bu, bilmediğimiz bir coğrafyada gerçekleştireceğimiz bir ‘ilk’ festival. Müziğin, gastronomi ve çağdaş sanatla buluşacağı bir atmosfer yaratacağız. Bizim, 25 yıl önce de böyle bir hayalimiz vardı. Doğal ve tarihi bir ortamda festival yapmayı hep istiyorduk. Algının farklı çalıştığı bir dünyada ortaya bir iş çıkarma şansını uzun yıllar sonra Cappadox ile tekrar yakalıyoruz. Mesela sen otomatik olarak bu işin bir parçasısın. Hem eski bir Pozitif çalışanı, hem basından biri, hem de potansiyel bir katılımcı olarak... Biz Cappadox’un ikinci senesini bunu düşünerek hazırlıyoruz. Tam da bu noktada ikinci yılın ilk yıldan tamamen farklı olacağını da rahatlıkla öngörebiliyoruz. Sanatçıların değişik ve sıradışı üretimlerde bulunmasını istiyoruz. İlk senemizde bir rüyayı satıyoruz. Sanatçıya da kendimize de... Daha kontrollüyüz. Ama seneye sanatçıların önüne bambaşka bir dünya sunabileceğiz. Maksut Aşkar: Ben gastronomi adına konuşabilirim. Ama bu bir kenara, bu kaotik ortamdan çıkıp bir doğa harikası olan ve inanılmaz bir enerjiye sahip bir bölgede böyle bir işe girişiyor olmak tam da bahsettiğin şeyi çağrıştırıyor. Bana soracak olursan, ‘Dünyanın sonu İstanbul!’. Burada her gün dünyanın sonuna uyanıyoruz. Ama orada elbette böyle bir şey olmayacak. Kısa süreliğine bir cennete gideceğiz ve döndükten sonra onun özlemiyle yaşamımıza devam edeceğiz. Fulya Erdemci: Bu, farklı parçalardan oluşan, kolektif düşünce yapısına sahip bir festival. Ben bu trene diğerlerinden biraz daha geç atladım. Daha önce Kapadokya’ya hiç gitmemiştim; çok turistik olduğunu düşünürdüm. Öte yandan, çok tatil yapan biri de değilim. Ancak Cappadox ekibiyle birlikte buraya ilk seyahatimi gerçekleştirebildim. Özellikle görsel yönü ağır basan bir iş yapıyorsanız Kapadokya fazlasıyla özel bir lokasyon. Thomas Hirschorn’un ‘Too Too Much Much’ adında bir eseri vardır. Kapadokya tam da bu ifadeyi insanın aklına getiriyor, görkemli görselliğiyle ‘çok çok fazla fazla’.
sessizce yürümeyi başarmak neredeyse imkansız. Zira sessizlik de çok özel bir deneyim. FE: Bir tarafta Roma, diğer yanda Mısır gibi tepeden aşağı sistemler söz konusuyken, ilk hristiyanlar burada komünal bir yaşam hayali ile bir araya gelmiş. O döneme göre oldukça ütopik bir düşünce yapısı. Bunun yalnızca geçmişe değil, geleceğe de ait olduğuna inanıyorum. Bugün öyle bir ufukta duruyoruz ki, başka bir dünyayı hayal ediyoruz. İnsanların eşit bir paylaşımla ve farklı görüşlere rağmen, kolektif hareket edebilecekleri bir sistem mümkün olabilir mi sorusuna yanıt bulmaya çalışıyoruz. Bence Kapadokya buna da işaret ediyor ve Cappadox da Kapadokya’nın sahip olduğu bu heyecan verici işaretleri takip etmeyi amaçlıyor. AU: Komünal yaşam anlayışını mutlaka beslemek istiyoruz. Ama bunun dışında herkesin özgürce kendi istediklerini de festival kalabalığından ayrılarak yapabilmesi çok önemli. Mesela Cappadox senin önümüzdeki yıl gerçekleşecek ikinci festival öncesinde bize ulaşıp, “Ben kendi üretimimi yapmak istiyorum.” diyebileceğin bir etkinlik olmalı. Müzikal açıdan şöyle ilerliyoruz: Kate Bush ile geçen sene Londra Hammersmith Apollo konserlerinde perküsyon çalmıştı, Mino Cinélu’yu duymuşsundur. Çok kıymetli ve önemli bir müzisyen. Onu Mercan Dede ile aynı performansta buluşturacağız. İlhan Erşahin ve Nils Petter Molvær birlikte çalacaklar. Hatta onlara Julia Holter’in eşlik etmesi söz konusu. Ancak Julia’dan bu konuda son kararını bekliyoruz. Holter yanında sürpriz bir müzisyen daha getiriyor. Ancak onun ismini açıklamamızı istemiyor. Müzisyenler gelip festivalde uzun süre kalsınlar, başka konserler izleyip, hiç planda olmayan performanslar gerçekleştirsinler istiyoruz. İlk yılda en önemli hayallerimiz bunlar. Kapadokya’nın her zaman Mad Max, Zardoz ya da Logan’s Run gibi bilinçaltımıza kilitlediğimiz fantastik ya da bilim kurgu filmler için muhteşem bir atmosfer olduğunu düşünüyorum. Sonuçta hikayesinin 60 milyon yıl önce yanardağlardan püsküren lav ve kül tabakalarıyla başladığı benzersiz bir jeolojik yapıdan söz ediyoruz. Ben Kapadokya’ya arkeoloji okuduğum yıllarda defalarca gittim. Ama o coğrafyanın asla böyle bir festivale ev sahipliği yapabileceğini düşünemezdim. Sizce Kapadokya’nın tüm dünya tarafından bilinen ‘turistik’ dokusu bir kenara bırakıldığında barındırdığı gizli özellikler neler? AU: Kapadokya çok tılsımlı bir yer. Yakın çevremde hala Kapadokya’ya gidip görmemiş insanlar da çok. Ve onların kafasındaki imaj haliyle çok turistik. Orayı tercih etmemizin en önemli sebeplerinden biri kasabaların birbirine oldukça yakın olması. Müzik, sanat ve gastronomi dışında outdoor sporlar anlamında oldukça fazla seçenek sunduğu da bir gerçek. Tüm bunları bir kenara bırakacak olursak, hiçbir şey yapmadan da durabileceğin bir yer. FE: Halen akademik anlamda tarihine çok hakim olduğumu söyleyemem. Yeraltı şehirlerini ziyaret ettiğinizde inanılmaz bir mühendislikle karşılaşıyorsunuz. Yerin 57 metre altında bile temiz hava var. Kapadokya ilk hristiyan yerleşmeleriyle meşhur ama ondan çok daha önce Hititler ve Asurlular var. Neolitik döneme kadar uzanan bir yerleşim söz konusu. Dünyanın en eski yerleşimlerinden biri. Burada tarım kültürü ve yaşantısından turizme geçişin olduğu bir dönüşüm söz konusu. Tüm bu jeolojik yapılanmanın ortaya koyduğu görüntü de çok güçlü. Kapadokya beğenebileceğiniz ya da sevmeyeceğiniz bir yer değil. Az önce de söylediğim gibi ‘çok şiddetli’ bir yer. Sanatsal açıdan adım adım ilerlenebilecek ve süreç içinde sanatçıların yeni üretimler ortaya koyabilecekleri bir coğrafya.
Pasolini, 1969’da Medea’yı çekerken Kapadokya’yı yöresel özelliklerinin ağır basmadığı, yalın arkaik bir bölge olduğu için seçmiş. Bu festival için yola ilk koyulduğunuzda sizi buraya çeken şey neydi? FE: Mekan belirlemek üzere Kapadokya’ya gittiğimde, oranın sanatsal açıdan kolay bir yer olmadığını gördüm. Söz konusu görselliği aşmak imkansız. Ama zaten amaç bu görselliği aşmak değil işaret etmek olmalı. Halil Altındere, Kapadokya’yı tanımlarken “Mars yüzeyi gibi” demişti. Dedim ya, trene geç bindiğim için birlikte çalışmak istediğim isimlere de oldukça geç haber verebildim. Bunlardan biri de mimar/sanatçı John Körmeling’di. Ona mağaraların içinde çekilmiş fotoğrafları gönderdim. Ama yoğunluğu düşünüldüğünde, programına bizi sıkıştırabileceğinden pek emin değildim. Yine de Körmeling, büyük bir heyecanla projeye katılacağını bildirdi. Kayaları oyarak gerçekleştirilen yaşam formu, mimari açıdan da bambaşka bir şey ifade ediyor. Zira mimaride yapılar sıfırdan, üst üste konularak inşa edilir. Burada ise heykel gibi oyularak (eksiltilerek) üretilmiş mekanlar söz konusu. Bundan da öte, mesela bu ziyaretimizde peri bacalarından birinin içinde bir motosiklet gördük. Beklemediğiniz anlarda böyle çok güçlü, hatta gerçeküstü görüntülerle karşı karşıya geliyorsunuz. AU: İşte bu yalınlık bahsettiğimiz kopma algısını tetikliyor. Her şeyi istediğin dozda alabiliyorsun. Bir sürü arkadaşımın etkinliklere katılmadan kendi başlarına diledikleri gibi takılacaklarını tahmin edebiliyorum. İnsanları katılmaya mecbur edeceğimiz tek şey sessizliğin katılım için ön şart olduğu Gün Doğumu Yürüyüşü. Tek kişi sessizce yürümek her zaman mümkün, ama 25 kişi bir arada
Cappadox sonrasında Kapadokya coğrafyasında nasıl bir iz bırakacağınızı düşünüyorsunuz? Babylon-Tünel ilişkisi oluşur mu? AU: Biz Cappadox’a gerçekten inanıyoruz. Bir festival için yola koyulduğunuzda sadece ilk seneyi düşünürsünüz. Çünkü ilk yılın tüm dinamiklerini oturtmak çok önemlidir. Ancak bir festival ortalama beş 117
yılda karakterini bulur. Biz 5-10 sene içinde Cappadox’u belirli bir volümle genişletip büyüteceğimize inanıyoruz. Babylon ise, bambaşka, tamamen içgüdüsel temellere dayanan bir öykü. Asmalı’daki dönüşümü Kapadokya’da gerçekleştireceğiz cümlesini kurmak imkansız. Böyle bir iddia tamamen yanlış ve bölge için zararlı olabilir. Kapadokya’nın böylesi bir prodüksiyon düşünüldüğünde farklı coğrafi koşulları ve dağınık bir atmosfere sahip olduğunu kabul etmek gerek. MA: Bizim misyonumuz anlatmak istediğimiz şeyi ‘modern’ bir şekilde ifade etmek. Ancak beslendiğimiz noktalar geleneklerimiz ve toprak ana. Dolayısıyla bu toprağın bize yüzyıllardır verdiği şeyleri yok olmaktan kurtarıp, onları modern bir biçimde yeniden hayata kazandırabilmek. Bu proje içinde bizi en çok heyecanlandıran da bu fırsat alanlarını yaratacak olmak. Bu arada ben de Kapadokya’ya daha önce çok küçük bir yaşta, şimdi ayrıntılarını hiç hatırlamadığım bir seyahat dışında, hiç gitmedim. Durumun böyle olması daha da heyecan verici. Çünkü bilmediğiniz bir yeri keşfe çıkıyorsunuz. Kapadokya’yı turistik bir alanla sınırlayacak olursak; turist bilmediği bir ülkeye gittiğinde önüne sunulanlarla yetinir. Bugüne kadar Türkiye’ye gelen turistlere sadece kebap ve döner sunulduğu bir gerçek. Kapadokya’da da durum farklı değil. Örneğin gözleme. Biz ise gözlemeyi üreten ailenin, gelir getirmediği için üretmeyi durdurduğu belki de sadece evde kendileri için sürdürdüğü reçetelerin peşindeyiz. Bu saklı değerleri ortaya çıkarıp, festival katılımcılarına denetelim ve küçük de olsa gastronomik bir algı yaratalım istiyoruz. Mesela Neolokal’de menümüzde bulunan lahana dolmasında kullandığımız baharatlardan biri ‘mor fesleğen çiçeği kurusu tozu’... Böyle bir baharatı daha önce duymuş olmanız oldukça güç. Cappadox’a katılacak herkesin hep paylaştığı değil, ama belki de hiç paylaşmadığı ve paylaşması gereken şeyleri ortaya çıkarmak. Bu, bence, yeni bir ifade ediş biçimi. FE: Kapadokya’nın turistik olduğu noktasında birkaç notum olacak. İnsanlar otobüsler ve uçaklarla oraya taşınıp, onlara sadece bir ya da iki gün içinde, bir bilgi yüklemesi gerçekleştiriliyor (çoğu da eksik, hatta hatalı bile olabilir). Çizilmiş çerçevelerin dışına çıkmak güç. Yarım gün içinde önünüze koyulan her ne ise, bunlardan yola çıkarak algıladıklarınızla oradan ayrılıyorsunuz. Öte yandan, burada doğa yürüyüşleri gibi aktiviteleri içeren, geleneksel turizm anlayışının tam zıttı olan alternatif bir turizm anlayışı da söz konusu. Coğrafyayı yürüyerek keşfeden bazı grupların 15 güne varan konaklamalar gerçekleştirdiğini duydum. Dolayısıyla turizm anlayışını da sadece ticari algılamamak lazım. Ben Cappadox’u bu tür tüketimin ön planda olduğu etkinliklerin oldukça dışında olduğunu görüyorum. MA: Biz oradaki yerli halkla ortak bir üretime girmek istiyoruz. Tabaklarımızı bile orada birlikte üretelim, böyle bir kurgu hayal ediyoruz. Her aşamasından keyif alacağımız ve keşiflerle dolu bir festival... Açıkçası oraya gitmeden önce tam olarak neler yapacağımı bilmemeliyim diye düşünüyorum. Yoksa bu yapay bir ilham olur. Ve Kapadokya’da ilk kez bulunacak olmak bu anlamda beni çok daha mutlu edecek... Orada sadece benim için değil, tüm ekibim için de keşfedilecek çok fazla şey var. FE: Hollanda’da çalışırken, kamusal alanda sanat üreten bir vakfı yönettim. Bu nedenle, tarım alanlarında da, otoban üzerinde de çeşitli işler üretme şansımız oldu. Ama ben daha çok şehre bakmaya alışkınım. Kapadokya böyle düşünüldüğünde çok çetrefilli ve çokkatmanlı bir yer. Cappadox’u ve sanat etkinliklerini bu yüzden aşama aşama planlamak gerekiyordu. İlk aşamada, “Land Art” üzerine çalışmanın coğrafyayla ilişkisi açısından doğru olacağını düşündüm. Ama orada rastladığım bir land art çalışması bu konudaki düşüncemi değiştirdi. Bu çalışmanın oradan kaldırılması için çok büyük çabalar, emek ve bütçe gerek. İşte bu yüzden küçük adımlar atmak önemli. Sanatçıların önemli bir kısmı en az iki kere Kapadokya’yı ziyaret ediyor. Bu araştırma/keşif gezilerinde ortaya çıkan düşünceler ve izlenimler, daha sonra orada geçirecekleri yaklaşık 20 günlük süre
içinde izleyici ile paylaşılmaya hazır hale gelecek bir form alacak. Biz buna ‘Açık Stüdyo’ diyoruz. Klasik sergileme modelleri çoğunlukla sanat eserinin düşünce, araştırma ve sunum aşamalarını birbirinden ayırır ve izleyicinin sadece bitmiş işi görmesine olanak tanır. Biz Kapadokya’da sanatçıların bu coğrafya ile ilk temaslarının izlerini, araştırma ve ilişkilenme biçimlerini izleyici ile paylaşacağımız bir yöntemi deneyeceğiz. Yani bitmiş bir çalışmayı sergilemek yerine, yeni bir düşüncenin ipuçlarını vereceğiz. Önümüzdeki yıl sanatçılarımızdan bazıları daha büyük ve farklı üretimlerle yola devam edecekler, biz de onlara yeni isimleri de eklemleyerek yeni bir program hazırlayacağız. Oluşturulan yapının inovatif ve organik olacağını ön görebilir miyiz? Bu festivalin ‘sürdürülebilir’ olabilmesi için neler yapmak gerekir? Festival sona erdiğinde geride karbon ayak izi bırakacak mı? AU: Tüm bu söylediklerine kuşkusuz dikkat ediyoruz. Doğanın tam ortasında bir iş yapılıyorsa, doğaya sonuna kadar saygılı olunmalı. Söz konusu bu yeşil bilinç, festivalin çok önemli bir parçası olacak. Mesela, bu yıl güneş enerjisini kullanarak bazı küçük adımlar atıyoruz. MA: Aklımızdakilerin bir ütopya olarak kalmaması için festivalin sürdürülebilir olmasını sağlamak şart. Bu misyonun bireylere indirgenmeden daha geniş bir platforma yayılabileceğine kesinlikle inanıyorum. Müzik belki de ilk kez bir Pozitif festivalinin merkez noktasında durmuyor. Ama kuşkusuz işin en önemli parçalarından biri. Programı oluştururken nelere dikkat ettiniz? Konserler birbirinden tamamen farklı görünse de ortak bir çizgiye dokunuyor mu? AU: Yapmaya çalıştığımızın dışarıdan bu şekilde algılandığını görmek gerçekten güzel. Ama programını yapan kişi olarak benim için de müzik çok önemli. Örneğin Bezirhane için seçtiğimiz tüm konserler solo ya da duo olarak gerçekleşecek. Bu konserlerin ortak noktaları ise dingin bir atmosfere sahip olmaları. Neredeyse meditasyon gibi gelişecek bu konserlere paralel olarak ilerleyecek Kale konserleri ise biraz daha büyük kalabalıklar için... Bir de Cevizlik var. Beş peri bacası ile çevrelenmiş farklı bir alan. Daha güçlü ve amplified performansları da buraya konumladık. FE: Sanat artık her alanda düşünüyor ve üretiyor. Cappadox bu açıdan gerçekten heyecan verici. Bunun geleceğe yönelik oldukça iyi bir başlangıç olduğuna inanıyorum. MA: Sadece müziğin olmadığı noktada, bu iş tüm duyulara hitap eder hale geliyor. Bence bu anlamda ‘paha biçilemez’ ve çok değerli olacak. Tanıtım afişlerinde Halil Altındere’nin No Man’s Land’ini kullanmak dahiyane bir fikir. Adeta Cappadox için tasarlanmış gibi görünüyor. Bunun arkasında Fulya Erdemci’nin olduğunu düşünüyoruz. Doğru mudur? AU: Aynı anda aynı şeyi düşündüğümüzü söyleyebilirim. Hem biz hem de Fulya aynı fikirle birbirimize ulaştık. FE: Evet kesinlikle böyle oldu. Tam da Cappadox’un düşünce yapısına uygun bir iş bu. Uzay ve toprak, geçmiş ve gelecek... No Man’s Land’deki astronot ve at aslında bir Amerikan kahramanına da gönderme yapıyor. Yakın Amerikan tarihinde kahraman olgusu kovboy ile başlıyor ve astronota kadar uzanıyor. Ama bunun dışında da Astronot bize uzayı, başka dünyaları, yeni keşifleri ifade ediyor. At ise insanın medeniyete geçiş sürecinde, tarım ve ulaşım için kullandığı ilk aracı... Kapadokya aslında ‘güzel atlar ülkesi’ demek. Bu çalışma, bir yandan Kapadokya’nın Mars’ın yüzeyini andıran jeolojik yapısını vurgularken, diğer yandan mizahi bir görsel dille teknolojinin araçları olmadan uzayı, yeni keşifleri hayal etmenin de ufkunu gösteriyor. Birçok uygarlığın üst üste gelerek sona erdiği ama geleceğe dair umutların da hala var olduğu bir yer burası.
XOXO The Mag
INTERVIEW/ E
E
IVAN VILIBOR SINCIC
Sivri Ama Yumuşak
Henüz 24 yaşındayken, 2014’teki Hırvatistan Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde aldığı %16.52’lik oy oranıyla dünya gündemine damga vuran Ivan Vilibor Sinčić; bize Hırvatistan’ın genel problemlerini, ülkenin AB ile ilişkilerini ve içinde bulunduğumuz dünya düzenini kendi üslubuyla aktarıyor. Biz de; seçimlerde yaklaşık 300 bin kişinin oy verdiği Sinčić ile, Hırvatistan siyasetini temellendiren dinamiklerin ve Antik Yunan’dan günümüze kadar gelen temel kavramların tekrar üzerinden geçiyoruz. Politik bir okumaya hazır olun. röportaj barış fert fotoğraf ivan vilibor sinčić’in izniyle
XOXO The Mag
Sence, Hırvatistan’ın bağımsızlığını ilan ettiği günden bugüne, Hırvatların hayatlarında neler değişti? Daha mutsuz oldular. Hırvatistan’da, yaklaşık 1.6 milyon insan yoksulluk sınırında yaşıyor ve bu durum da doğrudan onların psikolojilerini etkiliyor. Yugoslavya döneminde böyle olumsuz bir istatistik kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu.
otoritesini korumak adına masum insanları hedef tahtasına koyabiliyor ve bu özelliğiyle de onun bir kukla hükümetten farkı olmadığını düşünüyorum. Pek tabii ki, ben de hükümetin oklarını yönelttiği bir noktadayım, fakat en ufak bir korku bile hissetmiyorum. Çünkü yalnız değilim. Bugüne kadar hiç tehdit edildin mi? Evet.
Peki Hırvatistan’ın Avrupa Birliği’ne katılması beklentileri karşılayabildi mi? Pek sayılmaz. AB’ye katılmadan önce insanların büyük umutları vardı, fakat bunlar pek gerçekçi de değildi. Ve sonuç olarak birçoğu gerçekleşmedi. Yunanistan’ın da örnek olarak gösterilebileceği gibi, AB’ye sonradan dahil olan ülkelerin çoğu bu oluşumda aradığını bulamadı.
Noam Chomsky, bir toplumda oluşan düşüncelerin, davranışların ve ortak algının, Edward Bernays’in yarattığı “rıza mühendisliği” kavramı üzerinden şekillendiğini söylemişti. Hükümetlerin, kitleleri yönetmek adına hala geleneksel propaganda yöntemlerine başvurduğunu düşünüyor musun? İçinde bulunduğumuz sistemin tamamen boş beklentiler, cahillik ve tembellik gibi kavramlar üzerine temellendirildiğini düşünüyorum. İnsanlar, hükümet politikalarının olumsuz etkilerini sadece bireysel olarak tecrübe ettiklerinde buna tepki veriyorlar. Bu bağlamda insanlığı, ‘sessiz yığınlar’ olarak nitelendirebiliriz. ABD hükümeti, sadece kendi vatandaşlarının algılarını geleneksel propaganda teknikleriyle manipüle etmekle yetinmiyor; aynı zamanda bu konudaki hünerlerini dünya arenasında göstermeye devam ediyor. Demokrasi, özgürlük ve insan hakları gibi kavramların içini dilediği gibi dolduruyor ve insanlık yararına hiçbir şey yapmıyor. Başta Suudi Arabistan olmak üzere diğer Körfez ülkeleri, ABD ile yaptıkları petrol ticaretini sona erdirdikleri takdirde dünyanın daha huzurlu ve güzel bir yere dönüşeceğini düşünüyorum.
Hırvatistan Dışişleri Bakanı Vesna Pusić gibi isimler veya Human Shield tarzı organizasyonlar LGBT hakları ve cinsiyet eşitliği gibi konularda sürekli bir çözüm arayışındalar. Hırvatistan’ı parlak bir gelecek bekliyor diyebilir miyiz? LGBT haklarına gösterilen hassasiyet, Batı’ya endeksli medyanın gerçek problemlerin üstünü kapatmak için kullandığı bir mekanizma. Bu bağlamda da, birçok kurumun ve kişinin samimiyetine inanmıyorum. Fakat insanlar, bulunduğumuz düzeni değiştirmek adına harekete geçerlerse daha güzel bir geleceğin bizi bekleyeceğini düşünüyorum. Senin hikayenle devam edelim. Neden politikaya dahil oldun? Çünkü dahil olmam gerekiyordu. Sadece şikayet etmeye devam edersek ve şikayet ettiğimiz durumları engellemek için de en ufak bir girişimde bile bulunmazsak, hayattaki hiçbir şeyi değiştiremeyiz. Değişimin demokratik yollarla sağlanabileceğini düşünüyorum. Cevabı biraz daha somutlaştırmak gerekirse; siyasi kariyerime yaklaşık dört sene önce başladım. 2011’de, HDZ Hükümeti’ne karşı düzenlenen protestoların tam ortasındaydım ve 2012’den beri, koordine ettiğimiz Živi zid aracılığıyla da halkımıza yapılan haksızlıklara karşı geliyoruz.
Siyaset bilimini şekillendiren dinamikleri göz önünde bulundurursak; sence ulus devletleri gelecekte neler bekliyor? Ulus devletlerin gelecekte de varlığını sürdüreceğini düşünüyorum. Fakat Avrupa Birliği için aynısını söyleyemeyeceğim. O da aynen Roma İmparatorluğu gibi tarihe karışacak.
Seçim sürecinde, medyanın seni yeterince gündeme getirdiğini düşünüyor musun? Bu soruya beklemediğiniz bir cevap vereceğim. Evet!
Cyberpunk akımının 21. yüzyıla damga vuracağını düşünüyor musun? Tabii ki. Bu akım sayesinde vatandaşlarımız gerçeklere daha rahat erişebilecekler.
Kampanya boyunca hangi siyasal iletişim yöntemlerinden faydalandın? Sosyal medya vasıtasıyla, ana akım medyanın sansür uygulamalarının önüne geçebildik. Ayrıca, Facebook’ta bizi yaklaşık 80 bin kişi takip ediyor ve YouTube’da da 1 milyon civarı tıklanma sayısına ulaşmış durumdayız. Hırvatistan’ın nüfusunu baz aldığımızda, bu rakamları başarımızın bir uzantısı olarak görüyorum.
Syriza’nın zaferiyle birlikte, sosyal tabanlı hükümetlerin zamanının geldiğini söyleyebilir miyiz? Esasında politikayı sağ veya sol olarak ikiye ayırmayı sevmiyorum. Bu noktada, doğru ve yanlış ikilisine başvurmanın daha isabetli olacağı kanaatindeyim. Bir ülkenin başındaki hükümetin ideolojisine bakmaksızın, o hükümetin vatandaşları yararına izlediği politikaları göz önünde bulundurmalıyız.
Peki sonuçlar seni şaşırttı mı? Seçim sonuçlarına şaşıran taraf ben değildim; zira rakiplerim böyle bir oy oranına ulaşabileceğimi hiç düşünmüyorlardı ve epey hayrete düştüler. Ben de tabii ki bu sonuçtan çok memnunum.
Politik vizyonunu yansıtan birkaç film önerebilir misin? Barbara Kopple’ın yönettiği American Dream’in ilk 30 dakikası, Godfrey Reggio’nun başyapıtı Koyaanisqatsi ve Gillo Pontecorvo’nun yönettiği La battaglia di Algeri diyebilirim.
Başkan olsaydın nelere ağırlık verecektin? Programımda da açıkladığım üzere; ülkenin dış borçlarını sıfırlama, hukuk sisteminin tekrar gözden geçirilmesi ve Hırvatistan askerlerinin Afganistan’dan çekilmesi gibi, insanların huzurunu ve mutluluğunu artıracak hamleler yapmak istiyordum.
Boş kaldığında neler yapıyorsun? Şu sıralar çok fazla boş vaktim olduğunu söyleyemeyeceğim, fakat elimden geldiğince okumaya gayret ediyorum. Tabii ki okul da oldukça zamanımı alıyor. Ailemle vakit geçirmeyi çok seviyorum ve Vivaldi, Mendelssohn ve Debussy gibi ustaları dinliyorum.
Adını daha önce hiç duymamış birine kendini nasıl tanıtırsın? İçe dönük bir karakterim var. Çok komplike bir düşünce tarzına sahip olduğumu düşünmüyorum, fakat işimle ilgili oldukça hassasım ve yaptığım işi tamamlamak için ne gerekiyorsa yapıyorum.
Kimleri okuyorsun? Noam Chomsky, Karl Marx, Roland Barthes, Walter Benjamin ve Jean Baudrillard düşüncelerine fazlasıyla saygı duyduğum isimler.
Gözaltına alınmış olmak seni nasıl etkiledi? Kendini tehlikede hissediyor musun? Hırvatistan hükümeti, hiçbir gerekçe olmaksızın, sadece kendi
Gelecek için aklında neler var? Nihai amacım, demokrasinin gücünü de arkama alarak şu anki kukla hükümeti seçimler vasıtasıyla devirmek. 121
IT’S LIMITED James Bond külliyatında ana tema değişkenlik; hikayeler, Bond kızları ve hatta bizzat James’in kendisi... Değişmeyen tek şeyse şartlar ne olursa olsun Bond’un lacivert takımı. İşbu takım tahtından asla inmeyecek bilakis, yükselişine devam edecek. Network’ün limited serisindeki mavi skalayı kanıt namına kullanabilirsiniz. CO bedia günaydın olga şerbetcioğlu aslin kumdagezer, utku palamutçu mert tüfekçioğlu selma ergin lazar
IT’S LEGENDARY
Bu bir ilandır.
1940’ların ikinci yarısında, Hollywood erkekleri senaryo fark etmeksizin pardösülerine bürünür. Humphrey Bogart, Alain Delon ve Bogie ile efsaneleşen tasarımı taşımak için Londra yağmurları şart değil. Hatta havanın bulutlu olmasına dahi gerek yok. Yine de Network’ün su geçirmez pardösü kumaş teknolojisi olası yağmur bulutlarına karşı güvenceniz olsun.
IT’S ALL BLUE Erkek gardıropları mavi dönemini yaşıyorken seçimleri doğru bileşenlerden yana kullanabilmek gitgide zorlaşıyor. Network, stilin detaylarda gizli olduğunu bir kez daha söylemlerine ve tasarımlarına ekliyor. Koton ve keten karışımı mavi takıma süet garnili cep detayları bahşediyor ve sunduğu farklı tonlarda maviyle hata yapma olasılığınızı sıfıra indiriyor.
IT’S LIKE ONE, TWO, THREE Pantolon ve ceket takımları tarihin tozlu sayfalarında monotonlaşmaktayken, takıma eklenen 3. oyuncu, oyunu hareketlendiriyor. 7 Ekim 1666’da önce Londralı erkeklerin, ardından da yüzyıllar boyunca tüm erkeklerin gardırobuna giren yelekler oyunun kurallarını değiştireli epey oluyor. Yeni kurallar arasında kafası karışanlardansanız, sade olana yakın kalın.
IT’S VERY HUCKLEBERRY FINN “Hayatının geriye kalan her gününde, temiz beyaz bir gömlek ve açık renk keten takımını giyiyordu. O kadar düzgündü ki baktığınızda gözleriniz acıyabilirdi.” Mark Twain’in Huckleberry Finn’e bahşettiği gardırop, vuruculuğundan hiçbir şey kaybetmedi. Ve açık renk keten, koton takımlar aynı mükemmellikle Network’ün yeni koleksiyonunda yerini aldı.
AND THAT’S ALL Giyinmenin sanat kabul edildiği paralel bir evrende ‘layering’ başyapıt olarak kabul edilebilirdi. Aynı anda rahat hareket edip şık görünebilmek ve tüm dokuları doğru birleştirebilmek gibi etkenler işin içerisine girdiğinde paralel evrendeki varlığınız da bize hak verecektir. Galaksinin bu tarafındaysa saten gömlek, dokuma kravat, keten ceket ve pardösü Network’ün mavi tonlarıyla sorunsalın en doğru cevabı...
EVENT MANAGEMENT
PUBLISHING
CONCEPT DESIGN
BRAND PLATFORMS
AND ANYTHING COOL
FOR MORE FACEBOOK.COM/COISTANBUL 123@COISTANBUL.COM +90 212 2590669
AS
C R
A
E REE
C C
WITH
D
R
T
C
aslin kumdagezer mike rosenthal for dlmla julie matos for dlmla caroline ramos for jk artists derek williams for the wall group using balmain william mathieu
naked princess xiv karats (t端m kareler) azlee jewelry (t端m kareler)
alexander mcqueen
Bugün nasıl uyandın? Paris’te olduğum her gün gibi; harika.
Instagram’dan takip edebildiğimiz kadarıyla bu sezon oldukça defileye katıldın ama Marc Jacobs’ınki senin için oldukça farklı olmalı... Evet, Marc Jacobs bu sezon tasarımlarını ve defilesini Diana’ya ithaf etti. Benim için kelimelerle anlatılması güç bir şov oldu. Defile sonrasındaysa Marc ile yüz yüze tanışma fırsatı bulduk. Bana Diana’nın hala moda endüstrisindeki en önemli kadın olduğunu söyledi. Bu çok büyük bir gurur.
Arka planda duyduğumuz şarkı ne? Paulo Nutini’den ‘Someone Like You’. Peki sence çekimin soundtrack’i ne olmalıydı? Nancy Sinatra’nın ‘These Boots Are Made For Walkin’i. Çekimde canlandırdığın nasıl bir kadındı? Sevgilisi tarafından fark edilmeyen, umursanmayan ve artık cinsel olarak başkaları tarafından fark edilmek isteyen bir kadın... Karakterini sevdin mi? Çok eğlenceli bir karakterdi. Oyunculuğu çok seviyorum ve elime geçen her fırsatta kamera önüne geçip yeni duygular deneyimliyorum. Haliyle bu çekim de benim için harika bir şanstı. Canlandırdığın kadının kıyafet seçkisi seninkilerle örtüşüyor muydu? Ah, çekimdeki kıyafetler bir harikaydı. Özelikle Céline ceket ve Dolce&Gabbana korse elbiseye bayıldım. Canlandırdığım kadını hissetmem için bana ilham verdiler. Ama günlük hayatımda beni en seksi hissettiren kıyafet daha çok beyaz ipek bir elbise olur. Modayla çok iç içesin, hatta müzik kariyerinden öncesinde seni Barbara Bui için yaptığın işbirliklerinden tanıyorduk... Barbara’yla Los Angeles’ta düzenlediği partisinde şarkı söylemem için beni davet ettiğinde tanışmıştık. O günden beri de ayrılmadık ve birçok sezon beraber çalıştık. Çünkü ikimiz de moda ve müziğin iç içe olması gerektiğine inanıyoruz. Hatta daha birkaç gün önce Paris’te yeni sezon kampanyası için bir çekim yaptık. Vreeland ismi müzik kariyerini nasıl etkiledi? Eh, haliyle kolayca açılamayacak birçok kapı açtı. Ve insanlar müziğimi duymak için çok daha hevesli davrandı. Ama üzerimdeki yükü de bir o kadar arttırdı. Neyse ki şimdiye kadar, dinleyen herkes müziğimden ve izledikleri videolardan etkileniyorlar ama hedeflerim büyük; Diana Vreeland’in moda sahnesinde bıraktığı etkiyi müzik endüstrisinde bırakmak istiyorum. Ve Diana’nın ismini her duyduğumda daha çok risk almam gerektiğine inanıyorum. Sana sürekli Diana ile ilgili sorular sorulmasından sıkılıyor musun? Asla. Diana bir efsaneydi ve fırsatını bulduğum her an onun hakkında konuşabilmek büyük bir zevk. O zaman biz de soralım, paralel evrende Diana ile nasıl bir ilişkiniz olurdu? İkimiz de çok dik kafalı olacağımızdan muhtemelen epey çarpışırdık ama içten içe birbirimizin işine saygı duyardık.
Bu arada röportajlarından birinde Instagram konusunda oldukça ön yargılı olduğunu ve uzun bir süre katılmayı reddettiğini okumuştuk. Fikrini ne değiştirdi? En yakın arkadaşım ve ev arkadaşım Shea Marie. Instagram’ın, dinleyicilerimin bana daha kolay ulaşabilecekleri samimi bir ortam olduğu konusunda beni ikna etti ve şu an fark ediyorum ki çok da haklıymış, hiç düşündüğüm gibi değil. Ne düşünüyordun? İnsanların fotoğrafları üzerinden yarattıkları gerçek olmayan benmerkezci bir dünya olduğunu... Karşımızda neşeli ve renkli bir kız görüyoruz, bu anlamda müziğinle taban tabana zıtsın aslında. Müziğimin özellikle sözleri oldukça karanlık, çünkü müzik benim içimdeki karanlık, kötü enerjiden kurtulmanın tek yolu. Eh, haliyle gerçek hayatta da geriye sadece enerjik ve mutlu bir kız kalıyor. Müziğin söz konusu olduğunda neden bu kadar duygusalsın? Aslında birçok şeye karşı oldukça duyarlıyım. Çok çabuk ağlarım... Sanırım şarkı söyleyebildiğim için çok minnettarım ve bu da iyi işler yapmam için bende büyük bir sorumluluk ve zorunluluk oluşturuyor. Tüm bu şükran ve baskı da şarkılarımda tercümesini buluyor. Müziğini hiç duymamış birine onu nasıl anlatırsın? Fiona Apple’ın Kanye West’le buluşması gibi... ‘In Ruins’ Haruki Murakami’nin The Wind up Bird Chronicle’ından adını almış. Edebi göndermelerinin devamı gelecek mi? Ah, çok sıkı bir okurum. Sanırım müzikten sonra en büyük tutkum okumak... Şu anda da Cormac McCarthy’nin Blood Meridian’ını okuyorum. Henüz piyasaya sürmediğimiz yeni şarkım da Unwell adlı bir kitaptan ilham alınarak yazıldı. Yani evet bu kesinlikle benimle özdeşleşecek bir durum. Bu arada çok yakında yeni single’ım ‘Slay’in videosu da çıkmış olacak. Son zamanlarda ne dinliyorsun? D’Angelo’nun yeni albümüne tabiri caizse takıntılıyım. Drake’in yeni mixtape’ini ve Big Sean’ın yeni albümünü de şu sıralar sürekli dinliyorum. Bir de Lazar Berman’ın ‘Le Mal Du Pays’ yorumunu dinlemeden edemiyorum.
XOXO The Mag
burberry stella mccartney
balmain le silla
mugler le silla
givenchy
dolce&gabbana giuseppe zanotti
cĂŠline
SANG WOO KIM
Sang, onu sevmemiz için gerekli tüm niteliklere sahip: Sanatçı ruhlu, stil sahibi, güzel (gerçekten çok güzel), Londra’da yaşıyor, Türkçe kelimeler biliyor, pozitif, mutlu, barışçıl ve en önemlisi; o bir Koreli.
interview olga şerbetcioğlu photographer perou styling dasha kova grooming charlotte gaskell producer matt mills
matthew miller diesel soulland modele ait
141
Sang, hayat nasıl gidiyor? Oldukça yoğun bir hafta geçiriyorum. Geçtiğimiz aydan farklı olarak bu sefer defilelerde kadın koleksiyonlarını izleyerek vaktimi değerlendiriyorum. Podyumda efor harcamak yerine, oturup markaların kadın koleksiyonlarını izlemek bana farklı bir bakış açısı sağlıyor. Yani iyi hissediyorum ve heyecanlıyım. Bu aralar kendine sürekli sorup durduğun bir soru var mı? Kendime soru sormayı bıraktım. Her şey şu an benim için çok iyi gidiyor, tamamen modelliğe odaklanmış durumdayım, kafamdaki diğer soruları kovalamıyorum. Eskiden, bazı şeylerden feragat edip modelliğin üstüne gitmem gerekip gerekmediğini kendime sorup duruyordum. Bir yandan okul devam ederken bir yandan karşıma fırsatlar çıktıkça bir şeylerden vazgeçmem gerekti. Her ne kadar yaratıcı yanımı geliştiremediğime dair vicdan azabı çeksem de, daha fazla suçlu hissetmemek için üzerimdeki baskıyı hafifletme kararı aldım.
Ailenle birlikte mi yaşıyorsun? Babam Kore’de yaşıyor, annem de Kore ve İngiltere arasında sürekli seyahat ederek jet lag olmamak üzerine uzmanlığını bitirmek üzere. Feminen kabul edilen bir endüstride yükselen bir isim olmak nasıl bir his? Style.com’un en iyi 50 erkek model listesindesin. Öncelikle, modanın feminen bir endüstri olduğuna inanmadığımı söylemeliyim. Sosyal medyadan ötürü, herkes modanın içinde, defilelerde kapıda kuyruk olan her insanın moda blogu ve söyleyecek bir sözü var. O yüzden moda hakkında yapılan genellemeler bana manasız geliyor. Zaten sosyal medya işin içindeyken yükselen bir isim olmak çok da zor değil; mesela Lucky Blue’ya bakın, yarım milyondan fazla takipçisi var, oldukça iyi işler çıkartıyor. İnsanların beni de yükselen bir isim olarak görmesi ve bunu bazı mecralarda paylaşıyor olması gururumu okşuyor. Erkek modasını ve ortaya çıkan işleri düşündüğümde, bunun bir parçası olmak çok hoşuma gidiyor.
Nasıl hafiflettin? Okula bir yıllığına ara verdim. Hem sanatımı geliştirmek hem de modellikte yükselmek için bu kararı almak zorundaydım. Ama boş bulduğum her an çizim yapmaya devam ediyorum, en azından körelmemeye çalışıyorum. İşlerimi topladığım online bir günlüğüm var, oraya her gün bir şeyler yüklemeye çalışıyorum.
Ne zamandır bu işin içindesin? 1,5 yıldır modellik yapıyorum. Her şey bir anda oluverdi, oldukça şanslıydım. Zaten teklifleri almaya başladığımda ben de kendime inanamadım. Bir anda bu pozisyona gelmek çok büyük bir ayrıcalık.
Her gün çizim yapmak için vakit bulabiliyorsun yani? Yağlıboya yaparken bir şeyler ortaya çıkarabilmek yaklaşık bir haftamı alıyordu. İşin gerçekten bitip bitmediğine karar vermek de bunun üstüne en az bir hafta daha ekliyordu. Şimdi çizim defterim yanımda ve fırsat bulduğum her an bir şeyler karalıyorum.
Peki sence markalar neden seni seçiyorlar? İnsanlar etraflarındaki kültürel çeşitliliğin farkına yeni yeni varıyorlar, ki bu umut verici bir şey. Tabii ki eskiden de pek çok Asyalı model vardı ama markaların elçi olarak Asya kültüründen insanları tercih etmesi, bence Doğu’ya karşı duyulan merakın bir sonucu. Doğu’yu içine kapalı bir kültür olarak görmek yerine onun güzel tarafını keşfetmeye çalışmak, beni seçmelerinin sebebi olabilir.
Bu arada çekim nasıldı? Epey keyifliydi. Perou gerçekten büyük bir sanatçı ve saygı duyduğum pek çok insanı fotoğraflamış biri. O yüzden onunla çalışmak benim için güzel bir ayrıcalık oldu. Londra’nın azizliğine uğramaktan korkuyorduk ama hava her ne kadar soğuk olsa da güneşliydi ve stüdyoya girmemize gerek kalmadı. Ne kadardır orada yaşıyorsun? Koreliden ziyade İngiliz olduğunu söylesek yanlış olmaz herhalde... Neredeyse doğduğumdan beri burada yaşıyorum, altı aylıkken Londra’ya gelmişim. Bundan hareketle, İngiliz olduğumu söylerken çekinmiyorum. Ama annem ve babam da Koreli ve beni Kore geleneklerine göre büyüttüler. O yüzden o tarafımı da reddetmiyorum.
Modelliği geçici bir meslek olarak mı görüyorsun? Bu aslında tamamen sektörün gidişatına bağlı. Bazen bir yıl boyunca tüm defilelerde yer alıyorsun, sonra öyle bir şey oluyor ki köşene çekilip yeni bir meslek düşünmek zorunda kalıyorsun. Moda dünyasının dengeleri o kadar değişken olduğu sürece işin içine materyalizm giriyor. Sonuçta görsel bir şovun içindesiniz ve sizin çok iyi bir insan olmanız hiçbir şeyi değiştirmiyor. Bu üzücü bir durum ama işin içinde görece yeni olduğum için olup bitenden haberdar bir şekilde işe atıldım, o yüzden kendimi her şeye hazırladım. Ama hayatımın sonuna kadar bu işi yapmayacağımı da biliyorum. Şu an bulunduğum noktanın keyfini çıkarıyorum ve moda dünyasının bana açacağı yeni fırsatları kolluyorum.
XOXO The Mag
Cara ve Karl Lagerfeld arasındaki şefkat dolu ilişkiden hareketle, “kanatları altına girmek isterdim” diyeceğin bir isim var mı? Kesinlikle Prada ve Miuccia Prada’nın yanında yer almak isterdim. Miuccia’nın elinden çıkan her şeye bayılıyorum.
Yakın zamanda eline böyle bir fırsat geçti mi? Sürekli yeni insanlarla tanışıyorum ve kendimi içerisinde hayal edemeyeceğim ortamlarda buluyorum. Bunu da sanatçı tarafımı beslemek için kullanıyorum. İşlerimden bahsetmek ve kendimi göstermek için çok büyük bir fırsat yakaladım. Eskiden sanatçılara ve sanatı destekleyen insanlara ulaşmak benim için çok daha zorken şu an onların arasında gönül rahatlığıyla kendi işlerimden bahsedebiliyorum. İşin %80’i kurduğun bağlantılarla ilerliyor, geri kalan %20 de şanslı, yakışıklı ya da güzel olup olmamanla alakalı... Sanat camiasında da aynı şey geçerli. Doğru insanların yanında olmaya çalışıyorum.
Model olmanın en iyi ve en kötü tarafları neler? En iyi tarafı sürekli seyahat ediyor olmak. Daha doğrusu spontane bir şekilde seyahat etmek. Ne zaman nereye gideceğini asla kestiremiyorsun ve canın çok sıkılmışken iki gün sonra kendini bambaşka bir ülkede bulabiliyorsun. Tabii tanıştığın insanlar da yanına kar kalıyor. Kötü tarafı ise zihinsel olarak sürekli kariyerinin iyi gidip gitmeyeceğini düşünmek... Başta da dediğim gibi dengeler çok değişken ve bu her modelin korkulu rüyası.
Sanatından da bahsedelim; neden soyut çizimlere yöneldin? Tamamen soyut işlere odaklı değilim, hala keşfetme aşamasındayım. Önceden hiperrealistik portreler çiziyordum. Çok büyük bir yetenek gerektirdiğini ve çok zor bir alan olduğunu biliyorum ama bu alanda bana ait bir gelecek göremedim. Bu da beni soyut çizimlere yöneltti. Ama dediğim gibi, hala keşfetme aşamasındayım, yakın zamanda gerçeküstü çizimler yapmaya başlayabilirim.
Peki bu zamana kadar en çok sen olduğun çekim hangisiydi? Xiao Wen Ju ile Vogue China 2014 Aralık sayısı için yaptığımız çekim. Bir moda fotoğrafçısı olduğunu düşün; kimi çekmek isterdin? Kesinlikle Xiao Wen Ju’yu çekmek isterdim, çok güzel ve yetenekli biri olduğunu düşünüyorum. Ama şöyle detaylar var; kendi setimi kurardım ve çok ilginç bir hikaye yaratırdım. Benden ısmarlama olunca güzel iş çıkmaz.
İnsanların seni ilk gördükleri zaman ne düşündüğüyle ilgili bir fikrin var mı? Sokakta bana garip garip bakıldığı gerçeğini bir kenara bırakarak bu soruyu cevaplıyorum. Küçükken insanların ırkçı esprilerine maruz kalıyordum. Her İngiliz çocuğa garip gelecek şeylere sahiptim; küçük ve çekik gözler, sivri bir çene vs. Benimle o kadar çok dalga geçiyorlardı ki sanırım bu yüzden şu an insanların sokakta bana bakmları veya benimle ilgili ne düşündükleri aklımın ucundan bile geçmiyor. Ama insanların bana karşı anlamadığım bir ilgisi var. Özellikle kadın defilelerinden sonra yanıma gelip fotoğraf çektiren insanlar oluyor, bunu bir de sosyal medyada paylaşıp beni de etiketliyorlar ve altına şaşırtıcı derecede yüksek tonda aşk dolu yorumlar yazıyorlar. Kendisini çok fazla beğenmeyen biri olarak bu ilgiyi sadece hoş karşılamakla yetiniyorum.
Sokak stilinle de övgü topluyorsun, mesela bugün üzerinde ne var? Bu soruyu çok yanlış bir zamanda sordun çünkü tüm gün basic bir tişört ve gri eşofmanla gezip durdum. Ama her gün evden çıkarken, bugün çok iyi giyinmeliyim belki fotoğrafçılarla karşılaşabilirim diye düşünmüyorum. Ya da bu parça çok moda bunu giymeliyim gibi bir endişem yok. Dikkat ettiğim tek şey var, o da doğru renk kodlarını uygulamak. Bir de ne giyersem giyeyim adidas Superstar’la tamamlıyorum. Garip bir soruyla bitirelim; Korelilerin Türkiye’ye karşı duyduğu ilgi sende de var mı? İstanbul, Kapadokya ve Ankara’ya gelmiştim. Özellikle İstanbul’un şehir dokusunu çok beğeniyorum. Alakasız olacak ama Ankara’ya geldiğimde de elma çayı içmiştim. Bir de bildiğim Türkçe kelimeler var tabii; merhaba, seni seviyorum, tatlım, çok şirinsin gibi... Evet, arkadaşlarımın tüm anahtar kelimeleri öğrettiğinin ben de farkındayım. Koreli insanların duyduğu ilgi benim duyduğum ilgiden daha farklı tabii. Onların içindeki sevgi, savaş zamanına dayanıyor, bense kültürünüze karşı oldukça meraklıyım.
Cara Delevingne ile DKNY kampanyası için tekrar bir araya geldiniz. Onunla çalışmak nasıl? Evet, Cara ile ilk kez British Vogue çekimi için çalışmıştık ve o sayede tanışmıştık. Onun nasıl o kadar enerjik olabildiğine asla inanamamıştım. DKNY için bir araya geldiğimizde de aynı şeyleri düşündüm. Bir insanın bu kadar hayat dolu olması çok güzel ama biraz tüyler ürpertici bir durum. Tonlarca iş yükü var ve asla şikayet etmiyor. Ben olsam çoktan pes etmiş olurdum. 143
matthew miller mohsin soulland louise mckay all saints
XOXO The Mag
145
XOXO The Mag
147
diesel matthew miller marc kain vintage robert clergerie
marc kain vintage iceberg matthew miller matthew miller soulland
XOXO The Mag
149
XOXO The Mag
151
ashish tonsure diesel tight around the all saints
XOXO The Mag
153
mohsin iceberg diesel blood brother robert clergerie
Bu bir ilandır.
GLAM, NOW! Moda dünyasındaki trendlerin her telden çaldığı bir çağda, saçların olduğu gibi kalmalarını bekleyemezsiniz. Haliyle onlar da azami miktarda fönle uçuşmakta, parlatıcı serumlarla ışıldamakta ya da spreylerle sımsıkı durmakta... Zira bizim için her zaman olduğu gibi uçlara gitmeye mahal yok. Yıka ve çık bir saçın monotonluğunaysa bir sezonluğuna ara verebiliriz. Biraz cazibenin, olabildiğince parıltının hükmettiği bir dünyaya ilerliyoruz. Rehberimiz Toni&Guy’ın Glamour serisi. Harfiyen uygulayın
ÜST carven/shopi go
CO serkan şedele 101 deniz irem çek mehmet menteş orbay baş utku atalay 101 berna demir hüseyin altun sylvia&anica
romantic glam
mary katrantzou/beymen
louis vuitton
Moda dünyası dönüp dolaşıp geri döndüğü, bir türlü kopamadığı romantik ve bohem 70'lere doğru geriye ket vurmaya devam ediyor... İşbu yılların havasına bürünmek size parmaklarınız kadar yakın mesafede. Tabii dönemin ruhuna adapte olmak için, harekete geçmeden önce biraz Camus, biraz Kerouac, biraz da Ginsberg okumanız şiddetle tavsiye edilir. Sonrasında saçlarınıza yönelebilirsiniz. Başlarken, parlak bir görünüm için, saça Toni&Guy 3D Volumiser uygulayın. Saçın her tarafının homojen bir şekilde kuruduğundan emin olun. Maşayla saçınıza hafif bir dalga verdikten sonra, bir fırça ile dalgaları açın. Son safhadaysa saçlarınızın ışıldaması için Glamour Serum Drops uygulayın. Ve voilà!
louis vuitton müge new york, alexander mcqueen/beymen
growing edgy Dağınık, çarpıcı ve alabildiğine umursamaz... Zamanı henüz geri alamıyoruz, ama düşünceleri ve stili geçmişe yollamak şartlar dahilinde mümkün. Seçilen zaman, Haider Ackermann, Marc Jacobs ve Tom Ford önderliğinde grunge yılları. Kate Moss ve Johnny Depp birlikteliği yeniden geçerli sayılsın, arkada ‘Smells Like Teen Spirit’ çalsın. Kıyafetlerinizi siyahın hakimiyetinden 2015’in parıltısına terfi ettirin, günü yakalayın ve başlayın: Nemlendirdiğiniz saçlarınıza Toni&Guy 3D Volumiser uygulayın ve kurutun. Maşayla saçınıza hafif bir dalga verin. Glamour Serum Drops yardımıyla ipeksi bir doku elde ettikten sonra saçı arkadan sabitleyin. Krepe yaparak saçın ön kısmını toplayın ve 90'lar stilinize nokta atışı yapın. Toni&Guy Glamour Firm Hold Hairspray’le sabitleyin.
strong hold, be bold
3.1 phillip lim/brandroom
Islak ve geriye taranmış saçın yeni yüzyılın klasiklerinden olduğu su götürmez; öyle ki ıslak saç, açık büfe moda tantanasında bir sezondan fazla tutunmayı başaran nadir stillerden. Ve tabii 2015 podyumlarının da hala vazgeçilmezlerinden. İçerisinde bulunduğumuz sezon için ilhama ihtiyaç duyarsanız, klavyeniz sizi Alexander Wang, Dior, Zac Posen, Balmain ve Helmut Lang şovlarına götürsün. Defileyi gerçek hayata dönüştürmek içinse yanınıza Toni&Guy Prep serisinden Leave in Conditioner, Toni&Guy Glamour Serum Drops, Toni&Guy Glamour Firm Hold Hairspray ve kalın uçlu bir tarak alın ve sırasıyla uygulamaya başlayın. Islak saçınıza Leave in Conditioner'ı sürdükten sonra saçınızı tarayın ıslaklığı kalıcı hale getirmek için serum uygulayın. Saçınızı spreyleyerek sona ulaşın.
3.1 phillip lim/harvey nichols
pretend it’s the 80’s Bahar, 70’lerin bohem kodlarıyla dolup taşarken biz, eş zamanlı sonbaharın bahşettiği alt metinleri sindiriyoruz. Detaylardaki 80’ler külliyatını fark edenler, Saint Laurent’ın neo-diskosuna, Olivier Rousteing’in metal pililerine ya da Jeremy Scott’ın büyük aksesuarlarına çoktan takıldılar. Geriye kalan tek şeyse, When Harry Met Sally’deki Meg Ryan’ın ya da Dirty Dancing’deki Jennifer Grey’in saçını günümüz versiyonuna uyarlayabilmek. Nemli saça Toni&Guy Glamour 3D Volumiser uygulayıp kurutun. Böylece saçlarınız sadece diplerinden değil uçlarından da hacim kazanacak -yaşasın 80'ler ruhu. Ardından maşa ile saçlarınızı sarıp tarayın ve Toni&Guy Glamour Firm Hold Hairspray’le sabitleyin. Tarif kolay, harfiyen takip edin.
fake a cotton candy Orijinal mealiyle ‘queue de cheval’ uzun zamandır Mattel’in Barbie versiyonları kadar pürüzsüzdü. Ta ki hızlı sıkılan moda dünyası klasikleri çığrından çıkarma konusunda yeni bir adım atana kadar... Boyutu, hacmi ve dokusuyla her daim oynanan at kuyruğu bu sezon, aralarda bir yerlerde seyretme kararı aldı. Sezonun grunge ilhamlarını da denkleme katıp Alexander McQueen, Yohji Yamamoto ve Simone Rocha arasında bir yerlerde seyretmek isterseniz; nemli saçınıza Toni&Guy Glamour 3D Volumiser sürerek işe başlayın. Kulak hizasında sabitlediğiniz saçınızın uçlarını maşayla hareketlendirin. Hacim kazandırmak için krepe yapın ve Toni&Guy Glamour Firm Hold Hairspray’le sabitleyin.
burberry
cherry blossom Sıcaklıkların mevsim normalleri üzerinde seyretmesine sayılı zaman kaldı, önden bahar havası almak isteyenler, her daim Mary Katrantzou'nun işlemelerinde, Peter Pilotto ve Prabal Gurung'un modern print'lerinde teselli bulabilirler. Kıyafetler yetmediğinde, sıra saçlarınıza geliyor. Nemli saçlarınızın uçlarına, yumuşak bir doku kazandırmak için Toni&Guy Glamour Moisturising Shine Spray uygulayın. Saçın dağılmaması için Toni&Guy Glamour Firm Hold Hair Spray sıkın. Saçınızı dairesel olarak eşit parçalar bırakarak toplayın.
ümit savacı ferhan istanbullu onur eraybar ferit belli̇ sam araji̇ mustafa özmen, selçuk danyıldız daga ziober production istanbul esin ünlü
missoni/harvey nichols
h&m
maison kitsunĂŠ/beymen theory/beymen banu bora stefanel
academia/beymen
h&m
editรถre ait mavi industrie denim
acne/beymen beymen collection
louis vuitton cos
theory/beymen alexander mcqueen/beymen theory/beymen
cos caperlan/decathlon
academia/beymen h&m
BRAND Bu bir ilandır.
MUDO FTS64 GAME OVER
Aslında Daha Yeni Başlıyor
Sportif kıyafetleri günlük hayatımıza entegre etme fikri, yakın zaman önce neopren kumaşın balık adamlardan metropol insanına terfi etmesiyle başladı. Uzunca bir süre spor şık algısı bu ölçüde şekillendikten sonra yol ayrımındayız; (evet, jean’in kırmızı halıya vurmasının ardından koşu taytının ilk buluşma materyali olarak kayıtlara geçmesi moda dünyasındaki sayısı bitmeyen şokların içerisine eklendi). Gelinen son noktada sorulan soruysa; gerçekten spor salonundan çıkmış gibi görünmek zorunda mıyız, yoksa spor parçalar günlük hayata daha kolay entegre edilebilir mi? Moda dünyasının fıtratında kehanet üretmek ve bu kehanetlerin tutmasını beklemenin olduğu paralel bir dünyadan fikirlerimizi uzay boşluğuna salma zamanı; sweatshirt’ler, eşofmanlar ve basic ürünler revaçta kalmaya devam ettikçe, sportif parçalar da
yükselişte olacaklar. Zira biz filmi ileriye sarmaya devam etsek de, moda geçmişin etkisinden çıkmıyor. 90’ların bilinçaltımıza yerleştirdiği Amerikan rüyası ve onun kolej öğrencileri, bu kehanetin merkezinde oturuyorlar. Bomber ceketleri, büyük logolu tişörtleri ve sportif duruşlarıyla bugüne örnek oluşturuyorlar. Hal böyle olunca, biraz önce bahsettiğimiz yol ayrımında sorunun ikinci kısmını seçmenizi ve yüzünüzü Mudo’ya doğru çevirmenizi istiyoruz. Mudo FTS64’ün İlkbahar Yaz 2015 sezonu için bu kehaneti öngörerek oluşturduğu Game Over koleksiyonu, aktif spordan ve takım sporlarından ilham alıyor. Renk blokları, takım üniformalarından hareketle eklenen şeritler ve sloganlar işe hareket katıyor. Bahar aylarının, cümle içinde gerçekten doğru anlamda kullanılan, anahtar parçaları sweatshirt’ler, jogger eşofman altları
XOXO The Mag
dursun. Zira günlük hayatınızda bu kıyafeti tamamlayacak şey, yüksek ihtimalle denim bir ceket olacak, ki bu da 90’ların sunduğu renk bloklarına bir yenisini daha ekleyerek, sportif duruşunuzu sokak stilinize dönüştürecek.
90’lara saygı duruşunda bulunuyor ve rahat bir duruş sergiliyor. Bahsi geçen bu parçalar, yalnızca spora giderken değil, günlük rutinlerinizde giyebileceğiniz parçalar olarak da karşınıza çıkıyor. Tabii bu noktada işin içine seçilen kumaşlar dahil oluyor. Sportif duruşu biraz daha lüks ve stil sahibi gösterecek detaylar, Mudo FTS64’ün yağmurluk kumaşları, lazer kesim detayları ve trikoları oluyor.
Bu kehanetin sonunda sizi de hikayenin içine dahil ediyoruz; amacımız sportif parçaların her daim sizin tarzınızı yansıtacağının altını çizmek. Sabah sporunu eksik etmeyen bir insan olabilirsiniz. Günü ileriye sarıp öğle yemeğine spor kıyafetleriyle gitmek zorunda kalan bir insan da olabilirsiniz. Kehanet işte tam bu noktada gerçeğe dönüşüyor, zira başından beri anlatmaya çalıştığımız spor şık duruş tam da şimdi devreye giriyor. Hikayenin gerisini siz de tahmin ediyorsunuz zaten… Oyun daha yeni başlıyor, oyunu kuralına göre oynamasanız da oyunda kalmanın bir yolunu bulun.
Bu sportif duruşu hayata geçirmek için kehanetin gerçek olmasını beklemenize gerek yok, öngörülerimiz bunun için var. Yapmanız gereken şey, sneaker’larınızı alıp, eşofmanlarınızı üzerinize çekmek. Beyzbol gömlekleri ve spor atletleri bu outfit’in tuzu biberi olacaklar. Hikaye gözünüzü korkutmasın, aksine geniş bir derya olan normcore akımına bir gönderme olarak aklınızın bir köşesinde 177
zeynep erdoÄ&#x;an louis vuitton
ipekyol saint laurent modele ait alexander mcqueen
gamze saraรงoฤ lu
white posture louis vuitton louis vuitton
dolce&gabbana beymen collection louis vuitton
dion lee/harvey nichols louis vuitton
valentino
INTERVIEW/S
RTS
E SOYLU
Keep Calm and Serve an Ace İpek Soylu, 19 yaşında ve Türkiye’nin tenisteki en genç yeteneklerinden birisi. Bu sürece 10 yaşında dahil olduğunu göz önünde bulundurursak, geride bıraktığı 9 yılda Amerika Açık’ta ve Wimbledon’da elde ettiği başarılar bir kenara, Türkiye içindeki şampiyonlukları da elinin altında duruyor. Günümüze dönecek olursak; şu sıralar Miami Açık için çalışıyor. Biz de palmiyelerden ve sıcak havadan faydalanmak için Miami Doral’da onunla bir çekim gerçekleştiriyoruz. Tabii görsel hafızamıza inat, aramızdaki ilişkiyi sorularla pekiştiriyoruz. lorena corredor
virginia le fay
iro
lucie hugary
raquel allegra,
utku palamutçu
XOXO The Mag
raquel allegra İpek, neden Miami’desin? Ocak ayından itibaren Arjantinli Matias Polonsky ile çalışmaya başladım ve kendisi Miami’de yaşıyor. İşinin ehli biri ve eskiden Nadia Petrova, Ivanovic, Schiavone gibi oyunculara uzun süre antrenörlük yapmış. Onunla Miami Açık için çalışıyoruz, işin merkezinde olmak istedik, o yüzden buradayım.
genç sporcu olarak o da başarısını kanıtladı. Hangi elini kullanıyorsun? Sağ elle oynuyorum, çift el backhand vuruyorum. Wimbledon’a katılmadan önce Türkiye’de adını duyurduğun büyük bir başarıya imza attın mı? İlk katıldığım turnuvadan itibaren kendi yaşıtlarım arasında pek çok başarı elde ettim, Türkiye içinde pek çok şampiyonluk kazandım. Yaşım ilerledikçe kendi grubumun üstündeki turnuvalara da katılmaya başladım. Sanırım dikkatleri üzerime çeken şey de bu oldu. 16 yaşındayken 18 yaş, 17 yaşındayken ise Büyükler Türkiye Şampiyonu oldum.
Ailenle birlikte misin, yoksa tek başına mısın? Buraya annemle birlikte geldik. Şu an Matias Polonsky ve onun ailesiyle birlikteyim, bir ay boyunca burada olacağım. 6 yaşında tenise başlayan ve 10 yaşında yurtdışındaki turnuvalara katılan biri olarak, hayata erken yaşta başlamak seni daha güçlü kıldı mı? Öncelikle, erken yaşta sorumluluk almaya başladım. Daha çocukken dünyayı gezmeye başladım ve bu seyahatlerimin bir kısmında ailem yanımda değildi. Antrenörlerimle tek başıma, mücadele etmem gereken yarışlara hazırlandığım zamanlar oldu. Farklı kültürler gördüm ve görmeye de devam ediyorum. Bu güzel şeylerin yanı sıra spor sayesinde güçlü, disiplinli ve mücadeleci bir insan haline geldim. Aldığım en büyük yenilgiden sonra bile toparlanmak zorunda olduğumu, ertesi gün sanki hiçbir şey olmamış gibi çalışmaya devam etmem gerektiğini öğrendim. Hayatta da pek çok güçlük yaşadım, zor zamanlardan geçtim ama spor sayesinde geliştirdiğim güçlü duruş beni hep dik durmaya zorladı.
Wimbledon’da ana tabloda oynamak nasıl bir deneyimdi? Başarı elde ettikçe, bir sporcunun kendine duyduğu güven her zaman artar. Wimbledon’da ana tabloda oynamak da tarif edilemez bir tecrübeydi. Sonuçta, hem benim için hem de Türkiye için bir ilkti. Oradaki ortamı görüp, o kadar başarılı insanın arasında mücadele etme şansını bir kere yakalayınca, devamı gelsin istiyorsunuz. Bu yüzden, bu durum beni hep daha fazlasını yapmak için motive etti. Hayal kurmanın başarılı olmakla bağı nedir? Genç yaşta mücadele etmeye başlamak beni hayal kurmaya itti, hele bir de çocukluk hayalleriniz bir anda işinizle birleşince hayal dünyanız kontrol edilemez bir hal alıyor. Bulunduğum noktada olmak isteyen pek çok oyuncu olduğunu bilerek hayal kurmaya devam ettim. İnsanların tüm hayatlarını adadıkları bir kariyere ben genç yaşta başladım ve hayal ettiğim şeye ulaştım. Tabii elde ettiğim her başarı beni daha fazlası için motive etti ve kariyerim için hayal kurmayı bırakmadım. Hedeflerim çok büyük, oynayacağım her oyun benim için başka bir yarış, daha büyük hayaller kurmaya da devam ediyorum.
Ailen bu spor tutkusuna nasıl destek oldu? Çok küçük yaşta bu işe başlamış olmama rağmen, en başından beri bana güvenmeleri ve yanımda olmaları benim en büyük şansım. Öyle ki; ayrı şehirlerde yaşamak gibi bir fedakarlık bile gösterdiler. Kardeşim ve benim için her zaman kendi sınırlarını zorladılar, o yüzden en büyük destekçilerimin annem ve babam olduğunu söyleyebilirim. Bu arada, ailende senden başka sporcu var mı? Kardeşim İrem. Şu an 15 yaşında ve o da tenis oynuyor. Hatta beraber Büyükler Türkiye Şampiyonluğumuz bile var. Bu ünvanı elde eden en
Peki Amerika Açık’ta neler oldu? Birlikte mücadele ettiğin Jil Belen Teichmann ile neredeyse tesadüfi denebilecek bir 189
iro citizen of humanity, iro, işbirliğiniz var... Henüz partnerimi belirlememiştim ve turnuvaya çok kısa bir zaman kalmıştı. Jil ile internet üzerinden haberleşip partnerliğimizi ayarladık. Birbirimizi hiç tanımadığımız için bu işbirliği çok kötü de sonuçlanabilirdi ama inanılmaz güzel bir hafta geçirdik ve nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde iyi bir uyum tutturduk. Tenis, Türkiye’deki gençler arasında da yeni bir spor olarak yükselişe geçiyor diyebilir miyiz? Tenise yapılan yatırım son yıllarda inanılmaz bir artış gösterdi. Tabii bu yatırımların başarı endeksli olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Zira tenis (ne yazık ki) masraflı bir spor; sponsorunuz olmadan, herhangi bir destek almadan yapılması zor. Uzun lafın kısası, tenis Türkiye’de sancılı bir süreçten geçtikten sonra gelişmeye başladı. Geç de olsa yükselişe geçmesi umut verici. Bu arada Miami’de oluşun eğitim hayatını nasıl etkiliyor? Okula ara verme gibi bir durum söz konusu mu? Lise son sınıf öğrencisiyim, İstanbul’daki bir lisede okumaya devam ediyorum. Tabii bu kadar yoğun bir antrenman temposundan sonra önceliğim tenise doğru kaydı. Eğitime ara vermek gibi bir ihtimal söz konusu bile değil. Yoğunluğumu bilen öğretmenlerim bana her zaman ellerinden gelen yardımı yaptılar ve okul ile tenis arasında bir denge tutturmayı başardım. Tenis günümün neredeyse tamamını alıyor ama eğitime ara verme fikri hiç hoşuma gitmediği için ders çalışmaya da zaman yaratıyorum. Nasıl bir antrenman tempon var? Antrenmanlarımı turnuva programına göre belirliyoruz. Sabah erken saatten akşama kadar çalışıyoruz, günün her saati benim için önemli. O yüzden, günü öldürmemek adına, olabildiğince yoğun çalışıyoruz. Yıl içinde turnuva oynadığım hafta sayısı 25-30 arasında değişiyor. Program belli olduğu andan itibaren yoğun bir kampa giriyorum. Çiftlerde partnerini seçerken nelere dikkat ediyorsun? Mesela topa her vuruşunda o malum sesi çıkartan bir partner seni
rahatsız eder mi? Ben de ne yazık ki o sesi çıkarttığım için bu durumdan rahatsız olmuyorum. Kortta nasıl bir rutin oluşturuyorsan ve kendini nasıl en rahat hissediyorsan, o senin alışkanlığın haline geliyor. Partnerimle uyum içinde olmamız en büyük şart. Onun dışında oyun oynayışımızın birbirini tamamlaması çok önemli. Belki yüz yüzeyken birbirimizin eksiklerini göremeyiz ama mücadele başladığı andan itibaren, kortta geri dönüşü olmayan bir yanlış yapmamak için birbirimizin eksiklerini doldurabiliyorsak, iyi bir partner seçmişim demektir. Kariyerinde asla unutamayacağın mücadele hangisi? Amerika Açık finali. Maçta bir set geriden geliyorduk ve işler kesinlikle istediğim gibi gitmiyordu. Asla istediğim performansı sergileyemiyordum ve kafayı yemek üzereydim. Her zaman gösterdiğim performansın çok üstünde bir azimle mücadele ettim ve ne olduysa bir anda oldu. 3 sayı fark ile galip geldik ve bir ilki başardık. Asla unutamam. Kazandığın zaferlerden sonra insanların sana karşı ilgisi arttı mı? Başarılarımın medya ve turnuvalarla yayılmasından sonra insanlardan büyük ilgi görmeye başladım, hatta evlenme teklifleri bile aldım. Maça çıkmadan önce totem yapar mısın? Totem olarak nitelendireceğim bir batıl inancım yok, sadece kendimi rahatlatmak için yaptığım rutinlerim var. Onlara bağlı kalmaya çalışıyorum ve mücadeleye stresten uzak bir şekilde başlıyorum. Sanırım benim totemim de bu. Hayalini kurduğun bir mücadelede filenin öteki tarafında kim duruyor? Maria Sharapova. Onunla mücadele etmeyi çok isterdim. Sharapova’yı pek çok konuda kendime örnek alıyorum ve tarzını çok beğeniyorum. Kendime rol model olarak seçtiğim birine karşı mücadele etmek çok ilginç ve heyecanlı olurdu.
XOXO The Mag
iro citizen of humanity iro
raquel allegra iro resort giada forte acne studios
alexander wang raquel allegra acne studios
HOME ALONE 7 photographer gökhan yerebakmaz styling deniz irem çek hair ibrahim alan /no:21 makeup orbay baş photography assistant saber azamii styling assistants berna demir, dilek özkan hair assistant harun ateş /no:21 models marzena, timea, wiola, fanni, magdelena /option mgmt
WIOLA üst céline/beymen elbise dsquared2/beymen gözlük céline TIMEA body alaïa/harvey nichols kemer dolce&gabbana/beymen kolye emporio armani küpe emporio armani FANNI üst louis vuitton elbise hakaan yıldırım küpe fey
MARZENA palto miu miu/beymen çanta dolce&gabbana/beymen küpe fey MAGDELENA üst louis vuitton elbise hakaan yıldırım bileklik fey
FANNI tümü prada TIMEA üst miu miu etek miu miu çanta miu miu kemer miu miu
miu miu eldiven elif domaniç
WIOLA tümü miu miu MARZENA tümü miu miu MAGDELENA üst miu miu etek miu miu çanta miu miu küpe fey bileklik fey
MARZENA elbise versace/harvey nichols pantolon lanvin/harvey nichols kemer elif domaniรง bileklik elif domaniรง รงanta versace/vakko MAGDELENA elbise salvatore ferragamo/brandroom eldiven elif domaniรง
FANNI elbise 3.1 phillip lim/harvey nichols bileklik elif domaniç çizme hakaan yıldırım küpe fey TIMEA sweatshirt burberry etek elif domaniç küpe fey WIOLA ceket maje/brandroom kemer beymen collection eldiven elif domaniç
elif domaniç çizme hakaan yıldırım
TIMEA elbise peter pilotto/harvey nichols üst louis vuitton
toga/shopigo küpe fey FANNI elbise hakaan yıldırım
hakaan yıldırım kemer emporio armani MAGDELENA kemer emporio armani etek emporio armani üst nihan peker üst elif domaniç
WIOLA üst elif domaniç etek peter pilotto pantolon cushnie et ochs/brandroom MARZENA üst emporio armani elbise manoush/harvey nichols etek max mara
MAGDELENA ßst miu miu pantolon dolce&gabbana TIMEA elbise dolce&gabbana eldiven elif domaniç
MARZENA elbise dolce&gabbana eldiven elif domaniç çanta dolce&gabbana küpe fey WIOLA elbise dolce&gabbana küpe fey FANNI üst beymen collection pantolon dsquared2/beymen
BEAUTY
THE RETURN TO INNOCENCE
Let’s Keep It Light
Ağaç köklerinden yükselen odunsular ve olabildiğince yavaş havaya karışan tütsülerle geçen isli puslu bir kışın ardından ilkbahar, tüm bu ağırlığı düpedüz reddederek yeşil bir bahçenin kapısını aralıyor. İçeriden esen kimimiz için tanıdık bir rüzgar, kimimiz içinse kendini yeniden keşfetme zamanı. yazı ayşecan ipek illüstrasyon elif demir
XOXO The Mag
Meyve konusunda biraz daha yoğunlaşmak istersek Ben Gorham’ın Byredo koleksiyonundaki güçlü oyuncusu Gypsy Water’ın bergamot, limon, biber, ardıç dutu, vanilya ve sandal ağacıyla bu kez saçları hedef alarak bir hayli hafifleyen Hair Perfume’una, ardından da kolonyanın tazeliğini ten kokusuyla buluşturmaya çalışıp yeni bir imkansıza başarıyla imza atan Frédéric Malle’in, kült parfümör Dominique Ropion’a emanet ettiği, bergamot, limon, nergis, portakal çiçeği ve misk etrafında dönen Cologne Indélébile’sine uğrayabiliriz. Portakal çiçeği ve neroli demişken By Killian’ın en çok satan parfümlerinden birini bu bahar Sophie Matisse Art Edition etiketiyle görüyoruz. Good Girl Gone Bad Splash of Neroli, beyaz çiçeklere sandal ağacı, yasemin, vetiver ve paçuliyi ekleyerek güneş altında ısınan turunçgillerle tahminimizden daha yoğun ve etkileyici bir karışım elde ediyor. Memo Paris, Ihla do Mel’le seyahatlerine tam gaz devam ediyor ve Brezilya’da Honey Island olarak bilinen bir vahaya uğruyor; menüde yasemin, portakal çiçeği, İspanyol katırtırnağı, vanilya ve ardıç dutu var.
The Body Shop’un parfüm yağlarının her ergen kızın olfaktif zirvesi olarak kabul gördüğü senelerde, en çok satan nota çilekti. Çilek! Elinizi sofistike, rocker, oryantal ya da hiçbir kategoriye ait olmak istemeyen, kendi halindeki kalbinizin üzerine koyun ve bana dürüst bir cevap verin: “Hangi kadın mikserden geçirilmiş bir meyve gibi kokmak ister?” Tahammül basamaklarımı zorlayan diğer notalar sırasıyla; şeker başta olmak üzere her türlü gourmand, vanilya ve çiçek ailesi. Gül, zambak, menekşe, karanfil, gardenya, şakayık ve yasemin… Bir bahçe içinde pek güzeller, kabul. Ancak ten kokusu dendiğinde tümü oda spreyi seviyesinde kalıyor, gerçek değiller, seksi değiller, yapmacık bir masumiyete sahipler. Derken… Hangisi önce oldu bilmiyorum; yaşım mı büyüdü, karakterim mi yumuşadı, koku algım mı değişti, hayatımda ilk defa Godfather üçlemesini seyredip Sicilyalı kadınların etkisinde mi kaldım… Çiçeklerle aramda gizli bir barış anlaşması imzalandı ve kendimi Prada Infusion d’Iris, Hermès 24 Faubourg, Keiko Mecheri Attar de Roses gibi ağır topların etrafında dolanırken buldum. Floris ve Penhaligon’s gibi ‘flora foglia’ kolonyalarına uzak durmaya devam etsem de, çiçeklerin misk, amber ve baharata bulanmış versiyonlarına itiraz edemez haldeyim.
Her şeyi bir kenara bırakıp yalnızca ve yalnızca çiçeklere yüz çevirdiğimizde bizleri bu konuda hayli tecrübeli iki Parizyen ve bir İtalyan duo karşılıyor. Bale ayakkabılarıyla bezeli pembe dünyası için Nicolas Beaulieu ve Juliette Karagueuzoglou’na bir Eau Florale siparişi veren Repetto, greyfurt, erik çiçeği, gül, menekşe, paçuli ve sedirle arzuladığı masum etkiyi yakalamış gibi görünüyor. Domenico Dolce ve Stefano Gabbana, hayallerindeki kadını her daim İtalyan topraklarda arıyor, esans özgeçmişlerine sadık kalan Dolce Floral Drops Eau de Toilette, neroli yaprakları, nergis çiçeği, beyaz zambak, misk ve sandal ağacıyla hayli klasik bir yapıya sahip. Fabrice Pellegrin imzasını taşıyan Florabellio ise Diptyque’ten beklenecek bir sürprizle karşılıyor bizi: Deniz tuzu, deniz rezenesi, elma çiçeği, osmanthus, kavrulmuş kahve ve fırınlanmış susam, aykırı bir floral menüsü. Sınırları zorlamakta en az Diptyque kadar istikrarlı olan Lyn Harris, parfüm evi Miller Harris için daha tatlı coğrafyalarda gezinmeyi tercih ediyor. Poirier d’un Soir, bergamot, armut, rom, frenk üzümü, karamelize şeker, gül, baharatlar, şakayık, ambrette çekirdeği, beyaz sedir, kaşmir ve odunsularla bezeli fantastik bir parfüm. Viktor & Rolf, Flowerbomb fenomeninin ardından Prada’nın Candy ile aldığı riske benzer bir cesaret örneği göstererek fiyonk şeklinde kırmızı bir şişeyle, Bonbon’la çıkıyor sahneye. Karameli, mandalina, portakal, şeftali, yasemin ve portakal çiçeği, sedir, sandal ağacı ve amberle harmanlayan Cecile Matton ve Serge Majoullier, bakalım nasıl bir tepkiyle karşılaşacak…
İçine düşmek için sabırsızlandığımız ilkbahar sezonu, beraberinde getirdiği o yenilik ve tazelik hissiyle, floral bir dünyanın kapılarını aralıyor ve tiril tiril beyaz gömleklerin üzerine bu kez vetiver ya da paçuli gibi derin yeşilleri değil, onların bir kat üzerinde yer alan renkli ve nazenin çiçekleri serpiştiriyor. Cartier miske teslim olmuş seksi La Panthère’inin etkisini yumuşatıyor ve bizleri ilk flanker’ıyla tanıştırıyor: Eau de Parfum Légère. Parlak, aydınlık, ışıltılı şeylere olan hevesini asla saklama gereği duymayan Cartier kadını, orjinal versiyona katılmış, monoi, Tahiti gardenyası ve vanilya sayesinde tropik bir şipreyle tanışıyor. Tropik esintilere teslim olan bir başka isim de Chloé: Love Story Eau de Parfum, mesafeli şehvetini portakal çiçeği ve yaseminle, sıcak kumları anımsatan egzotik meyvelere ve sedir ağacına borçlu. Karşımıza hep doğru zamanda doğru saç kesimiyle çıkan süpermodel Anja Rubik’ten bir J.Lo parfümü beklemek haksızlık olurdu. Original, bu anlamda bizi yarı yolda bırakmıyor ve yeşil çay, pembe biber, beyaz zambak ve amberle aynı sahibesi gibi ferah ve çabasız bir seksapel yakalıyor. Salvatore Ferragamo’nun yeni parfümü Emozione, ismini bir Mina şarkısından, esansını ise annelerimizden çalıyor. Bergamot, paçuli, süet, beyaz şeftali ve miskle sıcak ve konforlu bir aura yaratan bu koku, listenin en az çiçeklilerinden biri. Bir başka anne parfümü, ultra-lüks İngiliz Roja Parfums’e ait. Parfümörün altı yaşındayken bir partiye gitmek üzere hazırlanıp kendisini öpen annesinden ilham aldığı A Goodnight Kiss, Chanel ailesine göndermede bulunarak devreye kadınsılığın sembolü aldehitlerle birlikte karanfil, yasemin, mayıs ve portakal çiçeği, gül, menekşeyi sokuyor, üzerini de baharat ve odunsularla örtüyor.
En feminen ve dikbaşlı çiçeklerden biri olarak anılan gül, her daim sahnede ve kesinlikle inmek niyetinde değil. Stella McCartney, debut parfümünde bu klasik çiçeği diğer her tasarımında yaptığı gibi modern zamana uyarlamış, diğer güllerden bir çırpıda sıyrılmıştı. Kalbindeki Bulgar gülü ve şakayıkla orjinal versiyonu hatırlatan Stella Eau de Toilette, üst notasındaki donmuş limon ve frezyayla tazelenirken ilginç karakterini de muhafaza ediyor. Aerin Lauder’in kendi ismini verdiği parfüm koleksiyonunun yeni üyesi Rose de Grasse Parfum, lüks ve yalın bir rota çiziyor. Fransa’nın koku mabedi Grasse’ta yetişen ve elle toplanan üç değerli gülün öz yağlarını bir araya getiren bu parfüm, eski yöntemlere saygı duruşunda bulunuyor. Odin’in minimalist esansları unisex olabilir ancak White Line Eau de Parfums’den Milieu Rosa, Efflora ve Vert Reseda, güçlü florallerle feminen tarafa yaslanıyor. Fas gülü, sardunya, mimoza, yasemin, meşe yaprakları ve vetiverle bestelenen Milieu Rosa, Cezayir mandalinası, portakal çiçeği, meşe ağacı ve beyaz yosunla neşeli bir hava estiren Efflora; su notaları, gardenya yaprakları ve sandal ağacıyla saydamlaşan Vert Reseda, markanın ilkbahar terapisinde başı çekiyor.
Femme-fatale karışımların aksine, çiçek ve meyveler arasındaki işbirliği her daim kolay yaklaşılabilir sonuçlar veriyor: Armani Privé Pivoine Suzhou mandalina, pembe biber, böğürtlen, şakayık, rose absolute ve paçuliyle, Annick Goutal Vent de Folie çiçek yapraklarına eklediği kan portakalı, böğürtlen, frenk üzümü ve sardunyayla, Jo Loves White Rose & Lemon Leaves beyaz gül yağı, limon kabuğu, rose absolute, bal ve amberle bahara yumuşak geçiş yapmak isteyenlerin deneyebileceği seçenekler. Bu skalanın en etkileyici parfümü ise hiç kuşkusuz Diana Vreeland’ın Capri adasına duyduğu aşktan yola çıkan Clement Gavarry’nin, ambalaj tasarımı ve esansıyla ismini sonuna kadar hak eden denemesi Smashingly Brilliant. Kontrastlarla dolu bu formül, limon ve bergamot yağını mine çiçeği, fesleğen, ardıç dutu ve sardunyaya buluyor. 205
BRIEFS ambalaj kağıdından yapılmış koca bir zarfı kolunuza takıp “Bugün benim çantam bu.” diyebilirsiniz. Ç Siyah üzüm.
dahilinde, sanat eserlerimden ödünç aldığım kreatif modelleri aksesuar tasarımlarına entegre ediyordum. Gün geçtikçe işi daha çok sevmeye başladım çünkü Bricolage bana hiçbir açıklama yapmadan ve sebep göstermeden tasarımların kullanımlarıyla alakalı değişiklik yapmama izin veriyordu. Sonunda bunu ticarileştirebileceğime karar verdim. B İronik ama günlük hayatımda çanta taşımıyorum. Sanırım en son ne tasarladıysam en çok onu seviyorum.
Fotoğrafçımız Luca oldukça rahat bir kişilik. Çekimlerde ana fikrimiz olabildiğince eğlenmekti. Tabii bunun yanında fotoğrafların etkili olması, modeller ve aksesuarların enstalasyonları için saatlerce çalıştık. Ardından atölyemize en yakın metro istasyonuna gittik ve çantaları bir fotoğraf kabininde çektik. Her seferinde 5 Euro ödüyorduk ve sadece üç hakkımız oluyordu. Tabii yeterince hızlı hareket etmezsek de fotoğraflar boş çıkıyordu. Tam iki saat boyunca onlarca Euro harcadıktan sonra başarıya ulaştık. B Le Club, ‘Un Fait Divers et Rien de Plus’.
XOXO ID CHARLIE AY INTRU Tasarımcısı N Paris’te, 11. Bölge’de. İki yıldır burada yaşıyorum ve son zamanlarda bu bölgenin biraz fazla kalabalıklaştığını düşünüyorum. D Fıstık kremalı bir bifteği mideye indirdim. T
THE BUCKET
Tasarımlarımda da, enstalasyonlarımda ve sanat işlerimde kullandığım materyalleri kullanmayı tercih ediyorum. Çok lüks bir deriyle endüstriyel muşamba kullanabiliyorum ya da halıdan çantalar yapabiliyorum önemli olan materyaller arasındaki ilişkiyi nasıl kurduğun. Sonuçta, orijinal bir şeyler yaratmanın cool’luğuna hepimiz inanıyoruz, ama konu, tasarımlarını sanatsal bir fikirle birleştirip, deri ve aksesuar dünyasında yer etmek olunca işler biraz çığrından çıkıyor. B I Intru aslında “Bricolage” adını verdiğim ve her gün üzerinde çalıştığım işimin bir devamı niteliğinde. Bu iş
Hiçbir fikrim yok. Çantalara bakışım onların fonksiyonelliğinden bir adım ötede. Benim dünyamda
Markaların alametifarikalarını bulması uzun çalışmalar gerektiriyor ve bir o kadar uzun yıllar sürüyor olabilir. Fakat az sonraki cümlelerimizin öznesi olacak Delphine Delafon için durum farklı işliyor ve tasarımcı henüz ilk tasarımıyla hedefi 12’den vuruyor. Tasarımın sadece iskeletini sabit tutan Delphine, Paris’te 10. Bölge’deki mağazasına uğrayan tüm müşterilerini atölyesine çağırıyor ve kendilerine özel dokular ve tasarımlar seçmeleri için onları cesaretlendiriyor. Tasarım estetiğindeyse 2010 yılına kadar Carven’de sürdürdüğü tasarım bilgisini, bit pazarlarına olan tutkusunu ve mücevher aşkını çarpıştırıyor.
HUTTON-MANIA Modanın muvakkatliğine dair söylemlerde bulunanlar, malumunuz moda dünyasının hatırı sayılır isimleri. (Bkz. Coco Chanel ve Yves Saint Laurent) Modanın değil stilin peşinde koşan isimlerden bir diğeri de hafızanızda 20-30 sene geriye gittiğinizde Lauren Hutton olarak vuku bulacak. Durumu tam hatırlayamayanlar, modelin “Moda, size senede dört kez tasarımcıların sunduğudur, stilse olmayı seçtiğiniz kişidir.” cümlesini hatırlayıp birkaç dakikalığına saygı duruşunda bulunabilir. İlham kaynaklarınız tükendiğinde Hutton’ın albümlerinde dolaşmak her daim aklınızda olsun. Albüme yeni eklenen ve modelin görülmemiş fotoğrafları içinse gözlerinizi sayfada sabit tutmaya devam edin.
ÇAĞDA SANAT YASTI LARI UP
Terakkiperver lüks markası Henzel Studio, çağdaş sanatın hip isimlerini yanına alıp bir yastık sergisinde buluşturuyor. Cümlenin neredeyse hiçbir anlam ifade etmediğinin farkındayız. Açıklayalım; Barney’s’de yapılacak sergi için Scott Campbell, Robert Knoke, Nan Goldin, Jack Pierson, Anselm Reyle, Juergen Teller ve Tom of Finland’ı buluşturan Henzel Studio, isimlerin yaratımlarını yastık tasarımlarına çeviriyor. Yaratım süreçlerinde hiçbir sınır çizmeyen işbirliğinin sonuçları için yolunuzu Barney’s’e düşürmeniz gerekiyor.
Lancôme Rénergie, kırışıklıklar ve cilt sarkmalarına karşı mücadelede imza haline gelmiş bir seri. Şimdilerde eşsiz bir teknolojiyle buluşarak kadınların hayalindeki cilde kavuşmasını sağlıyor. Cildin biyoloji mekanizması üzerindeki çalışmalarını yoğunlaştıran marka, daha genç ve sıkı bir görünüm için yepyeni bir alanı araştırmalarına dahil etti: Uzay Biyolojisi. Profesör Alain Colige ortaklığında yaratılan yeni teknoloji Up-Cohesion, yer çekimsiz ortamda test edilen aktif içeriklerden oluşuyor. Cildin yaşlanma sürecinde, geçirdiği değişimlerde sıkılık ve elastikiyetini kaybetmemesi için yarattığı bu özel teknolojiyi Rénergie Multi-Lift kremlerinin kalbine koyan Lancôme, tüm cilt yapılarına uygun üç farklı dokuyla oyuna giriyor: Karma ve yağlı ciltler için Light Cream, normal ciltler için Cream ve kuru ciltler için Rich Cream.
207
BRIEFS
COLOR COLOR COLOR Bloomingdales New York, moda dünyasının yıldızı parlayan tasarımcılarını bir ‘challenge’a davet ediyor. Rebecca Taylor, Clover Canyon, Rebecca Minkoff, Torn by Ronny Kobo ve Parker’a Crayola’larla kıyafet tasarlamalarını isteyen marka, sonuçları New York mağazasında sergiliyor.
TAKE YOUR PICK Caudalie’nin üzüm ve asmadan elde ettiği mucizevi etki, bu kez markanın yaratıcısı Mathilde Thomas’ın imzasını taşıyan dört farklı maskede kendini gösteriyor. Instant Detox Mask, şehir yaşamının stresli temposuna maruz kalan cildi yeniden canlandırıyor, içeriğindeki üzüm posasıyla derinlemesine temizliyor, pembe kil ve kahveyle arındırıyor, papaya enzimleriyle aydınlatıyor, lavanta, sandal ve mür ağacı, adaçayı, selvi, maydanoz, bergamot ve papatya yağlarından oluşan fito aromatik kokteyl ile cildi yatıştırıyor. Mat cilt tonu problemi yaşayanlar için tasarlanan Glycolic Peel Mask, glikolik asitle epidermisteki ölü hücreleri cilt yüzeyinden temizlerken, C vitamininden 62 kat etkili Viniferine ile 10 dakikada cilde ışıltısını yeniden kazandırıyor. Purifying Mask, karmadan yağlıya dönük ciltlerin reçetesi kili başrole taşıyor. Beyaz kil, çinko ve keten tohumunun doğal aktif içerikleri cildi dengeliyor. Kuru ciltlerin kurtarıcısı olan nem maskesi Moisturizing Mask ise serinin son dokunuşu olarak da tanımlanabilir. Vinolevure üzüm köpüğü mayasıyla cildin bağışıklık sistemini güçlendiren, üzüm çekirdeği yağıyla onaran, hiyolonik asitle pürüzsüzleştiren bu maske, cilde dolgun bir görünüm de kazandırıyor.
EL EBANA Elkebana, tasarımı itibarıyla, İkebana’nın modern zamanlar versiyonunun hayvan sever bir dışavurumu. Fabio Milito ve Paula Studio’nun beraber yarattıkları vazo tasarımı, çiçeklerinizi sergilemenin farklı yollarını duvar üzerinde mümkün kılıyor. ‘Wall throphy’ geleneğini Japon çiçek düzenleme sanatıyla birleştirmek için ihtiyacınız olanlarsa oldukça basit. (Bkz. görseller)
COLETTE CULTURE Colette sınırlı sayıda üretilen kitabı için Creative Future’la masaya oturuyor ve masadan kalktıklarında The History of the Colette Gallery’nin temelleri atılmış oluyor. Parizyen konsept mağazanın sanat ve tasarım dünyasıyla ilişkisini araştıran kitapta, 1997’den beri beraber çalıştığı KAWS, André Saraiva, José Parla, Curtis Kulig gibi isimlerle olan işler de yer alıyor. Kapak tasarımının da bizzat KAWS’a ait olduğu kitap, 1000 adet basılıyor.
XOXO The Mag
B O LOVE A
AIR
1925’ten itibaren, işitsel inovasyonları ev ortamına nakleden Bang & Olufsen, 90. yılı için alametifarikalarını yeniden ziyaret ediyor. 6 farklı ürünün yeni yorumlarını pembe altın ve ceviz ağacı kullanarak üreten marka, yeni tasarımlar için Stine Goya ile masaya oturuyor. BeoPlay A9, BeoPlay H6, BeoVision Avant 85 3D, BeoRemote One ve BeoLab 18’i yeniden yorumlayan Goya, markanın teknolojisine bir tutam moda katıyor.
COSMIC DINNER Diesel Living, Seletti ile bir işbirliğine imza atıyor ve ilhamını uzaydan alan bir koleksiyon yaratıyor. Güneş, Ay, Uranüs, Jüpiter, Callisto, Titan, Satürn, Neptün, Plüton, Mars ve Venüs’ü porselen üzerine işleyen ikili, farklı büyüklüklere sahip bir sofra takımına vesile oluyor. Gezegenlerin gerçek imajlarından yaratılan tasarımlar, halihazırda 2015 Design Award için adaylar listesinde yerini aldı bile.
KISSES FROM A TRUE BRIT İhtiyaç listemizde şunlar var: Bright Plum, Military Red, Oxblood, Nude Cashmere, Carnet ve Light Crimson. Burberry’nin tek sürüşte yoğun etki sağlayan ruj koleksiyonuna yeni eklenen renkler, markanın makyaj felsefesine uyum gösteriyor. Suki Waterhouse’un yüzü olduğu reklam kampanyası ne beklememiz gerektiğini açıkça ifade ediyor zaten ama dudaklar üzerinde ikinci bir deri gibi tasarlanan bu zengin pigmentli, onarıcı ve nemlendirici rujların zahmetsiz bir dokunuş için tek kat, daha iddialı bir sonuç için birkaç kat sürülmesi gerektiğini hatırlatalım. Çay, lavanta ve kuşburnu özleriyle zenginleştirilmiş formülüyle aydınlık, pürüzsüz ve nemli bir etki yaratan Burberry Kisses, moda koleksiyonlarından ilham alan 28 farklı rengi ve markanın kült check desenini taşıyan şık ambalajıyla makyaj çantalarına göz kırpıyor.
209
BRIEFS
LINDA’NIN
Z NDEN
Linda Eastman, (bildiğiniz –ya da hala bilmediğiniz- haliyle Linda McCartney) Town and Country dergisinde resepsiyonistken, Rolling Stones’un verdiği bir davete katılır. Orada çektiği fotoğraflar sayesinde birkaç sene içerisinde ‘grubun resmi fotoğrafçısı’ndan, ‘en iyi kadın rock’n’roll fotoğrafçısı’na uzanan bir sıfatlar silsilesine sahip olur. Hatta 1967 yılında tanıştığı Paul McCartney ile evliliğinin ardından rock’n’roll tarihine adını yazdırır. Eh haliyle objektifi karşısında ağırladığı isimler de doğru orantıdaki yıldızlar olur. Aretha Franklin’den Jimi Hendrix’e Bob Dylan’dan Janis Joplin’e, Simon & Garfunkel’den The Who, The Doors ve The Greatful Dead’e uzanan listenin fotoğrafları Taschen’in kanatları altında bir kitapta toplanıyor. Kitap, içinde bulunduğumuz ay itibarıyla satışa çıkacak.
LILY ALLEN
HOUSE O HOLLAND
İki çocuk annesi olmanın arifesinde müziği bıraktığını ve bir daha dönmeyeceğini açıklayan, ardından geçtiğimiz sene müziksiz yapamayacağını anlayıp soluğu Miley Cyrus’ın turunda açılış sahnesinde bulan Lily Allen, tüm bu medcezirler sırasında sadece moda ile arasını iyi tuttu. Karl Lagerfeld’le dostluğundan mütevellit 2009’da Chanel’in yüzü olan Allen, Sonbahar Kış kampanyası için bu kez House of Holland Eyewear’in yüzü oluyor. Kamera arkasında Danielle Levitt’in olduğu kampanya fotoğrafları da Lily’nin dönüşünü kutlayanlara gelsin.
XOXO The Mag
işlerim bugünkü gibi olmazlardı bence. Sanırım benim okulum, hayat deneyimlerim ve beni çevreleyen şeyler.
Dergilerde fotoğraflara bakıyordum ve bir kadın portresi gözüme çarptı. O an ona başka bir ifade, başka bir estetik vermek istedim. Şimdilerdeyse manzara, ya da tüm vücut fotoğrafları arıyorum. B Aslında şu sıralar tam da onu yapıyorum. Yeni projem için fotoğrafçılığımı deniyorum ve proje dahilinde, Kunst im Untergrund işimde olduğu gibi modellerle çalışmak yerine rastgele insanlarla çalışma kararı aldım. Fotoğraflarla bir atmosfer, bir durum yaratıp nakışla antik çağlarda olduğu gibi onlara yeni bir anlam katmak amacındayım. B
U D
XOXO ID JOSE ROMUSSI Sanatçı
. Berlin’deki metro istasyonlarını irdeleyen bir çalışmaydı. Metrodaki insanları rastgele durdurup projemi anlattım ve katılmak isteyip istemediklerini sordum. Ardından da temaya uygun bir şekilde üzerlerine nakış işledim.
S Şu anda iki stüdyom var, asıl stüdyom Berlin’de Sevdiğim şeyi yaparak tanınırlık kazanmak fakat ben şu an Şili’deyim. Sade bir alanım var, tabii ki harika bir his. Aynı zamanda özgüvenimi çok iyi ışık alıyor ve tam ortasında fotoğraflarımı de çok olumlu etkiliyor ve sanatçı olmak için derlediğim, nakışları yaptığım büyük bir masa attığım bu adımın aslında ne kadar doğru var. Ama her şeyden önemlisi mutfağı var. Evet, olduğunu kanıtlıyor. kendi yemeğimi pişirmeyi seviyorum.
N
İnsanları bilmiyorum ama ben garipsemiyorum. Aslında birçok antik kültürde nakışla ilgilenenler genelde erkekler olmuş. Modern zamanda tüm eylemler cinsiyetlere ayrılmış durumda fakat ben bu konuda daha özgür olmamız gerektiğini düşünüyorum. Ben nakışı aynen resim yapmak gibi, fikirlerimi, renklerimi ve formlarımı ifade etmenin bir şekli olarak görüyorum. Sadece eylemin kendisi olarak değil.
Somut ya da soyut her şey. Müzik, doğa hatta duygular.
N Başlarda fikirlerimi yenilebilir boyalarla yansıtmayı denedim ama çıkan sonuçlar beni hiç tatmin etmedi. Sanat eğitimi almadığım için farklı malzemeler ve yüzeyler deneyip kendi yolumu bulmak için farklı medyumlar kullandım. Ve sonunda nakışa ulaştım. Aslında biraz tesadüfi oldu...
RAL H UCCI THE ART O THE MANNE UIN 1970’lerin süper model furyasının en sert yıllarında markasını kuran Ralph Pucci, kavramın uçup gitmesine izin vermeyen isimlerden. Vitrin mankenlerinin de süper olabileceği ve hatta, antropolojik ve sosyolojik özellikleri yansıtabileceği inancıyla tasarımcı işbu konuya özellikle ihtimam gösteren isimlerden. Sonuç; 40 küsur yıl sonra Ralph’ın ilk retrospektif sergisini oluşturabilecek bir arşiv. 30 farklı vitrin mankeninin izlenebileceği sergi, objenin sadece kıyafeti mükemmel bir şekilde taşımaktan ötedeki anlamlarını tartışıyor. Modaya alternatif bakabilenlere ve Ağustos sonuna kadar yolu New York’a düşeceklere gelsin.
S Bir şeyleri yapmak için her zaman ikinci bir şansınız olur. Eğer sanat eğitimi alsaydım,
211
BRIEFS Shopi Go’da hem de Monşer Vintage’da sergilenmek üzere yeni bir projenin üzerinde çalışıyorum.
Tabii ki Paris. Ayrıca, Fransa’nın bazı bölgelerini de tercih ettiğim oluyor. V Retro bir bakış açısıdır. Vintage ise eski eşya demektir.
XOXO ID HAKAN BAHAR Monşer Vintage’ın Kurucusu V M
V
’
Sürekli yeni kıyafetler alıyordum ve satın aldıklarımı da uzun süreler boyunca saklıyordum. Belirli bir zaman sonunda bu alışkanlıklarımı daha bilinçli bir hale getirmeye karar verdim ve vintage kıyafetlerle ikinci el eşyalar biriktirmeye başladım. Monşer Vintage’ı da, biriktirdiklerimi paylaşmak için kurdum. N M M Bu ismi, çok yakın bir arkadaşımla aramızdaki özel diyaloğa atıfta bulunmak için koydum. Monşer’i aslında karşıdakini yücelten ya da öven bir iltifat gibi değerlendirebiliriz. Yani Monşer’in telaffuzundan veya kelime yapısından ziyade, benim için bu ismin ifade ettiği anlam önemli.
Hayır. Hiç böyle bir düşüncem olmadı.
Koleksiyonum, giyinmeyi seven herkese açık. A C
Ç
S
LET’S ROLL Benefit Cosmetics Global Pazarlama ve Ürün Geliştirme Başkanı Julie Bell’ in kirpikler hakkında söylediği şu sözlere kulak verin: “Dünyanın dört bir yanında milyonlarca kişinin, kirpiklerinin düz ya da kısa olması dolayısıyla maskara kullanamadığını keşfettik. Küçük göz biçimleri, kısa, düz ya da aşağıya doğru uzanan kirpikler de maskara kullanımını zorlaştıran etkenlerin başında geliyordu. Böylece bir sonraki yeniliğimizin ardındaki itici güç, kirpik ve göz şekilleri nedeniyle maskara kullanamayanlar oldu. Benefit Cosmetics bu sorunu çözmeyi kendine görev edindi!” Niyet anlamlı, peki ya sonuç? Kadınların aynı saçları gibi kirpiklerini de kıvırmak ve kaldırmak istediğini keşfeden ekip, kirpik bigudisi tadında yeni bir keşfe imza attı: Roller Lash Mascara. Patentli fırçasındaki minik kancalarla kirpikleri tek tek kavrayan ve kıvıran, hafif dokulu mürekkep siyahı rengi ve vitamin desteğiyle bu görünümü gün boyu koruyan, aplikatörü sayesinde her uygulamada gerekli miktarı kullanmayı garantileyen Roller Lash, bir maskaradan beklediğimiz her şeye ve daha fazlasına sahip. İstikamet Sephora.
Asya ile sosyal medya aracılığıyla tanıştık. Ve paylaştığı içerikler oldukça ilgimi çekti. Belirli bir süre sonra ona, birlikte bir şeyler üretmeyi teklif ettim. Asya da tüm samimiyetiyle Silver Censor için fotoğraflar çekti. ’ Tabii ki bu projelerin devamının gelmesini istiyorum. Monşer Vintage’ı daha büyük platformlara taşıma fikri beni oldukça heyecanlandırıyor. İleride büyük bir mağaza açabiliriz veya daha spesifik koleksiyonların yer aldığı sergi fikirlerini hayata geçirebiliriz. V
Malesef şu an için böyle bir platform yok. S M
Açıkçası her sezon bu tarz işbirlikleri yapmayı planlıyorum. Mesela şu an, hem
METRO OLITAN HUNTER Eğer herhangi bir metropolün içine hapsolmuşsanız ve dolayısıyla trafik çilesiyle başa çıkmaya çalışıyorsanız Nimrod Sapir’i dikkatle dinlemekte fayda var. Sapir’in tasarladığı elektrikli scooter INOKIM sayesinde trafikte daha az zaman geçiriyorsunuz ve bunu da en son model tasarım dinamikleriyle gerçekleştiriyorsunuz. INOKIM’in hızı saatte 30 km’ye kadar ulaşıyor ve sadece 15 kg’lık kütlesiyle her yere sığıyor. Sizi hiç yormayacak yolculuklar için yeni arkadaşınız INOKIM’e merhaba deyin.
XOXO The Mag
PATCHWORK IS BACK! Yama, muhteviyatı itibarıyla moda-sever, trend takip ederlerin gözlerinde şimşekler çaktıran bir olgu değil, kabul. Yukarıdaki sıfatları ismimizin önüne koymamakla beraber, yeniden podyumlara vuran stille ilgili bu zamana kadar çok olumlu hissiyatlara sahip olmadığımızı da itiraf edebiliriz. Moda dünyasının önyargı ya da tutarlılık kabul etmediğini de göz önünde bulundurarak yamalara kucak açmanın eşiğindeyiz. İlkbahar-Yaz 2015 koleksiyonları da yamalarla aranızdaki ilişkiyi sağlamlaştırmanız için gerekli tüm veriyi sunuyor. Yetmezse 2000’lerin başına dönmekte serbestsiniz. Dikkatli tüketiniz.
D
L ĞE V
1948’de piyasaya sürülen kült parfüm L’Air du Temps’dan beri Nina Ricci, içgüdüsel ve gizemli bir varlık olarak gördüğü kadınların hayallerini özgürleştirme çabasında. Tüm devrimleri sırasında kadınların yanı başında duran Ricci’nin ismini ambalajında taşıyan son parfüm L’Extase, parlak, özgür ve kararlı. Aynı çıplaklığına güvenen, tüm duyularıyla zevki yaşama hakkını savunan bir kadın gibi. Bu kadını, çıplak kaldığında da güzelliğinden hiçbir şey kaybetmeyen, Fransız güzelliğinin sembolü Laetitia Casta’dan başka kim temsil edebilirdi? Aynı anda hem vahşi hem de sofistike olmayı başaran Nina Ricci kadını için bestelenen olfaktif senfoni ise ünlü parfümör Francis Kurkdjian’a ait. Beyaz yapraklar buketi etrafında inşa edilen esans, doğal güllerle vurgulanıyor, pembe biber taneleriyle parıldıyor, sarhoş edici ve uyarıcı Musky Shadow’la yükseliyor, Siyam benzoini ve Virginia sediri, amber ve miskle derinleşiyor. Nasıl ki erotik bir imza göz kamaştırıcı sadeliğe sahip olmalıysa, Kurkdjian’ın L’Extase yorumu da yalınlığından ödün vermeden baştan çıkarıyor.
213
SET UP
GUSH
%100 Türk Derisi İlham kapı arkalarında saklanmayı seven bir çocuk gibi, onu sobelemenizi bekler. Ve onu ilk sizin yakalamanız ilhamı tepe tepe kullanacağınız anlamına gelmez. Guşef Şen ve Ömer Emre Yavuz için de hikaye göründüğünden daha çetrefilli başlıyor. Aslında annesine ait bir tasarımın hayli ilgi görmesi Guşef’i hiç planda olmayan tasarımcılığa itiyor. El yapımı deri aksesuarlar ürettikleri markaları Gush için çalışan Guşef ve Ömer’in yanında Murphy de tüm gücüyle çalışıyor. Üretim için alet edevatlarını Japonya’da, boyalarını ise Amerika’da bulan çift, İstanbul’daki atölyelerinde Türk derisini işlemeye başlıyor. Sonrası ise yan sayfada ve yakında taşınacakları Karaköy’deki atölyelerinde göreceklerinizden ibaret. (Evet, derisini ve aksesuarlarını kendi seçtiğiniz modeller için de sipariş verebiliyorsunuz.) hazırlayan aslin kumdagezer fotoğraflar özkan önal
XOXO The Mag
1 10 1 25
2 11 1 2
5 D 1 S
12 20 İ D
2
10 5
2 R C
0
1
D 1 21 2
2 E
D
15 22 2 2
1 2
1 2
0
1 5
50
51 215
XOXO’nun mekanınıza gönderimi için mail atın: 123@coistanbul.com
7GR 37B 40 48A LOUNGE 180 COFFEE BAKERY 360 400DERECE ALL SPORTS ARTNEXT ARZU KAPROL ARKA ODA AŞŞK CAFÉ AYI BABYLON BACKHAUS BALKON BALTAZAR BAYLAN BEBEK KAHVE BEJ CAFÉ BEYMEN BLENDER BIS WEAR BİSANFA BRASSERIE BUTİK BUKA BREAD & BUTTER CAFÉ FİRUZ CAFÉ NERO CAHİDE CASİTA ÇELLO CEZAYİR CHERRY BEAN ÇEKİRDEK ÇOKÇOK THAI COOK SHOP CORVUS WINE & BITE COS COUPLE LUNCH PUB CREMERIA MILANO İSTANBUL CULINARY INSTITUTE CUPPA CAFÉ DA MARIO RISTORANTE & PIZZERIA DAI PERA DELICATESSEN DELIRIUM DEM CAFÉ DEN CAFÉ DERIN DESIGN DIVAN DIVANE DIZZIA CAFÉ ECE AKSOY EGERAN GALERİ ESMOD FERAHFEZA FLAVIO FOUR SEASONS BOSPHORUS GALATA NO:5 GALATA BRASSERIA GALERİ ZİLBERMAN GALERİST GARAJİSTANBUL GEYİK GEZİ İSTANBUL GRAM GROOVE GÜNSELİ TÜRKAY H&M HABİTAT HAPPILY EVER AFTER HARDAL HARVARD CAFÉ HATİCE GÖKÇE HELVETİA HERA HILLSIDE CITY CLUB HOME ROOM HÜNKAR İSTANBUL MODA AKADEMİSİ İSTANBUL SETUP İSTİKAMET KARAKÖY JAMIE’S JOURNEY JUNO KABİNE NADİRE KAFİKA KAHVE ALTI KAKTÜS KAHVESİ KANTİN KARABATAK CAFÉ KARE ART GALLERY KARGA KASABIM KİKİ KIRINTI KOBİ KOMODOR KÖŞE BRASSERIE KRONOTROP KULİNATA KULP LA BRISE LE PAIN QUOTIDIEN LEB-İ DERYA LOKANTA LES BENJAMINS MAYA LOMOGRAPHY GALLERY STORE LONDON PUB LUCCA LULU’S LUSH HOTEL MAHALLE MAHLE MAMA SHELTER MAMBOCİNO COFFEE MANGERIE MANO BURGER MANUEL CAFE MASA MAVRA MESTA METİN GÜRSOY PR MIDNIGHT EXPRESS MIDPOINT MISS PIZZA MIXER ARTS MOC İSTANBUL MOMO MONO CAFÉ MSA MUAF MUHİT MUMS CAFE MUNCHİES CREPE & PANCAKE MÜNFERİT MUSE İSTANBUL NAAN BAKESHOP NAR PERA NESPRESSO NON GALERİ NOODLE TOWN OKAFE OPHORM OPS CAFÉ OPUS 3A OTTO PANDORA KİTAPEVİ PAPPA CAFE PARISTEXAS PAROLE PATİKA KİTAPEVİ PI ARTWORKS PİLEVNELİ PROJECT PİLOT GALERİ PİOLA PLİEE PLUMON POINT HOTEL POP-UP CAFÉ PROPAGANDA QUE TAL RAFİNERİ MİLLİ REASÜRANS SANAT GALERİSİ ROBİNSON CRUSOE SALOMANJE SAN LAZZARO TRATTORIA PIZZERIA SANAT GALERİSİ SELFESTATE SİMAY BÜLBÜL ŞİMDİ/NOW SİMURG KİTAPEVİ SMYRNA SNTRL DÜKKAN SOSA STAY SUGAR CAFÉ SUSAM CAFÉ SUSHI EXPRESS SUSHICO SWEDISH COFFEE POINT TAKKUNYA ÖKTEM&AYKUT GALERİ TAPS TASARIM BOOKSHOP THE HOUSE APART THE HOUSE CAFÉ THE HOUSE HOTEL TOUCHDOWN TRIBECA UGLY ULUS29 UNTER URBAN VOGUE W ISTANBUL WE WHITE MILL XFLATS YER CAFE YILDIRIM ÖZDEMİR ZENCEFİL ZEPLİN Sadece standart teslimat ücreti ödeyerek abone olmak için aşağıdaki link’e gidin. www.xoxothemag.net/printed-magazine XOXO The Mag
febjhedW\hWk$Yec =_d][h" Z[i_]d[Z Xo HeX[hje BWpp[hed_
?dj[bb_][dY[ _d ekh ^WdZi$ Jhk[ X[Wkjo _i ceh[ j^Wd ia_d Z[[f$ J^_i _i m^Wj m[ j^_da Wj FebjhedW <hWk" m^_Y^ _i m^o m[ ^Wl[ WbmWoi fbWY[Z ekh jhkij _d j^[ ia_bb\kb ^WdZi e\ ekh YhW\jic[d" m^e b[WZ [l[ho i_d]b[ ij[f e\ j^[ cWdk\WYjkh_d] fheY[ii WdZ Y^eei[ j^[ l[ho Ó d[ij hWm cWj[h_Wbi$ J^_i _i ekh mWo e\ e\\[h_d] oek j^[ X[ij _jWb_Wd gkWb_jo$
6nVobV Ndaj Hd`V` Cd/* :i^aZg I/ '&'"'+(+)%+ lll#Wbh"ig#Xdb
chanel.com
ILOVECOCO