XOXO The Mag/May 2015

Page 1

052MAYIS2015

052 FASHIONMUSICARTDESIGN

MAYIS 2015 ÜCRETSİZDİR

xoxothemag.net FASHIONMUSICARTDESIGN

THE ATOMICS

FRANCESCO BOARI FİGEN ÖZAVCI TYLER SHIELDS GÜRHAN BAKIRKÜRE ATHENA CALDERONE GIANCARLO MAZZANTI ON THE ROAD III


XOXO The Mag


3



İstanbul: Akasya, Akbati, Akmerkez, Beyoğlu, Buyaka, Capacity, Capitol, City’s, Erenköy, İsti̇nyepark, Kanyon, Mall Of İstanbul, Marmara Forum, Palladium, Suadi̇ye, Taksi̇m • İzmi̇r: Alsancak, Agora • Ankara: Cepa, Panora Bursa: Korupark • Antalya: Terracity • Adana: Zi̇yapaşa Bulvari • blog.camper.com/tk • CAMPER.COM




XOXO The Mag


9


052MAYIS2015

052 FASHIONMUSICARTDESIGN

MAYIS 2015 ÜCRETSİZDİR

xoxothemag.net FASHIONMUSICARTDESIGN 09/04/2015 11:43

THE ATOMICS

FRANCESCO BOARI FİGEN ÖZAVCI TYLER SHIELDS GÜRHAN BAKIRKÜRE ATHENA CALDERONE GIANCARLO MAZZANTI ON THE ROAD III

cover guest the atomics photographer mike rosenthal

İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@xoxothemag.net Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Editörler Seza Bali, Deniz İrem Çek, Melda Ennekavi, Barış Fert, Serap Gecü, Gazali Görüryılmaz, Ayşecan İpek, Aslin Kumdagezer, Özkan Önal, Utku Palamutçu İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Elif Sunar, Rüya Dilara Şen Katkıda Bulunanlar Eylül Aslan, Ceylan Atınç, Emre Doğru, Nevşin Mengü, Dilek Öztürk, Jason Rodgers, Nando Salvà, Aslı Seven, Murat Süyür, Can Togayhan, Ali Tünay, Bahar Türkay, Ela Yeliz, Gökhan Yerebakmaz, Merve Yeşilçimen, Begüm Yetiş, Yağmur Yıldırım Reklam cihan@xoxothemag.net İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye, Sertifika No: 12055 XOXO The Mag’de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz.

XOXO The Mag


yslbeauty.com

MASCARA VOLUME EFFET FAUX CILS YENİLENMİŞ FORMÜL

HACİMLİ KİRPİKLERLE EFSANEYİ YAŞA


CONTENTS

INTERVIEW 16... Francesco Boari Make It Here, Make It Anywhere

COVER

röportaj dilek öztürk

134... The Atomics

24... Charlotte Rampling

ART & DESIGN

MUSIC

36... Tyler Shields Profesyonel Yaramaz

76... Unknown Mortal Orchestra

röportaj ela yeliz

Spontane Sıfat Tamlaması

40... Emre Dökmeci Buralı, Ama Değil röportaj seza bali

44.... Paul Chan Kutsal Ürperti röportaj aslı seven

52... Gürhan Bakırküre Çalışma Kültürü Çözümleri röportaj yağmur yıldırım

röportaj utku palamutçu

FASHION 80... Athena Calderone Bak, Gör, Öğren, Uygula röportaj aslin kumdagezer

116... Eva Karayiannis O Benim Gün Işığım röportaj serap gecü

Kırılgan Güç röportaj nando salvà

32... Figen Özavcı Oklavasıyla Piyasayı Terbiye Eden Kadın röportaj nevşin mengü

48... Christene Barberich No Filter röportaj serap gecü

styling aslin kumdagezer & utku palamutçu

röportaj ece bildiren

Evden Çok Uzakta

sytling ceylan atınç

röportaj ali tünay

172... Doğu Yakası

120... Michelle Wild

photographer begüm yetiş

From a Galaxy Far Far Away

styling deniz irem çek

röportaj can togayhan

moderasyon seza bali

182... Lola Blanc

128... Erik Martin

124... Giancarlo Mazzanti

photographer isaac sterling

Hueypriest

styling melissa triber

röportaj barış fert

108... B. Heinrich & H. P. Kuhn & H. Weber Noktalar Birleşince

Toplumsal Mutluluğa Dair röportaj bahar türkay

röportaj barış fert

94... İçindekiler

Tam Zamanında

photographer emre doğru

röportaj ayşecan ipek

hazırlayan merve yeşilçimen

photographer murat süyür

112... Robert Pogue Harrison

Up

66... Some Women of Sea

60... Guillaume Canet

156... On The Road III

56... Kemal Demirasal

MORE

130... Nardane Kuşçu Doğayı Hatırla röportaj melda ennekavi



Bohemian Rhapsody, 1975, Queen

KIŞ ÇIKIŞI HEP BÖYLE OLUYOR. AMA SEBEBİ HAVA DEĞİL, UZUN SÜREN KASVETTEN SONRA GELEN ANİ IŞIK MI DERSENİZ, O HİÇ DEĞİL… BASİT BAKINCA OLANA BİTENE, BİR TANESİ ÖNE ÇIKIYOR: BEKLENTİ. VE BUNUN KUYRUĞUNA TAKILAN UZUN HAYALLER, DEĞERSİZ PLANLAR, EYLEMSİZ CÜMLELER… BOŞVERİN DRAMAYI FALAN, ÇÜNKÜ SEMPATİ SİZSİNİZ. ÖNÜNÜZE BAKINCA DAHA KOLAY OLUYOR. EH O ZAMAN, ÇANTAYI TOPLAYIN, ŞİMDİDEN.

OLGA ŞERBETCİOĞLU


SONSUZA DEK GEZGİN



SONSUZA DEK GEZGİN


SONSUZA DEK GEZGİN

Nişantaşı İstinye Park Hermes.com



INTERVIEW/IWC ICONS Bu bir ilandır.

FRANCESCO BOARI

Make It Here, Make It Anywhere Bu sayıdan itibaren, yeni röportaj serimizi IWC Icons sayfalarında, farklı alanlarda ikonik işlerle tanınan konuklarımıza yer vereceğiz. İlk konuğumuz Francesco Boari ile, kurucusu olduğu İtalyan Koleji’ni, Türkiye’deki eğitim sistemine sıradışı bir model sunan, tasarımla öğrenmeyi destekleyen inovatif programını ve Türkiye-İtalya arasında gidip gelen eğitim süreçlerini konuştuk. Zamanı da tartışmayı atlamadık. röportaj dilek öztürk fotoğraflar özkan önal

XOXO The Mag


Peki eğitsel açıdan baktığımızda, ikonik bir sistem nasıl inşa edilebilir? Günümüzde ikon olarak atfedilen kişilere baktığınızda, hepsinde ortak bir karakteristik özellik görürsünüz: farklı şeyler arasındaki noktaları birleştirirler. Moda ve teknoloji mesela… IWC de materyal ve filozofiyi başarıyla birleştirmek anlamında çok iyi bir örnek. Bu tür şeyleri öğretmek için farklı araçlara ihtiyacınız vardır. Bir sınıf böyle olamaz. Günümüzde duvarlar artık yok oluyor. Eğer Nordik ülkelere bakacak olursanız, sınıflarının, sınavlarının ve hatta öğrencilerin okul çantalarının olmadığını görürsünüz. İtalya, Türkiye, Almanya gibi ülkelerde ise belli birtakım kanunlar var. Bu kanunlar ulusal anlamda eğitime standart getirmeleri açısından faydalı olabilir. Ama bir yandan da sizi belirli bir alanda sıkıştırıyorlar. Bizim burada yapmaya çalıştığımız şey, bu kanunlara uyarak bir inovasyon yaratmak, ki bu gerçekten de zorlayıcı. Bu binayı bulmadan önce ABD'de dünyaca tanınan bir mimarlık ofisiyle, duvarları olmayan modern bir okul tasarlamaları için konuştum. Harika bir projeydi, tabii ki uygulanamadı çünkü Türkiye’de kanunen bu mümkün değil. Sonra şuna karar verdik; duvarlar orada durabilir çünkü bizim savaştığımız duvarlar fiziksel mekandaki değil, içimizdeki duvarlar. Satranç ve müzik, fen ve sanat arasındaki duvarlar… Bu duvarları öğrencileri eğiterek aşabiliriz. Bunun için de öğretmenleri belli bir eğitimden geçirdik, atölyeler gerçekleştirdik, öğrencilerin katılacağı, ailelerin de bu sürece dahil olacağı bir sistem düşündük. Aile birliği ile çok sıkı çalışıyoruz, aileleri de bu sürece dahil etmeye çalışıyoruz.

Zamanı nasıl tanımlarsınız? Aslında varoluşun ölçü birimi olarak tanımlansa da, benim için kontrol ve ölçü biriminden çok, zaman insanın duygularıyla da ölçümlediği ve hissettiği bir şeydir. Zaman bazen hızlı akar, bazen ise öylesine duruverir. Sanırım ne demek istediğimi herkes anlamıştır. İtalyan Koleji’nin ilk yılı nasıl geçti? Okulun açılışını yapalı bir yıl oldu ama bu proje iki yıl önce başladı. Eğitim sektörüne olan ilgim aileden geliyor. Amcam dell'Università della Basilicata'nın rektörüydü. Annem öğretmen, diğer amcam ise okul müdürüydü. Biz de bu eğitim tutkusu üzerine bir şey inşa etmek istedik. Türkiye’ye 30 sene önce geldik. İtalyan Koleji'ni hayata geçirmeden önce kişisel olarak benim için en doğru zamanı bekledik. Öncelikle, uluslararası çapta okulları, Türkiye’deki eğitim sektörünü analiz etmeye başladık. Belirli bir alanda uzmanlaşmaya karar verdik. Öncelikle bir bina arayışı ile bu sürece başlamış olduk. Çünkü Türkiye’de eğitim yapıları için, çok haklı olarak, öğrenci sayısı ile doğru orantılı bahçe gerekliliği kanunda var. Bizim için merkezde bir bina bulmak bir buçuk sene sürdü. Sonra adım adım, proje daha net bir hale geldi ve geçen sene büyük bir restorasyona başladık. Ardından, öğretmen arayışına girdik. Bu proje için özellikle İtalyan Lisesi’nden gelen ve aynı tutkuyu, aynı felsefeyi paylaşan arkadaşlarımı yakınımda tuttum. Bu yüzden öncelikle benimle İtalyan Lisesi’nde aynı sınıfta okuyan Hakan Bayülgen’in kapısını çaldım. Proje hakkında o da çok heyecanlandı ve birlikte bir yola çıktık. Eğitim sektöründe inovasyonun henüz önemsenmediğini görüyoruz. Teknoloji sektörünü ele alırsak, son 10 yılda katedilen yenilikleri, eğitim sisteminde göremiyoruz. Eğitim sistemi hala çok muhafazakar ve burada inovasyona ihtiyacımız var. Dünya değişiyor, öğrencilerin ihtiyaçları değişiyor ama öğretmek için kullandığımız araçlar değişmedi. Biz de bu sistemi ileriye taşımak istedik.

Bu durumda birlikte çalıştığınız insanlar çok önemli. Akademik kadronuzu nasıl belirlediniz? Bu öğretmenleri nasıl bir eğitim sürecinden geçiriyorsunuz? Doğru insanları seçmek çok zor, çünkü insanları kendi konfor alanlarından uzaklaştırmalısınız. Bazıları halihazırda bu alanın dışındalar. Bazıları ise geniş bir bakış açısına sahipler, araştırmacı bir tavra sahipler ve yeni fikirler vermeye hazırlar. Öncelikle çok çok güçlü bir okul yöneticisine ihtiyacınız var, bir lidere… Biz de bu anlamda bir direktör ile çalışıyoruz.

Eğitim sistemine inovasyon getirmekten bahsetmişken, tasarımla anlama ve düşünmeye odaklı bir eğitim sisteminden bahsediyorsunuz. Lütfen eğitim sisteminizde kullandığınız bu yaklaşımı açıklar mısınız? Tasarım kelimesi artık eskiden beri düşündüğümüz anlamında değil. Öncelikle, öğretmen ve öğrenci arasındaki ilişkinin değişmesi gerekiyor. Öğretmen, bilgiyi öğrenciye transfer eden ve öğrenci de bu bilgiyi almak zorunda kalan bir aktör olmamalı. Yani, öğrenci içi bilgiyle doldurulması gereken boş bir kutu değil. Onun yerine, insanlığın köküne inip, birtakım araştırmalar yapmanız lazım. Bilgiyi vermeden önce, öğrenciye onu nasıl kullanacağını öğretmeniz lazım. Öğrencinin çarpım tablosunu ezberlemeden önce buna ihtiyacı var. Hayatı boyunca aldığı bilgiyi farklı durumlarda nasıl kullanacağını bilmesi lazım. Eğitim sisteminize baktığınızda, mesela lisede edindiğiniz bilginin ne kadarını hatırlıyorsunuz?

Bir danışma kurulunuz var mı? Evet, bu da bizim felsefemizin bir yansıması. Okulun kurucusu olarak, bu organizasyon benim bir yansımam. Burayı tek başıma yönlendirmemem için özellikle bir kurul kurdum çünkü okul çok büyük ve bu benden sonra da devam edecek bir proje. Hatta çocuklarımın çocuklarından sonra da… Her şeyin sonunda oluşturduğumuz bu model içerisinde, inovasyonu en iyi ölçebileceğiniz yer; öğrencilerin ta kendisi. Çocuklar, bizim başarımızın en büyük ölçütü. Dakik biri misiniz? Mesela en son ne zaman bir şey için geç kaldınız? Dakik olma eğilimim var ama programım sürekli yoğun olduğu için nadir de olsa zaman zaman bazı gecikmeler söz konusu olabiliyor. O nadir anlardan biri bazen sizin için önemli bir ana denk geliveriyor, tıpkı bir keresinde geç kaldığım kendi sürpriz doğum günü partim gibi...

Sadece deneyim aklımızda kalıyor. Evet, işte düşünün, şu anda hatırlayamayacağınız şeyleri öğretmek için harcanan zaman ve emeğe bir bakın… Hayatınızı etkileyen en önemli şey ise bir yandan öğretmeniniz ile kurduğunuz ilişki. İşte bu ömür boyu aklınızda kalacak bir deneyim. Beyniniz tazeyken, hayatınızın en verimli dönemi aslında bir şeyi öğrenmek için harcanıyor. Bunu, iyi ve kalıcı bir yönde kullanmak daha akılcı. Pratik yaparak öğrenirseniz, yani tasarımla öğrenirseniz, işte o zaman o bilgi size yapışacak ve siz de bu bilgiyi ileride bir şey yapmak için kullanacaksınız. Bu perspektiften bakarsak, Türkiye’de bu teori ile öğreten çok çok az okul var. Bu sistem, tabii ki okulların konfor alanlarının dışında. Bu anlamda yeni bir okul, birdenbire bir avantaj sağlıyor çünkü iki yüz yıllık tarihi değiştirmektense, her şeye yeniden başlamak elimizde.

Öğrencilerinizi nasıl takip etmeyi, onları ileride nasıl yönlendirmeyi düşünüyorsunuz? Çünkü vermeye çalıştığınız eğitim, hayatlarının geri kalanını da etkileyecek. Education kelimesinin kökeni Latince Educere’dir, yani içindekini dışarı çıkarmak, ifade etmek; bilgiyle doldurmak değil. İçindeki potansiyeli çocukken keşfetmek ve o potansiyeli dışarı çıkarmaya destek olmak, eğitimdir. Bu, bizim de yapmaya çalıştığımız şey. İtalyan Koleji’ne öğrenci alırken ne gibi kriterleriniz var? Öncelikle öğrencilerin ailelerine kendi bakış açımızı ve modelimizi anlatmaya çalışıyoruz. Biz satış odaklı değiliz, bu sürece bir evlilik gibi bakıyoruz çünkü sonunda bir aile oluyoruz. Ebeveynlere

İkon ya da ikonik kavramlarını nasıl tanımlarsınız? Belirgin bir şekilde göze çarpan, ilham veren, gizemli, bakan kişilerin kendilerinden bir parça bulduğu… 21


kendimizi mümkün olduğunca şeffaf bir şekilde anlatıyoruz. Burada okuyan öğrencilerin ailelerini alıp, yeni öğrenci aileleri ile buluşturuyoruz ve onlardan okulumuzda hoşlarına gitmeyen şeyleri söylemelerini istiyoruz. Bizim için şeffaflık çok önemli. Ailelerin ikna olması da çok önemli çünkü süreç içerisinde onlarla çalışıyor ve sürekli iletişimde oluyor olacağız. Aileleri bu sürece dahil edip, tam olarak bakış açımızı anlamaları için onları araştırmaya çağırıyoruz. Çocukları için buranın doğru yer olduğuna karar verdikten sonra, sıra çocuklarla buluşmaya geliyor. Her çocuğun potansiyelini, karakteristiğini inceleyip anlamaya çalışıyoruz. Bizim için çeşitlilik çok önemli çünkü çocuklar çeşitlilikten öğrenir. Sonuçtan çok sürece odaklı bir sisteminiz olduğu düşünülürse, bu yaklaşımın fiziksel mekana yansıması nasıl oldu? Okulda öğrencilerin kendini ifade edebileceği açık/ortak alanlar, atölyeler var mı? Bahçe, kapalı çatı bahçesi, seramik atölyesi, müze, kütüphane gibi alanlar mevcut. Kütüphane ve fen laboratuarı arasında bir akvaryum var. Bu akvaryum içerisinde bir yaşam döngüsü görme, takip etme şansları var. Kütüphanede bunu izleme şansları olunca da, kütüphanenin vakit geçirmesi keyifli bir yer olduğunu düşünüyorlar, tozlu, kitaplarla dolu sıkıcı bir yer değil. Maker Lab projenizden de bahsedelim. Maker Lab, biliyorsunuz, dünyada çok yükselen bir trend ve aslında yeni bir düşünme biçimi, yeni bir hayata bakış şekli. Bizimle de çok örtüşüyor. Burada Ali Işıngör’den bahsetmek gerekir. Bu proje onun önderliğinde şu anda Türkiye’de yapılıyor. Aslında Maker Lab projesi, çocuklara, yaşayarak öğretme, planlama, oryantasyon kabiliyetleri ve hesaplama yeteneklerini bir senaryonun içinde gösterebilme ve başarılarını bir ürün olarak ellerine verebilmeyi kapsıyor. Biz 3D printerlar kullanıyoruz, sonrasında ikinci sene dronelar robotlar, sterolar kullanıyoruz. Stero ile yapılan şey aslında, x,y,z koordinatlarını biraz da programlama dili ile birleştirerek bir topun hareket etmesini öğretebilmek. Bunların hepsini hayata geçirebilmek de aslında yaşayarak öğrenme metodu ile gerçekleşiyor.

Maker Lab tamamen bu işe yarıyor. Türkiye’deki alışılagelmiş eğitim sistemi için oldukça sıradışı bir model tasarladınız. İnsanların bu konuya tepkisi nasıl oluyor? İnsanların tepkileri beklenenin çok üzerinde. Çok iyi geri dönüşler alıyoruz. İlginç olanı, çocuklar işin içine girince, aileler çok güç olabiliyor. Çünkü hayatlarındaki en önemli şeyden bahsediyoruz. Bir yıldan sonra aldığımız pozitif geri dönüşler çok motive edici. Özellikle Türkiye’de beklentiler çok yüksek. “Eğer burada başarılı olursanız, her yerde olursunuz.” diye bir laf vardır. Doğru şeyi yaptığınızda, bunun çıktısını alıyorsunuz. Bir IWC saati taşımak nasıl bir duygu? Zamanı bilmeniz, fark etmeniz kadar onu hissedebilmeniz de önemlidir. Hayatın bu denli hızlı aktığı, akıllı saatlerin bu denli revaçta olduğu bir çağda; IWC saatlerini, zamanın akışının ve zamanın kendisinin, bizi çevreleyen mekanizmanın temel parçası olduğunu ve yaşadığınız her anı kaliteli yaşamanız gerektiğini hatırlattığı için taşımaktan keyif alıyorum. Sıradan bir gününüzü anlatır mısınız? Sınırlarımı sürekli zorladığım bir hayat yaşadığım için zaman planlaması hayatımda önemli bir kriter. Uzun ve kısa vadeli olmak üzere iki tür planlama ile günlük hayatımı yönetiyorum. Uzun vadeli işlerimde zamanlamamı önem ve aciliyete göre düzenlememe yardımcı olan Eisenhower Matrix metodunu benimsiyorum. Bu kapsamda önemli olmayan ve aciliyeti düşük olaylar benim dikkatimi çekmiyor, olayın önemini esas alıyorum dolayısıyla acil olan ve önemli olmayan şeyler de yine arka sıralarda yer alıyor. Erken uyanırım ve sabah kahvesini içtiğim 30 dakika içinde günümü planlamaya çalışırım. Genelde çalışma ve günlük yaşam prensiplerim arasında ilk sıralarda mükemmeliyetçilik olduğu için ve mükemmeliyetçiliğin yapı taşında kusurlar da bulunduğu için, kısa vadeli planlarda mümkün olduğunca takvime bağlı kalır ama yine de spontane olayları da hayatımın bir parçası olarak kabul ederim

XOXO The Mag


THE LEGEND AMONG ICONS.

IWC Schaffhausen Boutique İstanbul: Mim Kemal Öke Cad. Altın Sokak 4/A Nişantaşı Tel: (212) 224 4604 İstanbul: Arte Gioia, İstinye Park Tel: (212) 345 6506 - Greenwich, Zorlu Center Tel: (212) 353 6347 - Unifree Duty Free, Ataturk International Airport Tel: (212) 465 4327 Ankara : Greenwich, Armada Tel: (312) 219 1289 - Next Level Tel: (312) 219 9315 Bursa: Permun Saat, Korupark AVM Tel: (224) 241 3131 I İzmir: Şems İlkan & Günkut Saat, Alsancak Tel: (232) 463 6111

IWC.COM

ICONS brought to yo u by


XOXO The Mag


25


INTERVIEW/CINEMA

CHARLOTTE RAMPLING

Kırılgan Güç

Hafızalarımızda yer etmiş onlarca filmin ardından, onu bu kez Andrew Haigh’in ikinci filmi 45 Years'da izliyoruz; yalnızca bakışları ve sessiz anlardaki performansı bile izleyeni yerle bir etmeye yetiyor. Canlandırdığı karakterin duygularını yansıtırken sergilediği ekonomik ve samimi oyunculuk ile geçtiğimiz Berlinale’de ödüle layık görülen Charlotte Rampling ile ödülünü almadan birkaç gün önce karşı karşıya oturmuştuk ve filmi, isyan hareketlerini, Photoshop’un zararlarını konuşmuştuk. röportaj nando salvá fotoğraf frederic nebinger/getty images

XOXO The Mag


45 Years, 2015

45 Yıl’ın hikayesinde ilginizi çeken neydi? Olağan olanın olağanüstü bir şeyle sarsılması fikri bana cazip geldi. Canlandırdığım karakter Kate ve onun kendi duygularıyla baş edemiyor oluşu da ilgimi çekti. Ölü birini kıskanmaması gerekiyor, ortada herhangi bir tehdit yok. Büyük bir mesele de yok ama büyük bir mesele haline geliyor. Tabii ki bu durumla kolayca özdeşlik kurdum çünkü bu akıldışılığı kendimde de görebiliyorum.

yoluydu. Cinsel güç kadınların sahip olduğu belki de en önemli güçtür. Cinsel gücümüzü tanımak bize özgüven kazandırır. Ben hiçbir zaman özel olarak çekici biri olduğumu düşünmedim ama erotik karizmamı nasıl kullanacağımı bilirdim. 45 Yıl’da canlandırdığınız karakter, sizin de bahsettiğiniz gibi çok karmaşık bir duygusal süreçten geçiyor. Bunu perdeye yansıtmanın en zor tarafı neydi? Fazla söz söylemeden her şeyi anlatabilmek... Birçok sahnede tamamen sessiz kaldım. Harika bir his bu aslında. Zaten ben, genellikle, çok konuşmayı sevmem. Sosyal açıdan sorunlu bir insan olarak bilinmem de muhtemelen bundandır.

Sizce Kate’in en büyük korkusu ne? Kocasının hiç sahip olmadığı ve olmayacağı bir tarafı olduğunun farkına varıyor. Bunu muhtemelen zaten biliyordu ama bilmek onca yıl bununla baş edebilmesine yetmemişti. Ne var, biliyor musunuz? Zaman bizi değiştirmiyor. Hiçbir şey öğrenmiyoruz. Yaşın bizi bilgeleştirdiği söylenir, entelektüel açıdan olabilir ama duygusal açıdan hayır.

Sosyal sorunlarınız mı var? Bazen insanlarla nasıl iletişim kuracağımı bilmiyorum ve bu bana kendimi tehdit altında hissettiriyor. Eskiden insanlarla arama bir mesafe koyardım ama artık yalnızca etrafımdaki insanların samimi olmadığını hissettiğimde öyle mesafeli duruyorum. Ne yazık ki bu işte ve bu toplumda çok fazla sahtekarlık var.

Yine de bazı çiftler uzun ilişkiler sürdürmeyi başarıyorlar. Ama tabii bu bitmeyen bir mücadele. Babam hayatı boyunca annemi sevmek için çok çaba gösterdi. Uzun zaman önce Biarritz’de bir çekimde ziyaretime gelmişlerdi. Onlar için harika bir otelde yer ayırttım, her şey çok hoştu. Bir gece deniz kıyısındaki terasta yemek yiyorduk, annemle karşılıklı oturmakta olan babam bana dönüp şöyle dedi: “Biliyor musun anneni sevmiyorum. Nasıl seveceğimi bilmiyorum.” Ne diyeceğimi bilemedim.

Öyleyse bir parti canavarı olduğunuzu söyleyemeyiz... Hayır, kesinlikle. Ama gençliğimde çok partiledim. Artık dayanamıyorum. Nasıl davranacağımı bilmiyorum. Genellikle bir köşede durup birinin benimle konuşmasını bekliyorum.

O geceden sonra beraberlikleri devam etti mi? Evet, 20 yıl, annem ölene dek. Annem her zaman babama hayranlık duydu, babam da ona özenle baktı ve sanırım sonunda onu sevmeyi öğrendi.

Bu tür durumlarda oyunculuk yeteneklerinizin faydası olmuyor mu? Hayır. Kameranın önündeyken nasıl rol yapacağımı gayet iyi biliyorum ama kanepede yanımda oturan kişinin karşısında nasıl davranacağımı bilmiyorum. Sadece kameraya oynayabilirim.

Yaş aldıkça hiçbir şey öğrenmediğimizi söylediniz. Zaman içinde aşka yaklaşımınız da hiç değişmedi mi? Hayır, bu büyük bir yolculuk. Gençken sayısız aşığın olur, aşk konusunda dikkatsizsindir. Sonra incinmeye başlarsın ve bu seni geri dönülmez biçimde değiştirir. Her şeyi olduğu gibi kabul etmeye başlarsın. Yani, şahsen ben bir noktada, beraberliği sevdiğimi ama buna ihtiyacım olmadığını fark ettim.

Medyada yer alma biçiminiz ve imajınız hakkında nasıl bir tutumunuz var? Sergilenmekten hoşlanmıyorum. Beni korkutuyor ve kırılgan hissettiriyor. O yüzden gerçekten gerekli görmediğim durumlarda medyadan uzak duruyorum. Ama artık imajımın halka mal olmuş olduğunun farkındayım.

Sayısız aşık derken ne kastediyorsunuz? Erkekleri baştan çıkarmak benim için kendi gücümü sınamanın bir

Oyuncu olmaya nasıl karar vermiştiniz? Babam sekreter olmamı umuyordu, sanırım oyuncu olmak aynı 27


The Night Porter, 1974

zamanda ona karşı bir isyan hareketiydi. Kız kardeşimle birlikte kabare yapmaya başladım ve çok geçmeden beni oyuncu seçmelerine çağırmaya başladılar. 17 yaşındayken Richard Lester bana The Knack... and How to Get It’te rol vermişti. Her şey bu filmin Altın Palmiye kazanmasıyla başladı. Rol seçimleriniz de mi bir tür isyandı? Öyle sayılmaz ama baştan beri bir şekilde kışkırtıcı roller seçtim. Daha 16 yaşındayken bir fotoğraf çekimi yapmıştım. Profesyonel olarak çekilen ilk fotoğraflarımdı. “Çıplak olarak bir lazımlığa oturur musun?” diye sordular, kabul ettim. Biraz bacak dışında bir şey göstermiyordum, sadece kameraya edepsizce bakıp gülümsemiştim. Ertesi gün pişman oldum tabii. Ne yaptım ben, diye düşündüm. Babam fotoğrafları görecek diye ödüm patladı. Ama babam hiç farkına varmadı. O zamandan beri hep tartışmalı işler yaptım. Ama kimseye zarar vermedim. Benzer şekilde, canlandırdığınız karakterlerin birçoğu da karanlık, tehlikeli ve hatta sapkın. Neden? Hepimizin içinde kontrol edemediği güçler vardır. Yıllar boyu beni hareketsizleştiren görünmez şeytanlarım vardı. Onları ehlileştirmeyi öğrendim. İşin sırrı kabullenmekte. Bir duyguya karşı direnmek, ona karşı savaşmak, onu büyütmekten başka işe yaramıyor. Acı konusunda da aynı şey geçerli. Bakın, güzel bir hayatım var, oldukça mutluyum. Ama ara sıra karanlık kendini gösteriyor. Bazen kendimi perdede görüyorum ve kendimden korkuyorum. Ama ben zaten hep toplumun yüzleşmekten çekindiği gizli gerçeklerden bahseden filmler yapmak istedim. Sadece seyirciyi eğlendirmek hiçbir zaman ilgimi çekmedi. Bir şekilde bir role hapsolduğunuzu düşünüyor musunuz? Böyle şeyler düşünmüyorum. Hakkımda ne düşündükleri önemli değil ama beni düşünmeleri önemli. Yani şunu söylemek istiyorum; bir oyuncunun kariyeri çok uzun soluklu olsa da sonunda eğer şanslıysa toplumsal hafızaya yerleşen bir avuç film ile tanınacaktır. Ben o filmlerden çok yaptım: Bir tanesi Visconti’nin The Damned'i; bir tanesi Liliana Cavani’nin The Night Porter'ı; bir diğeri François Ozon’un Sous le sable'ı. Çok şanslıyım çünkü bir oyuncu olarak böyle bir etki yaratmayı başaramazsanız bu işte ayakta kalamazsınız. Başarınızı ne kadarıyla yeteneğinize ne kadarıyla şansa borçlusunuz? Yetenek; sıkı çalışma, tutku, disiplin ve şanstan oluşan bir karışımın

küçük bir parçasıdır sadece. Başarıda en fazla yüzde beşlik bir payı vardır. Ama o yüzde beşin büyük bir fark yaratabildiği ve sizi eşi benzeri olmayan noktalara taşıyabildiği bazı çok özel anlar da vardır. En çok kimden öğrendiniz? Visconti bana oyunculuğun kesinlikle teknikle alakası olmadığını öğretti. Canlandırdığın karakterleri yaratırken yalnızca bilinçaltını kullanıyorsun. O yüzden kendini bırakman lazım. Performansların entelektüel ürünler olmamalı. İnsanlar yaptıklarını entelektüel bir hazırlıkla yapmazlar ki; sadece yaparlar. Oynadığınız rollerden geriye sizde bir şey kalıyor mu? Evet, bir hüzün kalıyor. Güçlü bir karakterle bağ kurduktan sonra ondan ayrıldığın zaman bir şey kaybetmiş gibi hissediyorum, sanki birisi ölmüş gibi. Ve bu duygu bir müddet sürüyor. Bir gün uyandığında bir bakıyorum üzüntü gitmiş. O zaman bir sonraki role hazırım demektir. Oyuncu olarak hedefinize ulaştınız mı? Mesele şu ki benim hiç büyük hedeflerim olmadı. Geçmişte oyunculuğu rahatlıkla bırakabilirdim ama yönetmenler beni aramaya devam ettiler. Ben hiçbir zaman bir rolün ya da bir projenin peşine düşmedim, projeler bana geldi. Kimseden bir şey istemedim. Ve bununla gurur duyuyorum. Zamanın üzerinizde nasıl bir etkisi var, onunla nasıl savaşıyorsunuz? Estetik operasyon meselesinden mi bahsediyorsunuz? Akışın tersine yüzmeyi severim ben; o yüzden operasyon yaptırmayan tek oyuncu olmaya ve insanlara böyle de yaşanabileceğini göstermeye karar verdim. Los Angeles’ta insanlar birbirine en çok ne der bilirsiniz: “Harika görünüyorsun, cerrahın kim?” Bundan nefret ediyorum, Photoshop’tan da… Dönüşümümü gerçek zamanlı olarak görmeyi tercih ederim. Sonuçta, gençliğin güzelliği geçince yerine deneyimin güzelliği gelebilir. Yaşlı halimizi kabul etmemiz ve ona saygı duymamız lazım. Sizin için böyle demesi kolay; harika görünüyorsunuz. Teşekkürler. Babamın genleri sayesinde... 100 yıl yaşadı ve bana hem güçlü bir beden hem de sert hatlı bir yüz verdi. Oyunculuk da iyi bir gençlik sırrı aslında; başka biriymiş gibi davranmak çok çocukça bir şey sonuçta.

XOXO The Mag


29


XOXO The Mag


31


online shopping

desa.com.tr

XOXO The Mag


İ L K BA H A R - YA Z

33

2 015


INTERVIEW/WOMEN OF POWER

FİGEN ÖZAVCI

Oklavasıyla Piyasayı Terbiye Eden Kadın Hayat enteresan, hayatlar enteresan… İktidar aracına bir kere sahip olundu mu, araç iktidar aracı olmaktan çıkıyor, iktidar iktidar olmaktan çıkıyor. Zannımca sabun gibi bir şey iktidar; bir bakıyorsun ellerinde tutuyorsun sıkı sıkı, bir bakıyorsun hop kayıvermiş. Bütün finans piyasasının “Aman bakalım bugün ne yorum yapacak da kim milyon kaybedecek, kim milyon kazanacak.” diye klavyesinden çıkacak tweet'e odaklandığı kadın, “Para değil ki sevgi istiyorum.” diyor. Para gerçekten pul gibi bir şey olmuş onun için, bir var bir yok… röportaj nevşin mengü fotoğraf özkan önal

XOXO The Mag


Sana neden borsanın prensesi diyorlar? Aslında şöyle başladı; bundan yaklaşık 10 yıl önce, benim bir web sitem vardı, köşe yazarlığı, editörlüğü, her şeyini ben yapıyordum. Bir yandan da çalışıyordum, bu benim hobimdi. Site bir anda çok ilgi gördü. Fakat o zaman sermaye piyasası kanunları galiba daha ağırdı, öyle hatırlıyorum, kimse böyle ismiyle pek yazmak istemezdi. O yüzden de mahlas kullanılırdı, o zamanki mahlasım 'SenyoritaTrader'dı. Aradan bir yıl geçti. O site çok hit alınca, ben Deniz Yatırım’a transfer teklifi aldım. Kim bu, çok başarılı diye merak etmişler, kız olduğumu tahmin etmemişler falan. E borsa yani ne alaka. Ve o zamanlar haberleri anlık giriyordum. Sonra ben siteyi kapattım, Deniz Yatırım’dan Meksa Yatırım'a geçtim. Karadeniz Gazetesi diye bölgesel bir gazete var, “Bize köşe yazısı yazar mısınız?” dediler, kabul ettim. Bir yandan oraya yazarken bir web sitesi daha benden yazı istedi. Onlara “Gazeteye yazdığım yazıyı size de vereyim.” dedim, kabul ettiler. Ama köşenin çarpıcı bir ismi olmasını istediler. Ne olsun, ne olsun derken, kafa patlattık. Sonunda 'Paranın Prensesi' adını seçtik. Prenses yazarken ilk heceyi pi işaretiyle yazdık. Dikkat çeksin diye kelime oyunu gibi bir şey yaptık. Sonra ben iki-üç yıl yazdım, o esnada aynı yazı yedi-sekiz sitede daha yayınlanmaya başladı. Sonra Meksa'ya genel müdür yardımcısı olarak geldim, acayip yoğun bir sürecin içinde girdim, yazı yazacak vaktim kalmadı. Bir de yazının yansımaları çok asap bozucu. Ters bir şey yazarsan, diyelim bir öngörü verdin, yükseliş olacak dedin, ama o hafta yükselmeyip stabil kaldı, hemen bir eleştiri bombardımanı. “Tahmin edemedin mi, görmedin mi?” falan filan diye. Neyse, yazı işini yavaş yavaş bıraktım, Twitter’a başladım, o yazıları yazan kişinin de ben olduğum anlaşılsın diye Twitter’da o ünvanı bıraktım. Sonra üzerime yapıştı kaldı.

arkadaş, biz 200 lira kullanmıyoruz ki, bizde işlemler hep 200 milyon, 100 milyon. Lira yok ki… “Para iktidardır.” denir, ama tabii senin için artık başka bir şey… Peki sence iktidar ne? İnsanlar beni sevince ben yaptığım işten daha çok keyif alıyorum. Bazen mesela Twitter'da biri beni eleştirdiği zaman, benden önce yanıt verip “Hayır, öyle değil.” diyenler oluyor. İşte bu beni manevi açıdan tatmin ediyor. Finans piyasasında kadın ve erkek davranışı çok farklı mı? Tahtada yaptığı hareketlerden, bir trader’ın kadın mı erkek mi olduğunu anlar mısın? Mesela beni anlamıyorlar. Diyelim ki Borsa İstanbul’da bir hareketi başlatıyorum, o ara mutlaka yayınım oluyor, oradan gözlemliyorum, ama kim olduğumu söylemezsem fark etmiyorlar. Aslında SPK düzenlemesi nedeniyle de açık açık söylemememiz lazım. Fakat şimdi Fibonacci destekleri diye bir şey var, bir terim, ben onu Figonacci’ye çevirdim. “Figonacci destek çalışıyor.” diyorum. Yani onlara “Ben alıyorum.” demek istiyorum. Borsa risk işi, en azından dışarıdan bakınca öyle. Şunu merak ediyorum, kadınlar diyelim, daha garantici oluyorlar da, erkeklerin gözü daha mı kara oluyor? Ya da tam tersi mi? Evet, kadınlar garantici. Onlarla tahtalarda çok karşılaşmazsın. Benim gibi psikopat trader kadın çok azdır. Ama benim de böyle olmamım sebebi ise, direkt Borsa İstanbul’da, işlemin göbeğinde başlamış olmam. Orada işi öğrendim, trade etmeyi öğrendim. Ben yatırım yapmayı öğrenmedim, çoğu kadın önce yatırım yapmayı öğrenir, sonra borsa diye de bir şey varmış deyip borsaya girer. Ben trade etmeyi çok iyi biliyorum, bir şeyi alayım tutayım, tam bana göre. O gidecek de, biraz altın yükselecek de, işte bu hiç bana göre değil. Ben günde defalarca alıyorum, veriyorum.

Yani köşe yazılarının yerini Twitter'da yazdıkların mı aldı? Bizde, borsada anlık haber her şeydir. Eskiden Turkcell SMS’ten müşterilerime anlık haber mesajları atıyordum. Çat diye basıyordum, gidiyordu. Ama maliyetli bir işti. Bu Twitter çıkınca, “Ay ne güzel bedava!” dedim, düşünsene günde kaç tane haber atıyorum şimdi.

Stresli değil mi? Aslında çok stresli, ama alıştım artık. Az önce düşünüyordum, sektörde 17. yılım bitmiş. 37 yaşındayım şimdi, 20 yaşındayken başlamıştım. Geçen gün televizyonda biri çıkmış “Ben koalisyon dönemini hiç hatırlamıyorum.” diyor, başka biri “Meslek hayatım boyunca FED faiz artırmadı.” diyor. Halbuki ben hepsini hatırlıyorum. Koalisyonda nasıl fiyatlama oldu çok iyi hatırlıyorum. Böyle zamanlarda, yaşlandığımı düşünüyorum.

E ama bir yerde bu bilgi, bu gündem takibi senin sermayen; daha doğrusu müşterilerine sunduğun bir hizmet değil mi? Bunu Twitter’dan bedava herkesle paylaşmış oluyorsun. Evet, onu da düşündüm ama ne bileyim... Aslında saçma, değil mi? Hayır, sadece bazı borsacılar sosyal medyada yazmayı tercih etmiyorlar. Bilgilerini bedavaya paylaşmak istemiyorlar. O da bir bakış açısı, seninki de bir bakış açısı. Belki Twitter’da yazdıkların orta vadede sana yine kazandırıyordur, bilemiyorum. Şimdi şöyle, orada beni takip edenler, daha sonra çalıştığım kurumun müşterisi olabiliyorlar. Benimle iş yapabiliyorlar. Kazandırdığı çevrenin böyle faydasını görüyorum. Bir de ben zaten paylaşmayı çok severim, “Okusun aman ne olacak, o da bilsin.” derim. Bilsin, ne olacak ki? Evet, bana o konuda salak da denebilir. Mesela ben seminerleri bedavaya veriyorum, sadece gidişi gelişi sağlasınlar istiyorum.

O zamanlar İMKB idi, tesadüfen mi girdin? Tamamen tesadüfen. Ben girdiğimde Tekstil Menkul Değerler yazıyordu. Ben de herhalde gayrimenkul gibi ev falan satıyorlar diye düşündüm. Ekranlara oturdum, garip ekranlar, ben nereye düştüm dedim. Bir dört ay kendimi bankacı zannettim. Borsa ne, bilmiyordum ki, düşünsene, 17 sene önce... Türkiye’de de yeni tabii o zamanlar… Tabii. Epey bir zaman aldı ama sonra alıştım. Trade etmek zamanla çok zevkli geldi. Ben aslında kariyer yapmayabilirdim, trader olmayabilirdim. Orada bir tane müdürüm vardı, bana kariyer yapmamı söyledi, çok işe yarayabileceğimi düşünüyordu. Normalde ben kendi parasını kazanan, borsada gömlekçi dediğimiz, kendine alıp satan biri olabilirdim ve beni hiç kimse tanımazdı. Müdürüm beni yönlendirdi. Emekli olunca artık kendime alır satarım.

Niye almıyorsun? Ne bileyim; öğrenciler çağırıyor, onlara da kıyamıyorum. Acaba bu işle uğraşa uğraşa para sana önemsiz mi gelmeye başladı? Doğru, öyle oluyor. Biz bir anda çok para kazanabiliyoruz. Alıp verdin mi, doğru yönü tutturdun mu çok para kazanıyorsun. Onlardan öyle bir para toplamama gerek yok gibi geliyor.

Bağımlılık gibi bir şey mi, emekli olunca tamamen bırakamaz mısın? Asla… Biz “uyuşturucu gibi” deriz. Bir kere aldın mı… Bizim izlediğimiz ekran, sinema salonu gibi ama yüz tane salon var, yüzünde de farklı film dönüyor. Bu tahtada başka hikaye, başka tahtada başka hikaye. Filmden sıkıldığın anda da tak çıkıp başka filme girebiliyorsun.

Çok sıfırla uğraştıkça mefhum değişiyor demek ki… Evet, bir gün yayında, aslında 200 lira demem gerekirken 200 milyon demişim. “Bir ekonomiste hiç yakıştı mı?” diye eleştiri aldım. Yahu 35


Peki ya elindeki bütün parayı kaybedersen; hiç korkmuyor musun? Ama onu artık biliyorsun. Ha battım mı battım. Borsacı zaten önce bir batar. Önce batar sonra toparlar. Bir de tabii kariyeri seçince kendi portföyün geri planda kalıyor. Müşterinin portföyünü önce düşünmen lazım. 8-9 yıl önce ekranda “İsrail uçağı düştü” diye bir haber gördüm, meğer uçağın benzin deposu düşmüş. Borsaya haberleri nasıl veriyorlar… Savaş mı çıktı o anda piyasada? Tabii tabii, tahtalara haberi öyle verdiler ki... Müşterinin malı elbette öncelikli; müşterinin malını verdim ama benim tahtam dip dip. Böyle bir iki olay daha oldu. Anladım ki ikisi aynı anda olmuyor. O yüzden artık belli tahtaları tutmaya başladım. “Temettü veren” diyoruz biz, kar payı dağıtan, şirket ortağı gibi… Mesele Tüpraş gibi; onlara kendi paramı attım, oralarda dursun dedim, yapacak bir şey yok. Bir de bir dealer yetiştirdim, yani şimdi benim de bir tane temsilcim var. Arada neleri takip etmesi gerektiğini söylüyorum; o idare ediyor. Sizin sektörde kadın epey az; jargon da erkek… Evet az. Ben de lan'lı lun'lu, höt zöt giriyorum sohbetlere, öyle ki zamanla benim kadın olduğumu unutuyorlar. Zaten böyle olmasa benimle çalışılmaz. Bir kadının parasını yönetmesi müşteriye bazen aşağılayıcı geliyor. “Nasıl yani, ben bu kadından mı akıl alacağım, o benden daha mı zeki?” diyor… Para erkek işi tabii, algı böyle… Evet parayı kadına emanet etmeyi kendine yediremeyen model çok fazla. Ama işte sen “alırız abi, hallederiz abi” yapınca kafasındaki model değişmeye başlıyor. Bir süre sonra müşteri için senin cinsiyetin kayboluyor. Bir ara açık ofiste oturuyordum, dealer'larımın hepsi erkek. Sabah bazen bir geliyordum; kahvehane gibi. Hele önceki akşam önemli bir maç olduysa, neredeyse kavga çıkacak gibi. Ben ofise gelince biraz tonlarını düşürüyorlardı. Bir süre sonra, sen de erkekleşiyorsun mecburen, eh zamanla da dengeliyorsun. Yeri geldiğinde erkek gibi olman lazım. Koskoca para sahibi geliyor, sana güvenmesi lazım. Düşünsene, çocukken annen sana 50 TL harçlık verdi ve o harçlığı kaybettin, açıklamak nasıl zor gelir, nasıl zorlanırsın. Bunu bir de hayatında hiç görmediğin bir insana nasıl açıklarsın. Bizim işte bu risklerin olduğunu da müşteriye anlatmak lazım. Bazen tabii öyle tahmin edilemez şeyler oluyor ki... 17 Aralık gibi. Yahu bir de 17 Aralık’ta ben yayındaydım, kanalda altyazı da geçmediler. Borsa birden bir baktım yüzde 1,5 eksi gösteriyor, yayında da sordular düşüşü, haberim yoktu, o anda anlayamadım. Yayından bir çıktım ki, öğrendim, çocukları aradım, “Bütün malı basın!” dedim. Güzel yere geldin, bir de Türkiye’de bu işi yapma meselesi var. Bütün haberleri, gelişmeleri piyasayı analiz etmek için biliyor olmanız lazım. Ama ana akımı medyanın verebildiği haberler var, veremediği haberler var. Bizim aynı zamanda yaptığımız şey Türkiye’yi pazarlamak. Yabancı yatırımcı geliyor ya da yabancı yatırımcıya biz gidiyoruz, Türkiye şöyle bir ülke, böyle bir ülke diye anlatıyoruz. O gördüğün bonoya, borsaya gelen paralar bizden. Bu adamlara 10 yıl önce biz gidiyorduk. Türkiye diye bir ülke var diye anlatıyorduk, o zamanlar haritada yerini falan gösteriyorduk. Sonra Türkiye’yi tanımaya başladılar. Önce senin bononu alıyor, bakıyor ki düzgün gidiyorsun, onun canını yakmıyorsun, bu sefer şirket soruyor. Sen elindeki şirketleri tanıtıyorsun. Senin hukuk sistemine bakıyor önce, piyasana girecek ya... Eğer dünya örneklerinin geri kalanından çok absürt bir örnekle karşılaşmamışsa bu sefer doğrudan yatırımla ortak oluyor. Bir de gidip şirket kurmayı teklif ediyorsun, diyelim teknolojik şirket; biz daha o aşamaya gelemedik... Vergi hukukumuz müthiş bir dezavantaj.

Sen özel hayatında da hep para mı konuşursun? Sabah 6’da kalkıyorum ben, hemen Bloomberg’i açıyorum, elimde de iPad; hiç normal bir durum değil. Hele FED kararları falan olursa gece yarısına kadar takip ediyorum. 37 yaşındayım şimdi… Gerçi daha önce de söylemiştim. Çoluk yok çocuk yok, ne olacak senin bu durumun Figen? Aynen öyle, babam geçenlerde, “Evde kaldın sen.” dedi; “Sağol baba ya,” dedim, “bunu bir sen söylememiştin.“. Benim tabii birlikte olduğum insanla aynı işi y apmam lazım, yanımdakinin beni anlıyor olması lazım. Şimdi bir erkek arkadaşım var, aynı işi yapıyoruz. Beni anladığı için çok sıkıntı yok. Çünkü sabah 6’da o da hemen cep telefonuna sarılıyor, FX’e bakıyor, ben de iPad'ime sarılıyorum. Öyle olmazsa olmuyor. Bana mesela “FED kararı gelecek,” demesi lazım, ben mutfakta yemek yaparken “bırak yemeği FED açıklaması geliyor.” demesi lazım. Ki diyor da. “Ya ne FED’i, yemeği hazırla sen!” dese o iş olmaz. Ya aynı ya da benzer işi yapıyor olmalıyız. Mesela habercilikle bizim iş benzer. Onların da 7/24. Sonuçta senin haber olarak verdiğin her şey beni etkiliyor. Farklı sektör çok zor. Önce borsadan olmasın diyordum, bir-iki deneme yaptım ve korkunç başarısız oldu. Felaket, çünkü hiç anlamıyor seni. Mesela yayına gideceğim, bir süre sonra, “Bu saatte yayına gitmesen olmaz mı?” diyor, olmaz abi, yani işim bu benim. Bir de sen de bilirsin, bir süre sonra, “dünyada bu kadar şey oluyor, sen bana bizim mahallenin çekirdekçisinin bilmem neyini anlatıyorsun” hissi geliyor. Bakış açın genişliyor, onun bakış açısı dar geliyor. Yellen, La Garde... Bu aralar paranın başında da hep kadınlar var, değil mi? Yellen müthiş, bizi öyle bir noktaya getirdi ki, aslında faiz artırmasını hiç istemememize rağmen “ya artık ne olur faiz artır” deme noktasına geldik. Bizi öyle yönetti ki, biz bu volatiliteye dayanamıyoruz, artır diyoruz, ne olacaksa olsun. Bizi bu noktaya iletişim politikasıyla getirdi, pes yani. Bir de ben en çok Merkel’i seviyorum; kök söktürüyor. Bak, yüz ifadesiyle hiç renk vermez. Bir görüşmeden çıkar mesela, nasıl geçtiğini yüzünden hiç anlamazsın. Çok agresif hareketleri yoktur. Yunanistan’ın şimdi kabinesi çok yakışıklı ya... Çipras, Varufakis… Onlar geldiğinde, Almanya bunlara taviz verecek, dedim. Niye verecek, çünkü Merkel’in seçmen kitlesi, yakışıklı karizmatik oldukları için bu adamlara sempati duydu. Merkel'in seçmeninden dolayı bunlara ılımlı yaklaşacağını düşündüm. Üstelik Maliye Bakanı ile ve Schäuble ile kavga etmişlerdi. Kadın olduğum için hassasiyetlerimiz farklı. Merkel seçmenini iyi kontrol ediyor. Sen bir gün siyasete girmeyi düşünüyor musun? Ekonomi Bakanı olmayı ister misin mesela? Siyaseti hiç düşünmedim, ben öyle diplomatik olamam. Zaten ben kendi gördüğüm çözüm yollarını Twitter'a yazıyorum. Piyasaya bakınca ne yapılması gerektiği belli. MHP’lisi de okuyor, CHP’lisi de, AKP’lisi de, doğru olanı yaptıktan sonra kimin yaptığı fark etmez benim için. En son bir de bu “Figen’in oklavası” esprisi nereden geliyor, onu anlatsana. Piyasada çok bildiğim şeyler oldu, borsanın nereye gideceğini, not artırımını bildim, hem de aynı gün bildim. Tespitlerim tuttukça insanlar üzerindeki etkim de daha büyük oluyor. İnsanlar bir yerden sonra, “Bu söylüyorsa, bu işte bir iş var” diyor. Kur yorumlarım çok tutuyor. Yüzde yüz yorum tutmaz ama yüzde yetmişi tutarsa iyidir. Şimdi bir yerden sonra fon yöneticileri senin dediğini dinler hale gelir, işte oklava o. “Doları buradan satın, oklavayı satıyorum.” diyorum mesela, o müthiş bir psikolojik etki yaratıyor. Yurtdışından gelen etkiye bir şey yapamam tabi. Geçenlerde biri, “Figen niye oklavanı çekmiyorsun?” diye sordu, “Eh, abi, Yellen’a işlemiyor'” dedim.

XOXO The Mag


37


INTERVIEW/PHOTOGRAPHY

TYLER SHIELDS

Profesyonel Yaramaz Tyler Shields'ın fotoğraf ile hikayesi şöyle başlıyor: Genç Tyler fi tarihinde kız arkadaşı tarafından aldatılır. Sinirinden kızın eşyalarını topladığı gibi çöpe atar, bir arkadaşından ödünç aldığı makine ile boş gardırobun fotoğrafını çeker ve bunu MySpace'e yükler. Bu tek fotoğraf, Tyler'ın kariyerinin başlangıcı olur ve onu, pek çok reklam kampanyası için aranan bir fotoğrafçı yapar. Zamanla, Hollywood'da yıldızı yükselen genç aktörlerin de dikkatini çeken Tyler, fotoğraflarıyla sınırları zorlamayı seviyor. Eh, sonuçta Lindsay Lohan'in eline bıçağı tutuşturan, Heather Morris'in gözünü morartan ve 100.000 dolarlık Birkin çantasını yakan ta kendisi. Kısacası Tyler Shields, fotoğraflarıyla dikkati üzerinde tutmayı çok, ama çok iyi biliyor. röportaj ela yeliz fotoğraf otoportre/tyler shields

XOXO The Mag


Fog Atop the Water

Tyler, nerede yaşıyorsun? 10 senedir Los Angeles'tayım.

bu hikaye şok edici olabiliyor veya insanlar ona bakmakta zorluk çekebiliyorlar.

Los Angeles çalışmalarını nasıl etkiliyor? Çalışmalarımı etkileyen şey sadece içinde bulunduğum şehir değil. Los Angeles'ın önemini böyle tarif edebilirim.

Neden bu pozlarda daha çok kadınları çekiyorsun? Ben kadınlar kadar erkekleri de çılgın pozlar içinde çektim ama nedense erkekleri çektiğim fotoğraflarım aynı tepkiyi almadı. Mesela, Suspense serisi; orada erkek modeller binalardan atlıyorlar, uçuyorlar ve bazı izleyiciler bu fotoğrafların içinde ölümü görüyorlar. Bu seri bazı insanlar için çok rahatsız ediciydi.

En son nasıl bir çekim yaptın? Birkaç saat önce Tokyo'da 30 katlı bir binanın tepesinde, duvarın kenarından sarkarak fotoğraf çekiyordum.

Sence set tasarımı, güzel bir fotoğraf çekmek için ne kadar önemli? Bu tamamen yaptığın işle alakalı. Şu anda üzerine çalıştığım Historical Fiction isimli serim için çok ciddi bir prodüksiyonla uğraşıyoruz ve farklı set tasarımları yapıyoruz. Ama buna tezat olarak da, Provocateur serimde çektiğim en basit prodüksiyonlu fotoğraf Batman maskeli kızın fotoğrafıydı, ki bu en çok satılan çalışmam oldu. Bunun için sadece maskeyi özel yaptırdık, o kadar. Kısacası her şey set tasarımından ibaret değil.

Ve o zaman, fotoğraflarınla yarattığın dramatik hikayelerin altında neler gizli? Ben sadece hayatı, insanları ve yaşanılan anları farklı bir şekilde görüp yorumlayabiliyorum. Özellikle drama peşinde değilim, zaten hayat drama dolu. Peki ünlülerle çektiğin provokatif çekimlerle ne anlatmaya çalışıyorsun? Benimle ilgili en yanlış kanı sadece ünlülerin fotoğrafını çektiğimin düşünülmesi. Ben sanatçıyım ve bazı fotoğraflarımın içinde tabii ki de tanınmış kişiler var. Ama benim iletmeye çalıştığım mesaj fotoğrafını çektiğim kişiyle alakalı değil, bu kişiler sadece benim yarattığım sahnelerde birer oyuncu. Fotoğraflarım, hayattan koparıp alınan birer film karesi gibi.

Dijital çağın, fotoğrafçıları nasıl etkilediğini düşünüyorsun? Fotoğraftan para kazanmaya başladığın zaman, kendine ve etrafındakilere karşı bir sorumluluğun oluyor, bu süreçte farklı makinelerle denemeler yapıyorsun. Ekibimdeki kişilerden birinin en önemli rolü bütün çekimler için en uygun makineyi seçmek. O, her çekimden önce kullanabileceğim bütün makine seçeneklerini teknik detaylarıyla bana liste şeklinde çıkarıyor, ve ben bu şekilde çekim için en uygun teknolojiyi kullanabiliyorum. Bence fotoğrafla ilgilenen herkesin önce biraz film çekmesi ve filmle çalışmayı bilmesi lazım. Günlük çekimlerinde film kullanmayacak olsa bile, herkes bu bilgi ve donanıma sahip olmalı. Dijital fotoğraf artık bize inanılmaz fazla sayıda seçenek sunuyor ve bir çekim çok hızlı ilerleyebiliyor. Ben biraz da bundan uzaklaşmak, yavaşlamak ve daha ağır çalışmak için Sirens serisini yaptım. Bu seride en uzun pozum 28 dakika sürdü, ve biz bu kareyi en mükemmel şekilde yakalayabilmek için üç kere çektik, yani bir saatimizi sadece bir fotoğraf için harcadık. Ama sonuç tabii ki inanılmaz

Neden provokatif olmak istiyorsun? Sence bu, dürüst olmanın bir yolu mu? Ben zaten sadece dürüst davranıyorum ve bazen bu kadar da dürüst olmam insanları rahatsız edebiliyor. İşin gerçeği şu; ben, hayatını galeriler aracılığı ile fotoğraflarını satarak sürdüren bir fotoğrafçıyım. Aktörlerle veya ünlülerle çektiğim fotoğraflardan ayrı bir para kazanmıyorum. Galeriler aracılığıyla satış yaptığın zaman, o fotoğrafları satın alanlar fotoğrafların içindeki karakterlerle ilgilenmiyorlar, hatta bazen o kişileri tanımıyorlar bile. Şahsen, modellerimin içinde bulundukları pozların rahatsızlık verdiklerini düşünmüyorum, onlar sadece hikayenin birer parçası. Ve bazen 39


Bunny

Gator Birkin

tatmin edici oldu. Daha evvel ne hiç bu kadar zorlanmış, ne de heyecanlanmıştım.

En uzun çekimin ne kadar sürmüştü? Bazen günlerce sürebiliyor...

Evet, Sirens serisi ile biraz tavrın da yumuşamış. Bu değişim, provokatif etiketinden sıkıldığın için mi oldu? Tam olarak değil. Ve aslında ben de bunu anlatmaya çalışıyorum; provokasyon dediğimiz şey tamamen algıyla alakalı. Zira Sirens'ı çok provokatif bir seri olarak görenler de var.

Neden? Doğru kareyi bulmak için çok mekan değiştirmen gerekebiliyor.

Sirens'dan bahsederken, son dönemlerde daha sanatsal çalışmalar yapıyorsun, hatta Hasselblad ile çekmeye başladın. İşlerinde nasıl bir değişim görüyorsun? Hasselblad benim için her şeyi değiştirdi. Orta format film çekmeye başladığımdan beri bugüne kadar hep çekmek istediğim fotoğrafları çekebiliyorum. İşin ilginç tarafı da şu, insanları rahatsız ettiği söylenen fotoğraflarım, 2013'te yayınlanan The Dirty Side of Glamour kitabım içindi. Yani bütün işlerim bu tonda değil. Yeni bir kitap projen var mı? Aslında bunu daha kimseye söylemedim ama 2016'da çıkacak, bir sürü seriden işlerimi göstereceğim yeni bir kitap hazırlıyorum. Bu, neredeyse 400 sayfalık devasa bir kitap olacak. Şiddeti çekici hale getiriyorsun. Sence neden insanlar silah ve kanı çekici buluyorlar? Tek bildiğim, bu öğelerin çok kuvvetli oldukları; örneğin kan insanlarda her zaman bir reaksiyona sebep olur. The Dirty Side of Glamour'ı bitirince bu tür şiddet öğeleri olan fotoğraflardan uzaklaştım. Ama insanların tepkilerini gözlemlemek çok enteresan. Bazen çok pozitif bazen de çok negatif tepkiler aldım. Ailen fotoğrafların hakkında ne düşünüyor? Bilmem, hiç sormadım. Bugün insanlar fotoğraflarını Instagram'da paylaşmadan önce bile retouch'lıyor. Profesyonel bir fotoğrafçı olarak Photoshop kullanmaman imkansız olmalı, bu konuda ne düşünüyorsun? Photoshop kullanmanın yanlış bir şey olduğunu düşünmüyorum. Eğer sadece renklerin tonlarıyla oynamak, fotoğraftaki gölge ve ışığı ayarlamaktan bahsediyorsak -ki bunlar karanlık odada yapılan oynamalar zaten; bunu gayet normal buluyorum. Mesela Helmut Newton tek bir fotoğrafının üstünde iki hafta çalışırdı. Benim Photoshop'ta sevmediğim şey yalan fotoğraflar üretmek, yani insanları oldukları gibi göstermemek, yapay dünyalar ve yapay insanlar yaratmak. Bu şekilde çalışan sanatçılarla bir problemim yok ama benim tercihim bundan yana değil.

“Fotoğraf çekmeye başladığımda, çekeceğim kişiyi sokağın etrafında bir tur koşturur ya da komutlar bağırarak birlikte esnemeler yapardık. Aramızdaki buzları çözmek için böyle tekniklerim vardı. Dur gel saçını düzelteyim de mükemmel gözük gibi bir kaygım yoktu.” demiştin. Çekime gelen kişileri önceden uyarıyor musun? Hiç uyarmıyorum ama zaten benimle çekim yapacaklar artık hazırlıklı oluyorlar. Onları önceden uyarırsam kafalarında bir şeyler kurup düşünmek için çok fazla vakitleri olur, bunun da iyi sonuçlanacağını sanmıyorum. İşin doğaçlama kısmını bozar. Peki senin istediklerini yapmayı reddeden olmuş muydu hiç? Hayır. İyi bir fotoğraf için ne kadar büyük bir çılgınlık yaparsın? Çok zorlayıcı ve meşakkatli çekimlerim oldu, ama en çok aklımda kalan anlar Sirens çekiminden. Modeller, bir gölün etrafındaki ağaçların dallarında uzanıyorlardı, kızlardan biri ağaçtan buz gibi suyun içine düştü ve çıkardığımızda soğuktan şok geçirmiş haldeydi. Bu çok güzel bir tecrübe olmadı tabii ama sınırları zorlamaya açığım, kısacası. Projelerine baktığımızda farklı tarzlarda çalıştığını görüyoruz. Bu, kendini zorlamak için yaptığın bilinçli bir seçim mi? Kesinlikle öyle. Gelişimin önemli olduğunu düşünüyorum çünkü insanlar beni sadece provokatif fotoğraflar çeken biri olarak görüyorlar. Bu algıyı kırmak gerekli. Çoğu insanın görmediği o kadar çok farklı projem var ki... Neyse ki işin güzel yanı, sosyal medya ve web sitem sayesinde farklı çalışmalarım da ilgi çekiyor. Fotoğrafını çekmek istemediğin biri var mı? Asla asla demem, çünkü bu tamamen bir önyargı olur. Sonuçta, biriyle tanışana kadar onun hakkında gerçekten hiçbir şey bilmiyorsun. Profesyonel kaykaycıydın, hala kaykay yapıyor musun? Pek değil. Arada sırada kayıyorum ama bugünlerde daha çok trampolinde zıplayıp pinpon oynuyorum. The Wild Ones filmin hakkında ne söyleyebilirsin? Şu anda casting'i yapıyoruz ve sene sonunda çekimlere başlayacağız. Söyleyebileceğim tek şey, inanılmaz olacağı!

XOXO The Mag


41


INTERVIEW/ART

EMRE DÖKMECİ

Buralı, Ama Değil Çoğu sanat koleksiyoneri, bir koleksiyon yapmaya başladığını ilk alımıyla fark etmez. Üç, beş, on eser derken, bir sanat işine sahip olma isteği içinde adeta çığ gibi büyür ve bu, gittikçe yoğunlaşan bir tutku haline gelir. Bu tutku kendini, koleksiyonerlik serüvenine 20 sene önce başlayan Emre Dökmeci'de de gösteriyor. O, bu süreçle birlikte kendisini bienallerden fuarlara, sanatçı atölyelerinden özel sergi gezilerine giderken buluyor. Bu uzun yolculukta ise kendisine, Haluk Akakçe, Andreas Gursky, Sarah Morris ve Gerhard Richter gibi isimler eşlik ediyorlar. röportaj seza bali fotoğraf özkan önal

XOXO The Mag


Sarah Morris, Devil Crane (Origami), 2014, Tuval üzerine parlak duvar boyası, 214x214cm

Tony Cragg, Turning Point, 2011, Bronz heykel, 108x145x103cm

Siz çok genç yaşta koleksiyon yapmaya başladınız... Büyürken, annem ve babamın evinde Türk modern sanatının temsilcilerinin işleri vardı. Mesela seramik sanatçısı Hamiyet Çolakoğlu'nun bizim eve özel yaptığı müthiş bir şömine başyapıtı vardı. Aynı zamanda da eşimin ailesinin evinde de Fikret Mualla, Selim Turan gibi önemli sanatçıların eserleri vardı. Eşimle evlendikten sonra, sanata olan ilgimizi birlikte geliştirdik. Sanat eseri satın almak da bu ilgiye paralel olarak doğal bir şekilde gelişti. Belki içinde büyüdüğümüz evlerde sanata karşı böyle koleksiyonerlik derecesinde yoğun bir ilgi yoktu ama eşimle birlikte sürekli sergi gezdikçe ve seyahat ettikçe, ilgimiz giderek dozu artan bir tutkuya dönüştü.

yaklaşımla bu koleksiyonu yapmaya çalışıyoruz, ben Sarah Morris'te ne kadar bir şey görebiliyorsam, bizim sanatçılarda da onu görüyorum.

Bakış açınız nasıl değişti dersiniz, başlangıçtan bu yana... En net fark şu; o zamanlarda benim sanat hakkındaki bilgim galeride bana sunulan işle sabitti. Ama bu konuda ilerledikçe, sanatçıya ve döneme has araştırma yaptıkça, ilk alımlarımın havada kaldığını görüyorum. İlk aldığım iş Adnan Turan'ın bir soyut peyzaj resmiydi. O zamanki olgunlukla şimdiki olgunluk arasında geceyle gündüz kadar fark var.

Koleksiyonerliği bir takıntı olarak anlatmışsınız. Bu nasıl bir takıntı? Beğendiğiniz bir eserle karşılaştığınızda, “ne olursa olsun ona sahip olmalıyım” mı diyorsunuz? Biraz öyle. Geçtiğimiz sene CerModern'de, Ali Akay'ın küratörlüğünü yaptığı Aklımda Bir Delilik Var sergisinin ismi de bununla bağlantılıydı. Tutkulu koleksiyoneri, hele ki koleksiyonu ile sürekli yaşayıp büyüyen koleksiyonerleri düşününce şunu söyleyebilirim; eserin fiyatı ve o anki maddi durumunuzdan bağımsız, bir eseri görüp bir sebepten dolayı koleksiyonunuza ait görüyorsanız, onu geçerli bir sebep olmaksızın alma dürtüsüne sahip oluyorsanız buna takıntı diyebiliriz.

Sizin için Fikret Mualla neden “işin en üstü“? Koleksiyona ilk başladığımız yıllarda resim alıyorduk, ve oradaki bilgim dahilinde en üst Fikret Mualla'ydı, benim için belki de bir referanstı. Zamanla Mualla'nın çok işine sahip olabildik, fakat tabii zamanla artık koleksiyonla iletişimde olmayan eserleri de elden çıkardık. Şu anda koleksiyonumuzda iki tane eseri var, biri zaten aldığımız ilk sanat eseridir. Bu ikisi de koleksiyonda temsilen duruyor, çünkü tutkumuzun başlangıcını temsil ediyor. Adeta birer mihenk taşı gibiler.

Müzayedelere koleksiyonunuzdan iş verdiniz mi? Evet, müzayede ve galeriler yoluyla elden çıkarılan eserler oldu çünkü artık koleksiyonumuz, 10-15 sene önce aldığımız eserlerle hiç alakası olmayan bir koleksiyon haline geldi.

Peki sizin için hangi eser öyleydi? Çoğu eser öyle aslında.

Geriye dönüp baktığınızda “Ne düşünüyordum ki?” diyor musunuz? Koleksiyon oluşturmak yukarıya doğru helezonlarla yayılan bir şeydir. Zamanla zevk değişiyor; öğrendikçe, bilgi arttıkça, hep başka bir tarafa doğru gelişiyor. Ben hiçbir koleksiyoner tanımıyorum ki ilk aldığı işlerden “ne kadar yanlış işler almışım” diye bahsetmesin.

Çok da duygusal bir an olmalı bu, bir eseri görür görmez onunla bir ilişki kuruyorsunuz... Evet, ama aynı zamanda o işin koleksiyonunuzdaki diğer işlerle nasıl bir irtibat kurduğuna da bakıyorsunuz. Bazı işleri çok beğenmemize rağmen bizim koleksiyonla alakasız kalıyorlarsa, onları alamıyoruz. İlk görüşte o işlere vurulsak bile...

Koleksiyonunuzda Sarah Morris'in yeri oldukça önemli. Evet, Sarah Morris ilk yabancı alımımdı, bu yüzden duygusal olarak benim için ayrı bir yeri var. Yabancı alım yaparken insan tereddüt içerisinde oluyor, o tarafı bilmediğin bir deniz gibi algılıyorsun.

Yani eseri tek başına düşünemiyorsunuz. Aynen öyle. Koleksiyonu bir bütün olarak düşünüyoruz ve o şekilde alıyoruz.

Koleksiyoner olmak beraberinde bir sorumluluk da getiriyor demişsiniz, nasıl bir sorumluluktan bahsediyorsunuz? İddialı bir koleksiyon sahibiyseniz koleksiyonunuzda ne olmadığından öte ne olduğuna da önem vermelisiniz. Dünya çağdaş sanatında bir koleksiyon yapıyorsanız önemli gördüğünüz bir Türk sanatçıyı atlamamanız lazım. Çünkü sizin koleksiyonunuzda Türk sanatçıların dünya çapında başarılı sanatçılarla birlikte olması, onlara da bir çıta atlatıyor. Biz evrensel bir

Aklımda Bir Delilik Var sergisinden bahsederken, koleksiyonerlik bir nevi delilik mi? Yüzde yüz. Bu, bir anda aklına gelip, o iş ne olursa olsun alma isteği. Piyasası çok oynak ve kırılgan bir yerde yapılan yatırımı da delilik olarak değerlendiriyorum ben, tutku da bir delilik. Pul koleksiyonu yapan da delidir aslında. 43


Andreas Gursky, Bangkok, VII, 2011, 307x227x6.2cm

Jan Fabre, JF 2025 Water Buffalo, chapter VI, 2010, 64x31x32cm, Bronz heykel

Bugüne kadar ziyaret ettiğiniz sanatçı atölyeleri arasından en etkilendiğiniz hangisiydi? Koleksiyonumda işi olmamasına rağmen kesinlikle Olafur Eliasson'unkiydi. Çağdaş sanat dünyasında “eseri sanatçı değil de asistanı yaptı” gibi argümanlar var. Tabii ki bu sanatçının asistanı olacak, bu insan dünyanın tanıdığı bir isimse zaten bu işin başka bir yolu olamaz. Eliasson'un 80 tane asistanı var, her gün 100 kişiye öğle yemeği çıkartıyor, fabrika gibi bir atölyeden bahsediyoruz. Bunun için düzenek lazım, adam bütün dünyaya iş yolluyor. Artık o naif sanatçı fikrinden uzak durmak lazım, hani atölyesinde yalnız, bir elinde fırçası, diğer elinde piposu... Çağdaş sanat artık bu değil. Bu anlamda Eliasson'un düzeni beni çok etkilemişti. Koleksiyon oluştururken sanat bilgisi gerçekten önemli, siz kendinizi bu konuda nasıl geliştirdiniz? Eser satın almaya başladığınız dönemlerde size yol gösteren biri oldu mu? Ben kendi kendimi geliştirdim, sürekli bu konu üzerine okudum, gezdim ve bilgi esaslı bir koleksiyon yapmaya çalıştım. Bu sırada tabii bir sürü sanat danışmanı, galeri sahibi ve sanatçıdan da beslendim ama belli bir sanat danışmanı ile yürüdüm diyemem. Dışarıdan alacağım yardım yerine imkanlarım çerçevesinde bir şeyleri kendim yaptım. Ankara'da olmanızın bir dezavantajı olduğunu düşünüyor musunuz? Ne sıklıkla İstanbul'daki galerileri ziyaret edebiliyorsunuz? Tabii bir dezavantaj var ama İstanbul’da yaşasaydık da hayatın doğal akışı içerisinde kaçıracağımız şeyler olurdu. Ankara'da olmaktan dolayı şikayetim yok, ama maalesef eskiyle kıyaslayınca burada 2-3 galeri dışında bir şey kalmadı. Sanata meraklı, bu sosyokültürel çevreden gelen insanların çoğunun İstanbul'a taşınmasından dolayı da Ankara'da maalesef bu çevre azaldı. Eskiden buradaki sanat ortamı çok iyiydi, zaten İstanbul'daki en iyi galeriler hep Ankara'dan gitmedir. Tony Cragg ve Jannis Kounellis gibi sanatçıların işlerine sahipsiniz, bunlar oldukça büyük işler. Eviniz neye benziyor? Evi biz kendimiz yaptık ve bütün koleksiyonu düşünerek inşa ettik. Örneğin Andreas Gursky'nin 3.5 m yüksekliğindeki işini göstermeye uygun. Ben büyük işlerden hoşlanıyorum ve sanatçıların başyapıtları büyük oldukları için onlara yer veren bir yapıya sahibiz. Evde cepheler büyük, koleksiyonumuzdaki eserlerin çoğunluğu ile birlikte yaşıyoruz.

Depoda bulunmak zorunda olan işler de var, fakat iyi işler koleksiyona girdikçe ev de ona göre gelişiyor. Depodaki işleri de unutmamız mümkün değil tabii. Yaptığınız en cesur alım neydi? Ben sanatı kategorize eden bir yapıya sahip değilim ama fotoğraf konusunda çok cesurum. Örneğin koleksiyonumda Gerhard Richter'in resmi değil de bir fotoğraf işi var. Maddi ve ebat olarak Andreas Gursky'nin işi cesur bir alımdı. Diğer bir iş ise, Jannis Kounnellis'in şişe enstalasyonu. Eve gelen misafirler, ki eğer sanatla çok alakaları yoksa, sadece çelikten yapılmış bir plakanın üzerinde sıralanmış şarap şişelerini görüyorlar, “Sen deli misin, buna para mı verilir?” diyorlar. Sanırım buna da cesur bir alım diyebiliriz. Yemek ve şaraba ayrı bir ilginiz var. Aklınızda özel yeri olan bir restoran var mı? Ben, Chaîne de Rôtisseurs'ün yönetim kurulu üyesiyim, sanatın hayatımızı şekillendirdiği kadar yeme içme kültürü de bir o kadar önemli. Mesela geçtiğimiz sene São Paulo Bienali'ne gittiğimizde Dom Restaurant'da yedik, ki dünyanın en iyi 6. restoranı olarak kabul ediliyor. Buraya da gitmek için 3-4 ay önceden rezervasyon yapmak gerekiyor. Kısacası sanat rotalı seyahatlerimize çok iyi restoranları da eklemeyi ihmal etmiyoruz. İstanbul'da Can Oba ve Alancha favorilerimden... Bu konuda bence en önemlisi dönemin akımıyla popüler olan veya ambiyansın ağır bastığı değil de yemeğin öne çıktığı yerlerdir. Şarapla sanatı karşılaştırsanız? Sanatta da gastronomide de bir takım temeller ve doğrular vardır ama bu işin en doğrusu şudur; yemekte ev sahibi kimse, sanatta da koleksiyoner kimse, onun kurguladığı düzen en doğru düzendir. Herhangi bir et yemeğinin yanında ev sahibi o şarabı uygun buluyorsa doğrusu odur. Küratörlükte de, koleksiyonerlikte de aynı yaklaşım vardır. Koleksiyonunuzu sergilemek istediğiniz bir müze var mı? Mimarisinden dolayı Bass Art Museum of Miami'yi isterdim, tabii Miami'nin global çağdaş sanat piyasasındaki önemini de unutmamak lazım. Hem klasik sanat eserlerini hem de koleksiyondan işleri farklı bir diyalog içinde sergileyebileceği için Louvre Müzesi muhteşem olurdu, tıpkı Wim Delvoye ve Jan Fabre sergilerinde yaptıkları gibi...

XOXO The Mag


45


INTERVIEW/ART

PAUL CHAN

Kutsal Ürperti Kariyerinin başından beri beklenmedik geçişler ve sürpriz kararlarla sanat, yayıncılık ve yazarlık alanlarında öncü hareketleri birbirine ören Paul Chan, sanata verdiği beş yıllık aradan sonra geçtiğimiz Mart ayında Solomon R. Guggenheim Vakfı'nın yönettiği Hugo Boss Ödülü'nü aldı. Bununla yetinmeyip yayıncılığın geleceğini kurgulamakla meşgul olduğu Badlands Unlimited’in yeni erotik roman dizisini Guggenheim sergisiyle eşzamanlı olarak piyasaya sürdü. Biz de size, alışılmadık bir zihinden sanatın anlamına, haz ve politikaya, dünyanın haline ve geleceğine dair sorularımızı sarsan bir şiir sunuyoruz. röportaj aslı seven fotoğraf jason rodgers

XOXO The Mag


3D_exhibition_ plan_ 2015, 2015 Digital animation © Paul Chan Courtesy the artist, Badlands Unlimited, and Greene Naftali, New York

Guggenheim Müzesi’nde yer alan Hugo Boss Ödülü sergin Nonprojections for New Lovers’da, bir dizi yeni işle birlikte Badlands Unlimited’den yeni çıkan bir dizi erotik roman bir arada yer alıyor. İşlerinle roman serisinin beraberliğini nasıl kurguluyorsun? Kitapların merkeze geçtiği söylenebilir mi? ● Bir sanat çalışmasında aklın kendini ortaya koyuşu, ifade, yapı ve ilişkiler üzerinden gerçekleşir. __ ? /\ \ /\\● /\\ / \ \ /\/ \\/ \_\ . * .. ** .. * . * ● \/\ //\ / / . . * \// \ / / . * . \// \/_/ Akıl gibi sentezlerler, ancak dönüştürdükleri ve düzenledikleri öğeleri kendi ilişkiler ağının ötesinde ▂ ₡₡●___ bir biçime bağımlı kılmazlar. ____●₡₡ ▂╰╯╰╯╰╯╰┛┗╯╰╯╰ ●

Arguments serisine doğru baktığımızda ise işlerinde film ve animasyondan yola çıkıp ışık, hava ve elektrik gibi temel elementlere doğru bir hareket görülüyor. Bunun ardında madde ve algının temeline dönmeyi arayan bir yaklaşım mı var? Regresyon ────▐▐▐──── - İlerlemedir▐▐ ▐▐▐▐ eğer ▐ ▐▐ aynı zamanda▐▐▐▐▐ ▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐ ────▐▐▐──── ---─────▐▐▐▐▐▐▐ Atopos, ─▐▐───//(◠_◠)\\..//(◠_◠)\\─────▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐ ────▐▐────────────▐▐▐▐ ▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐ ▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐ ▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐ ────▐▐▐──── ---─────▐▐▐▐▐▐▐ ─────▐▐▐▐───────▐▐ rahatsız edici, ▐▐▐▐▐▐ ▐▐▐▐▐▐ ▐▐▐▐▐▐ ▐▐▐▐▐▐ ▐▐▐▐▐▐ ▐▐▐▐▐▐ ▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐▐ sınıflandırılamaz, ▐▐──── sarsıcı ise.

Hugo Boss Ödülü sanata verdiğin birkaç yıllık göreceli bir aradan sonra geldi. Kendini yenilenmiş hissediyor musun? ::||::::////////::////////:::||::::::: ::::::||::::////////::////////:::||::::::: ♥ ::::::||:::::://////:://////:::::||:::::: Haz = üstün kabiliyet :::::||:::::::://////////:::::::||::::::: ♥ ::::::||:::::://////:://////:::::||::::::: ::::::||:::://// < Q > ) (< Q >|/ . . . . . . . . . # # . ( \#/ | | . . . . . . . . . # # . \( \ . | | . .. . # #. . ( \ . / . | # . . \ . (_o_ o_) / . # . . (`-. . | . .||::::::: ♥ ::::::||::::////////::////////:::||::::::: ::::::||::::////////::////////:::||::::::: ♥ ::::::||:::::://////:://////:::::||::::::: ::::::||:::::::://////////:::::::||::::::: ::::::||::::::::::::::::::::::::::||::::::: ♥ ::::::||:::::::::::://////:::::::||:::::::

Serginin Guggenheim’ın YouTube kanalında izlenebilen 3D planında son derece çeşitli ve renkli bir kalabalıktan oluşan bir izleyici kitlesi yer alıyor, ama diğer yandan bu kişiler sergideki işlere karşı kayıtsız bir tavır içindeler. Bu 3D plan ve izleyici kitlesi neyin temsilcisi? Uysallar ★ ★ ★_★★★★ ★ ★ ☆☆☆☆_____☆★ ★ ★ _☆☆☆★★_____ ★★ ★ ☆☆☆__Dünya___ ★ ★____☆☆☆________ ★★★ ☆☆☆________ ★★ ___☆☆☆_____ Borç miras alınmış ___★ ★ ★ -+88_ _+880_ _++88_ _++88_ __+880 47


Promotional image for New Lovers, pictured: Jasper Briggs and Alexandra Marzella Courtesy of Badlands Unlimited

The Hugo Boss Prize 2014: Paul Chan, Nonprojections for New Lovers, Solomon R. Guggenheim Museum, New York Photo: David Heald © Solomon R. Guggenheim Foundation

Nonprojections hayal gücü tetikleri gibi işliyor, tıpkı kitaplar gibi. Sergi izleyicisi ile kitap okuyucusu arasındaki olası farklardan yola çıkarak, izleyici hakkındaki düşünceleriniz neler? ……………İlgili kişi ……………………..,-” yasaya uyar mı? ”¯””-, ………………… İnsan ilgi duyar,…………….,~”……….Ä ……………………………,~”…………,..Ä çünkü ilgi güzel olabilecek kadar yararlıdır. ………………………,-“………………….| …………….…… . . .“-~“ . . ¯¯¯¯¯””~-, ……………|……………… Güzellik aslında bize, olduğumuz kişinin bir uzantısı olmaya yetecek kadar yararlı olandır. ..| .,-“……………………/..|……….………/…… …… ……………|………………..Ä . . . ._ . . . . . . . . “-,„„„-”……………|..……………..”-, . .(..”~,———— ~” …………….|._………………..”~,..”~-‘—,………………,– ~~-, ………….,~” . ¯”~,……………….¯”~~-”,-Ä………….,-“-,”~, . .”-, ……….,-“….,~”,-~”Ä…..-‘.,„„„………………”-,……….|…… ……..’…| … Yasa,……………../…………………….……| … bu ……………./…………………..,„_„…| … keşiften önce yazılmıştır, hükmü yalnızca güzel olmaya yetecek kadar yararlı herhangi bir şey bulamamış kimseleri kapsar, ve tersi. ……………,-,-~-,-~’, ……………../……………….,-“ ( . . o)_º) ……………./………………./. . . . . . . . . . . . . ,-~“~, ……………|………………..| . . . . . . . . . . . . /::::::::Ä ……………|………………..| . . . . . . . . . . . . |:::::::::l . . “-, ”-, . Bunun geçerli olmadığı bir yer vardır..……………/…… ………..Ä,,-“,~”……/…..,-“ . .”-,…………..’-,.”-,……..) . . . .”-,,………….’-,……..(,–,.,-“ . . . . |…………….”-,”-,,(“-~”,””~~~” …………….¯”””¯,-“, .), . . . . ,-“……………….”-,Ä,.”..,-“ ………………….’-, .”.,“-,_„„~”……………………”.”-,” …………………..”~”-,.Ä,…,–~~~-,………………,~’, …………………………¯”~/ . . . . . .)……………,”-~’, ………………………..…./ . . . . . . |–„„„„„„–,~””¯ . . Badlands Unlimited’in üretimi sanatçı kitaplarından elektronik

yayınlara, internet sergilerinden taşa basılı kitaplara uzanıyor. Bir yandan sınırsız yeniden üretim, indirme ve dağıtım ile diğer yandan anıtsal nitelikte tek edisyonları bir araya getiren beklenmedik bir bileşim. Bu farklı formatlar dizisinin ardında eser sahipliği ve nesneliğe dair nasıl bir yaklaşım yatıyor? Bilincin hükmü = taşlaşmış gerçeklik ‘,‘,‘,‘,‘,‘,‘ ,‘,‘,‘,‘,‘ ‘’_______ ˚ ˚ ˛ ˚ ˛ •˛ •˚ */ \。˚ ˚ ˛ ˚ ˛ •˛ • ˚ | 田田 |門| ˚ ˛ ˚ ˛ Yeni yayınlanan erotika serisinin ilham kaynağının Maurice Girodias’ın Olympia Press’inden geldiğini söylüyorsun. Olympia Press sansürle dolu bir ortamda faaliyet gösteriyordu ve erotika yayınlama kararının ardında hem maddi hem politik motivasyonlar vardı. New Lovers serisinin ardında benzeri bir motivasyon var mı? Değiş tokuş, ║║║║║▄ kar, █║║║║║║▄▄║ ve gönülsüz bir insanlığın║║║║║▄▄║║║█║║ sanrısal ihtiyaçları gerçekliği çarpıtıyor var olana dair en gerçek şeylerden uzağa. ║║▄█▄║║║║║▄█║║║║║║▄▄║║║█║║║▄ █║║║█████║║║║║║║█║║║║║║║█║║║║║ ║║▄║║║█║║║█ █║║║║║║▄██▄▄█║║║█║║║█║║║▄║║║█║ ║║▄║║║║║║║█ █║║║║║║║█║║║║║║║█║║║║║║║▄║║║║║ ║║█║║║║║║▄█ █║║║ Dönüşerek ║█║║║║║║║█║║║║║║║██▄║║║║█▄ █║║║█▄║║▄║║║║║║║█║║║█▄██▄ kendi koşulları içinde olduğu şeye, bir sanat çalışması bir maske şeklini alır, çelişkili bir biçimde açığa çıkaran ║█║║║║║║║█║║║║║║║▄║║║█║║║█ █║║║║║║▄██▄▄█║║║█║║║█║║║▄║║║█║ ║║▄║║║║║║║█ █║yalın ve gerçek olanı. █║║║║║║ ║║║║║║║║║║║║║║║║║ ║║║║║║

XOXO The Mag


Fotoğraf: Jason Rodgers

Neden geleceğin erotik romanda yattığını düşünüyorsun? Nasıl bir gelecek bu? ,:II:’.’.’.. ‘. .’:.’.. ‘. . ’.’.’.’::.:.:.:I:’.’.’.’. . ‘ ..’.’. Hiçbir şey kalmadı korkacak, ’.:.:I::.:II:.’..’.’.. . ..’.’’:.:.::.:.::II::.’.’.’.’.. . ..’.’.’.:.::. .:::II:..’.’.’.’.’. . .’:.’’.» _______? .:.:I:’’:’. ‘. Ve hiç kimse çekinilecek; .’.’.’.’.. ‘.. .. ‘:. ‘.’:’‘:.’.’.. .. .:.:.Elde edilmesi kolay olan iyi gelir; . ..:.::.::.:.’..’ Kolaylık getirir taşıyacaklarımıza ileride. ,:II:’.’.’.. ‘. .’:.’.:.:I:.:II:’.’.’.’.. ‘. .’.’.’.’::.:.:.:I:’.’.’.’. . ‘ ..’.’.’.:.:I::.:II:.’..’.’.. . ..’.’’:.:.::.:.::II::.’.’.’.’.. . ..’.’.’.:.::. .:::II:..’.’.’.’.’. . .’:.’’.’:’.’.’.:.:I:’.’.’.’.’.. ‘.. .. ‘:. ‘.’:’. ..:.::.::.:.’..’ ‘:.’.’.. .. .:.:.’:’. ‘.

Pratiğinin geneli parçalanmalar, kırılmalar ve beklenmedik derlemelerden oluşuyor: 2003 tarihli 'Baghdad in No Particular Order' adlı video çalışmanda Bağdat sokaklarında yere serilmiş bir kitap yığını görüyoruz, kamera önce Batı referanslarından oluşan bu kitapların kapaklarına ve sayfalarına odaklanıyor, ardından Lorca, T.S. Elliot gibi isimleri sayan kitap satıcısına. Badlands Unlimited etiketiyle yayınladığın ilk kitaplardan birisi Saddam Hüseyin’in erken dönem demokrasi üzerine yazıları oldu. Bu çeşitli faaliyet alanlarını ve yeniden dirilmeleri birbirine ören bir aciliyet duygusu mu? ● Bir ███ estetik düşünce ███ olarak vurgulanan tamamlanmamışlık en güzel şeyin ışınlarını yayar .... .[███████████]100% ..._|\___bir zamanlarki ● doğanın sonsuz doğası.________,, ../`--||||||||---...........-------) _==o___________________(l ...),---.(_(__) / ..// (\) ),----”.’ .//___// /` -fikrine dair ---’ /┌∩┐ ●

Ortaçağ Avrupası'nda kitap dağıtımının temel yöntemi kamusal okumalardı, yazılı metinlerin çoğu insan sesinden geçerek yayılıyordu. Ses, Badlands Unlimited için yakın gelecekte bir ilgi odağı olabilir mi? Elbette. Katrina Kasırgası sonrası New Orleans’ta Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken oyununu sahneledin. Bu deneyimin benzer ölçüde işbirliğine dayanan yayıncılığa el atmanda bir etkisi oldu mu? ,, _\_ ,)_) Bir sanat çalışması )++++\ 0\ \\ en çok toplumsal niteliği toplum \_( ,__, )> _\_ ‘ o/o / // )++++\ 0\ `7_( // \_( _\_ _\\(( onun üzerinden ‘ )++++\ 0\ ( , ` \ \_( //\__\/ ‘ __/> \_\______anlaşılamadığında kazanır. ‘) ) / _’___, ) ~~~~~~~~~~ ~~~~~~~~~ ``` ~~~/ /~~~ ~)/~~~~~~~~~~~~ ~~~~ ~~ ~~ (_( ~ //_ ~~~ ~ )\~~

Müzelerin ve bienallerin fon kaynakları konusunda eleştiriye tabi oldukları ve daha fazla saydamlık ve sorumluluk beklentisinin arttığı bir dönemde, Hugo Boss Ödülü'nün etkilerini ne şekilde deneyimliyorsun? \ O )) ( ( \ \_.-’ . __ | \_.’ | `. \ ‘ __ | \_/ . / _`. \#_/ `-._/ . / )) ( ( \ \_ // /\ \\// /\ \\ Kutsal ürpertiyi hissettim /\ /\ //\\ //\\ _`. \#_/ // \\ // \\ ve bunun için bedel ödemedim bile. // \\ // \\ \\ / \// \// \// \// \O 49


INTERVIEW/MAGAZINE

CHRISTENE BARBERICH

No Filter

Her ay dergi yöneticisi konuklarımızı ağırladığımız bu sayfalarda, daha önce yaptığımız gibi yine dijital yayıncılığa kayıyoruz. Refinery29 ile 10 yılı geride bırakan ve bu süreçte pek çok başka yayında adına rastladığımız, marka danışmanlıklarıyla da öne çıkan Christene Barberich, kendine has üslubuyla sorularımızın muhatabı oluyor. Renklerinden ödün vermeyen ve etrafındakileri mutlu etmeye kendini adamış bu kadının, enerjisini size de geçirmesine izin verin. Hayat güzel, yaz günleri kapıda... röportaj serap gecü fotoğraf kristiina wilson for refinery29

XOXO The Mag


Beauty Faux Braids: Photographed by David Cortes

Coffee Table: Photographed by Dan McCoy

Christene, bugün kendini nasıl hissediyorsun? Biraz kafayı çizmiş gibiyim. Üç haftalık bir Avrupa yolculuğundan yeni döndüm. Acayip eğlendim ama tabii ister istemez dengem şaştı.

İlk Refinery29 kitabı Style Stalking'in başarısından sonra matbuda başka planlarınız var mı? Style Stalking'in New York Times'ın Çok Satanlar listesine girmiş olması sevindiriciydi. İkinci kitabımızı da önümüzdeki iki yıl içinde çıkarmayı planlıyoruz. Doğal güzelliğe odaklanan bir kitap olacak. Bu arada yakın zaman önce ilk fanzinimiz R29 Editions'ı çıkardık. Lansmanını New York Moda Haftası sırasında yaptık. Farklı temalar, event'ler için önümüzdeki yıllarda matbuyla ve R29'ın sesiyle, kimliğiyle oynamaya devam edecek olmak gerçekten çok heyecan verici. Yerimizde duramıyoruz!

New Yorker'daki acemilik günlerinde, modanın etrafında şekillenecek böyle bir kariyer hayal ediyor muydun? Böyle tanınacağımı, ve özellikle moda üzerine bir kariyer yapacağımı hiç düşünmüyordum. Sadece medyanın bir parçası olmak istiyordum. Beni korkutan ama aynı zamanda bana ilham veren insanların arasında olmak, yeni hikayeler keşfetmek ve bunları anlatmak istiyordum. Moda ve kişisel stil ilgisi de bu isteğin doğal bir uzantısı olarak gelişti. Kişiliğimin ve hayattaki tavrımın deneyimlerimle şekillenmesi ve bu değişimin kıyafet seçimlerimle de açığa çıkması... Bu sürecin en iyi tarafı yaşım ilerledikçe stilimin nasıl evrildiğini görmek.

Mükemmeliyetçi misin? Evet. Ama tehlike arz etmiyorum. Sorumlulukların seni nasıl etkiliyor? Ofise adım attığın andan itibaren başka bir insan oluyor musun mesela? Hayır, hayatımın her anında dengeli ve tutarlı biriyim. Evde de, ofiste de mükemmeliyetçiliğimden ödün vermem.

Ne değişti mesela? İçgüdülerim artık çok daha keskin ve net. Hiç olmadığım kadar cesurum. Refinery29 ABD'nin en hızlı büyüyen medya kuruluşu olma noktasına nasıl geldi? Tabii ki bu başarıda pek çok etmen var, ama en önemlileri aslında oldukça basit şeyler: İşi ciddiye alıp çok çalışmak ve derin bir sevgiyle kendini yaptığın işe adamak... Bu ikisi sekteye uğramadığı sürece karşınıza çıkan bütün engelleri göğüsleyebilirsiniz. Elbette bizim de umutsuzluğa düştüğümüz zamanlar da oldu, kimin olmaz ki zaten? Büyüyü esas yaratan dördümüzün bir arada olmasıydı, birimizin canı sıkılsa, hevesi kırılsa diğer üçlü tezahüratlar eşliğinde onu neşelendirir ve yorgun savaşçının tekrar işe koyulmasını sağlardı. Kendi adıma konuşayım; şirketi ve onun kadınların hayatlarıyla kurduğu bağı ilk günkü kadar derinden önemsiyorum. Hatta şu anda daha fazla önemsiyor bile olabilirim.

Genetik bilimciler her gün tek bir hap alarak yaşlanmanın önüne geçebileceğimiz bir gelecekten bahsediyor. Bu vaatle ilgili ne düşünüyorsun? Yaşlanmayı engellemenin bu kadar kolay olacağını hayal etmek tabii ki çok güzel, ama egzersiz, temiz hava, bilinçli beslenme ve kusursuz seks de kendimizi genç ve enerjik hissetmeye devam etmemiz için oldukça yeterli. Ve elbette kahkaha atmak; tartışmasız en iyi ilaçlardan biri. Yani yaşlanmak seni endişelendirmiyor mu? Bazen tabii ki bu konuya kafayı taktığım oluyor, böylesine gençlik takıntılı bir endüstride çalıştığım için bu biraz kaçınılmaz. Ama makul düşünüp, aklıselim davranmaya çalışıyorum. Ve kendi kendime 51


Party Socks: Photographed by Ben Ritter

hep şunu hatırlatıyorum; “Bundan sonra hiçbir zaman şu anda olduğundan daha genç, daha iyi, daha cool olmayacaksın. O halde eğlenmene bak.” Klişe olabilir ama anı yaşamak ve kendimize nazik davranmak zorundayız. Böylece genç kalabiliriz. Başkalarının seninle ilgili düşüncelerini ne kadar önemsiyorsun? Yaşım ilerledikçe giderek daha az önemsiyorum. Ama ben, her ne kadar bunu itiraf etmekten hiç hoşlanmasam da, etrafımdaki insanları memnun etmek için varım. Bu misyonumdan vazgeçemiyorum. Moda haftalarına katılmadığın oluyor mu? Öyle veya böyle her moda haftası benim için büyük birer odak noktası. Tasarımcılarla ve marka liderleriyle bir araya gelmek ve defileleri izlemek, her ne kadar yorucu olsa da, aynı zamanda inanılmaz enerji verici ve canlandırıcı bir etki yaratıyor. Sonuçta, hayatımızın çok büyük bir kısmı modadan besleniyor, pop kültürü ve etrafımızdaki çevre üzerinde büyük bir etki yaratabilecek anların gelişimine tanıklık etmeyi çok seviyorum. Milano Moda Haftası'nda sık karşılaştığımız çirkin güzellik trendiyle ilgili ne düşünüyorsun? Hoşuma gidiyor. Kitabımızda da Ugly Pretty diye bir bölüm vardı ve bu tanımı kendime çok yakıştırıyorum. Alışverişlerini nasıl yapıyorsun? Çoğunlukla internet üzerinden. Barneys.com, Zara ve eBay karışımı bir alışveriş rutinim var. Bir de seyahate çıktığımda alışveriş yapmaktan hoşlanıyorum, çünkü bir mağazaya adım atabileceğim

ve kendime zaman ayırabileceğim nadir anları sadece iki defile arasında yakalayabiliyorum. Dürüst olayım; beni alışveriş yapmaya asıl motive eden, hayranlık duyduğum birinin üzerinde sevdiğim bir kıyafet görmek oluyor. Hemen ne olduğunu, nereden aldıklarını sorarım ve hedefe kilitlenirim. Ve bir bakmışsınız ortadan kaybolmuşum! İnsanları kıyafet seçimleriyle yargılar mısın? Asla kimseyi yargılamamam; huyum değil. Ama tabii bazı insanların kendilerine ve vücutlarına uygun kıyafetleri seçme konusunda daha özenli davranmalarını umduğum zamanlar oluyor. Bir kadın için düşünebileceğin en sıkıcı look ne olurdu? Bana göre inanılmaz sade bir kıyafet bile doğru saç ve rujla gerçekten şık görünebilir. Kıyafetin nasıl göründüğü tamamen onu giyen kişiye bağlı. Sen de signature rujunu sürmeden sokağa çıkmıyorsun herhalde. Evet, onsuz yapamıyorum. Bir medya eğitmeni kırmızı rujun insanları kamera karşısında yaşlı gösterdiğini söylemişti. “A, öyle mi bu gerçekten çok kötü!” diye cevap verdim, ama rujumdan asla vazgeçmedim. Onsuz kendimi çıplak gibi hissediyorum. Ve bu aralar Tatcha'nın yeni shu-iro'suna bayılıyorum. En son hangi derginin kapağını duvarına asmak istedin? Kate Moss'lu British Vogue. Resmen nefesimi kesti.Instagram'lamadan duramadım.

XOXO The Mag


ANNELER GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN S A AT & S A AT M A R C B Y M A R C J A C O B S S A AT L E R İ N İ N T Ü R K İ Y E ‘ D E K İ T E K Y E T K İ 53L İ D İ S T R İ B Ü T Ö R Ü D Ü R .


INTERVIEW/ARCHITECTURE

GÜRHAN BAKIRKÜRE

Çalışma Kültürü Çözümleri Evet, “iş” kavramına dair bir şeyler bugünlerde hayli hızla değişiyor; ve evet, değişim yeni çalışma biçimlerini, yeni mekanları ve yeni kurguları da zorunlu kılıyor. Bu kurgulardan belki de en yenisi “Working Culture Solutions/Çalışma Kültürü Çözümleri” mottolu olan ve aydınlatma tasarımından mimariye farklı disiplinlerin bir araya geldiği bir platform niteliğindeki Bigg. Gürhan Bakırküre ile Bebek'teki ofisinde buluştuk; “bir şirketten ziyade bir marka yaratma düşüncesiyle doğan” oluşumu Bigg'i, Bakırküre Mimarlık'ı ve -elbette- kendisini konuştuk. röportaj yağmur yıldırım fotoğraf özkan önal

XOXO The Mag


Mimarlar için alışılmadık bir çalışma biçimine sahipsiniz. Hikayeyi baştan alırsak, sizi uzun yıllar KG Mimarlık’ın G’si olarak tanıdık; 2013 yılından beri ise yolunuza, Bakırküre Mimarlık olarak yeni bir solukla devam ediyorsunuz. Bunun yanında bir de, o zamanlar 3 yaşında olan Bigg oluşumunuz var. Bugün kendisini “Working Culture Solutions/Çalışma Kültürü Çözümleri” mottosuyla tanımlayan Bigg bu süreçte nasıl evrildi? Evet, 23 yıl boyunca G’si olduğum KG Mimarlık’ta çok sayıda proje gerçekleştirdik. Bir mimarlık ofisinden beklenildiği gibi, mimari tasarım ve uygulama üzerine çalışıyorduk, ağırlıklı olarak da ofis mekanlarıyla ilgileniyorduk. 2013 yılı Kasım ayında, ortaklıktan ayrılınca, mimarlık alanındaki çalışmalarımı devam ettirmek üzere Bakırküre Mimarlık’ı kurdum; Bigg de, ofis mekanları konusundaki tecrübemi yeni bir bakışla yansıtacak bir oluşum fikriyle bu sırada doğdu. Böylece çalışmalarımın benim için de yeni ve farklı bir yola girdiğini söyleyebilirim. Bir şirketten ziyade bir marka yaratma düşüncesiyle doğan Bigg’in arkasında yatan en önemli neden, çalışma kültürü konusunda komple çözümler sunma fikriydi. Mimaride tasarım ve uygulama aşamaları olarak düşündüğümüz süreç aslında grafikten taşınmaya, sürdürülebilirlikten ergonomiye geniş bir yelpazeye dokunuyor ve biz bu alanlardan profesyonelleri Bigg’in şemsiyesi altında bir araya getirmeyi amaçladık. Özellikle kurumsal şirketlere yönelik sunduğumuz bu anahtar teslim hizmet, işveren için tek muhatap avantajının yanı sıra hem vakit, hem enerji kazancı sağlıyor. Bizse bu şemsiyenin altında kolektif olarak gerçekleştirdiğimiz projeler ve yeniliklerle sürekli kendimizi geliştirme fırsatı yakalıyoruz.

bağımlı olduğunuz bir nitelikteydi. Ama şimdi teknolojinin gelişmesi, masaüstü bilgisayarların dizüstü bilgisayarlara, hatta akıllı cihazlara çok hızlı bir biçimde dönüşmesi ve kablosuz sistemlerin yaygınlaşması ile mobiliteye sahibiz; bu da bize “hareket temelli çalışma”ya olanak sağlayan ofisler yaratma imkanı sunuyor. İş yapma biçimi işte burada değişiyor. Masalara ve kablolara bağlı olmadığımızdan çok çeşitli mekanlar ve buralarda çok farklı çalışma biçimleri yaratabiliyoruz. “Get together” dediğimiz bir araya gelme mekanları iletişim çağında iletişimi en üst seviyeye çıkarıyor. Özellikle Y kuşağı gibi yerinde durmak istemeyen, aidiyet duygusu fazla olmayan ve ilgisi çok çabuk dağılan bir kuşağa bu çalışma ortamları büyük bir verim sağlıyor ve aidiyet hissini geliştiriyor. Motivasyon, dolayısıyla da verimlilik artıyor. Aslında insan doğasında sekiz saat boyunca aynı koltukta oturup çalışmak yok; bu ne ergonomi açısından, ne de psikoloji açısından doğru. Dolayısıyla, sizin için doğru olan, gün içinde çeşitli biçimlerde çalışmak, ara ara mekan değiştirmek, bir kahve molası vermek, veya o molada bile bir dizüstü bilgisayarla çalışmak, hareket temelli çalışmanın temelinde de bu anlayış var. Ayrıca bu mekan değişiklikleri sırasındaki spontane karşılaşmaların yeni fikir oluşumunu ve verimliliği %40 gibi çok ciddi oranlarda artırdığı, Gensler gibi araştırma şirketleri tarafından ortaya konuldu. Ve işin geleceğine dair öngörünüzü öğrenelim, sizce gelecekte de ofislerden söz edecek miyiz? Muhakkak. Ofisler hep vardı, bugün de var, ve gelecekte de var olacak; ama soru şu olmalı: ne kadar küçülecekler ya da büyüyecekler? Paylaşılan çalışma mekanları ve esnek mekanlar azami fayda sağladığından son zamanlarda bu şekilde kurgulara yönelim var. Mobilite olanakları arttıkça kiralanan metrekarenin ofise ve çalışan insan sayısına oranı düşecek diye düşünüyorum. İletişim biçimlerinin artışı ile evden çalışma yaygınlaşabilir, videokonferans gibi olanaklar gelecekte nereye kadar gider hiç kestiremiyoruz. Dolayısıyla ofisler küçülse de bir araya gelme mekanları olarak gelecekte de var olacak, bunu da kabul etmek lazım.

Disiplinlerarası çalışmanın ve araştırmanın son dönemdeki önemi düşünüldüğünde Bigg’in işleyiş biçimi dikkat çekici. Aynı zamanda hem bir buluşma düzlemi, hem de okuyucu/ziyaretçi için açık bir kaynak niteliğinde... Bigg kendini “çalışma kültürü çözümleri” olarak tanımlayan doğası gereği, iş yapma biçimine ve ofise dair yenilikleri yakından takip ediyor, hatta kendisi bir şekilde bu trendleri sürüklemeye çalışıyor. Dediğin gibi, hem araştırmacı, hem de analitik bir yapıya sahip. Öte yandan da etkileşimi hem kendi içimizde, hem de işverenler ile yüksek tutmayı son derece önemsiyoruz. Örneğin; yeni ofislerini tasarlamadan önce, hizmet verdiğimiz şirketlerin çalışanları ile atölyeler düzenliyoruz mevcut ofislerinde neyi sevdiklerini, neyi sevmediklerini, neye ihtiyaçları olduğunu, ne görmek istediklerini eğlenceli çalışmalarla sunmalarını sağlayıp sonrasında birlikte irdeliyoruz.

Ofis olgusu, son zamanlarda yıldız mimarların da başlıca gündemini kurcalar halde. BIG ve Heatherwick’in Google Genel Merkezi için yaptığı planlama aylardır konuşuluyor; OMA, MVRDV gibi isimlerin de ardından Gehry’nin Facebook binası haberi geldi. Bu yılki Salone del Mobile'nin de teması Workplace /İşyeri. Bu gündem üzerine fikrinizi alalım. Tabii ofis işleri gittikçe büyüyen bir pazar olmaya başladı. Gerek Türkiye’de, gerek dünyada mimarlar buna yöneliyorlar. Büyük küresel şirketlerin ofislerini yapmak bugün büyük bir prestij sayılıyor. Tabii yıldız mimarlar da bu duruma karşı kayıtsız kalamadı. Ama, bence, önemli olan; projenin altına imza atmak, ya da kendi dilini bir binaya getirmekten öte bu mekanlardaki “iş” kavramı üzerine düşünmek. İşin özü, vurgulamaya çalıştığımız bütün bu çalışma kültürü çözümlerinde şu anda bir tasarımın, ya da mimarinin ötesinde bir şeyler var ve bu “şey”i her firmanın çalışma biçimini ve etmenlerini doğru analiz ederek doğru çözmek gerek. Elbette bunun sosu da iyi bir tasarım; fakat bugün işlev kavramını, işlevin ötesinde düşünmeniz gerekiyor. Tabii bu ne kadar ve nasıl gözetiliyor, bu da bir tartışma konusu.

Şimdiye kadar Bigg ile birlikte hangi isimleri gördük/görüyoruz? İlk işlerimizden olan Deloitte Genel Müdürlüğü’nün bizim için bir nevi mihenk taşı olduğunu söyleyebilirim. Denizbank, ING Bank, Roche, Inteltek, Cigna Finans, Burganbank genel merkez ofislerinin projelerini oluşturduğumuz isimlerden. Ya Bigg’in içindekiler? Bigg’de birlikte çalıştığımız kimi isimlerden grafik ve iletişim tasarımında Federation, aydınlatma tasarımında ONOFF, elektromekanik sistemlerde KA Mühendislik, ses ve görüntü sistemlerinde Prosistem’i sayabilirim. Bunun yanında sürdürülebilirlik, insan kaynakları, psikoloji, ergonomi, renk, malzeme gibi konularda birlikte çalıştığımız danışmanlar var.

Peki siz nerede ve nasıl çalışıyorsunuz? Leb-i derya Boğaz manzarası ile çalışmak müthiş keyifli görünüyor. Evet, kendin söyledin, mümkün olduğunca keyifli bir ofiste! Trafikten kaçmaya çalışıyorum; Bebek’te oturduğumdan ofisin de Bebek’te olmasını tercih ettim -doğruya doğru, İstanbul’da birinci kriter bu. Ekipçe oldukça yoğun bir programımız var ve bu uzun saatlerde motivasyonumuzu arttıracak şekilde, birlikte çalışmaktan keyif alacağımız bir mekan yarattık. Kısa bir süre önce alt kattaki daireyi de ofise dahil ettik ve sözünü ettiğim çalışma biçimlerini sağlayacak şekilde ekipçe tasarladık; yani Bigg bu kez kendi ofisini yaptı. Burada birlikte olmaktan keyif alıyoruz ve bu durum işimize de yansıyor.

Ağırlıklı olarak “çalışma” kavramı ve mekana yansıyışı “ofis” üzerine çalışıyorsunuz. Bugün iş yapma biçimi değişiyor; bunun üzerine Herman Miller EMEA Direktörü Mark Catchlove ile bir söyleşi yapmıştık ve kendisi hareket temelli ofislerden söz etmişti. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Sizce yeni nesil ofis çalışanının ihtiyaçları neler? Kesinlikle çalışanların aidiyet hissettikleri ve “benim ofisim” dedikleri esnek ve özgür ofisler. İş yapma biçimi on sene evvele kadar birtakım makinelere ve kablolarına, dolayısıyla da bir masaya ve belli saatlere 55


3.

2.

4.

Aslında en önemlisi bu; birbirimize olan desteği, saygıyı, sevgiyi kaybetmemek. Olağan bir gününüz nasıl geçiyor? Toplantı, toplantı, toplantı… Olağan bir gün hakikaten de böyle geçiyor, aralarda vakit buldukça da çalışmaya çalışıyoruz! En büyük şikayetim spor yapamamak. Umuyorum ki yakın zamanda yeniden başlayabileceğim. Böyle söylüyor olsanız da, tüm bunların arasında bir mimar için alışılmadık da bir uğraşınız var: DJ'lik ile haşır neşirsiniz ve sizi düzenli olarak kabinde görüyoruz. O sayılmaz, DJ'lik benim için başka. Bir kere saatleri iş saatlerinden farklı. Şaka bir yana, gün içinde şarj olan beynim DJ'lik yaparken deşarj oluyor. Düzenli olarak Asmalımescit’te, Stay’de çalıyorum. Peki ne dinlersiniz, ne çalarsınız? İşteyken ya caz dinliyorum, ya da klasik müzik dinliyorum. Eğlenmek istediğim zamansa çok geniş bir yelpazem var, belli olmuyor. Çaldığımda da öyle, kendi setlerimdeyse -Soundcloud’dan ulaşabilirsiniz- house ve deep house seviyorum. Bakırküre Mimarlık olarak düzenli geziler gerçekleştiriyorsunuz; en son Basel’de görülmüşsünüz. Sevdiğiniz şehirler hangileri? Ofisçe bir yerlere gitmeyi, yurtdışında ya da yurtiçinde gezmeyi çok seviyoruz; hem keyifli oluyor, hem de mimari açıdan bizi besliyor. O yüzden sık sık seyahat ediyoruz. Sevdiğim şehirlere gelirsem, Roma’dan başlamalıyım. Ve Barcelona, hareketliliği ve kozmopolitliği seviyorum. Sanat ve mimari yüklemesi ile Londra ve New York’u da seviyorum. Daha çok Avrupacıyım. Tasarım kahramanlarınız var mı? Var mı, var. İlk tasarım kahramanımın hikayesi benim için çok özeldir: Üniversitenin ilk yıllarındayken iki-iki buçuk aylık bir İtalya gezisi yapmıştık. Arkadaşlarım arabayla Fransa’ya gidiyorlardı, beni de sonradan eşim olacak kız arkadaşımla birlikte İtalya’ya attılar. Sırt

1.-4. Deloitte Türkiye Genel Müdürlüğü, 2.-3. ING Bank Genel Müdürlüğü

1.

çantalarımızı aldık, çok cüzi bir para ile bütün İtalya’yı dolaştık. Gezerken buluştuğumuz Venedik Üniversitesi’nden bir mimar arkadaşım vardı; sayesinde İtalya’da Carlo Scarpa’yı tanımış oldum. Carlo Scarpa benim hakikaten de ilk tasarım kahramanımdır; Wright çizgisini devam ettiren, ama detayına kadar da beton işçiliği ve yerel kullanımı birleştirişi ile müthiş bir mimardır. Hak ettiği tanınırlığı belki de kazanamamış bir mimardır, ama bende yeri ayrıdır. Frank Lloyd Wright’ı yine, çok severim. Wright’ın modernizm öncesindeki ve modernizmdeki kimseye benzemeyen dili benim için çok ayrıdır. Peki ya çağdaş sahne? Şu anda dünyada çok fazla akım var. Modernizim biter, postmodernizm onu takip eder gibi kurallar bugün işlemiyor. Bir çok-dillilik hali söz konusu; bu da bence iyi bir şey. Herkes kendi tarzında bir şeyler yapmaya çalışıyor. Bunlar arasında tabii yıldız mimarlar da var. Bu aktörlerin mimariye müdahaleleri işlev açısından çok tartışılabilir olsa da hepsinin kendine özgü çok güçlü dilleri var. Bence aralarındaki en farklı isim Zaha Hadid. Yaptıkları taklit edilemez ve devam ettirilemez; tamamıyla kendine özgü bir grafik aslında yaptığı -mimarisi, mimari olmaktan çıkıyor. Gerçekten çok başarılı. Son zamanlardaki işler arasında SANAA’nın Rolex Learning Center’ını çok beğeniyorum. Tabii hiç tasvip etmediklerim de var, ama onları saymayayım. Bir de son zamanlarda İspanyol mimarlar büyük bir yol kat ettiler. Müthiş başarılılar. Tasarımda bir zamanlar İtalyanların oturdukları koltukta şu an onların oturduğunu söyleyebilirim. Çok iyi işleri var. Yakın zamanda Carlos Tiscar ile söyleşi yapmıştık ve bundan bahsetmiştik; fakat kendisi İspanyol tasarımcıların bir üst kimlik taşımadığından, dolayısıyla da bir İspanyol tasarımı sahnesinden ziyade başarılı bireylerden bahsedilebileceğinden söz etmişti, ilginçti. Belki İtalyanlar ile aralarında böyle bir farktan söz edebiliriz. Evet, çok doğru söylemiş. Şu anda bir çoğulculuk var ama hakikaten tek tek kendi çizgilerinde ilerleyen çok iyi tasarımcılar çıkıyor. Aslında çağdaş sahnenin bütününü böyle görmek lazım.

XOXO The Mag


Ahşabın çekici ve sıcak yüzeyini, seramiğin doğal özellikleri ile birleştiren Çanakkale Seramik, parke görünümlü seramikleriyle Kale Mağazaları’nda.

kale.com.tr 57


INTERVIEW/FOOD

KEMAL DEMİRASAL

Up

Türkçe yazımıyla, adı eski dilde ağaçlıklar arasındaki yeşil alan anlamına gelen Alancha'yı romantik ve çılgın bir hayalperestin başarı öyküsü olarak tanımlamak haksızlık olur. Yüksek risk faktörlü, beş duyuya birden hitap eden, ince hesaplarla kurgulanan, Ege kıyılarından İstanbul'a teşrif eden bu deneysel mutfak, başlı başına bir başarı öyküsü, evet. Bu paragrafa, Kemal Demirasal'ın sörf şampiyonluğundan şefliğe, sahip olduğu tüm hırs ve tutkuya rağmen, bir mühendis netliğiyle, planlı programlı, sakin bir geçiş yaptığını, şimdilerdeyse en büyük arzusunun çıtayı her gün yeniden yükseltmek olduğunu eklersek, işte o zaman adil bir tanımlama yapmış oluruz. Anadolu'nun eşsiz tatlarını yalınlıkla baş aşağı eden Demirasal'ın daha iyiye gitmekten başka şansı yok, bizim de onun yanında olmaktan başka... röportaj ayşecan ipek fotoğraflar özkan önal

XOXO The Mag


Evet, nerede kalmıştık? Alaçatı'da.

kimya gibi dallarla, analitik düşünmeyle aram hep iyiydi. Tasarım ve çizimle de ilgileniyordum. Yemek, aslında bunların tümünü kapsıyor. Kimseye bağımlı kalmadan kendimi ve bu işi nasıl yukarı çekerim, hep bunu düşündüm.

Yerel malzemeden uzaklaşmak, piyasanın içine düşmek istemediğin için Alancha'yı İstanbul yerine Alaçatı'da açtığın dönemde kalmıştık. Ne değişti ve buraya geldin? Aslında çok bir şey değişmedi. Barbun döneminde yaşadığımız 'altı ay sezon, altı ay ara' düzeni o sırada bize iyi geliyordu, küçük bir ekip olduğumuz için soluklanmaya, bir sonraki adımımızı belirlemeye ihtiyacımız vardı. Alancha'yla birlikte dört kişiden kalabalık bir takıma dönüştük. Böylece test mutfağına ve Ar-Ge'ye ayırabildiğimiz zaman da arttı. O kadar fazla fikir oluşturmaya başladık ki, onları tüketmek için altı aydan fazlasına ihtiyacımız olduğunu fark ettik. Yarattığımız yeni şeyleri tüketemediğimiz için arkadan yeni fikir de gelemiyordu. Buraya gelmemizin en önemli sebebi, o test mutfağını 12 aylık bir döngüyle ittiriyor olmak. Malzemeyi taze tutma prensibi en büyük sınavımız oldu. Tüm sebze ve meyveleri Ege'den tedarik ediyoruz. Bir tek balıkta Marmara'ya yaslanıyoruz, ki buranın balığı gayet güzel. Bir de yeni coğrafyalar soktuk devreye, fıstık Antep'ten, badem Datça'dan, tereyağı Trabzon'dan... Aradığımız malzemenin en güzeli nerede yetişiyorsa oradan alınıyor.

Yemek, restorancılık ve şeflik üzerine yoğun bir araştırma yapmaya başlamışsın sonra. Nasıl bir senaryo yazdın kendine? Mutfağa girdiğimde gerçekten hiçbir şey bilmiyordum. İlk senem hem en güzel hem de her şeyin en tepetaklak gittiği zamandı. Bir restoran açmıştık, masada bir kişiye ana yemek, diğerine tatlı, diğerine başlangıç gidiyordu. Fiyasko, ama çok şey öğreten bir fiyasko. Bir senemi tamamen “Et yapıyorsam nasıl en iyi pişiririm?“, “Deniz mahsulünde nasıl ustalaşırım?” gibi soruların cevaplarını, klasik yöntemleri arayarak geçirdim. Kendi mutfağımda olduğum için araştırdığım bilgiyi hemen pratiğe dökebiliyordum ve bunun için başka bir şefin iznini ya da onayını almam gerekmiyordu. Bir gün mutfakta herkes sağa sola koşturuyor… O anı net olarak hatırlıyorum: “Ulan” dedim, "50 yaşına geldiğimde de burada böyle soğan doğrayıp risotto mu yapacağım, millete Sezar salata mı çıkaracağım? Nedir bu iş?” Bir sorgulama dönemine girdim. Sırtına çantanı takıp dünyadaki niş restoranları gezmeye başladığın döneme mi geldik yoksa? Evet, o sıralar liste yapan rehber kitap akımı yeni başlamıştı, ben de bir gün kitapçıda elime Dünyanın En İyi 50 Restoranı'nı aldım tesadüfen. O dönemler kimsenin Noma'dan haberi yok, gurme yemek deneyimi bu kadar revaçta değil... Büyük merakla okudum listeyi ve ben bunları bir gezeceğim dedim. Tam aradığım şey gibi geldi. İki üç sene çok yoğun şekilde seyahat ettim, her gittiğim yerde bir şey gördüm ve bir süre sonra kafamda bir tablo oluşmaya başladı. Bu restoranların ortak bir yönü vardı: İyi yemekle yetinmeyip insan algısını da yöneterek hareket etmek, sadece çok güzel bir yemek değil, çok güzel bir deneyim sunmak... Ben de algıyı yönetebileceğim ve yemek ritüelini kendi dilime uyarlayabileceğim bir yapıya ihtiyaç duyduğumu anladım. Bu süreç

Tüm ailenin sörf tahtası üzerinde akrobatik hareketler yaptığı, senin de bu geleneği devam ettirdiğin uzunca bir dönem oldu hayatında. Sörfçü ve şef Kemal arasında benzerlikler var mı? Kesinlikle, var. Bireysel bir spor dalı yapıyorsan kötü performans gösterdiğinde hiçbir mazeretin yok, daha iyi olmak zorundasın. 10 yaşında başlamıştım sörfe, kimliğimi bu sporla oturttum denebilir. Yarışmaya başlamak, yarışçı olmak, hep daha fazlası için kendini aşmaya çalışmak üzerine bir kimlik bu. 26 yaşında, sörfü zirvede bırakıp bir anda hiçbir tecrübemin olmadığı, bana tamamen yabancı bir alana girdim. Mutfak hakkında hiçbir şey bilmiyordum, o da benim kim olduğumla zerre kadar ilgilenmiyordu. İlk başta “Acaba okula mı gitsem?” dedim, sonra vaktim olmadığına karar verdim. Matematik, 59


boyunca Barbun'un menüsü tamamen değişti, tadım menüsü ortaya çıktı. Ve nihayet Alancha için hazır olduğumuza karar verdik.

katı kurallar...

Alancha'da İskandinav mutfağındaki sadelikle Anadolu mutfağının tatlarını bir araya getirdiğini söylemiştin daha önce, bu denklem hala geçerli mi? Daha bugün test mutfağındaki tahtanın üzerine büyük harflerle yazdık, '2016'da İskandinav kimliğinden tamamen kurtuluyoruz' diye. Anadolu mutfağında farklı kültürlerin birleşiminden gelen, karmaşaya dönüşmeye çok meyilli bir zenginlik ve oryantal bir yapı var. Anadolu mutfağını en ince ayrıntısına kadar kurcalamak ama bunu yaparken hep aynı tonda kalabilmek için gereksiz tüm süslemelerden kurtulmaya karar verdik. İskandinav tasarım fonksiyonu bize bu anlamda ilham verdi. Kimliği işlevsellik üzerine kur, kültürle ilgili detayları da yalnızca görmek isteyenin görebileceği şekilde yerleştir. Böylece sadeleşmeye ve basitleşmeye doğru yol aldık. Ben burada buğday aşı servis ediyorum, dolayısıyla 'kopyala yapıştır' bir tavırdan çok uzakta olduğumuz belli. Bizim yalınlıkla bağdaştırdığımız bu benzetme, gerçek kimliğimiz gibi algılanmaya başladı. O yüzden sadeliği devam ettirmek ama bu gömleği de çıkarmak istiyoruz artık. Alancha'nın mutfağında başka yerlerde nadiren karşımıza çıkan teknikler var, sirkeleme, turşulama, tütsüleme, kurutma.... Servis sırasında yemeklerin teker teker sunumu bu teknikleri öne çıkarmayı mı hedefliyor? Klasik mutfakta şeflerin bilmesi gereken yöntemler var, sos ve mayonez nasıl yapılır, vb... 90'lardan sonra teknolojiyi mutfağa sokan modern yöntemler çıkmış ortaya, bir de eskiden yapılmakta olan ama unutulmaya yüz tutmuş teknikler yeniden hatırlatılmak istenmiş. Tarhanayı nasıl yaparsın? Güneşte kurutursun. Ada balıkçıları ne yapar? Tütsüler, tuzlar balığı, sonra da kurutur. Aslında saklama amaçlı bir hareket ama bu işlemler gıdaların çok daha karmaşık ve katmanlı bir tat kazanmasını sağlıyor. Fermantasyon dediğimiz şey, anneannelerin turşulamasına verilmiş sofistike bir isim. Biz de geçmişten gelen teknikleri, klasik ve modern mutfaktan aldığımız bilgilerle olabilecek en iyi hale getirmeye çalışıyoruz. Servis sırasında kullandığımız terimler gastronomik terimler ama bence turşulama demekte de hiçbir sakınca yok. Ekibindeki herkes fiziksel olarak sana benziyor, bu bir işe alınma koşulu mu? Valla bilerek yapılmış bir şey değil ya. Sanırım benim beğendiğim ve takip ettiğim akımı onların da kendilerine yakın bulmasıyla alakalı. Başlangıçta onların bizi bulmasına sebep olan da yaptığımız şeye ilgi duymalarıydı zaten. Aşina oldukları bu kimliğin içine Alancha sebebiyle iyice dahil olunca, herhalde bu dış görünüşlerine de yansıyor. Yoksa ben bir gün mutfaktan çıkıp “Artık hepiniz sakal bırakacaksınız!“demedim. Dememişimdir... Bize yemekle ilgili bir fantezini anlatır mısın? İnsanların tamamen bana teslim olduğu, teatral bir deneyim olabilir. Gözleri bağlı, tamamen kendilerini bırakmak zorunda kalıyorlar ve masada işler çığrından çıkıyor. Çatal bıçak yok. Her şey elle yeniyor. Ben gelip insanların ağzına bir şeyler sürüyorum… Oysa burada insanlar tereyağı ve ekmek servis edildiğinde bile elleriyle alıp yemek konusunda son derece çekimserler. Herkes ilk adımı atması için birbirine bakıyor… Aslında tam tersini yapmaya çalışıyoruz ama evet, bu tip restoranların üzerine yapışmış, kasıntı bir kimlik var. İlk birkaç tadım boyunca masaya çatal bıçak koymuyoruz, insanların sunduğumuz birçok yemeği elleriyle yemesini istiyoruz. Onlarsa sürekli bir araç bulmaya, tahta bıçakla idare etmeye filan çalışıyor. Oysa bizim derdimiz mesafeyi kırmak. Duruş olarak da tüm ekip, son derece sıcak. Masaya yaslanıyorlar, eğilip kalkıyorlar, dilleri ve hareketleri doğal. Belki zamanla kırılacak bu

Mutfağında artık sadece tek bir malzeme kullanabileceğini söyleseler, neyi seçerdin? Soğan. Sen bir yemek olsan ne olurdun? Ben Buffalo Wings olurdum, mangalda pişmiş. Alancha namına bir yemek olsaydım herhalde mantar gibi bir malzemeden yapılmış, toprak kokusu taşıyan, berrak bir konsome olurdum. Bugüne kadar en iyi yemeği nerede yedin? Tat olarak konuşuyorsak İspanya'da San Sebastian'da yedim. Gettaria diye bir köy var, orada Elkano diye bir restoran var. Kalkan balığı konusunda dünyanın en iyisi diye geçiyor. Ben de Cococha ve kalkan balığı yemiştim, yerken tüylerimin ürperdiğini hatırlıyorum. Çok sarhoş olduğun bir gecenin ertesinde ne yersin? Fırında pişmiş et ya da tavuk, yanında da patates. Kendim pişirmeyi tercih ederim, böylece ayılırım biraz. Yemek yaparken müzik dinler misin, şarkı mırıldanır mısın? Müzik de dinlerim şarkı da mırıldanırım. Ne dinlediğim tamamen ruh halime bağlı. Bazen Nu-disco, bazen elektronik. Masaya servis yaparken bir kulağımda kulaklık olur hep, müziğe devam ederim. Servise de bulaşıyor musun? Eğer restorandaysam, mutlaka. Fume, Bubble, dana bacon'lı Old Fashioned gibi kokteylleriyle Alancha'nın barı da ilgiyi hak ediyor. İçkiler konusunda da direksiyonda sen mi varsın? Göksel Güleç'le beraber çalışıyoruz barda. Orası bambaşka bir dünya. Mesela pastane kısmı benim nefret ettiğim bir şeydir restoranda çünkü tatlıcı değilimdir, belki de bu yüzden tatlıları mümkün olduğunca şekersiz yaptırmaya çalışıyorum. Pastane ve bar, yemekten farklı. Likitlerin oranlarına ve bu işin tekniğine dair fazla bilgim yok ama içeceklerin konsepti, dağılımı, nasıl bir içki istediğim hakkında net fikirlerim var. Örneğin bu sene berrak, tropikalden ziyade şehirli bir şeylere dönmek istedim. Old Fashioned, oradan geliyor. Fume'nin o meyveli aromasını da kırdık biraz. Kimliği ben belirliyorum, içeriği Göksel oluşturuyor. Birlikte tadıyoruz. Eğer fikir ayrılığı yaşarsak savaşı ben kazanıyorum, onu bezdirerek... Menü ne kadarda bir değişiyor? Aşağı katta her hafta yeni bir menü var. Oniki tabağın içinden dört seçim yapıyorsunuz. Yukarıda onsekiz tabaklık iki farklı menü sunuyoruz. Kimse bunun farkında değil muhtemelen ama her masa aynı şeyi yemiyor. Eleştiriler konusunda nasılsın? Yemeklerin beğenilmediğinde nasıl tepki veriyorsun? Eleştiriler bana mutlaka ulaşır, servis sırasında kimse bir şey söylemese bile konuklarımızı takip ederiz. Her masanın tandansı farklı, bir şef grubunu ağırlamak bambaşka, iki sevgilinin romantik bir yemeğe gelmesi bambaşka. Bazen yemeklerle ilgili hikayeyi anlatınca “Buradan çıkıp Bambi'ye gideceğiz.” diyorlar, aç kalacakları hissine kapılıyorlar. Halbuki biz bunların tümünü öngörüyoruz. Buradan, doymuş ama çatlayacak kıvama gelmeden göndermek istiyoruz insanları. Masanın nasıl bir ruh halinde olduğu mutlaka mutfağa iletiliyor. “Abi bunlar arıza çıkaracak belli.“, “Araştırmadan gelmişler, şok olabilirler, gerginler, porsiyonlar konusunda tatminsizler.” gibi yorumlar gelebiliyor. Öyle bir durumda nasıl idare ediyorsunuz? “Dayayın yemeği,” diyoruz, “her şeyi çift porsiyon yapın ve

XOXO The Mag


gerçekten bitiremeyecekleri bir yemek verin.” Çünkü zaten normal akışımızda ana yemeğe gelindiğinde çoktan doymuş hissi verecek bir menü var. Türkiye'de bir şeyleri yaşamadan, deneyimlemeden kontrol etmek üzerine kurulu bir sistem benimsendiği için önlemler de haliyle önden alınmak isteniyor. Yemeği beğenmedim eleştirisi geldiğinde kendimize şu soruları soruyoruz: Bizim yaptığımız bir hata mı var yoksa zevk meselesi mi? Servis konusunda algıyı doğru mu yönetiyoruz?

söylemiyorum ama misafiri algıda bizimle aynı yere getiremediğimiz için bazen her şeyi akışına bırakmaya zamanım olduğunu düşünüyorum. 2016 için tabii ki yenileneceğiz ama kendimi harap etmek gibi bir niyetim yok açıkçası. Sence Alancha'daki kurgu ve hikaye, tüm bu düşünülmüş ince detaylar, yemeğin önüne geçiyor mu? Bana göre işin yüzde kırkı yemek, yüzde altmışı algı yönetimi. Biz zaten iyi bir yemek yapmak zorundayız. En iyi yemek, doğru zamanda, aç olduğunda önüne gelen yemektir. Biz misafirlerimizin en tok zamanında bile tat ve keyif alacağı kadar iyi yemek yapmayı başlangıç noktası kabul ediyoruz. Buradaki yemeğin ve deneyimin kalitesini cilalayacak olan şey ise servis ve ince düşünülmüş detaylar. Masada ışığın düştüğü alan, müzik, dekorasyondaki işlevsel dokunuşlar. Örneğin masaların kenarında duvar dibine konumlandırılmış servis malzemeleri, mekanda birilerinin sürekli etrafta dolaşmasını engelliyor, servisi hızlandırıyor. Böyle bir akışın içinde masaların etrafından yirmi garson geçiyor olsa, deneyim de doğal olarak tatsızlaşır. Bana göre bu kurgu yemeği destekliyor.

Basılı bir menünün sunulmaması da işleri kolaylaştırmıyor herhalde… Aynen, serviste kullandığımız dil bu yüzden çok önemli. Minimum kelimede kalmak, deneyimin kendisini anlatmasına izin vermek istiyoruz. Yurt dışında bir restorana giderken araştırarak, ne yiyeceğini bilerek, ne kadar hesap geleceğini aşağı yukarı kestirerek hareket ediyor insanlar. Burada durum öyle değil. Biz de bu hazırlıksızlığı en iyi şekilde idare etme, onu en güzel deneyime dönüştürme peşindeyiz. Aslında yapılan en büyük eleştiri, yine bizden geliyor. Kendini tekrar etmekten, kısır bir döngüye düşmekten korkuyor musun? Evet, o yüzden hep bir adım daha ileri gitmeye çalışıyorum, bir sonraki yeniliğin peşinden koşmak istiyorum. Bu, hem keyifli hem de yorucu. Daha zor bir adam oluyorum, daha az iletişime ihtiyacım oluyor, daha çok kendi kendime kalmak istiyorum…

Gelen hesap da yenilen yemek kadar konuşuluyor. Bu hesabı haklı çıkarmak senin için önemli mi? Olaya iki taraftan bakılabilir: Kişisel olarak baktığımda gelen tepkiler çok da umurumda değil açıkçası, çünkü çok ciddi bir emek var. Eğer amacım milyarderlik olsaydı para kazanmak için daha az riskli bir yol seçerdim. Yapılan yatırım ve harcanan masrafla, geri dönecek para arasında kilometreler var. Biz sadece emeğimizin karşılığını almaya çalışıyoruz, sevdiğimiz, tutku duyduğumuz işi yapma şansımız olduğu için de minnettarız. Soruna cevap vermek için kıyaslama gibi bir yol seçersem, böyle bir yemeği, böyle bir restoranda, Avrupa'da ya da dünyanın geri kalanında yemeye kalktığın zaman 500 Euro hesap gelir. En azından benim gezdiğim restoranlarda öyleydi. Biz onsekiz tabaklık tadım menümüzde, şarap eşleşmesiyle bu rakamın üçte birini talep ediyoruz.

Peki bu çıtayı sürekli yükseltme hevesi de kendi içinde bir kısır döngüye dönüşmüyor mu? Son iki haftadır sürekli düşündüğüm bir soru bu. Biraz uzun bir yerden anlatacağım hikayeyi ama yerine varacaktır. Bizim memlekette hep aynı soru sorulur: Neden bizim şeflerimiz dünya çapında işler yapmıyor? Biz burayı tasarlarken dedik ki bu proje Avrupa'daki standartların bile üzerine çıksın, öyle düşünülsün, öyle kurgulansın. Temeli sağlam olsun. Böyle bir şey yaptık. İnsanlar bu sefer de şöyle bir soruyla geldi: “E tamam siz böyle bir restoran yaptınız ama Türkiye'de kim gidecek böyle bir yere?” Bir yandan sürekli kendimizi yenilemeye çalışıyoruz, sonra dönüp arkamıza bakıyoruz, bizimle beraber henüz gelen yok. Bunu kesinlikle küçümsemek için

İnsanların Alancha'dan çıktıktan sonra yaşadıkları deneyimi nasıl tanımlamalarını isterdin? Naif, yaratıcı, eşsiz bir deneyimdi deseler mutlu olurum. 61


INTERVIEW/CINEMA

GUILLAUME CANET

Tam Zamanında

Guillaume Canet ile Madison Avenue’daki Jaeger-LeCoultre butiğindeki ilk randevumuz, son derece uğraşışız, abartısız ama bir yandan da ışık saçan bu pozları verdiği fotoğraf çekimimizle başlıyor. Ardından, Guillaume, gerçek bir Parizyen olarak tüm nezaketiyle sorularımızı cevaplıyor, kendini ifade edişi ustaca. Basit sözcüklerle derin cümleler kuruyor. En çok kullandığı kelime ise “samimiyet”. Ve ona göre aktörler dünyanın en dürüst insanları. İşini taparcasına seviyor ama bazen hava almaya da ihtiyacı oluyor. Öyle zamanlar için bazen setlere bile yanında götürdüğü paraşüt çantası var. Keşfetmek için yaşıyor, çok meraklı, herkesle, her şeyle çok ilgili. Daha yolun başında denilen yönetmenlerle çalışmayı seviyor. Yazmayı okulda, yönetmenliği yazarken, aktörlüğü yönetmen olmaya çalışırken keşfederken, Guillaume hayatı anlamaya hep kendisinden başlıyor. röportaj ece bildiren fotoğraflar didem civginoğlu

XOXO The Mag


Next Time I’ll Aim For The Heart, 2014

Herkesin New York’u sevme nedeni farklı. Sizinki ne? New York’ta çok anım var. Bir buçuk yıl önce Clive Owen ile Kan Bağları filmini burada çektik. Mekanlarımızı ararken, Brooklyn ve Bronx’un hiç bilmediğimiz ücra köşelerini keşfettik. O altı ay içinde bu şehirle daha da yakınlaştığımı hissettim. Buranın kendine has bir enerjisi var. Yüksek mineralli toprakların enerjisiyle insanlar da sürekli enerjikler, herkes yollarda hızlı hızlı yürüyor. Ayrıca buradaki kültürel çeşitlilik de beni çok etkiliyor. Bu çeşitlilikten etkilenen pek çok sanatçı gibi belki ben de bir gün burada yaşayabilirim.

insanım. Aslında fazla söze gerek yok. Kolumdaki saat Grande Reverso Calendar, beni çok iyi özetliyor. Artık saatlerden ziyade hayatımızın gerçek lüksü “zaman.” Siz bu kadar çok yönlü bir sanatçı olarak zamanınızı nasıl planlıyorsunuz? Özellikle film çekme ve at yarışlarına hazırlanmanın yanına babalık eklendiğinden beri, zaman benim için müthiş kıymetli oldu. Planlama, bana göre, doğru konuya doğru miktarda zaman harcama tercihini yapabilmek demek. Ben de baba olduğumdan beri zamanımı planlarken her şeyden önce oğlumu ilk sırada tutuyorum.

Paris’i bırakmaya razı mısınız yani? Yakın zamanda değil çünkü evimi buraya taşısam bile atımı getiremem. O benim için oldukça kıymetli. Son yıllarda yeniden vakit ayırmaya başladığım ve çok önemsediğim bir binicilik merakım var. 20 yıl sonra ilk kez çocukluğumu geçirdiğim sahaya geri döndüm, dolayısıyla atım ve yeniden yarışabiliyor olmak benim için sinema kadar önemli.

Baba olmak hayatınızda başka neleri değiştirdi? Bana, tüm hayatım boyunca fazlasıyla umursadığım birçok şeyin aslında ne kadar önemsiz olduğunu öğretti. Doğru noktalara odaklanmama yardımcı oldu. Beni tedirgin eden, üzerimde stres yaratan her şey, üç buçuk yaşındaki oğlumun ne kadar önemli olduğu gerçeğinin yanında silinip gitti.

Yarışçı kimliğinizin, Jaeger-LeCoultre’nin yüzü olmanızda rolü var mı? Tabii ki. Jaeger-LeCoultre’nin benim de favorim olan, kadranı ters dönebilen Reverse modelleri, 1930’larda Polo oynarken saatinin kadranı kırılan bir şirket çalışanı tarafından tasarlanmış. Marka, o yıllardan beri dünyanın en önemli binicilik ve Polo oyunlarının baş sponsoru olarak sektörde yer alıyor. Ben aslında Jaeger-LeCoultre ile bir araya gelmeden önce saat ya da aksesuar kullanan biri değildim. Ama etrafımda dur durak bilmeden saatlerden konuşmaktan hoşlanan, koleksiyoncu arkadaşlarım hep vardı. Ve açıkçası onların saatleri neden bu kadar önemsediklerini anlayamıyordum -ta ki Jaeger-LeCoultre’nin İsviçre’deki fabrikasında saat yapımına şahit olana kadar. O fabrika ziyareti benim için muhteşem bir deneyimdi. En çok şaşırdığım şey ise, bazı saatlerin yapım süresinin dokuz ayı bulabildiği bilgisi oldu. Verilen emeğe, zamana, insanların tutkusuna hayret ederek, mikroskobik detayların bir araya gelişini hayranlıkla izledim. Artık saatime bakarken saat dışında başka şeyler de görüyorum.

Marcel sizinle film setlerine geliyor mu? Evet, sık sık geliyor. Hatta bir seri katili oynadığım son filmim Next Time I’ll Aim For The Heart’ın çekimleri sırasında beni karavanda bekliyordu. Çekimin son sahnesinde, canlandırdığım karakter bir genç kıza ateş ediyordu. O sahnede her tarafıma bol bol yapay kan sıçradı tabii. Çekim bittikten sonra ara verdik, hemen oğlumun yanına koşmak istedim. E tabii tüm set üstüme atlayıp, “Dur nereye gidiyorsun, önce kanları sil.” diye beni durdurdu. Marcel’le vakit geçirmek söz konusu olduğunda, bazen sette olduğumu veya üstümde başımda ne olduğunu tamamen unutuyorum. O zaman iyi baba olmayı becerebiliyorsunuz. Bunun için samimi bir gayret gösterdiğimi biliyorum ama iyi bir baba olup olamadığınızı ancak çocuğunuz söyleyebilir. Evet, bizi bu filmde tehlikeli, şizofren bir katille tanıştırdınız. Tatlı, romantik karakterleriniz geçmişte mi kaldı? Aktör olmanın en sevdiğim yönü, birbiriyle bağdaşmayan karakterleri canlandırmak. Çok farklı duygular ve karakterlerle empati yapmak

Bir kol saati, sahibi hakkında pek çok şey söyler. Sizinki ne söylüyor? Ben pırlantalı, ışıltılı saatler takamam. Klasik bir zevki olan, sade bir 63


zorunda olmak, farklı dünyalarda keşifler yapmak... Hep aynı, size yakıştırılan tipi canlandırarak iyi aktör olamazsınız. Yönetmenleri “kötüyü” iyi oynayabileceğime dair ikna etmek, bu konuda onların güvenlerini kazanmak zamanımı aldı ama galiba başardım. Çok seçici bir aktör olarak bu role sizi ikna eden neydi? Bir tarafta, yaptıklarından utanan, istemeden, hatta korkarak öldüren şizofren bir katil var. Diğer tarafta ise, o katilin işlediği suçları araştırıp, onu yakalamak için görevde olan bir polis. Canlandırdığım karakterin çok farklı duyguların iç içe geçtiği bir dünyası var. Bu rolle ilgili teklifi aldığım anda bu karışık ruhla empati kurmak istedim. Ve tabii senaryonun gerçek bir hikayeden uyarlanmış olması da beni etkileyen bir faktördü. Bu kadar uzak bir psikolojiyle empati kurmak nasıl mümkün olabilir? Olabildiğince çok psikoloji kitabı okudum, belgeseller izledim. Filmdeki karakterle empati yapabilmek için tüm kaynaklardan bu adamın psikolojisiyle bağlantı kurmaya çalıştım. Bu filmin en sevdiğim taraflarından biri, izlemeye başladığınız anda katilin kim olduğuna dair hiçbir şey bilmiyor olmanız. Resmen onun tarafından, onu anlamaya çalışarak izliyorsunuz filmi. Gizem yok, cinayet çözmek yok. Paris’teki gösterimden sonra bazı izleyiciler “Bu adam bir cani ama yakalanmasını hiç istemedik.” yorumunu yaptılar. Ben de oynarken aynı şeyi hissettim. Hapse girmesini istemedim çünkü o da katil olduğu gerçeğini kabul etmek istemiyordu. Yine bu yıl içinde vizyona girecek Icon filminde Michele Ferrari’yi canlandırdınız. Nasıl bir deneyimdi? Muhteşemdi. Filmin çekimleri bitmiş olmasına rağmen hala bu role neden beni seçtiklerini bilmiyorum! Michele Ferrari’ye ne tip olarak benziyorum, ne İtalyanım, ne de hareketlerim onu çağrıştırıyor. Hiçbir ortak noktamız yok. Ama yönetmenimiz bir şekilde onu benim canlandırmamı istedi, hatta bu konuyu benimle görüşmek için toplantıya Londra’dan geldi. Hala inanamıyorum. Kafamı kel yaptık,

makyajla yüzümü değiştirdik, kilo verdim, İtalyan aksanıyla konuşmak için dersler aldım. Çok rahat oynayabildiğim, sarkastik bir karakterdi ve onu canlandırmak çok zevkliydi. Kostüm, kilo değişimi, saç, makyaj gibi görsel destekler sizi nasıl etkiliyor? Onlara çok şey borçluyum. Mesela Next Time I’II Aim For The Heart’ta oynadığım karakter topuk sesi çıkartan botlar giyiyor. Bir yakın plan sahnesinde, ayağımda kendi Ugg botlarım kalmıştı, nasılsa ayaklarım gözükmeyecek diye değiştirmedik. Fakat o topuk sesi olmadan bir türlü güzel bir oyun çıkartamadım. Öyle ki yönetmenim Cédric, “Ayakkabılarını değiştir, bu yumuşak botlarla Franck olamıyorsun.” dedi. Amerikan sinemalarında sık sık İtalyan, Fransız hatta bazen Türk, ya da Orta Doğu filmleri görmeye başladık. Amerikalı izleyicinin bağımsız filmlere bakışı değişiyor mu? Kesinlikle. Eskiden ABD’de Fransız filmi göremezdiniz. Şimdi insanlar bağımsız filmlerle daha ilgililer, bu konuya daha meraklılar. Hollywood’un yabancı yönetmen ve yazarlara ihtiyacı var. O yüzden Iñárritu, Alfonso Cuaron gibi yönetmenler Hollywood sistemi içinde çok önemli yerler edindiler. Onların kendilerine has hikaye anlatma stilleri var, ve izleyici de farklı bakış açıları görmeyi talep ediyor. Hiç Türk filmi izlediniz mi? Kış Uykusu’nu izledim, çok güzel bir filmdi, hatta Nuri Bilge Ceylan ile Paris’te tanışmıştım. Hayatınızın filmleri? Rules of the Game ve I am Cuba. İkisi de benim için birer şaheser. İsminizi nerede görsek yanında aktör, yönetmen, yazar diye bir açıklama oluyor. Hangisi en çok sizsiniz? Ben her zaman kendimim. Ve bence esas önemli olan, insanın ne yaptığı değil kim olduğudur.

XOXO The Mag


65


Š2015 Vans Inc.

XOXO The Mag


67


FILE

SOME WOMEN OF SEA hazırlayan merve yeşilçimen fotoğraflar özkan önal

Şahika Ercümen Sudayken kendini nasıl hissediyorsun? En yalın haliyle özgürüm. Burası bambaşka, büyülü bir dünya…

içmemiz gerektiği söylenir ama spor yapanlarda bu miktarın daha fazla olması gerekiyor.

Peki, neden sualtı? Derinlere indikçe kendi derinliklerimi keşfediyorum. Zira limitlerin sadece zihnimizde var olduğunu düşünüyorum, her daldığımda limitlerimi aşıyorum ve her seferinde adeta yeniden doğuyor gibi hissediyorum.

Dalış senin için sadece bir spor değil, aynı zamanda sosyal sorumluluk projelerinde de yer alıyorsun. Çocukluğumda geçirdiğim astım rahatsızlığı sonrası hayatı daha da önemsiyorum. Rekor kırmaktan ziyade, yaşamlarına dokunabildiğim hayatlar benim için daha değerli. Tüm rekor denemelerimizi mutlaka bir sosyal sorumluluk projesiyle birleştirerek, her seferinde nesli tükenmekte olan farklı bir deniz canlısına dikkat çekiyoruz. Denizlerimizin temizliği hem bizler hem gelecek nesiller için çok önemli. Sık sık engellilerle dalış yapıyoruz. Son rekorda ekibimizle birlikte engelli dalış eğitmeni Ufuk Koçak’ı da bu süreçte çalıştırarak, 22 metreye inmesine ve bu dalda rekor kıran ilk engelli sporcu olmasına şahit olduk. Gerçekten çok gurur verici bir andı.

Seni besleyen tarafları neler? Sualtı insanın daha duyarlı olmasını sağlıyor. Örneğin nefes alırken daha fazla koku alabiliyorum, gözlerimi kapattığımda sesleri bambaşka şekilde duyuyorum. Bu da hayatı harmoni içinde yaşamamı sağlıyor. Altı dünya rekoru ve şu ana dek yüzlerce kazanılmış madalya… Disiplinli çalışmak ve özverili olmaktan öte, yetenek ve şans faktörleri ne kadar etkili sence? Bu kadar başarı bütün bu faktörlerin hepsi bir araya gelince ortaya çıkıyor. Disiplinli çalışan ve özverili olan birinin, bir de o işe karşı yeteneği varsa başarıya ulaşması biraz daha kolaylaşıyor. Nefes tutmanın püf noktaları neler? İyi bir konsantrasyonla, istemli olarak, dakikalarca nefes alma ihtiyacınızı erteleyebiliyorsunuz. Beslenme ve diyet uzmanlığı lisansın var. Uyguladığın özel bir beslenme programı var mı? İki tutkumun birbirini bu kadar tamamlıyor olması benim için büyük bir şans. Özellikle yoğun antrenman döneminde, bol protein, sağlıklı yağ içeren ızgara et, baklagil ve sebze tüketmeye dikkat ediyorum. Tabii günlük sıvı ve su tüketimi de çok önemli. Günde en az sekiz bardak su

Sana göre dünyanın en güzel dalış bölgesi hangisi? Dalış imkanları, coğrafyası ve etnik kültürü bakımından Endonezya, ancak derinlik için Mısır veya Bahamalar’daki Blue Hole. Türkiye’de ise Kaş diyebilirim. Sporcuların bir süre sonra farklı alanlara kayması kaçınılmaz bir durum mu? Sunuculuk ve oyunculuktan çok keyif alıyorum ancak benim asıl mesleğim diyetisyenlik ve dalış. Sağlığım el verdiğince yapmayı düşündüğüm dalışla birlikte sporcu kişiliğimden ödün vermediğim sürece, her türlü projeye açığım. Yeter ki hiç durmadan üretebileyim. Dalış dışında ilgilendiğin sporlar var mı? Suda olduğum sürece her spora varım. Sualtı hokeyi, sörf, offshore. Yılda birkaç kez snowboard yapmaya da çalışıyorum.

XOXO The Mag


diesel.cOM/watches

#dieselwatch saat&saat diesel saatlerinin ve takılarının türkiye’deki tek yetkili distribütörüdür.


FILE

Bilge Öztürk Sana ilham veren bir kadın var mı? Ailemin kadınları. Birbirimizin en iyi arkadaşları, en büyük destekçileri, neşe ve ilham kaynaklarıyız. Kiteboard öğrenmeye nasıl karar verdin? Kiteboard ile tanışmam bir Hawaii tatilinde oldu. Sahil boyunda arabayla gezerken, havada rengarenk dev kelebekler gördüğümü sandım ve bunların aslında birer kiteboard olduklarını fark ettiğimde, ben de bu sporu öğrenmeye karar verdim. Türkiye’ye döndüğümde kiteboard'un ülkemizde de yapıldığını ve hatta bizdeki bazı kiteboard noktalarının dünyadaki en elverişli bölgelerden olduğunu öğrendim. Hobi olarak başladığım bu sporda 2011 yılında profesyonel seviyeye ulaştım ve milli yarışçı sıfatına terfi etmiş oldum. Bu sporun seni besleyen tarafları neler? Kiteboard bir yaşam biçimi. Rüzgar gücüyle hareket eden uçurtma, doğayla bütün olan insan, deniz, güneş… Hem bedenime hem de ruhuma çok iyi geliyor. Huzur veren bir terapi gibi ama aynı zamanda adrenalin de veriyor. Hızı seviyorsun o zaman. Evet, ama kontrolsüzlüğü sevmiyorum. Sanılanın aksine, kiteboard ekstrem spor olarak sayılmasına rağmen birçok spor dalına oranla çok daha güvenli. Risk, profesyonel seviyede yaptığınızda biraz daha artıyor tabii, zira sınırları zorlamak ve daha iyisini yapmak yarışma psikolojisinde devreye giriyor. Benim için hızlı olmak ve en iyi taktikle parkuru bitirmek önemli. Avrupa Kiteboard Şampiyonası, Dünya Kiteboard Şampiyonası ve sırada 2016 Olimpiyatları var… Evet öncelikle Haziran ayında Bozcaada’da Avrupa Şampiyonası

olacak. Daha önce Dünya Şampiyonası’na da ev sahipliği yapmıştık. Olimpiyatlar için tüm kiteboard camiası olarak çok heyecanlıyız. Kotaların belirlenmesi, standartların oluşturulması, kuralların olimpik seviyede tekrar düzenlenmesi gibi hususlarda çalışmalar devam ediyor. Katıldığın yarışlarda yaşadığın bir talihsizlik var mı? Olmaz mı! İki yıl önce Çin’de Dünya Şampiyonası’na gittim, yarış malzemelerim yarışa bir saat kala geldi ve ben o panikle suya çıktım. Bu stres ve üzüntüden dolayı hasta oldum ve 40 derece ateşle yarıştım. Tayland, Prambui’de katıldığım bir yarışta ise parkurun açıklarına balıkçı ağı örülmüştü. Açıyı tutturabilmek için parkuru biraz geniş aldım ve balıkçı ağlarına takılıp, zehirli bir deniz anasının üzerine düştüm. Giydiğim wetsuit kollarımı ve bacaklarımı kapatıyordu ama paçası sıyrıldığı için denizanası bacağıma yapıştı. Neyse ki hemen müdahale edildiği için yara izi kalmadı. Ama acısını unutamam. Avukatlığı bırakıp hayatını bu spora adamak istiyor musun? Hayatımı ikisini de sürdürecek şekilde ayarlıyorum. Hem iş hayatımı devam ettirip hem de bir yandan yarışları takip ediyorum. Tabii ki kendimi yalnızca yarışmaya adayabilsem çok daha iyi sonuçlar alabilirim. Ancak sponsor desteği olmadan yalnızca bu amaç için çalışmak mümkün olmuyor. Motive olmak için kendine neler söylersin? “Tek sınırın beynin.” Yapamayacağınızı düşündüğünüz zaman, bu sizi gerçekten engelliyor. Kendi kendimize sınırlar koyuyoruz ve bunun farkında bile olmuyoruz. Bu sebeple inanç ve azim gerekli. Bir de bir antrenörden duyduğum “yetenek israfı” tabiri beni çok etkilemişti. Yani kendine sınırlar koydukça, olumsuz düşündükçe, gerektiği gibi çalışmadıkça, yeteneğe rağmen sonuç alınamıyor, o potansiyel değerlendirilemiyor.

XOXO The Mag



FILE

Esra Seren Kavuk Yelkene dair zihninde ilk beliren görüntüyü tasvir eder misin? Yelken denince uçsuz bucaksız bir deniz ve yarıştığım günler aklıma geliyor. Yelkenlide olmanın vermiş olduğu huzur ve bunun yanı sıra dalga sesleri, güzel bir rüzgar, güneşli bir günde ardı ardına gerçekleşen yarışlar… Bütün yelken hayatım kamplar ve yarışlarla geçti. Bu sebeple asla unutamayacağım anlar var. İstanbul Yelken Kulübü’nde ne kadardır viskomodorluk yapıyorsun? 2014 Şubat'ından beri İYK’nın viskomodoru ve yönetim kurulu üyesiyim. Türkiye’nin en büyük ve köklü yelken kulübünün üyesi olmanın ayrıcalığını yaşıyorum. Amacımız yelken sporunun gelişimini sağlamak, örnek bir kulüp olmak ve sporcularımıza maksimum konforu sunarak onların başarılı olmalarını sağlamak. Yarış yelkenciliğiyle ilgilendiğin dönemde nasıl bir rutinin vardı? Yelkene yedi yaşındayken, yaz dönemini doldurmak amacıyla başladım. Kursu başarıyla bitirince D takımına seçildim ve kışın da devam ettim. Yaklaşık 17 yaşına kadar hayatım yarış, kamp ve antrenmandan ibaretti. Hatta çoğu zaman okul aktivitelerine ya da düzenlenen etkinliklere ve gezilere katılamadım. O dönemleri özlüyor musun? Evet, çok özlüyorum… Günlerim milli sporculuğun vermiş olduğu disiplin ve çalışmayla geçiyordu. Çok küçük yaşlarda üç sene üst üste Balkan Şampiyonu oldum, aynı senelerde yine üç sene Türkiye şampiyonu oldum, bir sürü yarışta birincilikler ve dereceler kazandım. XOXO The Mag

Kısacası, çok özel ve güzel anılarla dolu bir sporculuk geçmişim oldu. En büyük kazanımlarımdan biri de takım ve birey olmayı çok küçük yaşta öğrenmemdir. Denizden uzak kalmak senin için zor olmalı…. Öyle, zaten hiç uzak kalamıyorum. Her sene mutlaka yelkenli bir teknede vakit geçirmek için plan yaparım. Şu anda ailemin Ayvalık’taki teknesiyle vakit buldukça açılıyorum. Denizi gören bir evim olduğu için de kendimi çok şanslı hissediyorum. Ayrıca kulübümüz, şehrin en güzel manzarasına sahip. Bu sebeple her hafta sonunu, orada, sporcular ve yelken tutkunlarıyla geçiriyorum. Yelkeni senin için eşsiz kılan ne? Huzur veriyor olması ve sağladığı pozitif enerji diyebilirim. Onu farklı kılan, üzerindeyken tüm düşüncelerinizden uzaklaşıp sadece kendinizle kalabilmenizdir. Ailende bu sporla ilgilenen başka biri var mı? Annem ve babam da yelkenci, ayrıca ikisi de aynı zamanda milli yelken hakemliği yaptılar. Hem kaptan ehliyetleri hem de uluslararası hakemlik sertifikaları var. Bu sporu hiç denememiş olanlara söylemek istediğin bir şey var mı? Yelkenin yaşı yok. Bu sebeple yelken yapmak için hiçbir zaman geç değil. Küçükler yelken kursuna, yetişkinler ise yat kursuna yazılabilirler. Herkes, yelken sporunun kişiye kattığı disiplini ve deniz sevgisini tatmalı.



FILE

Burçe Vardarlı Zor bir sporla uğraşıyorsun. Pes etmeyi hiç düşündün mü? Evet, düşündüğüm oldu, çünkü rüzgar sörfü gerçekten çok zor ve emek isteyen bir spor. Öğrenciyken bütün okul ve spor hayatımı sörfe göre planlıyordum. Annem her gün beni Alaçatı’ya götürüp, akşama kadar orada bekliyordu ve işim bittiğinde eve geri götürüyordu. Sörfe başlamanın ardında mutlaka bir hikaye vardır. Tamamen tesadüf. 16 yaşında, Alman arkadaşlarımı Alaçatı’ya sörf yapmaları için götürmüştüm. Onların ısrarları sonucu ben de denedim ve o günden sonra hayatımdaki her şeyi sörf etrafında kurgulamaya başladım. Peki bu spora istediğin kadar vakit ayırabiliyor musun? Rüzgar sörfü benim için yaşam biçimi demek. İş hayatıma ilk başladığımda sörfe ayıracağım zaman azalacak diye endişelenmiştim. Ama çalıştığım şirket (Globelink Ünimar) bu konuda bana güvenerek, hem manevi hem de maddi açıdan destek verdi. Onların sponsorluğunda 2015 yarışlarına katılıyorum. Şartlar ne olursa olsun sörfe ve yarışmaya devam edeceğim. Seçtiğin branşın yelken ve sörfle ortak noktalar taşıdığı malum, peki detaylarda nasıl ayrışıyor? Teknik alanlarda ve kullanılan malzemelerde farklılıkları var. Mesela yelken hem bireysel hem takım olarak yapılabilirken, rüzgar sörfü ve dalga sörfü sadece bireysel olarak yapılabiliyor. Rüzgar sörfü ve yelken için rüzgar gerekirken, dalga sörfü için sadece rüzgar yeterli olmaz. Malzeme farklılıklarına gelince, rüzgar sörfünde ana malzemeler board, yelken, direk, fin ve bumba, dalga sörfünde ise sadece board ve fin var. Yelken malzemeleri rüzgar sörf malzemelerine çok benzer ama bunları

daha büyük parçalar olarak düşünebilirsiniz. Rüzgar sörfü sana ne gibi zararlar veriyor? Bir kadın olarak estetik açıdan zorlanıyorsunuz. Elleriniz yara oluyor. Zaman zaman çarpmalardan ezilmeler, morluklar olabiliyor. Ancak suya çıkıp, rüzgarı arkanıza aldığınızda bunların hepsine değiyor. Peki sana ne katıyor? Hayat enerjisi veriyor; rüzgar sörfü benim mutluluk kaynağım… Suya çıktığım anda her şeyi unutuyorum. Yarışlara katılmaya nasıl karar verdin? Hırslı bir yapıya sahibim. Bunu bilen, çalışmalarımı gören sörf hocalarım yarışlara girmem konusunda beni desteklediler. Katıldığım ilk yarışmada da gençler kategorisinde birinci olunca devam etmemek olmazdı. Motivasyonunu yüksek tutmak adına neler yapıyorsun? Sörfle uğraşan arkadaşlarımla vakit geçirmek kesinlikle beni en çok motive eden şeylerin başında geliyor. Özellikle Çağla Kubat'la arkadaşlığımız benim için çok önemli ve özel. Onun çok yakın arkadaşım olması, aynı zamanda antrenman partneri olarak çalışmalarımıza da katkı sağlıyor. Bu sporda şans faktörü ne kadar etkili? Etkisi büyük. Örnek vermek gerekirse; yarış gününde karada 30 tane kurulmuş malzemenin içinden sadece benim iki direğim kırılıyorsa ben buna şanssızlık derim. Veya yarış anında, torba 10 kişi arasından tutup da sadece benim finime takılıyorsa bu da şansızlıktır.

XOXO The Mag



FILE

Buse Günaydın Suyla aran hep iyi miydi? 18 yılını suyla geçirmiş biri olarak normalde bu soruya evet demem gerekir ama hayır, değildi. Bebeklikten altı yaşıma kadar sudan korkan bir çocukmuşum. Bırakın havuza, denize girmeyi, beni iki kişi zor yıkıyorlarmış. Yüzücü olmak ve hatta Olimpiyatlar'a katılmak yakınlarını şaşırtmış olmalı.. Çocukluğumda, ailemden kimsenin yüzücü olacağımı düşündüğünü sanmıyorum. Her şey bir yaz tatilinde, babamın beni havuza sokmasıyla başladı. Daha sonra ailem beni bir kulübe yazdırdı, amaç sadece su korkumu yenmemi sağlamaktı. Kulübün baş antrenörü babama benim çok başarılı bir yüzücü olacağımı söylemiş. Kazandığım dereceler ve tüm antrenörlerimin yorumları Olimpiyat hedefimin gerçekleşebileceğini gösterdi. O yüzden başta olmasa da, sonrasında Olimpiyatlar'a katılmak beklenen bir hedefe dönüştü diyebilirim. Branş olarak kurbağalama tercihinin özel bir sebebi var mıydı? Belli bir yaşa kadar çocuklara her branş yüzdürülür. Aslında11 yaşıma kadar serbest yüzmede ve kelebek branşlarında daha iyiydim. 100 metre kurbağalama yarışında 12 yaş Türkiye rekorundan daha iyi bir derece elde etmemle birlikte bu branşa geçiş yaptım. Yüzme, zamana karşı yapılan bir spor olduğu için hangi branşta rakiplerinizden daha hızlıysanız o branşta devam ediyorsunuz. Kısa bir süre önce yarışları bırakma kararı almışsın. Bu kadar sevdiğin ve emek verdiğin bir spordan uzaklaşmak nasıl bir his? Aralık ayında son yarışıma katıldım ve profesyonel yüzme hayatımı burada noktalama kararı aldım. Açıkçası, yüzmeyi bıraktığımı daha yeni yeni anlayabiliyorum. İlk başlarda kendimi tatildeymiş gibi hissediyordum. Düşünün, 18 yıl hep sudaydım. Hayatım tamamen

yüzmeye göre planlanıyordu ve önceliğim hep yüzme oldu. İçinde yüzmeyi barındırmayan bir hayat şu an bana ilginç geliyor… Geri dönme ihtimalin var mı? Hayır. Yüzme hayatımı doğru zamanda ve istediğim başarılara ulaşarak bitirdiğime inanıyorum. Yurtiçinde ve yurtdışında yaptığın antrenmanları düşünürsek, sence yüzücüler için tasarlanmış en iyi tesis hangisi? En çok Eindhoven'daki Peter Van den Hoogenband tesisini beğenmiştim. Tam anlamıyla bir yüzücü yetiştirme tesisi. Özel test havuzlarından, spor salonlarına ve hatta özel buz havuzlarına kadar her ayrıntı düşünülmüş. Unutamadığın bir an var mı? 2012 yılında İstanbul’da düzenlenen Dünya Kısa Kulvar Şampiyonası'nda 100 metre kurbağalama yarı finalinde, seyircilerin ismimi tezahüratlarında kullanmaları. Yarışın bu nedenle bir süre başlayamaması beni inanılmaz heyecanlandırsa da, hiçbir zaman unutamayacağım bir andı. Tekniğini beğendiğin yüzücüler kimler? Kurbağalama branşında Ruta Meilutyte ve Yuliya Yefimova. Fiziksel ve ruhsal olarak yüzme seni nasıl etkiledi? Yüzmenin fiziksel etkileri hep olumlu oldu. En önemlisi sağlıklı bir çocukluk ve gençlik dönemi yaşadım. Yüzme özellikle yarış amaçlı yapıldığında antrenmanları çok ağır ve yorucu olan, fiziksel olduğu kadar zihinsel olarak da sınırları zorlayan bir spor. Bu süreçte başarılı günler kadar başarısız dönemlerim de oldu. Ama her sıkıntılı dönemi yeni bir mücadele ve başarı takip etti. Bu tecrübeler, daha mücadeleci bir yapıya sahip olmamı sağladı.

XOXO The Mag



INTERVIEW/MUSIC

UNKNOWN MORTAL ORCHESTRA SPONTANE SIFAT TAMLAMASI Ruban Nielson, hayatında bir değişiklik istediği için Yeni Zelanda’dan kaçıyor, sonra ilk demosunu bloggerlara kaptırmamak için de Unknown Mortal Orchestra’yı kuruyor. Tesadüfün böylesi; anonim kalmayı planladığı müzik kariyerine turneler ve övgü toplayan albümlerle devam ediyor. Yeni albümleri Multi Love çıkmadan ve dünya turneleri başlamadan önce Ruban’ı seyahat halindeyken yakalıyoruz, ruh halinden, ruhani durumlardan ve müziğin ruhundan bahsediyoruz. röportaj utku palamutçu fotoğraflar dusdin condren

XOXO The Mag


Bu aralar kendini nasıl hissediyorsun? Böyle güzel bir soruyla başladığın için öncelikle teşekkür ederim, kendimi çok iyi hissediyorum. 2015 epey yoğun bir yıl olarak başladı ve öyle de devam ediyor. Kendimi uykusuz gecelere ve konser sonrası yorgunluklarına alıştırdım.

İsmin arkasındaki hikaye ne? Gerçekten hiçbir hikayesi yok. Kendimizi bir orkestra gibi düşünüp başına da naif ve basit sıfatlar ekledik hepsi bu. Peki neden Yeni Zelanda’yı bırakıp ABD’ye taşındın? Müziğini üretmek için gerekli şartlar orada yok muydu? Aslında buraya taşınırken müzikle ilgili herhangi bir şey düşünmüyordum. Sadece, Yeni Zelanda benim evimdi ve oradan uzaklaşmam gerekiyordu. Sanırım dünyanın öteki ucuna taşınıp, Aralık ayında denize girilemeyeceğini kabullenmek yeterli ölçüde bir değişiklik oldu.

Yakın zamanda UMO olarak turneye çıkıyorsunuz, en çok hangi şehirde çalmak için can atıyorsun? Yaklaşık iki hafta sonra turne başlıyor ve yerimde duramıyorum. Sanırım en çok Berlin ve Londra için heyecanlıyım. Bu iki şehrin enerjisi beni çok etkiliyor. Berlin gerçek anlamda sanatla dolup taşıyor, Londra desen, orası da müzik dehalarına ev sahipliği yapmış bir yer. Tabii diğer tüm şehirler için de aynı heyecanı taşıyorum, her gün farklı bir şehirde biletlerin tükendiği haberi geliyor ve giderek büyüyoruz. Buna tanıklık etmek apayrı bir heyecan.

Ekip olarak nasıl bir araya geldiniz? Kendi kendime bir şeyler kaydetmeye başlamıştım ve bir gün kafama göre bir şarkıyı Bandcamp’e yükledim. Ffunny Ffriends adındaki parçayı bir kaç müzik blogu keşfetti ve şarkı gittikçe popüler olmaya başladı. Daha sonra birkaç plak şirketinden yeni kayıtlar oluşturmam için teklifler almaya başladım ama işin kötü tarafı bu teklifler geldiğinde ortada bir grup yoktu. Sadece ben ve benim gizli gizli kaydettiğim bir kaç demo vardı, hepsi bu. Ardından Jake Portrait’le iletişime geçtim ve benimle bas gitar çalmasını istedim, bir de bana bir baterist bulması için ona yalvardım. Daha hiçbir şeyi tam anlamıyla oturtmamışken bir turne teklifi bile aldık. Her şey o kadar kısa sürede oldu ki, bateristle anlaşıp kendimizi daha bir ekip gibi hissetmezken ilk konserimize doğru yol almaya başladık. Tam anlamıyla delilikti ama bunu grup olarak hissetmesek de hepimiz kendi içimizde çok kararlıydık ve bu olan şeyin her neyse güzel bir şey olmasını istiyorduk.

Bir önceki turnenizde Grizzly Bear’le birlikteydiniz, bu sefer tek başınızasınız. Bu sence daha iyi mi yoksa daha kötü bir durum mu? Şüphesiz daha iyi bir durum çünkü tamamen seni dinlemek için gelen bir izleyiciye hitap ediyorsun. Grizzly Bear gerçekten harika bir ekip ve onlarla olmak çok keyifliydi. Müzik ve sahneye hakimiyet hakkında onlardan pek çok şey kaptık ama bir süre sonra kendi ayaklarımızın üzerinde durmak zorundayız. O yüzden son zamanlarda bu tür tekliflere kapılarımızı kapattık ve sadece kendi konserlerimizi vermeyi tercih ediyoruz. Bu arada bu kadar yakına gelmişken turneye neden Türkiye’yi eklemediniz? Bu soruya verecek mantıklı bir cevabım yok, sanırım sizden sadece özür dileyebilirim. Zira İstanbul’u neden es geçtik aklım almıyor.

Anonim olarak paylaştığın bu şarkıyı bloggerlar üstlerine almaya çalışmışlar. Harekete geçene kadar şarkıyı başkası sahiplenseydi? Anonim olarak kalmamın tek bir sebebi vardı o da kendime tam anlamıyla 79


güvenemiyordum. Ailemden ve arkadaşlarımdan hiç kimse kayıt yaptığımı bilmiyordu, her şey olabildiğince gizli ilerliyordu. Ama internette dönen dolaplardan sonra açığa çıkmak ve cesaretimi toplamak zorundaydım yoksa bugün bu röportajı başka birisiyle yapıyor olabilirdiniz. 'Swim and Sleep (Like a Shark)' tam anlamıyla kırılma noktanız oldu. Yazdığım en iyi şarkılardan biri olduğunu düşünüyordum ama bu kadar büyük bir kitleye ulaşacağı asla aklımın ucundan geçmezdi. Aslında ilk demoyu kaydettiğimizde şarkı hiç içimize sinmemişti ve ikinci kez stüdyoya girip üzerinden geçtik. Bir noktada tıkanıyorduk ve o neydi hala çözmüş değiliz. Daha fazla zaman kaybetmemek için şarkıyı yayınladık ve aslında içimize sinmese de epey güzel ve duygu dolu bir şarkı olduğunu farkettik. Şarkının klibinde karşı komşusunu dikizlerken yakalanan çocuğa ne oldu? Uçkurunu kontrol etmeyi öğrendi ve karşı komşusuyla birbirlerine aşık oldular, birlikte yaşamaya başladılar ve düzenli bir seks hayatları var. Duygu dolu olduğunu iddia ettiğim şarkının hikayesini böyle bitiriyor olmam biraz garip oldu sanırım… Şarkıları yazarken bir alt metin kaygısı yaşıyor musun yoksa ritmin hissettirdikleri üzerinden mi ilerliyorsun? Bir şarkıyı kafamda önceden kurgulamayı hiç sevmiyorum. Bir anda aklıma gelen bir melodiden ya da bir kelimeden bir şeyler üretmek ve spontane olmak beni daha iyi anlatıyor. Bugün de oturup dünya barışıyla ya da Berlin’deki hipsterlarla ilgili bir şarkı yazayım diye uyanmıyorum yani. 'Multi Love'la ilgili nasıl geri dönüşler alıyorsunuz? Albümün tamamı çıktığında ilgi yoğun olacak mı? 'Swim and Sleep'ten sonra insanların en çok tepki verdiği şarkı oldu, tıklanma sayısı sürekli artıyor ve çok iyi yorumlar alıyoruz. Pop müzik dünyasından insanlar bile şarkıya tepki vermeye başladılar; olumlu yönde tabii. Önceden pop dünyasına olabildiğince uzak durmaya çalışırken sanırım artık bu dünyanın bana tepki vermesine kendimi daha hazır hissediyorum. Eski albümlerde daha underground bir tavır takınıyorduk ama şimdi müziğin bizi yönlendirdiği yöne doğru ilerliyoruz. Multi Love albümü de bu anlamda bizi biraz daha farklı bir yere taşıyacak diye düşünüyorum.

Pop dünyasına entegre olmaktan bahsediyorsun ama 'Multi Love'ın şaşırtıcı şekilde dini içerikli sözleri var… Dindarlıktan ziyade işin ruhani kısmına dokunmayı seviyorum. Bu illa pop müzikle gelen bir şey değil, tamamen benden kaynaklanan bir durum. Son zamanlarda daha ruhani, ya da daha yumuşak ifade etmek gerekirse, daha içsel şeylerle ilgileniyorum. Bu da doğal olarak kalemime yansıyor ve bence iyi de oluyor. Çok farklı yerlere çekilecek bir konuyu müzikle anlatmak daha akıl karı. Bu dönemde kimleri dinliyorsun peki? D’Angelo, Kendrick Lamar, Todd Terje, Morgan Delt, Vinyl Williams ve Toro y Moi gibi isimleri... Geçenlerde insanların senden nefret etmesinin imkansız olduğuna ve nefret edenlerin de henüz seni dinlemediklerine dair bir tweet atmıştın. Bunu aşırı özgüven mi yoksa pozitif olmak olarak mı yorumlamalıyız? İnsanlar birbirlerine ve ünlü insanlara internet üzerinden çok rahat bir şekilde küfür edebilirken ben daha henüz böyle bir şeye maruz kalmadım. Müziğimle ilgili kötü bir şey söyleyen ya da yorum yazan çıkmadığı için benden nefret eden kimse yok diye düşünmeye başladım. Müziğimle ilgili yapılan her türlü yorumu çok önemsiyorum ve sürekli olumlu yorum almak sanırım bana özgüven pompalıyor. Zaten bizden nefret etmelerine de gerek yok, bizler iyi insanlarız, güzel müzik yapıyoruz. Boş zamanlarında neler yapıyorsun? Genelde çocuklarımla vakit geçiyorum. Turneye çıktığımızda sürekli seyahat etmek ve evden uzakta kalmak zorundayım dolayısıyla onlarla vakit geçirmeyi çok özlüyorum. Eğer yapmam gereken bir şey yoksa, markete gidip ev alışverişi yapmak dışında evi terk etmemeyi tercih ediyorum. Peki sizin de genç bir grup olduğunuzu düşünürsek, yeni müzisyenlerin sürekli albüm çıkartmaları ve bu albümlerin çok çabuk tüketilmeleri ile ilgili ne düşünüyorsun? Tüketim çağında yaşadığımızı düşünürsek, benim istediğim tek şey 10 yıl sonra başka müzisyenler tarafından saygıyla anılmak. YouTube’da en çok tıklanan videolar arasında girmek ya da Twitter’da trending topic olmak beni ilgilendirmiyor. Müzik listelerini yeni albümüyle zorlayan bir indie grup olmak istemiyorum. Vakti geldiğinde albümümü çıkartırım, doyum noktasına ulaştığımda da yenisi için kolları sıvarım.

XOXO The Mag


MINI KİRALAMANIN PREMIUM ADRESİ. MINI SHOWROOMLARI.

Dilediğiniz otomobili, istediğiniz özellikleri ekleyerek uzun dönem kiralama imkanı şimdi Borusan Otomotiv Yetkili Satıcıları’nda.

Borusan Otomotiv İthalat ve Dağıtım A.Ş. // Ankara Borusan Oto Çankaya Antalya Kosifler Oto Antalya Bursa Teknik Oto Bursa - 2 İstanbul Borusan Oto Ataşehir • Borusan Oto Avcılar • Borusan Oto Dolmabahçe• Borusan Oto İstinye İzmir Özgörkey Otomotiv Kayseri İnciroğlu Otomotiv Mersin Borusan Oto Adana - Mersin 81


INTERVIEW/PEOPLE

ATHENA CALDERONE

Bak, Gör, Öğren, Uygula Bir İsveç atasözü, “öğle vakti, sabahın şüphe bile etmediği gerçekleri bilir” der. Takip eden sayfalarda evinde bizi ağırlayan Athena, kariyerinin öğle saatlerinin keyfini çıkarıyor. Aklının ucundan bile geçirmediği bir yola saparak Eye Swoon’u kuran ve artık uluslararası platformlarda yemek bloggerı olarak anılan ev sahibimiz, kariyerinin geri kalanı için artık daha planlı adımlar atıyor. Uzun zamandır kamerasına güvendiğimiz Jason Rodgers, değişen sıfatları arasında koşturma halinde olan Athena’yı bu kez model olmaya davet ediyor ve New York’ta keyifli bir bahar sabahı başlıyor...

elbise preen by thornton bregazzi, bileklikler jennifer fisher

röportaj aslin kumdagezer photographer jason rodgers styling shala rothenberg makeup alexis williams hair walton nuñez


tulum femme d'armes Çekim sırasında taşınacağından bahsetmiştin, çok sık taşınır mısın? Her üç senede bir taşınıyorum. Yaşadığım alanı yeniden tasarlamak ve evimi sil baştan kurmak beni çok heyecanlandırıyor. Etrafımda gördüklerimin bana zevk vermesi benim için çok önemli, onları içime çekiyorum. Eh, haliyle iyi ve zevkli tasarlanmış bir oda beni üretmem için sürekli tetikliyor.

bir pusula. Dolayısıyla işe sadece yemek bloggerı olarak başlamadım. Ama son zamanlarda rüzgar beni biraz daha yemek üzerine odaklanmaya itti. Belki de halihazırda doygunluğa ulaşmak üzere olan bir sektörün içerisine adım attın. Burada hayatta kalmak için kuralların var mı? Eye Swoon’u başlatmadan önce elime fotoğraf makinesi almışlığım yoktu. Hele yemek fotoğrafları çekmenin bana bu kadar zevk vereceği aklımın ucundan bile geçmezdi. Biraz klişe de olsa; gerçekten ciddi bir tutkuya ve yemekle yapabileceklerinizin sınırlarını zorlamaya ihtiyacınız var. Tabii tüm bunları yaparken de estetik olmaya ve kendinize güvenmeye de... Kendine güven konusunda benim en büyük yardımcım başka yemek bloglarına asla bakmamak, çünkü kıyas beni sadece köstekliyor.

Bu kadar sık taşınmak zor değil mi? Tabii çocuk oyuncağı diyemem, ama inan taşınmamak benim için daha zor. Röportaja başlamadan önce ne yedin? Açaí Bowl. Yemek yemek için favori bir saatin var mı? Gün içerisinde o kadar yoğun çalışıyorum ki, çoğu zaman, yemek yemeyi unutuyorum. Biliyorum, yaptığım işi düşününce biraz ironik geliyor. O yüzden kendimi şımartabildiğim yegane öğün akşam yemeği.

Tariflerinle alakalı endişelerin oluyor mu? Sadece evimde denediğim, aileme ve arkadaşlarıma yaptığım tarifleri blogda paylaşıyorum. Hepsi kendimce onaylı anlayacağınız. Eğer kafamda bir soru işareti varsa tarifin üzerinde biraz daha çalışıyorum. Ama profesyonel şefler ve onların yorumları beni korkutmuyor, aksine onlardan bir şeyler öğrenebildiğim için seviniyorum.

Blogunu başlatmadan önce ne yapıyordun? Rawlins Calderone adındaki iç mimarlık şirketimle ilgileniyordum. Hala da ilgileniyorum ama tabii artık daha az vakit ayırabiliyorum.

Tariflerini oluştururken diğer ülkelerde bulunabilir malzemeler kullanmaya dikkat ediyor musun? Hayır. Yerel ve mevsimsel malzemeler kullanmayı tercih ediyorum,

Yemek bloggerlığı neden ilgini çekti? Aslında Eye Swoon, dekor, tasarım ve yemeği aynı potada eritebilen 83


elbise cynthia rowley bileklik jennifer fisher dolayısıyla zaman zaman diğer ülkelerde bulunması zor şeyler kullanabiliyorum ama her daim damak tadınıza ve içgüdülerinize güvenip tarifi değiştirebilirsiniz. Peki yemek trendlerini takip ediyor musun? Bilinçli olarak bir akıma yakın hissettiğimi söyleyemem. Ama Eye Swoon, etrafındakileri gözlemek ve onları bir sayfa içerisinde özgün bir şekilde bir araya getirmek fikrinden doğdu. Haliyle çok sevdiğim ve sürekli gittiğim yerlerde belli bir pişirme tekniğine ya da malzemeye eğilim varsa ben de mutfağımda ve blogumda kesinlikle yer veriyorum. Blogdaki işbirliklerini nasıl yönetiyorsun? Hepsinin orijinal içerikler olması ve aynı estetiğe sahip olması da en önemli kriterim. Bunun yanında ben de başka sitelere katkıda bulunuyorum. Genelde benimle röportaj yaptıktan sonra onlar için bir şeyler yapmamı istiyorlar. Beni sıklıkla Refinery 29, The Coveteur, Style.com ya da Harper's Bazaar’da görebilirsiniz. Senin için en büyük sorulardan biri de ‘Bugün ne pişirsem?’ olmalı... Eh haliyle, gün içerisinde bir noktada kendime sorduğum bir soru bu, ama genellikle yerel pazarlardaki çeşitlilik bana her daim ilham veriyor. Restoranlara gittiğimde de sürekli küçük notlar alıyorum ve denemek için yeni yemekleri not ediyorum. Asıl büyük soru, halihazırda var olan bu tatlara nasıl kendi dokunuşumu katabileceğimle alakalı.

Gün içerisinde sürekli sıfat değiştirme halinle nasıl başa çıkıyorsun? Zaman zaman çok bunaltıcı olabiliyor. Evet, gün içerisinde farklı kreatif dallara dokunan bir işim olduğu için minnettarım ama aynı anda hem fotoğrafçı, hem blogger, hem stylist, hem anne, hem de eş olabilmek ve bunları hakkıyla yapabilmek deli işi. Çoğu zaman hafta sonlarını ve tatillerimizi iple çekiyorum. Tabii bu zamanlarda bile beynimi tamamen kapatamıyorum, maalesef... Blogun global olduktan sonra restoranlar konusunda daha dikkatli olmaya başladın mı? Mesela, kendine McDonald's’a gitmemek gibi kurallar koydun mu? Kulağa züppe gelmek istemem ama galiba McDonald's’a en son 10 yaşındayken gittim. Ama benim de kendimi şımarttığım gizli zevklerim var, ölçülü olmak şartıyla. Anne olduktan sonra mutfak alışkanlıkların nasıl değişti? Saymakla bitmez. 20’lerimin ilk yarısında evlenip ardından anne oldum. Dolayısıyla uzun bir süre boyunca kendimi evime ve ev ahalisini mutlu etmeye adadım. Sürekli yeni yemekler deneyip, eve her daim bir yenilik katmaya uğraşıyordum. Tabii, aslında tüm bunları yaparken, Eye Swoon’un temellerini attığımdan bir haberdim. Dolayısıyla aslında değişim sadece mutfakta olmadı. Bir restorana girdiğinde ilk neye dikkat edersin? Aydınlatmasına... Ardından da menüyü bana ne kadar çabuk getirdiklerine... Menü için uzun dakikalar beklemek beni sinir ediyor.

XOXO The Mag


elbise suno k羹pe flaca jewelry bileklik flaca jewelry ayakkab覺 tania spinelli


En son hangi restoran seni kendine hayran bıraktı? New York’taki El Rey, Estela ve Polo Bar.

Kendi restoranını açmayı düşünüyor musun? Evet planlarım var. Ama benim asıl hayalim bir restoranın ya da otelin tasarımını yapıp menüsünü de buna göre dizayn etmek. Belki bir gün...

Onsuz yaşayamayacağın bir yemek var mı? Asla taze otlu ve limonlu balığa hayır demem. Spektrumun diğer tarafında ise güzel bir New York Strip Steak beni her zaman tavlayabilen bir yemek olmuştur.

Gelecekte yapılacaklar listenin ilk üçünde neler var? Bir kitap yazmak, bir televizyon şovu hazırlayıp sunmak ve Hindistan, Tayland, Türkiye ve Mısır seyahati yapmak...

Mutfağını gözetliyoruz, seni nasıl görüyoruz? Yemek yapmak benim için meditatif bir süreç. O yüzden büyük ihtimalle tek başımayımdır ve şarkı söylüyorumdur.

Yemek pişirmeye vaktin olmadığında sığındığın bir tarif var mı? Kızarmış karnabahar.

Mutfakta gözünü korkutan bir malzeme var mı? Evde mürekkep balığı pişirme fikri beni biraz korkutuyor.

Mutfağında olmazsa olmaz aletler neler? İnce rende, süzgeç ve müthiş keskin bir bıçak.

Yemek pişiren sen olunca ailenin beklentileri artıyor mu? Etrafımdaki insanları mutlu etmeyi ve onları iyi ağırlamayı çok seviyorum. Başlarda yemek pişirmemin asıl nedeni, pişirdiklerimle insanları mutlu edebilmekti. Dolayısıyla ailemin beklentilerinden ziyade kendi beklentilerim beni asıl zorlayan oluyor.

Peki mutfağında asla ne göremeyiz? Kokulu mum.

Peki ailen senin için bir şeyler pişirdiğinde sonuç bir ziyafet mi yoksa felaket mi oluyor? Eğer bir gün mutfağa girdiklerini görseydim bu soruna cevap verebilirdim. Son zamanlarda seni yemekleriyle etkileyen bir film oldu mu? Yemeklerinden çok etkilenmesem de, Chef’i izlerken epey eğlendim.

Bahar için bize kolay bir tarif verir misin? Geçtiğimiz günlerde Los Angeles’ta bir arkadaşımla yediğim kızarmış ekmek üzerine bezelye ve naneli Burrata peyniri ezmesi inanılmazdı. Bu tarifi birazdan blogumda paylaşacağım ama öncesinde size anlatayım. 5-6 adet kuşkonmazı iri dilimler haline doğrayın, 30 saniyeliğine kaynayan tuzlu suya atın. Bir dilim köy ekmeğine sarımsaklı zeytinyağı sürün. Biraz tavada kızartın. Önceden haşladığınızbezelyeleri ve kuşkonmazı bir kaba koyun, üzerine biraz rendelenmiş limon kabuğu ve taze nane ekleyin. Zeytinyağı ve tuzla karıştırın. Burrata peynirini de içerisine ekleyip ekmek üzerinde servis edebilirsiniz.

XOXO The Mag



IN COLLABORATION WITH QUE

Bu bir ilandır.

an original idea by CO for QUE photographer gökhan yerebakmaz styling aslin kumdagezer, utku palamutçu hair talat kıvrak makeup orbay baş

Zeynep, biye detaylı triko ve yüksek bel geniş kesim pantolon giyiyor.

Hepsi Que.


ZEYNEP MURSALOĞLU Çocuk sahibi olmaya karar vermek zor mu? Bir süredir ailemizi genişletmeyi zaten düşünüyorduk ama hayat tarzımızı değiştirmeye cesaret edemiyorduk. Bir roadtrip sırasında peş peşe karşımıza çıkan aklı başında çocuklar, ilk defa “Yapsak mı?” diye düşünmemize sebep oldu. Son durağımızdaysa ev sahibimiz Türk ve Fransız çocuklarının farkını özetleyip, “Siz bu işe mucize gibi bakıp çocuğun etrafında pervane oluyorsunuz, o da sizi avucunun içine alıyor. Yüzbinlerce yıldır çocuklar doğuyor bu çok normal bir durum, o sizin hayatınıza uyum sağlamalı.“ dedi. Bu bakış açısı bizi cesaretlendirdi, "Hadi yapalım." dedik.

Şu an göründüğün gibi görünmeyi nasıl başarıyorsun? Eş, iş ve annelik görevlerini aynı anda yapmaya çalışarak...

Çocuğundan en fazla kaç gün uzak kalabiliyorsun? En uzun bir hafta kaldım. Tabii ki onu çok özlüyorum ve dönünce ondan hiç ayrılmak istemiyorum ama bunun bir o kadar da gerekli olduğunu düşünüyorum. Kendimi çok kaptırıp küçük detaylar ve pürüzlere fazla takılmamam için eşim ve kendimle baş başa kalmak için zaman ayırmaya çalışıyorum.

Hem iş hem annelik yan yana nasıl gidiyor? Ablamla ortak olup, Derin'i her fırsatta anneannesine postalayarak... Bence neye ne kadar vakit ayıracağınızı net belirlemek çok önemli, yine de Derin okula başlayana kadar hayat çok kolay olmayacak, biliyorum.

Çocuğunun seni en çok kızdıran hareketi ne? Şimdilik öyle bir hareketi yok, ‘terrible two’ dönemini heyecanla bekliyoruz.

Wow Mom deyince senin aklına kim geliyor? Gwyneth Paltrow, çok fit ve cool. Iron Man'de karın kasları 'wow'du gerçekten. Günün kaç saati gerçekten sana ait? Her gün aynı olmuyor, haftada 2-3 gün pilates yapıyorum o saatler tamamen benim. Projebir için her gün birkaç saat mutlaka ayırıyorum. Eşimle de ne olursa olsun atlamadığımız haftada bir akşam ‘date night’larımız var.

Anne olduktan sonra stilin nasıl evrildi? Hemen hemen hiç değişmedi diyebilirim. Hamileyken çok kilo aldım, normale dönünce eski kıyafetlerime de geri döndüm. Şimdilik tek fark, eskisi kadar mini elbiseler giymemem, Derin'le koştururken pek pratik olmuyor.


Şirin, perfore detaylı siyah deri ceket ve siyah jean giyiyor. Hepsi

Que.


ŞİRİN EDİGER BAYÜLGEN Çocuğunun sana öğrettiği bir şey var mı? Gerçek anlamıyla sevmeyi öğretti. Anne olduktan sonra en çok neye heyecanlanıyorsun? Kızımın her yaptığına, her söylediğine, her hareketine heyecanlanıyorum. Aynı zamanda çok da duygulanıyorum ama asla belli etmiyorum. Geçen gün koltukta uyuyordu, üzerini örttüm, gözlerini aralayıp bana bir bakışı vardı, gözlerim doldu. Hemen içeri kaçtım. Sence anne olmanın en zor yanı ne? Anne olunca evham duygusu ile tanışıyorsun. Bir de enteresan bir suçluluk hissiyatı oluyor üzerinde. Sezen Aksu, İstanbul doğduktan sonra bana tam da bu duyguları anlatan bir mektup yazmıştı. Mektubun sonunda dünyanın en güzel kulübüne hoş geldin diyordu. Zaman geçtikçe Sezen’in o mektupta ne demek istediğini daha da iyi anlıyorum. Özellikle çalışan kadınların hepsinde, annelik ve kendini gerçekleştirme arzusu arasında muhteşem bir savaşın söz konusu olduğunu düşünüyorum. Annelik öyle bir şey ki, içinden en önemli parçanı çıkarıp kendi bünyenin dışında büyütüyorsun, bu senin en değerli organın gibi, onsuz yaşamına devam etmen mümkün değil, ama bu parça ancak dış dünyada gelişebiliyor. Bir yandan onu en iyi şekilde beslemeye, geliştirmeye çalışıyorsun ve bir yandan da bunu yapabilmek için

kendini daha güçlü daha sağlam hale getirmeye uğraşıyorsun. Bu durum hamilelikte başlıyor. Sen ne kadar iyi beslenirsen, psikolojin ne kadar düzgün olursa, bebek de karnında o kadar sağlıklı oluyor. İşin zor tarafı doğumdan sonra bu inanılmaz bağı sürekli kılmakta. Çünkü hayat sadece beslenmekten, iyi uyumaktan, folik asit almaktan ibaret değil. Kadını kadın yapan çok daha farklı konular var. Bu anlamda çocuklarını seven babaların da, çocuklarının annesine kendini geliştirecek ve daha da güçlendirecek zaman, olanak ve her şeyden önemlisi de sevgiyi veriyor olması gerektiğini düşünüyorum. Anne olmak profesyonel hayatında aldığın kararları nasıl etkiledi? Anne olduktan sonra aslında belki de genel kanının aksine daha fazla risk alır hale geldim. Yani beni kimse yıkamaz modundayım, amazon kadını gibi... Çocuğumu takarım kolumun altına, ormanları geçer, bir su birikintisi bulurum. Biraz abarttım galiba! Bize anne olmakla ilgili yanlış bilinen bir ön yargı söyler misin? Anneler çılgındır ama etrafın müsaade ettiği kadar. Anneler komiktir ama bir yere kadar. Anneler ‘kafadır’ ama belli sınırlar çerçevesinde. Anneler cool’dur ama kendi çaplarında. Hep bi ‘eh’ durumu var.


Beliz, kuşgözü detaylı beyaz deri ceket ve yıkamalı jean giyiyor. Hepsi

Que.


BELİZ SARIYER Anne olduktan sonra en çok neye heyecanlanıyorsun? Aziz ile geçirdiğim her güne... Ve Aziz büyüdükçe daha da çok heyecanlanıyorum çünkü beraber yapabileceğimiz aktiviteler fazlalaşıyor. Bunlar oldukça naif aktiviteler de olabiliyor. Aziz'in çıkardığı daha önceden duymadığım heyecanlı tiz seslerden tutun da, hafta sonu gittiğimiz çiftliklerde lamaları, keçileri beslememiz, kaydıraktan beraber kaymamız, çiçek toplamamız, güneşin sıcağında parkta uyuyakalmamız gibi ufak şeyler bile beni heyecanlandırıyor. Beraber yeni bir hayat kuruyoruz... Basit ve tatlı. Çocuğunun sana öğrettiği bir şey var mı? Aslında hayatın ne kadar da basit olduğunu öğretti. Aziz ile yapmak istediğim bir sürü şey var. Sürekli, farklı bir gün geçirebilmek için araştırıyorum, soruyorum, soruşturuyorum. Hatta zaman zaman stres bile oluyorum, söyleniyorum. Kendimi yetersiz buluyorum. Ancak onunla geçirdiğim en tatlı günler hep plansız ve basit olanlar. Kum parkına gitmek mesela... O her şeyi ilk kez görüyor ve tanıyor. Benim uzun süredir baktığım ama görmediğim bir o kadar gerçek olan şeyleri tekrar tanımama, onun gözüyle bakmama sebep oluyor. Ben de onun dünyasına giriyorum ve çevremdeki olumsuzluklardan arınıyorum. Ta ki yetişkinlerin dünyasına dönene kadar. Sence anne olmanın en zor yanı ne? Zorlukları kimsenin kendi kendine itiraf edemeyeceği

kadar çok. Artık “Beliz” yok. “Beliz ve Aziz” var. Hatta bu hamilelikten itibaren başlıyor. Kendinize iyi bakmalısınız, iyi beslenmelisiniz, hasta olmamalısınız. Çünkü siz artık iki kişisiniz. Anne olmak profesyonel hayatında aldığın kararları nasıl etkiledi? Yaklaşık 12 senedir tasarım şefi olarak çalıştığım iç mimarlık ofislerinde, sabah 9 akşam 7 ve çoğu zaman hafta sonları da ofiste olmamı gerektiren bir iş tempom vardı. Severek yapıyordum. Aziz'den sonra bir karar aldım ve saatler konusunda daha esnek olabileceğim bir sisteme geçtim. Amaç, kesinlikle daha az çalışmak değil ancak evden çalıştığım sürece Aziz ile geçireceğim süreyi daha iyi ayarlayabiliyorum. Proje bazlı tasarım işlerinin yanı sıra haftada iki, yarım gün Bilgi Üniversitesi İç Mimarlık Bölümü'nde öğretim görevlisiyim. Hem anne olup hem başarılı bir iş kadını olabilmenin sence püf noktası ne? Gününüzün her saatinin iyi ve önceden planlanması. Yoksa domino taşı gibi hepsi devriliyor. Sonra her şey sil baştan... Her şeyi düşünmeniz planlamanız gerekiyor. Bir yardımcınız var ise onun gününü de planlıyorsunuz. Eşinizin de... Aziz'in ne yiyeceği, ne içeceği, ne giyeceği, nerede ve nasıl zaman geçireceği. Bezi, nemlendiricisi, şampuanı, oyuncağı, biberon fırçası, deterjanı derken... Aaa!


Merve, file ve deri detaylı siyah elbise, file detaylı dolgu topuk siyah ayakkabı giyiyor ve siyah beyaz zincir çanta taşıyor. Hepsi

Que.


MERVE KOTİL KOHEN Anne olduktan sonra en çok neye şaşırır oldun? Her şeyden çok kendime şaşırır oldum. Anneliğin getirdiği vicdan azabına ve bunun beni nasıl değiştirdiğine... Nasıl daha affedici ve yumuşak ruhlu bir insan olabildiğime....

gibi bir düşüncem şu zamana kadar olmadı, bundan sonra da bu fikrimi değiştirmem, diye düşünüyorum. Ama haliyle, hayatınızda bir çocuk varsa stilinizde de rahatlık biraz daha ön planda oluyor. Mesela spor ayakkabılar ve sırt çantalarından vazgeçemiyorum.

İkinci çocuk düşünüyor musun? Bence tek çocuk olarak büyümek de hiç kötü değil...

Şu an göründüğün gibi görünmeyi nasıl başarıyorsun? Ben genetik olarak şanslı kadınlardanım. Oldum olası ince yapılı bir kız oldum. Küçük yürüyüşler ve spor hayatımda her zaman oldu ama bunlar hiçbir zaman hayat tarzım olmadı. Anne olduktan sonra bile...

Yaptığın en klişe anne hareketi ne? Cem’e bir şeyler öğretmek adına otoriter durmaya ve pozisyon alarak sert olmaya çalışsam da, ağladığı zaman çaktırmadan yelkenlerimi suya indirebiliyorum. Anne olduktan sonra gardırobunda nasıl bir değişim oldu? Genel olarak boho chic kıyafetleri tercih ediyorum. Fiziğimin ve yaşımın kaldırdığını düşündüğüm her kıyafeti giyinebilirim. “Artık anne oldum bunu giyemem”

Wow Mom deyince senin aklına kim geliyor? Kendi hayatı olduğunu, çocuğunun da bir birey olduğunu unutmayan bir kadın geliyor. Çocuğuyla kendi hayatını entegre edebilen, onunla çocuk olabilen, onunla büyüyen ve kendini de unutmayan bir anne bana, hem görünüşüyle hem de varlığıyla 'wow' dedirtebilir.


İÇİND EK İLER yazı ayşecan ipek fotoğraf murat süyür/rpresenter cam şişeler/keyf interior vintage koleksiyonu'ndan

TERRE D'HERMÈS

The Mood Her adımında, hava, toprak ve suyla kurduğu derin bağı pekiştiren bir at, dört nala koşuyor. Baştan çıkarmak ya da arzulanmak gibi hedefleri olmayan, içe dönük, şimdinin içinde kalabilen, ilerisiyle ilgili planlar yapmayan bir tavır bu. Bu özel anı paylaşmak isteyenler tabii ki çıkabilir, bu da onların seçimi olur. The Juice Hermès parfümörü Jean-Claude Ellena, felsefi bir yaklaşımla maddeden toprağa, oradan da köklere uzanıyor. Ortaya çıkan mucize, odunsu, bitkisel ve mineral bir esans. Bu dikey yapıdaki parfüm, portakalın neşesine greyfurtun acımtırak aromasını ekledikten hemen sonra, biberin ve taze baharatların canlılığını kucaklıyor. Sedirin egemenliğinde, reçineyle benzoin eşliğinde derinleşiyor ve köklere dokunuyor. The Match Biberiyenin davetkar kokulu yapraklarının üzerine buz gibi maden suyu serpiştirdikten sonra birkaç salise boyunca odun ateşine tutun ve ardından da bu özel parfümü uzun uzun içinize çekin.

CHANEL ALLURE HOMME SPORT EAU DE TOILETTE

The Mood Sörfün üzerinde dalgalara da karışabilir, tenis kortunda ter de dökebilir, teknenin dümeninde rota da belirleyebilir, çıplak ayak kullandığı vintage spor arabasıyla virajları da arşınlayabilir. Macera, hız ve hareket. Durağan enerjiye karşı koyan, her yeni güne bir çocuğun iştahı ve hevesiyle başlayan bu adam için hayatı yaşamak bir zevk. The Juice Jacques Polge, Allure Homme'a taze ve keskin bir çerçeve çiziyor. Tene ilk olarak su notaları ve Chanel parfümlerinin alametifarikası aldehitler değiyor. Bu kristal girişin hemen ardından, şeffaf ve ışıltılı bir vetiverle ağırlaşmadan yoluna devam eden parfüm, baştan çıkarıcı bir üçlüyle son buluyor: Beyaz misk, tonka çekirdeği ve amber, Allure Homme'u hatırlatsa da artık bu tazeliği yok saymak için çok geç. The Match Allure Homme Sport için akla ilk gelen sıfat, bizce metalik. Şişe tasarımını da açıklayan bu durum, onu ışığı yutmadan yansıtmayı başaran, keskin görünümüne rağmen elle şekil verilebilen alüminyum folyoya yakıştırmamızı sağlıyor.


97


MAISON FRANCIS KURKDJIAN MASCULIN PLURIEL

The Mood Dönemin dikte ettiği 'yapılacaklar listesi'ne hiç düşünmeden arkasını dönen, özgürlük ve şehvet gibi gerçek duyguları takip eden bir arayış, zamansız ve sonsuz klasiğin peşinden gidiyor. Eşsiz katmanlarla tamamlanan bu süreç, klasiği normalle bir tutanlara göre değil. The Juice Francis Kurkdjian'ın tarzı açık ve net, bugüne kadar sayısız 'hit'e imza atmış parfümöri köşelerini yuvarlamakla pek de ilgilenmiyor. En nadide ham maddeleri en yalın formüllerle birleştirmekten vazgeçmeyen Kurkdjian, Masculin Pluriel'de Provence'tan lavanta absolute, yumuşak deri akoru, kırmızı sedir ağacı, Haiti vetiveri ve Hindistan'dan gelen özel bir paçuliyi kendi lisanında kombinliyor. The Match Gri ve kahverengi arasında gidip gelen bu çakır parfüm, yanına elbette değerli bir deri ya da süet parçası isteyecekti. Sahip olduğu kadife hissine, derinin özel kokusunu ekleyen Masculin Pluriel, doku olarak bu malzemeye son derece yakın duruyor.

GIORGIO ARMANI ACQUA DI GIÒ PROFUMO

The Mood Siyah kayalara çarpan su damlaları, büyük bir patlamaya sebep olmak üzere. Sessiz ve derinden gelen bir güçle karşı karşıyayız. Sahip olduğu gücü tek bir kısa ana sığdırmak yerine sabırla, parça parça yansıtan bu adamın denizden geldiğini sananlar yanılabilir. O, tüm gücünü topraktan alıyor. The Juice Alberto Morillas'ın 1996'da ilk defa tanıştığımız Acqua di Giò'yu da yaratmış olması bir tesadüf değil. Morillas, genç bir delikanlıyı burnuyla büyütmüş ve etkileyici bir adama dönüştürmüş. Profumo, orijinal versiyonla taze su notalarını paylaşsa da odunsu ve baharatlı bir yerlere doğru çekiliyor. Sardunya, adaçayı ve biberiyeyle yakaladığı aromatik tadı, paçuli ve tütsüyle derinleştiriyor. The Match Acqua di Giò Profumo'yu soğuk buzların içine sızan, yavaş yavaş derinlere yerleşen lacivert mürekkepten daha iyi ne anlatabilirdi? Hem denizden hem de topraktan güçlü öğeler taşıyan parfüm, bu kez siyah, mat bir şişenin içine gizleniyor, saydamlığınıysa sadece süren kişiye gösteriyor.


n11.com’la Kadınlar

Alışverişin Altın Çağını Yaşıyor Şimdi kadınlar tek tıkla akıllı alışveriş yapıyor, hem de 50 TL ve üzeri ilk moda alışverişlerinde altın kazanıyor.

/n11com

/n11com

/n11com

Digitalage Mart sayısında yayınlanan IAB Türkiye (iab.org.tr) Aralık 2014 verilerine göre n11.com kadınların en çok tercih ettiği Türk e-ticaret sitesidir. n11.com üyeleri, 16 Nisan - 06 Mayıs’da Giyim & Ayakkabı kategorisinden yapacakları 50 TL ve üstü alışverişlerinden 15 Haziran’a dek, aynı kategoride, 50 TL üstü alışverişlerinde geçerli 22 TL indirim kuponu veya Altın Ürün Kuponu kazanır. Mobil site ve uygulamadan sadece Altın Ürün Kuponu kazanılır.

99

Kampanya stoklarla sınırlıdır. n11.com’un kampanyayı durdurma ve değiştirme hakkı saklıdır. Detaylar: n11.com


PRADA LUNA ROSSA

The Mood Kontrastlarla dolu bir çekişme: Kırılganlık ve güç, yumuşaklık ve sertlik, hafiflik ve yoğunluk bir arada. Dalgaların üzerinde giderken duyulan yaşam sevinci, özgüvenin getirdiği bir umursamazlığın ardına gizleniyor. Açık deniz, tedirginlikten uzak, sonsuz ve dingin bir mutluluk kaynağı. The Juice Daniela Andrier'in Red Moon yelken takımı için tasarladığı bu parfüm, klasik ham maddelere Prada'nın yenilikçi yorumunu katıyor. Lavanta absolute ve acı portakalın hemen ardından yarışa adaçayı ve bahçe nanesini sokan Luna Rossa, her iyi sporcu gibi sürpriz darbesini sona saklıyor: Ambrette absolute ve ambroksan molekülü, zamansız bir şefkat göstererek hedefi onikiden vuruyor. The Match Yves Behar'ın modern yelkenlilerden yola çıkarak yaptığı şişe tasarımı, deniz tuzunun üzerinde heykelleşiyor. Aromatik kimliğini dip notalarındaki ambroksanla yumuşatan Luna Rossa, hiçbir su akoru barındırmasa da, onda vücudunda denizi taşıyan bir adamın izleri rahatlıkla görülebilir.

YVES SAINT LAURENT L'HOMME

The Mood Akşamın erken saatlerinde, güneş batmak üzereyken yapılan bir cin tonik keyfi. Açık renk takım elbisesinin içinde basit bir tişört giymişçesine rahat, kendinden emin ve davetkar görünen bir adam. Şekerli ve balsamlı abartılara gerek yok, kokusunun yanına iyice yaklaşıldığı zaman duyulması onun hoşuna gidiyor. The Juice Odunsu ve çiçeksi bir miskle karşı karşıyayız. Anne Flipo, Pierre Wargnye ve Dominique Ropion imzası taşıyan L'Homme, zencefil, bergamot ve limonla dinamizmi, baharatlar, beyaz biber, fesleğen ve menekşe yaprağıyla parlaklığı, tonka çekirdeği, Tahiti vetiveri ve sedir ağacıyla serinliği yakalıyor. Tazeliğe bir doz seksapel katmayı başaran bir parfüm varsa, işte o, bu. The Match Misket limonunun kabuğunu soyarken yaşayacağınız haz, başka çok az şeyde bulunur. İncecik, yeşil kabuğunun ardında neredeyse baharatlı ve ışıltılı bir esans gizleyen meyve, bu parfümün özeti olabilir.


101


THE DIFFERENT COMPANY SEL DE VETIVER

The Mood Beyaz çarşaflardan beyaz gömleğe kadar odadaki tüm şeffaflıklar, kendini rüzgara teslim ediyor. Denizden karaya doğru esen rüzgarın ilk durağı kıyıda yetişen yeşil bitkiler ve yabani otlar. Sabahın tazeliğinde gömlek yakasına sıkı sıkı tutunan bu koku, güneşin en tepeye çıktığı saatlerde kendini daha da fazla belli ediyor. The Juice Ellena ekolünün rafine ve mesafeli yaklaşımı, Sel de Vétiver'in tüm piramidinde kendini gösteriyor. Greyfurt, kakule ve bergamotla başlayan tazelik, Tahiti vetiveri, burbonlanmış sardunya ve ylang ylang'la bambaşka bir boyuta taşınıyor. Zambak, burbonlanmış vetiver ve deniz tuzu sayesinde parfüm, tene yerleştiği uzun saatler sonrasında bile canlılığını ve esnekliğini kaybetmiyor. The Match Dikenimsi ince yapraklarıyla toprağa yakın durmayı tercih eden, gözü asla yükseklerde olmayan vetiver, sıradan bir çalılık izlenimi verebilir. Bu özel parfüm için bizim tercihimiz parlak yeşil yapraklarıyla dikkat çeken, bulunduğu ortamın havasını da temizleyen Drasana oldu.

ETAT LIBRE D'ORANGE THE AFTERNOON OF A FAUN

The Mood Vaslav Nijinsky'nin skandallarla dolu dünyasına hoş geldiniz! Burada herkes kendi gerçeğini yaratmakta özgür, sınırlar yok, kurallar yok! Nijinsky, yerçekimine meydan okuyan sıçrayışlarıyla tanınıyordu ve puanta kalkabilen nadir baletlerdendi. İlham perisi gibi, klasiğin içinde uçlarda yaşamayı arayan bir adam. En zorunu ve en güzelini arzulayan. The Juice Vivian Bond ve Ralf Schwieger'in bu olfaktif düetiyle ilgili hiçbir şey sıradan ya da sıkıcı değil. The Afternoon of a Faun'u ilk kokladığınızda onu bitkisel bir ilaçla karıştırmanız pekala mümkün. Balzamik, baharatlı, dumanlı, tatlı ve bitkisel bir iksir olduğu ve herkesin ağız tadına uymadığı bir gerçek. Ancak bergamot, biber, tarçın, tütsü, gül, ölmez otu, yasemin, zambak, reçine, meşe yosunu, deri ve benzoin akorları içeren parfüm, doğru partnerini bulduğunda vazgeçilmez oluyor. The Match Nijinsky'nin herkes tarafından anlaşılamayacak karakterine, güçlü esansıyla 'ayrık otu' muamelesi gören, kimilerinin onsuz yapamadığı kimilerinin yanına bile yaklaşmadığı maydanozu uygun gördük. Özellikle saplarında kremsi bir rayiha taşıyan bu bitki, belki de esansın içinde yer almalıydı.


poltronafrau.com poltronafrau.com Ginger, Ginger, designed by Roberto Lazzeroni designed by Roberto Lazzeroni

Intelligenceininour ourhands. hands. Intelligence True beauty is more than skin deep. This is what we think at Poltrona Frau, which is why

Truewe beauty is moreplaced than skin what we thinkofatour Poltrona Frau,who which is why have always ourdeep. trust This in theisskillful hands craftsmen, lead every we have our trust in the skillful ofthe ourvery craftsmen, who lead every singlealways step ofplaced the manufacturing process andhands choose ďŹ nest raw materials. This single stepway of the manufacturing process andquality. choose the very ďŹ nest raw materials. This is our of offering you the best italian is our way of offering you the best italian quality.

Ayazma Yolu Sokak No:5 Etiler T: 212-2636406 www.bms-tr.com Ayazma Yolu Sokak No:5 Etiler T:103212-2636406 www.bms-tr.com


Bu bir ilandır.

an original idea by CO for ASICS fotoğraflar emircan soksan hazırlayanlar utku palamutçu, hande çelikkaya


LOTTA KAIJANTO Çok fazla seyahat ediyorum ve stilim sürekli bir değişim içerisinde. Bir gün beğendiğim bir parça ertesi gün asla tercih etmeyeceğim bir şeye dönüşebiliyor. Bu yüzden sade ve minimal kıyafetler benim için kolay ve güzel parçalar demek. Sanırım bu kadar değişkenin içinde asla vazgeçmeyeceğim tek şey sneaker’lar. Rahatıma düşkünlüğüm ve spor-şık stilim ayakkabıların bir sonucu diyebilirim.


YİĞİT DİKMEN Çok şatafatlı ve renkli giyinmeyi seven biri değilim. Sanırım stilimi sade ve cool olarak ifade edebilirim. Kendime yakıştırmadığım bir şeyi asla giymem, dolayısıyla aynaya baktığımda her zaman kendine güvenen güçlü bir adam görüyorum. Bu on yılda insanlar stil sahibi olmayı her ne kadar trendlerin zorladığı şeyleri giymek olarak algılasalar da benim için iyi hissettiğim her şey stilime göre uyarlanabilir. Bu da tarzımın kişiliğimi yansıtması demek.


BURCU TOKATLI Güzel giyinmek benim için tıpkı bir proje gibi, iyi markaları araştırıp favori parçalarımı seçiyorum. Hep aynı şeyleri giyiyormuş gibi görünsem de aslında gardırobumda çok farklı şeyler var. Bu farkı sokağa da taşımak için aynaya baktığımda bir gün öncekinden farklı ne giydim diye düşünüyorum. Rahat jean’ler, güzel sneaker’lar ve 90’ların ruhu beni ve stilimi yansıtıyor. Çünkü her stili aynı potada eritip kendime uyarlayabiliyorum.


GÜL KANIK Kıyafetlerimi seçerken hiçbir zaman cici bir kız olmanın peşinde olmadım, sanırım bu yüzden evden çıkarken aynaya baktığımda keşke biraz daha uyuyabilsem diye düşünüyorum. Stilim genelde çabasız ve durağan parçalardan oluşuyor; trendler ve markalar beni derinden etkilemediği sürece uzay boşluğunda süzülmeye devam edecek. Bu yüzden, sanırım klasik bir ipek gömlek, ince bir triko, skinny bir jean ve rahat sneaker’lar tam anlamıyla beni anlatıyor.


CEM SORGUÇ Stilimi tanımlamak benim için oldukça zor; o yüzden özelden genele gidip, detaylarda kaybolmadan her şeyi giyebilirim. Gün içerisinde de stilimi düşünmek yerine ‘Acaba bugün başıma neler gelecek?’ diye kafamda kuruyorum. Stil sahibi olmak günümüzde, birbirine benzer hayatları farklı gösterme gayretinden farklı bir şey olmadığına göre, benim de bunun üzerine kafa yormam gereksiz. Bu yüzden koyu renk bir jean, siyah bir ceket ve güzel bir gömlek beni tamamlıyor. Sneaker’lar da beni rahat ettiriyor.


INTERVIEW/DIALOGUE

B. HEINRICH & H. P. KUHN & H. WEBER

Noktalar Birleşince

“Sanat İçin Alan” mottosuyla Arter, son sergileri Spaceliner ile tam da bu konuya parmak basıyor. Desen üretiminin çok yönlülüğünü ve sergi alanının fiziksel mimarisini öne çıkaran sergi, farklı disiplinlerden gelen 17 sanatçıyı çizgi kavramı etrafında buluşturuyor. Küratör Barbara Heinrich, sanatçılardan Hans Peter Kuhn ve Heike Weber ile mekan ve desen üzerine bir sohbet gerçekleştirirken baharın gelişiyle derin bir nefes alıp, kendimizi çizgilerin dayanılmaz hafifliğine bırakıyoruz.

Barbara Heinrich / Fotoğraf: Eylül Aslan

moderasyon seza bali

Serginin başlığı ile başlayalım. Spaceliner, mekan ve çizgi kelimelerinden oluşan bir başlık, ve bize serginin kavramsal çerçevesini öneriyor. Sergi, Arter'in mimarisi ve bir o kadar da, en basit haliyle bir çizgi çizmek hakkında diyebilir miyiz? Barbara Heinrich: Ben bu sergiyi kafamda kurgularken, desen ve mekanın birbirleriyle olan ilişkisi ve desenin üç boyutlu olmasıyla ilgileniyordum. Sergide bu iki kavram bir araya geliyor. Öncelikle bir çizgiden bahsediyoruz, ki bu desenin en temel unsurlarından biridir ve bununla birlikte mekanı da bütün boyutlarıyla düşünüyoruz. Çizgi kendini kağıttan kurtarınca ne oluyor? Mekana giriyor, hacim kazanıyor, çok boyutlu oluyor. Heike Weber: Spaceliner'da çizgi mekanı öne çıkarıyor. Örneğin ben bir sismograf gibi çalışıyorum ve odanın yankısını çiziyorum. Hans Peter Kuhn: Benim için serginin başlığı çok uygundu çünkü benim işlerim her zaman içinde bulundukları mekanla alakalı oldu. Kullandığım floresan tüpler ise birer çizgi gibiler. İstiklal Caddesi İstanbul'un atardamarı, burası da eninde sonunda bir çizgi, neredeyse 2 km uzunluğunda... Spaceliner, Arter'le ve

içinde bulunduğu bölgeyle nasıl bir ilişki kuruyor? BH: Sergideki bütün sanatçılar onlara sunulan mekanla çalışıyor, bu mimariye bir tepki verip iş üretiyorlar. Bu serginin diğer bir özelliği de bütün sanatçıların düşünce biçimlerinin temelinde çizim ve desenin olması. İşlerini planlarken en başından beri mekanı, kurguladıkları kavramsal çerçevenin içine dahil ediyorlar. Mekan, çalıştıkları yüzey oluyor; kağıt veya tuval yerine odalar ve duvarlar var. HW: Evet, sergi alanı tıpkı boş bir kağıt rolünde. HPK: Barbara beni sergiye davet ettiğinde aklıma gelen ilk şey lineer ve sade bir iş yapmak oldu. Binayı ve içinde bulunduğu semti de ele alarak, Arter'in yan sokağından başlayıp İstiklal Caddesi'ne kadar uzanan, binanın bir tarafından girip diğer tarafından çıkan ve binayı işgal eden bir iş yapmak istedim. Dediğin gibi İstiklal Caddesi düz bir çizgi ve benim işim diyagonal. Bu işte de yaptığım gibi normları ve doğruları bozmayı seviyorum. BH: Ben de bu sergide iç mekanla sokağı birbirine bağlayan işler bulunmasını istedim ve Hans eseriyle bunu yapıyor. Sonuçta Arter binasının bulunduğu yer de önemli bir kamusal alan. HW: Hans diyagonal düşünüyor, oysa ben, mekanı dairesel olarak

XOXO The Mag


Hans Peter Kuhn / Fotoğraf: Özkan Önal

Linear Universe, light and sound installation for Klangraum Krems, Wachau (AT) 2012 Fluorescent tubes, loudspeakers, computer assisted audio matrix, steel

yok ederek algımızı da şaşırtıyor, ve işleriyle bu stabil ve anti-stabil halleri irdeliyor. HW: Ben kapı girişlerini, kolonları, kaloriferleri, lambaları ve hatta mobilyaları bile mimari unsurlar olarak ele alıyorum. İşlerimde de, çizgiler bu noktalardan başlayarak adeta suya atılan bir taşın oluşturduğu dalgalar gibi yayılıyorlar. Oda, bu mimari noktaları işaretlediğim için, daha uyarıcı bir hale geliyor. Yarattığım mekanlarda göz, çizgileri takip edebiliyor olsa bile, işin kendi içinde barındırdığı hareket ve izleyicinin mekan içindeki hareketi yüzünden, o göz odada tutunabilecek hiçbir şey bulamıyor. İzleyiciyi resimlerimin içine entegre etmeye çalışıyorum. Örneğin; üzerinde yürünen işlerim, kişinin o mekan içinde hareket ederken kendi varlığı ve bireyselliğini fark etmesini sağlıyor. Bu farkındalığa da, o mekanda güven içinde olmadığını hissederek ulaşıyor.

ele alıyorum. İstanbul'u birkaç kez ziyaret ettim ve her seferinde İstiklal Caddesi'nden çok etkilendim. Bu uzun ve düz çizgi üzerinde, insanlar hedeflerine doğru hiç şaşmadan ilerliyorlar. Benim bu bölgeye yaklaşımlarımdan biri de bu hızla akan giden hareketi bozmak oldu. Arter'de mekana özel bir iş üretmek benim için düz bir çizgiyi bir daireye dönüştürmek demekti. Çizgiler artık iki boyutlu da düşünülmüyor, Hans'ın işinde, o çizgi fiziksel olarak yok ama onu hala görebiliyoruz. Heike'nin enstalasyonlarında ise, çizgiler mekanı ele geçirip optik illüzyonlar yaratıyor. BH: Hans'ın işinde de aslında bir çizgi var, çünkü lineer; örneğin bu sergide floresan tüpleri yan yana koyup bir çizgi yaratıyor. SB: Ama ışığı düşünürsek, ışığa fiziksel olarak dokunamıyorsun. HPK: Tabii sonuçta ışık geçici bir şey, ona dokunamazsın. Benim işlerimde çizgi hem var hem yok; bir mekanda yaşadığı için var oluyor, ama bir resim gibi duvara asılı olmadığı için de fişi prizden çektiğinde yok oluyor. BH: Heike ise optik bir oyun yapıyor. Bir mekanın merkezinden başlayıp markör ile bu merkezden odanın her açısı ve kıvrımını takip eden çizgiler çiziyor. Bunu yaparak odanın mimarisini parçalıyor, bu da içeri giren kişinin artık hiçbir köşeyi tecrübe edememesine neden oluyor. Fiziksel olarak rahatsız edici bir mekan yaratıyor. SB: Evet, bu işler, izleyen kişide gerçekten fiziksel bir tepki yaratıyor. BH: Öyle, çünkü beynimiz ve gözlerimiz bir mekanın içinde dikey ve yatay çizgiler ile yön bulabiliyor. Her zaman köşelere, dikey ve yataylara ihtiyacımız olduğunu varsayıyoruz. Heike bu varsayımları

Resim sanatıyla olan ilişkimizi düşününce aklımıza gelen şeylerin başında ilk resim dersimiz var; önümüzde duran üç boyutlu bir objenin iki boyutlu bir kopyasını çıkarmayı öğreniyoruz. Spaceliner, bu düşünceyi nasıl kırıyor? BH: Evet, bu, çizim hakkında düşünülen klişe bir şey, ama ben bu sergiyle çizimin nasıl bir gelişimden geçtiğini göstermek istiyorum. Bu sanat alanının kapsamı artık çok genişledi. 1960'larda minimal ve kavramsal sanatın başlamasıyla desen de, fotoğraf, enstalasyon, heykel gibi diğer disiplinlere bulaştı ve o dönemden beri inanılmaz bir devrime uğradı. HW: Bir insanın kendini ifade etmesi, konuşmayı öğrenmesi kadar resimle de başlıyor. Fakat bir objeyi kopyalamak başka bir şey, bu daha görsel ve geleneksel bir eğitime dayanıyor, bunun çizgi ile bir alakası 111


Isohypse, 2006, permanent marker on PVC, fragile, Kunsthaus Langenthal

Heike Weber / Fotoğraf: Frank Pichler

yok. Benim için çizgi, konunun ta kendisi. HPK: Aslında desen aynen bir projeksiyon gibi, ama bunun tersi de var. Örneğin sisten bahsedelim. Sisin arkasına ışık koyarsanız üç boyutlu bir projeksiyon elde edersiniz. Bir de Barbara'nın da daha önce bahsettiği, çizim yapmanın insanlığın en eski kültürel dışavurum biçimi olması durumu var. HPK: Tabii bu bağlamda mağara çizimlerinden de bahsedebiliriz. Çizginin, yaptığımız her şey için bir metafor olması fikri hoşuma gidiyor. Bir başlangıç noktasından sonuç noktasına kadar hep çizgiler yaratıyoruz. BH: Bence mağara çizimlerinden de eskiye gidebiliriz. Parmağınızı kumun içine batırdığınızı ve hareket ettirdiğinizi düşünün, alın size bir çizgi. Başlangıç burası. Ve düşünün, hareket ettiğimizde bir çizgi halinde hareket ediyoruz, dünyayı algılama şeklimiz her zaman çizgiler etrafında oluyor. HW: Ve ufuk da bir çizgi, dünyadaki en geniş odak noktamız. HPK: Aborjinlerin rüya çizgisi diye adlandırdığı bir inançları var. Bu çizgiler sayesinde ölülerin hayaletleriyle iletişim kuruyorlar ve bu şekilde başka bir boyuta geçiyorlar. BH: Antropolojide de bir teori var; çizgiler, noktayı noktaya birleştiren bağlayıcılardır. Dünyayı algılamamız, bütün ilişkilerimiz bu izler etrafında oluşuyor. Bu şekilde düşününce, bütün dünyanın bir ağ olduğunu da söyleyebiliriz. HW: Bu izler içinde tabii zaman faktörünü de göz önünde bulundurmak lazım. Burada çizim ve resim birbirinden ayrılıyor. Çizim, A noktasından B noktasına giden bir yolu ya da bir daireyi anlatır, ama bu da zamanla ilintilidir. BH: Çizginin sağ ve sol taraflarını da unutmamak lazım...

Heike, Hans; uzun ve başarılı bir sanat geçmişiniz var. Kendinizi sürekli nasıl yeniliyorsunuz? HPK: Sanırım merak önemli. Ben her zaman yeni şeyler öğrenmek ve denemek konusunda çok meraklı olmuşumdur. İşlerimin mekana özel olması çok motive edici çünkü her seferinde yeni bir tuvalle çalışıyorum; ama bir yandan da zorlayıcı, çünkü ürettiğin her yeni işin, içindeki mekanla bir ilişki kurabilmesi gerekiyor. Belki bir yandan da mükemmel olma gibi bir istek var bende. Bir yandan da etrafımdaki herkes iş delisi ve tatil planı bile yapmıyorlar, bu durumdan eşlerimiz pek memnun olmasa da... Üstüne üstlük, fazlasıyla enerjim var ve sürekli bir şeyler üretmek istiyorum. Belki de genlerimden gelen bir şey bu, emin değilim... HW: Bende de bir tatminsizlik var ve sürekli içimdekileri dışarıya vurma isteği devam ediyor. Hep, bir sonraki projemde ne yapacağımı merak ediyorum. Barbara, Türk sanat sahnesini yakından tanıyorsun. Türk sanatçıların irdelediği ortak bir konu veya yaklaşım görüyor musun? BH: Kesinlikle. Kişilik oluşum süreçleri, sunum ve temsiliyet, sosyopolitik alanların veya rol modellerinin araştırılması, bireysellik ve uyumluluk arasındaki gerilim gibi konuların sıklıkla irdelendiğini görüyorum. Disiplin olarak da bakınca, video, fotoğraf ve film gibi yeni medya olarak adlandırabileceğimiz alanların daha çok öne çıktığını düşünüyorum. Sanatta bir kariyer seçmenize sebep olan bir sanatçı veya sanat işi var mıydı? HPK: Bu oldukça uzun zaman önceydi... 13-14 yaşlarında müzikle

XOXO The Mag


Hepiniz İstanbul'u birçok kez ziyaret ettiniz. Burada en sevdiğiniz yer neresi? HPK: Boğaz manzarası olan herhangi bir binanın en üst katında olmak benim için yeterli. BH: Birkaç yer var. Kariye Camii ve civarındaki bölgeyi çok seviyorum, ve tabii ki de Boğaz'da bir gemide olmak çok keyifli. Eskiden Arkeoloji Müzesi'nin bahçesinde derme çatma bir çay bahçesi vardı, o zamanlar en sevdiğim yer orasıydı. HW: Ben de tek bir yer seçemeyeceğim. Galata Köprüsü'nün üzerinde yürüyüp İstanbul manzarasını ve özellikle sesini içime çekmeyi seviyorum, sonra buradan Yeni Cami'yi ziyaret etmek... Haliç kıyısında, Galata Köprüsü'nün altında balık yemenin de keyfi bambaşka. İstanbul'a geldiğimde gece çıkmayı da seviyorum, İstanbul o kadar müzik dolu bir şehir ki...

ilgilenmeye başladım, hemen sonrasında ise görsel sanatlar ve tiyatro ile ilgileniyordum, ama bu ikisi arasında seçmem gerekiyordu, ben de görsel sanatlara yöneldim. Pop art akımından çok etkilenmiştim, özellikle Warhol, Lichtenstein ve Wesselmann gibi sanatçılar bende sanat alanında çalışma dürtüsü yaratmıştı. Daha sonrasında beğenilerim, hem müzikte hem de görsel sanatlarda poptan minimalizme yönelmiş olsa bile... BH: Tek bir sanat eserinden bahsedemem ama zaten genel olarak sanata karşı bir ilgi duyduğum için sanat tarihi okumuştum. Fakat 1992 senesinde Documenta 9'ın küratörü Jan Hoet ile staj yaptıktan sonra çağdaş sanata odaklanmaya karar verdim. HW: Ben 80'lerin sanatından çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Özellikle Toscana'nın Arezzo şehrinde San Francesco Kilisesi'nde, Piero della Francesca'nın yaptığı freskler beni çok etkilemişti. O freskleri gördüğüm an, bu tarifsiz auranın sanat hayatım boyunca peşimi bırakmayacağını anlamıştım.

Ya peki, iki noktanın arasındaki en kısa mesafenin düz bir çizgi olduğuna katılıyor musunuz? HPK: Fiziksel olarak doğru olabilir ama kavramsal olarak böyle bir kural olduğunu düşünmüyorum. BH: Fiziksel unsurda Hans'a katılıyorum ama bunun haricinde bambaşka bir şeyden bahsedebiliriz. Burada aslında yol değil de amaçtan bahsetmek lazım. HPK: Ve bu yoldaki süreç sadece tek bir yönden ibaret değil. HW: Bu doğru. Ben de Taksim'den Tünel'e giden gibi düz ve kısa bir mesafeyle ilgilenmiyorum, dolambaçlı yolları daha ilginç buluyorum. Metaforik olarak konuşuyorum tabii...

Park, 2014, 8 silicone drawings, 20.80 mx 25.69 m, Kunstverein Ludwigshafen

The Frozen Torchlight Parade, light and sound installation, Munkemose + Eventyrhavenparks, Odense, Denmark, comm. H.C.Andersen 2005 The Kingdom of Denmark & The Bikuben Foundation, Odense Bys Kunstfonds [Fluorescent lamps, loudspeakers, plastic tube, electronics] Fotoğraflar: © gerhardkassner.de

Peki ilham aldığınız bir sanat dönemi var mı? HW: Birbirleriyle zıt olsalar bile minimal ve Barok sanat dönemlerinden etkileniyorum. Zaten bu iki dönemin etkileri işlerimde de kendilerini gösteriyor. HPK: Benim de Heike gibi minimalizmden çok etkilendiğim işlerimden belli. Bunun dışında, bir sanat dönemi olmasa bile, Doğu'nun kültürü, kavramları ve estetiği, özellikle de Japon kültürü, beni çok etkiliyor. BH: Bir sanat döneminden çok sanatın kendi içinde taşıdığı tavırdan etkileniyorum. Sanatın en etkileyici yanı, düşünce biçimimizi etkileyen dürtülere zemin hazırlaması ve günlük hayatımızla olan ilişkisi.

113


INTERVIEW/PEOPLE

ROBERT POGUE HARRISON

Evden Çok Uzakta

Her zaman uzaktasınız. Sizden çok önce var olan ve sizden sonra devam edecek bir bütünün parçası olduğunuzu hissediyorsunuz. Parkta oynayan çocuklar, annenizle yaptığınız sohbet size bir şeyler hatırlatıyor ancak yine de hayatta bundan daha fazlası olduğunu hissediyorsunuz. Stanford Üniversitesi’nden Robert Pogue Harrison, son kitabı Juvenescence: A Cultural History of Our Age ile yaşadığımız çağın yaşını sorguluyor ve insanlığın kültürel hafızasının nasıl korunabileceğine dair önerisini sunuyor. Kendisiyle yaptığımız röportaj ise kitabının ruhuna son derece uygun ve biraz da ötesinde. Devam eden sayfaları “yalnızlığın sessiz derinliğinde” okumanızı tavsiye ediyoruz. röportaj ali tünay fotoğraf robert pogue harrison’ın izniyle

XOXO The Mag


Robert, istersen şöyle başlayalım, kitabını anlamamıza yardımcı olacaktır; bize Stanford Üniversitesi’nden bahsedebilir misin? Mesela bu üniversite kaç yaşında? Stanford 125 yıl önce kurulmuş bir üniversite. Tarihi olarak yaşı bu, ancak Stanford’ı ABD’nin diğer öncü eğitim kurumları ile kıyaslarsanız kurumsal olarak çok daha genç bir üniversite sizi karşılıyor. İnovasyonu destekleyen, yeni düşünce biçimlerini özendiren bir yapı söz konusu. Bunu sürekli hissediyorum çünkü ilk olarak Doğu Yakası’nda Cornell Üniversitesi’nden mezun oldum ama Stanford’a geldiğimde bu okulun ruhen son derece genç, maceracı ve meraklı olduğunu gördüm. Stanford’ın son dönemlerdeki başarısı bu gençlik dolu ruhundan kaynaklanıyor.

Kitabında bu argümanı dile getirirken, ister istemez, geçmişle bağları önemsemeyen yeni jenerasyona da bir eleştiri getiriyorsun. Bunu yaparken, “Ah bu gençlik, hiç kitap okumuyor, her şeye çok ilgisiz.” diyen yaşlı, huysuz bir adam gibi gözükmekten korkmadın mı? Açıkça söylemek gerekirse, bu algıdan çok korktum. Bu nedenle kitabı yazarken çok dikkatli olmaya çalıştım. Eleştirilerimi ve kafamdaki soru işaretlerini okuyucuya sınırlı şekilde aktardım. Aslında Juvenescence’ın ağırlıkla polemik kitabı olmasını isterdim. Bu açıdan bakınca bazen kitaba çok fazla şey koyduğumu düşünüyorum. Belki daha az karmaşık bir dil kullanabilirdim. Böylece okuması daha kolay olurdu ve polemiğe uygun bir argümanı olurdu. Kültürel olgunlaşmamışlığın tehlikelerinden daha basitçe bahsedebilirdim. Şunu da kabul etmek gerek, kültürel yaş üzerine konuşmak başlı başına karmaşık bir konu. Bu nedenle kitapta her tezimi ciddi bir şekilde açıklamaya çalıştım.

Aslında bu açıklaman Juvenescence genel bakış açını da özetliyor. Gerçi orada sadece kurumlardan bahsetmiyorsun, kültür de devreye giriyor. Evet, kitabım daha genel anlamda kültürün kendisiyle ilgileniyor ve özellikle de Batı kültüründen bahsediyor. Senin de bildiğin üzere, İzmir’de büyüdüm. Bu nedenle, biyolojik olarak Grek ve Roma uygarlıklarının kalıntıları arasındaydım. Geçmişin, tarihin derin ve ağır varlığı bana kendini her zaman gösterdi. Ardından ailem Roma’ya taşındı ve sonra ABD’ye geldim. Kitabım medeniyetin çağlarına geniş bir açıyla bakıyor ve şu soruyu soruyor; tarihin tam olarak bu anında, bizler gerçekten kaç yaşındayız?

Modern bilimin çağdaş toplumlar üzerindeki etkisini nasıl okuyorsun? Bilim insanlarının yaptıkları işe karşı çocuksu bir tavırları vardır. Dünyaya sanki ilk defa görüyorlarmış gibi bakmayı severler. Bilim tarihi ile ilgilenmeyi sevmezler. Çok hızlı ilerlerler, hep geleceğe, bir sonraki keşfe bakarlar. Bilimin zekası da buradan gelir; yeni keşifler için gençlik dolu bir ruhu vardır. Ama diğer taraftan, 3000 yıllık bir geçmişten bahsediyoruz, en azından Batı bilimi için bu böyle. Atalarımız, modern bilim insanlarını bu noktaya getirmeselerdi, onlar şu anda ilgilendikleri işlerle ilgilenemiyor olacaklardı. Bu nedenle kitabımda Einstein’ın hiç dinmeyen, çocuksu merakından bahsediyorum. Bugün bizleri başarılı bilim insanları yapacak şey bu meraktır. Diğer taraftan, insanı merkeze alan bilimler -edebiyat, tarih, felsefe- üniversitelerin yaşlı adamları gibiler. Çünkü bizler geçmişteki gelenekleri yorumlayarak, gelecek nesillere aktarmanın yollarını ararız. Bu nedenle hem geçmişin bilgeliğine, hem de modern bilimin zekasına ihtiyacımız var. Zaten ancak bu ikisine bir arada sahip olduğunuz zaman büyük kültürel aydınlanmalar yaşayabilirsiniz.

Yaşın sorulduğunda “60 artı 14 milyar yıl yaşındayım.” demen de bu yüzden herhalde. Aslında bu hepimiz için geçerli; hepimiz biyolojik yaşımıza bundan önceki 14 milyar yılı eklemeliyiz. Sonuç olarak vücudumuzdaki her atom kainatın kendisi kadar yaşlı. Kaç yaşında olursak olalım, hepimizin inanılmaz bir kozmolojik yaşı var. Tarihi olarak bu, biraz da eğitiminize, ne kadar kitap okuduğunuza, ne okuduğunuza veya geçmişe ne kadar ilgi duyduğunuza bakıyor. Hayatımın büyük bir kısmını Homer, Dante gibi yazarlara eşlik ederek geçirdim. Böyle eski yazarlar ve kitaplarla vakit geçirince bir şekilde kültürel bir yaş da geliştiriyorsunuz. Bu nedenle, evet, ben 60 artı -en azından- 2500 yıl kadar yaşlıyım.

Yazdıklarına, bir de sık sık bahsettiğin, Hannah Arendt’in “doğurganlık” terimi üzerinden bakalım. Doğurganlık önemli, zira bir toplumda her zaman yeni başlangıçlar yapabilme anlamına geliyor. Bu başlangıçlar toplumları ve kültürleri canlı tutuyor. Yenilenme bir toplumun ve kültürün sağlığı için çok önemli. Arendt’in doğurganlık kavramı genç insanların doğumuna bağlıdır. İnsanlığın yeni üyeleri doğumla gelir. Ve onların yeni başlangıçlar yapabilme ihtimalleri sadece kendi toplumlarının tarihlerinin ve geleneklerinin de varisi oldukları zaman gerçekleşir. Ben de bu konuda çok ısrar ediyorum; tarihin yetim çocuğu olmak ile tarihin varisi olmak arasında çok büyük fark var. Tarihin yetim çocukları yenilikleri tetikleyemezler.

Bu yazarlarla nasıl bir arkadaşlığın var? Onlarla konuşarak çok zaman geçirdim. Sesleri bana geçmişin içinden gelerek ulaşıyor ancak aynı zamanda bugüne de aitler ve günceller. Ölülerle diyalog kurduğunuz zaman, onların yaşadığı çağ ile de iletişime geçiyorsunuz. Bu da sizin tarihsel bir yaşa da sahip olmanıza yol açıyor. Sence yaşlanmak ve bilgelik arasında nasıl bir ilişki var? Hepimizin bildiği üzere çocukluk deneyimi tamamıyla yeniliklerden oluşur. Çocuklukta yeni olan her şeye karşı doğal bir merak vardır, keşfetme ve daha fazla şey bilme tutkusu vardır. Bu tutkunun temelleri, yeni olan şeyleri daha az tehditkar hale getirme çabamızla ilgilidir. Yenilikleri daha az garipsemek isteriz. Bunun yolu da daha fazla şey bilmekten geçer. Bu nedenle Nietzsche’nin şu sözünü kitabımda alıntıladım; “Bilginin kalbinde korku vardır.”

Radyo programlarından, ister Roma’da ister İstanbul’da olsun, şehirleşmenin ele alınış şeklinden çok mutlu olmadığını biliyoruz. Bu noktada neler değişmeli ve neler aynı kalmalı? Reçete vermeyi çok sevmiyorum ama bence insanlar kendilerine mutluluğun kaynağının ne olduğunu sormalılar. Mutluluğa ulaşmak için neye ihtiyacımız var ve neye ihtiyacımız yok? Bu sorulara cevap vermek için hayatımızı basitleştirme yolunu seçmeliyiz. Bunu 19. yüzyıl Amerikan filozofu Thoreau’yu düşünerek söylüyorum. Kendisi “Basitleştirin, basitleştirin, basitleştirin.” demişti. Öteki taraftan bana öyle geliyor ki günümüzde her şey sanki hayatı daha karmaşık hale getirmek için yapılıyor. Böylece olaylar daha büyük, daha karmaşık hale geliyor ve sanki insan kontrolünden çıkıyor. Neyse, basitleştirmeyi rehber olarak alırsak, yerel hayatımıza bütün seviyelerde bazı müdahaleler yapmamız gerekiyor ve bunu yapmamız gerekiyor. Çevreyle olan ilişkimiz, şehirleşme, insan ilişkileri ve teknoloji dikkate almamız gereken başlıklar olmalı.

Britanyalı tarihçi Eric Hobsbawm; “Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek arasında bölünmez bir bütünlük var.” der. Sen kitapta bu bütünlüğe farklı bir açıdan yaklaşıyorsun. Evet, bu bağların bir çeşit tehdit altında olduğunu anlatmaya çalışıyorum. En azından dünyanın benim yaşadığım kısmında, Batı’da, bu böyle. Örneğin Amerikan toplumunda geçmiş ile bugün arasındaki bağ can sıkıcı hale geldi. Kültürel belleğimiz adeta kendine has bir hafıza kaybı yaşıyor. Bir toplum, geçmişini unutursa geleceğe giden yolun önünü de kesiyor. Yaşadığımız çağın en endişelendirici sorularından biri şu; geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek arasındaki bağlar korunabilecek mi? 115


Kitabının oldukça nostaljik tarafları var. Yaşadığımız dünyada kendini “evinde” hissediyor musun? Bir bakıma buranın benim dünyam olduğunu hissediyorum. Bazen tam olarak evim gibi görmesem de buraya ait olduğumu düşünüyorum. Diğer taraftan ise, büyürken ve formasyonumu aldığım yıllarda dünyanın çok farklı bir yer olduğunu hissediyordum. Kaybolmakta olan dünyaya, geçmiş dünyaya karşı nostaljik duygular besliyorum, sanki eskiden daha huzurluydum. Doğal olarak bu duyguyu kendi jenerasyonumdaki arkadaşlarımla paylaşıyorum. Ve bence bu durumun içinde bir tehlike yatıyor. Arendt’in de söylediği gibi, dünyamızın yol almasını sağlayan şey dünya sevgisi. Eğer üzerinden sevginizi çekmeye başlarsanız, dünya kendini yavaş yavaş feshedebilir. Heidegger, felsefenin temel renk uyumunun nostalji olduğunu söyler. Sen de buna katılıyor musun? Benim bu açıdan Heidegger’e ciddi sempatim vardır. Hepimizin her yerde kendini “evde” hissetme ihtiyacı vardır ama hiçbir yerde tam olarak gerçek evimizde olamayız. Ama yabancılığımızın, garipliğimizin içinde evimizi bulmaya çalışmalıyız. Ölüm ve doğa ile o kadar karmaşık bir ilişkimiz var ki yabancılaşmamızla baş etmemiz gerekiyor. Heidegger biraz da bunu söylüyor. Bu noktada nostalji duygusu bize yardım ediyor. Orhan Pamuk ile yaptığın radyo söyleşini dinledim. Onun çevremerkez ilişkilerini ve tabii Batı Medeniyeti’nin çevresinde olma halini epey tartıştınız… Bu arada sen bir akademisyen olarak dünyanın en iyi üniversitelerinden birinde çalışıyorsun. Ama diğer yandan 13 yaşına kadar İzmir’deydin. Yani aslında sen de çevredeydin. Sadece İzmir’in çevrede olmasından dolayı değil; Levanten bir ailenin çocuğu olarak Batılı ve Hristiyan bir kültüre aittin ve kültürel açıdan da çevredeydin. Bu durum akademik kariyerin boyunca, sana Orhan Pamuk benzeri bir hissiyat verdi mi? Kesinlikle, kişisel hikayem için sıradışı diyebilirim. İzmir’de büyürken tabii Batı toplumlarının sınırlarında yaşıyorsunuz. Bir de Türkiye’de

bir Levanten olmak, çok kültürlülük hali, eşsiz bir durumdu. Ama diğer taraftan insanlığın büyük bir kısmının benzer değişimlerden geçtiğini düşünüyorum. Bir sürü insan çevreden kentsel merkezlere doğru yol alıyor. Bunu illa fiziksel olarak yapmak zorunda değiller. Bir kasabadan, şehre göç etmek gibi… Bu nedenle çevrede olan birinin kendini merkeze çekmesi oldukça küresel bir durum. Bu durumda Orhan Pamuk’un kitaplarını okurken içinde bulunduğu çevre-merkez ilişkisini anlıyorsun. Kuşkusuz. Bence Orhan Pamuk, her ne kadar ülkesinde merkezde yani İstanbul’da yaşasa da, son döneme kadar İstanbul’un Batı’nın merkezlerinin çevresinde durduğunun çok farkında. Yazarlar, sanatçılar, çevrede, uzakta olmaktan güç alırlar. Bu durum bir sürü yazar için böyleydi. 20. ve 19. yüzyıllarda yazarlar bu gerginlikten güç alıyorlardı. Yalnızlık nasıl siyasi bir durum oluyor? Benim için kültürel ve tarihi etkileşim yalnızlık içerisinde oluşur. Kendinizi şehir hayatının aşırı bütünleşmiş yapısından kurtardığınız zaman, yalnızlığın sessiz derinliğinde insanlığın mirasını okuduğunuzda, kendi mirasınızı oluşturabilir, içinizde sizi siz yapan merkezi bulabilirsiniz. Son olarak, hikayenin tamamına baktığımızda, insanoğlunun algılarını aşan bir bölüm mutlaka olacak gibi görünüyor... Hayatımızın çizgisini belirleyen bazı gerçekler var. Yaş, cinsiyet, içinde doğduğumuz toplum, sağlık durumumuz gibi... İşin gizemli kısmı ise elimizdekilerle düşüncelerimiz arasında nasıl tutarlı bir ilişki kuracağımız. Hayatımızın sonunda, ölümlü olduğumuz için, parçası olduğumuz hayat hikayesiyle nasıl ilintili olduğumuzu bilemeyeceğiz. Hayattayken ise dünya ve uzay hakkında anlayabileceğimizden her zaman daha fazlası olacak. Bu açıdan küçük çocuklar gibiyiz. Anlamadığımız bir hayatın içinde gözlerimizi açıyoruz ve aynı şekilde hayatı tam anlamadan yine çocukları andıran bir durumda gözlerimizi kapatıyoruz.

XOXO The Mag


117


INTERVIEW/KIDS

EVA KARAYIANNIS

O Benim Gün Işığım

Eva Karayiannis, 15 yıl önce Caramel Baby & Child'ı kurarken hedeflediği gibi, çocuk kıyafetleri skalasındaki boşluğu koleksiyonlarıyla doldurmayı başarmış bir tasarımcı. Şimdilerde ev tekstili koleksiyonunu lanse etmenin heyecanını yaşayan Eva ile, zarafeti sekteye uğratan tasarımlarını, yanı başındaki veya çok uzaklardaki ilham kaynaklarını ve Londralı olma halini konuştuk. Onun için yine çok erkenden başlayan günün enerjisi bizi de yavaş yavaş sararken, zihnimizi karamel kokusunun serbest çağrışımlarına bıraktık. Oh... röportaj serap gecü fotoğraf simon j. evans

XOXO The Mag


Caramel Baby & Child SS15

Eva, gün senin için nasıl başladı? Her zamanki gibi çok erken. Oğlum uyanana kadar maillerime baktım. Onunla sabahlarımıza bayılıyorum; o benim gün ışığım! Birlikte kahvaltı yapıyoruz, günümüzü planlıyoruz, ardından onu okula bırakıyorum ve ofise gidiyorum. Güne erken başlamak, gün boyu halletmem gereken işleri düşünmek için bana yeterli zamanı sağlıyor.

Tasarımlarında cinsiyet dengesini nasıl sağlıyorsun? Maskülen ve feminen arasındaki kontrast çok hoşuma gidiyor. Tüm tasarımlarımda zarafete önem veriyorum, ama zarif olmayan unsurları da kullanarak bu zarafeti biraz kırmaya çalışıyorum. Doğru dengeyi bulana kadar denemeler yapmayı seviyorum. Aslında bu biraz yemek yapmaya benziyor.

Anne olmadan önce de çocuk kıyafetleri ilgini çekiyor muydu? Evet, onları her zaman çok sevmişimdir, hatta çocuklarım olmadan önce de çocuk kıyafetleri satın alırdım. Şirin bir bebek montuna veya şapkasına hiçbir zaman hayır diyemedim. Bunu söylemeye utanıyorum ama 12 yaşıma kadar oyuncak bebeklerle oynayan ve onları istediğim şekilde giydirmekten hoşlanan bir tiptim.

Bugüne dek koleksiyonlarında kendi çocuklarına ithaf ettiğin parçalar oldu mu? Hayır, ama çocuklarım bana kesinlikle çok ilham veriyor, özellikle oğlumun doğumundan itibaren erkek kıyafetlerine de ayrı bir sevgi beslemeye başladım. Erkek çocuklar için tasarlamaktan da çok zevk alıyorum. Kızlarım daha büyük tabii, kulağa inanılmaz geliyor ama Chloe 21, Kiki 19 oldu, ve ikisi de sanat okuyorlar. Stil sahibi bu iki genç kadının gardırobumla yakından ilgilenmesi bazen biraz sinir bozucu olabiliyor. Bir bakıyorum dolapta bir şeyler eksilmiş ve her nasılsa kızların dolaplarına gitmiş.

Yetişkinleri ve çocukları kıyasladığında, lüks giyimin anlamı sence nasıl değişiyor? Kadınlar veya çocuklar için tasarlanan kıyafetler arasında, harcanan zaman ve emek açısından aslında hiçbir fark yok. Bir kıyafet iyi malzemeyle, yüksek kalitede üretiliyorsa, onun özel olduğunu fark edersiniz ve üzerinize giydiğinizde lüksü hissedersiniz. İşte bu his insanların lüksü satın almaktan asla vazgeçmemelerini sağlıyor. Biz de Caramel Baby & Child etiketini taşıyan her ürünün müşterilerimize aşina gelecek, tutarlı bir mesaj taşımasına özellikle dikkat ediyoruz.

Onların kıyafet tercihlerine karışır mısın? Kızlar 9-10 yaşlarındalarken sadece arkadaşları nasıl giyiniyorlarsa öyle giyinmek istiyorlardı. O yüzden çoğu şeyi Gap'ten alıyorduk. Bu konuda çok anlayışlıydım ve onlarla alışverişe gidip kıyafet seçerdim. Ve her zaman samimiyetle, sözümü hiç sakınmadan fikirlerimi söylerdim ama nihayetinde o yaştaki kişiliklerini yansıtabilecek kıyafet tercihlerini kendilerinin yapmasını istedim.

Markanın geldiği noktadan memnun musun? Bugüne kadar başardıklarımızla elbette gurur duyuyorum ama tam anlamıyla tatmin olduğumu söyleyemem. Hayatta elde edilebilecek hep daha büyük başarılar varken asla tatmin olamayacağımı hissediyorum. Biz de, daha iyi olmak, insanların seveceği ve hayranlık duyacağı kıyafetler yaratmak için uğraşıyoruz.

Yani o takıntılı annelerden biri değilsin. Hem evet, hem hayır. Sanırım herkes ne kadar takıntılıysa ben de o kadar takıntılıyım. Çocuklarımla iyi anlaşmaya çalışıyorum, onlarla ilişkim benim için çok önemli. Hem onlarla hem de tek başıma kaliteli vakit geçirmeyi biliyorum.

Bu arada Caramel adı nereden geliyor? Yaşanmış bir hikayeden. Çocukluğumda annem krem karamel yapardı ve karamelize olmuş şeker kokusu hafta sonları evi doldururdu. Şimdi o kokuyu ne zaman duysam çocukluğumu hatırlıyorum.

Peki kendine ayırdığın vakitlerde en sevdiğin rutinin ne? Eğitmenimle haftada iki kere kickbox yapıyorum ve haftada bir kez spinning'den vazgeçmiyorum. 119


Caramel Baby & Child SS15

Tekrar Caramel'e dönersek, bir yandan da kısa bir süre önce ev tekstili koleksiyonunuzu lanse ettiniz. Bu segmentte nasıl bir beklentiniz var? Ev tekstili koleksiyonuyla ilgili inanılmaz heyecanlıyım. Daha lansmanı yapalı sadece bir ay oldu, ve stoklar tükenmek üzere. Müşterilerimiz stilimizi bildiklerinden farklı desenler ve farklı renkler için kapımızı çalıyorlar. Ve onları yeni bir şeylerle tanıştırmak bize çok büyük bir mutluluk veriyor. Böyle bir koleksiyon yapmak hep aklımızda olan bir projeydi, sadece doğru zamanı kolladık. Bu projenin markayla birlikte büyümesini umuyoruz. Bu arada, modayla ve tasarımla bu kadar ilgiliyken, neden hukuk okumayı tercih ettin? Gençlik hatası mıydı? Lisede klasik bir eğitimden geçtim; Latince, Antik Yunan ve tarih dersleri aldım ve sıra üniversiteye geldiğinde ne üzerine uzmanlaşmak istediğim konusunda hiçbir fikrim yoktu. Babam hep benim iyi bir avukat olacağımı düşünürdü. Hukuk okumanın bana iyi bir temel kazandıracağını savunurdu. Her ne kadar benim gönlüm hep tasarımdan yana olsa da, moda hiçbir zaman evde konuşulan bir konu değildi. Sanırım o dönemde, moda okuyacaksanız terziliğe yeteneğiniz de olmalı gibi bir kanı vardı, bir markanın arkasındaki kreatif zihin olma ihtimaliniz üzerinde kimse durmuyordu. Aslında düşününce, iki alanla da ilgilenmiş olmaktan dolayı gayet memnunum, her ikisinde de beni destekleyen bir ailem olduğu için şanslıyım. Avukatlığı bırakmakta zorlandın mı? Londra'ya geldikten sonra bir hukuk bürosunda çalışmaya başladım. Deniz hukuku üzerine çalışan bir Yunan şirketiydi. Her ne kadar hukukla uğraşmayı sevsem de denizcilik konusuna asla tamamen hakim olamadığım için modaya kaymak çok daha kolayıma geldi. Kaç yıldır Londra'dasın? 25 yıl olmuş, söylerken inanamıyorum bile. Burası artık benim evim ve başka hiçbir yer buranın yerini tutamaz. Yunanistan'ı pek özlemiyor gibisin. Yunanistan buradaki hayatımın tamamen zıt kutbunu temsil ediyor. Londra, insanların ayaklarının yere sağlam bastığı, Atina ise herkesin hayalperest olduğu ve göklerde uçtuğu bir yer. İkisi de kendilerince çok güzel tabii ve birbirinden çok farklı seçenekler sunuyor. Her iki tarafta da yeterince zaman geçirebildiğim için kendimi epey şanslı hissediyorum. Sık sık seyahat ettiğin Japonya'nın senin için anlamı ne? Japonya son 20 yıldır her fırsatta gittiğim ve her seferinde bir sonraki yolculuğu iple çektiğim bir ülke. İlk yıllarda, çok daha egzotik bir yerdi ve bugünkü gibi bir cazibe noktası haline gelmemişti. Uluslararası

oteller yoktu, sushi de hiç bu kadar popüler değildi. Kocamla Japonya seyahatlerimiz sayesinde çok iyi arkadaşlar edindik, oradaki kültür, tasarım ve yaşam stilinden oldukça etkilendik. Bu arada, Tokyo'nun çok güzel bir bölgesinde, Daikanyama'da bir Caramel Baby & Child mağazamız var. Bu da ziyaretlerim için başka bir sebep. Kimono merakın da vardır o zaman. Evet, çok fazla kimonom var, ve çoğu da ilk seyahatlerim sırasında aldığım vintage parçalar. Japonların vintage kıyafetlerden uzak durma halinden artık eser yok tabii. O günlerden bu yana Japonya'da çok şey değişti, insanlar ikinci el kıyafetler giymeye alışık olmama durumunu da zamanla aştılar. Hatta şu anda dev bir vintage piyasasından söz edebiliriz, özel parçaları toplamaya başladılar. Tekrar Londra'daki hayatına dönersek, evine ilk kez gelenler en çok neye şaşırıyorlar? Chelsea'de geleneksel Viktoryen bir evde yaşıyorum. Merdivenli, yüksek bir yapı, tavanlar da yüksek haliyle, ve çok güzel bir bahçesi var. Şaşkınlığı ise evimin her tarafında sergilediğim taksidermi koleksiyonum yaratıyor. Son birkaç yıldır biriktiriyorum. Bunun dışında, evim genel olarak Caramel tasarımlarımın stilini ve renklerini çağrıştırıyor. Taksidermiye nasıl merak sardın? Galiba her şey, Paris'te, Deyrolle'a seyahatim sırasında başladı. Restorandan içeri adım attığım ilk anda oranın hayatımda gördüğüm en heyecan verici mekan olduğunu düşündüm. O zamandan beri yolum her düştüğünde oraya uğrayıp, arkadaşlarım, ailem ve kendim için parçalar alıyorum. Bu arada Londra civarında da yeni yerler buldum ve koleksiyonum genişledi. Pazara gitmeyi çok seviyorum ve en sevdiğim pazar sabah 5'te açılıyor, ben de el fenerimi yanıma alıp yola koyuluyorum. Peki koleksiyonunda kaç parça var? Şimdilik sayıları öyle çok değil ama içlerinde benim için anlamı büyük olanlar var. Mesela, kızım Chloe'nin doğum günümde bana getirdiği kelebekler. Bitirmeden; tasarımlarını hangi kurgu karakter iyi taşırdı sence? Şu aralar oğluma da okuduğum, Roald Dahl'ın hikayesindeki BFG ve Sophie'nin Caramel Baby & Child ile çok iyi görüneceklerini düşünüyorum.

XOXO The Mag


121


INTERVIEW/PEOPLE

MICHELLE WILD

From a Galaxy Far Far Away Avustralya denince aklınıza önce Açık Tenis Turnuvası, kangurular, Opera Binası, TV dizisi Neighbours ya da elbette yakında ülkemizi ziyaret edecek olan Kylie Minogue geliyor olabilir. Bu çağrışımların sayısını artırmak ve çağdaş Avustralya kültürünü Türkiye'ye taşımak için uğraşan Michelle Wild, bir çeşit festival gibi kurguladıkları 'Avustralya Türkiye'de 2015'i ve biraz da macera dolu hayatını anlattı. röportaj can togayhan fotoğraf özkan önal

XOXO The Mag


Circa Opus’u Sunar

Her şey nasıl başladı? Biliyor olabilirsin; birkaç sene önce Gelibolu’nun 100. yıldönümünün iki ülke arasındaki tarihsel, toplumsal ve kültürel anlayışı geliştirecek ve Avusturalya’nın Türkiye’de tanınırlığını artıracak ortak bir AvusturalyaTürkiye kültür yılı için iyi bir platform olacağına karar verilmişti.

(sırf İngiliz ya da Amerikalı olmadığımız için hükmen seviliyoruz) ama bana sorarsan, Türkiye'de yaşayanların Avustralyalılara özel bir düşkünlüğü var. Bu yakınlığın kökleri kuşkusuz Çanakkale’deki ortak deneyimde de aranabilir, ama artık durum bunun çok ötesine geçmiş gibi görünüyor. Ziyarete gelecek Avustralyalıları, Türkiyeli muadilleri ve genel olarak Türkiye’yle tanıştırma fikri beni çok heyecanlandırıyor.

'Avustralya Türkiye’de 2015', dışarıdan bakınca bir çeşit festival hissi veriyor. Bugüne dek ne tür etkinlikler düzenlendi ve aslında tam olarak hedef ne? Bu programı, Avustralya’nın yaratıcı ve yenilikçi yönünü öne çıkarmak için oluşturduk. Sanattan spora, eğitimden bilime, yemekten sinemaya, modadan tasarıma ve hatta ister inan ister inanma mucitliğe kadar uzanıyoruz. Yapmak istediğimiz şey buraya gelip elimizde neler olduğunu öylece gösterip sonra gitmek değil. Her iki ülkede de uzun vadeli ve kalıcı etkileri olacak profesyonel ve kişisel ilişkiler geliştirmek öncelikli hedefimiz. Etkinliklere gelince, mesela Alvin Sputnik’in Maceraları Mart ayında İzmir Kukla Günleri’nin en öne çıkan gösterilerinden biri oldu. Circa Opus’u Sunar, Nisan ayı sonunda Ankara Müzik Festivali'nde sahnelendi. Ayrıca, bence yazın en çarpıcı performanslarından biri Hiatus Kaiyote'nin İstanbul Caz Festivali konseri olacak. Yine Rolf de Heer, Nisan ayında Uluslararası İstanbul Film Festivali konuklarından biri oldu.

Festivale nasıl dahil oldun? İster inan ister inanma işi Facebook’tan buldum. Kulağa gülünç geldiğini biliyorum, ama pozisyon için ilan verildiğinde Avustralya’nın kuzeyinde, merkezden çok uzakta yaşayan Aborjin bir topluluk için, mutlu mesut bir şekilde festival düzenliyordum. Halimden çok memnundum. Bir ara verip Umman Maskat’a arkadaşlarımı görmeye gittim. O sırada bu tip pozisyonlar için bağlantılar kuracak kanallarım yoktu. Bir zamanlar birlikte Arapça çalıştığım bir arkadaşım Facebook’tan mesaj atıp Ankara’daki büyükelçiliği ziyaret ettiğini ve benim için Türkiye’de mükemmel bir iş bulduğunu söyledi. Haklıydı, tam benlik bir işti bu. Gerisi malum... Sanat dünyasında bir geçmişin var mı? Son otuz yıldır sanatla ilgili işlerde çalışıyorum. Eskiden Fransızca öğretmeniydim ama sonra sinema ve televizyona kaydım. Derken sanatçı yönetimine geçtim ve festivallerde çalışmaya başladım. Uluslararası turnelere çıkan sahne ve gösteri sanatçılarıyla çalıştım ve kültürel diplomasi, diğer kültürleri kavrayışımızın bu gibi etkileşimlerle nasıl renklendiği gibi konular hep ilgimi çekti. Kültürel diplomasinin, “öteki”ni anlamak ve çift yönlü değişim için çok güçlü bir araç olduğuna gönülden inanıyorum ve Avustralya Türkiye’de 2015’in modern Türkiye’yle çağdaş Avustralya arasında kalıcı bir diyaloğun başlangıcı olduğunu umuyorum.

Sana göre, çağdaş Avustralya kültürünün kimliğini tanımlamanın bir yolu var mı? Kültürü en geniş anlamıyla ele alırsak, bence biraz zor bir soru bu, ve zaten Avustralya Türkiye’de 2015’in brief'i de buradan yola çıkıyor. Ama bir iki temele inilebilir. Avustralya zıtlıklarla dolu bir coğrafya. Bir yandan kadim bir kıta ve 50 bin yıllık tarihiyle dünyanın en eski yerli kültürünün evi. Öte yandan nispeten genç bir ülke. Aborjinal Avustralya’yla ve geçmişimizle rahatsız edici bir ilişkimiz var. Biz de büyük ölçüde Anglo kökenli olsak da Asya’da yaşıyoruz. Dolayısıyla Avustralya gerçekten çok kültürlü bir yer. Haliyle bütün bu etkenler bu ortamda yaşayıp ona karşılık veren sanatçıları etkiliyor. Avustralyalıların otoriteye karşı sağlıklı bir umursamazlıkları var (ne de olsa beyaz nüfusun kayda değer bir kısmı aslen hükümlü ve suçluların soyundan geliyor). Bütün bu etkenler Türkiye’de sunacağımız sanat formlarının ve sanatçıların çeşitliliğine de yansıyacak.

Küratörlük metodolojini açıklayabilir misin? Türkiye’ye gelmeden önce burası hakkında peşin hükümler edinmemeye özen gösterdim. Uzun bir yolculuğun sonunda bulduğunuz şeyin umduğunuz şey olmayabileceğini öğrenecek kadar çok gezdim çünkü. Bulduğunuz şey hep beklentilerinizden farklıdır. Buraya gelirken uçakta bir zarfın arkasına kabaca bir program hazırlamıştım, ilginçtir ki bu program şu an yaptığımız şeylere çok yakın. Yani aslında beklentilerimde, gerçeklikten çok da uzaklaşmamışım. Avustralya Türkiye’de 2015 için brief'im çok kapsamlıydı. Çeşitli sanat formlarını, sporu, eğitimi ve bilimi içeren, geniş bir hedef kitlesi ve çağdaş bir iddiası olan bir etkinlik programı yaptık. Temalar da bir o kadar geniş kapsamlı; Avustralya’nın capcanlı kültürünü, yenilikçi anlayışını ve çokkültürlü çeşitliliğini

Türkiye tarafıyla ilişkilerinizi nasıl değerlendiriyorsunuz? İşimin en zevkli kısmı özellikle İstanbul’da olağanüstü bir ağ kurmak oldu. Sürekli olarak meraklı, dışa dönük, uluslararası ve sofistike insanlarla tanışıyorum. Meğer sandığımdan çok daha fazla ortak noktamız varmış. Avustralyalılar genellikle dünyanın her yerinde sevilir 123


Strange Fruit

gösteriyor. Ortaya çıkan temalar çevresel sürdürülebilirlik, atık yönetimi, kentleşme ve birey üzerindeki etkisi, “ötekinin” toplumdaki yeri etrafında dönüyor. Bütün temalar Türkiyeli katılımcılarda da bir karşılık buluyor. Ayrıca herkesin eğlenmesini istiyoruz. Avustralyalılar partileri çok severler ve sanırım Türkiye'deki dostlarımızın da bu konuda bizden hiç farkı yok. Festivalin sanatçı ikamet programı harika bir fikir, bu arada. Avustralya'da yirmi yıl önce kurulan Asialink adlı harika bir organizasyon var. Asialink'in misyonu Avustralya ve Asya arasındaki bağları geliştirip güçlendirmek üzere ticari, idari ve kültürel ortaklarla çalışmak. Şansımıza Türkiye de büyük ölçüde Asya'da, bu yüzden Asialink'in kaynaklarından ve desteğinden faydalanabildik. Uluslararası ikametlere uygun sanatçıları seçme konusunda son derece titiz ve kapsamlı bir yöntemleri var; Türkiye’ye çok farklı alanlardan çok farklı sanatçılar gelecek. Yeni nesil sanatçıların serbestçe kendini ifade etme biçimlerinin, farklı ulusların ilişki kurması bakımından sıkıntı yaratacağını düşünüyor musun? Hayır... Tam tersine kolaylaştıracağını düşünüyorum. Dünya bugünlerde öyle küçük ki... Herkes her dakika her şeye erişebiliyor ama insan birden herhangi biriyle kanlı canlı, yüz yüze ilişki kurmak durumunda kaldığında işin rengi değişiyor, başka bir çaba gerekiyor. Bu yüzden sanatçı ikametleri hayati önem taşıyor. Böyle bir işte çalışmanın zorlu tarafları var mı? Kültürlerarası çalışmanın en zor yanı kültürlerarası çalışmaktır! Bunun içine bir de bürokratik işleri katarsan, işte o zaman zorlanmaya zaten mecbursundur. Buradaki esas zorluk, böyle bir festivali düzenlerken gösterdiğimiz farklı yaklaşımlar. Malum, her şeyi son dakikada yapabilmekte Türklerin üstüne yok. Avustralyalılar uluslararası işlerde bu şekilde çalışamazlar. Bizler gerçekten uzakta yaşıyoruz. Seyahat etmek pahalı. Bir şeyi gerçekleştirebilmek için çok önceden planlamak durumundayız. Üstelik festivali Avustralya hükümeti finanse ediyor (yani harcadığımız para Avustralya’da vergi ödeyen insanların parası). Dolayısıyla planladığımız her şeyde tamamen açık olmak ve sağlam bir dayanak sunmak zorundayız. “Arada kalmak” deyimi vardır ya, işte bu programda ben tam olarak oradayım. Bu yıla dair şimdiye kadarki en keyifli an senin için hangisi? Sanırım benim için en özeli Salt Galata'daki açılışımızdı. Bu

sene yapmaya çalıştığımız şeyin ruhunu çok güzel yakalamıştı... Baş döndürücü Boğaz manzarasıyla çok ince zevkli bir mekan, Maksut Aşkar'ın ustalıklı ve ilham veren yemekleri ve içlerindeki rock star’ı ortaya çıkarıp kolları havada AC/DC’nin 'It’s a Long Way to the Top'ını söyleyen çakırkeyif İstanbullular... Tek kelimeyle harikaydı. Avustralya’yı en iyi şekilde yansıtan zarafet ve coşkunluk karışımı işte tam da budur. İnsanların Alvin Sputnik ile fotoğraf çektirmek için saatlerce kuyrukta beklediğini de hiç unutamayacağım. Sputnik bir kukla; bir parça polistrenle vücut niyetine kullanılan bir eldivenden ibaret nihayetinde! İzmirlilerin Alvin'e böyle vurulduğunu görmek çok eğlenceli ve etkileyiciydi. Avustralya Türkiye'de 2015 programının kalan kısmında neler öne çıkacak? Markus Zusak, İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali için burada olacak ve Avustralyalı şefler Ekim’de uluslararası yemek festivali Gelinaz’a katılacak. Burada bitmiyor, devamı var. Özellikle Eylül ayı Beyoğlu’nun etrafında yoğunlaşan çok sayıda etkinliğimizle birlikte gerçek bir festival sürecine dönüşüyor. Şişhane Park'tan Gaia Gallery’ye ve garajistanbul’a kadar çeşitli mekanlarda boy gösterip şehri 'ele geçireceğiz'. Haziran’da Avustralya’nın ikon şeflerinden biri olan Stephanie Alexander Türkiye’yi ilk kez ziyaret edecek. Stephanie, çok özel bazı yemek aktiviteleri gerçekleştirmenin yanı sıra Avustralya’da tam 800 ilkokulda bostan eğitimleri veren devrimci biri. Aynı zamanda yaratıcısı olduğu Kitchen Garden Foundation’ın ardındaki felsefeyi de açıklayacak. Sıfır atık savaşçımız Joost Bakker ise Türkiye’de yeni bir iddiayla ortaya çıkacak. Bakker daha önce sıfır atık politikasıyla hareket eden gezici restoranlar ve kalıcı misafirhaneler üretip sürdürülebilir konutlar inşa etmişti. Şimdiyse tamamen işlevsel bir otelin geçici sorumluluğunu üstleniyor. Joost, Eylül’de Beyoğlu’ndaki Adahan Otel’de kalacak ve otelin sahipleriyle işbirliği içerisinde mekanı İstanbul’un ilk yeşil oteli olmanın da ötesine taşıyıp, ilk atıksız oteli yapmaya çalışacak. Bu büyük bir iddia ve bence Türkiye için heyecan verici bir girişim. Liste daha uzuyor ama hepsini burada saymayayım. Bir sonraki adımın ne olacak Michelle? Doğrusu bundan sonra nereye gideceğimi ya da ne yapacağımı pek düşünmedim. 2016 Ocak sonuna kadar bu işle meşgulüm, o zamana kadar kim bilir karşıma neler çıkar. İstanbul'da kalmak da isterim. Gerçekten burası dünyanın en güzel şehirlerden biri. Doğuyla batının kavşaklarında yaşamak hoşuma gidiyor.

XOXO The Mag


D E S I G N PO R T R A I T.

Ray, seat system designed by Antonio Citterio. www.bebitalia.com

B&B Italia Stores in Istanbul: Ortakรถy Dereboyu Cad. No. 78 34347 - T. +90 212 327 05 95 F. +90 212 327 05 97 Fulya Emirhan Cad. No. 2 34349 - T. + 90 212 236 68 00 F. +90 212 236 68 06 www.mozaikdesign.com - info@mozaikdesign.com


INTERVIEW/ARCHITECTURE

GIANCARLO MAZZANTI

Toplumsal Mutluluğa Dair

Giancarlo Mazzanti, dünyayı mimariyle değiştirebileceğine tereddütsüz inanıyor ve bugüne dek gerçekleştirdiği sosyal projelerle bu inancının toplumsal hayattaki sağlamasını yapıyor. Mesela bir kütüphane tasarlıyor ve suç oranı hayli yüksek bir bölgenin kültürel dönüşümünü tetikliyor, ekonomisine yeni kapılar açıyor. Mimarinin sadece kendinden değil sonuçlarından da mesul olması gerektiğinin savunucusu Mazzanti ile, onun mimari ilkelerini ve tasarımın dönüştürücü gücünü konuştuk. röportaj bahar türkay fotoğraf facundo ponce de león

XOXO The Mag


Metropol Parasol, Spain, 200 Foundation

Mimari temelde neyle ilgili sizce? Estetik, barınma, uygarlaşma, yaşam kalitesi, erk, yönetim ve tüketimle bağları bir tarafa, büyük bir egonun yansıması mı? Mimari başlıca, yeryüzünü mesken tutmayı nasıl öğrendiğimiz, doğa, hayvanlar ve insanlar için daha iyi bir dünyanın nasıl inşa edileceği ve toplumsal koşulları, yaşam kalitesini ve rahatımızı geliştirmeyi nasıl becereceğimiz ile ilgili. Bilgiyi inşa etmenin, içinde bulunduğumuz durumu ve yaşam alanımızı hangi şartlar altında kurduğumuzu anlamanın bir yolu. Tarihsel anlara ve dünyayı anlayış biçimimize ait düşünce yapılarının ve içinde bulunduğumuz çevreyle toplumun bir yansıması.

fazla neyi harekete geçirdiği. Mimarlığı bu şekilde yaptığımızda, bir politik duruş da tanımlamış oluyoruz. Sosyal binalar yaptığımızda, toplumun refahını inşa ediyoruz ve bu da politikaya girmek anlamına giriyor. Bu anlamda mimarlık, bir değişim, öğrenme ve sosyal refah mekanizması. Toplumsal mutluluğu inşa ettiğimizi anladığımız anda, mimarın nosyonu ve görülebilir olmak için yapılan bir obje olarak mimari anlayış yok olmaya başlıyor. Mimari, insanları, zamanı ve mekanı birbirine bağlayan politik bir mekanizma. Kütüphaneler, spor merkezleri, parklar gibi kitlesel kullanım için mekanlar tasarlıyorsunuz. Bir taraftan da insanların yaşam şekilleri belirgin ve çok hızlı bir şekilde değişiyor; önceki dönemlere göre bireysellik öne çıkıyor. Siz hala topluluklara ve müşterek yaşama inanıyor musunuz? Binalarımız toplulukları dönüştürüyor, bir kişinin kullanımı için değil, çoklu kullanım için tasarlanıyor. Bir çocuk hafta sonu okula kardeşleri ve ailesiyle birlikte gidebilir ve hepsi binanın bir parçası olma imkanına sahipler. Eğer bireysel düşünüyorsak, toplum içinde düşünmüyoruz demektir. Kolektiflik oluştuğunda ve herkes aynı amaç uğruna, birbirinin ihtiyaçlarına erişmek için çalıştığında kentler ve mimari başarılı demektir. Günümüzde kentleri toplumsal yapı ve sürdürülebilir altyapı açısından yeniden düşünmemiz ve ilişkileri, yeni davranış şekillerini, sosyal, ekonomik ve politik dinamikleri tetikleyecek mekanları nasıl kurabileceğimize bakmamız gerekiyor.

Mimarlar, sosyal sonuçlar ve kitlesel değişimler yaratma potansiyeli olan şekiller, formlar ve dokular yaratıyorlar. Sizin mesleği uygulama yönteminize baktığımızda, süreç bundan biraz daha farklı işliyor, sosyal etki alanı daha önce geliyor gibi görünüyor. Bu bağlamda mimari yaklaşımınızı tarif edebilir misiniz? Mimarinin değerinin yalnızca kendisine değil, ortaya çıkardığı sonuca, daha fazlasını yapma ve temsil etme kapasitesine dayandığına inanıyoruz ve bu sebeple de mimarinin varlığıyla değil, ne yaptığıyla ilgileniyoruz. Doku, form ve bunların işleyişiyle ilgili maddesel tutumu anlamak önemli. Ancak, en önemlisi bu maddeselliğin belli davranış, eylem ve olayları ortaya çıkarabileceğini anlamaktır. Tasarladığımız unsurun sosyal, ekonomik, politik ve doğal olarak nasıl değişimleri tetikleyeceği konusunda her zaman kendimizi sorgulamalıyız.

İşleriniz arasında okul projeleri de var. Gençler ve çocuklar için tasarlamanın nesi farklı? Anaokullarının, okulların ve üniversitelerin sadece kullanıcılarına değil, topluluklara hizmet ettiğini anlamamız gerekiyor. Gençler ve çocuklar için proje yaptığımızda, akademik alanın bilgi değiş tokuşuna, sosyal ve yaşamsal gelişmeye izin verecek öğrenme ve ilişki kurma yöntemlerini nasıl tetikleyeceğini anlamaya başlıyoruz. Yaptığımız işin yansıması şöyle oluyor; bir çocuk bir odadan diğerine ne kadar etkin bir şekilde ulaştığıyla ilgilenmiyor, giderken ne yapabileceği, nelerle oynayabileceğiyle ilgileniyor ya da boş bir sınıfı, bir oyun unsuruna çevirdiğinizde tipik bir eğitimin ötesinde neler olabileceğiyle… Biz bu tarz, öngörülmesi mümkün olmayan,

“Mimarlar politikacıdır. Mimarlığın dünyayı nasıl değiştirebileceği ve insanların yaşam ve davranış biçimlerinde bir değişimi nasıl yaratabileceğini düşünmenin zamanı geldi.” demiştiniz. Bunun nasıl yapılabileceğini biraz açar mısınız? Benim eğitim aldığım dönemde günümüzden çok farklı olarak, mimar, dünyanın temsiliyeti üzerinden düşünülüyordu. Bense, bizi ilgilendirenin onun geçirdiği dönüşüm olduğuna ikna oldum ve buna inanıyorum. Bu bağlamda mimari, bir dönüşüm mekanizmasıdır, temsiliyet değil. Bizlerin ilgi alanı, malzemenin ve formun nasıl işlediği, ne ürettiği, insanlarla ve çevreleriyle nasıl ilişkilendirileceği ve işaret ettiğimizden 127


Dupli Casa, Germany, 2008, Fotoğraf: David Franck

kuralsızlık ve yeni davranışlar ortaya çıkartacak şekilde tanımsız alanlar bırakmakla ilgileniyoruz. Çocuklarla çalışmak ilgi çekici. Çünkü onlar, kendileri için üretim mekanizmaları haline gelen alanlar öngörülmüş yetişkinler gibi oyundan uzaklaşmış olmanın aksine bir tavır sergiliyorlar. Foucault’nun önermesinde olduğu gibi, vücudun mekan üzerinden kontrolü, işimizden nasıl keyif alınacağını unutmamıza mahal veriyor ya da örneğin bir akşam yemeği, keyifli bir eylemden ziyade, rutin haline gelmiş bir beslenme işlevi olarak düşünülüyor. Pies Descalzos okul projesini, “çevresi ve kent sakinleri için kişisel ve toplumsal gelişim alternatifleri üretecek bir değişim motoru niteliğindeki bir mimari ve kentsel proje” olarak tanımlıyorsunuz. Proje, bu tanımda belirttiğiniz kapsamda başarılı oldu mu? İlk senesinin içinde olduğumuz için proje halen yeni. Başarılı olup olmadığı sonucuna varmak mümkün değil. Ancak çevresinde, biçimsel, fiziksel, en önemlisi de insanların o bölge ve kendileriyle ilgili algıları üzerinde büyük değişimler yaratmaya başladı. Ama tabii, dedim ya, projenin dönüşümünü görmek için çok erken. Dönüşüme en iyi örnek Medellin’deki İspanya Halk Kütüphanesi. Burası birkaç yıl önce, o bölgede yaşayanların kullanımına kapalıydı. Projeyle birlikte, şiddet ve uyuşturucunun kontrol altına aldığı görünmez duvarlar yok oldu. Kütüphane, kente ve bölgeye, turizmin de yardımıyla yeni bir ekonomi getirdi. Ayrıca insanlar kendileri ve mekanla ilgili fikirlerini değiştirdiler. Şiddet %85 oranında azaldı. Kütüphane projesiyle birlikte yönetim ilk kez, kamusal alan gelişimi, sosyal programlar ve küçük işletmeler aracılığıyla ekonomik büyüme sağlanması konusunda katkı sağlayan bir planın parçası oldu. Proje, insanları, aileleri, bölgeyi ve kenti birbirine bağladı. Santo Domingo Savio, bir gelişim ve topluluk mekanı olarak örnek bir yer haline geldi. 2050 yılına kadar dünya nüfusunun %66’sı kentlerde yaşamaya başlayacak. Bu da artı 2,5 milyar kentli anlamına

geliyor ve kent yaşamıyla ilgili yeni yaklaşımlar konusunda bize bir şeyler söylüyor. Bu gelişmelerle birlikte kentler nasıl görünecek sizce? Ve bu gelişmeler kırsal yaşam için ne anlam ifade ediyor? Biliyoruz ki, yeni teknolojilerle birlikte bu indeks değişebilir. Yeni dönemde uzak mesafedeki insanlarla iletişim kurup çalışabileceğiz. Dolayısıyla belki de kentte yaşamak herkes için çok da önemli olmayacak. Toplumdaki yeni üretim biçimleriyle birlikte, geleneksel kent inşası da değişecek. Üretim her geçen gün dönüşüme uğradı ve şimdilerde üründen çok servis ve hizmetler, fikirler söz konusu. Bu yönelimle birlikte, hep beraber aynı yerde yaşamanın pek bir anlamı kalmayacak. Diğer taraftan, mesafeler ve zaman toplumsal ihtiyaçlar anlamında ciddi sorun teşkil ettiği için, mega kentler, mikro kentlerin birleşiminden oluşacak; Mexico City ve Sao Paulo gibi. Uluslararası mimarlık camiasında Venedik Mimarlık Bienali, Dünya Mimarlık Festivali (WAF) gibi önemli etkinlikler düzenleniyor. Tasarım etkinliklerinin, festival ve bienallerinin de sayısı gittikçe artıyor. Bunların endüstri üzerindeki etkisi ne ya da ne olmalı? Sonuç itibarıyla, bilgi inşa etmenin bir yolu ve yaptığımız şeyin bir yansıması olmalı. Bu etkinliklerin, araştırma yapma ve düşünce üretim mekanizmaları üretme alanları olarak konumlanması gerekiyor. Ayrıca etkinlikler, kullanıcının sesini, onların mekanla ve diğer insanlarla nasıl etkileşim halinde olduğunu ortaya çıkarmalı. Mimariyi yalnızca sunmaktan ziyade, öğrenmeye ve kullanmaya yönelik alanlar yaratmak, yeni tutumlar gelişmesini cesaretlendirecektir. Biraz da İstanbul’dan bahsedelim. Takip etmişsinizdir; inşaat sektörü son yıllarda en önde gelen sektör. İnşa edilen onlarca konut projesi var. Bunlardan bazıları toplu konut projeleri, bazılarıysa yepyeni bir lüks yaşam vaadinde bulunuyor. Ayrıca pek çok gökdelen ve AVM inşaatı da devam ediyor. Diğer

XOXO The Mag


Dupli Casa, Germany, 2008, Fotoğraf: David Franck

taraftan İstanbul’un dünya tarihinde çok özellikli bir konumu var. Tüm bunlar bir arada barınabilir mi? Bir kent bu kadar fazla inşaatla birlikte nasıl hayatta kalabilir? Bir kentin hayatta kalması, yaratıcılık ve kamusal alanın, kamusal binaların korunmasıyla birlikte mümkün. Kozmopolit bir kent olan İstanbul, din, kültür ve bilgi için alan yaratan bu mekanların varlığıyla hayatta kalabiliyor. Ancak kent büyüdükçe, bu mekanların da büyümesi, böylece kente, hem toplum hem de var olan ve yeni projeler için esneklik ve geçirgenlik sağlanması gerekiyor.

ekonomik, coğrafi, çevresel, felsefi olaylarla birleştirmek anlamına gelecek şekilde düşünce yöntemleri inşa etmekten kaynaklanıyor. En beğendiğiniz mimari eser nedir? Pedro Reyes, Collective Hats. Şu anda hangi projeler üzerinde çalışıyorsunuz? Güncel projelerimizin üçü kamusal alan renovasyonu üzerine projeler. İlki, Kolombiya Cartagena’da “Barrio consentidos” isimli bir kamusal alan projesi. Proje Kolombiya’nın en turistik kentlerinde birisinde yer alan unutulmuş bir bölgeye, yeni ekonomi ve sosyal gelişim getirme amacını taşıyor. Bölgenin, şiddet ve uyuşturucuyla anılmaya başlayan gerçekliğini, eğitim, kültür ve gelişim üzerinden değiştirmeye çalışıyoruz. İkinci proje, Uruguay, Montevideo’da, ülkenin iletişim firmasının sponsor olduğu yeni bir meydan projesi. Meydanda, kamu binasını kentle, bölgeyle ve toplulukla birleştirecek, kapsayıcı ve oyunlu bir kamusal alan unutulmuş durumda. Üçüncü projeyse Kolombiya, Marinilla’da. Kent, orkide tarımıyla biliniyor ve biz de topluluğun aktivitelerinin yerelliğini kamusal alana taşımaya, böylece tarım ve çiftçilik hakkında bir şeyler öğrenilebilecek bir mekan inşa etmeye ve Marinilla’nın kimliğini bütün topluluğa yaymaya çalışıyoruz. Tüm bu projelerde, topluluklar arasında yeni davranış biçimleri ve eylemleri tetikleyecek alanlar öneriyoruz. Bu mekanların inşa edilmesinden önce bunlarla ilgili konuştukça, eserin yaratıcısının fikri gittikçe kayboluyor ve binaların, kentlerin ve toplumun dönüşümü bölge/kent sakinlerinin eline geçiyor.

Kentteki diğer bir sıcak konu da, inşaat sektörünün bir parçası olarak son derece hızla ilerleyen soylulaştırma çalışmaları. Bunlar kentte yaşayanları yakın gelecekte ne şekilde etkileyecek sizce? Böyle bir dönüşümü, kentlilerin yaşam kalitesinin sürdürülmesini ve hatta daha da gelişmesini sağlayacak şekilde başarmış olan bir kent var mı? Soylulaştırma geniş, hassas bir konu olarak ortaya çıkıyor. Bir tarafta kenti ekonomik, mimari, kültürel ve sosyal olarak yeniliyor, ancak diğer tarafta yabancılaşmaya ve yerinden etmeye sebep oluyor. Dolayısıyla dikkatle yürütülmesi gereken bir süreç. Mimari/tasarım ve lüks ilişkisi için ne söylersiniz? Bir tasarım objesi olarak mimari ile ilgilenmiyoruz. Bu nedenle de, mimarinin lüksle ilgili olması gerektiğini düşünmüyoruz. Ayrıca, güzellik ve çirkinlik tartışmalarından da uzağız. Biz objelerin, mimarinin ne ürettiği ve bunun nasıl bir ilişkiyi harekete geçirdiğiyle ilgileniyoruz. Nereden ilham alıyorsunuz? İlham kaynağım tek bir obje veya unsur değil. Çalışma tutkusundan, özellikle de kolektif işlerimizden ve tartışarak ortaya çıkardığımız projelerden ilham alıyorum. Bu, mimari ve içinde bulunduğumuz toplumla ilgili düşünce ve pozisyon geliştirmenin farklı yollarıyla ilgili. Ve nihayetinde ilham, günümüz dünyasını, sosyal, politik,

Hikayenin tümü başka olsaydı, yaşam felsefenizi yansıtacak meslek ne olurdu? AIdo Rossi’nin şu sözünü beğeniyorum; “Başka bir mesleğim olsaydı da aynı şeyleri yapardım“. Yani mimari ve filozofinin kendi değerleri vardır ve ben başka araçları kullanarak yine aynı şeyi yapardım. 129


INTERVIEW/DIGITAL

ERIK MARTIN

Hueypriest

Dijital mecraların dahi çocuğu Erik Martin’le Depop’un New York’taki ofisinde buluşuyoruz ve Reddit’teki Genel Müdürlük döneminden Depop’a, TIME 100’den devlet güdümlü kitlesel gözetlemeye uzanan bir röportaj gerçekleştiriyoruz. Konuştuğumuz konular, Asghar Farhadi ve 1. Dünya Savaşı’yla daha geniş bir perspektife yayılıyor. Sanal alemlerde hueypriest olarak nam salan Erik Martin'le diyaloğumuza siz de davetlisiniz. röportaj barış fert fotoğraf erik martin’in izniyle

XOXO The Mag


Erik, anlaşılan hayvanlarla aran çok iyi. Kesinlikle. Kedim ve köpeğim olmasaydı benim için hayat çok anlamsız olurdu. Çok küçük yaşlardan itibaren hayvanlarla iç içe yaşıyorum. Ve bu durumdan da çok hoşnutum.

Devlet güdümündeki kitlesel gözetleme faaliyetleri hakkında ne düşünüyorsun? Dijitalleşen dünyada neredeyse her şey yeniden anlamlandırılıyor ve bu doğrultuda kitlesel gözetleme faaliyetlerinin ifade ettiği anlamı ve kapsama alanını tekrar gözden geçirmeliyiz. 21. yüzyıl, internetin hüküm sürdüğü bir dönem ve buna paralel olarak da, bireyler, paylaşımlarını dijital platformlar vasıtasıyla yapıyorlar. Şahsen, bu konuyla ilgili devlet politikalarının, bu durum göz önüne alınarak yeniden düzenlenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Senin dahil olmanla birlikte Reddit’te neler değişti? Reddit’te 2008 yılında çalışmaya başladım ve o dönemde takipçilerimize İngilizce haricinde bir dil seçeneği sunamıyorduk. Bu durumun sonucu olarak da çok daha sınırlı bir takipçi kitlesine sahiptik. Ayrıca, yeterli ölçüde spor ve kültür-sanat içeriği de sağlayamıyorduk ve bu da bizim için büyük bir dezavantaj oluşturuyordu. Çok kısa bir zaman diliminde bu problemlerin üstesinden gelmeyi başardık ve dijital dinamikleri de sürekli göz önünde bulundurduk. Çok geçmeden, takipçi kitlemiz arttı ve onlara, kendilerini Reddit aracılığıyla doğrudan ifade etme şansını sağladık.

1. Dünya Savaşı’na olan özel ilgin nereden geliyor? Amerikan Devrimi, Amerikan İç Savaşı ve 2. Dünya Savaşı gibi konulara, ABD’deki resmi tarih tartışmalarında sıkça rastlıyoruz. Fakat ABD’nin, 1. Dünya Savaşı’na sonradan dahil olmasından dolayı bu savaşta olup bitenler tarih derslerinde pek anlatılmıyor. Ben de savaşta yaşananları daha detaylı bir şekilde öğrenmek için olanı biteni araştırmaya karar verdim. 1. Dünya Savaşı’nda aktif rol oynayan birçok faktör var ve bu zenginlik benim için oldukça ilgi çekici. Örneğin bu savaşta, modern teknolojiden faydalanılarak üretilen silahların yanında at sırtındaki süvarilere rastlıyorsunuz. Bu çeşitlilik beni heyecanlandırıyor.

Peki bu kadar başarıdan sonra neden oradan ayrılmak istedin? Orada geçirdiğim 6 sene sonunda artık başka bir şeyler yapmak istediğimi fark ettim. Ayrıca yapmak istediklerimin hepsini de hayata geçirmiştim. Yoğun bir tatmin duygusu hissettiğiniz an motivasyonunuz düşüyor ve bunun önüne geçmek için de hayatınızda değişiklikler yapmanız gerekiyor.

Depop’u sadece üç kelimeyle tanımlamanı istesek? Ufak, mağaza ve cep.

Sence Reddit’i nasıl bir gelecek bekliyor? Kesinlikle çok parlak... Takipçiler zaman geçtikçe Reddit’le daha çok bütünleşiyorlar ve bu da paylaşılan içeriklerin kalitesini artırıyor. Bu durum devam ettiği sürece çok daha büyük kitlelere sesimizi duyuracağız.

Sitenin takipçileriyle kurduğu güçlü iletişimin sırrı ne? Birçok insan, sahip olduğu yaratıcı nitelikleri diğerleriyle paylaşma fırsatına sahip olamıyor. Biz de Depop olarak onlara bu fırsatı vermeye çalışıyoruz ve onları, bizimle bir şeyler paylaşmaları için cesaretlendiriyoruz. Yarattığımız bu alan sayesinde takipçilerimiz kendilerini ifade etme şansına erişiyorlar ve dolayısıyla da daha mutlu oluyorlar.

Reddit’te yayınlanmış makalelerden en iyilerini basılı bir seçki haline getirmeyi düşünmüş müydünüz? Evet, fakat bu tarzda büyük ve ciddi bir projeyi hayata geçirecek zamanı bulamadık.

The Fappening hakkında ne düşünüyorsun? Kesinlikle çok talihsizdi.

Dünya, Auroa’daki katliamdan sonraki gelişmeleri ilk olarak Reddit’ten öğrendi. Bunu nasıl başardınız? Katliamın gerçekleştiği sırada, olay mahallinde bulunan yazarlarımızdan birisi, oldukça hızlı bir şekilde orada olup bitenle ilgili içerik paylaşmaya başladı ve bu paylaşımlar fazlasıyla detaylı ve tatmin ediciydi. Ayrıca, orada bulunan yazarımız, Reddit’in kullanıcıların hayatını kolaylaştıran bütün fonksiyonlarını kullandı ve bu sayede de Auroa’daki katliamı olabildiğince inovatif bir biçimde sunmuş olduk.

Kendi adını TIME 100 içinde gördüğünde ne hissettin? Acayip gururlandım. Hatta birkaç saniyeliğine de olsa smokin giyip sokaklarda dolaşmayı düşündüm. Eh madem öyle, neden insanların senin yerine Asghar Farhadi’yi seçmesi gerektiğini düşündün? Asghar Farhadi’nin inanılmaz bir yönetmen olduğunu düşünüyorum. TIME 100’e aday gösterildiğimiz dönemde Farhadi’nin başyapıtlarından 'A Separation’ı daha yeni izlemiştim ve filmin tamamen etkisi altındaydım. Malum, 'A Separation', aile içi ilişkileri evrensel bir nitelikte işliyor ve hayatta hepimizin karşı karşıya gelebileceği durumları politik bir çerçevede aktarıyor. Bu bağlamda da benim yerime Farhadi’nin seçilmesinin daha isabetli olacağını söylemem garip değil.

Tüketicilere destek olmak amacıyla kurduğunuz platformun ismini neden Assholes on Demand koydunuz? Bu platform, gönüllülük esasıyla çalışan yaklaşık 300 kişiden oluşuyor ve müşterilerin haklarını büyük şirketlere karşı savunuyor. Eh haliyle durumu bu bağlamda değerlendirirsek hepimiz büyük şirketler için birer dallamayız. Peki, bu dallamalar tam olarak ne yapıyor? Mağdur olan insanların, sahip oldukları haklarını korumaları için ihtiyacı olan bütün bilgileri sağlamaya çalışıyoruz. Bunu yaparken de kendi kişisel tecrübelerimizden faydalanıyoruz. Platform bünyesindeki gönüllülerin birçoğu sistemin işleyişini oldukça iyi biliyor ve bu doğrultuda belirledikleri taktikler de sorun çözmeye yönelik oluyor. Pek tabii ki hiçbir şekilde yasal olmayan bir yöntem izlemiyoruz. Kısaca, yaptığımız hizmetin %99’unu detaylı bir Google search olarak tanımlayabiliriz.

Sinemayla aran nasıl? Oldukça ilgiliyim. Hatta lisedeyken birçok belgesel çektim ama ne yazık ki çok başarılı olamadım. Ayrıca, film festivallerinin müdavimiyim. Vazgeçemediğin bir web sitesi var mı? Bu soruya çok şaşıracağınız bir cevap veremeyeceğim. Reddit’te oldukça aktifim ve son zamanlarda da Twitter’la aram çok iyi. Genç girişimcilere ne öneriyorsun? Gerçekten ilgilendikleri konulara yönelmeleri gerekiyor. Tutkuyla çalışıldığı takdirde başarısızlık söz konusu olamaz. Ayrıca, bir işe başlamadan önce, o sektörle ilgili geniş çapta araştırma yapmanın oldukça faydalı olacağını düşünüyorum. Her ne kadar dijitalleşen dünya bireyleri elektronik cihazlara bağımlı hale getirmiş olsa da, toplumun her kesimiyle kurulacak yüz yüze iletişimin genç girişimciler için avantaj

Bu durumda, proje, gelecekte de pro bono esasına göre mi işleyişini sürdürecek? Kesinlikle. Bu projeyi yönetirken sadece boş vakitlerimizi değerlendiriyoruz ve hiçbir şekilde maddi bir beklentiye de sahip değiliz. 131


INTERVIEW/PEOPLE

NARKÖY

Doğayı Hatırla En son ne zaman şehrin içinde olmayan çimlere bastınız, ne yapacağınızı bilmeyip bakışlarınızı gökyüzüne çevirdiniz ya da ağaç dalından kopardığınız bir meyveyi yediniz? Bir trenin ardından koşarmışçasına yaşadığınız hayatı bir süreliğine askıya alın, çünkü size anlatacaklarımız var. Nar Anne olarak anılan ve kendini doğaya hak ettiği değeri geri kazandırmaya adayan Nardane Kuşçu’nun umut veren ütopyası Narköy’ü bir de ondan dinleyin. röportaj melda ennekavi fotoğraflar fırat meriç

XOXO The Mag


Her şey not defterinize çizdiğiniz bir eskizle başlamış. Sizi, Narköy’ü yaratmaya iten ne oldu? Yıllar önce kızım Beste, lisedeyken doğum günümde bana bir defter almıştı. Henüz emekli olmamıştım, öğretmenlik yapıyordum. Okul bahçesi temiz kalsın diye bahçe betonla kaplanmaya ve okulun amacı öğrencileri sadece sınava hazırlamak olmaya başlamıştı. Aile ve çocuklar arasındaki diyaloglar da sınavlar ve puanlar ile sınırlanmış haldeydi. Bahçeli, kütüphaneli, laboratuarlı okullarda büyümüş, izcilik yapmış, uygulama bahçelerinde ekip dikmiş, yemek yapıp pasta pişirmiş bizler için bu yaklaşım üzücü olmanın yanı sıra çocuklara ve ailelere de yapılan bir haksızlıktı. Okullarda kahkahalar azaldıkça öğrenme de bilgiden beceriye dönüşemiyordu. Defteri elime aldığımda “Bir eğitim çiftliği kurmak istiyorum.” cümlesiyle başlayan bir düş yazıya döküldü. Zihnimde canlanan bu düşün eskizleri bu günkü Narköy’ün mayasıdır. Emekli olduktan sonra eğitimde inandığım yöntemleri hayata geçirmek üzere Nar NLP’yi kurdum. Bir süre sonra oğlum Ozan ve eşi Ebru şirkete katıldılar. Ozan şirketin kurumsal ayağını kurdu. Şirketimiz her katılanın birikimiyle bir çocuğun büyüdüğü gibi, her adımın hakkını vererek, telaşsız büyüdü.

yapma, ekim dikim ve hasat gibi işler sürer gider. İsteyenler gün içerisinde ata binebilirler, dağ bisikletleriyle orman turuna çıkabilirler ve doğal yaşamla ilgili bilgiler veren çeşitli atölye çalışmalarına katabilirler. Tüm çiftlik ve orman aynı zamanda eğitim alanıdır. Tüm bu işler olurken kahkahalar, doğanın müziği, türküler, tüm dünyadan gelen gönüllülerimizin söylediği şarkılar duyulur. Gece de ateş başı sohbetleri ve müzikle devam eder. Çiftliğin ve otelin altyapısında ve hatta mobilyalarda bile geri dönüşümden faydalanıyorsunuz. Bu sistemi oturtmak zor oldu mu? Temel prensipleri belirlediğinizde, yeterli gözlem ve araştırmayı yaptığınızda ve ekipçe buna inandığınızda bu sistemi oturtma dönemi çok geliştirici bir süreç haline gelebilir. Bu konuda kızımın yaratıcılığından çok faydalandık ve faydalanmaya da devam ediyoruz. Atölyelerden bahsettiniz... Ne tür eğitimler veriyorsunuz? Permakültür, kompost, peynir ve ekmek yapım atölyelerinden, holistik sağlık ve beslenmenin yanı sıra çocuklar için doğa içinde kişisel gelişim eğitimlerine kadar geniş bir yelpazemiz var. “Kendi bahçeni yap” eğitimi, özellikle kısıtlı alanlarda, balkonlarda, kent bahçelerinde uygulanabilecek hızlı ve pratik yöntemler öğrenmek için ideal. Bunun dışında, doğada hayatta kalma yöntemlerini anlatan ve doğa içinde kendinizle ilgili keşifler yapmanızı sağlayan “Doğada ... Olmak” eğitimi var. Doğada kaldığınız iki günün sonunda noktaları siz dolduruyorsunuz.

Çiftliğin temellerini atmaya nasıl karar verdiniz? Eğitim çiftliği kurma hayalimden aileme bahsettiğimde en başta oğlum Ozan olmak üzere Beste, Ebru ve eşim Ahmet “Hemen arazi aramaya başlayalım.” dediler. Eğitim şirketimiz vasıtasıyla oluşturduğumuz tüm kaynaklarımızı bu işe yatırmak üzere uzun vadeli bir strateji geliştirdik. Aileyle çalışmanın zorlukları oluyor mu? Biz aileyle çalışmaya alışığız. Birbirimizin sorumluluk alanlarına saygılıyız. Her birimizin alanının farklı olması bize güç kattı; bir nevi Voltran’ı oluşturduk.

Odalarınızdaki kullanım kılavuzlarıyla misafirlerinizi de var olan sisteme dahil ediyorsunuz. Narköy’ün ana teması “geçiş”tir. Amacımız şehirden doğaya, doğadan şehre bir köprü olmak ve konaklamaya gelenlerle doğanın arasında yeniden bir bağ kurmak.

Yarattığınız bu dünyada sıradan bir güne neler sığıyor? Kendi adıma konuşmam gerekirse; sabah erkenden bir orman ve çiftlik yürüyüşüyle birlikte fotoğraf çekerek güne başlarım. Sonrasında ise hayvan bakımı, süt sağma, güzel bir kahvaltı, peynir, yoğurt ve ekmek

Ve ayrıca, 800’ü aşkın çeşidinin olduğu bir tohum bankanız da var. Kendimi bildim bileli tohum topluyorum. Tohumları saksılara, duvar bahçelerine, yazlığın bahçesine ekerek ve alarak biriktiriyordum. Bir 133


tohumun peşinden gidemeyeceğim yer, harcamayacağım emek yoktur. Ailem de bu tavrımı her zaman desteklemiştir. Bu konuda zaman zaman benimle dalga geçse de eşim Ahmet’in de süreçte çok büyük katkısı vardır. Özellikle son dönemde organik beslenme ve yaşama ilgi bir hayli arttı. Aslında hep orada olan doğanın yeniden farkına varma ihtiyacı nasıl oluştu sizce? Eskiden organik sertifikası yoktu, çünkü her şey doğal yapılıyordu. Zamanla gıdalar gösterişli zehirlere dönüştükçe, giydiğimiz kıyafetler bile sağlığımıza dokunmaya, tohumlarımız kaybolmaya, doğa hızla kirlenmeye başlayınca, küresel ısınmanın da oluşturduğu sonuçlara katlanmak zorunda kaldığımızda bir farkındalık oluştu. Organik sertifikası almak tümü kayıt altına alınan pek çok prensibi uygulamaktan geçer. Sertifikalar akredite kurumlar tarafından verilir, denetlenir. Toprak, su ve ürün analizlerini gerektirir. Bu da temiz gıdaya ulaşmak için bizi disipline eder. Umarım ki bir gün bu sertifikaya ihtiyaç duymadan da tüm bunları yapabilelim. Burası şehir hayatından bir kaçış mı yoksa sahip olduğumuz dürtüleri yeniden hatırlayabileceğimiz bir yer mi? Daha önce farklı sözcüklerle söylediğim gibi doğal halinize, yeteneklerinize dönüp, özgüveninizi tazeleyip, tazelenip dönebileceğiniz bir yer. Doğanın yeniden takdir görmesini hedeflediğiniz bu mekanda teknoloji hayatınızın ne kadarlık bir bölümüne girebiliyor? Teknolojiyi doğayla uyumlu, yeterince ve akıllıca kullanıyor olmak önemli. Örneğin güneş enerjisinden yararlanıp sıcak su üretmek için teknolojiyi

kullanırken lokantamızı ısıtmak için Karadenizli bir zanaatkarın elinden çıkma büyük kuzinemiz bize yetiyor. Teknoloji kavramının içini nasıl doldurduğumuz da önemli. Şehir yaşantısını özlüyor musunuz? Zaman zaman şehre gidiyorum ama burayı çok çabuk özlediğim kesin. Şehirde yaşayanlar en çok neyi ihmal ediyorlar? Tarafsız gözlem yapmayı ve kafalarını kaldırıp gökyüzüne bakmayı... Onlara neyi hatırlatmak isterdiniz? Yerine koyamayacağımız kaynakları “Gerçekten kullanmak zorunda mıyız?” diye düşünmelerini hatırlatmak isterdim. Dünyanın birçok yerinden de ziyaretçi ağırlıyorsunuz. Bu insanların ortak noktası var mı? Burada her yaş ve meslek grubundan, her milletten insanı görmek mümkün aslında. Kimisi gönüllülük yapmaya, kimisi ailesiyle doğada vakit geçirmeye kimisi atölye ve eğitimlere katılmaya geliyor. Genellikle doğa ile bağlantısını korumak, güçlendirmek, hatırlamak ya da yeniden bağ kurmak isteyen insanları ağırlıyoruz. Yolunuz Narköy'e düşerse bizi kapıda ilk kim karşılayacak? Eğer tarlada ya da ormanda değilsem ben. Sizi hangi mevsimde ziyaret etmeliyiz? Ömür dört mevsim. Narköy’de doğanın keyfini her mevsimde farklı şekilde çıkarmanızı sağlayacak imkanlar sunuyoruz.

XOXO The Mag



THE ATOMICS

Sessizlik lütfen. Sizi bir roleplaying’e davet ediyoruz. 4 kardeşsiniz, birinizin adı Lucky Blue, ve 3 de kız kardeşiniz var. Ya da 4 kardeşsiniz, birinizin adı Starlie, Daisy ya da Pyper, ve bir de erkek kardeşiniz var. Müzik yapıyorsunuz, modellik yapıyorsunuz, blogunuz var, dijitalde esameniz okunuyor ve güneş güzel yüzünü göstermeye başlıyor. Ne güzel. Kaldığınız yerden devam…

photographer mike rosenthal DLMLA styling julie matos DLMLA hair derek williams the wall group makeup spencer barnes DLMLA manicurist jolene brodeur DLMLA bts video dave lang producer virginie picot DLMLA photography assistant mat dunstan 2nd photography assistant alex hainer


DAISY tişört levi's, ceket saint laurent, jean levi's, ayakkabı saint laurent PYPER tişört levi's, ceket saint laurent jean levi's, ayakkabı jimmy choo STARLIE tişört levi's, ceket acne studios, jean levi's, ayakkabı christian louboutin LUCKY hırka vintage, üst comme des garçons, jean comme des garçons, çorap reebok, ayakkabı kenzo



PYPER ceket moschino couture jean paige kemer moschino ayakkabı jimmy choo STARLIE ceket moschino couture etek moschino couture LUCKY ceket blk denim gömlek givenchy jean kent&curwen ayakkabı kenzo DAISY ceket moschino couture pantolon moschino couture şapka vintage ayakkabı saint laurent





STARLIE ceket levi's üst h&m şort levi's çorap reebok ayakkabı reebok DAISY ceket vintage üst l.a. roxx jean reebok ayakkabı l.a. roxx LUCKY yelek vintage levi's tişört vintage calvin klein jean levi's bot vintage PYPER üst joe’s jean levi's ayakkabı reebok



145



ceket kent & curwen gรถmlek kent & curwen


ceket acne studios tiĹ&#x;Ăśrt levi's jean levi's


tişört levi's ceket saint laurent jean levi's

tişört levi's ceket saint laurent




Bu bir ilandır.

into the

glam an original idea by CO for TONI&GUY photographer murat süyür realization olga şerbetcioğlu styling aslin kumdagezer, utku palamutçu

3D VOLUMISER Lana Del Rey, Kim Kardashian, Lorde, Beyoncé, Blake Lively ve Farrah Fawcett arasındaki tek benzerliği bulmanızı istersek cevabınız kuşkusuz hacmiyle kendine bir daha baktıran saçları olacaktır. Bu eklektik gruba katılmaktan sadece bir fıs uzaktasınız. Toni&Guy 3D Volumiser, tüm saç tiplerine uyum sağlayan dokusuyla saça istenilen hacmi kazandırıyor. Kuru saça uygulayın.


SERUM DROPS Trump’ların varisi Ivana, en iyi intikamın harika görünen saçlar olduğunu savunuyor. Tüm hazırlıklarınızı tamamlayın, acele etmeyin, intikam soğuk servis edilir. Saçınız intikam almaya hazır olduğunda son dokunuşu Serum Drops’la yapabilirsiniz. Elektriklenmeleri ve etrafta uçuşan saçları yola getirmesiyle ünlü Toni&Guy Serum Drops’u saçınızın uçlarına doğru sürünüz.



FIRM HOLD HAIRSPRAY Morrissey saçları düzgün olmayan birinin hayatının da düzgün olmadığı kanısında olduğunu söylüyor. Hayatınızın kontrolünü ele geçirmek için işe nereden başlayacağınız malum. Toni&Guy Glamour serisinden Firm Hold Hairspray, saçınızın istediğiniz gibi kalması konusunda kontrolü size teslim ediyor ve bu kontrolü nem bile elinizden alamıyor. Saçınıza istediğiniz şekli verdikten sonra sıkabilirsiniz.



MOISTURISING SHINE SPRAY Başarının sırrını parlak saçlara bağlayan önermelere kulak kabartın, kalabalıktan bir saç savurmasıyla sıyrılıp tüm kalabalığı kendine hayran bırakan klişeyi yanınıza alın. Glamour serisine ait Toni&Guy Moisturising Shine Spray, vadettiği parlaklığı saçları ağırlaştırmadan ve uzun süren bir pürüzsüzlük hissiyle sunuyor. Parıldayın.


ON

photographer emre doğru styling ceylan atınç hair&makeup önder tiryaki photography assistants fırat meriç, burak büyükyıldız model joss option mgmt

XOXO The Mag


THE ROAD III

sol sayfa gรถmlek acne

159

studios/beymen


gรถmlek a.l.c./v2k

XOXO The Mag

designers


161


sweatshirt acne studios/v2k designers pantolon stella mccartney/beymen

XOXO The Mag


163


gรถmlek raquel jean topshop terlik stefanel

allegra/v2k designers

XOXO The Mag


iç çamaşırı h&m jean levi's kemer miu miu

165


kazak ayĹ&#x;egĂźl bot hunter

boz

XOXO The Mag


atlet topshop jean stefanel terlik stefanel

167


iç çamaşırı eres

XOXO The Mag


端st emporio armani pantolon the fifth label/v2k designers bot free people/vakkorama 169


tulum 2nd XOXO The Mag

one/vakkorama


171


pantolon sea

me beachwear/beymen XOXO The Mag


173


photographer begüm yetiş styling deniz irem çek hair burhan çılgın/ no21 makeup ömer faruk dinç - mac ürünleriyle photography assistant can sever styling assistant berna demir makeup assistant meltem nural model marizanne /new models


çiçek desenli kırmızı elbise

alexander mcqueen/harvey nichols volanlı tül etek comme des garçons/harvey nichols volanlı kırmızı etek comme des garçons/harvey nichols ayakkabı sportmax


brokar akrilik elbise mary katrantzou/beymen k覺rm覺z覺 elbise peter pilotto/brandroom desenli etek (belde) beymen collection maske edit繹re ait


çizgili gömlek dolce&gabbana desenli etek dolce&gabbana pilili etek alexander wang/beymen boncuk detaylı küpe zara home ayakkabı sportmax şemsiye yargıcı


desenli blok รงorap prada turuncu elbise milka


deri üst comme des garçons/ harvey nichols volanlı kırmızı etek comme des garçons/harvey nichols volanlı tül etek comme des garçons/harvey nichols ayakkabı sportmax 179


kapitone üst issey miyake kapitone kaşkol issey miyake kapitone pantolon issey miyake ayakkabı sportmax şapka editöre ait


püskül detaylı üst sportmax kuşak detaylı elbise sportmax pilili etek max mara ayakkabı sportmax 181


desenli brokar elbise prada taş detaylı küpe prada şapka editore ait


volanlı elbise

brandroom

prabal gurung/

desenli sarı kumaş zara home desenli siyah etek michael kors iki renkli pilili etek mehtap

elaidi

hasır şapka zara home ayakkabı sportmax 183


ceket made for pearl XOXO The Mag


FAST TALK LOLA BLANC

WITH

Lola'yla tanıştığımız an kısa süreliğine olsa da kendimizi My Super Sweet Sixteen'in tam ortasında buluyoruz. Pek tabii ki bu hissiyatımızın temelinde, Lola'nın Britney Spears'ın anında radarına giren 'Ooh La La'sı yatıyor. Sohbetimiz koyulaşıyor ve Lola'ya, akılımızdaki bütün soruları Rus Edebiyatı'ndan platin sarı saçlara uzanan bir düzlemde yöneltiyoruz. Isaac Sterling de olup biteni XOXO için fotoğraflıyor.

interview barış fert photographer isaac sterling styling melisa triber hair sylvia wheeler makeup marco a. campos


Winona Ryder’ı andırıyorsun, bazen. Çok teşekkürler! Bu, herhalde şu ana kadar aldığım en büyük iltifat. Lola Blanc ne demek? Nabokov’un Lolita’sından fazlasıyla ilham aldım. Lola, cinselliği ve seksi çağrıştıran bir isim. Ve ben bu durumdan çok hoşnutum. Ayrıca, Lola adına dair yazılmış şarkılar da bu seçimde etkili oldu. Baban CIA’de çalışırken, ondan ilginç hikayeler dinleme fırsatın oluyor muydu? Hayır. Çünkü o dönemlerde oldukça küçüktüm. Bir de tabii CIA’de çalıştığınız zaman içeride olup biteni kesinlikle dışarıya aktaramıyorsunuz. Genellikle babam, seyahatten döndüğü zaman bana oyuncak bebekler getiriyordu ve ben de hiçbir şeyi sorgulamıyordum. İlerleyen yıllarda SSCB’yle ilintili çeşitli hikayeler de anlattığı oldu fakat bu anlatılanları detaylı bir şekilde hatırladığımı söyleyemeyeceğim. Yaptığın müziği tanımlayabiliyor musun? Üretim sürecinde hip hop ve urban pop gibi tarzlardan epey ilham alıyorum. Bu yüzden, “quirky urban pop” yaptığımı söyleyebilirim. Bence bu tanım, müziğimin eksantrik ve renkli yapısını çok iyi özetliyor. ‘Bad Tattoo’nun sözleri bir garip bu arada. Bu şarkı, itici, hatta mide bulandırıcı bir adama aşık olmayı ve ona saplanıp kalmayı anlatıyor. Eh o zaman, ‘Like Beyonce’deki “Beyonce gibi yaşamaktan çekinmiyoruz” sözüyle nasıl bir yaşam tarzına atıfta bulunmak istedin? Gösteriş ve güç, atıfta bulunduğum hayatı iyi ifade eden kelimeler. Beyonce’nin hayatı bize bir ütopya gibi yansıtılıyor ve hiç kimsenin bu ütopyayı yaşamaktan korkmayacağını düşünüyorum. Interpol’ün Lights videosundaki rolüne nasıl hazırlandın? Her şey gayet eğlenceliydi. Fakat saçımın yapılması saatler aldı. Genellikle saç hazırlığından epey keyif alırım ama o sırada nedense çok sıkılmıştım ve durmaksızın saçlarımla oynamak istiyordum. Ekiptekiler beni zapt edebilmek için ellerimi siyaha boyadılar. Bu sefer de burnum kaşınmaya başladı ama neyse ki makyajımı yapan arkadaşım burnumun içine kulak pamuğu sokup kaşıntımı dindirdi. Britney Spears’ın ‘Ooh La La’yı kaydetmeye karar vermesinden sonra neler hissettin? Çok heyecanlandım. En nihayetinde Britney Spears’dan bahsediyoruz. Ama ilk başta birazcık üzüldüğümü de itiraf edeyim. Çünkü kendi yarattığınız bir şeyin başkasının tekeline girmesi biraz tadınızı kaçırabiliyor. Neyse ki bu hissiyatın üstesinden çok çabuk geldim. Herhangi bir plak şirketine bağlı olmadan çalışmanın ne gibi avantajları ve dezavantajları oluyor? Bu durumun avantajları dezavantajlarından daha fazla. Kendinizi istediğiniz şekilde geliştirme şansınız oluyor ve bu süreçte de en ufak baskı veya korku hissetmiyorsunuz. Çünkü patron sizsiniz ve kovulmanız gibi bir durum söz konusu olmuyor. Diğer yandan, parasal konularda sıkıntılar çekebiliyorsunuz. Oysa ki büyük bir plak şirketi devreye girdiğinde; klip çekimi, pazarlama ve lojistik gibi bütçe gerektiren noktalar üzerine kafa yormanıza gerek kalmıyor. Ve bu sayede de sadece müziğinize odaklanabiliyorsunuz. Ama tabii bağımsız çalışmak çok daha eğlenceli. Müzisyenliğin yanında modellik de yapıyorsun. Özünde

benzer işler aslında... Açıkçası çok fazla ortak noktaları olduğunu düşünmüyorum. Her ne kadar yer aldığım projelerin yaratım sürecinde mutlak söz sahibi olsam da ve modelliği, sadece güzel görünmesi beklenen bir model olmaktan çok daha farklı algılasam da; fiziksel görünümünüzün bu sektördeki yerinizi belirlediğinin altını çizmek lazım. Müzik dünyası ise bambaşka dinamiklerden oluşuyor. Sürekli yaratıcı olmanız bekleniyor ve dış görünüşünüz sizin için avantaj veya dezavantaj yaratmıyor. Gelecekte kendi plak şirketini kurmayı düşünüyor musun? Tabii ki. Üretim sürecindeyken özgür olmayı seviyorum. Herhangi bir sorumluluk veya baskı hissetmediğim zamanlarda çok daha fazla yaratıcı olabiliyorum. Kendi plak şirketimi çok kısa vadede kuramayacak olsam da; tek başına bu fikir bile beni motive ediyor. Bugüne kadar kaç şarkı yazdın? Yüzlerce! Güzel olmasaydın yine de başarılı olabilir miydin? Adil değil biliyorum ama güzel veya yakışıklı insanlar özel hayatta ve iş hayatında daha avantajlılar. Diğer taraftan fiziksel görünüm başarı için asla tek başına yeterli olmuyor; disiplinli, çalışkan, azimli ve yetenekli insanlar günün sonunda ipi göğüslüyor. Geçtiğimiz günlerde ziyaret ettiğin poligamist bir kasabayla ilgili izlenimlerinden bahseder misin? Benim için oldukça ilginç bir tecrübeydi. Oradaki insanlarla uzun uzun konuşma fırsatım oldu. Bana, hiç kimseyle paylaşamadıkları sorunlarından bahsettiler ve içinde yer aldıkları düzeni sorgulamaya başladıkları an, her şeylerini kaybedebileceklerini söylediler. Yani kasaba halkı yaşadığı istismarı sorgulama hakkına kesinlikle sahip değil. Bu durum da gerçekten çok üzücü. Neyse ki, çok yakın bir zamanda, kasabadaki problemleri aktaran bir belgesel yayınlanacak ve insanlar yaşanan istismarın farkına varabilecek. Kiminle işbirliği yapmak istiyorsun? Childish Gambino! Amacıma ulaşana kadar da bunu her mecrada söylemeye devam edeceğim. Gece hayatıyla aran nasıl? Eskiden dışarı çok çıkıyordum fakat kötü alışkanlıklarla aram hiçbir zaman iyi olmadı. Şu sıralar arkadaşlarımla olmayı tercih ediyorum; fırsat bulursam da ev partilerine gidiyorum. Gece kulüpleriyse hiç bana uygun değil. Marka işbirlikleri nasıl gidiyor? Bugüne kadar Vera Wang Princess ve Hot Topic gibi birçok markayla işbirliği yaptım ve hepsinden çok keyif aldım. Son projemiz de Hello Kitty ileydi. O kadar çok eğlendim ki; onlarla yaptığımız fotoğraf çekiminin her saniyesini bütün detaylarıyla anımsıyorum. Başımı ıslak boyayla pembeye boyamıştık. Boya damla damla alnımdan aşağı dökülüyordu. Kısa bir süre içinde bütün suratım pespembe olmuştu. Kendimi inanılmaz mutlu hissediyordum. Hiç aşık oldun mu? Evet. Bize önerebileceğin bir albüm var mı? 1989, Taylor Swift. Saçını platine boyatmaya ne dersin? Güzel fikir; ileride deneyebilirim. Şu sıralar saçımı kızıla boyatmayı düşünüyorum.

XOXO The Mag






191


BRIEFS

Erkek giyimdeki en büyük eksik ne? Şehirli dikişler, şık ama çok özenilmemiş bir görüntünün karışımı... Sabah insanı mısın? Kesinlikle! O halde sabah kalktığında ilk yaptığın şey ne olur? Kızımın odasına gider, onu öpücüklere boğarak uyandırırım. Kaosu mu tercih edersin yoksa sükuneti mi? Güzel bir kaosu her zaman sessizliğe tercih ederim.

Üretimini nerede yapıyorsun? İtalya’da, çünkü bu coğrafyanın terzilik kültürüne diğerlerinden daha çok inanıyorum. Yaz koleksiyonun için seni ne harekete geçirdi? Serge Gainsbourg’un ta kendisi... Onun umursamaz şıklığını, formlarını ve kumaş seçimlerini koleksiyonun tümünde görebilirsiniz. İlkbahar-Yaz 2015 koleksiyonu, bir metropolün güçlü mimari konseptini, bir şehrin modernliğini, doğanın zamansız parlaklığını ve palmiyelerin evcilleştirilmemiş yapraklarını buluşturuyor. Tasarımlarında asla kullanmayacağın bir renk var mı? Turuncu. XOXO ID LY ADAMS Tasarımcı Bize içerisinde hem rahat hem de seksi hissettiğin bir kıyafet söyler misin? İçinde kaşmir olan her şey... Sence markanın adını gördüklerinde insanların aklına nasıl sıfatlar geliyor? Özgür, spontane ve zahmetsiz.

Bir kadın olarak erkek için tasarlamanın nasıl zorlukları var? Aslında pek yok... Ama tabii sürekli farklı bir bakışa, vizyona, göze sahip olmanız gerektiğinden ve karşı tarafın cezbedici görünmesini sağlamak zorunda olduğunuzdan biraz yorucu. Peki sence hangi film karakteri LY Adams giyinirdi? The Talented Mr. Ripley’deki Jude Law.

MON SHUSHU Baharın geldiğini ısınan havalardan ya da Shu Uemura’nın yeni koleksiyon işbirliğinden anlayabilirsiniz. Choupette’e ithaf ettiği koleksiyonunun ardından marka bu kez soluğu Yazbukey’in pleksilerinde alıyor ve ilhamını aynı erkeğe aşık olan d ört kadının kapışmasından. Sexy Yaz, Romantic Betty, Smart Lola ve Daring Tina’nın erkekleri ShuShu için savaşında tarafınızı seçin ve kazanan olmak için Shu Uemura’nın makyaj önerilerine kulak verin.

XOXO The Mag


THE CHLOË SEVIGNY BOOK Eylül 2012 kapak konuğumuz Chloë, biz hayattan hiçbir şey beklemezken, bize öfkemizin hedefsizliğinden bir şeyler çıkarabilmeyi öğretmişti. Tabii bu ilham verme halini 20 küsur yıldır moda ve sinema dünyasında devam ettirdiğini düşünürsek, eski kapak kızımızın kendine ait bir kitabı olması haliyle doğal bir durum. Hatta belki de geç kalınmış bir durum... Hiçbir haliyle ana akıma uymayan güncel moda ikonu sıfatıyla kreatif dünyaya bıraktığı ayak izlerini paylaşan Chloë Sevigny, kitabını Rizzoli çatısı altında çıkarıyor ve giriş yazısı için kalemi Kim Gordon’a uzatıyor. Bahar okuması olarak ele geçiriniz.

OLIVER PEOPLES X BYREDO A, B, C Birleşik duyum fenomeni odağında aynı masaya oturan Oliver Peoples ekibi ve Ben Gorham, kokunun görülen rengi etkilemesi üzerine kafa yoruyor ve sonunda bir kapsül koleksiyonla alametifarikalarını birleştiriyor. Üst notalarında limon, orta notasında paçuli ve misk olan bir Byredo formülüne, yarı mat siyah çerçeveleriyle ve farklı lens seçenekleriyle Oliver Peoples tasarımları eşlik ediyor. Deneye katılmak isterseniz adresi biliyorsunuz.

Lüks markaların en sık sığındığı liman malumunuz kişiselleştirme, adlarının baş harflerini tasarımlara yazma hali sevin ya da sevmeyin tahtından inmeyecek. Anya Hindchmarch’ın sticker'larıyla yeni sezona yeniden vuran alfabe trendi, devamını Charlotte Olympia’nın yaz koleksiyonunda buluyor. 52 farklı deri sticker’ı loafer tasarımlarına taşıyan Charlotte, The ABC Collection’la eğlence saatini başlatıyor.

193


BRIEFS

TRAVEL ESSENTIALS

NOT YOUR USUAL FLORAL

Philippe Starck, yeni bir işbirliğiyle business class uçacaklar için tasarlıyor. Bu kez Wessco için masa başına oturan tasarımcı, üç farklı seyahat paketiyle yolcuların ihtiyaçlarını karşılamayı planlıyor. Zarafet ve hediye konseptlerini bir tasarımda birleştiren Starck, kiti açtığınızda söyleyeceğiniz ilk cümlenin; “Ah, ihtiyacım olan tam da buydu.” olacağını iddia ediyor.

Diptyque Florabellio, anılar ve gerçeklik arasındaki sınırı ortadan kaldıran, Fransız markanın nostalji hissiyle inceden inceye oynadığı yeni bir esans. Peki onu özel yapan nedir? Doğadan çaldığı ham maddelere, başka kimsenin cesaret edemediği derecede ironik bir yorum katması elbette! Deniz rezenesinin acılığıyla harmanlanan canlandırıcı deniz tuzu, kayısıyla flört eden Osmanthus buğusuyla ve elma çiçeğiyle ısınıyor. Susam aromasıyla bambaşka bir kimliğe bürünen kahve esintisi, parfüm teninize yerleştikten sonra sizi yabancı bir coğrafyaya götürüyor ve şu soruyu sormanıza sebep oluyor: “Çiçekler nerede?“.

PRINTED PAGES Günlük online sörfünüzde It’s Nice That’e de mutlaka uğrayanlardansanız okumaya devam ediniz. Sitenin matbu atılımı Printed Pages, bahar sayısıyla sanal raflara içerisinde bulunduğumuz ay itibarıyla vuruyor. Dergi 9. sayısında 156 sayfalık bir içerikle ve Tadao Cern’ün kapak çalışmasıyla okuyucuyla buluşuyor. İçerideyse Wieden+Kennedy kurucu ortağı Dan Wieden ve Charles Burns ve Viviane Sassen gibi isimlerle röportajlar bulabilirsiniz.

FRANSIZLARIN ÇİKOLATASI Paul-Henri Masson ve Matthieu Escande’ın kakao aşkı vesilesiyle kurdukları Le Chocolat des Français, albenisine tadından başka sebepler de ekliyor. “El yapımı çikolata” mottosuyla üretilen çikolata tabletlerine artık sanatçıların da eli değiyor. Paketlerini tasarlamaları için Jean André, Arthur de Pins gibi isimlerle beraber çalışan markanın çikolatalarına Colette’ten ulaşabilirsiniz.

XOXO The Mag


OBJETS NOMADES

MINNIE A LA MODE British Fashion Council, önümüzdeki Eylül’de gerçekleşecek Londra Moda Haftası boyunca odağına Minnie Mouse’u alıyor. Micky’den sonra moda dünyasında meşruiyetini kanıtlayacak Minnie için bir de Georgia May Jagger küratörlüğünde sergi düzenleniyor. 18-22 Eylül arasında görülebilecek sergide, Disney karakterinin ünlü isimlerle ve moda dünyasıyla buluştuğu anlar merceğe alınıyor. Hafızanızda kısa bir yolculuk yaparsanız, Madonna’nın Herb Ritts’in objektifine Minnie Mouse kulaklarıyla verdiği poz ve Love Magazine’in bilimum kapakları gelecek. Devamı için bekleyiniz...

VANHULSTEIJN Bisikletler diyarının nevi şahsına münhasır markalarından Vanhulsteijn, bahar ayıyla yeniden radara takılıyor. Tabii Salone Internazionale del Mobile sırasında Paul Smith’ten aldığı destek de -okunması dil dolayan- markanın yeniden dikkati çekmesine yeni bir sebep. Fuar için tasarlanan sınırlı sayıdaki bisikletse, markanın alametifarikasını geleneksel Japon teknikleriyle birleştiriyor.

Monogram denilince akla gelen yegane modaevi, malumunuz her şeye seyahat tutkusu ile başlıyor. Haliyle, Salone Internazionale del Mobile için tasarladığında da Louis Vuitton seyahat temasından çok uzaklaşmıyor. Palazzo Bocconi’de sergilenen koleksiyon, dokuz farklı tasarımcının modaevi için tasarladığı işlerinden oluşuyor. Sağ baştan, Patricia Urquiola, Atelier Oï, Barber & Osgerby, Nendo, Campana Brothers, Gwenaël Nicolas, Raw Edges, Damien Langlois-Meurinne ve Maarten Baas’ı çatısı altında tasarlamaya davet eden marka, mobilya tasarımına el atmak gibi bir niyetlerinin olmadığının da altını çiziyor.


BRIEFS

WARPAINT The London School of Fashion, bayrağı V&A müzesinden devralıyor ve Alexander McQueen adına yeni bir sergi açıyor. Warpaint: Alexander McQueen and Make-Up sergisi, tasarımcının modaevinin başında olduğu süre boyunca güzellik ritüellerini nasıl yorumladığına retrospektif bir bakış sunuyor. Okulun Fashion Space Gallery salonunda kurulan sergi alanı, ay başından itibaren 22 farklı makyaj tasarımına ev sahipliği yapacak.

LITTLE BLACK SOAP 1927’den beri cilt bakımı konusunda hem içeriği hem de tasarımıyla otorite addedilen Erno Laszlo ile tanışmadıysanız, tanışıklığına siyah çamur sabunuyla nail olabilirsiniz. İşbu yılda, Macaristan prensesinin akut akne problemini çözen ve bu sayede uluslararası ününe kavuşan marka şimdilerde Kim Kardashian’ın banyosuna uzanan bir takipçi kitlesine sahip. Cildi canlandıran, kan akışını düzenleyen ve temizleyen siyah küçük sabun sizin de bu hayran kitlesine katılmanıza vesile olsun.

LE JARDIN DE MONSIEUR LI

DAMIEN HIRST’ÜN MÜCEVHER KUTUSU Ticari her fırsatı sanatıyla birleştirmeyi ihmal etmeyen Hirst, bu kez mücevher tasarımcılığı için kolları sıvıyor. Other Criteria ile masaya oturan sanatçı, tasarımları için ilhamını 2013 yılındaki Katar retrospektifinden alıyor. Her bir tasarımda sanatçının imzası ve edisyon sayısı bulunması, koleksiyonu sanat işlerine bir adım daha yaklaştırıyor.

XOXO The Mag

Jean-Claude Ellena önderliğinde Hermès’in bahçelerini dolaşmak her zaman büyük bir keyif. 2003'ten beri her biri o yılın temasına uyumlu bir şekilde donanmış bahçelerde, yeni kokuların peşine düşüyoruz. Gerçek bir oryantal aşığı olan, seyahate düşkün Ellena, bu kez rotasını Çin'e çeviriyor ve kendisini büyüleyici ülkenin estetiğine yerleşmiş olan incelik ve değişkenlik kavramlarına kaptırıyor. Bu öyle bir bahçe ki güzelliğin farklı çeşitleri birbiriyle yarışmak yerine birbirini tamamlamayı seçiyor, ve henüz tamamlanmamış bir bahçe, Le Jardin de Monsieur Li olarak vaftiz ediliyor. Biz araya girmeyelim, bu parfümü Monsieur Ellena'dan dinleyin, kendiniz deneyimleyin: “Havuzların, yaseminlerin, nemli yaşların, erik ağaçlarının, kumkatların ve büyük bambunun kokusunu hatırlıyordum. Yüz yaşına dek havuzlarındaki yaşamını sürdüren sazan balığı da dahil olmak üzere, her şey yerli yerindeydi. Te Sichuan biber fidanları, güller kadar dikenliydi ve yapraklar, limonlu bir koku yayıyordu. Geriye kalan her şey, diğer tüm unsurları da barındıran bu yeni bahçenin oluşumunda bir araya getirilmiştir.”


birlikte, gökyüzünden üstümüze harika fırsatlar yağmaya başladı. Mija ile işbirliğimiz de bunlardan biri... Mija’yla tanışmamızın ve süper kalite bir iş hazırlamamızın ardından TUBA’nın, Pınar’ın ülkesinde, bizim için hazırladığı büyük planı bekliyoruz.

XOXO ID PINAR & VIOLA Sanatçı Şu an neredesiniz? Fiziksel olarak Paris’teki oturma odamızda, Notre Dame Katedrali'nin karşısındaki stüdyomuzda Quasimodo'ya el sallarken. Bahar şehre geldi, doğa adeta şov peşinde, ağaçların çiçek açışını izlemek çok güzel. Ruhense çok huzurlu bir yerdeyiz. Son birkaç aydır sanki her şey yerli yerine oturmaya başladı. İki genç kadın olarak kendimizi olduğumuz gibi hissettiğimiz yaştayız. İkimizin de aşık olduğu bir dönemdeyiz. Başka bir yerde olmak ister miydiniz? Hayır, şu an olduğumuz yerde. Başka bir yerde değil. Aslında bir kez daha düşündük de Los Angeles’ı gerektiği kadar sık ziyaret edemiyoruz…

2012’den, en son konuşmamızdan bu yana neler değişti? Ne değişmedi ki… İkimizin arasındaki ilişki dışında her şey değişti. Sizinle en son konuştuğumuzda bir yandan minik keşifler yaparken, bir yandan da endüstride kendimize bir yer kazanmaya çalışıyorduk. Tabii bu süreç iki ruhani birey olarak da gelişmemizle paralel ilerledi. 2013’te Paris ziyaretlerimizden birinde, bu şehrin manyetik alanına kapıldık. Biz de Amsterdam’daki nispeten rahat şartlarımızı bırakıp, Paris’e yerleştik. Nereye gittiğimize dair kesin talimatların olmadığı dört yıllık bir deney sürecinin ardından insanlarla ve markalarla çalışmaya ve işbirliği yapmaya devam ettiğimiz 6. yılımızı dolduruyoruz. Mija ile nasıl bir araya geldiniz? Tuba Ünsal’ın ajansı TUBA’nın bizi Türkiye’de temsil etmeye başlamasıyla

Karakteri olan bir markaya kendi kimliğinizi nasıl dahil ediyorsunuz? Öncelikle markanın hikayesini, tarihini ve şu an nasıl temsil edildiğini araştırıyoruz. Amacımız markanın temel karakterini kavrayıp Pınar & Viola etkisini hikayeye nasıl dahil edeceğimizi anlamak. Mesela bir fayans fabrikasıyla, yatak takımları gibi ev ürünleri tasarlayan bir marka için kullandığımız görsel dil tamamen farklı. Bu anlamda hayatımızı hiç de kolaylaştırmadığımızı söylemeliyiz. Farklı müşterilere ve projelere aynı grafikleri ve görselleri kullanmıyoruz. Dijital görsel yaratım sürecine haute couture yaklaşımımızı “kendi mezarını kazmak” olarak tanımlıyoruz. Alışveriş yapmak için hala mağazaya gidiyor musunuz? Yoksa kanepede pijamalarınızla bilgisayar başında oturmak daha mı eğlenceli? Kitaplar ve vitaminler dışında internet üzerinden alışveriş yapmıyoruz. Gelecek trendlerin kahini gibisiniz. İleride nelerle karşılaşacağız? İnsanlar bu sorunun cevabını almak için bize bir servet ödüyorlar. Ama bu arada Instagram hesabımız @pvinspiraton'ı takip edebilirsiniz. Röportaj bittikten sonra bugün için planlarınız neler? Pınar favori mekanı Silencio’ya gidiyor, Viola da sevgilisiyle romantik bir akşam geçirmeyi planlıyor.

ACNE STUDIOS SHADES Jonny Johansson, gençlik yıllarında etkisi altına girdiği isimleri bu yaz için yeniden ziyaret ediyor ve Kurt Cobain, Tom Cruise gibi 90’lar ikonlarıyla aynı masaya oturuyor. Astral ilham seyahatinden dönüşündeyse yeni bir gözlük koleksiyonu Johansson’a eşlik ediyor. Acne Studios çatısı altında ilk gözlük koleksiyonunu sunan tasarımcı kadın ve erkeklere farklı 7 tasarım sunuyor.

197


BRIEFS

#HOGANBUSYBEAUTIFUL ‘Slow life’ fenomeni gezegenin bir tarafını daha yavaş hareket etmeye iterken, hala metropol içerisinde koşturanlar sınıfında siz ya da biz cambazlık yetilerini geliştiriyoruz. Kaplumbağa hızına özenmeye ara verdiğinizde, hızlı hayatınıza gelen desteği ve hızdan zevk almanın yöntemlerini keşfedebilirsiniz. Tam da bu noktada Hogan, ‘dünya dönerken hayattan zevk almanın büyülü yolu’ mottosuyla ilham veriyor. Yoğun kadınların güzellik ritüellerini bir çatı altında topladığı koleksiyonunda Hogan, hızına yetişemediğimiz isimleri de işbirlikçisi ilan ediyor. Giorgia Tordini, Susie Bubble, Patricia Manfield, Samar Seraqui, Mia Moretti, Anne-Sophie Mignaux ve Azza Yousif’in sosyal medya hesaplarında Hogan’ın hızını yakalamaya davetlisiniz.

XL-SHIELD

DAZZLING DONALD

UV ışınlarına nerede ve ne kadar maruz kaldığınızı düşünüyorsunuz? Örneğin açık havada kahvenizi yudumlarken, baharın keyfini bir ağaç gölgesinde çıkarıyorken ya da evde dinleniyorken Lancôme laboratuarlarının “XL” UVA olarak nitelendirdiği, uzun UVA ışınlarının cildin derin katmanlarına kadar inerek, serbest radikal oluşumuna, DNA bozukluğuna, fibroblastlarda hasara sebep olduğunu biliyor musunuz? Eğer bu acı gerçekle ilk defa karşılaşıyorsanız, mat, donuklaşmış, elastikiyetini kaybetmiş, lekeli bir ciltle başbaşa kalmak gibi bir niyetiniz de yoksa, düzenli olarak her sabah UV Expert XL-SHIELD'i uygulamanız gerekiyor. Sizi 12 saat boyunca ışınlardan korumanın yanı sıra, leke ve kırışık oluşumunun da azalmasına yardımcı olan, yeni filtre sistemiyle yaşlanma işaretlerine karşı savaşan bu minik dev, aynı anda birkaç önemli işi halletmek konusunda uzman. Lancôme UV Expert XL-SHIELD Ultimate XL UV Protection Healty-Rosy Beauty Base'in sadece bir koruyucu değil, aynı zamanda müthiş bir baz ürün olduğunu da ekleyelim.

Swarovksi, mütevazı Donald Duck’ı alametifarikası kristalleriyle beziyor ve sınırlı sayıda bir tasarıma imza atıyor. Halihazırda Mickey Mouse ve Hello Kitty’ye parıltılarını bahşeden marka, sadece 150 adet üretilen Donald Duck tasarımıyla koleksiyonerlerin yeniden gözlerini parlatıyor.

XOXO The Mag


YİNE YENİ YENİDEN VE HALA Geçtiğimiz yıl, büyük bir pazarlama tekniğiyle yeniden piyasaya sürdüğü Stan Smith’leriyle, alametifarikasını dünya popülasyonunun yarısına (yeniden) giydiren adidas Originals, bu yıl da aynı tutumu sergilemekte kararlı. Onlarca işbirliği ve farklı tasarımın ardından bu kez ünlü tenis ayakkabıları, siyah ve beyaza bürünüyor. Farklı dokuları koleksiyonuna eklemek isteyenlere gelsin.

LATITUDE, ATTITUDE Yaradılışı dolayısıyla çiftleri her daim markasının odağında tutan The Kooples, 12 fotoğrafçıyı bu görüşü paylaşmak üzere iş başına çağırıyor. Fotoğrafçılardan dünyanın dört bir yanındaki çiftlerin fotoğraflarını çekmelerini isteyen marka aşkın güncel kodlarını araştırdığı bir sergiye ev sahipliği yapıyor. New York ve Dubai gösterimlerinin ardından sergi, 6-14 Mayıs arasında Paris, 10 rue de Turenne’de olacak.

#LIFEISAJOKE İlkbahar-Yaz 2015 koleksiyonunda ELEVENPARIS, birçok lüks markanın yöneldiği üzere aile kavramına doğru emin adımlarla ilerliyor. Aile üyeleriyse Kanye West, Kate Moss, Pharrell, Karl Lagerfeld ve Coco Chanel’den oluşuyor. Küçük bir farkla marka, moda ailesi olma durumunu sweatshirtler’i üzerinden tiye alıyor. #family

MADAME DE POMPADOUR GOES POP Cire Trudon yaz için mumlarını pop renklere bürüyor. Dört farklı boyda ve 4dörtfarklı renkte satışa sunulacak mumlarda, markanın imzası Madame de Pompadour, portesiyle günün estetiğine birkaç adım daha yaklaşıyor.

GIRL IN DIOR Christian Dior’un Annie Goetzinger tarafından kaleme alınan karikatür kitabı Girl in Dior, İngilizce versiyonuyla raflarda yerini almaya hazırlanıyor. Markanın ününü kazandığı 1947 tarihli New Look koleksiyonunu odağına alan kitabın çizimleriyse Bil Donovan’a ait.

199


SET UP

MERT ZEREN

Doremifasollasido Sayfada gezinmeye başlamadan önce izlediğinizi varsaydığımız Whiplash’e yeniden gidin. Tam olarak hatırlamanızı istediğimiz, Terence Fletcher’ın bir prova sırasında akortu bozuk müzisyeni bulmaya çalışırken Metz’i ağlattığı ve bir hışımda onu gruptan attığı sahne. Doğru telden çalmanın ve çaldığı notadan emin olmamanın sonuçlarını hayatın kendisine doğrudan bir benzetmeyle bağlayabilirsiniz. Biz sayfalar dahilinde müziğin akortuyla daha direkt bir ilişki kuruyoruz ve Mert Zeren’in notalarına kulak kabartıyoruz. Hikaye, Mert henüz 10 yaşındayken, evlerine gelen piyano tamircisine dayanıyor. Ardından araya hayatın gerçekleri giriyor ve piyano, Mert’in hikayesinde yıllarca arka planda kalıyor. Ta ki, -belki başka bir filme konu olabilecek- aydınlanma anı gelene kadar... Konuğumuz 3 yıldır içerisinde bulunduğu kurumsal hayattan çocukken hayranı olduğu işe başlamak için çekiliyor ve Hamburg’a 10 yaşında tanıştığı piyano tamircisinin yanına taşınıyor. Ondan aldığı eğitimden sonra da tekrar İstanbul’a dönüp buradaki piyanoların doğru sesi çıkardığından emin olmak için çalışmaya başlıyor. Piyanonuzla bir Terrence Fletcher anı yaşamamanız için... hazırlayan aslin kumdagezer fotoğraflar özkan önal

XOXO The Mag


soldan sağa: 1. Akort anahtarı kılıfı 2. Saatçi tornavidası 3. İnce uçlu tornavida 4. İskarpela 5. Tuner 6. Spitzbohrer 7. El feneri 8. Diapozon 9. Beyaz tutkal 10. Lastik susturucular 11. Tokmak düzenleyicisi 12. Yapıştırıcı 13. Keçe sertleştirici 14. Akort anahtarı 15. Akort anahtar uçları 16. Maket bıçağı 17. Yaylı plastik susturucu 18. Saplı lastik susturucular 19. Akort keçesi 20. Çeşitli reglaj uçları için tutacak 21. Yuvarlak uçlu kargaburun pense 22. Çeşitli reglaj aletleri 23. Tel kaldıracı 24. Tuş derinliği ölçme bloğu 25. Gönye 26. Kuyruklu piyano için tokmak düzenleyicisi 27. Rende 28. Alyan anahtarı 29. İskarpela 30. Tornavida 31. Tel sarma kolu 32. Solvent 33. Tokmak reglaj aparatı 34. Tuş altı keçesi 35. Helezon yaylar 36. Eğe 37. Tampere akort susturucusu 38. Pas sökücü 39. Nota kitabı 40. Entonasyon iğnesi 41. Reglaj aleti 42. Bushing wedges 43. Makas 44. İplik 45. Tornavida uçları 46. Akort çivisi çakma aparatı 201


XOXO’nun mekanınıza gönderimi için mail atın: 123@coistanbul.com

7GR 37B 40 48A LOUNGE 180 COFFEE BAKERY 360 400DERECE ALL SPORTS ARTNEXT ARZU KAPROL ARKA ODA AŞŞK CAFÉ AYI BABYLON BACKHAUS BAHAR KORÇAN BALKON BALTAZAR BAYLAN BEBEK KAHVE BEJ CAFÉ BEYMEN BLENDER BIS WEAR BİSANFA BRASSERIE BLOOM BUTİK BUKA BREAD & BUTTER CAFÉ FİRUZ CAFÉ NERO CAHİDE CASİTA ÇELLO CEZAYİR CHERRY BEAN ÇEKİRDEK ÇOKÇOK THAI COOK SHOP CORVUS WINE & BITE COS COUPLE LUNCH PUB CREMERIA MILANO İSTANBUL CULINARY INSTITUTE CUPPA CAFÉ DA MARIO RISTORANTE & PIZZERIA DAI PERA DELICATESSEN DELIRIUM DEM CAFÉ DEN CAFÉ DERIN DESIGN DIVAN DIVANE DIZZIA CAFÉ ECE AKSOY EGERAN GALERİ ESMOD FERAHFEZA FLAVIO FOUR SEASONS BOSPHORUS GALATA NO:5 GALATA BRASSERIA GALERİ ZİLBERMAN GALERİST GARAJİSTANBUL GEYİK GEZİ İSTANBUL GRAM GROOVE GÜNSELİ TÜRKAY H&M HABİTAT HAPPILY EVER AFTER HARDAL HARVARD CAFÉ HATİCE GÖKÇE HELVETİA HERA HILLSIDE CITY CLUB HOME ROOM HÜNKAR İSTANBUL MODA AKADEMİSİ İSTANBUL SETUP İSTİKAMET KARAKÖY JAMIE’S JOURNEY JUNO KABİNE NADİRE KAFİKA KAHVE ALTI KAKTÜS KAHVESİ KANTİN KARABATAK CAFÉ KARE ART GALLERY KARGA KASABIM KİKİ KIRINTI KOBİ KOMODOR KÖŞE BRASSERIE KRONOTROP KULİNATA KULP LA BRISE LE PAIN QUOTIDIEN LEB-İ DERYA LOKANTA LES BENJAMINS MAYA LOMOGRAPHY GALLERY STORE LONDON PUB LUCCA LULU’S LUSH HOTEL MAHALLE MAHLE MAMA SHELTER MAMBOCİNO COFFEE MANGERIE MANO BURGER MANUEL CAFE MASA MAVRA MESTA METİN GÜRSOY PR MIDNIGHT EXPRESS MIDPOINT MISS PIZZA MIXER ARTS MOC İSTANBUL MOMO MONO CAFÉ MSA MUAF MUHİT MUMS CAFE MUNCHİES CREPE & PANCAKE MÜNFERİT MUSE İSTANBUL NAAN BAKESHOP NAR PERA NESPRESSO NON GALERİ NOODLE TOWN OKAFE OPHORM OPS CAFÉ OPUS 3A OTTO PANDORA KİTAPEVİ PAPPA CAFE PARISTEXAS PAROLE PATİKA KİTAPEVİ PI ARTWORKS PICANTE PİLEVNELİ PROJECT PİLOT GALERİ PİOLA PLİEE PLUMON POINT HOTEL POP-UP CAFÉ PROPAGANDA QUE TAL RAFİNERİ MİLLİ REASÜRANS SANAT GALERİSİ ROBİNSON CRUSOE SALOMANJE SAN LAZZARO TRATTORIA PIZZERIA SANAT GALERİSİ SELFESTATE SİMAY BÜLBÜL ŞİMDİ/ NOW SİMURG KİTAPEVİ SMYRNA SNTRL DÜKKAN SOSA STAY SUGAR CAFÉ SUSAM CAFÉ SUSHI EXPRESS SUSHICO SWEDISH COFFEE POINT TAKKUNYA ÖKTEM&AYKUT GALERİ TAPS TASARIM BOOKSHOP THE HOUSE APART THE HOUSE CAFÉ THE HOUSE HOTEL TOUCHDOWN TRIBECA UGLY ULUS29 UNTER URBAN VOGUE W ISTANBUL WE WHITE MILL XFLATS YER CAFE YILDIRIM ÖZDEMİR ZENCEFİL ZEPLİN Sadece standart teslimat ücreti ödeyerek abone olmak için aşağıdaki link’e gidin. www.xoxothemag.net/uyelik XOXO The Mag


203


CHANEL . COM

XOXO The Mag


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.