MELİS BİRKAN AYGIN SOYSAL X O X O T H E M A G . N E T
D A
Z İ K
T A S A R I M
M Ü
Ü C R E T S İ Z D İ R
0 6 0 M A R T 2 0 1 6
S A N A T
M O
X O X O THE MAG
İstanbul: Akasya, Akbati, Akmerkez, Beyoğlu, Buyaka, Capacity, Capitol, City’s, Erenköy, İ̇sti̇nyepark, Kanyon, Mall of Istanbul, Marmara Forum, Palladium, Taksi̇m • İzmi̇r: Alsancak, Agora, Mavi̇bahçe Ankara: Cepa, Panora • Bursa: Korupark • Antalya: Terracity • Adana: Zi̇yapaşa Bulvari • CAMPER.COM
www.sacintarzin.com
toniandguyproducts_tr
İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@coistanbul.com
Kapak:
Erdal Beşikçioğlu Melis Birkan Yasemin Kay Allen Saygın Soysal Berkan Şal Fotoğraf:
Emre Doğru
Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu Yayınlar Direktörü Serap Gecü Editörler Seza Bali, Deniz İrem Çek, Melda Ennekavi, Ayşecan İpek, Aslin Kumdagezer, Alican Öyke, Utku Palamutçu, Gökhan Polat, Arzu Sak, Başak Ulubilgen İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Elif Sunar, Rüya Dilara Şen Katkıda Bulunanlar Refik Akyüz, Eylül Aslan, Ufuk Celep, Aeschlah DeMartino, Sabrina Henry, Hördur Ingason, Tayfun Kaydök, Hana Knizova, Douglas McWall, Nevşin Mengü, Mustafa Nurdoğdu, Refik Özcan, Dilek Öztürk, Paloma Pineda, Zeren Reha, Nando Salvà, Isaac Sterling, Joshua Kaan Tekin, Bahar Türkay, Selin Ünüvar, Merve Yeşilçimen, Yağmur Yıldırım, Tommy Wharfe Reklam cihan@coistanbul.com merve@coistanbul.com busra@coistanbul.com İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye, Sertifika No: 12055 Sertifika No: 12055 XOXO The Mag'de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz. Tasarım Konsepti ve Yayın Kimliği Bülent Erkmen Tasarım Uygulama ve Kimlik Standartları Barış Akkurt, BEK
Jaeger-leCoultre Boutique Abdi İpekçi Cd. Altın Sk. 4/A Nişantaşı, İstanbul +90 212 232 3017
Rendez-Vous Moon watch Carmen Chaplin, Actor and Director
Open a whole new world
Ali Hızıroğlu Röportaj Yağmur Yıldırım 48
46 Yok Olan... Röportaj Olga Şerbetcioğlu 112
Joanna Kuchta & Candy Ken Röportaj Olga Şerbetcioğlu 144
Andrés Jaque Röportaj Bahar Türkay 34
Neptün Öziş Röportaj Bahar Türkay 14
Hairmod Röportaj Eralp Uğur 156
Elisa Sednaoui Röportaj Refik Özcan 78
Kai Von Rabenau Röportaj Serap Gecü 58
Tansa Mermerci Ekşioğlu Röportaj Nevşin Mengü 38
Ergin Çavuşoğlu Röportaj Seza Bali 44
George Miller Röportaj Nando Salvà 82
Baltasar González Pinel Röportaj Ayşecan İpek 70
Barnaba Fornasetti Röportaj Utku Palamutçu 66
Francesca Hayward Röportaj Eralp Uğur 86
Astrid Andersen Röportaj Utku Palamutçu 54
Amélie Pichard Röportaj Aslin Kumdagezer 22
Laura Sfez Röportaj Zeren Reha 160
Form Us With Love Röportaj Dilek Öztürk 140
Adam Fuss Röportaj Refik Akyüz 74
Laure Gues Röportaj Başak Ulubilgen 62
Simple Looking -Whatever That Is 90
Xiu Xiu Röportaj Alican Öyke 52
X’Lİ GELECEK ZAMAN. BMW X AİLESİ. 2015’in en çok tercih edilen premium SUV ailesi* şimdi de şarj edilebilir BMW X5 Hybrid ile geleceğin sürüş teknolojisini şekillendiriyor. BMW X5 Hybrid ve X Ailesi’nin diğer üyeleri Borusan Otomotiv Yetkili Satıcıları’nda sizi bekliyor. Detaylı bilgi, kiralama ve etkinlik takvimi için: www.bmw.com.tr
*2015 ODD raporu, çeker sayısı 4x4 satış rakamları dikkate alınmıştır.
BMW X Ailesi
www.bmw.com.tr
Sheer Driving Pleasure
E
D
İ
T
Ö
R
D
E
N
OLGA ŞERBETCİOĞLU
Raf Simons Spring/Summer 2002 Video Still 014
Mimar ve tasarımcı Neptün Öziş, IWC Icons serimizin bu ayki konuğu. Kendisi, 1950’lerde yaptığı çalışmalarla Türkiye’nin yaratıcı üretim tarihinde bir kilometre taşı haline gelen Sadi Öziş’in oğlu olmanın gururunu ve yükünü çantasında hep taşıyor. Onunla, geçmişten gelen referansları, yat dünyasını,
IWC
IC ONS
zamanı ve zamansızlığı konuştuk.
Röportaj:
Bahar Türkay Fotoğraflar:
Gökhan Polat
Neptün Öziş, IWC Portugieser Yacht Club Chronograph
BU BİR İLANDIR.
takıyor.
016
NEPTÜN ÖZİŞ
İkon ne demek? Profesyonel anlamda yaptığı özgün işlerle bir noktaya gelmiş ve yaşam stiliyle de örnek alınan kişi.
1
Babanız, ressam, heykeltıraş ve tasarımcı Sadi Öziş de hem kişiliği hem de eserleriyle bir dönemin sayılı ikonları arasında yer alıyor. Bu, oğlu ve bir tasarımcı olarak sizin için ne anlama geliyor? Öyle bir adamın oğlu olmak elbette hayata farklı bir gözle bakmayı sağlıyor. Bunu iki şekilde düşünebilirsin; birincisi, hayatında sürekli örnek alabileceğin bir kişiden hayatı öğrenmek, ikinci olarak da bir şeyleri öğrenirken doğru yaptıklarını alıp, nerede bir yanlışı veya eksikliği olduğunu iyi irdeleyip ona göre hayatını yönlendirebilmek. Bunlar çok gurur verici.
2
Tasarım sürecinde, zamanlama sizin için bir kaygı unsuru haline geliyor mu, yoksa aksine zaman sizi motive eden bir kaynak mı? Benim için bu süreçte zaman kısıtlamasının olmaması gerekiyor. Zaman unsurunun beni baltaladığını düşünüyorum. Hatta bu nedenle profesyonel hayatımı iki yönde tutuyorum. Bir tanesi sipariş edilen kontrat projeleri, ki bunlar profesyonel anlamda para kazandığım projeler. Diğeriyse, son dönemde adı duyulmaya başlayan ve benim de takip ettiğim Slow Design akımı doğrultusunda ürettiğim tasarımlar. Bu işlerim, tamamen dışavurumumla ortaya çıkıyor ve bir zaman sınırı yok. Bunlar söz konusu olduğunda süreci kendi istediğim şekilde yaşıyorum ve tasarımı istediğim seviyeye getirdikten sonra birisi tarafından kullanılır mı, talep edilir mi diye araştırmaya başlıyorum.
3
Walter Knoll ile geçtiğimiz aylarda çok önemli bir işbirliğine imza attınız. Bu işbirliği ile Sadi-Neptün Öziş tasarımı oturma üniteleri yeniden hayat buldu ve dünyaya açıldı. Ne hissediyorsunuz? Bu bir misyon meselesiydi ve aynı zamanda prestij oluşturdu. Ben üniversitede ders veriyorum ve öğrencilerle çok iç içeyim. Onlarla iletişimimde şunu gözlemledim, herkes tarafından bilinen ikonik tasarımlar ve onların tasarımcıları dışında fark edilen, ortaya çıkan pek kimse yok. Yeni jenerasyon bu bilgiyi almıyor. Bahsettiğim bilgi, ürünler ve tasarımcılar, ancak çok geniş kapsamlı araştırmalarda ortaya çıkıyor. Ben bu işbirliği ile, söz konusu tasarımları yeniden hayata geçirerek, Türkiye’deki tasarım camiasının ve gençlerin, öğrencilerin bu geçmişi ve projeleri fark etmelerini istedim.
4
Bir yandan yat tasarımlarınız hızla devam ediyor… Oturma üniteleri ve yat arasında ciddi bir ölçek farkı var. Bu, tasarımcı olarak sizde bir gel-git yaratıyor mu? Yat tasarımı dediğimiz şey minimum iki yıla yayılan bir süreç, ki benim tasarladığım tarzda yatlar söz konusu olduğunda bu dört ila beş yıla çıkabiliyor. Bir şey çiziyorsun ve beş yıl sonra sonucu görüyorsun. Sonra bir şey daha çiziyorsun ve yine beş yıl geçiyor. İnsan aynı tasarım üzerinde çalışmaktan bir süre sonra sıkılabiliyor. Dolayısıyla, daha hızlı sonuca ulaşabileceğim tasarımlar yapmayı istedim. Ayrıca başta söylediğim gibi, müşterim olmasa da ortaya çıkarabileceğim tasarımların peşine düştüm. Ürün ve mobilya tasarımına bu sebepten girmiş oldum. Yat tasarımı yaparken sürecin içinde diğer ürünleri zaten tasarlıyorum, o nedenle çok ciddi anlamda bir gel-git yaratmıyor.
5
017
Pek çok insanın kenti terk etme planlarını hızlandırdığı günlerden çok daha önce evinizi Kaz Dağları’nın yakınında Adatepe’ye taşıdınız ve yılın bir kısmını orada geçiriyorsunuz. Bu kararı nasıl aldınız? Bir gün, Tuzla’dan İstanbul’a üç buçuk saatte dönünce, burada yaşamamı gerektiren bir sebep olmadığını düşündüm. Yurtdışındaki yat tasarımcılarının çoğu da şehrin göbeğinde yer almıyor. Zaten teknoloji artık bizim herhangi bir yerden herhangi bir işi yapabilmemize olanak sağlıyor. Burada artık beni besleyecek şeyler kalmadı, bu şehir günümüzde herkesi mutsuz ve stresli kılıyor. Bu nedenle, hayatta daha çok beslenebileceğime inandığım bir tarafa geçiş yaptım. Ama bu demek değil ki, İstanbul’dan koptum. O bambaşka bir durum. İki yaşantıyı dengeli bir şekilde yürütmeye çalışıyorum.
7
Eski yat projelerinizden biri olan Amphitrite, geçtiğimiz günlerde J.K. Rowling tarafından Johnny Depp’ten satın alındı. Onlarla birlikte aynı teknede seyahat etmek ister miydiniz? Onlarla birlikte bir akşam yemeği yemek isterdim tabii ki… Bu apayrı bir keyif olurdu. Ama 45 metrelik bir yatın üzerinde ve denizin ortasında bir hafta onlarla kalmak ister miydim, pek bilemiyorum. O tekne 2000 yılında başka bir müşterimiz için bitirdiğimiz bir projeydi; zaman içinde değerinden hiç kaybetmemiş, 22 milyon pound’a satılmış.
6
Tasarımcı olarak ürettiğiniz şeyler, -mobilyalar, yatlar- bir şekilde lüks tüketimin bir parçası, ama siz kendiniz daha farklı bir yaşam şeklinin içindesiniz. Bunun bizim gibi insanları daha çok besleyen bir durum olduğunu düşünüyorum. Sanatçılar ve biz tasarımcılar, aslında dünyanın her noktasından, her zaman, her şekilde beslenmek zorunda olan insanlarız. Bu şekilde algımız gelişiyor ve bunu dışa vurabiliyoruz. Adatepe’deki yaşantımda burada yapamadığım şeyleri, burada da Adatepe’de yapamadığım şeyleri yapıyorum. Orada evimin altındaki ahşap atölyemde kendi tasarımlarımın prototiplerini kendim yapıyorum. İstanbul’da ise bağlantılarımı daha çabuk kurabiliyorum. Zaman içinde ofisi ve ekibi de o tarafa doğru kaydırabileceğimi sanıyorum. Birini lüks, diğerini kırsal yaşam olarak tanımlayabilirsin ama şöyle bir gerçek var ki, özellikle mobilya ve ürün tasarımında esinlendiğin şeyler doğadan olup, dışa vurdukların lüks tüketime uygun şeyler oluyor. Günümüzün en önemli eğilimiyse doğal malzeme ve doğal hayat üzerine kurulu… Yansıması lüks de olsa… Dolayısıyla yaşam tarzım bu anlamda beni besliyor.
8
Kolunuzdaki IWC Portugieser Yacht Club Chronograph size neyi çağrıştırıyor? Zamansızlığı ve sadeliği. Aslında bunlar benim de tasarım prensiplerim. Tasarım şaşaalı olmamalı ve üzerinden yirmi yıl geçtikten sonra bile fütüristik veya geçmiş bir dönemi çağrıştırmalı.
9
Kariyerinde asla unutamayacağın karşılaşma hangisi? Amerika Açık, 2009. İlk Grand Slam maçım. Karşımda Belçikalı Christophe Rochus vardı. Ve kazandım.
11
018
FINALLY, A NAVIGATION SYSTEM WITHOUT THAT ANNOYING VOICE
IWC Schaffhausen Boutique İstanbul: Mim Kemal Öke Cad. Altın Sokak 4/A Nişantaşı Tel: (212) 224 4604 İstanbul: Arte Gioia, İstinye Park Tel: (212) 345 6506 - Greenwich, Zorlu Center Tel: (212) 353 6347 - Unifree Duty Free, Ataturk International Airport Tel: (212) 465 4327 Ankara: Greenwich, Armada Tel: (312) 219 1289 - Next Level Tel: (312) 219 9315 I Bursa: Permun Saat, Korupark AVM Tel: (224) 241 3131 I İzmir: Günkut Saat, Alsancak Tel: (232) 463 6111
IWC.COM
HERMÈS TA B I AT I
HERMÈS TA B I AT I
Sandığınızdaki Barbie’yi çıkarın, üzerine eser miktarda Fransız zarafeti üfleyin, feminizm ayarlarını bozun, seksapel dozunu yükseltin. Ayarlamaları doğru yaptıysanız Amélie Pichard’ın tasarım anlayışına ulaştınız demektir. Tutturması zor tarifiyle Paris’ten, hayvanseverliğini ve 90’ların seksapelini aksesuar tasarımlarına entegre eden Maison AméliePichard’ın kapısından içeri giriyoruz. Takip ediniz.
Röportaj:
Aslin Kumdagezer Fotoğraf:
Douglas McWall
Douglas, Amélie’yi, yakında mağazasını açacağı Paris’te fotoğrafladı.
024
AMELIE PICHARD
Pamela birçok insan için farklı anlamlar taşıyor ve zaman zaman bayağı olarak nitelendiriliyor. Sen onu hangi noktada markanla bağdaştırıyorsun? Ben onun kontrastlığına bayılıyorum. Aslında genel olarak her türlü kontrasta bayılıyorum, biraz da bu yüzden Pamela’nın hayranıyım. O, bana çok uzun süredir ilham veriyor. Benim için o, doğayı seven, komik, akıllı ve tabii ki çok seksi bir anne. Aslında tüm kadınlar gibi.
6
İnternet sayfanda “sessizlik seksidir” diyorsun. Ekliyorum, gizemli ve sessiz kadın seksidir.
1
Sen sessiz biri misin? Bilakis çok konuşurum. Aslında o motto daha ziyade Instagram hesabımı anlatıyor.
2
Şu sıralar vegan koleksiyonun çok konuşuluyor; bu koleksiyonu oluşturmaya ne zaman karar verdin? İki sene önce moda dünyasının yeniliğe ne kadar açık ve değişime ne kadar kapalı olduğunu gördüm. Hayvanlara zarar vermeden de üretebilme şansımız varken neden moda namına, insanların egosu için hayvanları öldürdüğümüzü sorgulamaya başladım. Ve vegan koleksiyonum için Pamela’dan ilham aldım.
3
İlk tanıştığınızda ona ne dedin? “Brigitte Bardot senin için neyse, sen de benim için o’sun; ilham perimsin.”
7
Vegan koleksiyonun hep Pamela’yla mı devam edecek yoksa aklında başka isimler de var mı? Zaman gösterecek. Ama koleksiyon gelecek sezonlarda da kazancını Pamela Anderson Foundation’la paylaşmaya devam edecek.
8
Koleksiyonun kampanya fotoğrafları için de David LaChapelle’le çalıştınız. Bir süpernovaya bakıyor gibiyiz. Aynen öyle. David LaChapelle’e tasarımların görsellerini yolladık. Ardından Pamela araya girip işbirliğimizi ve koleksiyonu ona anlattı. Sonunda David, Pamela’nın sanatını tamamen özgür bıraktı ve patlama gerçekleşti.
9
Hayvanseverliğini bir yana koyarsak, finans ve pazarlama açısından vegan bir koleksiyon yaratmak için zamanlaman doğru muydu? İşin pazarlama tarafını düşünerek üretmiyorum. O tarafa ayıracak bütçem yok. İyi tarafından bakarsak, böylece, istediğimi tasarlama özgürlüğüm oluyor.
10
Ardından zaten Pamela Anderson ile beraber çalışmaya başladınız. Açıkcası, Pamela’ya 24 seneyi aşkın bir süredir tutkunum. Kaderlerimiz kesiştiği için de çok mutluyum.
4
Hayvanseverliğiyle öne çıkan bir sürü isim varken, neden özellikle Pamela? İlk görüşte aşkı açıklayabilir misiniz?
5
AméliePichard x Pamela Anderson koleksiyonu, 2016
025
Kadınların vegan bir koleksiyona yaklaşımları nasıl? Bunu pek umursamıyorum. Nihayetinde, ben insanlara, giyinirken de seçenekleri olduğunu hatırlatmak istiyorum.
11
Vejetaryen misin? Vejetaryen olmamız gerektiğine inanıyorum. Ama ne kendime ne de insanlara etiket koymaktan hoşlanmıyorum. Genel olarak et yemiyorum. Yediğim zaman da üretim şekline ve etin küçük çiftliklerden gelmesine dikkat ediyorum. Koleksiyonlarım dahilinde de zaman zaman gerçek deri kullandığım oluyor, tabii ki bu konuda da seçimimi çok dikkatli yapıyorum.
12
13
Nerede üretiyorsun? Fransa’da, her şeyiyle %100 etik bir şekilde üretiyoruz.
Maison
Paris moda sahnesine baktığımızda, Jacquemus, Vetements ve senin de içerisinde bulduğun bir isyan harekatı görüyoruz sanki. Kuşkusuz, tüm jenerasyonlar geleneklerinden etkilenip, adetlerini baz alıp oradan daha güncel bir yere gitmeye çalışıyorlar. Biz bayrağı biraz daha ileriye taşımaya, bizden önce gelenlerden daha farklı bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Yine bu durumu isyan olarak tanımlamıyorum, daha çok özgürlüğün gücüne inanıyoruz. Paris bu özgürlüğü ne derece destekliyor? Her ne kadar tutucu gibi görünse de, aslında Paris yeni tasarımcıları her zaman destekledi. Hatırlayın, bizden önceki jenerasyonda Isabel Marant ve Pierre Hardy çok iyi karşılanan yeni tasarımcılardı.
16
Vegan koleksiyonun üretim sürecinde zorlandın mı? Deri kullanmadan nefes alan bir koleksiyon üretebilmek işin en zorlu yanıydı. Sonrasında üretim aşamasında çok zorlanmadım. Bundan sonra da farklı materyallerle çalışıp sınırları zorlamaya devam edeceğim.
14
026
AméliePichard
15
SS 2016
Amélie Pichard kadınının, bir David Lynch karakterinin Pamela Anderson ve Chloë Sevigny ile karışmış hali olduğunu söylüyorsun. Tüm bu isimler bir akşam yemeğinde buluşursa neler olur? Tüm kadınlar Pichard giyiniyor olurdu. David Lynch’in Twin Peaks’inde olurduk ve kesinlikle meditasyondan konuşurduk.
17
Bir önceki senaryoda David Lynch’in de Pichard giyebilmesi için, ileride bir erkek koleksiyonu planlıyor musun? Önce Paris’te Maison AméliePichard mağazamı açacağım. Ardından, erkek koleksiyonu da gelecek ve sizi temin ederim Pichard erkeği olabildiğince maskülen olacak.
18
S O R G U N B E L E K T O R B A T Ü R K B Ü K Ü B O D R U M
Andrés Jaque, kurucusu olduğu Office for Political Innovation pratiğinde vurguladığı politik yaklaşımın hakkını verecek kapsamda projeler gerçekleştiriyor. Geliştirdiği performansa dayalı deneyimlerle, yegane kaygısının estetikle ve görsellikle ilgili değil, meselelerin politik yansımalarıyla da ilgili olduğunu ortaya koyuyor. Andrés ile, projelerinin alt metinleri üzerinden meselelere bakışını konuştuk.
Röportaj:
Bahar Türkay Fotoğraf:
Luis Díaz Díaz
Matadero Madrid’in avlusundaki Andrés’ye ve hemen arkasındaki Escaravox işine bakıyorsunuz.
036
ANDRES JAQUE
Rem Koolhaas’ın küratörlüğünde gerçekleşen 14. Venedik Mimarlık Bienali’nde, en iyi araştırma projesi Silver Lion ödülü aldınız. Araştırma neyle ilgiliydi? “Transmedia urbanism”, yani birbirimizle kurduğumuz ilişkiyi tamamıyla dönüştüren ve mimarların nadiren anlamlandırabildiği çok belirgin bir ortam üzerineydi. Çevrimdışı bir dünyanın çevrimiçi olanla etkileşim yöntemleri üzerinden, kentlilerin gezici olması ve içinde yaşadıkları öznellik ile birlikte ortaya çıktı. Ben bu ortamların içinde yaşadığımız ortamlar olduğunu ve mimarlığın bunlarla ancak içlerinde oldukça ilişki kurabileceğini savunuyorum. Uber, Amazon ya da Black Lives Matter girişimleri ancak bu mantıkla, “transmedia urbanism” ile açıklanabilir.
5
Andrés, sence dünyanın en büyük problemi ne? Su, elbette, en büyük ihtiyaç ve ona erişim gittikçe daha sınırlı hale geliyor, bu da çatışmaların artmasına neden oluyor. Bizim bu konuyla kurduğumuz ilişki yalnızca başarısızlığı ortaya çıkan yaklaşımlar üzerinden değil, ihtiyacın yeniden keşfedilmesi üzerinden ilerliyor. Böylece New York’ta, suyla ilgili gerçekliğe ait kara kutuyu açığa çıkartacak bir deney önerisinde bulunduk, ölçeği düşürdük, konuyu çevrimiçi tartıştırdık ve altyapıları birbirine kattık.
1
Cosmo’dan bahsediyorsun. Evet, 2015 YAP (Young Architects Program) yarışmasını kazanarak MoMA PS1 kapsamında, adına Cosmo dediğimiz, bir su arıtma kulesi inşa ettik. Kanalizasyondan gelen atık suyu, yapay olarak tasarlanmış bir grup ekosistem içinden geçirerek, üç hafta içinde içme suyu haline getirebilen 13 metrelik bir inşa oldu. Projeyi eğlenceli, anlaşılabilir bir şekilde tasarlamak önemliydi, bu sayede inşanın nasıl işlediğiyle ilgili bilgi geniş kitleler arasında yayılmış oldu. New York’luların projeye tepkilerini görmek harikaydı.
2
Office for Political Innovation’ın çalışmaları, toplulukları bir araya getirmede mimarlığın rolünü ortaya çıkarıyor. Sence bu, fırsatlar için bir alan mı yoksa bir tehlike bölgesi mi yaratıyor? Mimarlık, hoşumuza gitsin veya gitmesin, toplulukları oluşturur. Bu durumda yapılacak olan şey, bu kapasiteyi en iyi şekilde kullanmak. Günlük yaşamı daha heyecanlı ve kapsayıcı kılmanın pek çok yolu var ve bu tam da mimarlığın üzerine çalışması gereken konu.
Politik inovasyon mimarlık yoluyla nasıl mümkün olabilir? Escaravox projemiz insanların herhangi bir kurumdan davet olmaksınız, kendi başlarına bir kültür merkezini etkin hale getirmelerini sağladı. The Plasencia Clergy House projesiyse yaşlı insanlardan oluşan bir toplulukta, günlük yaşantıya dair seçim yapabilme olanağı sundu. Bunlar üzerinde çalışmaya değer inovasyon projeleri ve bunları ancak politik inovasyon olarak adlandırabiliriz. Mimarlık politika ile ilgili bir konu ve politika olmaksızın ortada bir mimarlıktan bahsedemeyiz.
4
3
Superpowers of Ten, Lisbon Architecture Triennale
037
Biz mimarları siyahlar içinde görmeye alışkınız, sense sürekli renkli gömlekler içindesin. Modaya ilgin var mı yoksa bu sadece kendini iyi hissetmenin bir parçası mı? Mimar olarak ilk projem TechnoGeisha, giyilebilir bir kentlilik yaratmak üzerineydi. Bir meydan tasarlamakla, giyilebilir kent tasarlamak arasında bir fark görmüyorum. Her ikisinde de politika, kaynaklar, bağlantılar ve diller tanımlanmış durumda. Hussein Chalayan insanlar için yalnızca bir stil yaratmadı, onların toplum içinde ortaya çıkışlarını ve öznelliklerini yeniledi. Bu aslında tamamıyla mimarlık ve şehirciliğin de konusu.
9
Phantom. Mies as
Geçtiğimiz Ekim ayında ilki gerçekleştirilen Chicago Mimarlık Bienali’nde Superpowers of Ten sahne performansınız oldu. Etkinlik esnasında bu performansın, Charles ve Ray Eames’e ait Powers of Ten filminin alternatif versiyonu olduğu duyuruldu. Beklediğiniz tepkiyi aldınız mı? Eames’lerin filmi, hayatımızdaki ölçek değişimini, otomatik gelişen bilimsel hareketler olarak sundu. Ancak, dikkatle bakıldığı zaman bu ölçek değişimleri otomatik değillerdi ve yalnızca bilimsel hareketlerden de meydana gelmiyordu. Tohum ile çim arasında veya insan DNA’sı ile erkeklerin cinsiyet ifadeleri arasında büyük bir ölçek tartışması var. Cinsiyet yapısı ve tohum patentleri tasarımın gelişiminin kaynağı haline geldi. Tasarım, ölçek değişimlerinin yetkisizleştiği noktada gerçekleşir. Bizim Superpowers of Ten’de yaptığımız ise, 1977 yapımı Eames filmini, tüm bu çelişkileri günlük yaşamı yeniden keşfetmek için birer fırsat halinde sunarak, tekrar sahnelemekti. Tepkiler çok iyiydi. Birçok yönden bu konularda açılacak olan tartışmalar için bir iştah yarattı.
Rendered Society,
6
038
Barcelona
Hangi tasarım senin için geleceği temsil ediyor? Geleceğin, pek çok gelecek senaryosundan meydana gelmesini ve hem geçmişin, hem şimdinin hem de kurgu olanın üzerine olasılıkların bir arada bulunduğu yaşayan bir arşiv niteliğinde olmasını dilerim. Geleceklerin geleceğinden bahsediyor olmayı tercih ederim yani. Geleceğin, şimdinin gelişmiş bir versiyonu olduğuna dair 20 yıl önceki tartışmalarla aradaki temel fark burada.
7
Bu yılki İstanbul Tasarım Bienali’nin sergi tasarımını yapacaksınız. Arkeoloji Müzeleri Kütüphanesi’nde gerçekleşen medya toplantısındaki sahne tasarımınız bir hayli beğeni topladı ve Bienal’in heyecan verici bir sergi tasarımı olacağına dair sinyaller verdi. Bu konuda ne hissediyorsun? Tasarımı yeniden düşünmek için doğru bir zamandayız ve küratörler Mark Wigley ve Beatriz Colomina da bu tartışmayı tetiklemek için çok doğru isimler. 3. İstanbul Tasarım Bienali’nin tasarımı belirgin bir şekilde değiştireceğini hissediyorum.
8
Tupper Home, Madrid
Bir araştırmaya göre, toplumda kendini en fazla dışlanmış hissedenler eğitimli kesimden. Sanatla uğraşanlar da bundan nasibini alıyor. Tansa Mermerci Ekşioğlu röportajında, bu dışlanmışlık hissini satır aralarında bulacaksınız. Ama esas konumuz, bu aralar yine hasada hazırlanan Spot sanat platformu. Sanatçıları ve sanatseverleri
TANSA MERMERCİ Biber, Patlıcan festivali için 21 Nisan’ı beklemeye EKŞİOĞLU devam. bir araya getiren Domates,
Röportaj:
Nevşin Mengü Fotoğraflar:
Gökhan Polat
040
Önce girizgah yapalım; Spot tam olarak ne yapıyor? Spot; seminerler, üyelik platformu ve üretim fonundan oluşan bir güncel sanat projesi. Bir başka deyişle, güncel sanat üzerine nokta atışı kurslar veren, kurumlara özel etkinlikler ve seminerler düzenleyen ve bunların gelirleriyle de bir üretim fonu oluşturan bir platformuz. Amacımız, sanata olan duyarlılığı, hamiliği ve desteği artırmak. Bu arada Spot Üretim Fonu’nu desteklemek amacıyla 15 Mart’ta Ektik Biçiyoruz gecesi düzenliyoruz. Buradan elde edilecek üretim fonu desteğiyle, 21-26 Nisan arasında gerçekleşecek Domates Biber Patlıcan 3 festivaline olanak yaratmayı hedefliyoruz.
1
2
Kimler geliyor size, nasıl bir profil? 30 ila 50-55 yaş aralığında
kadınlar. Neden ağırlıklı olarak kadınlar geliyor sizce? E çünkü erkekler ‘ben biliyorum, öğrenmeye ihtiyacım yok’ gibi bir düşünce içindeler. Erkeklere yönelik akşam kursları da yapmaya çalıştık, iş çıkışı gelebilsinler diye, ama çok talep olmadı. Belki de yer olarak Kabataş ters geliyor. Bunu bir de Maslak’ta denemeyi düşünüyoruz. Arayış içindeyiz.
3
Peki koleksiyoner tarafınıza sorayım bir de; sizce sanat meta mı, meta olmasında sakınca var mı? Değil demek yanlış olur çünkü bir taraftan da sanat piyasası denen bir şey var. O noktada meta oluyor. Bu piyasanın içinde müzayede evleri, galeriler; bir alışveriş var. Bir tarafta talep eden, diğer tarafta arz eden biri var. Dolayısıyla alışveriş oluyor. Bunun üzerine spekülasyonlar da çok yapılıyor. Böyle para da kazanılıyor. Kreatif işi devamlı pohpohlayan, bir işi olmadığı yerlere yüceltip satanlar da var tabii. Ama bu doğru mu, buna karar verecek olan ben değilim. Bunu yapan yapıyor, yapmayan yapmıyor. Ben yapmıyorum. Biz buradaki koleksiyonerlik derslerimizde böyle bir şey yapılmasını tavsiye etmiyoruz. Biz daha duyarlı ve duygusal bakıyoruz diyelim. Elbette para kazanılacak, sonuçta kapitalist bir düzende yaşıyoruz. Sanatçı da kazanacak, arada küratör de kazanacak, bir yerde koleksiyonerlerin elindeki iş de değerlenecek ki o da yatırdığı paradan bir fırsat sağlayabilsin, satmasa da, kağıt üzerinde.
6
Buraya gelen ne öğrenir? Şimdiye kadar çeşitli temalarda çok kurs açtık. Genelde güncel sanat tarihi üzerine, mecralar üzerine… Koleksiyoner olmak isteyenlere koleksiyonerlik kursları veriyoruz. Şimdi de disiplinlerarası kurslar vermeye başladık. Mesela, geçen dönem, Sinemanın Gizli Dili başlığı altında bir kurs açtık, çok tuttu. Tabii televizyon, sinema hayatımızla çok iç içe alanlar. Görsel öğeler bizi çok sürüklüyor. Yeni dönemde sinemanın evrimindeki son perdeyi inceleyeceğiz. Eğitmenimiz Ela Başak Atakan ile Mustang’in okumasını ve çözümlemesini yapacağız.
4
Sinema konusunda siz ne öğrendiniz? Daha önce hiç sevmediğim ama bu kursta bana sevdirilen Woody Allen’ı daha iyi tanıdım. Ben onun filmlerini, takip etmek ve anlamak açısından çok zor bulurdum. Neden insanlar bunu beğeniyor, ben neyi anlamıyorum derken, kurs sayesinde algım açıldı...
5
041
Dediniz ya sanat genlerimizde yok diye, çağdaş bir eseri görünce, aha bu Türk sanatçı der misiniz? Hayır yok, artık her şey o kadar evrensel ki... Hele kendine bir mesele edinen sanatçılara baktığınızda, ha Türk olmuş, ha başka bir Orta Doğu ülkesinden ya da Kuzey Afrika’dan, fark etmiyor. Yani o sanatı ortaya çıkarmalarına yol açan hisler, bir yerde ortak bir hafıza, ortak bir edinim, ortak bir yaşanmışlık sonucu oluyor.
8
Sokaktaki adam aslında zengin sevmez. Dolayısıyla sanat bir zengin eğlencesi olarak görülüyor ve sevilmiyor mu sizce? Bizde bence çok ciddi bir kültür eksikliği var. Bizim kanımızda sanat yok; geçmişimizde, atalarımızda, çoğu yerde zaten sanat yasaklanmış, resim yok. Böyle bir kültürü sonradan kazanmak çok zor. Ve bilinmeyen bir şeyle ilgili algı yönetmek o kadar kolay ki... Sanılıyor ki birinin sanatla ilgilenebilmesi için çok zengin olması gerekiyor. Oysa o kadar çok örnek var ki, Vogel çifti mesela. Biri postahane müdürü, biri kütüphane görevlisi. 100 dolara, 200 dolara sanat eseri alıyorlar, kalan parayla da hayatlarını idame ettiriyorlar. Adam geçenlerde öldü, 120 metrekare evden 3 bin 4 bin parçalık eser çıktı. Çoğu ABD’de çeşitli müzelere bağışlandı. Dolayısıyla, bu içten gelen bir şey.
7
Meselesi olan sanatçılar dediniz. Sanat politik bir şey mi sizce? Yok, illa öyle olmak zorunda değil. Estetik dengeleri barındıran, daha yüzeysel veya kabiliyeti göstermek için yapılan bir sürü sanat işi var.
9
10
Babanızın mektuplarını kitap haline getirdiniz. Onları derlerken ne düşündünüz, Türkiye nereden nereye gelmiş mesela? Babam bu mektupları, biz çocukken, bize okurdu. “Siz anlayabilirseniz herkes anlar.” derdi. Tabii çok ağır bir kalemi vardı. Osmanlıcayı da çok iyi kullandığı için, anlaşılması bize çok zor gelirdi . Bazen kız kardeşim Yosun’la, hiç anlamamamıza rağmen mahsus çok iyi anladığımızı söylerdik. Bununla büyüdük... Babamla hep çok gurur duydum, onun fikirlerine çok önem verdim. Ve şimdi dönüp bakınca, onun bugünleri çok iyi öngördüğünü farkediyorum. Zaten hep söylüyorum, kanserden ölmemiş olsaydı şimdi kahrından ölürdü.
11
Tansa Mermerci Ekşioğlu’nun çalışma masasından.
042
Siz meselesi olan eser sever misiniz? Benim derdim zaten tamamen meselesi olan eserlerle. Bu yüzden, daha çok politik temalar üzerine eserlere yöneldim. Kentleşme üzerine eserler mesela, zaten bu sorunun gözümüzden kaçması mümkün değil.
Melodik pop parçaları ve samimi tavırları ile müzik endüstrisinin renkli gruplarından biri Philco Fiction. Norveç’in iklimine tezat sound’larıyla, melankoliye komedi sosu ekleyen ekipten Turid ile konuştuk. Kendilerini bir radyoya benzetmelerinin ve balıkçı yaka kazaklardan vazgeçememelerinin gerekçelerini öğrendik.
Röportaj:
Joshua Kaan Tekin Fotoğraflar:
Kjell Ruben Strøm
044
PHILCO FICTION
Kendinizi bir radyo olarak gördüğünüzü ve isminizi de buradan aldığınızı söylüyorsunuz. Radyo sizin için neden bu kadar önemli? Çünkü müzikle tanışma hikayemiz radyoyla başladı. Aslında radyo ve kasetçalar olarak düzeltmek gerekir. Hoparlörün en sevdiğin veya gelecekte en çok seveceğin parçayı çalmasını kaçırmamak için radyonun başına oturup, parmaklarımızı düğmeye basmaya hazır bir şekilde tutardık. Mükemmel bir oyundu ve bunlar bir anlamda bizim ilk kayıtlarımızdı. Radyo, bizim için, anı yakalamanın heyecanıyla alakalı bir obje.
4
Neden sürekli balıkçı yaka kazaklar giyiyorsunuz? Çünkü balıkçı yaka tam bir klasik. Görsel profilimiz üzerinde çalışırken 70’lerden etkilendiğimizi de söylememe gerek yok herhalde.
1
Bazıları sizi Björk, Prince ve Motown’ın harmanı olarak görüyor. Başka sanatçılarla kıyaslanmayı seviyor musunuz, yoksa bağımsız ve hayalperest bir grup olarak incelenmeyi mi tercih edersiniz? Bunlar çok güzel örnekler. İnsanların müziğimiz hakkındaki izlenimlerini ve onunla kurdukları ilişkiyi gözlemlemek çok ilginç. Bazen birileri bizi hiç duymadığımız veya tamamen unuttuğumuz bir sanatçıya benzetiyor. Mesela geçen gün bir adam ‘Runimals’ı her dinlediğinde aklına Diana King’in ‘Shy Guy’ parçasının geldiğini söyledi. ‘Shy Guy’ 1995’te caz bale derslerinin önemli bir bölümüymüş.
2
Sizi nasıl bir etkinlik veya ruh halinde dinlemeliyiz? Seyahat ederken, partilerde ve takriben 02.00 sularında.
5
Çin turnesinde, oradaki halka Kuzey Avrupa kültürünün bir parçasını göstermek sizin için nasıl bir deneyimdi? Çin’e seyahat etmek belki de biraz fazla ilginçti. Beklentilerimizi ve oradaki insanlarla nasıl iletişim kuracağımızı tahmin edemiyorduk. Seyahatimizin büyük bir bölümünü trenle yaptık. Şanghay’da başlayan yolculuğumuz Lijang’da, Çin’in batısında sonlandı. Seneye tekrar gitmeyi düşünüyoruz.
6
Sahnede nasıl daha güçlü olunur? Çok iyi bir konuşmacı, çok iyi bir dinleyici olmak ve bol bol böbürlenmek gerekiyor.
7
Müziğiniz ne anlatıyor? Biz anı yakalamaya ve onlardan bir kolaj oluşturmaya çalışıyoruz. Gördüklerimiz hakkında konuşuyoruz. Günlük yaşam ve dramda sihir ve derinlik olduğuna inananlardanız. Minik şeylere mercek tutup onları devleştirmenin peşindeyiz. Müzik ve sözlerimize bakarsanız, melankoli ve komedinin bir harmanı olduğunu görebilirsiniz. Ritim ise ayrı bir olay. Kalp atışlarımız ve duygularımız ritmin içinde saklanıyor. Bas, beat ve melodi. Adeta Joan Miro’nun bir kolajı gibi!
3
045
Sofya ve İstanbul’da aldığı klasik ve modern sanat eğitimlerinden sonra kendini Londra’ya atan Ergin Çavuşoğlu, az ve öz üretime yakın duran bir sanatçı. Sanatın ne olabileceğini sorgulayan, fikirler üzerine çalışmanın yapmaktan daha önemli olduğunun altını çizen Çavuşoğlu ile bu ay Rampa’da açtığı üçüncü solo sergisi ve pratiğinde araştırdığı kavramlar hakkında konuştuk.
Röportaj:
Seza Bali Fotoğraf:
Emre Erkmen
046
ERGİN ÇAVUŞOĞLU
Ergin Bey, sizce sanat yapmak nedir? İlk başta sanat yapmamak nedir veya etrafımıza baktığımızda sanat olmayan nedir diye sormalıyız. Herhangi bir şey sanat olabilir fakat her şey sanat değildir. Sanat bir bilim dalı gibi kendi içerisinde hesaplaşır, parametrelerini kendisi belirler. Sanatçı da bunları bilge olarak yorumlayıp üzerine katmanlar ve farklılıklar inşa eder ama bunları sadece sanatçı belirlemez. Duchamp’ın da söylediği gibi yarısı izleyici tarafından keşfedilip tamamlanır. Sanat, görsel ve düşünsel boyutlardan oluşur ve felsefenin tanımlayamayacağı sorulara bakış açısı sağlar veya onları hissettirmeye çalışır. Sanatı felsefe ile kıyaslarsak, felsefe genelde hep aynı veya benzeri soruları sorar ve zamanına göre farklı cevaplar alır. Sanatçının ise çoğu zaman sorular icat etmesi gerekir, ama bahsettiğim gibi fikir üretmek kolay değil. Deleuze’ün dediği gibi, “kavramlar yaratılmalı ve kutlanmalıdır”. Benim de ilgilenip ve takip ettiğim sanat, bu öğeleri içeriyor.
1
Yaratıcılığın en kuvvetle hissedildiği anların aslında sanat ürettiğiniz değil de, sanat üretmeyi düşündüğünüz anlar olduğunu söylemişsiniz. Evet, eserinizden kendinizi uzaklaştırmak ne kadar zor olsa da aynı zamanda çok önemli. Sanat üretildikten sonra artık sanatçıya ait değil. Bu demek ki, sanatın değerlerini çağdaş izleyici veya Paul Klee’nin ifade ettiği gibi gelecek nesiller belirler. Biz sadece tahminlerde bulunuruz. Sanatçı olarak ben mümkün oldukça az üretmeye çalışıyorum ama bu sanat yapmadığım anlamına gelmiyor. Benim için üretim son aşama, hatta bazı işlerin üretilmemesini daha doğru bir yaklaşım olarak görüyorum.
2
Étant Donnés I, 2016
Sanat pratiğiniz, siz Londra’ya gittikten sonra nasıl bir evrimden geçti? Londra’da geçirdiğim son 22 yıl içerisinde sanat gelişimimde ve pratiğimde en önemli evrim düşünce boyutlarında oldu. Buraya, özellikle kavramsal sanat ve teori okumak için gelmiştim. Video, fotoğraf ve enstalasyon gibi görsel ve yapısal ifade dillerini da anlamak ve geliştirmek tabii çok önemliydi, fakat beni ilgilendiren sanatın nasıl yapıldığı değil, sanatın ne olduğu ve ne olabileceği sorularıydı. Zaten Marmara Üniversitesi’nde okurken, resimden fotoğrafa yönelmeye başlamıştım. Benim için o noktada artık resim görsel ve estetik bir oyuna dönüşmeye başlamıştı. Oysa işin kavramı ve ifade ettikleri ile ilgilenmek istiyordum. Nasıl ki klasik piyano çalan bir usta çalmayı değil de belli bir bestenin yorumu nasıl yapılır diye düşünür, ben de resimdeki mükemmellik yerine sanatın içeriğini anlamak ve onunla hesaplaşmak istiyordum. Resimden uzaklaştıktan sonra film ve videonun daha demokratik bir ifade dili olduğunu fark ettim.
Diasec baskı, 40x60 cm,
3
Sanatçının ve Rampa İstanbul’un izniyle
Video sanatı, izleyicinin dikkatini canlı tutmak için zorlayıcı bir disiplin, kısa bir süre içinde ilgisini yakalamazsanız izleyiciyi kaybedebiliyorsunuz. Video ve filmle çalışan bir sanatçı olarak, bu riski aklınızın bir köşesinde tutuyor musunuz? Bu kesinlikle hem sanatçı hem de izleyici için bir sorun, fakat genelinde baktığınızda video, izleyicinin müze ve galerilerde daha uzun zaman geçirmelerini sağlıyor. Bu disiplinler, müze ve sergi içerisindeki zaman eksenini aksatır. İşlerimden örnek vermek gerekirse, ‘Entanglement’ veya ‘Downward Straits’ videolarımda zaman kavramını ortadan kaldırmaya çalışıyordum. İşin başlangıç ve sonu olup olmaması önemli değildi. Bir hikaye olduğu zaman mutlaka bir başlangıç veya son oluyor, bu da o hikayenin zaman çizelgesini belirliyor. Oysa ki benim yapmaya çalıştığım, süresi olan bir zaman yaratmanın tersine, zamanın nasıl aktığını anlamadığın işler üretmekti.
4
047
Bırakınca ne oldu peki, bir aydınlanma yaşadınız mı? Aydınlanma bir günde veya zaman diliminde olan bir şey değil, sürekli olarak gerçekleşir. Çizgisel düşünürseniz belli soruları cevaplarsınız ve bu cevaplar bir sonraki soruları oluşturur, ve bu süreç böyle akar gider. Bir tarz tutturup onu devam ettirebilirsiniz. Benim yoğunlaştığım nokta ise fikir ve kavram. Deleuze’ün tanımladığı gibi, her kavram ve düşünce kendi anlatımını gerektirir. Ben de buna katılıyorum. Bazı sanatçılar vardır ki çok kuvvetli bir konsept ve bunun üzerine birçok iş üretirler. Bundan sonra çok fazla konsept üretmeleri gerekmez. Benim durumum ise tam tersi, ben fikir üretmeye ve o fikirlerin sanatla nasıl hizalandığına bakıyorum. Örneğin Calvino’nun bütün kitapları birbirinden farklıdır, bambaşka stillerde bambaşka konular ve dillerde yazdığı kitapları var. Onu, kitaplarının farklılıklarında bulursunuz.
7
Black Tresses (Duende), 2016, Bronz, insan saçı
1992’de resmi bırakmaya karar vermişsiniz. Bu, kulağa geldiği kadar radikal bir karar mıydı sizin için de? O dönemdeki başarılarıma ve ulaştığım noktaya bakınca kesinlikle öyle algılanabilir. Zaten ressam ve akademisyen babam da dahil olmak üzere, birçok hocamdan tepki almıştım. Bu kararı almam 1992’de ilk Londra ziyaretimden sonra çok doğal ve hızlı gelişti. Karşılaştığım çağdaş sanat anlayışı, beni çok kısa bir sürede Victor Pasmore ve Richard Hamilton’ın kurduğu Basic Design akışı ve başlattıkları ‘deskilling’ kavramından sembolik de olsa hızla geçmeye teşvik etmişti. Deskilling İngiltere’de sanat eğitiminde var olan, kısaca yeteneklerden arınmak, onları unutmak diye açıklayabileceğimiz bir yaklaşım. İşin nasıl yapıldığını unutarak işin kavramsal boyutuna ulaşabilmeyi teşvik ediyor, yani yapmayı düşünmek. Ama şunu da bilmek lazım ki, becerileri unutmadan önce o becerilere sahip olmak gerekiyor. Ben de o dönemde her fikrin kendi ifade dili olmasını gerektirdiğini düşündüğüm bir sanat anlayışı ile yola çıkmıştım.
24x15x10 cm,
5
048
Prodüksiyon görüntüsü, Sanatçının ve Rampa İstanbul’un izniyle
Ama resim, pratiğinizden tamamen de çıkmadı. Tabii ben resmi bıraktım gibi görünse de aslında imajlarla düşünmeyi hiç bırakmadım, ve daha sonraki yıllarda, içinde resim olması gereken projeler yapınca tekrar resim üzerine çalıştım. Resim yapıyorsanız, onun içinde barındırdığı soruları sorabilmeniz gerekiyor. Her konunun resmedilmesi gerekmiyor. Ama resmedilmesi gereken bir konu varsa, o iş hem o konuyla ilgilenmeli hem de resmin tarihiyle ilgilenmeli. Resmi bırakmam aslında resme karşı saygımdan ve aynı zamanda onun sunduğu sınırlandırmalardan dolayıydı.
6
Rampa’da bu ay açılan Which Sun Gazed Down on Your Last Dream? serginizi de konuşalım. Serginin ismi, Charles Baudelaire’in Wine and Hashish kitabından geliyor. Kitap, şarap ve haşişin hikayeler üzerinden iyi ve kötü yanlarını anlatıyor. Zaman ve mekan arasında yolculuk yapıp, şarabı ve haşişi bir yandan seni yaratıcı yapan ama bir yandan ölüme götürebilecek şeyler olarak anlatıyor. Quebec’te bulunan doğal bir taş formasyonu olan Percé Rock, sergide çaplı bir heykel olarak sergileniyor ve serginin yapısına ‘kavramsal olarak açıklık getirme’ işlevine sahip. Bu heykelin fikri de, André Breton’un Arcanum 17 kitabından yola çıktı. Kitapla aynı adlı kart, tarotta 17. karakter olan yıldızdır. Ben bu kartla edebi veya kavramsal ne tür bağlantılar bulabileceğimi düşündüm. Breton bu taş parçasının boyutlarında altın oranın olabileceğini söylüyor.
10
Edebiyatla aranız nasıl? Edebiyatla olan ilişkim yine sanatla ilgili. Bazı konuları edebi dil ya da kelime kullanarak daha kapsamlı anlatabiliyorsunuz. 10 yıldır birçok projemde senaryo yazıyorum. Bunda sanat nerede derseniz, hakikaten sanat bunu yazarken oluyor. Yazmak, yapmanın en yaratıcı kısmı. Geriye kalanlar sadece sonuç, bir ürün. Sanat bazen yapmak, bazen de onu düşünmektir.
8
Altın oran, sergide de işlediğiniz bir konu. Evet, “Étants Donnés”, Fransa’nın Atlantik kıyısında çektiğim fotoğrafların üzerine yapılan altın oran desenlerinden oluşuyor. Breton’un, altın oranın aslında doğada her yerde olabileceği söyleminden yola çıkıyor, ve kuralları aşmak gerektiğini vurguluyor. Objeler doğada öylece duruyorlar. Görsel sanatçılar ve izleyici olarak onu altın oran kılan yapan biziz.
11
Video üzerine çalıştığınız için sesle de yakın bir ilişkiniz var. Sanatınızı bir ses olarak tanımlasanız, bu ne olurdu? Ses yerine belki müzik olarak düşünürüm. Arnavutların geleneksel polifonik müziği, herhangi bir Bach eseri veya John Jenkins’in Phantasm adlı besteleri...
12
Bugüne kadar aldığınız en iyi öğüt neydi? 1994’te ilk ve herhalde en önemli hocam ve aynı zamanda babamın dostu olan, sanatçı Atanas Naçev İstanbul ziyaretinde “Ergin nasıl?” diye sorup benim o dönemde ürettiğim işlerle ilgilenmiş. Bunun sonucunda bana A4 boyutunda klasik bir desen çizip “Ergin’e, hiçbir zaman zarafeti unutmaması için” yazmış. Bu desen hala bendedir.
9
Space to Think, 2013 Tuval üzerine akrilik 20x20 cm, (triptiğin her biri) Sanatçının ve Rampa İstanbul’un izniyle 049
Yarım asra yakın geçmişiyle ERA Mimarlık, mimariden şehirciliğe farklı ölçeklerde çok sayıda proje gerçekleştiren bir ofis. Tecrübelerine rağmen, ‘herkesin söyleyecek sözü vardır’ diyerek, okullarda ülkelerarası genç mimarlar buluşmaları düzenleyecek kadar da hevesli ve enerjikler. ERA’nın ikinci kuşak idarecilerinden Ali Hızıroğlu ile ofislerinde bir araya geldik.
Röportaj:
Yağmur Yıldırım Fotoğraf:
Gökhan Polat
050
ALİ HIZIROĞLU
Bu arada, ofis olarak, Uluslararası Genç Mimarlar Buluşmaları etkinliğini düzenliyorsunuz. İstanbul’dan sonraki ikinci etkinlik, geçtiğimiz yılın sonunda Paris’te gerçekleşmişti. Sistemde, ancak çok ünlü olursanız, söz ve yer sahibi olabiliyorsunuz. Bunun doğru olmadığını düşünüyorum; tabii ki bu kişiler değerlerinin karşılığını bulmalı ve daha çok görünmeliler ki iyinin ne olduğuna dair bir vizyon oluşturabilsinler, fakat dünyada sadece o insanların olmadığının farkında olmak gerekiyor. Bir şeyleri paylaşmak için ille de otuz yıllık bir tecrübeye sahip olmanız gerekmiyor. Birçok insan görüşlerinin kabul edilmediğini, hiçbir yere varmadığını düşünüyor; bu da dışarıda olan bitene bir özenme hali oluşturuyor ve mutsuzluk yaratıyor. Bu buluşmalarda, herkesin söyleyecek bir şeyleri olduğu düşüncesinden yola çıktık ve rahat bir ortamda bunların paylaşılmasını istedik.
4
Dünyada ve Türkiye’de mimarlık ve kent gündemi neredeyse her gün değişirken, bir mimarlık ofisi için üretkenliğini -üstelik çok farklı ölçeklerde- yarım asra yakın zaman sürdürebilmek dikkate şayan. Hikaye nasıl başlıyor? Hikayeyi babam Ertun Hızıroğlu başlatıyor; birkaç arkadaş bir araya geliyorlar, endüstriyel tarzda işler yapıyorlar. Sonrasında kapı kapıyı açıyor ve zaman içinde farklı disiplinleri de içine alan bir yapı ortaya çıkıyor. Özellikle 1980’lerden sonraki gelişmelerde, yabancı yatırımcıların buraya gelmeye başlaması ile de dışarıya açılma ilkesi uygulanıyor. Ben de yurtdışında öğrenim gördüğüm için, ERA’ya adapte olmam kolay oldu.
1
Baba-oğul birlikte çalışmak nasıl? Kalabalık bir ekip olduğumuzdan, usta-çırak ilişkisini bire bir yaşadığımızı aslında söyleyemem. Buradaki sistematik çalışma biçiminden ötürü, baba-oğul çalışma hissiyatını birlikte yaşadığımız bir ortam oluşmadı. Bunun hem avantajları hem dezavantajları var. Kurulu bir düzenin ve işverenlerin olduğu bir sistemin içinde başlamak, sıfırdan kurulan bir ofise nazaran size kolaylık sağlıyor; ama tabii herkesin bir yoğurt yiyişi var ve o yiyişle ilgili düşünceler, zaman içinde görüş ayrılıkları yaşamanıza sebep oluyor. Buraya dışarıdan ve içeriden bakmak, benim için elbette farklı oldu. Dışarıda iken, insan durumları daha farklı değerlendiriyor, özellikle genç olduğunda; tecrübesiz olmak insana bir cesaret getiriyor. Çok tecrübeli olmanın her zaman avantaj olmadığını düşünüyorum. Tabii mimarlık uzun soluklu bir iş ve bir projenin süreci boyunca bile bakış açınız değişmeye devam ediyor.
2
Genç mimar olma hali sizin için ne ifade ediyor? Belli bir süre, bu mesleğin ne yaptığına dair bir öğrenme, deneme süreci var. Çok yetenekli de olsanız, hayatı görmek, yaşamak gerekiyor. Şu anki sistem bunu bir yandan destekliyor, bir yandan desteklemiyor. Eğer pazarlanabilir bir ürün olabiliyorsa, o zaman onu ön plana çıkarıyor. Özgür bırakır gibi yapıp, aslında kontrol eden bir sistem var. Bir de artık, ekonominin durumu gibi faktörler, en azından bu coğrafyada, çok büyük etkenler. İnsanlar yapılmamış olanı, çok farklı olanı arzu ediyorlar ve bu taleplerle geliyorlar; fakat sıradışı bir öneri ile onlara gittiğiniz zaman, ‘bunun yapılmışı var mı?’ gibi sorularla karşılaşıyorsunuz. Bence bu bir sıkışmışlık hali ve genç mimar dediğimiz her ne ya da kim ise, onun ortaya çıkışındaki güçlüğün bundan kaynaklandığını düşünüyorum.
3
Doğuş Otomotiv Teknoloji Merkezi
051
Bugünlerde ne üzerine çalışıyorsunuz, yakın gelecekte ne göreceğiz? Uluslararası ağırlıklı projelendirme yapmaya devam ediyoruz. Karma kullanımlı projeler, ofis yapıları, bazı master plan çalışmaları var. Bir de şu sıralar ofis içinde yeni bir yapı kurmaya çalışıyoruz; farklı işbirlikleri ile yeni yöntemler üretecek, şehre daha az yük getirecek, dönüştürülebilir ve duyarlı projeler yaratmanın yollarını araştıracak bir kanal oluşturma amacımız var.
7
Starmall Plaza,
İstanbul’dan sonra 2000 yılında Paris, 2007 yılında ise -2011’de Pekin’e taşınanŞanghay ofislerinizi açtınız. Bu şehirleri seçmekteki öncelikleriniz nelerdi? Yabancı yatırımcılarla çalışıyor oluşumuzun, bu tercihlerimizde büyük etkisi var. 90’lı yıllar boyunca burada gerçekleştirdiğimiz Carrefour projelerimizin, Fransa’dan beğenilmesi belirleyici olmuştu. 2000’lere doğru, oradaki kimi projeleri takip etmemiz için bir teklif aldık, bu da bize uygun geldi; o dönemde proje yönetimi, saha denetimi gibi hizmetleri de bünyemize katmıştık ve yeni bir yola girmiştik. Zaten ailemizde de, ofiste de bir Frankofoni durumu olduğundan, kendimizi nispeten rahat hissederek bu işe atılmış olduk. Çin tarafı ise, on sene kadar önce yine bir yatırımcının, orada yapmayı düşündüğü projelerle birlikte başladı. O dönem bayağı geniş bir ekibimiz vardı ve yapabileceğimizi düşündük. Starmall projesini tamamladıktan sonra, yani dört sene kadar önce, katıldığımız bir sergi aracılığı ile yeni tanışıklıklar edindik; böylece ofisi Şanghay’dan Pekin’e taşıyarak yeni bir başlangıç yapmaya karar verdik.
Shenyang
5
052
Güncel olarak, Paris ve Pekin ofisleri ile İstanbul ofisinizin birlikte işleyişi nasıl? Her ofisin kendine göre bir portföyü var. Hizmet verdiğimiz alanlar ülkenin koşullarına ve bizim oradaki pozisyonumuza göre farklılaşıyor. Fransa’da örneğin, proje imzalayabiliyoruz, fakat Çin’de, projeyi tamamlamanız için Çince sınavlarına girmeniz gibi zor süreçlerden geçmeniz gerektiğinden, orada yerel firmalarla birlikte çalışıyoruz. Buraya gelen yabancı firmaların konsepti hazırlayıp, sonrasında belli bir etaba kadar işi tamamlamaları gibi. Projeler farklı, ölçek farklı, çalıştığımız kişiler farklı, firma tipolojisi farklı... Tabii iki ülkede işlerin işleyiş biçimi de oldukça farklı; Fransa’da süreç çok yavaş ilerlerken, Doğu’da ‘her şey hemen olsun’ zihniyeti olduğundan, fazla ve hızlı üretim yapılıyor. Son zamanlarda bina ebatlarının büyümesiyle birlikte, Türkiye’de de aynı dinamiği yaşamaya başladık. Genellikle Çin projelerinin tasarımlarını burada yapıyoruz. Fransa ise, kendi kendini idare ediyor, biz koordinasyonu sağlıyoruz.
6
Uniq İstanbul
Xiu Xiu’nun kurucusu Lawrence Stewart’la tanımlar ve kavramlar arasında labirentlere dalıyoruz. Bu karmaşık yapının gözleri korkutmasında pek de bir problem yok, çünkü grubun kulaklarımıza sunduğu sound oldukça keskin, cesur ve özgür köklerden besleniyor.
Röportaj:
Alican Öyke Fotoğraflar:
Cara Robbins
054
XIU XIU
Bu arada artık Twin Peaks’in müziklerini konserlerinizde de duyuyoruz. Evet, geçtiğimiz yıl bu güzel parçaları ilk kez bir konserde çalma imkanımız oldu ve Nisan’a kadar da çalmaya devam edeceğiz. Ayrıca bu parçalardan oluşan bir albüm de yapıyoruz. O da yine Nisan’da çıkıyor.
6
Lawrence, modern müzik sizin için ne anlama geliyor? Korkusuzluk, risk, yoğunluk, güzellik, hüzün, aydınlık, bol şimşekli fırtınalar ve sersemleten sessizlikler.
1
Müzik ve para arasındaki ilişkiyi nasıl açıklıyorsun? İkisi de İngilizcede aynı harfle başlıyor. Açık olarak para hakkında pek bir şey bilmiyorum ve özel olarak da müzik hakkında pek bir şey bilmiyorum.
2
Kimi zaman sizin müziğinizi tanımlamak için de kullanılan ‘noise pop’ teriminin sizdeki karşılığı ne? Noise ve pop kelimelerindeki harflerin yerlerini değiştirdiğimizde; ortaya bir Hawaii restoranında garsonun size sorabileceği ‘Pois?’ sorusu ve karşısında verebileceğiniz ‘Nope’ cevabı çıkıyor. Bu terimin bendeki karşılığı tam olarak bu diyebilirim.
3
Sizi ne doyurur? Dominant bir ruh hali ve alçakgönüllülük, çöl, krautrock, minimal drone, barok dönemi, Codex Borgia, halüsinatif maddeler, mezarlıklar, alkol, akşam vakitleri, araba kazaları ve pahalı yemekler.
4
O zaman David Lynch’ten bahsetmemizin zamanı geldi. Ah evet, ona çok şey borçlu olduğumuzu düşünüyorum. David Lynch filmleri; terör, hayaller, ironi içermeyen duygusallık, melodrama, kötü ruhlar, garip espri anlayışı, 1950’lerin ABD’si ve saf olmayan düşünceler gibi öğeleri bir araya getiriyor. Ondan başka kimse bunu yapmıyor. Az da olsa biz de aynı şeyi yapmaya çalışıyoruz.
5
Bu işi ilk nasıl almıştınız? 2012’de Shayna Dunkelman’la ilk turnemize çıktığımızda birbirimizi çok iyi tanıdığımız söylenemezdi. İtalya’nın ufak ve garip bir kasabasında, yine garip bir canlı performansımız sırasında, Shayna, vibrafon eşliğinde ‘Love Theme Farewell’i söylemeye başladı. Bundan çok etkilendik. Bu şova olan ortak aşkımızı itiraf ettik ve herkesin turnedeyken yaptığı gibi belli belirsiz planlar yapmaya başladık. 2014’te Hollanda’dayken müzisyen arkadaşımız Lawrence English’e rastladık. Bize o sıralar Brisbane’de bir David Lynch retrospektifinde çalıştığından bahsetti. Shayna da o anda lafa dalıp Twin Peaks’in müziğini bizim yapabileceğimizi söyledi, ve her şey böyle başladı.
7
Yeni albümden bahsettin. Bir yandan da Merzbow’la yaptığınız MERZXIU gibi yan projeleriniz var. Merzbow’la çalışmak bir onurdu. Kişisel olarak da hayranı olduğum efsanevi trans kraliçesi Vaginal Davis’in yer aldığı opera için birlikte yine müzik besteledik. Bu çalışma Mozart’ın ‘The Magic Flute’ünün yeniden çalışılmış haliydi. Ayrıca Lawrence English’le birlikte HEXA adında yeni bir grup da kurduk. Ama şu sıralar Xiu Xiu’nun yeni albümüne yoğunlaşmış durumdayız. dinleyici olmak ve bol bol böbürlenmek gerekiyor.
8
055
Astrid Andersen’in Barack Obama ile André Lauren Benjamin arasında gidip gelen moda algısı, seksapelin ve özgüvenin altını inatla çiziyor. Bir erkeğin, spor giyim, zamansız parçalar, moda ve benzeri bilinmeyenlerle yarattığı denklemi çözüme ulaştırmak için, Astrid’in cevaplarını kullanınız.
Röportaj:
Utku Palamutçu Fotoğraflar:
Hördur Ingason
Astrid, Kopenhag’daki atölyesinde yeni koleksiyonu üzerinde çalışırken Hördur objektifin arkasındaydı.
056
ASTRID ANDERSEN
Astrid, günlük hayatında erkek kıyafetleri giyiyor musun? Tabii ki. Hatta gardırobumdaki kıyafetlerin yarısından fazlası, mağazaların erkek reyonlarından satın alınmış parçalardan oluşuyor.
1
En son ne zaman spor kıyafetlerini sokak stiline kusursuz bir şekilde uyarlamış bir erkek gördün? Birkaç hafta önce, Paris metrosunda bu bahsettiğin adamla göz göze geldim. Première Vision’dan çıkmış, kaldığım otele doğru gidiyordum, tam o an karşımda beyaz spor kıyafetleriyle bu adam karşıma çıktı. Üzerinde taşıdığı bütün parçalar birbiriyle garip bir uyum içerisindeydi, deyim yerindeyse şehirli bir Yunan Tanrısı gibi görünüyordu.
2
3
Eğer bir kampanya çekimi yapacak olsaydın, markanın yüzü olarak kimi görmek
isterdin? Ah, André 3000 hayallerimi süslüyor. Bence kendisi tam anlamıyla, yaşayan en iyi stil ikonlarından bir tanesi.
4
Bugün hala Kopenhag’da yaşıyor olsaydın, modaya bakış açın daha farklı olur
muydu? Yaptığım iş gereği, çok fazla seyahat ediyorum. Bu duruma o kadar alıştım ki tüm hayatım boyunca böyle devam edeceğini umuyorum. Eğer Kopenhag’da takılı kalsaydım ve farklı şehirleri deneyimlemeseydim, muhtemelen minimalizmin kontrolü altında, daha yalın ve sakin koleksiyonlar hazırlardım. Her ne kadar hayalimde canlandırdığım erkek, oldukça sıradışı parçalar giyiyor olsa dahi, yaşadığım şehir bu kıyafetler için elverişli olmazdı ve kendimi tıkanmış hissederdim.
Bu tıkanmışlık hissiyatı yüzünden mi Londra’ya taşınmaya karar verdin? Moda eğitimi için Londra’ya taşınmayı kafama koymuştum. Şehri kendi gözlerimle gördükten sonra burada yaşamak istediğime dair kesin kararımı verdim ve elimden geleni ardıma koymadım. Bahsettiğimiz tıkanmışlık hissiyatı henüz beni bulmamıştı ama değişikliğe ihtiyaç duyduğumu hissediyordum. Kopenhag’ın moda sektörü için çok önemli bir durak olduğu aşikar ama benim daha geniş bir kitleye hitap etmeye ihtiyacım vardı, hepsi bu.
5
İngiliz kültürünün ve stilinin Danimarka’ya kıyasla, spor kıyafetlerle daha içli dışlı olduğunu düşünüyor musun? Kesinlikle. Her ne kadar İngilizlerin sadece trençkot ve fötr şapkadan ibaret bir gardırobu olduğu düşünülse de, onlar aslında oldukça basit ve rahat parçalar giymeyi seviyorlar. Ülkenin tarihinde sportif aktivitelere atıfta bulunan çok fazla değer olduğu için, insanlar geçmişten gelen alışkanlıklarını modern bir forma sokup, sokak stiline uyarlamaktan keyif alıyorlar. Bu yüzden sportif kıyafetler aslında sokak stilinin halihazırda birer parçası olarak yer alıyor.
6
Hazırladığın ilk koleksiyona dönüp baktığımızda, oradaki tasarımlarının, bugünkü koleksiyonlarınla kıyaslandığında daha feminen bir duruşa sahip olduğu ortada. Son zamanlarda neden daha sert ve maskülen bir duruş yaratmaya karar verdin? Aslında bu algıyı ben oluşturmadım, bahsettiğin şey tamamen tüketicinin tasarımlarıma yapıştırdığı etiketle alakalı bir durum. Bugün hala dantelli sweatshirt’ler, kısa trikolar, pembe kimonolar ve kürk detaylı kıyafetler tasarlıyorum, ki bunlar gayet feminen şeyler. Ama moda sektörü öyle bir yola girdi ki, cinsiyet algısı üzerine kurulmuş kalıplar yıkıldı ve hal böyle olunca, insanlar kıyafetleri feminen ya da maskülen olarak etiketlemekten vazgeçti. Tabii ki koleksiyonlarım eskiye kıyasla daha erkeksi duruyor ama bunun sebebi ben değilim, müşteriler görmek istediklerini yapıyorum.
7
057
Önceki koleksiyonundaki kimonolardan hareketle, Japon kültürüyle arandaki münasebetten de bahsedelim. Japonya ve Şanghay’a birkaç kez gitme fırsatım oldu. Hem şehirlere hem de kültüre hayran kaldım. Londra’ya döndüğümde aklımda sadece desenler ve binlerce ilham kaynağı vardı ve hal böyle olunca koleksiyon Japon kültürünün hakimiyeti altına girdi. Desenler ve formların yakaladığı harika uyumdan sonra, bana sadece kumaş seçimlerini yapmak kaldı.
8
Daniel Björk, bu ilham kaynağını ‘hip-hop’ın Japon sumo güreşçileriyle bir arada kullanılması’ olarak yorumlarken, sen bu koleksiyonunun seksapele atıfta bulunduğunu söylüyorsun. Senin için seksinin kelime anlamı nedir? Beni kendine çeken her şeyi seksi olarak değerlendirebilirim. Bu yüzden üretim aşamasında kendi zevklerimi, seksi bulduğum şeyleri ve ilgi alanlarımı, işin içine olabildiğince dahil ediyorum. Bu sayede yarattığım şeyin beni kendine çekip çekmediğine bakıp ona seksi diyebiliyorum. Seksi olan her şeyin kendine has bir özgüveni vardır, bunu ister cinsel çekiciliğe, ister karizmaya, isterseniz zevklere bağlayın. Ben, bu özgüvene sahip erkekleri giydirmekten büyük zevk alıyorum.
9
Kafanda bu tanıma uyan ideal bir erkek var mı? Barack Obama. Neden bilmiyorum ama bence o oldukça seksi, güçlü ve özgüven sahibi. Tabii kendisinin onu giydirmeme izin vereceğini sanmıyorum ama, bunun hayalini kurmak bile güzel.
10
058
Erkek moda sektörünün altın çağını yaşıyor olmasına ne diyorsun? Böyle bir çağın geleceğini ön görebiliyor muydun? Bunun tek bir sebebi var, o da kadın ve erkek arasındaki ayrımın giderek azalması. Bu durum erkeklere renkler, kalıplar ve formlar için daha geniş bir alan bırakıyor, haliyle tasarımcılar için de daha özgür bir tasarım süreci sağlıyor. Aynı şey kadınlar için de geçerli tabii. Aradaki duvarların yıkılması, takım elbiseli kadınları potansiyel lezbiyen olmaktan çıkartıyor ve seksi kavramının altına ekleyiveriyor. Hal böyle olunca, erkekler ve gardıropları, henüz keşfedilmemiş bir hazine olarak tasarımcılara deneysel bir ortam yaratıyor ve erkek moda sektörü altın çağını yaşıyor.
11
Üzerine bu kadar konuşmuşken soralım, cinsiyetsizlikten sen ve doğal olarak markan da nasibini alacak mı? Bu akımın en büyük destekçilerinden biri olabilirim, kadın ve erkek kıyafetleri arasındaki gözle görülmeyen bağı güçlendiren tasarımcılara saygım sonsuz ama ben hayalimdeki erkeği, hayalimdeki tasvire uyacak şekilde giydirmeye devam edeceğim.
12
Peki defile kıyafetleri hazırlamak yerine giyilebilir parçalara yoğunlaşmak gibi bir kaygın var mı? Podyumda sergilediğim her şey, mağazamda ve atölyemde satışa sunuluyor, ve hatta satılıyor. Büyük modaevlerinin yaptığı gibi, sadece defile için kıyafet tasarlayıp, üstüne bir de koleksiyon hazırlayacak ne param ne de zamanım var. Bu yolu tercih eden markaları oldukça komik buluyorum. Bu yüzden podyumda sergilediğim her şeyi, kendimden emin bir şekilde müşterilerin huzuruna çıkarıyorum ve hepsinin giyilebilir olduğuna gönülden inanıyorum. Eğer satış yapamıyor olsaydım, bir yerde yanlış yaptığımı düşünürdüm ama şanslıyım ki, şimdilik öyle bir problemle karşı karşıya değilim.
13
Mono.kultur, rutini, her sayı tasarımı bir öncekinden farklı bir dergi yapmakla kırıyor. Genel Yayın Yönetmeni Kai Von Rabenau için ise rutin bazen konforlu bazen de hiç arkaya bakmadan kaçılası bir şey. Kai ile, derginin henüz kopyalanmamış formatı üzerinden orijinalliği ve onun konfor alanından kaçışlarını konuştuk.
Röportaj:
Serap Gecü Fotoğraflar:
Eylül Aslan
Eylül, Kai’ı Berlin’de fotoğrafladı; fonda Robert Montgomery’nin işleriyle.
060
KAI VON RABENAU
Kai, nostaljik birisi misin? Hiç değilim, geçmişle ilgili pek bir şeyi özlemem. Ama eskiden olduğu gibi daha fazla vaktim olmasını tabii ki isterdim. Yaşınız ilerledikçe, zaman giderek bir lüks halini alıyor.
1
En son neyin fotoğrafını çektin? Geçtiğimiz hafta, Japonya’dayken, bir sürü tekstil fabrikasına gittik. Tokyo’da bir moda markası için görsel kimlik oluşturuyoruz; üretim sürecine çok önem veren bir marka, özel teknikler kullanarak kusursuz kumaşa ulaşmaya çalışıyorlar. Orada olmak ve kıyafetlerin nasıl yapıldığını görmek, onları fotoğraflamak benim için büyüleyici bir deneyimdi.
2
Fotoğrafçı olmana rağmen, dergide baskın, yazıyla yarışan bir görsellikle ilerlemeyi tercih etmiyorsun. Evet, genelde yazı ve görsellik yoğunluğu arasında yarı yarıya bir oran tutturmaya çalışıyoruz. Halihazırda, bu ikisinden sadece birini iyi yapan çok fazla dergi var, görsel açıdan şahane olup yazınsal açıdan zayıf olan veya tam tersi... Mono.kultur’e baktığınızda ise, tasarımın bizim için epey mühim olduğunu daha ilk bakışta fark ediyorsunuz, röportajlar da entelektüelliğiniz için adeta birer ödül.
3
Derginin formatını henüz kopyalayan çıkmadı galiba. Evet, ben de öyle sanıyorum. En azından benim karşıma, her sayıda sadece tek bir röportaj yayınlayan, her sayısını tek bir konuğa ve onun işlerine adayan bir dergi daha çıkmadı.
4
Kopyalandığını görsen ne düşünürdün? Birinin herhangi bir şeyi kopyalaması, buna gerçekten ihtiyaç duyuyor olması fikri inanılmaz canımı sıkıyor. Orijinal bir fikir bulamayacaksan ne diye bir şey üretmeye kalkışıyorsun ki zaten?
5
Orijinallik ne o zaman? En iyi bildiğim yerden, bizden örnek vereyim. Şöyle bir sürecimiz var; önce röportajları yapıyoruz, sonra röportaj metninin seyrine ve içeriğine göre tasarıma dair yeni fikirler aklımıza geliyor, bunları uyguluyoruz. Yani hepimiz için epey deneysel bir süreç söz konusu. Müşteriye yaptığımız işlerde de mantığımız aynı; işe koyulmadan önce temel değerleri ve fikirleri iyice anlamaya çalışıyoruz. Çoğunlukla, aradığımız yanıt sorunun içinde gizli oluyor, dikkat kesilip dinleyince onu bir şekilde zaten buluyoruz.
6
061
Yıllardır peşinden koşup da ikna edemediğin kim var? Birkaç isim var ama en uzun süredir peşinden koştuğumuz, Radiohead. Thom Yorke, bunu okuyorsan, seninle konuşmak bizim için ölümcül bir zevk olacak. Teşekkürler.
8
Kendini işinle ilgili nasıl motive ediyorsun? Sınırlarımı zorlayarak, daha önce denemediğim yeni şeylerin peşine düşerek. Derginin neredeyse her sayısında bunu yaşıyorum. Her ne kadar bu bir dizi baş ağrısını beraberinde getirse de, dergiden hala sıkılmamış olmamı, sürekli bilmediğim sularda yüzmeye borçluyum. Dile kolay, 10 yıl olmuş.
9
İdeal röportajı nasıl tarif edersin? Röportaj dediğin, her şeyden önce, kendini okutmalı. Bu yüzden, kiminle konuşacağımızı seçmek bizim için kilit nokta. Malum, her sayı sadece tek röportajlık, tek atışlık şansımız var. Sanat odaklı sayılarımızla bizi tanıyanlar Wu-Tang Clan sayısıyla karşılaşmak durumunda kalıyor. Haliyle, röportajın bir tarafıyla onları yakalaması gerekiyor. Rap’le ilgilenmiyor olabilirsiniz, WuTang Clan de umurunuzda olmayabilir ama röportaj satrançtan, ırkçılıktan ya da her şeye nasıl sıfırdan başladığından bahsederse sizi yakalayabilir. Şahsen, annemin de okumak isteyebileceği röportaj benim için ideal olandır. Dergi her ne kadar onun dünyasından bahsetmiyor olsa da, annem mono. kultur’un en hevesli okurlarından. Yani o dergiden kendine bir şeyler alıyorsa, doğru yoldayız demektir.
7
062
Rutinlerle aran nasıl? Hem iyi, hem kötü. Rutinlerimi seviyorum, her gün nerede öğle yemeği yiyeceğimi düşünmemek bana iyi geliyor. Ama sonra, birdenbire her şeyden sıkılıyorum ve önüme gelen rutini yıkmaya girişiyorum. Hayatım benim etrafımda özgürce, esnekçe akıyor, onu böyle kurguladım, ve bu özgürlüğün içinde kendime küçük rutinler yarattım.
10
Yaşadığımız çağın en iyi tarafı ne? En büyük şansımız, nispeten özgürlük ve barış içinde yaşıyor olmamız. Şimdi bize bunlara hep sahipmişiz gibi geliyor ama aslında geçmişe kıyasla büyük bir ayrıcalığı yaşıyoruz.
11
12
Ya en büyük talihsizliğimiz? Facebook.
Les Enfantines koleksiyonlarına baktığınızda, markanın kendine has parçalarını görmekle birlikte, içinizi bir aşinalık hissi kaplayabilir. Bunun nedenini hemen açıklayalım: Kurucusu Laure Gues’nün Jeanne Lanvin’in ikinci kuşak yeğeni olması. Lanvin imzasını çocuk giyimine kadar taşıyan Laure ile ailesinden yadigar kalanlar ve tasarımları hakkında konuştuk.
Röportaj:
Başak Ulubilgen Fotoğraflar:
Paloma Pineda
Laure, Paris’teki evinde, Paloma’nın objektifinin karşısına geçti.
064
LAURE GUES
Laure, koleksiyonundaki çıkarılabilir yakaların arkasında bir hikaye var mı? İlk kızım doğduğunda, büyükannem bana Jeanne (Lanvin)’den kalan bebek kıyafetleri ve aksesuarları verdi. Bunların Jeanne’in kızı Marie Blanche için yaptığı kıyafetler olduğunu söyledi. Aralarında dantelden ve şeffaf muslinden yapılmış, çok güzel bir yaka vardı. O zamanlar çıkarılabilir yakaları bebeklere giydirmek çok daha zordu, ama bu bana onları günümüze uyarlama fikrini verdi. Bu yakalar koleksiyonumun ilk parçalarıydı. Zaten sonra devamı da geldi.
1
Laure, yeni koleksiyonu
Sence bilinçsizce Jeanne Lanvin’den esinleniyor musundur? Umarım. Ama tabii onunla kendimi karşılaştıramam bile. O hep aklımın bir köşesinde; ve onun çocuk giyimindeki adımlarımı yakından takip ediyor olduğunu diliyorum. Koleksiyonlarımı hep onun modada yarattığı zamansız zarafet çerçevesi içinde tasarlamaya dikkat ediyorum. Jeanne’in yaptıklarının hiçbir zaman modası geçmeyecek, ve benim de çocuklar için yapmak istediğim bu. Trendleri ya da moda olan renkleri takip etmiyorum. Tasarladıklarımın jenerasyondan jenerasyona geçmesini istiyorum.
üzerinde çalışırken.
2
Üçüncü kez anne olacaksın. İşler kolaylaşıyor mu? Evet, bir ay kaldı. Kesinlikle daha kolaylaşıyor. Annelik artık bana daha az stresli ve daha doğal geliyor. Umarım sekiz yaşındaki büyük kızım bana bu sefer biraz yardım eder. Hatta edeceğinden eminim, çünkü o, bebekleri çok seviyor.
3
Neden çocuklarını Paris’te değil de, Bordeaux’da yetiştirmek istiyorsun? Çünkü Bordeaux daha sessiz bir şehir, aynı zamanda oldukça çekici; kumsala, dağlara ve diğer ülkelere yakın. Bence çocukların büyümesi için çok daha uygun bir yer. Paris’in sokaklarından ve kirliliğinden uzak.
6
4
Evinin oyuncaklarla dolu olduğunu tahmin ediyoruz. Aralarında senin olanlar da
var mı? Tabii ki. Çocuklarıma verdiğim eski Fisher Price oyuncaklarım ve anneannemin bana verdiği bebekler hala duruyor. Ben küçükken Playmobile trenleri çok severdim ve oğlumun dördüncü yaş gününde ona bir tane hediye ettim. Les Enfantines koleksiyonundan çocuklarına armağan ettiğin parçalar oluyor mu? Aslında her şeyi onlara armağan ediyorum. Yeni bir koleksiyona başladığımda çocuklarım hep aklımda oluyorlar. Markayı ilk kurduğumda çocuk giyiminin gerçekten çocuklara hitap etmesini istiyordum. Benimkiler hep bizi, yani anne ve babasını, taklit ediyorlardı. Ben de, bir babanın kravatını seçmesi gibi, oğlunun da yakasını seçip kıyafetine uydurmasını hayal ettim.
5
Koleksiyonlarının çok klasik bir estetiği var. Bu aynı zamanda senin stilinin bir yansıması mı? Les Enfantines aslında kendi çocukluğumun bir yansıması. Dolayısıyla kişiliğimin büyük bir parçası. Ben Paris’in zarif banliyölerinden biri olan Le Vesinet’de büyüdüm. Lanvin ailesi uzun yıllar orada yaşadı. Her pazar, büyükannemle ördeklere yemek vermeye giderdik. Tabii üzerimden İngiliz stili paltom ve kırmızı şapkamı hiç eksik etmezdim.
7
065
Markanın yabancı pazarlarda daha geniş bir müşteri kitlesine ulaşması senin için bir hedef mi? Les Enfantines’in ruhunu kaybetmeden, Orta Doğu ve Asya’da daha geniş bir kitleye ulaşmak istiyorum. Daha önce oraya da satış yaptığımız oldu, ama bu bizim yeterli değildi. Birçok marka koleksiyonlarını yabancı pazarlara adapte ederken kendi kimliklerini kaybediyor. Benim amacım, hem kendim olmak hem de yurtdışındaki tüketicilerin saygısını kazanmak.
10
Çocuklar için tasarlarken daha sezgisel mi yoksa analitik mi olmak lazım? Bence ikisi de. Bu sektörde öğrenmiş olduğum bir şey varsa, o da, konulara sadece sezgisel yaklaşmamaktır. Kıyafetler iyi tasarlandığı gibi, pratik, rahat, yumuşak malzemelerden yapılmış olmalıdır. Ayrıca yıpranmaya karşı dayanıklı da olmalıdır, malum, çocuklar giydiği için, başlarına gelmeyen kalmıyor.
8
Les Enfantines, kendilerine kıyafetler tasarladığın çocuklar gibi büyüyecek mi, yoksa Peter Pan gibi sonsuza kadar genç mi kalacak? Müşterilerim de bana hep yetişkinler için neden tasarlamadığımı soruyorlar. Çocuk kıyafetleri zaten yeterince zamanımı alıyor. Les Enfantines konsept olarak sıfır-altı yaş arası çocuklara hitap ediyor ve hep öyle kalacak. Mesela geçen yaz on yaşındakiler için de kıyafet yapıyordum ama sonra bıraktım. Sekiz yaş ve üzeri çocuklar için tasarlanan kıyafetler bebek giyiminden çok farklı ve tamamen değişik bir tasarım sürecine sahip.
9
066
Ailenden sektörle ilgili aldığın en iyi nasihat neydi? Moda yerine ekonomi okumak. Lanvin neslinden biri olarak doğduğum için tasarım yeteneğinin doğuştan bende olduğunu, teknik kısmını da işe başlayınca öğrenebileceğimi düşünüyorlardı. Bu yüzden, işe ekonomi ve işletme ile başlamamı tavsiye etmişlerdi. Ve bu konuda çok haklı çıktılar.
11
Eğer modanın içinde büyümeseydin hala aynı şeyi yapıyor olur muydun? Olmazdım diye düşünüyorum. Lanvin ailesinden olmak bu işi yapabileceğime inanmamı sağladı. Büyük teyzem Jeanne de kariyerine Paris’te kapı kapı dolaşıp bebek şapkaları satarak başlamıştı. Onun hikayesi bana ilham vermeye yetti de arttı bile. Zaten çocuk giyimi gibi rekabetçi bir sektörde iş sahibi olmaya çalışıyorsan, biraz da saf olmakta fayda var. Aksi takdirde bu işi zaten yapamazsın.
12
Les Enfantines, Partea Time
İtalyan el işçiliğinin ve bir kadın sopranonun tek bir potada eritilmesi sayesinde Fornasetti soyadına aşina oluyoruz. Piero Fornasetti’nin sebepsonuç ilişkisine takılmadan hayata geçirdiği marka, bugün ailenin ikinci kuşak ismi Barnaba Fornasetti tarafından yönetiliyor ve kendisi sorularımızı cevaplıyor.
Röportaj:
Utku Palamutçu Fotoğraf:
Chiara Zanesi
068
BARNABA FORNASETTI
1
Bay Fornasetti, kaç yaşındasınız? 65.
Şu an neredesiniz? Neredeyse bütün aile üyelerimin, hayatlarının belli bir döneminde yaşadığı yer olan evimdeyim. Etrafımda, hemen hemen bütün duvarlarda, babama ait tasarımlar ve fotoğraflar var.
2
Tema e Variazioni
Böyle bir evde yaşamak, duygusal olarak sizin için çok zor olmuyor mu? Kendimi bildim bileli burada yaşıyorum ama önceleri evin değerini ve ne kadar sürreal bir atmosfere sahip olduğunu fark etmemiştim. Zamanla etrafımdaki insanlarla ve bulunduğum farklı mekanlarla kıyaslamaya başladığımda, gerçeküstü bir ruha sahip bu evin, sandığımdan çok daha değerli olduğunu anladım. Babamın yarattığı, sıradanlıktan ve sadelikten uzak, ayrıcalıklı bir dünyanın içerisinde yaşamak kendimi çok iyi hissetmemi sağlıyor. Aile mirasımın etrafımda toplandığını bilmek çok güzel.
3
serisinden porselen duvar tabağı, detay
Soyadınız Fornasetti değil de bambaşka bir şey olsaydı, bugün ne yapıyor olurdunuz? Muhtemelen dilenci olurdum, tabii eğer şansım varsa. Gençken tutkularımın ve hayallerimin peşinden gitmek için elimden gelen her şeyi yaptım. Önce otomobil tasarımcısı olmak istedim, sonra ergenliğin getirdiği bir haletiruhiyeyle olsa gerek, rock müzik yapmak istediğime karar verdim. Muhtemelen saçma bir müzik grubum olurdu, para kazanamazdım ve günün sonunda dilencilik yapmak zorunda kalırdım.
4
Hala rock müzik dinliyor musunuz? Tabii ki. Her ne kadar son zamanlarda, beklenmedik bir şekilde operaya ve özellikle Don Giovanni’ye merak salmış olsam da rock müzik her zaman benim için ayrı bir yere sahip... Tabii klasik müzik ve caz da favorilerim arasında.
5
Babanız ve işinizle alakalı unutamadığınız bir anınız var mı? Babamın, Via Brera, Milano’daki mağazamızın bulunduğu apartmanın yöneticisiyle kavga ettiği günü hiçbir zaman unutmayacağım. Yeni sezon koleksiyonumuzdaki fallik objeleri vitrinde sergilemeye başladıktan birkaç gün sonra, apartman sakinleri bizi yöneticiye şikayet etmiş olacaklar ki, yönetici babamın yanına gelip derhal ürünleri oradan kaldırmamız gerektiğine dair bağırıp çağırmaya başladı. Adam düpedüz bizi sapıklıkla suçluyordu ve Milano’nun en burjuva binalarından birinde cinsel içerikli ürünlerin sergileniyor olmasını aklının almadığını söylüyordu. Adam konuşmaya devam ederken babamın sadece gülümseyip mağazaya girdiğini ve kapıyı adamın suratına kapattığını hatırlıyorum.
6
069
Sanat ve tasarım, dokunduğu her şeye artı bir değer yükler mi? Kesinlikle. Tabii burada önemli olan şey, gizli özne sanatçının ya da tasarımcının, dokunduğu şeye nasıl bir bakış açısından baktığı. Günümüzde hemen hemen her şeyin tasarım olarak değerlendirildiğini ve her şeye gereğinden fazla değer yüklendiğini bir kenara bırakırsak, sanat ve tasarımın artı değer yüklediği gerçek ikonik parçaları görme fırsatına erişebilirsiniz.
7
Lina Cavalieri de sizin için böyle bir artı değer yaratanlardan biri. Ah evet, onun Fornasetti’ye katkısı, su götürmez bir gerçek. Tabii az önce de söylediğim gibi, her şey aslında babamın yaptığı sıradışı çalışma yöntemi ile başlıyor. Lina’nın fotoğraflarını basmak gibi sıradan bir yöntem izlemek yerine, ona kendi hayal dünyasını katıyor, kendi değerlerine sadık kalıyor ve ortaya Fornasetti çıkıyor. Yani uzun lafın kısası, babamın açtığı yolu, harika güzellikteki bir kadının dokunuşu tamamlıyor.
8
Tray Bocca, detay
070
Onunla tanışmak ister miydiniz? Hem de çok. Tanışma fırsatı bulamadığım bir kadının neredeyse hayatımın tam merkezinde oluşu ve benim geçim kaynağımı oluşturması, çok ilginç ve sıradışı bir durum. Onu tanımayı gerçekten çok isterdim.
9
Hazır konu açılmışken soralım; babanız “Lina Cavalieri’nin, sizi 500’den fazla tasarım yapmaya itecek kadar güçlü olan özelliği ne?” sorusuna “Bilmiyorum.” cevabını vermiş. Sizin buna verecek bir cevabınız var mı? Gerçekten hiç bilmiyorum. Bildiğim tek bir şey var, o da Lina’nın güzel ve etkileyici bir kadın olduğu. Babam hayattayken, ona bu soruyu sormaktan her zaman imtina ettim, kendine göre bir doğrusu, bildiği bir şey vardır diye düşündüm. Bugün aynı şey hala geçerli; babam o soruya cevap vermeyerek doğru olanı yaptı çünkü Fornasetti’nin bel kemiğini oluşturan kadının gizemli kalması, tasarımları çok daha çekici kılıyor.
10
Fotoğraf:
Franco Petazzi Piero Fornasetti
Eğer Lina yerine birini seçme fırsatınız olsa, kimi seçerdiniz? Babamın Lina’yı seçmesi, aslında büyük bir tesadüften ibaret. Sürgüne gönderildiği dönemde, kendini işine vermek istiyor, tesadüfün böylesi, karşısına Lina’nın bir fotoğrafı çıkıyor. Muhtemelen pek çok insanın göremediği bir şeyi yakalıyor ve tabii Lina’nın deyim yerindeyse, grafik hatlara sahip surat ifadesinden etkileniyor. Yani büyük bir aşk ile başlayan bir hikayeden bahsetmiyoruz. Bu yüzden Lina’ya alternatif oluşturacak birini hayal etmek dahi içimden gelmiyor. Zira ilham kaynağı olarak bir kadın tahayyül etmek demek, başlı başına yeni bir marka yaratmak demek.
11
Tüm tasarımlarınız el yapımı mı? Evet. El işçiliğine çok önem veriyoruz ve konunun uzmanı zanaatkarlarla çalışıyoruz.
12
İnsanların bu tabaklarda yemek yememesi mi gerekiyor? Fornasetti tabakları, yemek masasından ziyade duvarda dekor olarak kullanmalarını tercih ediyoruz ama her şey müşterilerimizin zevkine bağlı. Dilerlerse evcil hayvanları için mama kabı olarak dahi kullanabilirler.
13
Les Art Décoratifs,
Marka olarak sadece tabaklarla sınırlı kalmayıp tekstil ürünleri ve mobilya da tasarlıyorsunuz. Sizi en çok hangisi heyecanlandırıyor? Kesinlikle mobilyalar. Sanırım yaşadığım evin bunda büyük bir etkisi var. Babamın dekorasyona düşkünlüğü ve evde kullandığımız mobilyalar, mimariye ve dekorasyona daha yatkın bir kişiliğe bürünmemi sağladı.
14
Paris, 2015
Aile şirketinin başında olmak zor bir şey mi? Hem de çok... Özellikle başlarda ne yapacağımı hiç bilemiyordum, sonuçta ailenizden size miras kalmış bir birikim söz konusu, ve onu çer çöp etmemek için elinizden geleni yapmanız bekleniyor. Hal böyle olunca pek çok uykusuz gece geçirdim. Neyse ki ailemden büyük destek gördüm, sırtımı onlara dayayabileceğimi fark ettim ve işi olduğundan daha eğlenceli bir hale sokmayı başardım.
16
2013 yılında, Fornasetti’nin 100. yılını kutlamak için, aile arşivinizden bulduğunuz görselleri, yatay ve dikey prizmalara çevirip, tasarladığınız mobilyalara uyguladınız ve yeni bir koleksiyon tasarladınız. Fikir nereden çıktı? Aslında markanın 100. yılını kutlamak için ortaya atılmış bir fikir söz konusu değil, kafamdaki koleksiyon, kutlamayla aynı zamana denk geldi. Gözle görülebilecek her şeyin oranında bir artış yaratmak istedim, yani boyutlarla sınırlı kalmak yerine, 360 derecelik bir Fornasetti görsel şöleni sunmak, çıkış noktamız oldu. Aile arşivindeki görselleri manipüle edip, kendi yorumumu katarak, tasarladığım mobilyaları bu desenlerle kapladım. Elde ettiğimiz sonuç tahmin ettiğimizden daha güzel yorumlar aldı.
15
İnternet sitenizde, siteyi ziyaret eden insanların Fornasetti tabakları kırabileceği bir oyun var. Siz en son ne zaman bir tabak kırdınız? Yaklaşık birkaç saat önce kırdım. Neden bilmiyorum ama özellikle kendi ürettiğimiz tabakları kırmayı gerçekten çok seviyorum. Hatta öyle ki, tasarım atölyesine gittiğimde kusurlu ve kırılmamış tabakları, odama sakladığım çekici alıp paramparça ediyorum. Deli olduğumu düşünebilirsiniz, bu yüzden bu cevabın psikanalizini size bırakıyorum.
17
071
Kariyerinizin dönüm noktası çocukluğunuza, tutucu bir Katalan şehrinde peri resimleri çizdiğiniz ana, denk geliyorsa sıradan bir hayat sürmeyi bekleyemezsiniz. Makyajı kültürel bir hareket olarak tanımlayan Baltasar Gonzáles Pinel’in simsiyah kartvizitinde ‘M.A.C Avrupa, Orta Doğu, Afrika ve İngiltere Makyaj Direktörü’ yazıyor ama ağzından
BALTASAR GONZÁLES PINEL
çıkan kelimeler bir yöneticiye değil bir makyaj filozofuna ait.
Röportaj:
Ayşecan İpek Fotoğraflar:
Gökhan Polat
Aslında fotoğraf çektirmekten pek hoşlanmayan Baltasar’a bakıyorsunuz.
072
Modanın bile moda haftalarına tepki gösterdiği bir dönemde M.A.C onlara neden bu kadar sadık? Tüm moda haftalarında varız, şatafatlı ve takip edilen organizasyonlar oldukları için değil, bizi yaratıcı gücün çekirdeğine, mutfağın tam ortasına fırlattıkları için. Orada bulunmak, incelemek, uygulamak ve geliştirmek istiyoruz. Roberto Cavalli’nin tasarladığı elbise, dikkatli gözlerle bakan bir makyör için çok daha fazlasıdır.
3
Göz teması, kurabildiğimiz en ilkel ve gerçek bağ ise, bir makyör neden karşısındaki kişiyle sohbet etmek ister? Bir yüze baktığımızda görmemiz gereken şeylerle ilgili global bir yanlış anlaşılma var bence. Yüz, bir kanvas değildir. Ben bir yüze ilk defa baktığımda hiçbir şey görmemeye çalışırım, bir çift kaş, göz, bir burun, ve bir ağız. Dudaklar hareket ettiğinde, işin içine kelimeler, vücut dili ve biraz da bilgi girdiğinde her şey değişir. Eğer 50 yaşındaki her kadını yumuşakbaşlı anne olarak etiketlemek istemiyorsan, önyargılarından kurtulmalı ve sohbet etmeye başlamalısın.
1
Makyajı modern çağda adeta bir güç kalkanı gibi kullanıyoruz, ona yüklediğimiz bu görev yüzünden insancıllığını kaybettiğini düşünüyor musun? Makyajsız olduğumuzda daha insancılız. Bugün her yüz dünyaya üç şey söylüyor: Birincisi güç. İkincisi seks. Üçüncüsü ise ölüm. Sivilceleri, yaşlılık lekelerini, kusurları kapatma arzusu, temelinde ölümü saklamayı amaçlıyor. Bu mesajları her gün yeniden veriyoruz. Kimlik ve aidiyet ya içeri alınmanı sağlar ya da dışarıya atılmanı. Makyaj yapabilmek içinse kendinin ve kimliğinin farkında olman gerekiyor.
2
Kozmetoloji okurken neler öğrendin? Kozmetiğin katmanlarını deşifre etmeyi. Bu bir krem de olabilir, fondöten de olabilir, şampuan da. Kimya dersinden öte bir durum, çünkü kendi paletine sokmak istediğin iki malzemeyi birbiriyle karıştırırken dokularının uyumu konusunda tereddüt edemezsin. Örneğin belli bir kaş rengini yakalamak için iki farklı kaş kalemini değil, kapatıcı ve Black Track eyeliner’ı harmanlıyorum. Esneklik ve hayal gücü, kozmetolojinin bana kazandırdığı şey tam olarak bu.
5
Bugün Avrupa, Afrika ve Hindistan’daki tüm ekipten sorumlusun, coğrafi sınırlar genişledikçe işinle ilgili prensiplerin değişti mi? İnsan olarak da bir makeup artist olarak da en önemli prensibim dürüstlük. Dürüst iletişimden yanayım. Öte yandan, ekibimdeki kimsenin bir müşteriye dönüp ‘mavi far size çok yakışır’ demesini istemem, çünkü bu bir tavsiye değil baskı olur. Denkleme insanla bire bir kurduğunuz iletişim girene kadar her şey çok kolay; trendler, teknikler, renk analizleri genel bilginin içine giriyor. Zor olan insan ilişkisi, ben de tam olarak onu seviyorum.
4
073
Günümüzde herkes sıradanlığın ve çabasızlığın peşinde olduğu için yaratıcılık açısından kısır bir dönem yaşadığımızı düşünüyor musun? ‘Makyajsız makyaj’dan bahsediyorsun. İnsanlar birbirlerini şoke etmekte zorlanıyorlar, oysa ki övülmeyi hak eden her yaratıcı devrimin bizi şoka uğratmasını bekliyoruz. Yeni şeyler keşfetmek yerine uyarlamayı ve uyarlanmayı seçiyoruz, orası doğru. 20’ler, 30’lar, 40’lar ve 50’ler, hepsinde amaç güzel yüzler yaratmaktı. Ve sonra boom! 60’lar geldi! Öylesine kocaman bir göz makyajı vardı ki, yüzün geri kalanına söyleyecek bir şey kalmıyordu. Böylesine büyük bir şoku bir daha yaşayabileceğimizi sanmıyorum.
6
Seni şoka uğratmasa da çok şaşırtan bir keşfini paylaşır mısın? Geçen sene Nijerya’ya gittiğimde, oradakilerin her şeyi ne kadar yakından takip ettiklerini görüp şaşırmıştım. Küçücük köylerde yaşayan insanlar bile Raf Simons’un ne yaptığından haberdar olabiliyor. İnternet çağı beni bu anlamda şaşırtmaya devam ediyor. Kendime ait bir stüdyom var, bir süre üniversitede ders vermiştim, şimdi öğrencilerle orada buluşuyorum. Onlara beyinlerini başkalarının yaratımlarıyla, başkalarının işlerinden kalan izlerle meşgul etmemelerini söylüyorum. Esinlen ve hemen unut. Benim formülüm bu. Givenchy’deki yüz aksesuarları ve bebek saçları, örneğin. O kadar fazla yerde karşımıza çıktı ki! Hayır. Onu gör, beğen ve orada bırak. O görünüm, Givenchy şovunun devrimi. Yeni bir devrim yaratmak istiyorsan Robinson Crusoe gibi kendi ıssız adana çekilmeyi göze alman gerekiyor.
7
074
Bir makyörün gerekirse silaha dönüştürebileceği en önemli malzemesi nedir? Fırçayı tutup düz bir çizgi çekebilmeyi seviyorum. Teoriden tekniğe geçmenin güzelliği işte o nazik harekette yatıyor. Karşınızdaki insanın cildine parmak uçlarınızla dokunmak, daha rahat, daha tehlikesiz. Oysa fırça, cilt ve parmaklar arasında bir ayrım yarattığında, ucundaki ürünü yönetmek de zorlaşıyor. Teori ve teknik konusunda güçlü bir makyör, fırça yerine karar mekanizmasını devreye sokar, kararlılık da en önemli malzemedir.
8
Yoğun kırmızı rujdan bir katman çıkarırsan sağlıklı pembelikte dudaklar elde edersin, makyajı geriye sarmak iyi bir fikir mi sence? Bu, benim en sevdiğim tekniklerden biri çünkü yüksek standarda sahip bir bitiş sağlıyor. Bir heykeli değil, aynada gördüğün yüzü dikkate almış oluyorsun. Eyeliner ya da göz kaleminin ‘fazlasını almak’ diye tabir ettiğimiz olay, makyajı içinde yaşanır kılıyor. Kütipsle dudak çevresindeki belirgin hattı yumuşatmak ‘smoky ruj’ sürmek demek ve daha seksi bir şey olamaz. Artırmak yerine çıkardığınızda güzel bir yanılsama yaratırsınız, itici bir makyaj deklarasyonu değil.
9
Her cinsin, her yaşın, her ırkın hayatını kolaylaştıracak bir tavsiyen var mı? Kendinizi daha iyi hissetmek istiyorsanız her sabah aynanın karşısına geçin ve şu soruyu sorun: “Bugün nasıl görünmek istiyorum?” Kendinize dürüst olun, kim olmak istiyorsunuz? Gün boyunca bürüneceğiniz karaktere ömür boyu sadık kalmak zorunda değilsiniz ama içinizde taşıdığınız tüm karakterleri kutlamakla yükümlüsünüz. Soruya cevap ne bir makyörden ne de toplumdan gelebilir, yine sizden gelmesi gerekecek.
10
Adam Fuss, fotoğrafın şu anda nispeten çok rastlanmayan ama neredeyse keşfinden beri ortalarda olan tekniklerini kullanarak alışık olmadığımız imgeler üreten bir sanatçı. Merakının peşinden giderek, göze güzel görünen deneysel bir yaklaşımı benimsiyor ve aklındaki kavramları derin metaforlar barındıran bir sembolizmle cisimleştiriyor. Kendisiyle, işleri ve bunların arkasında yatanları konuştuk.
Röportaj:
Refik Akyüz Fotoğraf:
Courtesy Cheim & Read, New York
076
ADAM FUSS
Daha önceki söyleşilerinizde ışıktan çok bahsettiğinizi fark ettik. Işığı tamamen kontrol edebildiğiniz bir stüdyoda veya karanlık odada çalışıyorsunuz. Yaptığınız işte kazalara veya tesadüflere yer var mı? Benim işlerimde her şey kontrol altındadır. Olmasını beklemediğim bir şeyle karşılaştığımda bu benim için bir sürpriz olur, bunun sonucunda da heyecanlanır ve yaptığım işe daha da bağlanırım. Sonra beklemediğim şeylerin neden olduğunu anlamaya çalışırım. İşlerimde beklemediğim sonuçlar bulduğumda, anlayamadığım bir görsel anlatımın farkına varıyorum. Eğer anlayamazsam, ona sürekli bakmak isterim. Mesela, ilgi uyandırıcı olduğunu düşündüğüm bir fenomen olarak ışık, ışığın kendisi değil. Işık berraklıkla bağlantılı olarak da kullanılır. Bu açıdan baktığınızda, fotoğraf tarafından kaydedilen ışık, ışığın daha geniş anlamına ulaşmak için kullanılan bir yön tabelası gibidir.
3
Kullandığınız tekniklerle başlayalım mı? Aslında kullandığım tekniklerle ilgili sorular beni hep tedirgin eder. Ben katıksız bir fotoğrafçı olsam da amacım sanat yapmak. Eğer bir ressam olsaydım, bana kullandığım teknikle ilgili bir soru sormazdınız, odağınız daha çok benim ürettiğim imgeler olurdu. Fotoğraf benim yaptığımı anlatmak için yeterli bir ifade değil, fotoğraf deyince akla gelen çok fazla şey var. Benim niyetim fotoğraf kullanarak sanat yapmak. Sanat olarak algılanabilecek fotoğraflar başka bir tartışma konusu.
1
Dijital fotoğrafın yaygınlaşması sonrasında benzer teknikleri kullanan fotoğrafçılarda bir artış oldu. Sizse kariyerinizin başından beri kamera kullanmadan görüntüler üretme uğraşındasınız. Bildiğimiz anlamda fotoğraf artık tarihi bir evreye girdi. Başka fotoğrafçıların neden bu ‘eski’ tekniklere yöneldiğini anlayabiliyorum: Bu, bugünkü genel üretime bir tepki. Genç bir sanatçıyken herkesin kullandığı yöntemlerle çalışmak istemiyordum, etrafımda gördüğüm fotoğrafları çok genel buluyordum. Kendi sesimi duyurmak, fotoğraflarımın taze bir şeyler barındırmasını istiyordum.
2
Fotoğraflarınızda sıklıkla yılanlar, kelebek kozaları, su veya dumanla karşılaşıyoruz. Bir çeşit akışkanlıktan bahsedebiliriz. Kozalarla ve kelebeklerle ilgilenmemin esas sebebi, bunların yeniden doğumu, metamorfozu ve dönüşümü sembolize etmesi. Bir kavramın fotoğrafını nasıl çekebilirsiniz? Onu cisimleştirecek bir fikre ihtiyacınız vardır. Bu sembolizmler de bana o fotoğrafları verdi. Bunun bir nedeninin İngiltere’de doğanın içinde büyümem olduğunu düşünüyorum. New York’taki hayatımda o doğal ortamdan ayrı düştüğüm için, doğayı farklı bir biçimde yeniden yaratmaya çalışıyorum. Yılanın şekli enerji, dalga veya bir DNA dizisi gibi ve her yerde. Veya yılanın simgeledikleri her yerde diyebiliriz. Yani aslında ben yılana bakarken doğada gördüğümüz yılanı değil de, yılanın simgelediklerini keşfetmeye çalışıyorum.
4
Invocation, 1992 Unique cibachrome photogram 101.6 x 76.2 cm
Fotogramlarınızdaki bebekleri de konuşalım tabii. Buradaki bebekler kutsal bir anı temsil ediyor. Eğer Batı sanatıyla ilgili bir müzeye giderseniz, 18. yüzyıldan önceki resimlerin yarısından fazlasında bebek figürü olduğunu görürsünüz. Bu genelde bebek İsa’dır ama eğer onun İsa olduğunu unutursanız, baktığınız sadece bir bebektir. Fotogramlardaki bebeklerin büyük bir bölümü sarı bir zeminde suyu hareket ettiriyor halde görünüyorlar. Bu, bir bireyin yaşamının metaforu. “Doğumum ve ölümüm arasında o suyu nasıl hareket ettirdim?” der gibi. Sarı zemin de, adeta güneşin ışığını temsil ediyor. O fotoğrafı çok büyüttüğünüzü farz edin, bebek sanki güneşe dönüşür.
5
077
Fotoğraflarınıza baktığımızda gösterişli olmaya çalışmayan, sakin ama mütevazı oldukları kadar güçlü ve güzel görüntüler görüyoruz. Kendi benliğinizi fotoğraflarınıza ne kadar yansıtıyorsunuz? Ben yaptığım işleri güzel kılmaya çalışıyorum. Bir şeyi güzel yaparsanız insanlar dururlar ve ona bakarlar. Eğer durup biraz daha uzun bakmaya başlarlarsa, onunla bağ kurmaya da başlarlar. Ayrıca, güzellik sayesinde, kutsal olanla da bağ kurarsınız. Bir insanın veya bir bebeğin yüzüne baktığınız zaman, normal düşünce pratiğinizden ayrılıp, onu görmenin zevkine varırsınız. Güzelliğe bakmanın zevkine vardığınız zaman onun arkasında bir kapı açılır. O kapı sizi normal deneyimlerinizden, normal yaşantınızdan başka bir yere götürür. Bunu yapmak için güzelliğin size yardımcı olduğuna inanıyorum.
6
Cheim & Read’deki son serginizdeki fotoğraflara baktığımızda boyutların daha büyük olduğunu ve sergilediğiniz işlerin sayısının da azaldığını görüyoruz. Fotoğraflar fiziksel olarak daha büyüyor, çünkü içlerindeki olay büyüyor. Örneğin suyun yüzeyine düşen damlaların fotoğrafında büyük bir enerji hissediyorum, adeta bir ejderhanın enerjisini. Tehdit eden bir enerji, sanki sizi yok edecek bir güç var orada. Böyle bir enerjinin insan bedeninin ebatlarıyla bir ilişkisi olmalı, bu yüzden de su damlaları sizden büyük olmalı.
7
İşlerinizde zenvari bir sadeliğe gittiğinizi düşünüyor musunuz? Olabilir, şimdi daha olgunum, dünyada daha az zamanım var. O halde neden anlamsız fotoğraflarla zaman kaybedeyim ki? Son sergideki yılan fotoğraflarını tarayıcı kullanarak yapmıştım. Bu fikri biraz daha ileri götürmeye çalışıyorum, daha ilerisini keşfetmeye çalışıyorum. Ayrıca ilk fotografik görüntü biçimi olan daguerreotype ile üretilen fotoğrafların, o dönemde resmi nasıl değiştirdiğiyle ilgileniyorum. Benim teorime göre, 1840’larda İngiltere’de ortaya çıkan Pre-Raphaelite Brotherhood akımındaki sanatçılar, daguerreotype görüntülerinin dilini gözlemleyerek resim yapma biçimlerini değiştirmiş olabilirler. Tarihi tekniklerle ilgili ilk soruna geri dönersek, bildiğimiz anlamda fotoğrafın öldüğünü düşünüyorum. Gelecek tamamıyla belirsiz. Şu anda bir geçiş döneminde olduğumuzu düşünüyorum. Ancak bu her neyse dünyayı algılamamız üzerinde derin etkileri olacak.
8
Untitled, 2015 Unique Cibachrome photogram 165.4 x 130.2 x 4.4 cm
078
Medusa, from the series ‘Home and The World’, 2010 Gelatin silver print photogram 240 x 144.1 cm
Fotoğraf dışında ilgilendiğiniz neler var? Hiçbir zaman fotoğrafla ilgilendiğimi söylemedim ki. Fotoğraf nedir? Benim fotoğraf tanımımı mı kastediyorsun, dünyadaki fotoğraf tanımını mı? Birçok şeye bakmayı seviyorum, bu bir Jackson Pollock resmi olabilir, Nemrut Dağı’ndaki heykeller olabilir. Fotoğraftan çok sanatla ilgilendiğimi söyleyebilirim.
9
Elisa, sahip olduğu diğer sıfatlar bir kenara, yakınında ya da uzağında olup bitenlere karşı hassasiyetini eşit derecede koruyabilen, bu hassasiyetin gerektirdiği şekilde yaşamayı seçmiş bir dünya vatandaşı. Onunla, Jaeger-LeCoultre’nin davetlisi olarak katıldığımız SIHH 2016’da buluştuk ve zamanla kurduğu ilişkiden yola çıkıp, yaşadığımız zamanın tuhaflıklarından dem vurduk.
Röportaj:
Refik Özcan Fotoğraflar:
Fabrizio Maltese
080
ELISA SEDNAOUI
Seni sen yapan şey ne? Karakterimdeki zıtlıklar, doğduğum şehir, büyürken gördüklerim, aldığım eğitim ve yaşadığım iyi ya da kötü her şey... Sıradan bir insan olarak deneyimlediğim şeyler beni oluşturuyor. Profesyonel iş hayatım bir kenara, küçük yaştan itibaren pek çok yer gördüm ve Mısır’da bir banliyö bölgesinde hissettiğim rahatlığı Paris’teki herhangi bir yerde de yakalama becerisini edindim. Bu dengeyi tutturmak da beni ben yaptı.
1
Anadilin ne? İtalyanca ve Fransızca. İngilizce ve İspanyolca da konuşabiliyorum. Ama aslında hiçbir dille, anadilim olan İtalyancayla bile, bir bağlılık hissetmiyorum.
2
Zamanla aran nasıl? Kasım ve Aralık ayları, benim için çok zor zamanlardı. Dünyada neler olup bittiğini gözlemlemek, vahşete ve Orta Doğu’da, Paris’te, İstanbul’da ve pek çok yerde yaşanan şiddete tanıklık etmek büyük soru işaretlerini de beraberinde getiriyor. İnsanların belli başlı olayları seçip bunlar için dayanışma yapmaları beni düşünmeye itiyor. Avrupa’da yaşanan bir olayın verdiği acının, dünyanın başka bir tarafındaki trajediden neden daha çok önem taşıdığı büyük bir soru işareti. Bunu hem bütün çocukluğumu Mısır’da geçirdiğim için, hem de Paris’teki saldırılarda kardeşimin tanıdığı iki insan hayatını kaybettiği için söylüyorum. Bir de hayatımın kaçınılmaz gerçeği, narsisizm ve kibrin egemenliğindeki sosyal medya var. Aynı örnekten devam edersek, Paris’te yaşanan olaylardan hemen sonra tüm insanlar aynı hashtag altında örgütlenirken, birkaç gün sonra herkes selfie paylaşmaya ve hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam ediyor. Uzun lafın kısası, zaman bir şekilde akıyor ve hayat bir şekilde, daha doğrusu bizim olmasını istediğimiz şekilde devam ediyor.
3
Rendez-Vous
O halde senin için hayat, zamanın özeti olmaktan çıkıyor. Tam olarak öyle denemez. Ben çok tutkulu bir insanım. Fedakarlığın ve tavizin ne demek olduğunu iyi biliyorum. Bu yüzden sadece beni etkileyen şeyleri takip etmeyi seviyorum. Pek çok lüks markayla işbirliği yapsam da, neyi temsil ettiğimi ve neyi andığımı çok iyi seçiyorum. Tabii bu, bir süre sonra her şeyi otomatiğe bağlamaya ve insanların seni sadece güzelliğinle anmasına doğru evriliyor.
Night & Day
4
Aslında bunun önüne geçmek için tüm sosyal medya hesaplarını silebilirsin. Yemin ederim ki bunun üzerine düşünüp taşındım. Ama bir yandan da iletişime geçtiğim ya da hayatlarına dokunduğum insanlarla olan bağımı kaybetmekten korktum. Bunun yerine sınırlarımı çizdim ve kendime has, dürüst bir denge yarattım.
5
Bu söylediklerin stereotipik bir dünya vatandaşının söyleyeceği cinsten. Dünya vatandaşı olarak nitelendirilmek nasıl bir his? Bu durum kesinlikle çok iyi hissettiriyor. İşin içine biraz ironi katacak olursam; kendimi dünyaya ait bir ürün gibi hissediyorum. Annemin İtalyan ve babamın da Fransız oluşu ve üstüne benim Mısır’da dünyaya gelmiş olmam, bana gerçekten pek çok şey kattı. Bir kere her şeyden önce bu üç farklı ülkeyi ve kültürünü kendi içimde benimsedim, ki bu herkesin kolay kolay anlayacağı bir şey değil. Daha önce de söylediğim gibi, bu üç kültür ve ailemin bana öğrettiği şey, olduğum yerde rahat ve güvende hissetmek oldu. Her ne kadar bu dünyada yaşamak çok zor olsa da, dünya vatandaşı olmak melankolik, nostaljik ve güzel bir şey.
6
081
Elisa Sednaoui Foundation’ın odağında ne var? Bir kültür merkezi modeli yaratmak. Model diyorum, çünkü bünyemizdeki programlar, eğitimler, eğitim metotları başka yerlerde de uygulanabilecek bir örnek teşkil ediyor. Luxor’da yola çıktık, bu yıl İtalya’da da devam edeceğiz. Merkezimizde okul sonrası sanat eğitimi programları yürütüyoruz. Tabii İtalya’da sanattan bahsettiğimde, oradakiler bundan çok daha kapsamlı bir şey anlıyorlar; oyunculuk, geri dönüşüm, aşçılık, yabancı diller, edebiyat... Gelenekselliğin dışında duran, modern bir eğitim yönteminden bahsediyoruz. Çocuklara, doğrunun ve yanlışın olmadığı, eğlenerek sanatla uğraşabilecekleri bir alan yaratmak esas amacımız.
7
Güzellik seni daha güçlü kılıyor mu? Güzelliğin, bir sürü kapı açtığı ve birçok olanak sunduğu doğru. Einstein’ın dediği gibi, “Güzellik zekadan daha değerlidir.” Ama diğer taraftan, güzellik bir kadın için, ömür boyu taşıyacağı bir yük de oluyor. Kendimden örnek vereyim. Venedik Film Festivali’nin açılışına katıldıktan sonra bütün gazeteler, benden bahsederken, ‘sadece güzel, değil, aynı zamanda...’ diye yorumlarda bulundular. Yani güzellik dışında sahip olduğunuz nitelikleri, güzelliğin yanında kanıtlamanız gerekiyor. Ben bunu yaşadığımız zamanın tuhaflığı olarak görüyorum. Mesela eşim de bana zaman zaman, “Neden kendini ispatlamak zorunda hissediyorsun?” diye sorar. Cevabı gayet basit, toplum bizi buna şartlandırmış durumda.
8
082
Fotoğraf: Fabrizio Maltese
Jaeger-LeCoultre ile işbirliği yapmak senin için ne ifade ediyor? Bu, zamanla evrilen ve gelişen bir ilişki. Yaklaşık beş yıldır birlikteyiz. Markayla ilgili hoşuma giden şey, yeteneği farklı bir şekilde ele alması, farklı insanların işlerine odaklanması. Eduarda Strada, Carmen Chaplin, Diane Kruger... Sadece sponsor olmakla kalmıyor, desteklediği insanlara farklı araçlar sağlıyor. Çoğu markaya göre çok daha içten bir yaklaşımları var.
11
9
Yani bu hem bir şans hem de bazen bir dert. Yine de şikayet edilecek bir durum
değil. Evet, tabii. Kesinlikle şikayet etmiyorum. Halimden çok memnunum. Bu arada, zaman kısmına geri dönmek istiyorum. Kökenlerimde Orta Asyalılık olduğu için zamanı asla kontrol edemiyorum, elimden kaçıp gidiyor. Zamanın, senin kendine dert ettiğin sorunları çözmedeki rolü ne sence? Yaptığınız işe kendinizi tamamen, her şeyinizle, kalbinizle, çalışkanlığınızla, zamanınızla, niyetlerinizle adarsanız her şey bir şekilde yoluna girer. Ama işte bazen her şeyin hemen olmasını istiyoruz. Halbuki nerede duracağımızı, olayları kendi haline bırakmamız gerektiğini bilmemiz lazım. Ben kesinlikle yaşamın doğal bir akışı olduğuna inanıyorum. Bunu görmek için bazen derin bir nefes alıp etrafına bakmak bile yeterli olabiliyor.
10
Mutlu olduğunda bunu gösterebiliyor musun? Bunu eşime sormalısın. Ama galiba gösterebiliyorum. Yine de beni çok mutlu eden çok az şey olduğunu söylemeliyim.
12
13
Zamanın sesini nasıl tarif edersin? Kalp atışı. Bu kadar basit.
083
Mad Max: Fury Road geçtiğimiz yıl tartışmasız bizi şaşırtan sinema olaylarından biri olmuştu. Miller’ın son filmi eleştirmenlerin ve seyircilerin beğenisini toplamakla birlikte Oscar dahil birçok ödüle aday gösterildi. Aynı zamanda geçtiğimiz Eylül ayında FIPRESCI’de En İyi Film seçildi. Biz de Miller’la, Mad Max’ten yola çıktık, ve tahmin ettiğimiz gibi, pek fazla uzağa gidemedik.
Röportaj:
Nando Salvà Fotoğraf:
magicinfoto
084
GEORGE MILLER
Popüler kültürde Mad Max serisinin önemini nasıl açıklarsınız? Max Rockatansky’nin toplu bir bilinçaltına hitap ettiğini düşünüyorum. Japonlara göre samuray, İskandinavlara göre viking, Fransızlara göre ise tekerleklerin üzerinde bir kovboy. Mad Max, aslında evrensel bir kişilik ve geçmişinde cevap arayan yalnız savaşçı karakteri başından beri kurgunun bir parçası. Ayrıca kıyamet günü düşüncesinin ve hayatta kalma mücadelesinin hep ilginç bulunduğunu düşünüyorum.
3
Mad Max: Fury Road’u anlatmak için en sık kullanılan kelimelerden biri “çılgın”. Siz de çılgın mısınız, Bay Miller? Hafif çılgın olduğumu itiraf ediyorum. Hayatım her zaman fantezilerle dolu oldu. Televizyonun olmadığı küçük bir köyde büyüdüm, o zamanlar kafamda hep filmler yaratırdım. İnsan aklı hayret verici bir şey; istediğin kadar ileri gitmene izin veriyor. Aileme hep şunu söylerim: Bir gün tekerlekli sandalyede oturan ve sonsuzluğa doğru bakan bir adam olduğumda, emin olabilirsiniz ki, aklımda yine bir film yönetiyor olacağım.
1
Mad Max gibi bir filmin FIPRESCI gibi bir ödül alması neredeyse devrim niteliğinde bir şey. Bunun farkında mısınız? Bu filmimin hasılat rekoru kıran türlerden olduğunu, ve böyle filmlerin federasyon tarafından ödül almadığını kast ediyor olmalısın. Ama benim için sanat sinemasını popüler ve reklam bazlı filmlerden ayırmak zor. Tek bildiğim, eğer bir film çok sanatsalsa, genelde kişisel bir egzersiz olarak tek bir insan için yapılmış gibi görülür. Diğer taraftan, insanları sinema salonlarına çekmek için yapıldığı bariz olan filmlerde de dürüstlük eksikliği vardır. Benim filmiminse bu iki ekstremin arasında olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda tamamen içten bir film ve kesinlikle aşağılayıcı bir tarafı bulunmuyor.
2
Fury Road, Mad Max serisinin devamı mı, yeniden yapılmış hali mi? İkisi de değil. Daha ziyade, kendi kendine bir mit haline gelmiş bir evrene yapılan ziyaret. İlk filmin üstünden otuz yıl geçti, ama yine de 1979’da kararlaştırdığımız hikaye bugünlere kadar gelebildi.
4
Geçen zamana rağmen, o distopik geleceğin hala inanılır olması insanı depresyona sokmuyor mu? Sokuyor, hem de çok fena bir şekilde. William Gibson çok doğru bir söz söylemişti: “Gelecek burada; sadece doğru düzgün dağıtılamadı’’. Kimileri geleceğe yönelik bir şekilde, teknoloji ve lüks içinde, fiziksel dünyaya tamamıyla hakim olarak yaşar. Ama bunun diğer tarafında o kadar fakir ve imkanı olmayan insan vardır ki, sanki Orta Çağ’da takılıp kalmışlardır. O yüzden yanılmayınız: Aslında hepimiz kıyamette yaşıyoruz.
5
Mad Max: Fury Road, 2015
085
Yönetmen olmadan önce doktordunuz. Neden böyle bir kariyer değişikliği yapma ihtiyacı hissettiniz? Üniforma giymekten yorulmuştum. Film çekmekle ilgili en güzel özelliklerden biri de istediğini giyebilmek. Komik olansa her gün aynı kıyafetin değişik versiyonlarını giymeye alışmam oldu. Yönetmen olduğunda yüzlerce karar vermen gerekiyor, ve sabahları ne giyeceğine dair fazladan bir tane daha karar vermek istemiyorsun. Neden doktorluktan sinemaya geçiş yaptığıma gelince, üniversitedeyken Robert Altman’ın Mash filmini izlemiştim. Salondan çıkarken daha önce hiç böyle bir şey izlemediğimin farkına vardım ve hemen geri dönüp filmi tekrar izledim. Film çekmeye işte o gün karar verdim. Kısa bir süre önce Kanye West bana bir mail gönderdi. Fury Road’u beş günde beş kez izlediğini yazıyordu. Böyle şeyler duymak çok hoşuma gidiyor.
9
Mad Max: Fury Road, 2015
Böyle bir filmi çekmek tam anlamıyla bir cehennem olmalı. Sanırım. Etrafımdaki eleştirileri dinliyorum ve bunlarla kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Herkes senin hakkında pozitif bir şey söylüyorsa, potansiyelini zorlamadığını bilirsin. Örneğin birkaç hafta önce birisinden şunu duydum: “İşlerini beğeniyorum ama onlar benim için çok basit. Ben daha fazla şeye bakmak istiyorum.” Bunu duymak o kadar iyi geldi ki. Stilime tekrar bakmamı sağladı, yaptıklarımın herkese göre olmadığını anladım. Başka biri de, “Hiperrealizm kimin umurunda ki, sen sadece fotoğrafları kopyalamaya çalışıyorsun, bunun içinde sanat yok.” dedi. Bu, kulağa pek iyi gelmiyor, ama insanların yaptıklarım hakkında fikir sahibi olmaları benim peşinde olduğum şeyin ta kendisi.
6
086
Dijital efektlere daha fazla yer verseydiniz filmi çekmek daha kolay olabilirdi belki de. Biliyorum, hatta bilgisayarla yapılan efektlerle bir sorunum da yok. Tam tersine, teknoloji çok ilgimi çekiyor. Mesela Babe’i çekmek yedi yılımı almıştı, çünkü domuzun konuşmasını inandırıcı yapmanın bir yolunu bulmam gerekiyordu. Bir yandan da, aksiyon filmlerinin gerçekliğini kaybetmeye başladığını düşünüyorum. Bir evren ne kadar çılgın ve fantastik olsa da, haberlerde gördüklerimize yakın olması gerektiğini düşünüyorum.
7
İlk Mad Max filminden beri sinema nasıl değişti? Bence oldukça çok değişti. Teknoloji ve dünyanın değişmesiyle birlikte aynı zamanda filmleri izleyiş şeklimiz bile değişti. Artık bunu daha hızlı yapıyoruz. Bugünlerde 1980’lerdeki gişe filmlerinin iki katı kare kullanılıyor. Mad Max 2’de 1200 kare vardı, Fury Road’daysa 2900 tane var. Yani artık daha hızlı okuyoruz ve televizyon izliyoruz. Bebekler bile daha hızlı öğreniyor; yazılı metinden önce, hareket eden imajları görmeyi öğreniyoruz.
8
Doktorların hayatımızı daha iyi yaptıkları ortada. Filmlerinizi çekerken sizin de hayata böyle katkı sağladığınızı düşündüğünüz oldu mu? Evet. Filmler insanlara yardım eder. Bu da yönetmenlere bir sorumluluk yükler. Örnek verecek olursak, filmlerinde sırf zevk için şiddet teması kullanan bir yönetmenle, şiddeti eleştirmek amaçlı bir film çeken yönetmen arasında çok fark vardır. Ben ikiz kardeşimle birlikte tıp okudum ve o çok iyi bir doktor oldu. İtiraf etmeliyim ki, o, insanlara benden daha çok yardım ediyor.
10
Alt
Alt sanat mekanı Alt art space
SERGİ/EXHIBITION, 19 Ocak – 26 Mart, 2016/January 19 – March 26, 2016
RODNEY GRAHAM
SERGİ/EXHIBITION, 19 Ocak – 26 Mart, 2016/January 19 – March 26, 2016
Aykan Safoğlu, Hasan Özgür Top, Hera Büyüktaşçıyan Kapıdan giremezsen, pencereden gir If you can’t go through the door, go through the window
Rodney Graham, A Reverie Interrupted by the Police [Polisin Yarıda Kestiği Bir Düş], 2003, Hauser & Wirth, Zürich; Lisson Gallery, London; 303 Gallery, New York
Alt bomontiada tarİhİ bomontİ bİra fabrİkası Birahane Sokak No: 1 Bomonti/İstanbul
Çalışma saatleri: 13:00 – 21:00, Salı – Pazar Opening hours: 13:00 – 21:00, Tue – Sun
altbomonti.org
Francesca’nın sahnede olmadığı bir günü fırsat bilip, baş balerin olarak yer aldığı The Royal Opera House’da onunla buluşuyoruz. Kulağa oldukça normal gelen bu cümledeki boşlukları, Francesca’nın bu sıfatı elde eden en genç isim olması ve akabinde gelen başarılı performansları dolduruyor.
Röportaj:
Eralp Uğur Fotoğraflar:
Tommy Wharfe
Tommy, Francesca’yı, sahneye çıkmadan hemen önce fotoğrafladı.
088
FRANCESCA HAYWARD
1
Francesca, Londra’da hava nasıl? Her zaman olduğu gibi gri ve
soğuk... Romeo & Juliet’e alternatif bir son yazabilir misin? Belki de Juliet, Romeo’nun bu kadar çile çekmeye değip değmeyeceğine karar vermek için, onunla işleri ağırdan almaya ve zamanla onu tanımaya karar verir.
2
Başka bir evrende Black Swan filmindeki Natalie Portman olduğunu ve senin yerine başka birinin geçmeye çalıştığını düşün. Seni o kişiden ayıran ne olurdu? Onun bu başarıyı hak etmemesi, benimse hak etmem olurdu herhalde. Sahne ışığı kimin üzerinde olursa olsun, sahnede her zaman başarı ön plana çıkar. Bu yüzden günün birinde böyle bir durumla karşı karşıya kalırsam, performansım belirleyici olacaktır.
3
Peki Royal Opera House’da baş balerin olarak seçilmenin sebebi de bu mu? Buradaki direktörlerim, genç olmama rağmen bana inandılar ve başarılı olduğumu söylemenin farklı bir yolunu seçerek bana tahmin ettiğimden çok daha büyük bir fırsat verdiler. Ben de karşılığında, bu sorumluluğun altından kalkabileceğimi, strese alışık olduğumu ve tabii sahnedeyken gayet rahat bale yapabildiğimi onlara gösterdim.
4
Edward Watson’la birlikte sahneye çıktığında heyecanlı mıydın? İlk başta çok heyecanlıydım, ama şov başladıktan sonra adını koyamadığım bir şey oldu ve o heyecanın yerini sakinlik kapladı. Edward’la sahnede dans etmek gerçekten çok güzel. İşinin ustası, oldukça iyi bir partner ve bana sahnede çok yardımcı oldu.
7
Senden tam olarak ne yapman bekleniyor? Öncelikle, üzerimde her zamankinden çok daha fazla baskı var. Performansın ve koreografinin gerektirdiklerini en iyi şekilde yapmam gerekiyor. Tabii eskiye kıyasla biraz daha rahat hissediyorum, çünkü arkamda beni destekleyen bir takım var. Her şey bir kenara, sahneye çıktığım zaman, performansın gidişatı benim elimde oluyor, ve bu çok güzel bir his.
5
24 yaşında bu kadar başarılı olacağın aklına gelir miydi? Aslına bakarsan, bu başarıyı yavaş yavaş sindirdiğimi düşünüyorum. Genç yaşta baleye başlamanın verdiği avantajla, kendimi bu sürece hazırladım. Yaptığım işten hep zevk aldığım ve gelecekte büyük başarılara imza atabileceğimi hiç aklımdan çıkarmadığım için, bu başarıyı beklemediğimi söylesem yalan olur.
6
Sahneye çıkmadan önceki birkaç saatini bize anlatsana. Genelde her yere geç kaldığım için, unuttuğum bir şey var mı diye düşünüp duruyorum, ki bu beni strese sokuyor. Bu yüzden sahneye çıkacağım günlerde, panik atak geçirmemek için, daha katı bir program takip ediyorum. Yapmam gereken şeylerin üstünden defalarca geçiyorum, kıyafetlerimi unutup unutmadığımı bile kontrol ediyorum.
8
089
Marcia Haydée “Birinin iyi dans etmesi için mükemmel olmasına gerek yok. İçgüdülerin, vücudun yapabileceklerinden çok daha önemlidir.” diyor. Sen önceliği fiziksel yeterliliklerine mi veriyorsun yoksa içgüdülerine mi? Küçükken hep kendi kendime dans eder, hayranı olduğum balerinlerin videolarını izlerdim ve bunu yaparken izlediğim şeyin teknik detaylarını umursamazdım. Balerinlerin o anda oynadıkları karakterlere bürünmeleri çok hoşuma giderdi. Ben de performans sergilerken buna dikkat ediyorum ve her zaman içgüdülerime öncelik veriyorum.
11
Balerin olmasaydın şu an ne yapıyor olurdun? Bu soruyu kendi kendime sorduğumda bile doğru düzgün bir cevap veremiyorum. Bale en büyük alışkanlığım olduğu için midir bilmiyorum ama, aklıma ondan başka bir cevap gelmiyor. Yine de, herhangi bir cevap vermem gerekirse, bir orkestrada yer alabilirdim diye düşünüyorum.
9
Afrikalı ve İngiliz köklerin bir kenara, Royal Opera House’daki ilk melez balerinsin. Bunun senin için bir avantaj olduğunu düşünüyor musun? Bu konuyu avantaj ya da dezavantaj olarak değerlendirmeyi tercih etmiyorum çünkü balenin herhangi bir kültürden beslendiğini düşünmüyorum. Sadece kendim olmaya çalışıyorum, hepsi bu.
10
Birçok insan baleyi bir spor olarak görüyor, hatta Ballet Beautiful’da olduğu gibi, baleyi fitness programına dönüştüren insanlar dahi var. Bu sana mantıklı geliyor mu? Son zamanlarda balenin neden bu kadar sportif bir aktiviteye dönüştüğüne dair hiçbir fikrim yok ve bunu pek mantıklı bulmuyorum. Balenin bir sanat dalı olduğu aşikar, bu yüzden ancak balerinler ve baletler bu sanatı icra eden sporcular olarak değerlendirilebilirler.
12
Antrenman yaparken hayalinde bir pas de deux partnerin oluyor mu? Aslında hayal etmeme gerek kalmıyor, çünkü çok iyi bir baletle antrenman yapacak kadar şanslıyım. Jonathan Cope, Royal Opera House’da hem öğretmenlik hem de antrenörlük yapıyor ve pas de deux antrenmanlarımda benimle çalışıyor. Kendisi o kadar yetenekli ve doğal bir balet ki, diğer balerinlerle dans ettiğinde onları kıskanıyorum bile diyebilirim.
13
Sahnede değilken neler yapıyorsun? Eve gidip, televizyonun karşısındaki kanepede uyuyakalmak gibi sıradan şeyler yapıyorum. Eve geldiğim an işi aklımdan çıkarıyorum ve baleye dair hiçbir şey düşünmemeye çalışıyorum.
14
090
www.brandwho.com
092
SIMPLE LOOKING -WHATEVER THAT IS
Fotoğraflar:
Emre Doğru Moda Editörleri:
Olga Şerbetcioğlu, Utku Palamutçu Saç:
Tayfun Kaydök Makyaj:
Ufuk Celep Fotoğraf Asistanları:
Can Büyükkalkan, Burak Büyükyıldız, Ünal Turhan Model:
Brenda/Option MGMT
Elbise:
Editöre ait 093
Sol Tümü:
Miu Miu Sağ Triko:
Cos Pantolon:
Isabel Marant/ Beymen
094
095
096
Bluz:
Agent Provocateur/ Harvey Nichols Ceket:
Hermès Pantolon:
Hermès 097
Sol Ceket:
Miu Miu SaÄ&#x; Yelek:
Beymen Collection Bikini:
Miu Miu
098
099
Gömlek:
Gap Büstiyer:
Beymen Collection Jean:
Topshop 100
101
Sol Tişört:
Academia Elbise:
Beymen Club Pantolon:
Vintage Eldiven:
Coco de Mer Sağ Tişört:
Academia Elbise:
Academia
102
103
HAVALI DALGALAR Yeni sezon Yin etkisine teslim Fotoğraflar:
Mustafa Nurdoğdu Moda Editörü:
Deniz İrem Çek Yazı:
Aslin Kumdagezer Saç:
Fikret Tanrıverdi Makyaj:
Elçin Mutlu Fotoğraf Asistanı:
Orkun Eray Moda Editörü Asistanı:
Başak Ulubilgen Makyaj Asistanı:
Sezen Yeniçeri Can Stüdyo:
212 Production Model:
BU BİR İLANDIR.
Brenda/Option Management
104
oluyor ve derin alınan nefesler sakince veriliyor. Moda dünyası sezonlarında açık seçik tasarrufa gidiyor, saçlar ise bu sakin denizde yumuşak dalgalara bürünüyor.
Tranquillity Muhteşem sörf dalgaları, Studio 54’ün dalgalı saçları, 70’lerin hippi dalgaları ve biraz da 80’lerin çılgın dalgaları... İlkbahar 2016 sezonu hiçbir dönemin dalgasını umursamıyor ve olabildiğine sakin, hatta sessiz bir dalgaya kapılıyor. Islak saçınızı üç parçaya ayırın, topuz yapın, ve ardından kurutun. Kuru saçlarınızı büyük bir tarakla tarayın, sakinleştirin ve önce uçlarına Toni&Guy Glamour Serum Drops uygulayın. Ardından Toni&Guy Classic Medium Hold Spray kullanın. Aksesuar seçimi isteğe bağlı.
Elbise:
Céline/Beymen Saç ürünleri:
Toni&Guy Glamour Serum Drops Toni&Guy Classic Medium Hold Spray
105
Quiescence Namıdiğer prenses saçı, yarım toplanan saçlar bu sezon zarafet ve sakinlik temsili podyumlarda haliyle listenin ilk sırasındaydı. Kate Middleton ve Khaleesi’nin favori saç modeli olması dolayısıyla da namını yürüten model ‘lady-like’ titreşimler aradığınızda 10 dakikalık yapım aşamasıyla yardımınıza koşabilir. Her zamanki gibi tarayıp kuruttuğunuz saçlarınızı bir önceki tarifteki gibi iki tutama ayırın. Üstteki tutamı rahat hissettiğiniz bir yükseklikte toplayın. Geri kalanını yeniden tarayın ve Toni&Guy Creative Extreme Hold Spray ile her şeyin uzun süre yerli yerinde kalmasını garantileyin.
Bluz:
Cédric Charlier/Shopi Go Saç ürünü:
Toni&Guy Creative Extreme Hold Hairspray
106
Serenity Geçtiğimiz zilyon sezon boyunca yukarıdan at kuyruğu yaptığınız saçlarınıza sakin bir nefes aldırabilirsiniz. Temperely London, Oscar de la Renta, Bora Aksu ve Mansur Gavriel, İlkbahar-Yaz 2016 sezonu dahilinde at kuyruğunuzun ense hizasından yukarıya çıkmamasını salık veriyor. Islak saçlarınıza dipten uca Toni&Guy Glamour 3D Volumiser uygulayın. Her zamanki gibi kurutun. Ense hizasında topladığınız saçlarınızın uçlarını düzleştiriciyle şekillendirin. Son olarak Toni&Guy Glamour Firm Hold Hairspray uygulayın. Sakin at kuyruğunuz kıpırdamadan gün boyunca sizinle olacak.
Bluz:
Victoria Beckham/Beymen Saç ürünleri:
Toni&Guy Glamour 3D Volumiser Toni&Guy Glamour Firm Hold Hairspray
107
Composed Yeni sezon trendleri ne tepedeki topuzlardan ne de ensedeki at kuyruğundan ödün vermek istemediğinde uzlaşmak kaçınılmaz. Ne de olsa trendlerin açık büfede karışık nizam sunulduğu milenyumda birkaç trendi karıştırmak suç sayılmaktan çok ötede duruyor. Kuruttuğunuz saçlarınızı ikiye ayırın. Üst ve alt tutamların uçlarına ayrı ayrı Glamour Serum Drops uygulayın. Üstteki tutamdan saçlarınızdan her sıkıldığınızda yaptığınız düğüm topuzu yapın. Alt tutamı ise ensenizde toplayın. Gerekli miktarda Toni&Guy Glamour Firm Hold Hairspray uygulayın. Hiçbir trendden ödün vermeyen saçınız hazır.
Bluz:
Céline/Beymen Saç ürünleri:
Toni&Guy Glamour Serum Drops Toni&Guy Glamour Firm Hold Hairspray
108
Chilled out Bilindik örgülerle samimiyetinizi halihazırda ilerlettiğinizi varsayıyoruz ve podyumunun önerdiği örgü çeşitlerine göz atmanızı şiddetle öneriyoruz. Takip eden formül ise Türkçe meailiyle kılçık örgüyle sonuçlanıyor. Havluyla suyunu aldığınız saçlarınızın dipten uçlarına Toni&Guy Casual Sea Salt Texturizing Spray uygulayın ve kurutun. Ortadan ayırdığınız saçlarınıza doku katmak için Toni&Guy Casual Sculpting Powder uygulayın. Her iki tutamın dış tarafından ince birer tutamı ortada birleştirin, örgü sonlanana kadar tekrarlayın. Saçın tamamına Toni&Guy Casual Flexible Hold Hairspray uygulayın. Et voilà!
Bluz:
Cédric Charlier/Shopi Go Saç ürünleri:
Toni&Guy Classic Shine Gloss Serum Toni&Guy Classic Medium Hold Hairspray
109
46 YOK OLAN... Fotoğraflar:
Emre Doğru Röportaj:
Olga Şerbetcioğlu Moda Editörleri:
Olga Şerbetcioğlu, Deniz İrem Çek, Utku Palamutçu Saç:
Burhan Çılgın, Hüseyin Açıkgöz/No.21 Makyaj:
Ömer Faruk Dinç M.A.C ürünleriyle Fotoğraf Asistanları:
Can Büyükkalkan, Burak Büyükyıldız, Ünal Turhan Moda Editörü Asistanları:
Melike Barut, Başak Ulubilgen
110
Onlar da, biraz daha özgün işlerin peşindeler, ruhu olan işlerin... Dertleri insan... İnsanın doğası, adalet, varoluş... Bu ve buna benzer kavramlarla ilgileniyorlar.
Gรถmlek:
Neil Barrett/ Beymen Sweatshirt:
Givenchy/ Beymen Ceket:
Givenchy/ Beymen 111
Melis Elbise:
Nedo Collection by Nedret Taciroğlu Saygın Ceket:
dsquared2/Beymen Pantolon:
Network Yasemin Elbise:
Museum of Fine Clothing Erdal Ceket:
Alexander McQueen/ Brandroom Pantolon:
Givenchy/Beymen 112
113
EB: Değil
Gömlek:
Balenciaga/ Harvey Nichols Ceket:
Dior/Beymen
OLGA ŞERBETCİOĞLU: Herkese bir açıklama yaparak başlayalım. Bu bir Breaking Bad uyarlaması değil. BERKAN ŞAL: Hiç alakası yok diyebilirim. Nereden çıktığını da anlamış değiliz. Birilerinin canı Breaking Bad’i bizden izlemeyi çekmiş. ERDAL BEŞİKÇİOĞLU: Yok, biz özgün bir şey yapamayız ya hani, özgün bir şey yapmaya hakkımız yok ya bizim, bir iş illa başka bir şeyin kopyası olacak. Biz üretemeyen, sürekli tüketen bir toplumuz ya, asıl hikaye oradan çıkıyor. Kendine güvensiz, fantezi yoksunu birtakım kafalardan... OŞ: Bu durumda adaptasyon kötü bir şey mi?
114
tabii ki, ama üretmediğin yerde de devamlı kopyasını yaptığın bir üretim şekli olmamalı. MELİS BİRKAN: İyi adaptasyon diye bir şey de var. Ve aslında her iş artık bir adaptasyon. Bir film yaptığınızda, daha önce hiç yapılmamış, tamamen özgün bir şey ortaya çıkarmak artık mümkün değil. OŞ: Evet, hep referanslı zaten. MB: İster istemez kenarından köşesinden birbirine benziyor. OŞ: Artık dünyada hiçbir şey sıfırdan çıkmayacak zaten. Uzaydan gelecek diye bekliyoruz. MB: Evet, yani. Herkes bir şeyleri keşfetmeyi bekliyor ama artık keşfedilecek bir şey yok. Bundan sonraki amacımız, yapılan her şeyi kendi ekseninde iyi anlatabilmek olmalı. OŞ: Adını hep 46 diye duyduk ama alt başlığı “Yok Olan...” da var. Bu neyi tamamlıyor? EB: 46, kromozom sayısından geliyor. “Yok Olan...” da kromozomlardan bir tanesinin eksikliğine işaret ediyor. Hastalıklı olan kişiliğimizi anlatıyor. BŞ: 46 aynı zamanda, psikiyatride cezai ehliyet sahibi olup olmadığınızı belirleyen raporun adı olarak bilinir ve hatta Türkiye Cumhuriyeti ceza kanunlarında 46. madde olarak da geçer. OŞ: Genel olarak baktığımızda bir gerilim mi yoksa bir drama mı izleyeceğiz? MB: Gerilimin yarattığı dramalar var. SAYGIN SOYSAL: Bugünkü televizyon işlerinde, drama deyince eğriltilmiş, bükülmüş amorf duygular falan anlaşıldığı için, kavramsal açıdan yanlış bir algı var. Bizim işimizde bu drama biraz gergin anlatılıyor. EB: Hatta bilim kurgu sosu da var. BŞ: Bilim kurgu, polisiye ve macerayı tek bir potada eritip konuyu bağlayabiliriz. Zaten dramatizasyon yoksa hikaye de yok demektir. OŞ: Role hazırlanmak klişesini nasıl açıklayabilirsiniz? BŞ: Benim için bu süreç biraz farklı gelişti. Sanki kendimi role hazırlamadım da rolü kendime hazırladım. OŞ: O zaman metot oyunculuğu mu izleyeceğiz daha çok? EB: Metot diye bir şey yok, oyunculuğun metodu olmaz. OŞ: Sizin rolünüz ne tam olarak? EB: Murat Güney adında bir genetik profesörünü canlandırıyorum. Bitkisel hayattaki kız kardeşini hayata döndürebilmek için birtakım kimyasal deneylerle şöyle bir tez ortaya atıyor: Eğer bedenimizin bir gen haritası varsa, ve bu harita da bir molekülden oluşuyorsa, ruhumuz da bu bedenin içindeyse; mutlak suretle ruhumuzun da bir gen haritası vardır. Biz de, ruhumuzun molekülüne ulaşabilirsek, o zaman bitkisel hayattaki birtakım hastalara ulaşmak ve onları dünyaya geri getirebilmek mümkün olur. Bu tezden yola çıkarak
bir deney yapıyor ve bu deney sonucunda, daha önce hiç baskın olmayan bir yönü ortaya çıkıyor, karakterinin farklı bir tarafıyla karşılaşıyoruz. Hepimiz, tıka basa dolu bir minibüste giderken arkadan dayayan bir adama dönüp elimizin tersiyle vurmak isteriz ama hiçbir zaman vuramayız, çünkü toplum baskısı bizi orada biraz daha suskunluğa itmiştir. Murat, o sabrı ortadan kaldırıyor. OŞ: Peki psikiyatrist olarak senin görevin ne Melis? MB: Benim canlandırdığım karakter aslında işe ilk girdiğinde neden alındığını bilmiyor. Murat’ın kız kardeşine göz kulak olmak için alınmış gibi bir durum var ama aslında onun birtakım deneylerinde ve araştırmalarında yön bulmasına yardımcı olması için orada. OŞ: Hikayede lokasyonun önemi ne? EB: 46’nın içerisindeki bütün karakterler için, çevresinin, giydiklerinin, hatta taktıkları takıların bile çok önemi var, çünkü bir saatlik bir iş yapıyoruz. Bütün bunları düşünmeye hem zamanımız, hem hakkımız var hem de bu büyük bir keyif... SS: Mekandan ziyade aslında İstanbul bağlayıcı bir lokasyon. Bu iş İstanbul dışında Türkiye’de herhangi bir şehirde çekilemezdi. OŞ: Bir saat mi izleyeceğiz? EB: Evet, biz bir saat olarak teslim edeceğiz. Bazen işin iyiliğindense uzunluğu öne çıkıyor, bir iş ne kadar uzunsa rating’imiz o kadar yüksek olur gibi tuhaf bir mantık oluşmaya başladı, ki bu korkunç bir şey. OŞ: O zaman sürenin size pozitif etkisi nedir? EB: Bir film yaklaşık 120 sayfadır, dört-beş haftada çekilir. İyi bir karakter yarattım diyebilmek için, çekimlerden önce bir-iki ay, çekimlerle beraber de beş hafta falan çalışman gerekiyor. Şimdi bana söyler misin, 150 sayfa gece gündüz çekiyorsun, o oyuncu önündeki repliği söylemekten başka bir şey yapabilir mi? Bir de ‘iki ekip çekiyoruz’ diye yeni bir şey çıkardılar, ne kadar şahane. Kaç tane başrol oyuncunuz var sizin? Bir tane. O adam bir setten çıkıp öteki sete gidiyor. Aman ne kadar da güzel işçi haklarını koruyoruz diyorlar, e peki oyuncu ne oluyor? Buna da cevapları hazır, ‘ama o da bir sürü para alıyor’ diyorlar. Yahu o sermaye be. Sermayeye nasıl bu kadar kötü bakılır, anlamıyorum. OŞ: Devamlılık yok, anı kurtarmaya bakılıyor... EB: Yok, anı kurtarmak değil işte o, seni tüketmek, seni yok etmek. SS: Neyse ki bu projede böyle bir zulüm yok. İki karakterin birbirine boş baktığı, konuşma baloncuklarını seyircinin doldurmaya çalıştığı uzun ve anlamsız sahneler çekmiyoruz. BŞ: Malum, dizi sürelerinin kısalması, çıkan işin kalitesinin de artmasını doğru orantılı olarak etkileyecek. EB: Evet, umarım bu proje iyi bir örnek olur, amacımız bu. OŞ: Behzat Ç.’den hareketle soruyorum; bu dizideki rolünüz de baskın bir karakter mi olacak?
Gömlek:
Balenciaga/ Harvey Nichols Kravat:
Brooks Brothers Takım elbise:
Beymen Club
Çoğul konuşalım; bu dizide, baskın karakterler göreceksiniz. Bir tane ana örgü var ve biz oyuncular onun etrafında uçuşan pervane böcekleri gibiyiz. Yani burada önemli olan hikaye, ve karakterler de bu hikayeye hizmet ediyorlar. OŞ: Hepiniz aslında ortalıkta çok gözükmeyen oyuncularsınız. Bunun, birbirine benzer insanlardan oluşan bir ekip yaratmak adına, oyuncu seçiminde bir etkisi oldu mu? EB:
115
Erdal Gömlek:
Brooks Brothers Fular:
Editöre ait Pantolon:
Givench/Beymen Yasemin Elbise:
Zeynep Tosun Ayakkabı:
Jimmy Choo Saygın Gömlek:
Alexander McQueen /Brandroom Melis Elbise:
Museum of Fine Clothing 116
117
EB: Yok
ya, Yasemin nereye adım atsa zaten... Şaka bir yana, demek ki insan kendine benzeyenlerle çalışmak istiyor. Serdar Abi de öyledir, üretmek ister, birlikte üretebileceği insanlarla çalışmak, üretimiyle konuşulmak ister. MB: Sonuçta, hepimizin yaptığı seçimler ortak bir sinerjiyle bir araya geliyor. OŞ: Oyuncuların diğer insanlara kıyasla, fazla duygusal olduğu klişesine dair ne düşünüyorsunuz? YKA: Ben öyle oyuncular tanıdım ki, neredeyse duygudan yoksun insanlardı. Bu yüzden, aslında bu klişe, farklı insanların bakış açılarını anlayabilmekten geçiyor. İşinde duygularını kontrol edebilen ama günlük hayatında çok da duygusal olmayan bir insan, oyunculuk yaptığı an, sırf performansını sevdiği için, 118
daha önce hiç deneyimlemediği hisleri içinden çıkarabilir. EB: Sıradan bir ailede annenin bir akşam yemeği hazırladığını düşün. Sofranın etrafında toplanan aile fertleri, o yemeği beğenmiyor. Anne için korkunç trajik bir durum. Bir oyuncu için de aynı şey geçerli; topluma bir hikaye hazırlıyor ve günün sonunda izleyiciler ‘Bu ne lan, ne biçim hikaye bu?’ diyebiliyor. Ama bilmiyorsun ki, o mesleği yapan oyuncunun hayatını karartıyorsun. Çünkü adam kendi içine dönüyor, kendi dünyasını hissederek bu hikayeyi ortaya çıkarttığına inanıyor. Aslında oyuncular tam da bu yüzden hassas ve duygusal insanlar. Bir beğeniye hizmet ettiği için ve amacı beğenilmek olduğu için, böyle bir hassaslık söz konusu. OŞ: Bu durumda ortaya güçlü bir ego da çıkıyor, haliyle. EB: İnsanlar seni beğendiği zaman, tabii ki egon da bu durumdan etkileniyor... OŞ: Yaşınızın, bu proje özelinde, etrafınızdakilere etkisi nedir? EB: Bunu ben bilemem ki. Ben konuşmayı, sorulan sorulara cevap vermeyi, üretmeyi seviyorum. Malum, üreten adam, soru soran adamdır. Bazen ekibin geri kalanını çok gerdiğim oluyor, her şey her zaman günlük güneşlik olmuyor. MB: Herkesin her gün öyle olamayacağı aşikar zaten. Ama şöyle bir gerçek var ki, yaptığımız işte belli başlı, bu işi yürüten lokomotif faktörler var. Yönetmen, başrol oyuncuları ya da her neyse... Bu insanlar ekibin geri kalanı arasındaki ilişkinin de lokomotifi olurlar. Erdal’ın da Serdar Hoca’nın da böyle bir rolü var. YKA: Zaten hikayenin Erdal, Serdar Hoca ve Ercan’dan çıkmış olması da bizi çok etkiledi. Onlar hikayeyi anlattılar, biz de oturup dinledik. Bir araya geldik, karakterler hakkında konuştuk, fikir alışverişinde bulunduk. Ekibin yöneticilerinden gelen bir direktifle oynayacağımız karakteri benimsediğimiz bir durum söz konusu değildi. BŞ: Bir hikayenin ayağa kaldırılıp, vücut bulmasına aşama aşama şahit olmak ve bu hikaye içerisinde bir yer bulabilmiş olmak benim için müthiş bir deneyim ve bu beni çok heyecanlandırıyor. OŞ: Kötü bir iş izlediğinizde sinirleniyor musunuz? BŞ: Kötü işlerin de bir misyonu var bence. En azından yapmaman gerekenleri öğreniyorsun. MB: Ben kötü bir şey izlediğimde ‘Ah, yazık.’ demektense, kendimi, nasıl yapılabilirdi, nasıl daha iyi olurdu diye düşünmeye sevk ediyorum. Ama izlediğim herhangi bir işi bırakıp terk ettiğim olmaz. OŞ: Hiç sinema salonunu terk ettiğin olmadı mı? MB: Yok. EB: İyi ve kötü çok karışık kavramlar. Neye göre kötü, neye göre iyi, bunu konuşmak lazım. OŞ: Ama fecaat işler de yok değil. EB: İşte ben de onu diyorum ya, fecaat nedir? Sana göre fecaat
Elbise:
Monique Lhuillier/Vakko
119
Elbise:
Atıl Kutoğlu Saat:
Apple Watch 120
olan bir şey bana göre harika bir iş olabilir. Sanatın güzelliği de bu zaten; görecelilik çerçevesinde ilerliyor oluşu. YKA: Ama insanların fecaat algısını biraz daha üst seviyeye çıkartmakta fayda var. SS: Sanatı ve edebiyatı televizyonda aramaya kalkarsak zaten, işler iyice sarpa sarıyor. Türkiye’de şu an iyi bir iş yapılması için gereken hiçbir koşul yok, ne yazık ki. Zeki ve heyecanlı bir yönetmen ya da ilk senaryosunu yazmış genç bir yetenek ortaya çıkarsa, ancak belki bu şekilde iyi bir iş yapılıyor. Yoksa sektördeki dinozorlardan bir fayda yok. 46’ya dönecek olursak, normalde olması gerekeni yaptığımızı düşünüyorum. Zaten dizilerin 55-60 dakika olması gerekirken, ve Türkiye’de bunu uygulayan kimse yokken, bizim bunu yapmamız aslında yenilikçi bir hareket değil. OŞ: Bu işle yeni bir şeyler söylemeye çalışıyorsunuz yani. EB: Yeni gibi görünen bir heyecana kapılmış durumdayız. Oynarken, çıkan sonuçları gördüğümüzde hissettiğimiz şey, bizi bu hikayenin peşinden koşmak için tetikliyor. İşin içindeyken ne olduğunu ya da ne olacağını görmek neredeyse imkansız, tıpkı Behzat Ç.’de olduğu gibi. Ben ne olduğunu bilmeden, sadece oynadım. Aynı şekilde Serdar çekti, Ercan yazdı ve gün gelip iş bitince, yaklaşık üç sene sonra dönüp geriye baktım, ve ancak o zaman sosyal sınıflar içerisinde nasıl bir etkisi olduğunu fark ettim. Yaptığımız bu yeni işte de yakaladığımız aynı heyecan var. SS: Senaryonun en güzel tarafı da, birkaç bölüm sonrasıyla ilgili fikir yürütemiyor oluşumuz, çok güzel akıl oyunları okuyoruz. OŞ: Bill Murray, “Geç uyuduğunuz, biraz sizi sersemleştiren ama bolca eğlendiren işleri seviyorum.” gibi bir genelleme yapıyor. Sizin burada yaptığınız iş, bu kategoride mi yer alıyor? EB: Belki de... OŞ: İlk bölümü hep birlikte izlemek gibi bir toteminiz var mı? MB: Bu klişeyi kırıp, ilk bölümü herkes kendi evinde izler bence. SS: Kesin bir yandan ilk bölümü izleriz, bir yandan da bir şeyler içeriz. Ya da kimde televizyon varsa onun evinde buluşuruz. Bu gidişle sana geleceğiz sanırım? EB: Bende televizyon yok. Bu yüzden ben mutlaka birileriyle seyredeceğim. BŞ: Bence bırakalım dağınık kalsın. OŞ: Gerçeklikle oyunculuğun birbirine girmesi durumu, yaş ilerledikçe mi ortaya çıkıyor? YKA: Ben, karaktere, kendimden bir şeyler katmaya başlıyorum. Tam tersi, canlandırdığım karakterden de bir sürü şey öğreniyorum. Karakter oynadıkça açılıyor ve bir şekilde hayatına karışıyor. Canlandırdığın insanın davranışları seni etkiliyor ve aslında gerçek hayatında yaptığın ya da yapmadığın şeyleri sorgulamana sebep oluyor. SS: Bu, aslında oyuncunun kendi etrafında oluşturmak istediği farklı karakterlerle alakalı bir durum, bir anlamda oyuncunun kendi kendini gaza getirmek için kullandığı bir yöntem. Nasıl oluyorsa,
pek çok insan bu tuzağa düşüyor. Ama bence bu soru sana Erdal Abi. BŞ: Erdal Hocam, Saygın konuyu size havale etti. EB: Bu karakter mevzusu sadece oyuncuya yükleniyor ama insanların üç sene boyunca bana ‘Vali’ diye seslenmesi kimseyi rahatsız etmiyor. Sıradan bir insana ‘Sayın Valim’ diye seslensen, adamın yolda yürüyüşü, merdiven çıkışı bile değişir. İnsanlar, kimi ya da neyi görmek istiyorlarsa, oyuncuyu da öyle görüyorlar. Behzat Ç. izleyicisi, bu işi izledikten sonra o kadar çok küfür edecekler ki bana -sırf beni farklı bir insan olarak görmek istemedikleri için... YKA: Heath Ledger, The Joker’ı canlandırmamış olsaydı, yine muhtemelen intihar edecekti, işe buradan bakmak lazım. OŞ: Sürekli olarak benzer karakterleri oynamaktan nasıl kaçıyorsunuz? MB: Şahsen, bundan kaçmıyorum. Bu durumdan kaçmanın, benzer karakterleri insanın üzerine daha çok getirdiğine inanıyorum. Beni izledikleri herhangi bir karakter, insanlara tatlı ya da sempatik geliyorsa, bir daha asla böyle bir şey yapmamam gerekir diye düşünmüyorum. Tabii, önüne birden çok seçenek sunuluyorsa ve bu geniş skaladan bir seçim yapman gerekiyorsa, her şey çok daha kolay. YKA: Gerçekten oynamak istediğin karaktere odaklanmak da bir çözüm. ‘Sürekli benzer karakterler oynuyorum’ diye düşünmek ve defansa geçmek yerine, ne istediğini bilmek önemli. Tabii, senin ne istediğini karşı tarafın bilmesini de sağlaman gerekiyor. Aksi halde karşı taraftan da senin istediklerini karşılayacak bir şey göremezsin. BŞ: Benimki de fena bir yol değil aslında... Mümkün olduğu kadar, farklı köşelerdeki, farklı uçlardaki arayışlara yönelerek bu döngüyü kırmaya çalışıyorum. OŞ: Oynadığınız karakterleri, sıradan bir polis karakterinden ayıran şey ne? SS: Rolümüze hazırlanırken birkaç polisle tanıştık, hepsi birbirinden farklı karakterlere sahipler. Büro amiri de farklı, sıradan bir polis de... Kimi gözünün içine bakıyor, kimi mesleği ve pozisyonu gereği esip gürlemeye hazır. Haliyle bir polisi oynayacağım diye, gidip onun gözünün içine bakıp bire bir kopyalamıyorsun. OŞ: Berkan’la önceden birlikte çalışmış olmanız ve çok uzun süredir tanışıyor olmanızın, bu işe pozitif etkisi nedir? EB: Adam resmen babaannem gibi. Çok uzun bir mazimiz var kendisiyle. Neredeyse 12 yıl önce, Ankara’da yaklaşık 600 kişilik bir gece kulübü açtım. Burada aynı zamanda tiyatro da yapılacak diye düşünüyordum, çünkü seyircinin sadece izleyici olarak kalmakla yetinmesinden rahatsızdım. Bu açtığımız gece kulübünün ilk DJ’i Berkan’dı. Orada sergilediğimiz oyunun da başrollerinden birini oynuyordu. İflas ettik. O günden beri birlikteyiz. Şimdi de Tatbikat Sahnesi’ni kurduk. Berkan yine oyunlarda oynamaya devam ediyor ama bu sefer DJ’lik yapmıyor. 121
Yasemin Elbise:
Museum of Fine Clothing Çorap:
Calzedonia Çizme:
Miu Miu Erdal Ceket:
dsquared2/Beymen Pantolon:
Givenchy/Beymen Saat:
Apple Watch Melis Tişört:
Givenchy/Beymen Etek:
Nedo Collection by Nedret Taciroğlu 122
123
SOME WOMEN OF TABLEWARE DESIGN
NURSULTAN BARUN
Hazırlayan:
Merve Yeşilçimen Fotoğraflar:
Gökhan Polat
Seramik ihracatında ciddi bir potansiyel olmasına rağmen, Türkiye’nin dünya ihracat pazarlarından aldığı pay geçtiğimiz yıllara oranla düşüş gösteriyor. Sana göre bu grafiği değiştirmek için ne yapılmalı? Bu grafiğin değişmesi, özgünlükten, yeni teknolojilerden faydalanmak ve malzemenin sınırlarını zorlamaktan geçiyor. Seramik esnek bir malzeme; farklı malzemelerle karıştırıp farklı bir ürün ortaya koyabilirsiniz. Geçen yıl Eindhoven Design Week’te gördüğüm, seramikle farklı malzemelerin bir arada kullanılması sayesinde ürünlerin verdiği his ve kullanıcı deneyimi beni çok etkiledi. Türkiye’de de bu tarz çalışmaların artması, malzemenin getirdiği esnekliğin farklı şekillerde kullanılması gerektiğini düşünüyorum.
5
Hamm ekibine ne zaman dahil oldun? 2014’te, ve hala keyifle çalışmaya devam ediyorum. Hamm’ın marka olarak gelişim sürecinde yer aldım. Elimizde büyüyen bir bebek gibi diyebilirim. Mobilya, aydınlatma ve ev aksesuarları tasarımlarının yanında son zamanlarda iç mimari projelerde de yer almaya başladım.
1
Üzerinde çalıştığın yeni bir koleksiyon var mı? Yeni bir servis takımı üzerinde çalışıyorum. Amorf ve birbirini tamamlayan formları içeren bir koleksiyon olacak. Seramikle çalışmayı analog makineyle fotoğraf çekmeye benzetiyorum, ürünler piştikten sonra fırında sürprizlerle karşılaşabiliyorsunuz.
2
124
Seramik dışında hangi malzemelerle çalışmak seni mutlu ediyor? Tasarladığım aydınlatma ve mobilya ürünlerinde farklı malzemeleri bir araya getirmeye çalışıyorum; cam ile metali bir arada kullanmak hatta ahşapla birleştirmekten çok keyif alıyorum.
3
Yetenekli olduğunu düşündüğün başka sanat dalları var mı? Vakit buldukça karakalem ve suluboya resimler yapıyorum. Seyahat ederken de ara sokaklarda oturup çizim yapmayı ve o bölgeyle ilgili detayları ve dokuları keşfetmeyi seviyorum.
4
p.c. studio - photo tommaso sartori
MAXALTO IS A B&B ITALIA BRAND. COLLECTION COORDINATED BY ANTONIO CITTERIO. WWW.MAXALTO.IT B&B Italia Stores: Ortaköy Dereboyu Cad. No: 78 34347 İstanbul T. +90 212 327 05 95 - F. +90 212 327 05 97 Cinnah Cad. No: 66/1 Çankaya Ankara T. + 90 312 440 06 10 - F. +90 312 440 05 94 www.mozaikdesign.com - info@mozaikdesign.com
SOME WOMEN OF TABLEWARE DESIGN
TÜLİN BOZÜYÜK
Tasarımlarını satmamak gibi bir prensibin var. Parayla aran pek iyi değil galiba. Aslında tam olarak öyle değil. Parayla aramın iyi olmadığı doğru, bu konuda büyük hırslarım hiç olmadı. Hep keyif aldığım işlerden bana yetecek kadar para kazanmayı tercih ettim. Yemek ve şaraptan hem keyif alıyorum hem de para kazanıyorum. Ama bir işten para kazanıyorsanız, stres de akabinde geliyor. Seramik keyif aldığım ve diğer işlerin stresini attığım bir alan. Bir yandan da yaptığınız tasarımı birilerinin satın almak istemesi, evine götürmek istemesi güzel bir duygu. Dolayısıyla özgürlüğümü kısıtlamadığı ve beni strese sokmadığı sürece satmaya karşı değilim. Yani satmamak prensibim değil, strese girmemek prensibim.
2
Yemek ve şarap senin için bir tutku. Seramik bu listeye ne zaman dahil oldu? Sunum benim için hep çok önemliydi. Arkadaşlarımı davet edip evde büyük sofralar kurmaya bayılırım. Lokanta Armut’u açmaya karar verdiğimizde, hayalimdeki tabakları bulamayınca neden ben yapmıyorum dedim. Ortağım Burak da teşvik edince, Çukurcuma’da bir seramik atölyesinde ders almaya başladım. Belki çok klişe olacak ama çamura ilk dokunduğum anda doğru şeyi yaptığımı anladım. Restoranı açana kadar beni mutlu edecek kadar tabak ve bardak yapmıştım fakat hem şarap işi hem de restoran çok vaktimi alıyordu. Atölye saatleri beni kısıtladığı için kendi atölyemi ve markam Touline’i kurmaya karar verdim.
1
126
Seramik kullanarak yapmayı hayal ettiğin ancak henüz denemediğin objeler neler? Bir arkadaşım tarihi bir bina aldı ve bana onun dış cephesindeki bazı seramikleri yenilemeyi teklif etti. Yakın zamanda bu işi denemeyi istiyorum. Bir de ahşap, cam ve seramiği birlikte kullanacağım tasarımlar yapmak istiyorum.
3
Atölyende workshop’lar düzenliyor musun? Bazı atölye çalışmaları yapıyorum ama farklı bir tarz uyguluyorum. Kapılarımı öncelikle beraber çalışmaktan keyif aldığım birkaç kişiye açarak başladım. Belirli çalışma saatlerimiz yok. Herkes istediği saatte gelip çalışabiliyor. Arada denk gelip birlikte çalıştığımızda ise birbirimize ilham verip yeni fikirler çıkarabiliyoruz.
4
SOME WOMEN OF TABLEWARE DESIGN
YEŞİM ÖZDEMİR
Porselen koleksiyonları da hazırlıyorsun. Seramik ile aynı dünyadan gelmelerine rağmen ayrışan birçok özellikleri var. Porselen üzerinde çalışmak ayrı bir alan üzerinde uzmanlaşma gerektiriyor. Tecrübe kazanmak ve iyi sonuçlara ulaşmak gerçekten zorlu ve uzun bir yol. Porselenin inceliği ve dayanıklılığı, seramikten daha üstün, bu yüzden ilk tercihim olmaya devam edecek gibi gözüküyor.
3
Doğadan gelen bir malzeme ile çalışmanın sana iyi gelen tarafları neler? Seramiğin en meditatif sanat olduğuna inanıyorum. Sadece kile dokunularak yapılmasından dolayı değil, aynı zamanda belli bir hareket döngüsü içerdiğinden meditatif bir eylem. Salt benliğinizle hiçbir şey düşünmeden saatlerce kalabiliyorsunuz. Bunu bilinçli olarak yapmıyorsunuz, kendiliğinden oluveriyor. Atölyeme girdiğim anda benim için zaman duruyor, hatta bazen çıkış saatini kaçırmamak için saat kurduğum bile oluyor. Bunun benim için doğal meditasyon ve ruhsal terapi olduğunu söyleyebilirim.
1
128
Bu sakinliğini günlük hayatta koruyabiliyor musun? Hem iş hayatında hem de sosyal hayatta beklenmedik bir durumla karşılaştığımda öncelikle bunu doğal karşılamaya ve soğuk kanlılığımı korumaya çalışırım. Genelde, yaşadığım şeyi mantıksal bir temele oturttuğumda işler daha az karmaşık ve dramatik görünür. Vakit kaybetmeden problemi çözmeye odaklanırım. Bu süreçte de hep pozitif düşünürüm ve enerjimi yüksek tutarım.
2
Ağırlıklı olarak sofra gereçleri tasarlıyorsun. İleride farklı türde koleksiyonlar hazırlamak gibi bir düşüncen var mı? Kendi ürettiğim porselen çamurunun yapısında değişiklikler yaparak ürünler tasarlamayı planlıyorum. Sofra takımlarına ek olarak dekorasyona yönelik ürünler, özellikle aydınlatma ürünleri de koleksiyonlarıma girebilir.
4
SOME WOMEN OF TABLEWARE DESIGN
ZEYNEP SARAÇOĞLU
Seramik sanatı son yıllarda daha çok konuşulur oldu. Bunun sebebi ne sence? Günlük gereçlere artan bir ilgi ve özen var. Hem ergonomik hem de estetik tasarımlar ilgiye paralel bir şekilde daha çok üretilmeye başladı. Birbirini takip eden güzel gelişmeler yaşanıyor. Biz de seramikçiler olarak kolları sıvadık.
1
Seramik, yaratma ve işleme süreci açısından ilginç bir malzeme; basit görünen zor bir doğası var. Evet, üretim biraz deli işi. Bir bardak üç kez fırına giriyor, toplamda 54 saat pişiyor ve üç kez elle rötuşlanıyor. Elde başlayıp rafa girme süreci neredeyse bir hafta sürüyor -tabii her şey yolunda giderse. Bu anlattığım rutin üretim. Denemeler ise çok daha farklı bir süreç; renk ve şekil olarak bir ürünü olgunlaştırmak aslında hiç bitmiyor.
2
130
Daniel Ramos Obregon, Outrospection serisinde dans ve seramik gibi iki farklı disiplini bir araya getirdi. Evrende her şeyin birbirine bağlı veya ilişkili olmasından yola çıkarak böyle bir karar verdiğini söylüyor. Senin tasarımlarının temelinde nasıl bir felsefe yatıyor? Tasarımlarımı satın alan insanlarda tıpkı bahar geldiğinde, doğanın uyanışına tanık olduğumuzda, içimizdeki yaşam sevincinin katlanarak büyümesi hissine benzer bir hissi yaratma kaygısıyla üretiyorum. Tercih ettiğim renkler, dokular ve tasarımlar bu hissi insanlara geçirmek üzerine temellendiriliyor.
3
Peki, Kulak Atöyle nasıl ortaya çıktı? İsim olarak eskiye dayanan ilginç bir hikayesi var; Mimar Sinan Güzel Sanatlar bölümü öğrencisi iken, bir gün rıhtımda yürüyordum ve heykel bölümünde mermerden dev bir kulak heykeli gördüm. Bu heykel beni çok etkiledi ve onun üzerine düşünmeye başladım. Yıllar sonra o kulak heykelini yapan heykeltıraş ile evlendim. Pınar Philliskirk ile hayalimiz olan seramik markamızı yaratırken de Kulak’tan daha anlamlı bir isim olamaz diye düşündüm. Beş yıl önce Balat’ta Kulak Atölye’yi açtık ve üretime başladık.
4
SOME WOMEN OF TABLEWARE DESIGN
ELİF ESMEZ
Çamur İşleri öncesi nelerle meşguldün? Üniversitede tasarım eğitimi aldıktan sonra kısa bir kararsızlık süreci yaşadım. İlk tasarım editörlüğünün ardından, aşçılığın beni mutlu edeceğini düşünmeye başladım. Ancak olaylar farklı gelişti. O dönemde Didem Şenol ile tanıştım. Lokantaların da tıpkı birer marka gibi ele alınması konusunda zihnim açıldı ve Gram’ı yaratan ekibin bir parçası oldum. Bir süre sonra ellerim üretmek için kaşınmaya başladı ve Gram için tabak tasarlayan seramik sanatçısı Mehmet Kutlu’nun atölyesinde seramik eğitimi almaya başladım. Şimdi de çeşitli projeler için seramik ürünleri tasarlıyorum.
1
132
Restoranlar ve aşçılar senin için doğru bir kanal olsa gerek. Lokantalar ve aşçılar için üretme isteğim, yemek tutkumdan geliyor. En son Omnivore yemek etkinliğinde Gram’ın şefi Esra Acar ile onun bir süredir kafa yorduğu güveç konusunda beni çok heyecanlandıran bir işbirliği yaptık.
3
Markan için yakın gelecekteki planların neler? Çamurla çalışmaya başladıktan sonra, o benim için hep ellerimde olsun dediğim bir malzemeye dönüştü. Özellikle Avanos’ta çömlek yapımında kullanılan kırmızı çamur ve torna ile tanışınca, kendimi bu alanda daha çok geliştirmek istediğime karar verdim. Evlerde, kafelerde ve restoranlarda işlerimi daha sık görmek ve seramik tasarımlarıma farklı malzemeler katarak yeni koleksiyonlar hazırlamak isterim.
2
Kahve dripper denemelerin nasıl gidiyor? Çok sayıda kahve işi yapan arkadaşım var. Onlar beni, ben onları gaza getirdikten sonra bardaklar, sütlükler ve kahve demlemek için dripper üretmeye başladım. Hatta çıkan ilk serileri Sade Dükkan ve Hamm Design’a koyduk bile. Şimdilik güzel gidiyor, yeni tasarımlar için çalışıyorum.
4
GÖSTERİ SPONSORU
, ROBERT VVILSON DANw XOXO The Mag’in katkılarıyla yayımlanmıştır.
Çağdaş tiyatronun dahi yönetmeni
yazan B E R T O LT B R E C H T müzik KURT WEILL yönetmen, sahne ve ışık tasarımı ROBERT WILSON
13-14 MAYIS ZORLU PSM ANA TİYATRO Tiyatro, dans, müzik ve tasarımın iç içe geçtiği kostüm, makyaj ve ışık kullanımıyla göz kamaştıran, çarpıcı bir yorum. DEĞERLİ İŞBİRLİĞİYLE
MEDYA SPONSORU
KONAKLAMA SPONSORU
Stockholm Tasarım Haftası’nda, genç ve gelecek vadeden tasarımcıların sergisi Greenhouse’un küratörlüğünü üstlenen ve genç tasarımcıların sektörden beklentileri üzerine istatistiksel bir çalışma hazırlayan Form Us With Love ile buluştuk. Ekibin kurucularından, Kreatif Direktör John Löfgren, tasarımda şeffaflığı ve yeni neslin verdiği sinyalleri anlattı.
Röportaj:
Dilek Öztürk Fotoğraf:
FUWL
134
FORM US WITH LOVE
Şu an İskandinav tasarımını dünyada bir arada görebileceğimiz en büyük fuardayız. İsveç tasarımını ya da İsveçli bir tasarımcı olmayı nasıl tanımlarsınız? Tabii ki bu kültür ve coğrafyaya ait bir aidiyetiniz var. Bence günümüzde İskandinav stili ile tasarım İskandinavya dışında daha çok yapılıyor. Bu; sadece tasarlamanın bir şekli, bir tercih. Bizim içinse bu, hiçbir zaman düşündüğümüz bir şey olmadı çünkü biz çocukluğumuzdan beri bu ortamın içindeyiz, bu kültüre doğduk, geldiğimiz yer bu. Tabii bazen İsveçliler de daha İtalyan ve hatta daha Hollandalı olabiliyorlar. Malum, bugün herkes internet üzerinden benzer verileri elde edebiliyor. Her kim istiyorsanız, o olabilirsiniz. Bu, elbette ki hem iyi hem kötü. Herhangi bir şeyi kültürüne bağlamak, bunu görmek güzel ve ilginç.
1
Bundan 10 sene önce bu fuarda gelecek vadeden bir tasarım stüdyosu olarak yer almıştınız. Şimdi ise fuarın Greenhouse bölümünün konsept tasarımı ve küratörlüğünü üstleniyorsunuz. Bu nasıl bir süreçti? Stüdyonun gelişiminin yanı sıra, sektörün gelişimini de okuyabildik. Deneyimimizin en ilginç tarafı da buydu. Okuldan yeni mezun olduğumuz dönemi; ne yaptığımız konusunda insanlarla iletişime geçtiğimiz, projelerimizi anlattığımız bir dönem olarak kullandık. Yeni mezunların ve genç tasarımcıların gelecekten ne beklediklerine dair en ufak bir fikrimiz yoktu. Bu yüzden, genç tasarımcıların sektörden beklentileri üzerine bir araştırma ve analiz çalışması yaptık, istatistikler oluşturduk ve verileri görsellere aktardık. İstatistik çalışması ile, aynı zamanda gelecek sene neler olabileceğini, nereye gidebileceğimizi de görmüş ve öğrenmiş olduk.
Geleneksel zanaat ve doğal kaynakları ne kadar kullanıyorsunuz? İsveç’in küçük bölgelerindeki okullara gittik. Burada girişimcilik için pek bir şansımız yoktu, sadece birkaç mekanik atölye imkanı vardı. Okuldan sonra ise önce küçük üreticilere ulaşmaya çalıştık, mobilya ürettik. Bu süreçten hemen sonra ise gündelik hayata yönelik çalışmalarımıza devam ettik.
4
Çalışmanızdan gözlemlediğimiz kadarıyla, genç tasarımcıların umutlarının azaldığı görülüyor. Hak etmedikleri rakamlarla çalışmaya hazırlar. FUWL’da da bir stajyerlik süreci var, siz bunu nasıl yönetiyorsunuz? Biz, çok şeffafız. Bu doğrultuda da bir maaş kademelenmesi var. İlk altı ayda ne bekleyeceğinizi, ne alacağınızı biliyorsunuz. Bizim için en önemli şey; bizimle staj yapan kişilerin burada kalmaları. Şu anda ekibimizde yer alan birçok tasarımcı da bu yoldan geçmiştir.
3
2
Westal - Facet
135
Tasarım etkinlikleri global arenada neredeyse ayda bir kendini tekrarlayan bir döngüye girdi. Markaların, tasarımcıların koleksiyonları aynı; sadece farklı sergi kurguları görebiliyoruz. Bir yandan hızlı tüketimi teşvik eden bir sektörde, tasarımcılar açısından o kadar da hızlı olmayan bir koleksiyon üretim süreci var. Bence bu konu hakkında farklı faktörler etkin. İletişim ve basın sektörü her zaman taze haberden yana. Bu sene biz haber konusunda çok aktif olmadık. Diğer taraftan, farklı tasarımcılar da dünyadaki bazı fuarlara özellikle ilgililer. Bence fuarların biraz daha çeşitli olmaya ihtiyacı var. Yoksa dediğiniz gibi sadece aynı ürün ama farklı standlar arasında kendinizi bulursunuz.
5
Display Blocks, TID Watches
Tasarım mesleğinin dili de değişti. Biliyorsunuz, tasarım esasında çok muhafazakar bir alanken, şimdi her şey açık kaynak kullanımına doğru evrildi. Bu anlamda bahsettiğiniz şeffaflığı, stüdyo olarak yöntemlerinizi anlattığınız bir kitap ile sunmanız çok değerli. Evet, kesinlikle. Belki bundan beş sene öncesine kadar bile durum böyle değildi. Şimdi insanlar bir şeyleri daha çok paylaşır oldular. Fuarla birlikte yayınladığımız kitap da, tasarım süreçlerimizi şeffaf bir şekilde açığa çıkaran bir yayın. Yaptığımız şeyleri nasıl yaptığımızı anlatmak bizim için önemli.
6
Plug Lamp, Ateljé Lyktan
136
Bu sene Greenhouse’daki yeniliklerden ilerlersek, malzeme inovasyonunun ya da formun fonksiyonu, fonksiyonun formu, hatta konseptin formu takip ettiği bir çizgi mi görüyoruz? Yaşadığımız dünyaya göre trendler şekilleniyor. Bugünkü dünya bu kadar sallantıdayken, yeniden doğaya dönüyoruz, teknolojik anlamda daha basit çözümlere gidiyoruz. Bu, kesinlikle bir trend ve bunu mobilyada da gözlemleyebiliyoruz. Bugün çok şeffaf olmanız gerekiyor, çünkü birlikte çalıştığınız kişiler tüm yanıtları istiyorlar.
7
SB Seating – Noor
MARTTA SALON’DA
10 Mart Perşembe 20.30
16 Mart Çarşamba 21.30
17 Mart Perşembe 21.30
18 Mart Cuma 22.00
30 Mart Çarşamba 21.30
XOXO The Mag’in Mag’in katkılarıyla katkılarıyla yayınlanmaktadır. XOXO The yayımlanmıştır.
9 Mart Çarşamba 21.30
JOANNA KUCHTA CANDY KEN Pembe ve altın tonlarının Röportaj:
Olga Şerbetcioğlu Fotoğraflar:
Hana Knizova Moda Editörü:
Sabrina Henry Saç:
Davide Barbieri Makyaj:
Bea Sweet Fotoğraf Asistanı:
Misha Ko Moda Editörü Asistanı:
Andrea Villanueva
138
hakimiyetinde, sevimlilik dozu had safhada yüksek bir dünyanın ayrı diyarlarında Joanna Kuchta ve Candy Ken huzur içinde yaşarlarken, onları birkaç saatliğine sosyal medyadan alıkoyup Hello Kitty’yi kadrajdan çıkarıyoruz.
139
Joanna, bir daha pembe herhangi bir şey giyemeyecek olsan ne yapardın? JK: Bebek mavisi giyerdim.
5
Candy Ken, senin bu Hello Kitty obsesyonun nereden çıktı? CK: Bir gün aklıma Hello Kitty sticker’larını yüzüme ve vücuduma yapıştırmak geldi. Kaslı kollarla sevimli sticker’ları birleştirmek gibi birbiriyle uyuşmayan, absürt kombinasyonlar yapmayı seviyorum. Bunların arasında beyaz bir çocuk olup, altın renkte takma dişler takmak veya spor salonuna pembe ojeli tırnaklarla gitmek de var. Mesela ben sıska bir çocuk ya da kız olsam, yaptıklarım bu kadar ilgi çekmeyebilirdi. Ama bu halimle böyle kombinasyonlar yapınca, insanlara sanki yeni bir şey yaratıyormuşum gibi geliyor.
6
Candy Ken, dünyaya, insanları sıkıcı hayatlarından kurtarmak için geldiğini iddia ediyorsun. Planın ne? CK: İnsanlara, içlerine kapanmaktansa daha özgür olabileceklerini göstermek istiyorum. Çünkü onların günlük hayatlarında ve işlerinde sıkışıp kaldıklarını görüyorum. Belki daha özgür olmak istiyorlar, ama toplum baskısı ya da arkadaşlarını kaybetme korkusundan kendileri olamıyorlar. Çok paran, mükemmel bir eşin ve evin olsa bile, eğer kendin değilsen, mutlu olamazsın. Ben de, sıradışı yaşayarak ve görünerek, insanlara ilham vermek, dünyayı daha renkli bir yer yapmak istiyorum.
1
Joanna, senin böyle bir iddian var mı? JK: Ben de onun sıkıcılıktan kurtardığı dünyayı sim ve çiçeklerle donatıp, daha da güzel bir yer haline getireceğim.
2
140
Çekim nasıl geçti? CK: Çok keyifli ve profesyonelceydi. Joanna’yla aramızda mükemmel bir uyum oluştu. Bir de normalde böyle çekimlerde uzun modeller beklersin, ama ikimiz de minyon tipleriz, bütün ekip bizden uzun olduğu için ortaya komik bir görüntü çıktı.
3
İkinizin de kısa olmasından başka ortak özelliğiniz var mı? JK: Jakob gibi ben de Hello Kitty’yi, pembeyi ve sevimli olan her şeyi çok seviyorum. Aslında ben, Candy Ken’in sahip olabileceği ideal Barbie’nin vücut bulmuş haliyim. CK: İkimiz de fazla sevimli paylaşımlar yapıyoruz. Mesela Kawaii ve prenses temalı ya da rengarenk fotoğraflar. Özellikle pembe ve altın renkler ortak noktamız.
4
Kawaii’den ve Japon kültüründen başka seni etkileyen şeyler var mı? CK: Koreli grupların müzik videoları ve Nasir Mazhar, Jeremy Scott, Nicola Formichetti gibi tasarımcılar bana çok ilham veriyor. Özellikle Scott’ın Moschino koleksiyonları en sevdiklerimden.
7
141
142
143
144
19 yaşında bu kadar popüler olmak sana iyi geldi mi? JK: Gerçekten ünlü bir insan olduğumu düşünmüyorum bu yüzden üzerimde herhangi bir sorumluluk da hissetmiyorum. En azından Kylie Jenner’ın hissettiği gibi bir şey hissetmediğime çok eminim. İnsanların, başka insanları inandırmak için, sahip olmadıkları bir kişiliğe bürünmesi fikri hiç hoşuma gitmiyor. Ama beni takip eden pek çok insanın bana bakıp, toz pembe bir dünya hayal ettiğini biliyorum ve bu yüzden olabildiğince uygun bir örnek olmaya çalışıyorum. Günlük hayatımda gördüğüm kusurları ve olumsuz şeyleri yansıtmak yerine işe her zaman pozitif bir açıdan bakmaya çalışıyorum. İnternetin insanlara verdiği özgüven yüzünden çok önyargılı ve eleştirel olduklarını biliyorum, bu yüzden olabildiğince açık görüşlü olmaya çalışıyorum.
13
8
İnsanlar sana, ‘’Nasıl böyle giyinebiliyorsun?’’ diye sorduklarında onlara ne
diyorsun? CK: Bir gün New York’ta JFK havaalanındaydım ve polis memurlarından biri gelip en sevdiğim rengin pembe olup olmadığını sordu. Ben de ona maviyi sevip sevmediğini sordum, çünkü üniforması maviydi. Sonra ikimiz de güldük ve sohbet etmeye başladık. Böyle insanlarla konuşmayı seviyorum, onlara karşı hep kibar olmaya çalışıyorum. Çünkü herkesin benim gibi böyle çılgın giyinmesini bekleyemem. Bir bankada çalışıyorsan tabii ki belirli bir şekilde giyinmen gerektiğini anlıyorum. En son ne zaman normal kıyafetler giyip normal davranmıştın? CK: Sanırım iki yıl kadar önceydi.
9
Joanna, Y jenerasyonu için alternatif bir isim üretir misin? JK: Smol Jenerasyonu!
11
O ne demek? JK: Erkek arkadaşım bana ‘Smol’ diye sesleniyor. İngilizce ‘small’ gibi, ama onun çok daha tatlı bir versiyonu.
12
Herhangi bir günde moralinizi ne bozar? JK: Kötü ve negatif insanlar. Sosyal medyada ön planda olma sebeplerimden birisi, sahip olduğum pozitif enerji ve insanların bana kaba davranarak mutsuzluk aşılamaya çalışmasına tahammül edemiyorum. CK: Genelde moralim hep yüksektir. Ama eğer spor salonunda zaman geçirmezsem, o günüm kötü geçer. Bir de moralimi bozmak isteyen sıradan kızlarla uğraşırsam günüm pek iyi geçmiyor. Eğer verimli bir gün geçirmemişsem de moralim bozuluyor. Kesinlikle gün içerisinde koşuya çıkmak egzersiz yapmak olsun, vücudumla ilgili bir şeyler yapmam gerekiyor. Bir diğeriyse işim için video ya da fotoğraf çekimi ayarlamak. Kendimi ifade edebileceğim şeyler yapmıyorsam, o günüm iyi geçmiyor anlayacağın. Kreatif verimlilik bana en çok zevk veren şey diyebilirim.
10
145
146
147
Peki kötü selfie nasıl olur? CK: Bence her şey ışıkla alakalı. Gün ışığı bir selfie için en iyisidir. Geceleri ise kalite düşer. En kötüsü ise bence gece kulüpleri! O karanlıkta flaşsız bir fotoğraf makinesi olmadan kesinlikle selfie çekmemelisiniz. JK: Eğer kendini güzel hissediyorsan, çektiğin selfie’ler de güzel demektir.
18
Joanna, paylaştığın bazı fotoğrafların yayından kaldırılmasına ne diyorsun? JK: Paylaştığım fotoğraflar bence hiç de müstehcen değil. Instagram’daki insanlar beni o kadar çok kıskanıyorlar ki, fotoğraflarımı görmeye tahammül edemiyorlar ve fotoğraflarımı silerek beni ortadan kaldırmaya çalışıyorlar, hepsi bu.
15
İkiniz önceden tanışsaydınız, yakın arkadaş olur muydunuz? JK: Kesinlikle. Ben bu ikilinin daha sakin olan üyesi olurdum ama bir araya geldiğimizde muhtemelen ağaçlara tırmanıp çılgın şeyler yapardık. CK: Evet. Bunu, çekim bittikten sonra birlikte uçak beklerken fark ettik. Beraber beklerken yanımda getirdiğim sticker’larımla onu bir Candy Ken kızına çevirip selfie’ler çektik.
16
Günde kaç saatiniz internette geçiyor? JK: İnternette ne yaptığıma göre değişiyor. Yarım saat gibi kısa bir vaktimi harcadığım da oluyor, beş saatten daha uzun süreler geçirdiğim de. CK: Nerede olduğuma göre değişiyor. Evdeysem saatler geçiriyorum, genelde günümün bir saati maillerime, bir saati Snapchat’e, iki ya da daha fazla saati de Instagram’a gidiyor. Ama tabii bu saatler gün içine yayılıyor. Mesela on dakika internette oyalandıktan sonra spor yapıyorum, sonra tekrar geri dönüyorum. Ama eğer fotoğraf çekiminde ya da seyahatteysem bu saatler azalıyor.
14
148
Günde kaç selfie çekiyorsunuzdur? CK: Sanırım çok fazla. Ama selfie çektikçe stilinin nasıl ilerlediğini de görmüş oluyorsun. Kendine baktıkça poz verme kabiliyetin de gelişiyor. Ben herhalde günde yaklaşık altmış dokuz selfie çekiyorumdur. JK: Tahmin ettiğinizden çok daha az çekiyorum. Aslında selfie çekip kendi fotoğraflarımı paylaşmak yerine, giydiğim kıyafetlerin detaylarını ve etrafımda gördüğüm güzel şeylerin fotoğraflarını paylaşmayı tercih ediyorum. Ama bu aralar Snapchat’te saçma sapan surat ifadeleri yapıp, bolca selfie çekiyorum. Hatta tuvaletteyken bile fotoğraf çektiğim oluyor.
17
İnternet dışında neye bağımlısınız? JK: Cep telefonum, simli ve parlak her şey, Sims 4, fotoğraf çekmek ve rahatsız edici olmak. CK: Spor salonuna gitmek. Her gün egzersiz yapıyorum, eğer yapamazsam da çok huysuz oluyorum.
19
Sosyal medya furyası sona erdiğinde ne yapmayı düşünüyorsunuz? CK: Yaratıcı insanlarla çalışmaya ve videolarıma devam ederim diye düşünüyorum, çünkü asıl amacım bu. Oyunculukla da daha fazla ilgilenmek isterim. JK: Moda dünyasına dair görsel her türlü işi yapabilirim. Son zamanlarda oyunculuk yapmak istediğime de karar verdim. Bazen, insanlara küçük yalanlar atıyorum. Yalan atma işini paraya dönüştürebilirim.
20
149
Tesadüfen ortaya çıkan pratik fikirler kervanına Hairmod’u da ekleyiniz. İşbu aplikasyonun, sektörün dijitalleşmesi, saç trendlerinin sosyal medyada duyulması gibi ulvi amaçları var. Caner ve Cem Uluer, Bertan Teberci ve Emre Kıramer’den mütevellit Hairmod takımı şimdilerde uygulamalarını yurtdışına taşımaya hazırlanıyor.
Röportaj:
Eralp Uğur Fotoğraflar:
Mustafa Nurdoğdu
150
HAIRMOD
Sahi, saç stillerine dair bir uygulama yaratma fikri nereden çıktı? EK: Bu uzum zamandır aklımda olan bir fikirdi ve hayata geçirilmeyi bekliyordu. Geçtiğimiz sene Caner ile bir araya geldiğimde ve ortak bir paydada buluştuğumuzu görünce, bu oluşum süreci hız kazandı. CANER ULUER: Hairmod fikri aslında basit bir ihtiyaçtan doğdu. Önemli bir toplantı dolayısıyla kuaföre gittiğim bir gün, kuaförün hınca hınç dolu olması sebebiyle saçımı yaptıramadım ve gerçekten zor durumda kaldım. ‘Bu sorunu çözen bir uygulama vardır belki’ diye düşündüm, ama uzun arayışlarımın ardından, bu sorunu çözen bir uygulama olmadığı gibi; benzer uygulamaların da saç ve makyaj kadar önemli bir konuda kullanıcılara yeteri kadar yardımcı olmadığı sonucuna vardım. Hairmod böylece ortaya çıktı.
3
Emre, sence en zor saç nedir? EMRE KIRAMER: Mutsuz bir kadının saçı.
1
İşletme okuduktan sonra, aile mesleğini devam ettiriyor olmayı sorguladığın zamanlar oluyor mu? EK: Bu durumu pek sorgulamıyorum aslında. Yurtdışında eğitimimi tamamlarken, saç ve makyaj sektörünün, büyük yatırımlar yapılabilecek, oldukça geniş bir sektör olduğunu fark ettim. Erdem Kıramer ismini, başlı başına bir markaya dönüştürüp, sektörün standartlarını yükseltip, Türkiye’de sektörü geliştirmeyi hedefledik. Akademi ve Makas salonlarıyla birçok değişikliğe imza attık ve insanların bu konuda bilinçlenmesini sağladık. Her ne kadar basit bir süreçmiş gibi bahsetsem de bu köklü değişim yaklaşık 15 sene sürdü ve bu değişim bizi Hairmod’a kadar getirdi. Marka sahibi ve girişimci olarak, geçen bu uzun süreden sonra, hem kendimizi hem de markamızı tercih edenleri tatmin etmek için yeni çözümler peşinde koşmaya devam ediyoruz.
2
Emre Kıramer
Uygulamayı yurtdışına taşımak için hazırlık yapıyorsunuz. Kendinizi global pazara açılacak kadar hazır hissediyor musunuz? BERTAN TEBERCİ: Aslında Hairmod başından beri global bir proje olarak tasarlandı. Bu projeyi Türkiye’de başlatmamızın bazı temel sebepleri vardı. Bunlardan birincisi, uygulamayı kullanan moda editörlerine, kuaför salonlarına ve bizi tercih edenlere olan yakınlığımız; ikincisi ise, Türkiye’deki saç ve makyaj sektörüne olan inancımızdı. Bugüne kadar yaklaşık 70 bin kullanıcıdan elde ettiğimiz geri bildirimler ile Hairmod’u yurtdışına açmaya hazır olduğumuza inanıyoruz. Tüm Hairmod kullanıcıları açısından saç ve makyaj paylaşımlarını herhangi bir dil engeli olmadan keşfetmenin ve yapılan stillerle tüm dünyaya ilham vermenin eşsiz bir deneyim olacağını düşünüyoruz.
4
151
Emre, babanın sana söylediği ve bu süreçte işine en çok yarayan nasihat nedir? EK: “Hayatın süreçlerine, kendine inan ve çok çalış.”
6
Caner Uluer
Hairmod’un bağımsız kuaförleri Uber’leştireceğini söylerken, tam olarak neyi kastediyorsunuz? CEM ULUER: Uber’leşme kavramını kullanırken kastettiğimiz şey, sadece kuaför salonlarından ve moda editörlerinden randevu almaya yarayan bir uygulama yaratmadığımızın altını çizmek. Biz sektörün dijitalleşmesi ve liberalleşmesindeki en önemli adımlardan birini attığımıza inanıyoruz. Trendleri, tüketicilerin, saç ve makyaj profesyonellerinin belirlediği, reklam gücünden çok, yapılan işlerin ön planda olduğu, modanın bir ülkeden diğer ülkeye dakikalar içerisinde sıçrayabileceği bir dünya tasarladık. Müşteriye ulaşma konusunda büyük zincirler kadar, bağımsız saç ve makyaj stilistlerinin de söz sahibi olduğu liberal bir ekonomi oluşmasına katkıda bulunacağız.
7
Cem Uluer
Peki bu ekip nasıl bir araya geldi? EK: Yaptığımız ilk toplantıda, Caner bana sadece Hairmod’u değil, ekibi de tanıttı. Öyle hızlı bir kaynaşma süreci atlattık ki, sahip olduğumuz heyecan, Hairmod’un elde ettiği başarıdaki en büyük etken haline geldi. CU: Hairmod ekibi, birbirini tamamlayan ve hedefe yönelik adımları beraber atabilen bireylerin bir araya gelmesiyle kuruldu. Kurucu ortaklar olarak hepimiz kritik görevleri üstleniyoruz. Bertan, uygulamanın geliştirilmesinden sorumlu ve teknik ekibin liderliğini yapıyor. Cem, operasyonel kısmı yönetiyor ve finanstan sorumlu. Emre, gerek sektörel bilgisi, gerekse uygulamanın tasarım dili konusundaki katkılarıyla ekibin ayrılmaz bir parçası. İşin ilginç tarafı, bu ekibin dünyanın dört bir yanından, farklı şehirlerden bir araya geliyor olması. Tasarım Paris’te, iş geliştirme Münih’te, operasyon İstanbul’da ve finans Zürih’te yürütülüyor ve bu durum bizi, halihazırda global bir ekip haline getiriyor.
5
Geçmişten bir saç modeli günümüze dönecek olsa, hangi yıllara şans vermek isterdiniz? EK: Kesinlikle 60’lı yılların rock müziğiyle doğan saç modellerini geri getirmek isterdim.
8
Bertan Teberci
152
EVENT MANAGEMENT
PUBLISHING
CONCEPT DESIGN
BRAND PLATFORMS
AND ANYTHING COOL
FOR MORE FACEBOOK.COM/COISTANBUL 123@COISTANBUL.COM +90 212 2590669
LAURA SFEZ Röportaj:
Zeren Reha Fotoğraflar:
Isaac Sterling
Laura’dan, bu kez XOXO için, kıyafetlerini deneyip, evde öylesine dolaşmasını istedik. Isaac de oradaydı.
154
Paris’in vurdumduymaz ve seksi stilini L’Ecole des Femmes ile Los Angeles’a kadar taşıyan Laura Sfez kendine on üzerinden on veriyor, ve bize bunun nedenini anlatmakla birlikte yatakta ne giydiğinden Molière’e kadar birçok şeyden bahsediyor.
155
Yatakta ne giyersin? Hiçbir şey. Hangi mevsim olursa olsun, yatakta hiçbir güç bana bir şey giydiremez. Kendimi olabildiği kadar rahat ve özgür hissetmek istiyorum ve kıyafetlerle uyuma fikrini anlayamıyorum. Küçükken de hiç sevmezdim. Ama bornoz giymeyi çok seviyorum. Bir gün kendi bornozumu tasarlamayı da çok isterim. Aklımda bir şeyler var.
4
1’den 10’a, ne kadar seksisin? Bana göre ben bir 10’um. Çoğu kadın 10’dur ama bunu bilmez. Bu arada bence klasik 10 kavramı yanlış, çünkü mükemmelliği ima ediyor. Gerçek 10’luk bir kadın, her zaman öyle görünmez. Bu, kendi görünüşüyle barışık olmasından ve dışından çok, içinin daha enteresan olmasından kaynaklanır. Benim de iç güzelliğim, ne kadar hatalar olsa da, her zaman tam puan alır. Görüntüm ifadelerimden daha önemli değil. Merak ve duygularım olmadan ben sadece bir modelim.
5
Laura, Paris mi Los Angeles mı? Paris. Aslında orada yaşamak çok zor, neredeyse bütün bir yıl boyunca yağmur yağıyor ve insanlar “la gueule” diye adlandırılan asık suratlarla geziyor. Ama Los Angeles da matah bir yer sayılmaz. Kültürden mahrum, havası kirli ve trafiğin yoğun olduğu bir şehir. İyi tarafı, bütün yıl güneşli ve işim de ailem de burada. Neyse, benim için ideal olan iki şehre de arada bir gitmek.
1
Bugün kahvaltıda ne vardı? Tereyağlı ve şekerli yulaf ezmesi, yeşil çay ve büyük boy hindistancevizi suyu.
2
Evde kıyafetlerini deneyip, öylesine dolaştığın oluyor mu? Tabii ki. Zaten yaptığım iş de bu. Çektiğim her selfie elbiselerimle oynarken çıkıyor. Sigara içiyorum, iyi bir müzik açıyorum ve elbiselerimi deniyorum. İşgal ettiğim her oda bana deli bir bilim adamının laboratuarıymış gibi geliyor. Bu şekilde sonsuza kadar oynayabilirim.
3
156
İç çamaşırları hakkında ne düşünüyorsun? Çok seviyorum onları, hatta bu aralar sutyen setleri hazırlasam mı diye düşünüyordum. Yeni çıkacak transparan üstlerimiz iç çamaşırı kategorisine giriyorlar denilebilir. Tül gibi incecik sadelikleriyle erotik ve benzersiz görünüyorlar. Pamuk fistolu sutyenler de yapmak çok istiyorum. Bence beyaz pamuklu iç çamaşırları çok taze, saf ve feminen duruyor.
6
Kaç tane jartiyerin vardır? Hiç yok. Ama bir türlü vazgeçemediğim, jartiyerli eteklerimden fazla sayıda tasarladım. Jartiyerlerin genişliğiyle ve bel kısmının yüksekliğiyle oynamayı seviyorum. Jartiyerli eteklerin cepleri varsa bu daha da çok hoşuma gidiyor. Koyu uzun çoraplarla eşleştirdiğimde de, bana kendimi çok daha genç hissettiriyorlar.
7
157
158
Molière’in L’Ecole des Femmes’ı seni çok etkilemiş olmalı. Paris’te okula giderken okumuştum. Bu isim kulağa çok hoş geliyor, ama ben Kadınlar yerine Eşler Okulu tanımını tercih ediyorum. Yetişkin kadınlar için okullu kız üniformalarını feminen ve klasik parçalar şeklinde yorumlamak istiyordum ve markam için bu ismin güzel olabileceğini düşündüm.
8
Markanın konseptine nasıl karar verdin? Aslında ciddi anlamda hiç düşünmedim. 25 yaşımdan beri her şeyi spontane ve doğallıkla yapıyorum. Konsept, klasik feminenliğe ve kültüre olan sevgimden geliyor.
9
Tasarlarken yeni trendler umurunda oluyor mu? Bugünkü modaya bakmaktan hoşlanıyorum, ama artık bir tasarımcıyı göreceğim diye zahmetlere girmiyorum. Modada artık kimse beni çocukluğumdaki gibi heyecanlandırmıyor. Zaten çoğu trendi, klasik parçalardan oluşmuyorsa, sevmiyorum. Üzücü ama artık fotoğraflar, modeller ve kıyafetler ilgimi çekmiyor. Aynı şey filmler için de geçerli, onları da pek takip etmiyorum. Bunların yerine güzel ve derin olan geçmişe dalıp gidiyorum.
10
Stil ikonun var mı? Bence Brigitte Bardot’nun kusursuz bir zevki ve stili vardı. Yıllar boyu klasik ve feminen kaldı. Onun güzellikteki çeşitliliğini de çok seviyorum; bir balerin zarafetinden sıyrılıp, isyankar bir kadına dönüşebiliyor. İnsanlar onu ırkçı bir itibarı olduğundan şüphelenip zaman zaman irdelediler, ama burada önemli olan Bardot’nun politik biri değil, güzellik ikonu olması. Bir de altın zincir, açık yaka gömlek, YSL ceket ve jean’leriyle Serge Gainsbourg’un stilini de çok seviyorum.
13
İnsanların tasarımlarını aldığını görüyorsun ama onları giydiklerini göremiyorsun. Kıyafetlerini giyenlerden nasıl geri dönüşler alıyorsun? Genelde müşterilerimden mutlu ve pozitif mesajlar alıyorum. Ayrıca bir sipariş verildiğinde yazılan notlar da çok güzel oluyor. Diğer markaların bu kadar samimi mesajlar aldığını düşünmüyorum. Kendimi çok şanslı hissediyorum. İnsanlar bana hep saygılı ve nazik davranıyorlar.
11
Kesinlikle onsuz yapamadığın bir giysi? İyi kesimli bir trençkot. Gittiğim her yere mutlaka yanımda götürürüm. Değişkenliğini çok seviyorum. Topuklu ayakkabıyla bir elbise gibi giyilebiliyor, ya da bir jean’le de hayat kurtarıyor. Eğer bir film çekseydim, içinde mutlaka trençkot olurdu.
14
L’Ecole des Femmes’ı başka şehirlerde de açmayı düşünüyor musun? Mesela İstanbul olabilir. Bir kere önce İstanbul’u ziyaret etmeyi kesinlikle istiyorum. Babam ziyaret ettiğinde hayran kalmıştı, ve orada yediği kruvasanlardan bahsedip durdu. Hatta kruvasanları Türklerin icat ettiğini iddia ediyordu. İstanbul’da sizinle tekrar bir çekim macerası da yaşamak isterim tabii.
12
159
160
161
162
163
MIDI BOOT. Bu sezon bilekte biten Chelsea’lerle baldırınıza uzanan fetiş botlar arasında pinpon oynamaya ara verebilirsiniz. Zira sezonun kuralları orta noktada durmanızı salık veriyor. Moda dünyası henüz tehlike arz etmeyecek miktarda odağını 90’lardan 2000’lere çeviriyor ve dönüşüm botlardan başlıyor. Dior’un Francesco Russo işbirliğinden doğan latex botlarıyla başlayan midi akımı, moda haftaları boyunca görülmeye devam ederken, Dior ve Russo çalışmasının fetiş kullanımları giderek azalıyor ve botların boğazları genişlemeye başlıyor. Flare jean’lerinizle, mini eteklerinizle ve cigarette pantolonlarınızla tüketiniz. YSL MUSEUM(S). Yves Saint Laurent’in dehası ve halihazırda günü etkileyebilen moda anlayışı, geçtiğimiz sene adına çekilen iki filmin ardından, 2017’de açılacak iki farklı müze ile paylaşılmaya devam ediyor. Paris ve Marakeş’te açılacak müzelerin arkasındaki isim ise Pierre Bergé- Yves Saint Laurent Foundation’dan başkası değil. Paris’te 5 Avenue Marceau, Marakeş’te ise Rue Yves Saint Laurent’de konumlanacak müzelerin lokasyon seçimleri ise açıklama gerektirmeyecek kadar aşikar. Studio KO’nun yapımını üstleneceği müzelerde, Pierre Bergé-YSL Foundation’a ait 5.000’in üzerinde haute couture tasarımı ve 15.000’in üzerinde aksesuar ve çizim sergilenecek. A SNEAKER BUNNY. Helsinki’den Taylor Swift, Susie Bubble, Coco Rocha ve Cara Delevingne’in gardıroplarına uzanan Minna Parikka, kendi adını verdiği ayakkabı markasıyla eğlenmeyi zorunlu kılıyor. Erkek egemen sneaker dünyasına dil çıkararak tasarlayan Minna, giyinirken göz alıcı ama minimal bir şekilde ‘girly’ olmanın hiçbir sakıncası olmadığını savunuyor. Tasarımcının tavşan kulaklı sneaker’larına halihazırda aşina olduğunuzu var sayıyoruz ve Charlotte Olympia ile Anya Hindmarch’ın estetiğini yekte buluşturan koleksiyonun devamına bakmanızı salık veriyoruz. 164
WEBER’S MEN&WOMEN. Londra’nın en hip yayın evlerinden biri olan Idea Books, Bruce Weber’in en nadir bulunan işlerinden Men&Women’ı geri getiriyor. 1983’te Japon modaevi Nicole için çekilen kampanya fotoğraflarından oluşan, yine marka tarafından basılan ve ardından kayıplara karışan kitapta, tanıyacağınız sadece iki fotoğraf bulunuyor. Geri kalanında Weber’in hiç basılmamış işlerine ev sahipliği yapan Men&Women Bruce Weber estetiğinin temellerine bir yolculuk vadediyor. Stylist kredisinin verilmediği kitap, açılışını Bruce Weber’in imzasıyla yapıyor. HEPSİ BİR ARADA. Bang & Olufsen, yeni ses sistemiyle evde müzik dinleme deneyiminizin kalitesini yükseltmeyi amaçlıyor. 1 metre genişliğinde duvara da monte edilebilen BeoSound35, bulunduğu alanı kaplayabilen bir ses teknolojisine sahip olmakla birlikte, Bang & Olufsen’e özgü tasarım özelliklerini bulunduruyor. Dolayısıyla kendisini stereodan çok modern bir esere benzetebilirsiniz. Ama aslında o, radyoya ve Spotify’a ya da müzik koleksiyonunuzun bulunduğu herhangi bir hard diske bağlanabilen, Bluetooth kumandalı ve kendi uygulamasına sahip, hepsi bir arada bir ses sistemi. SOS CHANEL! Chanel’in kozmetik ekibi odağını hassas ciltlere çeviriyor ve Dr. Amy Weschler’in önderliğinde on hammadde ile soruna çare buluyor. Fonksiyonunu direkt adına yansıtan La Solution 10 De Chanel, şehir hayatının ciltte yaratığı tüm negatif etkileri küçük bir damlasıyla silmeyi öngören karışımının kalbinde Needle çayını saklıyor. On içeriği tek tek seçilen formül; alkolsüz, parfümsüz, yağsız yapısıyla da doğallığının altını çiziyor. Nemlendirmenin yanında kırışıklara karşı da savaşan bu karışım beş yıllık bir çalışma sürecinin sonunda üretiliyor. Ve tabii ki bu mucize içerik Chanel’in ikonik şişesinde albeni seviyesini katbekat artırıyor.
ARABAM ELASTİK. Chris Labrooy arabaları evirip çevirmeden duramıyor. Tabii dijital olarak. ‘Tales of Auto Elasticity’ serisinde bu sefer Japon markalar bulunuyor. ‘Tokyo’ adını verdiği ve Honda NSX, Datsun 240Z, Datsun Skyline GT-R ve Toyota AE86 modellerini elastik bir oyuncak gibi büktüğü arabalar, daha önce Pick-Up kamyonlarını yamulttuğu serinin ikinci ayağını oluşturuyor. Aynı zamanda Pikachu ve Sonic gibi çocukluğumuzun çizgi film kahramanlarına da yer verdiği tasarımlar bizi geleceğin Neo-Tokyo’suna ışınlamayı ve Japonya’nın araba ve animasyon kültürünü bir araya getirmeyi, alışılmışın dışında bir tarzla başarıyor. PARIS TAKES NEW YORK. Teknolojinin giyilebilir halini akıllı telefonların ufak versiyonlarıyla sınırlı tutmayan modaevleri, aktif spor kıyafetlerini moda sektörüne enjekte ederek, sıradışı kapsül koleksiyonlarla karşımıza çıkıyorlar. Doğal hayat şartlarına dayanıklı kumaşların, sokak stilinin aranan yıldızı olmaya yüz tuttuğu yeni sezonda, bahsi geçen kıyafetleri A.P.C ve Outdoor Voices işbirliği sonucunda çıkan koleksiyonda görebilirsiniz. Paris menşeli markanın New York çıkartması sonucunda, iki farklı duruşun bir araya gelmesiyle birlikte, Parizyen moda algısını ve minimalizmi ortak payda olarak alınız, su geçirmez yağmurlukları, hoodie’leri ve sweatpants’i aklınızın bir köşesinde tutunuz. TISCI’S DUNK LUX HIGH. 2014’teki Nike x Riccardo Tisci işbirliği için ne kadar heyecanlandığınızı hatırlıyor musunuz? Tam olarak aynı ekstaz haline geri gidin, zira iki isim yeniden güçlerini birleştiriyor. Nike’ın aynı anda niş ve ana akım olmayı başaran Dunk modeli Riccardo’nun çalışma masasından geçiyor. İlk kez 1985’te mağazalara vuran Nike Dunk, uğradığı değişimlerin üzerine, Riccardo Tisci logosuna da ev sahipliği yapıyor. Hem basketbol hem de kaykay fanlarını yörüngesinde döndüren tasarımın Tisci yorumu için; nike.com/nikelab.
THE ACCIDENTAL FOLD. Kameranın önünde olduğu kadar deklanşörün ucunda da yetenekli olduğunu 2014 yılında National Museum of Scotland müzesindeki sergisiyle kanıtlayan Saskia de Brauw bu kez matbuya el atıyor. İlk kitabıyla kişisel fotoğraf çalışmalarını paylaşan Brauw, sokakta bulduğu objeler üzerinde origami doğaçlamaları yapıyor. Not: Fotoğrafçı ve tasarımcı Erik Haberfeld’le beraber hazırladığı kitabında kullanılan her obje bulunduğu yere geri konmuş. HERMES JUNGLE. Hermès, ilk olarak 1937’de kadınların gardıroplarına dahil ettiği meşhur ipek ‘carré’lerini kanvas olarak kullanmaya devam ediyor ve yeni serisinde Afrikalı sanatçıları ağırlıyor. Jenerasyonlar arası stil bağını sıkı tutan carre’ler modernizmini ve sanatseverliğini bu kez Zulu, Zimbabwe ve Sotho’lu sanat kolektiflerini ipek eşarplarında buluşturarak gösteriyor ve coğrafyanın dikte ettiği üzere odağını doğaya çeviriyor. Sekiz farklı renk kombinasyonuyla gelen serinin, her zamanki gibi, 140x140, 90x90 ve 70x70 boy seçenekleri mevcut. LE BENEFIQUE. 3. jenerasyon kahve kültürünün içinde kafein limitlerinizi zorlarken çay kültürünün de akıma dahil olduğunu hissetmeye başlayabilirsiniz. Niş çay çeşitleri ve görece azaltılmış kafein miktarıyla birçoklarının yeni seçeneği olacak çaylar için yeni bir adres de 37 Rue des Petites Ecuries’de beliriyor. Le Benefique, meşhur bitki çaylarını bildiğiniz halinden çok öteye taşıyor. Çayın doğallığını hiçbir paketleme kullanmadan tek kullanımlık çubuklar halinde sunan markada kralın tarafını ya da sultanın safını seçebilirsiniz. Çayınızın yanına eşlik etmesi için artizanal Türk lokumlarından da denemeyi es geçmeyiniz. Yolu Paris’e düşenlere... 165
DOLGU TOPUK. Moda dünyası dahilinde dolgu topuk her daim soru işaretiyle biten bir tasarım oldu. Kraliçe Elizabeth dahil birçok kadının gardıroplarından (Kraliçenin durumunda her türlü Kraliyet davetinden) men ettiği tasarımlar önümüzdeki sezonda Chanel’den geçer not alıyor. Üstelik Karl’ın iflah olmaz trend inisiyatifinde couture koleksiyonlarına geçiş yapıyorlar. Markanın alametifarikası siyah burunlu bej tasarımı mantar dolgu topuklar üzerinde deneyimleyen Karl’ın bu dolgu topuk çalışmasına en çok Kate Middleton’ın sevineceğine bahse varız. X GIRL IS BACK. 90’ların güncel yorumları bulduğu her aralıktan el sallarken bir selam da New York City’den geliyor. 11 senedir Supreme çatısı altında çalışan Erin Magee, bağımsızlığını ilan ediyor ve markası MadeMe’yi kuruyor. Supreme’in anlayışını daha feminen ve daha umursamaz bir tarifle yorumlayan Erin, bu vesileyle de 90’ların X Girl’ünü geri getiriyor. Şimdiden Rihanna ve Miley Cyrus’ın radarına takılan marka, kaykay kültürünün feminen tarafına da ışık tutuyor. Courtney Love, Kim Gordon ve Kathleen Hanna’yı şimdiki zamanda çalkalamak isteyenlere gelsin. DIOR KALEIDOSCOPES. Dior Jewellery’nin Kreatif Direktörü Victoire de Castellane, çocukluk anılarına dönüyor ve Dior’un kaleydoskopik koleksiyonunu hazırlamadan önce annesinin mücevher kutusunu karıştırdığı günleri hatırlıyor. Koleksiyonun adı için de bizat Christian Dior’un çocukluğuna göndermede bulunan Castellane, yeni serinin adını Dior’un çocukluk evinin bulduğu Granville’den ödünç alıyor. Normandia sahillerindeki Granville, 2016 İlkbahar-Yaz makyaj koleksiyonunun da ilham kaynağı sıfatını paylaşıyor ve Granville’in çiçekleri yeniden 12 parçalık mücevher ve 9 parçalık saat tasarımı üzerinde açıyor. 166
NECKTIE. Balıkçı yakayı fazlasıyla benimseyen moda dünyası bahar sezonu için tasarımın 70’ler vurgulu, Parizyen altyazılı versiyonunu giymeyi farz kılıyor. Kravatın feminen versiyonu boyunda biten fiyonklar, Gucci, Alexander McQueen, Ralph Lauren, Prabal Grung, Chloé, Fendi, Etro, Erdem, Edun, Bottega Veneta ve daha bilumum modaevinin Pre-fall koleksiyonunu ele geçiriyor. Bağlama teknikleri için bilumum Hermès videosu izlemeniz ve bol pratik yapmanız kaçınılmaz zira trend büyük oranda bilgi ve el becerisi gerektiriyor. JAEGER-LECOULTRE X CHRISTIAN LOUBOUTIN. Jaeger-LeCoultre, Reverso modelinin 85. yıl dönümü için Christian Louboutin’in kapısını çalıyor. İsviçreli markanın Reverso Duetto Classique modeline tasarım anlayışını entegre eden Louboutin, objeler üzerinden sanat yaratma halini bu kez zamanı kovalayan tasarımlar üzerinde deneyimliyor. Ve bu minvalde kendi çatısı altında yarattığı femme fatale algısından uzaklaşıyor. İsviçreli saat evinin en çok arzulanan tasarımı için transparan ve degrade ile renkler üzerinde oynayan Louboutin, seyahatlerini ve zaman algısını sorguluyor. LA PROMENEUSE. Cire Trudon, koku ustalığını daha modern bir formda sunuyor. Koku dünyasında endişeyle bakılan diffuser tasarımlarına adım atan marka tabii ki klasik estetiğini modern üretimle birleştirmekten geri durmuyor. İtalya’da üretilen cam hazneye, Portekiz’de üretilen kaşık ve seramik altlık eşlik ediyor. sekiz saat yanabilen diffuser’ın tasarımı ise Pauline Deltour imzası taşıyor. Kokulu mum tecrübesini bir adım daha öteye taşımak isteyenlere Cire Trudon 1643’ten beri paylaştığı ustalığıyla güvenli bir yol sunuyor.
CARNET DE BAL. Fauré Le Page, cezbetmek için çıtayı biraz daha yükseltiyor. Yeni tasarımı Carnet de Bal, ilhamını 19. yüzyılın dans balolarından ve girişte çiftlerin kaydının ve dans adımlarının notlarının tutulduğu defterlerden alıyor. Sadece hikayesiyle dahi arzu nesnesi kabul edilebilecek tasarım, grafik çizgileriyle de modernist göndermesinin altından kalkıp alınacaklar listesine ilk sıralardan giriş yapıyor. HARCOURT CAFÉ BACCARAT. İyi bir espresso’nun yerini hiçbir şeyin tutamayacağına inananlar kulübündenseniz, kristal üstadı Baccarat’nın Harcourt tasarımı, hedonist tecrübenize ivme katacak. İki kristal bardak ve kırmızı pleksiglas tepsiden oluşan takımın tadını tek başınıza da çıkarabilirsiniz. ROUGE INTERDIT VINYL. Bahar sezonunda mat dudaklar hakimiyetini erken 2000’ler estetiğine yeniden devrediyor. Bu kez parlak dudaklar yapış yapış gloss’lar yerine teknolojinin fonksiyonelliğinden yararlanıyor ve ağır katmanlar hafif ışıltıyla yer değiştiriyor. Bu noktada parlaklık ve dolgunluğu aynı anda vadeden Givenchy Rouge Interdit Vinyl serisi her rujun üzerine uygulanabilen Noir Révélateur’le daha koyu, daha parlak haliyle daha cezbedici renkler. Nicolas Degennes’in kaptanlığında geliştirilen 12 farklı renk seçeneğine sahip serinin anahtar kelimeleri ise ‘siyah gül yağı özü’. CHARLOTTE OLYMPIA X HAVAIANAS. Her gardıropta bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde yer edinen Havaianas’lar 2016 yazı için Charlotte Olympia’nın dünyasına sızıyor. Charlotte’un eğlenceli tasarım algısını Rio’nun plaj kültürüyle birleştiren işbirliği bu kez Havainas’ları arzu listelerine ve alışveriş listelerine bilinçli bir
şekilde eklemeyi hedefliyor. Üç farklı tasarımdan oluşan koleksiyon, Charlotte’un Rio tatillerine göndermelerde bulunuyor ve tasarımcının kendi çaltısı altındaki eklektiğinden ziyade fonksiyonelliğinden bir şey kaybetmiyor. SERAMİK BOWIE. Third Drawer Down’ın David Bowie onuruna hazırladığı seramik serisine zaman odaklı pazarlama tekniklerini bir kenara bırakarak bakın. Seramik kültürünün geri dönüşüne dört farklı boy ve desende tasarımla katılan stüdyo, antika seramik tabakları Ziggy Stardust’ın portresiyle eşleştiriyor. 2003 yılında kurulduğu yıldan beri, Louise Bourgeois, Ai Weiwei ve David Shrigley gibi isimlerle günlük obje tasarımları odağında işbirliği yapan stüdyo, Tate, MoMA ve Whitney Museum için de obje tasarımları yapıyor. Stüdtonun sınırlı sayıda ürettiği seramik tabak serisi için elinizi çabuk tutmanız bilgiler dahilinde zaruri. WHERE IS WARHOL? Waldo’yu aramaktan sıkılanlara, Catharine Ingram ve Andrew Rae’nin yeni bir alternatifi var: Bu kez hedefinizdeki isim Andy Warhol. Bağlam dahilinde Waldo’dan farklı olarak sanat tarihinin farklı dönemlerinde saklanan Warhol’u bulmak kırmızı beyaz çizgilerine kamufle olan Waldo’yu bulmaktan biraz daha zor olacak. Michelangelo’nun Sistine Chapel’ından New York sokaklarındaki Basquiat çizimlerine uzanan Warhol’un saklambaç oyunu için uzun zamandır araştıran Ingram’ın buldukları, Rae’nin illüstrasyonlarıyla yetişkinleri oyuna çağırıyor. ONEBLADE. Gürültülü girişimlerin perde arkasında saklanmasıyla meşhur Porter Stansberry, birkaç yıldır tasarımcıları ve mühendisleri üzerinde çalıştırdığı OneBlade projesiyle tıraş ritüelini lüks mertebesine çıkarıyor. İtalya’nın Adriatik Kıyıları’ndaki berber kültüründen etkileşimle tasarlanan tek bıçaklı jilet, sertleştirilmiş platinden üretiliyor ve elde cilalanıyor. Japon tasarımı ince jiletleri ve el yapımı deri kabıyla tasarım paralel bir evrende Batman’in tuvalet komodinine ait olabilir. 167
Doğanberk Demir ve Yeşim Eröktem’in, beraber geçirdikleri eğitim hayatlarının ardından birikimlerine ve keşiflerine şekil verme çabalarının sonucunda ortaya Day Studio çıkıyor. İkili, burada yerel üretim teknikleri ile lokal zanaatkarlarla çalışarak, endüstriyel tasarımlara yöneliyor. Biz de bu yaratım sürecinde neler olup bittiğine dair ipuçlarını birleştirip stüdyoyu mercek altına alıyoruz.
Hazırlayan:
Selin Ünüvar Fotoğraflar:
Gökhan Polat
168
DAY STUDIO
soldan sağa: 1.Fırça 2.Boya fırçası 3.Toz boya 4.Marker 5.Mermer 6.Yapıştırıcı 7.Oyma aletleri 8.Çin fırçası 9.Cımbız 10.El testeresi 11.Gözlük 12.Pergel 13.Keski 14.Eye 15.Damga 16.Keski 17.Maket bıçağı 18.Yapıştırıcı 19.Kibrit 20.Yiv açıcı 21.Mermer maketi 22.Mum 23.Cetvel 24.Tabak 25.Çekiç 26.Tabak 27.Makas kutusu 28.Defter 29.Kumpas 30.Ahşap numune 31.Kumpas 32.Cımbız 33.Tornavida 34.Cımbız 35.Kesim bıçağı 36.Makas 37.İnsan modeli 38.Matkap ucu 39.İnsan modeli 40.Prototip 41.Törpü 42.Cımbız 43.Markerlar 44.Sulu boya kabı 45.Masa işkencesi 46.Kap 47.Makas 48.Kumaş 49.Defter 50.Eskiz 51.Alyan seti 52.Metal 53.Meyve soyacağı 54.Tekerlek 55.Çekiç 56.Keski 57.Neşter 58.Cımbız 59.Kutu 60.Keski 61.Mandal 62.Mermer maketi 63.Metre 169
XOXO’nun mekanınıza gönderimi için mail atın: 123@coistanbul.com Sadece standart teslimat ücreti ödeyerek abone olmak için aşağıdaki linke gidin: www.xoxothemag.net/uyelik