XOXO The Mag/September 2016

Page 1

WERNER SCHREYER X O X O T H E M A G . N E T

D A

Z İ K

T A S A R I M

M Ü

Ü C R E T S İ Z D İ R

0 6 5 E Y L Ü L 2 0 1 6

S A N A T

M O

X O X O THE MAG








IWC PORTUGIESER. THE LEGEND AMONG ICONS.

Portugieser Perpetual Calendar. Ref. 5034:

itself is visible through a transparent sapphire glass back

Real icons have a special story to tell. And what was true of

c ove r th at p rov i d e s a n u n i m p e d e d v i ew of th e IWC -

the great Portuguese seafarers also applies to IWC’s own

manufactured 52000 calibre’s impressive precision. The

Portugieser. After all, the history of its genesis bears the

watch’s complexity is eloquently expressed by the perpetual

stamp of courageous innovation and watchmaking expertise

calendar, whose functions can all be adjusted simply by

at its best. Over seventy-five years ago, two Portuguese

turning the crown. And just as observing the star-studded

businessmen approached IWC requesting a wristwatch with

heavens can guide a ship safely to harbour, a glance at the

the precision of a marine chronometer. In response, IWC’s

perpetual calendar and the moon phase display navigate the

watchmakers took the unprecedented step of housing a

wearer safely through the complexities of time. This, in a

hunter pocket watch movement in a wristwatch case. In so

nutshell, is how more than 75 years of watchmaking history

doing, they founded a watch family whose timeless elegance,

became an icon of haute horlogerie. And how, thanks to its

sophisticated technology and unmatched complexity have

unique blend of perfection and timeless elegance, it has

been a source of wonderment ever since. The movement

become a legend in its own time. I WC .

E N G I N E E R E D FO R M E N .


IWC Schaffhausen Boutique İstanbul: Mim Kemal Öke Cad. Altın Sokak 4/A Nişantaşı Tel: (212) 224 4604 İstanbul: Arte Gioia, İstinye Park Tel: (212) 345 6506 - Greenwich, Zorlu Center Tel: (212) 353 6347 - Unifree Duty Free, Ataturk International Airport Tel: (212) 465 4327 Ankara: Greenwich, Armada Tel: (312) 219 1289 - Panora Tel: (312) 219 9315 I Bursa: Permun Saat, Korupark AVM Tel: (224) 241 3131 İzmir: Günkut Saat, Alsancak Tel: (232) 463 6111 I Muğla: Quadran, D-Hotel Maris, Marmaris Tel: (252) 436 9191

IWC.COM




İmtiyaz Sahibi CO Prodüksiyon Yayıncılık adına Cihan Şerbetcioğlu cihan@coistanbul.com

Kapak:

Werner Schreyer

Genel Yayın Yönetmeni Olga Şerbetcioğlu olga@xoxothemag.net Sorumlu Müdür Ruşen İnceoğlu

Fotoğraf:

Gianni Pisano

Yayınlar Direktörü Serap Gecü Editörler Seza Bali, Deniz İrem Çek, Melda Ennekavi, Ayşecan İpek, Aslin Kumdagezer, Alican Öyke, Utku Palamutçu, Gökhan Polat, Arzu Sak, Başak Ulubilgen İdari İşler Vadi Gengüç Grafik Tasarım Elif Sunar, Rüya Dilara Şen Katkıda Bulunanlar Refik Akyüz, Aslı Arduman, Koray Birand, Mustafa Çetin, Valeria Cherchi, Hande Eagle, Caner Eler, Murat Emir Eren, Besray Köker, Nevşin Mengü, Tuğçe Özakdağ, Fatih Özgüven, Yağız Pekkaya, Nando Salvà, Emir Sarısaç, Tanem Sivar, Bahar Türkay, Selin Ünüvar, Gündüz Vassaf, Emily Winiker, Merve Yeşilçimen, Begüm Yetiş Reklam cihan@coistanbul.com merve@coistanbul.com busra@coistanbul.com İletişim 123@xoxothemag.net / +90 212 2590669 Yayın Türü Aylık, Yaygın, Süreli. Baskı ve Renk Ayrımı Mas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş. Hamidiye Mahallesi Soğuksu Caddesi No:3 34408 Kağıthane, İstanbul, Türkiye, Sertifika No: 12055 XOXO The Mag'de yayınlanan yazı ve fotoğraflar kaynak belirtilmeden kullanılamaz. Tasarım Konsepti ve Yayın Kimliği Bülent Erkmen Tasarım Uygulama ve Kimlik Standartları Barış Akkurt, BEK


Varsa Uzaydan Bakan Bize Yazı Gündüz Vassaf 36

Nicolas Beau Röportaj Cihan Şerbetcioğlu 96

Yusra Mardini Yazı Caner Eler 26

Julian Rosefeldt Röportaj Hande Eagle 52

Güzellik Çıkmazları Yazı Ayşecan İpek 28

Mathery Studio Röportaj Aslin Kumdagezer 162

Genderneutral Yazı Aslin Kumdagezer 40

Blaudzun Röportaj Başak Ulubilgen 120

L’enfer C’est Les Autres 126

Melis Behlil Röportaj Murat Emir Eren 154

Notes from the Night 80

Alejandro Jodorowsky Röportaj Nando Salvà 42

Sandro Miller Röportaj Refik Akyüz 32

Sofi Tukker Röportaj Alican Öyke 70

Eric Yachnker Röportaj Başak Ulubilgen 56

Tim Coppens Röportaj Utku Palamutçu 22

Konuşmamız Gerek Yazı Melda Ennekavi 41

Nazan Moroğlu Röportaj Nevşin Mengü 76

Ahmet Öğüt Yazı Fatih Özgüven 30

Timur Bozca Röportaj Bahar Türkay 18

Werner Schreyer Röportaj Olga Şerbetcioğlu 106

Diana Al-Hadid Röportaj Seza Bali 122

Enes Ünal Röportaj Utku Palamutçu 60

Sedef Günşiray Röportaj Tanem Sivar 118


E

D

İ

T

Ö

R

D

E

N

OLGA ŞERBETCİOĞLU

Orijinal fotoğraf:

Koray Birand


HERMÈS TA B I AT I


İstanbul: Akasya, Akbati, Akmerkez, Capacity, Capitol, City’s, Erenköy, İ̇sti̇nyepark, Kanyon, Mall of Istanbul, Marmara Forum, Palladium, Taksi̇m • İzmi̇r: Alsancak, Agora, Mavi̇bahçe Ankara: Cepa, Panora • Bursa: Korupark • Antalya: Terracity • Adana: Zi̇yapaşa Bulvari • CAMPER.COM





Timur Bozca, hayata dair içinde barındırdığı cesareti, tasarladığı otomobil ve yatlarda açıkça belli ediyor. Araçların ya da tanımların değil, tasarımın sunduğu sınırsızlığın peşinde. IWC Originals serisinde bu ay, Milano’da yaşayan Bozca ile İstanbul’da buluştuk ve tasarımlarının sahip olduğu hız ve keskinlikten uzak,

IWC

OR IGINA LS

sakin bir sohbete koyulduk.

Röportaj:

Bahar Türkay Fotoğraflar:

Gökhan Polat

Timur Bozca’yı kolunda IWC Big Pilot’s Watch ile fotoğrafladık. Bruce Weber

BU BİR İLANDIR

ilhamıyla.

020

TİMUR BOZCA


Şimdinin ve geleceğin klasikleri olabilecek bir duruşa sahip tasarımlar yapıyorsunuz. Klasik çizgiler tasarlamak ve yenilikçiliğin peşinde olmak iki uç sanki. Bu uçlar nerede birleşiyor? Ne kadar isteseniz de çok fazla uçamıyorsunuz. Zira bu doğal olmaz. Yenilikçi araç tasarımlarına bakarsanız, hepsi çoklu kullanıma ve işleve hitap edecek şekilde yapılıyor. Gelecekte, bir yat sadece yat olmayacak, denizaltına da dönüşebilecek veya bazı araçlar yalnızca karada değil, denizde de gidebilecek. Ancak bunlar için henüz biraz erken. Tasarladığım araçlar şu anda daha ziyade yakın geleceğe hitap ediyor. O anlamda da klasik olarak değerlendiriliyor olabilir.

4

Timur Bey, tasarladığınız şeylerin orijinal olması sizin için bir gereklilik mi, yoksa bir ihtiyaca veya yeni eğilimlere hizmet etmesi yeterli mi? İnsan, teknoloji ve özgün tasarım, işlerimin temelinde yer alıyor. Ne tasarladığım fark etmez, şarap şişesi de olsa, tekne de olsa, helikopter de olsa hepsinin orijinal olması gerekiyor.

1

Tasarım yaparken kendinize sınırlar koyar mısınız? Sınırlanmak hoşuma gitmiyor. Çoğu araç tasarımında, özellikle de yat tasarımında çok fazla sınırlama var. Ben özellikle kendime sınır koymamaya çalışıyorum. Nasıl istiyorsam, nasıl farklılaşacaksam o şekilde tasarlıyorum. Elbette uymam gereken regülasyonlar var ama olabildiğince esnek davranmayı tercih ediyorum.

2

6

Mesleki kıskançlıklarınız var mı? Yok.

Geçtiğimiz yıl Oceanco sponsorluğunda 2015 yılının Genç Tasarımcı Ödülü’nü kazandınız. Bunun sizin ve mesleğiniz için nasıl bir etkisi var? Katıldığım ilk yarışmaydı. İletişim ağı anlamında bana kazandırdıkları çok. Sonrasında iki yarışmaya daha katıldım ve birinci oldum. Bundan sonra yarışmalara sık sık katılacağım.

7

Detayların ve mükemmelliğin sizin için bu kadar önemli olmasının arkasında ne var? Bana göre herhangi bir nesneyi mükemmelleştiren şey detaylardır. Bu yüzden, detaylar olmadan mükemmellik olmaz, mükemmellik olmadan da tasarım olmaz.

5

Kendi tasarladığınız araçları kullandığınızda ne hissediyorsunuz? Bu muhteşem bir duygu. Hayal ediyorsunuz, yaratıyorsunuz ve ona dokunuyorsunuz... Şu anda kullandığım motor da kendi tasarımım.

3

021


İyi tasarımı nasıl tarif edersiniz peki? Günümüzdeki tasarımcıların çoğu, klasik çizgiden çıkmadan, ufak değişikliklerle eserlerini tamamlıyorlar. Ancak iyi tasarım estetiğin, çözüm ve farklılıkla buluşmasıdır. Bütün tasarımlarımda farklılık yaratmak benim için çok önemli. Bana göre, gerçek bir tasarımcı olmak, yeni bir form, özellik, bakış açısı yaratabilmektir

10

Black Swan Superyacht, Cauta, Xema, Isurus... Bu adları nasıl seçiyorsunuz? Çocukluğumdan beri doğaya karşı bir merakım ve verimli tasarıma karşı saplantım var. Genellikle ilham kaynaklarım doğal hayat ve hayvanlar. Projelerime de esinlendiğim hayvanların isimlerini veriyorum. Örneğin Isurus, çizgilerini ve adını dünyanın en hızlı köpekbalığı olan Mako’nun latince isminden alıyor. Kuşkusuz, doğa, var olan en etkili tasarımcı. O, milyonlarca yıllık evrim boyunca en sofistike ve verimli tasarım çözümlerini buldu.

8

Tasarımın lüks ile ilişkisinin kalbinde olan bir tasarımcısınız. Bu ilişkinin meşruiyeti ne noktada duruyor? İyi ve konforlu bir tasarım ortaya çıkaracaksak, ve bu aynı zamanda, kullanan kişinin de hissedeceği bir güç barındıracaksa, lüks söz konusu oluyor. Ben tasarım ve lüksü bu noktada buluşturuyorum.

9

022

Tasarladığınız araçları hız kavramından bağımsız düşünmek pek mümkün değil. Zamanla bir yarış içinde misiniz? Kesinlikle. Hep daha fazla zamana ihtiyacım var. Zaman bana hiç yetmiyor.

11

12

Sabahından başlayarak bugün için başka bir senaryo yazmanızı istesek... Nasıl

bir gün? Bu aralar çok yoruluyorum, tek başıma yelkenliyle açılıp kafa dinlerdim. Kolunuzdaki IWC sizi nasıl bir ruh haline büründürdü? Aksesuar olarak neredeyse yalnızca saat kullanıyorum, saatim stilimin vazgeçilmez tamamlayıcısı. Kolumdaki Big Pilot’s Watch da bana bugün kendimi rahat ve zinde hissettirdi.

13


IWC PILOT. #B_ORIGINAL

JOIN THE CONVERSATION: # B_ORIGINAL

Orijinal olmanın ne demek olduğu konusunda, uzay boşluğunda süzülen düşünceler arasından, kendinize yakın hissettiğiniz anlamları seçip, basit bir kurgu hazırlayın. İsmin önüne gelen sıfat tamlamalarını geride bırakıp, size ve dolayısıyla bize bir şeyler ifade eden ve artı değer katan isimleri, benzerlerinden

ayıran özelliklere odaklandığınızda, orijinal kavramının içini doldurmaya başlayacaksınız. IWC Schaffhausen ve XOXO The Mag’in işbirliği, bu sebepten ötürü Originals başlığı altında şekilleniyor ve orijinal konukları vasıtasıyla boşlukları doldurmanızı sağlıyor.

www.iwc.com

IWC Schaffhausen Boutique İstanbul: Mim Kemal Öke Cad. Altın Sokak 4/A Nişantaşı Tel: (212) 224 4604 İstanbul: Arte Gioia, İstinye Park Tel: (212) 345 6506 - Greenwich, Zorlu Center Tel: (212) 353 6347 - Unifree Duty Free, Ataturk International Airport Tel: (212) 465 4327 Ankara: Greenwich, Armada Tel: (312) 219 1289 - Panora Tel: (312) 219 9315 I Bursa: Permun Saat, Korupark AVM Tel: (224) 241 3131 İzmir: Günkut Saat, Alsancak Tel: (232) 463 6111 I Muğla: Quadran, D-Hotel Maris, Marmaris Tel: (252) 436 9191


Bakmak ve görmek arasındaki farkın yarattığı akıl oyunu, Tim Coppens’ın işleri için de geçerli. Zira, tasarım harikası olarak değerlendirilen ürünlerinin, oldukça basit ve sadece detaylara odaklanan bir sürece tabi olduğunu söylerken, Tim aslında kendine olan güveninin ve yarattığı illüzyonun altını çiziyor.

Röportaj:

Utku Palamutçu Fotoğraf:

Dirk Alexander

024

TIM COPPENS


1

Tim, Belçika’da yaşamayı özlüyor musun? Pek de özlediğim söylenemez.

Antwerp’ün Vetements’a büyük bir ilham kaynağı oluşu sence de çok ilginç değil mi? Kesinlikle. On binlerce moda başkenti varken, sadece tek bir moda okulu olan küçük bir liman şehrinin, büyük harflerle tişörtlere yazılması bir hayli şaşırtıcı.

2

Belçika’dan sonra İspanya, Almanya ve ABD’ye gidip buralarda çalışma fırsatı buldun. Tasarım yapmak için ideal kara parçası bunlardan hangisi? Tabii ki ABD; çünkü benim stilime ve ilgi alanlarıma en yakın yer. Hatta daha spesifik konuşmak gerekirse New York, bu iş için en ideal şehir diyebilirim.

3

Fotoğraf:

Lea Colombo Tim Coppens,

Kıyafet tasarladığın erkeklerin modayla ilgili olan ama baştan aşağı marka giymeyen insanlar olduğunu söylüyorsun. Buna istinaden, markanın ulaşılabilir lüks kategorisine girdiğini mi anlamalıyız? Uzun zamandır markayı bu kadar derin bir şekilde sorgulamama sebep olan bir soruyla karşılaşmamıştım. Ve ancak, geri dönüp tasarımlarıma tekrar baktığımda, kullandığım materyali, kaliteye verdiğim önemi de göz önünde bulundurarak sıradan bir tişört için uygun gördüğümüz fiyatın, A sınıfı tüketiciye hitap ettiğini fark ediyorum. Uzun lafın kısası, farklı tasarımlara kıyasla, sadece ismi yüzünden pahalı olan bir markadan bahsetmiyoruz.

4

FW 2016

5

En son ne zaman çok gereksiz bir ürünün çok pahalıya satıldığına denk

geldin? Çok fazla alışverişe çıktığım söylenemez ama, herhangi bir mağazaya girdiğimde ve bir şey beğendiğimde, genelde etikete bakmamayı tercih ediyorum. Ama bu durum, pek çok markanın kendi ismini kullanarak çok fahiş fiyatlar belirlediği gerçeğini değiştirmiyor. Bu yüzden, lüks modaevlerinin ürünlerinin neredeyse hepsinin, ederinden çok daha yüksek fiyatlara satıldığını düşünüyorum.

Kendi markanı oluşturduktan hemen sonra, ilk koleksiyonunu hazırlarken Yeraltı Peygamberleri filminden ilham aldın. Müslüman bir göçmenin, hapishanede jilet kullanmayı öğrendiği sahneler barındıran bir filmi, ilk ilham kaynağın olarak belirlemek, biraz riskli değil mi? Bunun kesinlikle riskli bir hareket olduğunu düşünmüyorum, hatta ilham kaynağının belirli bir kurallar bütününe tabi tutulması gerektiğine de inanmıyorum. Her şeyden ilham alınabilir. Yeraltı Peygamberleri’ni izlediğimde, sadece karakterlerden değil, yönetmenin yakaladığı açılardan, kullanılan renklerden, filmin ruh halinden de çok etkilendim.

6

7

Peki Tahar Rahim’in bu koleksiyondan herhangi bir kıyafet alıp almadığını biliyor

musun? Ah, evet. Kendisini bir dergide, bu koleksiyondan bir parça giyerken görmüştüm. 025


Sportif kıyafetler markanın alametifarikasıyken, bugün moda sektöründeki pek çok marka spor giyimi lüks kavramına entegre ediyor. Sürüden ayrılmak için, markanın DNA’sını değiştirme gibi bir düşüncen var mı? Benim için önemli olan bir şey diğer tasarımcılar tarafından da benimsendi diye, yapmayı sevdiğim şeyden feragat edecek değilim. Bir tasarımcı için her şeyden önemlisi, kendine has estetik bir algı oluşturmak ve bunu sürekli hale getirebilmek. Bu yüzden gelip geçici trendler ve revaçta olan akımlardan ötürü sürekli değişim içerisinde olmak, markanın tanınırlığını sağlayan nevi şahsına münhasır duruşu öldürüyor.

8

Koleksiyonuna dair yapılan yorumlarda genelde tasarıma eklemlenen mühendislikten ya da keskin, ince işçilik gerektiren tasarımlardan söz ediliyor ve moda yazarları, markayı ön plana çıkartan şeyin aslında tam da bu olduğunu vurguluyor. Katılıyor musun? Hayır, çünkü tasarım sürecinde ince işçiliğe sanıldığı kadar fazla önem vermiyorum. Detaylara önem veriyorum, tasarımın gerçekten üzerine düşünülmüş olmasını istiyorum ama bahsettikleri gibi akıl almaz bir mühendislik sonucu ortaya çıkan bir ürün sunmuyorum.

9

Fotoğraf:

Lea Colombo

O halde soralım; doğru materyali seçmek ve dikişten anlamak mı yoksa hayal etmek ve bir hikaye oluşturmak mı moda sektörü için daha önemli? Aslında ikisi de olmazsa olmaz. İşe başladığın zamanlarda henüz tüketilmemiş, çılgın fikirlerle dolu bir hayal gücüne sahip oluyorsun, ama konu işçiliğe gelince deneyime ihtiyacın oluyor. Yıllar geçtikte deneyim elde ediyorsun ve belki de hayal gücüne o kadar da çok ihtiyacın olmuyor, çünkü senin yerine düşünecek başka insanları etrafına toplamış oluyorsun.

10

Bu ikisine tek bir seferde sahip olan bir tasarımcı söyleyebilir misin? Nicolas Ghesquière.

11

Genelde erkekler için tasarım yapıyor olsan da, İlkbahar/ Yaz 2016 koleksiyonun kadınlar tarafından da büyük ilgi görüyor. Ortak bir gardırobun mümkün olduğuna inanmaya başladığını söyleyebilir miyiz? Hayır. Son birkaç sezondur kadın kıyafetlerini koleksiyona ve defileye ekliyoruz, hatta bazı erkek kıyafetlerini kadınlara giydirip onları podyuma çıkartıyoruz. Şüphesiz ki bazı tasarımlar daha feminen bir duruşa sahipler ama bunun kesinlikle cinsiyet kavramının giderek daha geçirgen bir hal almasıyla uzaktan yakından alakası yok.

12

026

Tim Coppens, FW 2016

CFDA’yı kazanamadığında şaşırdın mı? Hayır, kazanmayı beklemiyordum zaten.

13

Neden? Hiçbir zaman bir ödüle layık görülmeyi beklemiyorum. Sanki kazanmak için can atıyormuşum gibi çalışıyorum, kendimi motive ediyorum ama günün sonunda ödülü kucaklamak gibi bir hayal kurmuyorum. Malum, işlerin tıkırında olduğunu tüm dünyaya göstermek, ödül kazanmaktan daha mühim. Günün birinde iyi bir ödüle layık görülürsem, bunu şanslı oluşuma bağlarım.

14



Yazı:

Caner Eler

YUSRA MARDINI

İzmir’e bir otobüsle gelmişlerdi. Onları botla Midilli Adası’na geçirmeyi vadeden kaçakçılarla birlikte ormanlık bir alandaydılar. Güvenlik güçleri yakalamasın diye ıssız bir yerden denize açılacaklardı. Yusra ve kız kardeşi Sarah sadece kendi geldikleri otobüs var diye düşünürken başka otobüslerin de geldiğini gördüler. 300-400 kişi olmuşlardı. Dört gün sonra on sekiz kişiyle beraber en fazla altı kişi kapasiteli bir botla denize açıldılar. İçlerinde altı yaşında bir çocuk da vardı. İlk denemede sahil güvenlik onları geri getirdi. İkincide ise denize açıldıktan 20 dk. sonra botun motoru arızalandı. Su almaya başladı. Yusra, kardeşi ve yüzme bilen iki erkek suya atlayıp botu çekmeye başladılar. Akşam 19:00 suları olduğu için değişen deniz seviyesi işlerini iyice zorlaştırıyordu. İki erkek yoruldular; bıraktılar. Yusra ve kardeşi ise devam ettiler. O anda “Ne olabilir ki? Ben bir yüzücüyüm. Nihayetinde suda öleceğim” diye düşünmüştü. 17 yaşındaki Suriyeli yüzücü Yusra Mardini ve kardeşi Sarah’nın yaklaşık üç buçuk saat boyunca çektiği bot en sonunda Midilli’ye varmıştı. Hayattalardı. Ama sonrası da kolay olmayacaktı. Aynı evvelinde olduğu gibi. Yusra aslında geleceğe umutla bakan bir yüzücüydü. Yüzme antrenörü babası sayesinde üç yaşında bu spora başlamıştı. Suriye Olimpiyat Komitesi’nin de desteğini alarak 13 yaşında ülkesinde bilinen bir isim haline gelmişti. 2011 yılında başlayan iç savaş, Suriye’nin başkenti Şam’ın Daraya mahallesinde yaşayan Mardini ailesini de çok etkilemişti. Buna rağmen 2012 Kısa Kulvar Dünya Şampiyonası’na gitmeyi başardı. Fakat mahallede antrenman yaptığı havuzun çatısı bombayla havaya uçup iki arkadaşını kaybedince, 12 Ağustos 2015’te ülkesinden ayrılması gerektiğine karar verdi. Önce Beyrut, sonra Türkiye akabinde Yunanistan rotası izlendi. Berlin’e gelmelerinden önceki 25 günlük yolculukları Yunanistan, Makedonya, Sırbistan, mülteci kampında tutulup daha sonra kaçtıkları Macaristan ve Avusturya yollarından geçti. Sonbaharın sonuna doğru Mardini yıpratıcı Berlin Mülteci Kampı’ndan sonra Mısırlı bir çevirmen yardımıyla Wasserfreunde Spandau 04 kulübüne ve antrenör Sven Spannekrebs’e ulaştı. “O günden sonra denizden nefret ettim” dediği günün aylar sonrasında artık Berlin’de sakin bir havuzdaydı. Uzun zamandır antrenman yapamamıştı ancak Spannekrebs onda kabiliyet görmüştü. Hedefleri 2020 Tokyo oyunlarıydı. Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin Mart 2016’da Mülteciler Olimpiyat Takımı kurduğunu açıklaması ve Yusra’nın da bu takıma girmesiyle hayatı değişti. Derecelerini iyileştirmesi lazımdı. Burs da alan yüzücü Berlin’de havuza yakın bir yerde, kardeşiyle ev 028

Fotoğraf:

Goldon Welters/ New York Times

kiraladı. Suriye’den ailesi de geldi. Yusra bir yandan da havuzda 100 m. serbest olan asıl branşının yanına 100 m. kelebek yüzmeyi de eklemişti. Olimpiyata gidebileceğinden emin değildi. Fakat 18 yaşında dünyanın yükünü omuzlarında taşımış birisinden öte, hala elinde cep telefonu mesajlaşırken, ergen enerjisiyle konuşuyordu röportajlarda. Yusra tüm masraflarını IOC’nin karşıladığı Mülteci Olimpiyat Takımı’yla beraber geçen ay Rio’daydı. Tüm dünyanın gözü onun üzerindeydi. Çok ünlü yüzücülerden daha fazla ilgi görüyordu. Belki elemeleri geçemedi ama bir yıl önce denizde ölüm kalım mücadelesi verirken şimdi milyonlarca mülteci için bir umut ışığıydı artık. Suriye İç Savaşı 400 binden fazla insanın ölümüne ve 5 milyona yakın insanın da Orta Doğu ve Avrupa’ya kaçmasına neden oldu. Rio’da Yusra’ya ve Mülteci Takımı’na alkış tutanların çoğu kendi ülkelerine mültecilerin gelmesini istemeyenlerdi belki de. İnsanoğlunun zaten en büyük çelişkilerinden biri bu. Paul Auster’ın dediği gibi “İnsanoğlu aynı zamanda hem çok iyiye gidiyor hem de çok kötüye ve de aynı hızda.” Yusra Mardini ve arkadaşları iyiye gidişi hızlandıranlardan. Son söz Yusra’nın: “Herkese her acıdan ve fırtınadan sonra sakin ve güzel günlerin gelebileceğini göstermek istedim.” Başardın Yusra.



Yazı:

Ayşecan İpek

GÜZELLİK ÇIKMAZLARI

Konumuz bir sanatçının Instagram’ın meme ucu yasağıyla savaşı değil. Ancak yine de kabul etmemiz gerekiyor ki giyinikken güzel olmak çok daha kolay. Çene kemikleriyle boyun arasındaki mesafeyi ısrarla unutan ton-sur-ton kadınlar misali, çoğumuz sanki her daim giyinik kalacakmışız ya da cildimiz dekolteyi geçer geçmez kendi başının çaresine bakabilecekmiş gibi davranıyoruz. “Sen büyüdün artık, kendin hallet.” Oysa ki tenimiz için yapmamız gereken bazı şeyler var ve bunlar güneşten korunmanın birkaç adım ötesine geçiyor. İşte bu girizgahtan sonra fark edeceksiniz ki başlıkta yer alan ‘çıkmaz’, aslında ‘çıplak’ sözcüğünü işaret ediyor. Bu sözcükle derdi olmayanlar için birkaç kere tekrar etmek isterim: Çıplağım/çıplaksın/ çıplak/çıplağız/çıplaksınız/çıplaklar. Sıkıcı lazer epilasyon yöntemleri ya da jilet yardımıyla vücut sanatı gibi konulara girmeyeceğiz elbette, lakin günde yarım saatinizi ayırarak kendiniz ve cildiniz için yapabileceğiniz çok şey var. Bunlardan ilki cilt temizleme ödevini çok daha keyifli ve kolay hale getiren, banyo dekorasyonunda da sizi üst lige taşıyacak Foreo Luna. Yarım saatin yalnızca iki dakikasını T-sonik dalgalar yayan bu sevimli objeye ayırmanız yeterli. Kullanılmış makyaj pamuklarına bakıp harika bir iş çıkardığını düşünenleriniz bu aletin size çaktırmadan hallettiği ölü deri, siyah nokta, kir ve yağ sorunsallarını fark edince onu, günlük ihtiyaçlar listesine bir numaradan sokacaklar. Anti-Aging moduna getirildiğinde (evet, öyle bir mod da mevcut) titreşimlerini bu hassas tabloya göre ayarlayan Luna, ince çizgiler ve kırışıklarla da yakından ilgileniyor. Kendi kendine hızlıca kuruyan, bakteri birikimine izin vermeyen silikon yapısına müteşekkir kalmak için obsesif kompulsif olmanıza da gerek yok. Foreo’yla işiniz biter bitmez elinize daha kaba bir fırça alarak bu kez vücudunuzla ilgilenmeniz gerekiyor. Konumuz kuru sıkı fırçalanmak. Nasıl yapıldığı konusunda hiçbir fikri olmayanlarınız averaj bir bilim kurgu olduğu halde cilt bakımı hakkında çığır açıcı gerçekleri ortaya koyan Gattaca’yı izleyebilir. Kendisinden daha güçlü bir bünyeye sahip ağabeyinin yerine geçerek uzaya gitmeye çalışan Ethan Hawke, aşağıdan yukarı doğru ilerleyen dairesel hareketler konusunda, bu konuyu Goop’ta ele alan Gwyneth Paltrow’dan daha tecrübeli ve becerikli görünüyor. Vücudunuza şampuan, yağ, losyon, su gibi aksesuarların yardımı olmadan at kılı ya da o sertlikte bir fırçayla yapacağınız düzenli kuru masaj, detoksa eşdeğer. Kan dolaşımını destekliyor, ölü derilerden arındırıyor, sindirimi hızlandırıyor, selüliti azaltıyor, 030

bir paket olarak bakıldığında vücudun ihtiyacı olmayan her şeyden kurtulmasını sağlıyor. Bazı eksantrik seçimler sizleri mobilya ya da ayakkabı fırçalarına doğru ittirebilir, organik takılanlarınız aktarın yolunu tutabilir ya da yurtdışı seyahatlerinde vaktini güzellik duraklarında geçirenleriniz şu ürünlere göz gezdirebilir: The Mio Body Brush, Liz Earle Natural Bristle Body Brush, The Organic Pharmacy Skin Brush, Elemental Herbology Exfoliating Mitt, Aromatherapy Associates Body Brush. Öyle ki İstanbul sınırları içinde nezih süper marketlerde bile ‘at kılı’ sözcüğünün vücut bulmuş halleri mevcut. Son adım: Yağlanma. Tüm bu kızarma, kaşınma, keyif verici yanmalardan sonra cildinizi besleme zamanı. Organik hindistan cevizi yağından, erken hasat sızma zeytinyağına, güzellik dünyasının yeni gözdesi Marula yağından ciltte katman katman seyahat edebilen susam yağına kadar birçok seçeneğe sahipsiniz. Foreo’ya iki dakika verdiğinizi hesaba katarak, 12 dakikayı kuru fırçalanma, diğer 12’yi yağlanma, geriye kalan dört dakikayı da aynada kendinizi hayran hayran seyretmeniz için rezerve ediyoruz.


#queofямБcial


Yazı:

Fatih Özgüven

AHMET ÖĞÜT

Ahmet Öğüt, mekanlarla, anılarla, kentle, otomobiller ya da binalarla işler yapan kavramsal bir sanatçıdır. ‘Anı’ onda çoğu zaman alışılanın tersine, hatırlanmak istenmeyen şeydir. Zamanın silip götürdüklerini geri çağırırken gönül okşayıcı olanları seçip ayırma eğiliminde olduğumuz malum. Öğüt’ün gözümüzün önüne koyduğu/diktiği, deyim yerindeyse heykelleştirdiği şeylerse yaşadığımız toplumun (bazen başka toplumların da) en kötü anlarının anılarıdır. Alt’ta açtığı Tam Gün Devam sergisi, bunların en vahimlerinden bazılarını bir araya getiriyor. ‘Diğerleri Saldırırken’ işinde, sergi salonunun beklenmedik köşe bucağına pusu kurmuş diş gösteren öfkeli bronz köpekler, hemen girişte görünmez bir şey tarafından paçalarından ya da kol yenlerinden çekiştirilen bronz figürlerle esrarengiz bir bütünlük oluşturuyorlar. İnsan zihni bağlantılara meraklı bir makine olduğu için de, bizde daha fazla merak uyandırıyorlar. Dünya üzerindeki çeşitli politik gösterilerde polis köpeklerinin saldırdığı kişilerin heykelleri bunlar; hem heykel fikrini yeniden düşünmemizi istiyorlar, hem de bu alışılmamış heykeller ‘kişiler’le ‘köpekler’ olarak ikiye ayrıldığında daha da görünür oluyorlar. Mekanda yer kaplayan, üç boyutlu nesne, hem resmi anlamından kayıyor, kurtuluyor, yeni ve uğursuz anlamıyla bütün mekana yayılıyor. Kendi başına bir yerleştirme/heykel denilebilecek ‘Bakunin’in Barikatı’na ise bulunduğu odanın arka girişinden bakacak olursanız bir takım otomobil enkazları göreceksiniz. (Otomobil, Öğüt için birçok işinde, değişik anlamlarıyla heykelsi bir şey, hem cüssesi hem kullanımları, hem de çağrışımları ile önemli bir figür.) Önden baktığınızda ise hurda ve enkazdan oluşturulmuş bir barikata asılmış resimler... Bakunin, barikatlara ikonik birtakım tablolar takılacak olursa, milis kuvvetlerinin barikatlara saldırmaya cesaret edemeyeceklerini düşünmüş, iyimser bir anında. Öğüt’ün Barikat’ındaki Fikret Mualla, Bedri Rahmi vb. tablolarının bu amaçla ne ölçüde işe yarayacaklarını bilmiyoruz. Ama zaten amaç, biraz da resim sanatının miadını doldurmuşluğu üzerine seyirciye bir şey söylemek. Modernizmin çocuğu olan otomobil ne kadar vazgeçilebilir bir şeyse, bu iş, modern sanatın da o kadar vazgeçilebilir bir şey olduğunu düşünüyor. Modernist sanat, hurdaya ve enkaza takılabilen çerçevelere indirgenebiliyorsa, belki de günümüzde sanata ev sahipliği yapan mekanlar, çerçevelenmeyi daha bile çok hakediyor olabilirler. Asıl sanat, ‘techne’, zanaat, kaypak ve güvensiz zamanlarda kaypak ve 032

Diğerleri Saldırırken, 2016

güvenilmez ülkelerde sanat sergilemeye cesaret eden mekanların çabası olabilir. ‘Altı Aylık’ adlı iş, İstanbul’da kapanmış, değişmiş ya da tanınmaz hale gelmiş sanat mekanlarını bu kez mekan olarak değil de sadece birer tabela olarak düşünüyor. Hem kullanıla kullanıla aşınmış sanat mekanı tanımını yeniden yorumluyor bu fikir, hem de bu tabelalar, tabelalaştıran mekanlara ilişkin birer vefat ilanı hüznü barındırıyorlar. Duygusal bir iş. The Marmara Pera’nın tepesinde video yerleştirmesi olarak göreceğimiz başka bir Ahmet Öğüt işi, ‘Hafif Zırhlı’ da burada maket olarak var. Oteli’yle birlikte. Maketteki ekranda ise tedirgin edici bir otomobil, bir zırhlı araç var. (Ahmet Öğüt’te otomobil bazen otoritenin bir uzantısı olarak da belirir, aniden.) Ve aslında bina da otomobil de Türkiye tarihi/İstanbul/ Taksim düşünüldüğünde hiç de masum değiller. Ahmet Öğüt’ün küçük otomobil modelleri, bina maketleri önümüzde maket olarak dururken bile, bizi referans verdikleri bir tarihe ışınlayıverirler. Hatırlanması kolay olmayan ama gerekli olan bir tarihe...


0 216 999 24 99


Portre fotoğrafçılığının ustalarından Sandro Miller, bu sene üçüncüsü düzenlenen Beşiktaş Uluslararası Fotoğraf Festivali Fotoistanbul’da son yıllarda belki de en çok ses getiren işi Malkovich, Malkovich, Malkovich: Homage to Photographic Masters serisinden bir seçkiyi sergilemeye hazırlanıyor. Yakın zamanda İstanbul’u ziyaret edip genç fotoğrafçılara el vermeye niyetli görünen sanatçıya uzaktan bağlandık.

Röportaj:

Refik Akyüz Fotoğraf:

Otoportre/ Sandro Miller

034

SANDRO MILLER


Kendi kendini yetiştirmiş bir fotoğrafçısınız. Bildiklerinizi nasıl öğrendiniz? Çok fakir bir aileden geliyorum, beni tek başına yaşayan annem büyüttü, babam ben beş yaşındayken bir kazada ölmüş. Çocukluğumda, devletin verdiği yardım parasıyla yaşadık. Annem bizi bir üniversiteye gönderemeyen, eğitimi olmayan ama çocuklarıyla çok ilgilenen bir kadındı. Fotoğrafçı olmaya 16 yaşında karar verdim ama kendi kendime öğrenmem gerekiyordu. Ben de Avedon, Sander, Penn gibi önemli fotoğrafçıların kitaplarına bakarak, fotoğraflarını çalışarak, uzun süre analiz ederek işi öğrenmeye başladım. Sonra kendim fotoğraf çekmeye başladım, önce arkadaşlarımın, sonra sokakta karşılaştığım insanların fotoğraflarını çektim, denemeler yaptım. Deneme yanılma yöntemiyle, başarısızlıklarla karşılaşarak ve bunların sebeplerini analiz ederek öğrendim. Bunun yanında sergi görmek için veya sanatçı konuşmaları dinlemek için galerilere müzelere gittim. Bu süreçte ışığı, teknik konuları ve insanların duygularına nasıl değebileceğimi, onları nasıl rahat hissettirebileceğimi öğrendim. Ayrıca Muhammed Ali, Michael Jordan veya John Malkovich’in fotoğraflarını çekerken karşılaşabileceğim endişeleri nasıl aşabileceğimi öğrendim.

3

Yeni fikirlerin sizi bulması için bir rutininiz var mı? Müzelere, galerilere gittiğim zaman veya çocukların yaptığı sanat işlerine baktığımda ilham geliyor bana. Bir şeyler hissettiğim zaman ilham alıyorum. Bazen yaprakları rüzgarda salınan bir ağacı görmem bile yeterli. Dünya ilham verici bir yer. Gözünüzü ve daha önemlisi kalbinizi açık tutmalısınız. Ben her sabah meditasyon yapıyorum, bu da etrafıma açık bir algıyla bakmamı sağlıyor. Fikirler her zaman etrafınızda aslında, ama açık bir yürekle ve açık gözlerle bakmadığınız zaman onların farkına varmanız mümkün değil.

1

Fotoğrafçı olmaya karar verdiğiniz andan itibaren çok önemli bir portre fotoğrafçısı olmayı da hayal ediyor muydunuz? Kesinlikle. Çok genç yaşlarda, ilk olarak Irving Penn’in fotoğraflarıyla karşılaştım. Bu fotoğraflar bana, ilk andan itibaren, fotoğrafçının sujesiyle derin bir bağ kurarak özel bir şeyler paylaşma ihtimalini düşündürdüğü için çok çekici geldi. İlk gördüklerimden biri, Penn’in Pablo Picasso’yu altmışlı yaşlarındayken çektiği portreydi. Onların bir sır paylaştığını, bu sırrın da kalpten gelen bir şey olduğunu düşündüm. O an hayatım değişti. Picasso’nun Penn’e o anki bakışı beni çok etkiledi. Bundan ilham alarak çok iyi bir portre fotoğrafçısı olmayı düşledim, insanlarla bazen kısa bazense uzun süren çekimlerde özel anları paylaşan ve bunu hayat boyu saklanmak üzere kaydedecek biri olabilmeyi istedim.

2

John the Baptist, 2010

Nasıl aşıyorsunuz? Stüdyoma gelen meşhur birisini sokaktaki sıradan bir insanın önüne koymam. Herkese muazzam miktarda saygıyla, sevgiyle yaklaşırım, onlarla aynı oranda ilgilenirim. Ayrıca dokunmaktan hoşlanan biriyim, insanların koluna, eline, çenesine dokunuveririm. İnsanlar da onlara gösterdiğim ilgiyi karşılıksız bırakmazlar ve hemen onların arkadaşı, kardeşi, amcası oluveririm. Bir keresinde Fas’a gidiyordum, bir arkadaşım oradaki müslüman kadınların, inançlarından ötürü kendilerine dokunmama izin vermeyeceklerini söylemişti. Ben orada da her zamanki gibi davrandım ve kadınlar bana çok güzel tepki verdiler, onların ellerine dokunmama, yanaklarına dokunarak başlarını çevirerek poz verdirmeme bir şey demediler. Onlara dokunmamın onları önemsediğim anlamına geldiğinin farkına vardılar. Yani bu formül dünyanın her yerinde, her zaman işliyor; sonuçta herkes önemsenmek, sevilmek istiyor.

4

035


Homage to Masters serisine başladığınızda kanserle mücadele ediyordunuz. O dönemde neden böyle bir seri yapmak istediniz? Evet, tam dört buçuk yıl olmuş. Hastalık safhasında başladığım bu projeyi tamamlayıp tamamlayamayacağımı bilmiyordum. Hayatım boyunca kariyerimi oluşturmakta bana yardımcı olan bütün fotoğrafçılara müteşekkir olduğumu gösterecek bir iş yapmak istiyordum. Bana ilham veren, bana nasıl portre fotoğrafı çekildiğini öğreten fotoğrafçılara bir selam vermek istiyordum. Aklıma kazınan bazı fotoğrafları yeniden oluşturma fikri ortaya çıktı. Bu seriye ilham veren fotoğrafçıların çoğu hayatta değildi. Sanıyorum bugün sadece altı tanesi hayatta. Bu kararı verdikten sonra her bir fotoğrafı dikkatlice çalıştım. Süjelerin gözbebeklerine bakarak, fotoğrafçıların nasıl ışıklar kullandıklarını, giysilere yakından bakarak kullanılan malzemeyi anlamaya çalıştım. Elbiseleri, saçları, sakalları yeniden yarattım, bu seride dijital manipülasyon yapmayacağıma karar vermiştim. Daha sonra ekibimle beraber her bir detayı en incesine kadar dikkate alarak setleri oluşturduk. Galerileri arayıp fotoğrafların orijinal boyutlarını öğrendik, serideki her fotoğraf, yaratıcısı orijinal olarak başta hangi boyutu tercih ettiyse o boyutta sergilendi. John’la bu seride çalışmak da çok keyifliydi.

7

John Malkovich de bu yüzlerin başında geliyor olmalı. Onunla ilişkimiz 20 yıl kadar önce başladı, o zaman John’un da içinde yer aldığı Steppenwolf Theatre Company’den beni aradılar ve yeni oyunlarının tanıtımında kullanmak üzere benden bir portresini çekmemi istediler. John’la ilk karşılaşmamızdı bu ve birlikte yaşadığımız o çekim çok çok güçlüydü. John’a büyük bir saygı, sevgi ve ilgiyle yaklaştım. Gelmeden önce ödevimi yapmıştım ve hazırlıklıydım ama çekim sürecinde ona sıradan bir insan gibi davrandım, bir film yıldızı gibi değil. Sonunda, kişiliklerimizin birlikte güzel bir enerji yarattığı bir çekim oldu. Ondan sonra da John ne zaman Chicago’ya gelse birbirimizi aradık ve başka çekimler de yaptık. John bunları “küçük oyunlar” diye nitelendirir. Onu bir kral gibi, bir şeytan veya bir rahip gibi gösteren çekimler yaptık. Sonuçta John karaktere bürünmekten hoşlanan biri, benim için de bir ilham perisi oldu. Zaman içinde aramızda müthiş bir güven duygusu gelişti. Bu arkadaşlık ve güvenle beraber Homage to Masters serisini onunla birlikte yapmaya karar verdim. Bu müthiş bir dostluk ve işbirliğiydi, bu seri çerçevesinde de 180 kadar portre gerçekleştirdik ve ilişkimiz çok güzel bir şekilde devam ediyor.

6

Fanta Celah, 2016 My Hair, My Soul

Sizde fotoğraf çekme isteği yaratan yüzlerin ortak bir noktası var mı? Gözlerim ilginç görünen insanları bulmak için her daim açıktır. Yaşlı erkekleri özellikle ilginç bulurum. Çok çalışmış, güneşin altında kalmış, denizden etkilenmiş, çok içmiş erkekler... Suratları adeta hikayelerini aktaran bir yüzey gibidir. Her bir çatlak, her bir kırışıklık, her bir yara bir hikaye anlatır, yüz de bir romana dönüşür. Küba serimdeki portreler öyledir, motosikletçiler serisindekiler de...

5

036

Bir ışık tasarımcısıyla çalışıyor musunuz? Tüm ışık düzenini kendim yapıyorum. Benim en büyük yeteneklerimden birinin ışığı anlamak ve istediğim etkiyi yaratmak için nasıl bir ışıklandırma yapmam gerektiğine kolayca karar vermek olduğunu biliyorum. Işık bir fotoğrafı veya bir videoyu yaratmak için çok önemlidir. Bu yüzden ışıkla ilgili ayarlamaları tek başıma yapmayı tercih ediyorum.

8


Kişisel işleriniz size ticari işlerinizi yaparken özgürlük sağlıyor mu? Kesinlikle. İnsanlar bana bir iş için başvururken gerçekte kim olduğumu bildikleri için beni seçiyorlar. Sanatçı gözümü takdir eden müşterilerle çalışıyor olmak benim için büyük bir şans.

9

Sinema mı fotoğraf mı daha heyecan verici? İkisini de seviyorum. Film çekerken belki 60-70 kişiyle birden çalışıyorsun. Böyle büyük ekiplerin lideri olmayı ve bu yaratıcı insanlarla çok şahane bir alan yaratmayı seviyorum. O kısa filmleri yapmayı seviyorum ama yine de benim gerçek aşkım tekil imge. Sinema ise benim yaratıcılığım için yeni bir yol. Filmlerim çok yoğun bir duygu barındırıyor ve kuvvetli mesajlar veriyor. Yakın zamanda John Malkovich’le dört film yaptım ve hepsi de çok güçlüydü. Özellikle de sonuncusu, Hell.

10

Muhammad Ali, 2000

Head on Plate, xxxx

Diane Arbus/Identical Twins, Roselle, New Jersey, (1967), 2014

Fotoğraflamadığınız için pişmanlık duyduğunuz bir an var mı? Homage to Masters serisinde Avedon’un ‘Dovima with Elephants’ fotoğrafını tekrardan çekmeyi çok istiyordum. Ancak biraz araştırınca zaman içinde hayvan haklarındaki gelişmeler nedeniyle ABD’de fillerle böyle bir fotoğrafı çekmenin neredeyse imkansız olduğunu anladım. O muhteşem fotoğrafı yeniden çekememiş oldum. Bu, içimde bir uktedir.

11

Fotoistanbul kapsamında İstanbul’da açılacak serginizde bizi ne bekliyor? Homage to Masters serisinden 41 fotoğrafım sergilenecek. Aslında İstanbul’a gelip genç fotoğrafçılarla birlikte çalışacağım bir atölye gerçekleştirecektim, ancak hem son yaşanan olaylardan dolayı, hem de sağlığım geçirdiğim kanserden sonra yeni yeni düzeldiği için büyük bir olasılıkla orada olamayacağım gibi görünüyor. Dünyada 72 ülkede bulundum ama Türkiye’ye hiç gelmedim. İstanbul’a bir gün kesinlikle gelmek istiyorum.

12

037


Yazı:

VARSA UZAYDAN BAKAN BİZE

Gündüz Vassaf

The Speed of Night, Marc Quinn, 2014, oil paint on paper 60x60 in. Courtesy of the artist

Melih Cevdet Paris’te. Ecevit hükümetinin Kültür Ateşesi. Bir gün yolda yürürken, “Amca, bizim konsolosluk nerede söyler misin?” “Evladım, ilk sola sap, sağdan üçüncü bina.” “Eyvallah amca.” Adam uzaklaşırken Melih Cevdet arkasından seslenir, “Yahu benim Türk olduğumu nerden anladın?” “Başka dil bilmem ki,” der adam, yoluna devam eder. Aklımda, yurtdışında olmamıza rağmen, memleketli ruh halimiz. 038


Adı bizlere sorulmadan kim bilir kaç defa değişecek Boğaziçi Köprüsü’nü ilk geçtiğimde, “Bedenim geçti ruhum arkada kaldı,” demiştim. Köprü öncesi, Karaköy’den vapura biner, İstanbul’dan uzaklaşırken Sarayburnu’nun seyrine dalardık, vapurda tanıdıklarımıza rastladığımızda yol sohbetine koyulur, günün saatine göre iskeleden aldığımız sabah ya da akşam gazetemize dalar, Kadıköy’e yaklaşırken gözümüzde gideceğimiz yer, buluşulacak arkadaşlarımız canlanırdı. Otomobil hızında köprüyü geçmeye ruh halimin alışması zaman aldı. Arkadaşım psikiyatrist. Karısı sosyolog. Kanada’ya yeni taşınmışlar. Montreal’de araba kullanırken arkadaşım aniden fren yapar. Önündeki yaya öfkeli. Salakça davranışlara karşı kullanılan, “Şapşal hindi!” diye çevireceğim, “You goddamn Turkey!” diye bağırır. Arkadaşımın karısı şaşkın, “Atilla, Türk olduğumuzu anladılar!” Ulusal kimliklerimiz öylesine içimize işlemiş ki. New York, gezegenimizin en kozmopolit şehri. Falanca ulusa aitliklerini sergilemek isteyenler sokaklarında her yıl yürüyüş yapar. Türk gününde 5. Cadde’de yürüyüş. Mağrur bakışlı, göğsü kabarık adamın tişörtünde kırmızı boyayla yazı, “%100 Türk.” Yürüyüşünü seyredenlerin gülmelerine bozuldu. Arkadaşları tutmasa Amerikalılara, bir Türk’ün cihana bedel olduğunu kanıtlayacaktı. Gülenlerse, milliyetçiliğin bu uç halini tahayyül edemediklerinden, adamın ince bir espri yaptığını sanmışlardı. Ya bu tekerlemeyi bilselerdi? 1-2-3’ler, yaşasın Türkler; 4-5-6, Polonya battı; 7-8-9, Almanya domuz; 10-11-12, İngiltere tilki; 13-14-15, Ruslar kalleş; 16-17-18, geriye kaldı Portekiz. Bir ülkenin, başkalarını kötülerken, kendini de yalnızlaştırıp yüceltmesinin bundan garip örneğine az rastlanır. Washington’da üniversite öğrencisiyim. Türkiye’den yeni okumaya gelen arkadaşlarım, çocukluğumun bir kısmını Amerika’da yaşamış olduğumdan, beni kendilerinden saymadıklarını bazen açıkça, bazen iğneli laflarla ifade ediyorlar. Aşağılanmama öfkelendim. Onlara özendim. Türklüğüm tuttu. Yeni otomobillerde yok, elbise askılarına dosya kağıdı büyüklüğünde iki Türk bayrağı astım. Arkadaşlarımdan biriyle tam da Beyaz Saray’ın önünden geçiyordum. Birden bayrakları fark etti. “Sen ne biçim Türksün? Bayrak kanununu ihlal ediyorsun,” dedi. İftiharla kanunun ilgili maddesini söyledi. Bayrakları indirdi. Yurtdışı kimliklerimizi bayrak yapabildiğimiz gibi gizleyenlerimiz de oluyor. Başta Almanya, Avrupa’ya Türk göçü başladığından bu yana, kimi aşağılık kompleksinden, kimi ırkçılık nedeniyle korkudan, kimi her ikisinden, ulusal aidiyetini gizler oldu. Onlar için yurtdışına çıktıklarından en büyük iltifat, “Aaah, sen Türk müydün? Hiç de benzemiyorsun!” sözleri. Atatürk’ün deyimiyle “muasır medeniyet seviyesine” ulaştıklarını sanan, Batılı gibi giyinen, onlara özenen, yabancı dili kıvırabilenler, Avrupa’daki göçmen Türk işçileriyle özdeşleştirilmekten utandı. Buna o ülkelerdeki T.C. diplomatları da dahil. Günümüzdeyse, Ankara’dan kükremelere ruhu coşan Türk ulusal kimliği değişim içinde. Yedi düvele meydan okuyan Türkiye söylemiyle, aşağılık ve üstünlük komplekslerinin garip bir harmanlanmasında ifadesini bulmakta. Kah Osmanlı mağruru, kah Batı mağduru Ankara’nın dengesiz ruh hali, çeşitli yöntemlerle topluma benimsettirilmekte. Liseden sınıf arkadaşım. İşi gereği haftanın bir kısmı Londra, bir kısmı İstanbul’da yaşıyor. Türkiye’de araba kullanırken bol küfür yiyor. 039


Londra’da sorun yok. Kurallara harfiyen riayet ediyor. Aynı kuralları İstanbul’da uygulayınca milletin sabrını taşırmış. Çözümü kimlik şizofrenisinde bulmuş. İstanbul’da geçirdiği üç dört günden birinde arabasını Türk gibi kullanıyor. Trafikte zıp zıp şerit değiştiriyor. Yol vermiyor. Yayalara kızıyor. Başka şoförlere elini kolunu sallıyor, kornaya basıyor... Rahatlıyor. Ulusal kimliklerinde kendilerini en çok aldatanlar Amerikalılar olabilir mi? Onlar için ülkeleri, kötülere karşı oradan oraya uçan Superman. Dünyanın her tarafında sevildiklerini zannederler. Türklerin tersi. Ne var ki ABD’de yaşayanlar dünyada olup biten konusunda, başkalarıyla kıyaslanmayacak kadar cahil. Aymazlıktan o denli muzdaripler ki, sevilmediklerini gördüklerinde şaşarlar. Arjantin polisinin, Türk yazarının, Bollywood yıldızının, Çinli zenginin, Filistinli militanın kafasında beyzbol şapkası gördüklerinde, çocuk bahçesinde tanıdık arkadaş görmüş masumiyetindedirler. McDonald’s, Coca-Cola gibi şirketlerinin mamullerinin, basket takımlarının maçlarının, müziklerinin, filmlerinin dünyaca benimsendiğini gördüklerinden, sevilmemelerine anlam veremezler. Bizim Amerika’ya yönelik tavrımızda kaypaklığımız ise ibret verici. Sevilen Amerikalı imajını besleyen ile Amerika’yı sevmeyen aynı insan. Orda burda Amerikalılarla tanışanlar, onlara İngilizce bildiklerini gösterme gayretinden kapıyı açar, NBA’de basket maçlarından tutun da Amerika hakkında bildiklerini saymakla bitirmez, konu komşularına “Amerikalı dostum...” diye başlayan konuşmalarla caka satarlar. Oysa yan yana geldiklerindeyse onları birleştirici konu anti-Amerikan söylemleridir. Ne küresel ısınma, ne dünya barışı, ne de evrensel haklar. Ulusal kimliklerimizin kalebentleriyiz. İster aitliğimizi vurgulamak için olsun ister başkalarını ötekileştirmek, icadından dört yüz küsur yıl geçmesine, gezegenimizin kırılganlığının farkına varmamamıza, kara deliklere kadar uzayın gizleriyle tanışmaya başlamamıza rağmen, ufkumuz ulus-devlet kimlik bazına kilitli. Biz Türkler, Biz Çinliler, Biz Paraguaylılar... Bir bayrak resmi geçididir gidiyor. Paranın bayrağı olmadığını farklı ülkelerin ekonomilerini hallaç pamuğu gibi atabilen küresel sermayeye rağmen küreselleşemedik. “Biz” sözcüğünü, “Biz insanlar”, “Biz dünyalılar” anlamında kullanmaktan aciziz. Futbol takımı aitliğinden marka tüketiciliğine, tanrı seçiciliğimizden ırkçılığımıza kadar her vesilede başkalarını ötekileştiren, nefret tohumları eken, savaşlarda taraf tutmaya davetiye çıkartan bizleriz. Dayım Zekeriya Sertel yaşamının son döneminin büyük kısmını siyasi mülteci olarak Paris’te geçirdi. Hakkında tutuklama kararı, dava vs. olmamasına, ömrü boyunca Türkiye vatandaşı kalmasına rağmen, başta Demirel, ülkenin farklı hükümetleri, uyduruk MİT raporlarına göre dayım bilmem kaç parçaya bölünmüş solu toparlayacak diye onun Türkiye’ye girmesine izin vermedi. Pasaportunu yenilemediler. Bir seferinde geldiğinde, bir gün bile kalamadan Ankara’da ‘Başbakan sizinle görüşmek istiyor’ bahanesiyle uçağa bindirilip sınır dışı edildi. Seyahat edebilmek için Birleşmiş Milletler Mülteciler Konseyi’nden aldığı, pasaport yerine geçen belgenin üstünde, yersiz yurtsuz anlamına gelen “Heimatslos” yazıyordu. Dünyamıza birkaç yüzyıldır egemen düzende ancak bir ulus devlete aitsen adamdan sayılıyorsun. Yoksa “Heimatslos”. Gene de, “Biz dünyalıyız” deme bilincine ulaşabilmemiz için, kimilerinin inandığı gibi, bunun ancak uzaydan bir ötekiye karşı birleşmemizle olabileceği düşüncesinde değilim. 21. yüzyıl küresel gençliği ulusal aidiyetliği aşma yolunda. Yaşamın ortak noktası Yıldız tozundan gelmemizde Varsa uzaydan bakan bize Hoş gelsinler esas gücümüze. Var mı dünyamızda Sevgiden başka mucize? 040



Yazı:

Aslin Kumdagezer

GENDERNEUTRAL

X kromozomunun karşı cinsin gardırobuna sızmasının üzerinden bir yüzyıl geçmesine rağmen moda dünyası hala katı kurallarına bağlı kalmakta ısrar ediyor. Sürekli değişmesiyle müstesna moda evreni kalıplaşmış işleyişinde ısrar etmekteyken yılın başında düzenin bozukluğundan dem vuran tasarımcılar aslında bir asır önce başlayan estetik başkaldırıyı pratiğe dökmek için sisteme karşı geliyor. Let the games begin. Takvimin diğer ucunda Mademoiselle Coco’nun, kadına pantolonu bahşetmesinin ardından, Yves iddiayı görüyor ve artırıyor, 1966’da Helmut Newton Rue Aubriot’da yeni kadını fotoğraflıyor ve ardından terminolojimize kronolojik sıralamadan bağımsız, unisex, genderfluid, genderneutral, genderbending sözcükleri ekleniyor. Bu uçta ise, 2009’da Prada hem kadın hem de erkek koleksiyonlarında aynı kumaş ve kazakları kullanıyor. Yine aynı yıl, Domenico Dolce defile öncesinde, kadın ve erkek koleksiyonlarını simültane tasarladıklarını, haliyle tasarımların birbirinden etkilendiğini söylüyor. Ve o sezon, Dolce&Gabbana kadını ve erkeği aynı kadife blazer’ı paylaşıyor. Koleksiyonlar arasındaki domino etkisinin uzun zamandır farkında olan moda dünyası bariz olanı görmezden gelmekte ısrar ediyor ve milenyumun cinsiyetsizlik isteğinin önüne Donald Trump duvarı örüyor. Küçük başkaldırıları takiben, Sonbahar-Kış 2014 sezonu dahilinde Paris’te ilk koleksiyonunu gösteren bir kolektif değişimin kapıda olduğunu fısıldıyor. 4 sezon içerisinde modanın yeni süper starı olan Demna Gvasalia, düzene ilk ateşi açıyor. LVMH, Kering ve bilumum büyük gruplar, izledikleri filmin yeniden tekrarlanacağı özgüveniyle kollarını kavuşturmuş, heyecanlı çocukları izliyor. Zira beklenmedik darbe bu kez tükenmişlik sendromu yaşayan kreatif direktörlerden ve ekonomik krizle baş etmenin yollarını arayan neo-lüks modaevlerinden geliyor. Raf Simons Dior’dan sessiz sedasız ayrılıyor, Tom Ford tasarım ve üretim süreçlerinin mantıksızlığından dem vurup direct-to-consumer modeline geçiyor ve Burberry’nin dümenindeki Christopher Bailey, Ford’u takip ediyor. Kering, lüks tanımının bekledikçe değer kazandığını savunuyor ve kanatları altındaki markaları devrime katılmaktan men ediyor. Aynı esnada finansal kriz lüks dünyasını mikro depremlerle sarsmaya devam ediyor ve Nisan 2016’da Alessandro Michele, Gucci’nin kadın ve erkek koleksiyonlarını birleştireceğini resmi olarak duyuruyor. Bu kez Kering karara karşı çıkmıyor. Kadın ve erkek koleksiyonlarını birleştirme fikrini modaevinin başına geçtiği andan itibaren deneyimleyen 042

Gucci Menswear Show, Milano, 2016

Michele, kadın koleksiyonlarının arasında birkaç erkek, erkek koleksiyonlarının arasına birkaç kadın ekliyor. Givenchy ve Chanel de deneye katılıyor. Paul Smith, Michele’den birkaç ay önce moda dünyasının çıldırdığını ve bu tüketim çılgınlığına daha fazla alet olmayacağını söyleyip defileleri birleştirme akımının öncülüğünü yapıyor. Takiben Public School da tek defile akımına katılıyor. Ve henüz birkaç gün önce Vivienne Westwood, Paris Moda Haftası’ndan Londra’ya transfer olacağını, kadın ve erkek koleksiyonlarını birleştireceğini açıklıyor. Defile bütçelerinin milyon dolarlar üzerinden hesaplandığı,başarının kimin daha çok para harcadığıyla ölçüldüğü ve şovların çoğu zaman tasarımların önüne geçtiği bir denklemde tek defile fikri marka tarafında atılacak mantıklı adımlardan biri gibi görünüyor. Zira, çok bilinmeyenli denklemde, sadece Eylül ve Şubat’ta kadın moda haftalarında gösterilecek kıyafetler erkek satın almacılarını kurşun geçirmez soru işaretlerinin hedefine alıyor. Halihazırda yirmi gün içerisinde önündeki altı ayın satın alma planını yirmişer dakikalık showroom ziyaretleri üzerinden öngörmeye çalışan satın almacı tarafında defilelerin birleşme olasılığı Hiroşima etkisi yaratıyor. Olası bir birleşmenin, seyahat ve otelcilik sektörüne de okkalı bir darbe vuracağı su götürmeyen gerçekler tarafından selam ediyor. Oyunun yeni kuralları henüz kesinleşmiş değil, kimin hangi tarafı tutacağı ve nihai kararı kimin vereceği ise soru işaretlerinin devamında bekliyor.


Yazı:

Melda Ennekavi

KONUŞMAMIZ GEREK

Sizin ne istediğiniz önemli değil, bir noktadan sonra popüler kültüre ve onun getirilerine maruz kalmanız kaçınılmaz. Aslında bunu, tıpkı yeni bir Instagram özelliğine veya Snapchat filtresine adapte olmaya çalışmak gibi de düşünebilirsiniz. Bu süreci biraz hızlandırıp bu aralar neleri sık sık duyacağınızdan bahsedelim. TAMAMEN KİŞİSEL. Bir yanda geçmişten beslenmeye devam eden moda dünyası, bir yanda ise geçmişi günümüz popüler kültürü ile harmanlayan bağımsız markalar ve tasarımcılar... Trendler doğrultusunda gelişen moda, bir şekilde insanların benzer silüetler ile sokakta yürümesine neden olurken, bağımsız tasarımcıların önümüze sunduğu yeni soluklu tasarımlar ise bize kendimizi ifade edebileceğimiz kişisel bir oyun alanı sağlıyor. Bahsedilen tasarımlar, halihazırda 90’lardan aşina olduğunuz metalik rozetler. Big Bud Press, Gimme Flair, Girl Gang, Free Radicals, Rosehound Apparel ve Tuesday Bassen gibi isimlerin popüler kültüre referans vererek ürettikleri bu metalik rozetleri, kişiselleştirmenin bile bir noktadan sonra başkasını tekrar etmeye yenik düştüğü bir dönemde, yeni bir farklılaşma aracı olarak gönül rahatlığıyla kullanabilirsiniz. THE GET DOWN. Netflix; 1980’ler, Winona Ryder ve korku klişeleriyle dolu bir yaz atıştırmalığı tadındaki Stranger Things’in ardından, 1970’li yılların Bronx’una ve diskonun doğuşuna tanıklık etmenizi istiyor. Ortalama 60 dakika olarak sunulan The Get Down’u, bir solukta bitirebileceğiniz televizyon serilerinden ayırmanız gerekiyor. Zira özümsenmesi gereken hikayenin hafızanızda yer etmesi için ona ona bir parça tanımanız şart. Yönetmenliğini Baz Luhrmann’ın üstlendiği The Get Down’un en akılda kalıcı yanı ise bölüm başına neredeyse 10 milyon dolarlık bir harcama yapılması. Bu dizi, Stranger Things’in ağzınızda bıraktığı o leziz tadı verir mi bilinmez. Ama yüksek maliyetli bütçesi, kostümleri ve hikayesiyle The Get Down’u bir süre daha duymaya devam edeceğiniz kesin. FU YUANHUI. Rio 2016 Olimpiyatları’nın ardından kimi hafızamızda tutmalıyız? Suratı her daim asık Michael Phelps’i mi, kameraya gülümseyen bir Usain Bolt’u mu yoksa bütün sponsorluklarını kaybeden Ryan Lochte’u mu? Cevaplıyoruz; hiçbiri. Biz en iyisi Fu Yuanhui’den bahsedelim. Yuanhui’nin olimpiyatlardaki performansı ile değil, aslında kamera önünde nasıl

Fotoğraf:

Juergen Teller Björk, 1993, The Face Magazine No. 62

gözüktüğünü umursamaması, yarışı kaybettiği zaman nedenini saklamakta bir sakınca duymaması ve tepkilerini göstermekte tereddüt etmemesi ile ilgileniyoruz. REMAKES. Ghostbusters’ın ardından aşina olduğumuz kadrosunu kadın oyunculara teslim etmeye hazırlanan Ocean’s Eight, Hollywood’un kadınlara kendini affettirme çabası mı yoksa bir pazarlama stratejisi mi? İzlediğimiz senaryoların büyük bir kısmının kitaplardan ve eski filmlerden uyarlama olduğunu varsayarasak Hollywood’un benimsediği bu yeni stratejiyi, anlam yüklemeden, basit oyuncu değişikliği olarak tanımlayabiliriz miyiz? Söz konusu kadınlarsa feminizim de otomatik olarak konu başlığı gözetmeksizin denkleme dahil ediliyor. Bu başlık özelinde baktığımızdaysa #FeministAMovie etiketi olarak karşımıza çıkıyor. Inglorious Bitches, Forrest Bumps, Husband of The Bride Frankenstein, Jane Bond... Yakın bir gelecekte yeni kadrolarıyla rastlayabileceğiniz yeni film adlarına bakıyor olabilirsiniz. 043


O bir tarotist, şaman, ressam, heykeltıraş, kuklacı, kendi tabiriyle ‘psychomagic’ şifacı ve yönetmen. Alejandro Jodorowsky ile bir araya gelip, son filmi Endless Poetry’den ve yıllar

ALEJANDRO sinemaya geri dönüşünden bahsettik. JODOROWSKY sonra hayat hikayesini anlatmak için

Röportaj:

Nando Salvà

044


Bay Jodorowsky, dünyayı nasıl kurtarabiliriz? Onu öncelikle politikacılardan kurtarmalıyız. Umarım ileride bizden daha akıllı makineler yapabiliriz. Her devletin başına bu makinelerden koyup, bu yalancı politikacılardan kurtulabiliriz. Ancak bu sayede geleceğimizi düzene sokabiliriz.

1

23 yılınızı film yapmadan geçirdiniz, ve nihayet tekrar kamera arkasına geçip, tamamen otobiyografik bir hikayeyle karşımıza çıktınız. Neden? Film yapmak, bir bakıma, aklının limitlerini zorlamak. Uzun süre önce ‘psychomagic’ adında bir terapi yöntemi icat ettim. Psikanaliz, felsefe, tiyatro ve Şamanizm’in bir karışımı. Bunu filmlerime de uyguluyorum, böylece geleneksel sinemanın bir uzantısı olmaktan çıkıp ‘psychomagic’ film oluyorlar. Şiirsel de olmaları onları otomatik olarak tedavi edici kılıyor.

2

Yani filmlerinizi terapi niyetine mi yapıyorsunuz? Evet. Yıllarca bir sürü acı tecrübe yaşamak, tanıdığım insanları kaybetmek, sanatın ne anlama geldiğini sürekli sorgulamama neden oldu. Sanat tedavi edici olmalıdır; eğer böyle bir özelliği yoksa, sanat değildir. The Dance of Reality ve Endless Poetry filmlerini bu yüzden yaptım. Narsist değilim, birçok şeytanla yüzleştim ve çoğu duygunun üstesinden geldim. Mesela Endless Poetry’yi çekerken çok ağladım çünkü bu film sayesinde babamı affettim, ki aslında kendisi çok kötü bir adamdı. Berbat günler geçirdim, hatta intihar etmek istediğim bile oldu. Geçmişimle yüzleşmek uzun zamanımı aldı, ama galiba sonunda bunu başardım.

3

Bu tempoda çalışmak seksen yedi yaşında biri için fazla değil mi; bu filmleri çekmek için gücünüz olacak mı? Bence olacak. Babamın yüz yaşına kadar yaşadığını göz önünde bulundurursak, genlerimin sağlam olduğunu söyleyebilirim. Her ne kadar son zamanlarda dişlerim ve saçım dökülmeye başladıysa da ve ihtiyarlıkla başetmek çok zor olsa da, içimde hala bir çocuk yaşıyor. Yani evet, on beş yıl daha yaşayacak gücü kendimde görebiliyorum. Hatta belki bu üç filmden sonra başka filmler bile çekebilirim.

5

Daha kaç tane otobiyografik film yapmayı planlıyorsunuz? Büyük ihtimalle üç tane daha çekerim. Bunlardan ilki, Marcel Marceau ve André Breton gibi birçok insanla tanıştığım, ezoterik deneyimler yaşadığım Paris’te geçecek. Ondan sonra Meksika’da geçirdiğim yirmi yılı anlatacağım, Şamanizm tecrübelerime tanık olacaksınız. Son olarak da, bugünkü hayatımdan ve gerçek aşkı yakaladığım karım Pascale’dan bahsedeceğim. Benden kırk beş yaş küçük olmasına rağmen beni tek anlayan kadın oldu. Çok mutluyum.

4

Endless Poetry, 2016

045


Endless Poetry’yi ‘crowdfunding’ yoluyla finanse ettiniz. Geleneksel yöntemlerle bu mümkün değil miydi? Risk almak isteyen yapımcı bulamadığım için insanlara dönüp, onlardan yardım istedim. Boğulurken, yakınınızda hayatınızı kurtaracak ne varsa ona tutunursunuz. Başta biraz tereddüt ettim çünkü sanki insanlara yalvarıyormuşum gibi geliyordu. Ama sonra, bu filme yatırım yapanların, karşılığında bir şeyler alacağının farkına vardım. Böylece, bu bir hayır işinden çok bir alışveriş gibi görünmeye başladı. Sonunda bir milyon dolardan fazla para topladık ve Endless Poetry de tamamen bedavaya gelmiş bir film oldu. Bu da Hollywood filmlerinin asla yakalayamayacağı bir şey.

6

Nasıl yani? Hollywood’da benim çok çirkin bulduğum endüstriyel bir anlayış var. Onların asıl amacı para kazanmak ve bu yüzden de filmler çok hasar görüyor. Sinemaya gittiğinizde girdiğiniz gibi çıkıyorsunuz, yani size bir şey katmıyor. Bir kokteyl içmek gibi, başta biraz rahatlatıyor ama bir süre sonra sıkılıyorsunuz. Mesela, artık kim -yapımı dört yüz milyon dolara mal olan- Avatar hakkında konuşuyor ki? Tamamen unutuldu. Bunun tersine, küçükken Luis Buñuel’in Un Chien Andalou filmini izlemiştim ve kadının gözlerini kaybettiği sahne hala aklımda. Aklımı ve ruhumu sonsuza kadar zenginleştiren bir filmdi. Ben de filmlerimle bunu başarmak istiyorum. Para kaybetmek için film çekiyorum.

7

046

Fotoğraf:

Pascale MontandonJodorowsky The Dance of Reality’nin kamera arkasından

İlkelerinize her zaman sadık kalarak yaşamayı başarabildiniz mi? Evet, hiçbir zaman kendimi satmadım. Hiçbir zaman ticari bir şey yapmadım. Çok yetenekli bulduğum iş arkadaşlarımın filmlerine bakıyorum ve bazen çok üzülüyorum. Çünkü izlediğim şeyler parfüm reklamlarını andırıyor. Açıkçası, ben öyle filmler çekmeye hiç ihtiyaç duymadım. Herkesin elbette bir yeteneği var. Benimki de hayal etmek. Ben hep yarattığım karakterlerle ve hikayelerle yaşadım. Gençken önümde iki yol vardı: Zeka ve hayal gücü. Oldukça zeki olmama rağmen, hayal gücümü geliştirmek için bu yolu seçtim.

8

Bugünlerde birçok genç eski filmlerinizi izliyor. Bu hoşunuza gidiyor mu? Yeniden keşfedilmek hoşuma gidiyor ama aynı zamanda bu bana çok normal geliyor. Ben zamanımın otuz, kırk yıl ilerisindeydim. Bu da hayatımı çok zorlaştırdı. Meksika’da bir filmim ilk kez gösterildiğinde beni öldürmek istediler. Bana gerçekten ateş ettikleri bile oldu. Tam bir skandaldı. Ama zaten bir sanatçının görevi, zamanın önüne geçmek değil midir?

9

Sinemanın geleceği nasıl görünüyor? Yeni teknikler geliştirmemiz gerekiyor. Bildiğimiz sanat yakında tarih öncesi bir şeye dönüşecek. Hatta şimdiden dönüştü bile. Günümüzdeki filmlerde her şey hala karada gerçekleşiyor. Ama elli yıl sonra, yükselebilecek ve hayatımızı uçarak geçirebileceğiz. Sinemada da bunun yansımasını göreceğiz. Tabii bunu başarmak için önce dünyayı kurtarmamız gerekiyor, yoksa her şey yok olacak.

10

C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K



Hilary Sample ve Michael Meredith’ten mütevellit New York menşeli MOS Architects, tanımlaması karmaşık mimari anlayışlarıyla Spinoza’nın “İnsanlar, tamamen istençleri ve arzularının farkında olmalarından dolayı, özgür olduklarına inanırlar; onları arzulamaya ve istemeye azmettiren nedenlere dair en ufak bir fikirleri yoktur.” sözüne kafa tutuyor ve sürüden ayrılıyor. 3. İstanbul Tasarım Bienali’nde yer alacak ekibe aklımızdakileri sorduk.

Röportaj:

Besray Köker Fotoğraf:

MOS Architects’in izniyle

048

MOS ARCHITECTS


Önümüzdeki 10 yılda mimarlığı şekillendirecek üç madde belirlesek bunlar neler olur? Sosyal medya, profesyonel araçların özelleştirilmesi (mesela yazılımlar), finansal unsurlar.

1

Bir mimar orijinal olmamayı ne kadar göze alabilir? Orijinallik şu günlerde imkansız bir olgu ya da en azından saçma bir arzu olarak gözüküyor. Tasarım eğitimi alan her öğrencinin bildiği gibi, tasarım değerlendirmelerindeki ilk yorum, projelerinin başka bir projeyi andırdığıdır: ‘Eğer bunu beğendiysen, bunu da beğenirsin’ gibi Amazon algoritmasını andıran bir eleştiri... Biz MOS’ta orijinallikten ziyade, bir çalışmalar bütünü oluşturmakla, sahada bir ses ve pozisyon inşa etmekle ilgileniyoruz.

2

Mimari önermelerinizde köklere dönüş, birlikte yaşama kültürü gibi kavramlar hep ön planda. Çalışmalarınızın bu yönde evrilmesine hangi kaygılar neden oldu? Bir bakıma ticari ve teknoloji merkezli mimari modellere karşı bir tepki gösteriyor olabiliriz. Teknolojinin karşısına mimarinin fizikselliği ve deneyimle çıkmak, mimarinin gerçek ve temsili alanlarını çökertmek ilgimizi çekiyor. Video oyunlarının fizik motorlarını kullanan yazılımlarla haşır neşir olmayı bu yüzden seviyoruz.

3

Geleneksellikle nasıl bir ilişkiniz var? Temel formlarla çalışıyoruz ve mimarinin bir sunumu olarak gördüğümüz jenerik mimariyi seviyoruz. Bunları ifade etmekle birlikte bu kategoriler, sınıflar her geçen gün bizim için daha az kullanışlı hale geliyor. İşlerimizi hem geleneksel hem modern olarak tanımlamamız mümkün, ama belki ikisi de değildir.

4

Housing No. 4, Dequindre Cut, 2016

Partner olarak kolektif kararları nasıl veriyorsunuz; çatışmalardan çıkan enerjiyi daha iyi bir yere kanalize edebiliyor musunuz? Biz bir ofis olarak birlikte çalışıyoruz, projeleri birbirinden ayırarak yönetmeleri için ayrı bireylere asla vermiyoruz. Kararları nasıl alıyoruz veya kim neyi yapıyor bizim için gerçekten ortaya koyması çok zor. Söyleyebileceğimiz tek şey; ofisteki herkes ve her şey, müşteri, bağlam, diğer mimarlar, öğrenciler, internette karşımıza çıkan rastgele bir imaj... Bunlar ve daha fazlasının, yürüttüğümüz her projeyi şekillendirme potansiyeli var. Fakat tüm bu etkenlerin ve etkilerin çalışmalar bütünümüz ile uyumlu olması gerekiyor. Verdiğimiz her kararın geçmişte yaptığımız işlerle ilişkisini düşünüyoruz.

5

Son dönemde öne çıkan iki işiniz, 2015 Chicago Mimarlık Bienali’ndeki dört tam ölçekli konut projesinden biri, 2016 Venedik Bienali’ndeki Housing No. 4, Dequindre Cut... İstanbul Tasarım Bienali’nde sizden neler beklemeliyiz? Mimarlık ve mimari sunum üzerine; insanlık ve küratoryel bilgilendirme ışığında düşünmeye çalışıyorduk ve sonunda içinde mimari unsurlar olmayan bir ölçekli figürler ansiklopedisi hazırladık. Önce dikkate değer, önemli mimari eserleri aldık, çizimlerini inceledik ve ölçekli figürler dışında kalan her şeyi sildik. Bunun dışında birkaç model mobilya ve doğal boyutlarda figürlerden oluşan etkileşimli bir perde yaptık.

6

049


Güzelliğe cilt bakımı, makyaj, egzersiz ve sağlıklı beslenmeyi içeren koca bir paket olarak bakanlardansanız, Burberry’nin Artistik Danışmanlığı’na Eat Beautiful kitabını ekleyen Wendy Rowe’un iştahını takdirle karşılayabilirsiniz. Rowe, yoğun temposuna rağmen bloguna işe yarayan tavsiyeler eklemek konusunda da istikrarlı.

Röportaj:

Ayşecan İpek

050

WENDY ROWE


Renkle ve renkli olmakla aran nasıl? Renklere bayılıyorum, kendimi sürekli renkli bir şeyler hayal ederken buluyorum ama iş makyaja geldiğinde rengi doğru yaratıcılıkla ve planla kullanmak gerekiyor çünkü modern ve havalı bir tablo yerine son derece teatral ve demode bir şeye dönüşme riski büyük.

4

‘Haksız yere değer biçilmiş bir makyaj malzemesi’ dediğimizde aklına ilk olarak ne geliyor? Primer. Eğer cildinizi derinlemesine temizleyip doğru şekilde nemlendiriyorsanız primer’e ihtiyacınız yoktur. Bana kalırsa tek yaptığı makyaja fazladan bir kat eklemek.

1

Makyöz olmaya karar verirken tam olarak neye kalkıştığını biliyor muydun? Aslında hayır. Grafik tasarım okudum ama o dar alanın benim için yeterince yaratıcı olmadığına karar verdim. Sil baştan öğrenciliğe döndüm ve makyaj tasarımcısı olma yolunda ilk adımı attım. Çalışmaya başladığım ana kadar tam olarak neden sorumlu olduğumu bilmiyordum ama işte 20 sene sonra buradayım.

2

Çabasız güzellikle özdeşleşmiş bir markanın, Burberry’nin, artistik danışmanlığını yapıyorsun. Doğal güzelliği saklamak yerine ortaya çıkarmanın en kolay ve risksiz yolu nedir? Işığı ve gölgeyi tanımak çok önemli. Yüzün kusursuz bölgelerini ışıkla ortaya çıkarmak, kusurlu bölgeleri gölgelemek gerekiyor. Günlük hayatta bu iş için çok da fazla malzemeye ihtiyaç yok aslında; Face Contour Pen, maskara, açık ve koyu renkte iki farklı kapatıcı ve tabii ki iyi bir baz elde etmek için ciltle uyumlu, doğru renkte bir fondöten. Işık ve gölgeyle daha büyük gözler, daha iddialı elmacık kemikleri, daha ince bir burun ve daha güçlü bir çene hattı yaratmak mümkün.

3

Arthur Rimbaud, bir şiirinde “bir akşam dizlerime oturttum güzelliği ve acı buldum onu ve sövdüm ona” diyor. Güzellik sektörünün bizim güvensizliklerimizden ve endişelerimizden faydalandığını düşündüğün oluyor mu? Bu, kişinin mükemmelliği nasıl tanımladığıyla alakalı bence. Daha büyük ve gösterişli olan her zaman daha iyi olan değildir. Tabii ki kozmetik markaları mükemmel olanı düşlüyor ve düşletiyor, bu durumda sen de en iyiye giden olasılıkları göstermek zorundasın, reklamcılık bunun üzerine kurulu. Modern çağda hem kadınların hem de erkeklerin güvensizlikleri var, muhteşem güzellikte bir imaj gördüğümüzde kendimizi ona sahip olmak isterken, onu arzularken buluyoruz. Gerçek bir insan söz konusuysa her şey daha farklı, ilk olarak algıladığımız görüntü sadece birkaç dakika aynı kalıyor, daha sonra o insanı tanımaya başlıyorsun ve diğer her şey etkisini kaybediyor.

5

Bir İngiliz olarak ‘Amerikan güzelliği’ kavramına nasıl bakıyorsun? Bu kavramın tanımı benim için hep aynı; sağlıklı, mutlu, özgüvenli bir kadın. Seneler içinde anlamını hiç değiştirmeyen bir kavram. Bir kadın olarak başka kadınlarda ve kendimde görmek istediğim de tam olarak bu.

6

Bugün içeriden dışarı taşan güzellik denildiğinde akla iyi kalpli değil, sağlıklı beslenen bir insan geliyor. Sağlıklı beslenmek hiç bu kadar önemli olmamıştı, Eat Beautiful’u yazarken senin motivasyonun neydi? Sağlıklı beslendiğinde, kendine baktığında, düzenli olarak egzersiz yaptığında daha pozitif ve mutlu bir insan oluyorsun. Bu, benim her daim savunduğum, zamansız bir felsefe. Şu sıralar bir trende dönüştüğü gerçek, çünkü yıllar önce bu kadar çok insanın dikkatini çeken bir konu değildi ve bu konulardan bahsetmek istediğinde hevesli bir dinleyici kitlesi bulamıyordun.

7

051


Çekimlerde ve defilelerde çalışırken temponu yüksek tutmak için özel bir beslenme programı uyguluyor musun? İçinde hurma, kurumuş fındık ve yulaf olan enerji topları atıştırıyorum. Defilelerde sağlıklı beslenmek gerçekten de çok zor oluyor, bu yüzden çoğu zaman yemek işini önden halletmeye çalışıyorum. Sonuçta yemek yemeyi çok seven bir insanım ve kesinlikle bir melek değilim.

11

Bu arada son dönemde hangi çekim sana işinden %100 tatmin olmuş hissettirdi? Kitabım için Camilla Akrans’la çektiğim imajlar, Cüneyt Akeroğlu’yla Vogue için çektiğimiz Japon hikayesi, Vogue Paris için Inez ve Vinoodh’la yaptığımız disko çekimi. Hepsinde farklı modellerle çalıştım, hepsine bambaşka bir ruh hali hakimdi.

12

Burberry Womenswear, Fall 2016

Senin de oldukça sağlıklı bir beslenme düzenin olduğunu düşünüyoruz. Fast food’da sınırın nedir? Pizza, çünkü onu reddetmek çok zor. İncecik hamurdan yapılmış, üzerinde sadece taze domates ve fesleğen olan bir margarita pizza, aynı İtalyanların yaptığı gibi. Onu yerken bile tonlarca roka ekliyorum, o zaman daha az zararlıymış gibi geliyor. Sanki koca bir salata yiyormuşum gibi...

9

En çok hangi bölümü yazarken zorlandın? Bazı özel besinlerle ilgili teknik bilgiler beni zorladı. Sürekli vitaminlerden ve besleyici maddelerden bahsetmek beni biraz sıkıyor, beni sıkan bir şeyin okuyucuyu da sıkacağını düşündüm. Bu yüzden kendi deneyimlerimi ekleyerek işi biraz eğlenceli hale getirmeye çalıştım. Kişisel öğeler katılmış tavsiyeleri hatırlamak ve uygulamak daha kolay oluyor.

8

10

Eğer New York’ta leziz bir öğlen yemeği yemek isteseydik bize nereyi tavsiye

ederdin? Neden bana gelmiyorsunuz? Evimde pişen yemek, New York’taki tüm restoranlardan daha lezzetli bence.

052

Resim yapıyor musun? Hayır ama yapabilmeyi çok isterdim. Resim yapmakla ilgili en çok kıskandığım şey bir odayı delicesine dağıtıp aynen o şekilde bırakabilme özgürlüğü. David Hockney, Jackson Pollock ve bazı Rönesans ressamlarının işlerini seviyorum, çalışırken hep kafamda bir yerdeler.

13



Fotoğraf ve video yerleştirmeleriyle radarımızda olan Julian Rosefeldt ile insanlığın geleceğinden ve hepimizin zihnini bir şekilde meşgul eden toplumsal meselelerden bahsettik. Eski manifestolara bir nevi saygı duruşunda bulunan, Cate Blanchett’in on üç farklı karaktere büründüğü son film yerleştirmesi Manifesto ise birazdan okuyacağınız röportajın esas bahanesiydi.

Röportaj:

Hande Eagle Fotoğraf:

Renate Brandt

054

JULIAN ROSEFELDT


Bay Rosefeldt, zamanımızın en büyük tehlikesi ne? Popülizm, bencillik ve açgözlülük. İnsan doğası ne yazık ki gelecek nesilleri hesaba katmaya yarayacak herhangi bir sosyal zekaya sahip değil. Kendi çocuklarımız için daha iyi bir hayat düşünürken bile sıkışıyoruz. Hayvanlara baktığımızda zürriyetlerinin varlığını sürdürmesine dair çok daha gelişmiş bir zekaya sahipler. Biz bir kabile olarak sanki bu özelliğe sahip değiliz ve belki de tam da bu yüzden buradayız. Biraz kötümser düşünecek olursak, belki de insanlar doğanın, kendi sonunu kendi getirecek olan bir kaprisidir. Ama böyle kaderci olmaktan hoşlanmıyorum çünkü insan zekasına ve yaratıcılığına inanıyorum. Yakın zamanda ürettiğim ve bu konuya odaklanan bir iş var: In the Land of Drought. Karşı karşıya olduğumuz diğer büyük meseleler dünyanın dört bir yanında artış gösteren radikal popülizm ile demokrasi ve özgürlük karşıtı eğilimlerin yükselişi. Şu an bu eğilimleri ikimizin de ülkelerinde gözlemlemek mümkün. Kitleleri hünerli bir şekilde kullanmanın ne kadar kolay olduğunu görmek ve bu tür gelişmelerin çok kısa bir zaman içerisinde ne vahim bir şekilde tekamül edebileceği beni çok korkutuyor.

1

2

Peki, yaşamın amacı nedir? Yaratıcı olmak.

Manifesto, 2015 © Julian Rosefeldt and VG Bild-Kunst, Bonn

Çalışmalarınızın birçoğunda parmağınızı çağdaş toplumun ve ilgili konuların nabzı üstünde tutuyorsunuz. Sanatçılar günümüz dünyasında ciddiye alınmak için güncel meselelerle ilgili çalışmalar üretme zorunluluğundalar mı? Eğer gözlerinizi kapatmazsanız bugün üretilen her sanatsal çalışma politik bir sanat yapıtı olma eğilimine sahip. Günümüzde sanatçı olarak çalışıyorsanız, isteseniz de istemeseniz de hepimizi ilgilendiren ve çevreleyen bazı önemli meselelerle karşılaşıyorsunuz. Sığınak ilk büyük göçmen dalgasının Avrupa’ya, çoğunlukla İspanya’nın Kanarya Adaları’na, vardığı dönemde yapılmış bir çalışma. Bu mesele şu an tekrar gündemde. Ben sadece rahatımı bozan meseleler üzerinde çalışabiliyorum, rahatımı bozan da çevremdeki şeyler.

3

Deep Gold’da birçok feminist tarafından kadın düşmanı olarak görülen Richard Wagner’ın eserini müzik seçiminiz olarak kullanarak insanlığın melankolik ve zihni bulanık halini ifade etmenin zeminini hazırlıyorsunuz. Feminizmin yükselişi, cinsel anlamda hafifmeşreplik ve cinsel devrim, ataerkil erkeğin egosunu kırmayı başarabildi mi? Öyle umuyorum. Wagner benim için çok sorunlu bir figür çünkü hem hayret verici eserler bestelemiş hem de (kadınlarla ilgili) malum görüşlerini mektuplarında ve diğer ifadelerinde yazmış biri. Yazdıklarını okumak dehşet verici. Kültür tarihinin en çelişkili figürlerinden. O, biz Almanların kendi ulusal kimliğimizdeki güzel ve çirkin sorunsalıyla mücadele edişimizin savunucusu. Bilebileceğiniz gibi, çalışmalarımın çoğu bu sorunsalla ilgili. Bir diğer çalışmam, The Ship of Fools da havlayan köpeklere tezat oluşturarak Richard Wagner’in ‘Im Treibhaus’una yer veriyor. Deep Gold ise Luis Buñuel’in 1930 yapımı fantastik sürrealist şaheseri, L’Âge d’Or’a saygı duruşu niteliğinde bir eser yaratma davetine karşılık olarak oluştu. Aynı zamanda, feminizmin sadece kadınların ele alması gereken bir konu olmadığına inanıyorum. Erkek bakış açısından feminist bir yapıt yaratmanın çok ilginç olabileceğini düşündüm. Bana göre, sonuç son derece feminist.

4

055


Cate Blanchett’in farklı yüzleriyle ne anlatmak istiyorsunuz? Video yerleştirmede tanıtım ekranı dahil on üç ekran var. Bu ekranların hepsi Cate Blanchett tarafından icra edilmiş çağdaş karakterleri gözler önüne seriyor. Bu çağdaş karakterlerin her biri 20. yüzyılın, Dadaizm, Vortisizm, Fütürizm, Konstrüktivizm, Sürrealizm ve kavramsal sanat gibi belirli bir sanat akımına adanmış bir metin kolajını temsil ediyor. Söz konusu akımlara dahil sanatçıların aynı zamanda çok iyi yazarlar olmalarının yanı sıra bu metinlerin hepsinin ortak noktası, sanatçıların manifestolarını yazdıkları dönemde, çalışmalarının henüz tavan yapmamış olmaları. Bu sebeple de büyük bir öfke ve tabii ki, dünyayı sanatıyla değiştirme iradesi hissediliyor. Öte yandan, bu metinler hayatın erken bir döneminde kendine kim olduğunu ve nerede durduğunu anlatmaya çalışan bireyin kendine karşı güvensizliğinin delili olarak da görülebilirler.

6

En son video yerleştirmeniz Manifesto’yu size yaptıran neydi? Her proje bir öncekinin kıvılcımından doğuyor, bu seferki kıvılcım Deep Gold idi. Daha önce bahsettiğim gibi, feminist teori üzerine okumalar yapıyordum. Bir Fransız fütürist kadın sanatçının (Valentine de Saint-Point) yazdığı iki manifestoyu tesadüfen buldum. Bu iki manifesto etkileyici olduğu kadar korkutucuydu da. Biri, Futurist Manifesto of Women (1912), diğeri ise Futurist Manifesto of Lust (1913). İkisi de diğer sanatçıların manifestolarını içeren bir derlemede yayımlanmıştı. Bu derlemeyi okurken görsel çalışmalarını yakından bildiğim sanatçıların aynı zamanda çok iyi yazarlar, düşünürler, şairler olmalarına -kendi dönemlerinin hayran eden sesleri olmalarına- hem çok afallamış hem de bundan çok etkilenmiştim. Böylelikle, sanattan tiyatroya, filmden dansa ve mimariye bulduğum tüm manifestoları okumaya başladım. Sonra da bu metinlerden yeni meta-manifestolar kolajlamaya başladım.

5

Manifesto, 2015 © Julian Rosefeldt and VG Bild-Kunst, Bonn

056

Daha az tanınmış bir aktör seçseydiniz çalışmanız bu kadar başarılı olur muydu? Projenin rol dağıtımında ben onu seçmedim. Bundan beş yıl önce bir sergimin açılışında ortak bir arkadaşımız sayesinde tanıştık. Beraber bir çalışma yapma fikri kendiliğinden oluştu. Karşılaşmamız uğurlu bir tesadüftü. Manifestoları okuduğumda bu projeyi onunla beraber gerçekleştirmek istediğimi düşündüm ve fikrimi ona sundum. İlk bakışta metin miktarı gözünü korkuttu ama aynı zamanda bu kadar çok sayıda karakteri yorumlama fikri onu heyecanlandırdı. Ardından, yaklaşık bir yıl sonra, proje üzerinde çalışmaya başladık. Cate tabii ki inanılmaz yeteneğinin sonucu olarak edindiği ün ve itibar sayesinde çalışmanın sergilendiği mekanlara daha geniş bir izleyici kitlesi çekmemize yardımcı oluyor. Sahip olduğu başarıları elde etmiş olmasının sebebi rol seçiminde çok dikkatli olması ve yaptığını en üst seviyede yapıyor olması. O, insanlık halinin hakiki ve dürüst bir kaşifi ve bunu Manifesto’da kanıtlıyor. Onunla çalışmaktan büyük keyif duydum. Bu projeyi daha çok iki sanatçının işbirliği olarak değerlendiriyorum. Bir görsel sanatçıyla işbirliği yapmayı kabul etmesini de onun bitmez tükenmez merakının bir işareti olarak görüyorum.

7


Çağdaş toplumun belirli bir manifestoyu uygulamada aciz olduğunu düşünüyor musunuz? Vito di Bari’nin The Neofuturistic City Manifesto’su ve Kendell Geers’ın Political Erotical Mystical Manifesto’su gibi yakın zamanda yazılmış manifestolar olmasına rağmen, manifesto şiir ya da kutu fotoğraf makinesi gibi geçmişe ait bir şey mi? Manifestolar artık popüler değil çünkü günümüzde söylemek istediğiniz şeyi düzgün bir şekilde ifade etmenin çok çeşitli yolları var; mesela şu anki konuşmamız buna iyi bir örnek. Bir de açık oturumlar ve düşüncenizi yayımlayabileceğiniz bloglar var. Söylemek istediğiniz şeyi sokakta ya da yazılı olarak beyan edebilmek neyse ki hala ifade özgürlüğünü, bastırılmayı ya da ifşa edilmeyi göze almak gerekmeden siyasi düşüncelerimizi düzgün bir şekilde ifade edebilmeyi, cinsel yönelimimizi, dini inançlarımızı ve inançsızlığımızı yaşayabilmeyi de içeren en azami toplumsal başarılarımız tarafından güvence altına alınan Batı toplumumuzun bir ayrıcalığı. Tüm bunlar, küresel anlamda “çantada keklik” olarak görülmeli. Fakat öyle değil.

8

Manifesto, 2015 © Julian Rosefeldt and

Herhangi bir dönemde öyle miydi? Batı toplumlarında en iyi dönemleri görmüş olduğumuzdan ve geriye gidiyor olmamızdan çok endişeliyim. Kendilerine demokratik lakabını takan ülkelerdeki yeni gelişmelerle veya Edward Snowden’ın anlatısının kanıtladığı gibi görünüşte emniyetli değerlerimizin bir anda nasıl tehlikede olduğunu görüyoruz. İncelediğinizde tarihin belirli dalgaları takip ettiğini fark ediyorsunuz. Daha önceleri Batı toplumunda inanılmayacak derecede bir özgürlüğe erişmiştik. Yirmi yıl önce sokaklara gözetleme kameraları yerleştirme fikri tartışılırken, sokaklarda büyük tezahürler olduğunu hatırlıyorum. Şimdi ise herkes bu kameraların kamu alanlarına yerleştirilmesini istiyor çünkü herkes tehdit edileceğine veya saldırıya uğrayacağına dair bir paranoya tecrübe ediyor. Öte yandan, özgürlüğümüzü tehlikeye atanın, değerlerimizi güçsüz düşürenin de bu paranoya olduğu apaçık ortada. Bu anlamda büyük bir geri adım attığımızı düşünüyorum. Keşke yeni manifestolar yazılsa. Bu biraz nostaljik bir düşünce ama okuduğum manifestolarda açıkça gördüğüm ve günümüzde ihtiyaç duyduğumuz şey, o katıksız düşünce kültürü ve yaşadığımız dünyaya dair şiirsel bir boyut.

VG Bild-Kunst, Bonn

9

George Thomson İnsanın Özü’nde, “İnsan, üretim çalışması sırasında, kendini çevresinin karşısına koyar, çevresini bilinçli bir biçimde denetimi altına alır ve böylece varlığını sürdürmesini sağlayacak şeyleri üretir” der. İşinizi göz önünde bulundurduğunuzda bu düşünceyle ilgili bakış açınız nedir? Bazen fikirlerim ve işim için çevremi sömürmekten -ihtiyacım olan şeyi alıp, söylemek istediğim şeyi söyleyip ve ardından bir sonraki meseleye geçmekten- kuşku duyuyorum. Bu küresel sanat ortamında sanatçı olduğunuzda ister istemez besin zincirinin bir parçası, sanat üretiminin küresel mekaniğinde bir bölüm oluyorsunuz. Bu da korkutucu olabiliyor. Bazen kendimi bu düzende köşeye sıkışmış hissediyorum.

10

057


Eric Yahnker, popüler figürleri çizimlerinde şekilden şekle, olmadık durumlar içine sokuyor. Hal böyle olunca, sanat, politika ve önceki hayatlar sohbetin çerçevesini oluştururken, Eric bize resimlediği pop kültürü kahramanlarından başlayıp, akıllıca dalga geçtiği politik figürleri ve evim dediği Los Angeles’ını anlatıyor.

Röportaj:

Başak Ulubilgen Fotoğraf:

Prokopi Constantinou

058

ERIC YAHNKER


1

Bize politik bir şaka yapar mısın? Tabii. Donald Trump.

Bugünlerde espri anlayışını ne etkiliyor? Son zamanlarda işim daha da zorlaştı, çünkü politik espriler bir bakıma kendi kendini yaratır oldu. Mesela satirik yazılarıyla tanınan biri, Donald Trump’ın komedi için çok işe yaradığını söyleyebilir, ama o aslında işimizi fazla kolaylaştırıyor. Hatta komedyenler halkı bu saçmalığa karşı duyarsızlaştırıyor bile diyebiliriz. Daha da derin kazmanın vakti gelmiş olabilir...

2

Eric, Amerikan Rüyası nedir? Bunun bir efsanesi, bir de gerçek hali var. Ama en nihayetinde Amerikan Rüyası, sevişirken bir türlü tatmin olamamak gibi bir şey.

3

Kurt&Son, 2015, colored pencil on paper,

Popüler kültür ikonların kimler? Genellikle NBA yıldızları ve ölmüş soul müzisyenleri. Magic Johnson ya da Kobe Bryant’la tanışsaydım, herhalde altıma kaçırırdım. Ya da Marvin Gaye, Otis Redding veya Sam Cooke’u canlı izleme şansım olsaydı heyecandan ölebilirdim.

4

5

Dava açılmayan bir dünyada yaşasaydık, yaptığın çizimlerde bir değişiklik olur

muydu? Belki şansımı zorluyorum ama bana dava açılabileceği riski yaptığım çizimlere hiçbir zaman engel olmadı.

39x39 in.

‘Abe Lincorn’ ve ‘Picassocino’ gibi çalışmaların, yarattığın sözcük oyunu bir kenara, geçmiş ve günümüz pop kültürünü bir araya getirir cinsten. Tabii ki sözcüklerin birbirini çağrıştırdığı zamanlar oluyor, ama bu klasik bir tavuk-yumurta ilişkisi durumu. Ben başlıklara genelde çizimlerimi bitirdikten sonra, işe biraz komedi ve kavramsallık katması umuduyla karar veriyorum. Ayrıca yaptığım çalışmalardan bahsetmek, onların bir ismi olduğunda elbette daha kolay oluyor. Sanatçıların işlerine ‘İsimsiz’ adını vermesinden nefret ediyorum. Bu, işe gizem katmak için fazla kolay bir yöntem. Film yapımcılarının filmlerine ‘İsimsiz’ başlığını verdiğini bir düşünsene; çok yakında sinemalarda: İsimsiz!

6

7

Musevi sanatçıların kendilerine has bir espri anlayışları olduğuna inanıyor

musun? Her dinden, mezhepten, ırktan ve renkten insanın soyundan etkilenmesi kaçınılmaz. İnsan nereye göç ederse etsin, kendi soyuna has güçlü yanları ve kısıtlamaları beraberinde getiriyor. Tabii bu durum, yabancı düşmanlığına ve ayrımcılığa neden olsa da, güçlü bir özelliğe de dönüşebiliyor. Musevilik beraberinde birçok üzüntü ve ızdırap getirse de, aynı zamanda komik ve inanılmaz bir espri anlayışına sahip olmayı da garanti ediyor. Ben azıcık da olsa bu komedi geleneğinin meşalesini taşımaya devam ettiğimi düşünüyorum.

059


Daha önce gazeteci olarak çalışmış olman şimdiki fikirlerini etkiliyor mu? Eminim etkiliyordur. Bizler önceki deneyimlerimizin bir bakıma alaşımıyız. Gazeteciliğe merak sardığım sıralar, William Hogarth, Honore Daumier ve Paul Conrad gibi politik komedyenleri keşfedip adeta büyülenmiştim. Bu alanın benim için çok iyi olacağını düşünüyordum. Ama baskıda gazeteciliğin ve kadrolu karikatürcülüğün ölmesiyle birlikte, ilgi alanlarım olan gazetecilik ve sanatı farklı bir şekilde birleştirmem gerektiğine karar verdim. Tabii ki, çizimlerimi elit sanat galerilerinde sergileyerek aslında geçmişteki gibi mavi yaka gazete okuyucularına ulaşamadığımın farkındayım. Neyse ki sosyal medya sayesinde işlerim daha geniş bir kitleye ulaşabiliyor.

10

King’s Court, 2016, colored pencil on paper, 76x68 in.

Her şeyden rencide olan insanlar hakkında ne düşünüyorsun? Onların aslında sanat ve komedinin asi ruhunu daha da motive ettiklerini düşünüyorum. Şahsen toplumun ne kadar tutucu olduğuna inanamıyorum. 19. yüzyılda bir muhafazakara rahatsızlık veren bir şeyin, günümüzde hala birilerini rencide ediyor oluşu aşırı derecede garip. Komedyen ve illüstratörlerin içten içe birer politikacı olduğunu düşünüyor musun? Bazıları kendini öyle görüyor olabilir, ama ben politikacı olduğumu düşünmüyorum. Belki de benim asıl görevimi topluma ayna tutmak olarak tanımlayabiliriz.

060

California’da büyümenin yaptığın işteki rolü nedir? Burası benim doğal yaşam alanım. Los Angeles’ta doğup büyüdüm ve bu zamana kadar da burada yaşadım. Haliyle, çizimlerimin çoğu bu şehirden ilham alıyor. İleride başka bir yerde yaşadığımı görebiliyorum, ama evim her zaman burası olacak.

12

Eğer ünlü birini kurtarabilseydin bu kim olurdu? Ian Ziering.

13

8

9

Popüler kültür hiç yaşlanacak mı? Hayır. Sonsuza kadar aynı yaşta kalacak.

11

Billrise, 2013, colored pencil on paper, 15x20 in.


#madeforcities

Feneryolu Mah. Çamtepe Sk. No:5 Kadıköy İstanbul bisikletgezgini.com 0216 386 82 85


HIZLI OYNA DAHA HIZLI ÇALIŞ Röportaj:

Utku Palamutçu Fotoğraflar:

Mustafa Çetin Moda Editörü:

Eralp Uğur

Video:

Yönetmen:

Emir Sarısaç Yardımcı Yönetmen:

Hüseyin Kök Görüntü Yönetmeni:

Taha Orhun Solak DJI Operatörü:

Onur Sarsıcı Kurgu:

Salih Tokur/ Prodüksiyon Bontecreative

062

Beylerbeyi Spor Kulübü Stadyumu’nda Enes Ünal ile bir araya geliyoruz ve siz, birazdan çevireceğiniz sayfalarda onun sıradan bir gününe tanıklık ediyorsunuz. Nike ise bu noktada devreye giriyor ve yol, hız ve zaman arasındaki denklemin sağlamasını yapıyor.


063


064


Enes, futbola alternatif bir sözlük anlamı türetebilir misin? Futbol, hayatımın çok büyük bir bölümünü kaplıyor, haliyle birkaç sözcükle onu anlatmam imkansız.

1

Gent-Genk maçını izlerken, ‘Art is truth’ yazan bir sweatshirt giyiyordun. Buradan hareketle soralım; sporun gerçekle münasebeti ne ölçüde? Birçok spor dalını yakından takip etmekle birlikte, futbol dışında başka bir spor dalında aktif olarak yer almadığım için diğer spor dallarının iç dünyasını bilemiyorum. Ancak futbol ve haliyle futbolun içinde olan insanların yaşadıkları ile olaya seyirci olanların yaşadıkları arasında gerçekten çok fark var.

2

Şans, futbolda geçerliliği olan bir kavram mı? Ben sadece elimden gelenin en iyisini yapmayı hedef olarak belirliyorum. Eğer günün sonunda başarısız olduysam tabii ki çok üzülüyorum; ama malum, her sabah yeni bir güne başlıyorum ve tekrar en iyisi için çalışıyorum. Yani şansı geri planda bırakıyorum.

3

Genelden özele gidersek, seni başarılı kılan şey, altyapının ve yetişme sürecinde aldığın eğitimin yeterliliği mi yoksa bahsettiğimiz şey doğuştan gelen bir yetenek mi? İnanmanın, çalışmanın ve bir ritim yakalamanın bu başarıya sebep olduğunu düşünüyorum. Alt yapıdayken çok güzel bir ritim yakaladım. Senede 50-60 maç oynuyordum ve bu durumdan inanılmaz keyif alıyordum. Yakaladığım ritim, zamanla bir güdülenmeye dönüştü ve otomatikleşti. Milli takımda elde ettiğim başarıdan sonra Avrupa kulüpleri ciddi bir şekilde benimle ilgilenmeye başladı. Bu sayede, kendime çok daha fazla inanmaya başladım ve bu inanç hala benim itici gücüm.

5

Baban profesyonel futbolcuydu ve sen de onun gibi kariyerine Bursaspor’da başladın. Kendi isteğinle mi Bursaspor’a gittin yoksa babanın bir etkisi oldu mu? Aslında babam Sakaryaspor’da oynarken de futbol okuluna gidiyordum. Futbolun içinde büyüdüm ve hayatım bundan ibaret oldu. Dokuz yaşındayken Bursa’ya geldik ve babam o yıl Bursaspor 2. ligde oynuyordu. İzlemeye gittiğim maçlarda, gözümü kale arkasındaki taraftarlardan alamadığımı hatırlıyorum. Bursaspor’la bağım böyle başladı ve daha sonra yedi yıl boyunca altyapı takımında oynadım. Top toplayıcılık yaparken hep o stadyumda oynamanın hayalini kurdum ve bunu başarmış olmanın mutluluğunu yaşıyorum.

4

18 yaşında Manchester City kadrosuna dahil olmak, kendine olan güvenini artırdı mı? Benim yerimdeki pek çok insan için bu şüphesiz ki çok önemli bir olay. Ancak benim için esas olan şey performansımın ta kendisi ve bunun adım adım artması. Güven dediğimiz şey de bununla doğru orantılı zaten.

6

065


066


067


068


Sahaya çıktığında akıl oyunlarına başvurduğun oluyor mu? Farklı bir şekilde soracak olursak; futbol bir zeka oyunu olarak da değerlendirilebilir mi? Futbolda bu tarz oyunlar çok fazla oluyor. Özellikle beni tutmakla görevli olan defans oyuncularına karşı sakin kalmam ve onlara karşı çeşitli oyunlar oynamam gerekebiliyor.

7

Taraftarla aranda güçlü bir bağ olduğuna inanıyor musun? Şu ana kadar üç farklı takımda profesyonel olarak oynadım ve bu üç takım da benim oynadığım dönemde ortalama 15.000 seyirciye ev sahipliği yaptı. Taraftarlarla her zaman güzel bir bağ kurduğumu hissediyorum, çünkü nereye gidersem gideyim, kendimi oraya adıyorum.

8

Hızını artırmak için ne gibi taktiklerin var? Takım antrenmanlarının dışında, daha hızlı olmak için bireysel antrenmanlar yapıyorum. Tabii hızımı artırmaya çalışırken hızlı düşünmek için de çaba sarfediyorum.

11

NAC Breda’nın ‘Asla vazgeçmeden daima direnen, eğlenceli, keyifli ve rahatlamasıyla faydalı birlik’ gibi bir anlamı var. Sen daima direnen tarafta mısın yoksa işin keyfini çıkartan tarafta mı? Futbolda mütemadiyen direnmekten bahsetmek neredeyse imkansız gibi bir şey. Rahatlaman ve işin keyfini çıkartman gereken anların varlığı bir kenara, hissettiğin stresle birlikte gelen adrenalini sonuna kadar yaşayıp bunu enerjiye dönüştürmen gereken anlar da yaşıyorsun. Uzun lafın kısası, bu iki farklı duygu seli arasında dengeyi tutturmak gerekiyor.

9

Sahada kullandığın krampon performasını nasıl etkiliyor? Sporcunun kendini rahat hissetmesi ve performansını artırması için krampon çok önemli bir unsur. Bu yüzden Nike’ın benim en büyük özelliklerimden biri olan hıza yönelik ürünü Mercurial’ı kullanıyorum. Çok hafif bir ürün olması bir kenara, ayağımı saran yapısı sayesinde kendimi çok daha rahat hissediyorum ve böylece daha çabuk tepki veriyorum.

12

Antrenman yapmak sporcu olarak seni nasıl geliştiriyor? Futbol sürekli gelişiyor ve belli bir noktaya geldiğinde yeteneğinin yanında atletik beceriler de ön plana çıkmaya başlıyor. Bu yüzden sürekli çalışmak, doğru ve verimli antrenman yapmak çok önemli. Futbolun gerekliliklerine cevap verebilecek düzeyde taktik, teknik, kondisyon gibi özelliklerin yanı sıra bireysel yeterliliğin de devamı için antrenman vazgeçilmez bir unsur. Genç bir futbolcu olarak bunun farkındayım ve hedeflerimi gerçekleştirebilmek için antrenmanlarımı asla aksatmıyorum.

10

069


070


071


Sophie Hawley-Weld ve Tucker Halpern ikilisinden birçok farklı şekilde bahsedebiliriz; içlerindeki hayvanları özgür bırakan şehir insanları, şiir ve ritüellerden ilham alan bir house ikilisi ya da Chacal’ın dizeleri eşliğinde dans pistini aşındıran iki müzisyen. Olası diğer tarifler için, sizi şöyle alalım.

Röportaj:

Alican Öyke Fotoğraflar:

Emily Winiker

Sophie ve Tucker, XOXO için, New York’ta Emily ile bir araya geldi.

072

SOFI TUKKER


‘The Last of the Red Hot Mamas’ olarak anılan Sophie Tucker adlı bir komedyen olduğunu biliyor muydunuz? TUCKER HALPERN: Evet, ona bayılıyoruz. Yaşadığı dönem için epey fena bir hatunmuş.

1

Bir müzik grubu olarak öğrendiğiniz en önemli şey ne? TH: Bir müzisyen olarak hayatınıza devam ettiğinizde sosyal çevrenizin genel çoğunluğunu müzisyenler oluşturuyor. Kendinize ifade etmediğiniz ya da farkında bile olmadığınız bir kıyaslama ya da rekabet hissi; hem birbirinizden ilham almanıza, hem birbirinize yardım etmenize, hem de yeni şeylerin arayışında olmanızı sağlıyor. Bu döngünün benim hayatımda ve bizim grup ilişkimizde de önemli bir yeri var.

2

O zaman müzikal hırslarınız var ya da gelişti diyebiliriz. TH: Çok hırslı tipler olduğumuzu söyleyemem. Her işte olduğu gibi çalışkan bir tavır sergilemeniz ve özverili olmanız gerekiyor. Bizim işimiz müzik ve bunu bir meslek olarak sürdürebildiğimiz için şanslıyız ve kendimizi daha iyi olmak için zorlamazsak bu sunulan şansı anlamayan aptallar oluruz.

3

Başka bir şiir referansına da ‘Drinkee’de rastlıyoruz; sözlerini Portekizce bir şiirden alıyor. SH: Evet, sözler Brezilyalı şair Chacal’ın şiirinden alıntı olsa da dikkat çekmek istediğimiz şey; Portekizce bilin ya da bilmeyin, parçadaki boşvermiş ve rahat ruhu yakalayabiliyor olmanız. Ayrıca ‘Drinkee’ benim Kundalini Yoga tecrübelerimin de bazı kısımlarından ilham alıyor.

5

Geçtiğimiz ay yayınladığınız EP’niz Soft Animals’ın adı nereden geliyor? SOPHIE HAWLEY-WELD: Mary Olyver’ın şiiri Wild Geese’den etkilendik. Şiirde bir duruş olarak; içinizdeki hayvanı serbest bırakmanızı ve onun istediklerini yapmanızı söylüyor.

4

Brezilya ikinci eviniz olabilir mi? SH: Benim için özel bir önemi var ve orada geçirdiğim güzel zamanları özlüyorum. Hayatımın bir başka dilimini daha Brezilya’da geçirmek istediğimden eminim. TH: Hayali evimiz olduğunu da söyleyebiliriz.

6

073


074


075


Bir performansın dinleyiciye iletmesi gereken ilk şey nedir; müzik mi atmosfer mi? TH: Bence ikisi bir bütünün ayrılmaz parçaları. Eğer seyirci ve konser alanı sizin kendinizi istediğiniz gibi ifade etmenize olanak tanıyorsa zaten müzik de, atmosfer de doğru noktalarda etkileşim haline girecektir.

8

Çalışmadığınız zamanlarda da iyi anlaşır mısınız? TH: Kesinlikle. Birbirimizle ilişkimiz çalışmamıza da yansıdığından dolayı boş zamanlarımızda da iyi bir ikili oluyoruz.

7

9

Performanslarınızda perküsyon olarak plaklara vurmak fikri nereden

geliyor? TH: Aslına bakarsanız onlar plak kapağı kesimine çok benzeyen kitaplar. İlk başta plaklara vurmayı düşündük ancak daha sonra kitaplardan daha tok bir ses aldığımızı fark ettik.

076

Sizi diğer house müzisyenlerinden ayıran ne? TH: İkimizin de oldukça farklı müzikal geçmişleri var. Dolayısıyla müzikle ilgili fikirlerimizin buluşması ortaya daha önce pek rastlanmamış türden şeyler çıkarıyor.

10

Müziğinizi dinlerken gözlerinizi kapattığınızda neyle karşılaşıyorsunuz? TH: Bir dinleyicinin aklına gelebilecek her şeyle.

11


ÜYE OLUN, LÜTFEN. XOXO The Mag, Some Men ve Feed ÜCRETSİZ yayınlardır, sadece bölgelere göre belirlenmiş kargo ücreti karşılığında dergileriniz adresinize gönderilecektir.

xoxothemag.net/uyelik


Baştan sona kadın haklarına adanmış bir hayat... Bir kadın, eğer hukukçuysa ve biraz da duyarlıysa aksi nasıl mümkün olabilir ki zaten. Son otuz yılda Türkiye’deki kadın hakları mücadelesine değerli katkılarda bulunan Nazan Moroğlu ile “Ah Biz Kadınlar/Quo Vadis?” i konuştuk.

Röportaj:

Nevşin Mengü Fotoğraflar:

Gökhan Polat

078

NAZAN MOROĞLU


Nazan Hanım, sizi bildik bileli kadın hakları mücadelesinin içindesiniz. Nereden başladınız, şimdi ne yapıyorsunuz? Hem akademik alanda hukuk fakültelerinde ders vererek, hem de baroda ve kadın derneklerinde aktivist olarak, otuz yıldır bu mücadeleye devam ediyorum. Bu, cumhuriyet devrimleriyle kazanılan kadın haklarının değerini bilen ve geliştirmeye çalışan örgütlü, uzun soluklu bir kadın hakları mücadelesi. Ben önce hukukçu kadınlarla birlikte yasalarda kadınlara karşı ayrımcılık içeren maddelerin değiştirilmesi kampanyalarında aktif rol aldım. Bilindiği gibi, 1979 yılında Birleşmiş Milletler’de kabul edilen Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Kaldırılması Sözleşmesi, bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de kadın haklarının gelişmesinde önemli bir itici güç olmuştu. Türkiye, sözleşmeyi 1985 yılında onayladı ve böylece kadınlara karşı ayrımcılık içeren kuralları yasalardan kaldırmayı, kadın erkek eşitliğini yaşama geçirmeyi taahhüt etmiş oldu.

1

Bu süreçte sizin rolünüz neydi? Kadın kuruluşları olarak önce bu sözleşme hakkında bilginin yaygınlaştırılması için toplantılar yaptık, neler getirdiğini anlatmaya çalıştık. Aynı zamanda ailede eşit hak, eşit paylaşım talebiyle taslak metinler hazırlandı, imza kampanyaları açıldı, toplanan yüzbinden fazla imza Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na götürüldü. Ancak 2002 yılında yeni Medeni Kanun’un yürürlüğe girmesiyle bu değişiklik gerçekleşebildi. Daha sonra Anayasa’da, TCK, İş Kanunu gibi diğer temel yasalarda kadın erkek eşitliğine uygun değişiklikler yapıldı. İşte bütün bu çalışmaları yapan birçok kuruluşun yönetiminde veya başkanlığında bulundum.

2

Türk kadınları haklarının farkında mı? Birçok kadın, haklarını bilmiyor. Kadın kuruluşları, kadın hukukçular olarak saha çalışmalarımızda yıllardır “Hukuk Okur Yazarlığı” adı altında yasal hakları yaygın bir şekilde anlatmaya çalışıyoruz. Haklarını öğrenenlerin önemli bir kısmı kullanmak için mücadele ediyor, barolar aracılığıyla biz de destek vermeye çalışıyoruz. Her ilde Baro Adli Yardım Servisleri, özellikle şiddet mağduru kadınlara herhangi bir belge aranmaksızın ücretsiz avukat ataması yapıyor. Çalışan kadınların birçoğu da İş Kanunu’ndaki veya Devlet Memurları Kanunu’ndaki haklarını bilmiyor ve herhangi bir sorun yaşadıktan sonra ise gerekli önlemleri alamadıklarından çoğu kez hak kaybına uğruyorlar.

4

Bunca yılda Türkiye kadın meselesinde yol alabildi mi? Yasalar açısından, evet, çok yol alındı. Kanun önünde eşit haklar sağlandı. Ama eşit hakların hayata geçirilebilmesi, kadınların bu hakları kullanabilmesi kolay olmuyor, bunun için kadınların yasal haklarını öğrenmesine ve toplumda eşitlikçi anlayışın yerleşmesine ihtiyaç var. 2000’li yılların başında Avrupa Birliği’ne uyum açısından temel yasalar hızla değiştirildi, kadınlara karşı ayrımcılık içeren maddeler kaldırıldı, Avrupa Konseyi’nin şiddetle mücadele sözleşmesi olan İstanbul Sözleşmesi onaylandı. Yasalarda eşitliğe aykırılık hemen hemen kalmadı. Örneğin, Anayasa’da 2001 yılında yapılan değişiklikle ailede eşlerin eşit haklara sahip olması kabul edildi, 2002 yılında ailede eşler arasında eşit hak-eşit paylaşım getiren yeni Medeni Kanun yürürlüğe girdi. Özellikle eğitimde fırsat eşitliğini yakalayabilmiş kadınlar önemli konumlara geliyorlar. Ama, günümüzde çok sayıda kadının eğitimde, ailede, siyasette, iş yaşamında eşitsiz konumu devam ediyor. Dünya Ekonomik Forumu’nun her yıl yayınladığı liste bunun kanıtı. Türkiye bu yıl da kadın erkek eşitliği açısından sınıfta kaldı, 145 ülke arasında 130. sırada.

3

Kadın cinayetlerine değinmeden olmaz. Biz basın olarak acaba bu cinayetlere “erkek cinayeti” mi desek, mağdura değil de suçluya mı dikkat çeksek, bilemiyorum. Neden önü alınamıyor? Bu sorunun adı kadın cinayetidir, bu toplumsal yarayı önlemek için yapılan mücadelelerde de bu şekilde kullanıyor. Ama önemli olan, kadın cinayeti haberi verilirken medyanın nasıl bir dil kullandığı, haberle birlikte nasıl bir resme yer verdiği... Mesela, haberde ‘kıskançlık öfkesine kapıldı, boşanmak isteyen karısını öldürdü’ denildiği zaman, adeta haksız tahrik indirimine kapı açılmış oluyor, hele bir de ölen kadının ‘kahkaha atarken, çok bakımlı’ bir resmi konulmuşsa... Hani iffetli kadın kahkaha atmaz diyenler var, unutmayalım. Zaten erkek egemen zihniyet, kadınların kendi hayatlarına dair karar almalarını içine sindiremiyor, bu cinayeti işlemede bir haklılık payı olduğunu göstermek istiyor... İşte bu nedenle, medyada haberin sunuluşuna özen göstermek gerekiyor.

5

079


Türkiye'de 'kendine özgülük' son dönemde çok dillendirilir oldu. 'Yani biz Avrupa'ya veya ABD'ye benzemeyiz, kendi yoğurt yiyiş şeklimiz var', şeklinde düşünülüyor. Kadın meselesinde de bu böyle mi? Tabii her milletin kendine özgü hasletleri, özellikleri vardır. Ama kendine özgülük diyerek evrensel kabul görmüş değerlerin göz ardı edilmesine, yok sayılmasına yol açılması çok yanlış olur. Son yıllarda kendine özgülük söyleminin özellikle kadın hakları açısından ne anlamda kullanıldığına baktığımızda, kadını sadece anne olmakla, ailenin bir üyesi olmakla sınırlayan, birey olarak görmeyen anlayış ve uygulamalarla karşılaşıyoruz. Bu, evrensel insan haklarına, kadının insanlık haklarına aykırı. Bu konuda örnekler çok. Mesela, Türkiye’de kadının her alanda onca sorunu varken, Kadın Bakanlığı 2011 yılında kaldırıldı, yerine Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı kuruldu, kadının sorunu sadece aile içinde değil ki... Bir diğer sorun, yasal hakların yok sayılması, örneğin Medeni Kanun’da kadın haklarının güvencesi olan evlilik yaşı, resmi nikah gibi kurallar göz ardı ediliyor, çocuk gelinler sayısı milyonları aştı.

7

Bu cinayetleri önlemek için neler yapılmalı? Kadın kuruluşlarının yoğun çalışmalarıyla kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri konusunda farkındalık yaratıldı, hemen hemen her olay medyaya yansıtılıyor. Ama önlemek için öncelikle kararlı bir devlet politikası olması gerekir. Özellikle ülkeyi yönetenler tarafından kullanılan kadın erkek eşitliğini kabul etmeyen söylemler devam ettikçe, kadını birey olarak görmeyen erkek egemen zihniyetin değişmesi de kolay olmayacak. Kadın cinayetlerinin önlenmesi için hala uzun soluklu ve tüm ilgili kurumların işbirliğiyle yapılacak çalışmalara ihtiyaç var, ancak böyle önü alınabilecek.

6

080

Türkiye’de bizi en çok ne eziyor, ne değersiz hissettiriyor? ‘Kadın aklınla, elinin hamuruyla her işe karışma’ anlayışı azalmış olsa da, ne yazık ki hala sürüyor. Bu anlayış kadınların ezilmesine yol açıyor. Ailede veya iş yaşamında kadının kadını ezmesi de ayrı bir sorun. Günümüzde her alanda bilgisiyle, donanımıyla her işin üstesinden gelen başarılı kadınlar olduğu göz ardı edilmemeli... Kadınlar kendi değerlerinin, kendi güçlerinin farkına vardıkça ezilmişlik duygusu da ortadan kalkacaktır.

8

Bazen insanlar çaresizlik hissine kapılıp, ‘en iyisi çekip gitmek bu ülkeden’, diyorlar. Sizce bu bir çözüm mü? Ülkemizdeki olumsuzluklar, gerici, bölücü girişimler karşısında tabii ki endişelerimiz var, kaygılanmamak mümkün değil, ama bu ülke bizim. Şahsen, Atatürk ilkelerini, laik cumhuriyetimizi, kadın haklarını savunmak için verdiğim mücadele nedeniyle Ergenekon Terör Örgütü’ne üye olmakla suçlandım. Ama bütün bunların nasıl bir kumpas olduğu ortaya çıktı, çekip gitmek çözüm değil. Hiç umutsuzluğa kapılmamak gerekiyor. Gerçek demokrasi için, kadın erkek eşitliği için mücadeleye devam.

9


LESS IS MORE 25 yıldır tasarımda "az"ın gücüne inanıyor, ev & ofis için mobilya ve aydınlatmanın modern klasiklerini showroomlarımızda sizler ile buluşturuyoruz.


NOTES FROM THE NIGHT Saatler ilerledikçe renklerin

Fotoğraflar:

Koray Birand

Moda Editörü:

Deniz İrem Çek Saç:

Ali Yılancı Makyaj:

Ömer Faruk Dinç/ M.A.C ürünleriyle Prodüksiyon:

Arzu Koçman Prodüksiyon Amiri:

Abdullah Karaca Cast Direktörü:

Gözde Cengiz Lokasyon Amiri:

Necat Akdoğan Dijital Teknisyen:

Berkay Sağoğlu Fotoğraf Asistanı:

Soner Tunca Moda Editörü Asistanı:

Melike Barut Model:

Leila Nda/Models 1 Şenlikköy Spor Kulübü’ne teşekkür ederiz.

082

belirginleştiği bir dünyaya dahil olmak üzeresiniz ve gördüklerinizi sorgulamak gibi bir yükümlülüğünüz yok.


Üst:

Editöre ait Eşofman:

adidas Boxer:

Calvin Klein Anahtarlıklar:

Louis Vuitton Eldiven:

Derya Açıkgöz Bot:

Kill Your Idols

083


084


Sol Küpe:

Lanvin Kolye:

Lanvin Sağ Üst:

Derya Açıkgöz Palto:

Sandro/ Harvey Nichols Choker:

Louis Vuitton Kemerler:

Louis Vuitton Yüzükler:

Louis Vuitton Gözlük:

Loewe

085


086


Sol Elbise:

Zimmermann/ V2K Designers Ceket:

Acne Studios/ V2K Designers Üst:

Derya Açıkgöz

087


Sağ Üst:

Derya Açıkgöz Korse:

Eleni Vintage Ceket:

Miu Miu Pantolon:

Nazlı Bozdağ Bot:

Kill Your Idols Eldiven:

Derya Açıkgöz Kemer:

Editöre ait

088


089


Sol Ceket:

Léo Marciano Paris Kolye:

Lanvin Sağ Ceket:

Gökhan Yavaş Çanta askısı:

Louis Vuitton Gözlük:

Editöre ait

090


091


092


Sol Tümü:

Louis Vuitton Sağ Elbise:

Lanvin Korse:

Eleni Vintage Şapka:

Eleni Vintage Eldiven:

Léo Marciano Paris 093


094


Ceket:

LĂŠo Marciano Paris Elbise:

Lanvin Çizme:

Vintage

095


Sağ Ceket:

adidas Tulum:

5374 Vintage Showroom by Orta Çizme:

Vintage Gözlük:

Vintage

096


097


Mademoiselle Chanel’in mirası, teknik ve estetik kaygıları tek bir çatı altında birleştirerek alametifarikalar listesine bir çentik daha atıyor. Okuyacaklarınız, markanın Uluslararası Saat Direktörü Nicolas Beau’nun küçük dişli çarkları güzellik kavramına nasıl dahil ettiğini anlatıyor ve cümle içerisinde kullanılan maskülen sözcüğü, bizi yeniye davet ediyor.

Röportaj:

Cihan Şerbetcioğlu Fotoğraflar:

Chanel SAS’ın izniyle

098

NICOLAS BEAU


Bay Beau, güzel olanın var olmayı hak ettiğini söylüyorsunuz. Güzelliği nasıl tanımlarsınız? Bu tabii ki çok geniş ve göreceli bir kavram. Fakat şunu söyleyebilirim ki, bir Chanel saatteki güzellik; yaratıcılık, cazibe ve uzmanlık arasındaki hassas ama bir yandan da güçlü olan dengede saklı.

1

2

Ne zamandır Chanel’desiniz? 2002’den beri.

Saat endüstrisinde, aynı zamanda bir moda markası olarak anılmak kötü bir şey olarak mı görülüyor? Chanel bir “modaevi” olmanın dışında, aynı zamanda da bir lüks markası; eşsiz bir tarihe ve mirasa sahip ve bunun yanı sıra, moda, parfüm, güzellik, saat ve mücevher gibi bünyesindeki her alanda profesyonel ekiplerle çalışıyor. Hitap ettiğimiz ve bizim yaklaşımımızı anlayan kitleyle bu konuda herhangi bir problem yaşamadığımızı söyleyebilirim. Müşterilerimizin bizimle ilişkisi tamamen sevgiye dayalı; Mademoiselle Chanel hakkında oldukça bilgililer ve markaya olan bağları son derece güçlü, ve bu da onların Chanel’in yarattığı her türlü ürüne olan ilgisini taze kılıyor. Tabii, zamanında saat endüstrisinden profesyonellerle zorluk yaşadık ama bunun nedeni onların 100 senelik geçmişi olan, tarihi saat üreticileri ve mücevhercilerle çalışmaya alışkın olmalarıydı. Fakat günümüzde, saat üretmeye başlamamızın üzerinden tam 30 yıl geçmişken, artık bu tarz problemlerle karşılaşmıyoruz. Zamanın ve gelenekselliğin yarattığı ağırlık bazen sınırlayıcı da olabiliyor. Ama biz, Chanel saatler söz konusu olduğunda, yaratıcılığa asla sınır getirmiyoruz; yeni bir saat yaratırken amacımız eşsiz bir şey ortaya çıkarmak ve hem markamıza hem de saat endüstrisine gerçek bir katkıda bulunmak oluyor.

Monsieur de Chanel,

3

2016

O halde, Chanel Horlogerie’nin bir diğer cesur adımından bahsedelim. İlk kez erkekler için bir saat ürettiniz: Monsieur. Sizi buna yönlendiren ne oldu ve neden şimdi? Saat endüstrisine girdiğimiz günden bugüne, kendimizi saat üreticiliğinin her yönünü keşfetmeye adadık. Première gibi ultra feminen saatlerden, hem feminen hem maskülen Première Tourbillon Volant ve J12 Rétrograde Mystérieuse’e ve daha günlük saatler olan klasik siyah ve beyaz J12’lere uzanan bir ürün yelpazesi yarattık. Monsieur modeli ise, erkek Haute Horlogerie kategorisinde ve Chanel’e göre ‘Allure of Time’ vizyonunu sunuyor. Zamanlamaya değinecek olursak; aslında her şey ilk kurum içi hareketimiz üzerinde çalışırken, saat yaratımı atölyemizin yaptığı bir çizimle başladı. Bir süre sonra da bu hareketin ilk ürününün bir erkek saati olacağı aşikar hale geldi. Saatlerimizi pazarlama hedeflerine ve belli zamanlamalara göre üretmediğimizi de belirtmeliyim.

4

Tamamen kendi üretiminiz olan bu modeli ortaya çıkarmak ne kadar sürdü? Her şey tam beş yıl önce, az önce bahsettiğim çizimle ve onun beraberinde getirdiği tutkuyla başladı. Bu saati yaratmak için gereken şartları olgunlaştırmak istedik, ki Chanel, 2011 senesinde, G&F Châtelain bünyesinde, ihtiyacımız olan her şeye sahip bir Haute Horlogerie departmanı kurmaya karar verdi.

5

Bir erkek saati yaratmak neyi gerektirir? Monsieur’yü yaratma sürecinde genel yaklaşımımızı değiştirmedik. Zaten tüm projelerimizin merkezinde yaratıcılık yer alıyor ve saatlerimizi ortaya çıkarırken de olabilecek en sofistike teknikleri geliştirmeye çalışıyoruz. Erkekler saat alırken özellikle stile ve tekniğe önem veriyorlar ve biz de bu kez, sofistike ve maskülen bir kitleye hitap etmeyi seçtik.

6

099


Onunla çalışmak nasıl bir fark yarattı? Romain Gauthier, Haute Horlogerie konusunda 21. yüzyılın en müthiş isimlerinden biri. 2005’te kurulmuş bu genç markanın iki önemli misyonu var: Meraklı bir kitle için Haute Horlogerie saatleri yaratmak ve markalar için son derece sofistike parçalar üretmek. Bu markayla işbirliğimiz ise 2011’de Basel’de gerçekleşen bir toplantıyla doğdu. Teknik konulardaki uzmanlıkları bizi etkiledi. Ana parçaların üretimi konusunda Romain Gauthier’ye tamamen güvenebileceğimiz aşikardı. Bir yandan da, Chanel için Haute Horlogerie uzun vadeli bir proje, bu nedenle de onlara dostane bir teklifte bulunarak Romain Gauthier’nin sermayesinin bir kısmını almayı önerdik; böylece her iki şirket de bağımsızlıklarını ve gelişimlerini garantiye alabilecekti. Bu yatırım, Chanel’in Paraffection’la, Maison Lesage, Goossens ve Maison Michel gibi 11 evi birleştirmesi fikriyle aynı mantığa sahip aslında. Amaç Chanel’in ustalığını korumak. Ve şunu da eklemeliyim: Tüm bu firmalar diğer modaevleriyle tam gizlilik çerçevesinde çalışmakta özgürler. Romain Gauthier de aynı şekilde markasını istediği gibi yönetebilir ve başka markalarla işbirliği yapabilir.

8

Peki parfüm ve kozmetik alanlarında olduğu gibi, dış kaynaklardan faydalanmayı neden tercih etmediniz? G&F Châtelain’deki atölyeyi kurarken amacımız bağımsızlığımızı garantiye almaktı. Atölyenin ilk hareketi, Monsieur modelinin donatımı için ortaya çıkan Calibre 1 oldu. Bu konuda orijinal bir yaklaşıma sahip olduğumuz doğru: Parçaları geliştirmek yerine, saat yapımcılığında en iyi parçaları üreten Romain Gauthier’ye başvurduk. Bizi esas ilgilendiren, yaratıcılıkta tamamen özgürlüğe kavuşabileceğimiz bir uzmanlığa sahip olmaktı -parça üretiminde uzmanlaşmak değil. Dolayısıyla, stratejik parçalar konusunda Romain Gauthier’nin uzmanlığından faydalanmayı seçtik.

7

Monsieur de Chanel, 2016

100

Chanel saat endüstrisine ilk adımı bir kadın saatiyle attığında, bu alandaki rekabetin daha da dinamik bir hale geldiğine inandığınızı belirtmiştiniz... 1987’de saat üretimine Premiere ile giriş yaptığımızda, lüks dünyası çok daha farklıydı. Günümüzde lüks üretim yapan büyük gruplara o zamanlarda rastlanmıyordu. Première ise bir lüks modaevi tarafından üretilmiş, maskülen bir tasarımdan türetilmemiş, tamamıyla feminen bir tasarıma sahip ilk kadın saatiydi. Günümüzde kadınların bir saatten beklentisi güzellik ve zanaatkarlık, ve bu konuya olan ilgileri ve ihtiyaçlarını dile getirmeleri sayesinde feminen saat pazarı eskiye göre çok daha dinamik ve yaratıcı. Artık kadınlara maskülen saatlerin küçültülmüş ve renklerle ve değerli taşlarla bezenmiş halleri sunulmuyor.

9

Monsieur’nün iki yüzünün arkasındaki hikaye ne anlatıyor? Monsieur’ye baktığınızda tamamıyla rakamlara ve zamanı okumaya adanmış olan kadranı görürsünüz; bu gayet sade ve aydınlık bir görüntüdür. Öte yandan, saatin arka yüzü, devinimi, siyah fonu ve bir dolu parçayı gösteren bir camdan oluşur. Burada tasarımsal olarak en önemli fikirlerden biri, kalibrenin her bir bileşenini gözler önüne sermekti. Bunu elde etmek için de siyahın farklı tonları üzerine çalıştık. Ayrıca kalibrenin her bir bölümü -Chanel ceketlere selam gönderircesine- bir ‘ganse’ ile vurgulanıyor. Kalibrenin tasarımı renklerimizi öne çıkarmakla kalmayıp aynı zamanda, artık Chanel Haute Horlogerie’nin her üretiminin bir parçası olacak Aslan’ı da ortaya çıkarıyor. Ayrıca, tasarımda dakikaların önemine ve görünürlüğüne de odaklandık; Jumping Hour’ı Retrograde Minute ile ilişkilendirmek de atölyeyle birlikte aldığımız bir karardı.

10


03-06 Kasım

Lütfi Kırdar Rumeli Salonu İstanbul Kongre Merkezi contemporaryistanbul.com

Ana / Main Sponsor

Ortak / Associate Sponsor

Sponsorlar / Sponsors

Co-Sponsor

Resmi Havayolu / Official Carrier

BU FUAR 5174 SAYILI KANUN GEREĞİNCE TOBB (TÜRKİYE ODALAR VE BORSALAR BİRLİĞİ) DENETİMİNDE DÜZENLENMEKTEDİR.

XOXO The Mag’in katkılarıyla yayınlanmaktadır.

ISTaNBUL ISTaNbUL ISTANbUL ISTaNBUL ISTANbUL IS CoNTEMpoRARY CoNTEMpORaRY CONTEMPoRArY


MONDAY SYNDROME

Prodüksiyon:

an original idea by CO for Toni&Guy Fotoğraflar:

Begüm Yetiş Moda Editörleri:

Deniz İrem Çek, Utku Palamutçu Yazı:

Duygu Sinanoğlu Saç:

Suat Aktaş Makyaj:

Barış Şahin Moda Editörü Asistanı:

Melike Barut Model:

BU BİR İLANDIR

Nastya/ True Models

102

Sıcak kumlardan serin sulara doğru uzandığınız, sosyal medya hesaplarınızı güzel anılarla doldurduğunuz günlerin akabinde sizi neyin beklediğini iyi biliyorsunuz. Eğer ofis ortamına taşıdığınız bu anılara ve bronz teninize, bakımlı saçlarınızı da eklemek istiyorsanız, Toni&Guy’a kulak verin.


Feeling Blue Tatil dönüşünde kafanızı kurcalayan tek şeyin, biriken email’ler ve yapılması gereken işler olması için, ofise hazırlık sürecinizi hızlandıracak pratik bir çözümle işe başlayın ve saçlarınızı bakıma alın. Yıpranmış saçlarınızı Toni&Guy Shampoo for Damaged Hair ile saç derinize masaj yaparak yıkayın. Daha sonra, duş esnasında Toni&Guy Reconstruction Mask’i dipten uca doğru uygulayın ve birkaç dakika bekledikten sonra saçlarınızı durulayın. Şayet tatil etkisini devam ettirmek istiyorsanız, kuruttuğunuz saçlarınıza Toni&Guy Casual serisinden Sea Salt Texturising Spray uygulayın ve akabinde maşa yardımıyla saçlarınıza büyük dalgalar kazandırın. İnce uçlu bir tarak yardımıyla doğal dalgalar edecek ve deniz etkisini tatil beldesinden çıkartıp ofis ortamına entegre edeceksiniz. Elbise:

Dior Ayakkabı:

Sergio Rossi, Beymen

103


Tighten Up Sıradan bir lastik tokanın, Pazartesi sendromuna nasıl katkıda bulunacağına dair şüpheleriniz varsa, adımları takip edin: Yumuşak ve parlak saçlar için, Toni&Guy Shampoo for Damaged Hair ile yıkadığınız saçlarınıza Toni&Guy Conditioner for Damaged Hair’ı yavaşça masaj yaparak uygulayın. Saçlarınızı durulayıp kuruttuktan sonra, saçlarınızı düzleştirin. Saçlarınıze şekil vermeden önce, Toni&Guy Glamour serisinden Moisturizing Shine Spray’i kuru saçlarınıza uygulayın, canlı ve pürüssüz bir görünüm elde edeceğinizi göreceksiniz. Daha sonra önde birkaç tutam kalacak şekilde, saçlarınızı uçlarından bir lastik toka yardımıyla toplayın. Topladığınız saçların dağılmaması için Toni&Guy Casual serisinden Flexible Hold Hairspray’i saçınıza uygulayabilirsiniz. Triko:

Dior Etek:

Dior

104


Those Were The Days 70’lerin stereotipik ofis kadını çok uzağınızda değil. Geniş manşetlere ve kemik çerçeveli gözlüğe, şüphesiz ki saçlarınız eşlik edecek. Toni&Guy Shampoo for Damaged Hair’la yıkadığınız saçlarınıza, maşa yardımıyla geniş dalgalar kazandırın. Elde ettiğiniz dalgaların 70’lere atıfta bulunmasını istiyorsanız, Toni&Guy Glamour serisinden 3D Volumiser’ı saçınıza eşit miktarda uygulayın ve kurutma makinesini soğuk hava üflemesi için elinize alın. Hem dalgaların açıldığını, hem saçlarınızın doğal bir parlaklık kazandığını, hem de zamanda yolculuk ettiğinizi göreceksiniz. Bu yolculuğu gün boyunca baki kılmak için Toni&Guy Glamour serisinden Firm Hold Hairspray’i kullanabilir ve elektriklenmeye karşı saçlarınızı koruma altına alabilirsiniz. Gömlek:

Valentino/Beymen Pantolon:

Valentino/Beymen Gözlük:

Tom Ford/Turkuaz Optik 105


Short Hair Needs Care Too Kısa saçların bakıma ihtiyaç duymadığını söyleyen ve korkusuzca kuaför koltuğuna oturup saçlarına makas vurduran kadınların bir yanlışını düzeltelim: Kısa saçlar da bakıma ihtiyaç duyuyor. Bu yüzden pratik bir topuza bel bağlayıp saçlarınızın ihtiyacı olan nemi görmezden gelmeyin. İşe en başından başlayalım: Saçlarınızı yıkadıktan sonra ıslak saçlarınıza Toni&Guy Conditioner for Damaged Hair’ı yavaşça masaj yaparak uygulayın. Ürünü saçlarınıza, dipten uca doğru iyice yedirdikten sonra saçlarınızı iyice durulayın ve kurutun. At kuyruğu haline getirdiğiniz saçlarınızı burgu şeklini alacak şekilde kıvırın ve kendi etrafında sıkıca toplayın. Toni&Guy Creative serisinden Extreme Hold Hairspray ile topladığınız saçlarınızı sabitleyin. Voila! Ceket:

Dior Yüzük:

Dior

106


EVENT MANAGEMENT

PUBLISHING

CONCEPT DESIGN

BRAND PLATFORMS

AND ANYTHING COOL

FOR MORE FACEBOOK.COM/COISTANBUL 123@COISTANBUL.COM +90 212 2590669


WERNER SCHREYER

Röportaj:

Olga Şerbetcioğlu Fotoğraflar:

Gianni Pisano Moda Editörü:

Yvonne Wigger Saç & Makyaj:

Julia Ritter Prodüksiyon:

Lina Baumann

108

Bu defa Zürih’teyiz; Werner’le. Onunla ilgili aklınıza gelenleri saklamanıza gerek yok, zira kendisi hepsini kabul edecek kadar mevcudiyetinden memnun. Mütevazılık ve iddianın bu kadar kolay yan yana gelmesi de bundan. Neyse, “bazıları şanslı doğar” diyelim.


Atlet:

Thom Browne, Trois Pommes Zurich Jean:

Balmain, Trois Pommes Zurich Ceket:

Saint Laurent, Trois Pommes Zurich Kolye:

Studio Mason

109


Werner, bize sabah rutinini anlatsana? Her sabah uyandığımda, başıma neler gelebileceğini düşünüyorum, malum tesadüf diye bir şey yok. Önce kahvaltı sonra spor yapıyorum ve günlük rutinimi bozmadığım için başıma çok sıradışı bir şeyin gelemeyeceğini -hiç şaşırmadanfark ediyorum.

1

Bu sabah, rutini bozan bir şey oldu mu? Evet, babam birkaç gündür bende kalıyor.

2

En son ne zaman hiçbir sebebi olmamasına rağmen kendini çok iyi hissettin? Geçtiğimiz haftalarda şehrin etrafındaki dağları bisikletle gezerken. Yolun sonuna geldiğimde dağın tepesindeydim ve aşağıda uzanan vadiye baktığımda, orada kimsenin beni bulamayacağını ve problemlerin aslında göründüğünden çok daha küçük olduğunu fark ettim.

3

Malum, adından sıkça söz ettiren bir model haline geldikten sonra, pek çok şehri gezdin ve bugün Zürih’te yaşıyorsun. Köşene çekilmeyi tercih ediyorsun diyebilir miyiz? Zürih, aslında göründüğünün aksine, sıradışı bir metropol. Farklı kültürlerden pek çok insana ev sahipliği yapıyor ve bu büyük bir ilham kaynağı haline dönüşüyor. Tabii oldukça huzur dolu bir yer olduğunu da belirteyim, enerji toplamak, kafa dağıtmak ve yenilenmek için gerçekten çok doğru bir tercih. Bu söylediklerimden sonra, neden burada olabileceğim hakkında istediğiniz gibi yorum yapabilirsiniz, karar sizin.

4

110

Bu metropol, günün birinde moda dünyası için hatırı sayılır şehirlerinden biri haline dönüşebilir mi? Hiç zannetmiyorum. Zürih, moda dünyasının şaşaalı hayatına inat, sanat dolu ve dingin bir şehir olarak kalmaya devam edecektir.

5

Peki elinden gelenin en iyisini yaptığına mı inanıyorsun yoksa hala daha fazlası için sınırlarını zorluyor musun? Oldum olası pes etmeyen, meraklı ve yaratıcı bir insan olduğuma inandım, ve bu durumdan oldukça memnunum. İnanılmaz zorlu şartlarda yaşarken, kendimi bir anda moda sektörünün içinde buldum ve etrafımdaki pek çok insanın hayatı boyunca göremeyeceği şeyleri, bazen tek bir gün içerisinde gördüm. Buna rağmen, kendimi şımartmadım ve elimdekiyle yetinmeyi bildim.

6

Ticaret üzerine eğitim aldıktan sonra hayatını modellik ve oyunculuk üzerinden kazanmaya başladın. Geri dönüp baktığında bunun 20’li yaşlarda alelade verilmiş bir karar olduğunu düşünüyor musun? Yakın zaman önce Gérard Vergez, beni Senso adındaki filminde oynatmak istediğini söyleyene kadar, özellikle oyunculuğa harcadım zamanı düşündükçe pişmanlık duymuyor değildim. Ama teklifi duyduktan sonra, fikirlerim tamamen tersine döndü ve hatta harcadığım onca yılın bile yetersiz olacağına karar verip tekrar oyunculuk eğitimi almaya başladım.

7

Ticaret eğitimi, parayla oynamanı daha kolay kıldı mı? Aksine, o dönemlerde parayla aram hiç iyi değildi. Deyim yerindeyse sokaklarda meteliksiz geziyordum ve ailem bana asla yardım etmiyordu. Yani, parayı yönetmeyi okulda değil, okuldan mezun olduktan sonra öğrendim.

8


Kaban:

Saint Laurent, Trois Pommes Zurich

111


112


Trenรงkot:

Saint Laurent, Trois Pommes Zurich Pantolon:

Visvim, Trois Pommes Zurich ล apka:

Ermenegildo Zegna Fular:

Anonymous Ism, Deecee Style Zurich

113


114


Para kazanmak bu aralar senin için zor mu? Her zaman zor. Ödemem gereken binlerce faturam ve hastane masraflarım var, hayatta kalmak için para kazanmak zorundayım.

9

Vakti zamanında çekilen bir Batman filminde, Drew Barrymore ile birlikte gittiğin seçmelerde, cast direktörü seni ‘gergin, istikrarsız, yalnız ama yetenekli’ olarak değerlendirmiş ve rolü sana vermemiş. Bugün bu sıfatlardan hangileri seni tanımlıyor? Etrafımda beni seven ve benden nefret eden pek çok insan var, haliyle yetenekli, karizmatik, aptal ya da beceriksiz gibi birbirinden alakasız kalıplara sokulabiliyorum. Cast direktörü kadın beni tanımıyordu ve hayatıma dair en ufak bir fikri yoktu, bu yüzden beni oldukça basit bir şekilde eleştirmiş, yeteneği de cümlenin sonuna ekleyivermişti. İnsanların benim hakkımda ne düşündüğünü pek umursamıyorum, çünkü kendimi insanlara tanıtma gibi bir hedefim yok, bu yüzden onların benden bahsederken kullandığı sıfatlar beni tanımlıyor.

Sanatçı kişiliğin için bu kadar emin konuşamaz mısın? Ne yazık ki hayır. Yaptığım sanat eserlerini sergilemek için bile neredeyse 10 yıl beklemek zorunda kaldım. İş yoğunluğum çok fazlaydı, ufak tefek birkaç sergide işlerim yer almıştı ama yine de yaptığım işlere yeteri kadar odaklanamadım.

15

10

Yaptığın ilk profesyonel çekimi hatırlıyor musun? Viyana menşeli bir mobilya markasının yüzü olmuştum, modellik kariyeri için oldukça komik bir başlangıçtı.

11

12

Werner, yaşlanmaktan korkuyor musun? Hem evet hem de hayır.

Nasıl yani? Günün birinde acılar içinde kıvranıp, bir hasta bakıcıya muhtaç olmak istemiyorum. Ama bunları düşünecek kadar kıvrak zekalı olduğum için, o günler gelmeden önce ilk sapağa sapacağım ve yoldan çıkacağım.

13

Seni James Dean’e benzeten insanlara, kendini James Dean’in yerine koyarak bir cevap verir misin? Lanet olsun, bu adam gerçekten de bana çok benziyor. Aradaki farkı kapatmak için biraz daha yaşlanması lazım ama galiba ben bunu görme fırsatına erişemeyeceğim.

16

Modelliği bırakmayı düşünüyor musun? Dergiler ve markalar bana iş vermeye devam ettiği sürece modellikten vazgeçmeyeceğim. Sanırım hayatım boyunca değişmeyeceğine emin olduğum tek kararım bu.

14

115


116


Tiล รถrt:

Visvim, Trois Pommes Zurich Ceket:

Saint Laurent, Trois Pommes Zurich Pantolon:

Double RL, Deecee Style Zurich Kemer:

Double RL, Deecee Style Zurich

117


118


Pantolon:

Jil Sander, Trois Pommes Zurich Fular:

Anonymous Ism, Deecee Style Zurich

119


Sedef Günşiray, babasıyla beraber Türkiye’nin en ikonik markalarından Ece Ajandaları’nın başında. Kendisiyle, beş kuşaktır sahip çıktıkları ve hayatımızdan çıkaramadığımız ajandaların hikayesini, kuruluşunu ve geleceğini konuştuk.

Röportaj:

Tanem Sivar Fotoğraf:

Gökhan Polat

120

SEDEF GÜNŞİRAY


Ece Ajandaları’nın adının arkasında bir aşk hikayesi olduğu doğru mu? Bir rivayete göre Mehmet Sadık Bey’in büyük oğlu Ahmed Afganistan’a çıktığı seyahat süresinde bir kadına aşık olur. Sevdiğine kavuşamayınca hayatı kararan Ahmed, aşkına sahip olamayacaksa ölmeyi yeğleyeceğini söyler ve kısa bir süre sonra intihar eder. Uğruna oğlunu kaybettiği kadının adı Ece olduğundan, Mehmet Sadık Bey, ajandaları 1930’lu yıllarda ‘aşkın defterleri’ olarak satmaya başlar. Bundan dört sene evvel, Babıali’deki Han’dan taşınırken arşivleri toplamak zorunda kaldığımda, elime Mehmet Sadık’ın Afganistan’daki Tahir Dayı’ya yazdığı telegraflardan biri geçti. Kendisi Ahmed’in durumunu ve konuyla ilgili endişesini anlatırken, ondan nasıl haber alıp alamayacaklarını araştırmasını diliyordu. Daha sonrasında ilk Türk Dünya güzeli seçilen Keriman Halis’e, Atatürk bizzat Ece soyadını verdiğinde, aile Ece isimli ajandayı Keriman Halis’e adıyor -bir kadının güzelliğinde bu ismin tekrar yaşaması için.

1

Markanızın bugüne geliş hikayesi ile ailenizin kozmopolitliğinin paralel ilerlediğini düşünüyor musunuz? Tabii ki. Azınlık bir aile olarak İstanbul’da ayakta kalabilmek hiç de kolay olmamış. Ailem, özellikle Türkiye’nin hızla değişen sosyoekonomik ve sosyopolitik yapısından ötürü daimi bir adaptasyon problemi yaşamış. Ailenin geneline bakarsanız; Türk, Ermeni, Rum, İranlı, Selanikli, Çinli, Amerikalı, Azeri, Rus, İngiliz bir karma görebilirsiniz. Bugün halen aynı kimlikler devam ediyor. Din, dil, irk, görüş ayrılıkları olan bir ailenin içinde ortak noktanın bulunması ise ancak sevgi ile olabiliyor; bunun başka bir yolu yok.

2

Bugünün genç kuşağının alışkanlıklarına markanızı nasıl adapte ediyorsunuz ? İsveçli yazılım firmalarından biri olan Whitelines Link ile bu sene ikinci senesini dolduracak olan ortak bir proje yürütüyoruz. Ece by Whitelines Link, yeni nesil tarafından beğenilen ve kullanılan bir ürünümüz oldu. Yazılı sayfayı PDF formatına çevirip telefona tek tıkla aktarabiliyorsunuz, ve otomatik maile, Evernote ve Dropbox’a yükleyebiliyorsunuz. Yeni neslin en önemli isteklerinden biri de ulaşılabilir kalite, ufak detaylar, farklı tarzlar. Renkler, trendler, her şeye adapte olmak zorundayız. Modayı kaçırma lüksümüz yok, öte yandan hatrı sayılır miktarda gencin en klasik ürünlere yöneldiğini görüyoruz, ki bu da bizi oldukça şaşırtıyor.

5

Ece nasıl zamansızlaştı? Ürün ancak kişiyle bütünleşebilirse zamansızlaşır. Bir hikaye anlattığı için, bir gelenek olduğu için, herkes kendisinden bir parça bulabildiği için olsa gerek. Ece’nin en önemli özelliği herkesin ajandası olabilmesi çünkü her demografik yapıdan insana hitap ediyor. Her bakış açısına, gelir yapısına hitap eden ve iddiasız bir ürün ve şartlar ne olursa olsun, prensiplerinden ödün vermiyor. Biz duruşumuzu hiçbir zaman değiştirmedik -inandığımız değerleri ticari avantaj, beklentiler için esnetmedik, Cumhuriyetçi ve Atatürkçü fikir yapısından ayrılmadık. Savaşlar, ihtilaller, darbeler, krizler... Bir sene olsun Ece’yi çıkartmadığımız olmadı ve insanlar bunu biliyorlar. Kullanıcımızı dinliyoruz, hatta onları dükkana sadece kahve içmeye dahi davet ediyoruz. Sanatçısından, politikacısına, ev hanımından, avukatına, doktoruna, öğrencisinden, güvenlik görevlisine, mühendisine, tekel bayiinden, restoranına...

3

Babanız Murat Günşiray ile beraber çalışmak nasıl? Babamın en büyük özelliği beni özgür bırakması, hiçbir zaman karar mekanizmasında benim önümü kesmedi- inanmasa da, gerçekten başarısız olacağını bilse de istediğimi -tabii ki bütçe içinde- yapmama izin verdi, yani hata yapmak serbestti. Projelerimi her zaman savundu, arkamda durdu, destek verdi ve halen de veriyor. Onunla çalışmak kolay mı? Hayır. Ama mükemmel bir öğretmen ve bunun için hayatım boyunca ona müteşekkir olacağım.

4

Avrupa ve Japonya’ya açılma planlarınız nasıl gidiyor? Japonya, Almanya, Fransa, ve ABD’de Isetan, Strasburgo, United Arrows, By Marie, Dressetior gibi mağazalarla Premium Notebook ürünler bazında çalışıyoruz. Bu kış Ece Mobil Uygulaması sonlanmış olacak diye planlıyoruz, bir aksilik çıkmazsa çok da güzel sürprizlerimiz var, bu mobil uygulamayı Türkiye’den sonra ilk etapta Almanya’ya açmayı hedefliyoruz.

6

121


Blaudzun, yaptığı müziğin hangi türe ait olduğunu açıklamanın peşinde değil. O sadece dürüst müzik yapıp, yoluna tek başına devam etmek istiyor. Yıllarını Avrupa’nın enerjisi bitmek bilmeyen izleyicisine konserler vermekle geçiren Blaudzun, bize son albümü Jupiter’ı anlatıyor.

Röportaj:

Başak Ulubilgen Fotoğraf:

Sanja Marusicr

122

BLAUDZUN


İstanbul’la ilgili bir şarkı yazacak olsaydın nakaratı nasıl olurdu? Bu zor bir soru. Son zamanlarda ülkenizin politik durumunu göz önünde bulundurursak, konusu özgürlük olan seksi bir şarkı yazardım. Çünkü sorunlu zamanlarda müzik moral yükseltici olmalı; ben de bu nedenle, teselli edici, kışkırtıcı ve aynı zamanda dans ettiren bir şarkı yaratırdım.

1

Kendi yayınladığın ilk EP’nin çıkış noktası olarak, gece yarısı yaptığın araba gezintileri için hazırladığın bir film müziği listesini almışsın. Geceleri araba kullanırken ne dinliyorsun? Emmylou Harris’in Wrecking Ball parçasını dinlemeyi çok seviyorum. Son zamanlarda da Jon Hopkins’in Immunity’si (uçuşlarda ve gece gezintilerinde) bana eşlik ediyor.

2

Utrecht’te gerçekleşen Tour de France Grand Départ’ın resmi marşını bestelemek nasıl bir tecrübeydi? Tabii ki büyük bir onurdu ve her şey bir yana ben de deli dolu bir bisiklet hayranıyım.

3

Promises of No Man’s Land isimli albümünden sonra tekrar sahalara dönüyorsun. Senin müziğe verdiğin söz nedir? Umarım müzik hep dürüst ve seksi kalır. Son albümümün adını Jüpiter koydum. Bu gezegen benim için özel, çünkü o kadar büyük ki, Dünya’ya çarpacak olan asteroit ve meteoritleri kendi yerçekimiyle yörüngesine çekebiliyor. Bu da benim müzik ve sanatı nasıl sindirdiğimin bir yansıması: Müzik, hayatımı kurtarabilir.

7

Bu yüzden mi sahne adını 1970’lerden Danimarkalı bir bisikletçinin soyadı olarak seçtin? Aslında bu bisikletçiye bir övgüde bulunmuyorum. Onunla ilgili bir yazı okurken ismini çok sevdiğim için bu kararı verdim.

4

Kariyerine tek başına devam etme isteğini tetikleyen ne oldu? Sanatsal kararların demokratik olarak verildiği bir yerde parçalar ve prodüksiyon orijinalliğini kaybedebiliyor. Uzun süre böyle çalıştığım için bu konsept beni bıktırdı. Bu yüzden grup işlerini bırakıp kendi müziğim üzerinde çalışmaya başladım. Böylece müziğimi kendim kontrol edebilir oldum. Ama tabii ki bu başkalarıyla çalışmayı sevmediğim anlamına gelmiyor.

5

Birlikte çalıştığın müzisyenlerden en çok hangisi sana ilham verdi? Bir keresinde Spinvis adında Hollandalı bir sanatçıyla çalışmıştım. Bir festivalde aynı sahneyi paylaşmıştık. Doğaçlama çalmaya başladık ve 30 dakika kadar hiç durmadan çaldık. Çok ilham verici, unutulmaz bir andı.

6

Indie-Rock’ın elektronik müzikle kafayı bozmuş bu dünyadaki yerini nasıl görüyorsun? Benim müzik türleriyle işim yok. Uzun zamandan beri elektronik davullar ve analog synth’ler kullanıyorum ve hiçbir zaman herhangi bir müzik tarzına uymuyorum diye endişelenmedim. İnsanların benim müziğime indie-rock demesini anlıyorum, ama burada önemli olan şarkının ne kadar dürüst ve iyi olduğu.

8

Blaudzun için bir sonraki adım ne olacak? Tekrar turneye çıkmak ve Jupiter’ı yayınlamak için sabırsızlanıyorum. Part 1, Avrupa kulüp turnemin başlamasından kısa bir süre sonra, 7 Ekim’de çıkıyor. Aynı zamanda Jupiter’in ikinci ve üçüncü bölümleri için de parça besteliyor ve kayıt yapıyor olacağım. Yakın zamanda, İstanbul’da da bir konser vermeyi çok isterim.

9

123


O, bize bütün klişeleri kırmamız gerektiğini hatırlatıyor, bunların başında Arap kökenli olmak geliyor. Çalışmalarında çöküş ve çürümeyi güzel gösteren sanatçı, yapacağı işin önceden ne olacağına karar vermiyor, bir fikirle yola çıkıp, gidişatı akışına bırakıyor ve sürecin onu yönlendirmesine izin veriyor. 30’larında bir sanatçı olarak şimdiden 20 kişisel sergiye imza atan Diana’dan bahsediyoruz.

Röportaj:

Seza Bali Fotoğraf:

Dorothy Hong

124

DIANA AL-HADID


İnsanların sanatını anlamalarına ihtiyacın olmadığını söylüyorsun. Bunun sebebi, senin de kendi işini anlaman için vakte ihtiyacın olması mı? Herkesin her zaman işlerimi anlaması gerekmiyor. Tabii ki insanların işlerim hakkında düşünmeleri ve kendilerince anlamlar çıkarmaları harika, ama işi gerçek zamanda deneyimlemek önemli, onu kolayca tüketilebilmesi için özetlemek veya yorumlamak değil. Bir sanat eserini anında anlamak için, kendi üzerinde kurduğun baskıdan kurtulman ve bir sonuç bulma çabasından vazgeçmen gerekiyor. Sanatı anlamanın o kadar çok yolu var ki...

1

Diana, bu ayın başında Japonya’daki bir tapınakta yaptığın yeni çalışmayla konuşmaya başlayalım. Toshodaiji Budist Tapınağı’ndaki bu iş, el yapımı bir göletin ortasında dikey bir şekilde duran altın çerçeveli büyük bir panelden oluşuyor. The Met’te sergilenen Unicorn in Captivity panelinden yola çıktım, ama benimkinde, orijinalinde yer alan tek boynuzlu at yok ve çitlerin içindeki alan da açık. Fon için ise meşhur millefleur tasarımını kullandım ama bunu yerel bitkilerle birlikte yaptım. Panelin ortasındaki açıklıktan bakınca izleyici, göletin ortasındaki ufak bir adanın üzerinde açıyla duran bir at boynuzu görebilir. Sergi İpek Yolu’nun bir yansıması, Nara bölgesi de bu meşhur ticaret yolundaki en son noktaydı. New York’ta yaşayan Suriyeli bir göçmen olarak Japonya’ya şu anda yaşadığım yerden bir şeyler getirmek benim için önemliydi.

2

4 Çift kültürlü olmak sanatını nasıl etkiliyor? Beş yaşıma kadar Suriye’de yaşadığımı için oraya karşı bir bağ hissediyorum. Bütün ailem, arkadaşlarımın çoğu zaten orada, gençliğimde de sık sık onları ziyaret ettim. Ama kültürünü ne kadar iyi bilsem de Suriye benim için hala yabancı bir ülke. Bu nedenle işlerim üzerinde esas etkisi olan yer, büyüdüğüm Ohio. Açık alanlara duyduğum ilgi ve sevgi, devasa hırdavatçı dükkanları, otoyolda araba kullanmak, Ortabatı Amerika’nın misafirperverliği ve geçirdiğim banliyö deneyimleri kişiliğime ve işlerime yansıdı. Etkilendiğim şeylerin izini sürmek elbette çok kolay değil ama üretimim bütün bunların bir karışımı olmalı.

3

Çalışmalarında negatif alan göze çarpıyor. Orada olmayan, olandan daha mı

önemli? Hayır, yani negatif alan işin barındırdığı diğer şeylerden daha önemli değil. Panellerimi yaparken içine pigment eklenmiş akıcı bir alçı kullanıyorum, her dokunuş veya renk damlası arkadan destekleniyor, açık alanlar ise boyanmamış alanlar, dolayısıyla bir şeyler çıkartmaktan ziyade aslında bir şeylerin eklendiği bir süreç. Heykellerde ise ekleme ve çıkartma eylemleri eşit derecede, çünkü süreç boyunca inşa ediyorum ve kırıyorum. İşlerimin gözenekli olmasına çalışıyorum, bu şekilde işin içinden bakıp diğer tarafı görebiliyorsun ve bu sayede iş bulunduğu mekanda çok fazla hacim kaplamıyor.

Fotoğraf:

Jason Wyche In Mortal Repose (detay), 2011

125


İz bırakma ve çıkartma tekrarına da işlerinde sık rastlıyoruz. İşlerimin çok fazla gel-git içerdiğine katılıyorum; eklemek, çıkarmak, inşa etmek ve kırmak... Mylar üzerine pastel veya conte ile çizimler yaptığımda, çizdiğim kadarını da siliyorum. Bu da benim, az önce bahsettiğim gibi, işin önden neye benzeyeceği ve ne anlam içereceğine karar vermememle alakalı. Bazen işin yarısını bitirdikten sonra hayal ettiğimden bambaşka bir şeye ihtiyacım olduğunu fark ediyorum ve başka bir yola girebiliyorum. Ama tabii bu var olanı bozmak anlamına gelmiyor, işin gelişmeye ve daha enteresan bir hal almaya ihtiyacı varsa bunu yapıyorum.

5

Fotoğraf:

Markus Woergoetter Phantom Limb, 2014

Polimer alçı seninle bağdaşmış bir malzeme, Google’da arama yapınca bile ilk sıralarda senin işlerin çıkıyor. Bu malzemeyi nasıl keşfettin? İlk defa, yüksek lisansımı yaparken kullanmaya başladım, çünkü ucuzdu. Alçıtaşını seviyorum, çalışılması kolay bir malzeme, kalıbını alabiliyorum, onunla boyama yapabiliyorum veya onu kazıyabiliyorum. Başlangıçta sıvıyken sonradan sertleşmesini seviyorum ve onu farklı kademelerde kullanıyorum. Ama aynı zamanda başka malzemeler de kullanıyorum, malzemelerin biri diğerini destekliyor.

6

Neden pek çok heykeltıraş inşaat malzemeleriyle çalışıyor? Bu malzemeleri bulmak ve kullanmak kolay ve ucuz olduğu için.

7

Fotoğraf:

Tom Powell The Tower of Infinite Problems, 2008

126

8

Çoğu zaman önceden ne yapacağını bilmeden çalışıyorsun. Her şey nasıl

başlıyor? Merakla. Bazen bir malzemeyi kurcalama isteğimden, bazen de bir kavram veya hikayeye duyduğum ilgiden yola çıkıyorum. Her şeyi bir anda çözmemeye veya deneyimleyeceğim şeyi önceden belirlememeye çalışıyorum. Bir düşüncenin fiziksel boyuta taşınması benim için her zaman büyük bir sürpriz barındırıyor ve genellikle ortaya çıkan sonuç ile sezgilerim birbirini tutmuyor. Üretim sürecinde karşıma sürekli yeni sorunlar çıkıyor, ben de bu sorunları teker teker ele alıp öyle çalışıyorum. İşin, işi yarattığına inanıyorum.


Lezzetli ve taze k a h v e l e r i m i z i a r t ı k Ş i ş h a n e ’d e , Pera64’ün içerisinde ve To p a ğ a c ı ’ n d a k i y e n i dükkanımızda bulabilirsiniz.

P r o f . D r. O r h a n E r s e k S k . N o : 1 8 Te ş v i k i y e , İ s t a n b u l

Meşrutiyet cad. No:64 Beyoğlu, İstanbul

d a h a f a z l a b i l g i v e e - d ü k k a n ı m ı z d a n k a h v e a l m a k i ç i n p e t r a c o ff e e . c o m


L’ENFER C’EST LES AUTRES Eğer cehennem başkalarıysa biz cennet miyiz?

Fotoğraflar:

Begüm Yetiş Moda Editörü:

Tuğçe Özakdağ Moda Editörü Asistanı:

İlkay Balkan Modeller:

Helene & Ksenia/ True Models

128


Gömlek:

Emilio Pucci/ Harvey Nichols Elbise:

Selim Baklacı/ Di-fashion Branding 129


Kazak:

Emilio Pucci/ Beymen Ceket:

DKNY 130


131


Gömlek:

Sandro Pantolon:

House of Ogan/Rack İstanbul Kemer:

Editöre ait

132


133


Elbise:

Erdem/ Harvey Nichols 134


Kazak:

Pinko/ Harvey Nichols Pantolon:

Gรถkhan Yavaล / Showroomist

135


Bluz:

Sandro Elbise:

Max Mara

136


Terlik:

Giuseppe Zanotti

137


138


Yağmurluk:

Rains/ Bilstore Küpe:

Kenneth Jay Lane 139


140


İç çamaşırı:

La Melone/ Di-fashion Branding Gömlek:

Vakko Jean:

Sportmax Fular:

Editöre ait

141


LÜKS EMOJI’LER. Emoji’lerin günlük iletişim dilinde ne kadar büyük bir yer teşkil ettiği malum. Sadece akıllı telefonlarla sınırlı kalmayan emoji’ler, her yerde karşımıza çıkmak bir kenara, lüks modaevlerini de kontrol altına alıyor. Bu durumdan esinlenen Acne Studios, hazırladığı kapsül koleksiyon için üretilen minimal tasarımlara emoji’ler ekliyor. Tişört, şapka, kazak ve ayakkabıdan oluşan koleksiyonda, emoji’ler görmeye alışık olduğumuz hallerinden farklı olarak, illüstre edilmiş yorumlarıyla yer alıyor. Acne Studios’un kült tasarımlarına sizi anlatan bir şeyler eklemek istiyorsanız muz, donut, sosisli sandviç ve mikrofon gibi seçenekleriniz olduğunu unutmayın. İKİNCİ YÜZYIL. Aston Martin, şirketin iki yüzyıldır ayakta duruşunu yeni bir araba modeliyle kutluyor. Aerodinamik özellikleriyle dikkat çeken ve 5,2 litrelik ikiz turbolu V12 motorundan güç alan DB11’in satışına bu ay itibarıyla başlıyor. 600 beygir gücü gibi astronomik bir motora sahip olan DB11; DB2/4, DB5 ve son James Bond filmi için özel olarak tasarlanan DB10’un ailesine mensup. Tasarlanırken şekil ve işlev arasındaki ilişkiye yeni bir boyut kazandıran DB11’i şimdiden modern klasikler kategorisine alabiliriz. İZLEME, YANINDA YAT. Gözlerinizi kapatın, evinizin en değerli, misafirleriniz dokunduğunda yüreğinizin ağzınıza geldiği o malum eşyayı hayal edin. Şimdi gözlerinizi açın ve Bang & Olufsen’in yeni tasarım harikası televizyonuyla, yani hayalini kurduğunuz ürünün, mutlak ikamesiyle tanışın. BeoVision 14, akıllı televizyon kavramını yeniden tanımlayan bir tasarım. Yapımında alüminyum şeritler ve ahşap çizgilerin kullanıldığı BeoVision 14, televizyonu 142

izleyen kişi, odada nerede oturuyorsa otursun, 360 derecelik sensörüyle ışığını ona göre ayarlıyor ve akıllı televizyon kavramının içini gerçek anlamıyla dolduruyor. Televizyonun alt kısmında bulunan ve ince katmanlardan oluşan bölüm, odadaki diğer hoparlörlerle birlikte çalışabilen bir ses sistemi içeriyor. BeoVision 14 şimdilik Bang & Olufsen’in web sitesi üzerinden satışa sunuluyor. CAMPER X DOM. Camper’ın kendi ayakkabılarıyla paralel giden, farklı sanatçı ve tasarımcılarla yaptığı sıradışı işbirliklerine yeni bir isim eklendi. Markanın Sonbahar-Kış 2017 koleksiyonu için kolları sıvayan bu sefer ‘siber sanatçı’ Dom Sebastian oldu. Eksantrik işleriyle sosyal medyada son zamanlarda sık sık karşımıza çıkan Sebastian, Camper’ın yeni koleksiyonunda tasarlanan ürünlere kendi disiplinini aktararak markanın bildiğimiz çizgisini tekrar yorumladı. Dijital illüzyonun somutlaşmış halini daha yakından tanımak için, işbirliğini anlatan video’yu Camper’ın web sitesinde bulabilirsiniz. COLLAGE DES GARÇONS. Comme des Garçons’un, yeni tişört koleksiyonundaki parçalar, her baktığınızda yeni şekiller keşfetmenizi salık veriyor. Nevi şahsına münhasır stilini giyim, aksesuar ve parfümlerine ne yapıp edip enjekte eden marka, bu sefer sanatsal kolajlardan oluşan tişörtlerle karşımızda. Her türlü karalama, kolaj ve fotoğrafın iç içe geçtiği ve kiminin uzun silüetler için özel kesim yapıldığı tişörtlerin ortak noktasıysa, Comme des Garçons’un meşhur logosunu içeriyor olması. Tişörtler şimdilik yalnızca Comme des Garçons’un mağazasının bulunduğu Dover Street Market’te bulunuyor ama bu durum alışveriş listenizi güncellemeniz için engel teşkil etmiyor. PİKNİK YAPMA KILAVUZU. Crate&Barrel, tasarım sürecinde ilke edindiği muntazam duruşu, bu sefer piknik ürünlerine uyguluyor. Bir piknik için gerekli olabilecek her şeyin bulunduğu koleksiyonda; portatif kılıflı masa, açık hava şöminesi ve marshmellow,


bisküvi ve çikolatanın baş döndürücü karışımı olan ‘smores’ adlı atıştırmalıktan yapmak için özel tasarlanmış bir tepsi gibi ürünler dikkat çekiyor. Tabii, tahmin edeceğiniz üzere, ürünlerin sadece piknik günleriyle sınırlı kalmayacağı gerçeği, markanın piknik konseptini, bahçe kullanımına ve mutfağa da entegre ediyor. Amerikan rüyasını sıradan bir piknikle anlatabilme gücüne sahip ürünlere, Crate&Barrel mağazalarından ulaşabilirsiniz. İSKANDİNAV AYNALAR. Danimarka’nın doğal hayatla iç içe banliyölerinden birinde, küçük kamarasında, Ida Elke modern tasarımlar ile haşır neşir oluyor ve günün sonunda Elkeland adındaki markası ortaya çıkıyor. Adından mütevellit, Ida’nın ütopyasını somutlaştıran marka, bu sefer kompakt aynalara el atıyor. ‘Mirror Mobiles’ adı verilen koleksiyon, minik masaüstü aynalardan oluşuyor. Sıradan masa aynalarına modern bir dokunuş getiren nokta ise, bazı aynaların keten ipler ve balmumu cilası kullanılarak birbirine bağlanıyor oluşu. Elke, aynaların kolay objeler olmadığını ve onları istediğiniz şekilde yerleştirmek için dikkat ve sabır gerektiğini de ekliyor. À CŒUR JOIE. Brigitte Bardot’nun altın çağını yaşadığı 60’lı yıllar, Joyrich’in kıyafetlerinde tekrar hayat buluyor. Zamanında çekilen kült fotoğraflar, siyah kalem çekilmiş gözler, moda dünyasından pek çok ismin kendine evlat edindiği moda anlayışı ve Parizyen hayat tarzı, Joyrich’i de etkisi altına alıyor. Hazırlanan kapsül koleksiyonundaki hazır giyim

ürünleri ve aksesuarlar, Bardot’nun oynadığı À Cœur Joie gibi filmlere de göz kırpıyor. Brigitte Bardot kılığına bürünmek ve bunu yaparken kendi tarzınızdan ödün vermemek için sizi Joyrich’in web sitesine alalım. ALWAYS AUDACIOUS. Audacious sözcüğüyle, onun sözlük anlamlarından biri olacak kadar güçlü bir bağ kuran Nars, bu ilişkiyi baki kılmak için seriye yeni rujlar ve göz makyajı ürünleri ekliyor. Koleksiyondaki iki farklı siyah tonundaki göz kalemi ve geçen sene çıkarıldığı anda Nars klasikleri arasına giren maskaraya ek olarak, kaşlar için dört tonda Brow Defining Cream yer alıyor. Audacious Lipstick’lerin yeni renkleri ise gül pembesi Apoline, kan kırmızısı Shirley, koyu fuşya Stefania, mor orkide Kate ve maun rengindeki Mona. Audacious koleksiyonu, Nars’ın Sonbahar – Kış koleksiyonuyla eş zamanlı olarak Eylül ayında satılmaya başlanacak. TOMMY X GIGI. Tommy Hilfiger’ın yarattığı stereotipik Amerikan rüyasının ve Gigi Hadid’in yolları, markanın Sonbahar-Kış sezonunda kesişiyor. 1 Eylül itibarıyla web sitesinde satılmaya başlanacak ve 10 Eylül’de dünya çapındaki Tommy Hilfiger mağazalarında bulabileceğiniz, denizci temalı kıyafetlere ve aksesuarlara ek olarak, bu koleksiyonla birlikte tanıtılacak olan Tommy Hilfiger’ın yeni parfümü The Girl de Gigi’nin kanatları altına giriyor. 9 Eylül’de dünya prömiyeri yapılacak olan Tommy X Gigi koleksiyonuna siz de dahil olmak istiyorsanız, New York Moda Haftası’nda yapılacak partiye markanın web sitesi aracılığıyla naklen bağlanabilirsiniz. LIKE A WINDSOR. Touring Superleggera, İngiltere Kraliçesi’nin 90. yaş günü vesilesiyle tasarladığı yeni otomobili, Windsor Kalesi’nde sergilemeye hazırlanıyor. 2-4 Eylül tarihleri arasında ve tabii ki Kraliçe’nin izniyle kaleye taşınan Disco Volante Spyder, 143


kraliçeye karşı saygı duruşunda bulunması bir kenara, dünyanın 60 ender arabasından biri onuruna layık görülüyor ve hatılatalım, bu onuru yarışmaya katılan yedi arabadan yalnızca biri sahiplenebiliyor. İngiltere lansmanından sonra Disco Volante Spyder için oklar, bu sefer Touring’in 90. yıldönümü için İtalya’yı gösteriyor. HER VERSUS HIM. Zadig & Voltaire, 1997’den bu yana değişmeyen, damarlarında taşıdığı asi ruhu, parfüm koleksiyonuna eklediği yeni çifte de enjekte ediyor. This is HER! ve This is HIM! ilk bakışta birbirine çok benzese de, sizi biraz daha derine inmeye ve sıradışı notalarda kaybolmaya davet ediyor. This is HER!, pembe biber ve Arap yasemininden oluşan feminen bir odunsu esansa sahipken, This is HIM!’in siyah şişesi greyfurt, vanilya, sandal ağacı ve tütsüyü tek bir kapağın altında harmanlıyor. GLOBAL ANTI-AGING. Estée Lauder’in sponsorluğunda çıkacağınız zaman yolculuğu için hazırlanın. Hayat ağacı olarak da bilinen Moringa özü önderliğinde, cildi yenileyen, cilde ışıltı veren ve yaşlanmayı geciktiren bir yolculuktan bahsediyoruz. Kolajenlerle birlikte çalışarak cildi sıkılaştırmayı ve aynı zamanda nemlendirici olarak hizmet vermeyi amaçlayan bu öz, Revitalizing Supreme+ global Anti-Aging koleksiyonuyla karşınıza çıkıyor. Koleksiyon, hücreleri güçlendirmeye yardım eden Cell Power Creme ve sabahları cildinizi güne hazırlayan ve onu uyandıran Wake Up Balm’dan oluşuyor. Bu ay itibarıyla kişisel bakım listenize ekleyebilirsiniz. 144

A PILOT’S NEED FOR SPEED. 2016’yı Pilot saatleri yılı olarak belirleyen IWC Schaffhausen, son tasarımının ilham kaynağı olarak hava kuvvetlerine kadar uzanıyor. Top Gun Miramar koleksiyonunun yeni üyesi Pilot’s Watch Mark XVIII Top Gun Miramar, otomatik 30110 kalibre mekanizmasıyla harekete geçiyor ve modelin 42 saatlik güç rezervi, bu mekanik şaheserin tuzu biberi olarak yer alıyor. Giriş seviyesi modelleri arasındaki ilk seramik saat, hava basıncındaki ani düşüşlere karşı koruma sağlayan ön camıyla birlikte manyetizmaya karşı kalkan oluşturuyor, böylece rol modeli olan Mark 11’den izler taşımış oluyor. BASIL + NEROLI. İngiliz klasiği Jo Malone, bu sefer karnınızı acıktıracak bir seriyle çizgisini korumaya devam ediyor. Üst notalarında fesleğen, ortasında portakal çiçeği ve alt notası beyaz miskten oluşan Basil + Neroli koleksiyonu, havanın hafiften serinlemeye başladığı ama yazdan kalma anları da unutmadığımız bir hayal dünyası sunuyor. Koleksiyonda çoğu Jo Malone serisinde olduğu gibi kolonya, vücut sabunu, vücut kremi ve mum bulunuyor. Anne Flipo’nun yarattığı bu esans için kullanılan sözcükler az ve öz: Taze, eğlenceli ve maceraperest. HAVA YASTIĞI ETKİSİ. Dior’un yeni ürünü, basit bir illüzyondan ibaret. Fondöten görünümlü cilt bakım ürünü Dreamskin Perfect Skin SPF50 PA+++, kulağa garip gelse de, Güney Kore’nin güzellik sektörüne katkısı, medarıiftiharı ‘hava yastığı’ teknolojisiyle üretiliyor ve elde edilen şeffaf ürün, cilt rengini dengeleyen ve aynı zamanda güneşten koruyan bir formülden oluşuyor. Dior bu formülü, cildi daha sağlıklı kılacak şekilde revize edip, geliştiriyor ve sonuç olarak her yaşa ve cilt tipine uygun bir bakım kürü çıkıyor.


XOXO The Mag’in katkılarıyla yayınlanmaktadır.


O, uluslararası tasarım camiasının yıldızlarına sözünü dinleten küratörlerden. Bu güçlü duruşunda, öngörülü oluşunun ve kendine has netliğinin etkisi büyük. Maria ile, her daim dokunaklı bir dostluk hikayesi barındıran projelerini konuştuk.

Röportaj:

Bahar Türkay Fotoğraflar:

Valeria Cherchi

Maria, Milano’daki evinde, XOXO için Valeria’nın karşısına geçti.

146

MARIA CRISTINA DIDERO


Maria, hayat bugünlerde nasıl gidiyor? İnsanların huzur içinde bir arada yaşamayı neden beceremediklerini anlamıyorum. Dünyada şu anda olan biten trajediler bir tarafa, hayat Milano’da iyi gidiyor. İşimle meşgulüm, ki işim aynı zamanda tutkum olduğu için çok şanslıyım. En iyi yaptığım şeyi yapmaya devam ediyorum. Bununla ilgili komik bir anekdotu paylaşayım; Haziran ayında Holon Tasarım Müzesi’ndeki Nendo sergisi için Tel Aviv’deydim ve hayli inançlı Ortodoks Yahudi bir kadın bana ne işle uğraştığımı sordu. Küratör olduğumu ve bir sergi hazırlığı için kentte bulunduğumu söyledim. “Ne kadar hoş! Hayat kurtarıyorsunuz.” diye cevap verdi bana. Açıkçası, yanlış anlaşılmadan dolayı biraz utandım, çünkü öncelikle maalesef kimsenin hayatını kurtarmadım, çok istesem de... Ve bunun için çalışanlara karşı büyük bir saygım var. Küratör olmanın ise elbette tüm bunlarla ilgisi yok. Ben yalnızca insanları mutlu etmeye çalışıyorum.

1

Her mesleğin bir günahı olduğunu varsayarsak, tasarım için bu ne olurdu? Muhtemelen para... Ama aslında para tüm dünyanın günahı. Daha yeni, ticari bağlantı ve yaklaşımların temanın tamamen dışında tutulduğu bir sergi yaptım. Bir yandan da, insanların yaşamak ve istedikleri şeyleri yapmak içn paraya ihtiyaçları olduğunun farkındayım. Tasarımın günahsız olduğunu söylemek isterdim ama tasarım insanın kendisinden geliyor ve insan olarak bizlerin elbette günahları var.

2

Tasarım, yıldızların olduğu büyük bir sahne gösterisi mi yoksa herkesin eşit üretim ve tüketim imkanının olduğu, günlük hayatın bir gerçeği mi? Tasarımın, olması gerektiği gibi, yaratıcılık formlarının en demokratiği olduğuna inanıyorum. Çünkü işlevselliği ve estetiği bir araya getirmek durumunda ve hatta mümkün olan en iyi senaryoda bunun geniş kitleler tarafından ulaşılabilir olması gerekiyor. Benim için, bu durumda, başarılı bir tasarım objesinden bahsedebiliriz. Bu gerçek bir kenara, dışarıda bir yerde bir sistem var ve bazı yetenekli insanlar, müzelerin, küratörlerin ışığı altında parlıyorlar, bu da bir gerçek. Yine de sonuçta herkes her gün tasarıma dokunuyor. Tasarım aynı zamanda ve belki de her şeyin ötesinde bir ruh hali ve dünyaya bakış biçimi...

3

Maria’nın çalışma odasından

Dünyanın farklı noktalarında gerçekleşen hemen hemen bütün tasarım etkinliklerini takip ediyorsun ve hatta geziyorsun. Bu etkinlikler eleştirel düşünce için gerçek anlamda bir platform yaratıyor mu, yoksa sonuçta hepsi büyük bir karnavala mı dönüşüyor? Onlara karnaval gözüyle bakmıyorum ama öyle görünseler bile her zaman yeni bir şeyler keşfetme şansım oluyor. Ben her zaman yeni enerjiler, keşfedilecek yenilikler olduğuna inanıyorum. Kimi zaman köşeyi döner dönmez hem de... Dolayısıyla, bana göre, işe yarıyorlar. Kuşkucu değilim ama her zaman kendi gözlerimle görmeyi tercih ederim. Bu nedenle İzlanda’daki Reykjavik Tasarım Festivali’ne ve Güney Afrika’daki Guild Tasarım Fuarı’nın ilkine bile katıldım.

4

147


Dresden’de birkaç ay önce açılan Friends + Design sergisinin küratörlüğünü yakın dostun Tulga Bayerle ile birlikte yaptın. Bu işbirliğinde seni en çok ne etkiledi? Şimdiye kadar gerçekleştirdiğim en heyecan verici, güçlü, keyifli ve güzel proje oldu. Aslında tam da başlığının işaret ettiği gibi olması gerekiyordu. Tulga Bayerle gibi dostluğa ve tasarıma çok inanan bir arkadaşa sahip olmak büyük şans. Projede, gerçek hayatta iyi arkadaş olan insanlardan oluşan üç grup tasarımcı belirledik. Tulga ve benim için en duygusal olan iş ise Mathias Hahn ve Tomás Alonso tarafından gerçekleştirilen projeydi. Bu ikili uzun zamandır dost oldukları Londra’da aynı stüdyoyu paylaşıyorlar. Onlara verilen tema, birbirleri için özel olarak bir hediye tasarlamaları ve hayata geçirmeleriydi. Birbirlerine verebilecekleri en güzel ve değerli hediyenin, zamanın kendisi olduğunu söylediler ve bize içinde zaman olan bir proje yapabilir miyiz diye sordular. Hayır diyemedik. Sonuçta bir MINI Cooper aldılar ve MINI ile Londra’dan Dresden’e seyahat ettiler. Yolda birkaç firmanın atölyesinde durdular, hatta Dessau’ya gittiler. Bu anlamda birlikte vakit geçirmeleri çok değerli bir hediye oldu. Prodüksiyon bütçesiyle arabayı satın aldılar ve Dresden’e saatte 60 km’yle bir seyahat gerçekleştirdiler. MINI’leriyle müzenin güzel bahçesinden içeri girdiklerinde hepimiz oradaydık. Tüm bunların arkasındaki fikir ise, başka bir dünyanın mümkün olduğuydu.

5

148

Fotoğraf: Delfino Sisto Legnani and Marco Cappelletti, courtesy of Atelier Biagetti

Küratörlüğünü yaptığın önceki iki sergin This Is Not a Duet ve No Sex ile farklı bir ilişki formunu tarif ediyor gibisin. İnsan ilişkilerinin günümüzde büründüğü halle ilgili ne hissediyorsun? İlişkiler konusunda kesinlikle iyimserim ve bir şeyleri birlikte yapmayı, paylaşmayı çok seviyorum. Beni etkileyen ve saygı duyduğum insanlarla birlikte çeşitli sergilerin eş küratörlüğünü yaptım. Tulga, müzenin direktörlüğünü üstlendiğinde beni aradı ve sergi yapmamı istedi. Ben de ona benimle birlikte eş-küratör olmasını teklif ettim, çünkü bunu birlikte gerçekleştirmenin anlamı büyüktü. Tek başıma dans etmeye alışkınım ve makale yazarken, sergilerin temalarına karar verirken yaptığım şey bu. Diğer yandan, harika bir grup insanla bir arada ortak bir yolculuğa çıkmak da olağanüstü. Küratör olmanın önemli bir tarafı da bu diye düşünüyorum; başka insanları dinlemek ve söylenenleri kendi hassasiyetimle sentezlemek.

7

Ziyaretçiler olarak, her geçen gün, yeni sergi formları ve beklenmedik sergi mekanları görüyoruz. Senin bu anlamda yeni planların var mı? Friends + Design sergisinde buna benzer bir durum söz konusuydu. Sergi, Elba Nehri üzerinde harika bir parkla çevrelenmiş, 18. yüzyıldan kalma bir şatoda kuruldu. Dolayısıyla romantik bir bağlamı vardı. Bana göre en önemli şey, bir projenin arkasında yatan fikir ve içerik. Paketi de içeriği etkilediği noktada önemli elbette ama iyi bir fikir her yere gidebilir. En optimumu, içerik ve mekanın birbiriyle ilişki içinde olması.

6


Tel Aviv’de Holon Tasarım Müzesi’nde Nendo’nun ilk büyük retrospektif sergisini açtınız. Küratör tarafından bakılınca, sıkıcı olmayan bir retrospektif sergi yaratmanın arkasındaki sır ne? Konu Nendo olunca sıkılmak imkansız, özellikle tasarladığı milyonlarca ürünün tam adını öğrenmeyi başardıktan sonra. Oki Sato tam bir volkan. Tanıma şansına eriştiğim, işine inanılmaz derecede aşık az insandan biri. Bu büyük tutku, ortak noktamız diye düşünüyorum. Keyif ve dayanışma içinde, ışık saçarak güncel tasarım arenasında yürüyor ve bu gerçekten ona özgü bir durum. Spontan yaratıcı sürecin sonunda ortaya bir ürün çıkarmak onun için o kadar kolay ki...

8

Seni en son ne şaşırttı? Tasarım ve tasarımın günlük hayattaki rolü üzerine süregelen uluslararası tartışmalar beni her zaman çok şaşırtıyor. Ama tasarımcı olarak soruyorsan, son zamanlarda Zaven isimli İtalyan bir tasarımcı ikilisi, Erica ve Marco beni şaşırtıyor. Uzun zamandır birlikte çalışıyorlar. İki çocuklarıyla birlikte Venedik’te yaşıyorlar. Yakın gelecekte çok iyi işler yapacaklarını düşünüyorum. Bunlar dışında, beni her gün şaşırtan bir kocam var.

9

Hatırladığın son rüya neydi? Ay’ın yüzeyinde yürüyordum. Bence insanın en değerli rüyaları, gözleri açıkken gördükleri. Peşine düşmek istediklerim bunlar... Yeterince çok çalışırsanız rüya ve gerçek aynı şeye dönüşebilir.

10

Daha önce İstanbul’a geldin ve bu yıl 22 Ekim’de açılacak 3. İstanbul Tasarım Bienali’ni görmek üzere bir kez daha geleceksin. Kent ve yaratıcı potansiyeli ile ilgili ne düşünüyorsun? İstanbul çok özgün bir kent ve ben bu kente aşığım. Doğu ve batı arasındaki ayrıcalıklı birleşmeyi ve insanlarla kültürler arasındaki bu özgün kombinasyonu çok takdir ediyorum. Her şey sembolizm dolu. İstanbul’a dokuz kez geldim ve bu seyahatlerin ilki 18 yaşındaydı. Buranın tek kötü tarafı, eve fazladan birkaç kiloyla dönmek.

11

12

Cümleyi tamamlar mısın; “Bir gün mutlaka...”? Bir köy evine yerleşeceğim.

149


SOME WOMEN OF EXECUTIVE COACHING

BURCU YALMAN

Hazırlayan:

Merve Yeşilçimen Fotoğraflar:

Gökhan Polat

Zihin yönetimi zor bir meslek. Neden bu yola girdin? Koçluk mesleği kişiyi bir bütün olarak ele alır. İyi bir koç kişinin her dört içsel kaynağına da hitap edebilmeli, yani sadece zihin değil kalp-zihin-ruh-beden, her dördünü de konuşturabilmelidir. Genelde de farkındalıklar hayatta daha az kullandığınız kaynaklarınıza ve kaslarınıza odaklandığınızda ortaya çıkar. Bu mesleğe bir zihin yönetimi mesleği olarak bakmak gerçeğin %75’ini kapı dışında bırakmak olur. Koçluk kişinin kendi lideri olabilmesini destekler, ve kendini yöneten, dünyayı yönetir. Ben bu yola çekildim, çağrıldım. Zihnimle verdiğim bir karar değildi. Hikayesi uzundur, ancak zihin-kalpruh-beden dörtlüsünün hep bir ağızdan bağırdığı bir davetti diyebilirim.

1

150

Bireysel koçluk takım koçluğundan daha mı zor? Zorluktan ziyade birbirinden farklı demek daha doğru olur. Bireysel koçlukta kişiyle kurduğunuz güven ve samimiyete dayanan bire bir ilişki onun dünyasının derinliklerine inebilmenizin bileti. O derinliklerde farklı duygular, kalıplar, birikimlerle karşılaşıp, yeri geldiğinde kişiye meydan okurken, yeri geldiğinde onu sarıp sarmalıyorsunuz. Takım koçluğunda ise odak takım üyelerinde değil, üyeler arasındaki ilişkide. Bu ilişkinin daha olumlu ve verimli olması için sistemle çalışıyor, bireyin değil ilişkinin derinine iniyorsunuz. Burada kritik olan takımın enerjisini, dinamiğini iyi anlayıp herkese eşit mesafede dururken takımın, çatışma gibi, en zor anlarında bile, alanı tutabilmek.

2

Takım koçluğunda kişi sayısı konusunda bir limit olması gerekir mi ya da senin böyle bir çalışma prensibin var mı? Tek takım koçu ile maksimum 10 kişilik takımlarla çalışırken, bundan daha fazla katılım olduğunda, ki 18’i geçmemesi daha verimli ve etkili oluyor, iki takım koçu çalışıyoruz. Sayı kaç olursa olsun o takımın liderinin de takım koçluğu sürecine eklenmesi olmazsa olmazımız. Tabii iki koç çalıştığımız için biz de bir takım oluyoruz. Sürecin başında ve sırasında takım koçluğunda uyguladığımız bazı araç ve metotları kendimize de uygulayarak verimli ve olumlu bir ilişki ortamını inşa ediyoruz.

3


SOME WOMEN OF EXECUTIVE COACHING

GÜLRUH TURHAN

Koçluk yapacağın kişiler için bir yaş sınırlaman var mı, bir ilkokul öğrencisi de danışanın olabilir mi? Belirgin bir yaş sınırı koymuyorum, ama yetişkinlerle çalışmayı tercih ediyorum. Öğrencilerle çalışan meslektaşlarımız da var tabii ama bu konuda pedagojik formasyon sahibi olmak önemli. Yaşından bağımsız olarak tüm gençlerin, hayatı sorgularken duyulmaya ve anlaşıldığını hissetmeye ihtiyacı var.

3

Hayatında sana koçluk yapan biri var mı? Uzun yıllardır yurtdışında profesyonel koçluk yapmakta olan bir arkadaşımın benimle ve diğer insanlarla ilişkilerindeki duruşu ve karşısındakini dinleme şekli, koçluk konusunda merakımı artırıp bana ilham vermişti. Yaşayan örnek olarak bana mentorluk yapan kendisi oldu. Koçluk eğitimi almaya başladığım andan itibaren de bir koçla çalışmaya başladım. Hala, ihtiyacım olduğunda, ‘sounding board’ olarak destek aldığım bir koçum var.

1

Uzun yıllar bankacılık ve lojistik sektörlerinde çalıştıktan sonra seni koçluk konusunda motive eden ne oldu? Bana daha önce, ne istediğim, ne hissettiğim ve benim için neyin önemli olduğu pek sorulmamıştı. Eğitim ve iş hayatımda hep hedefleri tutturduğum ve çözüm yarattığım için başarılı olarak görülmüştüm. Ama içimde süregelen bir ‘tam olamama’ hissi vardı. Koçluk sayesinde beynimin yanı sıra kalbimin sesine de kulak verebilmeyi öğrendim. Kendi içimde yaşadığım dönüşüm ve insan potansiyeline olan inancım, beni insanların hayatına dokunarak, bilinçli seçimler yapmalarına destek olma tutkusuyla, profesyonel koç olma konusunda motive etti.

2

Kendinle en son ne zaman gurur duydun? Mart ayında, INSEAD Üniversitesi’nde öğrenci olarak amfiye oturduğum an, çünkü güçlü bir akademik kurumda master yapmak hayalimdi. Yaşadıkça öğrenmeye devam etme niyetindeyim.

4

151


SOME WOMEN OF EXECUTIVE COACHING

DUYGU ALPTEKİN GÜRSU

Zihin tuzakları nasıl aşılır? Zihin yargı oluşturmak ve kurgu yapmak içindir, tanım koymayı, etiketlemeyi ve hikayelendirmeyi sever. Yani yaşamı deneyimlemenin sadece bir boyutudur. Dolayısıyla, her sorunun cevabını zihin ile vermek mümkün değildir. Gerek iç diyalogları yönetmek, gerek olumlu zeka, gerek zihin tuzakları anlayışı egzersizleri bizi engelleyen iç sesimizi, bir nevi konfor alanımızın sesini kısmamıza yardımcı olur. Zihni sakinleştirebilmek, diğer boyutlarımızda yaşamak, bedensel, duygusal, ruhsal farkındalık ve deneyimler, bizim tek alana odaklanmamızı engeller. Bu yüzden, yoga, meditasyon, doğa ile baş başa olmak, günce tutmak farklı alanlarda okumak, sanatla yakın temas, şükretmek, sevdiğimiz ve tüm odağımızı verebildiğimiz hobilerimiz zihni yavaşlatıp berraklaştırmak adına harika birer araç.

1

152

Koçluk eğitiminin yanı sıra Gestalt Terapisi eğitimi de aldın. Çalıştığın kişilere uyguladığın metotlara bunun nasıl bir etkisi oldu? Gestalt Terapisi Neuro-Linguistic Programming-NLP ile beraber günümüz koçluk anlayışının temellerini oluşturan önemli bir yaklaşım. Hümanizm, Varoluşçu Felsefe, Psikanaliz, Emprovizasyon, Kuantum gibi birçok akımı ve alanı kapsayan bu yaklaşım, hedeflere ulaşmayı engelleyen köklü inançların değiştirilebilmesi adına, koçluk çalışmalarımda ciddi bir yol açıyor. Aldığım eğitimin, uygulamalarıma kesinlikle etkisi oldu ve onların derinleşmesine ciddi bir katkıda bulundu.

3

En son ne zaman etkili bir konuşma yaptın? Şubat ayında 5. Dünya Koçluk Kongresi’nde Dünya Liderlik Koçluğu Ödülü’nü aldığım gün, iş yerlerinin insanileştirilmesi üzerine bir konuşma yaptım. Aralarında New York Times Best Seller olmuş Dr. Cherie CarterScott, kitapları Harvard Business School’da okutulan Bjorn Martinoff ve Marshall Goldsmith Paydaş Merkezli Koçluk Programı Asya-Pasifik lideri olan Will Linssen’ın da bulunduğu bu kongrede görüşlerimi kitaplaştırmak konusunda ciddi bir geribildirim aldım, koçluk kariyerim boyunca aldığım en güzel geribildirimlerdendi.

2


SOME WOMEN OF EXECUTIVE COACHING

SERRA TİTİZ

Tüm bu üretimin ve içerik yönetiminin arkasında kaç kişilik bir ekip var? Gelecek Daha Net ekibi dört kişiden oluşuyor, ancak tabii ki 1200’den fazla gönüllümüz pek çok çalışmaya destek veriyorlar. Şirketlerle meslek videoları çekiyoruz, işbirliği yaptığımız kurumların videolarını da ayrıca paylaşıyoruz. 400’e yakın videomuz var. 7500 genç sisteme üye, mentorluk görüşmeleri yapıyorlar, online eğitimler alıyorlar, webinarlara katılıyorlar, mesleki yönlendirme anketine katılıyorlar, videolar izliyorlar, blog yazılarını okuyorlar. Bunların yanı sıra, yıl boyunca yürüttüğümüz eğitimler, kamplar, lise ve üniversite buluşmaları var. Ayrıca, gençlerin istihdam edilebilirliklerini artırmaya yönelik şirketlerle yeni projeler üzerinde çalışıyoruz.

2

Gelecek Daha Net adında bir gençlik platformu kurdun. Bu hayal, nasıl ve ne şekilde ortaya çıktı? Eylül 2007’de, sürdürülebilir kalkınma ve sosyal inovasyon alanında çalışan ve bir sosyal girişim olan Mikado Sürdürülebilir Kalkınma Danışmanlığı şirketini kurdum. Sonra, aynı zamanlarda fikir aşamasında olan Gelecek Daha Net Gençlik Platformu bir projeye dönüştü ve Mikado bünyesinde hayata geçti. Bu proje, zamanla bir sosyal girişim halini aldı ve Mayıs 2015’te de kurduğumuz dernek bünyesinde hayatına devam ediyor.

1

Peki, senin mentorun kim? Bir mentorum yok ama esin kaynağım ve arada fikrine danıştığım kişiler genelde diğer sosyal girişimci arkadaşlarım oluyor.

3

Yakın gelecek planlarında seni neler bekliyor? Hem Mikado hem de GDN’de yürüttüğümüz çalışmalara devam etmek, derinleşmek ve işlerime uluslararası boyut kazandırmayı hedefliyorum.

4

153


SOME WOMEN OF EXECUTIVE COACHING

DEMET UYAR

Koçluğa başlamadan önce kariyerinle ilgili gel-gitler yaşadın mı? X jenerasyonundan gelen biri olmama rağmen Y jenerasyonunun bazı özelliklerini taşıyorum, bunlardan birisi de çok sık iş değiştirmek. Başlarda senede bir iş değiştirirken, sonraki yıllarda bu süreyi iki yıla çıkarttığımda kendimle gurur duymaya başladım. Sadece firma ve sektör değil departman olarak da satış, finans, marka yönetimi gibi farklı alanları deneyimledim. Aslında bilmeden kendimi danışman olmaya hazırlamışım. Yaşadığım farklı tecrübeler sayesinde şimdi hizmet verdiğim kurumların sorunlarını çok hızlı kavrayabiliyorum. Kişiliğime çok uyan eğitimcilik ve koçluğu da sadece mesleğim değil hobim olarak görüyorum. İnsanın hobisinden para kazanması müthiş bir mutluluk.

2

Değiştirmek istediğin bir özelliğin var mı? Zaman yönetimi konusunda pek iyi sayılmam. Zaten bu konuda eğitim almak isteyenler olduğunda, bu eğitimi vermeyi doğru bulmuyorum çünkü iyi bir rol model olamam. Navitas’taki ekibimizde bu konuda yetkin kişiler bu eğitimi veriyorlar. Ama zaman yönetimindeki zayıflığımı kabullenmiş durumdayım. Hatta son ana bıraktığım bazı işlerde zaman baskısının yarattığı adrenalinle gayet iyi iş çıkarttığımı söyleyebilirim. Az uykuya dayanıklı olduğum için pek de bir sıkıntı yaşamıyorum doğrusu.

1

154

Türkiye’nin ilk koçluk programı olan Gelişimsel Keşif Koçluğu fikrini geliştirdin. Bu program neler vadediyor? 1996’dan beri kişisel gelişim alanında çok yoğun eğitimler aldım ve hepsinin en pratik ve güçlü kısımlarını tek modelde birleştirmek istedim. Zengin araçları içeren, özgün ve bütünsel bir model olan Gelişimsel Keşif Koçluğu, ICF (International Coach Federation) tarafından onaylanan, Türkiye’nin ilk koçluk modeli. Altyapısında birçok yaklaşım var: Liderlik Modelleri, Pozitif Psikoloji, Öğrenen Organizasyonlar & Sistem Düşüncesi, Takım ve İlişki Koçluğu, NLP (Neuro-Linguistic Programming), Co-Active Koçluk, Adler Yaklaşımı, Duygusal ve Sosyal Zeka, Değişim Teorileri... Bu sayede benim gibi beş farklı koçluk okuluna gitmeye gerek kalmadan tek eğitimle hepsine gitmiş gibi olabilirsiniz.

3


* Rating sıralaması Tripadvisor.com sitesinde, müşteri yorumları tarafından belirlenmiştir.

*İstanbul'un neden en yüksek rating'li oteli olduğumuzu bilmek istemez misiniz? www.waltonhotels.com


Kadir Has Üniversitesi Radyo, TV ve Sinema Bölüm Başkanı Doç. Dr. Melis Behlil’in Hollywood’un küreselleşmesini incelediği bir tez projesi olarak başladığı çalışması, geçtiğimiz aylarda Hollywood Is Everywhere ismiyle kitaplaştı. Kendisiyle, bu alandaki nadir çalışmalardan biri olan ve Amsterdam Üniversitesi Yayınları tarafından basılan kitabını konuştuk.

Röportaj:

Murat Emir Eren Fotoğraf:

Gökhan Polat

156

MELİS BEHLİL


Hollywood’un küreselleşmesi üzerine bir çalışma yapmaya nasıl karar verdiniz? Tez çalışmam sırasında Amerikan Sineması dahilindeki, yurtsever değerleri savunan milliyetçi filmlerin neredeyse hepsinin aslen Amerikalı olmayan yönetmenler tarafından yapıldığını fark ettim. Bu bana çok ilginç geldi. Bu yönetmenlerin neden bu filmleri yaptığına kafa yormaya başladım. Kimdi bu insanlar? Hollywood’da Amerikan filmi yapan yabancılar nasıl çalışıyordu? Bu sorulara cevaplar aradım ve bir tez çalışmasına başladım. İlk işim, Hollywood’da çalışan yabancı yönetmenleri içeren bir liste yapmak oldu. Bütün film listelerinden, internet datalarından faydalanarak tek tek bu yönetmenlerin isimlerini döktüm.

1

Ortaya ilginizi çeken bir tablo çıkmış olsa gerek. Elde ettiğim verilere baktığımda 70’li yıllara kadar ciddi bir yabancı yönetmen varlığının olmadığını, bilhassa 70’lerin ortalarından itibaren bir patlama yaşandığını gördüm. Bu aynı zamanda “Gişe Canavarı Filmler Dönemi” olarak adlandırılan bir dönemin de başlangıcına işaret ediyor.

2

Bu canavarı yönetmenler mi yoksa yapımcılar mı besliyor? ABD’ye transfer olan yönetmenlerin patlama yaptığı dönemle, Hollywood’un küresel çapta gişe canavarı filmler yaptığı dönem birbirine paralel ilerliyor. 60’lardan itibaren büyük şirketler, büyük fonlar, Hollywood stüdyolarını satın almaya başlıyor. MGM, 21st Century Fox, Columbia gibi stüdyolar artık çok uluslu holdinglerin bir parçası pozisyonunda. Haliyle bu stüdyolar daha küresel çalışmaya başlıyor. Böylece hem filmleri yapanlar, hem bu filmleri finanse edenler, hem de izleyenler küresel bir kimliğe bürünüyor.

3

Farklı ülkelerden gelen yönetmenler bu düzenden haberdar bir şekilde mi yola çıkıyorlar yoksa Amerikan rüyasına mı kapılıyorlar? 20’li yıllarda, ortada savaş yokken, Hollywood stüdyolarının “av gezileri” düzenlediği, yönetmenlerin ve yeteneklerin avlandığı biliniyor. F.W. Murnau gibi yönetmenler bu şekilde Hollywood’a getiriliyor. Oradaki acıklı durumsa şu: Yaratıcı ve yenilikçi diye transfer edilen yönetmenlerin yaratıcılıkları engelleniyor. Onlara yine Hollywood normlarında filmler yaptırılıyor. O yönetmenler de hemen ülkelerine geri dönüyorlar. İkinci Dünya Savaşı nedeniyle ABD’ye gidenlerse, geriye dönmek gibi bir şansları kalmadığı için orada kalıyorlar. 60’lar ve 70’lere kadar bu göç hali duraksıyor. Ama 60’larda küresel finansman Hollywood’a girince, göç durumu yeniden başlıyor. Bu kez politik ve ekonomik bir zorunluluk da yok üstelik. Ben kitabımda o dönemi inceliyorum.

4

Peki yönetmenler nasıl yöntemler izlemişler? Ülkesinde Hollywoodvari filmler yapan yönetmenler, benzeri filmleri Hollywood’da da yapabileceklerinin sinyallerini veriyorlar. Diğer yöntemlerse, ülkesinde çektiği ve çok ses getiren bir filmi, Hollywood’da yeniden çekmek, kendisinden önce oraya göç etmiş bir yönetmenin filmini yeniden çekmek, yahut bir ‘franchise’ seri dahilinde çalışmak. Örneğin Bond serisi ya da Harry Potter, Superman serileri gibi. Bu filmlerin çoğunda Amerikalı yönetmenleri göremezsiniz. Bond serisinin tamamında Amerikalı tek bir yönetmen yoktur.

5

Bu yönetmenlerin gişe canavarı filmler gibi bir lakabı var mı? Stüdyolar çok uluslu şirketlerin parçası haline geldiğine göre, bu stüdyoların filmlerini yapan ve Amerikan vatandaşı olmayan yönetmenler de aslında çok uluslu şirketlerin çalışanları konumundalar. Bu durumla ilgili yazılan sosyoloji tezlerinde, bu kişilerden “ulusaşırı kapitalist yaratıcı sınıf ” olarak bahsediliyor.

6

‘Her yer Hollywood’ ismi de bu noktada yerini buluyor, o halde. Öyle. Ulusal sinema anlayışını ülkende nasıl filmler yapıldığı kadar nasıl filmlerin tüketildiği de belirliyor. Haliyle Hollywoodvari filmler yapan bir yönetmensen, ülkenden kalkıp ABD’de film yapmaya gittiğinde aslen bir yere göçmüş olmuyorsun. Eve dönmüş oluyorsun. Hatta artık fiziken göçmene bile gerek yok. İngiltere’de, Kanada’da, Avustralya’da, Fas’ta inşa edilen stüdyolarda çekilen Hollywood filmleri var. Bu filmlerde, evini ve yurdunu terk etmeden de Hollywood’a çalışabiliyorsun. Britanya topraklarındaki film üretiminin yüzde 85’i Hollywood’dan gelen parayla yapılıyor.

7

Bunca yabancı kaynağı kullanmasına rağmen Hollywood neden hep yeniden çevrimlere ve belli tür filmlere saplanıp kalıyor? Bunlar çok pahalı filmler, yüksek yatırımlar. Yapımcılar denenmemiş bir şeye bulaşmaya gerek görmüyorlar. 20 yıl önce ne popülerdi diye bakıyorlar. Yeni jenerasyon o oyuncuyu tanımaz ve hikayeyi de bilmez diyorlar, ‘şu oyuncu bu ara popüler, o oynasın, şu yönetmen iyi, o da çeksin’ diyorlar. En iyi kaynağı en güvenli biçimde kullanmak istiyorlar.

8

157


René Redzepi, Massimo Bottura, Dominique Crenn, Mehmet Gürs... Küresel ve ulusal arenada şefler yıldızlaştıkça, şeflik kariyeri de tüm zorlayıcı koşullarına rağmen çekicilik kazanıyor. Birkaç sene öncesine kadar usta-çırak ilişkisine dayanan ve alaylılık esasının öne çıktığı bu kariyerde hızla ilerlemek için eğitim artık kaçınılmaz görünüyor. Gastronomi ve mutfak sanatları üzerine eğitim veren kurumlar da geleneksel olarak yetenek ve tecrübeye dayanan mutfak kariyerine donanımlı adaylar yetiştirmeyi amaçlıyorlar. Bu noktada aklımıza takılanları ve mutfağa adım atmak isteyen bir adayın önündeki opsiyonları İstanbul’un önde gelen kurumlarına soruyoruz.

YENİ NESİL MUTFAK

158

Hazırlayan:

Arzu Sak

Fotoğraflar:

Volkan Aydın


MUTFAK SANATLARI AKADEMİSİ Mutfakta yetenek doğuştan mı gelir? Doğal yetenek denen bir şey tabii ki var; ama herhangi bir konuda yeteneğe sahip olmak yetmiyor. Önemli olan onunla ne yaptığın, nasıl geliştirdiğin, sana, hayatına nasıl hizmet ettiği ve o yetenekle nasıl bir değer yaratabildiğin... Profesyonel mutfakta da çoğu zaman ‘doğuştan el becerisi var’ deniliyor. Elbette var da, asıl soru şu olmalı: ‘Sen bu yetenek ile ne yapacaksın?’

1

Mesleki eğitimler lisans eğitimine alternatif midir? Özellikle belli mesleklerde eğitim sisteminin sektörün hızına ve güncel ihtiyaca ayak uydurabilmesi gerekiyor. ‘Her gün mutfakta olacağım’ diyen bir adayın dört yıl harcayacak vakti ve parası olmayabilir. Bu yüzden alternatif bir eğitim sistemi gerekli. MSA’da iddia ettiğimiz ve uyguladığımız mesleki eğitim sistemi bu ihtiyaca karşılık veriyor. Sektörle iç içe, pratik ağırlıklı, hızlı, güncel bilgilerle her dönem geliştirilen, stajın da zorunlu olduğu ve adayın bir yıllık eğitim sonunda direkt işe başlayabildiği bir sistemden bahsediyoruz.

2

Staj bu eğitimde neden zorunlu? Staj, gerçek mutfağı ve hayatı bire bir tecrübe etme, öğrendiklerini en yoğun ortamda pratik etme, kendini ne derece ortaya koyabildiğini anlama, takım çalışması, iletişim ve başka sayısız konuda gerçek alan tecrübesi sağlıyor. Tam da bu yüzden süresi, içeriği ve lokasyonu doğru tasarlanmalı. MSA öğrencileri de neredeyse okuldaki eğitim dönemi kadar staj yapıyorlar.

3

Sitare Baras, Mutfak Sanatları Akademisi Genel Müdürü ve Mehmet Aksel, Mutfak Sanatları Akademisi Kurucusu

MSA’dan çıkan her mezun şef mi olmak ister? Öğrenciler, doğal olarak, okulun ilk günü bu hedefle geliyorlar; nitekim MSA’nın da temel eğitim başlığı bu. Fakat mezunlarımız sektörde gıda perakendeciliği tarafında, ürün yönetimi ve pazarlaması konularında da fark yaratıyorlar. Öte yandan yemeiçme sektöründe müthiş bir içerik prodüksiyonu ihtiyacı oluştu. Dijital mecralar, TV ve gastronomi yayınları artık yemek stilistleri, editörleri, tasarımcıları ve fotoğrafçıları arıyor. Ya da çok iyi restoran yöneticileri yetişiyor. Bu saydıklarımızın hepsinde ciddi fırsatlar ve talep var.

4

Türkiye’de gastronomi ve mutfak eğitimi önümüzdeki beş yılda nasıl şekillenecek? İki önemli değişim öngörüyoruz: Birincisi, üniversite sürecine alternatif olacak, MSA gibi hızlı ama çok nitelikli eğitim veren mesleki eğitim kurumları ortaya çıkacak. Artık bu ‘üniversite mezunu olsun da ne olursa olsun’ saplantısından kurtulmalıyız. İkinci değişim yiyecek ve içecek eğitimindeki branşlaşmada olacak. Sadece mutfak sanatlarının değil, yemek bilgisinin beslenme, sağlık gibi branşlara da hizmet ettiği uzmanlık kolları gelişecek.

5

159


YEDİTEPE ÜNİVERSİTESİ

Türk mutfağı dünya mutfağından bağımsız öğretilebilir mi? Bizim bölümümüzde hayır; sonuçta amacımız uluslararası platformda rekabet edebilecek şefler yetiştirmek. Öğrencilerimize Türk mutfak kültürü ile birlikte dünya mutfak kültürünü öğretiyoruz. Nitekim mutfak tekniklerinin temeli Fransa’ya dayanıyor. Bir yandan da her mutfağın malzemeleri nereden geliyor, nasıl üretiliyor, nasıl ve neden kullanılıyor, malzemeler arasındaki reaksiyon nasıl oluyor, o ürün ve mutfakları Türk mutfağına ve Türk kültürüne sunmak için nasıl geliştirmek lazım, tüm bunları öğretiyoruz.

3

Doç. Dr. Sibel Özilgen, Yeditepe Üniversitesi Gastronomi ve Mutfak Sanatları Bölüm Başkanı

Türk mutfağını geliştirmek konusunda nasıl adımlar atıyorsunuz? 2015 yılında, kültürel otorite olarak gördüğümüz UNESCO/UNITWIN Yemek Kültürü Mirasının Korunması ve Tanıtılması Kürsüsü’yle bir anlaşma imzaladık. Bu anlaşma çerçevesinde Türkiye’de halihazırda çalışmalar yürütüyoruz. İçerisinde bulunduğumuz bir başka kürsü de Yemek, Kültür ve İnovasyon. Tarhanayı çölyak hastaları için modifiye edip patentledikten sonra bu kürsüye de kabul aldık. Anlaşmalarımız çerçevesinde Türkiye’nin dört bir yanında tanınmayan veya tanıyıp da kaybettiğimiz yemeklerimizi, tekniklerimizi, hikaye ve ritüellerimizi araştırıyor ve kayıt altına alıyoruz.

2

Gastronomi ve mutfak sanatları konularında Türkiye’de lisans eğitimi veren ilk bölümsünüz. 2003 yılında ilk biz kurulduk. Kuruluşumuzun temel nedeni de Türk mutfak kültürünün koruma ve kayıt altına alınması, bir sonraki nesillere aktarılması ve uluslararası tanınırlığının sağlanmasıydı. Ders programımızı da dört ayak, yani kültür, işletme, pratik ve inovasyon üzerine kurduk.

1

160

Mezun olduktan sonra öğrencilerinize destek oluyor musunuz? Eğitimimiz boyunca iki tane zorunlu stajımız var. Her iki senede bir 60 iş günü stajı zorunlu kılıyoruz ve öğrencilerimize stajını ‘önce kendin bul’ diyoruz. Çünkü iş hayatı böyle... Mezuniyetlerinden sonra ise öğrencilerimizin her zaman arkasındayız, ama ‘sen bana gel, ben sana işini garanti ediyorum,’ gibi bir vaadimiz asla olmuyor.

4


LE CORDON BLEU

Le Cordon Bleu İstanbul’un Özyeğin Üniversitesi bünyesinde yer alması bir avantaj mıdır? Mutfak sanatları eğitimi büyük bir altyapı ve güçlü bir akademik kadro gerektirir. Bu yapının üniversite çatısı altında olması, iyi eğitimin sürekliliğinin garantisi. Zaten Le Cordon Bleu bu yatırımı ve garantiyi sağlayacak bir partner aradığı için Türkiye’ye uzun süre girmedi. Tabii hepimizin önceliği yetkin mezun vermek. Üniversitenin sağladığı çeşitli burs imkanları da bu uluslararası eğitimi daha ulaşılır hale getiriyor.

1

Mesleki eğitimle lisans eğitimi arasında nerede duruyorsunuz? Özyeğin Üniversitesi dört yıllık Gastronomi ve Mutfak Sanatları lisans eğitiminde de, genel katılıma açık üç ila 18 ay arasında değişen modüler yapıdaki Mutfak ve Pastacılık sertifika eğitimlerde de, uluslararası Le Cordon Bleu müfredatını takip ediyoruz. Sertifika programı teknik bilgilere ağırlık verirken, dört yıllık eğitimde teknik bilginin yanı sıra beslenme, işletme, muhasebe, finans, hukuk gibi farklı dersler de yer alıyor.

2

Defne Tüysüzoğlu, Le Cordon Bleu İstanbul Direktörü

Staj konusunda sektörden ne bekliyorsunuz? Staj çok önemli; fakat sektörün de staja daha özenli yaklaşması gerekiyor. Stajyerler bedava işgücü yerine, belli bir program çerçevesinde rotasyon imkanı sağlayarak eğitimde olan birer şef adayı olarak görülmeli. Mezunumuza, Le Cordon Bleu sertifikasını alsa bile ilk etapta mutfak komisi olarak işe başlayacağını söylüyoruz. Nitekim stajda da öğrencimizin temizlik, temel hazırlık görevlerini yapıyor olmasına hiç itirazım yok; ama stajyer de olsa kişiye bir hedef verilmeli ve gelişimi takip edilmeli diyoruz.

4

Mutfak eğitiminde inovasyondan nasıl bahsedebiliriz? Gastronomi dünyasında yeni ve yeniden kavramları çok tartışılır oldu. Fakat yeni diye baktığımız birçok akım aslında eski uygulamaların yorumlanması şeklinde karşımıza çıkıyor. Biz geleneksel teknikleri çok önemsiyoruz. Önce uluslararası mutfak tekniklerinin sağlam oturmasını sağlıyor, sonrasında ise öğrencilerimizin bu teknikleri kullanarak yaratıcı ve yeni reçeteler oluşturmalarını bekliyoruz. Bu çerçevede de sous-vide, kitchen-aid, paco-jet, thermomix gibi ekipmanları kullanıyorlar. Ama gerektiğinde kremayı kol gücüyle çırpmayı da biliyorlar.

3

161


BİLGİ ÜNİVERSİTESİ Bir kokteyli en havalı gösteren bardak/kadeh formu hangisi? Sİ: Benim favori bardağım kesinlikle ‘tumbler’. Oval ve kristal bardaklar, bence ele çok yakışıyorlar. İnsanları zorlama kibarlık ve abartı cengaverlik arasında çok güzel bir dengede tutuyor, aynı zamanda da hareketlerinizi kısıtlamıyorlar. Anlattıklarımın tam tersi olmasına rağmen ‘coupe’ kadehlere de hastayım.

3

Gastronomi eğitimine ilginin artışını neye bağlıyorsunuz? Yemek öyle enteresan bir konu ki; hepimizin hayatının bir parçası... Geleneklere ve ritüellerimize bakıldığında, tüm önemli olaylarda hep o ana mahsus yiyecek ve içecekler olduğunu görüyoruz. Yemekler hikaye anlatır, bu yüzden birçoğumuzun ilgisini çekiyor. Bir de bunların üstüne bu alanda eğitim yapanların iş imkanlarının çok ve çeşitli olması eğitime olan ilginin çoğalmasını sağlıyor.

1

Bir şefin başarılı olmak için hangi donelere sahip olması gerekiyor? Bir şef artık sadece el becerisi ile öne çıkamaz. İşlediği ürünlerle ilgili ekolojik, coğrafi, kültürel, kimyasal ve tarihsel donanıma sahip olması gerekiyor. Araştırma yapmadan, başka kültürleri anlamadan da yaratıcı olmak zor. Bu sadece ana lisanınız ile yapacağınız bir şey de değil. Bunların yanı sıra insan psikolojisini, sosyal yapısını anlamak ve iş idaresi, insan kaynakları ve sürdürebilirlik, çevreye saygı, finans ve maliyet konularını bilmek ve hazmetmek de önemli.

2

162

Yrd. Doç. Dr. Dilistan Shipman, İstanbul Bilgi Üniversitesi Gastronomi ve Mutfak Sanatları Bölüm Başkanı

Her gastronomi mezunu şef mi olmak ister? Biz öğrencilerimizi birinci yılın sonunda yetenek ve isteklerine göre yönlendiriyoruz. Araştırma ve liderlik becerisi olanları akademisyenlik yönünde, pazarlama, sunum ve tabak düzenleme yeteneği olanları bu alanlara, tutku ile yemek pişirenleri şefliğe yönlendirebiliyoruz. Öğrencilerin dilerlerse ürün geliştirme, yiyecek firmalarında pazarlama, iş yönetimi gibi alanlarda da çalışmaları mümkün.

3

Eğitimde teoriyle pratik arasında nasıl bir denge kuruyorsunuz? Teoriyle pratik iç içe olmalı. Anadolu Medeniyetleri ve Yemek dersi teorik olarak verildikten sonra Türk Yöre Mutfağı, Yiyecek Tarihi’nden sonra Dünya Mutfakları dersi veriyoruz. Bir ürünün tarihi ve coğrafi özelliklerini anlayan öğrencilerin mutfak uygulaması da daha başarılı oluyor.

4


OKAN ÜNİVERSİTESİ Öğrencilerinizi nasıl tarif edersiniz? Her şeyden önce kendi mutfak kültürünü bilen, milli yemek kültürünün bilincinde olan ve mesleki anlamda kendini geliştirirken entelektüel birikimi de artmış, hem kendine, hem de topluma faydalı olabilecek öğrenciler yetiştiriyoruz.

1

2

Gastronomi ve Mutfak Sanatları branşları birbirlerinden ne şekilde

ayrışırlar? Gastronomiyi sadece sanat olarak saymak çok yanlış, çünkü aslında çok interdisipliner bir branştır. Gastronominin altında mutfak sanatlarının yanı sıra gıdanın matematiği de, bilimi de, ve sosyal bilim olarak adlandırabileceğimiz bileşenleri de var. Eğitimli bir şef adayı sektördeki yarışta nasıl öne geçebilir? Her şey sadece eğitimle olmuyor. Öğrenci, hocalarından iyi öğrenecek; ama pratiğini de çok iyi yapacak. Bu çok meşakkatli bir meslek; ayakta durmayı sevmeyen, ağır işlere gelemeyen bir adayın başarılı olabileceğine inanmıyorum. Fakat üniversiteyi bitirmek yetmez, istek ve kendine inancının da olması gerekiyor.

Yrd. Doç. Dr. İlkay Gök, Okan Üniversitesi Gastronomi Bölüm Başkanı

3

Tarım, üretim ve tarım politikaları, gastronomi eğitiminin içerisinde ne kadar yer buluyorlar? Biz topraktan çatala gastronomiye dair tüm ana konuları işlemeye özen gösteriyoruz. Öğrencilerimiz botanik dersi görüyor, gıda üreticileriyle tanışıyorlar fakat güncel tarım politikalarından ziyade daha çok ne, nerede, nasıl üretiliyor, bu süreçleri daha detaylı görüyorlar.

4

Gastronomi eğitimi önümüzdeki dönemde hangi konuya öncelik vermeli? Gıda sektörünün bilinçli tüketiciler kadar bilinçli üreticilere de ihtiyacı var. Kapitalist düzen içerisinde de olsa üretimlerin sadece kar amacı gütmeden dünyaya, çevreye ve insana minimum zarar verecek şekilde kurgulanması gerekiyor. Gastronomi öğrencilerinin de gelişen gıda teknolojilerinin farkında olup gıdanın üretim ve tüketim süreçleriyle de yakından ilgilenmeleri gerekiyor.

5

163


Erika Zorzi ve Matteo Sangalli, işlevin tasarımla kıyaslandığı o uzun cümleye bir virgül koyuyorlar ve fonksiyonelliğe burun kıvırıyorlar. Ajansları Mathery Studio çatısı altındaki projeleri Together, fotoğraflanmaktan başka bir amaç gütmeyen bir koleksiyon. Zaman zaman giyilebilir olmaktan uzaklaşan tasarımlara el sallayan ve iddiayı görüp artıran ikilinin imkansızı tasarlama süreçlerini anlamak için sormaya başladık.

Röportaj:

Aslin Kumdagezer Fotoğraflar:

Mattia Guolo

164

MATHERY STUDIO


Together koleksiyonu, adı itibarıyla iş ortağı, partner ya da sevgili olarak birlikteliğin fonksiyonu üzerine düşündürüyor. Tabii bu durumda koleksiyonun işlevsizliği de manidar. Birliktelik fonksiyonel bir kavram değil mi? Kendi özelimizde konuşacak olursak, bizim birlikteliğimiz yaptığımız iş çerçevesinde oldukça fonksiyonel ve denge üzerine kurulu. Birbirimizi telafi etmek, gizli yeteneklerimizi ortaya çıkarmak ve karşındakine güvenmekten geçen bir ilişkimiz var.

1

Ne kadardır berabersiniz? Altı yıldır. Hem sevgili hem de iş ortağıyız. Kulağa kolay gelmiyor, değil de zaten ama biz kendimizi şanslı sayıyoruz.

2

Bu dinamiğin belli bir işleyişi olsa gerek. İkimiz de başka stüdyolarda çalışmayı denemedik. Ne öğrendiysek Mathery çatısı altında öğrendik, bir şeylere beraber kafa yorduk ve yanlışlarımızı da kendi adımıza yaptık. Kelimenin tam anlamıyla işbölümünden bahsedecek olursam, ben sanat yönetmenliği, styling ve set tasarımıyla daha çok ilgiliyim, Matteo ise her işin pratik yönüyle ilgileniyor, prodüksiyon ve fotoğraf onun işi.

One Shoes M&W, Charles Philip, Shanghai

Bu arada Mathery ne demek? İlk soruna göndermede bulunan bir isim aslında. Matteo’nun ilk 3 harfi ve Erika’nın kısaltması; Matt+h+Ery.

5

3

Together Dadaist bir manifestoyu andırıyor. Biraz öyle. Gördüğünüz her editoryal çekimde ürünler, tasarımlar mükemmel görünüyorlar. Giymek için değil de sadece fotoğraflanmak için tasarlanmışlar hissiyatı uyandırıyor. Bu fikirden yola çıkarak, biz de sadece fotoğraflanmak için var olan ürünler tasarlamaya başladık. Skeçlerimizi sevdiğimiz, sürekli alışveriş yaptığımız markalara gönderdik et voila.

6

Peki beraber stüdyo açma cesaretini nasıl gösterdiniz? 2010 yılının yazında okul dışında bir proje üzerinde çalışma kararı aldık ve 01mathery adında bir Tumblr hesabı açtık. Her gün bir obje tasarlayıp fotoğrafını paylaşıyorduk. Proje 100 gün sürdü ve projenin sonuna doğru günde 6.000 kişi bloga bakıyordu. Biz de geçerli bir nedenimiz olduğu kanısına vardık.

4

165


Markaları bu işlevsiz işbirliğine nasıl ikna ettiniz? Etmedik. Skeçlerimizi yolladığımız markların hepsi bizim gibi genç ve oldukça kreatiflerdi. Projeyi anlatır anlatmaz, eğlenceli bir yan iş olarak benimseyip evet dediler.

8

O halde, sonrasında markalar tasarım sürecine ne kadar dahil oldular? Together’ın bizim olduğu kadar onların da işi olmasını istedik o yüzden herkesi materyal ve tasarıma müdahale konusunda oldukça serbest bıraktık. Ve her tasarımı beraber çalıştığımız marka ile masa başına oturarak birebir bitirdik.

9

Connected Gloves, Degen, NYC

Etrafımızdaki her şey bizi işlevsel olmaya zorluyor; tasarımlar, ilişkilerimiz, kıyafetlerimiz hep işlevsellik üzerine kurulu. Together bu anlamda gerçekliğimize de bir başkaldırı gibi. Bu aslında nereden baktığınıza bağlı. Kullanıcı tarafından bakarsanız tasarımlar işlevsiz. Ama bizim için işlevini 100% yerine getiriyor. Zira amaç göze çarpan, sanat, moda ve fonksiyonellik arasında flu bir çizgi çizen bir algı yaratmaktı. Birçok marka zaman zaman prestij ve etkilemek adına giyilemez tasarımlar yapıyor. Biz bu durumu bir adım ileriye taşıdık ve giyilmesi imkansız tasarımlar yarattık fakat yine de ilk bakışta akıllarda “Bunu nasıl giyinebilirim?” sorusunu da yarattık.

7

166

Loop Denim Pants, 69, Los Angeles

Together devam eden bir koleksiyon halini alabilir mi? Açıkçası projeye başlarken böyle bir amacımız yoktu. Ama sonuçlarını gördükten sonra fikrimiz değişmedi dersem yalan olur. Özellikle ayakkabıların, sandalet, bot ve sneaker versiyonlarını düşündükçe heyecanım artıyor. Yeni işbirlikçi adaylarımıza açık çağrı.

10

Bu proje, müşteri profilinizi değiştirecek mi? Her yeni proje aslında yeni müşterilere açılan bir kapı. Ama biz senede en az müşteri odaklı olmayan iki proje gerçekleştirip vizyonumuzu tam anlamıyla paylaşmaya çalışıyoruz. Bu sene Together’ın yanında Andrea Pecora ile ‘Fiber Affair’ adında bir film üzerinde çalıştık.

11


Tüm ofisi oraya mı taşıdınız? Küçük bir kısmını taşıdık. Şimdilik sadece üç sene boyunca burada kalmayı planlıyoruz.

15

16

360 Degrees Cap: Superduper Hats,

2016 bitmeden yeni projeleriniz olacak mı? Pho-nomenal projelerimiz

Florence

olacak.

Estetiğiniz, Maurizio Cattelan’ın daha az rahatsız eden ve yeren, daha mutlu halini anımsatıyor. Bizimkisi her daim gelişmeye devam eden evrim süreci. Projeden projeye şekil alıyoruz ve etrafımızdan direkt etkileniyoruz. Avrupa, Avustralya ve Çin’de yaptığımız işlerimiz aslında birbirinden hayli farklılar. Şimdi New York City’deyiz.

Workwear Shirt for Two:

12

Marios, Milan

Kuzey Amerika’nın tasarıma bakış açısını nasıl buldunuz? Henüz taşınalı birkaç ay oldu. Kesin bir fikir beyan etmeden önce biraz daha zamana ihtiyacımız var. Ama şimdilik epey etkilendiğimizi söyleyebilirim, uzun zamandır takip ettiğimiz ajanslar ve prodüksiyon şirketleriyle tanıştık. Yeni projeler yolda.

13

New York’taki favori duraklarınız nereler? Ah, burada tam bir Pho ustası olduk. En iyilerinden birini China Town’daki Thai Son yapıyor. Bu arada Soho’daki Elisabeth Street de favorilerimizden.

14

167


We Eat Love’ın kurucusu Fikret Kuşadalı, pasta yapmayı sevdiği kadar, mutfakta neyi neden yaptığını ve nasıl kullandığını anlatmayı da seviyor. Başarısında, mevsimsel, sadece sürdürebilir ürünler seçiyor olmasının payı büyük. Amacı, mutfakla kurulan standart ilişkiyi biraz olsun değiştirmek, insanların tüketim alışkanlıklarını sorgulamalarını sağlamak. Bu yüzden şekersiz, vegan, paleo ve glutensiz, onun anahtar sözcükleri.

Hazırlayan:

Selin Ünüvar Fotoğraflar:

Gökhan Polat

168

WE EAT LOVE


soldan sağa: 1. Kartpostal 2. Mum 3. Seramik kaşık 4. Taze zencefil 5. Seramik kase 6. Fındık 7. Tadım çatalları 8. Seramik tabak 9. Karanfil 10. Yabanmersini 11. Fotoğraf filmi 12. Natura chia bar 13. Kurabiye kalıbı 14. Yıldız anason 15. Deniz lavantası 16. Peynir bıçağı 17. Mini not defteri 18. Yeşil çay 19. Vanilya çubuğu 20. Dergi 21. Seramik tabak 22. Rooibos vanilya 23. Çay 24. Tadım servisleri 25. Çay 26. Lavanta çayı 27. Ceviz 28. Seramik tabak 29. Yonca çiçeği 30. Kitap 31. Ölçü kaşıkları 32. Biberiye 33. Tarçın çubukları 34. Kuru çilek 35. Kuru portakal 36. Chia tohumu 37. Çatal 38. Kaşık 39. Bıçak 40. Vanilya çubuğu 41. Kuru bitki 42. Mini kek kalıbı 43. Seramik tabak 44. Lavanta 45. Minik kaşık 46. Spatula 47. Ahşap servis kaşığı 48. Analog fotoğraf makinesi 49. Midye kabukları 50. Misket limonu 169


180 COFFEE BAKERY 360 3DÖRTGEN 400DERECE 44A 48A LOUNGE 7GR

FERAHFEZA FOTİNİ CAFÉ TAPS TASARIMBOOKSHOP THE HOUSE APART THE HOUSE CAFE THE HOUSE HOTEL TOST BİLDİKLERİM TOUCHDOWN TRIBECA

YASEMİN ÖZERİ YER CAFE YILDIRIM ÖZDEMİR

ALL SPORTS CAFÉ ANTI CAFE ARKA ODA ART NEXT İSTANBUL AŞŞK KAHVE AYI

W İSTANBUL WE WHITE MILL WON

GALATA KAHVEHANESİ GALATA NO:5 GALERİ NON GALERİ ZILBERMAN GALERIST GATETATTOO GEYİK GEZİ İSTANBUL GRAMPERA GRANDMA GRAVITÉ COFFEE

NAAN BAKESHOP NAİF KARAKÖY NAR PERA NARA GALATA HOTEL NESPRESSO BOUTIQUE NOODLE TOWN NORM COFFEE

KABİNE NADİRE KAFİKA KAHVE 6 KAKTÜS KAHVESİ KANTİN KARABATAK KARE SANAT GALERİSİ KARGA KASABIM KİKİ KIRINTI KRONOTROP KULİNATA KULP LE PAIN QUOTIDIEN LEB-İ DERYA LES BENJAMINS LIMONCELLO LOKANTA MAYA LOMOGRAPHY LUCCA LUSH HOTEL LUZIA

ÖKTEM & AYKUT OPS CAFE

JAMIE’S ITALIAN JUNO

ZENCEFİL ZEPLIN PUB & DELICATESSEN

CAFE FİRUZ CAFFÈ NERO CAFE SETUP CAHİDE CASITA ÇEKİRDEK CHERRYBEAN COFFEES ÇOK ÇOK THAI RESTAURANT CORVUS WINE & BITE COS COUPE LUNCH PUB CREMERIA MILANO ESMOD

İSTANBUL MODA AKADEMİSİ

BABYLON BACKHAUS BALKON BALTAZAR BANT MAG. MEKAN BEBEK KAHVE BEBEK KORU KAHVESİ BEJ BEN COFFEE ROASTERS BEYMEN BRASSERIE BIG CHEFS BISANFA BREAD&BUTTER BUTİK BUKA

HAMM HAPPILY EVER AFTER HARDAL HARVARD CAFE HELVETIA HERA HEZARFEN LOKANTASI HILLSIDE CITY CLUB HOMEROOM HÜNKAR

RAFİNERİ RAVOUNA 1906 ROBINSON CRUSOE

MAGNOLIA CULTURE MAHALLE MAKAS MAMA SHELTER RESTAURANT MAMBOCINO COFFEE MANGERIE MANO BURGER MANUEL DELI & COFFEE MAVRA MAYA MENTHA NİŞANTAŞI MIDNIGHT EXPRESS MIDPOINT MİLLİ REASÜRANS SANAT GALERİSİ MINOA MISS PIZZA MIXER MOC İSTANBUL MOMO MONO CAFE & BRASSERIE MONOCHROM MSA MUAF MUHİT MUM’S CAFE MUNCHIES CRÈPES & PANCAKES MÜNFERİT MUSE İSTANBUL

SALOMANJE SALT BEYOĞLU BISTRO SHOPI GO ŞİMDİ CAFE SİMURG KİTABEVİ SMYRNA SNTRL DÜKKAN SODA SOSA SUNDAY COFFEE BAR SUSAM SUSHI EXPRESS SUSHICO SWEDISH COFFEE POINT

DA MARIO RISTORANTE & PIZZERIA DAI PERA DELICATESSEN DELIRIUM DEM DEN CAFE DERIN DESIGN DIVINE VOGUE

OKAFE OPUS3A OTTO

UGLY ULUS 29 UNTER URBAN

QUE TAL

XOXO’nun mekanınıza gönderimi için mail atın: 123@coistanbul.com Sadece standart teslimat ücreti ödeyerek abone olmak için aşağıdaki linke gidin: www.xoxothemag.net/uyelik

PANDORA KİTABEVİ PAPPA CAFE PARISTEXAS PAROLE PATİKA KİTABEVİ PETRA ROASTING CO. PI ARTWORKS PICANTE PIOLA PLUMON POINT HOTEL POP-UP




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.