KISACA “Ginsberg Hayali” veya “Yeni Vizyon” yeni bir edebi devrin ve sınırsızlığın hayalidir. Toplum kalıplarının kırıldığı bir noktadan benliği ve tümüyle aitlik hissini sorgulamaktır. Edebiyatta anarşidir. Sözde düşünce özgürlüğüyle nam yapmış bir ülkede sanatçıların çeşitli suçlamalarla tutuklanmasına başkaldırıdır, Uluma’dır, Yumuşak Makine’nin dava edildiği mahkemeyi kazanmasıdır, mezkur kitabı eşcinsellik ve bayağılık ile edebi eser olmaktan uzak tanımlayan kurulun boku yemesidir. Ticari düşüncelerle basılan, bu yüzden sadece din ve milliyetçilik üzerine kaleme alınan kitapların boku yemesidir. Sansürün boku yemesidir. Kafayı doğruculuk oyunuyla bozmuş olanların, gösterişçi ahlakın, siyasetin, savaşın, neyi bastığından habersiz kalitesiz yayınevlerinin boku yemesidir. Tüm bu yazarların esrarlı varyasyonu ve ihtiyaç duysalar dahi kendi gibi olanları bulmaya çalışmamaları sonucu gelişen bir rastlantıdır.
İÇİNDEKİLER
Romantikler (Percy Bysshe Shelley & Lord Byron)..................................4 Seni Gördüğüm Rüyalardan Uyanıyorum................................................6 İngiltere 1819............................................................................................7 Zincirden Kurtulan Prometheus................................................................7 Oscar Wilde.................................................................................................8 Her İnsan Öldürür Sevdiğini...................................................................10 Samuel Taylor Coleridge..........................................................................11 Ucube Şiiri: Kaan Sinan............................................................................16 Çöldeki Albatros.....................................................................................17 İnsan İlişkileri.........................................................................................18 İki Gecemiz Var Ölmeden Önce.............................................................20 Tuhaf Bir Adam Var Aynada...................................................................21 Bir Kez Daha Öldürmeden Seni / Ruhu Kaybolmuş Olan İçin..............22 Yeni Vizyon...............................................................................................24 Seçkin Öztürk “Odalar ve Oda”..............................................................26 Harun Talay “Sessiz Rögar Kapağı” ......................................................28 Harun Talay “Kanyak, Kahve ve Dahası” .............................................29 Pelin Elmalı “Sirtaki Edilmiş Bir Yüreğin Nabzı” ................................30 Pelin Elmalı “Man / Şet” ........................................................................31 Seren Ay Şahin “Alice Berbat Bir Diyarda” ..........................................32 Seren Ay Şahin “Karşılıksız” .................................................................35 Elif Karagözlü “Dağınıklık” ..................................................................36 Savfam “Sahi Alnında Ne Yazıyor Senin?” ...........................................37 Şeyda Samancı “Zahir”...........................................................................38 Anıl Sinan “Gölge”.................................................................................39 Ahmet Bilal Yeniceli “Piramit” ..............................................................40 Atölye........................................................................................................41 Umut Akıncı “Benim Adım Umut”.........................................................42 Sude Nur Uluer “Uçmak” ......................................................................43 Deniz Karadaş “Ev” ...............................................................................44 Eren Keskin “Fark Etmeden” .................................................................45 Sude Nur Uluer “Mahatma Gandi” ........................................................46 Sude Nur Uluer “Bir Şansım Olsaydı Eğer” .........................................49 Umut Akıncı “24.Saatim” ......................................................................50 Umut Akıncı “Sahra Çölünü Yüzerek Geçtim”......................................51 Deniz Karadaş “Göz” .............................................................................52 Deniz Karadaş “Tuval” ..........................................................................53
Romantikler
(Percy Bysshe Shelley & Lord Byron) “En hoş şarkılarımız en acıklı düşünceyi anlatanlardır.” -Percy Bysshe Shelley
Marry Wollstonecraft Shelley (1797-1851) ve Percy Bysshe Shelley (1792-1822) Byron’ın arkadaş olarak gördüğü bir avuç çağdaşı arasındaydı. Lord Byron bir keresinde “Şairlerin arkadaşı olmaz” demiş. “Bazen aramızda şiddet dolu bir arkadaşlık olması konusunda anlaşırız ama birbirimizi kandırmayız.” Tıpkı Byron gibi Percy de çocukluğunda aksi davranışlar sergiliyordu. İçine kapanık bir kitap kurdu olmasına rağmen Percy kışkırtıldığında öfke nöbetleri geçirmeye eğilimliydi. Okul arkadaşları yüzüne çamur atarak, adını tezahürat eder gibi tekrarlayarak ve en affedilmez olanı, elindeki kitapları düşürerek ona eziyet etmeye bayılırdı. Bir gün içlerinden birinin alayıyla karşılasan ergen Percy, ona eziyet eden çocuğun eline çatal sapladı. Şiddetli tavırları “Deli Shelley” lakabını almasına yol açtı. Arazi zengini bir babanın oğlu olan Shelley’nin Oxford Üniversitesi’nde okuyacak parası elbette vardı, Shelley burada okurken iki Gotik roman ve bir şiir kitabı yazıp bastırdı. Ardından da bir başka yazarla birlikte The Necessity of Atheism / Ateizmin Gerekliliği adında bir kitapçık kaleme alıp dağıttı. Kendi bastırdığı bildiri üniversite idarecileri tarafından pek de iyi karşılanmadı. Kitapçığı yazdığını inkar etmesinin hemen ardından Shelley okuldan atıldı. Shelley’nin babasıyla yapılan sert görüşmelerin ardından idare Shelley’nin kampüse dönmesine izin verdi ama bir şartları vardı; ateistlikten vazgeçecekti. Shelley uzlaşmaya yanaşmadı ve bu, baba-oğlun arasının açılmasına neden oldu. Kısa üniversite hayatının ardından 19 yaşındaki Percy kaçıp, kız kardeşi aracılığıyla tanıştığı, alt tabakadan 16 yaşındaki Harriet Westbrook’la evlendi. Shelley’nin babası oğlunun alt tabakadan bir kızla evlenmesine daha da öfkelenip oğlunun harçlığını kesti. Yeni evlilier yoksuldu ama Shelley bir mektubunda “karnımı aşkla doyuracağım” diye yazmıştı. Gerçekte ise tefecilerden aldığı borçlarla geçiniyordu. Tefeciler ya babanın oğluyla bağlarını kopardığını bilmiyordu ya da babası öldükten sonra alacağı mirasın borcunu karşılayacağına inanıyorlardı. Shelley siyasi içerikli kitaplar yazmaya ve bastırmaya devam etti. Kitapçıkları şişelerin, kağıttan kayıkların içine koyup yüzdürmek ve balonların içine koyup uçurmak gibi sıradışı yöntemlerle dağıtıyordu. Aynı dönemlerde panik ataklarını kontrol altına almak için afyon tentürü kullanmaya başladı. Afyona başlayan ve hiç parası olmayan Percy herkesçe bilinen, dehşet verici bir aç sanatçı klişesine dönüşmüştü. Bu sahneye
4
bir de ilk çocuğunu eklediğimizde “Deli Shelley” lakabını yeniden alması kimseye şaşırtıcı gelmemeye başladı. İlk çocuklarını yetiştiren ve ikincisine hamile kalan eşi ailesinin yanına döndü. Shelley karısını o kadar çok özledi ki (!) başka bir kadına aşık oldu. Evet, tam da böyle oldu. Kalbinin yeni arzu objesi Londralı romancı William Godwin’in 16 yaşındaki kızı Mary Godwin’di. Mary’nin babasının evi genç bir edebiyatçı için ideal ortamdı. Mary Godwin henüz çocukken kanepenin arkasına saklanıp Samuel Coleridge’in afyonun etkisinde yazdığı şiirleri anne-babasına okumasını dinlemişti. Mary’nin annesi kehanet eder gibi şu sözleri yazmıştı: “Pek çok masum kız candan, tutkulu bir kalbe aldanır ve faziletle ahlaksızlık arasındaki farkı öğrenemeden mahvolur.” Sözlerinin bir gün, Shelley’ye çabucak gönlünü kaptıran öz kızının durumunu anlatacağını nereden bilecekti? Godwin kızının Shelley’yle görüşmesini yasakladı ama hiçbir güç onları ayırmayacaktı. Shelley 28 Temmuz 1814’te elinde afyon tentürü şişesi ve tabancayla genç kızın kapısına dayandı. İyi zamanlarında “vahşi ve doğaüstü; yerin altından o an çıkmış bir iblis gibi” görünürdü -o akşam ise şeytanın ta kendisi gibi görünmüş olmalıydı. Gök gürültülü fırtınanın ortasında Shelley birlikte olamayacaklarsa kendi canını alacağı tehdidini savurdu. Yumuşayan Mary intihara meyilli aşığıyla kaçtı. Mary’nin üvey kız kardeşi Claire Clairmont da yanlarındaydı. Üçü gemiye atlayıp İngiltere’den Kıta Avrupası’na geçti. Shelley derelerde çırılçıplak yüzerken üvey kız kardeşler hayranlıkla onu izliyordu. Hayat ne güzeldi. Claire başta kalabalık ediyor gibi görünüyordu ama onu yanlarına aldıkları iyi olmuştu; Fransa’yı yaya olarak geçiyorlardı ve aralarında sadece Mary’nin üvey kız kardeşi Fransızca biliyordu. Sonunda üçlünün yolculuğu İsvriçre’de parasızlıktan dolayı son bulmuştu. Ve bir de İngiltere’yi özlemişlerdi. Bu yüzden, altı haftanın sonunda, evlerine geri döndüler. Shelley hemen Mary’yle ikinci ailesini kurmaya girişti - Shelley eski eşiyle barışmak için hiçbir girişimde bulunmadı. “Ölene dek aynı kadını seveceğine dair söz vermek, söz konusu öğretiye inanacağına dair söz vermekten daha az anlamsız değil” diye yazdı bir keresinde. Ayrıldığı eşi çocuklarını yetiştirmeyi sürdürdü ama İngiliz yargı sistemine boşanmak için başvuruda bulunmadı. Mayıs 1816’da Shelley, Mary ve çocukları İngiltere’den kaçıp kendi isteğiyle sürgün hayatı yaşayan Lord Byron’la buluşmak üzere İsviçre’ye gitti. Shelley’ler Byron’ın Leman Gölü kıyısındaki evinin bitişinde bir yer tuttu. Claire bir kez daha peşlerine takıldı. Gelişi Byron için nahoş bir haberdi, çünkü birkaç ay önceki tesadüfi karşılaşmalarında Claire hamile kalmıştı. Byron, Claire’i bir daha görmeyi beklemiyor ve istemiyordu. Leman Gölü kıyısındaki yeniden buluşmaları çoğu zaman olaysız geçti ancak esas bomba o yılın sonunda Claire doğum yapınca patladı. Claire’in itirazlarına rağmen Byron kızlarını koruyucu aileye bıraktı ve kız beş yıl sonra ateşli bir hastalıktan dolayı öldü. Claire, Byron’ı hiç affetmedi. Daha sonrasında ise Byron’ın ona on dakikalık bir zevk karşılığında ömür boyu süren bir acı verdiğini söyledi. Haksız değildi. Göl kenarındaki huzurlu hayatları -göründüğü üzere- çok geçmeden gerçekler tarafından bozuldu. Byron İsviçre’de rahat edemiyordu: hala halkın göz hapsi altındaydı -kelimenin tam anlamıyla, çünkü meraklı gözler skandal şairi görmek için dürbünle bakıyor, onun her hareketini takip ediyordu. Arkadaşlarıyla vedalaşan Byron çantasını toplayıp İtalya’ya hareket etti. Daha sonra Mary 22 yaşındaki üvey kız kardeşi Fanny Godwin’in bir otel odasına yerleşip afyon tentürü aşırı dozundan öldüğünü öğrenecekti. 1816’nın Aralık ayında bir kötü haber daha aldılar: Shelley’nin ayrı yaşadığı eşi Harriet başka birinden hamile kalmış ve bu ilişkinin de kötü gitmesi üzerine kendini Londra Hyde Park’taki Serpentine göletinin dondurucu sularına atıp intihar etmişti. Bunun üzerine Shelley, çocuklarının vekaletini istiyor ve (Marry ile) evli bir çift olarak düzenli ev hayatlarının olmasının mahkemeyi ikna etmesini umuyordu. Fakat mahkeme Shelley’nin ateist olduğunu açıkca beyan etmesinden dolayı çocukların velayetini koruyucu aileye verdi. 1818’de Shelley’ler İtalya’ya taşındı. Shelley orada başdestekçileri Leigh Hunt ve Byron’la birlikte The Liberal adında radikal bir gazete çıkarmayı planlıyordu. Ancak 1820’de Shelley’nin sağlık problemleri baş gösterince planlar suya düştü. Baştan beri hastalık hastalığı ve halüsinasyon eğilimleri vardı ama bu kez psikolojisinde ani bir bozulma görülüyordu. Shelley bir akşam evlerinin terasında “doppelganger” yani kendi eş ruhunu taşıyan hayaleti gördüğüne inanıyordu. Hayalet ikizi ona “Olanla yetinmeye daha ne kadar devam edeceksin?” diye sormuştu.
5
Shelley yıllarca halüsinasyon görmeye devam etti. Aklından çıkmayan, denizden yükselen ve alkış tutan çıplak bir çocuk imgesi vardı. Shelley bir gece uyandığında kendini ellerini Mary’nin boğazına dolamış, kadını boğar halde buldu. Ve 8 Temmuz 1822’de, otuzuncu doğum gününden bir ay önce denizde boğuldu. Bazıları intihar olduğunu veya korsanların saldırısına uğradığını söylese de tarihi kayıtlar daha sıradan bir hikayeyi gösteriyordu: Shelley ve beraberineki iki kişi, yelkenlisi Don Juan’a (Byron’a gönderme) binip Livorno’dan Lerici’ye doğru demir almıştı. Fırtınaya yakalandılar ve yelkenli alabora oldu. Gemideki üç kişi de boğuldu. Shelley’nin naaşı kumsalda cenaze ateşinde yakıldı, Mary Shelley törene katılmadı, çünkü o dönemlerde kadınlar cenaze törenlerine katılamazdı. Byron alevlerin içine daldı ve az kalsın arkadaşının kafatasını ateşten kurtarıyordu. Ama alevlerin içinden çıkarıncaya kadar kafatası parçalandı. İnanılmaz derecede dehşet verici bir diğer mite göre Shelley’nin arkadaşı Edward Trelawny cenaze tutuşturulmadan önce Shelley’nin kalbini çalmıştı. Gelinin eşyaları arasında içinde Shelley’nin kalbinin küllerinin bulunduğu iddia edilen bir zarf bulundu ve rivayete göre bu küller şimdi aile mezarlığına gömüldü. Shelley’nin gidişi ardından Byron hala kaçıyordu -onu eleştirenlerden, eski eşinden, kanunlardan, herkesten. “Kadınlarla işim kalmadı. Henüz 36 yaşında olduğum halde zihnimde kendimi 60 yaşında hissediyorum ve bütün kadınların talep ettiği sayısız iltifatı yapacak gücü bulamıyorum. Yalnızlığı seviyor; buna kesinlikle ihtiyaç duyuyorum.” diyordu ve ekliyordu: “Ancak tekrar yaşamak zorunda kalsaydım hayatımda neleri değiştirirdim bilmiyorum -hiç yaşamamayı tercih ederdim.”
Seni Gördüğüm Rüyalardan Uyanıyorum Seni gördüğüm rüyalardan uyanıyorum Gecenin ilk tatlı uykusundayken Meltemler serin serin eserken Ve gökyüzünde yıldızlar parlarken Seni gördüğüm rüyalardan uyanıyorum Ve ayaklarımdaki bir hayalet Beni taşıdı, kimbilir nasıl? Senin odanın penceresine, aşkım! Yolunu şaşırmış rüzgarlar yorgun düşüyorlar Karanlıkta, sessiz derenin kenarında Manolya kokuları siniyor üzerime Rüyalardaki tatlı kaçamaklar gibi, Bülbüller dert yanıyorlar, Senin kalbinde son buluyor herşey Bende senin kalbinde ölmeliyim Ah, aşkım seni çok seviyorum Beni yerden kaldırın, Öldüğüm, bayıldığım, düştüğüm Bırak aşkın yağmur olarak yağsın Dudaklarıma ve solgun gözkapaklarıma Yanaklarım soğuk ve beyaz, ey tanrım! Kalbim hızla çarpıyor, deli gibi Ah, al kalbimi, senin kalbinin üstüne bastır Eğer kırılacaksa eninde sonunda Bırak kırılsın orada
6
İngiltere 1819 İçi geçmiş bir kral, bir ayağı çukurda, tıknefes ve kör, leş gibi bir kral. Bir sürü prens, alıklar soyu, halkın nefreti içinde soluyan tortular. Cahil, duygusuz ve sağır yöneticiler, yapışmışlar sülük gibi bitkin ülkelerine. Düştü düşecekler, bir fiske bile istemez, kanla o kadar şişmişler. Aç ve çıplak bir halk, ezilen ezilen ezilen bir halk, ham topraklarda. Özgürlüğü boğan bir ordu, halkını kırıp geçiren ve soyan çöpüne dek, Kim baştaysa onun uşağı, onun kulu kölesi bir ordu. Ve yasalar, suça iten, yoldan çıkaran, astığı astık, yaldızlı ve kanlı. Ve tanrısız bir din ve kutsal bir kitap, hiç açılmaz bir kitap, mühürlü. Ve bir senato, zorla ayakta duran, kokuşmuş, sarsak, gücü kuru. Ölümsüz bir ışık doğacak yarın bütün bu mezarlardan, Boğacak aydınlıklara kasırgalı günlerini çağımızın.
Zincirden Kurtulan Prometheus Tahtlar, sunaklar, zindanlar, yargı yerleri Krallık asaları, papalık taçlarıyla, kılıçlar, zincirlerle, hesaplı bir haksızlığın yanlış bilgilerle dolu koca kitaplarıyla ezilen zavallı insanların bilinmez bir tapınağın hortlakları, korkunç, barbar gölgeler gibi dolaştıkları yerler yaban, azgın, karanlık, aşağılık ve korkunç nice adlar altında nice kılığa giren, ne tanrıca, ne insanca sevilen bu iğrenç karaltılar dünyaların zorbası jupiter’di hep ulusların ürkerek kanları ve umutsuzluktan yenik yürekleriyle, ve sevgileriyle boyun eğdikleri, sunaklarına toz içinde, çelenksiz sürüklendikleri, insanların çaresiz gözyaşları içinde baş verdikleri, korkuyla, nefrete dönen bir korkuyla övdükleri o asık yüzlü ürküten putlar, yıkılıyor şimdi kimsesiz kutsal mezarlarının toprağı üstüne o iğrenç maske düştü artık, insan boyunduruksuz, özgür, sınırsız ama eşit, ne sınıf, ne oymak, ne ulus, korkudan, baskıdan, ezilmekten uzak kendi başına buyruk insan
7
OSCAR WILDE Wilde Oxford’tan mezun olduktan sonra düzenli olarak gazetecilik yapmaya başladı. Kendi çabalarıyla bastırdığı ilk şiir kitabının adı basitçe Poems / Şiirler’di, ardından Wilde 1882’de konuşmalar yaparak Birleşik Devletler’i dolaştı. ABD gümrüğünde 27 yaşındaki “estetik profesörüne” ülkeye girişte beyan etmek istediği bir şey olup olmadığını sorduklarında gazeteci “Dehamdan başka hiçbir şey yok” diye cevap vermişti. Wilde’ın konuşmalarına binlerce Amerikalı katıldı. Kendini “Estetikçi” ilan eden Wilde “sanat sanat içindir” düsturuna inanıyordu. “Her birimiz hayatın sırrını öğrenmek için günlerimizi harcıyoruz. Hayatın sırrı sanattır” diye ahkam kesiyordu. “The House Beautiful” adını verdiği konuşmada Wilde evleri güzelleştirmek için estetik prensiplere uygun pratik fikirler bile önerdi. Lakin kalabalıklar Wilde’ın iç dekorasyon görüşlerini duymak için mi toplanıyordu yoksa estetik kostümü şimdiden İngiltere’de alay konusu olan garip İngilizi görmek için mi bilinmez. “Dün ya da bugüne kadar hiçbir yetişkinin giyinmediği şekilde giyiniyordu” diye yazmıştı bir New York Times muhabiri. Wilde’ın yüksek fötr şapkalarının altında açık, uzun saçları vardı. Göz alıcı kürk ve kadife paltolar giyiyor, fildişi bir baston kullanıyor, afyonlu Mısır sigaralarının birini söndürüp diğerini yakıyordu. Boston’daki konuşmasına komik kılığıyla alay etmek için bir grup Harvard öğrencisi geldiğinde Wilde “Karikatür, vasatlığın dehaya övgüsüdür” demişti. Tüm bunlardan hemen sonra İngiltere’ye dönen Wilde oyun yazarı olarak ününe ün kattı. Buna rağmen basın Wilde’ın kadınsı kıyafetleriyle, makyajıyla, davranışlarıyla alay etmeyi sürdürdü. Bazıları peltek olduğunu yazarken bazıları da ‘’kararsız’’ cinselliği hakkında dedikodu üretiyordu. Aslında cinsel tercihleri konusunda belirsizlik yoktu; evliydi ve iki çocuğu vardı ancak Wilde eşcinsel olduğunu gizlemiyordu. 18 Şubat 1895’te Queensberry Marquis’si sadece üyelerin girebildiği bohem yazarlar kulübü Albemarle’a kartvizitini bıraktı. Kartın üstünde ‘’Homoseksüellik yapan Oscar Wilde’a (aynen böyle)’’ yazıyordu. Homoseksüellik İngiltere’de ağır suç olduğu için bu suçlamanın ağır yasal neticeleri olacaktı. Wilde, Marquis’ye yazılı iftiradan tazminat davası açtı. Nisan ayında görülen duruşmada savunma Wilde’ın bütün ahlaksızlıklarını kanıtlamaya başlayınca Wilde biraz geç de olsa yargılananın kendisi olduğunu anladı.
8
Kamuoyu 19.yüzyılın sonlarında toplumda görülen çöküşe bir günah keçisi arıyordu. Batı uygarlığının çöküşte olduğundan ve Victoria Dönemi’nin huzurlu günlerinin sonuna gelindiğinden endişe ediliyordu. Alt tabakada absent kullanımı artıyordu ve deliliğe götürdüğüne inanıldığı için bu içki “Charenton Atlı Arabası” (Charenton bir zamanlar Marquis de Sade’ın da kapatıldığı Fransız akıl hastanesinin ismiydi) olarak bilinmeye başlamıştı. Daha kötüsü, orta ve üst tabaka kadınlarda morfin bağımlılığı görülmeye başlandı. Mücevherciler üst tabaka uyuşturucu bağımlılıkları için altın ve gümüş kaplamalı şırıngalar bile bulunduruyordu. Dekadanların en ünlü ismi Wilde toplumsal değerlerin kapsamlı çöküşünün müsebbibi sayıldı. “Şantajcılardan ve erkek fahişelerinden” oluşan özel hayatı Victoria yeraltından çıkarılıp gözler önüne serildi. Wilde tanık sandalyesine oturduğunda “Adı telafuz edilemeyen aşk nedir” diye sordu savcı Charles Gill. Wilde yanıtında her zamanki gibi cüretkardı. “Adı telafuz edilemeyen aşk bu yüzyılda yaşlı bir adamın genç bir adama duyduğu büyük bir aşktır. Bu saf olduğu kadar kusursuz da olan ruhsal bir muhabbettir. Güzeldir, doğrudur, muhabbetin en asil biçimidir. Onda tabiata aykırı hiçbir şey yoktur. Entelektüeldir ve tekrar tekrar yaşlı ve genç erkekler arasında yaşanır. Yaşlı bir adam zeka gücüne, genç adam ise onu bekleyen hayatın tüm neşesine, umuduna ve büyüleyiciliğine sahiptir.” Ayrıca, Platon’a göndermeler de yaptı. Juri karara varmaya başaramadı ve kefaletle serbest bırakıldı. Ama bu kurtuluş geçici olacaktı, juri 25 Mayıs’ta ‘’suçlu’’ kararı verdi. Wilde ve genç erkek tedarikçisi Alfred Taylor iki yıl aynı ağır hapse mahküm edildi. Hapisten çıktığında ise halkın gözündeki ‘’ahlaksız’’ yaftasını yok etmek isteyen Wilde Fransa’da bir geneleve gitti. Dowson onu eşcinsel imajını onarmak için genelevde seks yapmaya teşvik etmişti. Wilde elinde parayla kötü şöhretli eve girdi. Dışarıda büyük bir kalabalık toplanmış, meşum homoseksüelin vajinal vaftizini beklemekteydi. Odadan çıkan Wilde, Dowson’a 10 yıl sonra ilk kez bir kadınla beraber olduğunu söyledi ve şöyle ekledi: “Ve son olacak. Soğuk bir koyun eti gibiydi” Kalabalığa ise daha neşeli bir tonda seslendi ve onlardan bu macerasını İngiltere’de anlatmalarını istedi. “Zira karakterimi temelli değiştirecek bir macera oldu!” Wilde henüz orta yaşta olmasına rağmen mezarın kürk paltosunun yakalarından onu çektiğini hissediyordu. “Morg beni bekliyor” diye yazdı bir arkadaşına. Bundan sonra gideceği yeri görmek için Paris morgunu bile ziyaret etti. Wilde 46 yaşında kulak ameliyatının ardından serebral menenjite yakalandı. Bedeni enfeksiyonla savaşırken ölüm döşeğinde yatmaktan bıkan Wilde bir kadeh absent içmek için yakınlarda bulunan bir kafeye gitti. “Kendini öldüreceksin Oscar. Doktorun absentin senin için zehir olduğunu söylediğini biliyorsun.” dedi arkadaşı Robbie Ross ona. “Uğruna yaşayacak neyin var?” diye sordu Wilde ve kısa bir süre sonra da komaya girip hayata veda etti.
9
HER İN SAN ÖLDÜ RÜR SEVDİ ĞİNİ 10
Kulak verin sözlerime iyice, Herkes öldürebilir sevdiğini Kimi bir bakışıyla yapar bunu, Kimi dalkavukça sözlerle, Korkaklar öpücük ile öldürür, Yürekliler kılıç darbeleriyle! Kimi gençken öldürür sevdiğini Kimileri yaşlı iken öldürür; Şehvetli ellerle öldürür kimi Kimi altından ellerle öldürür; Merhametli kişi bıçak kullanır Çünkü bıçakla ölen çabuk soğur. Kimi aşk kısadır, kimi uzundur, Kimi satar kimi de satın alır; Kimi gözyaşı döker öldürürken, Kimi kılı kıpırdamadan öldürür; Herkes öldürebilir sevdiğini Ama herkes öldürdü diye ölmez.
Samuel Taylor Coleridge Günlerce ve günlerce Öylece kaldık; ne bir ses,ne bir nefes Pırıltılı bir okyanus yüzünde Süslü bir gemi gibi avare. Deniz,deniz,her taraf deniz Fındık kabuğu gibi bir teknede Deniz,deniz her yer deniz de Bir damla su yok içmeye..
11
O
n kardeşin en küçüğü olan Coleridge ona eziyet eden ağabeylerinden kitaplara sığınarak kurtuluyordu. 1781’de babasının ölümünün ardından Coleridge Londra’daki bir yatılı okula gönderildi ve çocukluğu burada geçti. Bu zeki öğrenci mezuniyetinin ardından aldığı burslar sayesinde Cambridge’teki Jesus College’da okudu. 1791 sonbaharında ise üniversiteye başladı. Bu alt tabakadan 19 yaşındaki bir genç için çok büyük bir fırsattı. Önce bu fırsatı heba edecek, alkol ve kumara karışarak iki yılın sonunda Cambridge’i bırakacaktı. Ardından da ortadan kaybolacaktı. Ailesi onu ancak dört ay sonra bulabildi. Coleridge “Silas Tomkyn Comberbache” takma adıyla orduya yazılmıştı. Pek başarılı bir asker olmasa da -acemi “Silas” at bile binemiyordu- asker arkadaşlarının ağzından sevgililerine ya da eşlerine mektup yazarak çevre edindi. Yazarak şöhret olmanın tadını ilk kez burada aldı ama bu askeri vazifelerinin pek azından sıyrılmasını sağlıyordu. Eninde sonunda at binmeyi öğrenmesi gerekecekti. Neyse ki ağabeyleri mecburi hizmet tazminatını ödeye-
12
cek parayı topladı da ordu Coleridge’i akıl sağlının bozuk olduğu gerekçesiyle ihraç etti. Okula dönen Coleridge, William Wordsworth’ün şiir kitabı Descriptive Sketches / Detaylı Eskizler’i okudu. Ve ne yöne gideceği bilinmeyen Coleridge’in at binmeyi öğrenmek zorunda kalmayacağı bir hedefi oldu: Şair olabilirdi! Bu, 1795’te evlenmesiyle birlikte daha da şiddetlenen geçim sağlama ihtiyacını ortadan kaldırmıyordu. Dahası, okulu ikinci kez bırakmıştı. Aç kalmamak için gazeteciliğe başladı ve bir kitapevine sattığı şiir kitabı 1796’da basıldı. Doğru zamandı: Eskiden yazarlar varlıklı insanların himayesine ve devletin ya da dini kurumların desteğine muhtaçken 18.yüzyıl Birleşik Krallığı’nda değişen telif yasası artık yazarların ve basımevlerinin yapıtların üzerinde mülkiyet hakkı kurabilmesine ve bundan gelir elde etmesine imkan veriyordu. 1797’de idölüyle mektuplaşan Coleridge, Wordsworth’ün evine kadar 65 kilometre yürüdü. Wordsworth’ün anlattığına göre Coleridge, Dorset’teki evine yaklaşırken şaire doğru var gücüyle koşmaya başladı. Wordsworth
arkasını dönüp kaçacağına Coleridge’i kollarını açarak kucakladı. Çabucak arkadaş oldular. Coleridge birkaç yıl içinde eşi ve oğluyla birlikte Wordsworth’ün yakınına taşındı. Böylece ikisi her gün görüşebilecekti. Coleridge’in şiirlerini okuyan iki varlıklı edebiyat hamisi 1798’de şiir yazması için -hayatı boyunca- ona yılda 150 sterlin ödemeyi teklif ettiler. Bu, dönemin alt ve orta tabakadan yazarlarının hep hayalini kurduğu bir şanstı. Bu para ailesini geçindirmesine fazlasıyla yetecekti. Maalesef bu himaye Coleridge’e afyon tentürü kullanıp, basılabilir bir eser ortaya çıkarma kaygısı olmadan evde boş boş oturması için de çok fazla zaman verecekti. Belki de insanoğlu tarafından kullanılmaya başlanan ilk uyuşturucu olan afyon 19.yüzyılda yaygın kullanılan bir ağrı kesiciydi. Ergenlik acılarını ve ağrılarını (fiziksel ve zihinsel) dindirmekle kalmıyor, “Bailey Annenin Susturma Şurubu” gibi isimlerle çocuk ilaçları arasına bile giriyordu. Afyon hap şeklinde reçetesiz ve serbestçe satılabildiği gibi, göz damlasıyla verilen bir afyon ve
alkol solüsyonu olan afyon tentürü de bulmak mümkündü. Coleridge afyonu hazımsızlık için almaya başladı. Başta nasıl bir şeye bulaştığını bilmiyordu. “Vücudum bağımlılığa teslim oluncaya kadar gerçeği göremedim” diyordu. Afyon tentürü ile ilk ne zaman tanıştığı bilinmese de Dorset’e taşındıktan bir süre sonra düzenli olarak kullanmaya başladığı tahmin ediliyor. Ama Coleridge’in acıklı öyküsüne herkes inanmaz: “Alışkanlıklarının farkına varan her insan bilir ki bunun sebepleri büyük ölçüde eğilim ve teslimiyettir” diye yazar yakın bir dostu ve eşinin eniştesi olan şair Robert Southey. Southey haklı olabilir: Coleridge ve arkadaşları (Wordsworth ve şair Charles Lamb) zihin bulanıklığının yaratıcılıklarına yaptığı etkiyi uzun süredir büyüleyici buluyorlardı. Ünlü bir alkolik olan İskoç şair Robert Burns 37 yaşında romatizmal endokarditten öldü. Burns’ün annesi dahil pek çok kişi şairin alkolikliğinin ilham perisini uyandırdığına inanıyordu. Coleridge, Burns’ün dul eşiyle altı çocuğuna gelir olsun
diye basılan şiir kitabına bir şiirle katkıda bulunmuştu. Burns’ün kariyerinin trajik sonu, viski ve seks dolu şiirlerini Coleridge ve diğer Avrupalı şairlerin gözünde daha da çekici hale getirmişti. Saygılarını sunmak için Burns’ün mezarına geziler düzenlediler. Coleridge’in bulanık zihni 1797’de epik şiiri Kubla Khan / Kubilay Han’ı ortaya çıkardı. Bir gün öğleden sonra masasında üç saat sızdıktan sonra şiir zihninde tamamen oluşmuş halde uyandı -rüyasında gördüğü söylenir. Hayalini yazmaya başlasa da kapı çaldığı için bırakmak zorunda kaldı. Ziyaretçisini bir saat ağırladıktan sonra şiirine döndü ama söylediği üzere “sekiz veya on dağınık mısra ve imge hariç hepsi suda yansıyan görüntünün, atılan bir taşla silinmesi gibi yok olup gitmişti.” Hüsrana uğrayan şair, yazdığı kısmı rafa kaldırdı. Coleridge, Kubilay Han’ın yazdığı kadarını 1816’da Lord Byron’a okumasaydı belki de şiir sonsuza dek kayıp kalacaktı. O gün odada bulunan bir diğer şair Leigh Hunt, şiirin Byron’ı derinden etkilediğini söylüyor ve “Ne kadar
harikulade konuşuyor” dediğini anımsıyor. Byron yayıncısı Jhon Murray’i Kubilay Han’ı afyonlu imgenin oluşumunu anlatan bir önsözle birlikte yayınlamaya ikna eder. Günümüzde Romantik Edebiyat’ın en çok okunan ve antolojilere en çok basılan şiirlerinden biridir. Coleridge uyuşturucu sayesinde ulaştığı ilhama rağmen, uyuşturucu alıp çıktığı yürüyüşlerde birçok kez ölümden dönmüştü. Bir keresinde sekiz gün aralıksız yürüdükten sonra ayılmış ve kendini evinden 400 kilometre uzakta bulmuştu. Bir keresinde de ortadan kaybolmasının ardından polis parkta yakasının içinde Coleridge’in isminin yazılı olduğu bir ceset bulmuştu. Çok geçmeden Coleridge sağ sağlim ortaya çıktı, üstünde kıyafetleri yoktu. Kıyafetleri bir evsiz tarafından çamaşırhaneden çalınmış ve evsiz daha sonra o kıyafetler üstündeyken ölmüştü. Coleridge’in sağlığını bu kadar göz ardı etmesi arkadaşlarının ve ailesinin tepkisine neden oldu. 1808’de eşinden ayrıldı, 1810’da Wordsworth onunla olan
13
arkadaşlığını bitirdi. Aynı hızda yazmaya devam eden Coleridge uyuşturucunun etkisinde şiirler, eleştiriler ve eğitici metinler kaleme aldı. 1813’te ölümün eşiğinden döndüğü aşırı dozun ardından afyonu bırakmak için Bristol’de bir kliniğe yattı. Mayıs 1814’te bir arkadaşına “Çarmıha gerildim, öldüm, gömüldüm, Cennet’e yükseldim ve şimdi ağır ama aşamalı bir şekilde yeniden doğuyorum” diye yazdı. Ancak tedavisi başarısız oldu. 1816’da Londra’nın banliyösü olan Highgate’de bir doktorun evine taşındı. Doktorun hastasının afyon tentürü dozajını düzenlemesine rağmen Coleridge gizlice yerel bir eczacıdan afyon tedarik etti. “Bu kirli afyon tenrürü işinde yüz kere aldattım, kandırdım, HAYIR, aslında bilinçli bir şekilde YALAN SÖYLEDİM” diye yazdı. Bu noktada Coleridge artık afyonu
14
Bitmeyen
bırakmayacağını, afyonun da onu bırakmayacağını anlamıştı. Beraberlikleri hayat boyu sürecekti. Coleridge 1834’te kalp rahatsızlığından hayata veda etti ama afyon alışkanlığı ve eşinden ayrılması yüzünden yıllar önce zaten hayata küsmüştü. “Coleridge’in öldüğünü duyduğumda kederlendim” diyordu Charles Lamb. “Bana uzun zaman önce ahiretin hudutları içine girmiş, ebediyete ulaşmayı arzuluyor gibi geliyordu. Sonra yas tutamadığım için üzülmeye başladım. Ama ondan beri Coleridge’in ne kadar önemli bir parçam olduğunu hissediyorum. O ulu, aziz ruhu beni bırakmıyor.”
KUBLA
Samuel Taylor Coleridge
Şiir
KHAN
Xanadu’da Kubilay han, Buyurdu yapılmasını bir keyif kubbesinin, Kutsal Alf’in aktığı, Ucu bucağı olmayan mağaralardan geçerek, Karanlık bir denize aktığı o yerde Çevresi kulelerle ve surlarla çevrilmiş İki çarpı beş millik verimli topraklarda, İçinden kıvrılan parlak derelerin geçtiği o bahçeler, Çiçeklerini yeni açmış mis kokulu ağaçlar; Ormanlar, şu tepeler kadar kadim, Güneşli çimenleri kuşatan Ama, ama o derin romantik kanyon, Yemyeşil tepelerden sedir ağaçlarına uzanan, Her zaman kutsal ve tılsımlı, o vahşi yer! Kaybolan perili ay ışığında, Sevgilisi şeytanın yasını tutan o hayalet kadın.
Ve uçurumdan durmadan kaynaşan bu karmaşada, Toprağın hızlı ve derin soluması gibi, Birden güçlü bir kaynak fışkırdı: Kesintili ve hızlı patlamalarıyla, Dev parçalar fırladı, yere çarpıp tekrar zıplayan dolular gibi, Veya harmanda düvenin altındaki kepekli tahıl gibi. Ve durmadan ve durarak dans eden kayaların altından Aniden fışkırdı kutsal nehir. Beş mil boyunca dolaşarak kıvrımlı yollarda, Kutsal nehir aktı ormanlardan ve vadilerden, Sonra ulaştı ucu görünmeyen mağaralara, Ve sonra gömüldü cansız okyanusun derinlerine: Bu hengamede uzaklardan duydu Kubilay, Atalarından yükselen savaş çığlıklarını. Keyif kubbesinin gölgesi Yüzüyordu ortasında dalgaların; Orada duyuluyordu birbirine ahenkle karışan, Kaynaktan ve mağaralardan yükselen sesler. Görülmeyecek bir mucizeydi, Güneşli keyif kubbesi ve buzdan mağaralar!
15
Ucube Siiri +
Kaan Sinan
Çöldeki Albatros Şimdi bir çölde uyanıyorum yarı uyuşmuş Güneş doğmak üzere ve kurumuş ağzım Yapış yapış dişlerim, gözlerimin beyazını açlık yemiş Kalça kemiğime dayanmış kıpır kıpır bir yeryüzü Ve kol saatim durmuş sekizi on üç geçe Haplanmış düşlerimde bir Jüpiter zaman dilimi Bir bilgelik, bir sevinç durumu yok oluşa doğru Bir terk etme eylemi tozu dumana kataraktan Ve yüksekçe bir kum tepesi gömülmeye değer Ama tanrı kankan biliyor yankıların gücünü En çok Orhan Veli’yi özlediğimi biliyor Ve yine tanrı kankan biliyor, aküm bitmek üzere Bir Perşembe gecesi terk edip gittim ruhumu Işıkları kapattım ve karanlıkta bıraktım onu Kendi ölümünü seçen Sokrates’le birlikte Özgürce esip gürlesin diye, bir rüzgarın önünde Çünkü kimsenin gözlerinde sürgün, gün ve gece Kimsenin gözlerinde zindan ve inan bana Kimse olmanın da bir önemi yok böyle bir delikte Rüzgar ölüyor, sen ölüyorsun, biz ölüyoruz
17
.
. . .
.
IN SAN ILISKI , LERI
18
sorup duruyorlar genç kızlar neden sevgiye şans vermiyorum diye ve neden mantıkla boğuyormuşum kendimi fakat ben böyle olmadığını biliyorum korkaklıkla ya da unutulmamış acılarla ilgisi yok biraz komik belki, bisiklete binmeyi andırıyor artık yürümeyi tercih ediyorum diye bisiklete binmeyi hiç öğrenemedim sanıyorlar sorup duruyorlar genç kızlar içmekten başka ne işe yararmışım ben ve bir kez olsun yanımdakileri düşünmez miymişim bir önemi yok, diyorum onlara zaten tanrı bizi yaratırken de sarhoştu ve çok uzun bir zaman yalnızdım alıştım buna sorup duruyorlar genç kızlar yazdıklarımı yaşadım mı diye tuhaf buluyorum onları sessizce biramdan yudumluyorum ve perdeyi aralayıp yağmuru seyrediyorum hepsi bu
sorup duruyorlar genç kızlar gerçekten de ilgimi çeken bir şey kalmadı mı diye her insanın bir zirvesi vardır, diyorum onlara yapmak istediğin her şeyi yaptığını düşünürsün ve uçaktan paraşütle atlamak umurunda olmaz zaten hayat denilen şey seksi andırır sürekli tekrarlanan bir eylem mekan, zaman ve insanlar değişip dursa da hissedilen şeyler ve heyecan hep aynıdır sorup duruyorlar genç kızlar erkeklerin beyni nasıl çalışır diye sizin kadar çok şey sormazlar, diyorum onlara içgüdüsel olarak bir yarış halindeler ve olduğundan daha büyük görmek isterler hayatı sonunda fıstık gibi bir kızı kapmak için yapmayacakları şey yoktur ama bu ibnelerin ortak yanı şudur ki hepsi anneleri gibi birini bekler
19
karanlıkta da sevişir insan üzüntü içinde de kahkaha atar vahşiliğiyle okşar yanaklarını ama hiçbiri romantik diyarların sanatçıları gibi uysal ve ibnece olmaz kalkıp dans ederiz belki Gary Moore çalar birden ama illa ellerim belinde diye de ay ışığında yiyişenlerden biri olmayız hayatın tüm acısını taşırız omuzlarımızda bu yüzden ayaklarımızı uzatırız oturduğumuz yerden sevişmek için bahane aramayacak kadar anası sikilmiş oluruz bir şeyleri yine istediğimiz için yaparız bir kadın ve erkeğin bir araya geldiğinde yaptığı şeyler olduğu için yapmayız tüm bunları üzülüyorum konuştukça üzme beni kimse kimsenin dizlerine uzanmasın kimse kimsenin saçlarını okşamasın iki eroinman gibi oturalım koltukta bizi parçalara ayıran romantik duygulardan şifa beklemek midemi bulandırıyor artık
20
İKİ GECE MİZ VAR ÖLME DEN ÖNCE
Tuhaf bir adam var aynada İntihar etmemi bekleyen Önemsediğim hiçbir şeyi umursamayan Ve sigarayı peş peşe ateşleyen Tuhaf bir adam var aynada Seni sevmediğini iddia eden Üzülmeyen ve sevinmeyen bir adam Baştan aşağı öfkeyle dolu Herkese ve her şeye dair
Tuhaf bir adam var aynada Korkularını ve gözyaşlarını umursamayan Savaşı da açlığı da görmezden gelen Çocuklardan nefret eden bir adam Sevgiye ve iyiliğe inanmayan
Tuhaf bir adam var aynada Benim kadar midesi bulanmayan Yumruklarımı sıkmama ve Yalnız kalmama neden olan Tuhaf bir adam var aynada Tuhaf bir adam var aynada Işıktan ve sesten etkilenmeyen Onu öldürmek istediğimin farkında olan Gözbebeklerindeki kahverengi çalınmış Ve zihni meskalinden inşa edilmiş bir adam Ayılmayı beklemeden uyuşan
Tuhaf Bir Adam Var Aynada
21
Bir Kez Daha Öldürmeden Seni Ölüm bize gölgelerin içinden yaklaşır Karanlık tarafından kuşatılır dört bir yanımız Tükenir rüzgar ve esmez olur bir Salı gecesi Ve kimsenin verecek bir cevabı kalmadığında elbet Bir önemi kalmaz çatlak ve buğulu aynadaki yansımanın İki farklı kıtadan aşkı için göçer gider gökyüzü Yere düşürür ve yitirirsin benliğini Unuttuğunu unutursun gün ve gece Anı selinde başıboş bir sandaldır hislerin Yanaklarını okşamamıştır hiçbir isim Genç ya da ihtiyar olmanın bir önemi kalmaz Kimsenin cevabı tatmin etmez ruhundaki sızıyı Dalar gidersin gölgelerdeki düşlere Fazla içmek insanı öldürür Dalar gidersin yoksulluktaki düşlere Fazla içmek insanı güldürür Beklemek yüzyıllardır süregelen bir alışkanlığa dönüşür Neyiz ve neredeyiz-dir bütün mesele Cennetinden karanlık sunan Kaan kalmaz geriye Neydik ve neredeydik diye sormak kalır
Ruhu Kaybolmuş Olan İçin
22
YENİ
FAN ZİN
VÄ°ZYON
N
Odalar ve Oda birkaç dal sigarayla aydınlanan bir odada tatlı 16’lık ile birlikte The Fugs dinliyorum nerde olmak istediğimizi bilmiyoruz bir duman daha çekiyorum masa karışık, oda karışık, duvarlar sade ve örselenmiş saçlarım karışık folk birkaç parça ve bir kupa kahve ve birkaç dal sigara sahip olduğum her şey anlamaya çalıştığım bir boşluktayım her şey o kadar güzel görünüyor ki buna inandırılmak isteniyorum her şey yolunda sanıyorum sonra bir oda daha değiştiriyorum kelimelerimi yoldaki arabaların sesleriyle bir gören birkaç dostumla beraberim ot içiyorum ve Ohia dinliyorum
26
iki yaşlı ile bir evdeyim her şey yolunda gibi bu evde ama bir o kadar da yolun dışında yola inandırılmaya çalışılıyorum zamanla duyma kaybına yol açmış beni yokedecek öğütlere zorlukla kulak aralıyorum şiddetli sitemler ve ağır sessizlikler huzur kaybımı kilometrelerden topluyorum sonra bir oda daha değiştiriyorum tanımadığım insanlarla rutubet kokan evlerde üretilmiş beyaz ve kırmızı şaraplar içiyorum vücut gücüyle konuşabildiğim işlerle oyalanıyorum her yere yanımda götürdüğüm hezeyanlarımla vakit geçirmediğimden belirsiz psikozların çığlıkları duyuluyor midemde sonra bir oda daha değiştiriyorum mavi yırtmaçlı elbisesinden tanıdığım bir kadını yalnızlığımla birlikte ziyarete gidiyorum elimde bir kupa ve kaşıkla ‘’ne istiyorsun’’ diyor, beni gördüğüne şaşırmıyor merdivenden çıkarken o mavi elbisesini takip ediyorum onu terkederken de üzerinde olduğuna yemin ediyorum içimden
sonra bir oda daha değiştiriyorum nerede yaşamak istediğimi neler yapmak istediğimi bilmiyorum uyuma inandırılmaya çalışılıyorum
sonra bir oda daha değiştiriyorum kapıyı kilitliyorum yavru balıklar tutuyorum bira içiyorum
ama uyumla aram hiç uyumlulaşmıyor içimdeki isyankar güdü her zaman tam ortamızda konuşmamıza izin vermiyor çarka dahil olmamı istemiyor
kalemimle ve kağıdımla kayığımda nehrin sessizliğiyle konuşuyorum balık tutuyorum ve Bob Dylan dinliyorum
kendimle benden ne istediği konusunu konuşmak istiyorum yeterince sessiz kalamıyoruz birbirimizi anlamıyoruz
sonra bir oda daha değiştiriyorum çantamda kalan son viskiyi açıyorum tabancamı kontrol ediyorum gözlerimi açıyorum
bana bir ayna uzatıyor aynanın içinden kırmızı gövdeli haplar dökülüyor benden ne yapmamı istediğini soruyorum kendime cevap alamıyorum
yanımdan ayıramadığım yalnızlığım, hezeyanlarım ve sessizliğim kendim ve ben gözlerimi kapattığımda ve tetiği çektiğimde duvarda o kadar da kötü durmayan kan izinde kayboluyorlar
sonra bir oda daha değiştiriyorum tatlı 16’lıkla kahkahalarımız şehri aşıyor bir şeyler içiyor ve soluyoruz entelektüel ibneler gibi kelimeler çeviriyoruz bulunduğumuz anı ve anlamsız kafamızı sadeleştirecek sözcükler arıyoruz saatlerce deniyoruz ve sonra bir ot daha yakıyoruz
Seçkin Öztürk 27
Sessiz Rögar Kapağı Taksimde siren sesleri yankılanıyor Üsküdarda vapur bacaları. Karaköyde fahişe sesleri İşin içine devlet girdi. Tek düze vergileniyor hayalim Biber gazlarına alışığım artık Limon sıkınca geçiyormuş Kahretsin limona da zam geldi. Yarın görüşemeyiz sevgilim Ellerini tutamam eskisi gibi Sarılamam öyle ulu orta Diyanet sekse yasak getirdi. Bebeğim canımı çok sıktın Bir kerelikti anlamadın Koronaya yakalanırsak Negatifi 400, pozitifi karantina İşte öyle sevgilim Her film gibi bende bittim Yazdım diye işten olmazsam İlk maaşımla vergi ödeyeceğim.
28
Kanyak, Kahve ve Dahası Üç farklı adamla oturuyorum geceleri Birine, kanyak aldım sussun diye. Okyanusun ortasında bir sandaldayız Rotamız yok, kaptanımız dalgalar. Umarsız ve umutsuzuz bugün Yelkenlerimize sırtımızı döndük. Yırtıp attık yarınları, Zaman kavramından vazgeçtik Diğeriyle kahvelerimizi tokuştururken. “cheers darlin-damien rice”
Öyle ya ölmek gerekirdi bazen, yeniden doğabilmek için İnsan oğlunun en kötü yaptığı şey yaşamaktı çoğu zaman Küllerinden doğmayı bilmiyordu hüznün sonbaharı Ellerinde Simurg taşıdığından bihaber yaşıyordu Buna yaşamak denirse tabi Her şeyi deniyor, her şeyi yapıyorduk da Susamıyorduk gerektiği yerde Süslenip süslenip çıkıyorduk maskelerimizle sokaklara Yalandan kahkahalar ve yalandan sözcüklerle Yine de aynalara ağlamayı beceremiyorduk Kendimizi maskesiz görmeye alışkın olmadığımızdan Kalk da bir kadeh doldur! Ben sigaramı yakacağım Beğenmediğin yağlı aspiratör ışığının altından. Kirpiklerinde süzülen hüznün satırları Yaşamı sorgulatıyor ve Yağmurları seyrediyorum Dört köşeli bir pencereden. Yarınlara uyanmak istemiyorum artık Artık, artıklarım da olsun istemiyorum Yürümüyorum eskisi gibi uzaklara Karanlığın son demindeyim. Hey sen, daha önce karşılaştık mı? Hatırladın mı bu sokakları? Hiç geçmişmiydin bensizliğimden, Hiç olmuş muydun karanlığımda? Kayboluyorum şu sikik sokaklarda Yok oluyor teker teker hislerim. Hepsi birer birer dolduruluyor Deney tüplerine, şırıngalarla. Bir fare olsaydım bilirdim bu duyguyu Bir maymun olsaydım anlardım *17 yaşında kalamayanlara ithaf edilmiştir.* Bir insan olsaydım hükmedebilirdim Sana ve bir başkasına
Harun Talay
29
sirtaki edilmiş bir yüreğin nabzı sırtı kambur bir şehrin şişesi saydam sarhoşları diziliyor kaldırımlara kadınsa mahşerin dört atlısı çenesinde de kalmış bir dudak payı halbuki bilmez, dili peltektir bu kentin ağzı bozuk plakası ezgisi yitik bir gecekondunun dumanı kara bacası kirletiyor gökyüzünü üşüdüğünde parmak uçları bir morgun ölüm soğuğunda her şey ama her şey için çok geç naralarını iki sokak öteden işitiyor kabzeni 30
teninde raks eden bir elektroşok cihazı di’li geçmiş zamanın takılıyor ağına berrak bir su birikintisinde yıkadığın ellerin kıskıvrak yakalanıyor köşe başında ki merhem bellediğin o yuva geriliyor İsa’nın çarmıhında.
Pelin Elmalı
man /şet rüyalardan geliyoruz rüyalardan! kabuslara gebe bir tutam laçka / üç diş mahzuni yoktur garip ki olanın cebi ıskalar ensenden bir hışım rüzgâr kervanlardan geliyoruz hey sen, öteki! bir kilo münzevi / üç dal cigara vardır tuhaf ki çehrenin astarı yüzer derinden bir çizik jilet çemberin dışından geliyoruz dışından! belleğe körebe bir kaşık su / üç damla nefret böyledir ilginç ki nasırların katranı ovalar sırtından bir gece ülfet ülfet. 31
Alice Berbat Bir Diyarda Ölülerle konuşmak mümkün değilse de ölmek üzere olanlarla konuşmak da en az onun kadar sarsıcı bir deneyim. Ortada bir kumar masası var. Zarlar havada ve çürümek ihtimal dâhilinde. Çürümenin önüne geçemeyiz. Tıpkı buzdolabında unutulmuş meyveler gibiyiz. Zaman bütün kayıtsızlığıyla işleyen bir makineyken bizler koparılmış birer meyve olarak ölümün soğuğunu içerliyoruz. Öğle haberleri, bütün odayı kaplayan hastane yatağı, koldaki serum, (can yakıcı, kaşındırıcı) derideki dikişler (ağrılı, sızılı) ve kirlenmiş havada arayıp bulduğumuz zorlayıcı nefesler… Soyutlanmış bir başka dünyada, dünyaların en berbatındayım: Alice Berbat Bir Diyarda. Ailesi tarafından zekâ geriliği teşhisi koyulan Alice koyu kahve gözlerini çevreleyen geniş koyuluklardan daha koyu bir tene sahip tıknaz bir kızdı. Gırtlağında çatallanan sesi çakmak taşlarını birbirine sürttüğünüzde çıkan sese benzerdi. Konuşurken ellerini hiçbir şey ifade etmeyecek biçimde sallayıp durur, ellerin bu garip dansını mı yoksa söylenenleri mi takip etmek gerektiğini şaşırırdım. Ayrıca bu eller kemikli ve etliydi. Kalın siyah tüylerle çevrili yüzünü avuçları içine oturtup birisi kendisine emir verene kadar öylece dururdu. Evet, emir alırdı. Komutlarla harekete geçer pek az şeyi kendi arzusuyla yapardı. Bu zamana kadar kimse onun kişiliği olabileceğini aklından bile geçirmedi. Olabilecek bütün kişisel özellikler akşamları hava soğumaya başladığında çerçöple birlikte sobada yakılırdı. Belki uzayan gecelerde uykusundan biraz çalarak bu soba alevinin tavana vuran kızıl yansımasını seyrederdi. Neler görünmezdi bu değişken yansımada. Çılgınca dans eden cinler, saçları dalgalanan güzel kızlar, eğlenceler hatta müzik. Bir süre sonra zaten kömür olan gözleri tutuşur tümüyle kendini orada, o eğlencenin içinde bulurdu. Alice, benim talihsiz kuzenimdi. Trenin ağır penceresini kaldırdı. Yeşermiş ekinlerin taze vücutlarından yayılan nefis bir rüzgâr girdi kompartımana. Halinden memnun gülümsüyordu. Dirseklerini pervaza dayadı. Altımızdaki korkunç canavarın tekrarlayan gürültüsüyle sağır kesilmiştik. Tabii böylesine cüretkâr bir girişimin engellenmesi gecikmedi. “Otur şuraya. N’oluyorsun!” “Ayazı yiyecek sonra uğraşdur.” Geri kalan bir saat boyunca birbirimizin suratına baktık. İstasyona indiğimizde ruhum valizimden daha ağırdı. Taşıyamadım. Arkalarından yetişeceğimi söyleyip gitmelerini bekledim. Biraz uzaklaştıklarında yoksulluklarını daha iyi görüyordum. Babanın ayak sürüyüşü, annenin tiftiklenmiş paltosu, rüzgârın dağınık saçlarıyla şımarık bir çocuk gibi oynaması ve hepsinin üzerindeki aldırış etmeyiş nedense beni üzüyordu. Ne yapabilirdim? Kalbini kesmişlerdi. Ameliyatı gözümde canlandırmaya gayret ettim. Kalbe kan taşıyan ana damarın üzerindeki sinir, damara baskı yapıyordu. Bir goncanın üstelik kâğıttan bir goncanın yapraklarına su taşıyan ince dalına dayanmış kaba bir bahçe makası onu tehdit ediyordu. Şimdilik makas durmuş. Göğüs bu haliyle kapatılmıştı. Zarlar havada dönüyor ve kimse emir veremiyordu. Öl ya da yaşa. Bu sefer karar ona bırakılıyordu.
32
Eve varıp yalnız kalınca onun için yeni bir kalp çizmek istiyorum. Bulabildiğim en canlı kırmızıyla tıpkı sobadan yansıyan alevler gibi hareketli, ateşle beslenen bir kalp… Yorulmuş, küskün kalbini çıkarıp atmak bir daha eskimeyecek hatta orada olduğunu bile fark etmeyeceği bir kalp koymak istiyorum. Fakat beceriksizce ağlamaktan öteye geçemiyorum. Bunu bile hakkıyla yapamıyorum. Devamındaki günlerde kirli suların aktığı dar sokaklarda gezinip bir şeyler aranıyorum, hırpani kedilere soruyorum. “Var mıdır bildiğiniz bir kalp?” Pis ağızlarını yalayıp sırıtıyorlar. İçlerinden daha insaflı olan bir tekir başını sallıyor. Çaresiz yürüyüp gidiyorum. Ardımdan kikirdediklerini duyuyorum. Alice, benim biçare kuzenim seni sağlam bir kaya gibi görmekle nasıl da yanılmışım. Kırılacağını, kendi damarlarının bile seni sıktığını göremedim. Babaannemizin kaktüslerini besleyen, neredeyse taşlaşmış saksılardaki topraklar gibiydin. Kimse sona dokunmaz sen kimseyle konuşamazdın. Muhakkak o sinir bunun için büyüdü. Söylemediğin sözler birikip bir noktada sıkıştılar ve orada bir sinir meydana getirdiler. Tam da hayatının üzerinde tam da kalbinin üzerinde! Halam bir ayağını altına almış mutfaktaki kanepede oturuyor, onun aylaklık etmesine hırslanan annem bulaşıkları hiddetle yıkıyor ve ben bu ikisi arasındaki gergin tellerin üzerinde çocukluğun bütün kıt anlayışıyla dolanıp duruyorum. Fesleğenlerin sıralandığı pencereden içeriye giren bir parça gönülsüz ışık, sigara dumanları arasında kayboluyor. Nihayet turkuazı yer yer küflenmiş demir kapı açılınca arka bahçeye çıkıyorum. Burada cılız bir kara erik ile kayısı ağacı yan yana iki kardeş gibi büyümüş. Rutubetten yeşermiş alçak balkondan birkaç basamakla iniyorum. Uzun ve dar bahçede birkaç yabani ot ancak yetişebiliyor. Karşıda başka bir evin daha geniş balkonuyla daha bakımsız bahçesi bizimkinden bir sıra kaba taşla ayrılmış. İlerideki köşe yan komşumuzun sıvasız kırmızı tuğlaları görünen odunluğuyla kapanmış. Daha gerilerde yabancı evlerin çarpık, iç içe geçmiş bahçeleri, öteberiyle dolu balkonları çözümsüz bir manzara oluşturuyor. Sokakta oynayan çocukların sesleri buraya incelerek ulaşıyor ve üzerimde hiçbir etki yaratmadan, yağmursuz bir bulut gibi dolanıp dururken ben bu tuhaf bahçeyi keşfediyorum. Odunluğun oraya ısrarla fidan dikiliyor, incir öldükten sonra hatırlayamadığım başka bir fidan o da kuruyunca bir kayısı daha ve nihayet bu sonuncusu toprağa tutunduktan sonra kanatlarını açıp köşeye iyice yerleşiyor. Benimle birlikte büyümeye başlıyor. Dedemin o heybetli vücudu vakumlanmış gibi büzüşmüş, dolgun yanaklarındaki etler sanki cımbızla çekilmiş. Onu böyle çürümüş halde kahveden eve giderken görüyorum. Beni tanımıyor. Görmeden bir hayalet gibi geçip gidiyor. Birkaç hafta sonra ikinci kattaki yatak odasının penceresinden köşedeki kayısıya uzanıyor. Ev ile tutunduğu dal arasında asılı kalınca korkuyla tıpkı eski günlerde olduğu gibi gürlüyor. Bu tanıdık gök gürültüsü oğlunun uyuşuk zihnine bir çuvaldız gibi batıyor, yattığı paçavraların üzerinden sıçrayıp bahçeye koşuyor fakat daha mutfağa seğirtirken bunun diğerlerinden farklı olduğunu anlıyor. Bu seferki gürültünün sonuçsuz tehditlerden olmadığını hissediyor. O gün için ta derinlerinde
33
sakladığı bir iki damlalık yaş koşarken dökülüyor ve bir zamanlar benim yalnız başıma oynadığım, şimdilerde üzeri salyangozların yaldızlı izleriyle süslenmiş kuru toprakta dedemin parçalanmış bedeniyle karşılaşıyor. Önünde böyle biçimsiz ve rahatsızca yığılmış babasını düzeltmeye onu yeniden yaşatmaya bir çare arıyor. Bunun da o iğrenç rüyalarından biri olmasını, asla anlaşamadığı bu aksi ihtiyarın yeniden gözlerini açıp ağzındaki kanları etrafa saçarak küfretmesini diliyor. Ama hayır, bu hafiflemiş beden çoktan terk edilmiş. İçindeki son öfke bütün ömrünce sıktığı çocukları gibi avucunda ezdiği olgun zerdalilerden çıkmış. Ara sokaktan çıkıp bana yetişen halamın darmadağın saçlarını artık taramak, onu biraz tutup oturmak, konuşmak istiyorum. Fakat asla konuşmuyoruz. Birbirine benzeyen gözlerimizde yalnızca bakmakla yetiniyoruz. Geçmişimizi örerken tırnaklarımızı birbirimize geçirip kanatmış ve o kadar büyük lokmalar ısırmışız ki her birimizin büyük bir parçası diğerinde kalmış. Böylece avlandığımızı sanarak doyduğumuza inanmışız. Gerçekteyse herkeste bir başkasının hatırası var. Şimdi bir hastane odasında kayıtsız, yarı baygın halde konuştuğumuzda söylenenler birer tirat gibi duruyor. Başkalarının, başka bir ailenin sohbeti gibi geliyor kulağa. Biz o büyük evde bir hengâme içinde yaşadık ve orada kaldık. Kimse ölmedi, kimse gitmedi. O evde çaresiz çocuklar, kavgalı eşler, kırılan mobilyalar, yakılan iğne oyaları, çalınan paralar, sofralar, düğünler, gülüşmeler hepsi hala orada ve devir daim yaparak yaşanıyor. Belki bizler tarafından değil fakat eve sinmiş ruhlarımız yaşıyor bunları. İşte Alice sen de belki büyüdün belki öleceksin ama bizler için hep o büyük evde aşağı yukarı koşuşturan, herkes tarafından iteklenen bir kız çocuğu olarak kalacaksın. Bense bazı geceler gelip dolanacağım. Geçen yılların ders kitaplarını attığımız bodrum katından, karanlık ve soğuk bir cehennemden çıkar gibi çıkıp geleceğim. Ocakta kaynayan çorbanın, kesilen kavunların, kızaran balıkların taşındığı sofradayken hepimiz odalara girip çıkacağım. Naftalin kokulu dolaplarımızı açacağım, oyuncaklarımız gibi kırık, aynalarımız gibi bir yerinden çatlamış halde gezineceğim buralarda. Sana bir kalp bulamadım.
34
Karşılıksız daha boğulmak yüzeye doğru gergin kanat açmış bir yılanın tehditlerinden ummak dahası lahdin içinde daralan zamanı seviyordu yarıya inmiş benliğim yorgun nehirler gibi akıyor saçların kürkünü kazımış tuhaf hayvanlarla demir taşlar bölüşüp saydıktan sonra epey bir yol yürüyüp son sahilde antropolojik, romantik bir şeyler içtik beklenmedik gayzerler gibi açılıyor gözlerin hastalıklı bir dilde konuşuyoruz veba yıllarını anımsatan kalabalıkla derken onlar yalnızca birer gölge sen açık kalmış bir radyo oluyorsun neyse ki bulantımın uçucu bir içeriği var
Seren Ay Şahin
35
DAĞINIKLIK Sırtımda bir şey taşırım; Dağ gibi ağır. Başım dumanlı, önümü göremem, Kulaklarım sağır. Dertler bir ayı pençesi gibi, Her şeyi yüzüme vurur. Ben de bilirim elbet; Bir baltaya sap olamadığımı. Burnumu da sokmam öyle, Olan ve olmakta olan şeylere. Ama mevzu bahis senin; Fırtınalardan kurtulmuş gözlerinse, Bütün kirpiklerimi tek tek kopartıp; Dileğimin gerçekleşmesini isterim. Saatimi kurup yanında uyanmanın, Eşsiz hayalini kurarım. Ve sonra evi toplarım biraz; Kıyıda köşede bırakılmış hayallerim, Seni düşünerek geçirdiğim tüm zamanları; Doldurur siyah bir poşete, Dışarı çıkarım. Önce çöpleri, Sonra kendimi atmaya…
Elif Karagözlü
36
Sahi Alnında Ne Yazıyor Senin? Tükenmişliğime bir yeni sendrom ekleyip köşklerden kaçasım var. Peşimde baltasıyla bir kurban Ve hasbelkader yine gecelerin hayin sessizliği... Sırtımda bir ton sivrisinek keskin bıçkın bıçak Delikanlıları sarhoş olur mahallenizin. Ve dahi müzik kutumuz artık boştur Lütfen çeyrekliklerinizi başka şeyhlere saklayınız Zira Nazım’ın memleketi yok artık Buralara hep dut dikmeliydik Mısırlı paşa dedemiz sandukalarını şarapla doldurmadan öncesi Sahi alnında ne yazıyor senin? Deşarj edilmiş binalardan nefret etmiyorum Benim nefretim dışardaki baylara ve kuşlara Uğulduyorlar ve kulaklarım... Midasın kulaklarına ne kadar fark atarlar? Ya da hangi gezeğenler güneşe tur atar? Enayi Plütonun alnını karışla karıştırmalı... Sahi alnında ne yazıyor senin?
SAVFAM
37
ZAHİR İçimiz ezilmekteyken yüzümüzü boşluğa çeviriyor ve herhangi bir kuşku duymuyorduk. Çaresizlik, öylesine uzun bir zamandır bizimleydi ki kuşku, şüphe yerini sakin bir kabullenişe bırakmıştı. Lakin ürpertici, içinde soğuk rüzgarlar estiren o his, kompleks insan işleyişinin inkarı gibi, sanki insanlığın yeni bir türü, amacı gibi geliyordu. Dünyadaki tüm içi boşaltılmış meselelerinden fersah fersah uzakta olan bir ‘tür’ keşfi gibiydi. Makul olarak gösterilen dünyayı kabullenemeyip, idealize bir dünya yaratmaktan çok, insan türü yaratmaya benziyordu. Anladık sonra, geri dönüş yok. Birbirimize baktık, gözlerimizde mâna aradık, belki bedenlerimizde bir arzu, derinlerimizde duygu. Bu bir ruhani savaş değildi, olamazdı. Mâna, arzu, duygu kaybedilen mi yoksa kaçınılan bir veba mıydı? Sorular insanı pek çok yere götürürdü sorular insanı hiçbir yere götürmezdi. Bu türün kuralı, beynin muazzam şekilde soru üretip muntazam bir şekilde susması idi. Böylece zihinde pek çok yere yolculuk yaparken , tek aklın sınırlılığı karşında aslında hiçbir yere ilerlenildiği yoktu. Ki, yapayalnız sıyrıldık biz, yapayalnız, çırılçıplak. Korkunç sesler, sonsuzluğu andıran geceler.. Bir biz vardık, biz, kendimiz. Bu acıyı bölüşmeye çalıştığımızda, böyle bir şeyin mümkünatına inandığımızda yahut kendimizi inandırmaya çalıştığımızda her şey sona erdi. Bizi ne korkunç geceler, ne dayanılmaz çığlıklar ne biçimsiz silüetler bitirdi. Kendimizde bulamadığımız anlamları karşı gözlerde aradığımız an yittik. Başka dillerde kıymet, mâna, anlam aradığımız müddetçe kaybolduk. En nihayetinde bizi yine kendimiz bitirdik; başka ellere bırakarak. Şeyda Samancı
38
gölge Muhtemelen beni Grubu zamansızca terk eden Syd Barret gibi görüyorsunuz Bir gün çıkagelsem bile tanınmaz bir halde olacağımı Ya da artık aynı frekansta olmadığımızı biliyorsunuz Aslında ben şu karanlık evrende Bir ateş böceği olmayı tercih ettim Kendimce yol gösterebileceğimi düşünerek Acizane ufak bir çırpınış Kanat çırpış, her defasında yanışımla Belki de küçük bir şeylerin içinde Anka kuşunun ruhu misali Haklısın, Pink Floyd ölmedi, moruk: Müzik bir din ise tanrısı kesinlikle Pink Floyd’dur Ölümsüz olmak işte tam budur “Hatırla genç olduğun günleri, hani güneş gibi parladığın. Parılda çılgın elmas! Şimdi gözlerindeki bakış, göklerdeki kara delikler gibi.” Eğer Syd gitmeseydi, bu parça hiç var olmayacaktı, Hiç zihnimizin dehlizlerinde yankılanmayacak Ve anlam bulamayacaktı Asıl karadelik budur moruk
Anıl Sinan
39
. . PIRAMIT
Ahmet Bilal Yeniceli
I
Bir garip dünyamız , dolaşıyor ölüler aramızda Kısılmış gözlerime düşüyor güneş ve yüzümdeki çizgilerin arasında Kayboluyor Beyaz porselenler kesiyor mermeri Savunmasız dünyanın savunmasız külleri, rüzgarla olan savaşını kaybediyor Ağır ağır adımlarıyla bir mülteci kaçıyor Avrupa’ya Tam kapımın önünden! Valizinin tekerlerinin çaresiz ritimleri Koro halinde haykırıyor ve küfrediyor içimdeki kendini bilmez güruh! Çünkü hiç olmadığı kadar bir garip dünyamız Bir silah ateşleniyor çok uzağımda bir yerlerde Düşüyor yere dünyaya gelişlerin en büyük pişmanlığı, tamamlanamamış umutlarıyla çocuklar Düşleyemediği mutlulukları dizili boğazlarına Çok değil belki binlerce yıl önce, boğazlarında dizili olmasa da bir şeyler büyüklerinin, Onların da urgan izi vardı yaprak gibi sallanmadan az evvel Hiç önemi yok bu boku yemiş dünyanın içinde malikane sahibi siyasetçiler için Çünkü zaten sıcak bedenleri, çünkü zaten şişik karınları, çünkü zaten sahibi onlar dünyanın II Bir garip dünyamız Ciğerleri su topladı bu kaldırımların Bu nankörlerin yok ettiği bir kara parçası artık üstünde durduğun Hiç bir suçun olmasa da kendi sonunu kendin getiriyor bir bataklıkta olmadığını zannederken çırpınmayı bırakıyorsun ve bu şüphe seni fare leşi gibi akbabaların ayakları altına seriyor Yavaşça doğrulup kusmuk içinde parkeden kafanı kaldırdığında Ya uyandığın için pişman olursun bu dünyaya Ya da ölmediğin için yaşamak derler varlığına Sen mutluluğunu bulduğunda hepsi sona eriyor İşte bu kadar bir garip dünyamız Zaten acıyla dolu oluşu acıtmıyorken canını Kendine gelip müziğin sesini açıyorsun Böyle zamanlarda hiçbir şey olmasa bile dün gece her zaman bir şey olmuştur İnsanlar gelip geçer yanından önemi yok Tıpkı tanıdıkların gibi önemi yok Bana zaten bildiklerimi söylemek konusunda usta olanlar Her defasında gözlerimde bir şey olup olmadığını sorgulayanlar Yalnızken seni korkutandan daha fazla ürkünç değil benliğin Sen mutluluğunu bulduğunda sona eriyor tüm melankoli Bir tarafta da yaşanmaya devam ediyor sana uzaklığıyla korkular, bombalar, ölümler, acılar Ama sen zaten hepsini biliyor oluyorsun Çünkü bir garip bu dünyamız.
40
A T Ö L Y E
Benim Adım Umut
Umut Akıncı
İsmimin hakkını vermeye çalışıyorum Düşler gezegeninde yaşıyorum Bundan mütevellit Hep içimde bir umut Bir tutam umudu Galaksiler kadar koca yüreğimde taşıyorum Benim adım Umut Düşler gezegeninde yanıyorum
42
UÇMAK Gökyüzünde uçmak, çılgınlıktır adamım Gökyüzünde uçmak, görkemliliktir Üzülüyorum uçamayanlara Uçmak, kuşlara özgü değildir İnsanlarda uçar gecenin gölgesinde Kuşların üstünde Veya uzayın eteklerinde Uçuyorum adamım Uçuyorum Sahil kenarında sızmış bir keşin birasına tükürüyorum Bağımlı bir adamın eroinlerine sıçıyorum Ya da Güneşin kızına benzeyen sarışın bir kadının güzel saçlarına Şans sanıyor Güneşin kızına benzeyen sarışın kadın Benim dünyamda erdemli olan Onun dünyasında sadece kokuşmuş, pislik olan dışkımı Tamamen saçmalık adamım Tamamen saçmalık Süzülüyorum bulutların arasından
Karanlığının zemheriyle ruhumu hapseden Uzaya gidiyorum Uzay içine çekiyor beni tüm kararlılığıyla Kocaman gülümsemesi olan Ay’a selam veriyorum Aydınlatıyor içimi beyaz teniyle Oradan gecenin derinliğine iniyorum Gidiyorum kızıl afetim olan sevgili Mars’a Mars kızıl saçlarıyla şarap uzatıyor Neptün ise kıskanıyor beni biraz Ama olsun Çok kıyak yer adamım burası Çok kıyak yer Uçmak, ruhumun özgür hissettiği tek yer Uçmak, kayboluşlarımın sebebi Uçmak, dünyamın en değerli nefesi Sizde uçun adamım Sizde uçun
Sude Nur Uluer
43
Ev Evimin içinde bir şeyler var Tavan arasında ve battaniyemin altında, İnsanlık denen mahremiyetimde, Çatının ve bakir etimin altında bir şeyler var Evimin her köşesi sarsıyor beni Her kapının kirişinden sallanıyor günler Pazartesi -bir kara gün seçinÇarşamba -bir kara günü öldürmek içinCumartesi -bir başka isyanı teşvik edinEvimin duvarlarını kazıyorum ve Akan acılarımı evsizilere bahşediyorum Canımı evsizlere sunuyorum Kromotoryumu doldurup, Bulvarları azad edin 44
Deniz Karadaş
fark etmeden
eren keskin
Fark etmeden değişmişim Fark etmeden değişmiş her şey Kış uykusundan uyanmış artık ruhum Çivisi çıkmış dünyaya meydan okuyor Dünyayı karşısına almış Mutluluk neydi onu konuşuyor Kimine göre ciklet kimine göre bir bisiklet Belki şöhret belki şahsiyet Belki iyileşmek belki ölmek Boşa dönen dünya hep başa dönüyor Mutluluk yoktur diyorum ben Hayat kumarını oynuyor Çalıştır kafayı Zamanımız daralıyor
45
HİNDİSTAN VE HİNDİSTAN BAĞIMSIZ HAREKETİNİN RUHANİ LİDERİ: MAHATMA GANDİ Her zaman güler yüzüyle tanınan, bağımsızlık için yıllarca direniş gösteren, özlü sözleriyle insanlık adına ufuk açmış olan ve beni derinden etkileyen bir liderin hayat hikayesini anlatmak üzereyim sizlere. 2 Ekim 1869’da aslında Hindistan için bir güneş doğdu. Ama hiç kimse bunun farkında değildi. Bu güneş, asıl adı Mohandas Karamçand Gandi olan Mahatma Gandiydi. Gandi, ne çok zengin ne çok fakir olan orta dereceli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Porbandar’da doğmuş olan Gandi’nin babası, Porbandar’ın baş veziriydi. Gandi’nin babası, dört evlilik yapmış olup, üç evliliğindeki eşleri bilinmeyen bir sebepten dolayı hayatını kaybetti. Dördüncü evliliğini Gandi’nin annesi olan çok dindar bir Hindu ile gerçekleştirdi. Çok dindar olduğu için Gandi’yi de bu şekilde yetiştirdi. Annesi Gandi’ye et yememe, canlılara zarar vermeme gibi kazanımları küçük yaştan itibaren aşılamayı başarmıştı. Gandi, 13 yaşına geldiğinde ise annesi ve babası kendilerinin ayarladığı bir kızla evlenmesini istediler. Zaten dindar bir ailede büyümüş olan Gandi, annesi ve babasının isteklerini kabul ederek ayarladıkları kızla evlendi. Gandi 17 yaşında baba oldu. Aslında 5 çocuk babasıydı fakat ilk çocukları bebekken öldü. Gandi okul hayatında sıradan bir öğrenciydi. İlk önce Hindistan’da üniversiteye başladı fakat devam etmemeye karar vererek ailesinin yanına döndü. Sonrasında aile dostu olan bir Hindu rahibi, Gandi’nin fikrini değiştirdi ve avukat olan abisinin de desteğiyle İngiltere’ye tekrar hukuk okumaya gitti. Annesi ve eşi İngiltere’ye gitmesini hiç istemediler. Bunun üzerine Gandi, annesi ve eşine et yemeyeceğine, alkol içmeyeceğine ve hiçbir kadına dokunmayacağına dair yemin etti. Gandi,1888’de avukat olmak için aslında dize getirmiş olduğu İngiltere İmparatorluğu’nun başkentine University College London’a gitti. Buradaki hayatı Hindistan’dan farksızdı. Annesinin yetiştirdiği şekilde yaşamaya devam etti. Et yemiyor, alkol içmiyor ve seksten uzak duruyordu. Fakat bunları sadece annesi söylediği için yapmıyordu. Durmadan kitap okuyor, yeni bilgiler öğreniyordu. Aslında kendi doğrularını da bulmaya çalışıyordu. Hindistan’daki yaşantısından farkı ise hayatına renk katan dans, keman, hitabet ve Fransızca dersleriydi. Daha sonra etyemezlik üzerine okuduğu kitapların etkisiyle bir ‘Vejeteryanlar Derneği’ne katıldı. Gandi, avukatlık eğitimini bitirince İngiltere ve Galler barosuna girdi. Daha sonra Hindistan’da mesleğini icra etmeye karar verdi. Bunun üzerine Hindistan’a döndü. Hindistan’a geri döndüğünde annesinin vefat ettiğini ve bu durumun kendisinden saklandığını öğrendi. Kariyerinde ise 2 yıl başarı gösteremedi. Şansını başka mesleklerde de denemeyi ihmal etmedi. İlk önce bir okulda lise öğretmeni olarak çalışmaya başladı ama öğretmenlikte de istediği başarıya ulaşamadı. Öğretmenlik deneyiminden sonra Rajkot’a dönerek arzuhalcilik yapmaya başladı. Fakat bu
46
sefer de bir Britanya subayıyla sorun yaşayan Gandi’nin bu işi de istediği gibi olmadı. 1893’te ise şansını başka bir yerde, Güney Afrika’daki Natal’da denemeye karar verdi. Bu deneme, bir tanıdık üzerinden Güney Afrikada’ki bir şirketin Hintli avukat aramasını öğrenmesiyle başladı. Burada ayrımcılığın gerçek yüzü ile tanıştı. Güney Afrika’ya vardığında beyaz olmayanların 2. sınıf bir vatandaş olduğu bir dünyayla karşı karşıyaydı. İlk önce yolculuk esnasında yerini bir beyaza vermediği için trenden atıldı. Bunun üzerine yoluna at arabasıyla devam etmeye karar verdi. Bu sefer de at arabasının sürücüsü, tekerleğin üstünde yolculuk yapmasını söyledi. Çünkü araba sürücüsü Gandi’nin yerine Avrupalı bir yolcuya yer açma derdindeydi. Gandi elbette ki bunu kabul etmedi ve araba sürücüsü tarafından hakaret ve şiddete maruz kaldı. Güney Afrika’da çeşitli zorluklarla karşılaştı. Yolculuğu esnasında beyaz olmadığı için bazı oteller barınmasına izin vermedi. Sarığı ile avukatlık yapılmasına izin verilmedi, kaldırımlar sadece beyazların kullanımına açıktı, Hintliler mülk sahibi olamıyordu ve özel izin almadan da gece dışarı çıkmaları yasaktı. İşte tüm bu yaşadıkları hayatının dönüm noktası oldu. Burada geçirdiği zaman boyunca da Hintlileri hakları konusunda bilgilendirmeye çalıştı. Aslında Gandi, Güney Afrika’ya sadece 1 yıl için gelmişti. Hatta çalıştığı şirketle 1 yıllık kontrat imzalamıştı. Fakat Hindistanlılara karşı yeni yasa tasarılarını öğrenince burada kalıp onlarla mücadele etmeye karar verdi. Hintlilerin yaşadığı haksızlıklara karşı çıkabilmek için çok çabaladı Gandi. 1894 yılında ‘Natal Hint Kongre’sini kurarak tüm Hintlileri bu çatı altında topladı. Gandi, İngiltere Hintlilerin hem hakları hem de vazifeleriyle eşit görülmesi gereken beyaz yurttaşlardan hiçbir farklarının olmadığını anlatmak amacıyla İngiltere ve Avrupa yerleşimcileri arasında çıkan Boar Savaşı’nda İngiltere’ye destek olmak için 1.100 gönüllü Hintliden oluşan bir sedye grubu kurdu ve aynı şekilde İngilizlerin siyahi Zula kabilesini bastırmak için yine gönüllü toplayarak savaşa destek olmalarını sağladı. İngilizler bu savaştan zaferle çıkmasına rağmen Hintlilerin durumunda hiçbir değişme olmadı. 1906 yılında Hintlileri zorla kayıt altına almaya yönelik bir yasa kabul edildi. Gandi, elbette ki bu yasayla mücadele etti. Kayıt kartlarını yırtıp atma, kayıt olmayı reddetme, başkaldırısında aç kalma gibi eylemlerde bulundu. Tüm bu eylemler 7 yıl sürdü. Dikkat ettiniz mi bilmiyorum ama bu eylemlerin hiç birinde en ufak bir şiddet unsuru bulunmuyor. Çünkü Gandizm’de şiddetin her türlüsü yasak kabul edilmişti. Gandizm’in temelleri her zaman şiddetsizlik üzerine kuruldu. Gandi yaşadığı tüm şiddetlere tüm ayrımcılığa rağmen, tek bir damla bile kan dökmeden halkını bağımsızlığa götürmüş olan bir lider. Fakat şiddete hiç maruz kalmamış, günümüzde her şeyi şiddetle çözmeye çalışan çok insan var. Ama unutulmaması gereken bir şey var. “Sıkılmış bir yumrukla hiçbir zaman el sıkışamazsınız.” Aynı yıl İngilizlerin ağır vergilerine karşı yerliler ayaklandı ve bu ayaklanmayla Zulu Savaşı başladı. Gandi, bu savaşa Hintlileri asker olarak sokarsa vatandaşlık kazanabileceklerini düşündü ve Yönetimi ikna etmeye çalıştı. Fakat askere alma yönetimi Hintlileri aşağıladı. Bunu gören Gandi daha sonra buna karşı çıkılması için çalışmaya başladı. 1915 yılında ülkesine dönüp, ‘Hindistan Bağımsız Kongresi’ne katıldı. 1918 yılında ise yoksulluk için mücadele etti. Britanyalılar, aşırı yoksul, sağlıksız ve ümidini kesmiş olarak yaşayan köylülere ağır vergiler bağlamıştı. Gandi ilk olarak yol arkadaşlarıyla birlikte bu köylülerin durumunu araştırıp, köylülerin durumunu kayıt altına aldı. Daha sonra da Çamparan’da aşram kurdu. Bilmeyenler için hemen söyleyeyim; aşram aslında bir yaşam alanı demek. İnsanların inzivaya çekildiği ve yoksullara yiyecek, sağlık ve eğitim hizmetlerinin verildiği bir merkez. Sanskritçe bir isim ve ormanlık alanlarda, huzurlu bir yaşam sürmeye imkan yaratan yapılar olarak ifade ediliyor. Varlığı ise milattan önce 4000 yılına kadar uzanıyor. Gandi kendi ve Hintli gönüllülerle birlikte aşram kurduktan sonra ağır vergilere maruz kalmış yoksul köylülerinde burada yaşamalarını sağladı. Burada yeni okul ve hastane yapılmasını sağlayarak birçok insanın sevgisini kazandı. Bir süre sonra huzursuzluk çıkardığı nedeniyle tutuklandı. Gandi’nin tutuklandığını gören halk elbette tepkisiz kalmadı. Yüz binlerce insan karakol ve hapishane önlerine dökülerek Gandi’nin serbest bırakılması için protestolar düzenledi. Yapılan eylemler amacına ulaşmıştı ve Gandi yeniden özgürdü… Gandi cezaevinden çıkınca aklında olan tek şey yoksul köylüler için müzakere yapmaktı. Müzakereleri yaptı ve başarıya ulaştı. Gandi’ye “Mahatma” (Yüce ruh) ve “Baqu” (Baba) unvanları da bu yıllarda verildi. Yıl 1921 Aralık ayını gösterdiğinde Gandi Hindistan Ulusal Kongresinin başına getirildi. Bu aşamada yaptığı ilk iş Britanya mallarını boykot etmek oldu. Kocaman bir ateş yakıldı ve İngiliz marka kıyafetler cayır cayır yandı. Hint halkına “swadeshi” ilkesini benimsetti. Yani artık kendi mallarını üreterek, yabancı malları kullanmayacaklardı. Herkes “khadi” adı verilen Hint kumaşını üretmeye başladı. “Swadeshi” ilkesi hemen hemen her alanda kullanıldı. Hatta bu ilkenin yüzünden en sonunda çok şiddetli bir çatışma çıktı. İşin içine şiddet girince de Gandi “swadeshi” ilkesine hemen son verdi. Çünkü şimdiye kadar yaptığı tüm çabalarının boşa gideceğinden endişelendi. Gandi bir süre sessiz kaldıktan sonra Aralık ayının 1928 yılında Hint Ulusal Kongresi’ne bir karar kabul ettirdi. İngilizler
47
bildiriyi kabul etmeyince de 31 Aralık 1929’da Lahore’da Hindistan bayrağı açıldı. 26 Ocak 1930 yılında ise Hindistan Ulusal Kongre’si ülkenin ‘Bağımsızlık Günü’nü ilan etti. Gandi, 1930 yılında tuz vergisine karşı satyagraha yani pasif direnişi ortaya atmıştır. Satyagraha’dan biraz bahsedecek olursak; Satyagraha gördüğünüz üzere Gandi’nin ortaya çıkardığı bir felsefedir. Bu felsefe belirli bir kötülüğe karşı kararlılıkla direniş göstermeyi öngörür. Fakat bu direnişte hiçbir şiddet söz konusu değildir. Bu felsefe başka ülkelerde de protestocu grupları tarafından benimsenmiş bir felsefe olmuştur. Gandi, bu direniş çerçevesinde Ahmedabab’tan Dandi’ye kadar tam 400 km yürüdü. Bu yürüyüş 12 Mart’tan 6 Nisan’a kadar sürdü. Bu yürüyüşe “tuz yürüyüşü” dendi. 1762’de hazırlanan Tuz Yasası sayesinde Britanya, tuz tekeline sahip olmuştu. Gandi’nin amacı bu yürüyüşü gerçekleştirerek tuz yasasını ihlal etmekti ve çok da zor olmadı. 6 Nisan’da peşinde binlerce kişi varken Hint Okyanusu kıyısına geldi. Yerden çamura bulanmış bir avuç tuz aldı ve temizledi. Ve artık tuz yasası ihlal edilmişti. Çağrısına katılmış olan binlerce köylü Gandi’nin tuz çıkarmasına yardım etti ve yardım etmeleriyle de bir ihlal işlemiş oldular. Bu ihlal nedeniyle de 60 bin eylemci hapse atıldı. Ne kadar hapse atılsalar da yasa çoktan işlemez hale getirilmişti bile. Gandi, 2. Dünya savaşı başlayıncaya kadar ki zamanda hayatını bir inzivadaymış gibi basit bir hayat yaşayarak sürdürdü. Protesto amaçlı oruçlarını da ihmal etmedi. 2. Dünya savaşı başladığı sıralarda şiddete katılmayan bir manevi destek çağrısı yaptı. Fakat Kongre’de bulunan yol arkadaşları bu tutumu hoş karşılamadı. Daha sonra bu savaşa katılmayacaklarını beyan etti. Gün geçtikçe savaş ilerliyordu. Fakat Gandi hiç geri adım atmıyor, tam tersine şartları daha çok ağırlaştırıyordu. En sonunda ise Britanyalıların Hindistan’ı terk etmelerini istedi. Bunun üzerine Britanya çok aşırıya kaçan şiddet eylemlerinde bulundu ve Gandi de dahil birçok insan tutuklandı. Yıl 1944. Artık savaş bitmiş ve Gandi özgürlüğüne kavuşmuştu. Britanya, yönetimin Hintlilere verileceğini çoktan duyurmuştu bile. Artık hem yüz binlerce tutuklu insan hem de Hindistan özgürdü... Gandi ülkesinin özgürlüğünün tadını çıkaramadan yeniden oruca giriyordu.2. Dünya savaşı sonrasında Hindular ve Müslümanlar arasında bir iç savaş vardı. Hindular ve Müslümanlar için acilen barış gerekliydi. Ama bu iç savaş Gandi’nin tüm çabalarına rağmen engellenemedi. Bu iç savaş Hindistan ve Pakistan adı altında ülkenin ikiye bölünmesi ile sonuçlandı. Gandi hayatını eşitliğe, şiddetsizliğe ve bağımsızlığa adadı. Hindistan’ın bağımsızlığı için çok uğraştı. Fakat bağımsız Hindistan’da çok az yaşayabildi. Gandi’yi ölüm 30 Ocak 1948 de bir gece yürüyüşü sırasında buldu. Hindistan’ın bağımsızlığını getiren güneş batmıştı artık. Bölünme sırasında Pakistan’a tazminat ödenmesine dayanamayan bir Hindu, bir gece yürüyüşü sırasında bir suikast düzenleyerek batırmıştı bu güneşi. Ve Hindistan, Milliyetçi liderin yanmış olan küllerini küçük kaplara koyarak, Hindistan’ın farklı yerlerine gönderdi…
Sude Nur Uluer
48
BİR ŞANSIM OLSAYDI EĞER
Sude Nur Uluer
Bir şansım olsaydı eğer Yıkardım Karanlığıyla mühürlenmiş tüm anılarımı Temizlerdim tüm öfkemi Öfkemle katlettiğim Bir müptezelin sıcak kanıyla Bir şansım olsaydı eğer Ruhun kaçmazdı Ateş saçan bedenimden Ve atmazdı ruhum Gözlerindeki uçurumun en kuytu köşesinden Bir şansım olsaydı eğer Maviler ayrılmazdı bir ufuk çizgisiyle Ve ellerin bırakmazdı Buz tutmuş bedenimi Bir şansım olsaydı eğer Yalnızlığıyla kesmeyen kalbim Bileylenirdi Işık saçan ruhunun varlığıyla Bir şansım olsaydı Olsaydı Ama olmadı Kilitlenmiş gençliğim Aheste aheste göçtü buruşmuş bedenimden
49
24. Saatim Kozasından yeni çıkmış bir kelebeğim Gözlerim açıldığından beri Bir ağaç dalının üzerinde Meraklı gözlerle etrafı seyretmekteyim Sinek vızıltıları ve kuş sesleri eşliğinde Bir dalın üzerinde saatleri tükettim Vaktim daralıyor ve habersizim Gözüme bir kız ilişti Etrafında arı gezinmekte Anladığım kadarıyla bu kız Arıyı hayli seviyor Düşünmeden edemiyorum Bir insan bu sevimsiz şeyi neden sever ki Bence o da anlam veremiyor Gözümü kaçırdığım an Bu sevimsiz sarı yaratık Saatlerdir izlediğim masumiyet abidemi ısırıverdi 20 saatlik koca yaşantımda Hiç hissetmediğim kadar çaresizim 50
Saatler geçti Ve kızın aklı başına geldi Arıyı bir celsede ezip yoluna devam etti Sevimliliğime güvenerek Omzuna konmak için yola çıktım Ama bana ayrılan sürenin sonuna gelmişiz Çaresizliğimi düşünerek sarf etmişim son saatlerimi Ben kozasından yeni çıkmış bir kelebeğim O kız da 24. Saatim
Umut
Sahra Çölünü Yüzerek Geçtim Epeydir yürüyorum, Yürüdükçe gözümde büyüyen bir yol var. Sanki 17 yıldır değil de Asırlardır yürüyorum Sürünerek Himalayaları aşmış gibiyim İşte öyle bir yorgunluk var üzerimde Her an ölecek gibiyim Eğer ölürsem,kurtulabilirim Aksi takdirde Yaşadığım her saniye öleceğim Hayata geri dönüp, Sil baştan yaşayabileceğimi bilseydim Bugün ölmek isterdim
Akıncı
Son yolculuğuma değil de İlk yolculuğuma uğurlanasım var bu gece Sahra çölünü yüzerek geçtim
51
Göz Yıldızlar, Düştükçe gökyüzünden, Benzerler kırık kanatlı insanlara İnsandan çok, Salgın hastalıklara Yıldızlar, Toplanırsa gökyüzünden, Savaş alanına döner mehtap Mehtaptan çok, Yalnız sokaklara Yıldızlar, Hastaneden uzanırlarsa krematoryuma, Benzerler savaş suçlusu çocuklara Çocuktan çok, Yalnız duran bir sayısına Yıldızlar, Sarkınca yakalanır kadınsı omuzlardan Benzerler kalp çırpıntısında boğuşanlara Boğuşandan çok, Uzanan, kanlı Kızılderili tokmağına Yıldızlarım, Ölüyorlar Teker teker Ayrılırken gözbebeklerimden Son şiirlerini Barmen için Okuyorlar
52
DENİZ
Tuval Yeni satırlarına başlarken şair, Öldürürmüş kendi geçmişinden hikayeleri Uzanıp morarmış boynuna, Toplarmış kızıl laleleri Kadınlar, uzak ülkelerin mutlu kadınları Erkekleri için dökermiş Gölsokağı sakinlerinin kanını Yeşi bil kupanın içine Birileri bekliyor beni Ya öldürmek ya da aşık olabilmek için İkisini aynı anda yapacağını bilmeden Ve mektuplar, pazar sabahından kalma Kısıyorlar ışıkların içindeki aşkın sesini Ve sevişen melekler dökülüyor Viking denizi, Kuzey ışığı Veya benim gibi ölülerin üstlerine Belkeyin! Almanyanın asil fahişelerine düşkün şarapları Kaç kral kendini zehirler ki Bir şairi katledip içmek için kutsallığını Uyandığımda, Yani tabutumun köşesinde içerken rakımı Duyacağım komşumun Fransız savaş halısı maceralarını Benim anılarımı Ve senin gözlerindeki Intihar saklı aşkını
KARADAŞ
53