i bir ülke için...
Yeni bir
üniversite, yen Kültür, yeni bir
Sayı: 11 • Şubat/Mart 2016 • 5 TL
CEH KAY ALET ÜN BEDE İVE CEK KA , R S RA İ TE TE N SLİ LIĞ A OL M MA YA CA K!
röportaj: Yalçın Küçük ile Türkiye, Ortadoğu ve Devrim üzerine
Sayfa >> 24
Türkiye’yi 7 Haziran’dan 1 Kasım’a kent meydanlarında patlayan bombalarla götüren AKP gericiliği katliamlar rejimini kurumsallaştırmaya çalışırken, ülke ve bölgedeki gelişmeler AKP ve müttefikleri için kriz üretmeye, gençlik mücadelesi için de yeni olanaklar yaratmaya devam ediyor.
Gençlik Dergisi Şubat/Mart 2016 • Sayı 11 İmtiyaz Sahibi: Haydar Şahin Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Fuat Öztürk Yayın Kurulu: Arda Özel Çağla Üren Fuat Öztürk Şafak Küçüksezer Zozan Baran Tasarım: Özgün Sağlam Adres: Yeni Çarşı Caddesi Kat:3 No:8 Tomtom Mahallesi Beyoğlu İstanbul 34433 Baskı: Akademi Basın Yayın Organizasyon Matbaacılık Turizm San. ve Tic. Ltd. Şti. Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No:230 Topkapı/İstanbul Telefon: 0506 720 24 18
Üniversitelerden kovulan AKP, şimdi tekrar bu defteri açmak istiyor. ODTÜ’de mescit provokasyonunun yüksek perdeden yaratılmasından Akademisyenler Bildirisi’ne yönelik hukuksuzca saldırılara, akademisyenlerin görevlerinden uzaklaştırılmalarına kadar bu niyet ortaya çıkıyor. Üniversite’ye yönelik saldırılarının kendileri için yeni bir hezimet sürecini beraberinde getirebileceğinin ise farkında değiller. Üniversiteler bir kez daha karanlığa teslim olmayacak! Gençliğin arayışçılığının bugün vazgeçilmez bir öğesi olan laiklik üzerine tartışmaları, geçtiğimiz sayıdaki dosyamızda Yeni Yazılar sayfalarına taşımıştık, bu sayımızda da laiklik tartışmasını devam ettiriyoruz. Fuat Öztürk yazısında, laikliği kavramsal olarak inceliyor. Laikliğin, ODTÜ mescit provokasyonu ve Akademisyenler Bildirisi üzerinden güncel siyasetle bağını kurarken, devrim stratejisini ve bütünlüklü iktidar programını tartışmaya açıyor. Bir istibdat dönemi olarak tarifleyebileceğimiz önümüzdeki süreçten çıkış arayışı, sürecin dinamiklerini tekrar incelemeyi zorunlu kılıyor. Aybaşında yapılan Cenevre görüşmelerinin bölgeyle ilgili tartışmaların çoğunu Münih görüşmelerine devrettiği, Türkiye’nin temsilcisi olduğu cephenin Kürt güçleriyle uzlaşı zemininin yitirildiği, Türkiye’nin sıcak savaştaki konumunun tartışıldığı bölge tablosunu, Suriye’deki savaş üzerinden Zozan Baran değerlendiriyor. Kadınlara yönelik fiziksel ve cinsel saldırıların arttığı, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın skandal fetvalara imza attığı bir dönemde Rüya Çakır, 8 Mart’ı hem tarihsel olarak inceliyor, hem de “yobazlıkla mücadele günü” adlandırmasını yaparak bugünle bağını kuruyor. Basının susturulmaya çalışıldığı bir dönemde Genç Gazeteciler mücadeleyi yükseltiyor. Bu sayımızda yer verdiğimiz Genç Gazete Yayın Kurulu, Genç Gazete’yi ortaya çıkaran dinamikleri, Genç Gazete’nin hedeflerini ve yeni gazeteci kuşağın nasıl oluşacağını tartışıyor. Geçtiğimiz sayıda tartışmaya açtığımız gençlik mücadelesinin tarihini ve bugününü Ercan Bölükbaşı, iki FKF’nin tarihsel referansları ve kuruculuk iddiası üzerine yaptığı inceleme ile devam ettiriyor. Hasan Alper Ongan ise, “Dayanışmacılık: Neden ve nasıl?” sorusunu sorduğu yazısında, “örgütlenmeyi besleyecek toplumsal direniş mekanizmaları” tarifleyerek, gençliğin ürettiği siyaseti güçlendirecek bir strateji tartışması yürütüyor. Bu sayıda, Prof. Dr. Yalçın Küçük ile Türkiye, Ortadoğu ve devrim üzerine sohbet ettik. Küçük, gençlik mücadelesi için işaret ve hareketlerin artık mevcut olduğunu aktarırken; gençliğin bir ütopyaya, kurguya, korkusuz olmaya ve reddiyeye sahip olması gerektiğini vurguluyor.
Web: www.yeniyazilar.org
Nazi propagandasının mimarı kabul edilen Joseph Goebbels’in yöntemini inceleyen yazısında, Özgün Sağlam, Nazi Partisi’nin propaganda pratiğinden “ara sonuçlar” çıkartıyor.
E-posta: yeniyazilar@yeniyazilar.org
Esra Mine Güngör, Ahmet Ümit’in son romanı Elveda Güzel Vatanım’ı incelediği yazısında, tarih ve aydın başlıklarını tartışıyor, Türkiye’de günümüz polisiye yazınının olanaklarını arıyor.
Twitter: @yeni_yazilar
Mr. Robot’un kurgu ve atmosfer çözümlemesini yaptıkları yazılarında, Çağan Sabancı ve Evrim Sayın, televizyonlarda son dönemde öne çıkan bilimkurgu üretimlerinde toplum, özne ve gerçeklik kavramlarının bağlamını incelediler.
Facebook: yeniyazilar Instagram: yeniyazilar
Gökberk Alagöz, birey, tarih ve nesne üzerine tartışmalara bilim cephesinden bir katkı sunuyor. Richard Lewontin’in, Dawkins’in de temsilcisi olduğu genetik indirgemecilik görüşünü eleştirdiği Üçlü Sarmal: Gen, Organizma ve Çevre adlı kitabını incelediği yazısında sadece biyoloji alanıyla sınırlı kalmayan, bütünselliği öne çıkaran bir bilimsel yöntem öneriyor. Son olarak, geçtiğimiz Ocak ayında kaybettiğimiz, postmodernist akımlara karşı eleştirileriyle tanınan, ABD’li marksist akademisyen ve kuramcı Ellen Meiksins Wood’u saygıyla anıyoruz. Bir sonraki sayıda buluşmak üzere…
Yeni Yazılar Yayın Kurulu
YAYIN KURULU’NDAN...
Cehalet kaybedecek, üniversite karanlığa teslim olmayacak!
DEVRİM mücadelesinde LAİKLİK VE YAŞARKEN YAZILAN MARŞLAR Fuat Öztürk Sayfa >> 6
“Suriye’nin Kaotik Satranç Tahtası” veya Nereye Gidiyoruz?
Dünden Bugüne 8 Mart: Emekçi Kadınların Yobazlıkla Mücadele Günü
Zozan Baran Sayfa >> 10
Rüya Çakır Sayfa >> 14
Genç Gazeteciler mücadeleyi büyütüyor Genç Gazete Yayın Kurulu Sayfa >> 16
1965 ve 2013: İki farklı FKF, Yalçın Küçük tek bir ile Türkiye, kararlılık Ortadoğu Ercan Bölükbaşı ve Devrim Sayfa >> 18 üzerine Dayanışmacılık: Neden ve nasıl? Hasan Alper Ongan Sayfa >> 22
Söyleşi: Fuat Öztürk Zozan Baran Sayfa >> 24
Bu sayıda...
Güncelliğini Koruyan Bir Nazi Propagandası Tartışma: Kendine Ait ve Joseph Goebbels Bir Oda
POPÜLER EDEBİYATIN KİRALIK NESNESİ: TARİH
Özgün Sağlam Sayfa >> 34
Esra Mine Güngör Sayfa >> 44
Birsen Özge Gökçe Sayfa >> 40
ESKİMEYEN BİR TREND: SOSYOPATİK DÜZEN KARŞITLIĞI MR. ROBOT Çağan Sabancı Evrim Sayın Sayfa >> 48
Üçlü Sarmal: Gen, Organizma ve Çevre Gökberk Alagöz Sayfa >> 52
DEVRİM MÜCADELESİNDE LAİKLİK VE YAŞARKEN YAZILAN MARŞLAR Laiklik nedir, ne değildir? Laiklik, herkesin diline pelesenk olmuş ve herkesin birbirine vâz ettiği gibi sadece “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” mı? Laikliğin bu arkaik yorumuna karşılık, sade bir dille tarif yapacak olursak, insan aklının düşünmesi önündeki bütün engellerin öyle ya da böyle kaldırılması, insan aklının özgürleşme mücadelesidir diyebiliriz. Fuat Öztürk Marmara Üniversitesi
Delikanlım!. Senin kafanın içi yıldızlı karanlıklar kadar güzel, korkunç, kudretli ve iyidir. Yıldızlar ve senin kafan kâinatın en mükemmel şeyidir. Benerci Kendini Niçin Öldürdü? Nâzım Hikmet Ran *** Özgür olmayan insan nedir? Söyle bana, Mariana. Söyle seni nasıl sevebilirim Özgür olmazsam? Federico Garcia Lorca
6
Y
azımıza provokatif bir tezle giriş yapalım: Bugün laiklik, gerek gerçek hayattaki ve gerekse devrim mücadelesindeki anlamına uygun bir şekilde, kelimenin tam anlamıyla, ara yolların çıktığı ana arter olarak tarif edilebilir. Çok mu abartıyorum? İtiraz etmek için hiç mi hiiiç acele etmeyin.
Sorular sorarak ilerleyelim. Peki öyleyse, en kaba halini ortaokullarda öğrendiğimiz laiklik, sadece “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” mıdır? Bugün yobazlıkla mücadelede neyi ifade ediyor? Güçlenme stratejisi ve bütünlüklü bir iktidar programı açısından neden önemli? Somut siyasi gelişmelerle devam edelim, Türkiye’de militan bir laiklik programına ihtiyaç varsa ve üstüne üstelik devrim mücadelesinde ara yolların çıktığı ana arter olduğu iddia ediliyorsa, son dönemde çokça tartışılan, iki gündemi, ODTÜ’deki mescit provokasyonunu ve Barış için akademisyenler girişiminin açıkladığı bildiriden sonra yaşanan gelişmeleri nasıl okumak gerekir? Soruyu biraz daha zorlaştıralım, iki gündem arasında, çıkış noktası “üniversite” olması dışında, siyaseten nasıl bir bağ var? “Erdoğan, Erdoğan” seslerine, kendilerini her tartışmada, her yazıda sık sık andığımız liberallerimize atıfla, biraz da değiştirerek “evet, ama yetmez” ile karşılık veriyorum. Yetmiyorsa, başlayabiliriz, ilk önce laikliğin “anlam ve önemi”!
Bir kavramı yeniden düşünmek/üretmek: Laiklik Ilımlı islam ile radikal islam arasındaki ayrımın giderek silikleşmesiyle, laikliğin adını daha çok duymamız, eş zamanlıdır; ne kadar çok yobazizm, o kadar çok laiklik de diyebiliriz. Çocukluğumuzda, siyasal islam’a dikkat çekiliyor ve laikliğin önündeki en önemli tehlike olarak gösteriliyordu. Sebebi ise “din ve devlet işlerini birbirine karıştırmamak gerek” diye açıklanıyordu. Bugün geldiğimiz noktada, bu itirazların buharlaştığını görüyoruz; ne yazık ki, hep birlikte laikliğin ruhuna fatiha okur haldeyiz. Fakat 12 Eylül darbesiyle birlikte yürürlüğe konan, AKP
eliyle sınıf atlayan islamizasyon, siyasal ve toplumsal alanı her türlü zor gücünü kullanarak dönüştürmeye çalışırken, karşısında oluşan, cumhuriyetçi, laik direnci kırmak, dağıtmak bir yana, onun önündeki radikalleşmek dışındaki bütün seçeneklerini de tüketiyor. Nereden çıkarıyoruz? Bahsettiğimiz hattın, Türkiye siyasetine müdahil olduğu momentler diyince aklımıza Cumhuriyet Mitingleri ve Haziran İsyanı geliyor. Bu momentler aynı zamanda giderek radikalleşen bir kuvvetin dışavurumlarıydı, anlamlarını burada görüyoruz. Bugüne gelecek olursak, sık sık kullandığımız bir kavramın, devrim mücadelesinde olmazsa olmaz diye tabir ettiğimiz laikliğin, mücadelede artık herhangi bir etkisi olmayan yorumları ve Anayasa tartışmalarıyla birlikte son dönemde gericilerin diline tekrar doladığı aşırı “özgürlükçü” yorumları, yazının bu bölümü için çıkış noktası oluyor. *** Önce Sherlock Holmes... Arthur Conan Doyle’un kaleminden çıkan, zekasıyla okuru büyüleyen kahramanımızdan başlamak hayli ilginç olacaktır. Ancak söz konusu insan aklının düşünme sistemiyse, kavramın en ileri karşılığını onda görüyoruz. Başka bir yazıda Sherlock’un bu özelliğini detaylıca incelemeyi düşündüğüm için sözü daha fazla uzatmıyorum. Kahramanımızın bu yazı için en önemli özelliği, karşılaştığı her durumda, pratiğin önüne teoriyi koyuyor olması. Bunu özellikle belirtmemizin sebebi, laiklik kavramını ilk önce te-
orik olarak incelememiz ve bütünlüklü bir güçlenme stratejisi için yaklaşım üretmemiz/oluşturmamız gerektiğidir. Zira Türkiye’de en çok tahrif edilen bir kavramdan bahsediyoruz; sadeleştirmek ve yeniden üretmek bu anlamda zaruridir. *** Laiklik nedir, ne değildir? Laiklik, herkesin diline pelesenk olmuş ve herkesin birbirine vâz ettiği gibi sadece “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” mı? Laikliğin bu arkaik yorumuna karşılık, sade bir dille tarif yapacak olursak, insan aklının düşünmesi önündeki bütün engellerin öyle ya da böyle kaldırılması, insan aklının özgürleşme mücadelesidir diyebiliriz. Bu tanımı referans noktası kabul ediyoruz. Yobazlar ve onları uzun süre “demokrasi kahramanları” olarak pazarlayan liberaller, laik düzende kendilerine yer açmak/açtırmak, Cumhuriyet’i yıkmak için “din-devlet” tezini bilinçli bir şekilde manipüle ettiler, adına “dine özgürlük laikliği” dediler, alıcısı bol olsun, biraz da sol görünsün diye göbek adını “özgürlükçü laiklik” koydular. Bu özgürlükçü laikliğin gerçek hayattaki karşılığı neydi: Küçücük kız çocuklarına imam nikahı kıyılabilmesi, çok eşliliğin önündeki engellerin kaldırılması, kadınların toplumsal hayatın dışına itilmesi, üniversitelerin külliyeye, modern ortaöğretim kurumlarının yerlerinin imam-hatiplere, sıbyan mekteplerine devredilmesi, kısacası kamusal alanı dinin belirlemesi… Bütün bunlar ne de olsa Anadolu’nun gerçekliğiydi! Hararetle savundukları özgürlükler kapısının ise ortaçağa
7
açıldığını da elbette ki biliyorlardı. Ancak ne de olsa özgür birey’in “kazanımlarından” bahsediyoruz. Peki, bütün bunlarla, insan aklının düşünmesi önündeki bütün engellerin öyle ya da böyle kaldırılması arasında nasıl bir ilişki var? O zaman, çok yanlış bilinen ve ısrarla yanlış dillendirilen, hatta yer yer soldan da destek alan bir tarifi düzelterek devam edebiliriz. Laiklik, “herkesin dinini yaşama özgürlüğü” değildir, bunu pratiklerle de görmüş ve öğrenmiş olduk; laiklik, insan aklını özgürleştirmek için toplumsal alandaki din tasallutunu ortadan kaldırmak zorundadır. Bu yüzden siyasal islamla birlikte düşünülemez, “inanç özgürlüğü” kılıflı yorumlara yama edilemez. Ya yobazlık ya laiklik diye ayırıcı düşünmek gerekir, ihtiyacımız olan yaklaşım budur; aksi bütün yorumlar ise ilkinin utangaç savunusudur. Gerçek inanç özgürlüğü, dinin, ancak ve ancak, sermaye ve siyasetle bağı kesilmiş bir şekilde laik düzende mümkündür. II. Mahmud’a atfedilen “ben tebaamdan müslümanları camide, hristiyanları kilisede, yahudileri havrada görmek isterim” sözü, bu anlamda tanımımıza yakındır. Laiklik, yobazlıkla verilecek mücadelede bu şekilde net tariflenmek zorundadır. Bu kadar mı, elbette değil. Üzerine daha fazla düşünmeye, daha çok üretmeye ihtiyacımız var... Devam edersek, laikliği sadece teorik olarak ifade etmek tek başına bir anlam ifade etmiyor, onu aynı zamanda içinde yaşadığımız dönemde gelişen siyasi süreçlere yönelik devrimci bir yaklaşım, bir okuma biçimi olarak da değerlendirmemiz, işlevlendirmemiz gerekiyor. Elbette ki sınıfsal tarafını daha çok görerek. Son dönemde epey gündem olan ODTÜ mescit provokasyonunu ve Barış için akademisyenler girişiminin deklare ettiği bildiri sonrasında gelişen süreci, bu eksende nasıl okuyabiliriz peki?
İki farklı saldırı, tek bir okuma ODTÜ’deki provokasyon “bir tane daha mescit istiyoruz” ibaret gösterildi; doğru değerlendirebilmek için bir süreci birlikte görmemiz gerekiyor. ODTÜ saldırısı, sıradan ve münferit değildi, üniversite merkezli bakarsak, dönem başından itibaren İstanbul Üniversitesi’nde IŞİD yanlılarının üniversiteye ve üniversite öğrencilerine yönelik saldırıları ardından öğrencilerden sert karşılık gördüklerinde, buradan mağduriyet çıkarmaları ve bir anda “islam’a saldırı var” edebiyatı üzerinden bütün yobazları “saldırıya karşı” toplanmaya çağırmalarından itibaren ele alabiliriz. Bu sürecin özellikle dikkat çeken tarafı, bu tür konularda bugüne kadar el altından, gizli saklı yardımda bulunan iktidarın, artık açıktan ve her anlamda desteklemesi, kol kanat germesiydi. Sonrasına dair fazlasıyla ipucu barındırıyordu. ODTÜ’de üniversite öğrencileri, Ahmet Hakan’ın da köşesinden gericilere verdiği desteğe, “IŞİD’e katılan ODTÜ’lü Raşit Tuğral’ın hikayesini bilmiyorsunuz sanırım. Ya da biliyorsunuz ama hatırlatmak işinize mi gelmiyor? (...) Sadece IŞİD değil, cihat adı altında Suriye’de savaşan ve IŞİD’den hiçbir farkı olmayan grupların propagandası bu mescitlerde yapılıyor. Bu gruplara yardım götüren İHH bu mescitlerde var olmaya çalışıyor”(1) diyerek cevap verdiler. Mescitlere biçilen dokunulmazlık ve “inanç özgürlüğü” ile radikal islama açılan kapı arasındaki bu bütünlüğü kurmamız gerekiyor.
8
Benzer şekilde, Barış için akademisyenler girişiminin Güneydoğu’daki iç savaşı andıran tabloya karşı düşüncelerini ifade ettikleri bildiriye yönelik, organizasyonu doğrudan iktidar eliyle olan saldırı da bu sürecin dolaylı yoldan bir sonucuydu. Bildirinin içeriğin, yanlış veya doğru olması bir yana, yapılan şey anayasal çerçevede gayet meşruydu. Hatta bahsi geçen bildirinin içeriğinin, iktidar partisinin bir önceki hükümet programında yer aldığını biliyoruz.(2) Şunu görüyoruz, tartışmamız özgürlük değil, bu çok açık. Toplumsal alanı dini referanslara göre düzenlemek isteyen siyasal islam’ın, üniversiteyi baskı altına almak, kendi düşünsel sınırları içerisinde yeniden üretmek için yaptığı bütünlüklü bir müdahaledir. Üniversite kulüp ve toplulukları da açıkladıkları bildiride bu durumu işaret ediyorlardı.(3) Mesele özgürlüklerse eğer, ilkine tanınan özgürlük (ki bu özgürlükten başka herşeye benzemektedir), ikincisinde akademisyenlerin kendilerini ifade etmesi noktasında adeta buhar olmuş, gökyüzüne yükselmiştir. Burada üretilen çekinceler için parantez açmak gerekiyor. Bildiri altında imzası olan, bir dönem AKP’yle el ele veren liberalleri göstererek, solda “kaçış” siyaseti meşru kılınmaya çalışılıyor. Net olmak gerek, liberallerin işledikleri günahlar ve en çarpıcı örneği olan Cumhuriyet’i yıkmaya soyunan yobazlara yardıma koşmaları unutulacak cinsten değildir, unutulmaması gerekir. Fakat önceki döneme göre etki alanını büyük ölçüde yitirmiş bir toplamı da her fırsatta “ama onlar…” diyerek yüksek görmemek gerekir. Bunun anlamı elbette ki liberalleri aklamak değildir, en azından biz buna niyetli değiliz; esas sorun Türkiye sosyalist hareketinin kendi özgün güçlenme stratejisini henüz belirleyememiş olmasıdır. Buraya geleceğiz ve şimdilik parantezi kapatıyorum.
Programın karşısına program çıkarmak İki gündemin çıkış noktasında da program olarak siyasal islamı görüyoruz. Burada, yemek tarifi verir gibi, “azcık şundan, biraz da bundan” gibi bir tanımlamadan ziyade laiklik programını oluşturmak için kuşağımızın neye/nelere ihtiyacı var ve nasıl yapmalı sorularını açmaya çalışacağız. Karşısında oluşturulması gereken laik programa gelince… Çok yol katettik, çok da gerisine düştük. Cumhuriyet’in kazanımları üzerinde yapılan tahribatı, “olan oldu, biten bitti, artık önümüze bakalım” diyerek görmezden gelemeyiz. Mevcut durumun geldiği noktada başta laiklik, cumhuriyet gibi değerler, artık düzen dışı talepler haline gelmiştir. Bu saatten sonra, bu tabloya bakıp bakıp ağlanıp sızlanmanın ötesinde artık bu mirası geleceğe taşımanın, tarihsel bir sıçramanın birer parçası haline getirmenin yollarını aramamız, bulmamız gerekiyor. Yeni Yazılar’ın bu sayısında Yalçın Küçük ile yaptığımız röportajdaki bir noktayı burada da vermek istiyorum. Türkiye’de devrimci bir çıkışı örgütleyecek olan kuşağın öncelikle üç şeye ihtiyacı var: Bir, ütopyaya, yarın’a, iktidara dair hayal kurmasına, iki, bunu gerçek kılmak için korkusuz olmaya ve üç, en başta reddetmeye. Ülkemize biçilen yobazizmi reddedeceğiz, alışmayacağız, başka bir Türkiye’yi düşüneceğiz. Bu üç temel özelliği, kuşağımızın karakteri haline getirmemiz gerekiyor, not ediyoruz. Bununla birlikte, yıkıcılık ve kuruculuk bağlamında şekillendirilmiş bir devrim stratejisini ve iktidar programını düşünmemiz, kurgulamamız gerekiyor; sürekli değindiğimiz gibi, yeniden ve yeniden üretmemiz şarttır. Sıfır noktasında değiliz. Bir yanımızda Cumhuriyet kavgasıyla birlikte kazanılan değerler, diğer yanımızda, tarihinde zaman zaman yükselişe geçmeyi başarabilmiş, gerçek bir odak haline gelebilmiş ve bu anlamda ardında deneyimler bırakabilmiş Türkiye sosyalist hareketinin mirası... Buradan bakınca elimizin kuvvetli olduğunu, bütün bunları bir araya getirebilecek, bir hedefe yönlendirebilecek bir kurguya ihtiyacımız olduğunu söyleyebiliriz. Bütün bunları alt alta yazıp topladığımızda laiklik programının ana hatlarını, yaratmak için nelere ihtiyacımız olduğunu çıkarabiliyoruz.
Yeniden ve yaşarken yazılan marşlar Ey vatan! Göz yaşların dinsin, yetiştik çünkü biz! Devrimin muhasebesini yapan kuşağa gelirsek… 90 kuşağı, diğer adıyla Haziran Kuşağı… Türkiye’de bir kuşak olarak adını ilk defa YGS eylemleriyle duyurdu. Sadece bir hak aramanın ötesinde, çalınan geleceğinin siyasi sorumlularını doğrudan karşısına almıştı ve bu durum yarın’a dair olan iddialarının serpilip gelişmesi açısından çok önemliydi. Sonra, ODTÜ’ye işgal görüntülerine andırırcasına çıkarma yapan zâta, ODTÜ’nün öyle kolay kolay teslim alınamayacağını gösterdi
Mevcut durumun geldiği noktada başta laiklik, cumhuriyet gibi değerler, artık düzen dışı talepler haline gelmiştir. Bu saatten sonra, bu tabloya bakıp bakıp ağlanıp sızlanmanın ötesinde artık bu mirası geleceğe taşımanın, tarihsel bir sıçramanın birer parçası haline getirmenin yollarını aramamız, bulmamız gerekiyor.
üniversitesini savunarak. ODTÜ Ayakta diye yer etti hafızalarda. Reyhanlı’da patlatılan bombanın, Döne Ana’nın çığlıklarının ardından kameralar karşısında sırıtan Başbakan’dan, iktidardan hesap sormak için sokağa çıkarken öfkesine tanık olduk. Haziran 2013’e gelindiğindeyse, kuracağı ülkenin ilk nüvelerini, her anlamda, Gezi Parkı’nda yaratıyordu. Yürü, bu yol şeref, zafer yolu, karşında bekliyor seni tanyeri. Yürü, atıl, devir karanlığı, durma yürü haydi hep ileri! Yeni bir dönemi açabilmek… Karşımızda bir programın oluşundan, yobazizm programının varlığından bahsettik. Öyleyse, kuşağımızın yeni bir dönemi açabilmesi için mevcut olanın karşısına programla çıkması gerekiyor. Yobazlığın karşısına çıkaracağımız program tartışmasız laiklik olmalıdır. Yazımızda bu anlamda kavramın bizce ne ifade ettiğini, neden başa yazılması gerektiğini, güncel siyasi gelişmelerle olan bağını açıklamaya çalıştık. Yazılacaklar sadece bu kadar değil; daha çok düşünmek, daha fazla üretmek zamanı gelmiştir. Kuşağımızın, tarihe adını bir devrimle birlikte yazdırmasının önünde artık yalnızca, yazının en başından beri altını ısrarla çizdiğimiz, güçlenme stratejisi ve bütünlüklü bir iktidar programı oluşturmak kalıyor. Bu iki başlığı, bir bütün halinde düşünmek gerek; devrimci sosyalist hattı kurmak sorumluluğunun kuşağımızın omuzlarında olduğunu unutmadan. Notlar (1) http://gencgazete.org/bir-odtuluden-ahmet-hakana-7-yanit/ (2) http://odatv.com/akademisyenlerin-talebi-bir-onceki-hukumetin-programinda-var-1501161200.html (3) http://gencgazete.org/kulup-ve-topluluklardan-ortak-aciklama-universite-teslim-olmayacak/
9
“Suriye’nin Kaotik Satranç Tahtası” veya Nereye Gidiyoruz? Ortadoğu’nun yıllardır yozlaşmış, hantallaşmış yönetimleri bir yandan emperyalistler açısından sorunlar yaratıyor, diğer yandan kendi halklarının sessiz öfkesini biriktiriyordu. Bu öfke “Arap Baharı” sürecinde kullanıldı, sonuç olarak hemen her yerde İslamcılar iktidarı ele geçirdi. Ancak, Suudi destekli İslamcıların Amerikan emperyalizmi ile işbirliğinin ne gibi sonuçlar doğurduğu Ortadoğu halklarının hafızasından silinmiş değildi. Bu nedenle sıra Suriye’ye geldiğinde Suriye halkı sözde özgürlük getiren ancak aslen İslamın yükselişi anlamına gelen bu gidişata “Dur!” demeyi tercih etti. Bugün geldiğimiz noktada hala Ortadoğu halklarının direnci ve barbar dinci çetelerin mücadelesi devam ediyor. Elbette çok daha çetrefilli, çok daha fazla aktörün dahil olduğu, çok daha zorlu bir süreçle… Zozan Baran Boğaziçi Üniversitesi
S
uriye’de bugün tüm hızıyla devam eden iç savaş, hepimizin bildiği gibi 2011’de adına “Arap Baharı” dedikleri ama sonuç olarak Ortadoğu halklarına tarihlerindeki belki de en zorlu kışı yaşatan olaylar zincirinin sonucunda başladı. İsyan dalgası Tunus’ta başladığında, oradan Libya, Mısır gibi diğer Arap ülkelerine yayıldığında bunun bir domino etkisi yaratacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Hemen her yerde iktidar değişiyor, bu arada ABD Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmenin yollarını arıyordu. İsyanın başında özellikle Libya, Mısır gibi ülkelerde yaşanan gelişmeler Batılı emperyalist güçler için her şeyin yolunda gideceği sinyallerini veriyordu. Bu gidişi tersine çeviren ise Suriye’deki gelişmeler oldu. Ortadoğu’nun yıllardır yozlaşmış, hantallaşmış yönetimleri bir yandan emperyalistler açısından sorunlar yaratıyor, diğer yandan kendi halklarının sessiz öfkesini biriktiriyordu. Bu öfke “Arap Baharı” sürecinde kullanıldı, sonuç olarak hemen her yerde İslamcılar iktidarı ele geçirdi. Ancak, Suudi destekli İslamcıların Amerikan emperyalizmi ile işbirliğinin ne gibi sonuçlar doğurduğu Ortadoğu halklarının hafızasından silinmiş değildi. Bu nedenle sıra Suriye’ye geldiğinde Suriye halkı sözde özgürlük getiren ancak aslen İslamın yükselişi anlamına gelen bu gidişata “Dur!” demeyi tercih etti. Bugün geldiğimiz noktada hala Ortadoğu halklarının direnci ve barbar dinci çetelerin mücadelesi devam ediyor. Elbette çok daha çetrefilli, çok daha fazla aktörün dahil olduğu, çok daha zorlu bir süreçle… *** Suriye’de ABD, Suudi Arabistan, Türkiye ve Katar destekli muhaliflerin istedikleri sonuçları kolaylıkla alamayacakları ortaya çıktığı andan itibaren birçok gelişme yaşandı. Çatışmanın taraflarına, destekçilerine yenileri eklendi: Suriye devleti, PYD yönetiminde Kürtler, Irak Kürtleri, seküler muhalefet, İslamcı radikal mu-
10
halefet… Bütün bu aktörlerin dahil olduğu çetrefilli ve uzun süreçte savaşı sona erdirmek amacıyla birçok girişimde bulunuldu. Elbette Esad’ı devirecek, İslamcıları iktidara getirecek, Türkiye’yi “model ülke” yapacak girişimlerdi bunların çoğu. Bugün gelinen noktada yaşananlar bütün bu girişimlerin fiyaskoyla sonuçlandığının belgesi niteliğindedir. Suriye’de iç savaşın sonlandırılmasına yönelik son girişim Cenevre’de yapılması planlanan “Barış Görüşmeleri” idi. Ancak görüşmeler daha başlamadan kimlerin katılacağı tartışmalarıyla ve muhalefetin şartlarıyla tıkanma noktasına geldi. Son anda görüşmelere katılacağını belirten Suudi Arabistan destekli Yüksek Müzakere Komitesi (HNC) 4 Şubat günü “insani sorunların çözümüne yönelik” herhangi bir adım atılmaması ve Suriye Ordusunun Halep’e doğru ilerlemeye devam etmesi nedeniyle görüşmelerden çekildiğini açıkladı.(1) Böylece görüşmelere 2 hafta ara verilmiş oldu. Görüşmeler 11 Şubat’tan itibaren Münih’te ve 24 Şubat’ta da Cenevre görüşmeleri devam edecek, ancak muhaliflerin Münih’teki görüşmelere katılmayacağı açıklandı, Cenevre konusunda net bir tavır yok.(2) Elbette Cenevre ve Viyana’da yapılan görüşmelerin tıkanması ve gözlerin Münih’te yapılacak görüşmelere çevirilmesi Suriye’deki durumun giderek kritik bir hal almış olmasından ileri geliyor. Muhaliflerin masayı terk etmesi de Suriye Ordusunun ilerleyişini sürdürmesiyle ilişkili. Suriye krizi bugün dünyanın gündeminde, çünkü hemen herkes Suriye’de yaşanan krizin çok daha büyük
bölgesel ve uluslararası bir krizin yansıması olduğunun farkında. Bu krizin taraflarının nasıl şekilleneceği ve nasıl çözüleceği ise tüm dünyanın geleceği açısından büyük önem taşıyor
Ne oldu? Cenevre’de başlayan ve Cenevre-3 olarak adlandırılan barış görüşmelerinin yapılmasına geçtiğimiz Kasım ayının 14’ünde Viyana’da yapılan görüşmelerde karar verildi. Viyana görüşmeleri Suriye krizinin uluslararası boyutu için bir dönüm noktası sayıldı. Masada ilk defa biri Suriye devletini diğeri muhalifleri açıkça destekleyen İran ve Suudi Arabistan karşı karşıya geldi. Krizin başından itibaren İran, muhaliflerin ve Suudilerin itirazları nedeniyle görüşmelerin parçası olamazken yaşanan bu gelişme krizin çözümü açısından yeni bir döneme girildiğinin de habercisiydi. Ancak bu gelişmeyi hazırlayan gelişmeler de elbette Rusya’nın Suriye krizine doğrudan müdahil olması ve Suriye devletiinin Rusya’nın desteğiyle kazandığı başarılardı. Viyana’da Cenevre’de yeni bir müzakere sürecinin başlayacağının duyurulması ile birlikte Suudi destekli Suriyeli muhalifler Riyad’da toplandı, Cenevre görüşmelerini yürütmek üzere Yüksek Müzakere Komitesi (High Negotiation CommitteeHNC) kuruldu. Yüksek Müzakere Komitesi’nin başında baş müzakereci olark Riyad Hicab bulunuyor. Komite’nin içerisinde El-Nusra ve IŞİD yok. Ancak daha önce kendilerine “Suriyeli Muhalifler” diyen bu grubun ve silahlı örgütleri ÖSO’nun özellikle el-Nusra’ya karşı bir tavrı olmadığı biliniyor.
11
PYD ve onunla yakın temas içerisinde bulunan seküler Suriyeli muhalifler ise Riyad’a davet edilmedi. Suudilerin bu süreçteki kirli ortakları Türkiye’yi korumak istemesi ve İslami ajandaları elbette ilk etapta sayılabilecek sebepler. Bunun üzerine PYD, Riyad’a çağırılmayan muhalifleri Derik’te toplayarak Demokratik Suriye Kongresi’ni ve alternatif müzakere ekibini kurdu. Ancak görüşmelerin başlamasından önce Salih Müslim’in görüşmelere çağırılmaması büyük yankı uyandırdı. Aslında Demokratik Suriye Kongresi’nden davet edilen tek isim Heysem Menna oldu ve Menna da Salih Müslim’in çağırılmamasını protesto ederek Cenevre’ye gitmeyeceğini açıkladı.(3) “Riyadlı muhalifler” ise davete rağmen insani yardımın ulaştırılması, saldırıların durması ve tutsakların serbest bırakılması gibi talepler karşılanmadan masaya oturmayacaklarını açıkladılar. Suriye yönetiminin talepleri karşılama yönünde attığı adımlara rağmen 4 Şubat’ta kesin olarak Cenevre’yi terk ettiler. Dolayısıyla bir Cenevre görüşmesi daha başarısızlıkla son bulmuş oldu. Görüşmelerin son bulmasının ardından görüşmelerin 24 Şubat’tan itibaren devam edeceği açıklandı. Ancak kimlerin katılacağına dair krizin ve muhaliflerin tavrının devam edeceği şimdiden görülüyor. Bu dergi elinize ulaştığında ise sonuçları hep birlikte görmüş olacağız.
Kazananlar ve kaybedenler Independent gazetesinin Ortadoğu muhabiri Patrick Cockburn, Suriye’yi “kaotik satranç tahtasına” benzettiği yazısında Türkiye’nin çıkarları tehlikeye girdiğinde ve Kürtler Fırat’ın batısına geçtiğinde Suriye’ye müdahale edip edemeyeceğini tartışıyor. Cevap Türkiye’nin emperyalistlere nasıl göründüğünü gözler önüne seriyor: “Erdoğan gibi kontrol edilemeyen bir adamın yönetiminde muhtemelen”...(4) Türkiye’nin askeri bir müdahalede bulunup bulunmayacağını belirleyecek çok fazla dış etken
12
var. Ancak Türkiye’nin emperyalistler açısından da şuan bir baş belası olarak görüldüğü ortada. Elbette ki gözden çıkarıldığını söylemek mümkün değil, ancak kontrol edilemeyen bir aktör olarak görüldüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Yalçın Küçük’ün Odatv röportajında belirttiği gibi Biden’in Türkiye ziyaretini bir de bu açıdan değerlendirmek gerekiyor.(5) Suriye’deki savaşın Rusya’nın sürece müdahil olmasıyla Türkiye’nin planlarının tersine işlediği açık. Yıllardır tüm Suriye politikasını Esad’ın gitmesi üzerine kuran Türkiye, ABD dahil tüm aktörlerin en azından geçiş sürecinde Esad’ın yer alacağını kabul etmesiyle zor durumda kaldı. Diğer yandan AKP, PYD’nin hem ABD’nin hem de Rusya’nın desteğiyle kontrol alanını genişletmesi, uluslararası alanda itibar görmeye başlaması ve Türkiye sınırının yarısını kontrol eder hale gelmesini sindiremiyor.(6) PYD’nin Türkiye’nin baskısıyla Cenevre’ye davet edilmemiş olması da pek bir önem taşımıyor, zira Cenevre görüşmeleri henüz sürerken Rojava’ya yapılan ziyaretle ABD yönetimi Kürtlere hem sonraki görüşmelere katılma sözü hem de ikili ilişkilerin Cenevre’den daha önemli olduğu mesajını verdi.(7) ABD’yi ise yalnızca Türkiye’nin Kürtlerle savaşı değil Suriye’deki dengeler de sıkıştırıyor. Her ne kadar Türkiye güvenilir görünmese de ABD açısından gözden çıkarılamayacağı ortada. Ancak ABD’nin PYD ile ilişkini sürdürmek istediği ve PYD’yi Rusya’ya “kaptırmak” istemediği de görülüyor. Bunun üstüne tuz biber eken ise Kürtlerin Suriye’de savaştığı güçlerin Suriye devletinin de düşmanları olması. Dolayısıyla Suriye’de Kürtler ABD’nin hazmedemeyeceği kadar “karşı kampa” yakın görünüyor. Rusya, Kürtlerin Cenevre görüşmelerine katılması konusunda ısrarcı davrandı. Görünen o ki Münih’e katılması için baskı da yapacaklar. Demirtaş’ın Rusya ziyareti ve Rusya ile PYD arasındaki yakın ilişki gibi gerçekler hem ABD hem de AKP açısından zorluk yaratıyor.
Türkiye-Suudi Arabistan cephesini sıkıştıran gelişmeler Kürtlerle sınırlı değil. İran’ın üzerindeki yaptırımların kalkması bir yandan İran’a ekonomik olarak büyüme imkanı verirken petrol fiyatlarının düşmeye devam etmesi Suudi Arabistan’ı zora sokuyor. Suudilerin Amerika için önemli bir müttefik olmasının ve bölgedeki gücünün nedeni ise petrolden elde ettiği servet. Suudilerin Yemen’de Şiiler karşısında aldığı yenilgi Suriye için yapılan planları da zora soktu. Erdoğan yönetiminin ve Suudilerin düşüncesi Yemen’in Suriye için model olmasıydı.(8) ABD’nin İran ile geliştirdiği ilişkiler Suudi Arabistan yönetimini rahatsız ediyor, Suudiler ise ABD’nin kirli planlarının finansmanı olmanın verdiği güvenle bunu yüksek sesle dillendirmeye devam ediyor. Dolayısıyla ABD ve Batı açısından bölgede Kürtler dışında güvenilir bir müttefik görünmüyor. Elbette yarattıkları bütün problemlere rağmen ne Türkiye’den ne de Suudi Arabistan’dan vazgeçmeleri mümkün değil. Ancak Obama yönetimi açısından zaten karmaşık olan denklemleri daha da karıştıran iki bölgesel ortağın varlığı çok da arzulanabilir bir durum gibi görünmüyor. ABD, Esad’ın gitmeyeceğini kabul etmiş gibi görünüyor, gerçekçi bir aktör olarak planlarını buna göre yapmak istediklerini görmek mümkün. Türkiye ve Suudilerin henüz bu gerçeğe alışmamış olması ABD açısından sorun yaratıyor.
Nereye gidiyoruz? Amerikan emperyalizmi açısından çok daha büyük bir problem ise elbette ki Rusya’nın bölgede giderek güçleniyor olması. Suriye devleti kısa bir sürede Rusya’nın desteğiyle başarı kazandı. Henüz Kafkasya’da yaşananların acısı geçmemişken ABD açısından Rusya’nın Ortadoğu’daki varlığını güçlendiren adımları yeni bir kriz başlığı. ABD ve Rusya zaman zaman çıkarlarının birbirine uygun olduğunu dile getiriyor. Patrick Cockburn, ABD-Rusya ilişkisini “işbirliği ve rekabetin ilginç bir karışımı” olarak değerlendiriyor.(9) Dergimizin bu sayısında okuyacağınız röportajında Yalçın Küçük ise Putin’in ABD için “aldıkça daha çok isteyen bir ortak” olarak görüldüğünü söylüyor. Dolayısıyla şuan ABD-Rusya arasında sıcak savaş yok, taraflar bu konuda çok dikkatli konuşuyor. Ancak diplomatik dili kazıdığınızda altında kılıçlarını kuşanan iki taraf görmek hiç de zor değil. Bir yandan ABD ve AB, onların bölgesel müttefikleri Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar; diğer yandan Kırım’dan beri Batı’ya kafa tutan Rusya, yaptırımlardan kurtulup bölgesel büyük bir ekonomik güç olmaya doğru giden İran, bir türlü iktidardan indiremedikleri Esad, Lübnan Hizbullahı ve sıcak savaşa dahil olmasa da Çin… Kürtlerin henüz net olarak bu kutuplardan birinde sayılması mümkün değil, ancak Türkiye’nin varlığının Kürtlerin birinci kutuptaki varlığını zora soktuğunu söylemek mümkün. Yalçın Küçük’ün Çıkış 2’de dillendirdiği gibi Rus-Osmanlı Savaşları’nda Kürtlerin Rus tarafında yer aldığı gerçeğini de akılda bulundurmak gerekiyor. Bu kutuplaşmanın iki dünya savaşı öncesi görülen kutuplaşmalara benzediğini iddia etmek fazla iddialı olmasa gerek. Kürtlerin bölgede artan gücü ve başka bir dizi gelişme Ortadoğu’da sınırların değişeceği bir konjonktüre doğru gittiğimizin sinyallerini veriyor. Sykes-Picot ile yüzyıl önce çizilen sınırlar
Suriye’deki kutuplaşmanın iki dünya savaşı öncesi görülen kutuplaşmalara benzediğini iddia etmek fazla iddialı olmasa gerek. Kürtlerin bölgede artan gücü ve başka bir dizi gelişme Ortadoğu’da sınırların değişeceği bir konjonktüre doğru gittiğimizin sinyallerini veriyor. SykesPicot ile yüzyıl önce çizilen sınırlar bugün kimilerine dar kimileri de büyük geliyor. Mesele bir Sırp arşidükünün ortaya çıkıp çıkmayacağı olarak kodlanabilir mi? Belki de soruyu, bu sefer Sırp arşidükü rolünü Türkiye’nin oynayıp oynamayacağı olarak değiştirebiliriz. bugün kimilerine dar kimileri de büyük geliyor. Mesele bir Sırp arşidükünün ortaya çıkıp çıkmayacağı olarak kodlanabilir mi? Belki de soruyu, bu sefer Sırp arşidükü rolünü Türkiye’nin oynayıp oynamayacağı olarak değiştirebiliriz. Notlar: (1) “Rusya: Cenevre Görüşmelerinin Durmasının Sorumlusu Riyadlı Muhalifler”, Sputnik, 04.02.2016 (2) “Rusya: Muhalifler Münih’teki Görüşmelere Katılmayacak”, Sputnik, 05.02.2016 (3) Bilindiği üzere Cenevre’ye örgütler değil, isimler üzerinden çağrı yapıldı. Elbette çağırılan bütün isimlerin örgütsel temsiliyetleri vardı, dolayısıyla isimler üzerinden yapılan çağrılar aslında birebir örgütlere yapılıyordu. (4) Patrick, Cockburn, “Syrian Civil War: Could Turkey be gambling on an Invasion?”, Independent, 31.01.2016 (5) Yalçın Küçük, “Biden Erdoğan’a Bırak Demek için Geldi”, OdaTV, 29.01.2016 (6) Cockburn, a.g.y. (7) Fehim Taştekin, “Cenevre’nin Ahı Rojava’dan Çıkıyor”, Radikal, 02.02.2016 (8) Fehim Taştekin, “Düşman Kardeşliği”, Radikal, 01.01.2016 (9) Patrick Cockburn, “Syrian Peace Talks: If the Crisis is to be solved, it will be by an agreement between Russia and the United States”, Independent, 28.01.2016
13
Dünden Bugüne 8 Mart: Emekçi Kadınların Yobazlıkla Mücadele Günü Uluslararası anlamda ilk emekçi kadınlar günü Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre’de gösterilere katılan on binlerce kadınla 19 Mart 1911 tarihinde düzenlendi. Kadınların talepleri arasında en çok öne çıkanlar seçme-seçilme hakkı ve çalışma alanlarında kadın-erkek eşitliği sağlanması yönündeydi. 1960’lı yılların sonunda Amerika Birleşik Devletleri’nde de gösteriler düzenlendi ve 8 Mart daha güçlü gündeme geldi. Rüya Çakır İstanbul Üniversitesi
8
Mart 1857’de New York’ta bir dokuma fabrikasında çalışan 40 bin işçi, 16 saatlik işgününün 10 saate indirilmesi ve ücretlerde artış yapılması talebiyle greve başlamıştı. 40 bin kadın işçinin örgütlediği bu grev o zamana kadar ki en kitlesel kadın eylemlerinden biriydi. Eylemi durdurmak isteyen polis kadın işçilere saldırmış, fabrika yönetiminin de desteğiyle binlerce işçi fabrikaya kilitlenmişti. Bu sırada çıkan yangında içeride kilitli kalan işçilerden 129’u yanarak can vermişti. Olaya ABD basını hiç yer vermese de işçilerin cenaze törenine 100 bini aşkın kişi katılmıştı. *** 26-27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka’nın Kopenhag kentinde gerçekleştirilen İkinci Enternasyonal’e bağlı Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda kadın ve emek mücadelesi gündemdeydi. Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nden Clara Zetkin, bu konferansta yaptığı konuşmada 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü olarak anılmasını önerdi. Zetkin’in bu önerisi kabul edilmişti. 8 Mart tarihinin kesinleşmesi ve Dünya Emekçi Kadınlar günü olarak anılması, 1921’de Moskova’da gerçekleştirilen 3. Uluslararası Kadınlar Konferansı’nda gerçekleşti. Uluslararası anlamda ilk emekçi kadınlar günü Avusturya, Danimarka, Almanya ve İsviçre’de gösterilere katılan on binlerce kadınla 19 Mart 1911 tarihinde düzenlendi. Kadınların talepleri arasında en çok öne çıkanlar seçme-seçilme hakkı ve çalışma alanlarında kadın-erkek eşitliği sağlanması yönündeydi. 1960’lı yılların sonunda Amerika Birleşik Devletleri’nde de gösteriler düzenlendi ve 8 Mart daha güçlü gündeme getirildi. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” olarak kutlanmasını, 1977 yılında kabul etti. Ancak hala BM’nin internet sitesinde günün tarihine ilişkin bölümde, günün 8 Mart 1857’de New York’ta ölen dokuma işçilerin anısına düzenlendiği yazılmadı.
14
İllüstrasyon: Ezgi Aysever
Türkiye’de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ilk kez 1921 yılında “Emekçi Kadınlar Günü” olarak kutlanmaya başlansa da, 1975 yılına kadar sokağa taşınamadı. 12 Eylül darbesinden sonra ise dört yıl boyunca bir kutlama yapılmadı. *** 8 Mart yaklaşıyor ve biz her güne kadın cinayetleriyle, taciz, tecavüz haberleriyle uyanıyoruz. Yanı başımızda, Ortadoğu’da kadınlar AKP iktidarının beslediği şeriatçı örgütler eliyle köle gibi satılıyor, cinsel ilişkiye zorlanıyorlar. Diğer bir tarafta ise IŞİD’e karşı en ön saflarda savaşan kadınları görüyoruz. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin giderek yükseldiği ülkemizde Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın ve bakanların ağzından her gün kadını aşağılayan ifadelere tanık oluyoruz. Kadınla erkeğin eşit olamayacağını savunan iktidar, kadınları kamusal alandan uzaklaştırmak için elinden geleni yapıyor. Neyi yiyip neyi içeceğimize, kaç çocuk doğuracağımıza, nasıl giyineceğimize, saat kaçta eve gireceğimize kadar hayatımızın her alanına müdahale ediyor. Siyasal islam, bize dört duvar arasından çıkmayan, en az üç çocuk doğuran, “iffetini koruyan”, erkeklerle eşit olmayan, ihtiyaç olduğunda esnek, güvencesiz, ucuz iş gücü olarak çalışabilen bir kadın modeli sunuyor. Modern eğitim kurumları yerine imam-hatip’lere, sıbyan mekteplerine “yönlendirilen” çocuklar, dini eğitim almaya zorlanıyor, bu baskıdan en çok etkilenen ise kız çocukları oluyor. Siyasal islam’ın ilkokula kadar inen başörtüsü dayatması “dindar ve kindar nesil” yetiştirme hedefinden elbette ki bağımsız yürütülmüyor. Karma eğitimin yerine haremlik-selamlık tarzı
bir sistemi bile tartışmaya açacak kadar yobazlaşanlara karşı, bu dönemde yolu laiklik mücadelesinden geçmeyen bir kadın özgürleşemez. Son dönemlerde yayınladığı sapkın fetvalarla gündeme gelen, ortaçağdan kalma Diyanet İşleri Başkanlığı, babasının kızına, amcasının 3 yaşındaki yeğenine şehvet duyabileceği yönünde skandal açıklamalara imza atıyor. Bir kadın tecavüze uğradığında gece üçte neden sokakta olduğu sorgulanıyor. Sivas’ta bayanlara özel hizmet veren pembe taksinin varlığı dahi çağdışı bir rezalet iken, bu da yetmezmiş gibi, kullanımını gece 22.00’ye kadar sınırlı tutmak, kadınların toplumsal hayatın iyice dışına itilmesi anlamına geliyor. Bütün bunların bu kadar rahatlıkla gündeme getirilmesi tesadüf mü? Elbette değil. Tüm bu pratikler her şeyden önce, AKP iktidarının ülkeyi gericileştirme politikasının bir sonucudur. Bu örnekler çoğaldıkça daha da iyi anlıyoruz ki bugün kadına yönelik her türlü baskı ve şiddetle mücadelenin yolu yobazlıkla ama’sız fakat’sız mücadeleden geçiyor. Bu topraklarda Yeşil Yol’a direnen Havva Ana, Yırca’da emeğine sahip çıkan köylüler, Özgecan için sokağa çıkan binler, Cerattepe’de barikatın en önünde direnen kadınlar var. Bu kadınlar var oldukça bizim için 8 Mart daha da anlam kazanıyor. Bu memleketi yobazlarla yılmadan mücadele eden kadınlar kurtaracak: İnancımız tam! Yazıyı kadınların oy hakkı mücadelesini anlatan Suffragette filminden bir alıntıyla bitirmek istiyorum: ”Bu hayatın başka bir şekilde yaşanabileceğini düşünüyoruz”
15
Gazetecilerin susturulmaya çalışıldığı bir dönemde
Genç Gazeteciler mücadeleyi büyütüyor Genç Gazete okulunda, onurlu ve deneyimli gazetecilerle, genç gazetecileri üniversitelerde buluşturmaya devam edeceğiz, gazetecileri tutuklayarak sindirdiklerini düşünenlere inat, Hababam Sınıfı’nın Mahmut hocasını hatırlatacak “okul sadece dört yanı duvarla çevrili, tepesinde dam olan yer değildir. Okul her yerdir. Sırasında bir orman, sırasında dağ başı” ve sırasında cezaevi önü demeyi bileceğiz. Genç Gazete Yayın Kurulu
İ
ki yıl önce “penguen medyasına” karşı koyup, halka karşı sorumlu bir gazeteci kuşak yetiştirmek iddiasıyla “Genç Gazeteciler Bayrağı Devralıyor” diyerek yola çıkmıştık. YGS eylemleri, ODTÜ Ayakta protestoları ve Haziran İsyanı... Kime karşı durduğumuzu, neyi yıkacağımızı iyi biliyorduk, artık neyi istediğimizi ete kemiğe büründürmenin zamanı gelmişti. Genç Gazete, 18 Aralık 2014’te böyle bir ihtiyacın sonucu olarak ortaya çıktı. Penguen medyasının gerçekleri gizlemeye çalışan, yalanlarla dolu habercilik anlayışına karşılık, ne pahasına olursa olsun mücadele ederek gerçekleri ortaya çıkarıp halka ulaştırmak için gençliğin güçlü bir itirazı olarak doğdu Genç Gazete; bu çıkış, sırtını sermaye gruplarına, iktidara değil gençliğin dinamizmine yasladı, gücünü her zaman buradan aldı, bundan daima onur duydu. Geride bıraktığımız bir yıldan fazla bir zaman dilimi boyunca, çok büyük deneyimler biriktirdik; gazeteciliğin suç sayıldığı, gazetecilerin gerçekleri yazdıkları için susturulmaya çalışıldığı, hapsedildiği bir dönemde, bir adım dahi geri atmadan, mücadele ederek. Geldiğimiz noktada, bugüne kadar sürekli daha iyisini yapmaya çalışmamız ve bu konuda okurlarımızdan aldığımız eleştiriler bizi mutlu ederken, hala yapacak çok işimiz olduğunu biliyoruz. Bunu hep başa yazmaya devam edeceğiz. En başta ülkemizde basın özgürlüğü ayaklar altında çiğnenirken, gazeteciler halka karşı sorumluluklarını yerine getirmek için gerçeklerin peşinde koştuğu
16
için iktidar eliyle hapsedilip susturulmaya çalışılırken, Genç Gazete’yi yeni bir gazeteci kuşak yetiştirmek için okul olarak görüyoruz; okulun bizim için dört duvardan, bir fakülteden ibaret olmadığını bilerek. Bu anlamda, Genç Gazete okulunda birlikte çalışacak, birlikte öğreneceğiz.
tablo halka umut olmuştu. Önümüzdeki dönemde, kariyer amacı gütmeyen, ülkesi ve geleceği için faaliyet gösteren öğrenci kulüplerine daha fazla yer verecek, amacı yeni’yi aramak ve yaratmak olan dostlarımızla birlikte Genç Gazete’yi daha güçlü bir üretim kanalı haline getireceğiz.
Genç Gazete okulunda, onurlu ve deneyimli gazetecilerle, genç gazetecileri üniversitelerde buluşturmaya devam edeceğiz, gazetecileri tutuklayarak sindirdiklerini düşünenlere inat, Hababam Sınıfı’nın Mahmut hocasını hatırlatacak “okul sadece dört yanı duvarla çevrili, tepesinde dam olan yer değildir. Okul her yerdir. Sırasında bir orman, sırasında dağ başı” ve sırasında cezaevi önü demeyi bileceğiz.
Tutuklanan bütün onurlu gazetecilerle dayanışmayı büyütmek ise bir diğer ödevimiz. MİT tırlarıyla şeriatçı çetelere tonlarca silah taşıyanların suçlarını yazdıkları, gerçekleri ortaya çıkardıkları için hukuksuzca tutuklanan Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve gazetenin Ankara Temsilcisi Erdem Gül’ü Genç Gazeteciler seminerlerinde ağırlamak isterdik. Elbet özgürlüklerine kavuşacakları gün bunu gerçekleştiririz.
Üniversitelerin, iletişim fakültelerinin nitelik olarak gerilemesine, geriletilmesine karşılık okullarımızda, Genç Gazete atölyelerini kuracağız. Bir yandan bu hedeflerimizi hayata geçirirken diğer yandan da Genç Gazete’yi daha güçlü, daha etkili bir yayın haline getirmenin yollarını aramaya devam edeceğiz; gençliğin dinamizmini, arayışçılığını arkamıza alarak. Genç Gazete’yi bir ihtiyaç olarak ortaya çıkaran Üniversite Kongresi, farklı alanlarda üretimler yapan üniversite kulüplerini Türkiye’ye en güçlü, en iddialı şekilde göstermiş ve bu
Okulun dört duvardan ibaret olmadığını söyledik… Eğer Dündar ve Gül ile bir arada olmamızın önüne engeller koyuluyorsa, Genç Gazeteciler, seminer dizisinin ilkini Silivri Cezaevi önünde yapmasını da bilirler; yarın’a olan inancımız bunu gerektiriyor. Nazım’ın dizeleriyle bitirelim öyleyse: O duvar o duvarınız, vız gelir bize vız!
17
1965 ve 2013: İki farklı FKF, tek bir kararlılık İki farklı tarihsel kesitte birebir aynı iki olgu bulmak imkansızdır. Her olgu, bir orijinallik belgesi gibi taşır içinde bulunduğu tarihsel dönemin damgasını. Peki geçmişin bugüne etki etmediği, kimi olguların hiçbir ortak özellik barındırmadığı söylenebilir mi? 1789 Fransız ihtilali, 1917, 1923 dahil bir çok devrimi belirlememiş midir? Dönemin devrimcileri devrimi ararken 1789’u referans almamışlar mıdır? Tarih hiçbir zaman kendisini tekrar etmez. Ancak kimi özellikler, nitelikler çok da değişmeden ya da üzerine koyarak geleceğe taşınabilir. Ercan Bölükbaşı Orta Doğu Teknik Üniversitesi
B
ir dönemi değerlendiriyoruz. FKF’nin yeniden ete kemiğe büründüğü, gençlik mücadelesi içerisinde kendi karakterini ve tarzını oluşturduğu bir kuruluş dönemini…
Her değerlendirmenin olduğu gibi bizimkinin de en az bir referans noktası olmak zorunda. Birçok şey referans alınabilir. Ülkenin durumu, üniversitelerde solun gücü, dünyadaki gelişmeler… Listeyi uzatabiliriz. Ancak bizim ilk bakacağımız referans, 60’lı yıllara damgasını vuran Fikir Kulüpleri Federasyonu ile ilişkimiz olacak. Birbirinin zıttı iki sözü yazarak başlamak yerindedir: “Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz”. (Herakleitos) “Tarih tekerrürden ibarettir”. (Anonim) İkisinden birini seçmek zorundasın deseler kuşkusuz yanıtımız birincisi olurdu. Gerçekten de iki farklı tarihsel kesitte birebir aynı iki olgu bulmak imkansızdır. Her olgu, bir orijinallik belgesi gibi taşır içinde bulunduğu tarihsel dönemin damgasını. Peki geçmişin bugüne etki etmediği, kimi olguların hiçbir ortak özellik barındırmadığı söylenebilir mi? 1789 Fransız ihtilali, 1917, 1923 dahil bir çok devrimi belirlememiş midir? Dönemin devrimcileri devrimi ararken 1789’u referans almamışlar mıdır? Tarih hiçbir zaman kendisini tekrar etmez. Ancak kimi özellikler, nitelikler çok da değişmeden ya da üzerine koyarak geleceğe taşınabilir.
18
Konumuz, 60’ların FKF’si ile bizim iki yılı aşkın pratiğimiz arasındaki benzerlikler ve farklılıklar. İsmimizin referansına dair kısa bir bilgi verelim. 1965 yılında FKF, solun yeni yeni öğrenmeye başladığı, üniversite dışında ülkede sürekli bir hareketlilik olmadığı söylenebilecek bir dönemde ortaya çıktı. Arkasında aslında liberal olarak değerlendirilmesi gereken Forum Dergisi çevresindeki akademisyenlerin oluşturduğu üniversite fikir kulüpleri ve tartışma geleneği ile birlikte 1. TİP’in rüzgarı vardı. Aynı zamanda sosyalist hareketin dünya genelinde yükselişi, özellikle anti-emperyalist mücadelenin dünyadaki prestiji, FKF’ye karakterini veren bir başka unsuru oluşturuyordu. Dönemin FKF’sini solun tüm kesimlerinin çıktığı bir çuvala benzetmek yanlış olmayacaktır. Örneğin, bugün sayabileceğimiz tüm sol akımlar öyle veya böyle, FKF içerisinde yer aldı ya da onunla ilişkilendi. Bizim örneğimizin ise geçmişin aksine oldukça homojen olduğunu söyleyebiliriz. Biz kapıyı hiç kapatmasak da solun kimi alışkanlıkları ve hastalıkları çabamıza, henüz daha yolun başındayken rezervle bakılmasına yol açtı.
Karşılaştırmayı şimdilik bir yana bırakalım. FKF’yi yeniden kurduğumuz dönemin temel karakteri AKP gericiliğine karşı ilk tepkinin gençlik içerisinde oluşmaya başlamış olması idi. Bu durum da bugün olana benziyordu, diyebiliriz. 2007’de ortaya çıkan cumhuriyet mitinglerini alaşağı etmiş; Ergenekon, KCK, Devrimci Karargah ve OdaTV gibi düzmece soruşturmalar ile muhalefeti sindirmiş bir AKP vardı o dönemde. Anayasa referandumundan istediğini almış, her seçimde oyunu yükselten, yurtdışında ise bugünkü ile kıyaslanmayacak bir meşruiyet alanı yakalamış bir iktidardan söz ediyoruz. Yenilmez görülen, karşı koyulması mümkün değil denen bir hükümet… Siyaset, özellikle de Türkiye’de, çok hızlı yön değiştirebilen bir olgu. Öyle ki bu güçlü imajı yıkmaya tek bir hareket yetti de arttı bile. ODTÜ Ayakta eylemlerinden bahsediyoruz. Daha önce YGS sorularının çalınmasını protesto için ilk defa sokaklara çıkan bir kuşak, bu sefer de AKP’nin ODTÜ’yü işgaline karşı üniversiteleri ayağa kaldırmıştı. Burada bir ara not ekleyelim. Aradan geçen onca olay, onca gel-git, AKP bugün de benzer bir güç imajını taşıyor. Çok çok yakın tarihten öğrendiğimiz şudur ki, yine ufak bir hesap ha-
19
tası, bir yanlış AKP’yi benzer konuma düşürebilir. Bize düşen görev, bu sefer daha hazır ve daha örgütlü olmak. FKF’nin bugünkü anlamlarından birisi de hem örgütsel hem de düşünsel olarak gelmekte olan yeni alt-üst oluşa hazırlanması. Tıpkı 65’te yola çıkanların 70’lerdeki yükselişin yapısını ördüğü gibi, bir sonraki olanağa yatırım yapıyoruz. Devam edelim. ODTÜ’de çıkan enerjinin bir örgütlülük içerisinde anlam kazanmasına, AKP karşıtlığının yeni bir ülkenin kuruculuğuna terfi ettirilmesine ihtiyaç vardı. FKF, hiçbir şey değilse bu ihtiyaca verilmiş en önemli yanıt oldu. Türkiye’nin dört bir yanından binlerce üniversiteli FKF bayrağı altında yeniden birleşmesini bildi.
İzleyici değil yapıcı bir gençlik Sadece buraya kadar yazdıklarımız bile, ismin ötesinde önemli bir ortak özelliği ortaya koyuyor: Gençliğin bir özne olarak siyasette izleyici konumunu terk ederek eyleyen, kuran bir konuma yerleşmesi. Tabi ki kendi dönemlerinin tarihsel koşullarında şekillenen kendilerine özgü siyaset yapma tarzları ile. Demokrat Parti ve Adalet Partisi’nin yerini AKP’nin aldığı, sosyalist bloğun artık ayakta olmadığı bir dönemde yeni bir kuşak, yeni bir siyaset tarzı ile ortaya çıkıyor.
20
6 Mayıs 1972’e referansla 2013’ün 6 Mayıs’ını kuruluşu olarak belirliyor FKF. Denizlerin idamı ile açılan parantezin kapandığı ilan ediliyor. Şu anda okuduğunuz Yeni Yazılar dergisi ile “bu dönemin gençliği fikir üretmiyor, çok ezberciler” ezberi(!) yerle bir ediliyor. İktidar Gezi’ye saldırdığında FKF’liler ilk büyük toplumsal direniş deneyimini yaşıyor. Yeni bir ülke için barikatın en ön safına geçiyor. Haremlik selamlık özlemi dile getirilince FKF’liler haddini bil Tayyip demesini biliyor. Türkiye’nin dört bir yanında gençlik kitlesel eylemlerle gündeme geliyor. Ali İsmail Korkmaz, katillerine inat Eskişehir’in sembolü olsun diyen FKF’liler Ali İsmail’in heykelini şehre kazandırıyor. Gerici iktidarın gazetecilere yaptığı baskıya gençlik bayrağı devralarak karşılık veriyor. FKF gençliğin kendi haber kaynağını oluşturmak için ilk adımını atıyor. Devrimci Gençlik köprüsü bir kez daha kuruluyor. Gençlik yeni yıla sokağa atılmak istenen Van’lı depremzedelerin yanında giriyor. Her yeni yıla dayanışma ile girme geleneğinin ilk adımı atılmış oluyor.
Gençlikle sınıf arasındaki bağ yeniden tesis ediliyor. FKF özelleştirme karşıtı direnişlerde, işçi katliamlarının karşısında, 1 Mayıs’larda işçi sınıfının yolunda yerini alıyor. FKF kuruluş yıldönümünü Hatay’a yürüyerek mücadele ile kutluyor. Emperyalizme ve gericiliğe karşı halkın yanında kavgaya dahil oluyor. Üniversiteler yetmiyor liseler, liseler yetmiyor mahalle gençliği, FKF’nin saflarında yerini alıyor. FKF, gençliği bir bütün olarak iktidarın karşısına dikme kararlılığını ilan ediyor. 29 Ekim kutlama değil mücadele günü ilan ediliyor. Gençlik saltana son vermek için sokaklara çıkıyor. Bugün mücadele edenler gelecek için de birikim kazanmak istiyor. FKF seminerleri başlıyor. İstanbul Üniversitesi’ne seçilemeyen rektör atandığında FKF’liler okullarını terk etmiyor, gericilere pabuç bırakmayacağını ilan ediyor. Harbiye’yi gençliğe yasaklamak isteyenler yeniliyor. FKF 2. Yaşını AKP’ye geri adım attırarak kutluyor. Kalıcı bir mücadele için dayanışma önem kazanıyor. Gençlikle Dayanışma Derneği yola çıkıyor. Kısacası nehir değişiyor ama aynı hız, aynı coşku ile akmaya devam ediyor. Türkiye’nin geleceğini kurmak için sahip olunan aynı kararlılıkla… Bir gençlik örgütünün kuruluş dönemi tamamlanıyor, ortaya bir siyaset ve mücadele tarzı çıkıyor. Yazar, bu kuruluş döneminin parçası olmanın gururu ile görevini devrediyor.
Demokrat Parti ve Adalet Partisi’nin yerini AKP’nin aldığı, sosyalist bloğun artık ayakta olmadığı bir dönemde yeni bir kuşak, yeni bir siyaset tarzı ile ortaya çıkıyor. 6 Mayıs 1972’e referansla 2013’ün 6 Mayıs’ını kuruluşu olarak belirliyor FKF. Denizlerin idamı ile açılan parantezin kapandığı ilan ediliyor. Şu anda okuduğunuz Yeni Yazılar dergisi ile “bu dönemin gençliği fikir üretmiyor, çok ezberciler” ezberi(!) yerle bir ediliyor.
21
Dayanışmacılık: Neden ve nasıl? Dayanışmacı bir siyaset tarzı, iktidarın politikalarının toplumsal ve siyasal olanı giderek iç içe geçirdiği böyle bir dönemde oluşturulacak bir güçlenme stratejisi için de kritik bir işlev üstlenebilir. Elde edilecek toplumsal mevziler, siyasal mücadelenin kalıcı sonuçlar üretmesini güvenceye almayı sağlayacaktır. Bu kalıcı mevziler, döngünün ikinci kısmında yer alan “hareketli dönemlerdeki öznel yetersizlik” probleminin aşılması açısından da önemli bir rol oynayacaktır. Hasan Alper Ongan Boğaziçi Üniversitesi
A
KP tek başına siyasal alanı değil toplumsal alanı da yeniden dizayn etmeye çalışıyor, her fırsatta bu yönde zorlamalar yapıyor. Bu tablo, gençlikte de “dindar ve kindar nesil” hedefiyle yansımasını buluyor. Bir süredir FKF’nin yayınlarından vurgulanan toplumsal dayanışma mekanizmaları inşa etme vurgusu, siyasal ve toplumsal düzlemlerde birlikte yürüyen bu politikalara karşı bütünlüklü bir direnç hattı oluşturmak için kritik bir öneme sahip. Kısa süre önce yola çıkan Gençlikle Dayanışma Derneği ve Dayanışma Dershaneleri de bu ihtiyaç çerçevesinde anlam kazanan projeler. Yaratılan örneklerden çıkan dersleri ortak hafızamıza yerleştirmek ve dayanışmacı pratiklerle siyasal mücadelenin bütünü arasındaki ilişkinin nasıl kurulacağı tartışmasını derinleştirmek de Yeni Yazılar’a düşüyor. Tartışmalar için bir başlangıç metni olarak değerlendirilmesi gereken bu yazı, bahsettiğimiz konu için bir tartışma başlatma ve dayanışmacılığın siyasetimizin bütününde oturduğu yeri netleştirme amacı taşıyor.
Nereden çıktı bu dayanışmacılık? Yazının girişinde, dayanışmacılığın temel olarak, AKP’nin gerici dönüşümüne karşı toplumsal alanda direnç mekanizmaları oluşturma ihtiyacından kaynaklandığını belirttik. Bu nedenle, FKF için dayanışmacılık önümüzdeki dönemde AKP karşıtı mücadelenin temelinin oluşturması gereken gericilik karşıtlığını-laikliği toplumsal doku içerisinde güçlendirmenin bir aracı olarak anlam kazanıyor. Dayanışma mekanizmalarını, gericilik karşıtı siyasal mücadelenin toplumsal düzlemdeki bir uzantısı olarak oluşturmak gerekiyor. Dolayısıyla, dayanışmacı pratiklerin gericilerin toplumsal düzlemdeki etkisini azaltacak ve gericiliğe karşı aydınlanmacı düşüncenin ağırlığını arttıracak bir biçimde kurulması önemli.
22
Öte yandan, dayanışma mekanizmaları tek başına AKP karşıtı mücadelenin güncel ihtiyaçlarına değil bunlarla birlikte solun bazı alanlarda yaşadığı tıkanıklıklara da yanıt verme potansiyeli taşıyor.
lüğün nesnelliğin sınırlarına, hareketli dönemlerdeki etkisizliğin ise öznel yetersizlikleri bağlandığı bir çeşit kısır döngüyü barındırdığını görebilir. Aynı kişi bu döngünün bir güçlenme stratejisini içinde barındırmadığını da rahatlıkla söyleyecektir.
Örgütsüzlük sorunu nasıl aşılır? Özellikle Haziran Direnişi’nde kurulan kültür, dayanışmacılığın yürütülen siyasal mücadele için güçlü bir besleme mekanizması yarattığı gösterdi. Hem Gezi Parkı’nda oluşan dayanışmacı karakter hem de direnişin uzantısı niteliğindeki park forumları ve mahalle dayanışmaları siyasal ve toplumsal direnci buluşturmanın önemli örnekleriydi.
Yukarıda çizdiğimiz tabloyu hakkıyla incelemek için bu yazıya ayrılan sınırları bir hayli zorlamak gerekiyor. Ancak, sorunun konumuzla ilgili olan kısmını biraz daha açabiliriz. Solu bahsettiğimiz kısır döngüye sokan önemli faktörlerden biri de siyasal ve toplumsal düzlemlerde elde edilecek mevziler arasında birbirini besleyen bir ilişki kurmaktaki başarısızlık. Bu nedenle, dayanışmacı bir siyaset tarzı, iktidarın politikalarının toplumsal ve siyasal olanı giderek iç içe geçirdiği böyle bir dönemde oluşturulacak bir güçlenme stratejisi için de kritik bir işlev üstlenebilir. Elde edilecek toplumsal mevziler, siyasal mücadelenin kalıcı sonuçlar üretmesini güvenceye almayı sağlayacaktır. Bu kalıcı mevziler, döngünün ikinci kısmında yer alan “hareketli dönemlerdeki öznel yetersizlik” probleminin aşılması açısından da önemli bir rol oynayacaktır.
Ancak, Haziran Direnişi bu buluşmanın kalıcılaşmaması durumunda geride güçlü mevziler kalmadığını da gösterdi. Direniş sonrasında solun önemli bir bölümü tarafından dile getirilen Gezi kitlesinin örgütsüzlüğü sorununun önemli kaynaklarından biri de bu tarz mekanizmaların oluşturulmamış olmasıydı. Örgütsüzlük sorununu tek başına sol siyasi yapıların göreli zayıflığına indirgemeyeceksek meselenin toplumsal düzlemdeki boyutları konusunda da çözüm üretmek bize düşüyor. Dayanışma ağları tam da bu bahsettiğimiz boşluğa oturuyor.
Güçlenme stratejimiz ne olacak? Sorunun diğer boyutu ise solun örgütsüzlüğü ya da göreli zayıflığı… Türkiye solunu uzun süredir takip eden biri, bu alanda yapılan tartışmaların durağan dönemlerdeki güçsüz-
Toplumsal alanda güç biriktirmek Özetle, FKF, dayanışma mekanizmalarını siyasetin yerini alacak değil siyasete güç verecek bir araç olarak değerlendiriyor. Başka bir biçimde ifade edersek, FKF toplumsal düzlemde inşa ettiği mekanizmalardan da güç alarak siyaset yapmayı, siyasal alanda verdiği mücadeleyi toplumsal alanda kalıcı kazanımlara dönüştürebilen bir tarzı inşa etmeyi hedefliyor.
23
Yalçın Küçük ile Türkiye, Ortadoğu ve Devrim üzerine Yeni Yazılar’ın bu sayısında Türk aydını denildiğinde akla ilk gelen isimlerden birisi olan ve üretkenliğiyle tanınan, Prof. Dr. Yalçın Küçük ile sohbet ettik. Yalçın Küçük hocamızla, Cumhuriyet’in tasfiyesinden yobazizmin yükselişine, Kürt hareketinden Ortadoğu’daki mevcut duruma ve elbetteki Türkiye Devrimi’ne uzanan geniş bir yelpazede oldukça verimli bir sohbet gerçekleştirdik. İyi okumalar... Söyleşi: Fuat Öztürk Zozan Baran
Öncelikle Yeni Yazılar Yayın Kurulu olarak görüşme talebimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz. İlk soruyla başlayalım. 12 Eylül 1980 darbesiyle generaller eliyle Cumhuriyet’in bütün kazanımlarının tasfiyesine girişilirken, 2002 yılında AKP’nin iktidara getirilmesiyle ile birlikte bu süreç daha da hızlanarak devam etti. Bu süre zarfında Cumhuriyet’in tasfiyesine ve yeni rejimin inşasına karşı direnç oluşturabileceğini düşündükleri herkesi çeşitli şekilllerde baskı altına almaya çalıştılar. Gelinen noktada ise Cumhuriyet’in kazanımlarından oldukça geriye düştüğümüzü, büyük bir tahribatın olduğunu görebiliyoruz. Siz bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz? Şimdi 12 Eylül’den hemen önce 1979 ve 80’de yazdıklarım var; o zaman “manyak” demişlerdi. Ben orada bazı sözler söyledim. 1979’da Sosyalist İktidar dergisinde söyledim, 1980 Eylül’ünden bir hafta önce çıkmış olan Bir Yeni Cumhuriyet İçin kitabında da tekrarladım. Şunları söyledim: Türkiye’ye faşizmi islam ile getirecekler. Başka ne söyledim, Ordu gelecek, Erbakan’ı hapse atacak ve Erbakan’dan daha dinsel bir rejim kuracak. Bu, 12 Eylül’de de duyuldu, bilindi. Onun üzerine beni tutukladılar ve 8 yıla mahkum ettiler ki o zaman 8 yıl çok çok uzun bir cezaydı. Bazı arkadaşlarım bu söylediklerimi evvela “manyaklık” olarak nitelediler. Sonra hepsi olunca da “bunun üzerine doktora yapılmalı,” dediler. Yapmazlar. Bunları şunun için anlatıyorum size: Ben 1975-76’dan beri islamın geleceğini yazıyordum, ima ediyordum. Bu adama iyi bakın - Wohlstetter. Amerika’nın bir dönem darbe uzmanıdır, neocon diyorlar, onların hocalarındandır. Hani böyle köylerde defineciler vardır, giderler “işte burada, burada” diye define ararlar, bu da gittiği yerde “burda darbe yapalım” diyen bir adam. 1979’da, İran’da Şah’ın düşürülmesinden hemen sonra, Nisan ayında Wohlstetter, İstanbul’a geliyor, niye geldiği bilinmez. Ama burada bir şey var. İstanbul’da güzel bir yemek yerken, “Ne olacak, şimdi sırada Türkiye mi var?” diyor yanındakiler. Yani, düşecek olan Türkiye mi, bunu soruyorlar. İran
24
düşüyor, 1979’da. İslam geliyor. Peki hemen öncesinde ne var, 1977 de İsrail’de İşçi Partisi’nin, Ben-Gurion’nun çöküşüdür. Bugünkü Likud gelmiştir, şeriatçıdır Likud. Onun arkasından 1978’de Polonyalı anti-komünist bir kardinal Papa olmuştur. Bütün dünyada aydınlanmanın, -progress diyoruz - yıkıldığı yıllardır. Biliyorsunuz aydınlanma, yani ilerleme fikri bizim solcuların neredeyse amentüsüdür. Anti-komünist Papa geldi, bütün Batı’yı kazıdı. Onun arkasından da iki kişi geldi. Biri Thatcher, öbürü Reagan. Dünyanın pek karanlık olduğu bir dönemdir. Bizler 50 yıldır karanlık bir dünyadayız. Buralardan başlar. Birincisi 1977’de, kurucu olan İşçi Partisi’nin, Ben-Gurion’un düşmesidir. Netanyahu’nun soyu gelir oraya. İlk düşen İsrail olmuştur. İsrail hiçbir zaman tam laik değildi ama şeriatçı da değildi. Arkasından tekrar söylüyoruz, ilk defa Polonya’dan birisi Papa oldu. Üçüncüsü Humeyni geldi, 1979’dur. 1977, 78, 79... Bazı kaynaklar bu üçünü tespit ederler. Aslında dördüncüsü de geldi: Bunların ardından gelen, 12 Eylül’dür. Benim kitaplarımda var. Ben bunlara 12 Eylül’ü de ekledim. Ancak, çok enteresan, başlangıçta ben de yanıldım. Türkiye’ye faşizmi ancak İslam’la getirebileceklerini görmüştüm, ama başlangıçta her şeye rağmen darbe daha laik olur zannediyordum. Sonra da İslam’ı gördüm, ama Sünni vurgusunu görmedim. Sözünü ettiğimiz yemekte, Wohlstetter’e soruyorlar. “Sırada Türkiye mi var?” diyor. Wohlstetter, “Hayır” diyor, “Hayır, Türkiye cevap (response) olacak.” diyor. Neye cevap? İran’daki islam devrimine cevap olarak düşünüyorlar. Buna uyanmam çok
sonra oldu. 12 Eylül başından itibaren islami bir darbe idi. Çok açık olarak Sünni ve Nakşibendi kurdu. Neye cevaptı o? Oradaki Şia’ya… Ben bunları Fitne kitabımda çıkarttım. Genelkurmay, “İslam olmalı” diyor. Orada yazılar var. Dolayısıyla 1960’tan itibaren İslam’ı getirmeye çalıştılar. Burada birazcık da şunu söylüyorum, ileride sorunuz çıkarsa yine söyleriz. 12 Eylül ve 2002, AKP de oligarşinin işidir. Yani oradaki, islamcılıktaki sınıfi yanı gözden uzak tutamayız. AKP’nin, eski düzen yanlılarının önemli bir kısmından hiçbir mukavemet görmemesi de bu nedenledir. Sonuca baktığınız zaman Türk halkının büyük zenginliklerini Koç ve diğerleri aldılar. Hocam, şimdi hiçbir mukavemet görmediler dediğiniz noktadan başka bir şey soralım. Biz Türkiye’de dönüşümü konuşurken AKP’yi ve muhafazakarları konuşuyoruz ama bunun bir yanında da CHP var. Bir yanında ordu var. CHP’nin ve ordunun en son Hasan Karakaya’ya taziye mesajı yollaması gibi örnekler var. Yani bu tasfiyede CHP’ye, orduya, Kemalistlere ne düşüyor? Onların rolü üzerine ne diyebiliriz? Efendim, şimdi şöyle söyleyelim. Bir, şunu söylemiş olduk. Ben 12 Eylül’den önce Sosyalist İktidar dergisinde, islam gelecek, bunu söyledim. Ve oligarşi getirecek, orada hiçbir kuşkum yok. Çünkü oligarşi çözemiyor artık. Cumhuriyet ona dar geliyor. Yazılarda da böyle diyorum. Birinci nokta bu. İkinci noktada, aradan yirmi yıl geçti, ben gene darbe bekliyordum ve 2002’ye çok açık olarak “seçim değil, darbedir” dedim.
25
Şimdi sizin sorduğunuz soruya dönünce, çok hoş bir noktaya geldik. Şimdi sokaktaki arkadaşlarım da bana aynı şeyi söylüyor. Yazarlar da aynı şeyi söylüyor. Bekir Coşkun da aynı şeyi söylüyor. Yılmaz Özdil de aynı şeyi söylüyor. Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’si, hatta 2002’den beri CHP, arkasından MHP ve kısmen, bu çözüm denen işe girdikleri andan itibaren HDP tek partidir. AKP’nin bu kadar uzun süre iktidarda kalması, gençliğin bir biçimde çaresizliği hepsi budur. Siz hiçbir şey yapamazsınız. Bütün parçalar tek parça olup iktidara geliyorlarsa, oligarşi ve ordu da bunun içindeyse, gençlik ne yapabilir? Yapacaklarınızı birazdan tartışabiliriz. O noktaya geleceğiz, ancak önce şunu söyleyelim. Bunu Kürtlere anlatacağız, “çözüm” demek AKP iktidarını desteklemek demektir. Yalçın Küçük’ün Aforizmalar’ı var, oraya da yazmışım. Bizim için en kötü olan şey, Türkiye Cumhuriyeti için en kötü olan nokta, Türk gericiliğiyle Kürt gericiliğinin birleşmesidir. Çözüm bu birleşmenin bir adıdır ve yoludur. İkisinden hiçbir şey yapamazsınız.
"Çok yeni bir gelişme olmazsa, ağırlık Kandil'de ve kısmen de Rusya'da olacaktır bundan sonra" O zaman hocam biraz sorularımızın dışarı çıkıp şunu soralım: Siz dediniz ki çözüm sürecinden itibaren artık HDP de AKP ile tek partidir. Şimdi bugünkü sürece baktığımız zaman bu açıdan, bir yandan HDP’nin bir yandan PKK’nin bölgede AKP ile savaşı.. Bugün hâlâ bu tek parti olma durumunun devam ettiğini düşünüyor musunuz? Hayır… İki nokta var. Kısmen… Bu imza atanlar (Barış İçin Akademisyenler Bildirisi) örneğin, müzakere diyorlar… Kürtler, “çözüm süreci” dedikleri sürece bir tarafları İslamla el eledir. Ama önemli bir dönüşüm de var, onu görmezlikten gelemeyiz. Öncesi gibi değil. Yani bilinçleri az, başka bağlantıları var, ama Selahattin ile o kız (Figen Yüksekdağ) cesur davranıyorlar yer yer, bunu kabul etmek lazım. Az biliyorlar, bilmiyorlar, ama böyledir. Hayır, hâlâ tek partidirler diyemeyiz. Ama sallanıyorlar. O konulara zamanımız olursa değiniriz. Şimdi şunu söyleyelim, Öcalan’ın hapse girdiği dönemle beraber 3 dönemi vardır. Birincisi Yalçın Küçük’ün düşüncelerine -Kürtlerin sözüyle- çok değer biçtiği bir dönem vardır. Genelkurmay ile irtibat halinde olduğu ikinci bir dönem vardır, hapisteyken. Genelkurmay’a uygun sözler vardır. Bir de aşağı yukarı Samanyolu denilen televizyonda gösterilen Kollama dizisinin yapıldığı bir dönem vardır. Bir ara çok meşhurdum. Beni televizyonda görenler, “bu Kollama’nın adamı” diyormuş. Ben Minik Kaya’yım orada, böyle bir karakter koymuşlar, dava açtık, kazandık. O diziye göre ben Öcalan’ı çok zaman boğmaya kalkıyorum. Dizide Öcalan çok tehdit ediliyor. Dizi, Öcalan’ın AKP çizgisine gelmesi için… Ve geldi. AKP çizgisinin dışında kaldığı zaman adamlar gelip Öcalan’ı etkiliyorlardı. Yani Öcalan bir şekilde artık AKP’li oldu. Bütün bu “çözüm” orada çıktı, kardeş oldular. Onun AKP’leşmesine hizmet etti. Dizinin bütünü budur. Öcalan’ı korkutuyorlar… Dizi buydu. Dizi ile aynı dönemde, 2010’da 2011’de Öcalan bu işlere bağlandıktan sonra bitti. O şekilde bitti.
26
“Bizler 50 yıldır karanlık bir dünyadayız. Buralardan başlar. Birincisi 1977’de, kurucu olan İşçi Partisi’nin, BenGurion’un düşmesidir. Netanhayu’nun soyu gelir oraya. İlk düşen İsrail olmuştur. İsrail hiçbir zaman tam laik değildi ama şeriatçı da değildi. Arkasından tekrar söylüyoruz, ilk defa Polonya’dan birisi Papa oldu. Üçüncüsü Humeyni geldi, 1979’dur. 1977, 78, 79… Bazı kaynaklar bu üçünü tespit ederler. Aslında dördüncüsü de geldi: Bunların ardından gelen, 12 Eylül’dür.” Ben bir iki bölümünü gördüm. Bütünü böyleydi. Öcalan’a büyük baskı vardı dizide. Arada gidiyordum onu öldürüyordum, boğuyordum… O tür şeyler yapıyordum. Şimdi sizin sorunuzla ilgili olarak şunları söyleyelim. Kandil daha soldur. Cemil, Duran, Mustafa… Üçü de daha soldur. Dikkatli bir iş yaptılar. Öcalan’ın Kürtler üzerindeki nüfuzu çok fazladır. Kırmadan belli şekilde hareket ettiler. Çünkü Öcalan birkaç defa “bu çözüme razı olun, bilmem ne yapmayın” dedi. Şimdi daha açık olarak, Öcalan’ın bir önerisi varsa “gönderin burada yapsın” diyorlar. Öyle bir dönemi var. Dolayısıyla sizin sorunuza şöyle cevap verebiliriz: Hayır. HDP de yer yer çok sert oldu. Daha da sert olacağı görünüyor. Bir defa mülakatlarda (OdaTV’ye verdiği mülakatlarda) çıkacak ama size de söylemekte bir tekrar olmaz. Bizimkiler çok bilgisiz. “Sizleri hapse atacağız,” diyorlar. Oysa şu an hem Selahattin Demirtaş’ın hem Figen Hanımın tek istedikleri hapse girmektir. Bunu bileceksiniz. Çünkü iyi kötü bir şeyler yaptılar. Ve mafyada ve bu tür örgütlerde
hapse girmeden yükselemezsiniz. Artık bundan sonra hiçbir şeyleri yok. Hapse girmeleri lazım. 5-10 yıl yatmayan adam bu tür yerlerde önemli bir adam olmaz. Bunlarda da öyle. Hiç umurlarında değil. Şu an girseler 5 yıldan fazla yatmamayı hesaplayabilirler. Dolayısıyla sorunuza bu şekilde cevap vermiş oluyoruz. Niye hâlâ çözüm istiyorlar, yani Batı’ya karşı mı bunu söylüyorlar, başkalarına karşı mı, bunu bilemem. Cumhuriyetin tasfiyesi meselesiyle devam edecek olursak, Kürt hareketi Ergenekon operasyonu sırasında sonuna kadar gidilsin dedi, Cumhuriyet’in tasfiyesinde büyük rolü vardı. Doğrudur. Bu müzakere süreçleri bizim açımızdan da yanlıştı. Biraz önce CHP, AKP, MHP ve kısmen HDP aynıdır dediniz. Ama şimdi başka bir konumda olduklarını söyleyebiliyoruz. 7 Haziran seçimlerine de yarı-devrim demiştiniz. Peki burada Kürtler nereye oturuyor? Çözümü göstermelik mi istiyorlar belli değil dediniz, biraz muğlak kalıyor... Şimdi nereye bakacağınıza bağlı. Bir dinamik olarak mı bakacağız, öbür tarafına mı bakacağız? Kürt dediğimiz zaman Kandil’e mi bakacağız? İmralı’ya mı bakacağız? Şimdi eğer İMC’ye bakarsanız, çok gerideler, ancak bunu söyleyebiliriz. AKP’nin bir parçası olduğunu düşünebiliriz. Çok aşikar. Leyla Zana’ya, Altan Tan’a bakarsak… Leyla, Barzani’nin kızıdır. Öcalan hiç sevmezdi. Barzani’ye bağlıdır. Çok açık bu. Ama kabul etmek gerekir ki Kandil daha başkadır… Kandil’de şunu görebiliyoruz: Öcalan’ı üzmeden Öcalan’dan ayrılıyor yer yer. Bunu söylemek çok mu yeni, hayır. Yalçın Akdoğan çok açık olarak “Apo’yu kırıyorsunuz, ediyorsunuz, hiç sevmiyorsunuz” diyor. Bundan sonra da Öcalan’ın Kandil’den çok fazla ayrılacağını tahmin etmiyorum. Yani çok fazla tahmin etmiyorum. Daha doğrusu son açıkladıkları öz yönetimden, özerklik’ten geri düşeceğini tahmin etmiyorum. Dolayısıyla böyle bir durumdayız. Selahattin’in “başkan olamayacaksınız” ve son “diploma” çıkışı var. Tayyip Bey çok korkar. Bir de şuna bakarsınız: Ben “bu seçim butlan ile maluldür” dedim; bu parti, iptali için başvurdu. Sonra, Selahattin, “biz çok devlet kurarız, federasyon kurarız, bizde onlar çoktur,” dedi. Bu AKP’liler bunu anlayamazlar, diğerleri de öyle dedikleri gibi kolay kuramazlar. Ancak, Rusya’dan döndükten sonra söyledi bunu Selahattin, havalanmış, havalanmış. Ben ilk gittiğimde Bekaa’ya, baş başa konuşuyoruz Bekaa’da. “Benim Doğu Birliği projemi biliyor musunuz?” dedim Öcalan’a. “Hayır hocam, bilmiyorum,” dedi. Ben ona Doğu Birliği projemi anlattım, 1962’den beri benimdir, tesadüfen mecliste de söylendi. Çok etkilendi (Öcalan). Yakında söyledi ya. Yani bu benim Doğu Birliği dediğim, bunların, PKK’nın programında Ortadoğu Devletleri Birliği şeklinde var. AKP’liler bunu bilmez. Şimdi onu mu canlandırdılar, bilemiyoruz, ancak çok farklı bir durumdayız. Bu bildiriyi (Barış İçin Akademisyenler Bildirisi), şunu, bunu eleştiririz, mücadele de ederiz, öyle kolay değil, ama çok farklı bir duruma bakmak durumundayız, farklı bir yerdeyiz şimdi.
Buradan şunu söyleyebiliriz, çok yeni bir gelişme olmazsa, ağırlık Kandil’de ve kısmen de Rusya’da olacaktır bundan sonra. Başka bir dönem geliyor. Bunlar bir iki zaman içinde giderler. Hocam aslında son cümlenizde sormak istediğimiz soruya da girdiniz. Son kitabınızdan, Çıkış 2’den şöyle bir izlenime kapıldık: Siz, bölgesel bir savaş durumunda, Ortadoğu’da ABD ve Rusya’nın karşı karşıya geldiği bir denklemde Kürtlerin, Rusya’dan yana bir tavır alacağını düşünüyor gibisiniz. Şimdi, bununla ilgili birbiriyle bağlantılı iki şey sormak istiyoruz. Bir tanesi, genel olarak Ortadoğu’da bir kutuplaşma durumu aslında gözle görülür bir hale geldi biraz. Yani Suudi Arabistan’la İran arasındaki çekişme, İran’ın ABD gemilerine el koyması vs. böyle bir kutuplaşma durumu kendini gösteriyor. Bu kutuplaşma durumu sizce bir bölgesel savaşa dönebilir mi ve ikinci olarak böyle bir durumda Kürtler nasıl bir konum alabilirler? Şunu gayet açık olarak söyleyelim. Amerika ile Rusya arasında demedim, ancak, şunu dedim. Benim birincide söylediğim, Çıkış’ın birinci cildinde, çok iyi bir iş yaptım, arkadaşlarımla da beraber. 1800’den 1900’e kadar, Osmanlı-Türk diyoruz, Rusya-Türkiye savaşlarında ve İran-Rusya savaşlarında Kürtlerin davranışlarını çıkarttık, büyük bir iş. Kürtler hepsinde Rusya’yla beraber olmuştur, onu değiştiremezsiniz, bu bir yasadır. Ve nitekim Demirtaş da gitti Moskova’ya, döner dönmez “federasyon” dedi. Putin’in Ortadoğu’ya girişinden evvel, birinci kitapta “Obama doktrini” dedik, o çok önemli bir doktrindi, arkadaşlarımla birlikte hepsini yazdık ve Obama doktrininden sonra Kürtler, “Türkiye partisiyiz” dediler. Ayrılmayı, ayrılma sözünü kestiler. Ondan sonra Putin çıkınca, Selahattin oraya gidince, ki sadece Selahattin’in oraya gittiğini düşünmeyin, başkaları da oraya gidince, birdenbire “biz çok savaş yaptık, çok devlet kurarız, ne devletler kurarız biz,” dediler ve “özerklik istiyoruz,” dediler. Yani özerklik Rusya tarafından kabul gören ya da istenen bir durum mu diyorsunuz? Cesaretleri var, evvela ne istiyor Rusya? Bakın, 3 gün önce İngiliz Dışişleri Bakanı geldi. “Benim Türklerim ne çok öldürüyor, ne de güzel öldürüyor,” anlamında konuştu. Unutmayın ki, 24 Kasım’dan beri, Türkiye’nin Rus uçağını vurmasından beri, güneye bir tek uçak bile kalkmıyor, kalkamıyor. Kolay değil, bambaşka bir durumdur bunlar. Yine Yüce Gök’e şükür olsun ki, 25 Kasım’da “bu bir savaştır,” dedim. Moskova, “bu bir savaştır ama savaş ilan etmiyoruz’’ dedi, zamana ihtiyacı var, zaman kullanacak. Türkiye bitmiştir artık. Çıkış 1’de yazdığımız Obama Doktrinini okursanız, Kürtler bizimle olmayı düşündüğünde, ki o zaman düşünüyordu, Obama Doktrini’nde bu vardı, Kürtler’in ayrılmasını öngörmüyordu, ancak bu doktrine göre biz Türkler ikinci sınıftık artık. Şimdi Rusya indi ve Obama Doktrini sallanıyor. Ve Rusya ile savaşa sokanlar, Türkiye’yi çok büyük tehlikeye attılar. Bunu aklınıza koyun. Türkiye gitti, bunlar şimdi çok korku içindeler. Ne olur, onu bilemeyiz, ama şurası mutlaktır. Lazkiye’den Nusaybin’e olan kısım şimdi Rusya’nın do-
27
mine ettiği bir yerdir. Budur artık. Öbür tarafta da Obama güçlü olmak istiyor. Ki burada bir sorunuz var, buna bir Soğuk Savaş diyemeyiz. Biz hep kavramlarla bakarız. Niye diyemeyiz Soğuk Savaş? Çünkü Soğuk Savaş ideolojilerin savaşıdır, burada ideolojilerin savaşı yok artık. Tariflerimizi, kavramlarımızı, paradigmalarımızı bırakamayız. Tabii, bunları söylüyoruz ama, yeni gelişmeler de var, eklemek gerekiyor. Emperyalistler Rusya’nın Kırım çıkartmasından çok rahatsız olmakla beraber, rahatsız olmakla kalmışlardı. Şimdi ise, Rusya’nın 19. yüzyıl tabiriyle sıcak denizlere inmesi, Suriye’yi çok modern silahlarla savunması, yavaş yavaş Akdeniz’in doğusuna yerleşmesi emperyalistleri daha da rahatsız etti. Ve Londra derhal, tarif etmeden, Putin’i Stalin olarak saydı ve göstermeye başladı. Ne demek bu? Soğuk Savaş’ın en büyük özelliği, 1945 ve sonrasına kadar, Soğuk Savaş’a kadar, Rusya, Stalin Amerika’nın çok sevgili lideriydi, ondan sonra katil olarak resmetmek istediler, birlikte çalıştığı her insanı, canı istediği zaman, keyif içinde katleden bir adam olarak resmetmek istediler. Bu, Soğuk Savaş’ın bir parçasıdır. Hem
“Benim şu tarafım vardır, onu da size söyleyeyim. Ben Kürtlere güvenirim, Kürtleri de çok severim, çok da kavga ederim, ‘sizinle savaşırım,’ derim, ‘siz yobazsınız,’ diyorum. Bunlar laiktiler. Ahmet Altan’la Yasemin Çongar Kandil’e gidince ‘aaa bunların başı açık, laik bunlar, Kemalist bunlar’ dediler. Kürtler laiktir, burada yobaz ettiler. Apo bunları yaptı ve Kandil tam uymadı ona. Biz onları Kemalist yaptık, öyle diyorlar, siz de Kemalizmi o kadar küçümsemeyin.” 28
ideolojiktir, hem karalamaya dayalıdır, psikolojiktir. Soğuk Savaş, Sovyetleri herkesi bir fırına koyan bir ülke olarak gösterdi. Yavaş yavaş buna başlıyorlar. Birdenbire Putin’in, uzun zaman yakınında çalışan bir istihbaratçıyı öldürdüğü, öldürmese bile öldürme emrini verdiği, şu anda Londra’nın, sadece gazetelerde değil, hükümet düzeyinde iddiasıdır. Bu, Soğuk Savaş’ın önemli renklerinden biridir. Bir ay önce Amerikan televizyonları Putin’in çok popüler olduğunu gösteriyorlardı ve çok rahatsız olunca bundan döndüklerini anlıyoruz. Şimdi buna, yavaş yavaş karalamaya başladılar. Şu anda bu kadarını görüyoruz, henüz net bir ideolojik savaş yoktur. Aslında Birinci Dünya Savaşı öncesi kutuplaşmaya benzer bir kutuplaşmadan söz ediyorum. Ne kadar doğrudur bilemem, ama buna benzer bir kutuplaşmadan söz edilebilir mi? Var tabi, var. 1916’yı düşünebiliriz, onu da söyledik. Osmanlı’nın bölünmesini düşünebiliriz. Nedir bu? İki gün önce Hillary Clinton’ın bir lafı var, “kabadayı oldu,” diyor Putin için. “Verdiğimiz zaman teskin olur zannediyorduk, aldıkça daha çok istiyor,” diyor. Bu çok çok önemli. “Aldıkça daha çok istiyor,” diyor. Çok korkuyor ve Clinton gelirse o daha agresif olacak. O zaten daha muhafazakar bir kadın, göreceğiz onları. Ama başka bir şey, buradan ileri gidemeyiz, daha ilerisini henüz söyleyemeyiz.
"Doğu birliği şart" Peki, bu tabloda Türkiye’ye ne olur? Artık başka bir Türkiye’yi düşünmemiz lazım. Bir de demin söylediklerimize bakarak kendimizi başka türlü düşünmemiz lazım. Danıştay suikastinden yatan ülkücüler vardı hapisanede, onlar bağırırlardı, “ey ülkücülerin reisi Yalçın Küçük’tür.” O başka bir hikayedir. Elbette, onların dediği gibi değil, ama ben çok milliciyim, yani Musul’un alınmasını ben çıkarttım. Musul’u almazsanız Diyarbakır’ı verirsiniz, bunu ben söyledim. İşte, veriyoruz. Ama şimdi de Doğu Birliğimiz var. İlk Suriye’yle birleşebiliriz. Tabii, işler çok karıştı. Bir yanda Putin ve öbür yanda Obama var. Türkiye büyümezse küçülür, dedim; küçülüyoruz. 191718’de bu bölgeleri kaybettik; şimdi ikinci defa, tamamen gidiyor. Burada sakın yanlış anlamayın, Arap dünyası bizim demiyorum, öyle bir iddiam yok. Ama bizim büyümemiz gerekir, birleşerek büyümemiz gerekir. Önümüzde Ortak Pazar modeli var. Bizim için daha yakın olabilir. Benim Bekaa’ya ilk seferimin maksadı buydu. Ben onlarla Doğu Birliği’ni konuşmak üzere gittim, çok zayıf çıktılar. Dolayısıyla şimdi başka türlü de düşünebileceğiz. Yani buraları oligarşiye veremeyiz, 3 milyon işgücü üç kuruşa çalışıyor, göbek atıyorlar. 1979’da 1 milyon İranlı geldi. Biraz Afgan geldi. Bunlara işçi ücreti vermeden çalıştırıyorlar, ucuz bunlar. Benim şu tarafım vardır, onu da size söyleyeyim. Ben Kürtlere güvenirim, Kürtleri de çok severim, çok da kavga ederim, “sizinle savaşırım,” derim, “siz yobazsınız,” diyorum. Bunlar la-
Benim 1958’den beri bu mücadelede olduğum söyleniyor, siz Fikir Kulübü olduğunuz için tarihinizi de söyleyeyim. Fikir Kulübü çok çok önemli bir iştir. Türkiye’yi sallamıştır. Benim estetik yargılarım Sovyetik değildir. Sovyetlerin roman, edebiyat estetiğini kastetmiyorum. İnsanlar üzerine… Troçki yapar yapar, bir yerde yanlış yaparsa Troçki’yi doğduğu günden itibaren kötü gösterirler. Buna Sovyet estetiği deriz. Benim anlayışım o değildir, insanları parçalara ayırırım. Turhan Feyzioğlu için dört ayrı dönemi düşünebiliriz. Bir, çok etkili olduğu zaman, iki, hiç etkisinin olmadığı zaman, bunu etki açısından bölüyoruz. Bir de ilerici olduğu zaman ve gerici olduğu zaman olarak bölüyoruz. Etkili olduğu zamanı ve ilerici olduğu zamanı yan yana getirdiğimiz zaman, öbür taraf beni ilgilendirmiyor. Faşist ama etkisiz oldu, öyle bir dönemdi. Turhan Feyzioğlu, Aydın Yalçın, onların çok etkili olduğu bir dönem var. Ve çok da kötü oldukları bir dönem var. Hürriyet Partisi kuruldu 1955’te, partinin Ankara İl Başkanı Hüsamettin Cindoruk’tu. Çok parlak bir çocuktu, “Demokrat olmayan Demokrat Parti’den istifa ediyorum,” dedi. Ben böyle adamları kaydederim. Sonra Ankara’ya geldim öğrenci olarak, ona çırak oldum, hiç haberi yok. Ne kadar utanıyor “benim ustamsın, büyüğümsün” deyince. Onun çırağı oldum ben. Sadece o değil, Hürriyet Partisi’nin Ankara İl Başkanı’ydı. Tuna caddesinde bir yerleri vardı. Ben o zamanlar Fikir Kulübü olarak hem konuşmacı bulurdum, hem izleyici bulurdum, işimiz oydu. Çok hoş bir işim vardı benim. Orada mesela Aydın Yalçın’a sosyalizm üzerine seminer verdirdim. Ama küçücük bir çocuğum, içimden de “adam bilmiyor,” dedim. Şerif Mardin’i buldum, ona da seminer verdirdim, o da bilmiyordu. Yani biz öyle bir dönemdeydik ki hiçkimse bir şey bilmiyordu. Cemal Köprülü’yü buldum, ona İttihat Terakki’yi öğrettirdim, anlattırdım. Fevzi Lütfi’ye İttihat Terakki’yi anlattırdım. Hiç bilmiyorlardı. Onlara müşteri buluyordum ama evvela bana anlatıyorlardı. Ne kadar hoş ama, İttihat Terakki’de yaşamış bir adama İttihat Terakki’yi anlattırırdım ben. Dolayısıyla Aydın Yalçın, Turhan Feyzioğlu Fikir Kulübü’nü kurduğu zaman, boşverin onların başka yaptıkları işleri, Fikir Kulübü’yle müthiş işler yaptılar. Fikir Kulübü Türkiye’yi salladı, yuvarlak masa tartışmaları, kurul halinde toplantılar hepsini yaptık. 66’da büyük toplantılar yaptık, bir dönemdir o. 66, iç savaşın tohumlarının atıldığı dönemdir. İlhami’yi (Soysal) dövdükleri tarihtir o. Bir ülkede büyük bir gazeteciyi başkentte dövüyorsanız iç savaş başlamıştır. İlhami çok kitap okurdu, büyük gazeteciydi. Sonradan Taner’in (Timur) sekreteriydim ben. Ardından yönetimin bana geçtiği zaman, demek ki o dönem serttim. Yerimiz fakültenin içindeydi, “tamir ettireceğiz,” dediler, bahaneydi, bizleri oradan kovdular. Benim hayatımda kovulma çok fazladır. Ancak öbür tarafını da söyleyeyim, ben kaçmasını da çok iyi bilirim. 3 Aralık’ta gazetelerde yazmıştı, Turhan Feyzioğlu’nu bakanlık emrine aldılar. Ne demek? Dekanlıktan el çektiriyorlar ve Feyzioğlu’nu milli eğitim bakanlığı emrine alıyorlar. Şimdi soruşturma açılanlara da bunu yapıyorlar, buna bankamatik memuru diyoruz. İşe gelmesinler istiyorlar ve maaş veriyorlar, Feyzioğlu da öyleydi. Taner’le öyle arkadaştık, çok değerli bir arkadaş. Siz de ileride düşünebilirsiniz, biz 56’dan beri Taner’le, bir iki sene sonra Korkut’la arkadaşız. Korkut hukuktan çıktı. Bakın şunu söyleyeyim size, Taner Timur, Yalçın Küçük, Korkut Boratav, biz aşağı yukarı 60 sene beraber olduk ve 60 yıldır sosyalizm mücadelesi yapıyoruz. Hiç sekmedik, üçümüz de profesörüz, üç arkadaş.
iktiler. Ahmet Altan’la Yasemin Çongar Kandil’e gidince “aaa bunların başı açık, laik bunlar, Kemalist bunlar’’ dediler. Kürtler laiktir, burada yobaz ettiler. Apo bunları yaptı ve Kandil tam uymadı ona. Biz onları Kemalist yaptık, öyle diyorlar, siz de Kemalizmi o kadar küçümsemeyin.
"Yaptıkları doğru, kendileri iyi değil" Hocam o zaman Barış İçin Akademisyenler Bildirisi’ne gelelim. Aslında ilk imzalanan bildiri, OdaTV’de yazılan bir değerlendirme yazısında değinildiği gibi bir önceki hükümetin, hükümet programında yer alan başlıkların olduğu bir bildiriydi. Çok fazla radikal de değildi ancak buna rağmen çok sert
bir biçimde saldırdı AKP. Biz FKF olarak açıklama yaptığımızda dedik ki, bu saldırı üniversiteye yönelik bir saldırıdır. ODTÜ’deki mescit gündeminden sonra ODTÜ’ye saldırı, sonra akademisyenlere saldırmaları, ikisi de, üniversiteye saldırı, özgür düşünceye saldırıdır dedik. Sadece Kürtlerle savaşa değindiği için saldırılmadı yani. Bu bildiriye imza atanların hepsine aydın demek mümkün değil, bu açıdan karşılaştırmak ne kadar doğru bilemiyoruz ama benzer bir saldırıyı siz de yaşadınız Aydınlar Bildirgesi’nden sonra. Türkiye’de ne zaman faşist, diktatoryal bir hükümet olsa önce üniversiteye, aydınlara saldırıyorlar. Siz bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz, kendi yaşadıklarınızla karşılaştırıyor musunuz?
29
Efendim bir defa şunu söyleyelim: Aydın aklıyla mücadele eden yaratıktır. Aydının özelliği mücadele etmesidir. Dolayısıyla bir şekilde mücadele edenleri de bilirsiniz, 1100 kişi içerisinde hepsine aydın demek zordur. Ayrıca “müzakere” diyorlar, gericilik ile aynı şeyi savunuyorlar, ayrıca AKP’li bunların çoğu. Ama bütün bunlarla birlikte, hemen söyleyeyim, “müzakere” sözü dışında, yaptıkları iş iyidir ve suç değildir. Tayyip Bey’in, AKP’nin, bu imza atanlara kökten hücum etmesi, çok korktuklarını gösterir, çok zayıf olduklarını gösterir. Biz o zamanlar Aydın Bildirgesi’ni imzaladığımızda, o zamanın Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, “ne yapayım sizi Vahdettin de aydındır” demişti. Şimdi kabul etmek gerekir ki, çok fazla imza atmışlar, çoğu AKP’li. İmza atanlardan Ahmet İnsel en gerici adam. Baskın Oran filan, onlar AKP’nin adamları. Size bir başka tarafını da anlatmak istiyorum. O da şu: Murat Belge neden yok, ona şaşırdım. Murat Belge benim için bir modeldir, bir tipolojidir. Murat Belge, 1. TİP’e ilk girenlerdendir. Evvela yadırgayabilirsiniz, ancak TİP’e girenlerin çoğu TİP’in Cumhuriyet’i yıkacağını düşünerek girdiler, sonraki duruma bakarak bunu söylüyoruz. Sonra çıktılar. Murat çok iyi bir öğreticidir, sonra her şey oldu bunlar. AKP’li oldular, Kürt oldular. Mesela bunların Kürt sempatisi, Kürtlerin de Cumhuriyet’i yıkacağını düşünmelerine dayanır. Sakın yanlış anlamayın, ben Kürtlerin yıkacağını hiç düşünmüyorum. Ama bunlar bu şekilde girdiler, şu durumlarına bakın. Baskın Oran, 1. TİP üyesidir, sonra AKP’lidir, şimdi Kürt. Böyle bir oyuncak olmaz. Bu kadar dönüşen bir insanın aydın olduğunu söyleyemeyiz, hiçbir mücadelesi yok. Bu kadar döndü, herhangi birinden burnu kanamadı. Aklıyla mücadele eden hiç kimseyi tanımıyoruz bunlardan. Sevgili
30
hocaları küçümsüyor değilim, bunlar sıradan girmişler oraya. Yaptıkları yine de iyi iş. Yapmışlar, söylediklerinde hiç suç da yoktur. Ha, diğer söyledikleri, “masayı yapın”, “çözüme gidin”… Bu, herkesin diktatör, sağlığı bozuk dediği bir adamla anlaşın,” demektir. AKP’yle ne konuda anlaşacaklar, Cumhuriyet’i mi kaldıracaksınız, AKP’yle ne anlaşabilir PKK? Benim sözüm vardır. Türkiye’nin başına gelebilecek en kötü şey, Türk gericiliğiyle Kürt gericiliğinin yan yana olmasıdır. Altan Tan’la, Leyla Zana’yla… Barzanicidirler. Bunların hiçbir itibarı yok, adları yok, aydının adı olur. Korkut hocam konuştuğu zaman resmini de koyuyor gazeteler. Korkut hocam hepimizin adına söylüyor. Tekrar tekrar söylerim, Metin Feyzioğlu’nun yaptığı bir hukukçuya yakışmaz. Senin işin bir hukukçu olarak söylediklerini tartmak değil; bir hukukçu olarak beğenirsiniz beğenmezsiniz, “söyledikleri suç değildir,” söylemesi gereken budur. Metin hocaya bakıyorum, tarihte öyle dönemler olur ki son dakikada gerici olurlar. Yenileri de çıkıyorlar… Kürt sorunu gibi çok önemli bir sorunu Tayyip Erdoğan’la konuşarak çözmeyi önermek çok önemli bir sorundur. Biz böyle şeylere imza atmayız. AKP’yle birlikte çözüm aramak Cumhuriyet’e düşmanlıktır. Bunların hepsini biliyorum, Cumhuriyet’e düşman İnsel’i biliyorum. Baskın… Baskın benim arkadaşım. Şu anda düşmandır. Yeni öğrendim Şevket Pamuk varmış, imzasını gördüm, Orhan Pamuk’un kardeşi, Aydın Bildirgesi’nde önemli isimleri bulan, getiren Şevket Pamuk’tur. Çok çok önemli işler yaptı, hiç tanışmam, severim, onu tenzih ederim. Siyasal’daki hocamız Ahmet Haşim Köse, onu da tenzih ederim. Onlar değerli insanlardır, kimse onları linç etmez.
Bizim bir Harbiye’nin Zaptı adıyla yazdığımız bir iş vardı, Çıkış 2’de yazdık, mükemmel bir iş yapmışız… Ne hoştu… İnşallah siz de yaparsınız… Orada Şan Sineması vardı, girelemiyordu, Aydınlar Bildirgesi’nde. İki kişiyi zor aldık içeriye, giremiyor, kalabalıktan camlar kırılıyor. Ondan sonra oranın sahibi Egemen, ne hoş çocuktu, oranın sahibi… Aziz Nesin’le biz yönetiyorduk, bize “şu kalabalığa bak, gelin size eğlence yerleri açalım” diyordu, ne hoştu… İki kişiyi zor aldık, bir kişiyi daha alsak camlar kırılacak. Bir tanesi Abdullah Baştürk, DİSK Genel Başkanı, bir tanesi de Coşkun Özdemir hocamdı, onları aldık. Biz bunları yaptık. Tekrar tekrar, bu Barış için Akademisyen Bildirgesi’nde, yaptıkları doğru, kendileri iyi değil. Bunu çok açık olarak söyleyelim. Bunların yaptıkları her dilde bir söz vardır, “bozuk saat günde iki defa doğruyu gösterir.” Bunlar bozuk saattir. Her zaman onlara bozuk saat muamelesi yapacağız. Korkut gayet iyi söylemiş, hepimizin adına söylemiş. Hiçbir suçları yoktur. İyi bir iş yapmışlardır, söyledikleri çocukların öldürülmemesi. Böyle yasa yok. Üniversite öğretim üyesinin her şeye rağmen dokunulmazlığı vardır. Üniversitenin kurulları vardır. Bu kurullar olmadan kimseye dokunamazsınız. Bu sözlerde hiçbir suç yoktur. Suç yoktur. Bir tek eleştiri olarak söyleyebileceğimiz “AKP’ye tekrar yalvarıp görüşemelere başlayın.” Bunlar kabul edilemez. Bizim böyle yazıları imzalamamız mümkün değildir. Ayrıca insanda bir şey olur. Baskın, İnsel, siz evvela biraz özür dileyin, af dileyin! Siz bu iktidarı desteklediniz. Bunların adamı oldunuz. Akil sözcüğünü kaldırırsak siz adamsınız. Adam oldunuz. Bizlere küfrettiniz. Bizlerin hapislerde yatmasını istediniz, “oh oh oh,” dediniz. Budur. İçlerinizde bundan dolayı sorumlu olanlar vardır. O kadar. Ama yine de bozuk saat gibi... Metnin içeriğine tekrar gelecek olursak, bir ölçüde konuştuk aslında… Müzakere talebi hakim. Müzakere talebini nasıl değerlendiriyorsunuz? “Müzakere” bilmem ne, bunlar cumhuriyete karşı laflardır. Her zaman söylediğimiz şudur, Kürtlere söylediğimiz şudur: Siz ilerici olacaksınız, biz de ilerici olacağız. İlericilerle de, zannetiklerinin aksine, anlaşmak daha kolaydır. Ben size bende jokerler olduğunu söyledim değil mi? Benim bir görevimin de ne olduğunu biliyor musunuz? Antalya bölge planlaması co-direktörüyüm ben. Yani ben bölge planlaması yapmış bir adamım. Onların zannettikleri çok kolay işler. Sonra biz Behice Hanım’la beraber, solcu olduğumuz zaman, valilikleri kaldırdık. Ne gereği var şu an valinin, ne gereği var? Dolayısıyla biz Türkiye ilericisiyle yapacaksınız, bir şey yapacaksanız, siz de ilerici olacaksınız. Ben onlara söyledim, 1960’lı, 70’li yıllarda Türkiye Kürtleri Kemalizedir. Barzani ayrıdır, Türkiye Kürtleri ise laiktir, Kemalizedir. Bundan utanmasınlar, kırılmasınlar. Kötü bir şey değil. İnsanların bir kısmı Amerikanize olur. Gittiğin yere göredir. Kötü tarafları da olur, “aman ne iyi oldu” demiyoruz. Nitekim biz Türkler’de günlerce hapsederek savaş olmadığını da biz söyledik. Türkiye solcuları söyledi. Türkiye devrimcileri söyledi, başka kimse söylemedi. Bunlardan bir tanesi söyledi mi? Hayır.
“Üniversite öğretim üyesinin her şeye rağmen dokunulmazlığı vardır. Üniversitenin kurulları vardır. Bu kurullar olmadan kimseye dokunamazsınız. Bu sözlerde hiçbir suç yoktur. Suç yoktur. Bir tek eleştiri olarak söyleyebileceğimiz ‘AKP’ye tekrar yalvarıp görüşemelere başlayın.’ Bunlar kabul edilemez. Bizim böyle yazıları imzalamamız mümkün değildir. Ayrıca insanda bir şey olur. Baskın, İnsel, siz evvela biraz özür dileyin, af dileyin! Siz bu iktidarı desteklediniz. Bunların adamı oldunuz. Akil sözcüğünü kaldırırsak siz adamsınız. Adam oldunuz. Bizlere küfrettiniz. Bizlerin hapislerde yatmasını istediniz, ‘oh oh oh,’ dediniz. Budur. İçlerinizde bundan dolayı sorumlu olanlar vardır. O kadar. Ama yine de bozuk saat gibi...” 31
Bu barış bildirisinde ne söylerse söylesin, nerden aydın olabilir. Nereden aydınsınız siz? İçinizde bir taneniz çıkıp diktatorya diyemiyor. Yalvarıyorsunuz, “gidin anlaşın” diye. Tayyip Erdoğan’ın da çok canı sıkılmış. Bunlar “ne PKK diyor, ne başka bir şey,” diyor. Ama Demirtaş’ın lafını tekrarlıyorlar diye çok canı sıkılıyor. Çok da haklı ama. Bunlar avucundaydı. Değil mi? Barış avucundaydı. Bu Ahmet İnsel… “Bunlar şimdi öbür tarafa gittiler,” diyor. Kızacağı kadar bir şey yok aslında ama artık adamı kalmadı. Adamı 3 tane savcısı rektörü filan kaldı, başka bir şey kalmadı.
"Etrafta işaret ve hareket yoksa gençlik bir şey yapamaz; şimdi bu var, işaretler var" İlericilikten, başka türlü düşünmekten bahsettiniz. Bu anlamda daha güncel ve somut bir soruyla devam edelim hocam. Haziran İsyanı Türkiye’de cumhuriyetçiliğin en radikal dışavurumlarından birisi oldu. İsyanın motor güçlerinden biri de yeni bir genç kuşaktı aslında. Türkiye tarihine bakıldığında benzer ileri sıçramaların, eylemliliklerin motor güçlerinin de gençler olduğunu görebiliyoruz. Siz de 56’dan beri gençlik hareketinin içerisinde bulunmuş, öncülüğünü yapmış, gözlemlemiş birisi olarak bugün gençliği nasıl değerlendiriyorsunuz. Sizce bugün gençliğe düşen nedir? Ama şunu da söyleyeyim: Allahtan ne kadar korkuyor bilmiyorum ama Kemal Kılıçdaroğlu’nun benden çok korktuğu belli. Çok açık. Dün bir arkadaşım söyledi, güldüm. Eski Dev-Genç Genel Başkanı, öyle Doğu gibi kısa değil uzun bir dönem, devrimci bir arkadaşım. Gece bana telefon ettiler, “CHP’yi ancak Yalçın Küçük düzeltir,” dediler. Bunlar abartılı. Ama doğru olan nokta şu: Benim üzerlerine F işareti koyduğum herkesi yeni yönetimde atmışlar. Gürsel Tekin gitti, Ayata gitti, Enis Berberoğlu gitti, Dursun Çiçek giremedi. Bütünüyle. Bunu sormadınız ama bunu da ekleyelim. Bu seçimin (kurultay seçimi) asıl atılan adamı Kemal Kılıçdaroğlu’dur. 1216 delegeli bir yerde çoğunluk 300 oy almış, 300 oyla girmişler. Öbürleri de 300-350. Bitmiştir. Bu adamın da yarısını atmışlar. En çok oy alan 2 kişi 600-650. Bitmiştir. Bu oy değil. Yani bir partinin genel kurultayında yarı oy alan insana başarılı diyemezsiniz. Çünkü Aydın Doğan’ın partisi bu, onlar şişiriyorlar. Demek ki budur. Gitti. Bunu söyleyelim. Nedir bu? 3 parti de gidiyor, AKP’nin dayanağı olanlar da gidiyor. AKP gidiyor, yani Tayyip Bey artık gidiyor. CHP ve MHP… Bahçeli’nin yaptığına bakın, ortada parti yok. Hiç. Kongre için dilekçe geliyor, adam ilgilenmiyor, alikıran başkesen. AKP’ye dayanıyor, Tayyip Erdoğan’ın mahkemelerinin kendi lehine, onların lehine oy vermeyeceğini biliyor. Şimdi Kemal Kılıçdaroğlu’na bakın. Bütün adamları gitmiş. 2-3 adamı kalmış. Bu nedir? Bütün sistem çöktü demektir. Bütün sistem.
32
Şimdi aslında iki noktada daha söyledik onu. Soğuk Savaş bir ideolojiler savaşıydı. Gezi beni çok mutlu etti ve çıkarken de o mutlulukla konuştum. Bir defa şunu söyleyelim, Gezi’nin bir ideolojisi yoktu. Önemli bir noktadır. Sosyologca dergisinde de bunu söyledim. Onlar da evvela çok heyecanlandılar. Sonraki yazılarında biraz bu noktaya yaklaştılar. İyi bir dergidir Sosyologca, benim okuduğum, bazen yazdığım bir dergidir. Ama ben bir sabah 5-6’da cezaevinde, Kadıköy’den Gezi’ye gelmek isteyen geniş kalabalığı gördüm. Çok hoşlandım oradaki Türklerden. Zaten çıktıktan sonra da bir kez benzerini gördüm, orada da hoşlandım. Yeni bir Türk onlar. Ancak söylediğiniz kadar genç değillerdi. Herkes vardı orda. Bir kez de çıktıktan bir gün sonra Beyoğlu’nda bir kebapçıya gittik. Başka bir eylem vardı. Yine devamı olabilir. Biz içerideydik. 3-4 tane hanım, genç hanım onlar da gidiyorlardı. Eyleme katılıyorlardı. Gözleri yanıyordu, geliyordu, gidiyorlardı. Onları da gördüm. Çok hoştular. Bir eylem yapıyorladı. Çok fazla eylemi tarif de etmiyorlardı. Ondan sonra 7 Haziran geldiyse bunda Gezi’nin etkisi büyüktür, bundan bir kuşkum yok. Ve sonunda Gezi kazandı. Hiçbir iz bırakmadan kazandı. Ne demek iz bırakmadan? Hayır, o söylediğim izler var. Yani, Gezi, 7 Haziran’da vardır. İnsanlar kendilerine güvendiler, böyle bir izi oldu. O moraldir, 7 Haziran’da da. Ve bunu unutmayın, bu à demi faite, yarım yapılmış, dedim; süreklilik gerekir. “Kesintisiz devrim” sözünü biliyoruz. Tabi abartılı bir şekilde Mahir Çayan’ın yazısında vardır. Devamlı, başka bir şey söylemezler. Hapishanede Dev-Yolcular vardı, “kesintisiz”, “kesintisiz”, sabah akşam “kesintisiz” derlerdi. Onu bir yana bırakıyorum. Ancak, benim söylediğim de, söz olarak, budur, sürekli devrim’dir. Yoksa, à demi faite, diyoruz, kalır. Burada şunu görüyoruz: Kemal Kılıçdaroğlu bunu gördü ve kesmek istedi. Kemal Kılıçdaroğlu 7 Haziran’dan 7 gün sonra, ortada hiçbir şey yokken “erken seçim olursa,” dedi, nereden çıkıyor? Kemal Kılıçdaroğlu’nun Erdoğan’la bağlantısından hiçbir şüphem yok. Sorduğunuz soruyla bitirecek olursak, bir defa, şimdiki durumumuz ayrıdır. Yani bugün ortaya çıkan durum başkadır. AKP çökerken aynı zamanda MHP çöküyor, aynı zamanda CHP çöküyor. E doğal, üçü de birbirine bağlıydı. Biz evvelden beri bunların tek partinin üç parçaları olduğunu söyledik. Şimdi üçü de gidiyor. Etrafta işaret ve hareket yoksa gençlik bir şey yapamaz. Şimdi bu var, işaretler var, başka hareketler var, Rusya var, çöküş var. Yıkıntıyı görüyorsunuz. Şimdi etrafınızda görüyorsunuz. Ne görüyorsunuz hanımefendiler, beyler? 1100 tane imza var. Kim imza atıyor? Hiç bilinmeyen kimseler. Ama her şeye rağmen az imza değil. Her şeye rağmen yapmışlar. Bu Türkiye’de iyi bir şeydir. Yani bunları eleştirdik ettik, umut ederiz ki dönerler. Cumhuriyetçi olurlar. Başka bir istediğimiz yok. Ama Türkiye’de bir moral olduğunun işaretidir. Çok açık. Bu işin iyi tarafı, 1100 kişi, üniversitede işleri var, maaşları var, bilmem neleri var. Hiç tanımadığımız insanlar. Bir yerde de söylüyorlar, “bu Kürtler de bizim insanımız,” diyorlar. Ben de öyle bakıyorum.
“Etrafta işaret ve hareket yoksa gençlik bir şey yapamaz. Şimdi bu var, işaretler var, başka hareketler var, Rusya var, çöküş var. Yıkıntıyı görüyorsunuz. Şimdi etrafınızda görüyorsunuz. Ne görüyorsunuz hanımefendiler, beyler? 1100 tane imza var. Kim imza atıyor? Hiç bilinmeyen kimseler. Ama her şeye rağmen az imza değil. Her şeye rağmen yapmışlar. Bu Türkiye’de iyi bir şeydir. Yani bunları eleştirdik ettik, umut ederiz ki dönerler. Cumhuriyetçi olurlar. Başka bir istediğimiz yok. Ama Türkiye’de bir moral olduğunun işaretidir. Çok açık.” Bunlar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. Bunlar daracık sokaklarda günlerce aç susuz bırakılıyor. Bu bize layık değil. Biz bu kadar acımasız bir kavim değiliz. Kürt bilmem ne olması önemli değil. Bu akademisyenlerin yaptıkları da iyi bir şey. Bunu 6 ay önce yapamazlardı. Ben size şunu söyleyeyim: Putin, Lazkiye’ye inmeden önce bunu yapmazlardı. Bizim işimiz bunları görmektir. Bakın, benim arkadaşım, hapishane arkadaşım Ergun Poyraz yeniden çıkarttı. “Diploması yok,” dedi. Başka? Selahattin Demirtaş “diploması yok,” dedi, cumhurbaşkanı değil dedi. N’oluyorsunuz, ben 2007’den beri söylüyorum, yeni mi duydunuz bunu? Adam “yeni duyduk biz,” diyor. Yeni duymuş olsunlar. Önemli olan dillendirmeleridir.
Kendinizi bir şekilde yıpratmadan moralli olun. İkincisi de Türk aydınının her zaman söylediğim gibi ütopyası yoktur, kurgusu yoktur, reddi yoktur. Bunu biliyorsunuz, ben çok söylüyorum. Reddi yoktur. Reddedeceksiniz. Arkadaşlarla bir keresinde, Köln’deydik galiba, Ahmet Kaya geliyordu. Sahnede çocuğun çok canı sıkıldı. Öcalan portresi var, onun arkasında konuşuyor. Ben kenardayım. Açılış konuşmasını yapıyordu. Bende bir çocuk tarafı olduğu için her konuşmada bir şey bulurum. Orada da başladım. “La ilahe illallah…” Bu sesle başladım. Herkes “ya hoca islam oldu” diyordu. Hayır, her şey redle başlar. Reddedeceksin. Onu anlattım. Ahmet de bana “hocam, vakıf oldum” dedi. İlk defa bir Kürt toplantısına gidiyordu. Perişan ettiler. Burada da öyle. Niye gidiyorsun Ahmet? Burada bir polis yemeğinde gitti. Orada çocuğu öldürmek istediler. Yolunu kapatmak içindi. O da gitti. Gittiği zaman ölür. Doğru mu söylüyorum? Yılmaz nerede öldü? Paris’te? Herkes “Paris, Paris” der. Kim bilir Paris’i? Yılmaz Paris’te öldü. Ahmet Paris’te öldü. Ölürler Paris’te. Soysuz değilse o yaştan sonra gitmiş bir adam yaşayamaz orada. Yaşayamaz. Sürgün çok kötüdür. Paris’in en güzel yeri neresidir? Sokaklarıdır. Londra’nın sokakları da çok güzeldir. Ama ben Paris’in sokaklarını yürürken duvarlarında insanların kellelerini, başlarını görürdüm. Sadece onları değil, emperyalizmi de görürdüm ben orada. Öyledir. Başka bir şeydir. Orada dayanamadı ikisi de, hırçın oldular. Yılmaz’ı biliyorum. Olmaz, dayanamazlar. Ahmet sokaklarda dolaşıyor kimse bilmiyor. Yapacak işleri yok. Öldürdüler çocuğu. Evet, red, hülya... Hep hülyacı olun... Hocam öyleyse, röportajımızı şöyle toparlayabilir miyiz? Bugün umutsuzluğa yer yok, her şeyden önce Türkiye’de umut var. En önemlisi, Türkiye’de umutla devrimi birleştirecek olan kurucu kuşağın, 90 kuşağının ise üç şeye ihtiyacı vardır; bir, ütopyaya, hayal kurmaya, iki, korkusuz olmaya, üç, reddiyeye… Tabi, tabi… Devamlı da kurgu, roman. Türkiye’de roman yok, kurgu yok. Türkiye soluna iki tane kurgucu geldi, biliyor musunuz? Biri Mehmet Ali Aybar, biri Yalçın Küçük. Ne yaptım ben? Silivri’den milletvekili çıkardım, bu oyunu böyle bozarım dedim. Bozarım, bu hapis sistemi onunla bozuldu. Herkes bunu kabul ediyor. Kurgu dediğimiz bu. Şimdi televizyon programlarında herkes “beni de yap milletvekili” diyordu. 31 Mart Gezi’nin orada oldu. Bu alçaklar orayı öyle tuttular. Yazık Taksim’e… Dünyanın en güzel tepesi yapacaktık, harabeye çevirdiler. 31 Mart oradan başladı, iç savaşla gitti. Sonunda da, Ayestefanos’ta yani Yeşilköy’de Meclis-i Milli toplandı. Bunlar korktu, Doğu Perinçek takımı… Bir gün gelecek, çok uzak olmayan bir gün, biz orada Meclis-i Milli toplayacağız. Aaa benim yaptığım liste mi? 31 Mart’ın sonunda Meclis-i Milli’nin yaptığı liste benimkinden daha fazla hukuki değildi ki... Yaparız onu, gideriz biz meclis olduk deriz, yaparız onu, değil mi? Bundan, yapacağımızdan şüphemiz yok hocam. Röportaj için teşekkür ediyoruz…
33
Nazi Propagandası ve Joseph Goebbels II. Dünya Savaşı’nı da kapsayan 10-15 yıllık dönemde Kitle Haberleşme Teorileri’nde uluslararası ölçekte büyük gelişmeler yaşanmıştır. Goebbels ise kitle psikolojisi ve iletişimi konularındaki yeteneği ve uygulamaları ile yaşanan gelişmelerin baş yaratıcısı olmuştur. Goebbels’in propaganda ilkelerinin önemli bir bölümü, sonraki dönemlerde, özellikle düzen siyasetçileri tarafından rehber edinilmiştir. Bugün de Goebbels’i bilen ya da bilmeyen birçok siyasetçi onun taktikleriyle politika yapmaya devam etmektedir. Hatta Hitler olmaya soyunanlar bile var... Özgün Sağlam Beykent Üniversitesi
D
ünya’yı felakete sürükleyen ve milyonlarca insanın hayatına malolan Nazi Partisi’nin serpilip gelişmesinde özellikle Versay Antlaşması ve 1929 Dünya Ekonomik Buhranı’nın yarattığı dönemin koşullarının, adı geçen partinin bu koşullara dair kullandığı söylemlerin ve aldığı sermaye desteğinin payı büyüktür. Ancak, önemli bir diğer etken ise, siyasi propagandanın daha önce benzeri görülmemiş düzeyde etkili kullanılmasıdır. Nazizm denilince Adolf Hitler’den sonra en bilinen figürün Joseph Goebbels olması rastlantı değildir. I. Dünya Savaşı’na düşük rütbeli bir asker olarak katılan Hitler, savaş sırasında, Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri’nin uyguladığı propagandanın gücünden etkilenmiş ve birkaç yıl sonra yazdığı Mein Kampf ’da (Kavgam) Almanya’nın savaşı, propaganda savaşında etkisiz kaldığı için kaybettiğini yazmıştır. Daha sonraları ise, propagandaya atfettiği değeri şöyle dile getirmiştir: “Propaganda iktidarı elde tutmamızı sağladı, dünyayı fethetme olanağını da bize yine propaganda verecek.” (Hitler, 2005.) Nazi Partisi’nin yükselişi açışından önemli bir uğrak 1926 yılının Nisan ayıdır. Bu, Hitler ile Hitler’in propagandaya verdiği hayati önemi incelikle ete kemiğe büründürecek, Naziler’in yükselişine katkı sağlayacak propaganda aygıtını yaratacak olan Goebbels’in bir araya geldiği tarihtir. Bu andan itibaren, dünya tarihinin en kara dönemine başat imzayı atacak olan bu iki aktör, 1945 yılında aldıkları ağır yenilgi sonrası ikisi de intihar edene kadar birlikte çalışacaktı. II. Dünya Savaşı’nı da kapsayan bu dönemde Kitle Haberleşme Teorileri’nde uluslararası ölçekte büyük gelişmeler yaşanmıştır. İnandığı Aryan ırkının özellikleriyle uzaktan yakından alakası olmayan; 1,60 metre boyunda, topal, vücuduna göre orantısız büyüklükte bir kafaya sahip, kahverengi gözlü, siyah
34
Goebbels Naziler tarafından yeni tasarlanan radyoyu (Volksempfänger für RM 65) incelemek için Reich Radyo Odasını ziyaret ederken, 5 Ağustos 1938, fotoğrafçı bilinmiyor.
saçlı Goebbels kitle psikolojisi ve iletişimi konularındaki yeteneği ve uygulamaları ile yaşanan gelişmelerin baş yaratıcısı olmuştur. Goebbels’in propaganda ilkelerinin önemli bir bölümü, sonraki dönemlerde, özellikle düzen siyasetçileri tarafından rehber edinilmiştir. Bugün de Goebbels’i bilen ya da bilmeyen birçok siyasetçi onun taktikleriyle politika yapmaya devam etmektedir. Hatta Hitler olmaya soyunanlar bile var... Dolayısıyla, burada bahsedilen iki nokta sebebiyle Goebbels’in propaganda ilkeleri üzerine bir inceleme yapmanın önemli ve gerekli olduğunu düşünüyoruz. Tekrar etmek gerekirse; bir, ilkelerin Kitle Haberleşme Teorileri’nde yarattığı gelişmeler, iki, “düşmanlarımız” tarafından yaygın bir şekilde uygulanıyor oluşu.
Yalan üzerine... Goebbels’in propaganda ilkeleri üzerine ufak çaplı bir araştırma yapıldığında, yaygın olarak kullanılan birkaç madde ile karşılaşılır. Örneğin yalan üzerine; “Halk, büyük yalanlara küçük yalanlara göre daha çabuk inanır.”, “Söylediğiniz yalan ne kadar büyük olursa o kadar etkili olur.”, “Yalan söyleyin mutlaka inanan çıkacaktır.” gibi alıntılar yer alır. Kaynağı ve nerede, ne zaman dile getirildiği net olmayan bu sözler uygulanan propaganda yönteminin mantığını da doğru yansıtmamaktadır. Manipülasyon vardır, kurgu vardır evet ama ‘büyük yalanlar’, dayanaksız söylemler genel olarak söz konu-
su değildir. “Almanlar, 1914 yılından beri çok daha bilgili ve düşünce yetenekli olmuşlardı ve satırların arasındakileri de okuyabildikleri için, kolayca aldatılmaları mümkün değildi.” (Doob, 1968a: 348.) Bu satırlar Goebbels’in günlüğünden... Zaten böyle düşünen bir kişinin yukarıda bahsedilen şekillerde ‘kaba’ bir propaganda faaliyeti yürütmesi beklenemez. Düşüncelerinden ve savunduğu görüşlerden bağımsız olarak Goebbels’in propaganda konusunda bir ‘deha’ olarak nitelenmesinin sebebi yarattığı propaganda aygıtının kusursuz bir şekilde işlemesi için, attığı her adımın sonuçlarını da derinlemesine hesaba katmış olmasıdır. Bu anlamıyla, Goebbels’in ilkelerinin temelinde yalanlar, yalanların büyüklüğü vb. değil; kendi propaganda aracının güvenirliliği yüksek bir kaynak olmasına verdiği önem yatar. Ona göre, ‘gerçek’ mümkün olduğunca çok kullanılmalıdır. Aksi durumda, ya düşmanlar ya da olayların bizzat kendileri söylenilenlerin sahteliğini ortaya çıkarabilir ve kaynağın güvenilirliğini zedeleyebilir. Ve yine, her manipülasyon ve her saptırmada da güvenirliliğin zarar görmemesi sağlanmak durumundadır. Yalanlar ise, ancak yalanların yalanlanamayacağı koşullarda kullanılabilir şeylerdir. Bu durumlarda bile genellikle bilgiler, ‘siyah propaganda’ denilen yöntemle, kaynağı belirsiz bir şekilde yayılırdı. Yayılan bilgi ile Goebbels’in kendisi ve propaganda aygıtı yan yana görünmezdi.
35
Örneğin, Goebbels, 1943 yılının sonuna gelindiğine peş peşe gelen askeri yenilgileri “başarılı geri çekilmeler” olarak sunarak kendi rejimlerini destekleyen kitle açışından yenilgilerin yaratacağı olumsuz etkiyi bir süre geciktirmeyi başarmıştır. Ancak, nihayetinde tutunacak dalı kalmadığında günlüğüne şu notu düşmüştür: “Şu içinde bulunduğumuz anda propaganda ile değiştirilebileceğimiz fazla bir şey yok; nerede olursa olsun, bir kerecik daha büyük bir zafer kazanmamız gerekiyor.” (Doob, 1968b: 365-366) Goebbels, öte yandan, Almanlar arasında sahte umutların yayılmasını sürekli engellemeye çalışıyordu. Ona göre, ortaya çıkacak gelişmelerle yalanlanacak olan bir propaganda tehlikeli sonuçlar doğurabilirdi. Bu sebeple, Goebbels askeri ve siyasi alanlardaki bazı kısmi zaferlerin gereğinden fazla büyütülmemesi için uyarılarda bulunuyordu. Buraya kadar anlatılanlardan 4 ara sonuç çıkarmak mümkündür. Bunlardan ilki, propagandanın ‘gerçeği’ kaynağın
Goebbels’in propaganda konusunda bir ‘deha’ olarak nitelenmesinin sebebi yarattığı propaganda aygıtının kusursuz bir şekilde işlemesi için, attığı her adımın sonuçlarını da derinlemesine hesaba katmış olmasıdır. Bu anlamıyla, Goebbels’in ilkelerinin temelinde yalanlar, yalanların büyüklüğü vb. değil; kendi propaganda aracının güvenirliliği yüksek bir kaynak olmasına verdiği önem yatar.
36
güvenilirliğine ve prestijine bağlıdır. İkincisi, atılacak herhangi bir adımın propaganda açısından sonuçları, adım atılmadan hesaba katılmış olmalıdır. Üçüncüsü, propaganda tek başına değiştirici bir etken olamaz. Ve sonuncusu, propaganda faaliyeti sırasında halkın arasında sahte umutların yayılmasına izin verilmemelidir. Son olarak, yakın zaman maruz kaldığımız Kabataş yalanının sefaletini bir de bu başlık altında yazılanlar ışığında değerlendirmenizi önerebiliriz.
Tekrar üzerine... Goebbels, “Katolik kilisesi 2 bin yıldır hep aynı şeyi tekrarladığı için ayakta duruyor. Nasyonel sosyalist devlet de tıpkı onun gibi davranmalıdır.” diyordu. (Domenach, 1969a: 74) Ancak, Nazi Almanyası’nda bir propaganda temasının tekrarı üzerine kullanılan yöntemi Hitler’in Mein Kampf ’da yer alan “Propaganda az sayıda fikirle sınırlanmalı ve bunları bıkıp usanmadan tekrarlamalıdır. Kitle en basit fikirleri bile ancak bunlar kendisine yüzlerce kere tekrarlandıktan sonra hatırlar. Yapılan değişiklikler, yayılması istenen öğretinin temeline hiçbir zaman dokunmamalı, yalnızca biçimde kalmalıdır. Parola değişik görünümler altında sunulmalı, ama her zaman, değişmez bir kalıp halinde yoğunlaşmış olarak belirmelidir.” (Hitler, 2005.) sözleri daha iyi açıklamaktadır. Buna göre, bir propaganda faaliyetinin benimsetmek istediği ana tema bir yandan kitlelerce iyice öğrenilene dek inatla tekrar edilirken, bir yandan da farklı dolayımlar ve görünüşler altında sunulmalıdır. Örneğin, Nazi Almanya’sında “az sayıdaki temaların” başında antisemitizm geliyordu. Yahudi düşmanı kampanyayı; hem Hitler, Goebbels gibi aktörlerin konuşmalarında ve yazılarında, hem ırk kavramı üzerine ‘bilgince’ yazılar yayımlayan dergilerde hem de Jew Süss gibi filmlerle sinemada görmek mümkündü. Fakat, Goebbels’in günlüğünde belirttiği düşüncesine göre, “işlenilen temanın kitleyi sıkmaya başlaması halinde veya ilgi çekiciliğini ve etkinliğini yitirmeye başlaması halinde” (Doob, 1968c: 357.) tekrarlama makbul olmaktan çıkmaktadır. Sınır burası. Ek olarak, geniş kitlelere seslenen ya da geniş kitleleri hedefleyen her türden propaganda, öncelikle, sadeliği ve netliği sağlamaya çalışır. Programını, temel tezlerini kolayca akılda tutulabilecek şekilde sunabilenlerin, hatta birkaç çarpıcı kalıba ve simgeye sığdırabilenlerin bu anlamda başarılı olduğu söylenebilir. Nazi Almanyası’nda yürütülen propagandanın, sadeliği en ilkel ve en basit sayılabilecek şekle getirerek kendi tarafının umutlarını ve karşı tarafa duyulan nefreti tek kişide yoğunlaştırabilmesi kendilerine çok kazandırmıştır. Bu, “Führer miti”ni yaratan etkenlerin başında gelmiştir. O halde, bir ara sonuç daha: Bir propaganda teması sade ve net olmalı, ısrarla tekrar edilmeli ve farklı dolayımlarla sunulmalı, ancak bu tekrarlamaların sınırına dikkat edilmelidir.
Sansür üzerine... Goebbels’in deyimiyle ‘uygar siyasi propaganda’ yine Goebbels’in cümleleriyle şu anlama gelir: “Güce dayalı kuvvete sahip olmak güzel olabilir. Ama halkın kalbini kazanmak ve muhafaza etmek daha iyidir.” (Altun, Haziran 2010: 24.) Bu ‘uygar siyasi propaganda’ gereği, başta radyo, gazete, sinema ve görsel sanatlar olmak üzere kitle haberleşme araçlarının, kültürel ve entelektüel hayatın bütün unsurlarının denetim altına alınması gerekiyordu. Ve öyle de oldu, Nazi iktidarının henüz başında her tür iletişim aracı Propaganda Bakanlığı’nın denetimi altına alındı. Haliyle denetimi sağlayan mekanizma da sansür uygulamasıyla kuruldu. Kültürel ve entelektüel üretimler açısından denetim; Nazilere sadık olmayan, partinin ilgili birimlerine bağlı bulunmayan hiçbir yönetmenin film çekememesi, tiyatro sahneleyememesi, hiçbir yazarın kitap yazamaması, hiçbir ressamın sergi açamaması veya tersi konumda olanlar için de bakanlık bütçesinden önemli kaynak aktarımları yapılması gibi yollarla sağlandı. Doğrudan siyasi propagandayı ilgilendiren durumlarda ise, Goebbels için, herhangi bir konunun sansür edilip edilmeyeceğini belirleyen birkaç faktör vardı. Yalan ile ilgili başlıkta da değindiğimiz gibi, Goebbels’in en önemsediği nokta kendi propaganda aygıtının güvenirliğini yüksek tutmaktı. Dolayısıyla, sansür konusunda da hesaba katılan faktörlerden ilki buydu. Bir diğeri, düşmanın işine yarayacak bilgiler içerdiğini düşündüğü haberleri, haberler Almanya’nın lehine bile olsa, sansürletiyordu. Üçüncü olarak, Goebbels, düşman ülkelerin kendi içindeki ya da birbirleri arasındaki ilişkilerde, kendi düşüncesine göre olumlu sonuçlar doğurabilecek gelişmeleri görmezlikten gelirdi. Ona göre, “Müttefik devletler arasındaki anlaşmazlıklar ve geçimsizlikler, kendi gelişme seyirleri ile baş başa bırakılıp dokunulmazsa çok daha iyi şekilde gelişecek küçük fidancıklardır.” (Doob, 1968d: 345.) Dördüncüsü, bir gelişmenin ne sonuç verebileceğinin net olmaması durumunda, Goebbels, acele görüş öne sürmenin sakıncalı olduğunu söyleyerek beklemeyi tercih ederdi. Ve son olarak, Goebbels, yayılacak herhangi bir haberin ya da bilginin yaratacağı olası etkileri hesaplamaya çalışırdı. Eğer sonuçları makbul bulunmuyorsa o haber ya da bilgi sansür edilirdi. Goebbels’in basına yolladığını yaklaşık elli bin talimatı elden geçiren Walter Hagemann, bunların dörtte birinin susmayı emrettiğini belirtmiştir. (Domenach, 1969b: 81.) Goebbels’in genel olarak sansür ettiği haber çeşitlerinden bazıları şöyle sıralanabilir: Din konusundaki tartışmalarla ilgili haberler, devlet adamlarının Almanya karşıtı konuşmaları, devlet görevlilerine karşı yapılan suikastler, sabotajlar, düşman uçaklarının sebep olduğu tahribat hakkında bilgi veren haberler, Alman devlet adamlarının aldıkları başarısız kararlar ve beceriksizce yapmış oldukları işler, General Giraud’nun bir Alman hapishanesinden kaçışı gibi Nazi iktidarının kuvvetini küçük düşürecek olaylarla ilgili haberler, Alman halkını aşırı derecede endişelendirecek durumlardaki haberler... (Doob, 1968e: 353.)
Joseph Goebbels, Berlin, 25 Ağustos 1934, Fotoğraf: Georg Pahl
Ara sonuç: Siyasi propaganda materyallerinin sansür edilip edilmemelerini; kaynağın güvenirliği, materyalin düşman ülkelere istihbarat sağlayıp sağlamaması, ilgili gelişmenin sonuçlarının net olup olmaması, ‘içeride’ veya ‘dışarıda’ yaratacağı olası etkiler belirler.
Karşı propaganda üzerine... Bir ‘psikolojik savaş’ aracı olarak propagandanın önemli noktalarından biri de düşman propagandalarına hangi durumlarda ne şekillerde karşılık verileceği konusudur. Konuya dair genel çıkarsamalar birkaç maddeyle açıklanabilir. (Domenach, 1969c: 102-108.) Bunlardan ilki, düşman propagandasının temalarını birbirinden ayırıp önem sırasına göre sınıflayarak teker teker çürütmek ve propagandayı etkili kılan dramatik etkisinden arındırarak mantıksal özüne indirgemek. İkincisi, düşmanın propagandasının zayıf noktalarını tespit edip o noktalara saldırmak. Üçüncüsü, güçlü durumda olan bir düşman propagandasına hiçbir zaman doğrudan saldırmamak. Dördüncüsü, düşman tarafından sunulan tezin kendisini değil sunan kişiyi veya savunucusunu küçük düşürmek. Beşincisi, tek bir noktadan bile olsa rakibin propagandasını olaylarla çelişkili duruma düşürecek bir kanıt (fotoğraf, tanık vb.) sunmak. Ve son olarak, özellikle resmi propagandanın etkisinin yüksek olduğu, totaliter nitelik kazandığı ve karşıt seslerin kısıldığı durumlarda doğal bir tepki olarak, rejimi veya aktörlerini gülünç duruma düşürmek. Buna en güzel örnek, şüphesiz ki, Charlie Chaplin’in Hitler ve Mussolini’yi gülünç kişiler olarak gösterdiği Büyük Diktatör filmidir.
37
Karşı propagandaya dair genel çıkarsamalara değindikten sonra konuya Nazi Almanyası ve Goebbels özelinde eğilebiliriz. 1933 yılından itibaren Almanya’daki bütün kitle iletişim araçlarını kendi denetiminde tutmasına rağmen, yaratılan illüzyonun bozulmasından korktuğundan olacak ki Goebbels’in günlüğüne düştüğü notlardan en fazla çekindiği şeyin düşman propagandası olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin, günlüğün Ocak 1942 tarihli bölümünde şu not yer alır: “Düşman radyolarını dinleyenlere ölüm cezası verildiği halde, bu radyoları dinleyenlerin sayıları geniş ölçüde artmıştır.” (Doob, 1968f: 349.) Bu sebeple, Goebbels, düşman propagandalarına karşı nasıl adım atılacağına dair bir takım faktörleri hesaba katsa da genel olarak aceleci davranma eğilimindeydi. Dolayısıyla, bu noktaya bir şerh koyarak hesaba katılan faktörleri incelemeye geçebiliriz. Öncelikle, eğer düşman propagandasının amacının kendisini cevap vermeye zorlamak olduğunu düşünürse susardı ve kitle haberleşme araçlarından da ses çıkmamasını sağlardı. İkinci olarak, eğer düşman propagandasının sunduğu tezler açıktan ve cüretkar yalanlar (Örneğin: Almanların Vatikan’ı bombaladıkları yönündeki iddialar) içeriyorsa hemen cevap verilirdi. Üçüncü olarak, herhangi bir etki yaratmayacağı düşünülen düşman propagandaları ile uğraşılmazdı. Goebbels’e göre, bunlarla uğraşılması hem enerji kaybı demekti hem de düşmanın iddialarını yeniden düzenleyip daha kuvvetli hale getirmesine sebep olabilirdi. Eğer, etkili olacağı sezinlenirse hemen harekete geçilerek, iddianın prestij kazanması engellenmeye çalışılırdı. Yine etkili olacağı sezinlenen düşman propagandasına verilecek cevabın zayıf görüneceği düşünülürse, temel iddia dikkate alınmaz, başka noktalar öne çıkarılarak cevap verilirdi. Mussolini’nin düşüşü gibi durumlarda ise, karşı propagandayı zayıflatabilecek yegane yolun Hitler’in yapacağı bir konuşma olacağı düşünülürdü.
Son olarak, karşı propagandaya cevap verilip verilmemesi konusunda o anda yürütülen propaganda kampanyası da hesaba katılırdı. Eğer yürütülmekte olan propaganda kampanyasına ters düşecek etkilerde bulanacağı ya da kitlelerin dikkatini dağıtacağı düşünülürse görmezlikten gelinirdi. Nazi Almanya’sı ve Goebbels özelinde ara sonuçlar... Bir, düşman propagandasının görmezlikten mi gelineceğini, yoksa karşılık mı verileceğini ilgili propagandanın amaç, içerik ve etkinliği; sunulacak karşıt tezin gücü ve etkileri; o anda yürütülmekte olan propaganda kampanyasının gereklilikleri belirler. İki, prestijli liderler propagandanın işini kolaylaştırabilirler.
Sonuç İncelememiz açısından önemli olduğunu düşündüğümüz; kimi yazımızdaki ara başlıkların ana konusu olan, kimi ise ara başlıklardan anlatılanlardan çıkarılan 8 sonuçtan söz edebiliriz. Toparlamak gerekirse, 1) Propagandanın ‘gerçeği’ kaynağın güvenilirliğine ve prestijine bağlıdır. 2) Atılacak herhangi bir adımın propaganda açısından sonuçları, adım atılmadan hesaba katılmış olmalıdır. 3) Propaganda tek başına değiştirici bir etken olamaz. 4) Propaganda faaliyeti sırasında halkın arasında sahte umutların yayılmasına izin verilmemelidir. 5) Bir propaganda teması sade ve net olmalı, ısrarla tekrar edilmeli ve farklı dolayımlarla sunulmalı, ancak bu tekrarlamaların sınırına dikkat edilmelidir. 6) Siyasi propaganda materyallerinin sansür edilip edilmemelerini; kaynağın güvenirliği, materyalin düşman ülkelere istihbarat sağlayıp sağlamaması, ilgili gelişmenin sonuçla-
Hitler ve Goebbels Nazi propaganda filmi Titanik’in setinde, 1935, fotoğrafçı bilinmiyor
38
rının net olup olmaması, ‘içeride’ veya ‘dışarıda’ yaratacağı olası etkiler belirler. 7) Düşman propagandasının görmezlikten mi gelineceğini, yoksa karşılık mı verileceğini ilgili propagandanın amaç, içerik ve etkinliği; sunulacak karşıt tezin gücü ve etkileri; o anda yürütülmekte olan propaganda kampanyasının gereklilikleri belirler. 8) Prestijli liderler propagandanın işini kolaylaştırabilirler. Ele aldığımız spesifik konu gereği değinmediğimiz ancak, genel anlamda ve genel hatlarıyla bilindiğini tahmin ettiğimiz üzere Nazi Partisi’nin Almanya’da ve hatta bütün dünyada yarattığı felaket inanılmaz boyutlardadır. Ve evet, dünya tarihine kara leke olarak geçen bu dönemi yaratan unsurlardan biri etkili bir şekilde kullanılan propaganda aygıtıdır. Korkutucu olduğu doğrudur. Peki buradan nasıl bir sonuca varılabilir? Propaganda kötü ve sakınılması gereken bir şey midir ya da korunmanın bir yolu var mıdır? Propagandanın var olmadığı bir durum söz konusu olabilir mi? Propaganda yeni Hitler’ler, yeni diktatörler yaratır mı? Bizce, sınıfsal ayrılıkların ve çekişmelerin, yani siyasetin ortaya çıkmasından bu yana propaganda da hep varoldu. 20. yüzyılın başlarına kadar, tam olarak bugünkü kullandığımız anlamıyla olmasa bile farklı biçimlerde ve ölçülerde varlığını sürdürdü. Kitle iletişim araçlarında yaşanan gelişmeler ve bu gelişmelerin propagandanın parçası olarak kullanılmasıyla ileri boyutlara taşındı. Savaşların önemli bir belirleyeni, hatta kendisi olmaya başladı. Bahsedilen dönem, henüz televizyonun devreye girmediği, internetin belki henüz bir düşünce bile olmadığı zamanlara denk geliyordu. Bunları da hesaba katınca aslında propagandanın gücünün ulaştığı kapsamın boyutları hayal edilemez düzeylerdedir. Mesaj alışverişinin bir an olsun durmadığı; sadece bir takım kurumların, siyasi odakların kitlelere ilettiği mesajlar şeklinde de değil; sosyal medyanın yarattığı ‘ortam’larda bireylerin de dahil olduğu bir sürece tanık oluyoruz. Kısa bir süre için bile olsa telefonumuzu elimize almadığımızda bir kopmuşluk hissi yaşıyoruz. Kısacası, mesaj alışverişinden ve dolayısıyla propagandadan uzak durulması, sakınılması şöyle dursun bugün daha fazla içindeyiz ve hatta doğrudan parçasıyız. Aksi ise, yaşanılan toplumdan ve ‘gerçek hayat’tan kopmak anlamına geliyor. Yazımız boyunca öne çıkan özelliklerine değinmeye çalıştığımız, kitle haberleşme teorilerinde yarattığı gelişmeler açısından önemsediğimiz Nazi propagandası, geçen zaman zarfında yaşanan gelişmelerle bir bölümü bugün geçerliliğini yitirse de hem ‘bizim taraf ’ için dersler içeren hem de düzen siyasetçiler tarafından rehber edinilen noktalar barındırıyor. Ancak, etkili bir propaganda bugün yeni diktatörler yaratır mı, bu daha çok siyasetin konusu. Propaganda faaliyetinin bunun bir parçası olacağı yadsınamaz ama tek başına yeter koşulu olamayacağı kesindir. Yazımızın başında da değindiğimiz gibi, Nazileri dünyanın başına musallat eden kapitalist sistemdir. Bunu unutmamak gerekir. Dengeler değişikten sonra propagandanın yapabileceği pek bir şey kalmaz. Goebbels’in 1943 yılının sonlarında peş peşe gelen yenilgi haberleri üzerine günlüğüne
Etkili bir propaganda bugün yeni diktatörler yaratır mı, bu daha çok siyasetin konusu. Propaganda faaliyetinin bunun bir parçası olacağı yadsınamaz ama tek başına yeter koşulu olamayacağı kesindir. Yazımızın başında da değindiğimiz gibi, Nazileri dünyanın başına musallat eden kapitalist sistemdir. Bunu unutmamak gerekir. Dengeler değişikten sonra propagandanın yapabileceği pek bir şey kalmaz. not ettiği sözlerini hatırlatarak bitirelim: “Şu içinde bulunduğumuz anda propaganda ile değiştirilebileceğimiz fazla bir şey yok; nerede olursa olsun, bir kerecik daha büyük bir zafer kazanmamız gerekiyor.” Ne iyi ki o beklenen zafer hiç gözükmedi! Kaynakça: - Altun, Sibel Uçkaç, Haziran 2010, “Hitler Almanyası’nda Sanat ve Propaganda”, Gazi Üniversitesi Sanat ve Tasarım Dergisi, Sayı: 5. - Clark, Toby, 2011, “Sanat ve Propaganda”, Ayrıntı, İstanbul. - Domenach, Jean–Marie, 1969, “Politika ve Propaganda”, çev. Tahsin Yücel, Varlık Yayınları, İstanbul. - Doob, Leonard W., 1968, “Goebbels’in Propaganda İlkeleri”, çev. Ünsal Oskay, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt: 23, Sayı: 3. - Hitler, Adolf, 2005, “Kavgam”, çev Ö. Kenan Yalıntaş, Emre Yayınları, İstanbul. - İlal, Ersan, 2007, “İletişimin Yığınsal İletim Araçları ve Toplum”, Der Yayınları, İstanbul. - Oskay, Ünsal, 2015, “İletişimin ABC’si”, İnkılâp Kitabevi, İstanbul
39
Güncelliğini Koruyan Bir Tartışma:
Kendine Ait Bir Oda Woolf kitapta kadın ve kurmaca yazın konusunu kadınların neden kurmaca yazında erkekler kadar etkin olmadığı sorusu üzerinden işliyor. Örneğin, o dönem sürekli dile getirilen, “Kadınlar erkeklerle aynı ussal yetiye sahiplerse neden Shakespeare ile aynı dehaya sahip bir kadın yazar yok?” sorusu ve buna cevap olarak “Kadınların neden erkeklerle eşit seviyede olmadığını” anlatan argümanlar da kitapta bulunuyor.
Birsen Özge Gökçe İstanbul Üniversitesi
B
u yazının yazıldığı tarihten on gün önce Virginia Woolf ’un 134. doğum günüydü. Virginia Woolf ardında birbirinden kıymetli ve özgün kitaplar bıraktı. Bu kitaplardan biri de günümüzde hala güncelliğini koruyan yakıcı bir sorun olan kadın yazarların az olmasına değinen “Kendine Ait Bir Oda”. Bu sorunun aradan geçen seksen yedi yıla rağmen hala yakıcılığını koruması bizim için devam eden bir mücadelenin konusuyken bir yandan da Woolf ’un yeteneğini bir kez daha hatırlatıyor.
Woolf kitapta kadın ve kurmaca yazın konusunu kadınların neden kurmaca yazında erkekler kadar etkin olmadığı sorusu üzerinden işliyor. Örneğin, o dönem sürekli dile getirilen, “Kadınlar erkeklerle aynı ussal yetiye sahiplerse neden Shakespeare ile aynı dehaya sahip bir kadın yazar yok?” sorusu ve buna cevap olarak “Kadınların neden erkeklerle eşit seviyede olmadığını” anlatan argümanlar da kitapta bulunuyor. Woolf, böylece, soruya en gerçekçi cevabı “Kendine Ait Bir Oda” kitabıyla veriyor ve eşit olanaklara sahip olmadan kurmaca yazında eşit üretimin de yapılamayacağını ortaya koyuyor. Ancak kitap her ne kadar kadın ve kurmaca yazın üzerine yoğunlaşmışsa da aslında çok ötesine de değiyor ve güncel olmasını sağlayan da tam olarak bu. Woolf ; kuru bir şekilde kadınların o güne kadar neden kurmaca yazında erkeklerle eşit nitelik ve nicelikte üretimde bulunamadığını, cinsiyete dayalı toplumsal iş bölümünün ve sınıfsal faktörlerin bunu nasıl etkilediğini anlatmak yerine edebiyat tarihinde pek az kişinin onun kadar iyi kullanabildiği bilinç akışı tekniğini kullanmış. Kitap, bu sorun üzerine yazmak isteyen bir kadının yaşadıkları ve düşünceleri üzerine kurulu. Yani karakterimiz, yazmak istediği sorunun, cevabını da yaşıyor, diyebiliriz.
40
Virginia Woolf’ portresi Ressam: Bett Norris
“İster bana Mary Beton, Mary Seton ya da Mary Carmichael deyin - bunun hiçbir önemi yok.”(1) diyor karakterimiz ve aslında burda anlatılanın herhangi bir kadının, Mary Beton ya da Mary Carmichael’in değil, üst sınıfa mensup olmayan, kendine ait bir odası ile aylık 500 poundu olmayan tüm kadınların hikayesi olduğunu anlıyoruz. Bu sebepten ötürü yazı boyunca karakterimize “K” diyeceğiz.
düşünen K, bir kiliseden müzik sesleri duyuyor ve bu sefer “Hakkım da olsa bu sefer içeri girmeye meraklı değildim, çünkü bu kez de beni zangoç durdurup vaftiz kağıdı yada tavsiye mektubu isteyebilirdi.”(3) diye düşünüyor.
K, kafasında kurmaca yazın ve kadın üzerine düşünceler ile konu üzerine daha derinlikli düşünecek ve bunları kağıda dökecek bir yer ararken nehir kenarına gidiyor ve daha o an bir erkek tarafından yolu kesiliyor. “Yüzünde dehşet ve öfke ifadesi vardı. Akıldan çok içgüdü yardımıma koştu; o bir kilise görevlisi bense bir kadındım.”(2) K’nın karşısına çıkan kişinin bir kilise görevlisi ve erkek olması rastgele seçilmiş değil elbette. Kişinin kilise görevlisi olması açıkça dinin kadınlarla olan kavgasını temsil ederken erkek olması da basit bir erkek düşmanlığından ziyade kamusal alanın “kadınlar” için rahatça gezilemeyecek, birisinin karşına çıkıp “Senin burada ne işin var?” bakışları fırlatacağı bir yer olmasını anlatıyor.
Bu noktaya kadar K, kurmaca yazın ve kadın üzerine düşünecek, yazacak, araştıracak bir yer ararken aslında gittiği her yerden bir kadın olduğu için uzaklaştırılıp bir türlü neden kadınların kurmaca yazında erkeklerle aynı nitelik ve nicelikte eser ortaya koyamadığını açıklayacak yazısını yazamıyor ve aslında, yukarıda belirttiğimiz gibi, sorunun cevabını da kendisi yaşıyor. Ve bu ironiyle Woolf, kadın ve kurmaca yazın üzerine yazacağı basit bir kitapla yapamayacağını yapıyor. Böylece kitabın kapsamı da bu noktada genişliyor. Buraya kadar ve bu noktadan sonra yazılan her şey sadece kurmaca yazın alanıyla değil hayatın her alanıyla ilintilendirilebilir. Kitabın güncel olmasını sağlayan da budur, çünkü kurmaca yazın alanında o dönemdeki kadar göze çarpacak bir fark bugün mevcut olmamakla birlikte K’nın ve birazdan geçeceğimiz Judith’in yaşadıkları bize yabancı gelmeyecektir.
K sonrasında kadın ve kurmaca yazın çalışmasıyla ilgili araştırma yapmak için kütüphaneye gidiyor ve bu sefer de “Hanımların ancak bir bey eşliğinde ya da dekanlıktan bir tavsiye mektubu ile içeri alınabileceği” cevabını alıyor. Öğle yemeğine kadar bir saat vardır ve o bir saati yürüyerek değerlendirmeyi
Kurgunun en can alıcı noktasına, yani “Shakespeare’ in kız kardeşi” tezine gelecek olursak, Woolf o dönemin meşhur sorusuna “Shakespeare’in kendi ile aynı zeka ve yeteneğe sahip bir kız kardeşi olsa ne olurdu?” sorusuyla cevap veriyor ve Shakespeare’in Judith adlı bir kız kardeşi olduğu
41
varsayımını yapıyor. Büyük ihtimalle Judith’in Shakespeare ile aynı okula gidip onun gibi Latince gramer ve mantık üzerine okuyamayacağını, ne zaman eline kitap alsa anne ya da babasının odaya girip kitap kağıtla uğraşana kadar ev işleriyle uğraşmasını söyleyeceğini, Judith’in on yedi yaşında evlendirilmeye çalışılacağını buna boyun eğmeyip Londra’ya tiyatro salonlarında çalışmak için gittiği takdirde ise ağzı bozuk ve kaba biri olan tiyatro müdürü tarafından bu çabasının gülünç bulunacağını ve büyük ihtimalle Judith’in bütün bunlara dayanamayıp intihar edeceğini, söylüyor. Kısacası Woolf kadınların kendilerine ait paralarının, odalarının hatta kendilerine ait bir yarım saatlerinin dahi olmadığı, oyuncaklarla oynamayı bırakır bırakmaz çocuk sahibi olduğu bir toplumda Shakespeare’in oyunlarından birini yazmalarının imkansız olduğunu söylüyor. Peki Woolf kadınların kendilerine ait bir odalarının olmasına neden bu denli önem veriyor? Bu sorunun cevaplarından biri kuşkusuz ki sanat yapıtlarının ortaya çıkması için gerken nesnel ve sınıfsal koşullarla ilgili. Üretimde bulunmak isteyen bir kadının çalışacak bir odası olması gerekliydi. Ancak Woolf ’un “Kendine Ait Bir Oda” ile anlatmak istediği bundan çok daha fazlasıydı. Hayatın her alanında ya “birinin sevgilisi” ya “bir başkasının eski sevgilisi” ya “kutsal bir anne” ya da “harika bir eş” veya çalışıp para kazansa ya da üretimde bulunsa bile evdeki görevlerini de yerine getiren bir figür ya da bir seks objesi olan ama “sadece bir kadın” olarak düşünülmeyen, kendisi hariç her şey olarak adlandırılan kadınların kendilerine, “sadece kendilerine” ait bir alan açmalarından bahsediyordu Woolf.(4) Sürekli bir eş ya da anne olmanın dayattığı yükler
42
altında ezilmeye çalışılan kadının kendini var edebileceği bir özel alan... O kapının üzerindeki kilidin bağımsız düşünmeyi sağlayacağını söylüyordu Woolf. Yazının amacı kitabın özetini çıkarmak olmadığı için sorunun güncel tarafına geliyoruz. Elbette bugün bir kütüphaneye yanımızda bir “bey” olmadan girebiliyoruz ya da artık kurmaca edebiyat alanında daha eşit olduğumuzu söyleyebiliriz. Kuşkusuz birçoğumuz yalnız kalabileceği bir odaya da sahip. Kitabın yazıldığı günden bu yana geçen seksen yedi yılda kadınların mücadelesi bir çok sonuç verdi. Daha birkaç hafta öncesinde vizyona giren “Diren! (Suffragette)” filmi ile kadınların oy hakkı için nasıl zorlu bir mücadele verdiklerini gördük. O seksen yedi yılda dünyadan bir de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği geçti ve orada atılan, örneğin iş yerlerine kadın kotası konması, kadınların erkeklerle eşit ücret alması, boşanma hakkı vb. adımlar da kadın mücadeledesinde büyük bir ilerleme sağladı. Ancak malesef “Kendine Ait Bir Oda” hala güncel ve yakıcı. Çünkü içinde yaşadığımız sistem kendini farklı şekillerde dayatmakta usta. Belki şimdi K’dan farklı olarak bir nehir kenarında yürüyebiliyoruz ama bu sefer de karşımıza geçmiş “Gece üç’te sokakta olursan tecavüze uğrarsın.” diye tehdit ediyorlar bizi. Ya da belki artık odalarımız var evet, ama kaç kadın o odada salondan gelen “Yemeğin altını kıs, çayı demle!” sesi olmadan yalnız kalabiliyor? Judith’in karşısına geçip pis pis sırıtan tiyatro müdürü yok karşımızda ama hala bir çok iş dalı için o “Kadın başınla nasıl yapacaksın?” bakışını tanırız. Küçük yaştaki kız çocuklarının evlendirilmesi ise hala ülkemizin bir gerçeği.
Woolf ’un kitapta özellikle altını çizdiği kadınların anneliğin kullanılmasıyla hayatın dışına atılıp eve hapsedilmesi belki kitapta anlatıldığı şekilde değil ama başka yollarla hala güncelliğini koruyor. AKP iktidarı kürtajı devlet hastanelerinden fiilen kaldırarak özel klinikte kürtaj yaptıracak 1500 lirası olmayan kadınlara kürtajı fiilen yasaklayarak, anne olduktan sonra kadını ev içine hapsedecek doğum izni politikalarıyla, her kadından en az üç çocuk isteyerek ve buna vatana hizmet doğum kontrole vatana ihanet diyerek yapıyor bunu. En çok da genç kadınlarla kavgalı olduklarını hatırlatarak bitirelim. Mini eteğinden , kırmızı rujundan, sokak ortasında attığı kahkahasından vazgeçmeyen Gezi’de girdiği barikattan da çıkmayan genç kadınlar AKP iktidarı için iki kere tehdit
çünkü. Bu yüzden kaş aldırıp aldırmadığımızdan kimle nerde ne zaman sokakta olduğumuza kadar yaşam tarzımıza müdahale etmeye çalışıyorlar. Hangi dinden olursa olsun din tüccarları bunu yüzyıllardır yapıyor tıpkı konumuz olan kitapta K’ya yaptıkları gibi. Ya da gerçekten Woolf ’a yaptıkları gibi. Bugün bize yapmaya çalıştıkları gibi. Ama unuttukları şey şu ki bu sefer 90 kuşağına çattılar! Notlar: (1) Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, s.7 (2) Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, s.8 (3) Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, s.11 (4) Kitabın anadili olan İngilizce’de room oda haricinde alan anlamını da karşılar
Woolf’un kitapta özellikle altını çizdiği kadınların anneliğin kullanılmasıyla hayatın dışına atılıp eve hapsedilmesi belki kitapta anlatıldığı şekilde değil ama başka yollarla hala güncelliğini koruyor. AKP iktidarı kürtajı devlet hastanelerinden fiilen kaldırarak özel klinikte kürtaj yaptıracak 1500 lirası olmayan kadınlara kürtajı fiilen yasaklayarak, anne olduktan sonra kadını ev içine hapsedecek doğum izni politikalarıyla, her kadından en az üç çocuk isteyerek ve buna vatana hizmet doğum kontrole vatana ihanet diyerek yapıyor bunu. 43
POPÜLER EDEBİYATIN KİRALIK NESNESİ: TARİH Satırları okurken meramını anlatmakta güçlük çeken bir yazarla ve ucuz bir polisiyeyle karşı karşıyayız. İyi roman ya da hikaye yazmak için kelimeleri ekonomik kullanmak altın kuralların başında gelir, yazmak eylemiyle az çok haşır neşir olmuş herkes bilir. Ancak, tekrarlayan “evet”ler ve “hayır”lar arasında birkaç cümlede anlatılabilecek bir olayın içinde cümleler boyu debeleniyoruz ve bu kekremsi bir Hollywood tadı bırakmaktan öteye geçemiyor. Esra Mine Güngör Boğaziçi Üniversitesi
T
ürkiye popüler edebiyat yığını içerisinde örneğine fazlaca rastladığımız “tarihi roman” vasatlıklarına Aralık ayında bir yenisi daha eklendi: Elveda Güzel Vatanım. Pek çok İttihat ve Terakki meraklısını heyecanlandırdığı gibi yayınlanacağını ilk duyduğumda beni de fazlaca heyecanlandıran Ahmet Ümit’in son romanı maalesef ki, kitabı bitirdiğimde bir kandırılmışlık hissinden başkaca bir şey bırakmadı. Yazının geri kalanında detaylıca işlemeye çalışacağım üzere kitabı; öncelikle kitabın türü üzerine bir kararsızlık, Türkiye aydınının tarihi gelişimine bir yabancılık ve Türkiye’de polisiye yazımının imkansızlığıyla örülmüş bir çember içinde okuyorsunuz. Çıkış kapısı olmayan bir çember içinde… Kitabın daha iyi nasıl yazılacağı sorusu elbette bu yazının konusu değil, ancak tarihi bir roman nasıl yazılamaz sorusuna zannediyorum ki etraflıca bir cevap vermiş olacağım ve bunu yaparken de tarihi hapsedilmiş çıkışsızlığından kurtarmaya çalışacağım.
Elveda Güzel Vatanım polisiye mi, aşk mı yoksa tarihi bir roman mı? Kitap henüz yazım aşamasındayken katıldığı bir kültür-sanat programında Ahmet Ümit, kitabın İzmir Suikastı üzerine kurulu olduğunu dolayısıyla “tabii ki polisiye” bir roman yazdığını belirtiyor; arka planda bir aşk hikayesi ve İttihat ve Terakki tarihi ile birlikte. Ancak kitabın yayınlanmasından sonra fikirler değişmişe benziyor. Yayın hayatına 8 Ocak’ta başlayan polisiye dergisi 221B’de çıkan “İttihatçıların Cinayetle İmtihanı” başlıklı röportajda Ahmet Ümit ve iki röportör kitabın tarihi bir roman olduğu konusunda hemfikir görünüyorlar. “Adnan: Bundan önceki kitaplarınız gündemdeki konularla ilgiliyken, son romanınızın İttihat ve Terakki dönemini merkeze almasının sebebi nedir? Ahmet Ümit: Romanlarım, günümüzde işlenen bir cinayetle başlarken, sayfalar ilerledikçe geçmişe bir yolculuk yapıyorduk. Örneğin, Beyoğlu Rapsodisi’nde de-tarihi bir roman olmamakla beraber- yine İstanbul’un ilk dönemine göndermeler vardı. Elveda Güzel Vatanım için ise doğrudan bir tarihi roman diyebiliriz ama güncelle bağlantısını koparmamış bir tarihi roman!”(1)
44
Dikkatli okurun gözünden kaçmamıştır, bir parantezle mantık hatasını düzeltmek gerekiyor. Bir, kitap cinayet üzerine kurulu bir kitap değil. İki, her ne kadar kitapta işlenen cinayetler mevcut olsa da bunlar kitabın akışında başat olmaktan çok tamamlayıcı ya da tali bir etkiye sahip, dolayısıyla “İttihatçıların Cinayetle İmtihanı” fazlasıyla beylik ve hatalı bir başlık oluyor. Parantezi kapatıyoruz.
Yok, kimse yoktu peşimde. Yine de tedbiri elden bırakmadım; Langa bostanlarına varınca Cezmi’nin evinin önünde inmedim. Evet, beş yüz metre kadar gittikten sonra durdurdum arabayı. Parasını yollayarak gerisin geri yürümeye başladım. Takip eden birileri varsa, bu tek yönlü yolda artık gözümden kaçması mümkün değildi. Hayır, güneşsiz sokakta benden başka kimse yoktu.”(2)
Röportörlerin ve Ahmet Ümit’in ne düşündüğü bir noktadan sonra teferruat olacağından biz kitabın kendisine yönelelim. Kitap, Şehsuvar Sami isimli bir İttihat ve Terakki fedaisinin “kaybettiği ama hiçbir zaman yüreğinden çıkartamadığı Ester’e” yazdığı mektuplardan oluşuyor. Mektuplarda Şehsuvar Sami, ittihatçı olduğu için onu terk eden Ester’e neden ittihatçı olduğunu ve ittihatçı olduktan sonra işlediği siyasi cinayetleri anlatıyor; bir yandan da bu mektuplar sayesinde Ester’e yeniden kavuşma hayalleri kuruyor Şehsuvar Sami. Bu şekilde anlatınca konu gayet çekici geliyor ancak kitaba başladıktan sonra kafamız epey karışıyor. Bazı yerlerde ucuz bir polisiyenin içinde bulurken kendimizi bazı yerlerde lise tarih kitaplarını yeniden karıştırıyor hissine kapılıyoruz. Birkaç örnek verelim:
Satırları okurken meramını anlatmakta güçlük çeken bir yazarla ve ucuz bir polisiyeyle karşı karşıyayız. İyi roman ya da hikaye yazmak için kelimeleri ekonomik kullanmak altın kuralların başında gelir, yazmak eylemiyle az çok haşır neşir olmuş herkes bilir. Ancak, tekrarlayan “evet”ler ve “hayır”lar arasında birkaç cümlede anlatılabilecek bir olayın içinde cümleler boyu debeleniyoruz ve bu kekremsi bir Hollywood tadı bırakmaktan öteye geçemiyor. Bunun yanında bir kişiyi betimlerken etkili bir anlatım yakalanmak isteniyorsa örneğin kişinin cesur, yaşlı ya da genç olduğu baştan söylenmeden o cesurluk, yaşlılık ya da gençlik betimlenir. Yaşar Kemal’in bir kısa öyküsünden örnek verelim:
“Aklıma gelenler bir bir başıma geliyordu. Yanılmamıştım, birileri beni kanlı bir tezgahın içine çekmeye çalışıyordu. Hem de yakından birileri. Bana gülümseyen, dostça elimi sıkan, belki yardım eder gibi görünen ama kuyumu kazmaya çalışan birileri. Evet, bu ikindi vakti daha iyi anladım bu hakikati. Cezmi’nin evine girince… O cesur askerin kanlar içindeki bedenini görünce. Evet, bu ikindi vakti… Evet, ikindi üzeri çıkmıştım otelden. Yola koyulmadan önce etrafı kolaçan ettim, arabaya bindikten sonra da defalarca yokladım arkamı.
“Öyle çabuk yürüyordu ki, yarı beline kadar toz içinde kalıyordu. Tepeden dikine inen güneş onu adamakıllı sersemletmişti. Yürürken iki yanına arada bir sallanıyor, ayakkabılarının yırtığından giren köz gibi sıcak tozlar ayaklarını yakıyordu. İsmail hem yürüyor, hem boyuna mırıldanıyordu, belli belirsiz. Kucağındaki alacalı bulacalı kuşağın içerisinde bir bebek sarılı. Bebeğin başı İsmail’in sağ kolundan dışarı sarkmış. Yüzü ciğer gibi kıpkırmızı. Kırmızı yüzü bir toz tabakası örtmüş. Bebeğin gözleri yumulu. Boynu ipincecik…”(3)
45
Öğle güneşinin altında kucağında bebeğiyle yürüyen İsmail gözümüzde klasik bir Monet tablosu gibi canlanır; mise-en-scene yerli yerindedir. Tabii bir kaçış anını okurken Yaşar Kemal betimi beklemeyiz ama en azından sahneyi gözümüzde canlandırabilmek isteriz. Ahmet Ümit’e Hollywood filmleri izlemeyi değil Yaşar Kemal okumayı tavsiye ediyoruz. “Evet, Arap aşiretlerin desteği olmasa İtalyanlara direnmek mümkün olamazdı. Ama Arapların hepsi için aynı sadakatten, aynı bağlılıktan söz etmek de mümkün değildi. Bir kısmı kendi devletlerini kurma hayalindeydiler ki, bu milli şuura sahip aşiretlerin çoğunluğu Mısır’da bulunuyordu. Trablusgarp bölgesinde olanlar ise yüzyıllardır bayrağı altında yaşadıkları Devlet-i Aliyye’nin artık çökmekte olduğunu idrak ettiklerinden değil, daha basit sebeplerle, mesela bir kese altın için gözlerini kırpmadan Osmanlı zabitlerini İtalyanlara satacak kadar alçalabiliyorlardı. Çoğunluk değil ama böyleleri vardı ve onlar yüzünden mühim kayıplar verdiğimiz olmuştu.”(4) Yine bir parantez açarak belirtmem gerekir ki bağlılık ve sadakat aynı anlama gelir, “her yazdığı kitapla yankı uyandıran” bir yazar için kabul edilemez bir anlatım bozukluğudur ve bu örnek kitabın geri kalanında büyük bir umursamazlıkla yalnız bırakılmamıştır. Parantezi kapattıktan sonra devam etmek gerekirse yukarıda alıntıladığım pasajın bir lise tarih kitabından olduğu söylenseydi hiç şaşırmazdım. Yaratıcılıktan uzak, bilinen tarihi olduğu gibi kopya eden Ahmet Ümit’e lise tarih kitaplarını yeniden yazmasını değil Türkiye Üzerine Tezler’i okumasını tavsiye ediyoruz.
Ara başlığı kapatırken sorduğum soruya üzülerek cevap veremeyeceğimi belirtmem gerekiyor, zira yazarımızın kafası ve kitap herhangi bir kategoriye oturtulamayacak kadar karışık.
"Aydın"a yabancılık Yalçın Küçük, Türk aydınının eyleminden bağımsız düşünülemeyeceğini belirtir. “Aydın tanımı gereği, kafasıyla ve çok büyük bir inatla, toplumu değiştirmek için mücadele eden hayvandır. Tanımı kısaltmak gerekirse, aydın kafasıyla mücadele eden insandır. Mücadele etmeyen aydın olmaz. Eyleme inmeyen aydın olmaz. Güzel, ancak, kafasız mücadele aydını büyütmez. Aydını tarihin diğer aktörlerinden ayıran en belirgin çizgi mücadeleye kafasını koymasıdır. Aydının kafası mücadelede ön plandadır. Bu yüzden zaman zaman önce aydının kafası koparılır.”(5) Aydının ancak değiştirme eylemiyle birlikte düşünülebileceğini koyduktan sonra Küçük, Aydın Üzerine Tezler’in ikinci kitabında Türk aydının teorik köksüzlüğünü temellendirerek, düşünsel altyapısını Arap ve Roma külliyatından edindiğini belirtir. Kısacası Türk aydını teorik köksüzlüğünden ötürü kendi eylemine muhtaçtır, çünkü kendi eyleminden öğrenir. Başka bir ifadeyle, Edip Cansever’in sözlerini bir miktar değiştirerek, “sarılıp gövdesine sımsıkı, bir aydın kendini doğurabilir isterse”. (6) Aydın, doğmak için kendisine ya da eylemine ihtiyaç duyar. Konunun kitapla alakasına gelecek olursak; Ümit, Şehsuvar Sami’yi yarı aydın bir karakter olarak çizmeye çalışır. Yazar olma kabiliyetine fazlasıyla sahiptir ancak “memleket meseleleri”nden yazmaya bir türlü vakit bulamaz. Yazar olmaktansa adanmış bir ittihatçı olmayı tercih eder. Ancak kitabın sonunda bu yarı aydın karakter eyleminden rücu eder, ittihatçı olmaktan ve yazar olamadığından pişmanlık duyar. “Bu defa geri dönüş yok. Evet, mazide bütün o kirli, kanlı, karanlık işleri yapmamı mazur gösterecek bir sebebim vardı. Artık yok. Ne bir ideal, ne bir hayal ne de bir vatan. Evet, sıhhatim yerinde olmasına rağmen ağır ağır öldüğümü hissediyorum… İlk mektubu yazarken şöyle demiştim: Ölüm, şehirlerimizi kaybetmeyle başlar, vatanımızı kaybetmeyle neticelenir. Sahi neydi vatan?... Şimdi farkına varıyorum ki, benim için bir tek vatan varmış, o da sensin. Seni kaybettiğim anda vatanımı da yitirmeye başlamışım.”(7) Şehsuvar eyleminden vazgeçtiği an öldüğünü hissediyor, bu tutarlıdır, böyle bir karakter de pek tabii oluşturulabilir. Ancak, karakterin ortalama bir ittihatçıyı resmedip resmetmemesi konusuna kafa yormak gerekir. İhtilalcinin bir derinliği olması gerekir fakat biz Şehsuvar’ın yalnızca Anatole France ve Victor Hugo okuduğunu bilebiliyoruz, bu gözümüzde yarı aydın bir karakter canlanması için bile yeterli değil. Bunun yanında, kitap boyunca bilinçli olarak Enver Paşa’dan hoşlanmamamız sağlanıyor, zira bu hoşnutsuzluk sayesinde kitabın sonunda Şehsuvar eyleminden vazgeçtiğinde pek güzel şaşırmıyoruz. Örneğin, yine çok önemli bir ittihatçı figür olan Tevfik Fikret’in yalnızca Mekteb-i Sultani’deki öğretmenliğinden bahsedilmesi en sivri ittihatçı öznelerle okur
46
Katil kim?” sorusunun cevabını aramanın Türkiye’de elbette politik bir yanı olmak zorunda. Katili yaratmak konusunda sıkıntı yaşandığı düşünmüyorum ancak iş polisi ya da dedektifi yaratmaya gelince soru işaretleri çoğalıyor. Bunun Türkiye’de katilin polisle aynı kişi olmasından kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla bir noktadan sonra katili aramanın da bir manası kalmıyor, üstelik edebi zevk dahi vermiyor. Bunun aksine polisiye olmak kaygısıyla yazılmamış eserlerde daha gerçekçi polisiye ögelerin ya da keyfin bulunabileceğini düşünüyorum. Barış Bıçakçı’nın Seyrek Yağmur’u bunun en güncel örneği. arasına aşılmaz bir mesafe koyuyor. Dolayısıyla kitap ortalama bir ittihatçıyı anlatmaktan öte yalnızca bir ittihatçı pişmanlığını anlatabiliyor. Ortalama bir okur, Tevfik Fikret’in Ferda şiirinde “Uğraş, didin, düşün, ara. bul, koş, atıl, bağır/ Durmak zamanı geçti, atılmak zamanıdır” ifadeleriyle anlattığı figürle tanışamıyor bile, bu ancak aydına ve tarihe yabancılıkla açıklanabilir. Ahmet Ümit’e Aydın Üzerine Tezler’i okumasını tekrar tavsiye ediyoruz.
Türkiye'de polisiyenin olanakları Sanırım büyük oranda polisiye diziler sayesinde uzun zamandır polisiye ile fazlaca alakadarız. Ancak yerli üretime geldiği zaman duraklamak zorunda kalıyoruz. Kişisel olarak bu konuda kılçıksız bir şekilde başarılı örneklerin verildiğini düşünmüyorum. “Akla ilk gelen yerli polisiye yazar” olması sebebiyle Ahmet Ümit bunun en büyük örneği. “Katil kim?” sorusunun cevabını aramanın Türkiye’de elbette politik bir yanı olmak zorunda. Katili yaratmak konusunda sıkıntı yaşandığı düşünmüyorum ancak iş
polisi ya da dedektifi yaratmaya gelince soru işaretleri çoğalıyor. Bunun Türkiye’de katilin polisle aynı kişi olmasından kaynaklı olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla bir noktadan sonra katili aramanın da bir manası kalmıyor, üstelik edebi zevk dahi vermiyor. Bunun aksine polisiye olmak kaygısıyla yazılmamış eserlerde daha gerçekçi polisiye ögelerin ya da keyfin bulunabileceğini düşünüyorum. Barış Bıçakçı’nın Seyrek Yağmur’u bunun en güncel örneği. Kitaptaki Şiirli Mücadele öyküsünden bir örnek verelim: “Bir süre, silah bulmak için onaylamadıkları ilişkilerin içine girip girmemeyi tartıştılar. İki taraflı çalışan silah tüccarları, bir kolu devletin omzunda olan mafya, biraz kazısan altından koyu bir milliyetçiliğin çıkacağı kesin olan soyguncu çeteler… Buralardan mı bulacaklardı silahı?”(8) Ya da Rıfat Diye Biri adlı öyküden bir örnek: “‘Polis peşimizde!’ diyor içlerinden biri ya da sanki bu kelimeyi öksürüyor. Rıfat onları önce tezgahın arkasına alıyor hemen. Sonra her birini çabucak bir kitabın içine yerleştiriyor. Dışarıdan belli olmasın diye kalın kitapları seçiyor. Direnişçiler hiç yadırgamıyorlar kitapların içine girmeyi, çünkü zaten her biri oradan, o sayfalardan çıkmış. Kapı aniden tekrar açılıyor, içeri gaz maskeleri ve coplarıyla polisler giriyor.”(9) Haliyle olanakların dar olması dahi değil olmamasından kaynaklı olarak polisiye gerilimin ancak yukarıdaki örneklerde olduğu gibi oluşturulabileceğini düşünüyorum. Son olarak Ahmet Ümit kitabını “Devletin derinlikleri, toprağın derinliklerinden daha karanlıktır.”(10) cümlesiyle bitiriyor. Bu cümleye dair söz söylemeden önce son dönem edebiyatı üzerine yine bir Barış Bıçakçı alıntısının faydalı olacağını düşünüyorum: “Rıfat’ın… okuyucularını duygulandırmak dışında edebi bir amacı olmayan ve ikide bir veciz sözler yumurtlayan günümüz müelliflerini sürekli uyarması gerek.”(11) Doğru söze ne hacet. Kişisel fikrim ise ittihatçıları anlatırken eğer bir derinlikten bahsedeceksek tarihsel bir tekrara düşecek olsam da ben “İyi kazmışsın, ihtiyar köstebek” derim ve Ahmet Ümit’e Marx okumasını tavsiye ederim. Notlar: (1) Adnan Kemal Başaran, Hüseyin Çukur, İttihatçıların Cinayetle İmtihanı, 221B s.35 (2) Ahmet Ümit, Elveda Güzel Vatanım s.269 (3) Yaşar Kemal, Sarı Sıcak s.17 (4) Ahmet Ümit, Elveda Güzel Vatanım s.287 (5) Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler-1 s.16 (6) Özgün hali: “Sarılıp gövdesine sımsıkı, bir kadın kendini doğurabilir isterse…” (7) Ahmet Ümit, Elveda Güzel Vatanım s.526 (8) Barış Bıçakçı, Seyrek Yağmur s.21 (9) Barış Bıçakçı, Seyrek Yağmur s.58 (10) Ahmet Ümit, Elveda Güzel Vatanım s.526 (11) Barış Bıçakçı, Seyrek Yağmur s.26
47
ESKİMEYEN BİR TREND:
SOSYOPATİK DÜZEN KARŞITLIĞI MR. ROBOT Mr. Robot hangi gerçekliğin karakteridir? Gerçekten var olmaması şizofrenik olması için yeterli midir? Bu sorulardan hareketle, iki farklı gerçeklik üzerinden değerlendirirsek, bize normal dünyaya ait olarak sunulan Elliot’ın dünyası; şizofrenik bir dünyanın sosyopatlık, halisülasyonlar, travmalar vb. gibi karakteristik özelliklerini sergilemektedir. Mr. Robot’un dünyası ise böyle değildir. Hangi gerçekliğin şizofrenik hangisinin normal gerçeklik olduğu üzerinden baktığımızda Mr. Robot’un gerçekliği, normal olana daha yakındır. Çağan Sabancı Yeditepe Üniversitesi
Evrim Sayın Yeditepe Üniversitesi
“Ben tecrit edilmiş ateş, uzakta duran kılıcım.” Don Kişot - Cervantes
48
Y
azıya başlarken, Amerikan sinema-tv dünyasına ilişkin bir gerçeği hatırlatmakta fayda var: Kronik bir üretim krizine sahip olan bu piyasa, ortaya çıkan toplumsal her olguya “televizyon yapımcısı kurnazlığı” ile yaklaşmaktadır. Çeşitli uyarlamalar, serilerin devam filmleri ya da bölümleriyle yol almaya çalışmaktadır. Bu yazıda Mr. Robot değerlendirmesi, bu şüphecilikle beraber dizinin kendi bağlamından hareketle kurulacaktır. Bunu yaparken ise görüntü, çekim planları, mekân, müzik gibi önemli özellikler hesaba katılmalıdır. Çünkü bunların her biri atmosfer yaratımında, özellikle şizofrenik bir hadisenin bulunduğu bir yapıtta kendine has özelliklere sahiptir. Ancak bu yazının kapsamına girecek şekilde ve incelediğimiz dizinin tezli bir eser olması nedeniyle, biz sadece bu tezin karakter,olay örgüsü ve atmosfer oluşumuyla olan ilişkisine odaklanacağız. Özetle, Mr. Robot’un izleyicileri tarafından sıklıkla öne çıkarılan temel özelliklerini, kapitalizmle karşıtlıklarını ve gerilimlerini, hikaye-karakter bağlamında inceleyeceğiz.
MR. ROBOT'UN "BUG"I Mr. Robot’un yaslandığı temel biçim, dünyayı tekellerin yönetiyor olmasının toplum ve bireyde yarattığı maddi-manevi yıkımın gösterilmesidir. Örneğin, dizinin pilot bölümünde ana karakterimiz olan Elliot’ın kapitalizmin yarattığı sahte alışkanlık ve ihtiyaçlara dayanan, birbirinin aynısı olan bireylerin oluşturduğu toplumsal yaşantıdan
duyduğu nefreti kusmasına tanıklık ediyoruz. Elliot psikoloğuyla olan seansında iç konuşma olarak bireylerin beğenilerinin, alışkanlıklarının ve genel olarak gündelik yaşantılarının belli merkezlerden yönlendirildiği gerçeğini hiddetle belirtiyor. Hepimizin aşina olduğu bu saptamaların sonucunda, dizinin hedefindeki adres, diğerlerini (Apple, Google vs.) de temsilen E Corp (Evil Corp)’tur, diyebiliriz. Evil Corp dünyanın en büyük tekeli olarak uluslararası ekonomiye yön veren önemli bir holdingdir. Bu holding dünyadaki tüketici kredilerinin yüzde 70’ine sahiptir. Kısacası bütün dünya bu holdinge borçludur. Elliot ve Mr. Robot’un liderlik ettiği hacker grubu bu borç bilgilerinin depolandığı veri merkezlerini Çin’de olan yedeğiyle birlikte çökertip dünyanın bu şirkete olan borçlarını silmeyi hedeflemektedir. Bunun aynı zamanda uluslararası ekonomik sisteme fitili yakılıp atılmış bir devrim sürecinin başlatıcısı olacağını düşünmektedirler. Çünkü; “Para altın standardını terk ettiğimizden beri gerçekliğini kaybetti. Sanal bir şey haline geldi. Tıpkı yazılım gibi. Bu sanal gerçekliği bitirmenin eşiğine geldik.”
İzleyiciye dizinin temel çatışması olarak bu gerçeklikle kurulan yıkıcı ilişkilenme sunulmaktadır. Burada düşülmesi gereken ilk not; dizinin bu gerçeği çeşitli biçim ve süreçlerle değil doğrudan sunmasıdır. Ancak, Evil Corp’a açılan bu politik savaş, olay örgüsünün gelişiminde sürekliliğini sağlayamamıştır. Birinci sezon itibariyle elimizde Elliot’un bu savaşı vermesinin kabul edilebilir tek nedeni olarak Evil Corp’un babasının ölümüne sebep olmasını görüyoruz. Bu başlatıcı bir neden olabilir elbette. Fakat intikam duygusunun kapitalizm karşıtlığına evrilmesini sağlayacak bir bilinçlenme sürecini göremiyoruz. Dizinin ilan edilen bu temeli; olay örgüsü ve karakterlerin şekillenmesinde belirleyici olmamıştır. Oysa bu karşıtlığın çeşitli alanlara tezahürü, yarattığı gerilimler özellikle sinema-tv serisi açısından oldukça zengindir. Buradan beslenen distopik ve bilim kurgu yapıtlar azımsanamayacak miktardadır. Son dönemde büyük beğeni toplayan Black Mirror serisi, böylesi bir ilişki kuran ve çarpıcılığı başaran yakın bir örnektir. Sanal ve gerçek yaşam arasındaki farkın silikleşmesi, sürekli bir merkez tarafından denetlenme, gündelik yaşamın tüm gündemlerinin aynı kaynak tarafından kuşatıcı bir şekilde belir-
49
lenip yönetilmesi, bunun duygusal ve düşünsel yansımaları akla ilk gelebilecek temalardır. Üstelik bu tekil gerçekliklerin her biri, bireyin evrensel tartışma başlıklarıyla (toplum, birey, özgürlük, eşitlik vs.) kurduğu felsefi ilişkiyi, verdiği tepkiyi alt üst edecek kadar temel olma özelliğine sahip gündemlerdir. Mr. Robot sanat açısından verimli bu alana girerek başlamıştır. Tekellerin tanrıları olduğu bir dünyaya onların en güçlü olduklarını düşündükleri ringde meydan okumuştur: teknoloji ve bilgisayar. Onların kontrol yanılsamalarını ortaya çıkarmıştır. Fakat ardından konusunu yani düzen karşıtlığını, izleyiciye doğrudan ve donuk sunarak karakterler ile olay akışında bir belirleyen olmaktan çıkarmıştır. Kapitalist ekonominin ve yaşamımızın gittikçe bilgisayara, bilişime dayanması, yapay zekânın yapaylıktan kurtulması (Turing testi) yaklaşan gerçekliktir ancak, henüz sistemi alaşağı edebilecek belirleyicilikte değildir. Birinci sezonun sonunda beliren bu açmazın ikinci sezonda yukarıda tarif edilen bütünlüklü bakışla çözümlenmesinin veya geliştirilmesinin zemini belirttiğimiz eksiklik nedeniyle yaratılmamıştır. Bunun nedeni, söylediğimiz gibi, Elliot’ın ve olay örgüsünün bu açmazı (kapitalizmi bilişim mücadelesiyle ortadan kaldıramamak) yaratan nedenlerden kopuk oluşturulmasıdır. Dizinin kendi iddialarını sürdürebilmesi, bu açmazdan faydanılması için bütünlüklü bakışı sezdiren bir bireysel hikâyeye, trajediye yönelmesi gerekmektedir. Fakat bütünlükten uzak bir birey anlatımının her zaman taşıdığı büyük boşluk, dizide daha yoğun olarak görülmektedir. Çünkü dizi, bütündeki, yani toplumsal sistemdeki bir konudan, karşıtlıktan başlamış fakat devamını aksiyonda boğmuştur. Tekrar etmek gerekirse, bahsettiğimiz kapitalizmin bütünlüklü ve yoğun olarak anlatılması gerekliliği değildir. Boşluğu ortadan kaldırıp konu, karakter ve olay
50
birliğini sağlayacak olan; kapitalist sistemin, ona ‘karşıt’ olan Elliot’ı doğuracak bireysel kesişim noktalarının içerildiği bir bütünlükte anlatılmasıdır. Bu eksikliği daha somut olarak görmek için Amerika’da uzmanlıkları, yetenekleri dolayısıyla siber güvenlik alanında devletle ilişkilenerek istihdam edilmiş ve ters düşmüş insanları düşünebiliriz. Edward Snowden, Julian Assange, Er Bradley Manning, vs. ‘devlet için’ çalışmış ve tanık olduklarının yarattığı yoğun süreç onları hızlıca “devlet düşmanı” haline getirmiştir. Neredeyse tip haline gelmiş bu isimlerin karakteristik özellikleri son derece politik ve toplumsal gündem ile canlı ilişkilerinin olmasıdır. Elliot da Evil Corp’un siber güvenliğini sağlayan “AllSafe” özel şirketinin en iyi mühendisidir. Elliot’ta, örnekteki gerçek kişilerle aynı yaşam örgüsünü değil adanışını sağlayacak süreci, gelişimi arıyoruz. Ancak, on bölümün ardından elimizde olan sadece babasının ölümü vesilesiyle anti-kapitalist ve düzen karşıtı olmasıdır. “İşte yine burada. O görünmez el (A. Smith) iş başında. Bizi kontrol ediyor, acı eşiğimizin çok üzerine çıkarsa bile.”
ŞİZOFRENİ NEYİMİZE YETMİYOR? Şizofreni, insanın doğrudan iki karakterli olması değil karakterin iki farklı gerçekliğe inanmasıdır. Birincil gerçeklik, sağlıklı bireyin de anladığı, paylaştığı gerçekliktir. İkincil olan ise sağlıklı bir bireyin dâhil olmadığı, hastaya özel gerçekliktir. Yani ikincil olan gerçeklik şizofrenik dünyadır, mevcut gerçeklikle çelişse de hastanın inandığı hatta normal gerçekliği inkar etme pahasına ısrarla yarattığı dünyadır. Bu bilgiden devamla Mr. Robot hangi gerçekliğin karakteridir? Gerçekten var olmaması şizofrenik olması için yeterli midir? Bu sorulardan hareketle, iki farklı gerçeklik üzerinden değerlendirirsek, bize normal dünyaya ait olarak sunulan Elliot’ın dünyası; şi-
zofrenik bir dünyanın sosyopatlık, halisülasyonlar, travmalar vb. gibi karakteristik özelliklerini sergilemektedir. Mr. Robot’un dünyası ise böyle değildir. Hangi gerçekliğin şizofrenik hangisinin normal gerçeklik olduğu üzerinden baktığımızda Mr. Robot’un gerçekliği, normal olana daha yakındır. Öyle ki şizofrenik durumun sahip olduğu yanılsama, illüzyon özelliği kendisini Mr. Robot ile değil Elliot ile gerçekleştirmektedir. Dolayısıyla izleyiciye, şizofreniye ait iki farklı gerçeklik ters yüz edilerek sunulmaktadır. Şizofreninin bu biçimde kullanılması, dizinin çarpıcılığının arttırılması amacına dayanmaktadır. Fakat bu tür bir şizofrenik kurgu yaratımı bile dizinin temelinde saptanan ve dolayısıyla karakter, olay ve hikayede iğretilikler yaratan boşluğu doldurmaya yetmiyor. Temeldeki bu boşluk ise dizinin üzerine inşa edildiği karşıtlığın, olay örgüsü ve karakterlerin serimlenmesinde, onları belirleyen noktaların anlatımında kaybolmasıdır. İzleyiciye Mr. Robot ve Elliot beraber sunulup geliştirilmesine karşın bu karşıtlık, ikisinde de sürdürülmemiştir. Başlığımıza dönüyoruz; hepimizin paylaştığı birincil gerçekliğin bireyi olan Mr. Robot, ikincil gerçeklikten yani Elliot’tan çıkmaz. Örneğimizdeki kurmacada da çıkarılamamıştır. Bunun yanısıra, şizofreninin, duygu ve düşüncedeki dağınıklık özelliğinin Elliot’ın iç konuşmalarında yerinde bir şekilde kullanıldığı fark edilmektedir. Buna örnek olarak Elliot’un şizofrenik ilişkiyi izleyiciyle de kurmasını,böylece izleyicinin de şizofreninin bir parçası haline gelmesini verebiliriz. İç diyaloglarda taraf Mr. Robot olmasının yanı sıra bazen seyircidir. Elliot’ın iç konuşmalarında karşısındaki öznenin bu değişkenliği, dağınıklık özelliği açısından önemlidir. Bu durum kaotik bir atmosferin yaratılmasına da hizmet etmektedir.Örneğin Elliot, White Rose (Dark Army’nin lideri) ile buluşup zamanının kalmadığını düşünerek panik yapınca izleyiciye yönelik olarak “Keşke sizin gibi gözlemci olsam, bir gözlemci sakinliğinde olmam gerek, evet yapmam gereken bu.” demektedir. Ardından konuşmanın tarafları tekrar Mr. Robot ve Elliot olmaktadır. Ancak şizofreninin duygu ve düşünce dünyasının doğasında bulunan bu dağınıklık özelliği, dizide birbirini tamamlayan, açıklayan ya da birbirine yol açan bir biçimde şizofreni bir karakter yaratılamadığı için toplama, ikame bir görünüme dönüşme tehlikesiyle yüz yüzedir. Mr. Robot’un dokunduğu kapitalist dünya konusunda sergilediği cimrilik, kendisi açısından temel bir eksikliğe yol açsa da sezon finalinde “bizi de gördü” diyebiliriz. Eliot ile beraber E Corp’un veri merkezlerini kullanılamaz hale getiren hacker ordusunun lideri olan White Rose’un, E Corp şirketinin yönetcisiyle görüşmesi; diziyi hem kurgusal açıdan hem de şirketlerin kirli-ironik güç ilişkilerini yansıtması bakımından başarılı olmuştur. Çünkü bu durumun kurgu ve senaryoda açtığı olasılık dalgası, izleyicide yarattığı kaotik atmosfer dizinin seyri açısından fazlasıyla işlevseldir. Şirketlerin bu sahneyle beliren olası politikalarına örnek vermek gerekirse, Çinli bir holdingin rakibi E Corp’u yok etmek için şirkete çok yakın kronik depresif bir hackerı (Elliot), Dark Army aracılığıyla kullanmasının ardından gelişen bir hikâyeye dönüşebilir. Çünkü Elliot’ın elinde çok güçlü bir silah vardır: Sistemin
Şirketlerin, dizinin son sahnesiyle beliren olası politikalarına örnek vermek gerekirse, Çinli bir holdingin rakibi E Corp’u yok etmek için şirkete çok yakın kronik depresif bir hackerı (Elliot), Dark Army aracılığıyla kullanmasının ardından gelişen bir hikâyeye dönüşebilir. Çünkü Elliot’ın elinde çok güçlü bir silah vardır: Sistemin “bug”ı. Önemli olan “bug”ı düzeltmek değil, bulmaktır ve o “bug”, Elliot’ın kendisidir. “bug”ı. Önemli olan “bug”ı düzeltmek değil, bulmaktır ve o “bug”, Elliot’ın kendisidir. E Corp, Dark Army’i siber ordusu haline getirebilir ya da tüm bunlar şirketin bir tatbikatı olabilir. Bu basit olasılıkların herhangi biri bile diziyi devasa bir kaynağa doğru zenginleştirebilir. Belli açılardan olay ağırlıklı anlatıların, filmlerin ve dizilerin üzerimize boca edildiği bir zamanda bu sahne bir bakıma sıradanlaşmıştır denilebilir. Fakat bağlamında yani şirketlerin, devletlerin sıradan ilişkileri ve pratikleri gözetilerek incelendiğinde bundan fazlası olduğu fark edilecektir. Bunun en görünür kanıtı yukarıda saydığımız gerçek isimlerin yaşamlarıdır. Büyük farklılıklara sahip bu insanların ortak özelliği; devlet ve şirketlerle olumlu ya da olumsuz fakat çok yakın ilişki kurmuş olmalarıdır. Dolayısıyla sezon finalinde plot twist’e yani izleyici şaşırtma yöntemine boğulmuş olsak da bu “özel” gerçekliğe temas, dizinin unuttuğu derdini hatırlaması açısından ikinci sezon için bir fırsattır. “Buglar bir hata değildir. Mevcut yazılımı ya ondan gizli ya da üzerinde çalışmaya, uyum sağlamaya bu sebeple yeni bir şeye dönüşmeye zorlar. Yazılım ne olursa olsun değişiyor. Yeni bir şey haline geliyor. Engellenemez güncelleme… Tıpkı hayatımızdaki zorunluluklar gibi.”
51
Üçlü Sarmal:
Gen, Organizma ve Çevre Evrimsel genetik alanında aşağı yukarı son 40 yıldır çokça dillendirilen ve popüler bilimin favori konularından biri haline gelen “bencil gen” tezi, bir süredir önemli bir akademik çevre tarafından sıkça eleştiriliyor. Aslına bakılırsa eleştirilen yalnızca Richard Dawkins’in “Gen Bencildir” kitabında somutlanan bencil gen tezi değil. 1970’lerin ortalarından bu yana evrimsel biyoloji alanını önemli ölçüde etkileyen genetik indirgemecilik ve yaratılmaya çalışılan “sosyobiyoloji” alanı da eleştirilerin odağında. Gökberk Alagöz Bilkent Üniversitesi
E
vrimsel genetik alanında aşağı yukarı son 40 yıldır çokça dillendirilen ve popüler bilimin favori konularından biri haline gelen “bencil gen” tezi, bir süredir önemli bir akademik çevre tarafından sıkça eleştiriliyor. Aslına bakılırsa eleştirilen yalnızca Richard Dawkins’in “Gen Bencildir” kitabında somutlanan bencil gen tezi değil. 1970’lerin ortalarından bu yana evrimsel biyoloji alanını önemli ölçüde etkileyen genetik indirgemecilik ve yaratılmaya çalışılan “sosyobiyoloji” alanı da eleştirilerin odağında. Söz konusu tartışmanın, 1962 yılında İngiliz zoolog Wynne-Edwards’ın evrimin canlı grupları düzeyinde gerçekleştiği tezini ortaya atan kitabıyla başladığını söyleyebiliriz. Seçilim seviyeleri ve birimlerini tartışmaya açan bu kitabın ardından evrimin temel olarak genler, organizmalar veya türler üzerinden ilerlediğini savunan farklı bilim insanları uzun yıllar süren bir tartışmanın içine girdiler. (1) Bahsedilen taraflaşmanın bir şey ifade edebilmesi için tarafların tezlerini biraz daha açıklayalım. Son yıllarda Richard Dawkins’in başını çektiği genetik indirgemeci/belirlenimci çevrenin temel tezi canlıların hem fiziksel hem zihinsel eylemlerinin bütünüyle genleri tarafından belirleniyor olduğu. Bu bakımdan insanların fiziksel özelliklerinden karakterlerine kadar bütün nitelikleri kendilerine “doğuştan bahşedilen” genleri tarafından belirleniyor. İnsanların karakterlerinin ve neredeyse günlük olaylar karşısında verdikleri tepkilerin doğuştan belirleniyor olduğu tezi bir tür “neo-kadercilik” olmasının yanında, bireyi yaşam ve tarih karşısında bütünüyle nesne konumuna itiyor. İnsanları ve diğer bütün organizmaların, genleri taşımak ve onları çoğaltmak için var olan birer araç olarak tanımlamak iyi bir korku filmi konusu olmanın yanında genetik belirlenimciliğin temel tezlerinden biri halinde. Bu noktadan sonra tekil organizmaların eylemlerinden, canlı gruplarının davranışlarına kadar her şey, onların biyolojik
52
miraslarının birer sonucu sayılıyor ve dünyanın “kötülüğün” doğal, normal hatta zorunlu olduğu bir yer ilan edilmesine kapı aralanıyor. Tam bu noktada Stephen Jay Gould ve Richard Lewontin gibi bilim insanlarının itirazlarıyla karşılaşıyoruz. 1973-1998 yılları arasında Harvard Üniversitesi’nde zooloji ve biyoloji kürsüsünün başında olan evrimsel biyolog Richard Lewontin, “Üçlü Sarmal: Gen, Organizma ve Çevre” isimli kitabında, genler ve organizma arasında tek yönlü bir belirlenim ilişkisi tanımlamanın mümkün olmadığını ortaya koyuyor. Organizma gelişiminin ve evrimsel süreçlerin ancak genler, organizma ve çevre arasında tanımlanacak bir karşılıklı belirlenim ilişkisi içinde gerçekleşebileceğini yerleşik yanlış metaforları doğrularıyla değiştirerek tekrar açıklıyor.
Yanlış metaforlar, yanlış ezberler Richard Lewontin kitabın ilk kısmı olan “Gen ve Organizma” bölümünde bilimsel olguları açıklarken sıkça kullanılan mecazlara (metaforlara) değiniyor. Bazen kullanılan mecazların gerçekliğe işaret etmek yerine gerçekliğin yerini aldığını belirten Lewontin, özel olarak DNA’nın kendini kopyalayabilen bir molekül olarak tanımlanmasına karşı çıkıyor. Biyolojiye az çok aşina olan herkes “DNA kendini eşleyebilen bir moleküldür” sözünü duymuştur. Ancak DNA’nın eşlenme sürecinde birçok farklı proteinin görev aldığı biliniyor. Bu
yüzden Lewontin, DNA eşlenme mekanizmasını bir fotokopi makinesinde belge kopyalamaya benzetmenin daha doğru olacağını ileri sürüyor. Bu konuya özel olarak değinilmesinin sebebi ise genetik belirlenimciler tarafından kalıtsal materyal olan DNA’ya neredeyse sonsuz bir belirleyicilik atfedilerek “kendine yeten” bir molekül olarak tanımlanması. Canlıları, taşıdıkları bir programın(DNA) kusurlu kopyaları olarak tarif etmek, Platon’un idealizmi ile 21. yüzyıl biyolojisi arasında kaba bir sentez yakalanmaya çalışıldığının da bir göstergesi sayılabilir. Lewontin bu konuda şöyle diyor, “Bu terimlerin kullanılışına yansıyan şey, hem bireysel yaşam tarihleri hem de kolektif evrimsel tarihleri açısından organizmaların, içsel kuvvetler ve daha alt katmanda yer alan ve gerçek canlı varlıkların onun yalnızca dışsal tezahürleri oldukları bir program tarafından belirlendiği yönündeki görüşe yapılan derin başvurudur. Bu başvuru, Platon’un tipolojik doğa anlayışından kalan bir mirastır; buna göre, birbirinden farklı derecelerde değişiklik gösterebilen gerçek maddi olaylar, idealleştirilmiş tiplerin tesadüfi ve mükemmel olmayan sonuçlarıdır.”(2) Alıntıda da ifade edildiği gibi, organizmaların bireysel ve evrimsel gelişim süreçlerinde doğanın karmaşıklığını ve farklı etkenler arasındaki belirlenim ilişkisini göz ardı etmek idealizme savrulmayı beraberinde getiriyor. Tabii bu müdahalenin geçtiğimiz 20 yıllık süreç içerisinde bilinçli olarak kapitalizmin yarattığı çürük toplumsal dokuya bilimsel alandan destek sağlamak için yapıldığını söylemek de mümkün.
53
İlk bölümün bir diğer önemli konusu, 18. yüzyıl biyolojisinin önemli tartışma başlıklarından “preformasyonizm” ile günümüzün genetik belirlenimciliği arasındaki benzerlik. Preformasyonizmin öngördüğü gelişim sürecinde organizma bütün olarak spermin içerisinde bulunmaktadır. Başlangıçta bir sperm hücresine sığacak kadar küçük olduğu varsayılan organizma anne yumurtasındaki besinler sayesinde büyümeye ve gelişmeye başlar. Modern biyolojinin epigenez teorisiyle birlikte, preformasyonizmin bütünüyle yanlışlandığı ve organizma gelişiminin çok daha karmaşık bir sürece yayıldığı bir gerçek. Ancak Richard Lewontin’e göre bu çatışmanın gerçek kazananı preformasyonizmdir. Sebebi ise şöyle açıklanıyor, “Her şey bir yana, sperm hücresi içinde yer alan küçük bir adam resminden daha aptalca bir şey yoktur bizim için. Ancak, gerçekte zafer preformasyonizmin olmuştur. Zira, sadece mekanik bir ayrıntı olabilecek bir fark dışında organizmayı döllenmiş yumurtada önceden oluşmuş gören bakış ile, organizmanın tam bir kopyasının ve onu tayin etmeye yetecek tüm bilginin döllenmiş yumurtada bulunduğunu savunan bakış arasında temel bir farklılık yoktur. Bu bakış, gelişimi inceleyen modern araştırmalara hakimdir.”(3)
Figür 1: On yedinci yüzyıl mikroskop gözlemcisi Nicolaas Hartsoeker’in çizdiği insan spermi resmi. Resim, sperm içerisinde fetal pozisyonda duran bir bebeği gösteriyor. Hali hazırda oluşmuş bu bebeğin fetal gelişim sırasında büyüdüğüne, bu sırada anne yumurtasının büyümek için gerekli besini sağladığına inanılıyordu.(4)
Sonuç olarak, gelişim biyolojisi alanında yerleşik olan ve “çağımızın preformasyonizmi” veya “post-preformasyonizm” olarak da adlandırılabilecek genetik indirgemecilik oldukça karmaşık bir süreç olan organizma gelişimini çok kaba bir şekilde ele aldığı için bilimsel alanda mahkum edilmeli diyor Lewontin. Aynı zamanda preformasyonizm, canlıların ve elbette özellikle insanların davranışlarını bütünüyle biyolojik özelliklerin belirlediğini öne sürerek bireyi nesneleştirdiği için düşünsel ve politik alanda da karşısında durulması gereken bir ekol olarak hala varlığını ve canlılığını koruyor.
Canlılar ve çevrenin ortak evrimi Kitabın ikinci bölümünde ağırlıklı olarak organizma ile çevre ilişkisi işleniyor. Çevrenin organizma üzerindeki belirleyiciliğini ön plana çıkarırken, organizmanın da çevreyi belirlediği gerçeğini göz ardı eden yaygın anlayış eleştiriliyor. Lewontin’e göre canlıların “içine doğduğu” ve mevcut koşullara göre seçildikleri bir doğal seçilim tanımı eksikli olacaktır. Tıpkı canlıları “gen taşıyıcılar” ilan eden genetik indirgemeciliğin yaptığı gibi, adaptasyon sürecini yanlış tanımlayan çevreler de canlıları doğa içerisinde sürüklenen nesneler konumuna indirgemiş oluyorlar.
54
Organizma ve çevre arasındaki ilişkiyi açıklarken sıklıkla düşülen hata kitapta şöyle ifade ediliyor, “Çevresiz bir organizma olamayacağı gibi, içinde organizma olmayan bir çevre de olamaz. Bir organizmanın dışında, türlerin yokluğunda varlığını sürdürecek fiziksel bir çevrenin var olduğu şeklindeki doğru anlayış ile, çevrenin organizma olmadan da var olacağı yönündeki yanlış iddia birbirine karıştırılmaktadır.”(5) Tam bu noktada “çevre” tanımının organizmadan bağımsız düşünülmemesi gerektiği vurgulanıyor. Canlılık olmadan da varlığını sürdürebilecek bir fiziksel dünyanın, patlayan volkanlar ve taşan nehirlerin biyolojik anlamıyla “çevre” tanımını karşılamadığı ifade ediliyor. Bu bakımdan bütün türleriyle canlılık, çevresel koşulların içine “düşmüştür” demek yanlış olacaktır. Çevre ve organizma, tarih boyunca birlikte evrimleşmişlerdir (co-evolve). Bu noktada, çevre ve organizma arasındaki ilişkinin çift yönlü olduğunu, birinin diğeri üzerinde kalıcı ve mutlak belirleyiciliğe sahip olmasının mümkün olmadığını hatırlamak gerek. Söyleneni somutlamak için nehir ve nehrin taşıdığı su metaforuna başvurulabilir. Bilindiği gibi nehirlerde akan suyun yönü ve debisi, nehrin fiziksel yapısı tarafından belirlenir. Ancak akan su yüzyıllar içerisinde yatağın yönünü ve derinliğini değiştirme potansiyeli taşır, çoğunlukla da değiştirir. Dolayısıyla nehir yatağı ve nehri dolduran su arasında tıpkı organizma ve içinde bulunduğu çevre gibi çift yönlü bir belirlenim ilişkisi olduğu söylenebilir.
Biyolojide nedensellik Kitabın üçüncü ve dördüncü bölümlerinde ise parça-bütün ilişkisi ve nedensellik gibi kavramların biyoloji alanına kabaca uygulanmaya çalışılması eleştiriliyor. Organizmayı birbirinden bağımsız olarak ele alınabilecek parçaların bir araya gelmesiyle oluşan bir tür makineye benzeten yöntemsel anlayışın, söz konusu karmaşık canlılar ve evrimsel süreçler olduğunda yetersiz kaldığı vurgulanıyor. Aslında fizik gibi bazı temel bilimlerde fazlasıyla geçerli olan parça-bütün ilişkisinin, organizma gelişimi söz konusu olduğunda epigenetik faktörler, çevre etkisi gibi birçok etkeni dışarıda bırakarak indirgemeciliğe alan açtığı bir gerçek. Lewontin, kitabın sonlarına doğru 3K olarak tanımladığı, katastrofi teorisi, kaos teorisi ve karmaşıklık teorisinin biyoloji alanına uygulanma girişimlerini ele alıyor. Biyolojik olguları bütünsel olarak açıklamak için kullanılmaya çalışılan tüm bu teorilerin ortak yanının, dinamik biyolojik süreçlerdeki basit işlemlerin, öngörülemeyecek değişimlere ve sıra dışı bir sonuç çeşitliliğine yol açacağını ispatlamak olduğunu öne sürüyor. Son olarak, biyoloji alanında şu ana kadar tartışmalı olan konuların aşılması için büyük sihirli fikirler aramak yerine mevcut bilgi birikimimizin daha sağlıklı yorumlanması gerektiğini şöyle ifade ediyor, “Biyolojideki ilerleme, devrimci yeni düşünüş biçimlerine değil, sınırlı olanaklardan kurulu bir dünyada pratik olarak yanıtlanabilen sorular soran, yeni yöntemlerin oluşturulmasına bağlıdır.”(6) Söz konusu biyolojik olgular olduğunda, neden-sonuç ilişkisinin öyle kolaylıkla kurgulanamadığını ifade ettik. Stephen Jay Gould da “yalına indirgemecilik” olarak tanımladığı anlayışa sahip çevrelerin bu konudaki ısrarlarının yanlışlanmaya mahkum
Richard Lewontin
olduğunu yazıyor, “Kısacası, öyle sanıyorum ki, Dawkins’in kuramının doğurduğu çekicilik, Batı bilim düşüncesinin bazı kötü alışkanlıklarından – adına atomculuk, yalına indirgemecilik ve belirlenimcilik dediğimiz tavırlardan (jargonu bağışlayın) kaynaklanıyor. Bütünün temel birimlerine ayrılarak anlaşılması gerektiği düşüncesi; mikroskobik boyutlu birimlerin özelliklerinin, büyük boyutlu sonuçları doğurabildiği ve o sonuçları açıklayabildiği düşüncesi bütün olaylar ve nesnelerin kesin, öngörülebilir, belirlenmiş nedenleri olduğu düşüncesi. Bu düşünceler, birkaç bileşenden oluşan ve geçmişlerinden etkilenmeyen, yalın nesneleri incelediğimizde başarı sağlamışlardır. (...) Ama organizmalar bir gen harmanı olmanın ötesindedirler.”(7) Görünen o ki, canlılığın karmaşıklığını ve hayranlık uyandıran dinamizmini tam anlamıyla kavrayabilmek için önümüzde hala uzun bir yol var. Richard Lewontin’in dediği gibi, elimizdeki verileri daha akıllıca yorumlamamız ve kolaya kaçan indirgemeci çıkışları mahkum etmeye devam etmemiz savrulmadan yolun sonuna varabilmemiz için şart. Kaynakça: (1) Jablonka, Eva. Evrimin Dört Boyutu. 45. (2) Lewontin, Richard. Üçlü Sarmal: Gen, Organizma ve Çevre. 27. (3) Lewontin, Richard. 26. (4) Lewontin, Richard. 25. (5) Lewontin, Richard. 71. (6) Lewontin, Richard. 167. (7) Gould, Stephen Jay. Pandanın Başparmağı: Doğa Tarihi Üzerine Düşünceler. 97.
Organizmaların bireysel ve evrimsel gelişim süreçlerinde doğanın karmaşıklığını ve farklı etkenler arasındaki belirlenim ilişkisini göz ardı etmek idealizme savrulmayı beraberinde getiriyor. Tabii bu müdahalenin geçtiğimiz 20 yıllık süreç içerisinde bilinçli olarak kapitalizmin yarattığı çürük toplumsal dokuya bilimsel alandan destek sağlamak için yapıldığını söylemek de mümkün. 55
Geceleri gülmek yasaksa bize Bize şehirlerce gülmek yasaksa Geceleri de değiştiririz Şehirleri de Kıvılcım Vafi
İllüstrasyon: Erdoğan Karayel