YeniYazılar FİKİR KULÜPLERİ FEDERASYONU’NUN YAYINIDıR
yaz 2013 SAYI 2 - 10 tl
Gençliğin Haziran İsyanı
FOTOĞRAF: KEMAL ASLAN
“Halbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta Her şey naylondandı o kadar”
YeniYazılar YAZ 2013
Alper Tunga Ölmüş: Kesin Bilgi A. SİNAN GÜNÇE
8
Ankara’nın Taştır Yolu CAN KADEROĞLU Annelerin Gözünden Haziran İsyanı
10
14
Devletin İdeolojik Aygıtı Medya Onur erdem
Ses Dönüyor, Kamera Hazır, 3-2-1 Chappulling ALİCAN MANSUROĞLU
20
Bir Dast2 Yazısı Hasan Alper Ongan
22
Zozan Baran ile Gazdanadam Festivali Üzerine
24
Yusyuvarlak Masa
28
Ölümünün 50. Yılında Nâzım Hikmet 32
Nâzım Hikmet ve Tiyatro AHMET CAN PEHLİVAN
36
Kaç Nâzım Var? onur kerem tever
40
Benim Sıska, Cılız, Zavallı Çocuğum; Büyük Kavgam Orhan Selim Çağla üren 42 44
Fırat Tanış ile Nâzım Hikmet Akademisi Tiyatro Bölümü Üzerine Söyleşİ: MUSTAFA ÖCALAN 47
YeniYazılar
56
EMEKÇİ HALKA KARŞI
54
Hürriyet Bandosu
Cam Kırıklarından Uçak Yapmak ve Nâzım Hikmet Şiiri A. SİNAN GÜNÇE
Resimli Ay’ın Peşinde Mustafa öcalan
Bertell Ollman ile Marksizm ve Güncelliği Üzerine
SORUMLUDUR
Dosya
16
18
OKUMUŞ İNSAN
4
Direniş Şarkıları EZGİ DAMGACI
76
YUVARLAK MASA
Bitti O Sevda... zOZAN BARAN
Nâzım Hikmet’in Saman Sarısı Üzerine
50
Aylık Öğrenci Dergisi • Yaz 2013 • Sayı 2 • İmtiyaz Sahibi: Haydar Şahin • Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Akın Art • Tasarım: Özgün Sağlam • Çizimler: Nurşah Çağlar • Web: www.fkf.org.tr • İletişim: fikirkuluplerifederasyonu@gmail.com, facebook.com/fikirkuluplerifederasyonu, twitter.com/fikirkulupleri • Adres: Rumeli Hisarüstü Mah. Cami Sok. No: 26/1 Sarıyer/İstanbul • Baskı: Kayhan Matbaacılık, Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi D Blok No: 155 Zeytinburnu/İstanbul
Işın Savaşları SeLİM ÖZTEMEL
59
Ferman Padişahınsa Hayat Bizimdir MERT DERİNGÖZ 60 Bir AKP Projesi Olarak Taksim DAMLA BAYTEKİN
62
Haydarpaşa’nın Öteki Yüzü MUSTAFA ÖCALAN
64
Hactivizm ve RedHack ÖZGÜN SAĞLAM
66
Shakespeare Eserlerinde Hukuk ve Adalet Algısı t. SEÇKİN SERPİL
68
Bana Yalan Söylediler, Heykelden Bahsetmediler alperen bal 71 Türkiye, Üniversite, Sanat, Tiyatro murat GÜN 74 Dokuz Paragrafta Pitorodoptusdaktus ÖMER YOĞURTÇU
78
İçindeymişik, Yeşilmişik, Sazmışık akın art 80 Merhumu (Z)alim Bilirdik alİ CAN KAYA
83
#şimdi akın art
84
öncü serkan SÖNMEZGİL
85
Gezmece Asena Doğan
86
The New Owner (Yeni Mülk Sahibi) ÇevİRİ: DENİZ ALTUNLU 87
Duvarın Altı Dergimizin ikinci sayısı ile biraz geç de olsa karşınızdayız. Okurlarımızdan bu gecikme için bir kere daha özür diledikten sonra gecikmenin sebebini kısaca anlatalım: Dergimizin son düzenlemelerini yapmak için 31 Mayıs’ta toplanmak niyetinde olan yayın kurulumuz, tahmin edebileceğiniz sebeplerle bu toplantıyı gerçekleştiremedi. Gerçekleştiremediğimiz bu toplantının bizde hayal kırıklığından çok coşkuya sebep olduğunu söylememiz gerek. 30 Mayıs’ı 31 Mayıs’a bağlayan gecenin, Türkiye’deki bütün dengeleri değiştirecek bir dalganın ilk kıvılcımı olacağını bilmiyorduk dergimiz için planlar kurarken. Fakat o geceden sonra, bugün Haziran İsyanı diye adlandırabileceğimiz eylemlere değinmeyen her şeyin eksik kalacağını anlamıştık. Dergimiz de dahil. Bu sebeple çıkışını temmuz ayına ertelediğimiz dergimiz, geçtiğimiz dönemi inceleyen yazılar da ekleyerek bir “Yaz Sayısı” ile karşınıza çıkıyor. Yaz aylarını tek sayı ile geçirecek olan Yeni Yazılar, eylül ayından itibaren yeniden aylık periyoduna dönecek. 10.000 adet bastığımız ilk sayımızın gördüğü büyük ilgi bize çıkarttığımız yayının gerçekliğini ve önemini bir kere daha hatırlattı. Özellikle direniş boyunca, Gezi Parkı’nda yüzlerce insan Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun çadırına uğradı. Dergimizden aldı. Nasıl katkı koyabileceğini sordu. Bu ilginin mutluluğu ve sorumluluğuyla daha iyi bir ikinci sayı hazırlamak için elimizden geleni yaptık. Dergimize katkı koymak için ürün gönderen tüm dostlarımıza teşekkür ederiz. Ürünlerine yer veremediğimiz dostlarımızın da bize kırılmadığını umuyor, dergimizin hem belli bir niteliği korumak, hem de katkı koymak isteyenlerin yazınını geliştirecek bir eleştiri kültürü yaratmak derdinde olduğunu hatırlatmak istiyoruz. Fikir Kulüpleri Federasyonu kurulurken bir kalkışmanın eşiğinde olduğumuzu tespit ederek çıkmıştı yola. Tespitimizin abartılı bir iyimserlikten ibaret olmadığı kanıtlandı. Ancak itiraf etmek gerekir ki bizi şaşırtacak denli kudretli bir şekilde vücut buldu kalkışma. Yıllardır milim milim örülen korku duvarını yıktı. Turgut Uyar’ın “Geyikli Gece”sinin başında dediği gibi, “korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta” bütün ülkeye gösterdi. AKP yıkılan korku duvarının altında kalmıştır. Artık savunmadadır. Amerikancılık, aydınlanma düşmanlığı, AKP ile birlikte duvarın altındadır. Artık gençlik için hesap sorma günü gelmiştir. AKP’den 11 yıldır süren halk düşmanı politikaların, direnişte kaybettiğimiz gencecik dostlarımızın, üniversiteleri kendi medreselerine çevirmeye kalkma cüretinin hesabını sormak için gençliği ayağa kalkmaya, FKF’yi güçlendirmeye çağırıyoruz. Yeni Yazılar Yayın Kurulu
Ürünlerinizi yeniyazilardergi@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
YeniYazılar
Yaz 2013
Zozan BARAN*
AKP ve lideri Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’de bir düzeni yıktığını ve yeni bir düzen inşa etmeye yöneldiğini söylemek mümkün. Ancak kurulmaya çalışılan bu yeni düzen – isterseniz buna İkinci Cumhuriyet diyelim- ne kadar mümkündür? Yıllarca bu gün yaşadığımız ayaklanma benzeri bir seçeneği aklına bile getirmeden hareket eden iktidar, halkı yanlış mı analiz etmiştir yoksa kendine mi çok güvenmektedir? “Haksızlıkla yüz yüze geldiğin anda sana doğru yolu gösterecek olan tek şey yüreğinde duyacağın o derin öfkedir. Kalıplaşmamış bir öğüttür öfke. Öfkelenmeyi bil oğlum, haksızlıkla yüz yüze geldiğin anda öfkelenmesini bil!” (1) Önünüzde bulunan yazı bugün artık adına Haziran ayaklanmasını diyebileceğimiz Gezi Parkı direnişini iki yönden inceleyecek: Bir yandan AKP iktidarının 11 yıllık iktidar pratiğine bakacak ve bugüne nasıl geldiğimizi anlamaya çalışacak. Diğer yandan ise ortaya çıkan bu toplumsal dinamiğin AKP’nin iktidarını meşrulaştıran “akademik” ve politik tezleri çürüttüğünü iddia edecek ve bu tezleri gözden geçirecek. Ayaklanma durumunu karşı karşıya gelen iki taraf üzerinden tarif edeceksek ayaklanmayı anlamak için onun taraflarına bakmamız gerekiyor. Bu taraflar kuşkusuz AKP ve üzerine çokça söz söylenmiş halktır. Yazının ilk bölümünde yoğunluklu olarak iktidar olan özneye yoğunlaşacağız. Ancak ayaklanmanın tam anlamıyla anlaşılması için ikinci öznemizin de göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Ayaklanmayı tek başına AKP’nin pratikleriyle açıklamak ne kadar büyük ve direngen olduğunu son günlerde defalarca gösteren bu halka haksızlık olacaktır. Zaten bu haksızlık yıllardır Türkiye halkını analiz eden birçok “bilim insanı”, “akademisyen” ve “gazeteci” tarafından yapılmaktadır. Ancak işin bu kısmını yazının ikinci bölümüne saklıyoruz. “O son birayı yasaklamayacaktın…” AKP ve lideri Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’de bir düzeni yıktığını ve yeni bir düzen inşa etmeye yöneldiğini söylemek mümkün.
4
Ancak kurulmaya çalışılan bu yeni düzen – isterseniz buna İkinci Cumhuriyet diyelim- ne kadar mümkündür? Yıllarca bugün yaşadığımız ayaklanma benzeri bir seçeneği aklına bile getirmeden hareket eden iktidar, halkı yanlış mı analiz etmiştir yoksa kendine mi çok güvenmektedir? Halkın Gezi Parkı Direnişiyle beraber gün yüzüne çıkan AKP ve Tayyip Erdoğan nefretini anlamak için AKP’nin toplumla kurduğu ilişkilere bakmak lazım. 2002 yılı Kasım ayında iktidara geldiği andan itibaren kimileri tarafından “demokrat” ilan edilen AKP, iktidarı boyunca “demokrat” olmaktan neyi anladığını defalarca göstermiştir. Bugünden geriye bakarsak AKP’yi tanımlayan icraatlarını şu şekilde sıralamak mümkündür: 1. Ergenekon, Balyoz, Odatv, Devrimci Karargah, KCK vb. siyasi davalar. AKP iktidarı, hukuksuz bir biçimde açılan davalarla bir yandan karşıtlarını sindirmeye çalışmış bir yandan da Kemalist rejimle hesaplaşarak düzen içi alternatiflerini ortadan kaldırmıştır. Bu davaların hepsinin tamamen hukuk dışı, siyasi saiklerle açıldığı ve yürütüldükleri süre boyunca Türkiye’de var olan haliyle dahi hukuku topyekun ortadan kaldırdıklarını görüyoruz. Bu davaların hepsinin ortak özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkün görünüyor: sahte delil üretme, özel savcı atama, emniyet tarafından hazırlanan iddianamelerin savcılık tarafından kullanılması, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın açıkça yargıya talimat verdiğini açıklaması, hemen hepsinin siyasal hesaplaşmalarla yürütülmesi… Bunlara
YeniYazılar daha birçoğu eklenebilir ancak bu haliyle dahi bir şey açıkça ortadır: AKP hükümeti, bu davalarla yalnızca karşıtlarını ortadan kaldırmaya çalışmamış ayrıca halkın adalet duygusunu adeta yok etmeye çalışmıştır. Davalara yönelik tepkiler büyümüş, hukuksuzluklar ortaya çıkmış ancak AKP hükümeti tüm delillere rağmen geri adım atmamakta diretmiştir.
2. 2011 yılında yapılan Yüksek Öğrenimine Giriş sınavıyla başlayan ve ardından KPSS ile devam eden sınavlarda kopya skandalları. Polis Akademisi sınavında sorulan soruların AKP hükümetinin destekçisi Fetullah Gülen cemaatine ait olan FEM Dershaneleri tarafından daha önce sorulduğu ortaya çıkmıştı. YGS’de sorulan soruların şifre içerdiği ortaya çıktığında tüm liselilerin emek hırsızı olarak gözünü diktiği özne yine Fetullah Gülen’e ait dersaneler olmuştu. Haftalarca süren ve tüm liselilerin ayağa kalktığı eylemler boyunca ÖSYM Başkanı Ali Demir’in istifası istenmişti. Ancak AKP hükümeti Ali Demir’e sahip çıkmış ve skandalın üstünü örtmeye çalışmıştı. KPSS’de yaşanan kopya skandallarına ataması yapılmadığı için intihar eden öğretmenler de eklenmiş ancak AKP bu konuda da adım atmamakta diretmişti.
Yaz 2013
bakanların kadınları daha fazla mağdur eden “çözüm” önerileri… 2012 yılında AKP’nin gündeme getirdiği yeni kürtaj yasası tartışmaları sırasında kitlesel eylemler yapılmış ve kadınlar kürtajın bir hak olduğunu tüm alanlarda haykırmıştı. Gelen yoğun tepkiler üzerine kürtaj yasağından vazgeçen hükümet uygulamayı zorlaştırmak için elinden geleni yapmaya kararlı görünüyordu. Öyle ki doktorlara “vicdan-i ret” hakkı verileceği konuşuldu. Türkiye halkının kendi muhafazakar kalıplarına uyduğuna emin olan AKP, böylelikle kürtajı fiili olarak yasaklayacağını düşünüyordu. Kadınlara yönelik politikalar, LGBT bireylere yönelik aşağılayıcı ifadeler ve uygulamalarla birleşmiş kadınlar kitlesel protestolarla bu kalıba uymayacaklarını göstermişlerdir. Ancak AKP hükümeti çığ gibi büyüyen bu sesi duymamakta ısrar etti.
4. AKP’nin gerici karakterini açığa vuran tarihsel karakteri: Alevi düşmanlığı. İktidarı boyunca bir yandan Alevi Çalıştayları düzenleyerek deyim yerindeyse yandaş Aleviler yetiştirmeye çalışan AKP, diğer yandan ise Alevi düşmanlığın gösteren onlarca uygulamaya imza attı. 2012 yılında Madımak Davası’nın düşmesi, Madımak’ın müze yapılması ve Cemevleri’nin ibadethane olarak kabul edilmesine yönelik taleplerin görmezden gelinmesi, Polonya’da yakalanan Madımak sanığının “ağır bürokrasi” nedeniyle serbest kalması, Alevilerin evlerinin işaretlenmesi ve buna yönelik hükümet cephesinden gelen komik açıklamalar (2)… Alevi düşmanlığını açığa vuran son olay ise üçüncü köprüye Alevileri katletmesiyle bilinen Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim’in adının verileceğinin açıklanması oldu. Tüm bu adımlara yönelik Alevi Federasyonları’ndan gelen tepkiler AKP yönetimi tarafından elbette ki görmezden gelindi.
3. AKP hükümetinin kadınlara yönelik politikaları. Başbakan Erdoğan’ın ağzından duyduğumuz kadınların “kadın mı kız mı” olduğunu sorgulayan sözleri, kürtajın yasaklanmaya çalışılması, tecavüz davalarında tecavüzcüleri aklayan kararlar, kadına yönelik fiziksel ve cinsel şiddete on yılda yaşanan inanılmaz artış, kadının bakanlık isimlerinden dahi çıkarılması, aileden sorumlu
5
YeniYazılar 5. AKP hükümetinin kültür sanat alanına yönelik müdahaleleri. Şehir Tiyatrolarının kapatılması tartışmaları; tiyatro oyunlarının, şiirlerin, romanların “milli ve manevi değerlerimize aykırı” olduğu gerekçesiyle sansürlenmesi veya yasaklanması; Emek sinemasının mahkeme kararı beklenmeden bir gece yarısı yıktırılması, birçok sanat eserinin cemaat medyası tarafından açıkça hedef gösterilmesi, heykellerin “ucube” denilerek yıktırılması, AKM’nin yıllardır tadilat gerekçesiyle kapalı tutulması… Bu alana yönelik sınır tanımayan barbarca saldırılar karşısında aydınlar ve sanatçılar Sanatçılar Girişimi altında birleşmiş ve mücadeleye başlamıştı. Sadece aydınlar değil halk da kültür sanat alanına yönelik müdahalelere karşı onlarca eylem gerçekleştirdi. Son örneğini dünyaca ünlü yönetmen Gosta Gavras’ın da katıldığı Emek Sineması eylemine yapılan vahşi saldırıda gördüğümüz hükümetin saldırganlığı ise tüm bu tepkilere rağmen durmadı. AKP hükümeti bir kez daha halkın kendi istediği kalıba girmediğini görmeyi reddetti.
6. AKP hükümetinin Dördüncü Murat Dönemini aratmayan alkol yasakları. Önce içki ve sigara fiyatlarının arttırılmasıyla başlayan yasaklama girişimleri üniversitelerde ve kent merkezlerinde hayata geçen uygulamalarla devam etti. Son adım ise alkollü içeceklerin satılmasını sınırlayan yasanın meclise gelmesi ve Gezi Direnişi sürerken Cumhurbaşkanı tarafından onaylanması oldu. Yasayla ilgili tartışmaların yaşandığı günlerde Tayyip Erdoğan’ın yaptığı “kafası kıyak nesil istemiyoruz” açıklaması bir kez daha tepkilere neden olmuştu. Ancak AKP hükümeti yine kendisinden bekleneni yaptı ve geri adım atmamakta kararlı olduğunu gösterdi.
7. AKP’nin ODTÜ çıkartmasından sonra üniversiteler ayağa kalkıyor. 11 yıllık iktidarı boyunca birçok baskıcı uygulamaya imza atan AKP hükümetinin icraatlarından üniversiteler ve üniversiteliler de nasibini aldı. AKP hükümeti bir yandan cemaatler eliyle üniversite gençliğini şekillendirmek için uğraşırken diğer yandan da gençliğe yönelik düşmanlığını her fırsatta gösterdi. Ancak son haftalara kadar tepkilerini
6
Yaz 2013
gösteremeyen toplumun geniş kesiminin aksine üniversite gençliği AKP’ye yönelik tepkisini her fırsatta gösterdi. Tayyip Erdoğan’ın ODTÜ çıkartması sonrası ülkenin hemen hemen tüm büyük üniversitelerine yayılan ciddi eylem dalgası bunun en önemli göstergesiydi belki de. Tayyip Erdoğan’ın öğrenci evlerini hedef alan son açıklaması, halkın tepkisinden bir şey öğrenmemeye ne kadar kararlı olduğunun başka bir örneği olarak görülebilir.
8. Kent meydanlarına ve doğaya yönelik saldırılar. Tüm Türkiye’yi ayağa kaldıran Gezi Parkı’nın yerine Topçu Kışlası yapılması projesi de dahil AKP’nin kent meydanlarını halka kapatmaya, dereleri ve tarihi şehirleri rant için satmaya dönük politikaları halkın AKP’ye olan öfkesini arttıran politikalardandı. HES projelerine karşı yapılan onlarca eyleme, Hasankeyf gibi tarihi şehirlerin sular altında kalmamasına yönelik yapılan onlarca uyarıya rağmen AKP hükümeti kentsel dönüşüm ve baraj projelerinde geri adım atmamaya kararlı olduğunu her fırsatta gösterdi.
9. AKP’nin çöken yeni Osmanlıcılığı ve Suriye sınavı. 2010 yılında Tunus’ta başlayan “Arap Baharı” için model olarak gösterilen AKP hükümetinin yeni Osmanlıcılık projesi Suriye’de yaşananlarla beraber büyük bir çıkmaza girdi. ABD’den aldığı gazla her fırsatta Suriye’nin içişlerine dair açıklamalar yapan, güney sınırını fiili olarak tamamen işlevsiz hale getiren uygulamalara imza atan, Suriyeli çeteleri Türkiye’de barındıran ve dahası bu çetelere askeri yardımda bulunan AKP hükümeti Suriye krizinde açıkça başarısız oldu. Hatay’ın Reyhalı ilçesinde 11 Mayıs’ta yaşanan ve yüzün üzerinde yurttaşın öldüğü patlamalar Suriye krizinin geldiği son noktayı gösteriyordu. Kendi politikaları sonucu tam bir batağa saplanan AKP hükümeti ayıbını gizlemek için basına sansür uyguladı, yalan haberler üretti. Ancak bunlar da işe ya-
YeniYazılar ramadı. Halkın yoğun tepkisi günlerce sürdü. AKP hükümeti ise bildiğini okumaya, halkı görmezden gelmeye devam etti.
Yaz 2013
olarak bu teze oynayan Taraf gibi operasyonel gazeteleri de AKP iktidarının çok öncesine uzanan bir çizgiyi temsil eden liberal kalem sahiplerini de sayabiliriz. Türkiye toplumunu jakoben, vesayetçi, laik merkez ile dindar, muhafazakar çevre ikilemi üzerinden okuyan bu “aydınlar” AKP döneminin çok öncesine uzanan bir savrulmanın devamcısıydılar. Ancak tezin hakkını veren iktidar AKP oldu. Bu tezin doğruluğundan şüphe etmez görünen AKP ve akıl hocaları, toplumu şekillendirmeye yönelik atılan onlarca adımı “halkımızın değerleriyle”, “çevrenin merkeze tepkisiyle” açıkladı. Ergenekon vb. davalarda somutlanan bu bakış açısı zaman zaman gündelik hayatı kısıtlayan uygulamalara kadar uzanabildi. Toplumu muhafazakarlaştıran adımlara verilen tepkiler elitist ve Kemalist olarak yaftalandı. Ayrıca AKP’nin asker vesayetini kaldıracağına dair beklentiler 2010 referandumunda pasif tutumlara, “yetmez ama…”cı utangaç desteklere kapı araladı. Böylelikle AKP’nın diktatöryal iktidarı vesayet rejimin kırılacağı iddiasıyla bir kez daha güçlendirildi. Bugün dergimizin sayfalarında bunları tartışmamızın sebebi geçmişe dair bir hesaplaşma başlatmak değildir. Ama hepimizin Gezi Direnişi’nden öğrenecekleri olduğu muhakkaktır. Gezi Direnişi boyunca sokağa dökülen kitlenin siyasal haritası, direngenliği, dayanışmacı tutumu Türkiye halkları üzerine yıllardır söylenen onlarca sözün geçersizleştiğinin göstergesidir. Gezi’ye bakıp merkezi ve çevreyi tanımlamak mümkün müdür? Tüm direniş boyunca Türkiye bayrağını elinden düşürmeyen binlerce insanı ulusalcı olarak damgalamak mümkün müdür? Peki yıllardır çevre diye tarif edilen toplamın en önemli bileşenlerinden biri olan LGBT bireylerinin de aynı direnişin ön saflarında yer almasını nasıl açıklayacağız?
AKP’nin Aklı… Yukarıda saydığımız onlarca uygulama ve bunlara verilen tepkilere rağmen bugüne nasıl geldiğimiz sorusu hala tam anlamıyla yanıtlanabilmiş değil. Direnişçiler açısından bakıldığında her şey nettir. Yıllardır halkın tüm tepkilerini görmezden gelen, her şeye kulağını kapatan bir iktidara karşı ayaklanmaktan başka seçenek kalmamıştır. Peki, AKP? Neden bunca kitlesel eyleme, gösteriye rağmen halkın tepkisini ciddiye almadı? Kendisinden mi çok emindi, her fırsatta sokağa dökeceğini dair tehditler savurduğu yüzde ellisinden mi? Yoksa AKP’nin ve akıl hocalarının halkı tanımadığını iddia edebilir miyiz? AKP iktidarının son durumunu freni bozuk bir kamyona benzetmek mümkün. Frenin bozulmasının sebebini ise tek bir faktörle açıklayamayız elbette ki. Tayyip Erdoğan’ın kişiliğinde somutlanan kibir, cemaatlerde somutlanan ve onlarca yıldır devam eden toplum mühendisliği, 12 Eylül ile birlikte siyasetten uzaklaştırılmış bir halk, Özal’ın “işini bilen” gençleri… Evet bunların hepsi patlayan frenin önemli bileşenleridir. Ancak göz ardı edilmemesi gereken önemli bir faktörün AKP’nin ve akıl hocalarının halkı tanımaması olduğunu iddia etmek çok da yanlış olmasa gerek.
Gezi Direnişi ayrıca Türkiye toplumunun muhafazakar, dindar vs. olduğuna yönelik iddiaları tam anlamıyla çürütmüştür. AKP’nin dolduramadığı meydanlara karşılık Türkiye’nin daha önce belki de hiç eylem görmemiş şehirlerinde yaşanan eylemler, bu eylemlerde atılan en önemli sloganlardan birinin içki yasağına gönderme yapan “Şerefine Tayyip” sloganı olması tepeden inmeci olduğu iddia edilen seküler yaşam biçiminin toplumun çok büyük bir kesimi tarafından ne denli içselleştirildiğini gösteriyor. AKP iktidarı saldırgandır, Tayyip Erdoğan kibirlidir. Ancak bu kibiri besleyen tezlerin yıllardır hangi ağızlardan duyulduğu da unutulmamalıdır. Sokakta direniş sürerken Türkiye halkı üzerine tekrar düşünmenin de zamanı gelmiştir. * Boğaziçi Ü. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü Notlar: (1) Erbil, Leyla, Eski Sevgili, Türkiye İşbankası Kültür Yayınları, Kasım, 2010, s. 221. Yunanistan’daki konsantrasyon kamplarında tutuklu bulunan Dr. İoannis Papadopulos’un oğluna mektubundan
Halkı anlamamaktan kastettiğimiz tam olarak nedir peki? Önce AKP’nin akıl hocaları kimdir sorusuyla başlayalım.
(2) Dönemin İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin 2012 Kasım ayında çeşitli illerde Alevilerin evlerinin işaretlenmesine dair mecliste yaptığı konuşmada bunu Counter Strike oyunundan etkilenen çocuklar tarafından yapılmış olabileceğini iddia etmişti. http://www.ntvmsnbc.com/id/25398214/
AKP’nin iktidarı süresince şöyle ya da böyle yaptıkları birtakım “akademik” ve “bilimsel” analizle iktidarını meşrulaştıran kesimleri, liberal ve İslamcı birtakım “aydın” ve akademisyen olarak kabul edebiliriz. Bu meşrulaştırma sürecinde kullanılan tezlerde genellikle AKP’ye bir demokratikleştirme misyonu biçiliyordu. Bunu yaparken yaslanılan en önemli iddia Türkiye’nin yıllardır Kemalist ve askeri bir vesayet rejimi tarafından yönetildiği ve AKP’nin attığı “cesur” adımlarla bu vesayeti ortadan kaldırdığıydı (3). Bu özneler arasında özel
(3) Aslında bu varsayımların yaslandığı tezler AKP döneminin dahi gerisine taşınıyor. İdris Küçükömer’in Düzenin Yabancılaşması adlı ünlü kitabında ifade ettiği Müslüman halk- laik elitisler olarak basitleştirilebilecek karşıtlık, Şerif Mardin, Çağlar Keyder, Metin Heper vb. birçok düşünür tarafından yıllarca tekrar edilen “köklü” bir tezdir. Ancak bizim iddiamız bu tezin kimi durumlarda doğrudan kimi durumlarda ise dolaylı olarak AKP’nin iktidarını meşrulaştıran söylemlerinde ve icraatlarında kullanıldığıdır. Konunun derinine inmek bu yazının konusu değil, ancak merak eden okuyucularımız yukarıda sözünü ettiğimiz yazaların kitaplarına bakabilirler.
7
YeniYazılar
Yaz 2013
Alper Tunga Ölmüş: Kesin Bilgi A. Sinan GÜNÇE* 2013 Haziranı tarihe not düşülecek. Şüphesiz. Gezi Parkı ile başlayıp Türkiye’nin pek çok iline yayılan Haziran İsyanı, Türkiye tarihinde daha önce görülmemiş bir kitleselliğe ulaştı. Tarihteki diğer kalkışma veya direnişlere benzetilemeye çalışılsa da tüm benzetmeler eksikli olmaya mahkumdu. Pek çok kişi yazdı çizdi. Bu kitlenin çok önemli bir kısmını 90’lı yıllarda doğmuş gençler oluşturuyordu. Sloganlara, duvar yazılarına, direnişin mizahi tonuna yansıyan bu 90’lılar ağırlığı, bugüne kadar pek de politikayla haşır neşir olmayan bir kuşağın siyaset sahnesine çıkması anlamına geliyordu. Bu toplamı bir kuşak olarak adlandırıp adlandıramayacağımız, adlandıracaksak “kuşak” mı “Kuşak” mı diyeceğimiz, bu yazıda yanıtlanamayacak olan sorular(1). Zaten şu tarih itibariyle herhangi bir yazının bu sorulara cevap vermesinin mümkün olmadığını düşünüyoruz. Fakat bu toplamın şimdiden iki önemli başarısı var: 1-) Gençlik, etrafına örülen her türlü korku duvarını aştı. Devletin zor aygıtlarına karşı mücadele ederken, kapitalizmin önemli vitaminlerinden biri olan bireyciliği de yerle bir etti. 2-) Gençlik, Türkiye’yi bir daha asla eskisi gibi olmayacak şekilde değiştirdi, bunu yaparken kendinden önceki “efsaneleri” devirdi. Direnişin birinci başarısı bol bol dillendirildi. Tekrar etmeye gerek yok. Korku duvarının ve bireyciliğin alt edilmesi laflarını beylik veya soyut bulanlar, somutlamak için Haziran ayına, özellikle de Gezi Parkı’nda 1-15 Haziran arasında yaşananlara bakabilir. Gençliğin kendinden önceki efsaneleri ve yenilgileri alt etmesi de en az birinci
8
başarı kadar önemli. 12 Eylül kuşağı olarak da anılan bu kuşak, artık 12 Eylül öncesinin son politik kuşağı olan 78 kuşağını (ya da 57’lileri) karartacaktır. Karartmak ifadesiyle ne demek istediğimizi izah etmek için Akif Kurtuluş’un Edebiyat Dostları dergisinin Ekim 1987 tarihli sayısında yer alan “Geçmişten Kopmamak, Geçmişe Yapışmak” yazısından, Kurtuluş’un Nâzım ile ilgili bir vurgusunu alıntılayalım: “Nâzım bundan ibaret olmamakla birlikte, Resimli Ay çıkışıdır. Putları Yıkıyoruz, Ne Mehmet Emin’i, Ne Abdülhak Hamit’i karartma çabasıdır. Işık, onlardan çekilince her biri kararıyor hepsi bu. Işığı bir yerden çekip ileriye uzatmak bir müdahaledir. Politika budur.” Güneşli Yirmiler ve Gölgeler Geçmişin birikimi, siyasi bir kavga veren, bu kavgayı insanlığın ilerleme mücadelesinin uzantısı olarak gören herkes için yol göstericidir. Ancak birikim, çoğu zaman “birikintiye” dönüşmeye teşnedir. Birikim aşılamadıkça abartılır, kutsallaşır. Aydınlatıcı pratikler kadar birikimin gedikleri de
YeniYazılar
Yaz 2013
birikintinin içinde yerini alır. Bugün siyasi mücadelenin içerisinde olan gençler, kendinden önceki yenilgilerin ezikliğini de üzerinde taşıdılar. 90’lıların önemli bir bölümü bu birikintinin ağırlığından dolayı siyasete hiç bulaşmadı. Politize olmuş 90’lıların önemli kısmı ise 78 kuşağının yenilmişliğini, güvensizliğini omuzlarında taşımaya mahkum kaldı. Bu yenilmişlik ve güvensizlik duygusu o kadar güçlüydü ki, yirmili yaşlarında “Eski Solcu” olabilen, arabesk bir “devrimci” kültürüyle bu yenilmişliği yeniden üretmekten keyif alabilen bir politik gençlik toplamından bahsedebiliyorduk. Bu yenilmişlik 90’lıların yenilmişliğinden çok, 90’lıların omuzalrına bir önceki kuşak tarafından bindirilmiş bir yüktü. Şimdiye kadar politik gençliğin önemli bir bölmesi, 90 doğumlu 78’lilerden oluşuyordu. Haziran İsyanı öncesi politik gençliğini serinkanlı bir şekilde incelersek, bu önermenin hiç de abartılı olmadığını göreceğiz. Siyasi mücadelenin bir memuriyet olmadığını biliyoruz. Özellikle yirmili yaşlarındaki bizler için mücadelenin ve siyasi kimliğimizi inşa etme sürecinin bir serüven olduğunu tespit etmemiz gerekir. Kendi serüvenine tanıklık etmeye çalışan gençliğin, Güneşli Yirmileri’nin gölgesi ise 78 kuşağıdır. 78 Kuşağı Haziran Direnişi ile birlikte aşılmıştır. 90 doğumlu “78”liler gibi, 57-59 doğumlu “90’lılar” da ülkemizde mevcut. İşte onlardan birinin aşağıdaki cümleleri, yaşanan kopuşu gayet iyi özetliyor: “Geçmişin ölü eli, Türkiye solunun üzerinde en az 33 yıldır hüküm süren bir kabus, ‘98’liler’ tarafından Taksim’de patlak veren ilk olayların hemen ertesinde gömülüverdi. 12 Eylül öncesinin devrimci yükseliş olarak efsaneleşen dönemi ve o dönemden bugüne kalan kuşaklar, hele hele ezici çoğunluğu liberalleşerek solumuzu zehirlemeyi başaran kuşaklar, birkaç gün içinde tarihin tozlu sayfalarındaki yerlerini aldılar. Eskimediler. Zaten eskiydiler ve devrimci hareketimizi bu eskilikleriyle, eskiye bağlılıklarıyla, bugünden kopukluklarıyla, her türlü gericiliğe teşne liberallikleriyle boğuyorlardı. Artık bundan sonra sadece gerek duyulduklarında ve bugün için bir devrimci anlam taşıdıklarında yeniden sahneye çağrılacakları anlaşılıyor.”(2)
üzerinden tanımlayanlar eski solcular, direnişçileri popüler bir imge haline getirip pazarlamaya çalışanlar, programlarda bu tip toplamları konuşturup “eee gençler ne düşünüyor bakalım” diye gençliğe en fazla replikli figüran rolü veren sunucular susmalıdır, susturulmalıdır. Bu dağıtma çabasının zamanla solun retoriğini de değiştirmesi kaçınılmaz. Genellikle “Biz 6. Filo’yu denize dökenlerin, Gencecik yaşında korkusuzca idama yürüyen Erdal Eren’lerin…” diye başlayarak 60’lara ve 70’lere referans veren konuşmalar bundan sonra seyrelecektir. Artık tanıklık ettiği bir tarihe sahip olan gençlik, retoriğini bununla kuracaktır. Bu tanıklığın cesaretiyle geleceğe doğru yürüyecek olan gençlik daha cüretli, daha kararlı ve daha cesur olmaya mecburdur.
Alıntıdan da anlaşılabileceği gibi yeni bir dönem açılmış, yeni bir kuşak sahneye çıkmıştır. Işığı 12 Eylül öncesinden çekip bugüne uzatmanın vakti artık gelmiştir.
Zaten gülünç olan geçmiş kuşakların nostaljisini siyasete yedirme çabası, Haziran Direnişi ile tamamen iflas etmiştir. Geçmişten alacaklarımızın zaten yetersiz olduğunu bilen 90’lılar, artık kendi tarihini yazmak zorundadır.
Dağılın Lan, Dağılın Lan, Dağılın
“Durmadan harcayıp durduğu gözlerini” geçmişten almalıdır.
Haziran İsyanı’nı en iyi özetleyen şarkılardan birini hatırlayalım. Hakan Vreskala ve direnişçilerden oluşan bir koronun barikatlarda seslendirdiği “Dağılın Lan” şarkısı, çoğumuzun aklındadır herhalde. Direnişin ruhunu çok iyi özetleyen “dağılın lan” nakaratı, bundan sonra gençliğin sadece sokakta değil, entelektüel alanda da sloganlarından biri olmak zorunda. 90’lıların direnişin en önemli öznesi olduğu bilince çıkarılmalı ve gençlik bundan sonra bu özgüvenle hareket etmelidir.
Alper Tunga ölmüştür. * İstanbul Ü. Notlar (1) Kavramlaştırma Metin Çulhaoğlu’nun Ocak 1987’de Gelenek dergisinde yayımlanan “68 Kuşağı Üzerine” adlı makalesinden alınmıştır.
Geçirdiğimiz ay, Haziran İsyanı ile ilgili pek çok değerlendirmeye şahit oldu. Pek çok köşe yazısına, makaleye, televizyon programına… Gençlik üzerine analizler yapıldı. Gençler de zaman zaman figüran olarak bu programlara dahil edildi.
Çulhaoğlu’na göre göre iki tür kuşaktan söz edilebilir: Kuşak ve kuşak. Küçük harfle yazılanı “Türkiye kapitalizminin devresel bunalımları ve bunun bazı üstyapı yansımalarıyla oluşan 10’ar yıllık kuşakları temsil ediyor. Büyük harfle olanın en önemli özelliği ise kuşağın kendi tarihsel koşullarını etkileyip yoğurmasının onlar tarafından etkilenip yoğrulmasına baskın çıkması.
Bu görüntüye şiddetle karşı çıkmak önemli bir ödev olarak önümüzde duruyor. Gençliği kendilerine benzerlikleri ve benzemezlikleri
(2) Osman Çutsay, 98’lilerin Sokağı: Geçmişin Ölü Eli Artık Yok, 8 Haziran 2013, soL gazetesi.
9
YeniYazılar
Ankara’nın Taştır Yolu
Yaz 2013
sal kesimler tarafından oluşturulduğu gerçeği gözümüze çarpıyordu. Gezi Parkı’nda yapılan saldırıya, “İki Ayyaş” mevzuuna ve yılların gerici ve despot uygulamalarına karşı biriken bir hınçtı kendini dışavuran. Ve en baskın karakter kitlenin, genç oluşuydu. Kuğulu’daki dinamizm ertesi gün kendini “halklaştıracaktı.” 1 Haziran günü, polisin uyarısız, kuralsız saldırısını boşa çıkaran bu dinamizm, çok kısa süre içinde yüz binleri bulmuştu. Kızılay yıllar sonra halkındı. Bu coşkuyu anlatmak ise mümkün değil. Ankara’nın asfaltı ciddiyetle karılmıştı o güne değin, ama artık yanına coşku ve umut da ekleniyordu. Şehrin göbeğini, şehrin sahiplerine yasaklayan ve “Sola Dönüş Yasaktır” tabelaları asan zihniyetin hüzün dolu silueti görünüyordu Güvenpark’ın ardından. Kendi adıma “Devrim” tarifi istense bundan başka bir şey betimleyemeyeceğimi belirtmek isterim. İlk gün için söylenmesi gereken bir başka şey de, bu kadar büyük bir öfke ve bu kadar büyük ve örgütsüz bir kitle için; eylemlerin barışçıl ve şiddete gereksiz başvurulmayan bir yanı olduğu gerçeğidir. İnsanların içinde biriken öfkenin göstergesi, korkusuzluklarıydı. Dedik ya; bardağın taştığı ana tanık olmak her insana nasip olmayacak bir şey. Teyzelerin ellerinde tencere tavalarıyla, amcaların ay-yıldız bayraklarıyla, kendinden emin yürüyüşüydü gözlerimizi dolduran. Genç üniversiteliler, kadın erkek demeden, bozkırın ortasında “deniz gözlüğü” takmayı keşfetmişlerdi. Mide asidi olarak bilinen “Talcid”leri, sprey halinde hazırlayıp gelmiş mücadele dayanışmacıları vardı alanda. Avukatlar, gözaltına alınma durumunda yapılacakları el ilanı yapıp alanda dağıttılar, bir çok dükkan kendini revir olarak dizayn etti, ara sokaklarda dinlenen insanlara, ücretsiz sandviç ve çaylar dağıtıldı. Yorulan ve fenalaşan insanlara evlerin kapıları hiç düşünülmeden açıldı. Dayanışma, bir halkın arka cebine unuttuğu bir mendil gibi, yeniden serildi sofraya!
Can KADEROĞLU* “Düne kadar birbirini tanımayan apartman sakinleri artık bütün mahalleyi tanıyor.” diyor ve ekliyor “Dün dişimin ağrıdığını söylediğim, yeni tanıştığım komşularımın hepsi ertesi gün ‘geçmiş olsun’a eve geldiler.” Kar yağıyor yaktığım ateşlere İçimde kül kalabalığı bir isyan Beni anlatacak kadar Kalabalık değil daha bu sokaklar Adnan Yücel’in yukarıdaki şiiri sadece onu değil, bu ülkedeki milyonlarca insanı anlatan bir dizeydi belki de bir ay öncesine kadar. Yeni şiirlere ilham verecek günler yaşadığımızı ve bunların ülkemiz tarihindeki onurlu yerini alacağına inancımı dile getirerek başlamak isterim. 31 Mayıs akşamı Kuğulu da gördüğümüz manzara bardağın taşmak üzere olduğunu gösteriyordu. Sadece Park değil etrafında bulunan bütün sokak ve caddelerde doluydu. Ve kalabalığın çok geniş siya-
10
Artık herkes farklı bir ülkeye uyandığının ve uyandığının farkındaydı. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmasının imkanı kalmamıştı. Açığa çıkan bu enerji, günlerce sürecek bir halk hareketinin işaret fişeğiydi. Ülkenin bütün sathına belli ölçülerde yayılan bu muhalif hareket, “Bu halk adam olmaz!”, “Böyle gelmiş, böyle gider!” gibi bakış açılarını yerle bir ederken, bizzat bu sözleri dillendirenleri harekete geçiriyordu. Memur kenti olan Ankara’da, “gündüz işte, akşam direnişte” sözü büyük karşılık buldu. Atalet içinde olduğu söylenen, orta sınıftan insanlar, büyük bir kalkışmanın rol modeli olmuşlardı. Bu büyük hareketlenme, hem bu toprakların bereketini hatırlattı yeniden, hem de insani hasletlerimizi hepimize hep birden. İlk iki günün ardından Başkentin sadece merkezi değil, hemen bütün ilçeleri ve mahalleleri ayağa kalmıştı. Mamak on binlerce insanı her gün Tuzluçayır’da bağrına bastı. Keçiören mahalleleri teyzelerin ellerinde tencereleriyle yürüyüşünü hafızasına yazdı. Yenimahalle bütün mahallerinden ses verdi, Batıkent on binlerle yürüyerek! Altındağ, uzun yıllar sonra harekete geçiyor olmanın sevincini, Çinçin’den gelen gençlerle yaşıyordu. Eryaman’ın binlerle yürüyüşü, Dikmen’in “hele bi gel” nidası! Daha sayamadığımız onlarca eylem alanı, gaza boğulan başkente oksijen pompaladı! Eylemlerin başlangıcından itibaren, ODTÜ’lüler, Mülkiyeliler, Tıbbiyeliler ve liseliler hiç bırakmadı alanları. İlk birkaç günden sonra okulların bitimi geldiğinde; hepsi mahallelerinde eylemlere katıldılar, aktif örgütleyicisi oldular. Bende onlardan biriydim. Uzun yıllardır belki de ilk defa üniversiteliler halkla bu kadar aracısız bu kadar doğal bir ortamda buluşuyordu. Mesela TEKEL’de bütün emeklerimize rağmen nasıl da eğreti kaldığımızı hatırlarım. Bu kez öyle değildi. Kapısını çaldığımız her ev bizi sevgiyle karşılıyor umutla uğurluyordu. Teyzelerin, akşamki
YeniYazılar eyleme çağırdığımızda, “Ben zaten her akşam ordayım yavrum.” deyişleri, her seferinde boynumuza sarılıp “Ah yavrularım!” deyişleri bizi biraz daha kuvvetlendiriyordu. Mamak’ta geçirdiğimiz birkaç günün hepsinde yağmur yağmıştı. Biraz acemisiydik böylesi biriktirilmiş öfkenin, o yüzden yağmurda kimse eyleme çıkmaz sanıyor ve meydanda bekliyorduk. Yavaş yavaş bir elinde bayrak diğer elinde şemsiye teyzeler belirmeye başlayınca yanıldığımızı görüyor ve yanılmanın bazen ne kadar güzel bir his olacağını anlıyorduk. Eylemlerin dinamik gücü olan üniversitelilere Ankara’da, en fazla bizim ihtiyar delikanlılar ve genç kızlar güç ve umut verdi. Onların deyimiyle nasıl biz onların umuduysak onların varlığı da bizim gücümüzdü. Eylemlerin en belirgin özelliklerinden biri de mizahın zengin bir araç olarak kullanılmasıydı. Zaten iktidarı yenilgi psikolojisine sürükleyen ve her şeyden “kıllandıran” biraz da bu psikolojik üstünlüktü. Öyle ki; mahalle aralarındaki duvarlarda çok sert espriler vardı, bu yaratıcılığın nereden feyz aldığı, yanıma yanaşan hafif tombulca bir teyzenin sözlerinden sonra anlaşılmıştı: “Bugüne kadar zayıflamak için sokağa çıkardık, şimdi diktatörü zayıflatmak için sokağa çıkıyoruz.” Keçiören’de balkonunda tencere tava sesi çıkarırken, sokağa inen bir öğretmenle muhabbetimiz şöyle gerçekleşiyor: “Düne kadar birbirini tanımayan apartman sakinleri artık bütün mahalleyi tanıyor.” diyor ve ekliyor “Dün dişimin ağrıdığını söylediğim yeni tanıştığım komşularımın hepsi ertesi gün ‘geçmiş olsun’a eve geldiler.” Bu eylemlerin en tipik özelliklerinden biri de mahalle kültürünü ve onun içinde var olan dayanışma kültürünü ortaya çıkardı. Gençti, dinamikti, fazlasıyla yaratıcıydı da bu eylemlerin tek genç yüzü üniversiteliler değildi elbet. Mahalle gençliği diye tabir edeceğimiz, işsiz ve işçi gençler, eylemlerin bilhassa mahallelerdeki meşruiyetini ve dinamizmini artırıyorlardı. Üniversitelilerle mahalle gençliği bir araya geliyor toplantılar yapıyor, eylemi nasıl organize ederiz diye kafa yoruyordu. Kısa bir bocalamanın ardından aynı duyguları paylaşıyor olmanın verdiği rahatlıkla yer yer öncülük ediyorlar, kimi zamanda bir emri yerine getirir gibi saygıyla kolektif karar almanın önemini görüyorlardı. Karalama kampanyalarına, iftiralara, açık yalanlara rağmen eylemler insanların her geçen daha fazla şeyi nasıl katarım diye düşündükleri bir mecraya doğru aktı. Börek getiren teyzelerde bunun bir parçasıydı, barikata eski arabasını koyan yürekli insanlar da. Eylemler süresince iyice diktatöre dönen şahsiyet, eylemlere ve eylemcilere sürekli din üzerinden saldırdı. Dikmen’de kandil günü, ‘Kandilimiz Kutlu Olsun’ pankartıyla katılanlar, din bezirganının her türlü kumpasını boşa düşürüyordu. Camii de içki içildi yalanı bizzat camiinin müezzini tarafından yalanlanıyordu. Ellerinde ay-yıldızlı bayraklarla eylem yapan insanlara,
Yaz 2013
bayrak yaktılar iftirası atacak kadar komik duruma düşerek, tipik sağcı karakterine reset atıyordu. Ayrıca yaptığı konuşmalar ve bunlara karşılık atılan sloganlarda bir eski mücahid’in yeniden gömleğini giyişine işaret ediyordu. Ankara’nın, yıllar süren ciddiyeti yerini karnaval havasına bırakmıştı bırakmasına da, çok fazla eylemci de yaralanmıştı. Gözünü kaybedenler, komaya girenler, kafatası kırılanlar, gazdan kriz geçirenler ve daha bir sürü yaralanma olayı. Yaralanmadan bahsedip de Kenedy caddesine her akşam kaskları, gaz maskeleri ve deniz gözlükleri ile gelen üniversitelileri es geçmek olur mu? Dilan geldi sonra aklıma, gözünü ilk açtığında, yeni doğmuş bir bebek gibi ‘anne’ diyen. Bir ay öncesinde Reyhanlı eyleminde alnından bir ‘düşman’ silahıyla vurulan Abidin’in vurulduğu yere çok yakın yerde vurulmuştu. Korku eşiğinin aşıldığını herkes görmüştü ve canevinden damıtılmış sabrın tükenişinin de herkes farkındaydı. Her kavgada olduğu gibi “Hürriyet Kavgası”nda da bedeller vardı elbet. En yiğitlerimizi karanfillerle uğurladık aramızdan. Gaddar olduğunu bildiklerimiz, ‘mücahid’ gömleklerini giyerken insanlık ceketlerini de çıkarmaya başlamışlardı. Ethem Sarısülük yargı kararının sonucuyla bir polis tarafından vurulduğu kesinleşti, ardından cenazesine saldırıldı son olarak vuran polis serbest bırakıldı. En fazla atılan sloganlardan biri de, “Kızılay, Taksim’in abisi olur” sloganıydı. Çok şiddetli çatışmalar olmuştu; küçük kardeşine sataşanları püskürtmek için gelip belayla baş başa kalan abi gibiydi hakikaten Ankara. Merakla düşündüğümüz şeylerden biri de, 80 öncesi nasıl toplumun her kesiminde sanatsal katkılar geldiğiydi mücadeleye. Sonra anladık ki, kitle deneyimi en büyük öğretmenmiş. Kısa zamanda sayısız şarkı, marş yazıldı, kitaplar, belgeseller, yaratıcı videolar motivasyonu iyice artırdı. Hülasa Ankara dahil memleketin bütün kentlerinde bir bahar temizliği için kollar sıvanmış, şimdilik köşelere ağ kurmuş örümcekler temizlenmişti. Sıra o bahar kokulu çiçeklerle, evimizi tertemiz hale getirmekte ve bunun için güç biriktirmekte. Özetle, memurundan işçisine, liselisinden işsizine, emeklisinden üniversitelisine kadar bütün Ankaralılar ayaktaydı. Altını hep çizdiğimiz gibi gençler ve kadınlar Ankara eylemlerinin görünen yüzüydüler. Ve şehre barikatlarda yaktıkları ateşle sıcaklık kattılar, sloganları bir çam ormanı rüzgarı, boyun eğmemeleri ise coşkun deniz dalgalarını getirdi kentimize. Bu saatten sonra Ankara’ya bozkır diyenler olursa, uygulanacak her türlü şiddet meşrudur! * Ankara Ü. DTCF Bilim ve Sanat Topluluğu
11
YeniYazılar
Yaz 2013
Boşuna uğraşma AKP!
Dostlarımızı Aldık, Yine Alırız... 8 Temmuz günü, Taksim Gezi Parkı Vali Avni Mutlu tarafından halka açıldı. Fakat Taksim Dayanışması’nın Gezi Park’ında forum yapmak istemesi üzerine park tekrar kapatıldı. Foruma katılmak için parka gelenler polisin müdahalesiyle karşılaştı. Onlarca kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınlar arasında Taksim Dayanışması bileşenleri ve siyasi parti yöneticilerinin yanı sıra FKF sözcüsü Erçin Fırat da vardı. Gözaltına alınanların tamamı 11 Temmuz’da serbest bırakıldı. 6 Temmuz günü Gezi Parkı eylemlerinden dolayı gözaltına alınan ve 8 Temmuz günü “baret-gözlük taşımak” gibi gerekçelerle tutuklanan; aralarında FKF üyesi ve Marmara Üniversitesi Hukuk Bölümü öğrencisi Ali Can Sünnetçioğlu, İstanbul Teknik Üniversitesi Fizik Mühendisliği Bölümü öğrencisi Oğuz Tekin’in de bulunduğu 8 kişi avukatlarının savcılığa verdiği dilekçe sonucu 16 Temmuz’da serbest bırakıldı. Böylece sokakta halka yenilen AKP, dışarıdaki direnişçilerin dostlarına sahip çıkması sonucu mahkemede de yenilmiş oldu. Aynı günün (16 Temmuz) sabahında, evlere yapılan operasyon sonucu 50’nin üzerinde direnişçi gözaltına alındı. AKP gözaltı ve tutuklamalarla gençliği sindirebileceğini düşünedursun. Biz 8 arkadaşımızı nasıl AKP’nin elinden aldıysak, yine öyle alacağız. Gençlikten korkan, bu yüzden de gençliğe can havliyle saldıran AKP’ye bir tek arkadaşımızı bile “yedirtmeyeceğiz”
Gençliğe Düşman Hükümet İstifa
Haziran Direnişi boyunca onlarca insanımızı sakat bırakan, 5 genç arkadaşımızın ölümüne yol açan saldırıların faili AKP hükümetidir. Aynı hükümet yaptığı saldırıların faturasını gençlere kesmeye kalkışıyor. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğrencisi, FKF üyesi Ali Can Sünnetçioğlu ve İstanbul Teknik Üniversitesi Fizik Mühendisliği Bölümü Öğrencisi Oğuz Tekin'in de aralarında bulunduğu onlarca yurttaşımız şu anda hukuksuz yere tutuklu bulunuyor. Suçları güzel bir ülkede yaşamak için sokağa çıkmak... Palalı saldırganları, katil polisleri meşru müdafa diyerek serbest bırakanların gösterdiği delliler ise cana kasteden polisten korunmak amacıyla taşınan baret ve gaz makesi... Gençliğe sindirebileceklerini mi sanıyorlar? Kalıplara sığdıramadıkları gençliği sokaklarda engellemeyi başaramadılar. Ne yaptılarsa olmadı. Şimdi de üniversitelere güvenlik güçlerinin yerleşeceğini söylüyorlar. Biber Gazı, tazyikli su, cop ile korkutamadılar. Bu sefer palalı militanlarının suçunu gençlere yıkmaya çalışıyorlar. Üniversitelerin güvenli olmadığını iddia ediyorlar. Gerçekte ise bu ülke insanının ve üniversitelilerin can güvenliğini tehlikeye atan hükümet ve onun sözde güvenlik güçleridir. AKP Gezi Parkı meselesinde olduğu gibi yine yenilecektir. Gençliğe yönelik yapacakları her saldırı bugüne kadar olduğu gibi geri tepecektir. Haziran direnişi nedeniyle alıkonulan tüm arkadaşlarımız serbest bırakılmalı, milyonlarca insanın hayatına kast edenler derhal hesap vermelidir. Artık gençlik nezdinde en ufak bir meşruiyeti kalmamış, gençliğe düşman olduğunu defalarca kanıtlamış olan hükümet derhal istifa etmelidir. 15 Temmuz 2013
12
YeniYazılar 8 Temmuz'da Taksim'de gözaltına alınan ve 11 Temmuz'da Savcılık ifadesinin ardından serbest bırakılan FKF sözcüsü Erçin Fırat'ın yaptığı açıklama: "İki duygu hissediyorum şu an. İlki öfke. Zorbalığa karşı durduğumuz için gözaltına alındık, yaralandık, arkadaşlarımız öldü. Şimdi de 12 arkadaşımızı tutuklama talebi ile sevk ettiler. İçeride insani olmayan koşullarda yaşadık, kötü muamele gördük. Hasta olanlar vardı, bunlara rağmen. Halkımız gaz, su, mermi yiyor. Öğrendik ki biz içeride iken halkımızdan biri daha yaşamını yitirmiş. Bunların bütününe çok öfkeliyiz. İkinci hissettiğim duygu, 31 Mayıs gününden beri hissettiğimiz, taşıdığımız bir şey, mutluluk. Mutluyuz, gözaltına alınsak da, tutuklansak da, öldürülsek de; çünkü halk ayakta, bizim yüzümüzden bunun gülümsemesini silemezler. Halk uyandı bir kere bundan sonra onlar korksun, onlar üzülsün. Zerre kaygımız yok, zerre korkumuz yok."
Yaz 2013
Ali Can Sünnetçioğlu: Son bir buçuk aya dair o kadar çok şey söylendi, yazıldı çizildi ki benim fazladan söyleyeceğim bir şey yok. Ancak bu bir cadı avı, bizim bırakıldığımız gün sabahtan itibaren operasyonlar yapılmış. Yani ne ilk ne de son olduğumuzu biliyorduk. Bu daha başlangıç, mücadeleye devam. Başımıza bir şey gelmiş ne olur, varsın halkımız ayaklanırken, direniş olurken gelsin.
Arkadaşlarımızı Metris'teyken sokaklara taşıdık:
Suçunuzu Gençliğe Yıkamayacaksınız! 16 Temmuz sabahı şafak operasyonuyla İstanbul başta olmak üzere pek çok ilde öğrenciler gözaltına alındı, pek çoğunun ise evinde arama yapılıp, hakkında yakalama kararı çıkartıldı. Hakkında yakalama kararı çıkan öğrencilerden biri de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi, Toplumcu Hukukçular Kulübü üyesi ve İcab-ı Hal dergisi yazarı Ahmet Paket oldu! AKP Taksim Dayanışması başta olmak üzere; siyasi partiler, gençlik örgütleri hedef tahtasına oturtmuş her birini keyfice terör örgütü ilan etmiştir. Hiç bir hukuki gerekçeye dayanmadan yapılan tutuklama ve gözaltıların yeni delilleri; sirke ve el feneri… Biber gazları, ses bombaları, plastik mermileri ve palalıları ile engelleyemediği, durduramadığı gençliği susturmak için artık hangi kanun maddesini bulup, nasıl gerekçeler yazacağını ve hangi delilleri ortaya koyacağını şaşıran AKP korkuyla ve telaşla gençliğin üzerine yürüyor! Ethem'i, Ali İsmail'i ve 3 canımızı daha katleden, onlarca yurttaşın yaralanmasına, gözünü kaybetmesine neden olan AKP hükümetidir. Meşru müdafaayı kurşunlayan, palalı, sopalı saldırganları serbest bırakıp, yurt dışına kaçmalarına yardımcı olan yargı da bu yüzden, ancak; iktidarın kolluk gücüdür. Hem Ali Can'ı hem Ahmet'i sizin talimatı hükümetten menkul mahkemelerinizin adil yargılamadığını, yargılamayacağını biliyoruz. İmzaladıkları kararlar hukuk tarihinde, ‘iktidar-yargı denkleminde mahkemelerin taraf olmasının nasıl bir hukuk katli olacağı’ örnekleri olarak anlatılacaktır. Gençlik üzerinde meşruiyeti kalmayan AKP hükümeti kanlı ellerini memleketin onurlu gençlerinden, hukukçularından, bu ülkenin canlarından çekmelidir! 6 Temmuz Cumartesi günü tutuklanan Ali Can Sünnetçioğlu, Oğuz Tekin ve diğer 6 tutuklunun serbest bırakılmasının ardından, bugün şafak operasyonu ile gözaltına alınan ve yakalama kararı çıkan tüm arkadaşlarımız için mücadeleye devam edeceğiz. Bizleri tutuklamalarla, gözaltılarla, şafak operasyonlarıyla yıldıramayacaklar! 16 Temmuz 2013
13
YeniYazılar
Yaz 2013
AKP’li bakanların Haziran İsyanı süresince annelere yaptığı “çocuklarınızı sokaktan alın” çağrısı ters tepti. Anneler çocuklarının direnişine sahip çıktılar. Taksim Gezi Parkı’nda anneler zinciri oluşturdular. Peki onlar bu süreçle ilgili ne düşünüyorlar? İşte Annelerin gözünden Haziran İsyanı Meray Öz: Normalde çapulcunun anlamı iyi şeyler çağrıştırmazdı. Ama Tayyip’ten sonra çapulcu; direnen, mücadele eden insanı ifade etmeye başladı. Bu çocuklar haklarını savunuyorlar, geleceklerini kendileri hazırlamak istiyorlar. Biz gurur duyuyoruz onlarla. Şimdiki 20’li yaşlardaki çocukların mücadelesi 8-9 yaşındaki çocukların daha iyi bir dünyada yaşamasını sağlayacak. Tabi ben de çok rahat değilim, endişeleniyorum. Başına bir şey geldi mi, zarar gördü mü diye. Ben bir anneyim sonuçta, korkuyorum. Ama bu hükümetin de yapmaya çalıştığı da bu zaten, korkutmak. Bir Tayyip’in söylediklerine bakıyorum, gezi parkı eylemlerine katılanlar için bi kendi çocuğuma, benim kızım o adamın suçlamalarının muhatabı olamaz. E oradaki insanlar da aynı şekilde. Utanmasa ağaçları da onlar kesti, biz ülkeyi gençlerden koruyoruz diyecek. Yaptıkları şeyin arkasındayım. Tabiki mücadele etmeleri lazım. Ben ne dersem diyeyim gidip katılacak benim çocuğum, kafaya koymuş biliyorum. Ben de katıldım. Ama dikkatli olmasını istiyorum yine de. *** Kadem Tapan: Ben birçok çapulcu-öğrenci anneannesiyim. Torunlarım çapulcu olduğu için çok mutluyum. Sayın Başbakan’a seslenmek istiyorum: Ben, bu çapulcuların yaptıklarından, torunlarımdan gurur duyuyorum. Bir kere sizler, devlet olarak her türlü düşünceye açık olmak zorundasınız. Ama düşmanlık yapıyorsunuz. Olsun, biz yine de düşmanlık beslemiyoruz. Çocuklarımıza ceza vereceğinize iş bulsanıza onlara, ekonomiyi iyileştirsenize. Sizlerde dahil olmak üzere, büyük küçük herkes, eğitim ve iş sorunlarını çözmek, cumhuriyeti korumak zorunda. Sizler bu yüzden devletsiniz. Sizler bu çapulcuları dinlemek için seçildiniz. Siz her ne şekilde düşünürseniz düşünün, yanlışları düzeltmek için konuşmak zorundayız. İnsanlar farklılıklarıyla değerlidir.
14
*** Meral Solmaz: Ben de bir çapulcu annesiyim. Tabii ki ben de bir çapulcuyum, çocuklarımla beraber mücadele ediyorum. Gençlerin ellerinde ne taş ne de sopa vardı. Biz çocuklarımızı böyle büyüttük. Ancak polis nefretle saldırdı. Neden polis bu denli nefret doluydu? O anneler çocuklarını nasıl büyüttüler? Gençler biz kardeşiz dediğinde polis "Biz Müslümanlarla kardeşiz" dedi. Bizim çocuklarımız kim? Üstelik "Halk için emniyet adalet için hizmet" yazıyordu polis otolarının üzerinde. Yaman çelişkileri yaşıyoruz, ne adalet var ne de hizmet! İnsanlar bu süreçte dayanışma ve yardımlaşma içindeydi. Herkes sevgi doluydu. Çocuklarımla birlikte çok güzel günler geçirdim Gezi Parkı'nda. Gençlerin zekâsına hayran kaldım, her sabah dilek ağcının üzerindekileri okumayı bekledim. Başlarda anneler gelmiyordu, sonra bir gün, bütün anneler oradaydık. Sevgili Başbakan'dan rica ediyorum; madem Gezi Parkı ile ilgili duaları kabul olmuş, ekonomi için de hepsi dua etsinler belki tutar (!) *** Keçiörenli annelerden Özden Yıldırım: Çocuklarımızın orada sadece iki ağaç için olmadığını biliyorum. Çocuklarımızın özgür yaşamaları, kendilerini ifade edebilmeleri, insanca yaşamaları için yapılmış bir direniş. Özel hayatımıza, saat kaçta nerede içki içeceğimize, kaç çocuk doğuracağımıza karışmasınlar. Çocuklarımıza din dersi zorla okutulmasın, üniversitelerimiz özgür bırakılsın istiyoruz. Son olarak; bu direniş Tayyip gidene kadar sürmeli, hatta onun gitmesi de yetmez bu düzen değişmeli ve insanlar özgür, eşit, insanca bir yaşama kavuşmalı.
“şuramızda birşey var acıya benzer umuda benzer böyle günlerde her şey hem acıya, hem umuda benzer” Arkadaş Zekai Özger
YeniYazılar
Yaz 2013
MEDYA
Devletin İdeolojik Aygıtı
Onur ERDEM*
AKP'nin ele geçirdiği kalelerden biri de hiç şüphesiz medyadır. Her yeni rejimin muhtaç olduğu şeylerden biri de kendi medyasıdır ve AKP iktidarı kendi medyasını da yaratmıştır. Yalanla ve talanla yoluna devam eden halk düşmanı bir iktidarın halkı etkisi altında tutabilmesinin en önemli yolu yine yalandır ve bu yolu en etkin kullanabileceği mecra medyadır. Çünkü medya; siyasi tercihler başta olmak üzere, kültür, yaşam biçimi, ekonomik tavırlar, algılama, yorumlama gibi noktalarda ciddi anlamda belirleyici nitelikler taşımaktadır. Kamusal bir görev olan gazetecilik, ahlaka aykırı özel amaç ve çıkarlara alet edilemez.
de biraz medya tanımlarından ve medya üzerine yapılan eleştirilerden bahsetmek faydalı olacaktır.
Yukarıdaki madde, Basın Meslek İlkeleri’nin üçüncü maddesidir. Gazetecilik mesleğinin etiğini korumak ve iletişim özgürlüğünün kısıtlanmasını engellemek için oluşturulan bu ilkeler, medya kuruluşları tarafından kabul edilmektedir. Ancak yaşanılan son olaylar bu ilkelerin sadece göstermelik olduğunu, medyanın neye hizmet ettiğini göstermektedir.
Louis Althusser, “ideolojik mücadele”yi baskı aygıtları ve ideolojik aygıtlar olarak ikiye ayırır. Birincisi ile yani polis, ordu, mahkemeler ile tanımladığı baskı aygıtları ile iktidarın egemenliğini saptarken, aile okul, kilise ve medya olarak tanımladığı ideolojik aygıtlar ile iktidarın bu egemenliği sürdürdüğünü söyler. Althusser baskı aygıtının tümüyle kamusal alanda zor kullanarak işlediğini, ideolojik aygıtının ise hem kamu hem özel alanda, ideolojiyi kullanarak işlev gördüğünü ifade eder (1).
Bir süredir Gezi Parkı’ndan başlayarak tüm ülkeye yayılan direnişe sebebiyet veren müdahalenin siyasi boyutlarından başlamakta fayda var. AKP hükümeti, diktatörlüğe dönüşen iktidarı süresince yeni bir rejimin muhtaç olduğu birçok kaleyi fethetti. Eğitim sisteminden sağlık sistemine, kolluk kuvvetlerinden hukuk sistemine birçok alanda kendi dönüşümünü tamamladı. Kendi rejimi için olmazsa olmazlardan biri ise simgeler, kent merkezleriydi. Ülkenin en büyük merkezi olan Taksim’de başlattığı proje tam olarak buraya oturmaktadır. Kendi kurduğu rejimin meşruiyetini arttırmak için tarihsel önemi olan Gezi Parkı ve AKM’yi yıkıp başka bir anlamı olan Topçu Kışlası’nı ve camili AVM’yi yapmak istedi. Kendi cumhuriyetinin simgesi olmayan hatta kendinden önceki cumhuriyetin simgesi olan meydanı yıkıp kendi cumhuriyetinin simgesini yaratmak istedi. Tarihte örneği çok olan bu dönüşüm AKP hükümeti tarafından da deneniyordu. Bu noktadan sonra hem iktidarın hem muhalefetin öngöremediği bir direniş meydana geldi. Gezi Parkı’nda başlayan kıvılcım tüm ülkeyi tutuşturdu. Siyasi iktidar en sert biçimiyle saldırılarda bulundu, saldırılar arttıkça direniş büyüdü, direniş büyüdükçe saldırılar arttı. Üç vatandaşımız hayatını kaybetti, onlarca vatandaşımız kalıcı hasarlar aldı ve yüzlerce vatandaşımız da gözaltına alındı. Yukarıda yeni bir rejimin muhtaç olduğu ve AKP’nin de bu bağlamda ele geçirdiği kalelerden bazılarını saydık. Bir ekleme yapmamız gerekiyor: AKP’nin ele geçirdiği kalelerden biri de hiç şüphesiz medyadır. Her yeni rejimin muhtaç olduğu şeylerden biri de kendi medyasıdır ve AKP iktidarı kendi medyasını da yaratmıştır. Yalanla ve talanla yoluna devam eden halk düşmanı bir iktidarın halkı etkisi altında tutabilmesinin en önemli yolu yine yalandır ve bu yolu en etkin kullanabileceği mecra medyadır. Çünkü medya siyasi tercihler başta olmak üzere, kültür, yaşam biçimi, ekonomik tavırlar, algılama, yorumlama gibi noktalarda ciddi anlamda belirleyici nitelikler taşımaktadır. Bu bölüm-
16
Medya, iktidar güzellemesi ve iktidarı koruma görevini yerine getirirken birbirinden farklı yollara başvurmaktadır. Bu yollardan biri medyanın sadece iktidarı haberleştirmesi, farklı hiçbir sese kulak vermemesidir. Çünkü kapitalist toplumlarda iktidarlar kendilerinin eleştirilmesini istemez, bunun medyaya yansımasına ise engel olmaya çalışırlar. Çünkü medyaya yansıyan bir eleştiri iktidarın medya ile kurduğu ideolojik baskının dağılmasına yol açabilir. Bu nedenle medya özellikle kriz dönemlerinde sadece iktidarı haberleştirir. “Birçok iktidar sahibi (ve konuşmaları) haber medyasında yeknesak bir şekilde yer alır ve böylece iktidarlarının daha da onaylanabileceğini ve meşrulaştırılabileceğini vurgular. Seçmeci kaynak kullanımı, tekdüze haber temposu ve haber başlığının seçimi yoluyla haber medyası hangi haber aktörlerinin kamuya yeniden sunulacağına, onlar hakkında neler söyleneceğine karar verir” (2). Günümüzde medyanın tarafsız olduğunu düşünmek imkansızdır. Böyle bir durumda medyanın kime hizmet ettiği de açıktır. İletişim bilimini kendilerini meşrulaştırmak ve yaşam sürelerini uzatmak için kullanan iktidarlar, toplum üzerine uyguladığı ideolojik baskıları medya yoluyla şiddetlendirmektedir. Stuart Hall’un söylediği gibi, “medya kendi anlamlandırma biçimini, ideolojisini tüm toplumsal pratikler içinde yeniden üretir. Medyanın simgeler yaratma, bilgi/anlam üretme ve durumları tanımlama gücünün de, tarafsız bir güç olmadığı apaçık ortadadır”. Yukarıda verilen medya tanımları ve yapılan medya eleştirileri bizim ülkemizdeki durumu ortaya koymaktadır. Yazının başında belirttiğimiz gibi AKP kendi medyasını yaratmıştır. Dahası AKP yarattığı kendi
YeniYazılar
Yaz 2013
medyası dışında var olan medya kuruluşlarını da etkisi altına almıştır. Bu işlemde çok zorlanmamasının başlıca nedeni ülkemizde medyanın birkaç kişinin tekelinde toplanmış, temeli basın yayın alanından değil de ekonomik olarak bir güç olan belirli ailelerin şirketleri haline dönüşmüş olmasıdır. Burjuva medyasından burjuva iktidarın yanında yer almasından başka bir tutum beklenemezdi. AKP’nin medyayı ele geçirmesinin örneklerini iktidara geldiği ilk günden itibaren görebiliriz ancak konunun özeti niteliğinde iki güncel olaydan bahsetmek yetecektir. İlki, 11 Mayıs 2013 tarihinde Hatay/Reyhanlı’da meydana gelen patlamalardan sonra AKP iktidarının getirdiği “Yayın Yasağı”. Reyhanlı katliamından sonra köşeye sıkışan, kendisine karşı artan tepkileri sönümlendiremeyen ve gerçeklerin gün yüzüne çıkmasından korkan AKP, uydurduğu bir bahaneyle yayın yasağı getirdi. AKP’nin kendi medyası dışında himayesi altına aldığı sermaye medyası da padişah emirlerini andıran bu uygulamaya hemen itaat etti. Meslek etiğiyle hiçbir bağlamda uzlaşamayacak bu uygulamaya karşı ses çıkartan birkaç gazete/televizyon olsa da medyanın genel durumu bu yöndeydi. Kendisi hakkında tek bir cümle eleştiri haberi dahi duymak istemeyen AKP iktidarı, suçlusu olduğu Reyhanlı katliamı sonrası medya üzerindeki baskısını gözler önüne sermişti yayın yasağı ile. Bu yasak sonrası medya sanki hiçbir şey olmamış, kendi ülkesinde bombalar patlamamış, yüzden fazla vatandaşını kaybetmemiş gibi davrandı. Meslek onuru ayaklar altına alındı ve görevi halka bilgi aktarmak olan insanlar halktan gerçekleri kaçırdı. Bahsedeceğimiz ikinci güncel olay ise Gezi Parkı direnişi sırasında medyanın takındığı tutum. Reyhanlı katliamından yaklaşık 20 gün sonra gerçekleşen Gezi Parkı direnişi sırasında ve sonrasında medyanın takındığı tutum tıpkı Reyhanlı katliamı gibi yayın yasağı gelmiş hissini veriyordu. Oysa Gezi Parkı direnişi için böyle bir yasak sözkonusu değildi, ancak medyanın bilinçaltında var olan yasak ve kendisini var eden düzeni koruma görevi meslek etiğinin önüne geçmişti. Önce Van Dijk’in söylediği gibi sadece iktidarı haberleştirdi medya. Sokağa dökülen milyonlarca insanı görmezden gelen medya her akşam iktidarın yalanlarını yayınladı. İktidarı aklama çabası içerisine giren medya polis terörü başta olmak üzere hiçbir olayı vermeyerek olan biteni görmezden geldi. Kimi Penguen Belgeseli yayınladı kimi soap opera/sabuk köpüğü programlarına devam etti. Daha sonra her zamanki gibi siyasi iktidarla ağız birliği yaparak olayları “bir avuç marjinal”e sığdırma görevine soyundu medya. Ancak tamamen bir halk direnişi olan Gezi Parkı direnişinde medyanın bu atağı tutmadı. Daha önce benzeri görülmemiş bir halk ayaklanmasına dönüşen ve 11 yıldır süren AKP diktatörlüğü karşıtlığında birleşen eylemlikler, sosyal medyayı çok etkin kullanmaya başladı. Eylemler sırasında birçok medya kuruluşunun binasının önünde protesto gösterileri yapıldı, medya kuruluşları boykot edildi. Gitgide büyüyen direnişi daha fazla görmemezlikten gelmesi imkansızdı artık medyanın. Bu sefer de manipülasyonlarla devreye girdi. Direnişten verdiği her kareyi manipüle edip, direnişi baltalamaya çalıştı. Örneğin günlerdir süren polis terörünü görmezden
gelen medya, Hatay’da Abdullah Cömert’in polis tarafından katledilmesinden bir gün sonra polisler cenaze törenine saldırdığı anda; “polisler göstericilere çiçek dağıttı” başlıklı haberler yaptı. (3) Medyanın kendine üstlendiği görevlerden biri de şüphesiz eylemler sırasında “örgütsüzlüğü” propaganda etmesiydi. Kendisinin ancak var olan düzende var olabileceğini bilen medya, gezi parkı direnişi üzerine tüm kozlarını oynadı. Gezi parkı örgütlenen insanların başarısıdır. Gezi parkı sırasında örgütlenildi. Polisin müdahale ettiği her yerde halk örgütlendi, birlikte hareket etti. Direnişte doktor mu lazım, doktorlar örgütlendi, bir araya geldi revirleri kurdular. Park içinde mutfak mı kurulacak, insanlar bir araya geldi, mutfak kuruldu, yemek dağıtıldı. İnsanların yan yana gelip örgütlendiğinde neleri başarabileceğini gören medya insanların örgütsüzlüklerinin devamı için elinden geleni yaptı. Ancak medya buradan da istediğini alamadı. Medyanın durumunun içler acısı olduğu bir gerçektir. Ancak bu onursuzluğa tepki gösterenlerin ve buna karşı gerçek medyayı sahiplenenlerin sayısı umut vericidir. Üniversitelerin mezuniyet törenlerinde öğrencilerin medyaya yaptığı eleştiriler, insanların burjuva medyasına uyguladığı boykotlar bunlar göstergesidir. Bir İletişim Fakültesi öğrencisi olarak fakültelerdeki tepkinin de bu umudu büyüttüğünü belirtmek mecburiyetindeyim. Geleceğin medyacıları meslek etiğine sahip çıkacaklar, sermaye medyasının iktidar güzellemesi yapmasına izin vermeyecekler. Geleceğin gazetecileri Tayyip Erdoğan’ın gazetecisi olmayacaklar. * İstanbul Ü. Sinema Araştırmaları ve Basın Kulübü Dipnotlar (1) Althusser L, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, İletişim Yayınları, İstanbul,1989. (2) Dijk V, "Söylemin Yapıları ve İktidarın Yapıları, Medya, İktidar, İdeoloji (Derleyen ve Çeviren:Mehmet Küçük) Ark Yayınları, 1994. (3) http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/aadan-gezi-parki-haberi-polis-eylemcilere-cicek-dagitti-haberi-74165
17
YeniYazılar
Yaz 2013
Direniş Şarkıları
Ezgi DAMGACI*
Müzik, sanatın diğer dallarında olduğu gibi –ne kadar yozlaşmaya maruz kalsa da- muhalif tarafını hep koruyabilmekte. Sanatı sanat yapan da bu tarafını diri tutmasıdır. O muhalif taraf, bazen sanat içi tartışmalarda yapılan yeniliklerde kendini gösterirken bazen de var olan düzene karşı aldığı tavırla vuku buluyor. Müzikle siyaset ilişkisi… Burada sanatın tanımını yapmak, neye sanat neye çöp demeliyiz tartışmasına girmek değil niyetimiz. Bir kabul üzerinden gideceğiz desek daha doğru olur belki. Müzikle siyaset arasında bir ilişki var (ise) nasıl bir ilişkidir bu? Bu noktada şunu belirtelim, bu yazıda genel olarak müzik- siyaset ilişkisine değinmeyeceğiz. Bunun yerine yazının kapsamını direnişlere eşlik etmiş şarkılarla sınırlı tutacağız. Bu yazıda direnişlerle şarkılar ve direnişçilerle şarkılar arasında nasıl bir bağlantı kurulabileceğine değinmek istiyoruz. Sonrasında ise bu yazının sebebi olan Haziran Ayaklanması ya da Gezi Parkı direnişi şarkılarına selam çakarak yazımızı bitireceğiz. Müzik, sanatın diğer dallarında olduğu gibi –ne kadar yozlaşmaya maruz kalsa da- muhalif tarafını
18
New York’lu Çapulcular
hep koruyabilmekte. Sanatı sanat yapan da bu tarafını diri tutmasıdır. O muhalif taraf, bazen sanat içi tartışmalarda yapılan yeniliklerde kendini gösterirken bazen de var olan düzene karşı aldığı tavırla vuku buluyor. Lakin bir müzik eserinin muhalif olması için ille de marş olması gerekmez elbette. Bir türkü, klasik batı müziği eseri, bir caz ya da rock parçası ve hatta pop şarkısı bile çok samimi bir şekilde muhalif olabilir. Bu muhalif tavır da kendisini en net direnişlerde gösterir belki de. Peki, gerçekten direnişlerle müzik eserleri arasında nasıl ve neden bir bağlantı vardır? Burada akla gelen ilk soru elbette ki “var mıdır?” şeklinde de olabilirdi ancak varlığına günümüzde açık bir biçimde şahit olurken nasılını ve nedenini tartışmayı daha elzem buluyoruz. Müzik, özellikle sinema ya da edebiyat gibi sanat pratikleriyle karşılaştırıldığında elbette ki daha soyuttur. Özellikle enstrümantal müzikten söz ediyorsak, bizde uyandırdığı izlenimleri tarif etmek iyice zorlaşır. Yine de belli duygulanımlar yaşarız. Bazen melankoli, bazen acı, coşku, sevinç... Notaların bir araya gelmesiyle yaratılan uyumun sebep oduğu duygulanımlar müzik eserinin etkileyiciliğini gösterir. İşte direnişlerle müzik eserlerinin bağlantısındaki nasılını da nedenini de bu etkileyicilikte aramak gerek. Neden bir bağlantı var? Zira özel olarak müzik genel olarak sanat eserleri yukarıda sözünü ettiğimiz duygulanımları yaratarak direnişlerin ve isyanların toplum nezdinde meşruiyetini sağlar. Burada yeni bir şeyden bahsettik: Meşruiyet. Sanatın ve dolayısıyla müziğin böyle bir büyüsü var: Var olan etkinliğe meşruiyet katmak. Sözünü ettiğimiz meşruiyetin çeşitli kaynakları olabilir. Ancak biz bu yazının çerçevesi
YeniYazılar
Yaz 2013
içerisinde bu kaynaklara değinmeyeceğiz. Sanatın siyasetle karşılaştırıldığında daha “naif” görünüyor olması meşruiyet sağlamanın bir kaynağı olarak görülebilir örneğin. Ancak bu algının da bir yanıyla tehlikeli olduğunu söylemek gerekiyor. Sanatın siyasetin karşısına “zararsız” bir pratik olarak konulması toplumu dönüştürmenin iki farklı aracı olan sanat ve siyasetin yanlış bir denklem üzerinden karşı karşıya getirilmesine de sebep olabilir. Ancak burada durum karşı karşıya gelmekten ziyade bütünleme de olabilir. Direniş şarkılarında gördüğümüz tablo da daha çok budur. Başka bir soru ile devam edelim: Direniş şarkıları direnişçiler ya da halk üzerinde bir etki yaratmak üzere mi kurgulanır yoksa sanatçının toplumsal bunalımlar sonucu ortaya çıkan yaratımı kendiliğinden bu etkiyi yaratır mı? Aslında ikisi de mümkündür. Ancak sanatın basit bir araç olmanın ötesine geçmesi için ikinci yolun daha makul olduğunu söyleyebiliriz. Yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi toplumu dönüştürmenin iki farklı aracı olan sanat ve siyasetin ilişkisinin siyasetin doğrudan belirleniminden çıkarak kendi yöntemiyle varolabilmesi için ikinci yolun daha değerli olduğunu söyleyebiliriz. Son bir soru: Neden direnişlerde daha fazla ön planda olan sanat pratiği müziktir? Elbette diğer sanat eserlerinden de örnekler görmek mümkün ama Gezi Parkı direnişine damgasını vuranın direniş şarkıları olduğunu görüyoruz. Burada müziğin bir pratik olarak sahip olduğu özelliklerin etkili olduğunu söyleyebiliriz. Daha kolay dolaşıma sokulması, duygulanım gücünün yüksek olması, melodik olmasından dolayı daha çabuk yaygınlaşması gibi. Bunun yanında roman, şiir, film gibi diğer sanat eserlerinin yaratım sürecinin daha uzun sürüyor olmasından da söz etmek mümkün olsa gerek. Örneğin “Sefiller” müzikalinden alınıp hem İngilizce hem Türkçe söylenen “Do you hear the people sing?” şarkısı insanı amiyane tabirle “gaza getiren” direniş şarkılarının başında gelir. “Duyuyor musun bizi, işte bu halkın öfkesi, olmayacak hiçbir zaman bir başkasının kölesi!” Özellikle bunun gibi sözleriyle de belli bir çoşkuyu barındıran şarkılar var. Ancak burada müziğin gücünün
Çapulcular Korosu
sözün ve melodinin harmanlanmasının yarattığı bütünlenmede arayabiliriz. Bunu tarif etmek çok da kolay değil ve başta söylediğimiz “etkileyicilik” meselesine geri dönmek kaçınılmaz. İyisi mi bu tartışmayı burada bitirip Gezi Parkı direnişinden birkaç örnekle yazıyı sonlandıralım. Gezi Parkı direnişi başından beri direniş şarkıları açısından zengindi. Bir yandan Duman’ın direnişin daha ilk günlerinde yaptığı “Eyvallah” şarkısı gibi yeni besteler diğer yandan varolan türkü ve şarkılarımızın Gezi Parkı direnişine uyarlanması. Nâzım Hikmet Kültür Merkezi İstanbul sanatçılarının yaptığı “Boyun Eğmeyenler” şarkısı ilk gruba dahilken en fazla beğenilen şarkılardan Boğaziçi Caz Korosu’nun “Gezi Parkı” şarkısı, Marsis’in “Oy Oy Recebum” şarkısı ikinci grupta yer alıyor. Direnişin bu konudaki zenginliğini bu kadar farklı tarzda müziğin direnişe çoşku katmak ve güç vermek gibi bir ortak amaç için yan yana gelebilmesinden görüyoruz. Yukarıda sıraladığımız şarkılara başka birçok ekleme yapılabilir. Ama yukarıda sözünü etmiş olalım ya da olmayalım tüm bu şarkılar direniş boyunca kitleyi coşturan, biraradalığı arttıran bir etkiye sahipti. Direnişin üzerinden zaman geçtikçe ve etkileri daha açık bir biçimde görüldükçe daha yetkin eserler çıkacaktır. Bugün üretilen şarkıları yıllardır nadasa bırakılmış bir toprağın ilk ürünleri olarak görmek mümkün. Bu toprağın daha verimli ürünler vereceği muhakkak. * Boğaziçi Ü. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü
Boğaziçi Caz Korosu
19
YeniYazılar
Yaz 2013
Ses Dönüyor, Kamera Hazır
Fotoğraf: Nazım Serhat Fırat
3-2-1 Chappulling
Alican MANSUROĞLU* İnsanların bireycileştiği, çoğu kişinin “Bu halktan adam olmaz” dediği sıralarda çıktı “90 kuşağı” sahneye. Sermaye düzeninin saldırısına artık boyun eğmeyeceğiz dediler. Halkı da peşinden sürükleyerek uyanışı başlattılar. Türkiye’de tarih yazılırken sinema sanatının şaha kalkmaması mümkün mü? “Sinema, saniyede 24 kere gerçekliktir” demişti J.L Godard. Haziran Direnişi’nden bu yana Türkiye yeni bir gerçeklikle karşı karşıya. Tabi sinema da. Artık birey, yalnızlık duvarlarının dışına çıkıp toplumuyla buluştu. 90’lılar bir “kuşak” olarak anılır oldu, Gezi Parkı’nda birlikte ses vermeyi öğrendi, kendi geleceğini inşa edebileceğini, bencillikten uzak, dayanışma içinde yaşamayı… Ezberler bozuldu, tabular yıkıldı. Gezideki hayat “komün yaşam” gibi kavramları insanların gündemine soktu, alternatif arayışlara yöneltti. Herkesin içinde olan iyilik yan yana geldi, büyüdü ve toplumsallaştı. İtalyan yönetmen Roberto Rosselini, sanatın bir rehber olarak yol gösterme işlevinin altını çizer. Bu yazı da sinemanın bu işlevine odaklanmak ve bu işlevin Haziran Direnişi ile ilgisini incelemek derdinde. Şimdiye kadar, Türkiye sineması bu “işlevi” ne kadar değerlendirebildi sorusunu sorarak devam edelim. Sinemacılar sadece olgusal gerçekliği resmetmekle mi yetindiler, yoksa gerçekliği diyalektik olarak da yansıtabildiler mi? Haziran Direnişi öncesinin sinemasına kısaca bakalım: İnan Temelkuran’ın Bornova Bornova’sından, Seren
20
Yüce’nin Çoğunluk filmine pek çok filmin ortak noktası filmde yer alan gençlerin, içinde yaşadıkları koşullar tarafından hapsedilmeleri, herhangi bir gelecek tahayyülüne sahip olamamalarıydı. Fakat, tarihsel yaşam nasıl sürekli çatışmalardan doğan yepyeni sentezlere yöneliyorsa, sinema da ele aldığı insan ve toplum sorunlarında bu karşıtlıkların sürekli gerilimini izleyerek, sonunda bambaşka düzeydeki çözümlemelere ulaşmak zorundaydı. Örneğin günümüz sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri olan Nuri Bilge Ceylan, filmlerinde kendi anlam dünyasını ve gerilimlerini ustalıkla yansıtabiliyordu. Bir diğer önemli başarısı da bu gerilimler ile toplumsal çelişkilerin bağını kurabilmesiydi. Fakat uzun sekanslar ile hayli durağan resmettiği toplum, Haziran Direnişi’nin yarattığı yeni gerçeklik sebebiyle artık bugünkü toplumu yansıtmaktan uzak. Yukarıda adını saydığımız belli bir niteliğin üzerinde filmler çeken yönetmenlerden çok, eğlence sektörünün “kullan-at” filmlerinin sinema sektöründe yer kapladığını biliyoruz. 90
YeniYazılar kuşağının beyaz perdeyle tanışmaya başladığı, sinemayı anlamlandırdığı 10’lu yaşlarından itibaren derdi sadece para kazanmak olan sinemanın; “Kutsal Damacana”ların, “Recep İvedik”lerin karşımıza çıkarıldığını hatırlayalım. Bir ileri halkası, “Yılmaz Erdoğan” gibi isimlerden oluşan bu neo-liberal dalganın, çok izlenmek için her türlü yolu mübah saydığını da görüyoruz. “Gerçekleşmek zorunda olan bir şey için savaşıyoruz. Gelmesi imkansız olmayan bir şey için… Belki bu yol uzun ve zor ama oraya ulaşacağız, daha iyi bir dünya olduğunu göreceğiz. Ve hepsinden önemlisi çocuklarımız bilecek. Başka bir dünya var! O yüzden hiç korkma. Ne olursa olsun… Çünkü doğru yoldayız, doğru yoldayız…” Nazi işgali altındaki Roma’da, bir yer altı matbaasında çalışan Francesco, işte böyle söylüyordu bir gün sonra evleneceği Pina’ya. İşte bu sahneyi doğrularcasına insanların bireycileştiği, çoğu kişinin “Bu halktan adam olmaz.” dediği sıralarda çıktı “90 kuşağı” sahneye. Sermaye düzeninin saldırısına artık boyun eğmeyeceğiz dediler. Halkı da peşinden sürükleyerek uyanışı başlattılar. Türkiye’de tarih yazılırken sinema sanatının şaha kalkmaması mümkün mü? Herkes enstrümanını eline aldı. Edebiyata başka bir hava getirdi duvar yazıları. Direniş şarkıları ise eylem alanlarına, yürüyüşlere… İnsanlar “sinema”nın özüne dair üretimlerde de bulundu; videoları kestiler, kırptılar, dertlerini anlatmak için birleştirdiler. Bu çabanın bağlamı, pratiğin kendisi, görüntülerin kalitesi gibi daha teknik detayları da ikinci plana attı. Anlatmak istediklerini basitçe de olsa bize anlattılar. Çok da iyi yaptılar. Evet biz bu işi kotaracağız diye barikatlara el atanlar bize kendilerini, dertlerini, çapulcuları anlattılar. Bize hikayelerini anlatmaya devam da etmelidirler. Bu yaşananları sadece ünlü yönetmenlerin değil, sokağa çıkıp barikatları güçlendiren kişilerin de filme çekmesi gerekiyordu. Öyle de oldu. Dahası da olacak. Bu hareketin dinamiği olan gençliğin, anlatmaya başlama ve üretime geçme zamanıdır. Eline enstrümanını bir an önce alıp çalışmaya başlamanın…
Yaz 2013
Heyecan derken daha çok kesme kullanarak, yani Hollywood Sineması dinamikliği ile ya da avantür aksiyon filmi tadında servis etmemek, heyecanı bu kalıplara indirgememek; işi sadece aksiyona, şekilsel olarak dinamikleşmeye dönüştürüp aklın ve diyalektik düşünmenin önüne geçirmemek gerekiyor. Yani uzun planı-düşük tempoyu, kısa planı-yüksek tempoyu doğru bağlama oturtmak gerek. Tolstoy’un da dediği gibi, “İnsanlar ırmak gibidir: Su hep aynıdır ama, ırmak kimi yerde dar, kimi yerde daha geniş olur. Bir yerde ağır akar, bir yerde hızlı. Suyu bazen durudur, bazen bulanık, bazen soğuk, bazen sıcaktır.” Tempo düşürmenin gerilimi yoğunlaştırdığı sahneler, plan sekanslar mevcuttur, Antonioni filmleri buna en iyi örnekleri barındırmaktadır. Müzikte, Beethoven’ın en coşkulu senfonilerinde bile durağanlıklar vardır. İnsanla ilgili keşfettikleri her şeyi ticari oyunlarına alet eden Hollywood Sineması da bu etkiyi fark edip Matrix filminin kurşunlardan vücut hareketleriyle kurtulma sahnelerinde kullanmıştır. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak demenin klişe olmadığı bir dönemi yaşıyoruz. Sanatçı değişiyor, sinema değişiyor, Türkiye değişiyor. Halk artık uyandı, geleceği birlikte kurabilmeye daha fazla inanmaya başlıyor. Alternatifler aranıyor, forumlar düzenleniyor. Bu dinamizm kendi sinemasal temsilini bekliyor. Sinemayı AVM’ye hapsolmuş salonlardan, üretimi sermayeden kurtarmak için çalışmanın zamanıdır. Haziran’ın sıcaklığıyla kameraları ele almanın zamanıdır. * İTÜ Sinema Kulübü
Sokaklarda nasıl yaptıysak beyaz perdede de barikatımızı kuracağız. Barikatımız daha aşılmaz, daha sağlam olsun diye Yılmaz Güney’den, Üçüncü Sinema’dan, sinemanın tüm militanlarından beslenmeye devam edeceğiz. Sinematografi ve dramaturji açısından hikayesini yönetmenler çok farklı şekillerde anlatabilirler ancak bugün sinemamızın en önemli eksiklerinden biri heyecan.
21
YeniYazılar
Yaz 2013
bir dast2 yazısı Hasan Alper ONGAN* Liseyi yatılı okurken hayatımızda çok az şeye yer vardı. Sosyal yetenekleri zayıf ve alabildiğine gözlüklü bir öğrenci kitlesini bir arada tutan muhabbetler ders, içki, ferepe kitapları ve bilgisayar oyunları diye sıralanabilirdi. Yüzüklerin Efendisi herkes tarafından hatmedilmişti, silmarilyonu okumayan bizden değildir çizgisi her çıkan lotr filmiyle güçleniyordu. Okuldan bilimsel araştırma projesi yapmak için izin alıp gittiğimiz internet kafelerde levıldoksanbir nekromensırlar yetiştiriyor, immortıl king setini tamamlamayıp, eycofta yedi hardıstı yenemeyeni ciddiye almıyorduk. Birey matematiğin son testini çözerken ejderha mızrağının sonlu bir seri olup olmadığını düşünmeye dalıyor, beynimizin yandığına kanaat getirip kendimizi ege üniversitesindeki kipanın-ki o zamanlar kipa alkol tesisleri adıyla anardık- bahçesinde iki bira içerken buluyorduk. İşin bir yerde siyasete gelmesi lazımdı ama bir türlü gelmiyordu. Sorsanız herkes akapeye kıldı ama ortada pek bir hareketlilik yoktu. Zaten bizim gibi tiplerin evinden, dersinden, bilgisayarından başını kaldırıp toplumsal meselelere girişmesi pek olası gözükmüyordu. Gerçi mesele bir ara siyasete gelir gibi oldu. Proje yarışmalarında ve olimpiyatlarda bizim okulun en büyük rakibi fetullahçı diye bilinen yamanlar kolejiydi(bir de bunun kardeşi Samanyolu vardı ama o biraz uzak kalıyordu bize). Oralarda laikçi, elitist, jakoben damarımız fena halde tutuyordu. Ancak iş nedense gaza gelen birkaç arkadaşımızın ülker ürünleri tüketmemesinden öteye gidemiyordu. Öfkemizi etipufla biliyor, darvin başgan oley nidalarıyla yeri göğü inletiyorduk. En radikal çıkışımız ise okulun kantır turnuvasında geldi. Sırasıyla niklerimizi dj feto baba, münafık, müşrik, kafir ve allahsız yapmıştık. Elimizde dörtbirlerle denediğimiz raşları bir türlü muvaffakiyete erdiremiyorduk. Oldukça iddialı olduğumuz turnuvanın ilk turunda elenmemiz cesaretimizi kırmış, siyasete ve dastikiye küsmüştük. Bu sarsıntıyı atlatmak için çok sayıda denememiz olduysa da işe yaramadı. Yine de birbirimizden gizli red elırt oynayıp sovyet seçmekten geri durmuyorduk. Sonunda çareyi ceme/feme serisine sarılmakta bulduk. Bu alanda tsigalkodan beri iyiydik. Göztepenin ise
22
bir an önce düştüğü alt liglerden çıkartılması gerekiyordu. Hemen göreve başladık. Tahir alegözüyle, temur altunhanıyla şan ve şeref dolu onbeş sezonun ardından gururlu olduğumuz kadar uykusuzduk. Maç tekrarı yapmamış, transfer için bir kez olsun eddmenecır seviyesine inmemiştik. O anda karşımıza yeni versiyonlar, geliştirilmesi gereken genç yetenekler çıktı. Ama piatti montolivonun, sayvet ronkattonun verdiği tadı vermiyordu. Yine de yüklendik. İnadımızın bizi düzlüğe çıkaracağını düşünüyorduk. Ancak, her yeni sürüm bir öncekini aratıyor, alt sıralardan bir takım alıp şampiyonluğa koşmak her geçen sene zorlaşıyordu. Geleceğe umutla bakmak gittikçe güçleşmeye başlamıştı. Bu arada üniversiteye girdik. Biefeflikten tutun zanzalığa aramızda kurulmamış yılışık müessese kalmayan nice arkadaşım ankaraya yerleşirken ben boğaziçini kazanmıştım. Yatılılığa alışkındım ama şehir dışında tek başına olmak zordu. Üstüne üstlük yurtta zaten yastık verilir diye düşünerek yanımda sadece yastık kılıfı getirmiştim. İlk işim odadaki perdelerden birini sökerek yastık kılıfına doldurmak oldu. Sene başında dört kişilik odada tek kaldığım için bu hareketimi ayıplayacak yabancı gözlerden uzaktım. Kilyos yurdunun istanbulla zerre alakası olmadığını yeni anlamaya başlamıştım ve deli gibi sıkılıyordum. O sırada birinin odasını değiştirmek istediği öğrendim. Elemanı tanımıyordum ama tanıyan arkadaşlarım vardı ve odasında sürekli pilavlı sohbet yapılmasından kaçtığını söylüyorlardı. Bilgisayarı olduğunu da öğrenince meseleye atladım. Yeni oda arkadaşımla ilk günlerimiz pek hoş geçmemiş, adam yurtta kalmadığım ilk hafta sonu kendi başına yetmişlik votka içmişti. Bu noktada bir anlaşma yapmamız gerektiğini düşünerek bundan sonra haftada bir akşam birlikte rakı sofrası kurmayı teklif ettim. Bensiz içmesi gururuma dokunmuştu. Ancak, onun da şartları vardı. Açık kalan perdenin bilgisayarın ekranını görmeyi zorlaştırdığını söyledi. Dolaplardan birini camın önüne çektik. Bu aşamada ne önermem gerektiğini bilmiyorum, femeden bıkmıştım, diablo ve eycofu ise tek bilgisayardan birlikte oynamamız mümkün değildi. Pes hayatıma tam da bu noktada girdi.
YeniYazılar Hafta sonu cevahire gidip iki kol aldık ve işe giriştik. Başlarda her maç yeniliyor, oyunda dengeyi bir türlü kuramıyordum. Ender gelişen osasuna atakları bile benim yaptığım ataklardan daha etkili görünüyordu. Sonra çelsinin makaleleli, drogbalı, essienli kadrosu imdadıma yetişti. Bütün takımla kapanıyor, sıfır sıfıra yatıyor, duran toplar ve kontrataklarla gol arıyordum. Bu taktik bir süre etkili oldu. Sonrasında ise en az üç farklı mağlubiyetler dönemi geri geldi. Pes artık eski tadını vermemeye başlamıştı. Bu noktada oyunlara küserek haber takip etmeye başladım. Feysbuk, tvittır derken olaylar iyice ilginçleşiyordu. Dastikiyle olmasa bile siyasetle yeniden barışıyordum. Oda arkadaşımla oyun işlerini bırakıp eylem işlerine girme kararı aldık. Ancak, eylemlerden de tat alamıyordum. Üstümde hala peste yaşadığım hezimetlerin ağırlığı vardı. Tatilin de gelmesini fırsat bilerek tası tarağı toplayıp izmire gitmiştim. Lise tayfasıyla buluştuğumuzda kordona gitmek tek mantıklı seçenek gibi duruyordu. Biralar açıldığında muhabbetlerimizde bir farklılık sezilmeye başladı. İki yeni gündem eklenmişti. İlki benden kaynaklı olarak eklenen siyasal meselelerdi. Fırsat buldukça sağlı sollu tayyibe giydiriyor, söylediklerimin onaylanmasını bekliyorum. Açtığım konulara genellikle bir iki küfürle eşlik ediliyor sonrasında bir anda açılan totılvor muhabbetleriyle mesele kaynıyordu. İkinci meseleyse neredeyse herkesin azimle takip ettiği animelerdi. Narutodur, bliçtir derken zaman akıp gidiyordu. Ben daha çok detnotçuydum ama bliç de fillırlar olmasa fena değildi. Yaşantımız yeni bir dengeye oturmuşa benziyordu. Bu dengenin kırılması için birkaç yıl gerekti. Bu arada ben yeni bilgisayarımda geteaya dönüş yaptım, lostun finaliyle yıkıldım ve kendimi geym of tronsa vurdum.
Yaz 2013
geçiyordu ki adamlar gitti. Sonra cofri meselesine döndük ama artık kime benzediği konusunda tartışma kalmamıştı. O gün totılvor konuşmadık, geymoftrons muhabbetini sürdürmedik. Ama muhabbet uzun sürdü. Belki hiç bu kadar uzun konuşmamıştık. Birbirimize sözler vermediysek, kararlar almadıysak bu onları gereksiz gördüğümüzden değildi. Sadece aramızdaki ilişki böyle değildi. Yine de ortada bir anda ortaya çıkmış olmasa da bizim açımızdan yeni bir durum vardı. Yenilik benim için daha politik arkadaşlarımla konuştuğum konuları bu tayfayla konuşmamadan başlıyor, en alakasız dediğim elemanın polislere ilişkin fantastik getea örnekleri vermesiyle sonlanıyordu. Dastikinin yarattığı toz bulutu yavaş yavaş aralanıyor gibiydi. Zaman geçiyor, ned starkın kellesini alanların yeni red vedingler peşinde olduğunu seziyorduk. Gezi parkı meselesini red veding öncesi bir uyarı olarak algıladık. Hep birlikte tekrar dastikide gibiydik. Ancak bu sefer dj feto baba nikini kim alacak kavgasına girecek zamanımız yoktu. Kavgada insan elinde, yakınında ne varsa onunla dalar. Bizim de elimizde oyunlardan, fantezi edebiyatı- bilimkurgu kitaplarından öğrendiklerimiz vardı. Biz de barikatlara onlarla yüklendik. Poliste de kantırların bütün pislikleri vardı. Yeri geliyor pusu atıyor, yeri geliyor tek yakaladıklarına dalıyorlardı. Sis atmanın sadece bilgisayarı değil insan bünyesini de kastığını öğrenmemiz ise uzun sürmedi. Bilgisayar kassa da oynamaya alışkındık. Yılmadık. Mavi ekranı karşı taraf verdi. Bu turu biz kazandık ve tekrar oynamaya hazırız. Birbirini daha iyi tanıyan, daha organize bir takım olarak… * Boğaziçi Ü.
Aynı tayfayla tekrar kordonda buluştuğumuzda muhabbetin merkezinde cofri vardı. Hepimiz starklara büyük yanlış yapıldığı fikrinde birleşmiştik. Ama bu cofri birine benziyordu ve hepimiz onu çıkarmaya çalışıyorduk. Kordonda aynı ekiple kaçıncı kez içiyorduk bilmiyorum ama çok oldu kesindi. Buna rağmen ikinci biralar biterken birkaç polis gelip orada içmememiz konusunda bizi uyardı. Başta şaka zannettik. Sonra tek tek herkesi uyardıklarını gördük. Kimse ciddiye almadı. Olaylar garipleşiyor gözümün önünden getea anılarım
23
YeniYazılar
7 Temmuz’da Kadıköy Rıhtım’da gerçekleştirilen 1. Gazdanadam Festivali’ne dair festivalin sunucusu ve FKF Koordinasyon Kurulu üyesi Zozan Baran ile konuştuk. Öncelikle merhaba. Başarılı bir festival geçirdik geçtiğimiz günlerde. Büyük bir kalabalık toplandı. Siz sahneden kalabalığı gözlemleme fırsatı buldunuz. Sahneden nasıl görünüyordu kalabalık ve festival alanı? Merhaba. Bir kere en başta herhalde müthiş bir kalabalık olduğunu söylemek lazım. Haftalardır toplanan kalabalıkları görmeyen yandaş basın dahi sayının 300 bin civarında olduğunu kabul etti. Böyle muazzam bir kalabalığın bir arada hareket etmesini sağlamak, kürsüyle kalabalık arasında bağ kurmak gerçekten zor. Ama Gazdanadam bu açıdan büyük bir istisnaydı. Festivalin başında bir ara “hep beraber yumrukları kaldıralım” dedik. O an kalabalığın görüntüsü müthişti. Sadece sahnenin önünde değil sahneden görünmesi zor olan yerlerde dahi müthiş bir uyum vardı. Tüm kalabalık uyum içinde müthiş bir orman gibi görünüyordu. Tabi burada Gezi Direnişi’nin yarattığı bir arada hareket etme kültürünün çok büyük bir etkisinin olduğunu teslim etmek lazım. Beraber biber gazına, suya, polis şiddetine direnen; Gezi parkında beraber yemek yiyen, uyuyan kalabalığın nasıl bir uyum içinde hareket ettiğini görmek çok sevindiriciydi. Ayrıca kitlenin 7 saat boyunca enerjisinin bitmemesi halkın beraber hareket etme kültürünün yanında direngenliğinin de arttığını gösteriyor. Normalde böyle bir festivali yönlendiren biri herhalde en çok kitlenin ilgisini nasıl diri tutabilirim diye düşünür. Biz ise kitlenin enerjisine nasıl yetişeceğiz diye düşündük. Hiç durmadan sloganlar atıldı, marşlar söylendi, yapılan konuşmalara anında reaksiyon gösterildi. Mesela Tayyip Erdoğan’ın aynı gün yaptığı konuşmadan alıntılar yaptığımıza kitlenin öfkesi görülmeye değerdi. Tüm bunları bir araya getirince sahneden bakınca bu direnişin kolay kolay sönümlenmeyeceğini daha net gördük. Peki festivalin öne çıkan vurguları nelerdi? Sloganlar, konuşmalar, marşlar... Sizin özel olarak vurgulamak istediğiniz neler var? Festivalin düzenleyici kuruluşları tarafından kabul edilen ortak sloganların ve vurguların kitle tarafından da sahiplenildiğini söyleyebiliriz. Neydi bu vurgular? Başta “bağımsızlık”, “kardeşlik”, “özgürlük” ve “eşitlik”. Kitle yoğun bir biçimde bu afişleri sahiplenmiş görünüyordu. Ayrıca sloganlarda ve halkın reflekslerinde
24
Yaz 2013
de bunu görmek mümkündü. Onun dışında festival boyunca en sık tekrarlanan slogan “Hükümet İstifa”ydı. Aslında tüm bu ayaklanma süreci boyunca yapabileceğimiz bir tespiti Gazdanadam Festivali için de tekrarlayabiliriz: Sokağa çıkan halk için en büyük ortaklaştırıcı öğe Tayyip Erdoğan. Kendisine duyulan öfke açısından. Bu açıdan aslında Tayyip Erdoğan’ın bir iddiasını gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz: Toplumun o kadar büyük bir kesiminde nefret yarattı ki Türkiye halkını burada ortaklaştırdı. Tüm sloganlarda, halkın tepkilerinde bunu görmek mümkün. Ayrıca polis şiddetine ve yandaş basına karşı büyük bir öfke de var kitlede. Halk artık kendisine söylenen yalanların farkında. Kendisine gerçekten kimin dost olduğunun farkına vardı. Bu nedenle “Direnen Basın Manifestosu” okunurken kitlede müthiş bir coşku vardı. Festivale yoğun bir aydın ve sanatçı desteği vardı. Sanatçıların hep beraber sahneye çıktığı an en coşkulu anlardan biriydi. Bu ilgiyi neye bağlıyorsunuz? Sanırım en önemli sebeplerinden biri AKP’nin sanat politikaları ve sanatçılara yönelik tavrı. Çok söyledik o yüzden hepsini tekrar etmeyeceğim ama heykellere ucube demekle başlayan süreç Emek Sineması’nın bir gece mahkeme kararı bile beklenmeden yıkılmasıyla sonlandı. AKP’nin sanat düşmanı politikalarına sayısız örnek bulabiliriz. Dolayısıyla sanatçı ve aydınlarda büyük bir tepki birikmiş durumda. Bugüne kadar bu birikimi halkla buluşturmanın belli zorlukları vardıysa da artık bu birlikteliği sağlamak hem hepimiz için daha kolay hem de daha umut verici. Yoğun katılımın mutlaka başka sebepleri de vardır ama ben en önemli etkenin bu olduğunu düşünüyorum.
YeniYazılar
Yaz 2013
Yukarıda da ifade ettiniz bu festival aslında direnişin öyle kolay kolay sönümlenmeyeceğini gösterdi. Bundan sonraki sürece dair öngörüleriniz var mıdır? Sanırım bu konjonktürde kimsenin kesin tahminlerde bulunması mümkün değil. Geçtiğimiz süreçte gördük, Türkiye halkı bizi şaşırtabiliyor. Haziran ayından çok önce de AKP’nin her adımıyla birlikte Türkiye halkının sabrının sınırına geldiğini söylüyorduk. Her ne kadar halk kabullenmiş gibi görünse de Türkiye’nin tarihsel birikiminin daha kuvvetli olduğunu biliyorduk. Ama bu hızda ve kuvvette olmasını beklemiyorduk. Dolayısıyla ben önümüzdeki süreçte de hızın ve kuvveti kestirememekle beraber bu hareketliliğin devam edeceğini düşünüyorum. Aslında mücadele AKP istifa edene kadar hızını kesmeden devam edecek gibi geliyor bana. Daha şimdiden kazanımlar elde ettik. Bu da halkın moralini yükseltiyor. Artık kimse “ne yaparsak yapalım boşa” diye düşünmüyor. Halk böyle düşünmediği sürece mücadele etmekten vazgeçmeyecektir.
Teşekkür ederiz. Ben teşekkür ederim.
Fotoğraf: Cansu Ayduran
Fikir Kulüpleri Federasyonu direnişin başından beri Gezi Parkı’ndaydı. Gezi Parkı dağıtıldıktan sonra da üyelerimiz forumlarda, çeşitli etkinliklerde yer aldılar. Biz direnişe güç veren bir özne olduğumuzu düşünüyoruz. Gençlik bu direnişin en önemli öznesiydi. FKF de gençliğin en direngen, en atak kesimini kapsıyor. Başka türlü olması düşünülemezdi. Ancak önümüzdeki süreçte daha etkili bir FKF göreceğimizi söyleyebiliriz. Zaten biz AKP ile asıl randevuyu sonbahara kestik. Üniversiteler açıldığında AKP’nin karşılaştığı bu direnç başka bir boyuta ve güce ulaşacak. FKF üniversite içerisindeki bu direncin en önemli öznesi olmaya hazırlanıyor. Söyleyecek çok sözümüz ve yapacak çok işimiz var. Bu nedenle okuyucularımızı ve destekleyicilerimizi FKF’yle daha yakından bağ kurmaya ve bize güç katmaya çağırıyoruz.
Fotoğraf: Zafer Çimen
Peki Fikir Kulüpleri Federasyonu bu sürece hazır mı? Ya da nasıl hazırlanmayı düşünüyorsunuz?
25
Çapulcu Sözlüğü
Çapulcu: İlk olarak Gezi Parkı dolaylarında ortaya çıkan bir canlı türü. Sulak ve gazlı coğrafyada yetişir. Bu canlı türünün en belirgin özelliği boyun eğmemesidir. En omurgalılardandır. Bu yanıyla diğer türlerden ayrılır. Diğer canlı türlerine de çok çabuk tesir ederler. Adaptasyon sorunu çekmezler. Doğadaki en büyük rakipleri penguenlerdir. Yeni Akit gazetesinden öğrendiğimiz bilgiye göre, çapulcular; grup halinde, ayakkabılarını çıkarmadan çiftleşirler.
Oh Biber: Milli içecek, aşırı dozda kullanımı bağımlılığa yol açmaktadır. Aynı zamanda maraton koşularına hazırlanan sporcuların eğitiminde kullanılır. Portakal Gazı: Biber gazına benzemez, fazla solunması bağımlılık yapmıyor, bayıltıyor. Vitamini kapsülünde. Talcid: Durmak yok, yola devam.
Tomalı Hilmi: Ankara’nın güzide semtlerinden biri olan bu mahalle, antik dönemlerden kalma fışkiyeleriyle meşhurdur. Mahallenin ilk muhtarı olan Hilmi’nin park ve bahçe sulamak için geliştirdiği, aynı zamanda bir sosyal devlet hizmeti olarak vatandaşlara ücretsiz banyo hizmeti sağladığı sisteme TOMA denilmektedir. Tomalı Hilmi ismi, rivayetlere göre, buradan gelmektedir.
POMA: Tarih sahnesine ilk kez Taksim’in fethi günlerinde karşımıza çıkar. çArşı birlikleri tarafından kullanılan bir tür savunma aracıdır. Kamu hizmetinin olmazsa olmazıdır.
26
GTA: 90’lı neslin polis kovalamayı ve polisten kaçmayı öğrendiği bilgisayar oyunu. Orantısız Zeka: Çok can yaktı.
Duran Adam: İngiliz rock grubu Duran Duran’la bir ilgisi yoktur. Durmak fiilinin insana en çok yakıştığı hal, fiilin yakışıklı hali.
Akrep: Fosforlu kedi gözü gibidir. Tabiri caizse; çok acil olarak değil, çabuk çabuk. Hüloouğğ: Kıl titreşimi sonucu oluşan frekans aralığı.
Recop Tazyik Gazdoğan: Adeta bir çeşit Pokemon. Çarizard gibidir. Sahibinin sözünü pek dinlemez. Olur olmaz ateş püskürtür. Kaybetmeyi sevmez. Faiz Lobisi: Dış mihrakların elebaşı. Gizli bir tanık ifadesinden edindiğimiz bilgiye göre Haziran direnişinin resmi sponsoru.
27
YeniYazılar
Yaz 2013
Dikkat! Bu iki sayfamız pAK hackerlar tarafından hacklenmiştir...
Yusyuvarlak Masa Recep Teyip Gazdoğan: Değerli kardeşlerim, öncelikle bu büyük oyunu bozma mücadelemizin yanında yer alıp, buraya kadar geldiğiniz, bu milletin sesi olduğunuz için teşekkür ederim. Son bir aydır ülkemizde yaşananlar malum. Ülkemizin güçlenmesinden rahatsız olan birtakım dış mihraklar, ülkemiz üzerinde oyunlar oynayarak milleti birbirine düşürmek gayretinde. Bu bir aylık bir mesele gibi gözükse de bu işi daha sinsi yollarla yapanlar var çok önceden beri. Mesela geçtiğimiz aylarda bir dergi gördüm “Yeni Yazılar” diye. Neymiş efendim, yeni bir kültürmüş, yeni bir üniversiteymiş, yeni bir ülkeymiş. Samimi “yeni”ci kardeşlerimi tenzih ederim. Ama kimse kusura bakmasın. Bu millet bu oyuna gelmez. Yuvarlak Masa diye bir bölüm yapmışlar. Diyorlar ki “üniversiteler disiplinlerarasılıktan uzak. O yüzden bu tarz temasları biz dergimizde sağlayalım. Farklı disiplinlerden arkadaşlarımız ortak bir konu üzerinde tartışsın”. Bakın değerli kardeşlerim. Üniversiteler disiplinlerarasılıktan uzakmış falan filan, hep aynı hava. Bu, devlete baş kaldırmaktır. Biz devletini, ecdadını tanımayan böyle bir nesle aşina değiliz. Onların elinde tencere tava, bizim gençlerimizin elinde laptop var. Bir de neymiş, yuvarlak oturup tartışıyorlarmış. Agora düzeni miymiş, neymiş? Bakın değerli kardeşlerim. Biz demokrasiyi Antik Yunan’dan öğrenecek değiliz. Biz demokrasiyi çok iyi biliriz. Bunların niyetleri üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek. Onlar yuvarlak masa yapıyorsa, biz daniskasını yaparız. Yusyuvarlak masa yaparız. Hodri meydan. Şimdi bu milletin gerçek temsilcileriyle yusyuvarlak masamızı başlatıyoruz inşallah. İ. Melih Öpçek: DEĞERLİ VATANDAŞLARIM, SAYIN BAŞBAKANIMIZIN DUYGU YÜKLÜ KONUŞMASINI DİNLEDİNİZ. SAYIN BAŞBAKANIMIZI BİR KERE DAHA TEBRİK EDİYORUM. ŞİMDİ SİZE GÜNLERDİR TWİTTER’DAN DUYURACAĞIMI AÇIKLADIĞIM KİMİ BELGELERİ AÇIKLAMAK İSTİYORUM. BENİ TANIYANLAR BİLİR. MELİH ÖPÇEK BELGESİZ KONUŞMAZ. BİRAZDAN BELGELERİ AÇIKLAYACAĞIM. ANCAK ÖNCELİKLE YARIN SAAT DOKUZDA, ÜÇ GÜN SONRA SAAT YEDİDE VE BEŞ GÜN SONRA SEKİZDE BEYAZ TV’DE GERÇEKLEŞTİRECEĞİMİZ PROGRAMLARI DUYURMAK İSTİYORUM. BURADA BİR KISMINI AÇIKLAYACAĞIM BELGELERİN ORADA TAMAMINI AÇIKLAYACAĞIM. İNŞALLAH BU BÜYÜK OYUNU BOZACAĞIZ. ŞİMDİ DEĞERLİ VATANDAŞLARIM; SAYIN BAŞBAKANIMIZ AGORA DÜZENİNDE OTURUYORLARMIŞ DİYE BELİRTTİ. BEN ARAŞTIRDIM. BU KELİME ÇARŞI, TOPLANMA YERİ VE KONUŞMA YERİ GİBİ ANLAMLARA
28
GELİYORMUŞ ANTİK YUNAN’DA. BAKIN ÇARŞI. BU ÇARŞI DENEN SÖZDE TARAFTAR GRUBUNUN YAPTIKLARI GÜNLERDİR MALUM. YOK DEVLETİN İŞ MAKİNESİNİ ÇALMALAR, YOK POLİSE, KAMU MALINA ZARAR. BAKIN BU ÇARŞI’NIN ARKASINDA YUNANİSTAN’IN, YUNAN FAİZ LOBİSİNİN OLDUĞUNU İSPATLIYORUM. TOPLANMA YERİ ANLAMINA GELİYORMUŞ. YANİ SADECE TARTIŞMIYORLAR. TOPLANIYORLAR. NE İÇİN TOPLANIYORLAR? HÜKÜMETİ DEVİRMEK İÇİN. HÜKÜMET İSTİFA SLOGANINDAN DA BELLİ DEĞİL Mİ ZATEN? BAKIN MESELE TARTIŞMAYI, KENDİNİ İFADE ETMEYİ AŞMIŞTIR. DEĞERLİ AİLELER, ÇOCUKLARINIZI UYARIN. GEÇEN ÜÇ TANE SOLCU ARKADAŞIM BENİ ARADI. GÖSTERDİĞİM BELGELERDEN SONRA EYLEMLERE KATILMAYI BIRAKTIĞINI, OYUNA GELDİĞİNİ ANLADIĞINI SÖYLEDİ. DİĞER SAMİMİ VATANDAŞLARIMIZDAN DA AYNI DUYARLILIĞI BEKLİYORUM. BAKIN DEĞERLİ VATANDAŞLARIM LÜTFEN BİRAZ SAĞDUYU. OYUNA GELMEYELİM. SANATÇI DİYE ORTADA DOLAŞAN BİRTAKIM TİPLER VAR. ONLARA KARŞI ARTIK BU MİLLETİN SANATÇILARINI KONUŞMAYA DAVET EDİYORUM. Necati Kokmaz: Arkadaşlar ıhm, hepinize iyi akşamlar. Dublörümü çağırmadım. Kusura bakmayın. Şimdi bu Yuvarlak Masa meselesi. Üniversite öğrencisi arkadaşlarımız (…) ben eskiden bu kadar çok üniversite öğrencisi hatırlamıyorum. Bu üniversite öğrencileri dezenformasyonlarımız var. (anlaşılamadı) dezenformasyonumuz var. Ben nazar değdiğini düşünüyorum. Bol bol dua edelim. Geceden gündüze değil de, acil değil ama çabuk çabuk geçecektir. Ihm. Çabuk çabuk (…) Nihat Boğan: Necati Bey’in konuşması bitti sanırım. Şimdi ben, Sayın Başbakanım izninizle burada bir itirazda bulunmak istiyorum. Öncelikle Sayın Melih Öpçek, zarar gören kamu mallarından bahsettiği kadar, ölen insanlarımızdan söz etse keşke. İ. Melih Öpçek: NİHAT PROVAKASYON YAPIYORSUN! Nihat Boğan: Sayın Öpçek, bir dakika dinleyin. Bakın ben tillaki bir sanatçı olarak, Ak Parti’ye kapatılma davası açıldığında herkes ikbal peşindeyken Sayın Başbakanımıza sahip çıktım. İ. Melih Öpçek: NİHAT ÖZÜR DİLE! Nihat Boğan: Taksim’de onlarca insanın yaralanmasının bir önemi yok mu sizin için?
YeniYazılar İ. Melih Öpçek: DİNLE DE BAK: BEYOĞLU BELEDİYE BAŞKANI BURADA MI ANLATSIN TAKSİM’DEKİ SON DURUMU. BUNDAN SONRA NE OLACAK? Ahmet Misbah Delircan: Buradayım yalnız bence çok gereksiz bir soru. Gerginleşmeyelim! Recep Teyip Gazdoğan: Nasıl yani? Ahmet Misbah Delircan: Biz şu an kayıtta mıyız? Hah. Eeee, normal hayat şu anda devam ediyor. Yiğit Buruk: Şu an Sayın Belediye Başkanımızı da huzursuz eden durumu ben açıklamak istiyorum izninizle. Bakın ben partili değilim. Ama burada Türkiye’nin geleceği söz konusudur. Burada bir “Finansal Ergenekon” vardır. Bir faiz lobisinden söz ediliyor. Bakın faiz lobisi vardır. Bu lobi 5 bin kişiden oluşur. Şu anda 76 milyonun iradesine karşı, 5 bin kişinin emelleri çarpışmaktadır. Bunların benim Başbakanıma kastı var. Sen benim Başbakanıma karşı Taksim’i işgal edersen, polis Taksim’e de girer. Kafanı da kırar. Bakın ben bir şey söyleyeyim dış mihrakların emellerine dair. Beni yanlış anlayan da yanlış anlasın. Ben eminim ki Başbakanımın ölmesi için bir sürü ülkede telekinezi çalışmaları yapılıyor. Milletin seçtiği başbakanı götürmek için. İ. Melih Öpçek: ŞİMDİ SEVGİLİ ARKADAŞLARIM YİĞİT ARKADAŞIMIZA BU HUSUSTA KESİNLİKLE KATILDIĞIMI BELİRTMEK İSTERİM. AYRICA TAKSİM ALANINI İŞGAL EDEN BU GENÇLER SADECE DEMOKRASİYE DEĞİL MİLLİ VE MANEVİ DEĞERLERİMİZE KARŞI DA SON DERECE ÇİRKİN SALDIRILARDA BULUNMUŞLARDIR. ŞİMDİ BEN İSTANBUL’DAKİ ARKADAŞLARIMIZLA DA GÖRÜŞTÜM. AHMET TEYİT EDECEKTİR. BEŞİKTAŞ’TA BİR CAMİİYE GİRİYOR EFENDİM BUNLAR. AFEDERSİNİZ GRUP SEKS FALAN YAPIYORLAR KADINLI ERKEKLİ… Ahmet Misbah Delircan: Iıııı… Tabii tabii, kesin teyit edilmiş bilgiler var elimizde. İ. Melih Öpçek: BAKIN GÖRÜYORSUNUZ. ZATEN BEN BELGESİZ KONUŞMAM. BİR CAMİ DÜŞÜNÜN Kİ İÇİNDE GRUP SEKS YAPILMIŞ, AYAKKABILARLA GİRİLMİŞ. HATTA EFENDİM ZAYTUNG ADINDA DEĞERLİ BİR ALMAN GAZETESİNDE ÇIKAN HABERE GÖRE TENİS BİLE OYNAMIŞLAR.
Yaz 2013
kimi icraatlarını da belirtmek istiyorum. Kamu malına zarar vererek ülkemizi milyarlarca lira zarara uğrattı bunlar. Be… İ. Melih Öpçek: HAH! İŞTE BEN DE TAM ONU DİYORDUM. ŞAHSEN BU KONUDA ÇOK DERTLİYİM. BU ÇAPULCU SÜRÜSÜ BİZİM BÜYÜK ŞEHİR BELEDİYEMİZİN ÖNÜNDEKİ DEĞERLİ FIŞKIYEMİZİ KIRDILAR. ŞİKAYETÇİYİM BEN EFENDİM. KENDİLERİNİ MAHKEMEYE VERECEĞİM. YÜCE ADALETİMİZE OLAN İNANCIM SONSUZDUR. AYRICA GÜNAHI BENİM BOYNUMA DEĞİL FIŞKIYENİN DE YİNE BİRTAKIM SAPKINCA İŞLERDE KULLANILDIĞI DUYUMLARI ALDIM EFENDİM. TÖVBE ESTAĞFİRULLAH… Yiğit Buruk: Başbakanımızı devirmek için birtakım planlar yapanlar işte bu ahlaksız kişilerdir. Bunlar hep fuhuştur. Faiz lobisinin ülkemizi ele geçirme planlarının bir parçasıdır. Milletimizin maneviyatı parçalanmak isteniyor. Bakın dikkatinizi çekiyorum. Bir de ülkemizin kahraman polislerine bakalım, lütfen. Arkadaşlarımız Taksim’i, Başiktaş’ı, Dikmen’i kahramanca savunurken hiç fuhuş yapmadılar. Hep kitap okudular. Recep Teyip Gazdoğan: Çok güzel değerli kardeşlerim. Ayrıca biliyorsunuz evinde tuttuğumuz yüzde ellimiz var. Ancak değerli kardeşlerim biz demokrasiyi iyi biliriz. Şimdi biz elitist değiliz, halkımızla iç içeyiz. Bu nedenle ne yapıyoruz, halkımıza da söz veriyoruz. Değerli bir hanım kardeşime düşüncelerini sormak istiyorum ben şimdi. Hanım Kardeş: Kılıçdaroğlu Allah senin belanı versin! Biz Erdoğan’ı seviyoruz. Biz… biz.. Erdoğan’ın g.tünün kılıyık… (Sessizlik...) Recep Teyip Gazdoğan: Iıı evet kıymetli kardeşlerim. Bakın biz bu yola cebimizde kefenimizle çıktık. Milletimin iradesini bir avuç çapulcuya yedirecek değilim. Milletimiz yıllarca camileri ahır yapana CEHAPE zihniyeti ve onun kalıntılarının altında inim inim inledi. Onlar bu ülkenin topraklarına yabancıdır. Biz bu coğrafyayı iyi biliriz. Milletimizi iyi biliriz. Sandıkla gelen sandıkla gider. Bunlar benim başörtülü bacıma... (Bir yandan yükselen sesler) Nihat Boğan: Sayın Öpçek!
(Şaşkın fısıldaşmalar…)
İ. Melih Öpçek: NİHAT!
İ. Melih Öpçek: SEVGİLİ NİHAT LÜTFEN DİNLEYELİM, BÖYLE SAYGISIZLIKLARA HİÇ GEREK YOK. BAK BEN BELGELERLE KONUŞUYORUM…
Nihat Boğan: Sayın Öpçek!
Yiğit Buruk: Melihciğim gerçekten önemli meselelere değindin. Ben devam edecek olursam… Ayrıca bu çapulcu sürüsünün başka
İ. Melih Öpçek: AHMET ORADA MISIN? BİRŞEY SORACAĞIM. Nihat Boğan: Ahmet? Tanımlanamayan Bir Cisim: Hülooğğğğğ!
29
Mezuniyet Törenlerine Haziran Direnişi Damga Vurdu!
Üniversitelerin mezuniyet törenlerine direnişin rengi damga vuruyor. Birçok üniversitedeki mezuniyet törenlerinden kareleri sayfalarımızda sizlerle paylaşıyoruz.
isliği
YTÜ Harita Mühend
İstanbul Ü. Çapa Tıp
Eskişehir Anadolu Ü. İletişim
ay Mühendisliği
ODTÜ Havacılık ve Uz
ODTÜ
30
Hacettepe Ü. İİBF
İstanbul Teknik Ünive
rsitesi
Ankara Ü. Biyoloji
ODTÜ Mimarlık
tlar
Kocaeli Ü. Güzel Sana
İstanbul Ü.
Sosyoloji
31
YeniYazılar
Yaz 2013 Dosya
Cam Kırıklarından Uçak Yapmak ve Nâzım Hikmet Şiiri A. Sinan GÜNÇE*
Dosya: Ölümünün 50. Yılında Nâzım Hikmet
Nâzım Hikmet şirininin iyi-vasat-kötü bütün yönlerini gösterme çabamız, Nâzım Hikmet’in bugüne devrettiği mirasın aslında bir arayış, “Yeni”yi kurma mücadelesi olduğunu ispatlamak istememizle ilgili. Böylece Nâzım’ın bir “efsane” değil, bir inat hikayesi olduğunu tekrar tekrar hatırlamak, artık bir klişe haline gelen “şiirimizin bugün niye bir Nâzım’ı yok” sorusunu cevaplamak derdindeyiz. Nâzım Hikmet, Türkçe’de şiiri üzerine en çok yazılan adlardan biri. Hakkında methiyeler düzen de çok, şiirini “mekanik”, “tatsız” bulanlar da. Üzerine yazılmış onlarca inceleme, kitap, deneme… Peki, hakkında halihazırda bu kadar çok yazılmış bir şairi bir de bizim sayfalarımıza taşıma sebebimiz ne? Sadece Haziran ayının ölümünün 50. yılı olması mı? Bir nevi nostalji mi? Takvime sadakatten ibaret kuru bir romantizm mi? Hiçbiri değil elbette. Şiiri üzerine çokça yazılıp çizildiğini söylesek de, bir edebiyat pratikeri olarak, Nâzım’ın bugüne ne devrettiği pek az sorgulandı. Daha doğrusu bu sorgulamalar “Nâzım halkı için yaşadı, halkı için yazdı, bize de bugün düşen halk için yazmaktır” gibi ne anlama geldiği belli olmayan kalıp cevaplarla geçiştirildi. Nâzım şiiri bu denklem üzerinden yüceltildi. (Bu tavrın Türkiye’de Nâzım’ı sahiplenen öznelerin tamamına özgü olduğunu söylemek haksızlık olacaktır elbette. Fakat genel eğilimin bu yönde olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz). Kimi muhafazakar çevreler ise Nâzım’da bir Alafranga züppeliği, Batı’ya öykünme, bir “mekaniklik” buldular. Bu yazı Nâzım’ın bir edebiyat pratikeri olarak macerasını şiirleri üzerinden incelemek derdinde olacak ve bunu mümkün olduğu kadar serinkanlı yapmaya çalışacak. Oldukça geniş bir şiir külliyatı olan Nâzım’ın şiir macerasının tamamını analiz eden bir yazıyı dergimizin sayfalarına sığdırmak imkansız olduğu için şairin serüveninin karakteristik özelliklerinin altını çizmekle yetinecek. Yüceltmekten, bu yaklaşım “Nâzım’ın hatırasına saygısızlık olacağı için” uzak duracak. Nâzım Hikmet şirininin iyi-vasat-kötü bütün yönlerini gösterme çabamız, Nâzım Hikmet’in bugüne devrettiği mirasın aslında bir arayış, “Yeni”yi kurma mücadelesi olduğunu ispatlamak istememizle ilgili. Böylece Nâzım’ın bir “efsane” değil, bir inat hikayesi olduğunu tekrar tekrar hatırlamak, artık bir klişe haline gelen “şiirimizin bugün niye bir Nâzım’ı yok” sorusunu cevaplamak derdindeyiz. Nâzım Hikmet’in Dönemi ve Özgünlüğü Türkiye’de modern şiirin kurucusu olarak genellikle üç ismin üzerinde durulur. Tevfik Fikret, Ahmet Haşim ve Nâzım Hikmet isimleri bu ünvanı en çok hak eden isimlerdir. Tevfik Fikret’in Türkçe şiire kat-
YeniYazılar
Yaz 2013 Dosya
tığı “modern” bakış açısı ya da Ahmet Haşim’in Fransız sembolizminden etkilenerek yazdıkları oldukça özgün olsa da, “eski” şiirden tam anlamıyla kopuşun Nâzım Hikmet tarafından gerçekleştirildiğini söylemek yerinde olacaktır. Bu sebeple diğer iki şairi modern şiirin gelişini müjdeleyen önemli adlar, Nâzım’ı ise Türkiye’de modern şiirin kurucusu kabul ediyoruz. Döneminin Rus fütüristlerinden etkilenerek ilk şiirlerini yazan Nâzım, o dönem için oldukça benzersiz, kimilerinin gözünü kamaştıran, kimilerinin sinirini bozan, ama her halükarda tokat niteliğinde olan bir şairdi. Türkçe şiir açısından ne kadar beklenmedik ve biricik olduğunu Cemal Süreya, Nâzım Hikmet üzerine yazdığı bir yazısında şöyle anlatıyor: “Nâzım Hikmet'in çıkışını kendinden önceki bir Türk şairine bağlamak oldukça güç. Oysa çağdaşı Necip Fazıl'a bir yerde Yunus Emre'yi, bir yerde de Süleyman Nazif'i kök olarak almak mümkündür. Hatta Necip Fazıl'ı Nef'iye bile götürebiliriz biraz zorlayarak. Nâzım Hikmet için söylesek söylesek Pir Sultan Abdal'ı söyleyeceğiz. Bu da çok zayıf, hatta belki de yanıltıcı olacak. Onun şiiri Türk sanatı içinde yeni bir öz girişimi getirirken yeni bir biçimi de sunuyor.“ Nâzım’ın beklenmedikliği ve “köksüzlüğü” bu şekilde izah ediliyor Cemal Süreya tarafından. Türkiye’de öncülünü bulmak zor olsa da, Nâzım’ın gökten inmediğini, Ekim Devrimi’nin etkisiyle tüm dünyaya yayılan coşkuya ve sanat alanında bu coşkunun yarattığı Avantgard arayışlara baktığımızda anlayabiliriz. Nâzım Hikmet şiirinin, bu dalganın Türkiye’ye sıçramasından ibaret olmadığını, ancak bu dalganın üzerinden yükseldiğini belirtelim. Yani, Nâzım’ın hem döneminin özelliklerini yansıtan bir şair olduğunu, hem de ciddi özgünlükler içerdiğini. Bu durumu belki de en iyi ifade eden isim, başka bir yazısında yine Cemal Süreya. Süreya, şairleri “Büyük Şairler” ve “Cins Şairler” olmak üzere ikiye ayırıyor ve bu kategorizasyonu şöyle açıklıyor:
Türkiye’de öncülünü bulmak zor olsa da, Nâzım’ın gökten inmediğini, Ekim Devrimi’nin etkisiyle tüm dünyaya yayılan coşkuya ve sanat alanında bu coşkunun yarattığı Avantgarde arayışlara baktığımızda anlayabiliriz. Nâzım Hikmet şiirinin, bu dalganın Türkiye’ye sıçramasından ibaret olmadığını, ancak bu dalganın üzerinden yükseldiğini belirtelim. “Büyük şair galiba, büyük kitlelerin duygularını veya onların isteklerini yansıtmış, büyük temalara yönelmiş kişidir. Cins şairler ise hayatı, dünyayı daha çok kendi imbiklerinden geçirmişlerdir.” (Süreya 2002: 203) Ayrıca büyük şair, klasiktir, antiktir: “Büyük sanatçı sadece kendi çağına değil, kendinden sonraki çağlara da tazeliğini yitirmemiş değerler taşıyan adamdır." (1) devam ediyor: “Sözgelimi Baudelaire benim için cins şairdir. Victor Hugo ise büyük şairdir.” Süreya kendisini “cins şair” olarak nitelerken diğer şairlerimizi de değerlendirir: “Abdülhak Hâmit büyük şairdir, Yahya Kemal hem cins, hem büyük şair. Nâzım Hikmet de öyle, hem cins, hem büyük şair.”
33
YeniYazılar
Yaz 2013 Dosya
Nâzım Hikmet’in Türkçe’de “kökü”nü bulmak güç olsa da, Nâzım’ın bir dönemin fütürist şairlerinin takipçisi olduğu tekrarlanan iddialardan biridir. Fütürizmin Nâzım şiirinde etkisi olduğu gerçekten de apaçık. Ancak Nâzım’ın “Makinalaşmak İstiyorum” gibi bir dizi şiiri dışında fütürist bir şiir yazdığını söylemeyiz. Bu noktada küçük bir itirazda bulunarak Nâzım’ın bir dönem fütürist şiirler yazdığını değil, fütürizmin biçimsel özelliklerini, olanaklarını kullandığı şiirler yazdığını söylemek yerinde olacaktır. Nâzım’ın bu etki altında yazdığı şiirlerine baktığımızda, korkunç bir şiir işçiliği gözümüze çarpıyor. Ünlü “Salkımsöğüt” şiiri, bu işçiliğin örneklerinden biri olarak gösterilebilir. Salkımsöğüt şiirinin barındırdığı ritim ve ses, her dizede yer alan sözcüklerin, sert ünsüzlerin ince ince hesaplandığını kanıtlar. Nâzım’ın dönemi için müthiş bir değişiklik olan bu şiirler, ona ilk okurlarını ve düşmanlarını kazandıracak, Türkçe şiiri de biraz art zamanlı da olsa geri dönülmez şekilde değiştirecektir. Vakıtları Yakalamaya Çalışan Şair Şairin hayatını dört ana döneme bölerek devam edelim. Nâzım’ın şiirini de biçimleyen bu dört dönemi 1922- 25 arası (SSCB’yi Ziyaret), 1925-38 arası (Büyük Şiirler Dönemi), 1938- 51 arası (Hapishane Dönemi) ve 1951- 63 arası (Sürgün Dönemi) olarak ayırabiliriz (2). Bu dönemlerden de anlayabileceğimiz gibi, Nâzım’ın şiirinde politik arayışı ve macerasının, bu arayışın getirdiği zorlukların rolü büyüktür. Bu zorluklara rağmen Nâzım’ın her döneminde kendi şiirini yenileme, geliştirme çabasında olduğunu görüyoruz. Nâzım Hikmet’in “dramatik şiir “ diye tanımlayabileceğimiz şiirlerden rubailere, epik şiirlerden gerçeküstücü öğelerin yoğun olduğu şiirlere kadar pek çok ürünü mevcut. Nâzım bu dört döneminin de ortak özelliğinin bir arayış olduğunu söyleyebiliriz. Nedir bu arayış? Nâzım Hikmet bütün ömrüne ve şiirlerine selam çaktığı o büyük şiiri “Samansarısı”nda şöyle diyor: “vakıtlarla yarışıyorum bir onlar öne geçiyor bir ben onlar öne geçince ufalan kırmızı ışıklarını görmez olacağım diye ödüm kopuyor ben öne geçtim mi ışıldakları gölgemi düşürüyor yola gölgem koşuyor önümde gölgemi yitireceğim diye de bir telâştır alıyor beni” Şüphesiz ontolojik anlamlandırmalara da hayli müsait olan bu dizeler (dergimizin yuvarlak masa bölümünün bu ayki konusunun bu şiir olduğunu hatırlatalım) Nâzım’ın çağını yakalama, çağının şiirini yazma ya da
Yerleşik olanla kavga etmek üzerine kurulu bir yolculuğun durakları sayılabilecek şiirleri ile çok zengin bir külliyat oluşmuştur Nâzım. Bu külliyatın bugün maalesef oldukça küçük bir bölümü okunmaktadır. Siyaseten bir yerlere değen şiirleri pek çok kesimin dilinde olsa da (artık buna sağ partileri bile ekleyebiliyoruz), “tüketilmesi”, estetik gramajı daha yüksek metinleri kısıtlı bir toplam tarafından okunmaktadır. 34
İsmet Özel’in deyimiyle “yazgısına yetişme” (3) çabasının yansıması olarak okunabilir. İşte bu özellik Nâzım Hikmet’i bizim için değerli, kimileri için ise “tatsız” hale getiriyor. Bu hoşnutsuzluğun gülünç örneklerinden birini görmek isteyenler, Mehmet Kaplan’ın Nâzım Hikmet’in “Makinalaşmak İstiyorum” şiiri üzerine yazdıklarına bakabilirler. Bu arayış ve zamanı yakalama çabası, Nâzım’ın zamanını değiştirme dönüştürme kavgasının da bir uzantısıdır. Başta Türkiye toprakları için fazla Avantgard sayılabilecek bir çıkış yaparak edebiyat dünyasına giren Nâzım, daha sonra bu çıkışı Türkiye toprağıyla ve insanıyla buluşturmak için folklorden ve farklı formlardan yararlanma yoluna gider. Böylelikle en önemli kurgu olarak gördüğü siyasete de katkı sağlamak çabasındadır. Bu şiirlerinde, folklorden yararlansa da, folklorik öğelere yaslanmayan onları dönüştüren bir şiir yazar. Bu çaba Nâzım’a zaman zaman oldukça vasat, hatta kötü şiirler yazdırsa da macerasının ayrılmaz bir parçasıdır. Aynı zamanda“Memleketimden İnsan Manzaları” gibi görkemli manzaralara açılan kapılardır. Yerleşik olanla kavga etmek üzerine kurulu bir yolculuğun durakları sayılabilecek şiirleri ile çok zengin bir külliyat oluşmuştur Nâzım. Bu külliyatın bugün maalesef oldukça küçük bir bölümü okunmaktadır. Siyaseten bir yerlere değen şiirleri pek çok kesimin dilinde olsa da (artık buna sağ partileri bile ekleyebiliyoruz), “tüketilmesi”, estetik gramajı daha yüksek metinleri kısıtlı bir toplam tarafından okunmaktadır. Nâzım Hikmet’in bir edebiyat pratikeri olarak macerasını şiirleri üzerinden incelemeye çalıştık. Çağını doğru okumayı başarmış, bu okumanın üzerine kendi şiirini kurmuş olan Nâzım’ın bugüne ne devrettiği sorusunu cevaplamaya çalışalım şimdi de. Önce Nâzım Hikmet’in duyarlılığını en iyi anlatan hikayelerden birini anımsayalım: Çocukken bir camı taş atarak kıran Nâzım’a camı niçin kırdığı sorulur. Nâzım “uçak yapmak için” cevabını verir. Nâzım Hikmet’in edebi pratiğinin de özetinin bu hikayedir. Bugünün edebiyat ortamı-
YeniYazılar
Yaz 2013 Dosya
nın özneleri, geçmişin kırıntılarından çorba yapmak derdindeyken, Nâzım Hikmet cam kırıklarından uçak yapmaya çalışmaktadır. “Şeyh Bedrettin Destanı”ndan “Bir Küvet Hikayesi”ne kadar uzanan bir arayış onu bugün hala adı anılan bir figür haline getirmiştir. Şiirin bugünün dünyasında yaratabileceği etki, Nâzım’ın döneminin yanından bile geçmese de, şiirin insan zihninin şekillenmesine etkisi, bir iletişim biçimi olarak gelişkinliği ve hayatiliği hala aynıdır. Fakat artık bir endüstri haline gelen kültür sanat ortamına Nâzım Hikmet kadar parlak bir isim dahi gelse, bilinirliğinin, okunurluğunun bir sınırı olacağı mutlaktır. Bugün “şiirimizin bir Nâzım’ı olması” bu sebeple imkansızdır. Ancak Nâzım Hikmet’i bu yazıda göstermeye çalıştığımız gibi bir inadın, arayışın ve cüretin simgesi olarak görüyorsak, inadı ve verili olanla kavga etme cüretini örgütlediğimiz takdirde Türkçe şiirin nitelikli imzalara sahip olması mümkün olacaktır. Bu sebeple bugün bir edebi pratiker olarak Nâzım Hikmet’i örnek almak, Nâzım şiirlerinden esinlenmek değildir. 50 yılın ardından bugünün sanat pratikerlerine kalan miras Nâzım’ın tavrıdır. Nâzım’ın ardından geçen 50 yıl geçmişin çorbasının tatsız olduğunu, ancak cam kırıklarından uçak yapılabileceğini göstermiştir. * İstanbul Ü. Dipnotlar (1) süreyalizm blogspot adresine Hakan Sipahi tarafından gönderilen “Cemal Süreya ile Şairlik Üzerine” yazısından alınmıştır. (2) Afşar Timuçin
(3) İsmet Özel- Jazz: (…)kendi kalbimle zamanım arasındaki sarkaç püskürtüyor beni dünyaya bırakıyorum zerreciklerime kadar emsin beni Atlantik ve Pasifik ve beş kıta koşmam gerek yetişmem gerek yazgıma(…) (4) Cemal Süreya Kaynakça - Bezirci Asım, Nâzım Hikmet, Yaşamı, Şairliği ve Sanatı, İstanbul, Evrensel Yayınları, 1996 - Duyan Efe, Nâzım Hikmet Şiirinde Karakter İnşası - Hikmet Nâzım, Kendi Sesinden Şiirleri, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2011 - Hikmet Nâzım, Son Şiirleri, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2002 - Hikmet Nâzım, Yeni Şiirler, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2002 - Kaplan Mehmet, Şiir Tahlilleri 2 Cumhuriyet Devri Türk Şiiri, İstanbul, Dergah Yayınları, 2005 - Süreya Cemal, Günübirlikler, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2005 - Süreya Cemal, Güvercin Curnatası, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1997 - Süreya Cemal, Şapkam Dolu Çiçekle, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2012 - Timuçin Afşar, Nâzım Hikmet Şiiri, İstanbul, İnsacıl Yayınları, 1996
35
YeniYazılar
Yaz 2013 Dosya
Nâzım Hikmet ve Tiyatro Ahmet Can PEHLİVAN* İçerik açısından metinlerin güncelliği kendini hala korumaktadır. Çünkü her oyunda hangi sosyal koşullarda olursa olsun, insan doğasındaki iyi-kötü, doğru-yanlış kavramlarının çatıştırıldığı; çıkar ilişkilerinin, hırsların, tutkuların insani değerleri nasıl yozlaştırdığı üzerinde durulmuştur. İnsanı tarihsel ve toplumsal koşullarıyla somut bir biçimde ele alır, sınıfsal durumu belirterek eylem ve akış içinde çağdaş diyalektik felsefe aracılığıyla saptar ve çözümler. Hayatı üzerine makaleler, dergiler ve kitaplar yayınlanan, filmler çekilen, şiirleri ezgilerle birleşip türkülere anlam katan Nâzım Hikmet’in oyun yazarlığı yönü pek bilinmemektedir. Genel olarak insanlarda oluşan düşünce ise Nâzım’ın şair yönünün yanında oyunlarının görünmez hale geldiğidir. Bu durumu bu şekilde değerlendirmek hayatının büyük bir kısmını tiyatro oyunu izlemeye ve yazmaya ayırmış bir insana haksızlık olur. Nâzım’ın oyun yazarlığını, şairliğiyle kıyaslamadan değerlendirmek daha sağlıklı olacaktır. Nâzım Hikmet’in yaşamına göz attığımızda oyun yazarlığını üç döneme ayırmak mümkün görünüyor. Birinci dönem yurt dışına ilk çıkışı ile başlıyor. Bu dönemin hazırlık aşaması olan önceki yılları özetlersek; Darülbedayi geleneği içinde izlediği ilk oyunlar, Kurtuluş Savaşı yıllarında ona Shakespeare’i sevdiren Othello Kamil, Bolu’daki öğretmenlik yıllarında köy ağzıyla kaleme aldığı diyaloglar, Batum’da kaldığı dönemde altı ay boyunca okuduğu Fransız vodvilleri Nâzım’ın kafasında oyun yazarlığı hakkında bir şeyler canlanmasına yol açıyor. Nâzım bu hazırlık evresinde ilk olarak Ocakbaşı adlı piyesi yazıyor fakat Kurtuluş Savaşı’na katılmak gerektiğini düşünüyor ve Darülbedayi’ye veremeden Anadolu’ya geçiyor. “Ocakbaşı’nda oyunun içerdiği yaşlılık ve ölüm korkusu temasına uygun olarak karanlık bir atmosfer yaratılmıştır. Olay, yaşlanmayı ve sona yaklaşmayı akla getiren bir sonbahar gününün akşamüstünde geçer. Olay geliştirilirken, oyun kişilerinin ruhsal gerçeklerinin açımlanmasına çalışılmış, dış aksiyon yanında iç aksiyona da yer verilmiştir. Oyunda ocak simgesel bir anlatım taşımaktadır. Bu bakımdan yazarın, çağdaşı olan öteki oyun yazarları gibi hem batı gerçekçi tiyatrosunun hem sembolizmin etkisi altında olduğu görülür”(1) Nâzım Hikmet , “Oyunlarım Üstüne” adlı yazısında, ilk oyunu olan Ocakbaşı’ndan sonra Bolu’da öğretmenlik yaptığı sıralarda Valâ Nurettin’le beraber Taş Yürek adlı bir oyunu yazdığını belirtmiştir. Taş Yürek adlı bu oyundan kısa bir alıntı verelim: “Köylü bir deli, köy ağasının odasına konuk oluyor. Konuşulanları dinliyor. Köylüler ağa için taş yürekli herif diyorlar. Deli, gece boğuyor ağayı, göğsünden taş yüreğini çıkarmak istiyor, ama bir şey bulamıyor. Tüh, diye haykırıyor, herifin yüreği yokmuş...”(2)
36
Genç yaşında ağalarla uğraşan Nâzım, 1921’de Batum’a geçer. Buradan sonra hayatı yeni bir döneme kapılarını aralar. Bunun adı Moskova’dır... “1922-1923 yılları kış aylarıydı. Vselod Meyerhold Tiyatrosu gösterilerinde ve Meyerhold Atölyesi öğrencileri çevresinde, uzun boylu, levent endam, kıvırcık sarı saçlı, mavi gözlü, pembe yanaklı, yakışıklı bir delikanlı görünmeye başladı.”(3) Nâzım artık Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde öğrenim görmekteydi. Burada Türk Tiyatro Topluluğu’nun çalışmalarına katılan Nâzım aynı zamanda Meyerhold Atölyesi’nde rejisörlük yapan Nikolay Eck ile dost olmuştu. Bu dostluk uzun soluklu bir dostluk olacaktı. Bu dönemde şiirleri kavramsal açıdan son derece özgün olan Nâzım büyük ilgi çekmişti. Moskova’daki sanatsal üretim, oradaki ortam Nâzım’a doğrudan temas etmişti. Göz kamaştıran Meyerhold ve Stanislavski yapıtları Nâzım’ı bu derya denize kolayca sürüklemişti. Nâzım “Oyunlarım Üstüne” adlı yazısında bunu net bir şekilde anlatıyordu :’’ Ben, Stanislavski’nin, Meyerhold’un, Vahtangof’un Tairof’un ellerinden taze çıkmış, dumanı üstünde buram buram hayat, devrim, güzellik, kahramanlık, iyilik, akıl, zekâ kokan oyunlar seyrettim. Ben 922’de MHAT’ta (4) “Ayaktakımı Arasında”yı (5), ben Meyerhold’ta “Traelkin’in Ölümü”nü (6), “Fırtına”yı (7) “Müfettiş”i (8), ben Kamerni’de “Fedra”yı (9), ben Vahtangof’ta “Turandot”u (10), seyretmiş adamım... Bütün bunları seyredersin de donmuş, hareketsiz sanat anlayışın altüst olmaz mı? Karşında birbirinden geniş ufuklar açılmaz mı? Halkın için, halklar için, insan için umutlu, aydınlık, ileriye, haklıya, doğruya, güzele, hürriyete, kardeşliğe çağıran eserler yazmak için yanıp tutuşmaz mısın? Benim de başıma aynı şey geldi.’’
YeniYazılar
Yaz 2013 Dosya
Eş zamanlı olarak Eck ile birlikte Türk dram çevresinde çalışmasını sürdüren Nâzım 1921-24 yılları arasında üniversitede Mustafa Suphi Olayı, Kabahat Kimde, Kapitalizmin Son Merhalesi Emperyalizm adlı oyunlarının yanısıra Ayın On Dördü adlı, yarım kalmış bir oyun yazmıştır. Nâzım bir makalede otuz sekiz yıl sonra adının ilk kez dramaturg olarak anıldığı tarihin 1924 ve “Pravda”da geçtiğini öğrenecek ve bu durum Nâzım’ı gerçekten sevindirecekti. Nâzım’ın ilk sahnelenen oyununda 1924’de Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilişlerini anlatılmıştı. Bundan önce ne Ocakbaşı ne Taş Yürek sahnelenmişti. Nâzım çok geçmeden yurda dönüyor ama bir yıl sonra tekrar Moskova’ya geliyor ve üç yıl Moskova’da kalıyor. Artık Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ni bitirmiş olan Nâzım, Rus sahnesi için yazmaya başlıyor . Eck ile birlikte genç bir oyuncular grubu oluşturarak “Metla” adında bir yergi tiyatrosunu kuruyorlar. Burada şunu ekleyelim: Nâzım tiyatro ve oyun yazarlığı felsefesini diyalektik bir temele ve sınıf çelişkileri üstüne oturtur. Oyun yazarlığının yanında sinema alanında çalışması, senaryo yazarlığı ve yönetmenlik tecrübeleri dram yazarlığının hızla gelişmesine katkıda bulunmuştur ve “organik-estetik” bileşimlere varması kolaylaşmıştır. İşte bu mihenk taşları Moskova yıllarının meyvesidir. METLA 19 Eylül 1926’da açıldı. Afişlerinde kızıl bir disk üzerine çizilmiş uzun saplı çalı süpürgesi kullanan oyuncular süpürgenin günlük hayatta gericiliği temsil eden kalıntıları süpüreceğine inanıyorlardı. Bu tiyatroda Nâzım Hikmet’in yazdığı Kirpiçiki, Kabahat Kimde, Her Şey Mal adlı tek perdelik oyunlar sahnelenmişti. Nâzım’ın oyunlarında Türk kukla tiyatrosundan, pantomimden, kabare tiyatrosundan motiflere yer verdiği, Mayakovski’nin sirkte sahnelenen oyunlarından, sirk ve bale gösterilerinden etkilendiği görülmüştür. Nâzım Hikmet’in oyun yazarlığı hem dönemin gerçekçi tiyatrosunun hem Sovyet modernizminin izinde gelişmiştir.
ters düştüğünü hesap edip, kurnazca bir plan hazırlarlar. Önce doktorun maddi sıkıntılarından dolayı çalışmalarını erteletmeyi, sonra da sözü geçen serumu yok etmeyi başarırlar. Bu nedenle doktorun verem hastası kızı ölecek, kendi ise hapse düşecektir. Nâzım oyunda, basının güçlü şirketlerle çıkar birliği içinde olduğunu, güvenlik güçlerinin orta sınıfın çıkarını koruduğunu,sanatçı ve aydın kesimin bu duruma kayıtsız kaldığını gösteren bir düzenleme yapıyor. Kafatası’ndaki yan olay dizisi Nâzım’ın istediği gibi seyirciyi dehşete düşürüyor. Bu doktorun hasta kızı ile onun kişiliksiz aşığı arasındaki ilişki... Doktorun kızı eski şair sevgilisinin tecavüzüne uğrar ve ölür. Doktorun bulduğu serum elinden zorla alınır ve kırılır. Doktor, şirketle yaptığı anlaşmaya aykırı olarak, araştırmalarını gizli gizli sürdürdüğü için suçlu bulunup hapse atılır. Hapisten çıkan doktor, sirkte halka teşhir edilir, ölür, morgda kafatası satılır. Nâzım Hikmet’in bir sonraki oyunu ‘Bir Ölü Evi’ yayınlandığı yıl Darülbedayi’de sahnelenmiştir. Bir Ölü Evi’nde varlıklı orta sınıf ailede yaşanan bir ölüm sonrası anlatılır. Ölen erkeğin karısı ve oğulları miras kavgasına düşerler. Oyunda para hırsının her şeyin üstünde olduğu görülür ve ailenin, çevresindeki insanların ölüm olayına nasıl duyarsızlaştığı görülür. Nâzım, cenaze töreninde bir toplum kesiti göstermiştir. Toplumun çeşitli kesimlerinin olduğu bu kesitte yer alan kişiler güldürücü özellikleriyle canlandırılmıştır. Yazarın amacı orta sınıfta gözlemlediği ahlak çöküntüsünü, bu çöküntüye neden olan para hırsını sergilemek, geleneklere saygı ve dindarlık gösterisi arkasına gizlenen aç gözlülüğü göstermektir. ‘Unutulan Adam’, Nâzım Hikmet’in Darülbedayi’de sahnelenen
Metla altı ay sonra kapandı. Sonrasında Nâzım yurda döndü ve onun için yeni bir dönem başladı.Yazarın İstanbul’da çoğu arkadaşı hapishanelerde işkence görmekteydi.Tam da bu dönemde Muhsin Ertuğrul Nâzım’dan bir piyes istedi. Bunun anlamı Kafatası piyesinin Darülbedayi’de sahnelenmesiydi. Bu piyesin önemi ise Nâzım’ın Rusya’da gelişen, olgunlaşan düşüncelerini ve oradan edindiği tiyatro anlayışını yansıtmasıydı. Bu piyeste, veremin serumunu bulmaya çalışan bir doktorun nasıl engellendiği anlatılır. Veremi iyileştirmek için bulunan mevcut kuruluşların patronları, yöneticileri bu buluşun kendilerinin çıkarlarına
Nâzım’ın oyunlarında Türk kukla tiyatrosundan, pantomimden, kabare tiyatrosundan motiflere yer verdiği, Mayakovski’nin sirkte sahnelenen oyunlarından, sirk ve bale gösterilerinden etkilendiği görülmüştür. Nâzım Hikmet’in oyun yazarlığı hem dönemin gerçekçi tiyatrosunun hem Sovyet modernizminin izinde gelişmiştir. 37
YeniYazılar
Yaz 2013 Dosya
üçüncü ve son oyunudur. Muhsin Ertuğrul’un 1935’te sahnelediği ve başrolünü oynadığı bu oyun çok beğenilmiştir. Ayrıca Nâzım 1935’te tutuklanmadan önce Muhsin Ertuğrul’un isteği üzerine, Selma Muhtar takma adıyla ‘Bu Bir Rüyadır’ adlı operet metnini yazmıştır. 1938’te hapse düştüğünde bu kez onu 13 yıl bekliyordu. ‘Yolcu’, ‘Sabahat’ , ‘Evler Yıkılınca’, ‘Allah Rahatlık Versin’, ‘İnsanlık Ölmedi Ya’, ‘Ferhad ile Şirin’, ‘Yusuf ile Menofis’ eserlerini bu dönemde yazdı. ‘İnsanlık Ölmedi Ya’, olay kurgusu bakımından aynı dönemde yazılan ‘Yolcu’, ‘Sabahat’ ve ‘Allah Rahatlık Versin’ adlı oyunlarıyla benzerlik göstermiştir. Nâzım bu oyunu Rusya’ya gittikten sonra Enayi adı altında yeniden yazarken konuyu olduğu gibi korumuş ancak kurgulamada kimi değişiklikler yapmıştır. ‘Ferhad ile Şirin’, ‘Yusuf ile Menofis’ Nâzım’ın en çok beğenilen ve en çok oynanan eserleri arasındadır. Türkiye hapishanelerinde on üç yıl yattıktan sonra dünya kamuoyunun baskısı ile özgürlüğüne kavuşmuştu. Fakat özgür bir Nâzım da gericilik için fazla tehlikeliydi. Öldürülmek tehdidi ile karşı karşıyaydı. Bir yıl sonra Türkiye’den kaçmak zorunda kaldı. Nâzım için bu, bir başka ve son döneme kapının aralanması anlamına geliyordu. Bu dönemin özelliği ise Nâzım’ın altın çağı olmasıydı. Her ne kadar sağlığı birçok kez buna engel olsa da bu ele avuca sığmaz insanı engeller yıldıramamıştı. Bu nedenle hemen üretmeye başladı. Geldiği ilk yıllarda “Türkiye öyküsünü”(11) yazıp bitirmiş ve Sinema Stüdyosu için bir başka oyun yazma hazırlığına girişmişti. Nâzım bu yıllarda hem dost sohbetlerinde hem eski belgelerde konu Moskova’ya geldiği ilk yıllardan açıldığında merakla ve heyecanla dinlerdi. Çünkü eski günler hep ilgisini çekmişti. Bu ilgi, biraz da eski günlerin aklında net kalmamasındandı.”Yine eski oyunları üzerine konuştuk. Onlardan bazılarının yazılış tarihlerini kesinliğe kavuşturmak istiyordum. -Bunu hiçbir zaman anımsamıyorum. - dedi ve ekledi - Benim için dün yoktur...”- (12) Yeni bir oyun tasarısı konusunda şunları söyledi bana: “Bu oyun, bir ölçüde, hapishaneden çıktığımda yazdığım -Enayi- adlı oyunumun öğelerinden biri üzerine kurulacak. Bir oyun içinde tek bir konu çizgisi bulunmasını isteyen oyun yazarlığı ilkesini bırakıyorum. Oyunumu, sonunda birleşen, birbirinden tümüyle bağımsız iki konu çizgisi üzerinde kuruyorum. Oyunun üç bölümünden her biri iki tablodan oluşuyor. Bunlardan birinde birinci konu çizgisine, ötekinde ise ikinci konu çizgisine ilişkin olaylar gelişiyor. Olay, ABD diktatörlüğüne uydu olan, ulusal sanayinin geliştirilmediği ve zanaatçiliğin çökmekte olduğu Çağdaş Türkiye ortamında gelişiyor. Komünist Partisi önderliğinde Türkiye halkının barış ve ulusal bağımsızlık savaşımını gösteriyorum. Kapitalist düzen koşullarında insanların karşılıklı ilişkilerini açımlayarak, en iyi, en dürüst bir insanın bile, eylemini tek başına yürütüyorsa, yok olup gideceğini (-Enayi-), tüm iyi niteliklerinin hiçbir işe yaramayacağını, bu nedenle diğer öncü insanlarla birlikte bir örgüt içinde birleşmesi gerektiğini gösteriyorum”. Nâzım bu oyunu yazmadı. Fakat iki yıl sonra Enayi’nin yeni bir varyantını yazdı.(13) Nâzım bu dönemde oyun yazmaya devam etti. Kimi eski oyunlarını revize etti kimilerini ise yeniden yazdı. Bu oyunlar birçok yerde sahnelendi. Oyunlarını birçok farklı tiyatro grubundan izledi. Kimilerinin rejilerini, dramaturgilerini çok beğendi. Örne-
38
Nâzım öncü ve epik tiyatro türlerinin buluşlarına ilgisiz kalmamış, dışavurumcu ve öncü tiyatro alanında denemeler yapmış fakat pek de başarılı olamamıştır. Özellikle çağdaş iki yazar olan Bertolt Brecht ve Nâzım arasında ilginç benzerlikler ve başkalıklar vardır. ğin Yusuf ile Menofis Nâzım Hikmet’in en çok beğenilen, en çok oynanan oyunlarından biri oldu. İlk kez 1956’da Rusça sahnelenen bu oyun Almancaya, Çekçeye çevrilerek bu ülkelerde de oynanmıştı. 1949’da yazdığı İnsanlık Ölmedi Ya adlı oyununu 1955’te Enayi adıyla yeniden yazdı. Yazar 1955’te Moskova’da İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu? adlı oyununu yazdı.1958’de İstasyon’u yazdı. İstasyon, yıllar önce yazdığı Yolcu adlı oyunun Sovyet yaşamına uyarlamasıydı. 1959 yılında yazılmış olan İnek ise hem gerçekçi, hem fantastik boyutları olan masalsı bir güldürüydü. Neşeli havası, şirin tipleri, kıvrak diyalog düzeni, en çok da absürd sınırlarını zorlayan durumları bu oyunun Nâzım Hikmet Tiyatrosunda kendine özgü bir yeri vardı. Bundan sonra Demokles’in kılıcı, Tartüf-59, Yalancı Tanık ve son olarak Kör Padişah eserlerini yazdı. Genel olarak bu üç dönemi böyle inceleyebiliriz. Böyle tarihsel dönem ayrımına gitmenin, Nâzım’ın oyun yazarlığı hayatında kimi tarihsel dönüm noktaların olması ve bu dönemlerin Nâzım açısından yeni kanalları, yeni ufukları açmasındandır. Yazının sonuna gelirken biraz daha bu dönemlere bütünsel bakalım. Nâzım metinleri onun toplumcu gerçekçiliğini bugün de sürdüren Komünist dünya görüşünü perçinlerken bir yandan da insana dair olanı incelemişti. İçerik açısından metinlerin güncelliği kendini hala korumaktadır. Çünkü her oyunda hangi sosyal koşullarda olursa olsun, insan doğasındaki iyi-kötü, doğru-yanlış kavramlarının çatıştırıldığı; çıkar ilişkilerinin, hırsların, tutkuların insani değerleri nasıl yozlaştırdığı üzerinde durulmuştur. İnsanı tarihsel ve toplumsal koşullarıyla somut bir biçimde ele alır, sınıfsal durumu belirterek eylem ve akış içinde çağdaş diyalektik felsefe aracılığıyla saptar ve çözümler. Bunun yanında biraz önce de söylediğim gibi, Nâzım Hikmet gerek şiirlerinde gerek oyunlarında insanları çelişkileriyle derinlemesine, samimi bir şekilde vermiştir. Ancak bazı metinlerinde bunu başaramamıştır. Örneğin; “Yolcu” oyununda bir aşk üçgeni içinde yaşanan olayları görürüz. Oyun, genel olarak bir düş imgesi içinde geçmesine rağmen, sahneye Marx’ın ve Lenin’in gelmesi yazarın kendi imgesinde tutarlı olsa da biçim ve samimiyet olarak oyunu zora sokar. Bu bağlamda; yazar bu coğrafyadaki bu kültürdeki bireyleri oluştururken daha başarılı ve içtenlikle aktarmıştır. Fakat farklı kültürden insanları konuşturmaya başladığımızda bu içten ve sıcak büyünün bozulduğunu görüyoruz. Nâzım öncü ve epik tiyatro türlerinin buluşlarına ilgisiz kalmamış, dışavurumcu ve öncü tiyatro alanında denemeler yapmış fakat pek de başarılı olamamıştır. Bertolt Brecht ve Nâzım arasında ilginç benzerlikler ve başkalıklar vardır. Her iki yazar da aynı dünya görüşünden hareket ederek sanat olgusu içinde kendi sanatçı
YeniYazılar
Yaz 2013 Dosya
kişiliklerini dışsallaştırmışlardır. Ne var ki toplumsal ve kültürel ortam bakımından Nâzım’dan daha şanslı olan Brecht, çağdaş tiyatroda kendi adıyla anılan bir ekol olmayı ve bunu geliştirmeyi başarmıştır.Nâzım Hikmet ise özde Brecht’ten geri kalmamakla birlikte, biçim konusunda zamanını dramatik tiyatronun olanaklarını geliştirmek ve değiştirmekle harcamıştır. Nâzım Hikmet’in oyunlarında genel olarak bakış açısı insandan yola çıkarak biçimlenir. Pek çok oyunda toplumsal düzeyde yaptığı yanlışı yoğun bir yabancılaşma süreci yaşadıktan sonra düzelten insanı görürüz. Yalnızlaşma eylemi yoluyla birçok oyun kişisi psikolojik derinlik kazanır. Nâzım’ın insanı insan yapan değerlere bağlı olduğunu ve incelediği her toplumsal sistemde aynı değerleri aradığını aratmaya çalıştığını söyleyebiliriz. İnsana ve topluma dair tüm eleştirilerinde tepeden bakan bir tavrın izi yoktur. Bu nedenle de Nâzım Hikmet Tiyatrosu’nu genel tanımlar içine sığdırmak olanaksızdır. Nâzım oyunlarını bugün de güçlü kılan onun umutlu, sevecen, ele avuca sığmazlığıdır. * Ege Ü. Tiyatro Topluluğu Dipnotlar (1)Kabacalı, Alpay; 100.Doğum Yılında Nâzım Hikmet’e Armağan; T.C Kültür Bakanlığı Yayınları; Birinci Basım 2002; s.389 (2)Hikmet, Nâzım ; Oyunlarım Üstüne ; Nisan-Haziran 1962 , Moskova (3)Fevralski, Aleksandr ; Nâzım’dan Anılar; Türkçesi Ataol Behramoğlu ;
Cem Yayınevi ; İstanbul 1979 ; S.9 (4)MHAT-Rusça ; Moskovski Hudojesvenni Akademiçeski Tentr(Moskova Sanat Tiyatrosu) (5) “Ayaktakımı Arasında”- Maksim Gorki Piyesi (6) “Tarelkin’in Ölümü” - Rus yazarı Suhovo - Kobilin’in piyesi. 1922’de Meyerhold sahneye koymuştur. (7) “Fırtına” - Rus Dramyazarı A. Ostrovski’nin piyesi. (8) “Müfettiş” - Gogol’ün piyesi. (9) “Fedra” - Fransız yazarı Rasin’in piyesi. (10) “Turandot” - “Prenses Turandot”, İtalyan yazarı Karlo Gotsi’nin eseri. (11)”Fatma, Ali ve Başkaları” ; Bulgaristan’da yayınlanan “Bütün Eserler” ; 6.cilt (12) A.g.e. ; S.47 (13) A.g.e. ; S.17
Kaynakça - Fevralski, Aleksandr ; Nâzım’dan Anılar; Türkçesi Ataol Behramoğlu; Cem Yayınevi ; İstanbul 1979 - Hikmet, Nâzım ; Oyunlarım Üstüne ; Nisan-Haziran 1962 , Moskova - Kabacalı, Alpay; 100.Doğum Yılında Nâzım Hikmet’e Armağan; T.C Kültür Bakanlığı Yayınları; Birinci Basım 2002
39
YeniYazılar
Yaz 2013 Dosya
Kaç Nâzım Var? Onur Kerem TEVER* Şair Nâzım Hikmet, komünist Nâzım Hikmet, baba Nâzım Hikmet… Nâzım’ın siyasal pozisyonunu ve toplumsal iddiasını göğüsten karşıya alanların dahi bahsedilen zaman aralığında bir noktadan Nâzım ile bir bağ kurmaya, bir yerden onun birikimini sahiplenmeye çalıştığı görülüyor. Bu durumu Türkiye’de siyasal toplumsal ağırlık taşıyan kişilerin bir anda Nâzım’a sempati beslemeye başladıkları gibi bir tezle açıklamak mantıksız. Toplumsal olgular ve koşullar birbirleri ile kurdukları ilişkiler içerisinde bir bütün ifade ederler. Tekil olgular ve yapılar bahsedilen bütün tarafından belirlenir, bütünün içerisinde anlam kazanırlar. Bu yüzden toplumsal olguların her ilişkiden yalıtılmış, tekil incelenmeleri yardımıyla bir bütünsellik yaratmak imkânsız olduğu gibi; bu tarz bir inceleme ele alınan parçanın da anlaşılmasını imkânsız kılar. Daha öteye, parçadan yola çıkıp bütünü kavrama arayışı; farklı parçaların, farklı arayışlarla incelenmesi sonucunda birbiriyle tutarsız onlarca bütün tahlili vererek, incelen konunun bilimsel kıstaslardan uzaklaşmasına sebebiyet verecektir. Tüm anlatılanlara rağmen, analizlerini parçadan bütüne doğru kurgulayan düşünüşler mevcuttur. Burada ifade etmek gerekir ki, sınıflı toplum şartlarında tüm toplumun mantık yoluyla ulaşabileceği bir toplum çıkarı yoktur. Sınıflı toplumlar iki temel sınıftan oluşurlar ve bu sınıfların çıkarları uzlaşmaz bir çelişki oluştururlar. Egemen sınıflar toplumun bütününü ideolojik ve siyasal olarak belirleme yetisine sahiptirler. Bu yüzdendir ki bugünün egemen sınıfı olan burjuvazi, kendi iktidarının devamlılığını sağlayabilmek için, bütünlük algısını yadsımaktadır. Onun iktidarını alaşağı edebilmek, farklı bir toplumsal kurgu ile mümkündür ve bu kurgu yine toplumsal bütünlüğün içerisinden çıkacaktır. Bütünlük algısı olmadan ise tarihsel olarak değeri ölçülemeyen bir veriler ve bilgiler yığınının yanısıra; dönemsel olarak yan yana gelmekten öteye bir perspektif üretemeyen, bir iktidar alternatifi olmanın çok uzağında, kendi yerelliklerine tecrit edilmiş insan öbekleri vardır. Böylesi bir girişin bir Nâzım yazısı için sıradışı kaldığını kabul etmek gerekir; fakat her konuşmasında komünistlere hakaret etmeyi kendisine görev bilenlerin bile Nâzım’ı ve onun üretimlerini kendi siyasal amaçları doğrultusunda kullandıkları bir dönemde, Nâzım tartışmalarında da bütünlük kurgusunu tekrardan vurgulamanın bir anlamı var. Şu gün medyada çıkanları birkaç yıllık perspektifte inceleyecek birisi, birbirleriyle tamamen ilişkisiz ya da iletişimleri asgari düzeyde olan, onlarca Nâzım Hikmet profili ile karşılaşacaktır: şair Nâzım Hikmet, komünist Nâzım Hikmet, baba Nâzım Hikmet… Nâzım’ın siyasal pozisyonunu ve toplumsal iddiasını göğüsten karşıya alanların dahi bahsedilen zaman aralığında bir noktadan Nâzım ile bir bağ kurmaya, bir yerden onun birikimini sahiplenmeye çalıştığı görülüyor. Bu durumu Türkiye’de siyasal toplumsal ağırlık taşıyan
40
kişilerin bir anda Nâzım’a sempati beslemeye başladıkları gibi bir tezle açıklamak mantıksız. Bir kişinin kimlik özellikleri, doğuştan sahip olunan yetenekleri ifade etmez. Kimlik, kişinin toplumsal alanla iletişim kurmasıyla, toplumsal alanın belirleniminde gelişir. Bu yüzden bir kişinin karakterinde belirleyici olan, kişinin toplumla bağını kurduğu alandır. Nâzım Hikmet, her şeyden önce iddialı birisidir. Nâzım’ın hayatının merkezinde kendi ülkesinde işçi sınıfının iktidarını kurma arayışı yatmaktadır ve bu arayış onun hayatındaki diğer tüm alanlar üzerinde bir etki sahibidir. Nâzım bir babadır, ama oğlunu partisine emanet edebilecek kadar mücadelesine güvenen bir baba. Nâzım bir kocadır; ama karısını, ülkesinden ve partisinden ayrıksı bir yerde kodlamayan bir koca. Taşıdığı toplumsal iddia ile Nâzım, eklektik bir toplama işlemi değil, bir karakter olarak bütünlük ifade eder. Toplum nezdinde Nâzımı değerli kılan taşıdığı iddiadır. İddiası onun üretimini toplumsal kılar, iddiasıyla çıkışı gösterir ve iddiası onu Türkiye’de modern şiirin temellerini oluşturacak olan arayışlara sürükler. Ama aynı zamanda iddiası Nâzım’ı pazarlanamaz kılar. Bütünsellik ifade eden bir pozisyon; toplumsal alanda bir sınıfa, belirli ideolojik kodlara denk düşer. Bu özelliği dolayısıyla toplumun
YeniYazılar
Yaz 2013 Dosya
içerisinde var olan diğer gelecek kurgularıyla; ister kitleler içerisinde dağınık, isterse merkezi bir yapı tarafından yeniden üretilen diğer ideolojik kodlarla çatışır. Durduğu pozisyon böylesine net, böylesine somut olan bir şey, her toplama uyacak şekilde kırpılamaz. Kapitalist sistem var olan bütün alanları sermaye birikim mekanizmalarına bağlamaya çalışır. Bir şekilde sermaye birikimi sağlamayan hiçbir şey kapitalizm nezdinde “değer” ifade etmez. Nâzım’ın üretimlerinin ve yaşantısının ifade ettiği bütün ile böyle bir eksene oturtulamayacağını açıkladık. Öyleyse Nâzım Hikmet’in ifade ettiği pozisyonun bütünü kapitalizm açısından işlevsizdir. Öte yandan iddiasından ve dolayısıyla hem tüm yönleriyle ifade ettiği bütünlükten, hem de toplumsal değerinden arındırılmış, parçalı kılınmış bir Nâzım figürü ticaridir. Devrimci Nâzım değil ama; hasret çeken sevgili olarak, dünyanın tam da nasıl işlediğini anlamamış romantik muhalif olarak kurgulanan Nâzım Hikmet hem her konjonktüre hem de her kitleye uyum sağlayabilir. İşte sevgililer gününde Yapı Kredi Yayınları tarafından astronomik bir fiyatla satışa çıkartılan Nâzım-Piraye mektuplaşmaları, Nâzım’ın tüm eserlerinin telif haklarının bahsedilen yayın evine sahip olan bankanın elinde olması tam olarak da bu arayışın bir ürünüdür. Hayatını kapitalizmin karşısında insanca bir seçeneği var etme mücadelesi ekseninde kuran Nâzım’ın eserlerinin, Türkiye’nin en büyük sermaye kuruluşlarının birinin bankasının elinde olmasının ifade ettiği ironi bir yana, böylesi bir kurguyla Nâzım’ın ifade ettiği bütünlüğün geniş kitleler tarafından anlaşılması imkansızdır. Nâzım’ın piyasanın işleyişine entegre edilmesi arayışı, Türkiye burjuvazisindeki artan Nâzım eğilimlerinin bir kısmını açıklasa da; bütünüyle egemen siyasetin Nâzım’ı kendi hedefleri doğrultusunda kullanma arayışlarını açıklamaz.
Devrimciler, Türkiye toplumunun her zaman vicdanı olmuşlardır. Bunun yanında, dünyanın başka her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de; devrimciler tarihsel ilerleme düşüncesinin, eşitlik, özgürlük, kardeşlik sloganlarının mirasçısıdırlar. Burjuva siyaseti ise kendi hamlelerini halkın gözünde meşru kılabilmek için, tarihsel ilerlemenin temsilcilerini kendi yanındaymış gibi göstermek durumundadır. Türkiye’nin sosyalist sol ile tanışmasında ve sosyalist dinamiğin yaygınlaşmasında imzası çok açık olan Nâzım Hikmet’in sosyalistler adına taşıdı temsil değeri barizdir.Türkiye’nin burjuva siyasetçileri Nâzım’ın ifade ettiği sembolizmi kendi karanlık projelerini kitle nezdinde kabul edilir kılmak için kullanmakta, kirletmektedirler. Bu yüzden egemen siyasetçilerin hepsi Nâzım’ı sahiplenmek konusunda birbirleriyle yarışmaktadır. Bunun için ideolojik kodları içerisinde gericiliği açık seçik bir biçimde taşıyan AKP’nin başbakanı bile Nâzım’dan alıntı yapıp “aydınlık” Türkiye’yi kurmaktan bahsetmektedir. Nâzım’ın temsil ettiği bütünlüğü taşıyabilecek olanlar; Nâzım’ın mücadelesine omuz veren, o kavgayı büyütenlerdir. O, yeni bir Türkiye’yi kurma iradesini taşıyan; aydınlıktan, bağımsızlıktan yana bizlerin geleneği içerisindedir. Onun mücadelesi, onun üretimi bizim mirasımızdır. Anısı var olduğumuz her yerde, adımımızı attığımız her sokakta aramızdadır. Bizim Nâzım’ı sermayeye ve onun temsilcilerine testlim etmeye niyetimiz yok ama; gerici çeteciler, savaş çığırtkanları, yağmacı tüccarlar her zaman Nâzım’a muhtaç olacaklar. Çünkü ikna etmiyor kimseyi onların karanlığı, çünkü muhtaçlar ardına gizlenebilecekleri dürüst, temiz insanlara, çünkü tarihen miadı dolmuş bir düzeni temsil ediyorlar; yenilecekler ve yenilmeliler mutlaka. * Boğaziçi Ü. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü
41
YeniYazılar
Yaz 2013 Dosya
BENİM SISKA, CILIZ, ZAVALI ÇOCUĞUM;
BÜYÜK KAVGAM ORHAN SELİM Çağla ÜREN* Geçimini sağlayabilmek için Akşam gazetesinde Orhan Selim adıyla fıkralar yazmaya başladı. Siyasi olmaması şartıyla köşe yazıları yazması isteniyordu ama bir devrim şairini kavgasından ve halkından ayırmak mümkün olmuyordu..
1935 yılının başlarıydı. II. Dünya Savaşı öncesi sağcı ve solcu yazarlar arasındaki gerginlik son raddeye varmış, dergi ve gazetelerde süren tartışmaların şiddeti iyice artmıştı. Sağcı olanlar, solcu yazarları okurlarının gözünde küçültmek, takma isim kullananları ifşa ederek işlerinden olmalarını sağlamak ve yazmalarını engellemek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Hele hedeflerindeki yazarlardan bir tanesi vardı ki.. Akşam gazetesinde boyuna tehlikeli yazılar, fıkralar yazıyor ve sağa doğru tehlike rüzgarları estiriyordu. Öyle ki Peyami Safa, Yusuf Ziya ve Orhan Seyfi gibi “eski dostlar” bile tam anlamıyla “Akbaba” kesilmiş, yazara durmaksızın saldırıyorlardı. Peki, kimdi bu “tehlikeli” adam? “Orhan Selim adındaki adam iki aydan beri Akşam gazetesinde temiz Türkçe denemeleri yapan ‘teknik bir yazı işçisinden’ başka bir nesne değildir. Bu bakımdan o, ikinci ayına yeni basan bir teknik yazıcıdır. Ancak gören iki gözü ve duyan iki kulağı vardır. Bunun için, hacıyağı kokulu, kara çember sakallarını tıraş ettirip yeşil sarıklarını kelebek biçimi kravat diye kullanarak göz boyayanların, tecvitli seslerinde bir ‘Baba Tahir’ kurnazlığıyla, Orhan Selim’in omuzu üstünden ne yana çatmak istediklerini anlar.” (1) Yukarıdaki alıntı, Orhan Selim adındaki bu yazarın ta kendisine yani Nâzım Hikmet’e ait. O sıralarda Bursa hapishanesinden yeni çıkmıştı şair. Efsane şiirleri olan saat 21–22 şiirlerini yazdığı, o çok sevdiği Piraye Altınoğluyla evlenmiş ve Pirayenin ilk eşinden olan iki çocuğu dahil dört kişilik bir ailenin sorumluluğunu üstlenmişti. Geçimini sağlayabilmek için Akşam gazetesinde Orhan Selim adıyla fıkralar yazmaya başladı. Siyasi olmaması şartıyla köşe yazıları yazması isteniyordu ama bir devrim şairini kavgasından ve halkından ayırmak mümkün olmuyordu. Bir gün turizm işlerine dair kanun lahiyası çıkarılmasını eleştirirken(2) bir gün Sarıgüzel halkına su sağlamak için halktan 100 lira istenmesini eleştiriyordu(3). Fenerbahçe-Galatasaray maçından girip demokrasiden, söz söyleme hürriyetinden çıkıyor(4) yahut makineden, giyotinden başlayıp Hegel diyalektiğinden devam ediyordu(5). Bu yüzdendir ki görece ileriyi gösterebilen Akbabacılar bile onu bir tehlike olarak görüyor ve yazılarına saldırmadan edemiyorlardı. Avrupa’da ve özellikle Almanya’daki sağa kaymanın Türkiye’de de etkileri görülmeye başladıkça basın dünyasındaki sağcı yazarların saldırganlıkları daha da artıyordu. Nâzım Hikmet’in Türk şiirine getirdiği yenilikleri büyük ölçüde kabul ettirmiş olması ve şiirlerinin okul kitaplarına girmesi bu yazarları alarma geçiriyor, onlar da Nâzım Hikmet’in şiirin kurallarını anlayamadığını, değersiz, boş bir insan olduğunu ve gençlerin onun arkasından gitmeyi reddettiğini iddia ediyorlardı. Örneğin, “Orhan Selim, diğer ismiyle Nâzım Hikmet, bu yakınlarda İstanbul’da kapitalizmi müdafaa eden filmler gösterilmeye başlanmasına
42
şaşıyor. Buna şaşıyor da kendisinin kapitalistlerin gazetesinde, kapitalizm aleyhine yazdığı fıkralardan aldığı para ile geçinmesine şaşmıyor mu?” (6) diyordu Akbabacılar. Amaçlarının komünist bir şairin takma isimlerle yazılar yazarak alttan alta komünizm propagandası yaptığını duyurup gazetenin patronunu harekete geçirmek ve onu işinden ederek yazı yazmasını engellemek olduğu çok açıktı. Orhan Selim, yapılan bu kara propagandaya cevaben 5 Ocak tarihli Akşam gazetesinde “İt Ürür Kervan Yürür” başlıklı bir yazı yazdı. Tarihin bir bakıma, yürüyen kervanlarla ürüyen itlerin süregelen dövüşünden ibaret olduğunu ve bu yüzden atasözünün gücünü bugün hala koruduğunu anlattığı yazı şöyle bitiyordu: “İt ürür kervan yürür. Bu bir ateşli türküdür ki, her inanan, her inandığı için dövüşen adamın dilinde dolaşır durur. Her devrimin ilk bağartırları kavgaya atılırken bu sözü haykırmışlardır.”(7) Yankılar gecikmedi. Altı gün sonra ise Nâzım Hikmet’in Orhan Selim’e yazdığı bir mektup yayınlanıyordu gazetede. “Sen iki aylık acemi, toy bir yazıcısın. Bu acemiliğine, bu toyluğuna bakmadan, karanlıklardan ders almış, ‘medrese mantığıyla’ pişkin eski kurtlarla nasıl kalem yarıştırabilirsin? “Bak, işte yine senin kaleminin ucunda benim yüreğimin takılı olduğunu ileri sürerek, kendilerinin, kılına bile dokunulmaz korkunç aslanlar olduklarını söyleyerek, ‘usta hırsız ev sahibini bastırır’ kafasıyla, seni jurnalcı, ‘zebunkeş’ diye adlandırarak korkutmak, sözüm ona, utandırmak istiyorlar. Aldırma, oğlum, Orhan Selim! Kavgayı uzatmakla güttükleri iki yol var: Birisi provokasyon yaparak seni ekmek parasından etmek; ötekisi tirajlarını yükseltmek. Böyle bir kapana düşme, yavrucuğum! “Onlar isterlerse söylensinler daha, sen kavgayı burada bitir. Yoksa, yazdığın, beğendiğin o atalar sözünü anlamamış olursun.”(8) diyordu Nâzım mektubunda. “Benim sıska, Benim cılız, Ve üstüne üstlük Bir yudumluk soluğuna bakmadan Şişirilmiş davulların arasında Türkü söylemeye kalkan Benim sersem çocuğum Orhan Selim!” Fakat şişirilmiş davullar, tamtamcılığından geri kalmıyordu. Sadece yayın organlarında değil, basında görev alan üyelerin bir araya geldiği yemeklerde ve kahvelerde, orada bulunan gençlere yabancı dillerden ve gazetelerden kesitler aktararak gösteriş yaptıkları yetmiyor, aşırı milliyetçi ideolojilerin artık bütün Avrupa’yı sardığı ve toplumcu gerçekçi akımları kimsenin ciddiye almadığı konusunda onları ikna etmeye çalışıyorlardı. Bu üstatlardan biri olan “eski dost” Peyami Safa’nın bir akşam “Artık Nâzım okunmuyor, yazıları bakkal ağzı, sütçü narası gibi sözlerle dolu!”(9) demesi üzerine ortamda çok sert bir tartışma başlamıştı. Entelektüel sağcılar, genç gazeteciler üzerinde bu şekilde baskı kurmaya çabalıyorlardı. Bu da solcu yazarları büyük ölçüde tedirgin ediyordu. Bunun üzerine Orhan Selim 7 Haziran sabahında, Akşam’daki köşesine, “Entelektüel” diye bir başlık attı. Bu küçüklüğünden ve kısırlığından mustarip adamların bir gün hatırlanmamak üzere gömüleceğini fakat en korktukları şeyin de kendini hatırlatamamak,
YeniYazılar
Yaz 2013 Dosya
kendini gösterememek, unutulmak olduğunu anlattığı yazısında şöyle devam ediyordu Nâzım: “Her küçük, yarım, taslak entelektüel kendisini dünyanın mihveri sanır.(...) Entelektüellerin çoğu, bir bakıma, gramofon plakları gibidirler. İçlerine neyi doldurmuşlarsa onu çalarlar. Yalnız, bunların arasında bir cinsi de vardır ki, öyle doldurulduğu için öyle çaldığını değil, öyle dilediği için o çeşit ses çıkardığını sanır. Bunlar, yağmurun bir yığın sebepler sonunda yağdığını değil, yağmak istediği için yağdığını söyleyen putatapıcılardan ayırtsızdırlar.”(10) Tartışmalar gittikçe şiddetleniyordu. Sağcı yazarlar Nâzım’ın cevap veremeyeceğini bildikleri için karalama politikalarını dergilerine taşımış açıktan açığa devam ettiriyorlardı. Fakat Orhan Selim gericiliğe karşı mücadelenin sembolü haline gelmişti artık. Okuyuculardan üstüste mektuplar yağıyor, kimileri girdikleri tartışmaları ve Orhan Selim’i nasıl savunduklarını anlatıyor kimileri ise şahit oldukları haksızlık ve yolsuzlukları sayıyor, Nâzım’dan gazetede bunları yazmasını istiyorlardı. Ancak bilindiği üzere, başı beladan kurtulmuyordu şairin. Sürekli tehditler alıyor ve baskı görüyordu. 1936 yılının sonlarında ise tekrar hapishane yolları gözükecekti... Taksim’de tiyatrocu ve yazarların buluşmak için sık sık uğradıkları bir kahve vardı. 30 Aralık günü Nâzım da bir buluşma için gitmişti kahveye. Beklediği kişiler gelmeyince gazetesini de alarak dışarı çıkmış yürüyordu ki üç sivil polis, yanına gelerek kendisini götürmek için emir aldıklarını söylediler. Bu kez de “bildiri dağıtmak suçundan” tutuklanıyordu Nâzım ve burada sonlanıyordu Orhan Selim’in gazetecilik hayatı. Veda ediyordu şair Orhan Selim’e ve ayrılıyordu yolları. “Benim sıska, Benim cılız, Benim zavallı çocuğum Orhan Selim! Sen benim, Ne kolum, ne kafamsın; Sen benim, Bir kurşun balyası gibi, Sıska sırtına bindiğim Ve alnının teriyle geçindiğim İlk ve son adamsın!”
rin deyişiyle “bir devrim yapan her ülkede yürüyen kervanların ardından bakakalanlar” hacı yağı kokan sakallarını karanlıkta sıvazlayarak boyuna saldırıyorlardı Orhan Selim’e. Çünkü Orhan Selim’di, yazıları kendi ülkesinde Türkçesiyle yasakken Nâzım’ın verdiği kavganın adı. Kötünün kötüsü yazması gerekti, yazdı. O, şairi halkına ulaştıran bir ulaktı ve üstelik hiç takılmadı ayağı. En önemlisi de hiçbir zaman ihanet etmedi ne kavgasına ne sevdasına ne de Nâzım’a.. Ne diyordu şair ona yazdığı şiirinde: “Yalnız unutma bir şeyi!.. Yorulur da ayağın kayarsa eğer Seni herkesten önce ben taşlarım! Fakat bugün Sende beni sattığını gösteren Bir tek satır bulanın Alnını karışlarım!....” * Boğaziçi Ü. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü Dipnotlar: (1) Fuat Memet, Nâzım Hikmet Yaşamı, Ruhsal Yapısı, Davaları, Dünya görüşü, Şiirinin Gelişmeleri, Adam Yayınları (2) Hikmet Nâzım, “Kanun ve Turizm”, Yazılar 4, Adam Yayınları (3) Hikmet Nâzım, “Sarıgüzel ve Su”, Yazılar 4, Adam Yayınları (4) Hikmet Nâzım, “Bir Maç Seyrettim”, Yazılar 4, Adam Yayınları (5) Hikmet Nâzım, Yazılar 4, Adam Yayınları (6) Fuat Memet, Nâzım Hikmet Yaşamı, Ruhsal Yapısı, Davaları, Dünya görüşü, Şiirinin Gelişmeleri, Adam Yayınları (7) Hikmet Nâzım, Yazılar 3, Adam Yayınları (8) Fuat Memet, Nâzım Hikmet Yaşamı, Ruhsal Yapısı, Davaları, Dünya görüşü, Şiirinin Gelişmeleri, Adam Yayınları (9) Fuat Memet, Nâzım Hikmet Yaşamı, Ruhsal Yapısı, Davaları, Dünya görüşü, Şiirinin Gelişmeleri, Adam Yayınları (10) Fuat Memet, Nâzım Hikmet Yaşamı, Ruhsal Yapısı, Davaları, Dünya görüşü, Şiirinin Gelişmeleri, Adam Yayınları (11) Hikmet Nâzım, “Ölüler Dünyasının Sınıfları”, Yazılar 4, Adam Yayınları (12) Hikmet Nâzım, “16 Yaşındaki Kelepçeli Çocuk”, Yazılar 4, Adam Yayınları
Hep merak etmişimdir Orhan Selim, tam anlamıyla Nâzım Hikmet olabilmiş miydi? Yahut Nâzım, sadece Orhan Selim olmak istemiş miydi hiç? Örneğin, “Ben bir insan, tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret” derken Orhan mıydı yoksa Nâzım mıydı şair? Her ikisi de.. Orhan Selim, sıska, zayıf, zavallı çocuğuydu onun. Alnının teriyle geçindiği ilk ve son adamdı. “Hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı ne mutlu bana” diyen Orhan’dı örneğin. “Ölüler dünyasının sınıfları”nı ararken(11), soyguncu belediyelerin neden hala cennette bir köşk, üç huri, iki de gılmanı temin etmediğini sorarken(12) Orhan Selim’di. 16 yaşında fakir bir çocuk 5 lirası olmadığı için ağlayarak hapse atılıyorken, hukuk formaliteleri suçluları aklamak için sınırsız hizmet veriyorken “Ya tezkip ya tasdik” diye haykıran da oydu. “Tehlikeli vadilerde yüzüyorsun” diyerek kaşlarını çatanlar yahut şai-
43
YeniYazılar
Yaz 2013 Dosya
RESİMLİ AY’IN PEŞİNDE Mustafa ÖCALAN* Üstelik henüz sadece 27-28 yaşındadır. Putları yıkmaya kalkışmıştır. Zaten bu yüzden İlhami Bekir Tez, Açın Ölümü şiirini “bugünün tek sanatkarı” ön notunu düşerek Nâzım Hikmet’e adayacaktır. Zaten putları yıkmak, genç ya da genç kalabilenlerin işi değil midir? Bir arkadaşınla Kadıköy’de dolaşmaktasındır. İstanbul’un güçlü sahaflarının birinin önünden geçersin tesadüfen. Güvenle kapıyı açarsın, içeri girersin. Yığınla kitabın arasından zar zor ilerleyebiliyorsun zaten. Ancak bu zorluk çok büyük bir gurur da barındırıyor arkaya doğru. Çünkü arkanda seni takip eden bir dostun var. Muhtemelen birazdan senin tarafından sahafa yöneltilecek soruya daha önce hiçbir yerde rastlamamıştır. Yani, hani “1920’lerden 30’un başına kadar Sertellerin çıkardığı Resimli Ay var mı hocam elinizde?” diye bir soruya denk gelmemiştir hiçbir yerde. Zaten bu noktada, yığınla kitabın arasında dikkatlice yol almanın zorluğu artık ortadan kalkmıştır. Bu zorluğun yerini, sahaftan çıktıktan sonra arkadaşına bu dergi hakkında bildiğin üç-beş kuruşluk bilgiyi satma gururu almıştır. Hatta derginin sahafta olmasının bile bir önemi kalmamıştır. Nasıl olsa sahafa da, arkadaşına da bu derginin peşinde olduğunu, çok az kişinin bildiği bir şeyi bildiğini –en azından biliyor gibi yapabildiğini- göstermişsindir. Ancak işler her zaman yolunda gitmeyebiliyor. Dergi yoktu sahafta. Çıktık. Ancak sonrasında Resimli Ay hakkında söyleyecek hiçbir sözüm kalmamıştı. Yani aslında üç-beş kuruşluk bir bilgi de yokmuş ortalıkta. Resimli Ay hakkında tek kelime etmedim arkadaşa. Hani Resimli Ay olmasa da olurmuş gibi yaptım. Pek bir önemi yokmuş gibi.
44
Ama olmadı. Öyle, Resimli Ay aslında hiç yokmuş gibi yapamazdık. Türkiye dergicilik tarihindeki önemli bir dönüşümü, hatta Nâzım’ın sırtlandığı bu büyük dönüşümü hiç yaşanmamış gibi görmezden gelemezdik. Resimli Ay’ı kütüphanelerde, Türkiye edebiyat tarihi araştırmalarında, tarih kitaplarında aradık bulduk. Resimli Ay Görüldü Resimli Ay dergisiyle ilk karşılaşmamda aslında işimin çok da kolay olmadığını anladım. Hani arkadaşa şekil olsun diye 1920-30 yılları arasında çıkan bir dergi olarak tanıtmıştım ya Resimli Ay’ı, derginin ilk döneminde eski harflerle basıldığı aklımın ucundan bile geçmemişti o gün. Üstelik sadece Resimli Ay da yoktu karşımızda. Aynı zamanda Sevimli Ay’dı o. Aynı yıllarda basılan Resimli Perşembe, Resimli Mecmua, Resimli Hikaye, Resimli Uyanış dergileri de ortalıkta dolaşmaktaydı. Hani bu dergileri derli-toplu bir şekilde ele alan, inceleyen, karşılaştıran ya da analiz eden bir çalışmanın yokluğuna üzülmeye de gerek yok. Sonuçta bizlere de araştırabileceğimiz, kendimizce hakkında yazı yazabileceğimiz bir şeyler kalmış oluyor. Öyleyse biz de artık, her ne kadar Resimli Ay dergisini sahaflarda bulamamış, eşe dosta caka satamamış da olsak, kütüphane kütüphane dolaşıp dokunabildiğimiz bu dergiler hakkında edindiğimiz üç-beş kuruşu paylaşabiliriz. Zekeriya ve Sabiha Sertel çifti, Amerika’dan 1923’te döner dönmez Resimli Ay üzerinde çalışmaya başlarlar. İlk sayısı 1 Şubat 1924’te çıkan dergiyi, Zekeriya Sertel’in kaleme aldığı çıkış yazısı ile incelemeye başlayalım: “Bizde şimdiye kadar iki şekil dergi çıkmıştır. Bunlardan birincisi, sayısı az bir okuyucuya hitabeden mecmualardır, yazılar yazarın edebi zevkine göre yazılır. Bir de ikinci sınıf mecmualar vardır ki, bunları para kazanmak ve şöhret sağlamak emeliyle kitapçılar ve amatörler çıkarırlar. Resimli Ay ne birinci ne de ikinci zümreye dahildir. Bizim hedefimiz okuyucuların, okuma ihtiyaçlarının doyurmak ve memleketimizde gerçek bir halk dergisi kurmaktır. Bizce bir makalenin değeri altındaki imzadan çok, okunmasındandır. Özellikle Resimli Ay’da yayınlanacak makaleler, hikayeler, genel olarak yazılar, yalnız dar bir zümrenin edebi zevkine cevap veren yazılar değil, fakat insanların hissi, fikri dimağı, bedii ihtiyaçlarını doyuran, genel nitelikte yazılar olacaktır. Bu şekil, mecmuacılık aleminde yeni bir yoldur.”
YeniYazılar
Yaz 2013 Dosya
Bu yazıdaki “halk dergisi” vurgusuna dikkat çekmek gerekiyor. Ancak bu noktayı vurgulamadan önce, derginin yaşam macerasına başlamadan evvel, giriş yazısıyla birlikte, kapanış yazısının da aklımızın bir kenarında kalmasının faydalı olacağını düşünüyorum. Derginin doğumuna ve ölümüne tanıklık ettikten sonra da, yaşamını incelemeye geçebiliriz. Dergi, hissedarları arasında bir kavga yaşamış, bir ara kapanmış, başka bir isimle çıkmış, ikinci bir döneme girmiş ve artık kapanmaktadır. Son sayısından bir önceki sayısının kapağından, 1 Ocak 1931 tarihli sayısında Zekeriya Sertel konuşmaktadır: “Evet, Resimli Ay, macerasının bu ikinci faslında da eli boş çıktı. Şimdi, küçük ve mütevazı odasında yine parasız ve yalnız çıkıyor. Fakat imanı eskisinden daha çok, daha sağlam, iddıası ve dâvâsı eskisinden çok daha yüksek ve kuvvetlidir. Yazıları faydalı mı, faydasız mı bu hükmü vermek karilerin hakkıdır. Benim size anlatmak istediğim hikayenin hülâsası şudur: Resimli Ay yedi senelik mücadele hayatında, mahkemeden mahkemeye gitti, iki defa sermayenin tokadını yedi.. Ne çıkar..? Azmile yola çıkanları, sermaye denen ejder değil, ondan daha kuvvetleri de korkutamaz, ve durduramaz…” Nitekim Serteller haklı çıkmışlardır. Evrensel Dergi Şekilleniyor Sertellerin Amerika macerasının bu dergi üzerindeki etkisi büyüktür. Bir kere, Amerikan yazılı basın kültürünü inceleme fırsatı yakalamışlardır Bununla birlikte artık yeni bir toplumsal yaşam oluşturma sürecinde sorumluluk almak gerekmektedir. Tam da bu gereklilik doğrultusunda yeni toplumsal yaşam formunu geniş halk kesimleriyle buluşturacak bir enstrümana ihtiyaç duyulmaktadır. Resimli Ay’ın ilk dönemi olarak adlandırılacak 1924-28 yılları arasında dergi, resimleriyle, yazılarıyla yeni bir yaşam tarzını öngörmektedir. Bunun en açık örneğini kadının toplumsal yaşamdaki yeri üzerinde görebiliriz. Dergide tam boy yer verilen kadın fotoğrafları, geleneksel formların dışına taşmaktadır. Kadınlar, giyimiyle-kuşamıyla, oturuşuyla, bakımlı halleriyle artık bir başka resmedilmektedir. Örneğin kadınlar çocuklarıyla ya da evde iş yaparken resmedilmemektedir. Ufak kutucuklarda makyaj teknikleri hakkında bilgiler verilmektedir. Bu yanıyla o günlerin bir nevi magazin dergisi havası da var aslında. Ancak bugün için magazin kelimesi üzerinden çok sular aktığı için bu kavramı kullanmaktan kaçınmak gibi bir hak görüyorum kendimde. Bu dönemde sporun önemine dair de birçok resimli yazı görüyoruz. Sağlıklı yaşam üzerine çeşitli incelemeler var. Bununla birlikte genel sağlık sorunlarıyla da ilgili yazılar, tavsiyeler var. Hepsinde de bol resim kullanılmış. Yine Kasım 1928’de Harf Kanunu sonrasındaki derginin ilk sayısında yeni harflerin tanıtıldığını ve bir sonraki sayısında hemen yeni harflerle baskıya girdiğini görüyoruz. Ancak 1925’ta Halikarnas balıkçımız Cevat Şakir’in “Asker Kaçakları Nasıl Asılır” başlıklı yazısının ardından dergi kapatılır. Bu ara Sevimli Ay adıyla basılan dergi, 1927’de (1928 diyenler de var) dergi yeniden Resimli Ay adını alır.
1929’da derginin Haziran sayısında başlayan Putları Yıkıyoruz kampanyası, derginin manşetinde sadece iki hafta sürse de, artık yeni bir iddia sinmiştir derginin kokusuna. Yani, Putları Yıkıyoruz Abdülhak Hamit No:1 ve Mehmed Emin Beyefendi No:2 kapakları ile sınırlı kalmamıştır bu kampanya. Sadece iki “Numara” ile başlamış ve bu sayıyla sınırlı kalmış olabilir. Ancak aslında o güne kadar kimsenin cesaret edemediği şey yapılıyordu: Eskimiş olana el kaldırdılar. Bu yönüyle evrensel bir değer taşıyor zaten. Yeni Dönem Artık söz sırası Nâzım’dadır. Yine bir dönüş var burada da. Bu sefer de, Nâzım Sovyetler Birliği’nden dönmüştür. 1929’la birlikte teknik anlamda kimi değişiklikler söz konusu. Artık daha az sayfa basılmaktadır. 1926’da Sevimli Ay ismiyle iki haftada bir 50 sayfa kadar basılan dergi, 1930’da 25-30 sayfa basılır. Daha çok resim kullanılır. Yeni kitap tanıtımları ve eleştiri köşeleri açılır sayfalarda. Bir başka yenilik daha var aynı yıllarda. Nâzım’ın Bahri Hazer ve Salkım Söğüt şiirleri bir şirket tarafından plağa kaydedilir ve kahve, lokanta gibi kamusal alanlarda dinlenilir olur. Ancak bu teknik dönüşümün ötesinde, derginin havası artık bir başkadır. 1929’da derginin Haziran sayısında başlayan Putları Yıkıyoruz kampanyası, derginin manşetinde sadece iki hafta sürse de, artık yeni bir iddia sinmiştir derginin kokusuna. Yani, Putları Yıkıyoruz Abdülhak Hamit No:1 ve Mehmed Emin Beyefendi No:2 kapakları ile sınırlı kalmamıştır bu kampanya. Sadece iki “Numara” ile başlamış ve bu sayıyla sınırlı kalmış olabilir. Ancak aslında o güne kadar kimsenin cesaret edemediği şey yapılıyordu: Eskimiş olana el kaldırdılar. Bu yönüyle evrensel bir değer taşıyor zaten. Bu sebepten günümüzde de devam etmektedir. Zaten kampanyanın ilk yazısı her şeyi anlatmaktadır: “Maksadımız layık olmadığı halde sırf mütemadi bir propaganda tesiri ile kendimize put yapıp taptığımız kimseler üzerindeki mukaddes örtüyü kaldırmak ve Türk gençlerini yanlış putlara tapmaktan kurtarmaktır…” (Resimli Ay, Haziran 1929) Artık hayatın her alanında olduğu gibi edebiyatta da “yeni”yi arzulayanlar, eskilere karşı ete kemiğe bürünmüş bir savaşı başlatmışlardır. Karşılık bulmakta gecikmez bu kampanya, Ahmet Haşim sözü alır:
45
YeniYazılar
Yaz 2013 Dosya koruyan bir soruya yer veriliyor: “Neden sizin ve bizim yavrularımız şimdi sıcak yataklarında mışıl mışıl uyurken o köprü altında küfesini yastık yapmış, hasta bir köpek gibi arkadaşlarına sokularak uyukluyor?” (Resimli Ay, Nisan 1929) Sabiha Sertel’in yazılarında da çalışma hayatında kadınların çektikleri üzerinde eğildiğini söylemek mümkün. Örneğin Sınai Hayatta Kadın ve Çocuk yazısının alt-başlığında “Sınai hayatta kadın ve çocuk bir köledir. Bunlar yaşamak için çalışmaz, çalışmak için yaşarlar.” gerçeğine yer verir. Resimli Ay’ın 1929-31 yılları arasındaki bütün bu tavrını ele aldığında söylenebilecek bir şey daha var. Derginin “Putları Yıkıyoruz” kampanyasıyla, çalışma hayatındaki sorunlara yaklaşımıyla, sokak çocukları konusunda ürettikleriyle zamanda ve mekanda evrensel bir sorumluluk yüklendiğini görüyoruz. İşte bu evrensellik noktası Putları Yıkıyoruz kampanyasında da sıkça ele alınmış. Örneğin Abdülhak Hamit’in dehası, şairin kendi döneminde önemli birisi olduğunun belirtilmesinden sonra, “dahi”lik ve evrensellik tartışması üzerinden eleştirilir. Teorik bir zemin üzerinden dahiliğin, ancak ve ancak evrensel bir duruş ile mümkün olduğu tarif edilir.[2] İşte bu yönüyle de Nâzım’lı Resimli Ay dergisi, dahice bir işe girişmiştir.
Cevdet’in eserlerinden notunun hemen yanında bu resmin makas ve siyah kağıt kullanılarak yapıldığı belirtilmiştir.
“Acaba bu aldanış tarzı, herhangi bir kübist taslağın bir Pikasso ve herhangi bir sürrealist bozuntusunu bir Verlan yapacak mı? Böyle bir ümide ancak gülünebilir.” (İkdam, Haziran 1929) Ağustos ayına gelindiğinde Resimli Ay ikinci sayfadan Sadri Ertem imzalı bir yazı yayımlar. Bu yazının yanında Yakup Kadri’nin ve Hamdullah Suphi’nin fotoğrafları ters çevrilmiş olarak ve yırtılıp tekrar yapıştırılmış izlenimi verecek şekilde basılıştır. [1]
Nâzım’ın da dediği gibi: “Hakiki dehayı bulmak için sahte dehaları, kafalarımıza zorla dikilen putları yıkalım…” * Galatasaray Ü. Sosyal Bilimler Kulübü Kaynakça: [1] Patlamaya Hazır Bir ‘Şimdi’: Putları Yıkıyoruz, Özgür Sevgi Göral, Toplum ve Bilim 94, Güz, 2002, s.207. [2] a.g.m., s.201.
Peyami Safa, Ahmet Haşim, Hamdullah Suphi topun ağzındadır. Nâzım’ın ilk polemik şiirleri de bu Resimli Ay’da basılır. Temmuz 1929’da Yakup Kadri polemiğine bir katkıdır Cevap şiiri. Eylül 1930’da Cevap II ile Ahmet Haşim’e seslenir Nâzım. Üstelik henüz sadece 27-28 yaşındadır. Putları yıkmaya kalkışmıştır. Zaten bu yüzden İlhami Bekir Tez, Açın Ölümü şiirini “bugünün tek sanatkarı” ön notunu düşerek Nâzım Hikmet’e adayacaktır. Zaten putları yıkmak, genç ya da genç kalabilenlerin işi değil midir?
Nâzım Resimli Ay’da çalışmak için Zekeriya Sertel’le görüşmeye giderken:
Sadece bu kampanyayla sınırlı değildir dergideki “Nâzım”lı dönüşüm. Çocuk işçiliği üzerine tartışmalar sıklaşmıştır derginin sayfalarında. Koca puntolarla: “SIHHAT KANUNU ÇIKTI AMMA’ HALA FABRİKALARDA KADIN VE ÇOÇUKLARIN KAPALI, HAVASIZ VE SIHHATE MUZÜR YERLERDE GÜNDE ON SAAT ÇALIŞMALARINA MANİ OLUNMAYOR” Bu yazının üstündeki bir kutucukta da Sıhhat Kanunundan kimi maddelere yer vermişler:
Dedi. Vâlâ ise kıs kıs gülerek:
Madde 173- On iki yaşından aşağı bütün çocukların fabrika ve imalathanelerde, sanat müesseselerinde, maden işlerinde amele ve çırak olarak istihdamı memnudur. On iki yaş ile on altı yaş arasında bulunan kız ve erkek çocuklar azami sekiz saatten fazla çalışamazlar. Aynı şekilde sokak çocukları üzerine bir yazıda hala haklılığını
46
“Va-Nu (Vala Nureddin), bir sabah yanına Nâzım’ı alarak İstanbul’a geçti, Ebussuud Caddesi’ndeki Resimli Ay İdarehanesi’ne gittiler. Yolda Nâzım: - Vâlâ, Resimli Ay’da şiir, filan yayınlanmıyor, bana iş vermezler ama tanışalım Zekeriya Beyle… - Canım, musahhihlik de vermez değil ya… İş bulacağız! Yanıtını verdi. Çünkü Vâlâ, daha önce Zekeriya Sertel’i ziyaret etmiş, Nâzım’a iş istemiş, o da musahhihlik verebileceğini söylemişti. Onun için Nâzım’a rahatlıkla “iş bulacağız” diyordu. [1] [1] Kemal Sülker, Nâzım Hikmet’in Gerçek Yaşamı-II, May Yayınları, 1977, s:18-19.
YeniYazılar
Yaz 2013 Dosya
Sadece altı ay oldu Tiyatro Akademisi açılalı. Ancak kökleri çok daha geriye doğru uzanıyor. Bu dönemde neler yaptıklarını, gelecek dönem için heyecanlarını, mekanlarını, oyunculuğun kendisini, akademinin işleyişini Nâzım Hikmet Akademisi Oyunculuk Bölümü’nden Fırat Tanış’la konuştuk. Söyleşi: Mustafa ÖCALAN* Nâzım Hikmet Tiyatro Akademisi fikri nerden doğru? Akademinin kuruluş sürecini biraz anlatır mısın? Biz aslında, kuruluşumuzu fişekleyen şeyi tamamen iktidara borçluyuz. Özellikle AKP gibi bir iktidar olmasaydı biz böyle bir şeyin altına girmezdik. Bu yüzden de bize çok büyük ilham verdiler. Yaptıkları şey şu oldu, bizi harekete geçirdiler. Gerçi bunun için çok da çabalamadılar, kendi ideolojileri doğrultusunda bir davranış geliştirdiler. Bu davranış doğru zamanda, karşı saflarda, doğru insanları bir araya getirdi. Bunun sonucunda da doğru ihtiyaçlar dillendiler. Sonuçta Nâzım Hikmet Tiyatro Akademisi altında bir oluşum gerçekleştirildi. Bu işe başlayalı tam bir yıl olmuş. Bir yıl önce, işte bu ödenekli tiyatro kurumlarının özelleşmesi ve muhafazakar sanat başlığı altında çıkan bir grup blöf ve zırvalık, her ne kadar aynı yapının içerisinde farklı dallarda öten kuşlar da olsak, hepimizi, sanatçı sepetçi tayfası olarak bir araya getirdi. Ve bunun sonucunda bir sanat maratonu adında bir işe giriştik. Pek çok insan “Eyvah, şimdi ne yapacağız, imamlar mı bizi yönetecek, bizim iktidarımız mı elimizden gidiyor?” şeklinde bir soruyla daha sık bir araya gelmeye başladılar. Bizim kurulduğumuz dönem de buna denk geliyor. Aslında pek kısa bir süre de sayılmaz. Bu şartların oluşumuna bakarsan eğer, 20-25 yıllık bir geçiş söz konusu. Ama çok kısa bir sürede örgütlenen bir bölüm olduk. Şöyle bir durum var: Karşı tarafın muhafazakar sanat olur mu olmaz tartışması içerisinde, “İyi de kardeşim bu sanatçı diye tanımlanan kesim ne kadar muhafazakar, hangi konularda muhafazakar, tutucu-muhafaza eden anlamında ne kadar böyle?” soruları ortaya çıktı. Mesela ödenekli kurumlar kendi alanları konusunda ne kadar muhafazakarlar? Çünkü bir insana muhafazakarsın sen deniliyorsa, ben muhafazakar değilim diyorsan, muhafazakar olmamak konusunda muhafaza ettiğin bir takım değerler vardır. Şimdi Recep Tayyip Erdoğan’ın bütün söylemlerini, hemen hemen ben ve saz arkadaşlarım haklı buluyoruz, onlar bizim repliklerimiz aslında ve uzun zamandır konuşulan dillendirilen şeyler bunlar.
Peki, neyi borçluyuz iktidara, bunu biraz daha açar mısın? Her zaman için olmasa da doğrudur, baskılar arttıkça karşı saflarda örgütlülük de belli bir… Açılmayan kartlar açıldı. Aman da değişsin mi, değişmesin mi, özelleşsin mi, memurluğu elinizden alalım mı tartışmalarıyla, bu kurumların içersindeki tabiri yerindeyse bu cerahat böyle bir neşterlendi ve böyle bir aktı. Aslında bu da son derece doğal bir şey yani, son yılların getirdiği bir şey. Ayrıca ödenekli kurumlara, Şehir Tiyatroları örneğine dönelim. Şu an içinde bulunduğu durumu kendisine borçlu. Neden mi? 1990’ların başında Darülbedayi’yi belediyeye bağlayan yine bir iktidardır. Yine bir siyasi partidir. Buradaki bütün mesele, aslında bir yönetme ve yönetilme sanatı olarak siyasetin, sanatı nasıl yönetip nasıl yönetemeyeceği üzerine bir tartışmadır. Fakat bütün bunların dışında ve ötesinde, asıl muhafazakar olanların bu kurumlar içinde iktidarın bütün bu söylemlerini reddedenler oldukları fikri bizim, buranın ruhunu oluşturan şey oldu. Bu ne demek şimdi? Şöyle sorayım, siz burada neyi muhafaza ediyorsunuz? Biz burada hiçbir şeyi muhafaza ediyoruz. Mesela önce bazı farklılıklar ortaya çıktı, gelişti. Yapmak istediğimiz okul anlayışını düşündüğümüz ve planladığımızda, hepimiz bir takım konservatuarlardan gelmiş kişiler olarak, gelmiş olduğumuz yerdeki olumsuzluklar, olması gerekenler ya da olmaması gerekenler üzerine fikirlerimiz vardı. Mesela bunların en başında geleni eğitimin süresi denilen şey: Hem bir yıl içine dağılmış bir süre anlamında, hem de toplam süre. Dört yılın zaten hiçbir zaman yapılamayacak olan oyunculuk eğitimi için çok uzun bir süre olduğunu düşünüyoruz. Bu yüzden Nâzım Hikmet Tiyatro Akademisi Oyunculuk Bölümü üç yıl ile sınırlı. Yükseköğretim kurumunun ön gördüğü ders saati süreleri, 30 saati geçmiyor. Bunu çok az buluyoruz. Bu yüzden de ilk yıl 52 saat. Yükseköğretim kurumunun oyunculuk okullarında dayattığı konuşma, dil ve diksiyon derslerindeki yapılanmayı
47
YeniYazılar
Yaz 2013 Dosya
kafatasçı, ayrımcı ve fişlemeci buluyoruz. Bu yüzden de kimseyi İstanbul şivesiyle konuşmak gibi bir zora sokmuyoruz ya da bunu bir başarı ölçütü olarak değerlendirmiyoruz. Ama tabii ki de sağlıkla ilgili belli bir problemi varsa, bu önemli. Yaş meselesiyle de ilgili biz; “21 yaşına kadar geldin, geldin, sonra senden hiçbir oyuncu cacığı olmaz!” diyen bir zihniyeti anlamadığımız gibi, kabul de etmiyoruz. Bun yüzden 18 yaş ve üzeri bütün herkese açık.
üretilmiş bir kavram olduğunu düşünüyoruz. Sanatla uğraşmak için illa bir insanın yatkınlığının olmasının birincil şart olmadığını, ilk önce kendini ve yaşadığı evreni tanımlama ihtiyacı içerisinde bulunan herkesin, koşulsuz herkesin, sanatın herhangi bir dalıyla, disipliniyle ilgilenebileceğini bunun çok yalın basit ve sade bir kendini ifade etme aracı olduğunu savunuyoruz. Bu yüzden de aslında sanata da sanatçıya da kavramsal olarak inanmıyoruz.
Eğitim durumun ancak liseyi bitirirsen ve yükseköğretim kurumuna bağlı bir sınavı kazanırsan ve bit taban puanı tutturursan gelirsin gibi bir şeyi hiç anlamıyoruz. Bu yüzden de herhangi bir eğitim önkoşulu aramıyoruz. Oyuncu olmak için illa; eli kolu “normal”, mankene yakın, gundiden uzak bir durumunda olma gerekliliğini kabul etmiyoruz. Bu yüzden bizde sadece üç yıllık oyunculuk eğitimine engel teşkil edebilecek kronik bir sağlık probleminin olmaması yeterli. Bunun dışında bedenen engelli olmak, bir insanın oyunculuk yapmasına engel değil. Bize başvurmasına da engel değil. Tabi bütün bunların ötesinde, oyuncu yetiştirmek iddiasıyla bir oyunculuk okulu açmanın dünyanın en zırva sapan işi olduğuna inanıyoruz. Bu yüzden de oyuncu yetiştirmek gibi bir iddiamız yok. Çünkü biz oyunculuğu bir iş kolu, bir zanaat olarak görmüyoruz. Bizim için bir kungfu gibi bir yoldur. Papazlık gibi, imamlık gibi bir bakış açısıdır. Bu yüzden de bizden mezun olan kişinin dilerse oyunculuk yapabileceğini iddia ediyoruz.
Anladığım kadarıyla bütün anlattıklarını derleyip toplarsak, Türkiye sanat tarihinde ve tiyatrosunda yeni bir ekol olarak yorum olarak kendini şekillendiriyor. Daha önce denenmemiş bir iş yapıyorsunuz diyebilir miyim? Geçmişe buna benzer bir hareket var mı?
Eğer bu arkadaşlar oyuncu olmayacaksa, Oyunculuk Bölümü’nde okuyacak da ne olacak? Biz bunu şöyle özetliyoruz. Tüzükte de yazdığı üzere; biz oyuncu değil, farkındalığı gelişmiş birey yetiştirmek bütün gayretimiz. Bu kişi isterse oyunculuk yapar, isterse tarlada sabana koşar, isterse hayatını spor yapmaya vakfeder ama bizim arkadaşımızdır yani, baş tacımızdır. Biz bunları daha değerli tutuyoruz. Mesela yetenek sınavı diye bir şey yok bizde. Çünkü biz yeteneğin bir sanat mafyası tarafından “sanat”ın gücünü itibarsızlaştımak için ve buna meyleden insanları ötelemek ve itibarsızlaştırmak için
48
Hayır, yok. Hiçbir yönüyle yok. Müfredatıyla evet, yine temel oyunculuk gibi şeyler bizim müfredatımızda da var. Ama süresi ve az önce söylediğim bu “farkındalık” haline ilişkin hiçbir benzeri yok. Yani 52 saat hiç kimse böyle bir şeyin altına giremiyor yani. Televizyonda öyle görüyor, ben de oyuncu olacağım diyor ve onu da 5 saatte olacağını fazlan zannediyor. Mesela sektöre insan yetiştirmemek… Oyunculuk bir meslek değildir. Hemen altı çizilmesi gereken bir nokta. Ya da yetenekli olduğunu iddia eden insanın bizim okulumuzda işi gerçekten zordur. Çünkü kendini her ne haltsa öyle olduğunu zannetmesine iten şey, onunla mücadele ederiz. Oralarda problem görürüz. Hal böyleyken, ortaya üç yıllık tam zamanlı eğitim veren, ilk yılı bir sınama yılı olan, ilk yılında kimsenin öğrenci olmadığı, herkesin kendisini ve bizi sınadığı bir yıl olan bir sınama yılı. İkinci yılı kişinin tamamen bizzat kendisiyle, kendi öznesiyle ilgilendiğimiz bir yıl. Başka herhangi bir yazılı metinle şekspır, hamlet, zamletle uğraşmıyoruz. Sadece, onun kim olduğunu dair alanları fark etmesine gayret ediyoruz. Üçüncü yılında da bir oyun içerisinde nasıl var olacağını, kendinde gördüğü bütün bu kişilik özelliklerini bir rol üzerinde nasıl uygulayacağını aslında içine girilip çıkılan bir rol olmadığını, böyle davranışların klinik vakalar olduğunu anlatmak çabasında olduğumuz bir
YeniYazılar
Yaz 2013 Dosya
üçüncü yılla bir eğitimi öngörüyoruz. Aslında eğitim demek de çok tuhaf. Çünkü oyunculuk eğitilerek anlatılan bir şey değil. Oyunculuk öğretilen bir şey değil, daha çok hatırlatılan bir şeydir. Çünkü her insan oynayarak öğrenmek gibi bir alışkanlığa ve doğuştan gelen bir şeye sahiptir. Hatta her canlı demek daha doğrudur. Kaplan da öyle, annesiylen avlıyor, yani bir oyun o da. İnsan da öyle. Fakat daha sonra, hatta günümüzde o dünyanın daha da acımasızlığı, doğadan uzaklaştırdığı insan, işte yalnızlaşan birey zart zurtu yüzünden bu oyun ve öğrenme ilişkisinden daha da bir uzaklaşmış olarak büyüyoruz. Bizim yaptığımız şey, zaten bilgimizde, hafızamızda olan oynama eylemiyle bizim aramızdaki bütün düşünsel ve şey ilişkileri kırmak, tabuları kırmak. Yani biz bir şeyi hatırlatıyoruz aslında. Bu aynı zamanda sanatı toplumsallaştırıyor da, tarif ettiğin yetenek zırvasını işten çıkardığın zaman, bütün insanları sanatın öznesi haline taşıyabiliyorsun. Bir başka sorum ise, bu tarif ettiğiniz hedef-doğrultu çerçevesinde, bu dönem nasıl geçti? Bu konuda ben çok duygusalım. Çok güzeldi çünkü, çok güzeldi. Müthişti. Çok. Hayatında ilk defa sahneye çıkan, oyunculuk hakkında hiçbir şey bilmediği halde gelenler vardı. Mesela bize başvuru yapan, kayıt yaptıran 62 yaşında birisi vardı. Gerçi sair sebeplerden dolayı devam etmedi. Bizimle ilgili ya da sağlıyla ilgili sebeplerden ötürü de değil, bambaşka sebeplerden ötürü. Çok yol aldık. Bence bunların başında geleni ve en önemlisi, bizim oyuncu ve dil ilişkisine getirdiğimiz yeni –hiç mütevazi olmayacağım- tanım. Biz burada dil dersi vermiyoruz, güzel konuşma dersi de vermiyoruz. Biz nasıl İngiliz tiyatrosunda Hamlet’in Danimarka aksanıyla konuşmasının bir ehemmiyeti varsa, bizde bir Zaza’nın da bir Kürt’ünde Laz’ın da aşık olmak tutkuyla davranmak, iktidar hırsına kapılmak, merhamet göstermek gibi, bir kahramanın içinde salınabileceği bütün alanlarda gezinmeye hakkı var. Aksi saçmalık olur. Bu bence önümüzdeki dönem Anadolu tiyatrosundaki çok önünü açacak ve uzun süre hakkında konuşacağımız şey bu. Yani dil ve iletişim nedir? Buna bakacağız biz. Ha bugüne kadar gelen şey şuydu. Aslında burada yetenek denen şeyin nasıl tanımlandığı da hemen kendini belli ediverdi. Dil meselesi ortaya çıkınca. Sanki İstanbul şivesini akıcı, kıvrak, böyle janjanlı konuşan herkes yetenekli ve bu işi yapabilir kişiler olarak addedilmişti. Devletin öngördüğü bu durum, bizim gibi konuşmayan bizden olmasın durumu, bütün buradaki ilerleyişi belirlemişti. Bugün hiçbir ödenekli kuruma şivesi bilmem ne olan bir vatandaş giremez. Hadi bakayım alsın. Hani muhafazakardınız? Hadi bunu konuşalım. Hani hümanizm, hani insan sevgisi, hani bombastik dünyalar! Önce bunu konuşalım, maalesef olamadı. Ve böyle durumlarda şivesi bozuk olanı, tabi ne demekse o da, kendisi gibi olmayanı düzeltmeye çalıştılar ama bu kurumdaki bu çarpık zihniyeti düzeltmeye hiçbir zaman yanaşmadan davrandılar. Son olarak gelecek için Tiyatro Akademisi’nde oyuna süreceğiniz kartlar nelerdir? Şimdi, tabi biz bir tiyatro akademisi olmanın sorumluluğuyla, bu işi sadece oyunculuk bölümü ile sınırlamıyoruz. Dramatik yazarlık bölümümüzü açıyoruz. Oyun yazarlığı, pantomim ve bir de mekan tasarımı -diğer yükseköğretim kurumlarına bağlı sahne tasarım, dekor tasarımı bölümüne denk- bölümlerini açıyoruz. Elbette ki kendi tasarım bölümü öğrencilerinin tasarladığı bir mekanda, kendi oyun yazarlığı bölümü öğrencilerinin yazdığı ve oyunculuk
bölümü öğrencilerinin oynadığı bir hikayeyi kurmak; bunu bir izlence haline getirmek amacımız. Hem de öyle laf olsun diye değil. Hakikaten merak edilen bir şey olmak; “Acaba akademi bu yıl ne yapıyor?” gibi bir noktaya getirmek istiyoruz akademiyi. Gelecek yıl açılacak kartlar bunlar. Örneğin oyun yazmaya hevesli kişi, gelecek, önce burada bizimle bir oyunculuk dersi alacak. Hani güzel, aferin, eldiven dikiyorsun da, o eli bir tanı önce. Neye ne biçtiğini bir gör. Orada yaş sınırı da 18 değil, artı 15 ve üstü. Mesela okuma yazma bilmek şart değil. Niye şart değil, kayıt cihazı diye bir şey var kardeşim. Bu kadar basit. Mekan-tasarım bölümü ise özellikle oyun için tasarlanmamış alanları oyun alanı haline nasıl getirebiliriz üzerine kafa patlatacak. Yani şu cadde, şu istasyon, bu pazar yeri, şu bank, hatta sadece şu sandalye falan gibi. Tüylerim diken diken oluyor anlattıkça yemin ediyorum. * Galatasaray Ü. Sosyal Bilimler Kulübü
Kadıköy-BLOK Oyunculuk ve Dans Stüdyosu Bütün bu ismi olan çatının üstünde ve tepesinde bir de görünmeyen eterik bir yapıdan bahsetmek lazım. Bu, bizim sanat hareketi adını verdiğimiz bir ruh. Sanat hareketinin bir eğitim alanı var. Bir etüt ve çalışma alanı var. Bir etkinlik alanı var. Sanat hareketinin eğitim alanı NHKM’dir. Etüt ve çalışma alanı Kadıköy Bloktur. Etkinlik alanı ise; sokaklar, sokaklar ve sokaklardır. Kadıköy Blok bir ihtiyaçtan ötürü kuruldu. Bu yüzden de çok sahici. Bu ihtiyaç; sınama sınıfımızdaki kalabalık nüfusa bir çalışma alanı yaratmaktı. Ve burada öğrenci adaylarının ortaya koydukları bedel -bizde ücretlendirme yoktur, makul bir bedel vardır- tanımı da budurile oluşturulmuş bir mekan. Burası kimsenin değil. O kadar tatlı ki, hiç kimsenin değil. İlk başta burası NHTA’nin bizatihi kendi ruhunundur. Sonra oranın öğrenci ve öğrenci adaylarınındır. Sonra burada çalışmak isteyen, sadece çalışmak isteyen, meraklı, hayatında ilk defa bunu deneyen, deneyecek olan, bunu sadece bir sosyalliklaylaylom alanı olarak gören, profesyonel, “Ben bu işten para kazanıyorum hacı” diyen her kim varsa oyunculuk ve dans anlamında kendini teknik ve estetik anlamda geliştirebileceği bir çalışma alanı: Kadıköy Blok! Ayrıca Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nin kimi atölye çalışmalarının yapıldığı, tamamen çalışmaya yönelik bir alan. Öyle düşünülmüş, tasarlanılmış; duşlarıyla, soyunma odasıyla, kulisiyle, mekanın zeminiyle, duvarının boyasıyla. Daha da ballanması gerekiyor tabi. Zamanla kendi yolunu buluyor. Mesela bir masanın üstünde “Artizlik yapma!” yazıyor. Adres: Kuşdili Caddesi, Sevimli İş Hanı, No:18/183 Telefon: 0216 348 76 76-77
49
YeniYazılar
Yaz 2013
YUVARLAK MASA
Nâzım Hikmet’in Saman Sarısı Üzerine Akın Art (Nâzım Hikmet Akademisi Edebiyat Bölümü): İkinci sayımızın Yuvarlak Masa toplantısını dosya konumuzla da bağlantılı olarak Nâzım Hikmet’in “Saman Sarısı” şiiri üzerine yapmak istedik. “Saman Sarısı” nedense Nâzım’ın diğer şiirlerine oranla daha az biliniyor. Halbuki “Saman Sarısı” Türkçenin en kuvvetli şiirlerinden bir tanesi. Başlamadan önce şöyle bir not düşelim isterseniz; ilk Yuvarlak Masa toplantımızı bir talihsizlik nedeniyle beş erkekle yapmak zorunda kalmıştık. Bu hatırlatmayla birlikte okurlarımızdan özür dilemiş olalım.
Zozan Baran (Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü): Geçen sayıdaki dağılımın sakat tarafı, konuşulan konunun beş erkeğin çözümlemesinin mümkün olmayan bir konu olması. Aşk, her iki cinsi de alakadar eden bir mesele. Yuvarlak masada ise sadece erkek katılımcılar olduğu için sağlıksız bir aşk resmi ortaya çıkmış. Erkeğin gözünden anlatılan bir aşk var. Zaten sanatta ve edebiyatta da hakim olan anlayışın bir yansıması bu: Erkeğin gözünden kadının aşkının anlatılması. Bizim yuvarlak masamızda da maalesef öyle olmuş. A. A. : Bu eleştiriyi haklı bulduğumuz belirtip “Saman Sarısı”na geçelim öyleyse. İlk izlenimlerimizi aktararak başlayalım isterseniz. Z. B. : Bir trenin gara girişiyle başlıyor şiir. Şiir boyunca Nâzım kendine doğru bir yolculuk yapıyor. Yolculuktayız izlenimine kapılıyoruz. Nâzım, gara giren trene biniyor ve hayatta yolculuk yapmaya başlıyor. Tren ilerliyor. Tren ilerlerken görüntüler akan pencereden bakarken bir şeyler görürsün ama görüntü sürekli değişir ya. Sanki Nâzım pencereden bakıyor on dokuz yaşını görüyor, pencereden bakıyor Prag’ı görüyor, pencereden bakıyor Vera’yı görüyor. Hep pencereden bakma, yolculuk yapma hissi uyandırıyor bende. Yolculuk yapma hissinin şiirde sürekli tekrarlanan zamanla da ilgisi var tabi. Alperen Bal (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Bölümü): Sanki bir tren yolculuğu gibi değil de Nâzım, farklı dönemlerdeki Nâzımlara balkondan bakıyormuş izlenimi uyanıyor bende. Balkon metaforunun şiiri hızdan
soyutlayan bir eksikliği var gibi. Çünkü bu şiirde ben hızı, akışı hissediyorum. Ama şiir sanki bir geriye dönüşün sıralaması gibi değil de farklı zamanları bir bağlam içerisinde karmaşık bir şekilde bize yansıtıyormuş gibi geliyor. Bir yerde on dokuz yaşında, kırk yaşında, otuz yaşında, belki elli yaşında sonra. Nâzım için mekanlar da çok önemli. Yaşanmışlıkları aksettiren bir araç gibi. Şiir sanki hem Nâzım’ın prototipini veriyormuş gibi. Bir yandan da Nâzım, her şeyi geride bırakmış gibi. Bütün yaşamını, şairliğini… Hem insan Nâzım’ı hem şair Nâzım’ı balkona çıkmış, aşağı bakıp anlatıyor gibi bizlere. Bununla birlikte başka şeyler de anlatıyor. Ama özetle, bir Nâzım prototipi sunuyormuş gibi geliyor.
Gözde Türkeli (İstanbul Üniversitesi - Hukuk Bölümü): “Saman Sarısı” bence Nâzım’ın önemli duraklarından birini teşkil ediyor. Yani Nâzım Hikmet’in çok farklı teknikler denediği ve çok farklı akımlardan etkilendiği dönemler var. “Şeyh Bedreddin” nasıl bir duraksa, “Taranta-Babu’ya Mektuplar” ya da “Benerci Kendini Niçin Öldürdü” nasıl bir duraksa, “Saman Sarısı” da hem olgunluk dönemi şiiri olarak çok önemli bir yerde duruyor, hem de Nâzım’ın biraz Memet Fuat’ın işaret ettiği üzere yeni bir şiir denemesi gibi. Çünkü çağrışımların çok fazla olduğu estetik kaygısının bu kadar ön planda olduğu ve çağrışımlarının da bu kadar soyut şiire dönük olduğu, bizi başka yerlere götüren ön açıcı sayılı şiirinden biri olduğunu düşünüyorum. Onun dışında bu şiirde Nâzım’ın yaşlılık dönemi şiiri olduğu için zaman olgusu çok önemli. Zaman olgusu, çağrışımlar metaforlar… Bence Nâzım’ın yetkinlik dönemi şiiri, en üst noktası bu şiir. Hayatına dair çok güzel damıtılmış bir öz sunuyor. Bu açıdan çok önemli bir şiir olduğu düşünüyorum. A. A. : Şöyle devam edelim. Bu şiirin önemli noktalarından bir tanesi de mekanik bir şey olarak lanse edilen diyalektik maddeciliğin, şiirin bütününe oldukça lirik bir şekilde yedirilmesi. Şiirin bütününden kastım bir ayrılık üzerinden, çok lirik bir şekilde, diyalektik maddeciliğin bizlere yansıtılması. Bunun en güçlü dizeleri şunlar bence: “oysa beni seviyorsun ama bunun farkında değilsin ayrılık bunu farketmeyişindeydi senin ayrılık kurtulmuştu yerçekiminden ağırlığı yoktu tüy gibiydi diyemem tüyün de ağırlığı var ayrılığın ağırlığı yoktu ama kendisi vardı “ Başka bir bölüm: “Moskova bahtiyardı bahtiyardım bahtiyardık yitirdim seni ansızın Mayakovski Alanı’nda yitirdim ansızın seni oysa ansızın değil çünkü önce yitirdim avucumda elinin sıcaklığını senin sonra elinin yumuşak ağırlığını yitirdim avucumda sonra elini ve ayrılık parmaklarımızın birbirine ilk değişinde başlamıştı çoktan ama yine de ansızın yitirdim seni” Bu alıntılarda başlayan her şeyin, aynı zamanda bitmeye muhtaç olduğunu aşk örneği üzerinden gösteriyor Nâzım. Başlangıç ile sonun nasıl birbirinin içine geçtiğini. Lirik bir şekilde kullanılan bir diyalektik söz konusu. Ne dersiniz? Z. B. : Nâzım’ın kuvvetli yönlerinden biri, Nâzım’ın hayatı bir bütün olarak algılaması bence. Hayatın bir yerinde sevda durur
50
YeniYazılar
A. B. : Diyalektiğin yedirilmesi dediniz. Ben Nâzım’ın bunu bir bütün olarak kendi hayatına yedirdiğini de düşünüyorum. Tepeden tırnağa insan bir Nâzım var karşımızda. Kavga da eden bir Nâzım, seven de bir Nâzım. Çok güçlü yönleri olan bir Nâzım, insani güçsüzlükleri, zayıf noktaları olan bir Nâzım. Nâzım bütün bunların bir toplamı. Bu yönüyle gerçekçi bir bakışı var. Aslında diyalektik de böyle bir şey diyebiliriz. Nâzım şiirine yedirdiği gibi bütün hayatına ve düşüncesine de diyalektiği çok iyi yedirebilmiş bir insan. Bu nedenle çok önemli bir yeri var aslında edebiyatımızda. Nâzım, birçok örneğine rastlayabileceğimiz didaktik şair ya da yazar değil. Böyle bir fikrim var, o zaman böyle bir şey yapmalıyım üzerine yazmıyor şiirlerini ya da oyunlarını. Nâzım bütün yönleriyle bir insan. Bir komünist olarak bütün bunları içine alan doğalında gelişen bir şeyler yazıyor. Bu yönü bence Nâzım’ı Nâzım yapan en önemli özelliklerden biri. G. T. : Nâzım’ın çok farklı türde şiirleri var. Mesela şiirlerinin didaktik olmadığı iddiasına karşılık didaktik olan Nâzım şiiri örnekleri de bulabilirim. Çok farklı türde örnekleri var. Mesela “aya gidilecek belki daha da ötelere, işte ben bir komünistim bu soruya karşılık verdiğim için” gibi bir şiiri vardı. Bu çok didaktik bir şiir. Ama Nâzım’ın şiir serüvenine baktığımız zaman şiir kalitesi olarak düşük örnekler olduğu gibi çok güçlü örnekler de var. “Saman Sarısı” böyle bir şiir. İnsan en çok kavgada ve savaşta insandır deriz ya, şu yüzden: İnsan en çok kavgada ve savaşta kendindeki çelişkileri bulur. Biz insanın çelişkileriyle zenginliğini düşünürüz. İnsanın toplumsal olarak da bireysel olarak da zenginleşmesini çelişkilerinin varlığına bağlarız. Nâzım aslında bu şiirde hayatı boyunca pek çok durağa gidiyor, pek çok şehre gidiyor. Bununla beraber de insana dair ne kadar çelişki varsa bunların hepsini sunuyor. Belki de bu şiirde hem öz olarak hem de biçim olarak ileri olan şey, Nâzım’ın hem insanın bunca çelişkilerini yansıtabilmesi, hem de ilerici olan şiirin en önemli özelliklerinden birini özü olduğu kadar biçimi de yenileyebilmeyi başarması. Yani cümle kurgusunu değiştirebilmesi, yeri geldiğinde çok güçlü çağrışımlarla okuyucuyu dar bir kalıbın içerisine sokmaması. Nâzım, bence bu şiirde belki diğer pek çok şiirindeki eksikliği de kapatıyor, diğer pek çok şiirindeki tartışmaya da nokta koyuyor ve bir doruk noktası yaratıyor. A. A. : Şöyle provokatif bir iddia ortaya atayım. Şiirin ilk bölümünün ikinci bölümünden çok daha kuvvetli olduğunu düşünüyorum. Şiirdeki siyasi kimi girdilerin şiirin bütününden kopukmuş gibi biraz daha ayrıksıymış gibi durduğunu düşünüyorum. Sanki bütünün sallanan zayıf parçaları olduğunu… Nazi askerleri kısmı hariç siyasi kısımlara yönelik genel kanım bu. Bu bölümler dışında çok doğal bir işleyiş var. Fakat bu kısımlar sanki biraz daha az güçlü. Ne dersiniz? Z. B. : Şiir biçimi açısından bunu çok değerlendiremeyebilirim ama ortalama bir Nâzım okuyucusu olarak bakıyorum ve bana çok sırıtmıyor gibi geliyor. Bahsettiğim gibi Nâzım’ın bütün şiirlerinde de, kendi hayatında da bu var. Yaşarken, aşık olurken,
çocuk Nâzım’da da olan bir şey var. Toplumsal olanı kendi hayatına, kendi acılarına yedirmesi var. Senin siyasi olduğunu söylediğin yönlerden bir tanesi Prag şehrinden, Lehlilerden bahsettiği bölüm sanırım. Şiirde, biz gece yarılarına yaklaşırken gece yarıları bize yaklaşmaya başlıyor ya. Orada Ortaçağ karanlığından bahsediyor:
YUVARLAK MASA
ama bir yerinde de kavga durur varsayımı vardır ya, Nâzım’da bu ikisi hep bir bütünlük içerisinde anlatılıyor. Piraye için yazdığı “21-22” şiirlerinde, o şimdi ne yapıyor diye sorarken “beni mi düşünüyor yoksa fasülyenin neden pişmediğini mi ya da fiyatların neden bu kadar pahalı olduğunu mu” diyor. Yani Nâzım, aslında sevdayı anlatırken hayatı onun içerisine koyuyor. Ben güçlü olduğunu düşünüyorum bu açıdan Nâzım şiirinin. Bunların en güzel örneklerinden bir tanesi de “Saman Sarısı”. Evet, Nâzım kendine yolculuk yapıyor ama kendine yolculuk yaparken şehirlere de yolculuk yapıyor, tarihe de. Lehlilere, SS subaylarına ve o yıkıma, sonra ilerleyen tarihe. Bence bu bütün önemli.
Yaz 2013
“Meryem Ana kilisesinde çan kulesinde saat başlarını çalan borozan gece yarısını çaldı Ortaçağdan gelen çığlığı yükseldi şehre yaklaşan düşmanı verdi haber ve sustu gırtlağına saplanan okla ansızın borazan iç rahatlığıyla öldü ve ben yaklaşan düşmanı görüp de haber veremeden öldürülmenin acısını düşündüm”
Bence sosyalizmin Prag’da, Polonya’da yaşadığı bir tıkanmayı görüyor Nâzım. Yani ilerlemesi gereken tarihin, ilerlemesi gereken bir toplumun düşmanlar tarafından tıkandığını görüyor ve o yüzden böyle bir vurgu yapıyor. Yani “gece yarıları bize doğru yaklaşıyor”. İleri gidilmesi gerekiyor ama tarih ileri gitmiyor. Toplum ileri gitmiyor. Ben bunun şiirin geneline yedirildiğini düşünüyorum. Şiir bir yolculuk ve bu yolculuğun önemli duraklarından biri Prag. Prag şiirin önemli bir bütünü. Bu nedenle ben sırıtmadığını düşünüyorum ama şiire şiir biçimcisi gibi yaklaşsam ne olur onu çok bilemiyorum açıkçası. G. T. : Bence şöyle bakmak gerekiyor. Burada Nâzım ya peronda bekleyen bir adam, birtakım sanrıları da alıp gidiyor sanki yarı uyur yarı uyanık gibi bir halde ya da bizzat o peronun içindeki, ki bu ihtimalin daha önemli olduğunu düşünüyorum. “Yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu” dizesi ile Nâzım, aslında pek çok şehri birbirine bağlanıyor. Pek çok düşünce akışını şiirde bir bütünlük aracı olarak kullanıp sunuyor. Yoksa bu şiire baktığımızda aslında birbiriyle çok bağdaşmayacak konuları işliyor. “Borazan gece yarısını çaldı / Ortaçağdan gelen çığlığı yükseldi / Şehre yaklaşan düşmanı verdi haber”
Bence Nâzım burada bilinç akışı tekniğini kullandığı için ve bunu sanki peronda hareket eden bir adama eşlik edermiş gibi yaptığı için bu kısımlar sırıtmıyor. Bu yönüyle şiirin sinematografik etkisinin güçlü olduğunu düşünüyorum. Çünkü okuyucusunu yakalayan ve o vagonun içerisine yerleştiren bir Nâzım var. Burada biz ona eşlik ediyoruz. Buradaki “yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu” dizesinin de bu kopuşlarda ve zaman geçişlerinde çok önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. Nâzım burada bir yandan şair Nikolas Gilyen’in devrim sonrasında sürgünün sona erip Küba’ya, Havana’ya geldiği zamandan bahsediyor. Öte yandan Vera’ya aşkından. Öbür taraftan ise devrimin yerleşemediği bir toprak olan, daha doğrusu devrime karşı birtakım düşmanların ve bir takım tehlikelerin mevcut olduğu topraklardan bahsediyor. Örneğin şöyle bir dizesi var, Polonya’dan bahsediyor ve “yürüdük yıldızlara değen Ortaçağ duvarlarının karanlığında” diye başlıyor, sonrasında şöyle devam ediyor “ve ben yaklaşan düşmanı görüp de haber veremeden / öldürülmenin acısını düşündüm.” Nâzım’ın bu şiiri 60’ların dünyasındaki pek çok şeyi yansıttığı gibi bu zaman geçitlerinden birinde de on dokuz yaşına rastlıyor. Arada kırk yıllık zaman ve bu kırk yıllık zamana erişememesini anlatan bir bölüm var. “Vakıtları yakalamaya çalışıyorum” dizesinde bu durum, çok güçlü bir anlatımla çıkıyor karşımıza. Z. B. : Bana kritik olan “vakıt hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz” dizesi gibi geliyor. Bende tren havası yaratan
51
YeniYazılar
Yaz 2013
YUVARLAK MASA
da oydu. Bir şey ilerliyor hızlıca ve Nâzım orada bir şeyler yakalıyor. A. B. : Zozan’ın birbirine bağlayıcı gibi düşündüğü bu iki dize, bence bu noktada aslında biri diğerinden biçim açısından da farklı olmuyor. Yani Lehlileri anlattığı kısım ya da Küba’yı anlattığı kısım aslında hep aynı tutkalla birbirine bağlı. Dedik ya bir trende oturuyor, görüntüleri yakalamaya çalışıyor, yarı uyur yarı uyanık ve sanrılarıyla... İşte bu noktada Nâzım bir taraftan Küba’yı yakalarken bir taraftan Lehlileri yakalıyor. Mekanlardan geçerken mekanlarda ne olduğunu da anlatıyor bize aslında. Bu bağlamda sinematografik bir biçimi var diyoruz. Belki de fotoğraftan ayıran kısmı da o. Gördüğü görüntünün, anlattığı mekanın da bir akışı var. Burası da çok önemli bir nokta. Ben de bir bölümün diğerlerinden daha güçlü olduğu kanısında değilim. G. T. : Nâzım’ın geleceğin şiiri, ya da gelecekteki şairler bağlamında tartışılabilecek bir tarafı da var. Nâzım kendi şiirlerinde de bunu deniyor. Burada Nâzım’ın sinematografik öğelerden yararlandığını söylüyoruz. Nâzım’ın kendisi de pek çok açıklamasında şundan bahsediyor: Bence diyor şiir, öykü ve roman arasındaki ilişki gayet sıkı bir bağdır. Bir roman, bir şiirin ele aldığı konuyu ele alabilir. Keza şiir de bir romanın ele aldığı konuyu ele alabilir. Fakat burada şiirde hangi tarafların ön plana çıkartılacağı başkadır ve şiirde bunun hangi teknik araçlarla, hangi dille ve üslupla ifade edileceği farklıdır. Romanda, öyküde nasıl ifade edileceği farklıdır. Aslında Nâzım buradan yola çıkarak şunu dile getiriyor. Bence diyor türler arasındaki ayrımdan ziyade şiiri ya da öyküyü zenginleştirebilecek her türlü kaynağı kullanmak önemlidir. Hatta zaman zaman bunları birbirine yaklaştırmak. Mesela bir şiirin teatral olması, o şiiri zenginleştiren ve belki de ona başka zenginlikler katan bir unsur olabilir. Bunun mesela Nâzım’da somutlanması sinematografi, Edip Cansever’de “Ben Ruhi Bey Nasılım”da gördüğümüz örneğinde somutlanması ise teatrallik. Başka pek çok şair de örnek verilebilir. Türler arasındaki ilişki, bu ilişkinin hem dili zenginleştirmesi hem de şairi, romancıyı, öykücüyü beslemesi önemli bir nokta diye düşünüyorum. A. A. : Bir diğer önemli kısmına geçelim şiirin. Bir tanesi ayrılık bölümü demiştik. Bir diğer kuvvetli kısım da SS subayları ile ilgili olan kısım bence. Nâzım II. Dünya Savaşı’nda cephede savaşmadı. Ama o dönemi bir komünist olarak yaşadı. Dolayısıyla ciddi bir acısı var. Buna rağmen şöyle söylüyor: ”Ölüler bir SS mangası da olsa ölüler öldüremez” . Böylelikle ölen Nazi subaylarına insani açıdan bakmış oluyor. Bu dize üzerinden ilerleyen bir kısım var. Bu kısımda, bu kişilerin canavarlar, gaddarlar, barbarlar vs. olmanın ötesinde, aynı zamanda insan olduklarını da bize hatırlatıyor. Ama budalaca bir insancıllığın tuzağına da düşmüyor. “Ölümlerine ağlanmayan askerlerdendiler” diyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz? A. B. : SS subayları ile ilgili iki önemli nokta var bence. Birincisi onların kafaları, başları yoktu ve haliyle gözleri de yoktu diye bir vurgu var. Burası önemli. Bir diğeri önemli nokta yer ise: “korktukları hem de hayvanca korktukları belli belli çizmelerinden korku belli mi olur çizmelerden oluyordu onlarınki korkularından ateş etmeğe de başladılar artsız arasız bütün yapılara bütün taşıt araçlarına bütün canlılara her sese her kıvıltıya ateş ediyorlar hattâ Şopen Sokağı’nda mavi balıklı bir afişe ateş ettiler” Korkmuş bir insanın gitgide aklını da yitirmesi ve eylemlerinin uçlaşması... Bunu da bence çok iyi analiz ediyor. Başlarının ve gözlerinin olmaması meselesine dönecek olursak, önemli nokta
52
şu: Nâzım gerçekten de SS subaylarına da insan gözüyle bakıyor ve başları yoktu, düşünemiyorlardı diyor. Böyle bir metaforla anlatıyor ve kördüler, korkmuşlardı diyor. Belki de bu o dönem Nazizm’i anlatan en önemli üç faktör; düşünemeyen, kör gibi, korkan ama korktuğu için, düşünemediği için ve görmediği için budalaca ortalığa saldıran ve dehşet saçan bir insan topluluğu. Bence Nâzım çok güzel anlatmış o dönemin psikolojisini. Bir diğer vurgulanması gereken (hem okuduğum bölümle de ilgili) nokta da şu: Nâzım mimariye de çok meraklı bir adam. Çok önem veriyor mimariye: “bu şehir öldürülmemiş miydi kendileri öldürülmeden önce bu şehrin kemikleri birer birer kırılıp derisi yüzülmemiş miydi derisinden kitap kabı yapılmamış mıydı yağından sabun saçlarından sicim ama işte duruyordu karşılarında gecenin ve buz gibi esen yelin içinde sıcak bir fırancala gibi“ Ve tabi ki şu dizeler: “İki şey vardır ancak ölümle unutulur Anamızın yüzü ile şehrimizin yüzü” Birinci değindiğim SS subaylarıyla ilgili meselede Nâzım insanları şehrin bir parçasıymış gibi görüyor. Tabi ki şehrin saçı başı, yağından sabun yapılmışlığı yok ama Nâzım için, şehirle insanlar o kadar iç içe ki şehrin içinde ölen acı çeken insanlar şehrin bir parçası, şehirlere verilen zararla insanlara verilen zarar bir bütün veya anamızın yüzü ile şehrimizin yüzü diyor. Anne karnı biz dünyaya gelene kadar var olduğumuz yer, o bizim mekanımız bir ölçüde. Doğduktan sonra da şehrimiz, yaşadığımız yer aslında bir çeşit anne karnı Nâzım için. Annesiyle şehrini bir tutacak kadar da şehrine sevdalı veya burada bütününde gördüğümüz ona özlem duyan bir adam. Nâzım için kentle insan bir bütün halinde. Z. B. : Nâzım’ın bahsettiği dehşette SS’lerin şehirlere verdikleri zarar var. Nazizm önemli Avrupa şehirleri için büyük bir yıkım. Nâzım’ın ateş ediyorlardı ama benden başka kimse duymuyordu vurgusu. Etki etmiyor ateşleri diyor. Dolayısıyla orda tarihsel bir ilerleme vurgusu var. Faşizm bunu durdurmaya çalıştı ama tarih ilerliyor, şehirler var olmaya devam ediyor, insan var olmaya devam ediyor. Dolayısıyla o korku, o dehşet amacına ulaşamıyor. İnsan olarak yaklaşıyor ama aptal bir hümanizme düşmüyor dedik ya, oradaki önemli noktalardan bir tanesi de bu. Evet acıyor onlara çünkü bir yerde zavallılar, bir şey yapamıyorlar ve körler ve akılsızlar. İlerleme de her şeye rağmen devam ediyor. Çünkü şehirler yeniden var oluyor, insan yeniden var oluyor. Bence bu vurgu önemli. Nâzım Lehlilerden bahsettiği yerde tarihin geri sardığını, buna dur demek gerektiğini anlatıyordu, kilise ve Ortaçağ vurgusu vardı. Burada ise tersine, Naziler istediğini yapsın ama tarih ilerleyecek, insan ilerleyecek diyor. Bunu yediriyor bence insan olan Nâzım’a ve insanı anlatan Nâzım’a, aşkına. A. A. : Son kısma geliyoruz. Şiirin tarihi 1961. Bildiğiniz gibi Nâzım 1963’te ölüyor. Hayatının son birkaç senesinde ölüm duygusunu çok kuvvetli hissettiğini, yaşlanma, ihtiyarlık duygusuna kapıldığını biliyoruz. “Saman Sarısı”nda da bunun biraz izleri var. Sanki yüksek bir yerden kendi geçmişine bakar gibi bir hali var Nâzım Hikmet’in. Çok olgun, kendisinin bütün kusurlarının da farkında, doğru yaptıklarının yanlış yaptıklarının, zayıflıklarının güçlülüklerinin, hepsinin farkında. Ama bunların hiçbirine pişmanlıkla bakmıyor. Bu işin bir tarafı. Diğer tarafına gelelim. Nâzım’n şimdiye kadar çok fazla şey deneyen bir şair olduğunu biliyoruz. Yani Nâzım rubai de yazmış, fütürizmden ilham alan şiirler de yazmış, mektuplar da yazmış, mektupvari şiirler de yazmış. Çok fazla denemiş. “Saman Sarısı” sonunda
YeniYazılar
G. T. : Nâzım’ın yaşlılık dönemi şiiri olmasının beraberinde getirdiği şöyle bir durum var. Nâzım son şiir kitabında zaman vurgusunu sürekli yapıyor ve yaşlılığı sanki hayattaki heyecanlarının azalması ve bir şeylere geç kalma hissi olmasıyla açıklıyor. Belki de Vera’ya olan aşkı da bunu iyice katmerlendiren bir durum. Çünkü Vera genç bir kadın, ona duyduğu bir aşk var ve ona yetişmeye çalışıyor. Fakat arada kırk yıllık bir zaman var. Artık o eski Nâzım değil, genç Nâzım değil ve Nâzım bence hayata karşı iştahla bakan bir adam, geçtiği şehirler, yaşadığı şehirler, örgütlü yaşamı ve yaptığı pek çok şey, sanat eserleri... Hepsinde hem insanın iç dünyasına dair onu güzel bir şekilde anlatma, irdeleme iştahı var hem de olaylara müdahalesi, duyarlılığı …Öyle olunca Nâzım’ın yaşlanmaktan ve ölümden bu kadar korkmasını ben çok doğal karşılıyorum. Hani bazı insanlar vardır gözü arkada öldü derler. Nâzım böyle bir adam. Çünkü yaşamaya istekli, yaşamı seven, yaşamayı ciddiye alan ve hiçbir zaman için yaşamdan kopmayı tahayyül edemeyecek bir adam bence. Zaten bu şiirde şöyle bir bölümü var. Sizin söylediğiniz gibi geçmiş yaşamına gururla bakıp onu teyit etmenin somut ifadesi şiirdeki şu bölüm: “onun başına gelecekleri bir ben biliyorum çünkü inandım onun bütün inandıklarına sevdim seveceği bütün kadınları yazdım yazacağı bütün şiirleri yattım yatacağı bütün hapislerde geçtim geçeceği bütün şehirlerden hastalandım bütün hastalıklarıyla bütün uykularını uyudum gördüm göreceği bütün düşleri bütün yitireceklerini yitirdim” Bu on dokuz yaşıyla karşılaştığı sahne ve Nâzım burada geçmişine dönüyor hem onu sahiplenme hem onu teyit etme hem de sahip çıkma. Nâzım geçmişine sahip çıkıyor. Sanırım bir insanın yaşadıklarıyla yüzleşmesi ve yaşadıklarına sahip çıkabilmesi en değerli şey hayattaki. Nâzım çok güçlü bir şair olduğu gibi şairliğinin dışında bir insan güzelliği de var. Bu şiirde Nâzım’ın yaşamından kesitler okurken inancını ve hayatını
nasıl geçirdiğine dair de çok önemli ipuçları yakalıyoruz diye düşünüyorum.
YUVARLAK MASA
Nâzım’ın ulaştığı mükemmel sentezmiş gibi duruyor. Hem teknik olarak hem de korkunç otobiyografik bir yanı olması itibariyle imgelem olarak böyle bir tarafı var. Bu konuda ne demek istersiniz. Katılıyor musunuz?
Yaz 2013
Z. B. : Nâzım “Saman Sarısı” şiiri ihtiyarlık dönemi ile kesişiyor. Bu iştahla yaşayan, hayatı çok seven Nâzım bir şeylerin ilerlediğinin ve bunu yakalamayacağının farkında. Vakit hızla ilerliyor ve Nâzım bunu yakalayamıyor. Bence buradaki en temel mesele bu. Bu bir ayrılık şiiri, genç bir sevgili ve yaşlı bir adam. Burda hem aşkı yakalayamama korkusu var hem de hayatı yakalayamama korkusu. Salt güçlü, devrimci, çakı gibi erkek değil Nâzım. Bu değil insan zaten. Nâzım bence en başta bunun savunusu yapıyor. Nâzım sevdiği kadını kaçırmaktan korkan aşık bir adam. Bunu da şiire iyi yedirdiğini düşünüyorum. Zaten şiir asıl olarak hep bu. Şöyle bahsediyor zaman ile olan yarışından: “ben öne geçtim mi ışıldakları gölgemi düşürüyor yola gölgem koşuyor önümde gölgemi yitireceğim diye de bir telâştır alıyor beni” Hayata veda etme havasında bir şeyleri yakalayamayacağını düşünüyor. Ben bunun şiirde çok etkili olduğunu düşünüyorum ve bunu aşk üzerinden yapıyor. Hani bahsettik ya Nâzım için aslında hayat ve aşk, ikisi birbirinden ayrılmayan şeyler. Yakalayamadığı genç sevgili aslında yakalayamadığı genç bir hayattır da. Evet Nâzım hayata iştahla bakıyor ama istediği kadar olsun sonuçta materyalist bir insan ve bir yerde onu, sevdiği kadını kaybedeceğinin farkında. Ben bunun çok etkili olduğunu düşünüyorum
A. B. : Nâzım bir taraftan çok umutlu Küba’yla ilgili, Polonya’yla ilgili çok kaygılı, haber veremenin de kaygısını yaşıyor. Haber verememe kaygısı bencilliğini sıyırmasıyla da alakalı. Yoksa Nâzım artık yaşamının son demlerine gelmiş bir adam ve bir yerden sonra bir şeyler onun dışında akıp gidecek. Ama o hala bütün bunların kimisiyle ilgili umutlu, kimisiyle ilgili kaygılı. Kendi dışında akacak olan toplumsal olaylara dair belli duygular besliyor. Bu Nâzım’ın hem devrimci yanı hem de insani yanı... İşte bu iki mesele, aşkı ve kavgayı şiirine yedirmesi, bu diyalektik bakış açısı bence bu şiirin temel noktası. A.A. : Son sözleri de böylece almış olduk. Başka ekleyecek bir şeyi olan yok sanırım. Bu sayımızın Yuvarlak Masası da bitmiş oldu. Bir dahaki ay görüşmek üzere…
53
Yaz 2013
EMEKÇİ HALKA KARŞI
SORUMLUDUR
OKUMUŞ İNSAN
YeniYazılar
Her ay bir işçi direnişini dergimize taşıyacağımız “Okumuş İnsan Emekçi Halka Karşı Sorumludur” köşesinin ilk konuğu Türk Hava Yolları (THY) grevi. Neden greve gitme kararı aldınız? Süreci biraz anlatabilir misiniz?
noktaya getirilmesi. Bizlerin isteği hiç bir zaman ücret artışı olmadı. Tek istediğimiz insanca çalışmak ve yorgun uçmamak.
2 yıldır havacılık sektöründeyim. Daha önce özel bir havayolunda çalışıyordum. Çalıştığım şirketteki çalışanlar herhangi bir sendika üyesi değil ve TİS(toplu iş sözleşmesi) gibi bir hakkımız da yok. Ben özel sektörden gelmiş biri olarak sendikasız ve güvencesiz çalışmanın ne demek olduğunu iyi biliyorum. THY’ye geçtiğimde ise yine sendikasız olarak çalışmaya başladım.
Grevi engellemek için THY yönetiminin uyguladığı baskılardan söz ediliyor. Neler yaşandı?
Yani sendikasız çalışmak demek diğer personelle hemen hemen aynı uçuş saatinde çalışmak fakat yarı ücretini almak demek. Ve hiç bir sosyal haktan faydalanamamak demek. Daha sonra şirkette süresiz sözleşmeye geçtim ve sendikalı olma hakkım oldu. Bunun akabinde hemen sendikaya üye oldum ve çok kısa bir süre sonra greve çıkıldı. Neden greve çıktığıma gelirsek, biz uçucu personelin herhangi bir iş kolu yok. Yani iş kanuna tabi değiliz. Bu yüzden ne bir kıdem tazminatımız ne bir ihbar tazminatımız ne de iş mahkemesinde görülecek bir savunma hakkımız var. Tamamen borçlar kanununa tabiyiz. Bizleri koruyan tek şey sendika ve beraberinde TİS. Benim anladığım ve takip ettiğim kadarıyla şirket bu sendikayı istemiyor. Yani bizi sendikasızlaştırmak ve güvencesiz ortamda istediği gibi çalıştırmak istiyor. TİS görüşmeleri süreci hiç bir şekilde maddeler şirket tarafından tartışılmaksızın reddedildi. Bence baştan beri şirket süreci buraya getirmek için zorladı. Tabi bunun yanında geçen sene işten atılan 305 arkadaşımız da var. Sendikanın teklifi ise mahkeme sonuçları onanan arkadaşların iş başı yapmaları. Ayrıca grevden hemen önce “Revizyon 3” adı altında bizim çalışma talimatlarımızda değişiklikler yapıldı. Bu değişikliklerden bazıları ise korkunç uçuş süreleri. Örneğin ilave kabin memuruyla 20 saate kadar yapılacak mesailer. Dinlenme sürelerinin kısalması. Boş gün sayısının azaltılması. Dinlenemediğimiz her gün bizlerin ömründen gittiği bir meslekte çalışıyoruz. Yani zaten ağır olan çalışma şartlarının iyice dayanılmaz
54
Baskılar ilk etapta hesabımıza gönderilen maillerle başladı. Bu mailler personelin grevde çalışma hakkından ve sendikaya itibar edilmemesi bahsediyordu. Eğer sendikaya itibar etmez isek hiçbir şekilde hak kaybına uğramayacağımız hatta ücret artışı bile alacağımız maillerdi bunlar. Yani bizden para karşılığı grev kırıcılığı yapmamızı istiyorlardı. Fakat şirketin bu söylemlerinin hiçbir geçerliliği ve yasal dayanağı yok. Biz sadece bizi koruyan TİS’e güvenebiliriz. Daha sonra ise ekip odalarımızdaki ekranlara Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Topçu’nun röportajları, sözleri, yasadaki çalışma hakkına yönelik maddeler kondu. En sonunda yani grev günü ise havalimanını şu anda olduğu gibi binlerce polisle doldurdular. A kapısında toplanmamıza izin vermediler. Kararsız arkadaşlarımız bizleri orada göremeyip uçuşlarına gittiler. Bu grevimizi kıran büyük etkenlerden oldu. Ayrıca son bir yıldır parttime adı altında güvencesiz ve yarı maaşlı çalışacak olan tahminim 1000 kadar yeni memur alımı yapıldı. Bu memurlar yani benim eski konumumdaki memurlar sendikalı olamadıkları için uçuşlarına gitmek zorunda kaldı ve şirket ilk uçuşları bu arkadaşlarla yaparak grevin etkisiz olduğu izlenimini verdi. Tabi bununla da bitmedi eğitimi henüz bitmemiş 500 kadar yeni personeli de uçurmaya başladı. İşin en tehlikeli boyutu ise bu. Deneyimin çok önemli olduğu bir sektör olana havacılık yüzlerce deneyimsiz personelin eline bırakıldı ve birçok uçuş yapıldı. Bu da uçuşlarda aksama yok görüntüsü verdi. THY işçisinin memleketin çoğunluğundan daha yüksek maaş aldığı, yapılan grevin "nankörlük" olduğu söylendi kimi kesimlerce. Bu konuda bir şey söylemek ister misiniz? Ben bu konunun her açılışında şunu söylüyorum, aslında bizler “çok yüksek” maaş almıyoruz, diğer çalışan kesimler çok düşük maaş
YeniYazılar alıyor. Şöyle bakalım, açlık sınırının bin küsür yoksulluk sınırının 3 bin küsür olduğu bir ülkede bizler gayet normal rakamlar alıyor aslında. Ayrıca Türkiye gibi, patronların ve devletin asgari ücret olarak 750 lirayı uygun gördüğü bir ülkede bizlere bu maaşlar veriliyorsa işin zorluğunu da buradan anlayabilirsiniz. Elbette her iş zor ve insanlar emek ederek alın teriyle kazanıyorlar. Fakat bu iş çok daha zor. Yerden 1011 km yüksekte bir çok güvenlik prosedürünün aynı anda yöneterek 200 yolcuya güler yüzlü ve her an hizmet vermek gerçekten de çok zor. Bu işin bir çok sağlık riski var. Örneğin havada kozmik ışınlar, yüksek radyasyon, iç organların sarkması gibi bir çok tehlike var. Ben esas nankörlüğü yıllarca sendikanın TİS görüşmeleri sayesinde kazanılmış haklara sahip çıkılmaması olarak görüyorum. Dahası nankörlük işçinin emeğine sahip çıkmamasıdır. Bizler ise tam tersine işimize ve emeğimize sahip çıkmak için grevdeyiz. Bu grevin ayrıca şöyle bir yanı da var, THY bir dünya markası ve Türkiye’nin gururu. Bu, ülkenin bir kamu şirketini, gururunu göklere çıkaran emekçilere yapılan ağır bir saldırı. Bizde olduğu gibi diğer birçok sektör aynı sorunları yaşıyor. Ben gidişatı “taşeron cumhuriyeti” olarak adlandırıyorum ve yapılmak istenen de tam ifadesiyle bu. Taşeronlaşmaya karşı, emeğimize sahip çıkıyoruz ve grevimizi yılmadan başarıyla, sizlerin desteğiyle devam ettiriyoruz. Teşekkür ederiz. Hepinize sevgiler.
Yaz 2013
Türk Hava Yolu İşçileri, hava iş koluna grev yasağı getirilmesi üzerine 29 Mayıs 2012 tarihinde greve çıktı. THY yönetimi bunun üzerine 305 havayolu işçisini işten çıkardı. İşçiler konuyu mahkemeye taşıdı. İşçilerin bir kısmı, işe iade davasını kazandı.
İşçilerin grev kararını bir “ihanet eylemi” olarak nitelendiren THY yönetim kurulu başkanı Hamdi Topçu aradan birkaç ay geçtikten sonra eylemlerden dolayı yaşadığı “üzüntü”yü şöyle dile getirdi: “29 Mayıs, THY'de eylem başladığı gün, çok üzüntü duyduğumuz bir gün. Çalışanlarımız tabii ki eylem yapabilir, biz buna bir kısıtlama getirmedik. Ama o gün ortada hiçbirşey yokken siz iş aksatıyorsunuz ve 100 bin kişi havaalanında kalıp mağdur oluyor, THY zarar ediyor. Buna hakkınız yok. Bizim bu eylemden 1-2 saat öncesinde haberimiz oldu. Çalışanlarımıza bu kanunsuz bir eylemdir diye bir kısa mesaj attık. Bizim bu durumda işe son verme hakkımız var ve bunu kullandık. Arkadaşlarımız da mahkemeye başvurdu. Hukuk ne takdir ederse o olacak. Benim kendi iş yerim olsa belki geri alırım. Ama THY halka açık bir şirket birçok hak sahibi var onların adına benim affetme hakkım yok. Yargının sonucunu bekleyeceğiz hukuki bir hakkımız varsa, gereği neyse kullanacağız. Biz şirket yönetiyoruz bu şirketin kuralları var. Duygusal hareket etmemiz mümkün değil.” Topçu’nun “ortada hiçbir şey yokken iş aksatıyorsunuz” diyerek, THY işçilerinin haklarının gasp edilmesini görmezden gelen bu açıklamaları tepkilere neden oldu.
Yürüyüşler ve oturma eylemleri ile zaman zaman sönümlenir gibi dursa da devam eden THY direnişi, Hava-İş Sendikası’nın 15 Mayıs 2013’te uygulamak üzere grev kararı almasıyla yeniden alevlendi. Havaalanını abluka altına alan polisin tüm engellemelerine rağmen grev gerçekleşti.
Gezi Parkı direnişine de destek veren direnişteki THY işçileri 5 Haziran günü yaptıkları zeka dolu gösteriyle Gezi Parkı’nda renkli görüntülerin yaşanmasına neden oldu. Yüzü maskeli onlarca THY işçisinin uçak anonslarını değiştirerek yaptıkları gösteri “Tehlike anında can yeleğiniz yanınızdaki yoldaşınızdır” anonsuyla akıllara kazındı. Gezi Parkı’ndaki dayanışma ortamını özetleyen sloganlardan biri haline geldi.
55
YeniYazılar
Yaz 2013
Kitapları Türkçede de büyük ilgi gören Amerikalı Marksist düşünür ve yazar Bertell Ollman, Mayıs ayı içerisinde Yordam Yayınları tarafından organize edilen bir dizi panel için ülkemize geldi. Ankara Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde gerçekleşen panelin ardından dergimizin sorularını cevaplamayı kabul eden Ollmann, daha sonra Gezi Parkı eylemlerinin ilk günlerinde, direnişe dair yorumlarını elektronik posta aracılığıyla bizimle paylaştı. Ollman ile gerçekleştirdiğimiz söyleşiyi, Ollman’ın dergimize ilettiği “Gezi” yorumlarını da ekleyerek sizlerle paylaşıyoruz.
Bertell Ollman ile Marksizm ve Güncelliği üzerine Söyleşi: Cansu OBA* - Çeviri: Deniz ALTUNLU** Marksizm’i nasıl tanımlarsınız? Günümüzde sosyal bilimlerde iki “karşıt” akım baskın durumda: Postmodernizm ve pozitivizm. Marksizm her birine ne kadar yakın veya uzaktır? Veya Marksizm’in onlarla ilişkisi nedir? “Marksizm nedir?” sorusuyla başlamakta haklısınız çünkü diğer sorularınızın pek çoğu buna verilecek yanıta bağlı. Yanıtım şu: Marksizm neredeyse bütünüyle kapitalizmin, onun nasıl işlediğinin, kimin için daha iyi ve kimin için daha kötü işlediğinin, nasıl ortaya çıktığının ve günümüze dek nasıl geliştiğinin ve tamamen farklı ve çok daha insancıl bir toplum biçimine dönüşme potansiyelinin ve elbette emekçi sınıfın (kapitalizmin kaldırılmasından en büyük ve en acil yararı görecek olanların) bunu nasıl gerçekleştirebileceğinin bir analizidir. Marx’ın hemen hemen tüm yazıları kapitalizmi bu genel surette anlaşıldığı haliyle ele alır. Marx’ın kapitalizmi etüdü ve sonuçları teorize edişi de bütünüyle diyalektiktir. Bunun için eldeki konuyu (hem nesnel hem öznel boyutlarında) zaman içinde birbiriyle ve yapısal bütünle (kapitalizm) etkileşimleri, yani bireysel hareket ve ilişkilerinin toplamı üzerinden evrilen pek çok birbiriyle ilintili süreç olarak düşünür. Karşılıklı bağımlılıklarına rağmen, Marx’ın
Prof. Bertell OLLMAN Kimdir? New York Üniversitesi siyaset bilimi profesörlerinden Bertell Ollman aynı üniversitede diyalektik yöntem ve sosyalist teori üzerine dersler veriyor. Yabancılaşma: Marx'ın Kapitalist Toplumdaki İnsan Anlayışı (1978), Toplumsal ve Cinsel Devrim (1978), Diyalektik Soruşturmalar (1993), Pazar Sosyalizmi: Sosyalistler Arasındaki Tartışmalar (1998) isimli kitaplarıyla ve pek çok önemli makalesiyle tanınan Ollman aynı zamanda Sınıf Mücadelesi isimli masaüstü oyunun da yaratıcısıdır. Yıllardır üniversitelerde akademik özgürlük mücadelesi veren ve Amerikan Siyaset Bilimi Vakfı tarafından pek çok ödüle layık görülen yazar, 2003'te tamamladığı ve yayınevimiz tarafından Türkçe'ye çevrilip yayınlanan Diyalektiğin Dansı isimli kitapla, kendisinin de ifade ettiği üzere, en olgun ve en yetkin çalışmasını ortaya koydu.
56
çalışmasından ortaya çıkan değişim örgülerinin bir kısmı, çevresindeki örgüler üzerinde, onlarınkinden daha büyük bir etkiye sahiptir ve bunlar özel dikkat ve önem göstermek üzere ayrılır. Üretim biçimi, sömürü, kapital birikimi, periyodik kriz, sınıf çatışması ve devletin kapitalist sınıfla organik bağları bunun bazı örnekleridir. Bu kısa taslaktan bile sorunuzda değindiğiniz tüm o düşünce okullarının Marksizm’in şu veya bu şekilde bir karikatürünü gerçeği yerine koyduğu açık olmalı. Neden böyle yaptıkları elbette yazardan yazara değişir ancak cehalet, tembellik, kötü niyet, rağbet görmeyen bir davayla ilişkilendirilme korkusu, akademide yükselme arzusu, kendine “Marksist” diyen rejimlerin bazı uygulamalarına karşı yanlış yönlendirilmiş bir tepki ve -aralarındaki birkaç zengin için- kapitalistlerle ortak çıkarlar öğretideki bu vahim kırılmanın nedenleri arasındadır. Gerçi bu karikatürleri öne sürenlerden kimileri toplumu etüt etmek için Marx’ın gerçekte yaptığına yer vermeyen şu veya bu paradigmanın tutsaklarıdır da. Bu sonuncusu genelde bu düşünürlerin -pek azının çalıştığı- Marx’ın diyalektiğine yönelik derinden düşmanlığıyla ilişkilendirilir. [Bu konuda daha fazla ayrıntı için, artık Türkçede de bulunan Diyalektiğin Dansı kitabıma bakabilirsiniz]
YeniYazılar
Neden bu kadar çok düşünürün marksizmin kaba saba karikatürlerine düştüğünden daha önemlisi bunun Marx’ın yazılarının yaygın olarak ihmal edilmesini ve aynı zamanda Marx’ın ana konusunu, kapitalizmin kendisini rasyonalize etmekteki toplam etkisidir. Başka hangi düşünür kapitalizmi Marx’ın ona verdiği geniş anlamdaki gibi çözümlemeyi denedi? Hiç kimse. Sonuç olarak kapitalizm ve dolayısıyla onun bugünkü büyük problemlerimizin pek çoğundaki sorumluluğu -ekonomik kriz, işsizlik, büyüyen eşitsizlik, küresel ısınma vs. (uzun bir liste bu) - incelenmeden kalıyor, böylece bu problemlerin hepsi kapitalist bağlam mutlak sayılarak ayrı ayrı etüt ediliyor ve olası çözümler kapitalizm altında başarı şansı olmayan ufak reformlarla sınırlanıyor. İşçilere, işsizlere, öğrencilere ve pek çok diğer gruba ve doğaya dayattığı korkunç koşulları saklayamayan kapitalizm, kendisinin, kapitalist sistemin ürettiği tüm bu dehşet ve acıların mutlak sorumlusu olduğu gerçeğini saklamak için ısrarla -ve şimdiye dek kayda değer bir başarıyla- çabalıyor. Bugün dünyanın çoğunluğu için, insanlar öfke ve hüsranlarını problemlerinin kaynağıyla hemen hiç ilgisi olmayan başkalarından çıkarırken kapitalizm görünürlükten uzağa saklanıyor. İnsanları Marx okumaktan alıkoymak onları, bizi acınacak halde tutmaya devam etmek adına önemli bir taktik olarak ortaya çıkıyor. “Endüstriyel toplum”, “pazar toplumu”, “postmodern toplum”, “risk toplumu”, “özgür dünya” gibi terimleri “kapitalizm” yerine kullanmak, bütünü görünürden uzakta saklarken insanları bütünün parçalarına odaklanmaya yöneltmenin başka bir yolu. “Özgürlük”, “haklar”, “eşitlik” ve “demokrasi” gibi çok önemli kategorileri de kapitalizmin zaten izin verdiği anlamlara çıkarmak da böyle -iş arama özgürlüğü veya ücretini karşılayabileceğin
Yaz 2013
şeyleri satın alma özgürlüğü veya “reform”un durumunda (eğitim, sağlık, sosyal güvence vs.) sadece kapitalistlerin istediğinin olması. Tüm bu ideolojik saptırmalarla başa çıkmanın yolu bu kategorilerin nasıl, kim tarafından kullanıldığı ve zengin ve güçlülerin bizim yapamadığımız neleri yapabilmelerini sağladığını sormak... Sonra, elbette, hepsini bizim çıkarlarımıza hizmet edecek, aslına uygun bir biçimde yeniden tanımlamak. Kısmi sonuç: Marx’ın daha çok yazısını okumak ve başkalarını da okumaya teşvik etmek, sınıf mücadelesinde bizim tarafımızın etkinliğini en üste çıkartmak için gerekli olan kapitalizmi anlama biçimini yaymak için zorunlu adımlardır. Akademik ortamlarda devrim, özgürlük, demokrasi gibi kimi kavramların tanımlarında bir kafa karışıklığı ile karşılaşıyoruz. Bunun, tarihsel ilerleme fikrinin reddi ile alakalı olduğunu düşünüyoruz. Sizce durum nedir bu konuda? Bence “sınıf” ile başlamalıyız. Toplumdaki sınıflar nelerdir? Toplumda egemen olan sınıf hangisidir? Toplumda egemen sınıf olmak ne demektir? Kapitalistler için toplumu domine etmenin önemli yollarından biri de sözcükleri kullanacağımız bağlamı belirlemeleri, kavramlar domine etmeleridir. Böylece bizim kullandığımız tüm kavramların bağlamlarını belirlerler. Çoğu insan bugün özgürlük dendiğinde kafasında temel insan haklarını canlandırır örneğin. Eşitlik, adalet gibi kavramlarda da kapitalizmi iyi gösterir, eleştirmeyi zorlaştırır bu hamle. Biz bu kavramları, kapitalizmin üstesinden gelmek için ne yönde anlamamız gerektiğini öğrenmeliyiz. Örneğin, adalet. Kapitalist bir devlette nasıl adalet olabilir? Devlet, hâlihazırda kapitalistlerin lehine çalışırken nasıl herkese eşit davranabilir? İnsanlar daha iş isteyip bunu bile bulamazken nasıl herkes için özgürlük olabilir? İnsanlara iş
57
YeniYazılar verme şansı olanlar, yalnızca kendilerine çıkar sağlayabildiğin ölçüde sana bu şansı veren kapitalistler. Bu da demek oluyor ki, yaşamak için bir işe ihtiyacı olan pek çok insan, bir kriz döneminde bu haktan mahrum olacaklar. Yani çalışma özgürlüğü diye bir şey yok, çalışma hakları yok. 19. yüzyılın başlarında yaşamış sosyalist bir Fransız düşünürün insan hakları üzerine dediği gibi, en temel haklardan biri ortada yok, çalışma hakkı. Bir insanın sahip olduğu en önemli haktır bu, çünkü bu olmadan geri kalanının hiçbir önemi kalmaz. Açlığa mahkum bir insanın geri kalan özgürlükleri anlamsızdır. Bizim bu kavramlara, işçi sınıfının kapitalizmin üstesinden gelme ihtiyacını vurgulayacak bir bağlamda tanım bulmamız lazım. Böylece insanlar adalet, eşitlik, özgürlük gibi kavramları kullanabilsinler. Birilerinin çok parasının olduğu, her istediğini alabildiği ama geri kalanının hiçbir şeye parasının yetmediği bir dünyada nasıl eşitlikten söz edilebilir? Aynı şey iş için de geçerli, kimileri hayatını idame ettirebilmek için gerekli bir iş bile bulamazken diğer tarafta işi olan ve banka hesaplarından gelen kârla ihtiyacı olan her şeye sahip olanlar var. Tüm bu kelimeler kapitalizm eleştirisine dönüştürülmelidir. Genelde bu kelimeler kapitalizmi övmek için kullanılıyor. Eşitlik, özgürlük vs. bu yanlıştır. Marx, Kapital’ in üç cildinin yarısında kapitalizmin nasıl çalıştığını tartışır. Diğer yarısında ise insanların algılarının farklı yollarla nasıl bozulduğunu anlatır. Böylece sistemin nasıl işlediğini anlayamazlar, kendilerine ne olduğunu, sınıfsal çıkarlarını ve konumlarını algılamaları zorlaşır. Ve bunun önemli bir bölümü “sadece” kelimelerdir. Bu kavramlara verdikleri anlamlar bu bozulmayı artırır. Peki, bu noktada şunu sormak istiyorum, kavramlar üzerinde dönen bu tartışma akademinin mi yoksa pratik mücadelelerin bir konusu mudur? Her ikisi için de önemli. Pratik mücadele olmaksızın Akademi yolunu kaybeder, teoriye hakim olan bir akademiden yoksun pratik mücadele ise kendini tanımlamakta güçlük çeker. Kimi konuların işçiler tarafından anlaşılması kolaydır. Daha yüksek maaş için veya daha iyi çalışma koşulları için mücadele verirken bunları anlarlar. Ama bir sistem olarak kapitalizm hakkında çok şey bilmeleri zordur. Kapitalizm işçi sınıfına bu şansı vermez. Kısa süren savaş veya kriz dönemlerinde sınıfın bunları birleştirmesi, kapitalizmi yıkmanın gerekli olduğunu görmesi önemlidir. Bu konu pek çok işçi tarafından anlaşılamamaktadır, aksi hâlde oylarını işçi partilerine veya sosyal demokrat partilere verirlerdi. Bu nedenle yaşadığımız, çalıştığımız her yerde bu mücadeleyi vermeliyiz. Farklı durumlarda olan insanlar için biçilen farklı roller vardır bu noktada. Benim örneğimde, ben fikirlerle savaşıyorum. Taksim Gezi Parkı’nın hukuksuz bir şekilde Topçu Kışlası’na dönüştürülmesine itiraz etmek için başlayıp tüm Türkiye’yi saran, hükümet karşıtı kitlesel eylemlere dönüşen gösteriler uluslararası kamuoyunda da yer buldu. Bu sürece dair söylemek istediğiniz birşeyler var mı? Bu olayın meydana gelmesi müthiş bir önem taşıyor ve potansiyeli güçlü yeni bir kuvvetin, hoşnutsuz gençlerin Türk politik sahnesine çıkışını müjdeliyor. Ancak politik geçerliliği kısa vadede bile kapitalizmi sorunlarımızın çoğunun mutlak nedeni olarak odağa getirebilme ve kapitalizmi Türkiye ve dünyanın geri kalanının ilerlemesi gereken yol olan bir tür sosyalizm / komünizm ile değiştirme gerekliliğini sunabilme ölçüsüne bağlı
58
Yaz 2013
olacak. Aksi takdirde “demokratik” Türkiye’de (iktidarda görece popüler bir hükümet varken), Occupy hareketinin Arap dünyasındaki benzerlerinden çok, bir süreliğine müthiş manşetlerle duyurulduktan sonra bir yılın ardından adeta yok olan Amerikan benzerinin üzücü yönünde gitmesi muhtemeldir. Somut olarak bu, bir an önce, mümkün her yolu kullanarak daha fazla işçiyi -dindar işçiler de dahil-, işçi olarak onları en çok ilgilendiren konuları gündemde daha ön sıraya alarak harekete çekmeye ciddi özen gösterilmesi anlamına gelir. Ve bunun gibi bir anda soldaki her partiye destek için çağrıda bulunulması mantıklı olsa da, Direniş’in **(Occupy fiilini isim yaparak İşgal anlamına gelen Occupation’ı kullanıyor)**, ölçeği ve yayıldığı alanın heyecan verici özelliği, şu an organize sola bağlantılı olan ve sola doğru hareket eden büyük sayılarda işçilerle etkileşim kurma şansını tepmek istemeyecek çoğu insanla (liderlerinin pek çoğu olmasa bile) birlikte hem şimdi protesto edenleri, hem de sayısı artan işçileri ve diğer ezilen grupları içerecek solda yeni bir kitle partisinin çekirdeğini oluşturma potansiyeline sahip olması. Türkiye’de kapitalizmin belli kuvvetleri ama aynı zamanda zayıflıkları da düşünüldüğünde, benim kanaatimce ancak sosyalist / komünist bir programı demokratik iç organizasyonla ve emekçi sınıfta geniş bir tabanla kaynaştıran bir parti “devrim” adını hak eden türden değişiklikler gerçekleştirebilir. Ve statükoyu böyle bir ölçekte ve biçimde sarsan Occupy İstanbul böyle bir girişime atılınması için sahneyi hazırlamıştır. Derinden umuyorum ki, hepimizin iyiliği için bu fırsat kaçmaz. * ODTÜ Sosyalist Düşünce Topluluğu ** İstanbul Ü. Çeviri Gazetesi
YeniYazılar
Işın Savaşları Selim ÖZTEMEL* Bilim: İnsanların ölümüne sebep olan, yeni silahların üretimini sağlayıp ülkelere daha kolay demokrasiyi getirmesinin önünü açan, en basit kuramlarda bile kendi içinde anlaşamayan dogmatik bir yapıdır.(!) Bilimin kirli ellerine örnek vermek gerekirse; 2. Dünya Savaşı’nda Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları sonucunda binlerce insanın ölmesini söyleyebiliriz. Burada nükleer gücün zararını açıkça görebiliyoruz! Ya da bir başka örnek “bilimci” Nazi doktorlarının deneklerin rızası alınmadan hatta onları buna zorlayarak, bilim için yaptıkları deneyler... Bu deneylerden bahsetmek gerekirse; Alman Nazi Mihver ordularının askeri personelinin sağ kalmasını kolaylaştırmayı hedefleyen deneyler: Hipotermi tedavisi için dondurulan insanlar, pardon Yahudi esirler! Ya da deniz suyunu içilebilir hale getirmek için faydalanılan eşcinsel denekler… Alman askerlerinin yaralanmalara ve hastalıklara çare bulmak için ilaç geliştirme amaçlı yaptıkları deneyler, bunlar da Alman toplama kamplarında tifüs, sıtma, sarıhumma, bulaşıcı hepatit, tüberküloz gibi hastalıklara çare bulmak hatta hastalığı önlemek için esirlerin bağışıklık sistemine güçlendirmek adına uygulanan deneylerde test etmek için fosgen ve zehirli hardal gazına maruz bırakıldı. Hatta bu deneylerde bulunan sülfa (sülfanilamid) ilaçlarının dozunun denenmesiyle ölen yüzlerce insan gibi... Bir diğeri de düşmanı nasıl daha kolay öldürülebilir kılmak adına geliştirdikleri kimyasal kitle imha silahları... Siyanür ve diğer çeşitli zehirler kulanmış ve sinir gazını geliştirmişlerdir. Buda Nazi dünya görüşünün ırksal ve ideolojik öğretilerini ilerletmek için yapıldı! Peki, gerçekten de bilim bu mu? Bu kadar kötü bir şey mi? Bunları mı hedefliyor? Tabii ki hayır! Buraya kadar okudunuz zırvalar bilim adına bir hiçtir! Bilim: Tıbbi kaynaklarla insanları iyileştiren, bebek ölümünü azaltan, toplumu bağnazlıktan ve örümcek kafalardan kurtarıp aydınlanmanın önünü açan, bilginin oluşumunu, korunmasını ve iletişim araçlarıyla aktarımını sağlayan, doğa ile mücadelede bize avantaj sağlayan ve en önemlisi ne olduğumuzu, evrenin ne olduğunu, evrenin sınırlarını vb. soruları cevaplayan bir kuramsal sistemdir.
Yaz 2013
Evet, artık bu yazının çıkış noktasına gelebilirim; ABD´nin 2014’te Basra Körfezi’nde kullanmaya başlayacağı Lazer Silah Sistemi (LaWS) haberi! LaWS tan bahsetmemiz için öncelikle “L” den, yani lazerden bahsetmemiz gerekir.
Nedir bu lazer? Lazer, şiddetli, koherent ve tek renk ışık elde etmek için geliştirilmiş optik düzeneklerdir. Lazer yani İngilizcede Laser, Light Amplification by Stimulated Emission of Radiation’dan gelir. ”Uyarılmış radyasyon yayılımı ile ışığın güçlenmesi” anlamındadır.
Nerde kullanılır ve ne işe yarar peki bu lazer? Lazer ışınları atmosferden etkilendiği için, bu ışınların özel lifler içinde iletilmesi gerekir. Bu şekilde ışık hızında çok büyük verileri, çok uzun mesafelerde ve ışık hızına yakın taşıyabiliriz. Bu sayede foto diyot ile tv, müzik seti vb. aletlerinin kumandalarında ve kendiliğinden çalışan lambalar vb. araç gereçlerde lazer teknolojisi kullanılmaktadır. Tıpta da lazer teknolojisi ilerlemiş durumda. Yırtılan göz retinasının acısız ve kansız bir şekilde dikilmesini sağlar. Çürük dişlerin tespitinde ve dolgusunda kullanılır. Kanserli bölgeler açık ameliyat yapılmadan ışınlama ile tedavide araçtır. Cam, plastik, metal gibi maddelerin kesimi de nükleer enerjinin bir diğer kulanım alanıdır. Her faydalı teknolojik gelişmenin, insanlık adına kötü sonuçlar doğuracak şekilde kullanıldığı da olmuştur. ABD LaWS´ın 2011’de denemelerini yapmaya başladı ve 2012’de insansız uçakları yakarak düşürmeyi başardı(!) şimdi ise 2014’te göreve başlayacak olan lazer silahlı gemiler Basra Körfezinde yerini aldı. Görevleri, İran’dan gelecek saldırı botlarına karşı savunma... 32 milyon dolara mal olan bu projede bir atış, bir doların altında mal oluyor. Bu proje savunma teknolojisine yönelik tasarlandı(!) İyi bir bilimsel gelişme, kötü kişilerin elinde insanların ölümüne yol açabilir ve görünen o ki öyle de olacak. Tanıdık geldi mi bir yerlerden? Dün Hiroşima ve Nagazaki olanlar, bugün bizi Basra Körfezi’nde bizi bekliyor olmasın? Bunun olmaması için bilimin kardeşi aydınlanmayı ve aydın olmayı geliştirmek gerekir. Ve artık zamanı gelmedi mi kirli ellerden bilimi kurtarmanın? * İstanbul Ü. Bilimsel ve Sosyal Araştırmalar Kulübü
Peki, bu kadar kirli ve çirkin olaylar nasıl oluyor? Bu bilimin kötü olmasından değil, bilimi kendi çirkin çıkarları için kullanan kirli insanların uğraşı yüzünden oluyor. Nükleer enerjinin keşfi ile bu enerji; tıpta, endüstride, tarım sanayisi ve gemi sanayisinde kullanılmaya başlandı. - Tıpta, hastalıkların teşhisi ve tedavisinde kullanılan araçlar nükleer enerji ürünüdür. Yine tarımda besin ve tıbbi ürünlerin sterilizasyon için suyun ve malzemelerin yaş tespitinde kullanılmaktadır. - Tarımda, böcekler ile mücadele ve daha iyi mahsul üretmekte kullanılmaktadır. - Denizaltı ve uçak gemilerinde, sivil olaraktan buzkıran gemilerde gelişmiş bir nükleer enerji kullanımı vardır.
59
YeniYazılar
Ferman Padişahınsa
Yaz 2013
Hayat Bizimdir Ferman sende, ama güzel yaşamak bizde: Senden ayığız bu sarhoş halimizde. Sen insan kanı içersin, biz üzüm kanı: İnsaf be Sultanım, kötülük hangimizde? Ömer HAYYAM
Mert DERİNGÖZ* Alkol tüm kötülüklerin anası mı? Kötülükleri kimin belirlediğine göre değişir aslında bu sorunun cevabı. Egemenlerin kötülük algısından hareket edersek “anası” olma durumu biraz abartılı kaçacak olsa da egemenlerin korkularıyla alkolün bağı tarihte çoğu zaman var olmuştur. Örneğin Osmanlı’da bu konudaki yasaklarıyla ün salmış padişah 4. Murat’ın meyhanelerin ve kahvehanelerin yeniçerilerin ve isyancıların toplanma yeri haline gelmesinin yarattığı tedirginlikle alkolü, tütünü ve falı yasakladığı bilinir. Otoritesi için tehlikeli bir kötülükle alkolün bağını görüp bundan korkmuştur padişahımız. Osmanlı’da padişahlara muhalif sesler en rahat meyhanelerde yükselme olanağı bulmuştur. Fransız İhtilali’nde ve 1848 devrimlerinde de meyhanelerin devrimcilerin toplanma yerleri olduğu bilinir. Devrimci düşünceler baskı koşullarında meyhanelerden yayılmıştır. Peki, bugün Türkiye’de meyhaneler, içki masaları böyle ortamlar mıdır? AKP bu yüzden mi içkili mekânları kapatmak istemektedir? Bu sorulara yanıt bulmadan önce AKP’nin derdi insanları alkolün sağlığa zararlı etkilerinden korumak mı biraz ona değinelim. Çünkü alkolün sağlığa olan zararları bu sıralar daha fazla gündeme getirilerek AKP’nin yasağı meşrulaştırılmaya çalışılıyor. İlk olarak tarihte alkol tüketerek hayatların kurtarıldığı örneklerden bahsedeyim. Denizcilikte alkolün yerinin önemli olduğu, en azından korsan filmlerinden hepimizin aklında kalmıştır. Denizciler içme sularını fıçılarda saklarlardı. Ancak su, yolculuk uzadıkça kirleniyor ve o suları içmenin ölümcül sonuçları olabiliyordu. İlk başta fıçılardaki sulara sirke katılırmış ama sirkenin etkisi kısa süreli olduğu için uzun yolculuklarda çözüm olmazmış. Bu yüzden denizciler çoğu zaman beklemiş suların içine alkol katarak içerlermiş.(1) Ümit Burnu ve Amerika Kıtası içilecek su olmadan
60
keşfedilemeyeceğine göre insanlık tarihinde yeni ufuklar açan bu keşifler için alkol şarttı büyük ihtimalle. Yine tarihte ishal salgınlarında (muhtemelen kolera, tifo, dizanteri gibi mikrobik hastalıklardan kaynaklı) bazı Avrupa köylerinde sular alkolle karıştırılarak tüketilirmiş. Hatta kiliseler düşük alkollü şaraplar üreterek halkın susuzluktan ölmesini önlemeye çalışırmış. Bebeklerin bile sıvı ihtiyacını şarap ile karşıladığı dönemler varmış. Tarihte alkolün bu şekillerde koruyucu sağlık uygulamalarında kullanıldığı böyle dönemler de var. Bugün kronik alkol tüketiminin ve alkol bağımlılığının (alkolizmin) sağlığa birçok zararı olduğunu biliyoruz. Zaten artık insanlığın alkolü ilaç niyetine içmediği bir dönemdeyiz. Peki, AKP sağlığımızı korumak için mi alkole yasaklar getiriyor? İktidarımız sağlığımıza çok mu değer veriyor? Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) sağlık alanındaki uluslararası bir otoritedir. Dünya Sağlık Örgütü alkol tüketiminin sağlığa zarar vermeyecek düzeyde kalması için alkol tüketim sınırını şu şekilde belirtmiştir: Kadınlar için haftada toplam 14 standart içkiden (2), erkekler için ise 21 standart içkiden fazlası riskli alkol tüketimi olarak belirtilmektedir. (3) Ayrıca sağlıklı alkol tüketimi için haftada en az iki gün alkol tüketilmemeli ve haftanın beş günüalkol tüketen bir kadın günde 2 standart içkiyi, erkek ise günde 4 standart içkiyi aşmamalı. (4) Bu söylediklerimi reçete olarak algılamamanızı öneririm. Tüm bunları yazmaktaki amacım sosyal içiciliğin aslında sağlık için çok büyük zararları olan bir şey olmadığını göstermektir. Demek ki toplumcu bir sağlık anlayışının önlemeye çalışması gereken durum sosyal alkol tüketimi değil kronik alkol içiciliği ve alkolizmdir. Sosyal içiciliğe müdahale toplum sağlığının korunmasından öte bir duruma işaret eder.
YeniYazılar
Yaz 2013
Ayrıca dikkat ettiyseniz AKP alkol kullanımını mücadele edilmesi gereken bir konu olarak yansıtmaktadır kamuoyuna. Ama ülkemizde alkolizm ve alkol tüketimi sağlık mücadelesi başlatılacak boyutlarda değildir. En son DSÖ verilerine göre Türkiye’de günlük kişi başına düşen toplam saf alkol tüketimi 2.87 litre iken (5) Avrupa ülkelerinin ortalaması yaklaşık olarak 15 litredir.(6) İlla alkolle ilgili bir şeyle mücadele edeceksek alkolizmle mücadele etmeliyiz. Bunun yolu da alkolü yasaklamak değildir. Alkol bağımlısı birey gece 22 sabah 6 saatleri arasında alkol satışını durdursan da önlemini alır. Alkolizmin sosyal boyutları çözülmeden de yeni alkol bağımlılarının ortaya çıkması önlenemez. Araştırmalar gösteriyor ki düşük sosyoekonomik durum ve az gelişmişlik alkol bağımlığını, kronik içiciliği ve alkolün zararlarının görülme oranlarını arttırmakta. (7) Zaten Tayyip Erdoğan 'İçeceksen yine alkollü içeceğini al evinde iç. Buna karşı değiliz.”(8) sözleri ile derdinin alkolizm ve kronik içicilik olmadığını göstermektedir. Yani sorun halk sağlığı değil, AKP’nin sorunu tamamen ideolojik. Yukarıdaki alkol tüketim rakamlarına bakınca AKP’nin Avrupa verilerini temel alarak Türkiye’de halk sağlığı uygulamalarını geliştirmeye çalıştığını düşünebiliriz. Çünkü aşırı alkol tüketimi bizim değil Avrupa ülkelerinin sorunu. Avrupa sorunları araştırıp tespit ettiyse biz Türkiye’de hiçbir araştırma yapmadan oradan aynen alalım mantığı sağlık alanında AKP’de bulunmakta zaten. Obezite ile mücadele gibi kampanyalar da daha çok ABD verilerine dayanarak yapılmakta. Sigara kampanyası da benzer şekilde Avrupa’dan ithal. Bu durum “büyük Türkiye”nin kendine özgü sağlık verilerinin ve sağlık politikalarının olmamasından kaynaklıdır. Ayrıca AKP sağlıkta dönüşüm adını verdiği sağlığı piyasalaştırma operasyonu ile koruyucu sağlık uygulamalarını yok ederken yukarıda saydıklarıma benzer hamlelerle kendine sağlık imajı yapıyor. Ama bu durum alkol yasağının AKP için ayrı bir yeri olduğu gerçeğini ikinci plana atmamalı. Yani ana neden sağlık makyajı değil. İlk sorunun yanıtını şimdi vermeye çalışayım. Türkiye’de devrimci, ilerici fikirlerin sadece meyhanelerde yayı-
labileceği bir nesnellik yok bugün. Solun ülkemizdeki tarihsel birikimi bunu aşmış durumda. İçki satışına uygulanan baskının ardında belki AKP’nin bir hayali yatmaktadır: üniversitelerde, iş yerlerinde, yaşamın her alanında insanların bir araya gelme noktalarında muhalif fikirlerin gelişmesini engelleyen, ilericiliği, devrimciliği yasaklayan önlemleri alacağı bir geleceğin hayalini kuran AKP giremeyecekleri, hükmedemeyecekleri tek yer olan içki masalarını şimdiden ortadan kaldırmaya çalışıyor olabilir. Bir padişahlık özlemi olan bu durumun AKP’lilerin hayali olarak kalmaya mahkum olduğu, son dönemde muhalif seslerin her alandan AKP’ye karşı yükselmesiyle daha net görülüyor. AKP tarafından asıl hedeflenen toplumsal yaşamı gericilikle biçimlendirmektir. İçki içmeyi ve satmayı yasaklarla boğarak toplumda hakim olan bir yaşam tarzını alt kültür haline getirmektir AKP’nin hedefi.(9) Üniversite finalleri bittiğinde stres atmak isteyen öğrenci toplamı soluğu içki masasında almak yerine döner-ayran yemeye gitmeyeceğine göre; sevdiğinden ayrılan biri içki masasında dost tesellisi aramak yerine sevdiğinin arkasından buzlu ayran içmeyeceğine göre; yıllardır görüşmeyen arkadaşlar bir araya geldiğinde eski günlere kadeh tokuşturmak yerine ayran bardağı tokuşturmayacağına göre AKP’nin yaşam tarzımıza yönelik saldırısı tutmaz. AKP’nin muhafazakar yaşamına Türkiye kesinlikle sığmaz. * Hacettepe Ü. Kitap Topluluğu Dipnotlar: (1) Sezgin, Sabri Çağrı, Denizcilerde Görülen Hastalıklar, http://www.taussmarine.com/seyirdefteri/index.php/denizcilerde-gorulen-hastaliklar/ (2) Bir standart içki = bir tek rakı, cin, viski vb. = bir kadeh şarap = Bir küçük kutu bira (3) Ögel K., Karalı A., Tamar D., Çakmak D., Alkol ve Madde El Kitabı, Hekimler için Alkol ve Madde Eğitimi Programı, AMATEM, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi, 1998, s.34 (4) A.g.e. ; s.38
Tablodaki değerler, haftada beş kez kullanım içindir. (5) World HealthOrganization, Global Status Report on AlcoholandHealth, s. 277 (6) Anderson P., Baumberg B., Avrupada Alkol Kullanımı Halk Sağlığı Bakış Açısıyla, Avrupa Komisyonu için Rapor, Alkol Araştırmaları Enstitüsü, İngiltere, Haziran 2006, s. 4 (7) World HealthOrganization, Global Status Report on AlcoholandHealth, s.34, 35 (8) http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/erdogan-icki-yasagini-dini-gerekce-gostererek-savundu-haberi-73726 (9) Yaşamın, eğlencenin bir parçası olan alkolün sadece özel yaşamda tüketilmesini istemek alkolü hayatı renklendiren bir tat olmaktan çıkartır; onu içen için bir amaç haline getirir. Bu durum mutlak surette bağımlılığı arttırır. Yani alkol yasağıdır asıl sağlığa zararlı olan.
61
YeniYazılar
Bir AKP projesi olarak
TAKSİM Damla BAYTEKİN* Kamusal Alan ve Meydan Kamusal alan din, mezhep, kültür, cinsiyet, sosyal statü farkı gözetmeksizin herkesin kullanımına açık alanlar olarak tanımlanmaktadır; ancak biliyoruz ki sınıflı toplumlarda herhangi bir şeyin herkes için olabilmesinin imkanı yoktur. Dolayısıyla günümüzde de kamusal alanlar belirli kesimler tarafından kullanılabilen alanlardır ve kullanımı kontrol altındadır. Çünkü kamusal alanlar insanların birbirleri ile ilişki halinde oldukları alanlardır. İnsanların bir araya gelmesi iktidar tarafından riskli görülmektedir ve bu durum her zaman için kontrol altına alınmaya çalışılmaktadır. Kamusal alanları oluşturan temel mekanlar sokaklar, caddeler ve meydanlardır. Bu yazının konusu gereği yalnızca meydanlar ele alınacaktır. Meydanlar işlevleri açısından toplumsal, ticari, askeri olabildikleri gibi aynı zamanda insanların toplandığı, buluştuğu, kültürün, yaşam biçiminin yansıtıldığı mekanlar durumundadır. Meydanlar bir kentin tümünün fiziksel, sosyal yapısı hakkında bilgi edinebileceğimiz en önemli mekanlardan birisidir. Kent ve onu belirleyen ana öğeler olan meydanlar toplumsal belleğin, kimliğin, aidiyetin oluşumundaki esas etkenlerdir. (1) Bu sebeple meydanları yeniden şekillendirmek; hem kentin imajını yeniden yapılandırmak hem de meydanları kullananları yeni bir kentsel yaşama adapte etmek açısından önemlidir.
Fotoğraf: Mustafa Senyücel
Türkiye’deki geleneksel kentlerin meydanları batıdaki kent meydanlarından ayrışmaktadır. Bunun nedenlerinden biri İslamiyet’in ortak kullanım alanlarını sınırlaması ve meydanları cami ya da külliye ile bağlantılı
62
Yaz 2013
kurgulamasıdır. Diğer bir neden ise meydanların çoğunlukla plansız, rastlantısal gelişmesidir. 19.yy’da Osmanlı’nın batılılaşma sürecine girmesiyle fizik mekanda da değişiklikler yaşanmaya başlanmış ve bahsi geçen plansız gelişme durumu değişikliğe uğramıştır. 1839 yılında Helmuth Vun Moltke İstanbul’un ayrıntılı haritasını çıkarmak ve sokak örüntüsünü düzeltecek bir plan yapmakla görevlendirildi. Kentin başlıca fiziksel sorunları sokakların düzenlenmesi ve meydanlar oluşturulması biçiminde tespit edilmişti. (2) Doğan Kuban’dan aktarırsak; “Belediye kurulması ile birlikte ilk farkına varılan şey İstanbul’da meydan, yol, kaldırım ve park denilen kentsel oluşumların yokluğudur.” (3) Taksim Meydanı, Dünü-Bugünü Bahsedilen planlı dönem gereği kent için meydanlar ve parklar tasarlanmaya başlanmıştır. Taksim Meydanı’nın ortaya çıkışı da bu tasarımlar sonucunda olmuştur. Kamuya açık park kavramı Osmanlı Başkenti’ne 1860’larda girmiştir. 1864’te Taksim-Pangaltı yolu inşa halinde iken Taksim’deki Hıristiyan mezarlıklarının Şişli’ye taşınmasıyla boşalan alana bir bahçe yapılması düşünüldü. (4) Böylelikle Taksim Bahçesi oluşturulmuştur. Günümüzde AKM’nin yer aldığı alanda daha önceden Elektrik İdaresi’nin yabancı müdürü için yapılan 3 katlı bir lojman bulunmaktaydı. Aynı şekilde bugün The Marmara Otelinin bulunduğu alanda da Osmanlı Bankası’nın Fransız Genel Müdürüne ait bir konak yer alıyordu. Bu meydanda yer alan bir diğer bina ise Topçu Kışlası’dır. Anıtsal bir görünüme sahip olan bu kışla 19.yy’da yapılmış, zaman içinde işlevini yitirerek avlusu futbol sahası olarak kullanılmış, 2. Dünya Savaşı sonlarında yıkılmıştır. 1930 ve 40’lı yıllarda sürdürülen imar hareketleriyle bazı binalar yıkılarak Taksim’de yeni bir meydan oluşturulmuştur. Taksim boşluğu zaman içinde onu çevreleyen binalar ve 1928 yılında İtalyan Prof. Pietro Caronica tarafından yaptırılan Cumhuriyet Anıtı ile bir meydan haline gelmiştir. 1940 yılında İstanbul’a gelen Fransız Mimar Henri Prost kentin ortasında dev bir yeşil alan öngören planı hazırladı. Bu plan uygulanarak Taksim Meydanı, Taksim Gezisi ve Cumhuriyet Parkı’nın düzenlemesi gerçekleşti. (5) Meydana cami yapılması ilk olarak 1968’de kararlaştırıldı. 1977’de avan projesi hazırlandı ama daha sonrasında yaşanan siyasi değişiklikler
YeniYazılar AKP iktidarının kentler için kurguladığı yeni imajda din önemli bir belirleyen, camiler kenti şekillendiren önemli bir etmen. Taksim Meydanı projesi de Tarlabaşı’ndaki dönüşümle birlikte ele alındığında belirli bir kesimi kent merkezinden uzak tuttuklarına dair tespitimiz doğrulanıyor. Ayrıca İstiklal Caddesi üzerinde kapanan sinemaları, tiyatroları ve yerlerine açılan AVM’leri (çoğul eki kullanmak yanlış olmayacak, yeni AVM planları da var elbette) düşündüğümüzde Taksim’e bütünlüklü olarak yeni bir imaj tasarlandığı açık. sebebiyle uygulanmadı. Bedrettin Dalan döneminde 1987’de Taksim Meydanı düzenlemesi için açılan yarışmalarda cami için belirlenen bu alan rekreasyon alanı olarak değerlendirildi. Sonraki dönemde belediye başkanlığına Nurettin Sözen geçti ve İstanbul Metrosu inşaatına başlandığı için meydanla ilgili tasarımların hayata geçirilmesi imkanı ortadan kalktı. 1994 yılında Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanı olduğu dönemde cami projesi yeniden gündeme geldi ama onay alamadı. Günümüzde ise Taksim Meydanı ile ilgili yeni bir düzenleme projesi gündemde, yayalaştırma projesi ve bu kapsamda Topçu Kışlası’nın yeniden inşası... Taksim Meydanı’nın mevcut haliyle meydanlara ait olan toplanmadağılma özelliğini taşımadığı, yalnızca ulaşım amaçlı kullanıldığı, Gezi Parkı’nın da yeterli derecede kullanılmadığı açık. Bunun en büyük sebeplerinden biri yanlış kurgulanan ulaşım bağlantıları ve otobüs durakları. Ancak bahsedilen yayalaştırma projesi ile bu sorunların çözülmesi bir yana üzerine yeni sorunlar ekleniyor. 16 Eylül 2011’de İBB Meclisi’nde oybirliğiyle kabul edilen ve 4 Ocak 2012’de Anıtlar Kurulu tarafından aynen onaylanan proje bir yayalaştırma projesinden çok yayasızlaştırmainsansızlaştırma projesi. Taksim’e çıkan sekiz yolun yedisi araçların yer altına alınmasına olanak verecek dalış tünelleriyle kapatılacak ve böylelikle yayalar ancak tek sıra halinde Taksim’e yürüyebilecekler. Ulaştırma alanında yetkililer ise bahsi geçen (ve hatta kazısı başlayan) dalış tünellerinin, araçların yer altına alınmasının akılcı olmadığını söylüyorlar. Bir diğer mesele de Gezi Parkı’na Topçu Kışlası’nın yeniden inşa edilmesi fikri. Koruma Kurulu kışlanın yapımını reddetti ve Tayyip Erdoğan’dan cevap gecikmedi, “biz de reddi reddederiz” dedi. Bugün karşımızda her tarafı kazılmış, kazıların etkisiyle İstiklal Caddesi üzerindeki binaların hasar gördüğü bir meydan ve ağaçları dozerlerle yıkılmış bir Gezi Parkı duruyor. Bütünüyle Dönüşen İstanbul’un Taksim’i Taksim’de yaşananları İstanbul bütününde yaşanan dönüşümden bağımsız düşünmemiz elbette mümkün değil. İçinde bulunduğumuz dönemde kent toprağı değerli ve inşaat yapmak sermaye üretmenin yollarından biri. Dolayısıyla sayısı katlanarak artan inşaat projelerini bu gözle de değerlendirmek gerekir. Ancak Taksim’de yaşananları anlamak
Yaz 2013
için birkaç tespit daha yapmamız gerek. Örneğin AKP iktidarının kent merkezlerini işçi sınıfından arındırıyor oluşunu önümüze koymamız gerek. Çünkü artık kent toprağı çok değerli hale geldi ve işçi sınıfının o toprağı “işgal etmesi” istenmiyor. Bu sebeple emekçiler (ve giderek orta sınıf) kentin çeperlerine sürülüyor, ulaşım bağlantıları kurgulanarak bu işgücünün iş alanlarına ulaşabilmesi sağlanıyor ve değerli olan topraklar yeni imajlara bürünüyor, o imajlarla pazara sürülüyor. Şüphesiz ki AKP iktidarının kentler için kurguladığı yeni imajda din önemli bir belirleyen, camiler kenti şekillendiren önemli bir etmen. Taksim Meydanı projesi de Tarlabaşı’ndaki dönüşümle birlikte ele alındığında belirli bir kesimi kent merkezinden uzak tuttuklarına dair tespitimiz doğrulanıyor. Ayrıca İstiklal Caddesi üzerinde kapanan sinemaları, tiyatroları ve yerlerine açılan AVM’leri (çoğul eki kullanmak yanlış olmayacak, yeni AVM planları da var elbette) düşündüğümüzde Taksim’e bütünlüklü olarak yeni bir imaj tasarlandığı açık. Son olarak üzerinde düşünmemiz gereken bir nokta daha var. Yazının başında da belirtildiği gibi kamusal alanlar; sokaklar, meydanlar insanların birbirleri ile ilişkiye girdikleri mekanlardır. Dolayısıyla bu mekanlar mümkün olduğunca kontrol altında tutulmak zorunda. Hele ki Taksim gibi göz önünde olan (“suya sabuna dokunmayan”ların da kullandığı ve eylemlere tanıklık ettiği) mekanların sürekli eylemlere, gösterilere, irili ufaklı örgütlenmelere sahne oluyor olması istenmeyen bir durum. Vaktiyle üniversiteleri, düşünen üreten gençleri kent merkezlerinden uzak kampüslere “süren” bu iktidar şimdi de örgütlenenleri, karşı duranları, boyun eğmeyenleri kent merkezi dışına atıyor. Bu 1 Mayıs’ta Kazlıçeşme’yi alternatif olarak göstermeleri de böyle yorumlanabilir. Peki Ne Yapmalı? Öncelikle unutmamamız gereken şey bütünlüklü mücadele. Kentlerde yaşadığımız hiçbir dönüşümü AKP iktidarının ülkede yaptığı dönüşümlerden ayrı tutamayız. Ülke gericileştiriliyorsa kentler dini referanslarla kurgulanıyor, sağlık sistemi çöküyorsa devlet hastaneleri kent merkezi dışına atılıyor... Özetle yeni kent yeni düzene uyum sağlayacak insanlar üretmek için tasarlanıyor, yeni düzen kendi mekanını da yaratıyor ve o mekanın insanları şekillendireceğinin bilincinde olarak kurgularda bulunuyor. Bu tabloda bizlerin iki farklı görevi olduğunu düşünüyorum. Birincisi geleceğin mimarları, mühendisleri, plancıları olarak bu yağma ve talan projelerinin karşısında olmalı, mühendisin toplumcu olması gerektiğini, okumuş insanın emekçi halka karşı sorumlu olduğunu vurgulamalıyız. Hatırlarsınız Taksim Meydanı projesini çizecek mimar bulmakta zorlanmıştı İBB. (6) Aynı şekilde atacakları her adımda karşılarında reddeden, karşı koyan, çoğalan ve aklı üreten meslek insanlarını bulmalarını sağlamamız gerekiyor. İkincisi bu ülkenin aydınlık geleceği olarak yeni bir ülke kurmanın olanaklarını aramamız gerekiyor. Unutmamamız gerekir kentlerimizi kazanmanın yolu gericiliğe karşı başlattığımız aydınlanma mücadelesini, sermaye iktidarına karşı sürdürdüğümüz sınıfsız toplum mücadelesini kazanmaktır!
* Yıldız Teknik Ü. Dipnotlar: (1) Gökgür P. (2008) Kentsel Mekanda Kamusal Alanın Yeri (2) Çelik Z (1998) 19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti Değişen İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul. (3) Kuban D (1998) Kent ve Mimarlık Üzerine İstanbul Yazıları, Yapı Endüstri Merkezi Yayınları, İstanbul. (4) A.g.e. (5) A.g.e. (6) İlgili haber için: http://haber.sol.org.tr/kent-gundemleri/mimarlar-taksimprojesinde-yer-almayi-reddediyor-haberi-51868
63
YeniYazılar
Yaz 2013
HAYDARPAŞA’NIN ÖTEKİ YÜZÜ Mustafa ÖCALAN*
Banliyö seferlerinin yerini alacak her türlü araç geliştirilmiş durumda. İlk olarak Haydarpaşa İskelesi’ne uğrayan vapurlardan inen vatandaşları bu konuda uyarmak için büyük çaba sarfedilmektedir. Bu iskeleye uğrayan her vapura, yeni bir görevli istihdam edilmiştir ve Haydarpaşa’da inecek olan herkes feryat figan bir haykırışla uyarılmaktadır: “ARTIK HAYDARPAŞA’DAN TREN KALKMAMAKTADIR; LÜTFEN YANLIŞ İNMEYİNİZ!” Yıllar boyunca Haydarpaşa Garı’nı romantizmiyle, toplumun hafızasında yer eden sahneleriyle, kamusallığıyla, mimarisiyle, şiiriyle tartıştık. Yeşilçam sahnelerini, yurtdışına göç halindeki emek gücünü, kara kara trenlerini konuştuk. Sanki hiç değişmeyecekmiş gibi. Ya da garın hizmete açıldığı 1908 senesinin üzerinden onlarca yıl hiç geçmemiş gibi. Ancak bütün bu tartışmalar esnasında önemli bir nokta, yıllarca unutulmuş, es geçilmiştir. Değişmeyen tek şey; değişimin kendisidir. *** Evet, bugün Haydarpaşa’ya ayak basan bir yolcu; insana, tren bekleme telaşına, geçmiş yılların anılarına, gar önü çay keyfine ya da Deli Hasan’ın gar merdivenlerinin önüne yanaşan arabalardan para koparma çabasına rastlamayacak. Ama bir düşünün. Sadece iki yıl sonra. Haydarpaşa yeni fırsatlar, yeni olanaklar sunacak yolcularına. Başka Bir Haydarpaşa Mümkün Haydarpaşa için yeni fırsatlar ve olanakları düşünürken, garın yalnızca o eski ve restorasyona muhtaç hatta köhne binasını hesaba katmamalıyız. (Üstelik mimari yapının gitgide bozulması ve yorulması bazı kazalara bile yol açabilir.) Harem’e kadar uzanmaktadır bu fırsat yatağı. Bu yatak üzerinde, iki yıla kadar yeni kültür merkezleri, tüketim kanalları, oteller, AVM’ler filizlenecektir. Yani aslında yolculuklar, bu gardan, başka bir şekilde de olsa devam edecektir. Yirmi birinci yüzyılın insanı, yolculuk mefhumunu artık o köhne raylar arasından kurtarıp yeniden tanımlamakla yükümlüdür.
64
Bir düşünün. Haydarpaşa Garı’nın hemen yakınında on küsür binlik bir olimpiyat stadyumu hayal edin. Yüz binlerce turistin, 2020 Olimpiyatları’nı takip etmek için Haydarpaşa’ya akın ettiğini bir gözlerinizin önüne getirin. Dünya medyasının bu görsel ve mimari şölen üzerinden ekranlara taşıyacağı yepyeni bir Haydarpaşa vizyonu, hem Türkiye’nin hem de İstanbul’un (belki bir ihtimal Ankara’nın) marka değerini arttıracaktır. Üstelik bu marka değeri kavramına yöneltilen olumsuz toplumsal algıyı da anlamak mümkün değil. Sonuçta Haydarpaşa Garı’nın da halihazırda tanımlı bir marka değeri var. Haydarpaşa; bugüne kadar toplumun en geniş kesimlerine ucuz, güvenli ve keyifli bir ulaşım imkanı sağlamıştır. İşte bu, Haydarpaşa Garı’na yılların devrettiği bir marka değeridir. Dolayısıyla yalnızca marka değeri kavramının içerdiği ticari yorum üzerinden garın geri dönüşsüz dönüşümüne karşı çıkanları anlamak mümkün değildir. Haydarpaşa’nın İnkar Edilen Ticari Yönleri Öncelikle ticaretin, kendi doğası gereği ne kadar olumsuzlanabileceğini bir düşünmek gerekiyor. Ancak bu başka bir yazının konusu. Şimdi, bugüne kadar hep görmezden gelinen bir noktaya geçebiliriz. Haydarpaşa her ne kadar varoluşunun kamusal yanıyla anılıyor olsa da, sonuna kadar ticari bir yapıdır. Ufak bir tur atalım gar etrafında. Gara ana merdiven tarafından değil de, Kadıköy yönündeki ufak merdivenlerden çıktığınızda hemen solunuzda altı adet büfe var. Hepsi de bilumum çeşit ürünü satışa sunmak üzere hemen girişi parsellemiş bulunmaktadır. Devam edelim yolumuza. Hemen sol tarafta kalacak olan bekleme salonu aslında bir ilkel bir AVM’yi andırmaktadır. Hatta bu salona bir bekleme salonu demek bile mümkün değil. Salona girdiğinizde sağınızda 50 yılı devirmiş bir başka büfeyle karşılaşırsınız. Sola döndüğünüzde bir berber bile var. On adım kadar daha attığınızda da tuvaletler var.
YeniYazılar Üstelik ücretli. Anlayacağınız, bekleme salonu bile insanlara para harcatmak için bin bir tuzakla çevrilmiş durumda. Bu durum sonsuza kadar bu şekilde gidemezdi. Haydarpaşa’nın bu ticari zevk ve tüketim çılgınlığı tarafından zapt edilmiş dokusuna devletli bir elin müdahalesi artık ertelenemez bir noktaya ermişti. Haydarpaşa’nın dönüşüm projesi kapsamında bu ticari tüketim çılgınlığı kontrol altına alınacaktır. Bekleme salonundaki o ilkel AVM yapı daha da modern bir kimlik kazanarak, hem tüketici, hem de o ürünü piyasaya sunan üretici açısından kurumsallaşacaktır. Üstelik bu kurumsallaşma ihtiyacı son günlerde daha da şiddetli bir şekilde kendini göstermektedir. Sadece geçici bir süreliğine Haydarpaşa’dan şehirlerarası trenler kaldırıldı önce. Gördük ki bu yan yana dizili altı büfeden geriye sadece ikisi kaldı. İktisadı konu edinen neredeyse bütün düşünceler bunun gibi körükörüne bağımlılıkları eleştirmiştir. Hatta banliyölerin de çalışmayı durdurmasının ardından o bekleme salonundaki 50 yılı deviren büfe de kapanmış, üstelik geride hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmuştur. Bu açık bir şekilde, garın büfe yapılanmasında ticari açıdan tren hareketlerine karşı bağnazca bir bağımlılığın söz konusu olduğunu göstermektedir. Eksik bir şey mi var? Elbette, o da: Kurumsallaşma! Kurumsal Bir Haydarpaşa Programı ‘Kurumsal Bir Haydarpaşa Programı’ çerçevesinde tarif ettiğim bütün iktisadi buhranlar çözüme kavuşma şansına sahip olabilecek. Giriş katındaki bürün ticari yapıların tek bir merkezi AVM çatısı altında yeniden örgütlenmesi ne kadar zarar getirebilir ki? Bütün bu süreç için tren ve banliyö seferlerinin iki yıl süre için durdurulması maliyeti karşılanabilecek bir fedadır. Örneğin bir gardan iki yıl boyunca tren kalkmasa ne olur? Bunca yıl eskimemiş raylar mı eskiyecek? “Banliyö seferleri de kalktı, vatandaş evine nasıl gidecek?” telaşına da hiç lüzum yok. Üstelik faiz lobisinin ülkemiz üzerinde yeni oyunlara kalkıştığı bugünlerde, olayları serinkanlı bir şekilde değerlendirmeliyiz. Banliyö seferlerinin yerini alacak her türlü araç geliştirilmiş durumda. İlk olarak Haydarpaşa iskelesine uğrayan vapurlardan inen vatandaşları bu konuda uyarmak için büyük çaba sarfedilmektedir. Bu iskeleye uğrayan her vapura, yeni bir görevli istihdam edilmiş ve Haydarpaşa’da inecek olan herkes feryat figan bir haykırışla uyarılmaktadır: “ARTIK HAYDARPAŞA’DAN TREN KALKMAMAKTADIR; LÜTFEN YANLIŞ İNMEYİNİZ!” Kamu diplomasisinin ne kadar önemli olduğunu asla unutmayalım. Yeni otobüs seferlerini, dolmuş hatlarındaki seçim zenginliğine hiç değinmiyorum bile. Yeni Kültür-Yeni Haydarpaşa Romantizm, kamusallık, anılar, ucuzluk-güvenli yolculuk, şiirler, film sahneleri, roman mekanları… Yeniden hayat
Yaz 2013
kazanacaktır yeni bir Haydarpaşa çerçevesinde. Giriş katın AVM şeklinde yeniden düzenlendiği, yaklaşık 50 adım mesafede olimpik bir stadıyla, belki gerekirse boğaz üzerine inşa edilecek kapalı bir yüzme havuzu ile yeni bir kültür bizleri beklemektedir. Ayrıca bütün bu eşsiz güzelliklerden yararlanmak isteyen misafirlerin konaklama ihtiyacını gidermek gibi bir yükümlülük ortaya çıkmakta. TCCD 1. Bölge Şefliği olarak kullanılan garın üst katlarından oluşan bir otel de halkın kullanımına açılabilir. Aslında yıllardır gar etrafında çalışan bir esnafın aşağıdaki sözleri, bu dönüşümün ne kadar da büyük bir önem taşıdığını göstermektedir: -Haydarpaşa diyolar, tarih kokuyor diyorlar, ben 25 yıldır burada esnafım, tarih marih koklamıyorum. Hatta çoğu zaman Hüseyin abinin işlettiği tuvalet yüzünden pislik kokusu içerisinde çalışıyoruz. Tarihmiş. Ya da garda berberlik yapan ve ismini vermek istemeyen abimiz ne kadar da umut dolu konuşuyor: -Burada şu anda saç-sakal 10 lira. Neredeyse bedava. Ama AVM çatısı altında daha büyük bir Haydarpaşa için biraraya gelirsek, saç kesim ücreti en az 30 lira olacakmış. AVM’lerde öyleymiş. Umutla bekliyorum. Bu haykırışa kimsenin kayıtsız kalmasını bekleyemeyiz. İşte tam da bu yüzden yeni bir Haydarpaşa’da, yeni bir kültürle, yeni yolculuklara yelken açmak zorundayız. Yolculuk Kavramının Yolculuğu Üzerine Son Söz Bugünlerde kimsesiz olduğuna bakmayın Haydarpaşa’nın. Haydarpaşa’dan son banliyönün de kalktığı bu günlerin ardından; insan, telaş, anılar, keyif, kamusallık, Hasan abinin deliği yeniden tanımlanacaktır. Yeni yolculuklar başlayacaktır trensiz bir Haydarpaşa Garı’nda. Ancak bu yola herkesin sığmayacağı aşikar. İçinde AVM’si, oteli, tüketimi, PORT’u, stadyumu taşıyan son treni kaçıranlardan söz ediyorum. Toplumun hafızasında hala kamusal bir yan, ucuz ve güvenli bir şekilde insan, şiire-sanata-düşüne kaynak taşıyan bir Haydarpaşa isteyenler, kendi trenlerini yeniden inşa etmek zorunda. Yolculuğun; Haydarpaşa’sız, Haydarpaşa’nın yolcusuz olamayacağını göstermek için. Ya da otel odalarından alışveriş merkezine yolculuk edilemeyeceğini anlatmak için. Hani yolculuk kavramının içini yeniden kamusallığıyla, toplumsal hafızasıyla, ucuzluğu, güvenliği, edebiyatıyla doldurmak için. Son tren, henüz kalmış sayılmaz. Vagon vagon gelip ray ray dizilenler; bir gün, Haydarpaşa’dan başka bir yola çıkacaklar. * Galatasaray Ü. Sosyal Bilimler Kulübü
65
YeniYazılar
Yaz 2013
Hacktivizm ve
RedHack Özgün SAĞLAM*
Yeni bir savaş alanı, yeni bir cephe açılıyordu… Kökleri çok daha gerilere, hatta ilk ağ deneyimlerine dayanmakla birlikte asıl olarak 90’lı yılların ikinci yarısında bilgisayar ve internet kullanımının yaygınlaşmasıyla daha çok gündeme gelmeye başladı. Bu yazıda konunun politik boyutuna, yani siber aktivizim ya da hacktivizm denilen kısmına değineceğiz ve RedHack özelinde ülkemizden meseleyi irdelemeye çalışacağız. Elektronik Ufuklar Vakfı’nın kurucularından John Perry Barlow, daha 1996 yılında yayınladığı “Siber Mekanın Bağımsızlık Bildirgesi”nde şunları söylüyordu: “Endüstriyel dünyanın hükümetleri, siz etten ve çelikten yapılmış yorgun devler, ben Siber Mekan’dan, zihnin yeni evinden geliyorum. Gelecek adına, geçmişten gelen sizlerden bizi rahat bırakmanızı istiyorum. Aramıza hoş gelmediniz. Biraraya geldiğimiz bu yerde sizin hiçbir egemenliğiniz yok.” Diğer tarafta da enformasyon savaşı hazırlıkları başlamıştı: ABD’nin “derin kuruluşu” RAND, 1997’de John Arquilla ve David Ronfeldt’in “Athena’nın Kampında”; 2001’de ise “Ağlar ve Ağ Savaşları: Terör, Suç ve Militanlığın Geleceği” raporunu yayınladı. Yeni bir savaş alanı, yeni bir cephe açılıyordu… Kökleri çok daha gerilere, hatta ilk ağ deneyimlerine dayanmakla birlikte asıl olarak 90’lı yılların ikinci yarısında bilgisayar ve internet kullanımının yaygınlaşmasıyla daha çok gündeme gelmeye başladı. Bu yazıda konunun politik boyutuna, yani siber aktivizim ya da hacktivizm denilen kısmına değineceğiz ve RedHack özelinde ülkemizden meseleyi irdelemeye çalışacağız. Kamusal alan olarak internetin politik faaliyetlerin dışında kalabileceğini düşünmek pek mümkün değil. Dijital aktivizmin de en genel anlamıyla aktivizm türleri içerisinde internet kullanımına dayalı olana
66
verilen bir isim olduğunu söyleyebiliriz. (“İnternet aktivizmi”, “siber aktivizm” gibi kullanımları da mevcut olmakla birlikte yerleşik olan terim “dijital aktivizm”dir.) Dijital aktivizmin üç temel türü vardır: Kripto-anarşizm (anonimliği korumak için bireylerin güçlü şifre algoritmaları kullanma hakkını savunan ve bu sistemleri herkesin erişimine açan anarşist bir hareket), siber-punk (80’lerde distopyan bilim-kurgu içerisinde doğmuş ve politikaya doğru genişlemiş bir yeni-punk hareketi) ve hacktivizm (politik nedenlerle hack eylemini gerçekleştirme). (1) Hacktivizm “hacker etiği”ne dayanır. Bunun da temelinde bilginin kamu malı olması ve özgür olması vardır. Bir taraftan da egemenlere karşı kamuoyu yaratma amacı... Örneğin, 1997 yılında Zapatistalar, milislerin köylü katliamlarını internete yayarak Meksika hükümeti üzerinde uluslararası baskı oluşturmuş ve hükümet de iki saat içinde hemen bir soruşturma başlatıp özür dilemek zorunda kalmıştı. Örneğin, bir milyon Manilalı, 20 Ocak 2001’de virüs gibi yayılan kısa mesajlarla (SMS) Filipinler Başkanı Joseph Estrada’yı düşürmüştü. Hacktivizm, istisnasız tüm iktidarları, şirketleri, ciddi biçimde ürkütmektedir. Birçok ülkede gündeme gelen internet sansür düzenlemeleri, telif hakkı bahanesiyle geçirilmeye çalışılan SOPA, PIPA tarzı yasalar, ACTA gibi uluslararası anlaşmalar, çocuk pornografisi ve terör gibi bahanelerle uygulanan fişleme, dinleme, izleme, denetim çabaları bu korkunun sonuçlarından gösterilebilir. (Türkiye de internet özgürlüğü açısından en sorunlu ülkelerden biridir. Sansür, erişim engellemeleri, filtre uygulamaları yaygın olarak kullanılmaktadır.) Peki, devletler ve şirketler kendilerini bu saldırılardan koruyabilirler mi? İsterseniz sorunun cevabını ABD Federal Soruşturma Bürosu’nun (FBI) en üst düzey yöneticisi Robert Mueller’den alalım: “İki tip şirket vardır. Hack edilmiş olanlar ve hack edilecek olanlar.”(2) Gerçekten de sınırlı ölçülerde korunabilirler. Hacker grupları ise Türkiye’de uzun yıllardır faaliyet göstermektedir. Bir tarafta Ayyıldız Hack Timi, Cyber Warriors gibi devlet destekli olduğunu söyleyebileceğimiz milliyetçi gruplar dururken; diğer yanda dünyanın en köklü hacktivist gruplarından RedHack bulunmaktadır.
YeniYazılar Halk için hack: RedHack RedHack (Kızıl Hackerlar) 1997 yılında kurulan, marksizm ve sosyalizm ekseninde şekillenen bir tüzük etrafında bir araya gelen gruptur. Yaptıkları eylemlerle tahmin edilenin çok ötesinde bir etki kazanmıştır. Öyle ki üzerine kitaplar yazılmış, film çekilmiş, şarkılar yapılmıştır. Öbür taraftan da sahte davalar açılmakta, halk gözünde karalama operasyonları yürütülmektedir. RedHack’in işlevine dair en önemli nokta: RedHack yalnızca hack eylemini yapmakla kalmıyor; ele geçirdiği belki “devlet sırrı” niteliğinde diyebileceğimiz belgeleri yayımlıyor. Burası önemlidir çünkü bu durum bir yandan reel pratiklere mücadele başlıkları yaratmakta, öte yandan kamuoyu yaratmakta, egemenlerin “kirli çamaşırları”nı halkın önüne dökmektedir. Bunu son aylara ait birkaç örnekle açabiliriz: - YÖK’e ait veri tabanının hacklenmesi. Yozlaşmış üniversite-sermaye ilişkisine dair belgelerin ortaya çıkarıldığı eylemdir ve binlerce üniversite öğrencisini sokağa çıkarmıştır. Bu eylem, YÖK’ün ve üniversite yönetimlerinin meşruiyetini ciddi anlamda zedelemiştir. - Reyhanlı’da yaşanan patlamanın akabinde yayımlanan jandarma yazışmaları. Bu belgelerde ortaya çıkan gerçek, AKP’nin Reyhanlı’yı önceden bildiği ve önlem almadığıydı. O zamana kadar patlamanın sorumlusu olarak Suriye yönetimini suçlayan AKP, bu belgelerle bir hayli zor duruma düştü. Örneğin; Başbakan Erdoğan, Avrupa Birliği Konseyi Başkanı Herman Van Rompuy ile yaptığı görüşmenin ardından düzenlenen basın toplantısında RedHack’in yayınladığı Reyhanlı belgeleri ile ilgili sorulan soruyu geçiştirmeye çalışarak “Elinizde belge varsa kullanın.” dedi. Oysa soru zaten ortaya çıkan belgelerle ilgiliydi. Haziran Direnişi dediğimiz toplumsal kalkışmayı tetikleyen konulardan birinin de Reyhanlı olduğunu düşünürsek RedHack’in buradaki rolünü açıkça görebiliriz. - Haziran Direnişi sürecinde de aktif rol oynayan RedHack, Cumhurbaşkanlığı, Emniyet Müdürlükleri gibi kurumsal siteleri kilitlemesinin yanı sıra milletvekillerinin ve polis müdürlerinin telefon numaralarını yayımladı. Ayrıca, AKP tarafından sosyal medya üzerinden yapılacak suçlamaların artacağı sinyalleri verilince RedHack, Twitter kullanıcılarına karşı hukuki işlem yapılmasının önünü kapatmak için şu açıklamayı yaptı: “AKP Twitter’a inceleme başlatacakmış. Tüm twitleri biz attık, yüz binlerce insanın bilgisayarına girdik, garibanla
Yaz 2013
uğraşma, buradayız. RedHack’i retweet eden, RedHack ile alakalı yazı yazan, direnişi örgütleyen tüm hesaplar tarafımızca hacklenmiştir!” Hacktivist grupların eylemleri doğal olarak internet sınırları içerisinde kalmaktadır. Dolayısıyla belli sınırları olduğunu söylemek gerekir. RedHack’in önemi de bu veri göz önünde tutularak değerlendirilmelidir. RedHack çağın şartları doğrultusunda açılan bir cephede, teknolojik gelişmeleri reddetmeyen bir mücadele hattı çiziyor. İnternet diğer mücadele pratikleri yanında açılmış bir alandır ve bu anlamıyla RedHack bir boşluğu doldurmaktadır. Zaten RedHack’in kendi açıklamalarından gördüğümüz şey RedHack üyelerinin reel pratikler içinde de yer aldığıdır: “Gündüzleri bazen üniversitede bir eylemdeyken, gece bilgisayar başında eylemde olabiliyoruz. Biz sadece sanalda yaşamıyoruz, sanal içinde yaşamıyoruz. Burası bir araç ve bu aracı biz iyi kullanıyoruz.” (3) RedHack nihai hedefe (ki bunu RedHack “sokakları hacklemek” olarak tanımlamaktadır) ulaşmada yaptığı eylemlerle toplumda kıpırdanmalar, hareketlenmeler yarattığı ölçüde değerlidir. * Boğaziçi Ü. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü Dipnotlar: (1) Uçkan Ö. (2012), “‘Dijital Aktivizm’ mi, ‘Aktivizm’ mi?” (2)http://www.huffingtonpost.com/2012/03/01/fbi-director-robert-muellercybersecurity_n_1315112.html (3) http://gencbakis.org/HD10327_redhack-roportaji---devletin-imajinihackledik-.html
“Biz Anonim’iz, Biz Lejyonuz. Bağışlamayız. Unutmayız. Bizi bekleyin.” Anonymous, dünyanın en çok tanınan hacktivist grubudur. Anonymous’un ortaya çıkışı 2003 yılına gitse de, 2010 sonunda WikiLeaks’e yönelik ABD baskısına ve bu baskı sonucunda organizasyonun bağış kaynaklarına PayPal, VISA, Master Card gibi ödeme sistemlerinde el konulmasına karşı giriştikleri “intikam” eylemleriyle duyduk. Ardından da Avrupa ve ABD’de gerçekleşen grev eylemlerine destekler geldi. Anonymous’un ünlü motto’su: “We are Anonymous. We are Legion. We do not forgive. We do not forget. Expect us – always.”
RedHack’in işlevine dair en önemli nokta: RedHack yalnızca hack eylemini yapmakla kalmıyor; ele geçirdiği belki “devlet sırrı” niteliğinde diyebileceğimiz belgeleri yayımlıyor. Burası önemlidir çünkü bu durum bir yandan reel pratiklere mücadele başlıkları yaratmakta, öte yandan kamuoyu yaratmakta, egemenlerin “kirli çamaşırları”nı halkın önüne dökmektedir. 67
YeniYazılar
Yaz 2013
Shakespeare Eserlerinde
Hukuk ve Adalet Algısı T. Seçkin SERPİL*
Söz konusu yazı benim bitirme tezimin bir özetidir. Bitirme Tezi olarak “Shakespeare eselerinde hukuk ve adalet algısı” konusunu seçtim. Öncelikle neden hukuku edebiyatla ilişkilendirmek istediğime açıklık getirmem gerekli. Hukuk fakültesi öğrenciliğim süresince Hukuk’un sosyoloji, antropoloji, tarih, ekonomi, psikoloji, felsefe gibi sosyal bilimlerden bağımsız düşünülemeyeceğini deneyimledim. Şüphesiz edebiyat da toplumsal olaylar ve olgulardan bağımsız olamaz. Eserin yazıldığı dönem sadece yazarı etkilemez, bizzat karakterleri, metnin çelişkilerini ve metnin dilini doğrudan etkiler. Gerek Shakespeare, gerek Romeo, gerekse metnin kendisi döneminden bağımsız düşünülebilir mi? Bireylerin düşünüş ve davranış biçimleri nasıl o toplumun egemen ideolojisiyle koşulluysa, yazın metinleri de tek tek bireylerin yarattıkları anlatılardan çok egemen düşünce yapılarıyla şekillenir. Edebiyat konusu olan tarihten sadece etkilenmez bir yandan da tanıklık eder. Öyle ki Marshal Berman Dostoyevski üzerinden bir modernleşme okuması yapar Petersburg hakkında ve Dostoyevski’yi tanrısız bir dünya tahayyülünden ötürü modern bir nihilist ilan eder. Aslında tarih ve edebiyat arasında ilişkisi karşılıklıdır. Marx edebiyatın önemine ilişkin Alman ideolojisinde şöyle der” Dil bilinç kadar eskidir; dil öteki insanlar içinde var olan pratik bilinçtir ve yalnızca bu nedenle gerçekte kişisel olarak benim de için de vardır; bilinç gibi dil de öteki insanlarla ilişki gereksinmesinden zorunluluğundan doğar.” Bu yüzden Shakespeare eserlerinin dönemin değer yargılarını doğru yansıttığı kanısındayım.Dönemin siyasal ve sosyal yapısını bize yazarı ve metni doğru anlamamız konusunda ışık tutar, yazarın derdini anlamış oluruz. Peki Shakespeare eserlerinde hukuk ögeleri aramak anlamsız bir macera mıdır, Shakespeare’in hukukla alıp veremediği nedir? Tez boyunca edebiyat ve hukuk bağlantısı üzerinden Shakespeare’in eserlerinden Venedik Taciri, Hamlet ve Macbeth’te hukuk ve adalet algısını ararken bir yandan da Shakespeare’in adalet arayışına değineceğim. Venedik taciri ve Hakimin hukuk yaratması Kitabın başkarakterlerinden Shylock karikatürize edilmiş bir yahudidir. Tefeci, bencil, faizci, kincidir. Öyle ki Shakespeare’i antisemitik yorumlayanlar da mevcuttur. Dönemin Avrupa’sında Yahudiler yabancıdır. Örneğin oyun boyunca Shylock’a kimse adıyla hitap etmez, ”Yahudi” diye seslenir. Yahudi karşıtlığı eserde öyle bir hal alır ki; mahkeme sahnesinde Graziano, Shylock’un yaşamasına müsade ettiği için adaleti suçlar ”Kabahat senin gibilerin yaşamasına göz yuman adalette” Günümüz açısından açıkça ayrımcı gözüken bu söylem dönemin Avrupa’sına egemen olan dildir. Bu söylemleri anlamak için ortaçağda Hristiyan Avrupa’nın, Yahudilere bakış açısına da değinmek gerekir. Hikayelerde Yahudiler simyayla, şeytanla, kilise karşıtı ve kötü olan birçok şeyle özleştirilmiştir. Ama Shakespeare esasında karikatürize edilmiş ve çok boyutlu Shylock karakteri ile bize
68
Hıristiyan hukukun nasıl da ikiyüzlü olduğunu kanıtlamak istemiştir. Shylock düz bir kötü değildir. Shylock’a birçok hakikati söyletir Shakespeare. Örneğin dönemin köle anlayışını ağır bir dille eleştirir. Dönemin yahudilere karşı önyargılarını dillendirir. Aynı zamanda mahkemede adalet konusunda diretmesi de Hristiyan hukukunun yetersizliğini gözler önüne sürer. Aslında tarafsız olması gereken Dük söz konusu bir “yabancı” olduğunda açıkça taraf tutar. Shakespere’in istediği şey aslında hukukun boşluğunu gözler önüne sermektir, adaletin ne kadar politik olduğunu Shylock vasıtasıyla gösterir. Hukuk iktidarın söyleminden bağımsız değildir. Oyunun Venedik kısmı esas hikayenin geçtiği kısımdır. Venedik’in seçimi tesadüf değildir. Ticaret hayatı gelişkin olduğu için hukuku da gelişmiştir. Shylock ile Antonio sözleşme yaparlar. Sözleşme’nin konusu üç bin duka borçtur.Şayet borç ödenmezse Shylock Antonio’dan et kesecektir; aslında bu sayede Shylock’un senediyle meta fetişleştirmesi açığa vurulur. Zira yarım kilo insan eti mübadele edildiği üç bin dukanın tam eş değeridir. Aslında ticaretin gelişmesiyle insanın bir senete konu edilmesi dehşet vericidir. İnsan eti günümüz hukuk açısından sözleşmenin konusu yapılamaz. Ancak dönemin hukuk anlayışının ne kadar ilkel ve insanlıkdışı olduğunu kanıtlar. Günümüz hukuk anlayışı açısından şekil şartını yerine getirse de öngörülen cezai şart günümüz hukuk anlayışından çok uzaktadır. Cezai şart şudur ki; Antonio şayet muaccel olan borcunu ödemezse yarım kilo et kesecektir Shylock. Aralarında sözleşme serbestisi ilkesi gereğince sözleşme kurulmuştur. Oyunun kurgusunda Antonio ifa borcunu yerine getirmemiştir ve söz konusu olay mahkemeye taşınmıştır. Günümüzde bir hakim bir davaya baksaydı ne olurdu? Hukuk mantığı açısından sözleşmeyi ayakta tutamayız çünkü söz konusu cezai şart yaşam hakkı ve beden bütünlüğü ile birebir ilişkilidir. Türk Borçlar Kanunu m. 27 uyarınca; Kanunun emredici hükümlerine, ahlaka, kamu düzenine, kişilik haklarına aykırı veya konusu imkânsız olan söz-
YeniYazılar leşmeler kesin olarak hükümsüzdür. Yani günümüz hukuk anlayışına göre sözleşme geçersizdir. Oyunun tam bu noktasında Masal diyarından bir kurtarıcı gelir Portia. Ancak geldiği dünya “gerçek” dünyadır. Burada bir kadın olarak sözünün hükmü yoktur, hukuk adına konuşmak için kendini Balthasar olarak tanıtır. Oyunda bu atlanmaması gereken bir ayrıntıdır. Dönemin ruhunu yansıtır önemli birçok makam Hristiyanlığın etkisinden dolayı erildir. Balthasar gerçek niyetini dile getirir, anlaşmanın konusu olan edim sadece yarım kilo ettir, anlaşmanın bir damla bile kan vermediğini ileri sürer. Günümüz hukuk mantığı ile çelişen bir yorum esasında çünkü senet yazılırken iradeleri aslında et parçası kesilirken şüphesiz kan döküleceğini öngörmüştür taraflar. Bu tutumunu Eagleton şöyle yorumlamaktadır; yasanın ruhuna uyan Shylock’tur. Metinden fark edilebileceği gibi akla yatkın olan çıkarım etle beraber kan’ın döküleceğini de hesaba katmaktır. Herhangi bir metin ancak onun yazılı içeriğinin ötesine geçerek, onun etkili olduğu bağlamlara ve onun hakkında bilgi veren ve kuşatan genel olarak kabul edilmiş anlamlara başvurularak anlaşılabilir. Gene Eagleton’a göre Portia’nın yorumu metne lafız olarak sadıktır ama sözleşmenin ruhuna aykırı davranmıştır. Eagleton tespitlerine devam eder aslında Shylock senedinde ısrar ederek Hristiyan hukukunun insanlık dışı lafzi yorum yasacılığını delmeye çalışır. Öyle ki hakkaniyet adına lafzın ötesine zorlamaktadır Shylock mahkemeyi. Bir yandan da aslında güçlü ve eli sopalı bir iktidar karşısında yalnız ve hor görülen bir yabancı olarak böyle beklentiye girecek konumda değildir. Aslında baştan beri Shylock bunu amaçlamıştır, hukukun ikiyüzlülüğünü. Shylock “ Senedim olacak, konuşmanı duymayacağım.” Der Antonio’ya. Aslında der Eagleton Shylock Antonio’nun değersiz etine Antonio’nun senette vaat ettiği toplamdan ölçülemez derecede daha fazla değer verir ve bu uğurda Portia’nın teklif ettiği rüşveti, dükün zorlamalarına kulak asmaz. Oyun 16. Yüzyılda geçmesine karşın hukuk günümüzde hale iktidarın bir aracıdır. Günümüzde de aslında aynı Venedik Taciri’nde olduğu gibi burjuva hukuku iktidarın istediği gibi şekil almaktadır. Söz konusu oyunda Shylock zaten toplum nezdinde kaybettiği bir davanın tarafıdır. Aslında bizzat mahkeme tiyatroyu andırır. Hamlet ve Baba katilliği Öncelikle Hamlet’in trajik hikayesi ne kadar gerçek sorusuyla başlamakta fayda var? Hamlet’in trajik hikayesi eski kuzey masallarına bağlanıyor. Öncelikle öyküde gerçek üstü öğelere rastlanmaktadır.” Ben babanın ruhuyum senin ve bir süre için” diyerek kendini tanıtır. İlahi aşkın bir adalet bağlantısına işaret eder. Kral’ın ruhu yerine geçen kardeşi Clauduis tarafından zehirlendiğini iddia eder. Hayalet, Hamlet’ten öç almasını istemektedir. Duyduklarıyla dehşete düşer Hamlet, gördüklerinin gerçek olup olmadığını sorgular. Gördüklerinin gerçek olduğunu kabul ettikten sonra da şunu sorgular; gördüğü hayalet babasına mı aittir yoksa kendi ruhunu cehenneme götürmek üzere gelmiş bir şeytan mıdır? Hayaletin isteği aslında Hıristiyan ahlakına uygun bir istem değildir. Hamlet bu yönüyle aslında bir aşk piyesi değil, bir feragat, manevi bir ölüm ve yeniden doğma savaşıdır. Öteki dünyadan gelen bilgi ışığında gerçekleri, hakikatı anlaması söz konusu olur. İntikam kutsal kitaplarca yasaklanmıştır. Oyun boyunca aslında bunun aksine Hamlet’i çok haklı buluruz. Hamlet’in yaşadığı büyük bir trajedidir. Babası büyük bir oyuna gelmiştir ve bunu yapan da bizzat amcasıdır. Bunla yüzleşmek hamlet açısından oldukça korkunçtur. Söz konusu “tabu” sadece Hıristiyan-
Yaz 2013
Toplumsal düzende bir delidir; bu anlamda özne olmak, Hamlet için politik bir sorundur. Bu yüzden de aslında Hamlet’i modern bulur Eagleton ve aslında feodel düzenin çözülmesinin işaretidir, burjuva bireyciliğinin de başlangıcı. Hamlet toplumun dayatmalarından ve din dogmalarından sıyrılmıştır. Babasının katilini cezalandırmak için hukuk sistemine güvenmez, çünkü krallıkta her şey kokuşmuştur. lıkta yasaklanmış değildir. İlkel toplumlarda da izdüşümünü görmek mümkündür. Babayı öldürmek Freud’un Totem ve Tabu kitabında incelediği üzere ilk dinsel yasaktır. Baba( totem/ ata/ otorite) bilinçlerde bir insandan öte güçlü bir hayvan, bir totem halini alır. Böylece baba artık toplum tarafından ulaşılmaz bir yere konur. Hamlet bir oğul olarak babasının intikamını almakla yükümlüdür. Ayrıca şayet hayalet haklıysa İncil’deki Habil ve Kabil benzeri kardeş katli ile de karşılaşmaktayız. Peki bu intikam isteği ne kadar meşrudur? “mağdur olan için yasal çözüm yolları tıkandığında intikam çıkış yolu olarak kullanılabiliyor. Aynı şey, kötülük yapanlar yasal düzenin başındaysa (veya hukuktan üstünse) ya da kamu hukukunun icrası mümkün değilken de geçerli olabiliyor.” diye örnek verir Posner, Hamlet’i kast ederek. Hamlet aslında babasından sonra tahtın varisidir de bu bağlamda iktidarda hak sahibidir. Söz konusu hayalet nefsinin bir yansıması da olabilir. Hamlet Gonzago Cinayeti adlı bir oyun sahneler. Bu oyunda adlar ve bazı öğeler değiştirilmiş olarak eski kralın ölümü temsil edilmektedir. Bu yanıyla oyun kendi içersinde bir oyun içermektedir. Söz konusu temsille kralın vicdanını sızlatmak ister. Bu göstergebilimsel açıdan absürttür. Artık sahnede anlatılan gerçek, anlatılmak istenenle kurgu iç içe girmiştir. Ortada gerçek bir cinayet vardır ama “elle tutulur” ve “görülür” tek kanıt hayaletin söylemidir. Claduis tek başına kaldığında yaptıklarının iğrenç olduğunu itiraf eder ve dua etmeye başlar. Dua sırasında öldürmek istemez Hamlet. O sadece dünyevi bir intikam istemez ve böyle bir hata yapmaktan vazgeçer. Çünkü dua ederken öldürürse Claudius’u cennete göndereceğini düşünür. Yani burada dünyevi bedenini değil, ölümsüz ruhunu da intikamın bir parçası yapmıştır. Bir boyutuyla kişi devlete, topluma ve suçu işlediklerine karşı suçluluk duygusuyla karşı karşıyadır. Diğer yanıyla da Tanrıya karşı bir günah işlemiştir. Hamlet açıkça babasının katilinin ruhunu da cezalandırmak ister. Eagleton ise Hamlet’i melankolik bulur. Melankoli değerler dünyasını kurutur ve onu mide bulundurucu hiçliğin içinde eritip yok eder. Melankoli bütün değerleri aynı düzeye getirir. Aslında gerçekten de soytarı Jaques’i anımsatır bir biçimde her şeyi alaya alır, delilik kisvesi altında hakikatı anlatır bizlere. Toplumsal düzende bir delidir; bu anlamda özne olmak, Hamlet için politik bir sorundur. Bu
69
YeniYazılar yüzden de aslında Hamlet’i modern bulur Eagleton ve aslında feodel düzenin çözülmesinin işaretidir, burjuva bireyciliğinin de başlangıcı. Hamlet toplumun dayatmalarından ve din dogmalarından sıyrılmıştır. Babasının katilini cezalandırmak için hukuk sistemine güvenmez, çünkü krallıkta her şey kokuşmuştur. Macbeth ve Kurumsallaşmış İktidar Machbeth değişik kurgusuyla birçok farklı anlatıma ve yoruma konu olmuştur. Öncelikle ben eserin içeriğine değinmeden önce kurumsallaşmış iktidar başlığını neden kullandığımla başlamak istiyorum. Macbeth aslında açıkça kişisel iktidar hırsının somutlaşmış halidir. Öyle ki bu bağlamda devletle- toplum arasındaki meşruiyet ilişkisine dünyevi bir bakış açısı sunar. Üç cadı’nın kehaneti aslında kendini doğrulayan kehanet düşüncesini anımsatır. Üç cadının konuşmasıyla başlar eser. Bu bağlamda Eagleton gibi üç cadıyı başrolde değerlendirebiliriz. Bu bağlamda üç cadının kehaneti doğrultusunda hareket eden Machbeth ilke ve sınır tanımazlığı bize Machiavelli’inin hükümdarını anımsatır. Tanrı kul ilişkisi yerine Macbeth dünyevi bir hükümdar/ yönetilen ilişkisi düşünür. Tarihi gereğince okumasını bilen hükümdar insanların nasıl yönetilmesi gerektiğini de öğrenir. Kutsal kitapları bir kenara atarak Kralı öldürmeyi kafasına koyar. Böylece dönemin feodal alışkanlıklarından sıyrılır. Dönemine göre modern bir meşruiyet ilişkisi kurar. Taht kurumsallaşmış iktidarın sembolüdür, kutsallığı da yokturKrala anlamsız bir kutsallık atfetmez bu yanıyla moderndir. “Hükümdar “ her şeyin olduğu gibi olduğu ve aşkın ya da aşkınsal hiçbir şeyin olmadığı” şeyler arasında kurgusal kurulmayan bu “boş alan”da kötü siyaset dersleri vermezi siyasette kötülüğü anlamsızlaştırır.” Saraya gidince gerçekleşen kehanet ve ardından kral olacağını söyleyen kehanet zinciri Machbeth’teki muhteris düşünceleri serbert bırakır ve onu Duncan’ı öldürmeye düşünmeye davet eder. Cadılar bu toplumun dışındadırlar ve aslında bu nedenle Kurumsal iktidarın soyut tanıma uymaktadırlar. Dişi kültüre ait öğelerdir, iktidarın dilinin dışında bir dile sahiptirler. Bu sebeple de kadınlar aslında erkek dünyasına ait, siyaset ait sahip olmaması gereken bilgilere sahiptir. Bu açıdan mitosların verdiği en anlamlı derslerden biri de erkeklerin tekelinde bulunması gereken bilginin kadınların eline geçmemesi gerektiğidir. Macbeth, Duncan’ın cinayetinden sonra iç hesaplaşmalar yaşar, Lady Macbeth yüreğini ferahlatmaya çalışır. Shakespeare’in tüm eserlerindeki gibi der Eagleton Lady Machbeth de burjuva bireycisidir. Öyle ki Lady Macbeth Eser bize toplum nezdinde itibarlı bir savaşçının terfi almasına karşın ihanetini anlatır. İnandığımız tüm değerleri tepetaklak eder. Oysa söz konusu eserin geçtiği kabul edildiği 16.yüzyılda Duncan Tanrı’nın kutsadığı cömert ideal bir hükümdardır. Macbeth’in yükselme arzusu ve politik hırsı dışında
70
Yaz 2013
hiçbir mazereti yoktur Duncan’ı öldürmek için. Üç cadı bize iktidar hırsını deneyimletir. Hristiyan inancında kutsal sayılan bir savaşçı sadece iktidar hırsı nedeniyle bir katile dönüşmüştür. . Macbeth iktidar yolunda Banquo’yu da gözden çıkarmıştır. Kehanet adım adım gerçekleşmektedir. Aslında konu edindiği yüzyıla göre açıkça Burjuva ahlakını ortaya dökmektedir. İktidar yolunda her şey mubahtır. Aslında der Eagleton gerçek kötülük sapına kadar amaçsızdır. Çünkü Macbeth öngörülebilir bir hedef uğrunda hükümdarın yapmasını gerekeni yapmıştır. Oysa üç cadı hiçbir çıkarları olmadan birçok kişinin ölümlerine yol açmışlardır. Amaç gibi yavan bir şey kötülüğün ölümcül saflığını lekeler. Duncan’ı öldüren Macbeth midir, yoksa Ceza hukuku anlayışı açısından üç cadı azmettiren midir? Gerçekten de üç cadı başroldedir, inandığımız tüm değerler, ilkeler iktidar söz konusu oldu mu geride kalır. Onurlu bir savaşçı ile güç delisi bir katil arasındaki çok da fark yoktur. Günümüz hukuku açısından değerlendirecek olursak; şayet meşru müdafa ve hukuka uygunluk gibi hafifletici nedenler Ceza Kanunu’nda yer almaktadır. Bu bağlamda üç cadı azmettiren sıfatını alacaklardır, oysa esas kötülükleri cezasız kalacaktır. Ceza kanunu mantığı toplumsal normları koruma amaçlıdır. Oysa Macbeth’te siyasal iktidarın dili olarak üç cadı Macbeth’i gerçek dünyadan koparır. Dil gerçeklikten koparıldığında gösterenler gösterilenlerden kopar bilinçlilik ile maddi yaşam arasında radikal bir yarılmadır. Macbeth ona söylenenleri yerine getiren bir robot haline getirilir, çünkü bilinci üç cadı ve Lady Macbeth tarafından yok edilmiştir. Kaderini yaşayan ve ona boyun eğen bir konum alır Macbeth. Gerek Macbeth gerekse Lady Macbeth vicdanlarıyla büyük çatışma yaşarlar. Shakespeare bu yönüyle moderndir çünkü parçalanmayı bir trajedi gibi sunar. Macbeth Macduff ile karşılaştığında meydan okur; üç cadının kehanetine körü körüne inanmıştır; kadından doğmuşlar yenemeyecektir Macbeth’i. Oysa Macduff bir erken doğumdur. Bunu duyan Macbeth’in dirayeti yıkılır. Kehanet gerçekleşir İlahi bir adalet anlayışı ile Macbeth son bulur. * Bilgi Ü. Satranç Kulübü Kaynakça: AKAL C: İktidarın Üç Yüzü, Dost Yayınları, 2009 BERMAN M: Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, İletişim Yayınları, 2011 EAGLETON T: Eleştiri ve İdeoloji, İletişim Yayınları, 2009 EAGLETON T:Kötülük Üzerine Bir Deneme, İletişim Yayınları, 2010. EAGLETON T: Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi, İletişim Yayınları 2012 EAGLETON T: William Shakespeare, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2011. EGAN G: Shakespeare ve Marx, Hil Yayın, 2006. ÖZCAN T.: Hukuk Sosyolisine Giriş, Don Kişot Yayınları, 2001.
YeniYazılar
Yaz 2013
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğrencisi Alperen Bal, Deniz Gezmiş heykelinin ait olduğu yere, üniversiteye dikilişinin öyküsünü Yeni Yazılar için anlattı:
BANA YALAN SÖYLEDİLER, HEYKELDEN BAHSETMEDİLER (1) Geçtiğimiz 6 Mayıs’ta Deniz’lerin katledilişinin 41. yıldönümünde hem Deniz’leri andık, hem de Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun kuruluşunu kutladık. FKF üniversitelerini ve memleketlerini değiştirmek gibi büyük bir iddiayı taşıyan öğrenciler tarafından yeniden kuruldu ve yola koyuldu. Birçok aydının ve sanatçının katılımıyla gerçekleştirdiğimiz kuruluş etkinliğimizde, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin rıhtımına üç metrelik bir Deniz Gezmiş heykeli de diktik. Heykel, sonrasında ülke gündemine oturdu. Hakkında birçok haber yapıldı. Bu nedenle söze heykelin dikildiği süreci ve sonrasını anlatarak başlamak lazım sanırım. Deniz Gezmiş heykeli dikmek fikri çok zamandır aklımızın bir köşesinde olan bir fikirdi. Bu aslında memleketini seven her gencin aklından geçen, gerçekleşmesini istediği bir hayaldir. Biz de FKF’yi kurduğumuz 6 Mayıs’ta bu hayalimizi gerçekleştirelim istedik ve çalışmalarımıza başladık. Öncesinde bu tip çalışmalar yaptığını bildiğimiz bir sanatçı olan heykeltıraş Hüseyin Yüce’ye ulaştık. Elinde Deniz heykelinin bir kopyasının olduğunu söyledi bize. Hemen görüştük kendisiyle. Duyarlı ve yardımsever birisi… Bize yardım etmeyi adeta bir görev gibi algılayacak kadar gençlikten ve gelecekten umutlu bir heykeltıraş. Atölyesine gittik. Elindeki heykelin üstünde biraz daha çalışmak gerekiyordu. Birlikte zımpara yaptık, boya yaptık. Gece çok geç saatte bitti işimiz ve Hüseyin abi de bizimle birlikte çalıştı. Çok önemli bir şey bu aslında. Ne zamandır ülkenin aydınlarıyla gençlik arasında bu türden yakın ve kolektif bir etkileşim yok. Bana öyle geliyor ki öğrenci gençlik böyle umut veren çalışmalar yaptıkça, ülkeyi aydınlık günlere yaklaştırdıkça, aydınlarla arasındaki bu türden bir mesafe gitgide kapanacak. Biz umut oldukça bizi destekleyen geniş bir kesim de bizimle birlikte hareket edecek. 6 Mayıs günü saat 18.00 sularında şenliğimiz başladı. Bunca çalışmaya ve yorgunluğa değmişti. Herkesin FKF’nin kuruluşundan dolayı ne kadar heyecanlandığı belli oluyordu. Etkinliğe katılan öğrenciler, akademisyenler, sanatçılar… Herkes memnundu halinden. Hatta FKF bünyesinde olmayan ama etkinliğe katılmış kulüplerden bazıları gelip FKF’ye katılmak istediklerini söyledi, şartları sordu. Şenlik sorunsuz bir şekilde sonlandı. Sıra heykelin dikilmesine gelmişti. Deniz heykeli omuzlarda taşınıyordu, arkadaşlarımız ellerinde meşalelerle aydınlatıyordu rıhtımı.
Etkileyici bir andı. İtiraf etmeliyim ki karmaşık, biraz da mistik bir tarafı vardı o anın. Hepimiz çok mutluyduk, heyecanlıydık, gururluyduk ve herkesin yüzünde doğru bir iş yapmanın farkındalığından gelen o tebessüm vardı. Katılan insanlardan bazılarının ağlamaklı olduğunu bile gördüm. O anı anlatmak bu yazının kapsamını aşıyor. Başlı başına bir yazı konusu aslında bu. Edebiyatçıların yapabileceği bir iş belki de… Ertesi gün okula gittiğimizde baktık ki heykel yerinde yok. Sonrasında anlaşıldı ki heykeli rektörlük kaldırmış. Yaptığımız bütün görüşmelere rağmen heykelin nerede olduğunu bize söylemediler. Korumaya aldık dediler. Burada birkaç nokta ilginç nokta söz konusu. Heykel korumaya alındı ama kimden korunuyor? Heykelin nerede olduğunun bilgisi dahi verilmediğine göre sanırım bizden korunuyordu. Yazıyı okuyan tüm FKF’liler gibi ben de aynı şeyi düşündüm: İyi ama heykel zaten bizim değil mi? Bir diğer sorun heykel kaldırılırken hiçbir şekilde haberdar edilmememizdi. Heykel, Fırat Tanış’ın da videoda (2) dediği gibi bir gecede ve hiç kimseye çaktırılmadan kaldırıldı. Bu bir çeşit hırsızlık. Heykel bölümü olan bir güzel sanatlar üniversitesinde, bir heykelin böyle apar topar, kaçak göçek bir gece operasyonuyla kaldırılması kabul edilemez bir şey. Kendisi de ressam olan rektör şu an öğrencilerinin yüzüne nasıl bakacak? Heykel öğreniminden, heykele saygıdan, sanata saygıdan nasıl bahsedecek? Bütün bu sorular bir kenarda duruyor. Üstüne bir de heykel Deniz Gezmiş heykeli. Denizler bu ülkenin bağımsızlığı için, daha aydınlık bir ülke olması için mücadele etmiş, canlarını vermekten dahi çekinmemişlerdir. Bu cesur insanlardan kim ne rahatsızlığı duyabilir? Bu memlekette heykeli dikilecek birkaç kişi varsa, Deniz Gezmiş onlardan biridir. Şu an ülkemizde Adnan Menderes’in, Recep Tayyip Erdoğan’ın, Süleyman Demirel’in, Abdullah Gül’ün adını taşıyan üniversiteler var. Bu isimler bilime, aydınlanmaya, sanata kısacası üniversiteye düşman kimselerdir. Deniz Gezmiş ise üniversiteli kimliğin en önemli taşıyıcılarındandır. Burada elbette Deniz Gezmiş’i saydığım diğer isimlerle kıyaslıyor değilim. Bu türden bir kıyaslamanın ne kadar saçma olacağı herkesin malumu. Heykelin kaldırılmasını haklı kılmak için öne sürülen bir diğer gerekçeye geçelim. Rektörlük heykel dikilirse üniversitenin kapatılabileceğini söyledi. Bu kaygıyı iki boyutta ele almak lazım. Birincisi, bir güzel sanatlar üniversitesi heykeli savunamıyorsa varlığının ne anlamı kalıyor? Eğer o heykel Deniz Gezmiş heykeli diye yıkılıyorsa durum daha vahim. Üniversite -ki rektörlük sürekli sol duyarlılıkları olduğunu, üniversitenin
71
YeniYazılar Rektörlüğün iddiasına göre heykel de o saatte gelmiş olup, arkadaşlarımız boyutları 1 metreyi dahi bulmayan sistemlerle, insanüstü bir şekilde 3metrelik heykeli saklamıştır. Her nasılsa rektörlük durumu 5 saat boyunca fark etmemiş ve saat 18.00 sularında heykel birden bire belirivermiştir. FKF kuruluş şenliğine katılan yüzlerce insanın da bildiği gibi heykel saat 18.00 sularında okula getirilmiştir. özgürlükçü bir geleneği olduğunu söylerken Deniz’e sahip çıkamıyorsa yine varlığının ne anlamı var? İkincisi eğer gerçekten üniversiteyi kapatmak için bahane arayan ve bunu başarabilecek güçte birileri varsa, o halde o üniversitenin nasıl savunulacağı konusu. Akademi siyasi iktidarın taleplerine, isteklerine boyun eğilerek savunulamaz. Zaten bunun bir savunma olduğunu söylemekte zor bu haliyle. Heykelimizin rektörlük tarafından “korumaya alındığını” öğrendikten sonra, heykeli geri almak için mücadeleye koyulduk. Her gün onlarca arkadaşımızla üniversitenin rıhtımında eylemler düzenledik, basın açıklamaları yaptık. Sonunda heykelimizin heykeltıraş Hüseyin Yüce’ye teslim edilmesini sağladık. Bu süre içinde rektörle hiçbir şekilde görüşemedik. Okulda yoktu. Gazeteye kayıp ilanı dahi verdik. Aynı hafta Reyhanlı’da patlamalar oldu ve onlarca yurttaşımız orada hayatını kaybetti. Sınırlarımızın delik deşik olduğu artık herkesçe bilinen bir gerçek. Bu bağımsızlığımızı zedeleyen bir durum. Öncesinde de patriot füzeleri mecliste dahi oylanmadan ülkemize yerleştirilmişti. AKP kardeş Suriye halkına göz diktiğinden beri hem komşumuz Suriye’nin bağımsızlığını hem de ülkemizin bağımsızlığını zedeliyor. Denizler dendiğinde akla ilk gelen bağımsızlıkçı tutumlarıdır. Ayrıca hepimiz biliyoruz ki Deniz’ler halkların kardeşliği için de mücadele ettiler. Deniz bu uğurda Filistin’e gitmiş, orada mücadele etmiştir. Kendi halkının bağımsızlığı kadar diğer halkların bağımsızlığını da savunmuştur. Üniversite gençliği her zaman bağımsızlık mücadelesinin ön saflarında yer almış, halkların kardeşliğini savunmuştur. İktidarın, ülkemizin ve diğer ülkelerin bağımsızlığını tehdit eder duruma geldiği bu günlerde Deniz’in heykelinin üniversiteye dikilmesi daha da anlamlı hale geldi. Biz Reyhanlı’ya odaklanmışken rektörlük sağ olsun kendisini bize hatırlattı ve sonunda resmi bir açıklama yaptı. (3) Ancak okuyunca gördük ki açıklamada birçok yalan ve çarpıtma var. Burada bütün açıklamayı cümle cümle açmam mümkün değil. Her ne kadar bunu çok istesem de kendimi dizginleyeceğim. Yine de bazı noktalara değinmekte fayda var. Açıklamada herhangi bir izin talebine rastlanmamıştır deniyor. Hâlbuki biz etkinlikten önceki hafta birkaç gün üst üste rektörlükle görüşmüş, etkinliği bildirmiş ve iznimizi almıştık. Böylesine büyük bir etkinliğin oldu bittiye getirilemeyeceği ve FKF’nin zaten böyle bir tutumda bulunmayacağı açıktır. Etkinlik günü yapılan görüşmelerde, 18.00–20.00 saatleri arasında etkinliğin bitirileceği taahhüdü verildiği yazılıyor metinde. Bu saatlerin
72
Yaz 2013
bizim etkinlikten önceki gün talep edip iznini aldığımız saatlerle aynı olması da çarpıtmanın boyutları açısından manidar. Heykelin sahne ve müzik sistemleri arasında sokulduğu iddiasıysa ciddiye alınır türden değil. Ben de ciddiye alamayacağım ve bu konuyu biraz mizahi bir dille açacağım. Sistemlerin getirildiği araca üç metrelik bir heykelin konulmasının mümkün olmadığına mı yanalım, yoksa üç metrelik bir heykelin ses sistemlerinin arasına -ki boyutları malumunuz-saklanmasının fiziken mümkün olmamasına mı? Ayrıca bir ayrıntı daha var ki durumun vahametini ortaya koyuyor. Böylesine büyük bir etkinliğin sahnesinin kurulmasına saatler öncesinden başlanır. Sistemler saat 13.00 sularında okula getirilmiştir. Rektörlüğün iddiasına göre heykel de o saatte gelmiş olup, arkadaşlarımız boyutları bir metreyi dahi bulmayan sistemlerle, insanüstü bir şekilde üç metrelik heykeli saklamıştır. Her nasılsa rektörlük durumu beş saat boyunca fark etmemiş ve saat 18.00 sularında heykel birdenbire belirivermiştir. FKF kuruluş şenliğine katılan yüzlerce insanın da bildiği gibi heykel saat 18.00 sularında okula getirilmiştir. Aradaki beş saatin yok olması konusunda daha aydınlatıcı olabilmesi açısından, bir önceki Yeni Yazılar sayısında Haydar Şahin’in yazdığı “Zamanda Yolculuk Mümkün mü?” yazısını okumakta fayda var sanırım. Aynen alıntılıyorum: “Ayrıca kamuoyu tarafından bilinmesini istediğimiz bir diğer husus ise 2,50 m boyutunda ve kilosu şu kadar eder denilerek Rektörlüğümüzü alenen karalamaya yönelik beyanlara vesile edilen heykel…” Bahsi geçen yazı soL postaL’da yayınlanan mizahi üslupla yazılmış bir yazı. (4) Umuyorum ki buradan karalama çıkartan rektörlük, bu yazının ironik bölümlerine karşı da bir açıklama yayınlamaz. Yazıda FKF temsilcileriyle görüşüldüğü ve etkinlik bitiminde heykelin kaldırıp götürüleceğine dair bir taahhüt verildiği yazılmış. Ben o gün rektörlükle görüşen arkadaşlarımızla konuştum ve böyle bir taahhüdün olmadığı söylediler. Belki de rektörlük bu hayali temsilcinin kim olduğu hakkında da bir ilan verir ve bizi aydınlatır. Açıklamanın belki de en doğru
YeniYazılar cümlesi olan son cümleyle ben de açıklama hakkında yazdıklarımı bitirmek istiyorum: “Haklı veya haksız hiçbir düşünce yalan, iftira ve karalama ile bir doğruya ulaşamaz.” FKF olarak 23 Mayıs Perşembe günü heykelimizi olması gereken yere üniversiteye dikeceğimizi açıkladık. Deniz üniversiteye geri dönüyordu. Etkinlik günü okula gittiğimde kapıda bir özel güvenlik barikatı vardı. 130 yıllık geleneğimiz, özgürlükçü akademi geleneği naraları bir tarafa, her zaman elimizi kolumuzu sallayarak girdiğimiz üniversitemize kimlik kontrolüyle alındık o gün. Biz içerde diğer okullardan gelen arkadaşlarımız, aydınlar, sanatçılar dışarıda bekledik heykelin geliş saatini. Saatler yaklaştıkça gerilim artıyordu. Anlaşılan o ki rektörlüğün de gerilimi artıyormuş. Bir de baktık ki okulun önünde beş adet çevik otobüsü, bir adet TOMA. M.S.G.S.Ü. tarihinde enderdir böyle anlar. Çok uzun yıllardır içeriye polisin hiç girmediği bir üniversiteden bahsediyoruz. Dedim ya özgürlükçü akademi naraları bir yana… Arkadaşlarımızın görüşmeleri sonucu polisler okulun kapısından, yandaki Fındıklı parkına çekildiler. Sonrasında herkes içeriye alındı. Heyecanlı ve umutlu bir bekleyiş başladı. Farklı kulüplerden arkadaşlarımız konuşmalar yaptılar. Şiirler okundu, konuşmalar yapıldı. Aydınlarımız bizi yalnız bırakmadılar. Tiyatro sanatçısı Orhan Aydın konuşma yaptı. Genco Erkal Nâzım’dan “Vatan Haini” şiirini okudu. 68’liler Derneği başkanı Sönmez Targan da konuşma yapanlardandı. Daha birçok aydın, gazeteci, sanatçı aramızdaydı. Birçok eski FKF’li de bizi yalnız bırakmadı. Deniz üniversiteye gelmeden gitmeyeceğiz dedik ve Deniz Gezmiş heykelini üniversiteye geri getirdik! Katılan herkes yine çok duygulandı. Yine herkesin yüzünde doğru bir iş yapmanın getirdiği o gurur ve tebessüm vardı. Şimdi heykelin kalıcı olarak dikilmesi için senato kararı bekleniyor. Biz Deniz’imize sahip çıktık. Çıkmaya da devam edeceğiz. Korkulan Deniz Gezmiş’ in heykeli değil, fikirleridir demişti bir arkadaşımız öğrenci videosunda. Deniz Gezmiş’in fikirlerinden korkanlar, rahatsızlık duyanlar
Yaz 2013
Şuan ülkemizde Adnan Menderes’in, Recep Tayyip Erdoğan’ın, Süleyman Demirel’in, Abdullah Gül’ün adını taşıyan üniversiteler var. Bu isimler bilime, aydınlanmaya, sanata kısacası üniversiteye düşman kimselerdir. Deniz Gezmiş ise üniversiteli kimliğin en önemli taşıyıcılarındandır şunu bilsinler ki gençlik Deniz’lerin de fikirlerinin de arkasındadır, bu fikirleri sahiplenmiştir, fikirlerini taşımaya ve daha yükseğe çıkartma mücadelesine devam edecektir. Bu ülkenin sanatçıları, aydınları Deniz Gezmiş’i konu alan eserler üretmeye devam edecektir. Deniz Gezmiş onurumuzdur! Dipnotlar: (1) Rektörlüğün açıklamasını okurken aklıma geldi bu şarkı ve başlığı da buradan esinlendim. (http://www.youtube.com/ watch?v=n4dWz3K8m6E) (2) Fırat Tanış’ın ilgili videosu (http://www.youtube.com/watch?v=gedlr tzXzSo&feature=youtu.be) (3) Rektörlüğün ilgili açıklaması (http://www.msgsu.edu.tr/msu/ ana_duyuru/duyuru.pdf) (4) soL postaL’ın ilgili metni (http://haber.sol.org.tr/postal/mimar-sinanrektoru-heykel-isinde-kes-para-var-72614)
160 aydın ve sanatçı, 155 akademisyen yayımladıkları bir açıklama ile “Deniz Gezmiş ait olduğu yere, üniversiteye dönmelidir” diyerek FKF’ye destek verdi..
73
YeniYazılar
Yaz 2013
Murat GÜN
Türkiye, Üniversite, Sanat, Tiyatro Türkiye’de yaşayan bir üniversiteliyseniz; derdiniz sanat, ifade biçiminiz bir de tiyatroysa bilin ki kapalı bir çemberin içerisindesiniz. Üretici zihniyetteki tüm sanat, bilim, fikir toplulukları için de geçerlidir bu durum. Biz şimdi biraz tiyatro yönüne eğileceğiz. Mesela sahne önemlidir tiyatrocu için, vardır da her üniversite de. Lakin senden çok; kariyer seminerlerine, rektörlere, dekanlara, onların özel sektörden arkadaşlarına, kamu sektöründen pek ‘’fahri’’ dostlarına lazımdır. Hadi tiyatrocuya her yer sahne desek, varsın direkler arası olsun ona da kabul desek bu sefer başlar bir evrak, onay, izin teranesi. Kısacası prosedürler çemberine hoş geldiniz! Yeni örülmek istenen bir çember var öte taraftaysa, bir ‘’telif’’dir aldı başını gidiyor. Yazarların hakları, eserlerin sahiplerine ait bir söz hakkı olabilir, bunlar temsilciliklerle takip de edilebilir pek tabi. Lakin derdi birliktelik ile sanat üretmek olan, kar amacı gütmeyen, üniversitelerde amatör olarak faaliyet gösteren bizlerden telif istenmesi akıllara zarar ziyan piyasacı bir ortamın varlığına delalet etmekte. Böyle bir dayatmanın meşruiyet kazanması bütünüyle kabul edilemez bir anlayıştır ki bunun yanında ileri vadede azımsanamayacak sorunlara sebebiyet verecektir: İlk olarak, bu talep yabancı ülkelerde vatandaşlığı bulunan eser sahiplerinin yasal temsilciliklerince, kendi ülkelerindeki durumu esas alarak bir kıyaslamayla gerçekleşmektedir. Oysa biliyoruz ki Avrupa yoğunluklu bu ülkelerde sanat kurumları profesyonel-amatör ayırdına tabi tutulmadan devletçe desteklenmektedir. Dolayısıyla ‘’biz kendi ülkemizde kurumları amatör-profesyonel ayırt etmeden telife tabi tutmaktayız’’ türevinden söylemlere ‘’bizim ülkemizdeyse amatör tiyatrolar olarak bizler dönemlerdir ve özellikle son on yıldır destek bağlamında amatör-profesyonel ayrımına tabi tutulmaktayız, hatta sanat yaptığımız için her şeyden ayrı bir ‘öteki’ konumundayız’’ şeklinde bir cevap vermemiz en doğal hakkımız olacaktır. Bunca sorunu aşarak adeta ilmek ilmek dokuduğumuz süreçlerimize bir de telif külfeti yüklenmesini kabul edemeyiz. Değinilmesi gereken bir diğer noktaysa Türkiye’de kaliteli, değeri ve hayata dair bir sözü, yaratısı olan onca yazar ve metin gerek kar amaçlarıyla, gerek devlet müdahaleleriyle kurumsal tiyatrolarımızın rejilerinde yer bulamamaktadır. Bu noktada hiç keşfedilmemiş, itibar edilmemiş, cesaret edilemeyip sahnelenememiş pek çok yazar ve metin amatör tiyatrolarca seyirciyle buluşturulmaktadır. Yani telif külfetinin meşruiyet kazanması, amatör tiyatrolar olarak bizleri ve bu ülkenin tiyatro seyircisini yoğun bir sanat alanından mahrum bırakacaktır.
74
İyi biliyoruz, zaman zaman hissediyoruz birilerinin göz ve söz hapsinde olduğumuzu. Kazanılmış haklarımıza, koskocaman oyunlar çıkardığımız o küçücük odalarımıza nasıl göz dikildiğini de çok iyi biliyoruz. Kimilerimiz ortak üretimlerin oluşturulduğu, alternatif yaşamın var edildiği o sahnelere, odalara sahip olacak kadar da şanslı değil, Miftok gibi. Hepimizin bildiği gibi: Sahneler değildir, ışıklar değildir, pahalı ses masaları, gösterişli dekorlar, kostümler değildir esas olan. Oynayan, izleyen ve deneyimleyen insan vardır ve bu da kâfidir üretici yapıdaki tiyatroya, tiyatrocuya. Fakat niye yoksun kalacakmışız var olan olanaklardan birileri öyle istiyor diye derken düştü birisi aklıma birkaç güzel dizesiyle: İsminin şu sıralar ne yazık ki telif tartışmalarıyla gündem yaptığı büyük tiyatrocu Brecht ne de güzel demiş: “Böylesi çok iyi, değiştirmeyelim hiçbir şeyi! Bunu mu diyelim güle oynaya? Bardağı görelim de ölmeyi mi seçelim susuzluktan? Boşunu mu alalım dururken dolu bardak? Yani biz hep dışarıda mı kalalım? Titreyelim mi soğuktan içeri buyur edilmedik diye? Bekleyelim mi hep, nasılsa büyüklerimiz bizden daha iyi düşünür diye? Bizce en iyisi, kalkmak, yeter artık, demektir, Vazgeçmemek için kırıntısından bile yaşamanın, Karşı çıkmaktır var gücümüzle acıyı doğuranlara, Yaşanır hale getirmektir dünyayı bütün insanlara.” Hapsedilmeye çalışıldığımız ne kadar çember varsa hepsini kırmalı! Birlikte yapacağız bunu, yaşanır hale getirmek için tüm dünyayı.
YeniYazılar
Yaz 2013
Üniversitelerdeki tiyatro grupları tarafından hazırlanan oyunların tanıtımına ilk sayımızda bıraktığımız yerden devam ediyoruz... - Ege Tıp Tiyatro Topluluğu - “Geliş-Gidiş” SamuelBeckett
Kafka'nın hayvan hikayelerindendir) sahne adaptasyonu üzerine yoğunlaşmıştır.
Bir absürd tiyatro örneği olan oyun kısa ama epey derin bir metne sahip. Genel hatlarıyla üç çocukluk arkadaşı kadının yıllar sonra bir buluşmalarından kesit sunar.
Yuva - Köstebekleşmiş insanın varoluşsal sürecini anlatır.
- Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Oyuncuları – “Ful Yaprakları” Civan Canova Teknolojinin günümüzdeki insan yaşamında aldığı yere paralel olarak, yaşanan sanal hayatları sorgulayan oyunda, yalnız ve yabancılaşmanın kıyısında bir adamın doğuştan engelli bir kadınla "chat" ortamında tanışması, kadının ve kendisinden gizlice seks işçiliği yaparak geçimlerini sağlayan ablasının yalanlar üzerine kurulu yaşamlarının adamın belirsizlikler ve çelişkiler içeren yaşantısıyla kesişmesini ele alınıyor. Oyun seçme sürecinde üniversite tiyatrosu olmamız sebebiyle hem seyircinin ilgisini çok dağıtmayacak, hem de topluluk olarak duruşumuzu yansıtabileceğine inandığımız bir oyun seçmek istedik. Oyunun dramatik derinliğinin seyirliği artırdığına ve ana karakterlerden birinin seks işçiliği yapıyor olmasının da toplumdaki normatif algıyı sarsmada etkili olabileceğini düşündük. Seks işçiliği, toplumsal cinsiyet, darbe süreçlerinde tutsakların durumu, öteki olmak, ötekilerin iletişimsizliği, teknoloji ve ilişkilerimize etkisi, ataerk yapı ve yaptırımları, şiddet ve mekanizmaları gibi alanlarda okumalar yaparak toplulukça bu hususlardaki konum ve aktifliğimizi tartışarak kendi yorumlama tarzımızı belirlemeye yönelik çalışmalar yaptık. - Ankara Tıp Oyuncuları – “Popcorn” Ben Elton Bruce Delamitri… Hollywood’un gözde yönetmeni …Yaptığı şiddet ve seks içerikli filmlerle sansasyonlar yaratan bir deha… Filmlerinin konusu sıradan gibi görünse de onun filmleri post-modern sinemanın kilometre taşlarından. Yarattığı karakterler ise birer stil ikonu ve karakterlerinin hayran sayısı da giderek artmakta. Tabii Bruce, hayatının en önemli gecesinde yani Oscar gecesinde başına geleceklerin hiçbirini bilmiyor. Bruce’un filmlerinden fırlamış ve kana susamış iki psikopat katil Wayne ve Scout, ölüm cezasından kurtulmak için Bruce’un evine ölümcül planlarını uygulamak için girerler. Bruce’un tüm hayatını etkileyecek bu geceden kurtulmanın tek bir anahtarı vardır: Bruce’un cinayetlerin tüm sorumluluğunu üstlenmesi… - Yaşar Üniversitesi Tiyatro Topluluğu – “Cimri” Moliere Elise ve Cleante'ın babası Harpagon, cimriliğiyle ün salmış ve tüm ev halkını da bu özelliğiyle bezdirmiş bir karakterdir. Oğlunun aşık olduğu kıza, Mariane'a vurulmuştur ve onunla evlenme niyetindedir. Bu konuda Frosine ile işbirliği yapma niyetindedir. Oysa Mariane'ın gözü Cléante'dan başkasını görmemektedir. Elise ise Valere'eaşıktır. Saygın bir ailenin mensubu olan Valere, ailesini kaybetmiş ve yıllardır ailesini aramaktadır. Fakat Elise ile tanıştıktan sonra, sevdiği kızın babasının gözüne girmek uğruna evin uşağı olmaya bile razı olmuştur. Harpagon'un cimriliği ve genç aşıkların birbirlerine kavuşma uğraşları çevresinde şekillenen bu komedi büyük bir sürprizle sonlanacaktır. - TeatraTov – “Şizo” İhsan Gümüşten Şîzo, teatraTov’un ilk oyunu olması itibariyle grubun kimliğini beyan ettiği oyundur. Şîzo’da savaş ve savaş eksenli gelişen diğer olumsuzlukların insan hayatı üzerindeki etkisini psikolojik ve sosyolojik boyutuyla ele almaktadır. Aile, toplum ve birey algılarındaki devlet, askerlik, dil ve kimlik unsurlarını irdelemektedir. Askerde ölen bir kürt gencinin savaş ve askerlik ortamında yaşadığı kimlik bunalımları eksenli olarak mezarlıkta geçen oyunda soyut karakterler yer edinmiş ve korku – gerilim tiyatrosu unsurları kullanılmıştır. Birey özgün dünyasını oluşturmadan gücün (aile, toplum, devlet vb.) bireyi kalın duvarlarla kuşatması ve bu nedenle bireyin kendisi olamayışı, adım atamaması yine bireyde anksiyetik bir durum doğurur. Bu durum bireyi içsel bir yolculuğa yöneltir ve bu da şizofreniyi başlatır. Şîzo’da belirgin olarak verilen mesaj dil yabancılığıdır. Söz konusu olan dil sözlüklerde çerçevelerle sarılı dil değil bakılan pencereler ve algı farklılıklarıdır.
Grete Samsa - Dönüşüm öyküsünden hareketle Gregor'un kız kardeşi Grete'in Dönüşümü aile kurumu üzerinden ele alınmaktadır. - İstanbul İktisat Sahnesi – “Önder” EugeneIonesco Önder EugeneIonesco'nun kısa oyunlarından biridir.Oyunda Önder çevresinde dönen insanların amansız bekleyişi birbirlerini etkileyişleri ve birbirlerinden etkilenişleri ele alınır.Grubumuz,hayatın tıpkı insanların Önder'i bekleyişleri gibi bitmek bilmeyen bir bekleyiş süreci olduğu doğrultusunda oyunun metin çalışmasını yapmış ve tekrar bu doğrultuda oyunun süresini uzatmış ve sahneye aktarmıştır. - İstanbul Üniversitesi ÖKM Sahnesi – “JohanPadan Amerika'yı Keşfediyor” DarioFo JohanPadanAmerikayı keşfediyor 15. ve 16. yydaispanyolların Amerika'da yaptığı sömürünün kültürel arka planını konu olarak ele alır. Tarih yazımına karşı, Avrupa ve Amerika arasındaki kültürel çatışmayı öne süren öykü, Engizisyonla başı dertte olan JohanPadan'ın İspanyayı terk ederek San Dominik Adasına düşmesiyle başlar. Burada ise onların kültürüyle ve karşı karşıya oldukları vahşetle karşılaşır - Anadolu Üniversitesi Tiyatro Kulübü Yaşayan Tiyatro- “Hıdrellez” Firuze Engin Dönemin siyasi olaylarından dolayı aranan Ender teyzeninin yaşadığı Edirne'de bir çingenmahalleside saklanır; fakat bu saklanma mahalledekileri için de Ender için de değişik etkiler uyandırır. - Çapa Oyuncuları – “Açık Denizde” SlawomirMrozek Oyun açık denizde bir salın üzerinde kalan 3 kazazede küçük burjuvanın açlıkla mücadelesi üzerinden ilerler.Bu mücadele üzerinden demokrasi,adalet,vatanseverlik gibi kavramlar sahnede tartışılır, sıfırdan kurulur ve yıkılır. - İTÜ Taşkışla Sahnesi – “Scapin'in Dolapları” Moliere Scapin’in Dolapları Jean Baptise Moliere’in yazdığı 3 perdelik bir güldürüdür. Oyunun orijinal metni, 17.yüzyılda Napoli şehrinde geçer. Scapin adında oyunbaz bir uşağın, içlerinden biri efendisi olan iki genç aşık çifti birbirlerine kavuşturmak amacıyla erkek aşıkların babalarını çeşitli dolaplarla kandırması konu edilmektedir. İki zengin tüccar olan Argante ve Geronte’un birlikte iş seyahatine çıktığı bir dönemde, Argante’ın oğlu Octave, fakir ve ailesi belli olmayan bir kız olan Hyacinte’e, Geronte’un oğlu Leandre ise bir çingene kızı olan Zerbinette’eaşık olmuştur. Babalar ise bu durumdan habersiz, Argante’ın oğlu Octave ile Geronte’un kızı Hyacinthe’i evlendirmek üzere anlaşmışlardır. Babaların ani dönüşüyle planları alt üst olan aşıklar, panikle Leandre’ın kurnaz uşağı Scapin’e danışırlar. Oyun Scapin’in, Octave’ın uşağı Syvestre’ın da yardımıyla iki ihtiyara oynadığı türlü dolaplarla genç aşıklara yardım etmesi üzerine kuruludur. Oyunun sonu ise rastlantı sonucu Hyacinte’inOctave ile evlendirilmek üzere getirilen genç kız, Zerbinette’in ise Argante’ın yıllar önce kaybolan kızı olduğunun ortaya çıkmasıyla mutlu sonla biter. - İstanbul Tıp Fakültesi Tiyatro Topluluğu – “Fizikçiler” FriedrichDürrenmatt Cinayet Masası Müfettişi Richard VolS, özel "LesCerisiers" sanatoryumunda üç ay içinde gerçekleşen ikinci cinayet vakası üzerine, olayı araştırmak üzere sanatoryuma gönderilir. Kendisini Newton zanneden HerbertGeorgBeutler isimli hastanın hemşire DorotheaMoser'i boğarak öldürmesinin ardından, bu kez de Hemşire irene Straub, Einstein olduğunu iddia eden ErnstHeinrichErnesti tarafından öldürülmüştür. Frâulein Doktor MathildevonZahnd tarafından yönetilen sanatoryumda cinayetler bu kadarla da kalmaz.
- Atlas Tiyatro Araştırmaları – “Grete Samsa” Franz Kafka
İstanbul Tıp Fakültesi Tiyatro Topluluğu olarak tematik açıdan zengin, dramaturji sürecinde üstüne derinlikli ve besleyici tartışmalar geçirebileceğimiz, sahneleme dönemi için ise metinde varolan karakterler-durumlar üstüne kollektif sahne üstü-sahne altı iletişimi ve gelişimini hedefleyerek çalışacağımız metin, 2012-2013 projesi olarak belirlenmiştir.
Atlas Tiyatro Araştırmaları 2013 yılı için araştırma konusunu Franz Kafka ve öyküleri olarak belirlemiştir. Buradan hareketle Yuva ve Dönüşüm öykülerinin (her iki öyküde
Grubun oyuna dramaturjik bakışı, bilim etiği, modern çağda bilim-toplum çelişkisi, iktidar mekanizmaları ve adalet kavramı çerçevesinde olmuştur.
Oyun Kürtçe olup, üst yazı tekniğiyle herkesin anlayabileceği formatta oynanmaktadır
75
YeniYazılar
Yaz 2013
Hürriyet Bandosu
Fikir Kulüpleri Federasyonu olarak eskiyi yıkıp yeniyi bulmanın peşindeyiz. Bunu bilimden siyasete, felsefeden sanata her disiplin için uygulamaya çalışıyoruz. Biz de müzikle ilgilenen ya da ilgilenmek isteyenler arkadaşlarla bir bando kurmayı önerdik ve hemen işe koyulduk. FKF birçok üniversiteden kulübü içerisinde barındırdığı için, bandomuzda da birçok farklı üniversiteden arkadaşımız var. Bandomuzun ismini de “Hürriyet Bandosu” koyduk. Çünkü tarihe baktığımızda bu ülkede gençlik ne zaman ayaklansa en büyük şiarı hürriyet olmuş. Gençlik hürriyeti için büyük mücadeleler vermiş. FKF’nin etkinliklerinde bandoyla yer alarak etkinlikleri biraz daha renklendirme hedefimiz vardı kurulurken. 6 Mayıs’ta Mimar Sinan Üniversitesi’nde kuruluş şenliğinde çaldık örneğin. Marşlarımızla, ritimlerimizle destek vermek istedik. Daha sonra Deniz Gezmiş heykelinin çalınmasından sonra yapılan eylemlerde çaldık marşlarımızı. Tabi ki de sadece FKF etkinlikleriyle sınırlı kalmadık. En son Gezi Parkı direnişinde çaldık. Bizim için çok önemliydi orada olmak, ismimizi layığıyla taşımamız için bir testti adeta bizim için. Neredeyse her gün çaldık, çalabildiğimiz kadar çok çalmaya çalıştık. Ayağa kalkan, direnen insanlara bandomuzla destek vermek istedik. Bando olarak çaldığımız her anda da çok güzel tepkiler alıyorduk. Marşlarımıza kitleler eşlik ediyordu, beraber söylüyorduk. Artık o kadar çok geç saatlere kadar çalıyorduk ki enstrümanlarımızı FKF çadırında bırakıyorduk geceleri. Hatta polisin Gezi Parkı’na girdiği sabah enstrümanlarımız oradaydı ve polis onları da çöpe attı. Hürriyet Bandosu olarak hürriyeti için mücadele eden herkesin yanında olmaya çalıştık, bu günden sonra da direnişlerde, eylemlerde ritimlerimizle, marşlarımızla destek olmaya devam edeceğiz.
76
Onur Erdem - İstanbul Ü. Sinema Araştırmaları ve Basın Kulübü “FKF bünyesinde kurduğumuz Hürriyet Bandosu olarak direniş sırasında Gezi Parkı’nda çalmak bizim için çok önemliydi. AKP diktatörlüğüne karşı oluşan bu tepkiye biz de bando olarak destek verdik. İki arkadaşımız gaz bombası nedeniyle kafalarından yaralandı. Hem bandomuzla hem bandomuzu çıkartamadığımız günlerde bireysel mücadele ettik. Hürriyet bandosu olarak hürriyeti için mücadele eden halkımızın yanındaydık.”
YeniYazılar
Yaz 2013
Sencer Odabaşı - Sabancı Ü. Felsefe ve Düşünce Kulübü “Biz Hürriyet Bandosu olarak AKP diktatörlüğüne karşı ayağa kalkan halkımızın yanından hiç ayrılmadık. Marşlarımızla sürekli polis tehdidi altındaki gezi parkına morali hukuksuz polis barikatını aşmaya çalışan dostlarımıza cesaret verdik. Tüm üyelerimiz yaralandı ve enstrümanlarımız patla yapılan son saldırıda çalındı. Uygulanan bütün şiddete rağmen AKP faşizmine karşı halkımızın yanında olmaya devam edeceğiz.”
Onur Dursun - İTÜ Uzay ve Uçak Bilimleri Fakültesi “Biz Hürriyet Bandosu olarak bu direnişte gençliğin müziğiyle birlikte AKP diktatörlüğüne boyun eğmeyen halkının yanında olması gerektiğini düşündük. Direnişin önemli unsurlarından biri olan gençliğin sesini faşizme karşı, AKP'nin 11 yıllık baskı döneminde, gençliğe, sanata, bilime yaptığı saldırılara karşı daha da yükseltmek için, marşlarımızla, şarkılarımızla, türkülerimizle halkımızın yanında durduk, boyun eğmedik.”
Eda Ataseven - İstanbul Ü. Toplum Bilimleri Kulübü “Benim gezi parkı eylemlerine katılma nedenim sadece salt doğa sevgimden kaynaklı değil. Gezi parkında yapılan ağaç kesiminin esas nedeni aslında, bunu köprü yapımında ya da ülkemizin başka yerlerinde avm yapılması amacıyla gördüğümüz, ranta, talana ve kara odaklı başlatılan "kentsel dönüşüm"lerdir. Tabi ki gezi parkında bulunma nedenim bunlarda sınırlı kalmıyor. Akp hükümetinin son 11 yıldır izlediği düşmanca, şavaşçı, gerici, piyasacı politikalarıdır. Bu hükümetin halk düşmanı olduğunu Reyhanlıyla, Roboskiyle, suriyeye dönük savaş çığırtkanı politikalarıyla, eli kanlı çeteleri silahlandırıp beslemesiyle, sadece parası olana hizmet eden sağlıkta - eğitimdeki dönüşümleriyle, çocuk işçi oranını artttırmasıyla, işçi ölümlerini kadere bağlamasıyla, yaratmaya çalıştığı sadece çocuk doğuran kadın profiliyle, eğitimde 4+4+4 yasası gibi gerici-bilimden uzak uygulamalarla, suçsuz onlarca insanı- öğrenciyi- yazarı- avukat- tıpçıyı- gazeteciyi tutuklamasıyla, akp yi sahte barış yalanlarıyla, her türlü yalanı dolanıyla, gerici baskıyla 11 yıldır görüp yaşıyoruz. Bu eylemlerle halk bir kere ayağa kalktı, bizi polisiyle uyguladığı orantısız saldırısıyla durdurabileceğini sanıyor. Ama unuttukları bir şey var artık yüzler, binler değil ayakta olan boyun eğmeyen milyonlar var karşısında.”
Zeynep Çor - İstanbul Ü. Bilimsel ve Sosyal Araştırmalar Kulübü “Halkımızın gezi parkı eylemleri ile beraber artık yeter boyun eğmeyeceğiz diyerek başlattığı direnişte bandomuz başından beri içinde yer alıyor.Biz bu bandoyu kurarken halkımızın öfkesine, isyanına, umutlarına, yarınlarına ses katmak için kurduk. Halkımızın bundan sonra öfkesini dile getirmekten hiçbir zaman korkmayacağını düşünüyorum biz de Hürriyet Bandosu olarak her zaman onların yanında duracağız ve seslerine güç katacağız.”
Çağlar Paldar - İstanbul Ü. Hürriyet Bandosu olarak Haziran Direnişin de her alanda halkımızın yanındaydık. AKP’nin toplumsal alanda yaptığı baskılar nihayet karşılıksız kalmadı ve Gezi Parkı’ndan yükselen ses tüm ülkeye yayıldı. Bando olarak çaldığımız her yerde halkın sesine ortak olmaya ve sesimizin daha gür çıkmasını sağlamaya çalıştık, aldığımız tepkilerde çok güzeldi. Direnişçiler bizimle birlikte yürüyor marşlara eşlik ediyor ‘’Tayyip istifa ‘’ sloganını daha yüksek sesle haykırıyordu. Bando olarak devam eden süreçte de güzel günlere olan inancımızla halkımızın yanında olacağız.
77
“pit oro
do
p sd a k tus”
D o k uz
ra
fta a r g
Yaz 2013
tu
pa
YeniYazılar
Ömer YOĞURTÇU - Boğaziçi Ü. Mizahçıların çaresizliği Okunduktan hemen sonra mizah sitelerine bakma ihtiyacı oluşturan, bir sonraki haftanın mizah dergilerinin manşetini merakla bekleten türde haberlerle sık sık karşılaşıyoruz. Ancak, bazı haberler mizahçıları bile çaresiz bırakabiliyor. İçerisinde Adnan Hocacıların geçtiği olaylar genelde bu ikinci kategoriye giriyor. Mizah dergileri için asıl zorluk zaten kendisi olabileceği ölçüde karikatür olan gerçek kişileri, yeniden karikatürleştirmenin olanaksız olması. Olayların daha absürd bir hale getiremeyecek ölçüde saçma olması ise zaytung benzeri mizah sitelerini oldukça zor durumda bırakıyor.
Üniversite Kongresi FKF’nin evrim kuramına yönelik gerici saldırılarla mücadele kararlılığı kuruluşundan beri sürüyor. Üniversite Kongresini toplandığında “Üniversitelerde bilim ve eğitim” konusu temel tartışma başlıkları arasındaydı. Kongredeki bilim tartışmasında söz alanların çok önemli bir bölümü ise evrim konusu üzerinde özel olarak durmuştu. Kongreye sunulan programın FKF’nin kuruluş kararıyla beraber en çok coşku yaratan kısmı da yine bu başlıktı. Bu konuda yalnız olmadığımızı da biliyorduk. Arkamızda Türkiye’nin ilerici birikimi, yanımızda bizimle beraber bu birikimin taşıyıcısı olan akademisyenler ve aydınlar varken böyle de düşünemezdik. Biraz da bu yüzden Ergi Deniz Özsoy’un Cnntürk’te düşmanlarıyla tartışmasını tartışan bizmişiz gibi izledik.
78
Polemik Ergi Deniz Özsoy’la Adnan Hocacılar arasındaki tartışmayı da toplumdaki diyalog eksikliğine bağlayan liberaller çıkar mı acaba? Genelde evrim gibi kendilerine yazmayan konularda topa girmekten kaçsalar da konuşsalar ne diyebileceklerini kestirebiliriz. Büyük olasılıkla evrim kuramının karşısına çıkartılan engellemeleri diplomatik bir biçimde kınayarak başlayacaklardır. Ancak, bunun hemen sonrasında asıl konuşmak istedikleri meseleye girmenin heyecanıyla seküler kesimleri de evrim meselesinde “kendi doğrularını mütedeyyin kesimlere dayatmakla”, “halkın çoğunluğunu oluşturan mütedeyyin kesimleri cahil olarak görmekle” suçlamaları beklenmelidir. Konuşmalarının sonunda ise meseleyi bu kesimlerin birbirini kabullendiği bir hoşgörü, diyalog kültürünün inşa edilmesi gerektiğine ve bu kültür önündeki engelleri kaldırmak için herkese sorumluluk yüklemeleri beklenebilir. Elbette ki faturanın önemli bir kısmı “elitist- jakoben- seküler” kesime kesilecektir. Bütün bunları hayal edince, keşke dillerini tutmayıp bu konuda da saçmalasalar demeden edemiyorum.
Fosil sergisi En son açtıkları sahte fosil sergisinde gördüğüm Adnan Hocacılara geçtiğimiz gün televizyonda rastladım. Hem de öyle A9 TV’de falan değil, ülkenin en çok izlenen kanallarından birinde çıkmış evrim üzerine konuşuyorlardı. Televizyona yolladıkları tipler fosil sergisindekilerden daha bilgilidir diye umarak ve biraz da Ergi Deniz Özsoy’un hatırına programı izlemeye başladım. Televizyona yolladıklarının sergi başında bekleyen bodyguard tipli elemanlardan daha bilgili olmadığını anlamam ise uzun sürmedi. Hatta sahte fosillerinin konuşmalarına kıyasla daha ilgi çekici olduğunu bile düşündüm. En azından sergide milyon yıllık fosil diye sundukları nesnelerin şekline bakarak hoşça vakit geçirmek mümkündü. Program ise daha çok telegol atmosferinde ilerliyordu. Sıkıntıdan televizyonun başından kalkma noktasına geldiğim sırada Ergi Deniz Özsoy konuşulan “pitorodoptusdaktus” çıkışını yaptı.
YeniYazılar
tu s”
Dokuz pa
ag
r
Orantısız zeka Ergi Deniz Özsoy’un televizyonda Adnan Hocacılara verdiği ayarı Haziran direnişi başlamadan önce izlemiş ve hakkında bir yazıyı yazmaya karar vermiştim. Yazı mesele hakkında yazılmış giriş paragraflarından oluşacaktı. Girişlerden birini de orantısız zeka olarak düşünmüştüm. Direniş tam da bu başlığa geldiğim sırada yükselişe geçti. Yazı ve dergi ise beklemeye alındı. Şimdi yine önümde aynı yazı, karşımda ise başlık olarak bir aydır tüm gençliğin kullandığı etkili bir silah var.
İkinci grup İnsanların gözünüzün önünde zor durumda kalması ya da saçmalaması genellikle sizi de etkiler. Örneğin, birisi karşınızda saçmalıyorsa onun adına siz de utanırsınız. Tabii, bu her zaman geçerli değildir. Açıkça saçmalayan birinin üste çıkmaya çalışması, iflah olmaz bir anlayışsızlık sergilemesi sinir bozucu bir etki yapar. Susmasını ve mümkünse bir daha hiç konuşmamasını dilersiniz. Televizyonlarda evrim karşıtlığı yapan Adnan Hocacılar bu ikinci gruba giriyor. Zihinleri boya tutmayan rutubetli duvar gibi, herhangi bir bilgi işlemiyor. Kendilerine sunulan hiçbir anlamlı bilgi onlarda kalıcı bir etki yapamıyor. Tartışmalarda aldıkları hasarlar onları öğrenmeye değil, daha da küçülmeye ve kişiliksizleşmeye yönlendiriyor.
dak
Kerameti kendinden menkul Son dönemde moda oldu. Evrim tartışılan programlara evrimle, biyolojiyle hatta bilimle uzaktan yakından ilgisi olmayan garip tipler çıkarılıyor. Bu tiplerin ortak özelliği evrim kuramına karşı çıkmaları… Yıllarını evrim konusunda çalışmalarla harcamış bilim insanlarıyla beraber evrimi değerlendiriyorlar. Yeri gelince bağıra çağıra tartışıyor, karşılarındakileri gürültüleriyle bastırmaya çalışıyorlar. Konuya hakim olmamaları özgüvenlerini biraz olsun kırmıyor. Hatta bu durumu avantaja çevirdikleri bile oluyor. Tartıştıkları insanın eleştirilerini anlayamıyor, rezil olmalarına karşın utanmadan tartışmaya devam edebiliyorlar. Ergi Deniz Özsoy’un “pitorodoptusdaktus” örneğini vermesinden sonra yaşananlar bu durumun en güzel örneği.
Gericilik Ülkemizde bilime yönelik saldırılar AKP iktidarı ile beraber tepe noktasına ulaşmış durumda. İnsanlığın bilimsel alanda yarattığı mirası unutturmak isteyen iktidar evrimi de pas geçmiyor, evrim kuramı sıklıkla saldırıların hedefinde yer alıyor. Türkiye’de AKP iktidarının temsil ettiği gericileşme süreci dünya ölçeğinde de işliyor. Evrim kuramının karşısına akıllı tasarımın çıkarılması bu konuda en yakın örneklerden. Gericiler, evrim kuramına özel bir ilgi gösteriyor. İnsanın kendi tarihine ve köklerine yönelik düşünmesinin bu tiplerde korku yaratması garipsenmemeli. Kendileri korkuyla harekete geçebildikleri için, evrimi savunanları da korkutmayı, sindirmeyi deniyorlar. Ancak, başarılı oldukları söylenemez.
ra f
t
us
Taraflaşma Toplumun temel meselelerde taraflaşması, belirli konularda anlaşmazlıklar yaşaması olağandışı bir durum değil. Hatta sınıflara bölünmüş bir toplumda bunun olması kaçınılmaz. Ancak, evrim konusundaki tartışmalarda yaşanan taraflaşma bazı garip özellikler taşıyor. Örneğin, toplumun yarısının bir şaka olarak gördüğü bir adam belirli kesimler tarafından ciddiye alınan bir figür olabiliyor. Yaşantısıyla olmasa da evrim kuramına yönelik saldırılarıyla gerici toplumsallığın önemsediği bir figür olan Adnan Hoca bu bahsettiğim durumun en önemli örneklerinden. Durum böyle olunca iki taraf arasında yaşanan tartışmalar önemli farklılıklar yaratmıyor. Bunun sebebi ise öyle diyalogsuzluk, birbirini anlamama falan değil. AKP iktidarı dinci gericilik eliyle toplumun bir kesiminin aklını ipotek altına alıyor. Onları neredeyse akıl yoluyla seslenilemez hale getiriyor. Tartışmanın bir tarafını bilime “bağışık” kılan da AKP’nin taşıdığı bu siyasal güç…
Yaz 2013
ta “ pi t or
p o d o
79
YeniYazılar
Yaz 2013
İçindeymişik, Yeşilmişik, Sazmışık
Akın ART*
Bir popçu, bir solcu, bir “Taraf”çı bir gün bir dergi için buluşmuşlar! Bir Temel fıkrasından değil, dergiden bahsettiğimizi unutmayıp bu ciddiyetsizliği ciddiye alalım. Bu isimlerin neredeyse hiçbirinin ne politik, ne sanatsal pratiklerinin birbiriyle ilintisi yokken, aynı dergide yer almayı nasıl başarıyorlar? 14 Şubat 2013 tarihinde “OT” adında bir dergi çıktı karşımıza. Metin Üstündağ’ın (Met-Üst) “Öküz” ve “Hayvan” dergilerinden sonra yeni projesi olarak tanıtılan OT, hem adı hem de dergide yazan (ya da yazdığı iddia edilen) isimler sebebiyle özellikle gençlik içerisinde büyük bir merak uyandırdı. Yaşar Kemal, Sezai Karakoç, Sırrı Süreyya Önder, Ertuğrul Mavioğlu, Yasemin Çongar, Sıla Gençoğlu derginin ilk sayısının kapağında yer alan isimlerden sadece bir kaçı. Bir popçu, bir solcu, bir “Taraf”çı bir gün bir dergi için buluşmuşlar! Bir Temel fıkrasından değil, dergiden bahsettiğimizi unutmayıp bu ciddiyetsizliği ciddiye alalım. Bu isimlerin neredeyse hiçbirinin ne politik, ne sanatsal pratiklerinin birbiriyle ilintisi yokken aynı dergide yer almayı nasıl başarıyorlar? İşte artık kimsenin sorma ihtiyacını hissetmediği bu soruyu sorarak yazımıza başlayalım. Bu yazı, OT dergisiyle birlikte kültür sanat yayıncılığı alanında iyice pekişen üç önemli sorunun altını çizmek gayretinde olacak. Bunlardan ilki; aynı dergide siyasi olarak birbirine karşıt yazarların yer alması ve böylelikle sol politik vurgularının dergi içerisinde iğdiş edilmesi. İkincisi; yazının değil yazarın ön plana çıkarılması, “star”laştırılması. Yayımlanan ürünün niteliğinin ölçütü olarak ürünün düzeyinin değil, yazarın şöhretinin alınması. Üçüncüsü ise bir boşluğu doldurmak için çıktığı varsayılan, dolayısıyla bir programa sahip olması beklenen dergilerin böyle bir kaygılarının kalmaması. Bu sorunları OT dergisinde somutlayıp ele alırken yazıyı dağıtmamak için derginin ilk ve yazının yazıldığı tarih itibariyle son (Mayıs 2013) sayılarının üzerinde duracağız sadece. Birleştiren Neydi Ellerimizi? Politik olarak karşıt kutupları siyasi kimliklerinden soyutlayıp farklı zeminlerde bir araya getirme çabası, 80’lerde çıkmaya başlayan Fanatik, Şiir Atı gibi edebiyat dergileriyle ilmik ilmik örüldü ve bugün neredeyse kimsenin sesini çıkarmadığı, alışıldık bir durum haline geldi. Seksenlerde cezaevlerinde “karıştır-barıştır” adıyla yürütülen kampanyayı duyanlar vardır. Solcu mahkumların sağcı mahkumlarla aynı hücrelere konularak “barıştırılmasını” sağlamak niyetinde olan bu kampanya, bahsettiğimiz edebiyat dergilerindeki yaklaşımın bir karikatürü olarak alınabilir. Üstelik
80
bahsi geçen dergiler bunu kimse onlardan talep etmeden yapmış, “bizi şiir buluşturdu” diye özetlenebilecek bir söylemi kullanarak o dönem sol tarafından belirlenen entelektüel ortamın kapısını İslamcılara açmıştır. Şiir ve genel olarak sanat mistik bir kavram haline getirilerek farklı politik görüşler apolitizm ortak paydasında eşitlenmiştir. Bugün ise bu dergilerle başlayan sürecin sanat alanında hegemonik hale geldiğini görüyoruz. Bu kısa değiniden sonra OT dergisinin de aynı gelenekten gelmemekle birlikte aynı geleneğin belirlediği iklime doğdunu belirtip derginin son sayısına bakalım: İlk sayının kapağında yer alan isimleri yazının başında saymıştık. Şimdi derginin siyasi bir havası da olan son sayısına bakalım. Kapağının sağ kenarında bir Deniz Gezmiş çizimi olan dergi, Oral Çalışlar’ın Deniz Gezmiş ile ilgili bir anısıyla başlıyor, Ertuğrul Mavioğlu’nun 1 Mayıs temalı bir yazısıyla devam ediyor. Eylemliliği ve eylemciliği öven başka yazılar dergide mevcutken sol politik vurgunun iğdiş edilmesi diye tanımladığımız mesele “Eylem Bizim Düşümüz” başlığını taşıyan bölümde kendini gösteriyor. “Değişik şekillerde direnen insanlar, gruplar ve yaptıkları eylemler” derlenerek hazırlanan bu bölüm, içerisinde pek çok kişi ve grubu barındırıyor. İMF Başkanı’na attığı ayakkabı ile tanıdığımız Selçuk Özbek, işten çıkarılmasının ardından 118 gün Paşabahçe Devlet Hastanesi önünde çadır kurup direnen Türkan Albayrak, RedHack, Kaos GL aktivistleri, “İnternetime Dokunma” eylemcileri ve daha pek çok farklı kişi ve toplam mevcut bu sayfada. Bu isimlerin yanı sıra Mazlum-Der eylemlerinden tanıdığımız, dergide de 28 Şubat eylemcisi olarak tanıtılan Hüda Kaya da aynı sayfada yer alıyor. Bu nasıl olabiliyor? Eşcinselliği hastalık olarak gören Mazlum Der çevresine yakın bir isimle, bir Kaos GL Aktivisti nasıl aynı “düş”ü paylaşabilir? Ya da Türkan Albayrak’ın düşlediği Türkiye ile Hüda Kaya’nın düşlediği Türkiye’nin bir ortak yanı var mıdır? Cevap kesinlikle hayırdır. Ancak OT dergisinin sorduğu soru, kurcaladığı mesele bu değildir. Haşarı, romantik, inatçı bir eylemci imgesi vardır dergiyi hazırlayanların kafasında. Örnekleri seçerken bu kalıba oturtmaktır kaygıları. Bu yüzden de kolayca yerleştiriverirler Türkan Albayrak ile Hüda Kaya’yı aynı kalıbın içerisine. İkisi de “eylemci”dir. Eylemin bağlamının önemi yoktur.
YeniYazılar
Yaz 2013
Her iki politik pratiker de ne olduğu belli olmayan bir “eylemci” kümesinin elemanı haline getirilir, işlevsizleştirilir. İşte iğdiş edilmiş sol politik vurgudan kastımız budur. Karşında Süper Star Metin Üstündağ, dergi çıktıktan sonra çeşitli mecralara röportajlar verdi. Bu röportajlarda vurguladığı şeylerden biri de “derginin kadrosunu futbol takımı kadrosu belirler gibi belirledikleri” idi. NTVMSNBC’ye verdiği röportajda bu yaklaşımı “Kalede Yaşar Kemal var, hiç gol girmez oraya” diye özetledi. Fakat görebileceğimiz gibi buradaki analoji futbol oyunu ile değil, endüstriyel futbol ile kurulan bir analoji. Takımına mümkün olduğu kadar yıldız “futbolcu” doldurmak istiyor OT. Metin Üstündağ’ın yıldız “futbolcu” merakının en güzel örneği ise Sabit Fikir dergisine verdiği röportajda çıkıyor karşımıza: “Genelde görünen değil de görünmeyen taraflarıyla ele alıyoruz kişiyi. Örneğin Birhan Keskin’in fotoğrafları var. Onun şiirlerini zaten biliyoruz, bu sefer fotoğraflarını görmek ilginç geliyor.” Bu alıntıyı okuyanların çoğu “ne güzel işte disiplinlerarasılık önemseniyor”, ne var bunda diyecektir. Fakat burada altı çizilmesi gereken nokta disiplinlerarasılık değildir. Farklı disiplinlerden insanlar ortak bir çalışma yürütmüyor bu örnekte. Birhan Keskin’in sadece isminden dolayı dergide fotoğrafları yayımlanmaktadır. Birhan Keskin’in iyi bir fotoğrafçı olup olmadığının yargısını veremem “ama şiirlerini biliyoruz, fotoğraflarını görmek ilginç geliyor” cevabı, futbol örneğinden devam edersek “topçuluğunu biliyoruz sesi de güzelse şuna bir albüm yapalım iyi satar” demekten pek farklı değildir. Son sayıda Can Bonomo’ya şiir yazdırmak da yine aynı yaklaşımın ürünüdür. “Seni sevmek adaletse/ hüküm giymeliydi tanrılar” diye biten şiiri, başka birisi başka bir imzayla hiçbir yerde yayımlatamayacakken, bir “yıldız” yayımlatabilmektedir. Bir kamyon arkası yazısını anımsatan bu dizeler, şiir adı altında bir kültür sanat dergisinde yer alabilmektedir. OT dergisi iyi yazıları değil, ünlü isimleri bir araya getirmek gibi magazinel bir kaygının peşindedir. OT dergisi bunu yaparken yayıncılık ahlakını da çiğniyor. Bilindiği gibi, bir derginin kapağına konulan isimler, dergide bu isimlerin daha önce yayımlanmamış bir ürününün yayımlandığını beyan eder. OT dergisi ise Türkçe edebiyatın iki ağır topu Sezai Karakoç ve Yaşar Kemal’i koymasına rağmen, bu isimlerin daha önce yapılmış ve yayımlanmış söyleşilerinden bir derlemeye yer verdi ilk sayısında. Son sayısında kapakta yer alan Ahmet Yıldız ismi ise, dergide mevcut değil. Bu yüzden OT dergisi yazarlarını OT dergisine yazanlar ve yazdığı iddia edilenler olarak ikiye ayırmak mümkün.
81
YeniYazılar
Yaz 2013
Maksat Yeşillik Olsun Bilindiği gibi yeni bir derginin çıkışı, ilgili alanda bir boşluk olduğunun ve çıkan derginin bu boşluğu doldurmak iddiasında olduğunun ilanıdır. Dergiler ilk sayılarında, çıkış yazılarında bu doğrultuda oluşturdukları programlarını paylaşırlar. Çoğunlukla da bu programın en konsantre halini, bir sloganla ifade ederler. OT dergisinin sloganı da nasıl bir programsızlığın ürünü olduğunu gösteriyor. “Maksat Yeşillik Olsun” sloganıyla çıkan dergi, gerçekten yeşillik olmak dışında bir iddiaya sahip değil. Bu kadar “ciddi” dergi varken bir dergi de böyle çıksa ne olur diye sorulabilir. Verilecek cevap bu yaklaşımın bir istisna olmadığı, bugün pek çok derginin “biz de varız” demek için amaçsızca çıkarak sanat alanını bir curnataya dönüştürdüğüdür. Bu curnatadan ve gürültü kirliliğinden kurtulmak için programsız dergiciliğin mahkum edilmesi şarttır. “Gündelik hayatın içine girebiliyorsa bir dergi, olmuştur. Bir ciddi edebiyat dergisinde bunu yapmak zor. Edebiyat, sanat bazı ağır ağabeylerin ve ablaların ilgilendiği ağır bir şey gibi algılanıyor. Biz onu değiştiriyoruz, gündelik hayatta tercih edeceğin, sıkılmadan yapacağın bir şey yaratıyoruz.” Yine Metin Üstündağ’ın Sabit Fikir’e verdiği aynı röportajdan yapılan bu alıntıya bakalım. Edebiyatı ayrıcalıklı konumundan alıp sıradan insana indirmek, gündelik hayatın içine sokmaktan bahsediliyor. Bu söylemin klişeliğini geçelim. Gündelik hayat diye tanımlanan pratiğin egemen ilişkiler üzerinden belirlendiğini vurgulayalım. “Gündelik hayat” denilen kavramı tanıyıp kendini ona göre kurgulamanın bu “hayat”a teslim olmak demek olduğunu da. Gençlik ve gündelik hayatı değiştirme, dönüştürme derdi olmayan bir dergi olduğu açık olan OT, bu sebeple verili olanı da olumlamış oluyor. Dergi kendini, okurunu oluşturma kavgası vermek yerine verili okur alışkanlıkları üzerinden kendi pratiğini kuruyor. Kendi dergimize, Yeni Yazılar’a sıçrayarak toparlayalım. Verili okur alışkanlıklarını değiştirip kendi okurunu yaratma derdinde olan, yeni bir kültür, yeni bir üniversite, yeni bir ülke kurmayı hedefleyen, bu program doğrultusunda yazarlarını sadece üniversite öğrencileri olarak belirleyen bir dergi olarak var Yeni Yazılar. OT
OT dergisi bunu yaparken yayıncılık ahlakını da çiğniyor. Bilindiği gibi, bir derginin kapağına konulan isimler, bu isimlerin daha önce yayımlayan bir ürününün dergide yayımlandığını beyan eder. OT dergisi ise ilk sayıya Türkçe edebiyatın iki ağır topu Sezai Karakoç ve Yaşar Kemal’i koymasına rağmen, bu isimlerin daha önce yapılmış ve yayımlanmış söyleşilerinden bir derlemeye yer verdi ilk sayısında. Son sayısında kapakta yer alan Ahmet Yıldız ismi ise, dergide mevcut değil. Bu yüzden OT dergisi yazarlarını OT dergisine yazanlar ve yazdığı iddia edilenler olarak ikiye ayırmak mümkün dergisi ise saydığımız özellikleri sebebiyle, tabiri caizse dergimizin anti-tezidir. Sloganı “maksat yeşillik olsun” olan bir dergi, sazı, çimeni kapsayabilir belki, ancak bu ülkenin gençliği bunun ötesindedir, olmalıdır. Gençlik, zekasının bu denli aşağılanmasını sorgulamalı, mahkum etmelidir. Önemsiz görünen, “takılıyorlar işte boşver” diye geçiştirilen OT dergisi bu yüzden ciddiye alınmalıdır. Çünkü yeni bir kültür kurma mücadelesi, kültürsüzlük ile kavga etmeden verilemez. * Bilgi Ü. Sosyalist Düşünce Kulübü
Yok DEVE!
OT dergisi için bu satırları yazarken görünüm, içerik ve slogan olarak OT’un kardeşi sayılabilecek başka bir dergiye daha rastladım. Sloganı “Hatır Gönül Dergisi” olan DEVE’nin ikinci sayısında Eski Edebiyat Dostları pratikerlerinden Cihan Oğuz’dan, Marjinal İslamcı Esra Elönü’ye, Türkçe şiirin en büyük şakalarından biri olan Hüseyin Alemdar’dan Yılmaz Erdoğan’a, Ara Güler’den Cüneyt Özdemir’e, her yaştan ergenimizin gözbebekleri “Git kendini çok sevdirmeden” Tuna Kiremitçi’den, “İçime gir ama sigaranı söndürme” Cezmi Ersöz’e, Müslim Çelik, Ahmet Ada gibi şairlere varana kadar pek çok imza yer alıyor. AKP’nin maliye bakanı Mehmet Şimşek ile yapılan bir röportaja da dergide yer veren DEVE, içerisindeki “akil” ve vekiller
82
sebebiyle OT’a kıyasla muhafazakar bir görüntü veriyor. OT’un muhafazakar kardeşi diyebileceğimiz DEVE’yi uzun uzun analiz etmeye gerek duymuyoruz. Tıpkı OT dergisi gibi farklı yazarları ve figürleri aynı sayfalara boca ederek tükettirmek kaygısıyla hareket eden bir dergi DEVE. Bu tarz dergilerin, satması görece zor bir alan olan edebiyatın, piyasayasaya entegrasyon hızını arttırmak kaygısıyla çıktığını söyleyebiliriz. Bu tip dergiciliğin ileride yeni örneklerini görme şansımız da yüksek. OT ve DEVE dergileri biri diğerinden daha muhafazakar bir görüntü de çizse birbirinin aynıdır. Farklı imza ve figürleri bir çuvala tıkıp piyasaya süren her iki derginin de amacı çok satmaktır.
Merh umu (z)al im bi lirdik! Bilim dünyasına bir birinden önemli çalışmalarıyla katkı sağlamış olan II. Abdülhamid han'a ölümünün 92.yılında onursal doktora ünvanı verildi. Doktorayı veren kurum ise 6 yıllık köklü mazisine 6 tane onursal doktora sıkıştırmış olan ve bilime en az II. Abdülhamid han kadar önemli katkılar sunan, adeta Türkiye'de bilimin lokomotifi diyebileceğimiz Karabük Üniversitesi. II. Abdülhamid başarılı bir bilim insanı olduğu kadar, halkını çok seven ve halkına çok güvenen bir hükümdardı. Sevdiği halkı korumak için çok geniş bir ihbar ağı kurdu ve bu ağın temelini de halk oluşturdu yani koca bir imparatorluğu ihbarcı olarak istihdam ederek hem güvenlik hem de işsizlik sorununu çözmüş oldu. Bazı peşin fikirliler bu ihbar hattının II. Abdülhamid'in şahsi paranoyalarını yatıştırmak için kurduğunu söyleseler de yalandır tamamiyle halkın güvenliği için kurulmuştur. Halka hizmet aşkıyla yanan II. Abdülhamid yalnızca haberleşme alanında sıkışıp kalmamış imparatorluğun dört bir yanını demir ağlarla donatmıştır.
AYA*
K li Can
A
Hatta bu demiryollarını Avrupalı büyük devletlere yaptırarak ülkemizi içe kapalı bir ülke olmaktan kurtarmış, bölgesel bir güç olmasını sağlamıştır. Bazıları II. Abdülhamidin bu Avrupalı devletlere gereğinden fazla imtiyaz tanıdığını hatta daha fazla ileri giderek imparatorluğu yarı-sömürge haline getirdiğini söylerler. Ama neticede ticaret bu, ticarette verilmeden alındığı nerede görülmüş? Sonuç olarak bunca güzel ve faydalı işleri başarmış olan Dr. II. Abdülhamid han hazretlerinin birçok haklı ünvanına (kızıl gibi) bir yenisi eklenmiş oldu. Kanaatimce bu onursal doktora çok isabetli bir karar oldu Karabük Üniversitesi'ni tebrik ederim ve Dr. II. Abdülhamid han hazretlerine de akademik yaşantısında daha nice ünvanlar ve başarılar dilerim. DOKTORUM ÇOK YAŞA! * İstanbul Ü.
YeniYazılar
Şiir
Akın Art*
#şimdi sabrını tartıyorum bir ağacın deniz gözlüklerinin arkasından yağmur sermiş başını sokağın kucağına gibi ıslak, gibi sıcak. bir Nizâri hançerini biliyor ensesinde zamanın kıyıya vuruyor adımlarımız dilimizde küfürle, ürkek bir yeşil büyüyor altında yatağımızın. bazı çocukların gölgesi kadar sıcak avucunda buluyoruz bir annenin bazı dalgaların gülüşü kadar sararmış fotoğrafları gün kucağını özlüyor denizlerin, yıldızlı bir gök taşıyoruz sırtımızda. * Bilgi Ü. Sosyalist Düşünce Kulübü
YeniYazılar
Serkan Sönmezgil*
öncü hünerle soğurulduğunu, cengaverliğimce teslim ediyorum. ki kalenderlik hülyasında değilim, olamam. kalkışmak işteşliğinde yoğunca ilerledim. ödevin muntazamlığında yıldızlı tavrımca. istifi bozguna uğratmadan. fedanın metafiziğine yazılmadan emeğim. böylelikle günlerin aktığına eriştim. heyhat, akar suyun içmedim. ne bir destan, ne bir ağıttır. gözlerim belermeden şaştığımın akilane çetelesidir, çileyle çehreme yazılı. çatkısız bağlıyor boynuna sevdiğim, aynını. bu yüzden hünerin vebali boynumuza. sadeliğe varacağını umduğumuzca, halkın müntehir kahkahası celladımıza yarıyorsa, kılavuz elbet buhranlanmalıdır. direniş başlı başına bir mütevazıyettir. oysa kalkışmak idi, gözlerimi belertecek olan. bir garip restorasyonda şimdileyin sevda çığırıyor canhıraş, bir yamalı bohçadan. fakat arıklaşan bedenlerimiz ile iliklenmiyor ki, diyalektiğin sonsuz inkarıyla, hep iltihaplı kalan, heybetli yarık. Haziran 2013 * Boğaziçi Ü.
Şiir
YeniYazılar
ü
Öyk
GEZMECE Asena DOĞAN* Biz, rayında tren gibiyiz. İstersen inersin, istersen binersin.**
gelmez. Sevmesinler! Hadi oldu da sevdiler, insanlık hali, öyle ulu orta öpmesinler yahu.
Sıcak, çok sıcak. Biraz o bunaltıyor, biraz da problemler. Her yerde problemler. Hayat yapış yapış, derimize işliyor. Derimize işliyorlar yavaş yavaş hayatı. Durağan, sıcak ve terli.
Masa başında dinleyen adam ilk kez konuşuyor, o ağzını açtığı anda, diğerleri sus pus: Arkadaşlar, ben onaylamadan elleri ellerine değmeyecek. Söz ağızdan çıktı bir kere. Değdirmeyecekler artık.
*** Kocaman cam bir masa var, etrafında adamlar dizili. Rahat oturanlar var, başlarda herhalde onlar, kaykılışlarından görüyoruz. Bir de başları önlerinde duranlar var. Onlar, dışarıda rahatlar, içeride süklüm püklüm. Sıcak değil oturdukları yer, klimaları var, bir cam masa etrafı için üç tane. Çok değil mi, çok. “Değişmesin” diyor biri, biri diyor ki “Hep üstlerine çullansın, gitmesin. Nefes alamasınlar, dolmuş pencerelerinden medet umsunlar. Korksunlar, o çoğu zaman öndekilerden rica ederek itiş kakış açtıkları pencereyi bile kaybetmekten korksunlar. Dışarıdan içeriyi göstermeyen camlara aşık olsunlar. Gizlesinler her şeylerini, yalnızca kendileri görsünler. Küçük ve çok değerli evlerini saklasınlar, sakınsınlar. O evlerde yaşayabilmek için aç kalsınlar. Diğeri giriyor söze, bıyık altından konuşuyor: Herkes aynı pantolonu giysin, aynı şeyleri dinlesin, izlesin ama farklı sansın kendini. Bunlar için çok çalışsın, çok para kazandığını sansın, pantolon için yaşasın. Herkes aynı arabayı düşlesin. Ulusların çok çok olduğu bir şirkette görünürde her işi yapabilecek olan genel müdürün özel kaleminin tırnağı olmak istesin. Kariyer yapsınlar yani kardeşlerim benim, anlatabiliyor muyum? Kariyer çok önemli, onu elden bırakmasınlar. *** Biz sıcaktayız, terli belki yapış yapış, eski bir ecza dolabı gibi kokuyor iskele. Vapurdan iniyoruz. Tanımadığımız insanlarla paylaşıyoruz bir pet şişeyi. Tanımadıklarımız yardım ediyor tahtanın biraz yakınına varıp da üstünden inemeyenler için. Kimse kimsenin denize düşmesini istemiyor. Zarar görmesin kocaman ailemiz. Öye tutuyoruz birbirimizi, canımız yanmasın, kolluyoruz. Herkes sıcakta, yaşam için çıkıyor Galata’nın yokuşlarından. Kararlı gözlerimizden seçiyoruz yanımızdakini. Bu yeni bir anlaşma biçimi. *** Nerde kalmıştı bıyıkları terleyen? Hah, kariyer. Bu muhteşem kariyerlerini yakalarına asıp betondan çıksınlar, çeliğe girsinler. Bir tek yeşil görmesinler, insanlığı hatırlatacak bir şey olmasın. Onaylıyorlar, adam haklı. Evde son kalan paralarıyla kocaman hamburgerler yesinler, diyor şişman olan. Çocuklarına da hayat dersleri versinler hamburgerci masalarında: Sen ezmezsen seni ezerler yavrum, insanların üstüne basa basa çık o basamakları. Genç olan atılıyor, öne çıkması lazım o abileri gibi olacak ileride: Öyle manyaklaştıralım ki onları diyor, her gün olmayan basamakları tırmasınlar. Çoluk çocuk helak olsunlar o basamaklarda. Şimdi çocuk dedi ya aklına gelmiş, ekliyor: Çocuuk, aşk falan. Aşk ayrı bir mesele diyor biri, aşk olmaz. Aşk zaten bizim işimize
Sevişmek mi, ağıza alınmayacak kelimelerden biri, diyor öteki, gözleri dolu dolu. Toplantıda rahatsız olanlar var herhalde. Yani ortak karar örtülü açıklanıyor: Sevişilmeyecek. Herkes biliyor zaten canım. Erkek isterse belki olacak, ona da göz yumulacak. Tecavüz olursa, taciz olursa bir de istismar var, insanlar bunlara alıştırılacak. Hayat çalmak ekmek çalmaktan daha hafif cezalarla geçiştirilecek, hatta ödüllendirsek? Böyle böyle yola gelecekler diyor pis pis sırıtan. Çocuklar ölecek iş makinalarından, izleyecekler. İnsanlar ölecek, kanal değiştirecekler. Üf ya hep kötü haber vallahi içim şişti, azıcık kedi videosu izleyeyim diyecekler. Gezmelere gidecekler, hiç sohbet edilmeyecek, şu çok meşhur dizinin son bölümünde kızla oğlan barışıyor mu, ona bakacaklar. Evde çoluk çocuk, onarı izleyecekler soluksuz. Var olamayacak hayatları. Sakın anlamasınlar! Dedi biri. Bu tutarsız, acımasız ve pervasız tutumumuz işe yaradı, hep böyle olalım. Çaresiz olsunlar, üç beş kuruşa muhtaç, geleceksizlikten assınlar kendilerini! Biz elimizi direkt kana bulamayız, yıkamakla uğraşmayız en azından. *** Daha fazlasına katlanılmıyor. Dışarısı sıcak, düzlüğe çıkıyoruz. Herkesin birbirini sevdiği düzlük. Bir meydan, bir ağaç, bir kadın, bir erkek ve bir çocuk. Hepsi seviyor, anlıyor, görüyor. Dışarısı sıcak, hiç böyle olmamıştı geçen Haziran diyor kadın. Onlar her seferinde ölmeye gülüyorlar serin odalarda. Daha fazlasının mideye dokunacağı şeyleri, akıl sınırlarını zorlayan bşr akılsızlıkla konuşuyorlar aynalı camların ardında. Serin odalarda, plakaları değişik arabalarda, bir saatlik ulusu bol telefon görüşmelerinde gülüyorlar, karar veriyorlar ve tekrar gülüyorlar. Düzlükteyiz artık, tekrar iniş olmayacak. Geri alınamaz aklımız ve sevgimizle, düz yolları iki ileri bir geri yürüyoruz. Gülüşleri duracak, bu Haziran benzemeyecek öncekine, diğerlerine. Henüz bilmiyoruz. Bir ağaç gövdesinden yeni bir dünya doğuruyoruz. Öyle değil ya, kinden, hırstan değil. Sevgiden. Günler, aşkla canlanıyor ve ayrılıyor bildiklerimizden. Hayat, denizde dalga gibidir Bazen yükselirsin, bazen devrilirsin Gel ya da gelme Bizi düşünme, biz hep burdayız Biz hep aşktayız.** * Marmara Ü. Toplumcu Hukukçular Kulübü ** Flört’ün Biz şarkısından bir kuple. Nedense, dinlendikçe o güzel Gezi insanlarına yazılmış gibi hissettiriyor.
YeniYazılar
ü
Öyk
ABD’li yazar Donald Barthelme tarafından yazılan “The New Owner” (Yeni Mülk Sahibi) başlıklı öyküyü İstanbul Ü. Çeviri Gazetesi’nden Deniz Altunlu Yeni Yazılar için çevirdi:
Yeni Mülk Sahibi Yanında tıslayıp terleyen bir emlakçıyla binaya bakmaya geldiğinde panjurları indirdik, ışıkları ya kıstık ya söndürdük, yere yığın halinde gazeteler ve kirli giysiler attık, kül tablalarında lastik bantlar yaktık ve hi-fi sesle Buxtehude çaldık - sarsan org akorlarının titreşimiyle tavanın sıvası daha da hızlı dökülüyordu. Yeni mülk sahibi yan duruyordu, bizimle el sıkışmayı hatta konuşmayı bile reddetti. İnce uzun bir genç adam, kenevirden bir takım giymiş, bir kolunun altında büyük bir manila zarf. Ona sıvayı işaret ettik, duvarlardaki çatlakları, bel vermiş tavanları, sızıntıları. Buna rağmen anlaşmayı yaptı. Hemen sonra posta kutularına küçük kira faturaları bırakmaya başladı teker teker. On altı yıl boyunca elimize kira faturası geçmemişti ama artık kira faturalarımız var. Kirayı çoğalttı ve ısıyı azalttı. Yeni mülk sahibi gece oldu mu eve sessizce girer ve ısıyı alıp götürür. Bizim çıkmamızı istiyor, çıkmamızı. Biz gidersek bina gözetimsiz kalacak. Kiralar buhar gibi göklere çıkacak. Koridorlarda bisiklet olmayacak, diyor yeni mülk sahibi. Koridorlarda alışveriş arabası olmayacak. Benim koridorlarımda. Yeni mülk sahibi sokakta, binamızın önünde yan durmakta. Sokağın bir yukarısına, bir aşağısına bakıyor - dostlarımız ve komşularımız on yıllar boyunca Hristiyanlık, Musevilik ve bazı durumlarda İslam’ın öngördüğü huzur içinde yaşadılar bu harikulade sokakta. Yeni mülk sahibi kafasında geleceğin eşyasız daire ilanlarını yazıyor. Yeni mülk sahibi eski apartman görevlisini kovuyor, sırf aldırışsız, dul, kafası iyi, siyahi, Kore Savaşı’ndan yüzde altmışbeş malullükle dönen bir ayyaş diye. Bodrumda bağrışmalı bir münakaşa
oluyor. Yeni mülk sahibi eski apartman görevlisini polisle tehdit ediyor. Eski apartman görevlisi kapı dışı ediliyor. Yeni bir apartman görevlisi tutuluyor, çöpü çıkarmayan, koridorları paspaslamayan, öyle görünüyor ki var olmayan. Yeni mülk sahibi ilaçlama hizmetini durdurduğundan hamamböcekleri binaya akın ediyor. Yeni mülk sahibi çıkmamızı istiyor. Yeni mülk sahibine duvarların içinden fısıldıyoruz. Git buradan! Git başka bir şeye sahip ol! Bu binaya sahip olma! Güneş Kemeri’ni dene! Alaska’yı, Hawaii’yi dene! Yelken aç uzaklara, yeni mülk sahibi, yelken aç! Yeni mülk sahibi geliyor, anahtarlarını çıkarıyor, kilitli bodrumu açıyor. Yeni mülk sahibi bodrumda, bodruma sahip olarak duruyor, sallanan tek bir ampulü ve hepimizin çocuklarının önemli gelişimlerinin yadigarlarıyla. Isıyı, bir seferde birkaç kilosunu ceketinin altında taşıyarak alıp götürüyor ve yanında, bir seferde birkaç yüz olmak üzere paralı hamamböceklerini getiriyor. Yeni mülk sahibi koridorda, manila zarfı kolunun altında, koridora sahip olarak duruyor. Yeni mülk sahibi dairemizi istiyor ve alttakini de ve üstteki ikisini de ve onların üstündekini de. Şevyot kumaş içinde ince uzun, bekar bir genç adam, karısı yok, çocuğu yok, yalnızca binaları var. Termostatı kilitli bir şeffaf plastik kutuya kapattı. Manila zarfının içinde ölçümler ve kat planları ve taslak halinde eşyasız daire ilanları ve Kira ve Konut Bürosu’ndan Maksimum Taban Kiralar ve Maksimum Toplanabilir Kiralar’la ve Kıdemli Yurttaş Kira Artışı Muafiyeti Emri’nin hangi şartlar altında hükümsüz kılınacağıyla ilgili belgeler var. Koridorun yeşili üzerinde kara el izleri, yeni mülk sahibinin binayı yokladığı yerlerde. Yeni mülk sahibi üst katımızda (arkada) birlikte yaşayan genç çifte yasadışı şekilde günah içinde yaşadıklarını ve bu nedenle onlarla yalnızca aydan aya kontrat yapacağını, böylece her ay sonunda ürperti içinde olacaklarını bildirdi. Yeni mülk sahibi üstümüzdeki dairede (önde) yaşayan yaşlı insanlara aslında dairelerinde yaşamadıklarını çünkü yaşlı oldukları için gerçek bir anlamda yaşıyor sayılamayacaklarını ve böylece bir Maksimum Gerçek Hayat Ölçümü Değerlendirmesi’ne tabi tutulacaklarını, bunun da, eğer belediye tarafından onaylanırsa, yaşam alanlarını kendisine kazandıracağını bildirdi. Levon ve Priscilla ürpermekte. Yeni mülk sahibi çatıda, domates bitkilerinin olduğu yerde, çatıya sahip olarak duruyor. Sağlam bir rüzgar essin, cehenneme uçursun onu.
FKF’YE KATIL!
FOTOĞRAF: DİDEM ALPTEKİN