i bir ülke için...
Yeni bir
üniversite, yen Kültür, yeni bir
Sayı: 10 • Kasım/Aralık 2015 • 5 TL
TÜRKİYE SARAYDAN BÜYÜKTÜR!
GENçLİK
KATİLLERDEN
GÜçLüDÜR!
Bir önceki sayımızda keskin kalemler karanlığı yırtacak diyorduk. Zorlu iki seçim dönemini geride bıraktık. 7 Haziran’da AKP’nin çöküşüne gidebilecek tablo, 1 Kasım sonrası AKP’nin ömrünü uzatmasıyla son buldu. ‘Uzmanlar’ seçim sonrası seçmenin ‘ne mesaj verdiğini’ tartışmaya devam etsin, bizim önümüzde başka bir görev bulunuyor. Kalemler karanlığa karşı yazmaya devam ediyor. Haziran Direnişi’nde ve sonrasında 7 Haziran seçimlerinde korku duvarı yıkılmış, AKP de bu duvarın altında kalmıştı. AKP geçtiğimiz aylarda bu duvarı tekrar örmeye çalışmıştır. Suruç ve Ankara katliamlarının ertesinde bugün Silvan’da yaşananlar da bu çabanın adımlarıdır. Bu adımlar karşısında gençlik mücadelesinin yeni dönemi büyük önem taşıyor. Gençlik Dergisi Kasım/Aralık 2015 • Sayı 10 İmtiyaz Sahibi: Haydar Şahin Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Akın Art Yayın Kurulu: Akın Art Alperen Bal Arda Özel Çağla Üren Melih Fırat Ayaz Tasarım: Özgün Sağlam Adres: Yeni Çarşı Caddesi Kat:3 No:8 Tomtom Mahallesi Beyoğlu İstanbul 34433 Baskı: Akademi Basın Yayın Organizasyon Matbaacılık Turizm San. ve Tic. Ltd. Şti. Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No:230 Topkapı/İstanbul Telefon: 0506 720 24 18 Web: www.yeniyazilar.org Twitter: @yeni_yazilar Facebook: YeniYazilarDergi
Gençliğin Saraya ve Savaşa karşı bir aradayız çıkışını önemli buluyor ve yeni sayımızda bu birleşik mücadelenin yöntemlerini, bunlarla birlikte mahalle dinamiğiyle üniversitelerin buluşma kanallarını ve kuşağımızı tartışıyoruz. Amasız fakatsız laiklik mücadelesi diye tarif ettiğimiz mücadeleden ise bir adım geri çekilmemek her seferinde daha iyi, daha derin anlatmak için yollar aramak gerektiğini düşünüyoruz. Bu sayımızda da dosya konusu olarak laikliği tercih etmemizin nedenlerinden biri de bu. İnsan’a düşman olan yobazlığın, ülkemizde vücut bulmuş hali siyasal islam, 12 Eylül generalleri eliyle sistematik olarak hayata geçirilirken, AKP ile birlikte Cumhuriyet’in bütün kazanımları tasfiye edilerek yerleşiklik kazanmaya başlamıştır. Bu doğrultuda toplumsal hayatı ve toplumun düşünce yapısını değiştirme-dönüştürmeye yönelik hayata geçirilen pratikler, bugün laiklik önündeki en büyük engeldir. Sivas’ı, Reyhanlı’yı, Diyarbakır’ı, Ankara’yı, türbanı kamusal alanlara zorla nasıl sokulduğunu, 4+4+4 gerici eğitim düzenlemesini, içi boşaltılan modern eğitim kurumlarının yerine sayısı hızla art(tırıl)an imam-hatip’leri, doğrudan AKP eliyle desteklenen, Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren şeriatçı çeteleri, Soma’da katledilen işçilerin ardından yapılan fıtrat’lı açıklamaları, ‘’kız mıdır kadın mıdır bilmem’’ diyenleri, kadına yönelik şiddeti meşrulaştıranları ve daha nicelerini hatırlayalım. Gelinen bu noktada, yaratılan rejimle birlikte, başta laiklik olmak üzere, Cumhuriyet’in bütün kazanımları düzen dışı talepler haline gelmiştir; düzenin herhangi bir gücü ise sahiplenememektedir. Israrla sahiplenecek, yeniden üretecek bir hattı örmeye çalışıyoruz. Ortadoğu’da senelerdir emperyalizmin desteğiyle büyüyen gerici dalga ve buna direnenleri daha iyi anlamak için yakın tarihe bakmak gerekiyor. Bu dosya konumuz kapsamında Dursun Doğan, ‘’Emperyalizm ve Kutsal Politikalar Gölgesinde Ortadoğu’’ yazısı ile Ortadoğu’daki modernleşme hareketlerini inceledi. Yine İslam laiklik mücadelesiyle buluşur mu? Ya da nasıl buluşuru Şafak Gündüz, ‘’ İslam Dünyasında Reform, Engeller ve Laiklik’’i yazısında inceledi. Sınıf ile laikliğin bağının kurulamadığı her örnek karşı saldırıyla yenilmeye mahkum oldu. Bu nedenle laikliğin en fazla neden ‘sınıf ’ın olduğunu Zozan Baran “Sınıf Mücadelelerinin Siyasi Yansımaları: İngiltere ve Fransa” başlığında İngiltere ve Fransa örnekleri üzerinden tartıştı. Tarihin tekerliğinin nasıl döndüğü unutulduğunda başka saflara savrulan sayısız örneği iyi bildğimizden; laiklik dosyasında Fransız devrimini tekrar hatırlıyor ve hatırlatıyoruz. Sosyal bilimlerde ise yine dosya konumuzla bağlantılı olarak Onur Kerem Tever aydınlanmayı tartışıyor. 1915’in 100. Yılında çok fazla gündem olan konuyu, aynı zamanda tarih öğrencisi olan Fuat Öztürk ele alıyor ve tarihsel bir bakışla tartıştırıyor. Kültür sanat sayfalarımızda bir değişiklik var; bu sayıda popüler başlıkları değil, tarihte kaybolmuş iki özel başlığı seçtiğimizi farkedeceksiniz. Bir sonraki sayımızda gençlik mücadelesi tarihini ve kuşak tartışmalarını daha ayrıntılı biçimde, dost gençlik örgütlerine de sayfalarımızı açarak tartışamacağımızı şimdiden duyuralım. Önümüzdeki dönemde alanlarda ve yeni sayılarımızda görüşmek üzere. Gençlik katillerden güçlüdür.
Yeni Yazılar Yayın Kurulu
YAYIN KURULU’NDAN...
Gençlik katillerden güçlüdür!
HAZİRAN KUŞAĞI BİRLİKTE MÜCADELE EDEBİLİR Mİ?
Devrimler çağı açılırken: 1789 Fransız Devrimi
Erçin Fırat
Baransel Ağca Hasan Alper Ongan
Gökberk Alagöz Özgür Gençkurt
Sayfa >> 8
Sayfa >> 12
Sayfa >> 18
Yeni “tip” geliyor mu?
Sınıf mücadelelerinin siyasi yansımaları: İngiltere ve Fransa
Emperyalizm ve kutsal politikalar gölgesinde ORTADOĞU’DA LAİKLİK
Zozan Baran
Dursun Doğan
Sayfa >> 26
Sayfa >> 32
Bu sayıda...
İslam Dünyasında Reform, Engeller ve Laiklik
Müzikte değişime doğru
100. yılında 1915’e bakmak: EĞİK DÜZLEMDE ZEMİN ARAYIŞI MI “Aydınlanma “YENİ” BİR Nedir?” TARİH YAZIMI Üzerine MI?
Şafak Gündüz
Hayal Deniz
Fuat Öztürk
Onur Kerem Tever
Çağla Üren
Sayfa >> 38
Sayfa >> 44
Sayfa >> 48
Sayfa >> 56
Sayfa >> 60
Sağır bir cemiyette ölmek: HALİT ASIm ÖMÜR
seçimler ve gençlik mücadelesi üzerine kısa bir değerlendirme Gençlik, ülke tarihinin en zor dönemlerinde sahneye çıkmıştır söz ajitasyondan ibaret değildir. 1909, 1923, 196878, 90’lı yıllar ve son olarak Haziran Direnişi bunun en net örnekleridir. Tarih bizi, tekrar sahneye çağırmaktadır. Bu çağrının hakkını vermek için gençliğin ortak bir hedefte bir araya gelmesi gerekmektedir. Haziran’da gerçekleştirilen seçimlerin ardından halkı sindirmek, tabiri yerindeyse direnenlerin süngüsünü düşürmek için sayısız olay yaşandı. Bunlar elbette ‘sayısız olay’ deyip geçebileceğimiz olaylar değildi. Kanıksatmak, ölüme alıştırmak, hesap sormak için gerçekleştirilen saldırılardan bahsediyoruz. Bu saldırıların, yıldırma, sindirme girişimlerinin yakın vadeli tek bir amacı vardı; 1 Kasım seçimlerinden AKP’yi tek başına iktidar olarak çıkarmak. Tutunmak için son şanslarıydı ve her şeyi yaptılar. Kimin oyu nereye kaydı gibi tahlillerde ise geçtiğimiz günlerde herkes uzmanlaştı. Özet budur. Buradayız ve şimdi bizim meselelere dönüyoruz. 2002 yılından bu yana halkta dönem dönem ciddi anlamda artan umutsuzluk, yılgınlık halini hatırlıyoruz. Her seçim sonrası yapılan ve halkın aptallığına dem vuran Aziz Nesin alıntıları ise bizim açımızdan artık karikatür konusu. Bu atmosferi dağıtan olayları tekrar ve ısrarla hatırlatalım; Şifre skandalı sonrası YGS eylemleri, Reyhanlı patlaması sonrası öğrenci eylemleri, tüm ülkeye yayılan ODTÜ ayakta eylemleri ve Haziran Direnişi. Tüm ülkede atmosferi, yılgınlığı tersine çeviren tablo böyle oluştu. Bunların içerisinde irili ufaklı direnişleri, AKP’yle mevzi savaşı verilen her noktayı önemsemek, Haziran direnişinin bir birikimin sonucu olduğunu unutmamak gerek. Yani sosyal medyada mücadele kaçkınları tarafında aptallık oranı çeşitli yüzdelerle ifade edilen bu halk, o günlerde ‘durduramazlar halkın coşkun akan selini’ ya da ‘bulunur bir çare halk ayaktadır’ dedirtiyordu hepimize. Yine halkı aşağılamak
6
için kullanılan ‘bu millet balık hafızalı’ ibaresi aslında esas olarak bu mücadele kaçkınları için kullanılmalıdır. Çünkü özellikle de bu kesim halkın ne demek olduğunu, neler yapabileceğini en ufak bir yenilgide hemen unutuveriyor. Mühim değil hatırlatacağız. Tekrar irili ufaklı direnişler örgütlenecek, tekrar büyük direniş günlerine hazırlık yapılacak. Bu kez daha deneyimli, daha örgütlü olacağız. O nedenle bizim tarafta yılgınlığa izin yok. Bu nedenle bizim meselelerde ihtiyaç duyulan bir takım hatırlatmalarla devam edelim; İrili ufaklı direnişler dedik. İrilisi, memlekette sesini ciddi anlamda duyuran, umut veren, güç veren adımlardır. Bu adımları zorlamaktan vazgeçmeyeceğiz. AKP en fazla kitlesel direnişlerden korkuyor ve bu nedenle kitleselliği yok etmek istiyor. Toplumsal algıda direnişi diri tutmak zorundayız. Kitlesel eylemleri örgütlemekten asla vazgeçmemeliyiz. Unutmayalım halk, yalnızca Haziran’da sokağa çıkmadı. Siyaseten inandırıcılığı olan ve iyi örgütlenmiş her eylem kitlesel açıdan güçlü oldu. Ufaklısı ise AKP’yle yerel ölçekli her mevzide kavga vermektir. Cepheye taş taşımak, dayanışma ağı örmek, okulunu-mahalleni teslim etmemek, deren-ormanın için direnmektir. Her nokta için şimdiden orta ve uzun vadeli plan çıkarmalı, adım adım hayata geçirmeliyiz.
Hedefler net; cephe nerede, nasıl kurulacak? Gençlik içerisinde bir cephenin oluşturulması tartışmalarından başlayalım; Gençlik örgütlerinin yan yana gelme-
sinin önemine dair yazdık, konuştuk. Geldiğimiz noktada iki düzlemde doğru yürütülmesi gerektiğini düşünüyoruz. Merkezi olarak güven verecek her noktada adım atılmasını sağlayabilecek hamleler ve yerelde katılımı kolaylaştıracak herkesin cephenin asli unsuru, kurucusu haline gelebileceği bir süreç. Merkezi olan kısım için geçtiğimiz günlerde gençlik örgütlerinin Ankara’da yaptığı açıklamayı örnek gösterebiliriz. Uzun tartışmalara boğmadan, hızlıca karar alıp harekete geçen, güven veren, ses getiren, gençlik içerisinde de, toplumda da etki yaratan bu tip adımlar devam ettirilmeli, süreklileştirilmelidir.
5. Gençlik, bu tartışmaları yaparken, gölgeden başka herhangi bir ihsan eylemeyen ‘abi’ler geri çekilmelidir. ‘Abi’lerin gölgesinde geçen herhangi bir tartışma bugüne kadar gençlik mücadelesini ilerletmemiş tersine gençlik ‘abi’ tahakkümünden kurtulduğu oranda atılımlara imza atmıştır.
Gençlik içerisinde örülmesi gereken sürece dair fikirlerimiz ise aşağıdaki maddelerle özetlenebilir;
7. Bir araya gelişin sağlanması için, Türkiye solunu yıllardır bir adım bile ilerletmeyen kısır tartışmalar terk edilmelidir. Türkiye solunun bütün kesimleri Haziran Direnişi’nde iflas etmiştir. Bu nedenle, Türkiye solu yeniden kurulmak zorundadır. Kuruluş görevi yine gençliğin omuzlarındadır.
1. Halk direndiğini, boyun eğmediğini ve umudu tek başına düzen güçlerinde aramadığını defalarca farklı örneklerle ve farklı düzeylerde göstermiş devrimciler ise tüm bu göstergelerin hakkını verememiştir. 2. Bu nedenle; ‘güçsüzüz o halde yan yana gelip güçlenelim’ basitliğiyle çözülebilecek bir durumla karşı karşıya değiliz. Bugüne kadar denenen denenmekte olan yan yana geliş modelleri ise başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 3. Gençliğin bu başarısızlığın nedenlerini birlikte tartışmaya, gezi gençliğinin birlikte düşünmesine, tartışmasına, mücadele etmesine olanak yaratacak döneme uygun modeller yaratmaya ihtiyacı vardır. 4. Gençlik örgütlerinin ve daha fazlasının ortak seminerler, toplantılar, kamplarla bu tartışmaları tüketmesi ülkenin kurtuluş ve yeniden kuruluş yollarını birlikte tartışmaya ihtiyacı vardır.
6. Gençlik, ülke tarihinin en zor dönemlerinde sahneye çıkmıştır söz ajitasyondan ibaret değildir. 1909, 1923, 1968-78, 90’lı yıllar ve son olarak Haziran Direnişi bunun en net örnekleridir. Tarih bizi, tekrar sahneye çağırmaktadır. Bu çağrının hakkını vermek için gençliğin ortak bir hedefte bir araya gelmesi gerekmektedir.
8. Yakın vadede merkezde ve yerellerde birlikte hareket etmek ve birlikte müdahale etmenin yolları yaratılmalıdır. Uzun vadede ise, yukarıda bahsettiğimiz süreç sabırla örgütlenmeli, Haziran direnişini yaratmış, tanıklık etmiş kuşak Türkiye’nin devrimci seçeneğini birlikte yaratmalıdır. Ülkemizin içinden geçtiği günler, yukarıda sıraladığımız maddelerin hayata geçirilmesini acil bir görev haline getiriyor. FKF üyeleri, bu maddelerin yarattığı perspektifle Türkiye siyasetine, üniversitelere, liselere, mahallelere bakacaktır. Gençlik hareketi, yaşadığı sıkışmayı bu maddelerin hayata geçişiyle atlatıp tekrar umut olacaktır. ‘Dinleyip diyecek çok. Fakat uzun söze vaktimiz yok YÜRÜYELİM... ‘
7
Yeni “tip” geliyor mu? Türkiye sosyalist hareketinin de, Türkiye halkının da bir kurucu kuşağa ihtiyacı olduğu açık. Bu söylenen en geniş anlamda; yeni bir ülkenin kurucu kuşağını yaratmak olarak da anlaşılabilir, Türkiye’nin yeni, gerçek devrimci muhalefetini kurmak olarak da. Hem AKP karşısında dikilecek esas gücü ortaya çıkarmaktan söz ediyoruz, hem de bu gücün bir iktidar hedefiyle hareket etmesinden.
Erçin Fırat İstanbul Üniversitesi
U
zun zamandır bir kuşak üzerine çok tartışılıyor. Kuşak bizim açımızdan ne ifade ediyor ve bizim dönemimizin, 90’lıların kuşak olma ihtimali var mıdır bunu tartışacağız. Bu tartışmayı kesen diğer mesele ise “Türkiye’de solcular ne yapmalı”, “hangi politik başlıklar üzerinden toplumla temas etmeli?” ya da örneğin “birlikte mücadele etmenin yolları nelerdir?” gibi sorularla ortaya atılan tartışmalar. Tartışma haklı ve bu çıkışsızlık aşılmalı. Bizim dönemin insanlarının yeni bir ‘tip’ olarak tarif edilebileceğini söyleyebiliriz. Ele alacağımız ise bu tartışmalara yeni “tip”in sözü edilen tartışmalara gerçekten nasıl katkı sunacağı ve hangi başlıkları öne çıkaracağıdır. Sıkça dile getirilen gericilik karşıtı mücadele, bağımsızlık mücadelesi, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin yaygınlaştırılması gibi başlıkları tekrarlamayacağım. Bu kavramlardan korkan arkaik arayış ve konumlanışlar bize göre tartışma dışıdır. Geri dönmeyecek biçimde burada noktayı koyalım ve bir alıntıdan alacağımız sorularla geçelim yeni “tip”e; “Türkiye’nin son yüz yılının tek Kuşağı 1880 -1900 arası doğanlardır. Bu kuşkusuz keyfi bir tercih değil. Küçük harfle başlayan “kuşak” değil de Kuşak olmanın göstergeleri şöyle özetlenebilir: -Son çözümlemede Kuşak’ın etkileyip yoğurması, etkilenip yoğrulmasına baskın çıkar, -Kuşak gerçekleştirdikleriyle kendi tarihselliğindeki öteki tüm “kuşaklara” damgasını vurur, onları ayrıştırır, dinamizm kazandırır, -Kendi niteliklerini taşıyan bir başka Kuşak tarih sahnesine çıkıncaya dek aradaki kuşakların içinde tutulacakları çerçeveyi oluşturur. Bir başka deyişle kuşakların felsefi, toplumsal, siyasal “problematiğini” belirleyen Kuşak’tır.” (1) Yeni tip yukarıdaki soruların cevaplarını verebilecek mi? Nesnellik buna uygun. 1848 devrimlerinin kuşağı, arkasına 1917 devriminin kuşağını eklemiştir. Aradaki boşluğun devamı ise 1991 sonrası karşı devriminin devrimi arayan kuşağıdır. Bugün gelen “tip” bunu haber vermektedir.
8
Örneğin, kuşağımızın 12 Eylül etkisini üzerinden atamamış soldan alacakları vardır ama etkilenip yoğrulacağı çok bir şey kalmamıştır. Ya dönemin paradigmasını şekillendirecek ya da şekillenecektir. Aynı yazıdan bir başka örnek açıklamamıza yardımcı olabilir;
adım öteye gidebildiğini söyleyemeyiz, görece kopuşu zorlamış ve ondan sonraki kuşakların çerçevesini şekillendirmiştir. Kuruluş paradigmasını değiştiren bir pratik ise gerçekleşmemiştir. Aynı yazıdan bir başka alıntıyla;
“Bilimsel sosyalizmin üç kaynağından ya da bileşeninden söz edilir: Alman Felsefesi Ekonomi Politik ve Ütopyacı Sosyalizm. İlginç olan şu: Bu üç kaynağın yaratıcılarına bakıldığında çok kesin bir kuşak olgusu görülüyor. 1760 -1770 arası doğanlar. Başka türlü söylersek tam anlamıyla gençlikleri Fransız İhtilali ve etkileri ile yoğrulanlar. En çok iki yıllık bir sapma yalnızca bir iki kişi için geçerli. 2 yıllık bir sapma hiç önemli değil. Alman Felsefesi: Fichte ve Hegel. Ekonomi Politik: David Ricardo. Utopyacı Sosyalizm: Saint Simon Owen Fourier Buanorotti ve Babeuf. İstisnasız tümü aynı kuşağın üyeleri. Fransız İhtilalini ve sonuçlarını 18-29 yaşları arasında yaşayanlar. Bu üç kaynak arayan kuşağın yaratıcı ürünü oluyor. Arayan kuşak değinildiği gibi Babeuf ve Buanorotti ile erken doğumu da veriyor.
“Kanımca kopuş dinamiğine karşın 68 kuşağını belirleyen temel ideolojik öğe yurtseverlik sınırları içerisinde kaldı. 68 kuşağının konumunu trajik kılan asıl olgu söz konusu kopuş sürecinin oldukça geniş kapsamlı boyutları ve dinamikleri ile siyasal etkinlik kanallarının darlığı ve kuruluğu arasındaki çelişkidir. “ (3)
Yaklaşık olarak 50 yıl sonra eylemci ya da çözücü kuşak ortaya çıkıyor. Perde Auguste Blanqui’nin “ırmağın karşı yakasında ne ekili olduğunu tartışacağımıza yüzüp geçelim ırmağı” sözleriyle açılıyor. Proudhon’un çözümleri gündeme geliyor. Bakunin sahneye çıkıyor. İşçi Weitling yaşamını örgütçülüğe adıyor. Nihayet Marx teorik tüm çalışmalarını örgütçülükle bütünleştirmekten geri kalmıyor. İsteyen “arayan kuşak” “çözen kuşak” değerlendirmesini 1917’ye de uygulayabilir. Burada kuşak olgusu çok daha belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor.” (2) İsteyen “arayan kuşak” değerlendirmesini 60’dan bugüne kadar olan dönem için de uygulayabilir. 68 kuşağının arayandan bir
Burada bir soyutlama düzeyinde kuşak tartışmasına dönük tartışmayı noktalayıp bugüne dönüyoruz. Yukarıdaki “çözen kuşak” değerlendirmesi için nesnellik bugün veri sunmaktadır. Yeni bir ayaklanma döneminin içerisinde, emperyalizmin düzenli kriz haline, seslenme ve haberleşme kanallarının tamamen yenilendiği bir döneme doğmuş bir kuşaktan bahsediyoruz. Neyi yıkacağını anlamış, yerine kuracağını ise arayan, tam olarak bu tartışmalar içerisinde şekillenen bir kuşak. Güncel adımlarla ilgili tartışmalarla devam etmeye çalışalım.
AKP karşısında dikilecek esas gücü oluşturmak Peki bir kuruculuk tarif edilmesi için erken mi? Türkiye sosyalist hareketinin de, Türkiye halkının da bir kurucu kuşağa ihtiyacı olduğu açık. Bu söylenen en geniş anlamda; yeni bir ülkenin kurucu kuşağını yaratmak olarak da anlaşılabilir, Türkiye’nin yeni, gerçek devrimci muhalefetini kurmak olarak da. Hem AKP karşısında dikilecek esas gücü ortaya çıkarmaktan söz ediyoruz, hem de bu gücün bir iktidar hedefiyle hareket etmesinden.
9
Soruya bir ek yapalım; Aydın kıtlığının olduğu bir dönemde bu mümkün müdür? “Benzer dönemeç noktalarının gözlemleriyle, zenginleştirilen bu somut durumu soyutlamak gerekiyor. Soyutlama ile şöyle bir tez formüle edilebilir: Aydın kıtlığı tarihin dönüş noktaları için bir eksiklik değil olumlu bir gerek koşuldu. Şöyle de söylenebilir: Tarihteki her yeni atılım için aydın kıtlığı gerekir. Nitekim yirminci yüzyılın Cumhuriyet’in ilanıyla biten ilk yirmi yılında da böyle oldu” (4) Bugün içinde benzer bir değerlendirme yapmak mümkün. Aydın kıtlığından bile döneme umut çıkarıyorlar denmesin, mevcut çözemediği, kuruduğu oranda yeni arayışlar ortaya çıkabiliyor. Varolanın da ciddi bir çözümsüzlük ve tekrar içerisinde olduğu bir dönemdeyiz. Kuşağın başa yazacağı iddia kuruculuk olmalı diyoruz. Kuruculuğa “yönetme” eklenmelidir. “Yönetmek”ten kastettiğim; bir dönem yapıldığı gibi küçük topluluklarla, ülkeden kopuk motivasyonlarla ve varlığını koruma çabasıyla yapılan eylemler değildir. Yani tek başına örgütleri, partileri, yönetmekten bahsetmiyoruz. Açıkça kentleri, kampüsleri, fabrikaları,
10
atölyeleri yönetmekten bahsediyoruz. Bunların kimilerini idari olarak dahi yönetmek mümkün olacaktır (Ovacık örneği gibi). Ama bunun olmadığı yerlerde, ülkenin bir çok noktası siyasi olarak yönetilebilecek, belirlenebilecek durumda. Kuruculuğa ve yönetmeye hem bugünün muhalefetini yaratırken ihtiyacımız olacak hem de yeni bir ülkeyi kuracak ve yönetecek bir kuşağın yaratılması için. Bu kısma tekrar dönmek şartıyla bir parantez açalım. Yeni “tip” le eskisi arasındaki farkı daha iyi anlayabilmek için, buraya kadar yazdıklarım hakkında olası değerlendirmelere dair bir tahminde bulunabilirim. Örneğin, “yönetmek” vurgusuyla bahsedilen kısımlardan çoktan otonomi çıkarmıştır eski tiplerden bazıları, arslanlı yol aranmıştır veya buraya kadar Kürtlerden hiç bahsedilmemiş deniyordur, “hiç sosyalizm demedi” dahi denmiş olabilir! Bu örnekler, geniş bir aralıkta ama aynı “tip”in tarzını yansıtmaktadır. Yeni “tip” tartışacak, arayışı güçlendirecek, gerçek sorunların çözümünü ve iktidarı arayacaktır, aramaktadır. Parantezi biraz daha genişletiyorum: Geçtiğimiz zamanlarda bu iki tipi kar-
şılaştırmamız için önemli bir örnek yaratan Doğu Perinçek’e teşekkür ediyoruz. Perinçek, Aydınlık gazetesinde Vikings dizisine dair bir yazı yazmıştı. Yazıda, diziyi izlerken Viking tanrısı Thor’un aslında bir Türk olduğunu hatırladığını ve bunun sonucunda da zihninde, Avrupa’daki Türkler’i bir araya getirecek “Odin kulübü” kurma fikri belirdiğini söylemişti. Oysa biz bir grup üniversite öğrencisi aynı diziyi izlerken, dizideki ana karakter olan Ragnar’ın arayışçılığını konuşuyorduk. Ragnar, Vikinglerin hep kendi arasında savaşmasına itiraz ediyor, İngiltere’ye gidiş için bir yol buluyordu. Devamında da oraya yerleşmek için yöntemler arıyor, Hristiyanlığı öğrenmeye çalışıyor, özetle yeniyi arıyordu. Her arayışta da eskiyle kavga etmek zorunda kalıyor. Bazen biraz eskiyle bazen eskinin eskisiyle mücadele ediyordu. Bizim tartıştığımız ve çıkardığımız buydu. Eminim Perinçek’in temsil ettiği “tip”in farklı kanatları da kendi şablonları içerisinde benzer çıkarımlar yapacaklardır. Bunlardan biri mutlaka Ragnar’ın daha önce İngiltere’yle bir bağı olduğunu ortaya çıkarmaya çalışacak ve etliye sütlüye karışmadan bunu anlatmanın farklı yollarını bulacaktır. Bir diğeri Viking sorunu çözülmeden İngiltere gündeme bile gelemez diyecek, gündeme getirenin ne kadar büyük hata ettiğini anlatacaktır. Ne Ragnar ne Kral Horrik diyen ise dizide özneler değişse de biraz o tarafa, biraz da bu tarafa hak verip 3. Yolu çizmeye karar verecektir ama o yol belli ki dizinin son bölümüne kadar görünür olmayacaktır. Özetle, yeni “tip” yeni ülkeye gidişin iddiasını ortaya koymuştur, gidiş yolunu da ayrıntılandırmalıdır. Eskiye ise rağbet yoktur, olursa dizinin baş karakteri değişir! Parantezi kapatıyoruz ve bıraktığımız yere geri dönüyoruz. Kendi sovyetlerimizi yaratmaktan bahsediyorduk. Bu yaratım kuruculuğu ve yönetmeyi somut pratiklerde deneyimlememizi sağlayacak. Her alanda muhalefet alanının gerçek alternatif yönetimler kurması ve bu yönetimlerin devrimcileştirilmesi... Bunu başaran bir kuşak yeni bir ülkeye giden taşları da döşeyecektir. Başarılamadığı koşullar yakın vadede fiili darbenin saldırganlaşarak devam ettiği, orta vadede ise kurtarıcı olarak emperyalizmin ve yeni düzen güçlerinin ortaya çıktığı tabloyu hazırlayacaktır. Kurtarıcılığı emperyalizme ve düzen güçlerine bırakmayan bir kuşak Türkiye devriminin taşlarını döşer. *Geç kalınmış bir giriş ve tartışma yazısı olarak anlaşılmalı. Farklı bağlamlarda kuşak tartışmasını derinleştirmeye devam edeceğiz. Bu tarışmayı daha fazla gündeme getirmemize neden olan YGS, ODTÜ eylemleri, Haziran direnişi, devamında gerçekleşen gençlik eylemleri gibi bundan sonrada tartışmada yine en fazla somut pratiklerimiz belirleyici olacak. Notlar: (1) 68 KUŞAĞI ÜZERİNE Metin Çulhaoğlu - Ocak 1987 – Gelenek 3. Sayı (2) 68 KUŞAĞI ÜZERİNE Metin Çulhaoğlu - Ocak 1987 - Gelenek 3. Sayı
Kendi sovyetlerimizi yaratmaktan bahsediyorduk. Bu yaratım kuruculuğu ve yönetmeyi somut pratiklerde deneyimlememizi sağlayacak. Her alanda muhalefet alanının gerçek alternatif yönetimler kurması ve bu yönetimlerin devrimcileştirilmesi... Bunu başaran bir kuşak yeni bir ülkeye giden taşları da döşeyecektir. Başarılamadığı koşullar yakın vadede fiili darbenin saldırganlaşarak devam ettiği, orta vadede ise kurtarıcı olarak emperyalizmin ve yeni düzen güçlerinin ortaya çıktığı tabloyu hazırlayacaktır. Kurtarıcılığı emperyalizme ve düzen güçlerine bırakmayan bir kuşak Türkiye devriminin taşlarını döşer.
(3) 68 KUŞAĞI ÜZERİNE Metin Çulhaoğlu - Ocak 1987 - Gelenek 3. Sayı (4) Aydın Üzerine Tezler 1. Y.Küçük S.41
11
HAZİRAN KUŞAĞI BİRLİKTE MÜCADELE EDEBİLİR Mİ? Üniversiteli bir genç ile üniversiteye girmemiş/girememiş bir gencin ‘aydınlaşma’ ve bilinç düzeyi arasındaki fark geçmişe göre azalırken, politikleşme nedenlerinin fazlaca benzerlik gösterdiğini tespit edebiliyoruz. Bilgiye erişimin kolaylaştığı, üniversite yıllarında işçileşen genç sayısının arttığı ve üniversitelerin bilim ve aydınlanma yuvaları olmaktan çıkıp iktidarın arka bahçesi haline geldiği AKP’li yıllarda ise gençliğin tüm bölmelerinin hayatın her alanında bir kader ortaklığı yaşadığını söyleyebiliriz.
Baransel Ağca İstanbul Üniversitesi
Hasan Alper Ongan Boğaziçi Üniversitesi
2013 Haziran’ına dair yazılabilecek pek çok konunun tüketildiği bir dönemden geçiyoruz. Bu nedenle bu yazıda, bir çeşit Haziran güzellemesi ya da o güzel günleri anılaştırma çabasından ziyade direnişin önümüzdeki döneme devrettiğini düşündüğümüz kimi noktalara değineceğiz.
Genç isyancıların isyanı Direniş, gençliğin büyük bir kesimini harekete geçirdi. Toplumun en umutsuz dönemlerinde bile hareketlilik gösteren öğrenci gençlik dışında diğer gençlik kesimlerinin de yoğun katılım göstermesi, Haziran direnişini gençlik mücadelesi başlığında tekrar ele almayı gerekli kılıyor. Sadece gençleri değil toplumu ayağa kalkmaya iten genel faktörleri sayacak olursak; - AKP karşıtlığı - Gündelik yaşama yapılan müdahaleler - Cumhuriyete ve onun değerlerine yapılan saldırılar En genel haliyle bu faktörler toplumun geniş kesimlerinin sokağa çıkmasına, hayatında eline taş almayan insanların barikat kurmakta ustalaşmasına ve bu toprakların görmüş olduğu en büyük halk ayaklanmasına sebep olacak olaylar zincirini yarattı. Gençlik açısından bakıldığında neredeyse tüm gençlik kesimlerinin direnişe katıldığını söyleyebiliyoruz. Peki, barikatta bir araya gelenler uzun soluklu bir mücadelede yan yana gelebilir mi? Gençlik mücadelesi söz konusu olduğunda, Haziran direnişinin bu soruyu yıllar sonra tekrar gündeme getirdiği ortada.
12
Üniversiteli ve mahalleli gençler yan yana gelebilir mi? Haziran Direnişinin öne çıkan kesimlerinden biri de mahalleli gençlerdi. Özellikle İstanbul’da direnişin çok sayıda yerellikte yankı bulmasında gençlerin özel bir rolü vardı. Direniş döneminde yapılan eylemlerin çoğunda mahallelerin gençleri doğal önderler konumuna geldi. Ancak bahsedilen bu dinamizm park forumları döneminde gözden kaybolmaya, forumların da etkisini kaybetmesiyle tümüyle unutulmaya başladı. Devrimci özneler de mahallelerdeki gençlik dinamizmini kapsayacak ve ileriye taşıyacak araçlar geliştirmekte yetersiz kaldı. Durum, sadece gençlik alanı için böyle değildi. Türkiye sosyalist hareketinin 80 sonrasına damgasını vuran önderlikleri direnişin ardından hiçbir şey olmamış gibi devam etme, dolayısıyla Gezi’yi bir çeşit anomali sayma eğilimindeydi. Mahallelerdeki gençlik dinamizminin mücadeleye nasıl taşınacağı sorusu ise bugün de önümüzde durmaya devam ediyor. Öncelikle şunu söyleyelim: Yukarıda belirttiğimiz eksikliklere karşın sıfırdan başlamıyoruz. Belirli yerelliklerde, büyük ölçüde gençlik dinamizmiyle bağ kurmakta ısrar eden kadroların çabalarıyla Haziran sonrasında da önemli bir deneyim oluşturuldu. FKF’li gençler
de bu deneyimlerin büyük bir bölümünde öncü bir rol üstlendi. Önümüzdeki dönemde atılacak adımlarda bu tarz deneyimlerden elde edilen birikimin önemli bir faydası olacak. Bununla birlikte, mahallelerdeki gençlik potansiyelini layıkıyla ele almak için yerelliklerde edinilen birikimlerin ötesine geçen bir bakış açısına da ihtiyaç duyuyoruz.
Tasnif değişikliğine duyulan ihtiyaç Başlangıç noktası olarak, sosyalist hareketin bugüne kadar gençlik hareketi tartışmalarına bakarken kullandığı ve bizim de katıldığımız kimi tezleri sıralamak gerekiyor. Sosyalistler gençlik alanını ele alırken, özel olarak öğrenci gençlik mücadelesine vurgu yaparlar. Bunun nedeni, işçi, işsiz ve köylü gençlerin sınıfsal konumlarından bağımsız ele alınamayacağı, dolayısıyla bu kapsamda (öğrenci gençlik) ele alınması gerektiği tespitidir. Öğrenci gençlik üzerine yapılan analizler ise temel olarak öğrenci gençliğin ‘aydınlaşma potansiyeli’ ya da onun ‘yarı-aydın karakteri’ üzerine inşa edilir. Bahsettiğimiz aydınlaşma potansiyelinin kaynağında ise öğrenci gençliğin “üretim ilişkilerinin dışında konumlanması” ve toplumdaki ideolojik üretim merkezlerine yakınlık yatar.
13
Fakat gelinen noktada gençliği kategorik olarak ayırmakta işe yarayan bu tespitler siyasallaşma, harekete geçme, bilinçlenme gibi konularda katkılara ihtiyaç duyuyor. 90’lı yılların ortasından itibaren üniversitelerin ticarileşmesi, bilginin metalaşması ve buna eşlik eden geniş bir öğrenci toplamının bir yandan okurken bir yandan çalışmak durumunda kalması süreçlerinin öğrenci gençlik hareketinde yarattığı sarsıntı da yukarıda çizilen tablodan kaynaklıdır. Bahsettiğimiz dönemde, üniversitelerin ideoloji üretiminde üstlendiği rol, örneğin medyaya kıyasla gerilemiş, bu durumla eşzamanlı olarak üniversitenin ve gençliğin yapısındaki değişimler de öğrenci gençliğin aydın karakteri üzerinde ciddi bir tahribat yaratmıştır. 96 süreci sonrasında öğrenci gençlik hareketinde yaşanan kimlik krizinin nedenlerinden biri de, devrimci gençlik hareketlerinin değişen gençlik ve üniversiteli profilini sağlıklı ele alamaması buna bağlı olarak da müdahalede yetersiz kalmasıdır. Üniversiteli bir genç ile üniversiteye girmemiş/girememiş bir gencin ‘aydınlaşma’ ve bilinç düzeyi arasındaki fark geçmişe göre azalırken, politikleşme nedenlerinin fazlaca benzerlik gösterdiğini tespit edebiliyoruz. Bilgiye erişimin kolaylaştığı, üniversite yıllarında işçileşen genç sayısının arttığı ve üniversitelerin bilim ve aydınlanma yuvaları olmaktan çıkıp iktidarın arka bahçesi haline geldiği AKP’li yıllarda ise gençliğin tüm bölmelerinin hayatın her alanında bir kader ortaklığı yaşadığını söyleyebiliriz. Gençliğe istediği şekli veremeyen AKP’nin onu çürütmekten başka bir planının olmaması bu kader ortaklığını pekiştirdi. Çürüme, Türkiye’de aydın damarını zayıflatsa da dertleri ortak, düşmanı ortak, politikleşememe sorunu yaşayan fakat çürütme hamlelerinin doğrudan siyaset eliyle gündelik yaşama yapılması dolayısıyla depolitize edilemeyen bir genç kuşak yarattı. AKP, çürümenin yarattığı tahribata güvenerek gençlik alanında özgüvenli hamleler yapsa da ortaya çıkabilecek direnci hesaplamakta başarısız oldu. AKP’nin ilk yıllarında siyasetten uzak kalmanın en rahat yol olduğunu düşünen gençlik, gündelik yaşama yapılan doğrudan hamlelerle her seferinde kendisini siyasetin merkezinde buluyordu. Hamlenin muhatabı, geçmişte olduğu kadar kitlesel olmasa da arkasında önemli bir aydın desteği görmese de üniversitelerde ve liselerde bir direnç hattı oluşturdu. Direnç hattının zayıflığı, toplumsal planda pek karşılık bulmaması gibi veriler, AKP’yi daha da pervasızlaştırmış ve gençliği gözden çıkaran bir hükümet yaratmıştı. AKP’nin zorlamalarına karşı oluşturulan direnç, öğrenci gençlik hareketinin yeniden kimlik kazanarak toparlanma sürecine girmesine neden oldu. ODTÜ’de pik noktasına çıkan bu sürecin bizim açımızdan en önemli kazanımlarından biri FKF’nin yeniden ayağa kaldırılmasıdır. İddiasızlaştırılan, geleceksizleştirilen, güvencesizleştirilen gençler memlekete dair iddialarını ve gelecek tahayyüllerini yeniden yaratıyor, bunu yaparken gücünü geçmişin abartılı hikayelerinden değil yaşadığı süreçten alıyordu. Bununla birlikte, bahsettiğimiz yeniden kimlik kazanma sürecinde öğrenci hareketinin gelenekselleşmiş merkezleri olan İstanbul Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi’nden çok ODTÜ, İTÜ gibi görece ‘elit’ sayılabilecek alanların da öne çıktığı görülmelidir. 90’ların ortasında hızlanan dönüşümün en çok etkilediği alanlar olan kitle üniversitelerinde ise dönüşümün yarattığı yeni olanaklar kendini göstermeye başlıyordu.
14
YGS eylemleri, ODTÜ süreci ve Haziran direnişi öğrenci gençlikte önemli bir deneyim ve kimlik yaratmıştı.
Kader ortaklığı Mahalleli gençlikte gözlenen dönüşüm ise tam tersi yöndedir. Büyük ölçüde çalışma hayatına girememiş gençlerin oluşturduğu bu toplam ile üniversiteli gençlik arasındaki makas yıllar içerisinde kapanmaktadır. Tablo henüz iki gurubun iç içe geçeceği bir model için elverişli olmasa da mahalleli ve üniversiteli gençliğin yan yana gelmesinin olanakları artmıştır. Makasın kapanmasının öğrenci gençlik kısmındaki nedenlerine değindik. Mahalleli gençler bölmesinde aradaki mesafeyi azaltan iki temel nedenden bahsedebiliriz. Mahalleli gençlik olarak tanımladığımız bölmede, aileyle ekonomik bağları koparma yaşı giderek artıyor. Bu durum, işsiz mahalleli
gençlerin sınıfsal bir pozisyon üzerinden kimlik geliştirmesini zorlaştırırken kendi konumunu “çalışma hayatının dışında” görmesini kolaylaştırıyor. Sigortalı bir iş bulduğunda ailesi kadar sevinmeyen ve iki ay sonra ‘iş bırakan’, köşe başında arkadaşlarıyla vakit geçirmeyi para kazanmaya tercih eden, dünyası mahallesi olan ve bu dünyadan herşeye bakan bir tipoloji ortaya çıkıyor. İkinci olarak, internetin ve sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla beraber mahalleli gençler bilgiye erişim konusunda artık daha az dezavantaja sahip. Akıllı telefon çağının yarattığı bilgi bombardımanı oldukça sağlıksız olsa da mahalleli gençlerin bilgiye erişimini kolaylaştırması açısından önemli bir faktör. Bunun yanında Türkiye’de üniversitelerin bir şov konusu olması dolayısyla herhangi bir nitelik gözetmeden açılan onlarca yeni üniversite, özellikle bu gençlik kesiminin üniversiteli olmasını da kolaylaştırıyor. Çoğunluğu açıköğretim ya da iki yıllık üniversite okuma imkanı yakalayan mahalle gençliği, kendisine yeni
insanlar tanımaktan daha fazla birşey katmayan bu üniversitelere kolayca yerleşip yüzeysel bir yükseköğrenim görebiliyor. Gelinen noktada kategorik olarak birbirinden kolayca ayırabileceğimiz, belli başlı farklılıkları öz itibariyle bünyelerinde barındırsa da hem mahalle hem de öğrenci gençliğin birden fazla ortak noktası olduğu reddedilemez bir gerçek. İşin içine Türkiye’nin yaşadığı köklü dönüşümleri de kattığımızda bu durum kendini daha net bir biçimde gösteriyor. 12 Eylülün karanlığını birebir yaşamamış fakat bu karanlığa doğmuş, neoliberal saldırıların siyaseten muhatabı olmamış fakat siyasal aklı bu saldırının izleriyle şekillenmiş, sosyalizmin tarihsel yenilgisini tatmamış fakat yenilginin tüm dezavantajlarını iliğine kadar hissetmiş, son olarak da iktidar deyince aklına AKP’den başkası gelmeyen bir garip kuşak bugünün Türkiye’sinde geleceğini aramaktadır. Öğrencisiyle mahallelisiyle...
15
Birlikte mücadele, ama nasıl? Birlikte mücadelenin alanı ve araçları burada kritik bir önem taşıyor. Daha önemlisi de ortak bir gençlik kimliğinin yaratılmasına duyulan ihtiyaç. Bugün devrimcilerin görevi üniversiteli bir genç ile mahalleli işçi-işsiz bir gencin neden birlikte mücadele edemeyeceğini teorize etmek değil, net bir şekilde gözlemlenen ve birlikte sokağa çıkmaya yarayan fakat daha ötesine gidemeyen ortak noktaları ilerletmek olduğu çok açık. Haziran barikatlarında; üniversiteli, beyaz yakalı, liseli, işçi, işsiz gençleri bir araya getiren siyasal sebepler ortadan kalkmış değil. Bu siyasal sebeplerin tek başına bu gençlik kesimlerini uzun soluklu bir mücadelenin parçası haline getiremediği de açık. O halde tüm bu gençlik kesimlerinin kendisini ait hissedebileceği bir kimlik inşası en acil ihtiyaç olarak karşımızda duruyor. Bu kimlik şüphesiz, AKP karşıtlığı mayasıyla yoğurulmalı fakat aynı zamanda ortak bir hedefi de içermeli. Bu hedef şimdiden bakıldığında gerçeklik barındırmayan fakat düşünüldüğünde içimizi ısıtan hülyalı bir hedef olmamalı. Bugünün gerçekliğine oturan ve bu gerçeklikten beslenen, somut örnekler ortaya koyan ve ruhunu Geziden alan bir hedefin karşılık bulacağını tahmin etmek zor değil. Haziran direnişinde dayanışmayı öğrenen gençlik, mahallelerde dayanışma dershaneleri kurarak dayanışmanın 15 günlük bir park faaliyeti olmadığını, hayatın her alanında bir karşılığı olduğunu herkese göstermeli. Gezide laikliği savunan gençlik, mahallesinde imamhatipleşmeyle, kuran kurslarının yarattığı kirlilikle başetmeyi öğrenmeli. İnsanların çocuklarını Kuran kurslarına gönderirken duyduğu güvenin daha fazlasını kurduğu dayanışma ağlarıyla sağlamalı. Haziran’da sanatını mücadeleyle birleştirmeyi öğrenen gençlik, mahallelerde karanlığın üstüne halklaşan bir sanat anlayışıyla gidebilmeli. Ortak alanın mahalleler olduğu açık. Fakat ortak alanın mahalleler olması, üniversite öğrencilerinin kendi alanlarındaki mücadeleyi bırakıp mahallelere odaklanması olarak algılanmamalı. Yukarıda bahsedilen ve örneklerle çoğaltılabilecek faaliyetlerin tamamı geçmişte denenmiş olabilir. Ancak bu faaliyetler, birleşik bir gençlik kimliğinin mayası olarak düşünülmeli. Ya da tüm bu faaliyetleri yıllardır süregeldiği gibi üniversite öğrencilerinin ‘halka inme’ faaliyeti olarak yapmak tekrar denenebilir. Fakat faaliyetlerde birikim ve süreklilik elde etmenin yolu mahalle gençliğini bu faaliyetlerin öznesi haline getirmekten geçiyor. Dönem dönem köye gelen çerçi** muamelesi görüp bununla kendini rahatlatan bir gençlik hareketi, yeni bir ülke kurmaktan oldukça uzak olacaktır. Bugün birlikte mücadelenin zemini vardır ve bu zemin AKP’nin yeniden tek başına iktidar olup bir kabus gibi ülkenin başına çöktüğü bir uğrakta zorlanmayı, ileriye taşınmayı hak etmektedir. Yukarıda bahsettiğimiz tablo, öğrenci gençlik ile mahallelerde yoğunlaşan gençlik potansiyelinin zaman zaman yan yana getirilebileceğini ve birbirine enerji taşıyabileceğini de göstermektedir. Bu iki dinamik, hala kendi özgünlüklerini korumakta ve iki ayrı alan olmayı * Çerçi, kent merkezine uzak yerleşim yerlerinde, o yerleşim bölgesinde yaşayan insanların ihtiyaç duyduğu eşyaları haftanın belirli günlerinde temin eden seyyar satıcıdır.
16
sürdürmektedir. Bu nedenle bahsettiğimiz bir tür ‘aynılaşma’dan ziyade, aradaki açının daralıp ortak bir kimliğin inşa edilmesidir. Bu nedenle, önümüzdeki dönemde gençlik hareketine bakarken bu alanların özgünlüklerini görmezden gelen bir perspektif ne kadar yetersiz kalacaksa, aradaki açının daralmasının yarattığı olanakları gözden kaçıran bir tarzın da etkisiz kalacağı bilinmelidir.
Haziran barikatlarında; üniversiteli, beyaz yakalı, liseli, işçi, işsiz gençleri bir araya getiren siyasal sebepler ortadan kalkmış değil. Bu siyasal sebeplerin tek başına bu gençlik kesimlerini uzun soluklu bir mücadelenin parçası haline getiremediği de açık. O halde tüm bu gençlik kesimlerinin kendisini ait hissedebileceği bir kimlik inşası en acil ihtiyaç olarak karşımızda duruyor. Bu kimlik şüphesiz, AKP karşıtlığı mayasıyla yoğurulmalı fakat aynı zamanda ortak bir hedefi de içermeli. Bugünün gerçekliğine oturan ve bu gerçeklikten beslenen, somut örnekler ortaya koyan ve ruhunu Geziden alan bir hedefin karşılık bulacağını tahmin etmek zor değil.
İnceleme:
laiklik ve aydınlanma düşüncesinin tarihsel kökenleri
17
Devrimler çağı açılırken:
1789 Fransız Devrimi Fransız Devrimi, bugün Türkiye’de toplumsal gelişim açısından gerisine düştüğümüz bir tarihsel sıçramayı ifade etmektedir. Aydınlanma dönemi boyunca felsefi alt yapısı oluşturulan cumhuriyet ve laiklik kavramlarının siyaset düzlemine indirildiği, iki kavramın birlikte “var oldukları” ilk tarihsel moment olan Fransız Devrimi, özellikle bu iki başlıkta verilecek güncel mücadeleler için çokça deneyim aktarıyor bizlere. Tarih boyunca teokrasiye, monarşiye, saltanata, padişahlığa karşı verilen mücadelelerin en genel anlamıyla iki mücadele başlığının ortaklaştırılması anlamına geldiğini söyleyebiliriz: Dinin toplumsal yaşam üzerindeki tahakkümüne ve halkın yönetim mekanizmalarının dışında bırakılışına karşı verilen mücadeleler. Gökberk Alagöz Bilkent Üniversitesi
Özgür Gençkurt Ankara Üniversitesi
Y
üz kırk yıldan fazla zamandır siyasete fiilen müdahale etmemiş olan Fransa halkı, aristokrasi ve ruhban sınıfının ülkeyi yönetirken göz ardı ettiği bir özne haline gelmişti. Halkın uzun süredir siyasal anlamda pasif konumda oluşu, onun kolay kolay siyaset alanına geri dönemeyeceği algısını uyandırmıştı. Öyle ki, artık Fransa soyluları ve din adamları, halka ağır vergi yükleri getiren yasal düzenlemeler yaparken bile lafı dolandırma ihtiyacı duymuyorlardı. *
Fransız tarihçi Tocqueville’e göre, 18. yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da aristokrasinin mutlak otoritesi ve denetlenemez oluşu geniş halk kesimlerinin öfkesini gittikçe büyütüyordu. Dönemsel tanımı gereği içinde kent soyluların, küçük burjuvazinin ve köylülerin de bulunduğu “halk katmanı”, uzun zamandır monarşiye karşı enerji biriktiriyordu. “Halkın uzun zamandır siyasete doğrudan müdahil olmaması”, “halkın bir süredir enerji biriktirmesi” gibi ifadeler Haziran Direnişi’ni yaşamış olanlar için yabancı değil. Bu yakınlığı Fransız Devrimi ve Haziran Direnişi’nin siyasal taleplerinin özgürlük, eşitlik ve laiklik gibi kimi başlıklarda ortaklıklar taşımasıyla açıklamak mümkün. Dolayısıyla Fransız Devrimi, yalnızca incelenmesi gereken önemli bir tarihsel kırılma değil, aynı zamanda güncel mücadeleyi beslemesi için dersler çıkarılması gereken büyük bir deneyimdir. * Tocqueville, Alexis. Eski Rejim Ve Devrim. 231.
18
Fransız Devrimi, yalnızca devrim sürecinin özgün içeriğiyle değil, devrimden sonraki birçok tarihsel kırılmayı da etkileyen “evrensel” niteliğiyle de incelenmeyi fazlasıyla hak eden bir olay. Yarattığı deneyim ve birikimle 19. ve 20. yüzyıllarda gerçekleşen tüm devrimlere farklı oranlarda etki eden Fransız Devrimi’nin, Türkiye’deki “devrimci geleneği” de derinden etkilediğini söylemek mümkün. Dolayısıyla bugün Türkiye’de mücadele eden devrimcilerin 1908 Devrimi’nden, Haziran Direnişi’ne kadar kendi tarihlerindeki devrimler ve toplumsal kalkışmalara dair sağlıklı çözümlemeler yapabilmeleri için Fransız Devrimi’ni de kavramış olmaları bir gerekliliktir. Fransız Devrimi, Aydınlanma Dönemi filozoflarının düşünsel üretimlerinin belli oranlarda somutlandığı bir tarihsel uğrak olması sebebiyle de büyük önem taşır. Devrim’in tarihsel olarak ilişkilendirildiği cumhuriyet ve laiklik kavramlarının devrim sürecinde ne ifade ettiğini anlamak ve devrim sürecini daha iyi kavrayabilmek için öncelikle devrimi ortaya çıkaran koşulları incelemek yararlı olacaktır.
Devrime zemin hazırlayan koşullar Fransa’da, Ancien Régime olarak adlandırılan 1515-1789 arası dönemin son kralı olan XVI. Louis, henüz 20 yaşındayken tahta çıkmıştı. Bu dönem boyunca feodal üretim ilişkilerinin de etkisiyle toplum üç ana katmana ayrılmıştı. Birincisi Fransa aristokrasisi ve soylular, ikincisi kilise çevresi ve din adamları, üçüncüsü ise Fransa nüfusunun en geniş kısmını oluşturan ve içinde küçük burjuvaziyi de bulunduran halk katmanı. 18. yüzyılda Fransa halkının %80’ini oluşturan köylülüğün genel durumunun, iç açıcı olmaktan çok uzak olduğunu söyleyebiliriz. Feodalizmin getirdiği, kiliseye ve krala ödenen ağır vergiler, köylüleri iyice sıkıntılı bir duruma düşürüyordu. Devrimin hemen öncesinde Fransa’da yaşanan kuraklık, kırsal bölgelerdeki huzursuzluğu iyice artırmıştı. Bununla birlikte Amerika’da, Britanya İmparatorluğu’na karşı yapılan 7 Yıl Savaşları, ardından yine Amerika’daki Bağımsızlık Savaşı’na, Britanya aleyhinde destek verilmesi, Fransa krallığının mali harcamalarını fazlasıyla artırmıştı. Öyle ki, Marksist tarihçi Hobsbawm, Fransız Devrimi’nin sebebinin
19
doğrudan doğruya Amerikan Devrimi olduğunu söyler. Hobsbawm’ın sunduğu verilere göre 1788’de Versailles’ın harcamaları toplam borçların %6’sını, Amerikan Bağımsızlık Savaşı sırasında hızla yükselen savaş harcamaları ile borç faizlerinin toplamı ise toplam borçların %75’ini oluşturuyordu. ** Devrimin siyasal ve ideolojik kökenlerini ise Montesquieu, Rousseau, Voltaire ve Diderot gibi Aydınlanma dönemi filozoflarının eserlerinde bulmak mümkün. 1789 öncesi dönemde Fransa’da hangi aydın veya siyasetçinin cumhuriyet üzerine ne söylediğini incelemeden önce, dönemin Fransa’sında “cumhuriyet” kavramının hangi anlamda kullanıldığına bakmak gerek. Bunun için şu alıntıyla başlayalım: “Fransa’da, XV. yüzyıldan itibaren ‘topluluk’ ve ‘devlet’ sözcükleri ile eşanlamlı kullanılmaya başlanan cumhuriyet sözcüğü, XVIII. yüzyıla gelindiğinde ‘monarşiyi dışlayan belli bir yönetim biçimi’ anlamını da kazanır.”(1) Aydınlanma dönemi Fransa’sında, cumhuriyet sözcüğü monarşiyi dışlayan bir anlam taşımakla birlikte onu bütünüyle ortadan kaldırmayı gerektiren bir rejim olarak algılanmamaktaydı. Yaygın algının aksine, Fransız Devrimi katıksız bir cumhuriyet talebinin bir ürünü olarak da ortaya çıkmamıştır. Hatta devrimin en ateşli savunucularından ve önderlerinden Robespierre bile, 1789 öncesinde, Aydınlanma dönemi düşünürlerinden de etkilenerek cumhuriyet rejiminin dönemin Fransa’sı için uygun olmadığını öne sürmüştür. Dönemin aydınları ve siyasetçileri arasında yaygın olan temel düşünce, cumhuriyet rejiminin bir tür “siyasal erdemlilik” ve “siyasal olgunluk” gerektirdiğiydi. Dolayısıyla cumhuriyet ancak eski Yunan şehir devletleri benzeri toplumlarda veya Amerika gibi daha önceden siyasal olgunluğa sahip bir toplumun yaşadığı bir coğrafyada kurulabilir ve işleyebilirdi. Özetlemek gerekirse, Fransa’da cumhuriyet talebinin 1791’deki Varennes olayına kadar toplumsal bir karşılığı olmadığı biliniyor. Fransa halkı ve devrimi yapan kadroların cumhuriyeti bir alternatif olarak görmemelerinin temel sebebi ise böylesine köklü bir rejim değişikliğinin çok büyük “siyasal erdemler” gerektirdiğini düşünmeleri. Bununla birlikte halk arasında yaygın bir cumhuriyet karşıtlığından söz etmek de mümkün değil, aksine cumhuriyet rejimi gerçek olamayacak kadar kusursuz ve değerli sayılıyor. Uzun bir dönem toplumun neredeyse “ütopik” olarak nitelediği bir rejimin, ülkedeki siyasal kırılmalar ve kralın yetkilerinin elinden alınması sonucu kısa süre içinde halkın temel taleplerden biri haline dönüşmesi son derece dikkat çekici.
Monarşi gerilemeye başlıyor 19. yüzyılın ikinci yarısına damga vuran finansal krize bir türlü çözüm bulamayan Fransa kralı XVI. Louis, 1789’da, feodal dönemin ağır vergileri altında ezilen geniş köylü nüfusun tepkisinden çekindiği için soylulardan alınan vergilerin artırılmasını, böylece krallığın borçlarının bir kısmının kapatılmasını önerdi. Fakat Fransa aristokrasisi bu teklifi kabul etmedi ve krala 175 yıldır toplanmamış olan, Fransa’daki üç ana toplumsal katmanın temsilcilerinin buluştuğu meclis olan Etats-Généraux’nun toplanması için çağrı yapmasını “tavsiye etti”. Krizi kolay yoldan çözemeyeceğini anlayan XVI. Louis, 1789 yılında Etats-Généraux’nün toplanması için çağrı ** Hobsbawm, Eric J. Devrim Çağı (1789-1848). 109.
20
yaptı. Bu toplantıda din adamları ve aristokratların temsilcilerinin toplam sayısı ile 24 milyonluk Fransa’nın 23 buçuk milyonluk kısmını oluşturan halkın temsilci sayısının eşit olması mecliste bir meşruiyet krizi yarattı. Bunun üzerine halk Etats-Generaux’den çekilerek Paris’teki bir tenis kortunda Milli Meclisi topladı. Kralın meclisin toplanmasını engelleme çabalarına karşın bir süre sonra, Etats-Généraux’den ayrılan aristokrat ve din adamı temsilcileri de Milli Meclise katılmaya başladı. Kuruluşundan itibaren Milli Meclis’in, yoksul Fransa halkının, köylülerin ve küçük burjuvazinin temsiliyetini elinde bulundurduğunu görüyoruz. Bununla birlikte, kralın iktidarının sürdürülemez olduğunu fark etmeye başlayan soyluların ve din adamlarının bir bölümünün de Milli Meclis’e dahil olmaları, monarşinin fiilen kan kaybetmesini, meşruluğunu yitirmesini sağlamıştı. Milli Meclis dönemi boyunca monarşiye karşı elde edilen kazanımlar, devrim sürecinde öncü konumda olacak olan burjuvazinin elini güçlendirmişti.
Devrim süreci 10 Temmuz günü halktan olan seçmenler bir burjuva muhafız kuvveti kurulmasını talep ettiler, her tanınmış eli silah tutan 200 yurttaş Paris milis teşkilatı olarak birleşecekti. Bu muhafızlar sadece krala ve askeri aşırılıklara değil, diğer tehlikeli sayılan sosyal gruplara karşı da önlem alacaktı. 11 Temmuz 1789’da kral, dönemin Maliye Bakanı Necker’ı görevinden alırken, gelir sahipleri ve maliyeciler bunu bir iflas tehdidi olarak görüyordu. Camille Desmoulins halka ayaklanma çağrısı yapıyordu. Halk silahlanmak için yağmaya başladı. Silah bulmak için Invalides’e doğru yürüyüşe geçen halk silahları ele geçirdikten sonra dönemin nefret objesi haline gelmiş Bastille Hapishanesine 14 Temmuz 1789’da saldırıya geçti. Hapishaneyi koruyan askerlerin ve hapishanede yatan mahkumların sayısı çok azdı, bu nedenle bu saldırı sembolik bir önem taşısa da kitlelerin devrimci bir ayaklanmaya başlamasını sağlayan büyük bir kıvılcım oldu. Hapishaneden çıkanlarla birlikte halk, burjuvazi ile birlikte krala ve soylulara karşı şanlı bir zafer kazanmış oluyordu. 14 Temmuz, sembolik bir savaş olarak feodalizme karşı büyük bir zaferdi. Paris burjuvazisi halkın kazandığı zaferden faydalandı ve başkentin idaresini ele geçirdi. Geri çekilmekte olan kral sadece Necker’ı eski görevine geri almakla kalmadı, 17 Temmuz’da Versailles’daki sarayından Paris’e gitmeye de razı oldu. Bu Bastille Ayaklanması’nın sonuçlarını kabul etmek anlamına geliyordu. Bundan sonra 14 Temmuz burjuvazi için özgürlüğün sembolü ve feodalizmin de sonu anlamına gelmekteydi.
İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi Haklar Bildirisi bütün yurttaşların feodal haklara karşı kazanımlarını ifade ederken aynı zamanda burjuvazinin meşruiyetinin güçlendirilmesi içinde önemli bir noktadır. Bu haklarla birlikte resmi olarak aristokratlar haklarını kaybetmişlerdir ve burjuva zaferinin mihenk taşlarından biri daha yerine oturmuştur. Bütün halklara seslenir gibi görünen bildiri, burjuvazinin damgasını taşımaktadır. Hürriyetperver ve mülk sahibi Kurucu Meclis üyeleri tarafından kaleme alınan bu eserde kadınlar ve siyahiler için ifade edilen herhangi bir başlık olmamakla birlikte çeşitli kısıtlamalar da vardır.
Kurucu Meclis’in üyeleri bildiride; bütün insanların eşit olduklarını ilan eder ama eşitliği sosyal faydaya bağlar, eşitlik kesin olarak vergi ve kamu karşısında söz konusudur, servetten gelen eşitsizliğe dair hiçbir değişiklik yapılmamıştır, mülkiyet hakkı insanın doğal ve hiçbir zaman kaybolmayan hakkı olurken hiçbir şeye sahip olmayan geniş halk kesimini Meclis hiç umursamaz ve her yurttaşın özgürce konuşmasına izin verilirken bazı hallerde Meclis kendine kötü kullanımla cezalandırma yetkisi tanımaktadır.(2) Fransa’nın sosyal değişimini gerçekleştirmeye çalışan Kurucu Meclis burjuvazinin çıkarları için birçok ilkesini de çiğniyordu. 22 Aralık 1789 tarihli kanunla Kurucu Meclis, seçim hakkı varlıklılara tanınmıştı. Yurttaşlar üç kategoriye ayrılmıştı: Aktif, pasif ve yasama meclisi üyesi yurttaşlar. Bu ayrımın sebebi mülkiyet ve varlıktı. Pasif yurttaşlar seçim hakkından yoksundu, kendi şahıs, hürriyet ve mülklerini koruma haklarına sahip olsalar dahi kamusal olarak iktidar oluşturmaya hakları yoktu. Aktif yurttaşlarsa belirli bir vergi karşılığında vekilleri, yargıçları ve il idare teşkilatlarını oluşturan üyeleri seçebiliyorlardı. Yasama meclisi üyeleriyse artık para aristokrasisinin bir parçasıydılar. Artık hiyerarşik olarak bir üstünlük ölçütü para olmuştu. Yasama meclisi üyeleri diğer yurttaşlardan belirgin bir miktarda daha fazla vergi veren yurttaşlardan oluşuyordu. Bu ayrıma 22 Ekim 1789 tarihli toplantısında Robespierre itirazda bulundu: ‘‘Bütün vatandaşların bütün temsil derecelerine katılmak iddiasında bulunmaya hakları vardır. Çıkardığınız Haklar Bildirisi’ne bundan daha uygun bir şey olamaz. Çünkü, bu Bildiri her türlü imtiyazı, her türlü ayrımı, her türlü istisnayı ortadan kaldırmaktadır. Anayasa, hakimiyet halka, halkı vücuda ge-
tiren fertlerde olduğunu söyler. Şu halde, her kişi kanunun hazırlanmasına ve kendisine ait olan kamu işlerinin idaresine katılmaya hakkı vardır. Bu yapılmadıkça, her insanın vatandaş olduğu sözü doğru değildir.’’(3) 5 Ekim 1789’da Paris pazarlarında birleşmeye başlayan kadınlar ekmek kıtlığı ve ekonomik artlar yüzünden Hotel de Ville’e yürürler. Ayrıca kadınlar o esnada Haklar Bildirisi’nin yayınlatılmasına uğraşılırken, Bildiri için Ulusal Meclisi basarlar ve yayınlanmasına önayak olurlar. Yürüyüşün bütün belirleyiciliği kadınlarda olan bu hareketliliğin talepleri toplumsal açlığın giderilmesiydi. Marie Antoinette’in o ‘ekmek bulamazlarsa pasta yesinler’ sözü bu sürece tekabül etmektedir. Şehir yetkililerinden tatmin edici yanıtlar alamayan kadınlar Versailles’a yürürler ve 6 Ekim’de Versailles’dan Paris’e, Milli Meclis’in açılışına giderler. Olayların büyümesiyle birlikte “Büyük Korku” denilen dönem açılmış, aristokratlar ülkeden kaçmaya başlamışlardır. XVI. Louis de 20 Haziran 1791 gecesi uşak kılığına girerek Tuileries Sarayı’ndan kaçar, niyeti Belçika ve Hollanda’daki Avusturya ordusuna geçmek ve ardından Paris’e gelip Meclis’i dağıtmak kulüpleri kapatmak ve mutlak iktidarı almaktır. Fakat Varennes köyünde yakalanır ve geri gönderilir. Toplum, kralın kaçış ve yakalanış sürecinden fazlaca etkilenmiştir. Yaşanan gelişmelerle birlikte Danton bir soruşturma komisyonu kurulmasını talep eder fakat bu talep yerine getirilmez. Bu süreç, yoksulluğun somut olarak çok yakıcı bir hal alması ve aristokratların siyasi ve sosyal durumun kötüye gitmesi için yaratılan komplolarla devam etmiştir. 1789 Temmuz’undan itibaren burjuvazi, devrimci
21
eylemleri istikrara kavuşturmak, yığınların kendiliğinden hareketliliğini kontrol altına almak ve kendi yararına kanalize etmekle uğraştı. Jakobenler olarak bilinen devrimci burjuvazi, devrimin akışı boyunca gelişen ve 1793/94 yıllarında kristalleşen öğretilerinin içeriğine başvurmak yerine, yığınların devrimci enerjisini bir hedefe yönelterek siyasete etki etme yoluna gitti. Temel topluluk, kendine bağlama ve yazışmalar yoluyla tüm ülkeye dağılmış olan yurtseverleri birleştiriyor, geniş bir topluluk ağı oluşturuyor ve yan kulüpleri teşvik ediyordu. Bu iki yöntemle Jakobenler, politik çekirdeği örgüt şemalarında birleştirdiler ve içinde tüm kulüplerin eylemlerini koordine ettikleri adeta bir parti iskelesi kurdular. Camille Desmoulins, 14 Temmuz 1791 tarihli “Fransa ve Brabant Devrimleri” (Les Révolutions de France et de Brabant) adlı eserinde şöyle der: “Jakoben kulübü yan topluluklarla yazışarak 83 ilin tüm köşe bucağına ulaşıyor. Kulüp, devrimci hareketin canlı gücünü oluşturuyor.”(4)
çalışıyordu. “Sorun, zafer kazanmış burjuvazinin hakimiyetini garantiye alma sorunuydu. Ulusal Muhafız Alayı ve federasyonlar, kulüpler ve dernekler, bölgeler ve seksiyonlar, hepsi anlamlarını sadece toplumsal karakterleriyle kazanan kurumlardı. Devrimci burjuvazi, halkta ortaya çıkan tükenmez enerjilerin dizginsiz etkide bulunmalarına müsaade edemezdi. O elinden geldiğince bu enerjiyi suni sembolü olan 89’un sahte görüntüsü altında kendi çıkarlarına doğru kanalize etti.”(5) Bu esnada kral meşruti monarşiye razı olsa da, eski toplum düzenini istiyor ve özellikle feodal dönem ayrıcalıklarının korunmasını talep ediyordu. Bölümün başında belirtildiği gibi Milli Meclis, kendisini 9 Temmuz 1789’da Yasama Meclisi ilan etmişti. Feodalizm, kurumsal ve hukuksal boyutlarını 14 Temmuz’dan sonra kaybetmiş olsa da ekonomik alanda varlığını hala sürdürüyordu.
Burjuvazi'nin gericileşmesi
14 Haziran 1791 tarihli “Le Chapelier Kanunu”, birlik ve dernek özgürlüğünü tanırken, işçilerin örgütlenme özgürlüğünü ve grevi yasaklamıştı. Yani toplumsal olarak eşit bireyler soyutlaması üzerine kurulu olan liberalizm, gerçekte sadece zenginlerin ve mülk sahiplerinin çıkarına hizmet etmişti.
Milli Meclis’in ardından kurulan Yasama Meclisi, silah taşımayı bir burjuva ayrıcalığı haline getirdi. Ulusal Muhafız Alayı’na sadece aktif vatandaşlar girebilecekti. Yurttaş Hakları’nda ifade edildiği gibi burjuvazi kendi çıkarlarına uygun yasaları düzenliyor, kendini krala ve kralcılara karşı korumak yerine öfkeli halkın gücünü kontrol etmeye
Büyük burjuvazi ile aristokrasinin ortak egemenliğini sağlamış olan 1688 İngiltere Devrimi’nin örnek alındığı siyasal uzlaşma, ilk defa 1789’da aristokrasiye dayalı olarak bir soylular kamarası için ve aynı şekilde mutlak kralcı bir veto hakkı için monarşistler tarafından önerilmişti.
22
Barnave’ın 15 Temmuz 1791’de yaptığı konuşma karşı devrimcileri uyarıyordu: “Devrimi bitirmek mi istiyoruz, yoksa bir defa daha ona başlamak mı istiyoruz?... Bir adım fazlası bize kötülük ve suç yükleyecektir. Özgürlük yolunda bir adım daha ileri gitmek krallığın parçalanmasıdır, eşitlik yolunda bir adım daha ileri gitmekse mülkiyetin parçalanmasıdır.” (5.1) Jirondenler (Girondins) olarak bilinen sağcı ve “ılımlı” cumhuriyetçilerin kararsız siyasetleri ise onları halkla ittifak kurmaya itmişti. Ancak bu ittifak, halkın, burjuvazinin gösterdiği hedeflere yönelmesi kaydıyla kurulmuştu. Burjuvazinin temsilcileri olarak büyük bir hırsla kendilerini ekonomik özgürlüğe vermiş olan Jirondenler, kendi savaş siyasetleriyle yol açtıkları halk tepkisi karşısında korkuya kapıldılar. Jirondenler, her şeyden önce mülkiyetin, en azından servetin egemenliğini yitirmekten korkuyorlardı. 10 Ağustos onlar olmaksızın tamamlandı ve bu durum onlar için felaket oldu. Yasama Meclisi pasif yurttaşların 30 Temmuz’da Ulusal Muhafız Alayı’na katılmalarına izin verdi: Eğer anavatan tehlikedeyse halk görevi başında olmalıdır, deniyordu. Jirondenler halka karşı savunma yaparken Jakobenleri suçluyordu: “Mahvedenler, her şeyi mülkiyeti, refahı, yiyeceklerin fiyatlarını, toplumda yerine getirilen çeşitli hizmetleri eşitlemek isteyenlerdir” (Fransa’nın Tüm Cumhuriyetçileri’ne Çağrı – Ekim 1792 ). Jako-
benlerin sözcüsü Robespierre ise bir ay önceden “Cumhuriyeti, sadece kendileri için kurmak isteyen, sadece zenginlerin çıkarları için yönetmeye niyetlenen sahte yurtseverleri” suçlamıştı. Robespierre: “En yüksek hak yaşama hakkıdır, yani ilk sosyal yasa, toplumun tüm üyelerine yaşamak için gerekli kaynakların güvence altına alınmasıdır, diğer tüm yasalar buna bağlıdır.’ diyerek kamucu siyasetin maddi koşullarını kaynaklarla açıklıyordu. İnsanın yaşaması için gereken kaynakların insanlara uygun bir biçimde güvence altına alınmalıydı ki Parisli marangoz Richer ‘ Robespierre yönetimi altında kan aktı ama hiç ekmeksiz kalmadık’ diyordu. Sosyal taleplerle birlikte korku başka bir biçim alıyordu. Jirondenler ise kralın yaşaması için çabalayarak Avrupa ile olan çatışmayı sınırlayabileceklerini sanmışlardı. Az ya da çok bilinçli bir şekilde aristokrasi ile uzlaşmaya kalktılar. Savaştaki yenilgiler ve Vendeé ayaklanmasıyla oluşan tehlikeyle Verniaud 13 Mart 1793’te bile ‘Sosyal insanlar için eşitlik, hukuksal eşitliktir.” diyordu (9). Burjuvazi her ne kadar ulusal bir savaş veriyor olsa da savaş bitince bir iç karışıklıkla karşılaşacağını biliyordu. Sonuç olarak halk hareketi, devrimci hükümet ve sonunda devrimin kendisi geri dönülmez bir noktaya varmıştı. Emek dünyasına ise hala küçük burjuvazinin aklı egemendi ve işçiler ne düşüncelerinde ne de davranışlarında bağımsız bir varlık oluşturabiliyorlardı. Emeğin toplumsal işlevi henüz net bir biçimde kavranmamıştı.
Cumhuriyet Devrimi ve Jakoben İktidarı O dönemde, cumhuriyet fikri aydınlar ve siyasetçilerin büyük kısmı tarafından bir seçenek olarak görülmez ve ileri bir evreye ötelenirken, cumhuriyeti gerçek anlamıyla, yani herhangi bir kral olmaksızın yönetim erkinin halkın seçimiyle belirlendiği bir rejim olarak algılayan ve siyasal alanda da bunun mücadelesini veren az sayıda cumhuriyetçi vardı. Paris çevresinde örgütlenen cumhuriyetçilerin sayısının devrim öncesinde iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olması şaşırtıcı bir veridir. Aydınlanma filozoflarına ek olarak dönemin devrimcileri de yetkileri kısıtlanmış bir kralla birlikte devam edecek monarşinin halk egemenliğine engel olmayacağı konusunda hem fikirlerdi. Cumhuriyet fikrinin devamlı ötelendiği bu durum, devrimden sonra XVI. Louis’nin, Avusturya’ya kaçmaya çalışırken Varennes’de yakalanıp Paris’e geri getirilmesinin ardından yükselen cumhuriyetçi dalgayla ortadan kalkabilmişti. XVI. Louis tahttan indirildikten bir süre sonra, 1793’te vatan hainliği suçlamasıyla idam edildi. Bu olayın ardından Fransa’da “Terör Dönemi” olarak anılan dönem açılmış oldu. Kralın bile idam edilebilir olduğunun görülmesi, toplumda ciddi bir çalkantı ve güvensizlik havası yaratmıştı. Ayrıca Fransa’da monarşinin ortadan kaldırılıp cumhuriyet rejiminin kurulması tartışması gerçekçi bir hal alınca, Avrupa’daki diğer krallıklardan yoğun bir siyasal basınç gelmeye başlamıştı. Kısa süre sonra Fransa’daki iç karışıklıklar ve meclis içindeki siyasal mücadeleler yetmiyormuş gibi, bir de Prusya ve Avusturya İmparatorluğu ile savaşa girildi. Savaş yüzünden ekonomik anlamda da sarsılan Fransa’da iç güvensizlik katlanılmaz bir hal alınca, Jakoben Kulübü’nün lideri Maximilien Robespierre “Kamu Güvenliği Komitesi”nin başına geldi. Robespierre döneminde birçok insan karşı devrimci olmakla suçlanarak idam edildi. Bu dönem Jakobenlerin iktidar alanında tekleştikleri, Jirondenleri ve devrim için tehdit olarak gördükleri bazı siyasal figürleri ortadan kaldırdıkları dönemdir.
23
Robespierre’in en önde duran siyasal aktör olduğu bu dönemin bir diğer özelliği de son derece radikal bir laiklik anlayışının ülkede yerleşik kılınmaya çalışılmasıydı. Kilise egemenliğine doğrudan savaş açan Robespierre ve Jakobenler, dini motiflerin hem siyasal hem toplumsal alandan silinmesi için radikal adımlar attılar. Dini takvimin kullanımdan kaldırılması ve dini olmayan yeni bayram günlerinin belirlenmesi bu radikal adımlardan bazıları. Aydınlanma döneminin düşünsel ve politik aklını taşıyan Jakobenler, bilimsel bilginin ve aklın gündelik yaşama gitgide daha fazla hakim olması için çabaladılar. Bu ilerici aklın en gelişmiş formu, 1789’a kadar burjuva liberalizmiydi. Hobsbawm, burjuva liberalizmini besleyen ve ilerici kılan Aydınlanma dönemi aklını şöyle tanımlar: “Bu, güçlü bir biçimde rasyonalist (akılcı) ve laik (din dışı) bir felsefeydi; yani insanın, aklını kullanarak ilkece tüm sorunlarını kavrayıp çözebilme yeteneğine ve irrasyonel davranışların ve kurumların, insanları aydınlığa götürmekten çok karanlığa sokma eğilimi taşıdıklarına inanan bir düşünceydi.”(6) Robespierre ve Jakobenlerin yönetimdeki ağırlığı devam ederken, krallık yanlısı karşı devrimci birkaç isyan çıkmış ve sert bir şekilde bastırılmıştı. Ancak toplu idamların Fransa’nın tümüne yayılarak devam etmesinin yarattığı güvensizlik ortamı ve Jakobenlerin burjuvazinin geri kalanına oranla çok daha ilerici bir karaktere sahip olması bu dönemde Jakobenlere ve özellikle Robespierre’e karşı tepki uyanmasına sebep oldu. Sonuç olarak Jakoben Kulübü kapatıldı ve 1794’te Robespierre siyasal rakipleri tarafından idam edildi. Jakobenlerin iktidardan düşmesinin ardından yönetimin beş kişiden oluşan bir heyete devredildiği Direktuar dönemi ve onun ardından da tüm yetkilerin Napolyon Bonaparte’da toplandığı Konsül dönemi gelir. Jakobenlerin gidişiyle cumhuriyet rejiminin sürdürülemez hale geldiği, rejimin askeri bir dikta halini aldığı da söylenebilir. Bu dönemden sonra, Napolyon’un tiranlığını ilan ettiği I. Fransa İmparatorluğu kurulur ve devrimin somut toplumsal kazanımlarının önemli bir kısmı ortadan kalkar. Cumhuriyet bu tarihten 20. yüzyıla kadar, Fransa topraklarına kesintilerle uğrayabilecektir.
Aydınlanma'nın devrime katkıları Devrim öncesinde dünyadaki güncel gelişmeleri de izleyerek Fransa özelinde çıkarımlarda bulunan birçok aydının varlığından söz etmek mümkün. Bu aydınların en çok öne çıkanlarından biri Montesquieu’dür. Montesquieu, cumhuriyet ve “erdem” kavramlarını özdeşleştirirerek cumhuriyet rejiminin önkoşulunun toplumsal alandaki gelişim olduğunu söyler. Toplumun tamamının, siyasetçilerle birlikte bu erdemliliği yakalamasının zorluğundan ve bu durumun sürdürülemez oluşundan söz ederek, cumhuriyet rejimini neredeyse ütopik olarak niteler. Bununla birlikte siyasal erkin denetlenmesi için en sağlıklı yöntemin güçler ayrılığı ilkesi olduğunu ileri sürer. Bir diğer Aydınlanma filozofu olan Rousseau ise, cumhuriyetin tanımını görece daha sağlıklı bir çerçeveye oturtarak şöyle der: “Hangi yönetim biçimi altında olursa olsun, yasalarla yönetilen her devlete cumhuriyet adını veriyorum. Çünkü yalnız o zaman kamu çıkarı hüküm sürer ve kamusallık bir önem taşır. Her meşru yönetim cumhuriyetçidir.”(7) Bu tanım bir yanıyla cumhuriyeti Montesquieu’nün içine hapsettiği ütopik nitelikten çıkarırken, bir yanıyla da meşru olan her yönetimi cumhuriyet olarak niteleyerek kavramı muğlaklaştırır. Rousseau, halk egemenliği sağlandığı takdirde monarşinin bile bir tür cumhuriyet sayılabileceğini öne sürer: “Cumhuriyet sözcüğüyle yalnız aristokrasiyi ya da demokrasiyi değil, genel olarak, yasadan başka bir şey olmayan genel iradenin güdümündeki her çeşit yönetimi anlıyorum. Bir yönetimin, meşru olması için egemenin kendisi değil, fakat egemenin görevlisi olması gerekir: Bu durumda, monarşi de cumhuriyet sayılır.”(8) Anlaşılacağı üzere Aydınlanma dönemi cumhuriyet tartışmalarının ürünleri, günümüzdeki cumhuriyet kavramını karşılamaktan çok uzaktır. O dönemde ağırlıklı olarak kavramsal düzeyde kalan cumhuriyet tartışmalarının siyasal alana geçmesi ise ancak Fransız Devrimi sürecinin ortalarına denk düşebilecektir. Dönemin diğer aydınları, çoğunlukla Montesquieu’ye ait olan tanımı benimser ve kullanırken, Rousseau’nun tanımı toplumsal anlamda ciddi bir karşılık bulmaz. Aydınlanma dönemindeki cumhuriyet tartışmalarına dair bu iki örneğe ek olarak, Voltaire’in meşruti monarşi ve İngiliz sistemi önerisi ile Diderot’nun düşünce ve ifade özgürlüğü üzerine hümanist görüşlerine de rastlamak mümkün. Sonuç olarak tüm bu filozofların Fransız Devrimi’ne öncülük eden kadroları değişen oranlarda etkilediğini görebiliyoruz.
Devrimden bugüne bakarken
Maximilien Robespierre
24
Fransız Devrimi’nin sonuçlarından söz ederken, devrimin hangi talepler üzerinde yükseldiğini ve kendisinden sonraya neler devrettiğini tespit etmek gerekiyor. Talepleri ekonomik ve siyasal olmak üzere iki kategoriye ayırabiliriz. Bu iki kategorinin de devrime öncülük eden küçük burjuvazi ile halkın geri kalanı için farklı içeriklere sahip olduğu söylenebilir. Devrime öncülük eden Fransa burjuvazisinin de talepleri ve mücadele motivasyonları bakımından kendi içerisinde homojen bir nitelik taşımadığını belirtmek gerek. İçerisinde Jakobenler gibi ileri bir kanadı bulundurmasına karşın son ana kadar kralı gönderme yanlısı olmayan bir kesim de dönemin burjuvazisinin karakterini belirliyordu. Bununla birlikte devrimi sürükleyen burjuvazinin yaygın ekonomik talebinin aristokrasi ve din adamlarıyla eşit ekonomik statüye (vergilendirme, toprak mülkiyeti vs.) sahip olmak olduğunu söyleyebiliriz. Siyasal
Robespierre’in en önde duran siyasal aktör olduğu bu dönemin bir diğer özelliği de son derece radikal bir laiklik anlayışının ülkede yerleşik kılınmaya çalışılmasıydı. Kilise egemenliğine doğrudan savaş açan Robespierre ve Jakobenler, dini motiflerin hem siyasal hem toplumsal alandan silinmesi için radikal adımlar attılar. Dini takvimin kullanımdan kaldırılması ve dini olmayan yeni bayram günlerinin belirlenmesi bu radikal adımlardan bazıları. alanda ise, ekonomik talepleri de besleyecek daha adil bir temsiliyet mekanizmasının istenildiği görülüyor. Halkın ekonomik ve siyasal taleplerinin ise daha az karmaşık olduğu açık. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında vergi yükü altında çok fazla ezilmeye başlayan Fransa halkının ana talepleri, içinde bulundukları ekonomik buhrandan bir an önce kurtulmak ve bu buhranın sebebi olarak gördükleri aristokratların ve kralın yetkilerinin kısıtlanmasıydı. Buradan hareketle, monarşi ve feodalizmi karşısına alan tüm burjuva devrimlerinin tarihsel olarak ilerici nitelik taşıdığı söylenebilir. Fransız Devrimi özelinde ise özellikle devrimin bir aşamasında son derece radikalleşen cumhuriyet ve laiklik talepleri, devrimin karakterini dünyadaki pek çok burjuva devriminden daha ileride konumlandırmıştır. Değinilmesi gereken bir diğer konu da Fransız Devrimi’nin “kaotikliği”. 1789 öncesinde ve devrim sürecinde son derece karmaşık ve farklı parametrelere bağlı olan bir süreç işliyor. Buna karşın hareketin içinde, hareketle birlikte devinen öncü kadroların sürecin sonuna kadar mücadeleye herhangi bir rezervle yaklaştıklarına tanık olmuyoruz. Siyasetin ve yaşamın
bu denli hızlı aktığı dönemlerde, siyasal öznelerin kendi aralarındaki ve siyasal öznelerle toplum arasındaki ilişkilerin son derece dinamik ve değişken olduğu da bir gerçek. Dolayısıyla böyle dönemlerde neredeyse apolitizme denk düşecek bir “ilkeselciliğe” başvurulmadığını söyleyebiliriz. Ancien Régime döneminde yönetim erkini elinde tutan aristokrasi, tüm ayrıcalıkları ve toplumsal egemenliği ile birlikte parçalanmış ve feodalizm kaldırılmıştı. Bu da feodalizmden kapitalizme geçişte belirleyici bir aşama demekti. Devrim sürecinde eski topluma en ağır darbeyi küçük üreticilerin, köylülerin ve zanaatkarların isyanları vurmuştur. Kapitalist üretim tarzı özerkliğini hem tarımda hem de sanayide sağlamlaştırdı, bu da burjuva üretim ve dolaşım ilişkilerinin önünü açtı. Ancien Régime’in devlet iskeletinin parçalanması, Direktuar’dan imparatorluğa kadar geçen zaman içinde burjuvazinin çıkarları ve taleplerine uygun modern bir devletin inşasına zemin hazırladı. Sınırsız girişim ve kâr özgürlüğünün yolunun açılmasına kanıt olarak da 19. yüzyıl tarihi örnek verilebilir. Sonuç olarak Fransız Devrimi, bugün Türkiye’de toplumsal gelişim açısından gerisine düştüğümüz bir tarihsel sıçramayı ifade etmektedir. Aydınlanma dönemi boyunca felsefi alt yapısı oluşturulan cumhuriyet ve laiklik kavramlarının siyaset düzlemine indirildiği, iki kavramın birlikte “var oldukları” ilk tarihsel moment olan Fransız Devrimi, özellikle bu iki başlıkta verilecek güncel mücadeleler için çokça deneyim aktarıyor bizlere. Tarih boyunca teokrasiye, monarşiye, saltanata, padişahlığa karşı verilen mücadelelerin en genel anlamıyla iki mücadele başlığının ortaklaştırılması anlamına geldiğini söyleyebiliriz: Dinin toplumsal yaşam üzerindeki tahakkümüne ve halkın yönetim mekanizmalarının dışında bırakılışına karşı verilen mücadeleler. Fransa köylü ve yoksullarının, aristokrasi ve ruhban sınıfına karşı burjuvaziyle birlikte verdiği varoluş mücadelesi, bugün işçi sınıfının gericilik ve diktatörlükle mücadelesinde karşılık buluyor. 1789 Fransa’sında, Versailles’ın temsil ettiği dinsel yönetimi ve diktayı bugünün Türkiye’sinde “kaçAksaray’ın” yobazlığı ve saltanatı temsil ediyor. Krallarla, padişah bozuntularıyla, yobazlarla mücadelenin yolu ise 250 senedir aynı: Bilimsel ve kültürel üretimden beslenen cumhuriyetçilik, laiklik savunusu ve devrimci cesaret. Türkiye’deki genç devrimcilerin Jakobenlerden ve Robespierre’den öğrenecekleri fazlaca şey olduğunu akıldan çıkarmamak gerek. Padişah bozuntusunun sonunun ise XVI. Louis gibi olmaması için daha akıllı davranmasını tavsiye ediyoruz. Kaynaklar: (1) Ağaoğulları, Prof. Dr. Mehmet Ali. “Fransız Devrimi’nin Ilk Iki Yılında Cumhuriyet Tartışmaları.” 4. Web. <http://dergiler.ankara. edu.tr/dergiler/42/461/5242.pdf>. (2) Soboul, Albert. Fransız Devrimi Tarihi. 188. (3) Soboul, Albert. 191. (4) Albert Soboul – Fransız Devrimi’nin Kısa Tarihi 46. (5) Soboul, Albert -Kısa Tarihi- 49. (5.1) Soboul, Albert -Kısa Tarihi- 67. (6) Hobsbawm, Eric J. 435. (7) Ağaoğulları, Prof. Dr. Mehmet Ali. 5. (8) Ağaoğulları, Prof. Dr. Mehmet Ali. 5.
25
Sınıf mücadelelerinin siyasi yansımaları:
İngiltere ve Fransa Türkiye’de laikliğin yakıcı gündemlerin başına oturduğu bu süreçte aydınlanmanın, cumhuriyet mirasının ve devrimlerin kazanımlarının nasıl elde edildiğini hatırlamakta fayda var. İngiltere örneği nasıl ki modernizasyonun ve demokrasinin biçimsel boyutlarıyla da kapitalizmin yaşayacağını gösterirken Fransa cumhuriyetin ve laikliğin “bize” ait olduğunu tekrar hatırlamamızı sağlıyor. Zozan Baran Boğaziçi Üniversitesi
Başlarken Laiklik bugün Türkiye’nin en çok tartışılan başlıklarından bir tanesi. İktidarın baskıcı ve gerici politikalarına karşılık AKP karşıtı kesimlerde laikliliğin önemi bir kez daha anlaşılıyor. Ancak kavrama yönelik kafa karışıklığı sürerken “Nasıl bir laiklik” sorusu da kafalarımızı meşgul etmeye devam ediyor. Sorunun cevabını geçtiğimiz dönemde hazırladığımız “Yobazlıkla Mücadele Klavuzu”nda vermeye çalıştık. Yine de sorun burada bitmiyor. Bir süredir “ultra-sol” kesimlerde laikliğin burjuva ideolojisi olduğu, solun “emek mücadelesi” vermesi gerektiğine dair sözler duymaya başladık. Burada uzun uzun siyasi strateji tartışmalarına girmeyeceğim. Ancak laikliğin sola dışsal bir gündem olduğu ya da ikincil önemde olduğu tezinin tartışılması gerekir. Tartışma farklı biçimlerde yürütülebilir. Neyin sınıf mücadelelerine içkin olduğunu anlamanın en iyi yollarından biri tarihe bakmak ve mücadele başlıklarının nasıl ortaya çıktığını araştırmak. Burada biz de İngiltere ve Fransa’nın siyasi kültürüne bakacak ve laiklik ile birlikte geniş bir kavram setinin ve mücadele başlığının sol için nerede durduğunu araştıracağız. Kapitalizmin feodal toplumu parçalayan, yeni, daha rasyonalize edilmiş, akla dayanan bir toplumsal yapı kurduğu Marksistler açısından nettir. Bu nedenle kapitalizmin ortaya çıktığı tüm ülkelerde toplumsal yapıda, dinin toplum üzerindeki etkisinde, yurttaşlık tanımından belli değişimler kaçınılmazdır. Ancak bu değişim çok sınırlı ve büyük ölçüde teknik başlıklarla sınırlı olabileceği gibi toplumsal yapıyı kökten değiştiren, burjuvazi ile birlikte proletaryayı ya da öncülerini tarih sahnesine çıkaran büyük çaplı bir hareket de olabilir. Öyleyse başlarken belirtelim, burada bir ülkenin bu skalanın neresinde duracağını en geniş anlamda bu ülkelerde sınıf mücadelelerinin ve alt sınıfların bu mücadeleye katılımının belirleyeceğini iddia edeceğiz. Bunun için burada iki ülkeyi model olarak aldık: Fransa ve İngiltere. Bu iki ülkeden ilki burjuva devrimlerinin en görkemlisini yaratmışken ikincisi İkinci Savaş’a kadar kapitalist dünyanın hegemonik gücü olmuştur. Fransa, İngiltere’den sonra ve farklı dinamiklerle kapitalizme geçerken İngiltere’dekinden farklı bir siyasi literatür ve kültür ortaya çıkarıyor. Teknik rasyonalizasyonun yanında, eğitimde ve bilimde sıçrama, halkın siyasete aktif katılımı, yazılı anayasanın belirleyici olduğu, kili-
26
se-devlet ayrımıyla yetinilmeyerek kilisenin geriletildiği hatta yeni, akılcı dinsel denemelerin yapıldığı bir siyasi kültür... İngiltere’nin parlamentonun üstünlüğüne dayanan, kilisenin resmi varlığına dokunulmayan, kapitalistleşme sürecinde aristokrasiyle uzlaşılan, alt sınıfların aktif katılımının sınırlı olduğu kapitalistleşmesinden çok farklı yeni bir kültürden söz ediyoruz. Bir yandan yurttaşların aktif katılımına dayanan cumhuriyetçi bir kültür, diğer yandan katılımın parlamentoyla sınırlandığı, pasif, geniş anlamda liberal bir kültür. Öyleyse karşılaştırma yalnızca laiklikle sınırlanmayıp bu iki farklı siyasi kültürün genel incelenmesine odaklanmalı. Dünyanın ilk kapitalistleşen ülkesine dair ortaya çıkan tablo laikliği doğrudan burjuvazinin hanesine yazan ve burjuva devrimlerinin ortaya çıkardığı geniş olanakları, solun ayağını basabileceği yeni kavramları göremeyenler için sorgulayıcı olması gerekir. İngiltere ve Fransa’nın kapitalistleşme sürecinde ortaya çıkan bu iki farklı tabloyu incelerken kapitalizm öncesi sınıfsal yapıya kısaca göz gezdirecek, sonra kapitalistleşme sürecinde ve İngiltere’de Püriten Devrimin ve Fransa’da 1789 devriminin gelişimine odaklanacağız. İki ülkenin karşılaştırılması siyaset bilimine aşina olanlar için yaygın bir konudur. Biz bu yazıda geniş anlamda politik Marksizmin temsilcilerinden Ellen Meiksins Wood’un tezlerine odaklanacak ve açıklamalarımızı buraya dayandıracağız. Ancak kimi farklı vurguların ve yorum farklılıklarının olacağını belirtelim. Wood’un iki ülkenin siyasi kültürlerini bahçe modelleriyle karşılaştırması öğretici ve ilginçtir. “Fransızların çok biçimsel, matematiksel kesinlik taşıyan bahçelerini, İngilizlerin bütün düzensizliğiyle doğayla uyumlu bahçeleriyle karşılaştıran birçok yazı
kaleme alındı. Başından beri bu karşıtlığın politik bir mesajı vardı. Çağdaşlar iki ülkenin bahçe estetiği ve anayasaları arasında paralellik kurdu: Mutlakiyetçi devletin katılığına karşılık, ‘karma anayasanın’ sağladığı özgürlük ve esneklik”... (Wood, 2007: 148).
İki ülke iki model İngiltere'nin 'özgünlüğü' Kapitalizmin hangi ekonomik ilişkilerin gelişimi sonucu ortaya çıktığı uzun tartışmaların konusu olageldi. Ancak İngiltere’de kapitalizmin tarımsal ilişkilerin dönüşümüyle ortaya çıktığı ve tarımsal kökenli olduğu artık büyük ölçüde kabul ediliyor (Wood, 2002). İlk bakışta konunun neden önemli olduğu anlaşılır olmayabilir, bu nedenle tartışmanın kaynaklarına inmekte yarar var. Kapitalizmin ilk olarak İngiltere’de ortaya çıktığını biliyoruz. Ancak nasıl ortaya çıktığını ve İngiltere’nin izlediği yolu incelemekte yarar görüyoruz. Ellen Meiksins Wood, İngiltere’de kapitalizmin gelişimini incelerken “Nairn-Anderson” tezleri olarak bilinen ve Tom Nairn ve Perry Anderson’un New Left Review dergisinde yayımlanan bir dizi yazısıyla ortaya çıkan tezleri eleştirerek başlıyor. Bu tezler temel olarak İngiltere’de kapitalizmin “kendine özgü” yollarla geliştiğini ve Fransa’da olduğu gibi geleneksel kurumları tamamen tasfiye etmemesini İngiliz kapitalizminin eksikliğine bağlıyor. Ayrıca 1688’deki Püriten Devrimi’nden bu yana İngiltere’de bir süreklilik çizgisi olduğuna ve erken gelişen İngiliz kapitalizminin erken yorgun düştüğü için geri kaldığına dikkat çekiyorlar (Wood, 2007: 29). Wood, bu tezlere karşılık kapitalizm ile modernleşme arasında aşırı paralellikler kuran tezlere karşı çıkarak, İngiltere’de eski kurumların hala yaşıyor olmasını kapitalizminin geriliğine değil aşırı gelişkinliğine bağlıyor (Wood, 2007: 36). Peki, nasıl?
27
Wood, kapitalizmin ticaretten elde edilen kârlar sonucunda ortaya çıktığı varsayımına karşı çıkıyor ve kapitalizmin İtalyan şehir devletlerine göre şehirleri daha az gelişkin olan İngiltere’de ortaya çıkmasının nasıl açıklanabileceği sorusunu ortaya atıyor (Wood, 2002: 75). İngiltere’nin özgün yanı, Wood’a göre gelişkin şehirleri ya da ticaretinden önce tarımsal üretim ilişkilerinin erken bir dönemde değişmeye başlaması. Yani kapitalizmi öncesinden, yasal olarak özgür ancak üretim araçlarının mülkiyetinden tamamen dışlanmış tarım üreticisinin art-emeğine ekonomi dışı baskı aygıtlarıyla değil ekonomik yollarla el koymasıyla ayırıyoruz (Wood, 2002: 96).
iç savaşta Tudor hanedanlığının feodal güçler karşısında güçlenmesiyle başladığını belirtir. Bu dönemden sonra başlayan Tudor barışı döneminde ise aristokrasinin elinden yasama güçleri ve kendilerine bağlı askeri güçleri alındı (Moore, 2012: 35 ve Wood, 2012: 240). Siyasi ve askeri güçlerini kaybeden aristokrasinin elinde ise ekonomik güçlerini arttırmaktan başka bir araç kalmıyor, bunun için ise tarımsal üretim tekniklerinin geliştirilmesi gerekiyor (Wood, 2002: 99).
İngiltere’de bu sürecin nasıl ortaya çıktığını anlamak için aristokrasi ile monarşi arasındaki ilişkilere ve güç dengelerine bakmak gerekiyor. Her şeyden önce Wood’a göre İngiltere’de devletin merkezileşmesi diğer feodal devletlerden çok önce 11. yüzyılda Norman İstilası ile başlıyor.
Siyasi ve askeri gücü elinden alınan aristokrasi tarımda üretim güçlerini geliştirmek durumunda kalıyor ve kapitalizmin itici gücü artı-değerin yaratılması görüldüğü gibi ucuza alıp pahalıya satmayla kâr elde edilen ticari faaliyetten değil, tarımsal üretimin geliştirilmesinden doğuyor. Ancak bu süreçten aristokrasinin ya da monarşinin zararlı çıkmadığı açık. Aristokrasi toprak mülkiyeti anlamında sürüyor, ancak Zagarin’in ifade ettiği gibi soya değil paraya dayalı bir biçimde (Zagarin’den aktaran Moore, 2012: 48).
Barrington Moore (2012: 32) feodal güçler karşısında merkezi devletin güçlenmesinin 15. yüzyılda Güller Savaşı olarak bilinen
Aslında bu aristokrasinin kapitalist bir sınıfa dönüşmesi sürecidir. Bu süreçte kâr dürtüsüyle hareket etmeye başlayanın yalnızca
28
aristokrasi değil, orta ve orta üst kırsal sınıflar olan gentry’ler ve yeomen de sürece ayak uydurarak rasyonel üreticiler haline geliyorlar. Ayrıca kentli burjuva sınıfı ile kurulan ticari ilişkiler ile birlikte burjuvazi de sürece dahil oluyor (Moore, 2012: 61). Yani İngiltere’de kapitalistleşme süreci kimi zaman egemen sınıflar arasındaki güç savaşlarına sahne olsa da esas olarak aristokrasinin ve monarşinin uzlaştığı, ekonomik ve siyasi gücün ayrıştığı, tarımsal artı-değerin önce iç sonra dış ticaretle birleştiği bir “uzlaşma” sürecini ifade ediyor. Ancak bu uzlaşmaya elbette ki alt sınıfların, küçük üreticinin güçsüz kılındığı bir süreç eşlik ediyor. Bu sürecin siyasi yansımalarını görmek için önce Fransa’da kapitalizmin gelişiminin yukarıda çizdiğimiz tablodan ne gibi farklılıklar gösterdiğine bakmak gerekiyor.
Fransa'da Parsellenmiş İktidar ve Üçüncü Sınıfın (Tiers Etat) Etkileri Fransa’da monarşi İngiltere’den farklı olarak hiçbir zaman aristokrasi ile monarşinin merkezi devletin gücü konusunda uzlaştığı bir aşamaya geçemedi. Fransız monarşisi rakip feodal ailelerin
mücadeleleri sonucu kuruldu ve sürekli olarak bu mücadelelere tanıklık etti. 1789’a kadar Fransa’da İngiltere’deki gibi siyasi, askeri ve yargı gücünde merkezileşme sağlanamadı (Wood, 2012: 173). Yani Fransa’da çok geç tarihlere kadar (devrimden sonra dahi bir süre) köylü emeğine ekonomi dışı yöntemlerle ve vergilerle el konulmasına devam edilirken, kendi askeri ve yargı gücüne sahip feodal aileler arasındaki meşruiyet kavgaları da devam etti (Wood, 2007: 45). Burada söylediğimiz şey Fransa’ya dair oluşan genel kanıyla çelişir görünmekte. Genelde devrim öncesi Fransa’sı söz konusu olduğunda güçlü merkezi yapısından söz edilir. Bu yaygın kanıda monarşinin güçlü görüntüsünün yanında Fransız siyasi literatüründe merkeziyetçiliğe yapılan aşırı vurgunun da etkisi vardır. Ancak yine Ellen Meiksins Wood’a dönecek olursak bu aşırı vurguların güçlü merkezi yapının varlığından değil yokluğundan kaynaklandığını görürüz. Wood’a göre Fransız düşünürlerde (özellikle 16. yüzyılda mutlakiyetçi egemenliği teorize eden Jean Bodin’de) merkeziyetçiliğe yapılan aşırı vurgu buna duyulan ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. İngiltere’de yukarıda gördüğümüz gibi merkezileşme sürecine tarımsal üretimin verimlileştirilmesi eşlik ederken Fransa’da merkezileşme denemelerine patronaj dağıtımı eşlik etti (Wood, 2012: 173). Dolayısıyla merkezileşme sürecinde aristokrasiye devlet görevleri dağıtıldı, vergiler bağlandı; diğer yandan feodal güçlerin kendi toprakları üzerindeki siyasi ve yargı egemenlikleri de devam etti. Yani Fransa’da her ne kadar merkezi devlet güçlü görünse de parsellenmiş iktidar yapısı devam etti. Devletten elde ettiği görevlere yaslanan ve ekonomi dışı araçlarla köylünün gelirine el koyan Fransız aristokrasisi İngiltere’de görüldüğü gibi bir ekonomik rasyonalizasyon sürecine girişmedi (Wood, 2002: 104). Bu nedenle de, kapitalist ilişkilerin gelişmesini desteklemediği gibi devrim sürecinde monarşi ile birlikte hareket etti. Fransa’da sınıf mücadelelerinin siyasi alanı etkiler durumda kalması Fransa’da gelişen siyasi süreç üzerinde önemli etkiler bıraktı. Bununla birlikte göz önünde bulundurulması gereken diğer bir etken de Tiers Etat’nın bileşimidir. Yukarıda sözünü ettiğimiz gibi Fransa’da aristokrasinin eski rejimin (ancien règime’) sürmesinde çıkarları vardı. Dolayısıyla burjuvazi devrim sürecinde aristokrasi ile İngiltere’de olduğu gibi bir uzlaşmanın hayallerini kuramazdı. Asalaklaşan aristokrasinin ve merkezi devletin tam anlamıyla yıkılması zorunluluğu Kral, Genel Meclisi (Etats Généraux) toplantıya çağırdığında açık bir biçimde ortaya çıktı. Ruhban ve aristokrasi ile anlaşamayan Tiers Etat kendini “Milli Meclis” olarak ilan etti (Tanilli, 1989: 82). Kapitalist ekonominin önünde engel olan aristokrasiye karşı burjuvazinin Tiers Etat’nın içerisinde bulunan kentli yoksullar ve köylülükle işbirliği yapmak dışında bir şansı bulunmuyordu. Fransa’da egemen sınıfların şansızlığı olan bu durum alt sınıfların şansıydı. 18 Brumaire’de Marx’ın belirttiği gibi bu işbirliği sayesinde Fransız Devrimi sürekli olarak yükselen bir çizgi izledi (Marx, 2007: 40). Burjuvazinin devrimi ilerletmek için alt sınıflarla işbirliği yapmak zorunda kalması Fransa’da İngiltere’dekinden çok farklı ve çok daha radikal bir siyasi kültür oluşmasını sağladı. Tanilli’nin (1989: 72) belirttiği gibi “Fransızlar’daki sosyal sınıfların ayrımı ve köylüler, burjuvazi ve halktan oluşan Tiers Etat’nın aristokrasi ve ruhban karşısında tek bir katman olarak çıkması hem burjuvaziyi yoksullarla işbirliğine itiyor hem de proleterlerin öncülerini tarih sahnesine çıkarıyordu.”
29
Kapitalistleşme sürecinin farklı yansımaları “Ne yasal eşitlik, ne de evrensel oy hakkı, kapitalizmin kuruluşundaki ilkelerini ihlal etmez. Eğer kapitalizm, tanımı genişlemiş bir yurttaş kitlesine tolerans gösterecekse, o zaman yurttaşlığın değerini de azaltmalıydı ve bu değerin yeniden geri verilmesine dayanamazdı.” (Wood, 2007: 230). Yukarıda yaptığımız alıntı burjuva devrimleri sürecinde ortaya çıkan yeni yurttaşlık tanımlarını ve kapsamını iyi özetliyor. Ancak örneğin İngiltere gibi bir ülkede bu durum çok daha fazla “kitabına uygunken” Fransa’da bu pasif yurttaşlığın kapsamını zorlayan türlü denemeler yapılmıştır. İngiltere’de halkın egemenliği gibi teoriler öne atıldığında dahi söz konusu edilen genelde parlamentoya aktarılan egemenlikti. Kraliçe Elizabeth’in Fransa sefiri Sir Thomas Smith’e göre egemenlik parlamentodadır, ayrıca mülk sahibi olmayan alt katmanlar parlamentoya seçmen ya da parlamenter olarak dahil değildir, ancak mülk sahipleri onların da ortak çıkarlarını temsil ettiklerinden orada oldukları varsayılır (Wood, 2012: 243). Fransa’da
ise devrim sürecinde işler mecliste yolunda gitmediği için radikal milletvekilleri halkı sokağa dökmekten çekinmemiş, bu da egemenlik hakkını parlamentoya devreden pasif yurttaşlık yerine aktif yurttaşlık bilincini geliştirmiştir, bu nedenle de devrim halkı bir nitelik kazanmıştır (Tanilli, 1989: 81). İngiltere’de benzer denemeler erken dönemlerde gündeme gelmiş ancak sokağa çıkan halkın egemen sınıflarda yarattığı korku sonucunda gelişimden yana parlamenterler dahi kralcı kampa geçmiştir (Wood, 2012: 240). İngiltere’de parlamentonun uzun süren bir geçmişi ve bu geçmişe yaslanan bir gücü vardır. Fransa’da Genel Meclis uzun yıllar toplantıya çağırılmazken İngiltere’de parlamento aktifti ve aristokrasi ile monarşi arasındaki uzun süreli ortaklığın garantisiydi (kral parlamentoda sloganıyla somutlaşan durum). Ancak parlamentoya verilen bu önemin ve gücün diğer yanı İngiliz devrimi sırasında ortaya çıkan Eşitlikçiler gibi radikal kanatların marjinalleştirilmesi ve sahnenin dışına itilmesi olmuştur (Wood, 2012: 32). İngiliz İç Savaşı’nda parlamento ile monarşinin çatışmasının görüldüğü göz ardı edilemez, ancak burada ortaya çıkan çatışma parsellenmiş iktidarlar arasındaki çatışma değil, merkezi devletin gücünü kabul eden iki taraf arasındaki güç dengesi savaşımı biçimindeydi (Wood, 2012: 176). Ayrıca kapitalizme geçiş sürecine aristokrasinin uyum sağlamış olması kapitalizme geçisin önünde engel olarak görülen güçlerin tasfiyesi için alt katmanların sürece katılmasını gerektirmemiştir. Moore (2012: 44), İngiliz devriminde alt sınıfların yalnızca pis işleri halletmek için sahneye çağrıldığını söyler. Burada söylenen İngiltere’de radikal siyasi ve fikri akımların ortaya çıkmadığı anlamına gelmiyor. Söylenmeye çalışılan şu: İngiltere’nin kapitalistleşme süreci egemen sınıfların uzlaşması ve radikallerin tasfiyesi ile gelişirken Fransa’da tersine egemen sınıflar arasındaki çatışmalar ve alt sınıfların sürece aktif katılımı ile mümkün olmuştur. Bu uzlaşma sonucunda İngiltere’de egemen güçler arasında cumhuriyetçilik fikri ve monarşi karşıtlığı güçlü bir biçimde gelişmedi. Tersine cumhuriyetçi olan azınlık için bile cumhuriyetçilik monarşi karşıtlığı anlamından çok sivil toplumculuk ve parlamentarizm anlamına geliyordu (Wood, 2012: 257). Bunun yanında İç Savaş sürecinde orduda görülen Eşitlikçiler, İngiliz Devrimi’nin en radikal kanatlarından birini temsil etmekle birlikte örneğin yaygın kanının aksine özel mülkiyete karşı değildi. Onların radikalliği halkın egemenliği fikrini parlamentonun egemenliğinden ayırmaları ve genel oy hakkını savunmaları, dini hoşgörüden yana olmalarıydı (Wood, 2012: 260). Ancak Eşitlikçiler dahi İç Savaş’tan sonra Cromwell tarafından tasfiye edildiler. Fransa’da ise bundan farklı bir yol izlendi. Yalnızca aristokrasinin eski rejim (ancien règime) ile uyuşmasından değil, aynı zamanda cumhuriyete karşı çıkışından doğan gerçek bir uyuşmazlık vardı: Bu aşırı karşı çıkış sonucunda bir yandan cumhuriyetçiliğin radikal bir savunusu diğer yandan radikal karşı çıkışlar vardı (Wood, 2012: 34). Ayrıca Fransa’da Aydınlanma düşünürlerinin devrimin ve kitlelerin radikalleşmesindeki katkıları da göz ardı edilmemeli. Fransız Devrimi’nde büyük burjuvazinin fikir babası sayılan Ansiklopedistler dahi bilgi üretimini halkı kapsayacak biçimde yürütmek durumunda kalmış, yeni tür bir “kamusal entelektüel” tipi ortaya çıkmıştır. Fransız Aydınlanmacıları için Jonathan İsrael’in (aktaran Wood, 2012: 321) ayrımından yola çıkarak ifade edersek geçmişle her türlü uzlaşmayı reddeden, dinsel inançların her biçimini küçümseyen ve
30
cumhuriyetçi fikirleri benimseyen radikal aydınlanmacılar denebilir. Fransız Aydınlanmacıları Kant’ın Aydınlanma’yı “kendi aklını kullanma iradesi” olarak tanımlaması ile paralel biçimde tanımladılar ve siyasi mücadeleye tercüme ettiler (Russ, 2012: 15). Bunun karşısında İngiltere’de egemen olan Locke ve Newton’un aydınlanması daha uzlaşmacıdır ve geçmişle bağları muhafaza etmek ister.
Sonuç Burada bir yazının kapsamına sığması zor bir konuyu ele aldığımızın ve kapsamlı bir analizin uzağında olduğumuzun farkındayız. Ancak bu iki ülkenin tarihsel gelişimine bakarak ulaştığımız sonuçların bazı kanılara varmak için yeterli olduğunu düşünüyoruz. Kapitalizm ve demokrasi, kapitalizm ve laiklik, kapitalizm ve cumhuriyet arasında doğrudan ilişkiler kuran ve demokrasinin, laikliğin ve cumhuriyetin ortaya çıktığı uzun süreci basitçe burjuvazinin icraatlarına indirgeyen bir bakış açısına karşılık bu değerlerin sınıf mücadelesi ile iç içe geçmişliğine yeniden yeniden vurgu yapmak gerekiyor. Kapitalizm ile modernizm ya da Aydınlanma arasında ilişkisellik olduğu inkar edilemez. Ancak bu ilişkiselliğin bu kadar doğrudan tanımlanmasının ve farklı pratiklerin göz ardı edilmesiyle yaratılan “ultra-sol” söylemlerin sol mücadeleye yararından çok zararı vardır. Bu nedenle Türkiye’de laikliğin yakıcı gündemlerin başına oturduğu bu süreçte Aydınlanmanın, cumhuriyet mirasının ve devrimlerin kazanımlarının nasıl elde edildiğini hatırlamakta fayda var. İngiltere örneği nasıl ki modernizasyonun ve demokrasinin biçimsel boyutlarıyla da kapitalizmin yaşayacağını gösterirken Fransa cumhuriyetin ve laikliğin “bize” ait olduğunu tekrar hatırlamamızı sağlıyor.
Kaynakça Çulhaoğlu, Metin (2011), “Kapitalizm ve Demokrasi: İlişki ve İlişkisizlikler Üzerine Bir Deneme”, Praksis 10, Ankara, ss. 93-103 Hobsbawm, E. J. (1994), “The Industrial Revolution”, The Age of Revolution 1789-1848, London: Abacus Marx, Karl (2007), Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Ankara: Sol Yayınları Moore, Barrington Jr. (2012), Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri, Ankara: İmge Kitapevi Russ, Jacqueline (2012), “18. Yüzyıl Fransız Felsefesi”, Aklın Zaferi içinde, İstanbul: İletişim Yayınları, ss. 11-21 Soboul, Albert (1977), A Short History of The French Revolution 1789-1799, Berkeley: University of California Press Tanilli, Server (1989), Dünyayı Değiştiren On Yıl, İstanbul: Say Yayınları Wood, Ellen Meiksins (2012), Özgürlük ve Mülkiyet: Rönesans’tan Aydınlanma’ya Batı Siyasi Düşüncesinin Toplumsal Tarihi Wood, Ellen Meiksins (2003), Kapitalizm Demokrasiye Karşı: Tarihsel Maddeciliğin Yeniden Yorumlanması, İstanbul: İletişim Yayınları Wood, Ellen Meiksins (2007), Kapitalizmin Arkaik Kültürü: Eski Rejimler ve Modern Devletler Üstüne Tarihsel Bir Deneme, İstanbul: Yordam Kitap Wood, Ellen Meiksins (2002), “Commerce or Capitalism?”, “The Agrarian Origin of Capitalism”, The Origin of Capitalism, London: Verso Publication, pp. 73-125
31
Emperyalizm ve kutsal politikalar gölgesinde
ORTADOĞU’DA LAİKLİK Her ne kadar 19. ve 20. yüzyılda modern ve seküler hareketlerin önemli siyasi aktörler olduğu bir bölge olsa da Ortadoğu, günümüzde radikal İslam’ın yükseldiği ve coğrafyasında kaosun hâkim olduğu gerçeği, Ortadoğu’nun hepten gericiliğe mahkum olduğu yanılsamasına neden oluyor. Bu nedenle, 19. ve 20. yüzyılda Osmanlı, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin Ortadoğu modernleşmesine etkilerinden başlayarak I. Dünya Savaşı ve sonrasında Ortadoğu’da modern siyasal hareketlerin temel noktaları üzerinde durmak daha sonraki hareketleri anlamak açısından gereklidir. Bununla beraber II. Dünya Savaşı’na giden süreç ve sonrasında Ortadoğu’da oluşan Nasırcılık ve Baasçılık gibi güçlü ideolojiler ile birlikte yüz elli yıllık Ortadoğu modernleşme tarihi, önemli bir yer tutuyor konumuzda. Dursun Doğan Hacettepe Üniversitesi
Y
üz elli yıldan daha uzun bir süreyi kapsayacak şekilde Ortadoğu; siyasal krizlerin, işgallerin ve savaşların coğrafyası olmuştur. Ortadoğu modernleşmesini etkileyen faktörlerin hemen hemen hepsinin kökeninde bu yüz eli yıllık parçalı süreç bulunur. Her ne kadar 19. ve 20. yüzyılda modern ve seküler hareketlerin önemli siyasi aktörler olduğu bir bölge olsa da Ortadoğu, günümüzde radikal İslam’ın yükseldiği ve coğrafyasında kaosun hâkim olduğu gerçeği, Ortadoğu’nun hepten gericiliğe mahkûm olduğu yanılsamasına neden oluyor. Bu nedenle, 19. ve 20. yüzyılda Osmanlı, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin Ortadoğu modernleşmesine etkilerinden başlayarak I. Dünya Savaşı ve sonrasında Ortadoğu’da modern siyasal hareketlerin temel noktaları üzerinde durmak daha sonraki hareketleri anlamak açısından gereklidir. Bununla beraber II. Dünya Savaşı’na giden süreç ve sonrasında Ortadoğu’da oluşan Nasırcılık ve Baasçılık gibi güçlü ideolojiler ile birlikte yüz elli yıllık Ortadoğu modernleşme tarihi, önemli bir yer tutuyor konumuzda.
Osmanlı modernleşmesi, işgaller, reformlar ve Ortadoğu 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında Avrupa ülkeleri ile Osmanlı’nın çekişme alanı haline gelen Ortadoğu’ya, bu dönemde dünyada yaşanan değişimler İngiltere-Fransa-Osmanlı üzerinden yansır. Bu sebeple bu dönemi bu üç ülke üzerinden de okumak doğru olacaktır. Ortadoğu siyasal hareketlerinin iki noktada Osmanlı modernleşmesi ile ilişkisi bulunduğunu söyleyebiliriz. Birinci nokta; Osmanlı modernleşme hamlelerinin doğrudan coğrafyaya yansıması, ikinci nokta ise 20. yüzyıl Arap milliyetçiliğinin oluşumunda Osmanlı’nın etkisi şeklindedir.
32
Tanzimat dönemi ile birlikte Osmanlı merkezinde başlayan reform hareketlerinin, Ortadoğu’ya etkisi 1908 Devrimi kadar etkili olmadı. Bu noktayı göz önünde tutarak 1908 Devrimi’ne odaklanmak gerekir. 1908 tarihinde “Suriye’de Hristiyanlar ve Müslümanlar, hatta papazlar ve mollalar kutlamalarda birbirlerine yarenlik etmişlerdi. Yazıcılar yeni bir özgürlük, eşitlik ve dostluk çağını selamlıyorlardı.”(1) Bu durum sadece bir coşkuyu değil, beraberinde örgütlenme düşüncesini de getirdi. 2 Eylül 1908’de düzenlenen Arap halkı toplantısında İha el-Arabi el-Osmani (Arap - Osmanlı Kardeşliği) örgütü, İttihatçı ilkelere bağlı olarak kurulur ve bu örgütlenme Suriye, Lübnan ve Ürdün coğrafyasında karşılık bulur. Bu örgüt her ne kadar Arap kökenli kişiler tarafından kurulmuş olsa da Araplara özgü bir yan taşımaktan ziyade İttihatçıların Osmanlı merkezinde yaptığı dönüşümleri doğrusal bir hamleyle Arap coğrafyasına taşımayı hedefliyordu. Bu bağlamda Arap-Osmanlı kardeşlik cemiyeti İmparatorlukla birlikten yanaydı ve ayrılıkçı bir yan taşımıyordu. İttihatçılığın Balkan Savaşları’ndan sonra yaşadığı dönüşüm ve derneğin kapatılmasıyla birlikte Arap halklarında ayrı bir ulus olma düşüncesi yerleşmeye başlar, bunun sonucu olarak, bu tarihten itibaren kurulan derneklerin merkezine ulusçuluk düşüncesi yerleşir. Avrupa merkezli kurulan ve 1908 yılında örgütlenmelerden farklı bir yan taşıyan Edebiyatçılar Kulübü ve bu kulüp içinden doğan Genç Araplar Derneği
ulusal bağımsızlık mücadelesi verilmesi ve bunun için bütün Arap halkının ve örgütlerinin birleştirilmesini savunuyorlardı. İttihat etkisinden kopan ve kendi ideolojik zeminlerini oluşturmaya başlayan bu hareketler kuruluşları ve talepleri ile seküler, ulusçu bir yan taşıdılar. 20. yüzyıla kadar Ortadoğu’da önemli bir rol oynamayan Arap milliyetçiliği(2), bu dönemle birlikte önemli bir siyasal hat olmaya başladı. Bu örgütlenmelerin dışında, Osmanlı ile eşit düzlemde Osmanlı-Arap İmparatorluğunu savunan El Ahd (Akit)(3) gibi monarşi yanlısı gruplar da bulunmaktaydı; fakat Arap coğrafyasında özel bir etki alanları oluşamadı. Osmanlı sınırları içinde kalan ülkelerde bunlar yaşanırken, İngiltere ve Fransa nüfuzunun arttığı ülkelerde de modernleşme çabaları bulunmaktaydı. Osmanlı hâkimiyeti altından çıkan ülkelerde, reform hareketleri ve siyasal oluşumların ortaya çıkması hemen hemen Osmanlı modernleşme çabaları ile aynı zamana denk gelir. Mısır ve Tunus, önce bölge hanedanlıkları altında özerk yönetimler, sonrasında ise Avrupa emperyalizmi tarafından işgalleri sebebiyle özgül bir durumu barındırır. İşgallerden önce de bu coğrafyada tıpkı Osmanlı’da II. Mahmut döneminde olduğu gibi yöneticiler eliyle kimi reform çabaları oldu. Bu reform çabalarının temelinde yatan şey, devlet yapılanmasındaki bozuklukları değiştirmekti. Ancak reform hareketlerinin hız kazanması işgallerden sonraki
33
döneme denk gelmektedir. Bonapart’ın Mısır’ı işgali bu dönemden sonraki siyasal ve toplumsal reformları da etkileyecektir. Said Paşa’nın Mısır’da köleliği yasaklaması, toprak reformuna giderek mevcut toprak örgütlenmesini bozması(4) (Osmanlı tipi büyük tımar topraklarından, küçük ve özel mülkiyete dayalı toprak yönetimine geçilmesi) ve devlet yönetiminde Avrupa tipi alt meclisleri oluşturmasının kökleri de buraya dayanır. 19. yüzyıl sonlarına gelindiğinde Mısır, Tunus ve Cezayir gibi ülkelerde modern okullar açılmış, devlet kurumları ve orduda “modernleşme” gibi hamleler yapılmıştı. Ordunun Ortadoğu coğrafyasında devletin temel yapı taşlarından biri olarak kabul edilmesi sebebiyle, devletin örgütlenmesinin bozulması ordunun başarısızlığı ile anlamlandırılmış ve ordunun modernleşmesi birinci sıraya yazılmıştır. Daha sonra görüleceği üzere, Ortadoğu’da modern siyasal hareketlerin hemen hemen hepsi, ordu subayları tarafından kurulur. Bu hamlelerin hepsi İngiliz ve Fransız yönetimlerine bağlı yöneticilerin eliyle gerçekleşti. Bütün bunlarla birlikte bu ülkelerin özgüllüğü sadece buradan kaynaklanmayıp, Ortadoğu coğrafyasında her ulusal hareketin oluşumu kendi hâkimleri ile verdikleri mücadele ile bağlantılıydı. Bu anlamda Mısır ulusçuluğu oluştuğunda, Britanya işgalini sınırlandırmak ya da bu işgale son vermeye dönük bir girişim olarak yükseldi ve Arap, Müslüman veya Osmanlı içeriğinden çok Mısırlı bir içeriğe sahip oldu.(5) Cezayir ve Tunus örneklerini de buradan değerlendirmek gerekir. Ortadoğu’nun bu kısmında bunlar yaşanırken İran’da 1921 Hareketi ve Şah Rıza ile birlikte reformlar gerçekleşiyor, modern okullar açılarak, kadınların yüzlerini kapatması yasaklanıyor, din adamlarının yetkileri daraltılıyordu. Ancak İran’daki durum monarşinin el değiştirmesi ile ilgiliydi. Ortadoğu’ya bütün bu anlatılanlar çerçevesinde baktığımızda, modern ve ulusal hareketlerin kökeninde bağımsızlık ve anti-emperyalizmin önemli bir yer tuttuğunu söyleyebiliriz. Suriye ve Irak reform derneklerinde olduğu gibi kimi oluşumlar Arap bağımsızlığını emperyalistler ve Osmanlı arasındaki çelişkilerde emperyalizm tarafında kalmak ile arasalar da genel yaklaşım, bağımsızlık için emperyalist merkezlerin karşısında durmak şeklinde oldu. Milliyetçiliğin gelişim noktalarını buraya oturturken Ortadoğu’da laikliğin kökenlerini milliyetçiliğin gelişiminde aramak gerekir. Tek başına, İslam üzerinden bağlanma noktası taşıyan İslamcılık yerine, ulus ve etnik köken vurgusunun gelmesi (6) laikleşmenin adımlarını oluşturdu. Bu dönem ortaya çıkan milliyetçilik düşüncesinin sahibi genellikle Avrupa’da eğitim görmüş kişiler olmuş ve milliyetçi düşüncenin kitleselliğini modern okullardan yetişen kişiler oluşturmuştur. Ortadoğu’da laik düşüncenin milliyetçilikte aranmasının bir diğer nedeni ise hâkim sınıfın İslamcılık üzerinden eski devlet yapısını savunmasıyla ilgilidir. Hanedan ve kabile üyeleri iktidarlarını dinsel meşruluk üzerine kurarlar ve toplumsal bağı İslamcılık üzerinden yaratırlar. Bu anlamda milliyetçiliğin, ulusal bilincin yaratılmaya başlanması ve İslam öncesi kökenlere yönelmesiyle laik bir yan taşıdığı söylenebilir. Mısır’da Hızb İlmani (Laik Parti), İngiliz egemenliğine ve monarşiye karşı mücadele etmek amacıyla kurulan ve politik programına laikliği yerleştiren ilk hareket oldu. 28 Şubat 1922’de Mısır’ın şartlı bağımsızlığı(7) sonucunda Hür Subaylar hareketine kadar bu ülkede mücadele tam bağımsızlık ve laik anayasacı mücadele hattına taşınır. Sadece Mısır’da değil, I. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere ve Fransa’nın manda yönetimi haline gelen Suriye, Irak, Filistin, Ürdün gibi ülkelerde de mücadele bu hatta oturmaya başlar.
34
I. Dünya Savaşı’nın bitimi ve Ortadoğu’nun yeniden şekillenmeye başladığı dönemde ortaya çıkan siyasal hareketler, ortak bir özelliği taşımaktaydı. Bu dönem “ulusçuluğu genelde sekülerist idi, farklı okul ve inançlardan gelen kişileri kucaklayabilecek bir bağa, devlet ve toplumun çıkarlarını temel alan bir siyasete inanıyordu ve anayasacıydı. Ulusun idaresinin seçilmiş meclislere karşı sorumlu olan seçilmiş hükümetlerle ifade edilmesini savunuyordu.”(8) II. Dünya Savaşı’na kadar olan süreçte Ortadoğu’ya damga vuran siyasal atmosferin ana mücadele başlığını burası oluşturdu.
Ortadoğu'da bağımsızlık hareketleri ve ilerici güçler Arap ulusçuluğunun ve modernleşmesinin ortaya çıktığı 19. ve 20. yüzyılın ilk haline göre olgunlaştığı ve yeni bir evreye girdiği dönem olarak, Ortadoğu’da siyasal sınırların değiştiği, I. Dünya Savaşından II. Dünya Savaşına giden süreçte ve savaşın ardından ortaya çıkan yeni siyasal gelişmelerde aramak gerekir. Bu yeni evrenin sebepleri; 1) Ortadoğu’da Osmanlı etkisinin, I.Dünya Savaşı ile birlikte ortadan tamamen kalkması 2) Dünya konjonktürüne Sovyetler Birliği faktörünün eklenmesi 3) Fransız ve İngiliz emperyalizminin gücünün kırılmaya başlaması 4) İsrail Devleti’ni kuracak faktörlerin ortaya çıkması şeklinde sıralanabilir. Suriye, Lübnan ve Irak gibi Osmanlıya bağlı bölgelerin manda yönetimlerine girmesiyle birlikte Osmanlı, İngiltere-Fransa çekişmesine göre konum alan milliyetçi hareketler de doğrudan anti-emperyalist bir tutum içerisine girmeye başlarlar ve II. Dünya Savaşı’na giden süreçte eskisinden kopan yeni siyasal aktörler ortaya çıkar. Bununla birlikte Mısır, Tunus ve Cezayir gibi ülkelerin mücadele hattı, tam bağımsızlık zeminine oturmaya başlayarak farklı ideolojik akımlardan etkilenen siyasal hareketler güç kazanmaya başlar. Bir diğer faktör olarak ise Sovyetlerin yeni bir siyasal aktör olarak Ortadoğu’da söz söylemeye başlaması ve buraya yönelik siyaset geliştirmesini saymamız gerekir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da ortaya çıkan siyasal kriz ve Amerika’nın güçlü bir emperyalist devlet olarak bölgede devreye girmesiyle, Ortadoğu’ya hâkim olan İngiliz ve Fransız Devletlerinin güç kaybederek fiziki anlamda bölgeden çekilmesiyle ortaya çıkan siyasal boşluklar da önemli bir hale gelir. Bütün bu faktörler Arap ulusçuluğunun güç kazanmasına sebep olurken İsrail Devleti’nin 1948’de kurulmasıyla birlikte Arap birliği fikrinin güçlenmesi sonucunu doğurmuş ve bir dönem sonra ortaya çıkacak Nasır ve Baas hareketlerinin ideolojik kökenlerini oluşturmuştu.
Ortadoğu'da yeni bir dönem: Nasır ve Baas Hareketleri II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Ortadoğu’da yaşanan krizlere seçenek sunacak olan temelde iki hareket ortaya çıktı. Bugünkü Ortadoğu’yu şekillendirecek olan hareketler ise bunlar oldu. Bu sebepledir ki, Nasırcılık ve Baasçılık olarak bilinen bu hareketler Ortadoğu modernleşmesinde özel olarak incelenmek zorundadır. 1922’de şartlı bağımsızlık kazanmasıyla monarşi ile yönetilmeye başlanan Mısır’da, Hür Subaylar yönetimi ele alana kadar bu süreç devam eder. 1952 yılında yönetimin askerler tarafından ele geçirilmesiyle birlikte Mısır’da ve hatta Ortadoğu’da bir dönem kapanmaya başlar. Buraya bir parantez açıp daha sonra Suriye ve Irak örneğinde de göreceğimiz gibi ordu subaylarının Ortadoğu modernleşmesinde önemli bir rol oynadıklarını(9) not etmek gerekiyor. Yönetimin ele geçirilmesiyle birlikte 1953 yılında Cumhuriyet ilan edilir; fakat Mısır’ın siyasal hattının oluşumu Cemal Abdül Nasır Hüseyin’in iktidarı tamamen ele almasıyla başlar. Sonraları adı ile anılacak siyasal hattı tanımlayacak
üç tane temel başlık bulunur. Bunlar; Pan-Arapçılık, aktif tarafsızlık ve Arap sosyalizmidir. Nasırcılıkta bu üç düşüncenin oluşmasının nedeni İngiltere ve monarşiye verilen mücadeledir. İngiltere’ye karşı uzun yıllar verilen mücadele, Nasır siyasetini başka bir siyasi hat olan Sovyetler Birliği’ne yaşlaştırarak sosyalizmle bağ kurmasına sebep olur. Bu bağ kurulurken bağımsızlık hattının yükseltilmesi noktası ise aktif tarafsızlık ve Pan-Arapçılık düşüncesi ile olacaktır. Mısır Cumhuriyeti’nin kurulmasının ardından yönetimin temel mücadele başlıkları arasında İngiltere’nin ülke üzerindeki hâkimiyetini kırmak yer aldı. Bu mücadele başlığında Nasır, Sovyetler ve İngiltere arasındaki çekişmeleri kullanarak Arap coğrafyasında önemli bir figür haline geldi. Bağımsızlık için verilen mücadelenin yanı sıra Arap ülkelerinin I.Dünya Savaşı’nda çizilen yapay sınırları sona erdirerek birleşik bir Arap Devleti kurma noktası, Nasır hareketinin, bir diğer
siyasi aracı oldu. Nasır’ın aktif tarafsızlık ilkesi ise, coğrafyanın kaderinin bölgenin halkları tarafından çizilmesi gerektiği savunarak, gerek Amerikan-İngiliz emperyalizmi gerekse Sovyetlerle eşit düzlemde bir ilişki kurmayı hedeflemekteydi. Buna ek olarak, iki kutuplu dünyada Arap ülkelerinin kendi siyasi hattını oluşturmasını savunan aktif tarafsızlık ilkesi, Mısır dış siyasetinin ana belirleyeni haline gelir. Arap sosyalizmi ise temelinde Arap halkının refahını hedefleyen daha fazla ülkenin büyük gelir kaynaklarının millileştirilmesini savunan ve bölgesel özgünlükleri içerisinde barındıran bir örgütlenme olarak kendini gösterir. Arap sosyalizminin bu formda ortaya çıkmasının temel nedeni, Arap kaynaklarının çok uzun süre emperyalist şirketler tarafından sömürülmesidir. Nasır ve Baas hareketinde ortaya çıkan sosyalizm kavramının, ülke kaynaklarının şirketlerden alınarak devletleştirilmesi olarak algılanması yanlış olmaz.
35
1962 yılında büyük bir gürültüyle yayınlanan Ulusal Bildirge’de üç temel hat şu şekilde yer alır: ”… Arap bilincinin hakiki ifadesi olan bu hedefler özgürlük, sosyalizm ve birliktir… Günümüzde özgürlük, ülkenin ve yurttaşların özgür olması anlamına gelir. Sosyalizm hem bir araç hem de bir sonuç olarak adaleti sağlar. Birliğin yolu, halkı tek bir ulusun doğal düzenini yeniden kurmaya çağırmaktan geçer.”(10) Yine aynı bildirgede ulusal meclisteki sandalyelerin yarısı işçi ve köylülere ayrılır. Millileştirilen şirketlerin yönetim kuruluna işçiler yerleşir. Mısır tarihinde ilk defa bakanlık koltuğuna bir işçi ve bir kadın getirilir. (11) Ulusal bildirge ile bu gelişmeler olurken Mısır’da komünist örgütlenmelere karşı mücadele veriliyordu. Bu mücadelenin temel sebebi komünistler eliyle Sovyetlerin, Mısır iç siyasetinde etkili hale gelmesinin korkusudur. Nasır kendi iktidarını ulusal bildirgedeki hamlelerle Sovyetlere yakınlaştırırken yine kendi iktidarını korumak için Sovyet yanlısı partileri de tasfiye ediyordu. Bunların yanı sıra Mısır’da ulusal vurgu artarken İslam vurgusundan tamamen vazgeçilmemesine rağmen, ülkede İslam vurgusu ulus kimliğinden daha geride kalır ve Nasır yönetimi ile İslam arasındaki ilişki, İslam üzerine hâkimiyet kurmaktan öteye gitmez. Nasır yönetimin İslam konusundaki bu hattı, İslamcı örgütlerin emperyalistlerle işbirliği yaptığı ve bu alanın boş bırakılmaması zeminine dayanıyordu. Buraya dayanarak Nasırcılık, İslam’ı kendi hareketi içerisinde eritecek hamlelerde bulunuyordu. Mısır bir dönüşüme giderken Arap ülkelerinin temsilcisi olma noktasına doğru da ilerliyordu. Konuyu dağıtmamak adına dış politikada birkaç önemli noktaya değinmekle yetineceğim. Filistin mücadelesinde önemli bir aktör olması ve kendisini laik, demokratik ve birleşik bir Filistin mücadelecisi olarak tanımlayan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin kurulmasında en önemli siyasal temsilci Mısır oldu. Bu mücadelede Mısır, Arap topraklarının işgal edildiğini ve savunulması gerektiği fikrini güçlendiriyordu. Yine Yemen’de ortaya çıkan iç savaşa aktif
36
müdahale ederek 1962 Yemen Devrimi’nde Cumhuriyetçilerin yanında yer aldı. Ve son olarak başarısızlıkla sonuçlansa da Baas Partisi ile birlikte oluşturdukları Birleşik Arap Cumhuriyet’i deneyimi ile birlikte bölgeyi şekillendirecek bir aktör oldu. Nasır hareketi dış siyasette izlediği politikada emperyalist merkezlerle karşı karşıya gelerek bölgedeki ilerici güçleri destekledi ve bu güçleri kendisine yaklaştırdı. Nasır dış siyasetini aktif tarafsızlık ilkesi ve Arap birliği fikri oluşturdu. Nasırcılık, Arap birliği fikri ile Ortadoğu’da bütün gelişmelerde Arapların ortak konum alması gerektiğini savunur, aktif tarafsızlık ilkesi ile de bölgedeki bütün siyasa gelişmelerde söz sahibi olma hakkını kendinde görür. Nasır bölgedeki İslamcı güçlerin karşısında cumhuriyetçi güçleri destekleyerek kendi hattını güçlendirmeyi ve bölgede dış siyasetin etkisini düşürmeyi hedeflerdi. Nasır’ın iktidarında bunlar yaşanırken bölgede önemli bir diğer aktör olan Baas Partisi ve Suriye’ye de bakmak gerekir. Suriye Fransa’dan bağımsızlığını ancak 1946 senesinde kazanabildi. Bağımsızlığın kazanılmasına kadar olan süreçte Suriye’de milliyetçiler, komünist ve sosyalist partiler varken Müslüman Kardeşler gibi İslamcı oluşumlar da yer almaktaydı. Baas Partisi’nin ortaya çıkışı da bu döneme denk gelmektedir. Kuruluşundan iktidarı alana kadar olan zaman zarfında hatta iktidarı aldıktan sonraki süreçte de çeşitli dönüşümler yaşayan Baas Hareketi, 1942 yılında Mişel Eflak ve Salah Bitar öncülüğünde kuruldu. Baas’ı kuruluşunda taşıyan üç temel kavram bulunur. Bunlar; Birlik, Özgürlük ve Sosyalizmdir. Nasır’da da olduğu gibi Baas hareketinde de Arap coğrafyasının birleşik bir devlette sosyalizm temellerinde, özgür olarak birleşmesi vurgusu vardır. Mişel Eflâk’ın yazılarında sosyalizm üzerine yapılan bütün vurgularda ise adalet ve büyük sermayenin millileştirilmesi bulunur. Bu nedenledir ki, Baas’ın sosyalizm kavramının karşılığını Arap sosyalizmi oluşturur. Bernard Lewis gibi Ortadoğu tarihçileri, Baas’ın milliyetçiliğini Nazizm’e benzetseler de
Baas ideolojisi, faşizm ve Nazi Sosyalizmini şiddetle reddederek, bu iki akımın bazı ırkların diğerleri üzerindeki üstünlüğü adına sömürgeciliğe izin verdiğine inanır. Baas Partisi milliyetçiliğinde, sosyalist bir sistem eşliğinde laik ve birleşik Arap toplumu tezahürü bulunur. Kuruluşunda bu noktaları vurgulayan Baas Partisi siyasal arenada varlığını Ekrem Hurani’nin Arap Sosyalist Partisi ile 1953 senesinde buluşmasından sonra kazanır ve partinin ismi Arap Baas Sosyalist Partisi olarak değişir. Bu birleşimin yegâne sebebi ise Edip Çiçekli yönetimine olan muhalefet olmuştur. Bu süreçte 1954 yılında yapılan seçimlerde Baas Partisi 22 sandalye(12) alarak meclise girer ve Suriye siyasetinde önemli bir noktaya gelerek sonrasında Mısır ile olan Birleşik Arap Cumhuriyeti deneyiminde önemli bir aktör olur. Mısır’ın bölgede aktif güç haline gelmeye başlaması ile birlikte bölgede bazı hatlar belirginleşmeye başlıyordu. Bağdat Paktı’nın imzalanması sonucunda ise Ortadoğu’da Sovyetlere karşı İran-Irak-Türkiye hattı kurulurken Mısır ve Suriye bu pakta katılan ülkeleri İsrail ve emperyalizm yanlısı olmakla suçlayarak başka bir hattı örmeye çalışıyorlardı. Bu hat bölgede tekrar emperyalistlerin hâkimiyetinin oluşmamasını içeriyordu. Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurulmasında böyle bir etken de vardır ve Baas Partisi böylesi bir dönemeçte önemli bir yer tutar. Birleşmenin hemen ardından Irak ve Ürdün arasında (iki ülkede de monarşi hâkimdi) Arap Federasyonu’nun kurulması ise bu hattın keskinliğini gösterir. Bu tarihte coğrafyadaki ayrımlar Sovyetler ve Amerika arasındaki çekişme ve Baas-Nasır çizgisi ile monarşi arasındaki mücadelelerle belirleniyordu. Baas-Nasır çizgisi emperyalistlere karşı Sovyetlere, Irak- Ürdün ve İslamcı gruplar gibi monarşi çizgisi ise kendi iktidarlarını korumak için emperyalistlere yaklaşıyordu. Irak ’ta 1958 yılında monarşi bir darbe ile devrildi; fakat Irak, Arap Birliğine dâhil olmadı. Irak Baas hareketi bu tarihten itibaren mücadelesini Abdülkerim Kasım yönetimine karşı vermeye başladı. Bütün bu süreçler yaşanırken Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin Suriye’ye zarar verdiğini savunan bir grup ayrılıkçı, bir darbe ile birliğe son verdiler. Bu zamandan sonra Baas Partisi’nin iktidarı alması Suriye ve Irak ’da darbeyle 1963 yılında gerçekleşti. Suriye’de Baas Partisi’nin ideolojisinde sorgulamalar ve değişimler görülmeye başlanmasıyla parti içinde gelenekselciler, Marksistler ve milliyetçiler olmak üzere üç farklı kanat ortaya çıkar. Bu üç hattın ortaya çıkması ise tamamen dünya siyasetindeki değişimlerle bağlantılıydı. Sosyalist hareketlerin dünyada gücünü arttırması Baas içinde Marksistlerin ortaya çıkmasına sebep olur. Ayrıca Sovyetlerin Ortadoğu’ya fazla müdahale etmesini bir tehdit olarak görenlerse milliyetçi kanadı oluştururlar. Bugünkü Suriye, 1966 parti içi tasfiyeler ile birlikte kurucu kadroların gönderilerek partinin ilericiler ve milliyetçiler olarak ikiye ayrılmasından sonra 1970 yılında yapılan darbede milliyetçilerin kazanarak partiyi yeniden şekillendirmelerinden sonra oluşmuştur. Irak’ta ise 1963 yılında Baas’ın iktidarı almasından dokuz ay sonra Nasır yanlısı bir albay olan Abdülselam Arif iktidarı alır. Baas’ın sağ kanadını oluşturan El Bekir ve Saddam Hüseyin 1968’de bir darbe ile iktidarı alırlar ve bugünkü Irak’ın temellerini oluştururlar. Baas’ın dönüşümü ve Ortadoğu siyasetine bu tarihten sonraki etkileri başka bir yazıyı gerektirir. Nasır ve Baas hareketleri, iki kutuplu dünyada siyasal iktidarı alan hareketler oldular. Bu nokta dikkate alındığında, oluşturdukları siyasal hat ve ideolojinin Soğuk Savaş döneminin ürünü olarak doğduğu görülür. İngiltere ve Fransa işgallerinin uzun yıllardır coğrafyada etkili olması ve dünyada başka bir siyasal hattın ortaya çıkmasıyla birlikte Ortadoğu devletleri yeni çıkan siyasal harekete daha yakın
durdular. Bu sebepledir ki ilk dönem oluşan Arap ulusçuluğu fikrinde bağımsızlık, laiklik gibi düşünceler olmasına rağmen II. Dünya Savaşı sonrasındaki Arap milliyetçiliğinde, yeniden yorumlanan bir sosyalizm düşüncesi de yer almaktadır. Emperyalistlere ve bölge monarşilerine karşı verilen mücadele bu dönemde Ortadoğu’da ilerici güçlerin sosyalist bloğa yaklaşmasına sebep olurken kendi iktidarlarını koruma istekleri ise bu blok dışında üçüncü bir hat oluşturmalarını sağladı. Nasır ve Baas hareketinin özgünlüğü hem buradan hem de iktidarı uzun süre tutmalarından kaynaklanır. İktidarları ellerinde tuttukları süre boyunca farklı dönüşümlere uğrarlar. Bu dönüşümlerdeki temel faktör dış siyaset etkisidir. Başarısız birlik denemeleri bu iki hareketin de kendi sınırları içerisine dönmesine sebep olur ve bütün Arap ülkelerinin birliği noktasından kendi ülkelerinde iktidarı koruma noktasına çekilirler. 1970 yılında Nasır’ın ölümü yine aynı yıl Suriye Baas’ında milliyetçilerin kazanması ve Irak’ta Saddam Hüseyin’in iktidara gelmesi ile birlikte Ortadoğu’da başka bir dönüşüm başlayacaktır. Bu tarihten itibaren Ortadoğu’yu şekillendiren siyasal gelişmeler değişmeye başlar ve Ortadoğu’da başka bir dönem açılır. Nasır ve Baas iktidarların değişmeye başlaması, Ortadoğu’da başka bir dönemi açmaya başlar ve bu dönem özel olarak başka bir incelemeyi gerektirir.
Son söz Ortadoğu’da verilen aydınlanma mücadelesi, emperyalizm ve kutsal politikaların gölgesinde ilerledi. Modernleşme hamleleri ve yeni siyasal hareketler, bütün konumlarını emperyalizm ve dinsellik olgusu üzerine aldılar. Ortadoğu modernleşmesinin dönüşümünü üç temel bölümde ele almak gerekir; 19-20. yüzyıl tarihlerinde ilk evresine giren modernleşme hamleleri, II. Dünya savaşı sonrasında değişen dünyayla bağlantılı olarak başka bir evreye girmesi, Nasır ve Baas hareketlerinin dönüşümü ile başlayan ve Sovyetlerin çözülmesine kadar olan süreç. Bugün Ortadoğu’da yaşananlar, bu üç temel evrede oluşan devlet yapılarının değişimi olarak algılanmalıdır. Emperyalizmin müdahalesinin sınırlı kaldığı devlet oluşumlarının, değişen emperyalist sisteme entegresinin bir aracı olarak bölgede ilerici güçler tasfiye edilerek, İslamcı siyaset yükseltildi. Son olarak, bugün bölgede yaşananların kökenini, bütün bu sebeplerden dolayı Ortadoğu modernleşmesinde aramak gerekir. Notlar 1) Borisoviç Lutskiy, Arap Ülkelerinin Yakın Tarihi 16. Yüzyıldan 20.Yüzyıla, s.308 2) Arthur GoldschmıdtJr., Lawrence Davıdson, Kısa Ortadoğu Tarihi s.249 3) Arthur GoldschmıdtJr. , Lawrence Davıdson, s.279 4) Borisoviç Lutskiy, s.152 5) Albert Hourani, Arap Halkları Tarihi, s.365 6) Arthur GoldschmıdtJr. , Lawrence Davıdson s.451 7) T.D.V İslam Ansiklopedisi Cilt 29 s. 571 Hilal Görgün 8) Albert Hourani, s.401 9) Arthur GoldschmıdtJr., Lawrence Davıdson, s.328 10) Meşru El Mithak, Enformasyon Bakanlığı, Kahire Aktaran: Albert Hourani 11) Arthur GoldschmıdtJr., Lawrence Davıdson, s.423 12) Sabahattin Şen, Ortadoğu’da İdeolojik Bunalım Suriye Baas Partisi ve İdeolojisi, s.1944
37
İslam Dünyasında Reform, Engeller ve Laiklik Meseleyi daha çok akli yönleriyle anlatma gayretindeki ortalama bir insan, esasında dininin akli taraflarının tartışılmaz olduğunu ifade ederken adeta bir sığınak gibi faydalanır ilimin dinindeki öneminden. Büyük bir kısmının gündelik yaşamlarında din ile olan irtibatları her ne kadar pek kuvvetli olmasa da ilimin dindeki yeri üzerinden giden bu kategorideki insanların vardığı durak, bilimin ta kendisi de olmaktadır. Bir diğer deyişle bilim, ilimin diğer adıdır bu mantaliteye göre. Dolayısıyla önümüzde duran, birincil olarak çözümlenmeye ihtiyaç duyan mesele de İslami açıdan ilimden ne anlaşılacağı, sözlükte birbirlerine karşılık geliyor olsalar dahi bu açıdan bilim ile aynı şey olup olmadığıdır. Şafak Gündüz Namık Kemal Üniversitesi
T
eknik başarı, üretkenlik, nitelik vb. bakımlardan kendini kanıtlayan gelişkin dış dünyayı “sapkın” gibi dini kalıplarla küçümseyen radikal boyutlardaki İslami hareketlerden, çağın gerekliliklerini belli ölçülerde kavramış ve eksikleri gidermede istekli reform yanlısı İslami çevrelere kadar aralarında belirgin belli başlı farklılıklar bulunan kesimlerin buluştukları ortak bir söylem var: Gerçek ve saf İslam’a dönüş. Görüldüğü kadarıyla birbirlerini “fitneci” şeklinde niteleyebilecek düzeyde olan farklı cihetteki insanlar, gruplar ilk bakışta benzer bir söylemde, arzuda buluşabiliyor gibiler ancak görünen o ki algıladıkları, dini, tarihi kitaplarda buldukları İslam, aynı İslam değil. Anlaşılan gerçek İslami anlayış, ya İslam’ı modern dünyanın içerisine yerleştirme kaygısı olanları ya da radikalleri boşa çıkarır bir inanca tekabül ediyor. Mevcut İslam dünyasının bir özeleştiriden geçmesi gerektiği ve akıl ile dinin uzlaştığı görüşünde olanların da radikallerin de ilimin önenimden söz ediyor oluşunu ekleyelim konuya. Dinin akıl ve hoşgörü boyutunu konu edinen Müslüman ilahiyatçılar, yalan-yanlış bilgilerin hadis kaynaklı olduğu ve Kur’an merkezli yaklaşımın gerçek İslam’ı göstermede bir fayda sağlayacağını ifade ettikleri de malumdur.
38
Konumuzda “ilim” meselesi ister istemez önemli bir yerde duruyor. Din ve bilimselliğe dair konularda çok şey ifade edeceği için bu meseleyi incelemeye değer buluyoruz. Bazı konularda ilk çağrışımlar ile meselenin iç yüzünün pek de öyle uyumlu şeyler olmadığının görülür olması için birtakım kavramların etraflıca işlenmesi, açıklığa kavuşturulması gerekebiliyor. İlimin İslami açıdan ne mana taşıdığıyla ilimden umumiyetle ne anlaşıldığı meselesi, değinilmesi ve tartışılması gereken bir konu. “İlimden uzaklaştığımız için bu haldeyiz”, tarzında ve de benzer sözler, İslam dünyasında çağın gerekliliklerini yakalama veya diğer medeniyetler karşısında daha üst bir konuma yerleşme sürecini inceleyen, İslam’ın akıl dahil hemen her bakımdan üstünlüğü olduğu görüşünü paylaşan bir kimseden duyulacak genel, alışıldık sözlere bir örnektir.
Nahl Suresi 27. ayette ilim sahibi kimseler karşımıza “kafirlerin” kıyamet günü maruz kalacağı kötülük ve aşağılanışı müjdeleyen kimseler olarak çıkar. Sebe Suresinin 6. ayetinde Kur’an’ın gerçek olduğunu ve onun “mutlak güç sahibi ve övgüye layık Allah’ın” yoluna ilettiğini kavramış kimseler olarak tanımlandıkları görülür. Bir evvelki ayette ise bu gerçekliği inkar edenlerin çok kötü bir biçimde cezalandırılacaklarından bahsedilir. Ra’d Suresi 37. ayette görüldüğü üzere Kur’an’ın kendisi bahşedilmiş bir ilimdir zaten İslam inancında. Bir başka ayette ilimde derinleşmiş olanların dinin getirdiği kitaba “iman edenler” olarak anlatıldığı görülür. (Nisa Suresi 162. ayet) Yine İslam’a göre, ilim sahipleri Allah’tan başka ilah olmadığına tanıklık eden kimselerdir. Son olarak İsra Suresi 107. ayette ise kendilerine ilim verilen insanların secde edenlerden oldukları bir örnekle anlatılır.
Meseleyi daha çok akli yönleriyle anlatma gayretindeki ortalama bir insan, esasında dininin akli taraflarının tartışılmaz olduğunu ifade ederken adeta bir sığınak gibi faydalanır ilimin dinindeki öneminden. Büyük bir kısmının gündelik yaşamlarında din ile olan irtibatları her ne kadar pek kuvvetli olmasa da ilimin dindeki yeri üzerinden giden bu kategorideki insanların vardığı durak, bilimin ta kendisi de olmaktadır. Bir diğer deyişle bilim, ilimin diğer adıdır bu mantaliteye göre. Dolayısıyla önümüzde duran, birincil olarak çözümlenmeye ihtiyaç duyan mesele de İslami açıdan ilimden ne anlaşılacağı, sözlükte birbirlerine karşılık geliyor olsalar dahi bu açıdan bilim ile aynı şey olup olmadığıdır. Sorunun yanıtı için Kur’an merkezli argümanlardan hareket etmek yarar sağlayacaktır anlama ve içeriğe dair. Bilindiği gibi özellikle son zamanlarda rasyonelliğin dinde bolca yer ettiğinden söz eden kimseler, rivayete boğulmak yerine Kur’an’a yönelmenin zaruri olduğundan oldukça söz etmekteler. O halde yönelelim.
Meseleye ilişkin yukarıdaki ayetler göz önüne alındığında İslami açıdan ilimin yaşamı, evreni kavrama yolunda akli bir merak ve uğraş, toplumu çeşitli buluşlar sayesinde geliştirme, bilgi havuzuna katkıda bulunma, sistemli bilgi birikimiyle hayatı yaşanılır, anlaşılır kılan bir bilimsel süreç vb. ilk çağrışımları esasen barındırmadığı ve bunun aksine keskin bir telakki ve teslimiyeti içeren, sıkı kaideleri olan ve hakikatlerini kabullenmeyenler karşısında açık tavrı bulunan bir inancın hudutlarını kendine göre belirlediği bir alan olduğu görülmektedir. “İlim”, “akıl” konusunun yanı sıra “hoşgörü” üzerinden süren, örneklerin tasavvufi isimlere bağlandığı ve gerçeği ne derece yansıttığı merak konusu olan birtakım görüşler var. Bazen çoğu insanın derinliğini idrak edemeyeceği bir boyut bazense hoşgörü ve aşkınlığın en saf halini içerdiği iddiasıyla bahsi edilir tasavvufun. Konu hiç yabana atılır türden değildir. Zira en muteber kaynaklara başvurulur da, topluma hoşgörü timsali diye sunulan
39
mutasavvıfların bilinenden farklı ve asıl yüzü ortaya konursa “gerçek İslam” örneklemesinde ezberin bir parçasını oluşturan kalıp yıkalmaya yüz tutar hale gelecektir. İlhan Arsel, Yalçın Küçük gibi pek az yazar, düşünür çeşitli nedenlerle bu konuya dikkat çekmiştir herhalde. Hem Arsel’in hem de Küçük’ün tasavvuf, akıl, hoşgörü ile din konularındaki fikriyatından da biraz söz edelim.
Tanrı işidir; Tanrıya da zâlim denmez. Nitekim Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ da öldürüyordu, kan döküyordu, yağma ediyordu; bütün bunlarla beraber zâlim onlardı, kendisiyse mazlumdu. Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ, bozguna uğrasa da mazlumdu, bozsa da mazlumdu; çünkü her iki halde de hak, onun elindeydi.”
Tasavvufi metinlerde netlik bulanamadığını kaydeden Yalçın Küçük, tasavvufun, aklı ve aklın sağlayacağı imkanları tanınmamak olduğu gerçeğini hatırlatmaktan geri durmaz. Ancak tasavvufun, varsıllığına rağmen doymak bilmez, kayıtsız, sömüren ve hesap vermeyen düzenin iktidar sahiplerine halktan gelecek adalet ve eşitlik arayışının, başkaldırının karşısında kanaatkarlık aşılayan, gerçeği bulandıran bir suni koruyucu gibi yerleşmiş olması da bir o kadar ilgilendirir Küçük’ü. Bu bakımdan, tasavvufi tarikatlar ile siyasal İslamcıların toplumda oynadığı rol arasında bir ilişki, benzerlik de söz konusudur ayrıca.
Örnekleri özellikle Mesnevi üzerinden giderek çoğaltmak da bir o kadar yararlı olabilirdi ancak yukarıdaki parçadan sonra daha fazla ayrıntıya girmenin doğrusu bir gereği kalmadığı görüşündeyim.
Küçük, Yunus Emre’nin, Türk aydınındaki sosyalizan eğilimleri kazımak için ön plana çıkarıldığından, zamanla Yunus’un sosyalizm zannedildiğinden söz eder. “Yunus Emre, Türk aydınına atılmış kurşunlardır.”, “Yunus başkaldırısız bağlanmanın ozanıdır”, der Yalçın Küçük. Düşünürün ifade ettiği gibi Türk aydını zamanla bu kurşunların kendisine sıkılmış olduğunun bilincini yitirecektir. Yunus’un son derece edilgen olmasına dikkat çeken Küçük, edilgenin başının eninde sonunda çamurda olacağını vurgular ve akıl konusunda da şunları kaydeder: “Biz, kendi halk gerçekliğimizden başlayarak, dik, hep yükselen, akl’ı kullanan ve aklı sürekli aşan bir yol bulmak zorundayız. Bu, yeni aydın hareketimizdir.” Küçük dini olanla akılcı olanın insan yaşamının iki ayrı alanı olduğunu, dinin kalıplarıyla rasyonalist aklın yasalarının uzlaşamayacağını ve de bu iki alanı uzlaştırmak gibi beyhude bir işe gereksinim duyulamayacağını kaydederek önemli bir gerçeği vurgulamakta ve hatırlatmaktadır. Akılcı olan ile dinin kalıplarından hangisinin etki alanı genişlerse, diğerinin daralması pahasına gerçekleşeceği ve aklın alanını büyütmek üzere verilen ısrarlı mücadelede çeşitli deneyimlerden pay çıkarmanın gerekliliği, gelişigüzel, akılsızca hesaplaşmamanın ve entelektüel bir tavır almanın fayda sağlayacağı görüşündedir. İlhan Arsel’e gelecek olursak, Mevlana’ya dair okumalar yapan ve bunun üzerine onun hoşgörülü, insancıl yönleri hakkında tekrarlanan, yaygın anlatımlara başvuran insanlardan çok daha farklı cümleler buluruz Arsel’de. Mevlana’nın insanlar arasında dini temel alarak yaptığı ayrımlardan, hümanist olarak tanıtılmasındaki hatadan ve çelişkilerinden bahseder argümanlarıyla. (Arsel her ne kadar Mevlana’nın düştüğü çelişkilerden bahsederken “gel, ne olursan, yine gel” sözünün Mevlana’nın sözü olduğunu tekrarlamış olsa da aslında söz, Ebû Said-i Ebu’l-Hayr’a ait olsa gerektir.) Mevlana’nın sohbetlerinden meydana gelmiş bir eser olan Fîhi Mâ-Fîh de Arsel’in Mevlana’yı tanımasına vesile olmuş eserlerdendir. Eserden bir alıntı yapmak isterim ki, bazı açılardan oldukça anlaşılır kılabilir Mevlana’yı: “Hani mayası temiz bir gönül ehli, birisini dövse, başını, burnunu, ağzını kırıp dağıtsa herkes, bu adam mazlum der; fakat gerçekte hiç de zulüm görmemiştir o. Zâlim, gereken işi yapmayan adamdır. O dayak yiyen, başı yarılandır zulmeden; şu dövense işkilsiz mazlumdur; çünkü özü temizdir, Tanrıda yok olmuştur; yaptığı
40
İslam dünyasında tecrit Tarihte Müslüman toplumların gerek dinsel telkinler gerekse devlet uygulamalarının sonucu olarak tecrit edilmiş durumda olmalarının, başka medeniyetlerce sağlanan gelişmeleri takip ve etkileşiminlerini önemli bir ölçüde sınırlamış olduğu tartışılmaz bir gerçektir. İlerleme, gelişmeye dönük durumu bir tarafa koyacak olursak tecrit ve ötekileştirmenin, adil, dostane sosyal ilişkiler ve idarenin devlet sınırları içerisindeki tesisinde de aynı düzeyde olumsuz katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı tarihinde Gayrimüslimler ve Müslümanlar arasında çizilen net sınırları göstermesi bakımından IV. Murad döneminden bir yasağı 85 numaralı Mühimme defterinden aktaralım: “Kendilerine yasaklandığı halde ata binen, samur kürk ve kalpak ile gösterişli elbiseler giyen ve Müslümanlarla karşılaştıklarında kaldırımdan aşağı inmeyerek, tavırlarıyla Müslümanlardan daha gösterişli durmaya çalışan İstanbul’daki kefere ve Yahudilerin bu tarz giyim ve davranışlardan menedilmeleri; bu vazifenin Bağdat Seferi’ne katılanlardan Mustafa tarafından yürütüleceği.” Müslümanlar ile Gayrimüslimler arasındaki evlilik, dostluk gibi sosyal ilişkilerin tesisi geçmişte olduğu gibi günümüzde de oldukça sıkıntılı bir konu olarak saymamız mümkün. Kadının statüsü ise bir başka tecrit problemidir. İran İslam Devriminin ruhani lideri Humeyni şöyle der: “Müslüman bir kadının kâfir bir erkeğe nikâhlanması caiz değildir. Bunun gibi Müslüman bir erkek de, Ehl-i Kitaptan olmayan başka kâfir bir kadını daimî bir akitle nikâhlayamaz. Farz ihtiyat gereği Ehlikitap’tan olan bir kadınla da daimî evliliğin yapılması câiz değildir. Ancak, Hıristiyan ve Yahudi gibi Ehlikitap kadınları ile mut’a yapmanın sakıncası yoktur.” Müslüman-Gayrimüslim, kadın-erkek ayrımının keskin bir biçimde yapılmasının yanı sıra kimlerin daha ziyade İslam’ı doğru biçimiyle yaşıyor olduğu da bir tartışma ve dışlanma konusunu meydana getiriyor. Yalnız Müslüman olmayanlar ile değil, Müslümanların kendi aralarındaki mücadelelerde hem bir sınırı hem de bir özü koruma yarışını görmek mümkün. Haricilerin en güçlü kolunu oluşturan Ezarika, kendilerine muhalif olanları müşrik olarak sayıp, kadın ve çocukları dahil olmak üzere tümünün öldürülmesi gerektiği görüşündeyken doğru yolda gittiklerinden muhtemelen bir kuşkuları yoktu. Harici anlayışa en sık eleştiri getiren Şii dünyası aynı keskinliği göstermiyor olsa da tutulan yolda bir mertebe ve esas özün temsiline ilişkin övünç anlayışı Şii dünyada belirgin biçimde görüldüğü söylenebilir. Müslüman Kardeşler örgütünün kurucusu Hasan el-Benna ise, İslami olmayan bütün mahkeme ve hükümlerden, İslam’la çatışan kulüp, gazete, okul ve kuruluşlardan tamamen ilişkininin kesil-
mesini talep etmişti. Benna ayrıca 1930’larda hazırladığı ıslahat programını Mısır Kralı’na gönderir. İstekleri arasında kadın ve erkek karışık toplantılar düzenlenmemesi, şans oyunları, gece kulüpleri ve sinemaların yasaklanması, gazetelerde kadınların resimlerinin basılmasına son verilmesi, namaz kılınması, evlerde yabanca dil yerine Arapça konuşulması, çocuklara Avrupalı öğretmenler tutulmaması ve yabancı okullarına gönderilmemesi bulunmaktadır. Hasan el-Benna eğitim konusunda İslami eğitim uygulanması, kızlı-erkekli eğitime son verilmesi, kız ve erkeklerin eğitim müfredatları ayrı ayrı belirlenmesi, materyalist bulduğu bazı derslerin düzenlenmesine dair isteklerini sıralamaktaydı. Türk basınında, Müslüman Kardeşler’in lideri ile ilk röportajı 1987’de kendisinin yaptığını belirten gazeteci Murat Bardakçı, örgütün o zamanki genel mürşidi yani lideri olan Muhammed Hamid Ebu’n-Nasr’ın kendisine söylediklerinden şöyle bahseder: “Lâik Türkiye, Arap dünyasının gözünde “İslâm’dan uzaklaşmış bir Türkiye” demekti. Atatürk’ün reformları ile yüzümüzü Batı’ya çevirmiş, yani bulunduğumuz bölgeden kopmuş, üstüne üstlük bir de lâikleşince, “mürted” olmuş yani dinden çıkmıştık. Müslüman Kardeşler Örgütü’nün o zamanki lideri, Kahire’de yaptığım mülâkatta bana açıkça “Hepiniz mürtedsiniz” demekten çekinmemişti.” Ancak her şeye rağmen Nasr 80’lerdeki gidişattan umutsuz değildi. “Türkiye yakında İslâmî yola girecek” diyen Nasr, “köklü bir İslâmî geleneğe sahip olan Türkiye, şimdi Müslümanlığın ilkelerine geri dönüyor” diye de ekliyordu.
Muhammed Abduh
Eğitimde modernleşme Özellikle 19. yüzyılda kimi Müslüman din bilginlerinin de dahil olduğu reform yanlıları, İslam dünyasının geri kalmışlığını çözümlemeye çalışırken, eğitim alanında bir dizi değişikliğe ihtiyaç duyulduğuna kanaat getirmişlerdi. Tıpkı İslami ilimler konusundaki ünüyle bilinen el-Ezher’deki öğreniminde fen, matematik, coğrafya gibi derslerin okutulmamasından kaynaklı tatminsizlik yaşayan Muhammed Abduh gibi (ö. 1905). Abduh modern bilimlerin gerekliliği, eğitimde reform, din ve akıl ilişkisi üzerinde duruyordu. Gazzali’nin Aristo metafiziğini eleştiri konusu yapıp, Farabi ve İbn-i Sina’yı tekfir ettiği (Müslüman saymaması) gibi İslam dininin inanç esaslarında en güçlü dayanağı “akıl” olarak kabul eden Abduh da birçok kesimce dışlanmış vaziyettedir. İslam dünyasında ulema sadece sıradan halkı değil, reformist uygulamalara yönelen din bilginlerini de baskı altında tutma veya itibarsızlaştırma konusunda imtina etmeyen bir sınıftı neticede. Bir dükkanın bodrumunda açtığı okulvari yerde ilk defa Latin harfleriyle Arnavutça alfabeyi öğretmeye başlayan din alimi Said Najdeni, ulema tarafından alınan bir karar sonrası camiye girmesi yasaklanmış, açtığı bu okul kapatılmış ve nihayetinde yaşadığı yer olan Debre’den uzaklaştırılmıştı. Elbette Najdeni gibi olan daha başka örnekler yok değil. Dini otoritenin gazabı bölgenin yalnızca dini azınlıklarını, önde gelen seküler liderleri değil, reformist alimleri de tehdit edici bir haldeydi görüldüğü üzere. Eğitimin modernleştirilmesi bağnaz kesimle mücadeleyi de zorunlu kılıyordu. 19. yüzyılda Rus hakimiyeti altındaki Müslümanların kendi içlerindeki durumu da pek rahat sayılmazdı. Tutucu çevreler ile reformistlerin karşı karşıya geldiği bir ortamda Ceditçiler olarak bilinen yenilikçilerin aldıkları kararlar beraberinde çeşitli suçlamalar da getiriyordu.
1870’lerde Rusya’daki Müslüman mektep ve medreselerde Rusça okutulması mecburi olmasıyla beraber bu dilin öğretilmemesi maksadıyla çeşitli fetvalar çıkar. Ancak din ve eğitimde reformdan yana olan din alimi Şehabettin Mercani gibi Rusçanın öğretilmesine karşı durmayan, diğer din alimlerinin aksine Rus dilini öğrenmenin lazım, zaruri olduğu görüşünde olan kimseler de bulunuyordu. Medreselerdeki eğitim tarzını eleştiren, çeşitli alanlarda terakki ve yenilikten yana olan Mercani’nin de dahil olduğu Ceditçiler bir tarafta gelenekçi ve tutucu Kadimciler ise diğer taraftaydı. Kadimciler medreselere sıra konulması tarzı değişiklikleri, fen bilimlerinin okutulması gibi yeniliklere karşı çıkan, bu tip yenilikleri sapma, aykırılık şeklinde algılayan mutaassıp kimselerden meydana geliyordu. Cedit hareketinin sözü edilmişken, bu yenilikçi anlayışa kaynak olan Abdünnasır Kursavi’nin de bağnaz çevrelerden gelen saldırılara muhatap olduğunu eklemek gerekir. Şaşırtıcı değil. Çeşitli kaynaklarda yer aldığı üzere Kursavi hakkında verilen fetvalardan biri, minareden atılmak suretiyle öldürülmesi şeklindeydi. 19. yüzyıl başlarında İran’dan Avrupa’ya gönderilen ilk öğrencileri, ilk modern okulların açılması izledi. Bu okullar ilk başlarda misyonerlerce açılmış, daha sonra devlet kendi okullarını açar hale gelmişti. Aynı dönemlerde Batılı eserler çevrilmekte, gazeteler ortaya çıkmakta, Batı’daki gelişmelerin takibi amacıyla aydınlar devlet tarafından destek görmekteydi. Zamanla eğitimdeki modernleşme ulemanın fazlaca dikkatini çekip, tepkiyle karşılanır olmuştu beklenen bir biçimde. Ancak yönetim baskısı ve dini kişiliklerden gelen tepkiler kimi yerlerde modern gelişmeleri önleyememişti. Bazı kaynaklara göre, 1910’lara gelindiğinde yalnızca Tahran’da kızlar için 47 okul bulunmakta ve bu okullarda 2000’den fazla öğrenci okumaktaydı.
41
Laisistlerin başarısı Müslüman dünyanın belki de en ilgi çekici eğitim serüven ve başarısına Türkler nail olmuştur. Osmanlı Devleti’nde 1858’de kız rüşdiyeleri açılmasını 1870’te Darülmuallimatın açılmasıyla “kız mektepleri için kadın öğretmen” yetiştirilmesi izler. II. Meşrutiyet döneminde (1914’te) kadınlar için edebiyat ve fen bölümlerinden oluşan İnas Darülfünunu (Kadın Üniversitesi) açılır. (Karma eğitimin, yıl olarak tam başlangıcına dair çelişkili bilgiler bulunmakla birlikte 1920’lerde gerçekleştiği anlaşılmaktadır.) Eğitimdeki modernleşmeye ilişkin Bernard Lewis “Modern Türkiye’nin Doğuşu” adlı eserinde şöyle der: “Bir Türk üniversitesinin kurulması ise en etkileyici olandı. Bu proje ilk defa 1845’te resmen gündeme gelmiş, pek çok zorlukla karşılaşmış ve birçok kez güya açılışı yapılmıştı. Ancak çok uzun hazırlıklar daha sonra İstanbul Üniversitesi olan Darülfünun kapılarını açtı. Bu, İslam dünyasında gerçek anlamda ilk modern üniversiteydi.”
42
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla beraber zamanla laik devletin eğitim anlayışı uhrevi unsurlardan arınmayı program edinecekti. Eğitim tarihinin en ilgi çekici döneminin 1930’ların başında gerçekleşen yeni tarihçilik açılımıyla başladığı söylenebilir. H.G. Wells’in sosyalizm, emperyalizm ve Darwinizm gibi konulara geniş yer ayırdığı bir eserinin Mustafa Kemal tarafından okunması ardından derhal Türkçeye çevrilmesinin talep edilmesiyle başlayan yeni bir süreçti bu. Bu talep, kısa bir sürede yerine getirilmiş, eser 1928’e gelindiğinde 5 cilt olarak hazır olmuştu. Tarihçi Zafer Toprak tüm bu gelişmeleri “bundan böyle Darwin’in evrim kuramı tüm 30’lu yıllar boyunca ders kitaplarında yer alacak, din ve Tanrı konusu tartışmaya açılacaktı”, şeklinde özetler. 1930’lı yılların ders kitaplarının temelini Türk Tetkik Cemiyeti tarafından yazdırılan 4 ciltlik tarih kitapları oluşturmaktaydı. Ders kitaplarında okutulmak üzere H. G. Wells’ten esinlenerek hazırlanan içerikte önemli bir yer tutan “hayat zinciri”, Tarih I’de
anlatılırken insanlığın ortaya çıkışının din kitaplarındaki öykülere dayandırılma hatasından söz edilip, yaşama dair bilginin kalıntılar üzerinden gidildiğinde netleştiği anlatılıyor ve böylelikle eğitim iyiden iyiye bilimsel bir içerik kazanıyordu. Örneğin, Tarih 1’de atın evrimine yer vererek bugünkü at neslinin uzun bir evrim sonucu ortaya çıktığından söz edilmekteydi. Ayrıca Tarih I, insan ve din ilişkisinden de söz etmekteydi. İnsanların cemaat halinde yaşamaya başlamasından sonra diğer toplumsal müesseseler gibi din müessesini de vücuda getirdiklerinden söz etmekteydi. Zafer Toprak bu yepyeni dönemin sonu hakkında şöyle demektedir: “30’lu yıllarda ilk, orta lise tarih kitapları Darwinist ve evrimci kuram ışığında insanın jeneolojisi üzere bilgilerle başlıyordu. Bu anlayış Gazi’nin önderliğinde oluşturulan Türk Tarih Tezi sayesinde gerçekleştirildi. Gazi’nin ölümü ertesi Darwinizm rafa kaldırıldı. 40’lı yıllara geçildiğinde Darwinist evrime yönelik bilgiler tarih kitaplarından elendi. Atatürk’ün ölümüyle birlikte “hayat zinciri” kuramı da tarih kitaplarında silindi. Artık insan biyolojik bağlamda “statik” olarak algılanmaya başlandı. Bundan böyle evrim biyolojik olmaktan çıkıyor, kültürel ve toplumsal alna hasrediyor; insan bedeni dışında maddi yaşamla bağlantılandırılıyordu.” Türkiye’ye yakın Müslüman coğrafyada olduğu gibi eskiden kopuş, ilerlemeyi hedefine koyan yenilikçi anlayış daima tam karşısında mürteciliği, safsatayı, mantık yoksunluğunu bulur kaçınılmaz olarak. Eşref Edip’in Kara Kitap’ını ilk kez okuduğumda bu hakikati bir kez daha fark eder olmuştum. Şöyle diyordu Edip: “O Köy Enstitüleri ki, orada kız ve erkek çocuklar bir arada bulunduruluyor, her türlü rezaletler oluyor, sık sık idarecilere içkili, danslı ziyafetler veriliyor, mumlar söndürülüyor, diploma yerine, kucaklarında bir piçle evlerine dönenler oluyordu.” Ancak bu zihniyete rağmen Cumhuriyet’in kurucuları eğitim ve diğer alanlardaki değişimden yana ısrarcı mücadeleleri ile uhreviliği dünyeviliğe çevirerek Türkiye’nin, yakınında bulunduğu ortalama bir Ortadoğu ülkesinden farklı yerde durmasında önemli bir paya sahip oldular, günün mürtecileri ve tanımadığı Osmanlı’nın hayalini kuranlara rağmen... Kaynakça Miyase İlknur, “İmam Mehdi’den Humeyni’ye”, Cumhuriyet Kitapları Zafer Toprak, “Darwinizm’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji”, Doğan Kitap Yalçın Küçük, “El Kitabı 1”, Akış Yayınları Yalçın Küçük, “Bakış”, Akış Yayınları Bernard Lewis, “Modern Türkiye’nin Doğuşu”, Arkadaş Yayınları Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi İhsan Eliaçık, “Adalet Devleti”, İnşa Yayınları Humeyni, “Tam İlmihal”, Kevser Yayınları Muhammed Abduh, “Tevhid Risalesi”, Fecr Yayınları http://m.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/521961-one-minute-ve-cemal-pasa http://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/870012-musluman-kardeslerin-liderinin-bundan-26-sene-onceki-ongorusu
Eğitim tarihinin en ilgi çekici döneminin 1930’ların başında gerçekleşen yeni tarihçilik açılımıyla başladığı söylenebilir. H.G. Wells’in sosyalizm, emperyalizm ve Darwinizm gibi konulara geniş yer ayırdığı bir eserinin Mustafa Kemal tarafından okunması ardından derhal Türkçeye çevrilmesinin talep edilmesiyle başlayan yeni bir süreçti bu. Bu talep, kısa bir sürede yerine getirilmiş, eser 1928’e gelindiğinde 5 cilt olarak hazır olmuştu. Tarihçi Zafer Toprak tüm bu gelişmeleri “bundan böyle Darwin’in evrim kuramı tüm 30’lu yıllar boyunca ders kitaplarında yer alacak, din ve Tanrı konusu tartışmaya açılacaktı”, şeklinde özetler. 1930’lı yılların ders kitaplarının temelini Türk Tetkik Cemiyeti tarafından yazdırılan 4 ciltlik tarih kitapları oluşturmaktaydı. 43
Müzikte değişime doğru Batı’da müziğin, evrimini kiliseye borçlu olduğuna dair görüşe kuşkuyla yaklaşmak gerekir. Ne kadar kilisenin, dinsel kaygılarla tören müziğini düzenleme amacı güderek bireysel yaratıcılığa ortam sağlamış olduğunu bilsek de, aynı kaygılar dinsel inanç kavramıyla bağdaştırılması imkânlı olmayan anlatım özgürlüğünü engellemiş ve müzikte dehaların ortaya çıkması, müziğin yönünün değişmesi uzun yüzyıllar sürmüştür. Hayal Deniz Özel Alman Lisesi
T
oplumsal çalkantıların sanatı da dönüştürdüğü, bu bağlamdan Aydınlanma düşüncesinin sanat pratiklerine yansımaları olduğu sık sık söylenir. Bu genel kabulün hayata geçiş biçimini anlayabilmek ideolojiler alanı ve sanat pratikleri arasındaki ilişkiyi sağlıklı kavrayabilmemiz için şart. Bu sebeple bu yazıda sanat pratiklerinin en önemlilerinden biri olan klasik müziğin aydınlanma düşüncesi ile nasıl ilişkilendiğini ve evrildiğini inceleyecek, bu “kavrama” çabasına katkı koymaya çalışacağız. Bunu yaparken de tarihte geriye giderek müzikte aydınlanmaya doğru uzanan yolu gözden geçireceğiz. Batı’da müziğin, evrimini kiliseye borçlu olduğuna dair görüşe kuşkuyla yaklaşmak gerekir. Ne kadar kilisenin, dinsel kaygılarla tören müziğini düzenleme amacı güderek bireysel yaratıcılığa ortam sağlamış olduğunu bilsek de, aynı kaygılar dinsel inanç kavramıyla bağdaştırılması imkânlı olmayan anlatım özgürlüğünü engellemiş ve müzikte dehaların ortaya çıkması, müziğin yönünün değişmesi uzun yüzyıllar sürmüştür. Bu durumda diyebiliriz ki, Hıristiyanlığın ilk on yüzyılının “karanlık çağlar” olarak anılması müzik için de geçerlidir. Ortaçağ boyunca kilise dışı müziklere iblisin silahı gözüyle bakılması üzerine yıllar sonra İngiliz besteci Samuel Wesley “Neden oluyor da en iyi ezgiler şeytandan çıkıyor, anlamıyorum” demişti. Ve yine de “şeytan” kilise müziğinin içine girdi. Dahası müzik, kilisenin sunduğu şablonlardan çıkıp kendi özgür anlatımını oluşturabilecek hale geldi. 11. yüzyılda yaşamış Milanolu keşiş Guido d’Arrezo insanların milattan öncesinden beri dillendirdiği, çalgılarıyla ortaya çıkardıkları seslere Do, Re adlarını vermesiyle başlıyor serüvenimiz. Bu adları bir ilahinin her bir satırının ilk hecesinden alıyor: UT quent laxis, REsonare fibris, MIra gestorum, FAmuli tuorum, SOL ve poluti, LAbii reatum, Sonchte Iohannes. Bu gelişme, seslerin notalara dönüşmesi ve isimlendirilmesi açısından önemli bir adım.
44
Bu süreçte 4. yüzyılda Constantine, Hıristiyanlığı Roma’nın resmi dini olarak tanır ve imparatorluğun merkezi İstanbul olur. Bizans’ın dinsel törenleri İstanbul’da –ve kilise egemenliğinin öbür önemli yerleri olan Roma, İskenderiye ve Kudüs’te- gelişir. Burada “gelişti” demek yerine İlhan Mimaroğlu’nun da önerdiği şekliyle “kalıplandı” demek daha doğru olur. Nitekim dinsel tören müziğinin biçimlenmesi yolundaki çabaların bilimsel bir tutumdan çok, sofuluğun dar görüşü içinde geliştiğini, kalıplandığını görürüz. Bir başka dar görüşlü yaklaşım da, halk müziğinin kiliseye sızmasına karşı girişilen savaş –ne kadar ilahilerin temelini eski Ortadoğu uygarlıklarının, Yunan ve Roma’nın halk havaları oluşturuyor olsa da- ve çalgıların dinsel törenlerde kullanılmasının uzun bir süre engellenmesine yönelik olan tutumdur diyebiliriz. Çünkü hem halk müziği hem de çalgılar, puta tapıcılığın simgesi olarak görülüyordu ve kadın seslerinin asla katılmadığı bir koro ile dinsel törenler gerçekleştiriliyordu. Çalgılar uzun süre kiliseye giremediyse de, halk havaları tapınaklardan içeri sızdı. Avrupa’da Hıristiyan müziğine düzen getirmeyi amaçlayan ilk kilise büyüğü olarak kabul edilen Milano Başpiskoposu Ambrosius’un bestelediği tören melodilerindeki halk müziği etkisi, bu sızmaların önemli bir örneğidir. Daha sonra, görülüyor ki kilisenin yasakları sökmemiş ve çalgılar “organum” başta olmak üzere –İncil’deki bir geçitten, bu kelimenin “çalgı” anlamına gelen bir kelimeden türediği anlaşılıyor- kilisenin kapısından girmeye başlamış ve yedinci yüzyılda da dinsel törenlerde koronun sesini desteklemek amacıyla kullanılmaya başlanmıştır.
Onuncu yüzyıldan bu yana müzik artık, kilise duvarları içinde gelişen fakat aynı zamanda evrimini dinsel kaygıların değil, dinle ilintisiz kişisel davranışların yönelttiği bir sanat dalı olur. Avrupa’da 10. Yüzyıldan 13. Yüzyıla kadar süren dönemde, çoksesliliğe giden yolda ilk adımlar atılır ve zaman öğesinin kesinleşmesi yolundaki çalışmalar yapılır. Örneğin, 12. Yüzyıla kadar ritim olarak kilise sadece “ikili zaman” ölçüsünü kullanır. Daha sonra bestelerde “üçlü zaman” yaygınlaştığında, önceleri üçlü zamanı din dışı sayıp tanımak istemeyen kilise, daha sonra bu yaygınlığı, “kutsal üçleme” kulpu takarak benimsemek zorunda kalır. Görülüyor ki kilise, müzikteki yeni yaklaşımlara artık karşı çıkamaz olur, karşı çıkamadığı için de teorize etmeye ve bu şekilde kendi düşüncelerini devam ettirtmeye başvurur. Bu sürede on iki ve on üçüncü yüzyıllardan daha da önce başlayan devlet-kilise egemenlik savaşı, kilise müziği ile din dışı müzik arasındaki çatışmaya da yansır ve bu dönemde kilise üyelerinin arasında bile din dışı müziğe yönelenler olduğunu görüyoruz. Kilise dışı müziği canlandıran bir diğer etken, haçlı seferleriydi diyebiliriz. Çünkü önceleri, bir ödevmiş gibi, kilise duvarları arasında müziğini söylemekle yetinen insanlar, Arap illerinden melodilerin ve çalgıların Avrupa’ya gelmesiyle birlikte bu müziği Avrupa’nın dört bucağında söyleyen gezgin şarkıcılar oluşur. Jester, jongleur, minstreller, oyuncu ve hokkobazların sanatları dolaştıkları kentlerde sağladıkları eğlence nedeniyle, hem köy hem kent hem de saray tarafından iyi karşılanırlar. Fakat bu minstrellere ahlaksız oldukları gerekçesiyle bir yandan kilise, bir yandan da devlet otoriteleri saldırır. Bu saldırıların halk
45
sanatı üzerine “ahlak” sansürünün konulduğu durumlarda olduğu gibi, siyasal bir amacının olduğunu söyleyebiliriz. Paul Henry Lang, bu durumu şöyle anlatır: “on dördüncü yüzyılda minstreller, artık ortaçağ başlarında olduğundan daha fazla özgürlüğe sahip oldukları halde, şarkı söyleme bahanesiyle toplumsal ya da siyasal isyanı kışkırtma yetenekleri nedeniyle yetkililerin gözünde kötü kişilerdi.” ( Music in Western Civilization, N. Y., 1941, s. 110)
Bu dönemde nota basımında ve teoride birçok gelişme kat edilir; notalarda birim sürenin, dinlenmiş bir insanın nabız atışları değerinde olduğunu belirten kuramcı Franchino Gaffuri (14511522) ile birlikte tarihte ilk kez müzikte birim sürenin uzunluğu saptanır. Ses müziğindeki gelişmeler, çalgı müziğinin ilerlemesine yol açar, 16. Yüzyılın sonlarına doğru virginal ve çembalo gibi klavyeli çalgılar icat edilirken yaylı çalgılar çeşitlenmeye başlar.
Rönesans müziği
Ars Nova
“Bir müzik öğrencisine ya da aydınımıza, Rönesans çağında derinlik kazanan çoksesli müziğin sağlam, aydınlık yapısını anlatmak için, Leonardo da Vinci’nin taslak çizimlerini göstermek gerektiğini düşünüyorum“ diyen Ahmet Say, skolâstik düşüncenin zincirlerini kıran Rönesans kültürünün “yalnızca gözlerine inanan” büyük temsilcisinden söz eder. Kayaların ve bulutların biçimlerine, anne karnındaki bebeğin serüvenine, kuşların uçma yetisine, havanın uzaktaki nesnelerin rengi üzerindeki etkisine, bitkilerin büyüme yasalarına eğilen Leonardo da Vinci’nin ilgi alanlarından biri de “seslerin uyumu” olmuştur.
On dördüncü yüzyılda baş gösteren Ars Nova (Yeni Sanat) akımından söz etmeden geçemeyeceğiz. Ars Nova, kilise müziğine katı bir başkaldırıyı temsil eder. Bu sanat akımının öncüsü ve sözcüsü olan Philippe de Vitry (1285-1361) Ars Nova adını taşıyan kitapçığında gelenek bağlarının koparılmasının dikkatini çeker. Yüzyıllar geçtikten sonra Schönberg de gelenek bağlarından dem yanacak ve tonalitenin müziğin kaderi olmadığını söyleyecektir. Çalgılara gösterilen ilgi gittikçe artarken, kilise müziğinde de din dışı melodilere yer verilmesinin gerekliliği salık veriliyordu. Diyebiliriz ki, Ars Nova ile birlikte bir anlatım ve duygu özgürlüğü çağı açılmıştı. Guillaume de Machaut’un (1300-1377) “Notre Dame Missa”sı seslerin yalnızca tek çizgilerin kurduğu çoksesli örgüsü bakımından değil, bu çizgilerin dikey birleşmelerinde ortaya çıkan akorlar açısından geleceğin armonik yazısının öncüsü olarak da önemlidir. Messe de Notre Dame adıyla dinlenilebilir. https://www.youtube.com/watch?v=11A4wqv8_wo
Bu dönemde, Rönesans müziğinin elbette kilise müziğiyle sınırlı kalamayacağı açıktı: 15. Yüzyılda gelişip büyüyen kentlerdeki yeni sınıf ve tabakaların yükselen seslerini temsil etmesi tek sesle mümkün olamazdı, çokseslilikle temsil edilmesi doğaldı. Özellikle kentlerdeki orta sınıfı temsil eden tüccarlar, esnaflar, denizciler ve kentli tabakalardan gelen kadın ve erkek birçok insanın benimsediği aşk şarkıları etrafta söyleniyordu. Görülüyor ki din dışı müzik iyice yaygınlaşmaya başlamıştı, insanlara yeterli olamıyordu.
Aydınlanmaya giden yoldaki 'Yamuk İnci' Portekizcede “yamuk inci” anlamına gelen barok kelimesi, Avrupa’da 17. ve 18. Yüzyıllarda sömürgecilikle beraber büyümüş olan aristokrasinin sanat anlayışını temsil ediyor. “Halk doğru söylemiş: İnci gibi değerli ama yalnızca aristokrasinin beğenilerini karşıladığı için ‘yamuk’” diyor Ahmet Say. (Müzik Nedir, Nasıl bir Sanattır? Evrensel Basım Yayın sf. 52) Barok dönemin gösteriş ve görkeme düşkün olduğunu ve abartılı bir biçimcilikle kendini ifade etme taraftarı olduğunu biliyoruz. Ancak yine bu dönemde yaşamdan tat alma isteğini yansıtan bu süslemecilikle evreni anlamaya yönelen dünya görüşü arasında önemli bir gerilim vardır. 17. yüzyıl, felsefenin ve bilmin sunduğu gerçeklerin dönemiydi. Bu dönemde gözleme ve deneye daha çok yer vermeye başlayan düşünce yöntemleri, astronomi ve fizikteki gelişmeler, aristokratların şatafatlı dünyasını şüphesiz sarsıyordu ve onları giderek bir “hiçlik duygusu”na götürüyordu. İnsanın ölümlü bir varlık, evrende küçücük bir nokta olması, sanatı da etkilemiş ve barok’u büyük bir çelişkiye götürmüştür: Soylu, istediği kadar varlıklı olsun, canının çektiği gibi bütün gösterişler içerisinde yaşamını sürdürsün, sonuçta yaşam onlar için kısacık bir zaman dilimi anlamına geliyordu ve evrende küçücük bir anlam ifade ediyorlardı.
Aydınlanma ile gelen müzik ve Beethoven Müzikte barok dönemini takip eden klasik dönem, 18. Yüzyılın felsefesi olan “Aydınlanma“ ile birlikte yoğrulmuştur. Dergimizin bu sayısında Onur Kerem Tever adlı arkadaşımızın etraflıca değineceği aydınlanma fikrini ayrıca burada da çok irdelemeden, kısa bir tanımla devam etme taraftarıyız. Immanuel Kant, “Aydınlanma Nedir?“ adlı eserinde aydınlanmanın tanımını şöyle yapar: “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düştüğü ergin olmayış
46
Son cümleden yola çıkarak söyleyebiliriz ki, halk arasında yaygınlaşan bir konser geleneği başlamış, müzik yoluyla besteci ve izleyici arasında bir paylaşma söz konusu olmuştur. Burjuvazinin önderliğindeki konser geleneğinin ortaya çıkmasıyla müzisyenin toplumsal rolü açıkça değişir, müzik eserleri farklı bir anlam ifade etmeye başlar. Daha önceleri kilise içinde “tanrıya ulaşmak“ kaygısı güden, içinde ontolojik sorunsalını barındıran ve bir soylunun sipariş ettiği müziği besteleyen müzisyenin yerini, yüzünü bile görmediği konser dinleyicisine besteler yazan bir müzisyen alır. Bu önemli bir fark, çünkü dinleyici için bestelenen eser birden fazla sefer seslendirilmek için bestelenmiştir ve dinleyiciye yönelik etkileyici bir stil geliştirilmiştir. Başka bir deyişle, aristokratlar için yazılan sipariş eserler unutulmaya yüz bırakılırdı; fakat klasik dönemde “ölümsüz“ eserler yazma olanağı ilk defa doğmuştur. Kalıcı olabilmek için, harıl harıl çalışır besteci. Yazımızın sonlarına yaklaşırken “Prens! Sizin asaletiniz doğuşunuzdaki tesadüfe bağlıdır. Oysa ben kişiliğimi kendim oluşturdum. Yeryüzünde yüzlerce prens var, daha binlercesi de gelip geçecek, ama bir tane Beethoven var!“ diyen Beethoven hakkında birkaç söz söylemek isteriz. Nitekim Beethoven hem müziğe getirdiği farklı bakış açısıyla hem de müzisyenin toplumsal bir rol sahiplenmesi bakımından döneminden sonra birçok besteciyi etkilemiştir.
durumundan kurtulup aklını kullanmaya başlamasıdır.“ Fransız Devrimi ile doruk noktasına ulaşan Aydınlanmayı, programlı olarak aklın etkinliklerine bağlanan bir çağ olarak özetleyebiliriz. Ernst Cassirer, Aydınlanma felsefesinin özgün karakterini şöyle açıklar: “Aydınlanma felsefesi kendisine salt sonradan ortaya çıkan ve oluşan bir etkinliği değil, aksine yaşamı biçimlendirme gücünü ve görevini tahsis etti.“ (Ernst Cassirer, Die Philosophie der Aufklaerung, 1932, Hamburg 1988, Önsöz) Bu görev karşısında müzik de sessiz kalamazdı. Yazının başlarında müziğin belirli geleneksel kalıplardan kopup kilise dışında kendi yolunu bulmaya çalışması Rönesans ile birlikte başladığını gördük. İşte 18. Yüzyıl bu gelişmelerin doruğu olarak nitelendirilebilir. Laik bir dünya görüşünü insanın kendisine tam bir bilinçle görev bilmesi, bu görüşü hayatın her alanında tutarlı olarak gerçekleştirmeye çalışması, müziğin yöneldiği kitlelerde önemli bir değişikliğe yol açmıştır. Aristokrasi’nin yamuk inci’si yerini burjuvazinin kültür ve sanat değerlerini belirlediği bir döneme bırakır. Kültür tarihçisi ve sosyolog Arnold Hauser, klasik dönem hakkında şunları söylüyor: “Barok dönem müziği çok ölçülü ve kontrollüydü. Bunun nedeni, duygusal içeriğin tekdüze işlenmesiydi. Klasik dönem müziği ise sürekli iniş çıkışlar, gerilim ve çözülümler, sergileme ve gelişimlerle insanı uyaran, heyecanlandıran bir öz taşır. Besteci, sesleneceği yani egemen sınıfın ilgisini çekmek amacıyla daha etkileyici yollara başvurması gerektiği için, keskin etkiler yaratacak sonuçlara yönelen dramatik ifade biçimini kullanmıştır. Dinleyicilerinin hayranlığını kaybetmeden çekinen sanatçı, bestelerini sürekli olarak yinelenen dürtü ve uyarılar dizisi olarak geliştirmiş, ifade gücü yüksek bir yoğunluktan başka bir yoğunluğa atlamıştır.“ (sf. 66, Ahmet Say)
Beethoven, üniversite yaşamında “Aydınlanma“ düşüncesinin ateşli bir taraftarı olan hocası Schneider’in görüşlerini benimser ve 19 yaşında Fransız Devrimi patlak verdiğinde, devrimin getirdiği düşünceleri ve uygulamaları soluk soluğa izleme şansı olur. Avrupa’daki kilise işlerinin devletten ayrılması ilkelerini ve diğer siyasal gelişmeleri yakından izleyen Beethoven’ın Napolyon’u anti-feodal, demokratik ve hümanist hareketin temsilcisi olarak gördüğünü “Eroica“ (Kahramanlık) adlı 3. Senfoni’sini Napolyon’a ithaf ettiğinde görebiliyoruz. Daha sonraları Napolyon diktatörlüğünü ilan ettiğinde, 3. Senfoninin ilk sayfasındaki ithaf satırlarında yer alan Napolyon’un adını hışımla karalayan Beethoven büyük hayal kırıklığına uğrar: “Artık o da insan haklarını çiğneyecek, yalnızca kendi tutkularının peşinden gidecek, kendini herkesin üstünde görecek, o da bir zorbanın teki olup çıkacak!“ Uzun süre gericiliğin ortadan kalkacağına dair beslediği umudu ve insalığa olan inancını yeniden kazanma kavgası içinde olduğunu son dönem eserlerinde yoğunlukla görülür. Beethoven’ın 9. senfoninin 1824’te ilk seslendirilişinde orkestrayı yönetirken eserin sonunda kendisini çılgınca alkışlayan dinleyicilerden haberi yoktu. İnsan sesinin kullanıldığı ilk senfoni olan 9. Senfoni sona erdiğinde, orkestra sanatçılarından biri Beethoven’ın elinden tutup onu dinleyicilere çevirdiğinde, salondaki bütün insanların ayağa kalkmış, şapkalarını sallayarak çılgınca alkışlıyor olduğunu gördüğü zaman, Beethoven başarısının onaylandığını anlamıştı: “İnsanlar eşittir, özgürdür, kardeştir!“ Kaynakça: Mimaroğlu, İlhan, Müzik Tarihi, Varlık Yayınları, 2012 Finkelstein, Sidney, Müzik Neyi Anlatır, Kaynak Yayınları, 2000 Say, Ahmet, Müzik Nedir, Nasıl Bir Sanattır?, Evrensel Basım Yayın, 2008 Cassirer, Ernst, Die Philosophie der Aufklaerung, 1932, Hamburg 1988 Lang, Paul Henry, Music in Western Civilization, N. Y. 1941,
47
100. yılında 1915’e bakmak:
EĞİK DÜZLEMDE ZEMİN ARAYIŞI MI “YENİ” BİR TARİH YAZIMI MI? Fazlalıklardan kurtulmaya, sadeleşmeye ihtiyacımız var, bu yüzden, yöntemimizi oluşturmak zorundayız; tartışmanın “devrimin” neresinde durduğunu anlayabilmek, sağlıklı bakabilmek için. Geçmişin gözüyle ya da acılarla değil; günümüzün sınıflar mücadelesini, sınıflar mücadelesinde egemen olan gücü dikkate alarak.
Fuat Öztürk Marmara Üniversitesi
24 Nisan 1915… Coğrafyamızda yaşayan halklar, özellikle Türkler, Kürtler ve Ermeniler açısından önemli bir kesitten bahsediyoruz, bu denli önemli bir başlığı “tehcir miydi yoksa soykırım mı?” sığlığında ve sıkışmışlığında tartışmayacağız elbette, bu durumu not ederek başlıyoruz. Yaşananlar, acılar, anılar çok kez anlatıldı, yazıldı ve ne yazık ki üzerinde yaşadığımız coğrafyanın hafızası bu tür hazin anılarla dolu… 1915 olaylarının 100. yıl dönümünde, yaşananları tekrar tekrar dile getirmeyeceğiz, halklar adına bunun bir faydasının olmadığı çok açık. Halkların acılarını, sermaye sınıfının çıkarları adına manipülasyon malzemesi olarak kullananlarla da timsah göz yaşları dökenlerle de Türk ve Ermeni şovenizmlerini meşrulaştırmaya çalışanlarla da hesaplaşmak zorundayız. Bu yüzden farklı bir bağlamda ele alacağız; bugünün gözüyle, güncel tartışmalarla ve elbette ki insanlığın kurtuluşunu merkeze koyarak.
Doğal olarak, ancak bütünüyle kurtuluşa ermiş bir insanlık geçmişine de bütünüyle sahip olabilir. W. Benjamin, Tarih Kavramı Üzerine
48
Hayatın her alanını yeniden üretmek diye bitirmiştik son yazımızı, kaldığımız yerden devam ediyoruz; yeniden ve yeniden üretmek zorundayız, üretmeyen arayışçılığını yitirir ve nihayet çürür. Oysa biz insanlığın kurtuluşunu, devrimi arıyoruz; üretmek zorundayız. Ciddi bir iştir; bir yandan bilim yapıyor, diğer yandan devrimle bağını kuruyoruz. Üretirken, sorumluluğumuzun ve zorunluluğumuzun farkında olacağız. Özellikle, bu iki kavramın altını kalınca çiziyoruz; Türk, Kürt ve Ermeni halklarına karşı sorumluluğumuz ve devrim yapmak gibi bir zorunluluğumuz bulunuyor. Başa dönüyorum, ciddi bir iştir; tarihi, “devrimimizin” tarihini, ancak bu ruhla yazabiliriz, bu sonuca varıyoruz.
Fazlalıklardan kurtulmaya, sadeleşmeye ihtiyacımız var, bu yüzden, yöntemimizi oluşturmak zorundayız; tartışmanın “devrimin” neresinde durduğunu anlayabilmek, sağlıklı bakabilmek için. Geçmişin gözüyle ya da acılarla değil; günümüzün sınıflar mücadelesini, sınıflar mücadelesinde egemen olan gücü dikkate alarak.
Başlarken: Yöntem notları “Tarih nedir?”, işimizi kolaylaştırmak adına uçlaştırıp karikatürize edelim; tarih, geçmiş, olmuş bitmiş ve dolayısıyla bugünü etkilemeyen olaylar bütünü müdür? Açık açık böyle söylenmese de sonuç itibariyle bu noktaya varan çıkarımları özellikle akademide görebiliyoruz. Devrimi arıyorsak, gelişimi ve değişimi göreceğiz; kopuş buradan olacak. Tarih, bugünün oluşum koşullarını içerisinde barındıran, bu haliyle, bugünü belirleyen; günümüz sınıflar mücadelesinin de egemen olan gücünün, kendi çıkarlarını gözeterek yorumladığı, bu anlamda belirlediği ve yeniden şekillendirdiği dinamik bir yapı, Carr’ın tabiriyle, bugün ile geçmiş arasında bitmez bir diyalogtur. (Carr, 2011, s. 82) İktidar mücadelesinde hayatın her alanı bu kategoriye dahildir ve biz şüpheci olmak durumundayız. Devam ediyoruz, tarih yukarıda belirttiğimiz gibi dinamik ve yeniden üretilmeye açık bir alansa, tarihçi objektif, tarafsız, geçmişin gözüyle bakan bir pozisyonda durabilir mi?
Carr’a dönüyoruz: “Tarihçi tarihin bir parçasıdır. Tarihçinin bu geçit alayı içinde kendini bulduğu nokta, onun tarihi görüş açısını belirler.” (a.g.e., s.88) Tarihin, bugünün egemen gücü tarafından yeniden üretildiğini söyledik, şüpheci olmak gerektiğini not ettik, ikinci bir notu da tarihçi için düşüyoruz; tarih, sınıflar mücadelesinin bir sonucuysa, tarihçinin de bu durumun dışında kalması mümkün değildir ve bugünün egemen gücü tarihi yeniden üretirken aynı zamanda tarihçiyi de yeniden üretir. Tarihi incelerken tarihçiyi de bu sürece dahil etmemiz gerekecek ve biz daha şüpheci yaklaşmak durumundayız. Bu denklemde akademi ile aramızdaki mesafeyi açmamız, tarihçimizi devrimcileştirmemiz, bir özne haline getirmemiz gerekiyor, yeniden üretmeye buradan devam ediyoruz: “Akademi geçmişte sterillik arar, devrimci yani bilimi kullanarak ütopyasını arayan özne ise geçmişte bugünü ve geleceği arar; yani devrimi…” (Art, 20 Mart 2015) (1) Tarihçimiz, (tarihçi sıfatını kullanıyorum, tarihçimiz, Akın’ın yazısında vurguladığı “devrimci” kimliğe içkindir, çıkış noktası buradadır) bugünün sorularına cevap ararken geçmiş ile gelecek arasındaki çizgide gezinebilecek, bu minvalde tarihsel öznelerle bağ kurabilecek; tarihi sadece okumayacak, yaptığını hissedecek: “Geçmişi tarihsel olarak kurmak” onu gerçekten olmuş olduğu gibi” tanımak değil, tehlike anında birden parlayıveren anıyı ele geçirmektir. Tarihsel maddeciliğin meselesi, tehlike anında tarihsel öznenin karşısında beklenmedik bir şekilde beliriveren
49
geçmiş imgesini alıkoymaktır. Geleneğin, hem kendi varlığı, hem de onu devralanlar tehlikededir. Her ikisi de aynı tehdit altındadır: Hakim sınıfların aleti durumuna düşmek. Geleneği, onu hükmü altına almak üzere olan konformizmin elinden çekip almak, her dönemde yeni baştan girişilmesi gereken bir çabadır.” (Benjamin, 2000, s. 42) Tarih ve tarihçilik üzerine kısa notlarımı burada noktalıyorum. Yöntemimizi, araştırırken, tartışırken oluşturmaya, bu arayışı sürekli olarak güncelleyerek ve geliştirerek sürdürmeye devam edeceğiz.
Kısa bir tarihsel arka plan değerlendirmesi Önceki yazımızda Metin Çulhaoğlu’ndan yaptığımız bir alıntıyla (2) bütünlük tarifi yapmıştık; bütünlüğün adına kapitalizm, dinamiğine sermaye birikimi/ihracı, şekillendiriciliğine ulus devlet inşası ve kilisenin (dinin) geri plana itilmesi ve etkisine de sınırsız yayılma demiştik. Osmanlı’yı bu bütünlük içerisinde konumlandırmıştık ve özel olarak anlamının yarı sömürge oluşunda yattığını belirtmiştik. Buradan devam edelim; emperyalistler, uzunca bir dönem “hasta adam” diye niteledikleri Osmanlı’yı öldürmemeye çabaladılar, nedeni henüz kendi aralarında paylaşamamalarıydı ve bu denklemde Osmanlı “bitkisel hayatta” yaşamaya devam edecekti; hegemonya savaşı beraberinde cepheleşmeyi ve ittifakları getirecek, emperyalist iç rekabet Paylaşım Savaşı’na dönüşecekti. Dünya Savaşı’nın asıl sebebi Avusturya prensinin öldürülmesi değilse eğer, adlı adınca emperyalist bir paylaşım için başladığını, paylaşılacak toprakların önemli bir kısmının da Osmanlı’nın “hakimiyetinde” bulunduğunu görmemiz gerekiyor. Özellikle Osmanlı’nın son dönemini, bu parametreleri göz ardı etmeksizin değerlendirmek zorundayız, aksi takdirde yapılan şey, anakronizme varan yolun taşlarını döşemek olacaktır.
50
İttihat Terakki’nin ise “kurtuluş” için geliştirdiği strateji ile “kuruluşa” dair formüle etmeye çalıştığı siyasal ve toplumsal program arasında açı olduğunu biliyoruz, ekleyelim; bahsedilen program, değişen konjonktürle beraber aşınmaya başlıyor, sebebini ise yukarıda çizdiğimiz bütünlüğün belirleniminde buluyoruz. Bu bütünlükten çıkarım yapacak olursak eğer, iç ve dış dinamiklerin iç içe geçtiğini ve “belirleyen” dinamiğin ise emperyalistlerin kendi aralarındaki rekabet olduğunu söyleyebiliriz. Bu tabloda İttihatçılar açısından iki nokta ön plana çıkıyor; ilki, toplumsal dengeleri sarsmamak için radikal hamleler yapmaktan kaçınıyorlar, ikincisiyse, çoğu şeyi geniş yelpazede tartışmalarına rağmen “kuruluş”a dair net bir program geliştiremiyorlar ve bu anlamda programsızdırlar. Bu iki nokta İttihat Terakki iktidarının öznel sınırlarını oluşturuyor ve Osmanlı’nın kurtuluşunu nesnellikte, yani, önce İngiliz emperyalizminin, savaşın arifesinde ise Alman emperyalizminin programlarında aramaya başlıyorlar. *** Ermeni sorununun tarihçesinde Zeytun Ayaklanmasını görüyoruz, 1780 tarihlidir, bölgede yaşayan Ermenilerin, IV. Murad döneminde verildiğini iddia ettikleri fermana göre, vergiden muaf kılındıklarını gerekçe göstererek, bölgeyi kontrolü altında tutan İşhan aşiretine vergi vermeyi reddettiklerini ve ayaklandıklarını görüyoruz, ilk kırılma noktalarındandır. Diğer bir kırılma noktası, 19.yüzyılın ortalarında Balkanlardan ve Kafkaslardan Anadolu’nun doğusuna doğru gelişen Müslüman nüfus hareketliliği ile bölgede göçebe bir şekilde yaşayan önemli sayıda Kürt nüfusunun yerleşik hayata geçmeye başlaması, toprak sorunu olarak gündeme geliyor; bu iki dinamiğin de doğudaki Ermenilerin topraklarına el koymaya başladığını görüyoruz.
Bununla birlikte, 93 Harbi’nde Osmanlı’ya karşı Çarlık Rusyası ile ittifak yapan Ermenilerin bir bölümü, savaşın ardından Çarlık ordusuyla birlikte Rusya’ya göç ediyor, geride bıraktıkları topraklarına ise yine Kürt aşiretlerinin el koyduğunu ekleyelim.
rüştüklerini, emperyalistlerin diplomatlarının Ermeniler adına siyaset ürettiğini; İttihatçıların sanıldığı aksine bütünlüklü programlarının olmadığını ve kaderlerini Alman emperyalizminin yayılmacı programıyla özdeşleştirdiğini bilmek durumundayız.
Özellikle II. Abdülhamit döneminde, 19.yy’ın sonlarında, Kürt aşiretleri ile “İslam” üzerinden geliştirilen ittifakı bozmamak için bu duruma göz yumuluyor, Ermeni sorununu baskı altına almak içinse çoğunlukla Kürtlerden oluşan Hamidiye Alayları kuruluyor, ardından gelen özellikle Ermenilere yönelik kırımlar sonucu birçoğu Rusya’nın güneyine göç ediyor ve el konulan topraklar büyük Kürt aşiretlerinin mülkiyetine bırakılıyor. Bu sürecin özellikle Kürtler ve Ermeniler arasında karşılıklı ilkel mülkiyet gasplarına ve katliamlara evrildiğini belirtelim.
Suyu ararken yolu kaybetmek: İttihatçılar, 'proto-faşizm' ve 1915
1908 Devrimi ile birlikte Abdülhamit despotizminin yenilgiye uğramasının ardından Ermeniler terk ettikleri topraklara geri dönmeye başlıyorlar ve mülklerine el koyan Kürt ağalarıyla aralarındaki çatışmalar şiddetleniyor. Toprak sorununun giderek derinleştiği ve kompleks bir durum halini aldığı sonucuna varıyoruz. Toplumsal dengeleri sarsmamak adına İttihatçılar, Ermenilerin talep ettiği toprak reformunu uygulamaktan kaçınıyorlar; Paylaşım Savaşı’nın arifesinde önce Ruslar, sonra da İngilizler aracılığıyla Ermenilerle özerk yönetim üzerinde anlaştıklarını biliyoruz fakat bütün bunlar, hegemonya ve paylaşım krizinin gölgesinde kalıyor, hayata geçemiyor, 1914 yılıdır.
1915’in, İttihatçıların Türkleştirme politikasının sonucu olduğu, hatta Nazilerin İttihatçıları örnek aldığı, bu anlamda proto-faşizm/ ön-faşizm benzetmesinin doğru olacağı (Berktay, 28 Mart 2008) (3) tezleriyle karşılaşmak mümkündür. “Geriye doğru okumanın” çıktısı olan bu tezler, liberal tezlerdir ve tarih dışıdırlar ve ne yazık ki sola, sol tarihçiliğe de sirayet ettiğini biliyoruz. Sol, 1915’i uzun bir süre bu tezlerle tartışmıştır, hesaplaşmaktan bahsediyorsak, buradan başlayacağız: “Türkleştirme politikaları”, Cumhuriyet Türkiyesi’ni geriye doğru “okuma”nın bir sonucudur. Türkiye Cumhuriyeti, homojen bir yapıyı gündeme getiren bir ulus-devlettir. Cumhuriyet’i hazırlayan fikir hareketinin tabanını Meşrutiyet’te bulmak doğaldır. Ancak, tüm bu tarihsel perspektifin göz ardı ettiği bir gerçek vardır. O tarihlerde yeşeren “Türk milliyetçiliği” düşüncesinin, İttihat ve Terakki’nin benimsediği bir politika ve dolayısıyla devletin izlediği bir politika olarak görülmesi, mantık yürütmenin bir sonucudur. İttihat Terakki Türkçü bir örgüt değildir; “milli” bir siyasal yapılanmadır. Osmanlı Devleti ise 1922’ye kadar Osmanlı’dır.” (Toprak, 2006)
1915 olaylarının temel sebebi, mülkiyet sorunudur diyebiliyoruz; oluşmaya başlayan Anadolu’daki Müslüman burjuvazinin sermaye birikim sürecinde, zorla göç ettirilen Ermenilerin servetlerine ilkel gasp yoluyla el konması doğrudur ancak bu haliyle eksiklidir; kapitalist sermaye ilişkilerinin bütünlüğünü görmek zorundayız.
İttihat Terakki’nin “milli” olması tarihsel bir gerçekliktir fakat bu millicilikle faşizm arasında bir benzerlik bulunmamaktadır, İttihat Terakki için milli olan Osmanlı’dır. 1908 Devrimi’nden sonra anayasa tartışmalarında yurttaşlık tanımının altını doldurmaya çalışmaları; “tevhid-i tedrisat” tartışmaları; diğer etnik unsurlara anadilde eğitim yapma hakkının verilmesi ve ortak dil olarak Türkçenin kullanımına yönelik adımlar atılması ilk elden aklımıza gelen örneklerdir.
Birinci Dünya Savaşı’na Paylaşım Savaşı diyoruz, “paylaşım” ve “yayılmacılık” kavramları emperyalist programların özetidir, her iki kavramda birbiriyle iç içe geçmiştir.
İttihat Terakki, ulus sorununa farklı bir perspektif geliştirmeye çalışıyor, bir alıntıyla devam edelim:
Doğudaki toprakların, Osmanlı coğrafyasının üzerinde bir hegemonya savaşı olduğundan bahsediyoruz, emperyalist ve yerel-bölgesel güçlerin mülkiyet sorunlarının kesiştiğini göreceğiz. Bu kesişme bölgedeki halklar açısından iç savaş halini alıyor; iç savaş durumunun ise bölge üzerinde Bağdat Demiryolu projesiyle nüfuz alanını genişletmeye çalışan Alman emperyalizminin işine yaramayacağı ise çok açık. Bu noktada retrospektife ihtiyacımız var; 1913’te Almanya tarafından Liman von Sanders’in (sonrasında Liman Paşa adı verilecek) başkanlığında gönderilen askeri heyetin, asıl amacının Osmanlı ordusunu re-organize etmek olduğunu, Osmanlı ordusunun önemli yönetsel mekanizmalarına bu amaçla Alman askerlerinin getirildiğini; tehcirin, yani zorla göç ettirmenin, İttihatçılar tarafından keşfedilmediğini, o dönem oldukça yaygın bir askeri araç olduğunu, Colman van der Goltz’un (Golç Paşa adını alacak) Fransa ve Belçika’daki zorla göç ettirme örnekleri üzerinden Çarlık Rusyası ile Ermenilerin ittifak yapmasını engellemek, bölgedeki Alman nüfuzunu artırmak için Ermenilere yönelik tehcir planlarını tartışmaya açtığını; İngiliz, Fransız ve Çarlık Rusyası sermaye sınıflarının Ermenilerle bölgesel planları üzerinden gö-
“Mesela, Fransa’da cumhuriyet taraftarları nasıl ki cumhuriyeti tehlikede gördükleri zaman büyük bir kütle halinde saldırılar karşısında ayaklanırlarsa, bütün eski ihtilal cemiyetlerinden meydana gelecek İttihat ve Terakki Cemiyeti de, Osmanlı meşrutiyet idaresine ufak bir saldırı hissettiğinde bütün taraftarlarını ayaklanmaya davet etsin ve fakat Fransız cumhuriyetçilerinin muhtelif siyasi görüşler besleyen zatlarından oluşan değişik parçalara ayrıldıkları gibi İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde de –fakat milliyet ve mezhep esasları göz önüne alınmamak şartıyla- asrın ihtiyaçlarının yol açtığı muhtelif siyasi kanaatlere sahip değişik partiler bulunsun.” (Cemal Paşa, 2006, s. 377) Ermeni tehcir yasası gündeme gelmeden önce Talat ve Cemal Paşalar, Taşnaksütyun Cemiyeti’yle ve diğer örgütlerle görüşürken bu öneriyi sunuyorlar; İttihatçıları bu Osmanlılık perspektifini geliştirmeye iten iki olgudan bahsedebiliriz, ilki, 1908 Devrimi’ne giden süreçte, sosyalistlerden Ermeni örgütlerine değin geniş bir cephenin Abdülhamit despotizmine karşı birlikte mücadele etmesi ve devrimi yapmaları, ikincisi ise gerici 31 Mart ayaklanmasının, yine bu fiili cephenin ortak mücadelesi sonucunda bastırılmasıdır. Bu bağlamda düşünürsek, Osmanlılık, İttihatçılar için bir idealdir, Osmanlılık ve Türkçülük arasındaki kopuş ve süreklilik sürecinde “çaresizlik” önemli bir kırılma olmuştur.
51
Bir politik enstrüman olarak 'soykırım' kavramı Ön not paylaşalım; burada 1915 için adlandırma tartışmasına girmeyeceğiz, ancak, soykırım kavramının kamuoyu manipülasyonuna açık olması önemlidir, incelemeye çalışacağız. Genocide (4), bir ırkın ortadan kaldırılması anlamına geliyor kabaca ve Türkçeye soykırım olarak geçiyor. Kavram, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya atılıyor, gelişiminde ise Nazilerin Yahudilere yönelik toplu katliamlarını referans alıyor. 1948’de ise Birleşmiş Milletler tarafından kabul ediliyor ve 1951’de ise yürürlüğe konuluyor; günümüze kadar, kavramın tanım alanı ve kapsamı 3 kez yenileniyor, önemli bir veridir. Yenileniyor; kavram, kurgusal olarak kamuoyu manipülasyonuna açık bir şekilde tasarlanıyor ve insani duyguların kullanışına elverişlidir bu haliyle. Hatırlayalım, güç olan, hayatın her alanını yeniden üretir; üretmek zorunda, üretmediği takdirde çözülür dedik, bir anlamı ve karşılığı olmalı. Sermaye sınıfının şeyi olduğu gibi, bu kavramı da dönemsel ihtiyaçlarını karşılamak için yeniden ürettiğini kabul etmek durumundayız. *** Bulgarian atrocities, bu anlamda çarpıcı bir örnektir, 1876 yılındayız. Nisan Ayaklanması, Bulgar halkının, bölgedeki Müslüman büyük toprak sahiplerinin keyfi uygulamalarına karşılık, bağımsızlık talepleri sonucunda ortaya çıkıyor; merkezi iktidar, bölgedeki başıbozukları organize ederek ayaklanmayı bastırıyor, bölgede yaşayan Türkler ve Bulgarlar karşılıklı katliamlara maruz kalıyorlar. Yaşanan bu durumun ardından özellikle İngiltere, konuyu, Türklerin 15-20 bin civarında Bulgar’ı katlettiği iddiasını kamuoyuna taşıyor; İngiltere gibi dünyanın dört bir tarafında sömürgeleri olan emperyalist bir ülkenin insani duygularla hareket ettiğini düşünmek, aptallık olmalı. Trajiktir, çünkü insani duygular kullanılarak geliştirilen projeleri, Çarlık Rusyası’nın ayaklanmadaki rolüne ve nüfuz alanına karşılık, İngiltere’nin bölgede manipülatif siyasetle etkisini artırmaya çalıştığını, Osmanlı’yı bölgeden “savaşsız” bir şekilde kovmanın kamuoyunda meşruiyet kaynaklarının üretildiğini görüyoruz. Sonrasındaysa İngiltere’nin kamuoyuna servis ettiği rakamların gerçeği yansıtmadığı ve karşılıklı olarak toplamda 3 bin-3.500 kişinin yaşamını yitirdiği ortaya çıkıyor. (5) Bulgarian atrocities, tarihsel bir örnek olmanın yanı sıra öğreticidir; emperyalizm, kitle katliamlarını nasıl manipüle edebileceğini, kendi çıkarları doğrultusunda nasıl şekillendirebileceğini; bir yere müdahale etmenin kendisi adına “meşru dayanaklarını” yaratırken, karşısına aldığı ülkenin egemenliğini, kamuoyu yoluyla nasıl zedeleyebileceğini keşfetmiştir. *** Ermeni sorunu, kompleks ve uzun süredir gündemde olan bir başlık, “soykırım” iddiasının birçok kez politik manipülasyon aracı olarak yeniden üretildiğini görebiliyoruz, yakın tarihimizden iki örnek verebiliriz; AKP’nin iktidara gelmesi ile birlikte başlayan Avrupa Birliği tartışmaları ve Hrant Dink’in katledilmesi. Bu iki tartışmada da “1915’le hesaplaşmak eşittir demokrasi” denkleminde yeniden üretilmiştir ve iki süreçte de yeniden üretilmesinde liberallerimizin payı büyüktür.
52
AB tartışmalarında, “AB’ye girmemizin önündeki en büyük engel 1915’tir, yüzleşmemiz ve tarihimizle hesaplaşmamız gerekir” tezlerinin papağan gibi tekrarlandığını biliyoruz; Hrant Dink’in planlı bir suikastle katledilmesinin ardından ”faili 1915’tir, derin devlettir, hesaplaşılsın ve sonuna kadar gidilsin” tezlerinin üretildiğini hatırlıyoruz.
Cumhuriyetin 'soykırımı': Hrant'ın katledilmesi Hrant’ın katledilmesi, yobazizmin Cumhuriyet’i tasfiyesinde çok önemli bir momentti. Peki, Hrant’ı, “dostlarının” da dediği gibi, ülkede kaos yaratmaya ve askeri darbeye zemin hazırlamaya çalışan “ulusalcılar” mı katletmişti? “2007 yılı ocak ayına gelindiğinde artık Türkiye’de siyasi cinayetler döneminin bittiğini sanıyorduk. İçinizden, “bu kadar saf olamazsınız” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Evet, haklısınız! Belki de ziyadesiyle saftık. 2007 başında Türkiye’nin AB yolunda adımlar attığını, artık eski günleri geride bıraktığımızı düşünüyorduk. Hrant’ın tabutunun ardından gözyaşı dökerken sadece “aslan gibi” bir dostumuzu kaybettiğimize değil; belki de kendi makûs kaderimize de
ağlıyorduk. 2007 yılı haziran ayında Ümraniye’de el bombalarının bulunup Ergenekon soruşturması başlayana kadar, şahsen içinde yaşadığımız pisliğin boyutlarını idrak etmediğimi itiraf etmeliyim. Eğer Ergenekon soruşturması altı ay önce başlamış olsaydı, Hrant bugün aramızda olabilirdi.” (Aktar, 15 Kasım 2010) (6) Saflık, masumiyet içerir ancak liberallerimizin masum olduğunu düşünmüyorum, kullanışlı aptallık tabiri yerindedir. Ergenekon operasyonlarına geliyoruz; operasyonlar başladığında, liberallerin başını çektiği ve solun büyük bir kısmının da desteklediği “sonunda derin devletten kurtuluyoruz “kutlamaları”, “sonuna kadar gidilsin” kampanyası ile zirve yapacaktı, gerçek bu mudur, bu kadar basit midir?
'Soykırımla yüzleşmek' tezinin ikiyüzlülüğü veya Ermeni sorununun çözümü mümkün mü? İnsanlığın kurtuluşunu merkeze koymak ve şüpheci olmak… Soykırım tartışmasının birden fazla çıktısını görebiliyoruz; emperyalizmin dönemsel ihtiyaçlarına ve açılımlarına olanak tanıdığını, bölgenin re-organizasyonunda gerilimi yükseltmek için bir enstrüman olarak kullandığını, Türk ve Ermeni şovenizmlerine alan açmak yoluyla, işçi sınıfının iktidar mücadelesinden uzaklaştırıldığını, edilgenleştirildiğini sayabiliyoruz, görmek ve göstermek durumundayız.
Hrant’ın katledilmesi, şüphesiz planlıydı ve bütünlüklü bir operasyonun parçasıydı; bu suikast, birinci Cumhuriyet’in tasfiyesi anlamına gelen Ergenekon operasyonlarına meşruiyet kaynağı sağlamak için organize edilmişti, bu anlamda başarıya ulaşmıştır.
Liberalizmin solun aklına saldırısının ve sonuç olarak apolitikleştirmesinin defteri Haziran 2013’te kapanmıştır; liberalizm kendini yeniden üretememektedir ancak solun aklında yarattığı tahribatın kalıntıları hala ortada durmaktadır, “vicdan solculuğu” da diyebiliriz, bu anomali durumuna son vermek zorundayız.
Hrant’ın katili ise çok uzakta değildi, yürüyüş kortejinin en önünde saf tutuyordu ve özetle katil, emperyalizm ve AKP-Cemaat koalisyonudur; “dostlar” ise katilin gizlenmesine yardım etmiştir.
Soykırım tartışmasının pek gündeme getirilmeyen ancak tartışmanın kilit noktası diyebileceğimiz tazminat kısmı, önemlidir, sorgulamak durumundayız.
53
19 Eylül 2014’de Ermeni Soykırımı tazminat araştırma grubunun son raporu yayınlanıyor, “Ermeni soykırımına yönelik adil çözüm-tazminat” başlıklı raporda birtakım “çözüm” önerileri sıralanıyor; 5. öneride, mülklerin iadesi ve mülk kaybı, ölüm ve zulmün telafisi başlığında 70 milyar-105milyar dolar arası değer belirleniyor, devamındaysa, “araştırma grubu, başkan Woodrow Willson’ın yargısal kararıyla belirlenmiş alanın siyasi değişimini (transfer) en doğru şekil olarak düşünmekle birlikte alternatif arayışını da sürdürmektedir “ notu ekleniyor. (7) Sözümüzü söylemek için acele etmeyelim; sırasıyla, aynı yola çıkan ve birbirini tamamlayan perspektifleri paylaşmak istiyorum:
hem maddi, hem manevi olarak tanımlayabilirsek, sorunun çözümünde bir adım daha ileri gideriz, diye düşünüyorum.” (10) - Taner Akçam, Tarihçi Ermeni sorunu, mülkiyet sorunudur; başlarken bu tanımı yaptık, tarihsel verilerle açıkladık ve biz yine buraya geliyoruz. Ermeni sorununun çözümüne dair geliştirilen perspektifin önemli bir halkasıdır tazminat başlığı; gerçekçi mi? çözebilir mi? Bu soruları soruyoruz ve doğru sorulardır.
“24 Nisan 2015’ten sonra Ermeni davası, tazminata yönelik hukuki ve siyasi çabalarına daha da büyük yer verecektir. Türkiye inkâr davasında daha izole hale gelecek.” (8) - Ken Haçikyan, Ermeni Davası Amerika Komite Başkanı
Cevabını sona saklamayacağım, çözümün buradan geçtiğine inanmıyorum. Yazının başından beri bir noktanın altını ısrarla çiziyoruz, mesajın yerini bulduğunu varsayıyorum; sermaye sınıfı hayatın her alanını yeniden üretirken, kendisini de yeniden üretmek zorunda, yoksa çö-zü-lür; bu kadar basittir ve bizim sadeleşmeye ihtiyacımız var.
“Bunun iyi olacağı kanaatindeyim. Bugün herkes bir soykırım olduğunu biliyor, tanıma değil artık tazminatlar meselesi öncelikli olmalı. Yeni paradigmanın bu olması gerektiğini düşünüyorum.” (9) - Gaidz Minassian, Fransız gazeteci ve siyaset bilimcisi
Çözüm olarak sundukları şey, yeni bir mülkiyet sorununun ortaya çıkmasıdır ve bu tartışmada işçi sınıfını göremiyoruz. Önemli bir veridir, alıntıları yaptığımız sitenin proje ortaklarına bakılsın ve şeytan ayrıntıda gizlidir.
“Ve bunun lamı cimi yok. İşte bu vermeyi kazanç olarak formüle etmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Bu vermede, kurtarılacak insanlık, kazanılacak insanlık olduğunu görmek ve anlamak gerekiyor. (…) Söylediğim gibi, vermenin kendisinin de büyük bir kazanç, bir getiri olduğunu düşünebilirsek, bu kazancı
70-105 milyar dolar aralığı, bahsedilen rakamlar, minimumdur, tazmini konusunda ne öneriyor pek akıllı liberallerimiz? Sonrasında gelişebilecek sürece dair komplolar üretebiliriz ancak görmemiz gerekiyor, bu talebin siklet merkezinde sermaye sınıfı bulunuyor.
54
İşçi sınıfını göremiyoruz… Sınıflar mücadelesini rafa kaldırmadıysak ya da buna niyetli değilsek düşünmek durumundayız ve biz işçi sınıfının iktidarı için mücadele ediyoruz. Soykırım kavramının endüstriyel sektör olarak yeniden üretildiğini görüyoruz, manipülasyon buradadır ve siyasidir; göremeyenler ve anlayamayanlar için abc’sini de yazmış bulunalım, pek hayırlıdır: a) soykırım kavramı, kapitalizmin dönemsel ihtiyaçlarını karşılamada elverişlidir, b) soykırım, kavramsal olarak, kapitalist düzende endüstriyel sektör haline gelmiştir ve yeniden üretilmektedir, c) saldırı ise milliyetçiliklere değil, Türk ve Ermeni işçi sınıfınadır. “Çıkıntılık yapmak kolay, bak, onlar hiç değilse perspektif geliştirmişler, solun ne dediği belli bile değil?” hezeyanlarını duyuyorum; çaresizlerdir. Haziran 2013’te halk Taksim’e çıkarma yaptığında, ikinci Cumhuriyet’in medyasının Gezi’yi terör yuvası olarak yansıttığını gördük, “Bunlar bizi terörist gösteriyorlar şimdi, demek ki 30 yıldır Kürtleri bize böyle anlatmışlar” refleksi gelişmişti karşılığında, yerindeydi ve ortak mücadelenin adresini tarif ediyordu, çözüm buradadır, hem Kürt sorunu hem de Ermeni sorunu için. Birlikte mücadele için kapıyı açmıştır ve kardeşçedir; gerçek bu kadar yalın ve somuttur. Şu çıkarımı elde ediyoruz: coğrafyamızdaki tüm sorunların cevabı “devrimimizde” tekleşmektedir.
Bitirirken Sadeleşmeye ve fazlalıklardan kurtulmaya ihtiyacımız var demiştik, alan temizliğini ve kendi yöntemimizi oluşturmayı aynı anda yapmaya çalıştık, önemli bir girişim olarak görüyorum bu çabayı. “Gençlik cüretti” tekrarlıyoruz; yazımız bu iradenin, hayatın her alanının yeniden üretilmesi gerektiği iddiasının çıktısı olarak okunmalı, anlamı buradadır. Haziran 2013’te dağıttığımız liberalizmin “gerici” ideolojisiyle hesaplaşıyoruz ve kalan artıkları temizliyoruz; bu tezleri papağan gibi tekrarlayan “solcuları” da pas geçmiyoruz, iddiamız bunu gerektiriyor. İddiamız, “yeni” olanı aramak ve yaratmaktı; yineliyoruz. *** Sorumluluk ve zorunluluk… Yarının sahibi olan Türk, Kürt ve Ermeni halkları adına üretiyoruz, üretmeye devam edeceğiz, sorumluluğumuzdur. Acılarla yüklü tarihimizle ise ancak onu geleceğe taşıyarak, iktidarı alarak hesaplaşabiliriz, bunun farkındayız, zorunluluğumuzdur. Bugün, sorumluluğumuzun ve zorunluluğumuzun kesiştiği noktadayız. Bu duyguyla 1915’in 100.yılında yitirdiklerimizin acılarını yüreğimizde hissediyoruz. Yazımızı bitirirken, Hrant’ın “su, çatlağını buldu” öyküsünü hatırlıyoruz, hüzünleniyoruz, yüreğimiz acıyor ve öfkeleniyoruz… Öfkemizi, emperyalizmin de emperyalizm yardakçısı liberallerin de Türk ve Ermeni şovenizmlerinin de ellerine bırakmayacağız; coğrafyamızı kana bulayanlarla biz hesaplaşacağız, iktidarı alarak!
Ve son olarak; işçi sınıfının iktidar mücadelesinde elbet, “su, çatlağını bulacak!”
Notlar (1)http://gencgazete.org/akademi-olmeli-cunku-utopyamiz-yasamali-bilim-yasamali/ (2)Öztürk, Fuat, 1908 Devrimi’nden Bugüne: Aydınlanma Mirası, 2015, Yeni Yazılar, Sayı 9 (3)http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/halil-berktay/ittihatcilarin-ve-rus-sosyal-demokratlarinin/1708/ (4)Birleşmiş Milletler’in soykırım suçunun önlenmesine ve cezalandırılmasına dair sözleşmesinin tamamı: http://www.ombudsman.gov.tr/contents/files/32702-Soykirim-Sucunun-Onlenmesine-Ve-Cezalandirilmasina-Dair-Sozlesme.pdf (5)http://www.jasstudies.com/Makaleler/1458591049_12-Yrd.%20 Do%C3%A7.%20Dr.%20BA%C4%9E%C3%87EC%C4%B0%20 Yahya-yay%C4%B1n.pdf (6)http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/ayhan-aktar/hrant-in-hikayesi/13813/ (7)http://repairfuture.net/index.php/tr/ermeni-soykirimi-tanima-ve-tazminatlar-ermenistan-dan-bakis/soykirima-dair-ermenistan-da-adalet-talepleri (8), (9)http://repairfuture.net/index.php/tr/ermeni-soykirimi-tanima-ve-tazminatlar-baska-bir-bakis/ermeni-soykiriminin-yildoenumu-24-nisan-2015-e-yoenelik-beklentiler-neler (10)http://repairfuture.net/index.php/tr/ermeni-soykirimi-tanima-ve-tazminatlar-turkiye-den-bakis/turkiye-2015-i-en-az-hasarla-atlatmaya-calisiyor Kaynaklar Akçam, Taner, 2009, 1915 Yazıları, İstanbul, İletişim Yayınları Benjamin, Walter, 2000, Son Bakışta Aşk, çev. Nurdan Görbilek, İstanbul, Metis Yayıncılık Carr, Edward Hallet, 2011, Tarih Nedir?, çev. Misket Gizem Gürtürk, İstanbul, İletişim Yayınları Cemal Paşa, 2006, Hatıralar, haz. Alpay Kabacalı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Dink, Hrant, 2009, Bu Köşedeki Adam, haz. Karin Karakaşlı, İstanbul, Uluslararası Hrant Dink Vakfı Yayınları Kolektif, 2001, Tarihten Güncelliğe Ermeni Sorunu Tahliller-Belgeler-Kararlar, Kaynak Yayınları Küçük, Yalçın, 2005, Sırlar, İstanbul, İthaki Yayınları Küçük, Yalçın, 2005, İsyan – 1, İstanbul, İthaki Yayınları Mehmed Talat Paşa, 2000, Talat Paşa’nın Anıları, haz. Alpay Kabacalı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Timur, Taner, 2007, 1915 ve sonrası Türkler ve Ermeniler, İstanbul, İmge Kitabevi Toprak, Zafer, Bir Hayal Ürünü: İttihatçıların “Türkleştirme Politikası”, 2006, Toplumsal Tarih, Sayı 146 Yerasimos, Stefanos, 1980, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, İstanbul, Gözlem Yayınları
55
“Aydınlanma Nedir?” Üzerine Aydınlanma düşüncesi ile yönetme erkine erişen burjuvazi ve onun düzeni bütünlüklü olarak aydınlanma mirasına savaş açmışken; Aydınlanmayı taşımak durumunda olan geniş kitleler onu bir silah haline getirmeyi bilmek durumundadırlar. Bu tarihsel karşı karşıya kalışın belirleyici sonucu, aydınlanma mirasının alacağı yeni formu belirleyecek olan ise;- tarihin bu döneminin yumuşak karnı olan- ülkemizdeki mücadelenin seyri olacaktır.
Onur Kerem Tever Boğaziçi Üniversitesi
Ü
niversite geçiş sınavına hazırlandığım yıllarda edebiyata dair ilgim Sovyet romanı üzerinde yoğunlaşmış, dünyanın ilk sosyalist devletini kuran ve yerleştiren kuşakların yazdıkları metinleri birbiri ardına okumuştum. Bu okuma stratejisi sınav hazırlığının yoğunluğu yüzünden güncel siyasetten uzak kaldığımda devrimci heyecanımı yüksek tutmaya yardımcı olmuş; devrimci bir görev olarak gördüğüm üniversiteye yerleşme konusundaki irademi diri tutmuştu. Tahmin edilebilir ki tek bir alan üzerine yoğunlaşan okuma rutinim, gündelik hayattaki tartışma konularımı da belirlemiş; uzunca bir süre çevremdeki herkes ile Sovyet edebiyatı üzerine konuşmuş, ikna edebildiğim arkadaşlarımın çoğuna bu kitapları okutmuştum. Benim için şaşırtıcı olan, kendimi sonunu okumaktan zor alıkoyduğum hikayelerin arkadaşlarım tarafından abartılı bulunmaları, bana enerji taşıyan karakterlerin ise arkadaşlarıma en iyi niyetli ifade ile “karikatürize” gözükmeleriydi. Devrimci siyasetin güncelliğe müdahale olanaklarının kısıtlı olduğu bir dönemde; toplumu ve hayatı devrimci bir perspektifle yeniden kuranların öykülerinin geniş toplamlar için ilişkilenmesi zor hikayeler olduğunu şimdiden baktığımda görmekteyim. İnsanların toplumsal gelişmeler karşısında kendilerini “nesne” olarak hissettikleri koşullarda, tarihin akışını belirleme iddiası ile hareket eden karakterlerin gerçek olamayacak kadar ortalamadan uzak görülmeleri anlaşılabilir bir durumdur. İnsanın içerisinde bulunduğu nesnel koşulların bir ürünü olduğu çoğu öğrencinin hayatında en az bir kez karşılaştığı bir önerme. Günümüzde Marksizm ile ayrıştırılamaz hale gelmiş bu iddia liberallerin Marksizmi “indirgemecilik” ve “sığlık” ile itham etmek için çarpıttıkları gibi; insanların sahip oldukları karakterin oluşumu sürecinde,
56
kendi istek, eğilim ve iradi müdahalelerini yok sayan bir analiz düzlemi oluşturmaz. Aksine bu iddianın kendisi; kişilerin hayata yaptıkları öznel müdahaleleri, onların eğilimlerini ve isteklerini de belirli kırınımlardan geçerek içerisinde bulunulan tarihsel dönemin çelişkilerinin ve onların görüngülerinin sınırlandıracağı öngörüsünü de içermektedir. [1] Yani kısacası her tarihsel dönem, kendi gerilimlerine göre karakterler yaratır ve tarihsel dönüşümler bu karakterlerin elleri ile gerçekleşir. Buradan yola çıkarak benzeşen tarihsel dönemlerin, birbirine yakınsayan karakterler yetiştirmesini beklemek akıldışı olmayacaktır. Bu durum bütün devrimci kalkışma dönemlerinin birbirine benzeyen ve liberaller tarafından “ortalama militan” olarak mahkûm edilen karakterler yaratmasının altında yatan sebeptir; zira devrimci kalkışma dönemlerinde gelişmelerin rotasını değiştirmeye cesareti, tarihin akacağı yatağı belirleyecek iradesi olan toplamlar belirler. Böylesi toplamların belirleyici tavır al(a)madıkları kalkışma dönemleri ise insanlığın yükselen karanlık karşısında çaresiz kaldığı, boğuk dönemler olarak tarihe geçerler. Bu yüzdendir ki bugün Sovyet romanı ile tanışan Türkiyeli öğrenci, bu alana daha fazla heyecan ile eğilecektir. Ülkemiz devrimci bir kabarma dönemine doğru hızla giderken, bir kez daha cesaret ve irade, gelecek günleri belirleyecek toplamlar için kuvvetlenen karakter özellikleri haline
gelmektedir. Hem Petrogradlı, Hamburglu devrimcilerin hikayelerinin, bugüne AKP Türkiyesi’nin kurulduğu yılların “yaprak kıpırdamayan” günlerinden bakan bir toplamdansa; hayata yaklaşırken referansı Haziran barikatları olan bir toplamın hoşuna gitmesi kimseyi şaşırtmayacaktır. “Laiklik” üstbaşlığı ile hazırlanan bir dosyada böylesi bir girişe sahip bir yazının bulunması şaşkınlık yaratabilir; hele ki yazının temel amacının Immanuel Kant tarafından yazılan “Bir Sorunun Cevabı: Aydınlanma Nedir?” makalesini irdelemek ve gündeme taşımak olduğu öğrenildiğinde, var olan şaşkınlığın derinleşmesi olağan olacaktır. Yazının ilerleyen kısımlarında geri dönmek üzere, Kant’ın geniş toplamların aydınlanamamasının temel sebebini tembellik ve iradesizlik olarak gördüğünü söyleyip devam edelim.[2] AKP Türkiyesi, Türkiye burjuvazisinin bu coğrafyayı taşeronlaştırarak soğuk savaş sonrasındaki emperyalist sistematiğe eklemesi projesinin bir ürünüdür. Emperyalist bir dünya düzeninde, emperyalist kurgunun bütünüyle ilişkilenemeyen bir kapitalist ülkenin kendisinin varlığını sürdüremeyeceğini hatırlatarak, AKP projesinin Türkiye burjuvazisi adına vazgeçilemez olduğunu tekrardan vurgulamak gerekir. Proje yöneten sınıf adına vazgeçilemezdir ama projenin kendisinin bir kriz başlığı haline gelmiş olduğu
57
gelinen noktada aşikardır. Bir emperyalist taşeronluk kurgusunun gereği olarak Türkiye halkının halk olma iradesine savaş açan AKP Türkiyesi, teslim alamadığı bir halk dinamiği karşısında çatırdamaya başlamıştır. Bu tarihsel karşı karşıya kalışın üzerine bir de yaklaşan iktisadi kriz ve emperyalizmin genel ideolojik krizi eklendiğinde; kitlelerin katılımına açık, hareketli ve devrimciler açısından sayısız olanak barındıran bir tablo görünür hale gelir. Bir önceki paragrafta betimlediğimiz kriz durumu, temelde, Türkiye halkı ile onu halk olmaktan fersah fersah geri bir pozisyona ikna etmeye çalışanlar arasındaki kavga tarafından belirlenmektedir. Yani krizin kendisi bu coğrafyanın aydınlanma mirası ile ilgilidir; bir tarafta onu yok etmeye çalışanlar, bir tarafta ise ona sahip çıkanlar konumlanmaktadır. Aydınlanma mücadelesinin belirlediği bir krize müdahale etmek isteyen devrimcilerin aydınlanmanın kendisini ele alması ise bir zorunluluktur. İşte Kant aydınlanma mücadelesinin başlangıç noktası olarak gündeme burada girer.
Kant mistik olana ilk darbeyi vuran, insanın kendi kaderini belirleyebileceği iddiasını toplumsal hayata ilk olarak sokan karakterdir. Mistik olanı geriletme mücadelesini yürütenler ise, “bilmeye cüret edenlerin” açtığı zeminde ilerlemek durumundadır. Bu zeminin sağlanamadığı koşullarda bilme eyleminin değiştirme ile eşlenmesi imkânsız hale gelecektir. Kant tarafından, inceleyeceğimiz makalenin başlığında ortaya atılan sade soru; makalenin ilk cümlesi ile sade bir biçimde cevaplanmıştır: “Aydınlanma, insanın kendisini mahkum ettiği bir çocukluk (Unmündigkeit- doğrudan çevirisi reşit olmama hali, fakat kastedilen irade sahibi olmama durumu) durumundan çıkıştır.” [3]. Bu tanımın yanına bir de Kant’ın geniş kitlelerin özgür olmaları durumunda, Aydınlanmanın kaçınılmaz olacağı konusundaki tespiti yerleştirilirse [4]; iki kavram üzerinden makalenin özünü tartışmak mümkün hale gelecektir: Özgürlük ve irade. İşin irade kısmı açık; Aydınlanma kendi düşünürleri tarafından insanın kendi yaşantısını belirlemesiyle açıklanıyor. Peki insanı koşullar karşısında güçsüz kılan iradesizlik durumunun aşılması ile özgürleşmenin nasıl bir bağı var? Özgürlük ve Aydınlanma arasında makale tarafından kurulan bağı analiz etmeye makalede özgürlüğün tam olarak nasıl tanımlandığına bakarak başlamak sağlıklı olacaktır. Kant’ın Aydınlanma için insanların özgür bırakılmalarının yeterli olduğunu, hatta özgürlüğün aydınlanmayı herkes için zorunlu kılacağını ifade ettiğini biliyoruz. Geniş kitleler için istenen “özgürlük olarak tanımlanabilecek şeylerin en masumu: toplumsal meselelerde kendi aklını kullanma hakkı” ‘dır [5]. Yani özgürlük toplumsal bir olgu olarak kendi aklını kullanabilme ve bu akıl yürütmesinin sonuçlarına göre hareket edebilme yeteneği olarak tariflenmiştir. Bu tarif bütün MEB kitaplarda yapılanların aksine kişinin isteklerini keyfince yerine getirebileceği bir serbesti ortamına denk düşmemektedir. Aksine özgürlük olarak ortaya konulan şey; insanın hayata aklıyla müdahale edebilmesi ve bu müdahalelerin bütününün insanın hayata aklıya müdahale etmesinin önünü açan bir tarzı sürdürmesidir. Yani bir ortak toplum çıkarı ve tarihsel ilerleme çizgisi üzerinde, insanın nesnelliğin gerektirdiği şekilde konum alması ve bu konumun dışına düşenleri karşısına almasını tanımlamakta, Rousseau’ya atfedilen “pozitif özgürlük” tanımına yakınsamaktadır. [6] Bu haliyle özgürlük Aydınlanma düşüncesinin ayrılmaz parçası, modern toplumun tanımlayıcı ideolojik motiflerinden birisidir. “Eğer aydınlanmış bir çağda mı yaşıyoruz diye sorulursa, cevap hayır olacaktır. Hayır, ama bir Aydınlanma çağını yaşıyoruz” [7] Aydınlanma olgusunun kendisi bir oluş olarak değil, bir süreç olarak algılanmalıdır; her değişen koşulun yeniden akılla irdelenmesi, her dönemde insanın kendi kaderini belirleme iddiasını yeniden üretmesi gerekir. Tarih ilerler de kuramsal çerçevenin kendisi ilerlemez mi? O da ilerler; aydınlanma birikiminin açtığı yoldan ilerleyenler, onun ürettiği kategorileri daha gelişkin bir bütünlük içerisinde ele alırlar. Halk kitlelerinin siyaset sahnesine çıkması aydınlanma düşüncesini geniş kitlelerin toplumu ve dünyayı anlamasının temeli kılarken; aynı zamanda toplumun ortak çıkarının olan değil yaratılan bir şey olduğunu, özgürlük olarak tanımlanabilecek şeylerin en masumunu bile kitleselleştirmenin bir kavganın ürünü olacağını kanıtlarlar. Aydınlanma başlangıç enerjisini kendisinin verdiği bir toplumda varlığını sürdürmek için ileriye çıkmak durumunda kalır. Bireysel epistemolojik bir kopuş olmayı aşıp, bir mücadelenin etkin bir parçası olur. Artık eylem anlamak değil değiştirmektir.
58
Gelinen noktada aydınlanma düşüncesi daha da ileriye çıkmak durumundadır. Aydınlanma düşüncesi ile yönetme erkine erişen burjuvazi ve onun düzeni bütünlüklü olarak aydınlanma mirasına savaş açmışken; Aydınlanmayı taşımak durumunda olan geniş kitleler onu bir silah haline getirmeyi bilmek durumundadırlar. Bu tarihsel karşı karşıya kalışın belirleyici sonucu, aydınlanma mirasının alacağı yeni formu belirleyecek olan ise;- tarihin bu döneminin yumuşak karnı olan- ülkemizdeki mücadelenin seyri olacaktır. Bugünün mücadelesinde “naif ” taleplere yer yoktur, şiar “Aydınlanmanın önündeki bütün engeller kaldırılmalıdır!” olmalıdır. Aydınlanma mirasının modern siyaset denklemi için ve ülkemizdeki güncel siyasal mücadelelerde tuttuğu önemli yer bugün birçok siyasi metnin temel konusu haline geliyor. Kuram ve strateji tartışmalarını önemsizleştirmemesi gereken, fakat kendisi de önemsiz olmayan bir başka başlık da yaklaşan dönemde gündemimize giren cesaret ve irade başlıklarıdır. Eğer bir tarihsel dönemin belirleyici kavgası bizim ülkemizde ve bizlerle verilecekse; bu coğrafyanın ilerici hareketinin her bir parçası tarihin üzerine yüklediği sorumluluğu hissetmeli, olanakların heyecanını duymalıdır. Şüphesiz ki bu enerjinin üretildiği bağlam tek tek insanların ülke bütünlüğü ve siyaset ile kurduğu bağlar olacaktır; fakat kurulan bağların sağlıklılığının ölçütü aydınlanma mirası ile kurulan sağlıklı bağlardır. Cesaret ve irade; nesnelliği belirleyen, kadere meydan okuyan bir konum tarafından üretilirler. Ancak bilmeye cüret edenler, değiştirme iradesini kendilerinde bulacaklardır. Mistik olana savaş açan, insan aklını ortaklaştıran payda olarak sunma cesaretinin ilk ifadesi olarak Aydınlanma’nın klasik metinlerine bugün kuramsal değerlerinin yanı sıra, bahsettiğimiz iradeye temas etmek için de geri dönülüp bakılmaya değer. Notlar 1.) ÇULHAOĞLU, Metin, Binyılın Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, YGS Yayınları, 2. Baskı, sf. 106 “ Yapılan ve sakıncalı olan, bu özü bütün içerisinde sınırları çizilmiş özel bir mekana yerleştirmek ve bu özü o mekandan bütünün diğer parçalarına yaydığı saf (karışmış olmayan) etkilerle belirleyici saymaktır. Oysa öz, ortak ve düzenli olandır; karmaşık bir eklemlenmedir, değişik belirlemelere bölünüp ayrılan bir bütünlüktür. Dikkat edilirse, aynı bütünlük içindeki başka parçaları kendi ayrışmış mekanından belirleyen bir özel kerte anlayışı ile, kendi karmaşık eklemlenmesi içerisinde bütünün parçalarına içkinleşmiş bir öz anlayışı arasında çok büyük fark vardır. 2.) KANT, Immanuel, Bir Sorunun Cevabı: Aydınlanma Nedir? “Korkaklık ve tembellik (iradesizlik); doğanın insanlığı yabancı yönlendirmelerden azat etmesinden bu kadar süre sonra, insanların çoğunun hala ve hayatları boyunca çocuk kalmalarının temel sebebidir.”* 3.) A.g.e 4.) A.g.e “Geniş kitlelerin aydınlanmaya ulaşmaları, özgür bırakılmaları koşulunda mümkündür; hatta bu koşullar altında aydınlanma kaçınılmaz bir hale gelecektir.” * 5.) KANT, Immanuel, Bir Sorunun Cevabı: Aydınlanma Nedir?* 6.) SİLİER, Yıldız, Özgürlük Yanılsaması, Yordam Kitap, 4. Basım, sf. 75 “… gerçek özgürlük kuralsızlık ya da başıboşluk değil, kendi kurallarını koyma ya da kendini yönetme yeteneği ile ilişkilidir. Hiçbir kuralın olmadığı durumda değişken arzularımızın kölesi
Aydınlanma mirasının modern siyaset denklemi için ve ülkemizdeki güncel siyasal mücadelelerde tuttuğu önemli yer bugün bir çok siyasi metnin temel konusu haline geliyor. Kuram ve strateji tartışmalarını önemsizleştirmemesi gereken, fakat kendisi de önemsiz olmayan bir başka başlık da yaklaşan dönemde gündemimize giren cesaret ve irade başlıklarıdır. Eğer bir tarihsel dönemin belirleyici kavgası bizim ülkemizde ve bizlerle verilecekse; bu coğrafyanın ilerici hareketinin her bir parçası tarihin üzerine yüklediği sorumluluğu hissetmeli, olanakların heyecanını duymalıdır. olur ve sürükleniriz. Sadece bugünün yaşandığı, geçmiş ve gelecekle hiçbir bağın olmadığı böylesi bir “serbestlik”, hayvanların da yaşadığı bir durumdur ve insana özgü olan (yani özgür iradeye ve kendini mükemmelleştirme yeteneğine dayalı olan) gerçek özgürlükten farklıdır.” 7.) KANT, Immanuel, Bir Sorunun Cevabı: Aydınlanma Nedir?* * Yazıda bahsi geçen makalenin çevirisi yazarın kendisine aittir. Çeviriler “Bir Sorunun Cevabı: Aydınlanma Nedir?” makalesinin Almanca orijinalinden yapılmış olup, Mary C. Smith’in yapmış olduğu İngilizce çeviri ile karşılaştırılmıştır.
59
Sağır bir cemiyette ölmek:
HALİT ASIm - ÖMÜR Bugün edebiyatımızda sürrealizmi incelemeye kalktığımızda, akımın öncüsünün Ercüment Behzat Lav olduğunu; başarılı ilk örneklerini verenlerin ise İkinci Yeni Şairleri olduğunu okuyoruz. Oysa bilinenin aksine sürrealizmin edebiyatımızdaki ilk temsilcisi Halit Asım’dır. Üstelik tarih yazımındaki bu hata yalnızca bizim edebiyatımızda değil, aynı zamanda sürrealizmin doğduğu topraklar olan Fransız Edebiyatı’nda da karşımıza çıkıyor. Çağla Üren Boğaziçi Üniversitesi
H
alit Asım’ın yazılmış tüm şiir, mektup ve düzyazı-şiirlerinden oluşan Ömür kitabı geçtiğimiz ay Ve yayınevinden çıktı. Şairin 1940 yılında yayımladığı kitap, bugüne kadar tekrar basılmamış; hatta hiçbir Türk Edebiyatı antolojisinde de şiirlerine rastlamak mümkün olmamıştır. Bunun birçok nedeni olmakla birlikte, biri, şairin çok genç yaşta ölmesi ve şiirini ilerletip sivriltememiş olması. 1918 yılında Burdur’da doğan şair sekiz yaşında yakalandığı hastalık yüzünden hayatı boyunca kalp ağrıları çekmiş, 23 yaşında kitabı basıldıktan bir yıl sonra hayatını kaybetmiştir. Şairi incelemeye başlamadan önce şunu belirtmekte fayda var: Halit Asım’ın şiirleri, günümüz güncelliğinde bize yol açacak ya da bugüne dek fark edilmemiş yeni yöntemler gösterecek şiirler değil. Bizim şairi işlemekteki asıl amacımız, edebiyat tarihi yazımının üzerinde durma isteğimiz ve bu tarihin yazımında bir dönemin öznesi ve öncülü olabilecek şairlerin tarihin dışına kalarak unutulması ve hasıraltı edilmesidir. Bunun karşısında yazılmış tarihi tekrar yazmak ve bunu okuyucuyla paylaşmaktır.
Örneğin, bugün edebiyatımızda sürrealizmi incelemeye kalktığımızda, akımın öncüsünün Ercüment Behzat Lav olduğunu; başarılı ilk örneklerini verenlerin ise İkinci Yeni Şairleri olduğunu okuyoruz. Oysa bilinenin aksine sürrealizmin edebiyatımızdaki ilk temsilcisi Halit Asım’dır. Üstelik tarih yazımındaki bu hata yalnızca bizim edebiyatımızda değil, aynı zamanda sürrealizmin doğduğu topraklar olan Fransız Edebiyatı’nda da karşımıza çıkıyor. Halit Asım’ın üzerine bir şeyler söylemiş çok az sayıdaki yazar da, onu belli açılardan bir Fransız şaire, Lautreamont’a benzetmiştir. Biz de Edebiyat tarihi yazımını ele almak için şairi incelemeye Lautreamont ile karşılaştırarak başlayacağız. Fransa’da sürrealist şiirin, 1924’te Fransız şair Andre Breton tarafından kaleme alınan Sürrealizm Manifestosu ile doğduğu herkesçe bilinir. Oysa, ancak son dönemlerde adına rastlayabildiğimiz bir şair daha vardır ki kronolojik olarak da sürrealist şiirin ilk örneklerini verdiği için de Breton’u öncüler: Lautreamont. Lautreamont 1846 doğumlu bir Fransız şairdir. Fransız sürrealizminin ilk örneklerini , Maldoror’un Şarkıları adlı altı şarkıdan oluşan kitabı ile vermiştir. Ancak o da Halit Asım ile aynı kaderi paylaşmış ve 23 yaşında ölerek hasıraltında kalmıştır.
60
“Sen, ey okur, bu yapıtın başında kine başvurmamı istersin belki de! Güzel ve kara bir havada, tıpkı köpekbalığı gibi engin bir kösnüye gömülmüş durumda sırt üstü devrilip, gururlu, geniş ve ince burun deliklerinle istediğin kadar kini içine çekemeyeceğini kim söyledi sana, eğer bu eylemin önemi kadar senin o kızıl kokulara olan haklı iştahının önemini de ağır ağır ve görkemle anlıyorsa? Daha önce eğer Tanrı’nın lânetli vicdanını arka arkaya üç bin kez içine çekmeye kendini kaptırmazsan, inan bana ey canavar, çirkin suratının o iki biçimsiz deliğini eğlendirecektir o kokular. “ Maldoror’un Şarkıları’ndan alıntıladığımız dizelerin, insanın kötü huylu doğduğu ancak toplum normları içerisinde bu yönünü bilinçaltına bastırdığı teziyle yazıldığını görüyoruz. Zaten bilinçdışı bir unsurun, yani insan bilincinin altında yatan bu “kötü doğa”nın işlenmesiyle metnin sürreal öğeler barındırdığını söyleyebiliyoruz. Bunu yanı sıra şair, “kötü”yü hatta “katil”i çağrıştıran “köpekbalığı” benzetmesi ile insanın içindeki “canavar”ı vurgulamış, “Tanrının lanetli vicdanı” ile de insanın bu canavar yönünü bastırmasındaki dini ve ahlaki kuralların rolünü göstermeye çalışmıştır. Şairin uyguladığı psikanalizin yanında değinmek gereken diğer önemli nokta, kitabın düzyazı-şiir biçiminde yazılmış olması. Çünkü bu biçim de, yani şiirin düzyazıya çağrışımlar ve imgeler ile yakınlaştırılması, kendini aynı şekilde, Andre Breton ile duyurmuştur. Halit Asım ile karşılaştırarak ilerleyecek olursak, ona baktığımızda da ne yazık ki aynı olguyu göreceğiz.
“Kimi mektuplarından alıntı yaparken bir amacım da bu mektupların şiirselliğini, giderek çoğunun ya da birçok parçalarının düzyazı şiir olduklarını göstermek içindi. Abartıyorsun denecektir; olsun: Maldoror’un şarkıları gibi.” Arif Damar 1989’da Gösteri dergisinde yayımlanan yazısında Halit Asım’ın mektuplarından bu şekilde bahsetmektedir. Arif Damar’a bir alıntı ile hak vereceğiz: “Niyazi dertliyim. Katıksız ruh haletimi duymalısın. Yanı başımda imişsin gibi konuşacağım. Tozlu bir resmin dişi hüznüne avuç avuç yem atan günler içindeyim. İmkansız bir dostlukta kalan ruh, mahpus dünyasında kendini harcar ve tüketir. Gül… Kurtulmak istediğim bir baş ağrısı... Sü, ebedi bir düşman... Rah... Beyhude olmayan yegane duygu. Çerçevelerin dışında nihayetsiz davetlerin kızıl raksı duyulur. Bu raks ve kızıllık Rah... imiş meğer. Bu an insanın ya tam bir bütün olduğu veya sonsuz dağıldığı andır.” Şairin 1940 tarihli mektubundaki kapalı anlatım tarzına, yani verilmek istenen mesajın serbest çağrışımlarla sağlanmasına ve “tozlu bir resmin dişi hüznü”, “avuç avuç yem atan günler” vb. kişileştirmelere baktığımızda mektubun dilindeki şiirselliği ve çağrışımları rahatça fark edebiliyoruz. Kanımızca anlatıcı, örneğin, “tozlu resim” imgesi ile geçmişten kalan bir hatıraya gönderme yapmakta ve bu hatıranın yine kişinin bilinç dışında yatan “dişi” hüznünü vurgulamaktadır. Ayrıca “Gül...” ve “Rah...” sözcüklerinin kullanımındaki duraksama ve tekrarlar; dizelerin uzunluk ve kısalıkları da şiirin ritim öğesini anlatıma yediriyor ve çok parçalı bir anlatım ortaya çıkarıyor diyebiliriz.
61
Oysa yine bizim bildiğimiz kadarı ile Türk Edebiyatı’nda düzyazı-şiir denemeleri Servet-i Fünun’a kadar dayandırılsa da ilk örneklerini özellikle Edip Cansever, Turgut Uyar ve diğer İkinci Yeni şairleri ile görmek mümkün oluyor. İkinci Yeni’nin kullandığı dil hepimizin bildiği gibi ne alışılmış şiir dili ne de konuşma dilidir. Kelimelerin anlamları açık olmamakla birlikte anlatıcının zihninin ardında gizlidir. Bu da okuyucu için “serbest çağrışım” tekniğini ve şiirin düzyazıya yaklaşmasını beraberinde getirir. Bu yüzden İkinci Yeni şiiri halen anlamsız olmakla eleştirilir. Bunun yanı sıra şairlerinin resmi şiire dökmek gibi bir yöntemleri de vardır. Örneğin, Cemal Süreya’nın Yazmam Daha Aşk Şiiri de Marc Chagal’ın bir resminden etkilenerek yazılmıştır. Bu veriler, bugün edebiyatımızda sürrealizmin neredeyse sadece İkinci Yeni şairleriyle anılmasına yeterli oluyor. Ancak düzyazı-şiir biçiminin yanı sıra –yine Lautreamont ile benzer olarak- psikanaliz yöntemi uygulayarak şiir yazan ilk şairimiz de Halit Asım’dır. “Şiir... Konuşmanın ve zaman zaman susmanın, gülmenin şiiri... İniyoruz, kapalı kapıların arkasındaki dünyaya iniyoruz... Şarap, kadın, kir, sefalet, sefahat... Tiksintinin ve acımanın şiiri.”
Yukarıdaki alıntıya bakarak şairin, 1939 tarihli mektubunda şiir anlayışını “kapalı kapıların ardına inmek” olarak açıkladığını söyleyebiliriz. Yine Lautreamont ile benzer şekilde, şaire göre de kapının ardı yani insan zihninin arkası çeşitli kötülüklerle, sefalet ve kir ile doludur. Ancak belirtmekte fayda var: Yaşama olan inancını Lautreamont gibi yitirmemiştir şair ve mektubun devamında tabiatın denizi, yeri, göğü ve kuşlarıyla bir o kadar zengin, renkli ve ilahi olduğunu söyler. “Mayıs gecelerinin mavisi Baygın menekşeler rüyasıdır Seslerle renklerin sevişmesi, Korkuların sevinç hülyasıdır.” Yukarıda Mavi şiirinden alıntıladığımız dörtlüğe baktığımızda, hikayedeki öznelerin (Mayıs gecelerinin mavisi ve seslerle renklerin sevişmesi) bir uyku halinde ortaya çıktığını göreceğiz. Freud’a atıf yaparak belirtelim, bu uyku halinde ortaya çıkan ise –psikanalizde de olduğu gibi- bir cinsellik öğesi, yani “seslerle renklerin sevişmesi” olmaktadır. “İçimde yok muhacir kuşların,, Maviliklere düşmek korkusu. Bu renk, o uçsuz okyanusların İpek yelkenlerdeki uykusu.” Şiirin ikinci dörtlüğüne baktığımızda ise bu uyku halinin anlatıcıya cesaret verdiğini ve şiirin ana öznesi mavi renginin yine bir uyku haline bağlandığını göreceğiz. Kısaca şiir biçiminde yazılmış bir metin ile, şairin şiirlerinde de psikanaliz yöntemini kullandığı ve şiirinin sürreal öğeler içerdiğini örneklemiş olduk. Bu olgudan yazının ilerleyen kısmında tekrar etmeye gerek yok diyebiliriz. Halit Asım’ın, imgelemiyle sembolist şairleri özellikle Ahmet Haşim’i ve Baudelaire’yi; ve anlatımda kullandığı yöntemlerle Freud’u iyi okuduğunu görebiliyoruz. Buradan yola çıkarak şairin aynı zamanda iyi bir okuyucu olduğunu belirtmekte fayda da var. Çünkü sadece etkilendiği şairleri değil aynı zamanda dönemin toplumcularını da iyi okumuştur. Özellikle Nazım’ın şiirlerini ve oyunlarını çok iyi takip etmesine rağmen şair, gariptir ki bu toplumcu gerçekçilik rüzgarından etkilenmeden şiirini üretebilmiştir. Ancak önemli ölçüde, bunun yüzünden silinip giden bir isim olarak kalmıştır diyebiliriz. Dilerseniz Halit Asım şiirinin politik eleştirisine geçmeden önce dönemin edebiyat ortamına bir göz atalım: “Halit asımın yazınsal yazgısının da anlaşılmamak unutulmak olacağını baştan söylemiştim. O kan ve ateş yıllarında başka nasıl olacaktı? Dünyamız, yeryüzü yanar yakılırken herkes toplumsallaşmıştı. Ne kadar içten ne kadar derin olursa olsun tek insanın acılarına, sorunlarına yer yoktu. Şiir de doğrulmuş, silahlanmıştı. Cephelerdeydi.” Dönemin edebiyat ortamını Arif Damar yukarıda bahsettiğimiz yazısında bu şekilde özetliyor. Dönem İkinci Dünya Savaşı’nın başlarıdır. Ulusal bir dilin şiirsel inşasını üstlenen ve okuru yormayan anlatımıyla Garip akımının; şiirlerinin neredeyse hepsinde “ölüm
62
korkusu”nu işleyen Cahit Sıtkı’ya bile “Yumruğunu gösterme işçi kardeş!” dizeleri ile şiir yazdıran toplumcu rüzgarın, diğer bütün şairleri gölgede bıraktığı bir dönemden bahsediyoruz. Dönemin Nurullah Ataç gibi önemli eleştirmenlerinin de desteklediği bu yaklşımın Halit Asım’ı da gölgede bırakmasına şaşırmamak gerekir. Öyle ki dünya edebiyatı da dahil, -Louis Aragon gibi- sürrealist şairlerin de toplumcu rüzgara eğilim gösterdiğini ve şiirlerinin buraya evrildiğini biliyoruz.
“Biz en güzel maceralarda uyanıkken
Halit Asım’ın şiiri ise bu anlamda toplumsallaşamamış bu yüzden de örneğin Ahmet Haşim gibi, o da dönemi içerisinde gölgede kalmıştı. Ancak şair, dönemin sembolist şairlerinden farklı olarak, şiirinde toplumla buluşamamış olsa da politik bir kavga vermiştir. Bu da “ Ölü çiçekler yığını cennet” ile olan kavgasıdır.
Ki turnalar dönmedi bir daha”
Bir veda sayıklamasında söylenecek adımız.. Varsın bir ömür vakit kalsın sabaha; Tekin olmayan pınarlar gibidir. Çılgın ayaklar ile içimde rakseden Mübarek ölülerdir.
“Kanımda süzgün gözlü şeytanlar
Hayatı boyunca çektiği hastalığa rağmen onun hayata bakışı en güzel maceralarda uyanık olmaktır. Adı nerede söylenirse söylensin ne kadar ömrü kalırsa kalsın öldüğünde bile dans edecektir genç şair. Kendisi de, ölüm korkusunu yine arkadaşı Niyazi’ye yazdığı bir mektupta şöyle haykırır:
Ve azat edilmiş avuçlarım
“Niyazi, sağır bir cemiyette ölmek korkusu var içimde!”
Allahsız hatıralar ararım.”
Şairi sadece hayata ve ölüme bakışı ve alıntıladığımız dize ile değerlendirdiğimizde dahi, onun hayattan ve insanlardan kopuk olmadığını; toplumcu rüzgara dahil olmamasına rağmen döneminin bir yabancısı olmadığını söyleyebiliriz. Kaldı ki olmamıştır da.
Sürrealist şiirden ve özellikle, ölüm temasından bahsedince, bugün çoğumuzun aklına gelecek olan, mistik inançlar ve doğaüstü varlıkların şiiridir. Oysa Halit Asım’ın şiirinde, yukarıdaki alıntıdan da anlayabileceğimiz gibi, böyle bir tapınma havasına rastlamayacağız. Düşünülenin aksine şair dinci ve tutucu bir insan değildir. Öyle ki hastalığı yani hayatı boyunca dini inancı ile hep bir çatışma içinde olmuştur. Tanrı inancını reddetmemiş fakat bu “olgun temaslara kapalı ahret” inancının, kendisi istemeden, zorla sunulduğunu da saklamamıştır. Zaten psikanaliz yöntemini kullandığı için şair, “günah”tan hiçbir zaman korkmamış, şiirlerinde kadın ve cinsellik öğelerini sıkça kullanmıştır. “Sensizim ey cömert dişilik, Dinmiyen bir ağrı yaşamak böyle. Sütünü esirgeyen meme, söyle, Var mıdır “Öte”de yer bir kişilik? Kör ol aşkın velût göz bebekleri, Tıkıyor beni verdiğin her yudum. Kafamdaki hudutsuz hain şehri, Bu derin uykusunda parçalasam diyorum.” Yukarıdaki dizelerde görebileceğimiz üzere şair, Tanrı’yı sütünü ondan esirgeyen bir “dişi” olarak betimlemiş ve verdiği her şeyin onu tıkadığından bahsetmiştir. Tanrıya isyan ettiği yetmez gibi, bunu, Tanrıyı bir dişiye benzeterek yapması dönemin dinsel şiir anlayışı için aykırı bir tutumdur. Şairin genellikle ölüm temasını ele aldığını düşündüğümüzde ise; bu “ölüm”ün, benzer temada şiirler yazan dönemdaşları ile aynı biçimde işlenmediğini göreceğiz. Örneğin Necip Fazıl Kısakürek... Halit asım’ı bu açıdan Necip Fazıl’a benzeten yazarlar da mevcut. Oysaki Necip Fazıl’ın ölüme bakışı “Ölüm güzel olmasa ölür müydü peygamber?”dir. O, ölümü müjdeli bir haber olarak görür. Diğer bir dönemdaşı Cahit Sıtkı Tarancı ise yaşama öyle bir bağlıdır ki onun için “Her mihnet kabulüm yeter ki gün eksilmesin penceremden.” der. Ancak Halit Asım’ın yaşama ve ölüme yani hayata bakışı; ne meleklere ve cennete kavuşma isteği ne de yaşamak uğruna her onursuzluğu göze almak olacaktır.
“Dünyanın acınacak hali, beni Paris hülyasından vazgeçirecek kadar olmamıştır. Bu görüşün bir perde arkasında –Yeni doğan İtalyan tehlikesine ve Amerika’nın hala laf ve güzafta kalmasına rağmen- nihai zafere olan imanımı seçebilirsin.” Son olarak da yukarıda alıntıladığımız 1940 tarihli mektubuna bakatığımızda onun mistisizmden uzak ve “imanı”nını zafere doğrultmuş bir şair olduğunu göreceğiz. Şairin yaşantısı, hastalığı ve aşık olduğu kadın, kısacası özel hayatı ve iç çelişkileri bir bütünün içerisinde, yani, İkinci Dünya Savaşı’nın zorlu yıllarında yaşanmaktadır. Türkiye modernleşmesini bir taşrada, liseyi okuduğu Antalya’da, yaşayan şair yer yer bölgede açılan halkevlerini ve onların boş kalmasını eleştirmiş yer yer daha bütüne bakarak şiirini 1930’ların Türkiyesi’nde üretmiştir. Toplumcu yaklaşımın uç vererek Garipçilere, İkinci Yeniye ve oradan 60’ların şiirine uzandığını göz önünde bulundurursak Halit Asım’ın talihsizliği de şiirini uçlaştıracak ve sürrealizmi edebiyata yerleştirecek ömrünün olmamasıdır. Bunun sonucu da unutulmak ve yıllarca görmezden gelinmek olmuştur diyebiliriz. Toparlayacak olursak, edebiyat tarihi yazımında yapılan hatalardan ve bu alanda bırakılan boşluklardan çokça bahsedilir. Ancak bunlar, genellikle eski dilde yazılan metinlerin sadeleştirilmesindeki eksiklerden ibarettir. Örneğin bin yıl öncesine ait, sadeleştirilen metinlerdeki sözcük kayıpları üzerine birçok makale ya da tez yazısı bulabiliyoruz. Oysa tarih yazımında yapılan en büyük yanlış, Türk edebiyatının modernleşmesindeki önemli uğraklardan olan akımların, bunların temsilcileri ve örneklerinin kıyıda köşede kalması ve hiçbir edebiyat antolojisinde onlara rastlanmamasıdır. Bu açıdan elimizde, Halit Asım gibi, sürrealizmin ve şiirde psikanalitik yöntemin ilk örneklerini veren, üstelik toplumcu yaklaşımın dışında kalan dönemdaşlarından farklı olarak şiirine mistik bir tarz çizmeyip dönemin yabancısı olarak da kalmayan bir örnek bulunuyor. Bugün Necip Fazıl gibi bir hece mühendisi sembolizmle ilişkilendirip “büyük üstad” diye anılırken Halit Asım gibi hasıraltı edilmiş “ilk”lere daha çok ihtiyacımız var. Yazılmış bir tarihi yeni baştan yazmak ve şairlerimizin sağır bir cemiyette ölmesini engellemek için…
63
Oğlunu soran kadının şiiri -İsayı çarmıha gerdilerdi sonra Platus ellerini yıkadıellerini yıkadın yıkamıştın bitmiş aşağıdaki genç adama ait bütün işler kameralar beyanatlar basın bültenleri işkence yoğun sürdüydü o askıyı kuran, o akımı veren elbet sen değildin sen yalnız gözlerini kapadın ellerini yıkadın sen sonra bana uzattın biraz sıkıntıyla ünvanın büyüdü kutlandın ödüllendin her şey sorulduydu, herkes şunu sustu: sonra o ellerle nasıl okşadın kızını nasıl şiir yazdın Gülten Akın
Anısına saygıyla...