e için...
site, yeni bir ülk
yeni bir üniver Yeni bir Kültür,
ayı: 8 • Ekim 2014 • syonu Yayınıdır S
Fikir Kulüpleri Federa
. . . . . GELDIKLERI GIBI GIDERLER!
3 TL
Sokak*Da Sahne Sizi Birlikte Üretmeye Çağırıyor! Verili düzene karşı sanat yapanların duvarında bir taş da biz koyalım diye yola çıktık. Düzene karşı olurken düzene karşı insanların yanında, okulda, mitingde, fabrika önlerinde, otobüs duraklarında insanların karşısına çıkmak gibi bir amacımız var. Birlikte anlamak ve değiştirmek için. Haziran Direnişi'nden sonra yaşadığımız sokaklar daha kalabalık biz de daha güvende ve umutlu hissediyoruz. Ve daha kalabalık olmak ve daha çok eğlendirmek zorunda da hissediyoruz. Hikayemiz; 2007 yılında Beyoğlu Kumpanya’nın kurulması ile başladı. Kimimiz en başından beri Kumpanya’daydık, kimimiz Kumpanya’nın sokak oyunlarını izleyerek ekibe katıldık. Sokaklarda oyun oynamanın gücünü gördük ve bu yoldan ilerlemek istedik. Farklı şehirlerde, farklı kampüslerde, farklı meydanlarda 12 farklı sokak oyunuyla ve yüzlerce gösterimle binlerce insanla buluştuk ve buluşacağız. Tiyatronun direkt insanla yapılan yegane sanat olduğunu biliyoruz. Yine tiyatronun bin yıllardır çeşitli
www.sokakdasahne.com
sınıfların hizmetinde yapıldığını, insanları etkilediğini ve bin yıllarca var olacağını da biliyoruz. Tiyatronun ve diğer sanat dallarının; piyasa koşullarındaki hali gibi bir sanatçı ve tüketici ilişkisi değil, profesyonelleşmeye ihtiyaç duymadan da herkesin yapabileceği bir faaliyet olduğuna inanıyoruz. Bu amaçla en iyi tiyatroyu yapmak değil bizce devrimci olan, hayatı üretenlerin de oyuncusu olduğu bir tiyatro yapmaktır. Günümüzde tüm insanlık ve tiyatronun, saldırı altında olduğunu da biliyoruz. Sahnelerimizin yıkıldığı ve çoğu insanın bir kere bile tiyatro oyunu izleme şansının veya arzusunun olmadığı zamanlardan geçiyoruz. Bunu reddediyoruz! O yüzden diyoruz ki; tüm sahneler ve sokaklar ve meydanlar bizimdir! O yüzden sokakta sahne! O yüzden sokak da sahne! O yüzden Sokak*Da Sahne!
twitter.com/SokakDaSahne
facebook.com/sokakDasahne
Bu sayıda...
Yeni Dönemde de Yeni Yazılar Dergimizin teknik ve maddi kimi sıkıntılardan ötürü çıkamadığı 5 ayın ardından tekrar karşınızdayız. Yaşanan bu gecikme ve aksaklıktan ötürü tüm okurlarımızdan özür diliyoruz. Geçtiğimiz sene dergimizin periyodunda bunun dışında da bazı aksamalar yaşandı. Bu sebeple, özellikle dergimize abone olan okurlarımızda hayal kırıklığı yarattığımızın farkındayız. Abonelerimizin eline 12 sayı geçene kadar aboneliklerinin devam edeceğini bu yazı aracılığıyla belirtiyoruz.
Sadrazam Davut Paşa Ercan Bölükbaşı Seçimler de bizi görecek mi? Erkin Bulut Fatih Yaşlı ile AKP hegemonyası ve Türkiye sağı üzerine Görüşme: Akın Art - Onur Avcı
Ölü evinden anılar: Haziran’a bakarken liberalizmi görmek Zozan Baran
Gözlerini Kaçırma: Muhafazakar toplumda kadının adı Çağla Üren
10 21 30
No country for old men Akın Art
16
Gülmek devrimci bir eylem midir? Özgün Sağlam
26
House of Cards: Siyaseti öldürmek
33
Alperen Bal Alacakaranlıkta aydın olmak ve Nuri Bilge Ceylan sineması T. Seçkin Serpil
36
Arda Özel
Ülkemizin ve bölgemizin aydınlanmacı birikimini boğmaya çalışan AKP’ye ve gerici çetelere geçit vermeyeceğini Türkiye gençliği yıllar önce ilan etmişti. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin arkasından katillerin ve hırsızların sığınabileceklerini sandıkları makamlar onları kurtaramayacak. Halkımıza ve kuşağımıza olan güvenimiz tamdır. Geldikleri gibi gidecekler. ***
Jules Verne ve bilim kurgunun doğuşu Burak Meti
Carcosa ve True Detective
AKP meşruiyet krizini aşamadığı bir yazı geride bıraktı. Meşruiyet krizinin aşılamayacağı başbakan adaylığında kendini tekrar gösterdi. Davutoğlu ismi, daha da saldırganlaşacak bir hükümetin izlerini taşımaktadır. AKP Türkiye’sinin şeriatçı beslemekle ünlü dış politikasının mimarı, başbakanlıkta da benzer bir saldırganlıkla davranacaktır.
42 Aklın isyanı Umut Can Yıldız
40 45
Yeni bir Kültür, yeni bir üniversite, yeni bir ülke için...
Aylık Öğrenci Dergisi • Ekim 2014 • Sayı 8 İmtiyaz Sahibi: Haydar Şahin • Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Akın Art • Yayın Kurulu: Akın Art, Alperen Bal, Arda Özel, Çağla Üren, Melih Fırat Ayaz • Tasarım: Özgün Sağlam Kapak İllüstrasyonu: Haymatlos • Tashih: Atınç Gürçay • Adres: Yeni Çarşı Caddesi Kat:3 No:8 Tomtom Mahallesi Beyoğlu İstanbul 34433 • Baskı: İhlas Gazetecilik A.Ş Entegre Baskı Tesisleri, Merkez mah. 29 Ekim Cd. İhlas Plaza No: 11 A41 34197 Yenibosna / İSTANBUL Tel: 0212 454 32 90 - Gsm: 0549 870 52 90
www.yeniyazilar.org YeniYazilarDergi
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde AKP’nin zafer kazandığı tezi reddedilmelidir. AKP’nin kendini ideolojik olarak kendini yeniden üretme krizini ve cumhurbaşkanlığı seçiminin yarattığı tabloyu Fatih Yaşlı ile konuştuk. AKP Türkiyesi’nin geleceğini ve Türkiye’de sol siyasetin yaşadığı tıkanmanın sebeplerini bu sayımızda incelemeye çalıştık. Tartışmaları merakla okuyacağınızı umuyoruz. Yaşam sayfamızda Bülent Arınç’ın tepki çeken “kahkaha” açıklamasını ve mizah ile muhalifliğin kahkaha ile direnişin ilişkisini inceledik. Kültür-Sanat sayfalarımız ise yine dopdolu: Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye kazanan ‘Kış Uykusu’ filmi, Irmak Zileli‘nin ikinci romanı ‘Gözlerini Kaçırma’, son zamanların popüler dizilerinden House of Cards ve yine bir başka popüler dizi True Detective‘e ilham kaynağı olan metinler ilerleyen sayfalarda sizleri bekliyor. Bilim sayfalarımızda ise Jules Verne‘in bilime ve bilimkurguya olan etkilerine ve Aklın İsyanı’na yer veriyoruz. Eylül ayından itibaren yeniden amfilerde, sıralarda ve sokaklarda görüşmek dileğiyle…
@Yeni_Yazilar
Yeni Yazılar Yayın Kurulu
4
Gündem
Sadrazam Davut Paşa Ercan Bölükbaşı Orta Doğu Teknik Üniversitesi
T
ayyip Erdoğan tarafından başbakanlığa “atanan” Ahmet Davutoğlu ne yapacak? Yıldırım Akbulut örneğindeki gibi yalnızca bir kukla lider mi olacak? Yoksa yeri geldiğinde iktidarını borçlu olduğu diktatörüne de kafa tutarak kendi özgün yolunu mu izleyecek? AKP’nin saldırgan politikasını mı sürdürecek? Ya da cemaatin çokça dillendirdiği gibi ılımlı bir profil mi çizecek? Bu sorulara tek başına yanıt vermeye çalışanların mutlaka hata yapacağı bir döneme giriyoruz. Davutoğlu’nun başbakanlığı bir bütünlük içerisinde değerlendirilmeli. O bütünlüğün ifadesi ise hiç kuşkusuz hala Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP projesidir. Davutoğlu karakteri ise bu bütünlüğün bir parçası olarak kendisine düşen rolü üstlenecektir.
İthal bir siyasetçi portresi Siyasetçi ithalatına bir süredir alışığız. 2001 krizinden sonra apar topar ABD’den getirilen Kemal Derviş güya ülke ekonomisini kurtaracaktı. Davutoğlu’nun parti içi tartışmalardaki hasmı Abdullah Gül de siyasete dönüşünü “yurt dışındaydım sana ihtiyacımız var dediler hemen geldim” sözleriyle açıklıyor. Yakın zamanda önümüze çatı aday olarak çıkarılan Ekmeleddin İhsanoğlu, Mısır doğumlu olması ve İslam
Davutoğlu kukla ve kendi kararları olmayan bir başbakan değil. Tam tersine; en az 11. Cumhurbaşkanı Gül, Bahçeli ve hatta Kılıçdaroğlu kadar özgür olacak Davutoğlu. Yalnız hepsinin uyduğu bir kurala uymak kaydıyla: Oyunun sınırlarını Tayyip Erdoğan belirler. İşbirliği Teşkilatı’nda yaptığı görev ile gündeme gelmişti. Davutoğlu ise yalnızca yurt dışından değil aynı zamanda akademiden ithal bir siyasetçi olmasıyla da dikkat çekiyor. Akademik eğitimini liberalizmle içli dışlı ve gericiliğe karşı “hoşgörülü” olması ile bilinen Boğaziçi Üniversitesi’nde alan Davutoğlu, laik eğitimin yanlış olduğunun gerici cenahta en çok dillendirildiği dönemde örnek üniversite olarak gösterilen Malezya Uluslarası İslam Üniversitesi’nde yardımcı doçent olarak başlıyor işe. Türkiye’ye gelmesi ile birlikte İslamcı cenahın önemli yazarlarından birisi olarak Yeni Şafak gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor. Yıldızının parlaması ise bu dönemin sonunda yazmaya başladığı “Stratejik Derinlik” isimli kitabı ile oluyor. İthal siyasetçi demiştik. Davutoğlu bir dönem yurt dışında çalıştığı için değil siyaseten taşıdığı anlam açısından ithal sıfatını hak ediyor. Birincisi, kitabı ve önerdiği politika yurt dışında çok iyi pazarlanıyor ve kendisi Türkiye’ye böyle tanıtılıyor. Buna zemin oluşturan ikinci ve daha önemli sebep ise emperyalizm. Davutoğlu’nun önermeleri emperyalizmin bölgesel müdahale arayışlarının çizdiği çerçevede
Türkiye için bir model sunuyor; Yeni Osmanlı. Bu aynı zamanda AKP’nin ikinci cumhuriyet arayışının Türkiye halkına “yeniden büyük güç oluyoruz” ambalajı ile sunulması için de önemli bir fırsat sunuyor.
Stratejik derinlik ya da yüzsüzce gülümsemek Stratejik Derinlik veya bir başka deyişle Yeni Osmanlı politikasının çöktüğü ve düpedüz anlamsızlaştığı ise ortada. Bunun nedenleri bu yazının konusu değil. Sonuçlarını ise yalnızca Türkiye değil bölge halkları da fazlasıyla yaşıyor. Irak’ın toprak bütünlüğünü ortadan kaldırmaya yönelik müdahaleler, bölgedeki dinci gerici rejimler ile açık ittifak; Suriye konusunda Davutoğlu ve AKP’nin Orta Doğu’da yarattığı bela ile karşılaştırılınca solda sıfır kalıyor. Arap Baharı’nın emperyalizm açısından yarattığı olanakları görünce ağzının suyu akan ve aktif taşeron rolü ile Suriye’de iç savaşı kışkırtan AKP hükümetinin yarattığı tahribat olduğu yerde duruyor. Suriye halkı gerici saldırganlığı henüz tam anlamıyla püskürtememişken ortaya çıkan IŞİD terörü tüm bölge halkla-
rını tehdit ediyor. Emperyalist hülyalara kapılıp IŞİD’le kolay kolay koparamayacağı bağlar kurmuş olan AKP, bir anda kendisini Amerikan planının dışında bulabiliyor. Ülkemize de içinde ne olduğunu herkesin bildiği MİT TIR’larının ayıbını taşımak kalıyor. Türkiye’de hatırı sayılır bir güce kavuşmuş IŞİD’in, Davutoğlu’nun başbakan olması ile birlikte ülkemizi de daha fazla tehdit edecek bir olanak yakalaması ise olası görünüyor. Almanya’nın yıllardır Türkiye’yi dinlediğinin ortaya çıkması ile birlikte Davutoğlu’nun ‘stratejik derinliği’ Reyhanlı’da patlayan bombalar ve bunu yüzsüzce gü-
5
Gündem lümseyerek karşılayan bir siyasetçi figürünün sığlığı olarak tarihte yerini alıyor.
Tayyip'siz AKP'nin vasıfsız lideri Kedine özgü “katkı”larını tanımladıktan sonra Prof. Dr. Davutoğlu’na vasıfsız demek biraz garip kaçabilir. Ancak asıl garip olan Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP’nin çizdiği hattın dışına taşan bir vasıf beklemek olacaktır. Bahsettiğim düpedüz kukla ve kendi kararları olmayan bir başbakan değil. Tam tersine; en az 11. Cumhurbaşkanı Gül, Bahçeli ve hatta Kılıçdaroğlu kadar özgür olacak Davutoğlu. Yalnız hepsinin uyduğu bir kurala uymak kaydıyla: Oyunun sınırlarını Tayyip Erdoğan belirler. Erdoğan figürü, düzen siyaseti açısından uzun yıllardır bir referans noktası. Yukarıda sayılan siyasetçilerin tamamı pozisyonlarını Erdoğan’a göre belirliyor. Yeri geliyor ülke menfaatleri için hükümetin arkasına sıralanıyorlar. Yeri geliyor Erdoğan’ın yarattığı tepkiyi pasifize etme görevi üstleniyorlar. Çoğu zaman Erdoğan’ın üslubu sert bulunuyor, bir orta yol için seferber olunuyor. Erdoğan doğrudan AKP’yi yönetmeyecek olsa bile Davutoğlu da tarzını, üslubunu belirlerken bir gözü hep diktatörde olacak. Bu kez bir farkla, bizzat Erdoğan’ın çizdiği stratejiyi uygulama görevini sürdürmenin zorluğunu da taşıyarak... Erdoğan’ın asıl isteğinin resmi başkanlık olduğu ve önümüzdeki dönem AKP’nin seçim stratejisinin bu bütünlük ekseninde yürütüleceği ise bir sır değil. Çokça bahsedilen AKP’nin iç çatlakları da bu eksende ele alınmalı. Davutoğlu tercihinden rahatsızlık duyan AKP’lilerin de buraya oynaması, “bu işi ben daha iyi kotarırım” iddiasını örgütlemesi olası gözüküyor. Yani eksen yine Erdoğan olacak. Çatlaklar meselesi aynı zamanda Erdoğan’ın gerekirse Davutoğlu’na ayar çekebilmesi için de bir koz olarak değer kazanacak. Davutoğlu’nun
Gerici diktatörlüğün tüm niteliklerinin tek bir kişi üzerinde toplanmış olması geçtiğimiz dönemin önemli karakteristik özelliklerinden birisiydi. Diktatöre karşı verilen mücadele toplumsallaştı, Türkiye karşıtlar ve yandaşlar olarak adeta ikiye bölündü. Önümüzdeki dönem verilecek mücadelede ise siyaset daha da inceltilmeli, hat çizilirken öne çıkacak yeni figürlerin rolüne de mutlaka dikkat edilmeli. iş çinayetlerine önlem olarak önerdiği “kazasız iş yerlerine prim” sistemi gibi cin fikir önermeleri ise belki pedagoji kitaplarına girmeyecek ama mutlaka çöküş döneminin gariplikleri arasında yerini alacak.
Mücadelenin seyri Gerici diktatörlüğün tüm niteliklerinin tek bir kişi üzerinde toplanmış olması geçtiğimiz dönemin önemli karakteristik özelliklerinden birisiydi. Diktatöre karşı verilen mücadele toplumsallaştı, Türkiye karşıtlar ve yandaşlar olarak adeta ikiye bölündü. Önümüzdeki dönem verilecek mücadelede ise siyaset daha da inceltilmeli, hat çizilirken öne çıkacak yeni figürlerin rolüne de mutlaka dikkat edilmeli. AKP diktatörlüğü karşımıza en azından iki siyasi figürle çıkacak. Birincisi ile yıllardır mücadele ediyoruz ve bu konuda özel bir ayar yapmaya gerek yok. İkincisi için ise belirli noktaları vurgulamak gerekiyor.
Kabine seçiminden anladığımız kadarı ile başbakan aynı zamanda dışişleri bakanlığını da yürütecek. Bir başka deyişle Davutoğlu için söylediklerimizi Çavuşoğlu için söyleyemiyoruz. Geçtiğimiz dönem fasulyeden bakanlık olan Avrupa Birliği ile ilişkilere bakan Çavuşoğlu, başbakan ne derse onu yapacak. Bu, iç politika ile dış politika arasında geçtiğimiz döneme göre daha fazla uyum olacağı ve dış politika ayarsızlığının ülke siyasetini daha fazla etkileyeceği anlamına geliyor. Bu durumun bir yansıması olarak, özellikle son dönemde emperyalizmle yaşanan çelişkinin iç politikadaki karşılığının artacağı söylenebilir. Bu bağlamda, Orta Doğu’da yaşanan siyasi kriz de hesaba katıldığında laiklik vurgusunun mücadelede daha fazla öne çıkması gerekiyor. Davutoğlu’nun ana misyonu olan AKP’yi seçimlerden anaya-
sa değişikliği yapabilecek güçte çıkarma görevi ise unutulmamalı. Başarıldığı takdirde diktatörlüğün hukuken de tesis edilmesi anlamına gelecek olan bu görev, AKP karşıtı mücadelenin temel hedefini işaret etmekle kalmıyor, bir proje olarak AKP’nin nasıl sona ereceğinin anahtarını da sunuyor. Siyaseten daha güçlü bir figür görüntüde de olsa ancak bir süreliğine kendisinden daha düşük bir profilin gerisinde durabilir. Fiili başkanlığın resmiyete dökülemediği her senaryo AKP projesinin kendisinin masaya yatırılacağı ve dağılma olasılığının gerçeğe dönüşeceği bir duruma kapı aralayacaktır. Önümüzdeki dönem Davutoğlu liderliğindeki AKP’ye karşı örülecek olan toplumsal muhalefet hattının öncelikli hedefleri bu olasılık da hesaba katılarak belirlenmelidir. Yeni Osmanlı’nın yükseliş dönemi hayalleri yerini çöküş dönemi kabuslarına bırakırken, benzetmeye uygun figürlerini de yaratmış oldu. Davutoğlu padişahının buyruklarından dışarı adım atmayacak. Ancak her sadrazam gibi yönetecek. Her sadrazam gibi yönetecek ve yaptıklarının sonuçlarına katlanacak. Belki kellesi vurulmayacak ama, halkın mücadelesi onu da işi bitmiş sadrazamlar mezarlığına göndermesini bilecek.
6
Gündem
Seçimler de bizi görecek mi? Erkin Bulut Ankara Üniversitesi
T
Sürekli olarak seçimleri izliyoruz. Peki seçimler de bizi görecek mi? Ya da ne zaman görecek? Biz derken burada en geniş anlamda muhalefet cephesinden bahsediyorum. Toplumsal muhalefet için seçimin AKP’nin inişi–çıkışından başka anlamı olamaz mı?
ürkiye seçimler döneminden geçiyor. Yaklaşık bir yıllık süre içerisinde üç tane seçim yaşıyoruz. Seçimler geniş kesimler tarafından, ülkenin tüm değerleriyle birlikte yaşam mücadelesi verdiği bu karanlığın içinden çıkmanın en önemli yolu olarak görülüyor. Ama seçimlerin bir başlangıçtan çok, bir sonuç olduğu çoğu zaman unutuluyor.
ye toplumunu bir darbenin dahi yapabileceğinden çok daha fazla dönüştürdü ve siyasetin zeminini yeniden inşa etti. İşte bu sandık efsanesinin, her hamlenin meşruluğunun sandığa dayandırılmasının arkasında bu dönüşüm yatıyor.
dibe döndüreceğini düşünüyorum. İktidarın yaşayabileceği bu olumsuz sonucun da ancak bir başka olaylar manzumesinin sonucu olacağını unutmadan, seçimleri önemsemek gerektiğini düşünüyorum.
Her şeyin başı seçim değil, bu doğru. Peki, meşruiyetini bu denli sandığa dayandıran bir iktidarın yine sandıkta yaşayacağı bir kriz önemsiz sayılabilir mi?
Bu biraz da AKP’nin 12 yıllık iktidarı boyunca siyaseti tamamen sandığa sıkıştırma çabasının bir ürünü. Türkiye siyasetinin en kirli ve suçlu partisi, Türki-
İşte bu soruya verilen yanıtlar Türkiye’de sol mücadelenin seçimlere bakışını bir süre daha belirlemeye devam edecek gibi görünüyor. Kendi adıma AKP’nin seçimlerde alacağı olumsuz bir sonucun iktidar partisinin ibresini sert bir şekilde
İktidar partisinin durumu açısından böyle bir anlamı olduğunu tespit edebileceğimiz seçimlerin bizim açımızdan anlamı üzerine de düşünmek gerekiyor. Sürekli olarak seçimleri izliyoruz. Peki seçimler de bizi görecek mi? Ya da ne zaman görecek? Biz derken burada en geniş anlamda muhalefet cephesinden bahsedi-
yorum. Toplumsal muhalefet için seçimin AKP’nin inişi–çıkışından başka anlamı olamaz mı? Bu yazıda biraz da bunu tartışmaya çalışacağız.
'Olağan' Erdoğan Öncelikle cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Erdoğan ve mimarı olduğu rejim açısından ne anlama geldiği üzerine birkaç şey söylemek gerekiyor. Erdoğan cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde bildiğimiz şekliyle halkın karşısına çıktı: 2013 Haziran'ı itibariyle özellikle oturmaya başlayan, 17 Aralık yolsuzluk operasyonu sonrası açık ve net karakterini bulan, sağ şizofreninin klasik tezi "tüm iç ve dış düşmanlara” karşı “tek başına direnen büyük usta" propagandası üzerine bina edilen bir modern diktatör. Artık olağan Erdoğan budur. Erdoğan'ın, danışmanlarının açık faşizm önermeleriyle döşedikleri yoldan başka yolu yoktur, bundan sonra da olamaz. Bu yol 20. yüzyılda örnekleri yaşanan klasik faşizme benzer mi benzemez mi tartışmasını en azından bu yazı için önemsiz gördüğümü söyleyeyim. Bugünün Türkiye'sinde Erdoğan'da temsil edilen siyasi hat ve onun ideolojik ve kültürel izdüşümleri açıktan faşizmi
7
Gündem çağrıştırmaktadır. (1) Erdoğan bu olağan haliyle bir seçim daha kazanmıştır. Yerel seçimler öncesinde ortaya çıkan yolsuzluklar ya da seçimlerde yapıldığı iddia edilen hileler sonucu değiştirmemiş, Erdoğan yine o balkona çıkıp zaferini ilan etmiştir. Ancak Erdoğan’ın bu seçim başarısını AKP’liler dahi tam olarak kutlayamamış, açıkça belli olan bir tedirginlikle karşılamışlardır. Bu tedirginliğin sebebi bellidir. Halkın dörtte birinden fazlasının ilgi göstermediği bir seçimde yüzde 51,8 oranında oy alarak, tabiri caizse “ucu ucuna” cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturabilmiş “büyük usta” ile karşı karşıyayız. AKP’ye oy vermeyenler haricindeki herkesin öfkesini kazanmış, inanılmaz bir keyfilikle ülke yöneten bir iktidar için korkutucu bir tablo olduğu söylenebilir. Bu korkutucu tablo, kırk kere söylenen “AKP’nin bölünmesi” ihtimalini de çağırmaktadır. Kırk kere söylenirse gerçek olacağından değil, AKP’nin önüne çıkan engeller kimi isimlerin etrafında kararsız kümeler yarattığı için bu ihtimal ortadadır. Davutoğlu’nun kabinesine Arınç, Babacan gibi ismi Gül ile birlikte geçen siyasetçilerin dahil edilmesi ya da Numan Kurtulmuş gibi AKP’nin beyin takımının mesafeli yaklaştığı bir “yeni yüz” alınması 2015 seçimlerine kadar mümkün olduğunca birlik görüntüsü verilerek krizi öteleme girişimi şeklinde okunabilir. 2015 seçimlerine kadar bahsettiğim krizin ötelenmesi mümkündür ancak seçimler AKP açısından bir süredir dengelenen ibrenin yönünü yeniden aşağıya çevirirse yani herkes açısından görülebilir bir başarısızlık yaşanırsa, o zaman kriz eskisinden daha güçlü gelecektir.
CHP var mı? Başlıktaki soru iğneleme amacıyla yazılmamıştır. Gerçekten Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisi açısından bir varlık – yok-
luk sorunu yaşanmaktadır. CHP üzerinde taşımak istemese de öyle ya da böyle Türkiye toplumunun laiklik talebinin temsilcisi konumunda CHP vardır. Yine laiklikle ilgili olmakla birlikte Türkiye’deki örgütlü – örgütsüz Alevi yurttaşların hakları için baktıkları parti de CHP’dir. Meclisteki ve Türkiye genelindeki gücü itibariyle sendikaların ve başka emek örgütlerinin baktığı yerde CHP durmaktadır. Peki üzerinde taşıdığı tüm bu beklentilere rağmen CHP ne yapmaktadır? Türkiye siyasetinin en sağından en soluna kadar tüm özneler CHP’yi eleştirmektedir. Zaman zaman Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu bu duruma bozulmakta, kendi partisindeki muhalif sesleri iktidarla aynı noktaya düşmekle suçlamaktadır. Ancak ilginçtir, parti içinden ya da soldan gelen eleştirilere sinirlenen Kılıçdaroğlu ve parti yönetimi, kendisini sağdan gelen eleştirilere karşı borçlu saymakta ve cevap yetiştirmeye uğraşmaktadır. (2) AKP birçok farklı belirleyenden beslenmekle birlikte bir “davayı” ya da “kavgayı” örgütlemektedir. CHP’nin ise böyle bir projeksiyonu yoktur. CHP’de kavga ve davanın yerini içi boş bir taktik ve reklamcılık anlayışı almıştır. Seçimlerde sağ lehine oluşan aritmetiği bozma hedefinden dolayı CHP’yi suçlayamayız belki. Ancak herkes tarafından görülebilen gerçek şudur ki, aritmetik iki seçimdir sergilenen “uyanıklıklarla” değişmemektedir. Çıkarılan sağcı adaylar, geliştirilen sağ söylem yılgınlıktan başka bir şey üretme-
CHP’de kavga ve davanın yerini içi boş bir taktik ve reklamcılık anlayışı almıştır. Seçimlerde sağ lehine oluşan aritmetiği bozma hedefinden dolayı CHP’yi suçlayamayız belki. Ancak herkes tarafından görülebilen gerçek şudur ki, aritmetik iki seçimdir sergilenen “uyanıklıklarla” değişmemektedir. miştir. Geriye, bir umutla çıkıp yenilen siyasi mevtalar kalmıştır.
alevi gibidir, parlar ve hızla söner. Geriye bir şey bırakmaz.
Elimizde yakın gelecekte bu tablonun değişebileceğine ilişkin herhangi bir veri yoktur. Yüzde 30’lara dayanan oy potansiyeli ile koca bir işlevsizlik abidesi CHP, bu şekilde yoluna devam edecek gibi görünüyor. Hiçbir alternatifin ortaya çıkmadığı bir Türkiye’de insanların CHP’den umut beklemesine kızamayız. Ancak artık yeni bir alternatifi yaratmanın zamanı geldi de geçiyor bile.
Ancak bu doğru değildir. İnsanlığın ilk düşünürlerinden beri bilinen bir gerçek: Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir. Yaşanan değişimlerin ise eşikleri vardır. Küçüğüyle büyüğüyle yaşanan doğal olaylar gibi, toplumsal olaylar da değişimler yaratır. Nasıl ki küçük bir zelzeleyle patlayan büyük bir volkan farklı değişimler yaratıyorsa, her toplumsal olay da niceliğiyle orantılı şekilde geriye niteliksel dönüşümler bırakır. Taşlar yerinden oynar ve toplum bir önceki halinden farklı bir görünüme kavuşur.
Haziran nereye gitti? Bütün bunlar olurken, geçen sene yaşadığımız o görkemli uyanış nereye gitti? Kimilerine göre halk güvenilmezdir. Kitlesel olaylar saman
İşte Haziran Direnişi’ni de böyle anlamak gerekiyor. Bu büyük toplumsal patlama, baskılanabilir ancak geriye döndürülemez dönüşümler yaratmıştır. Haziran sonrasında Türkiye’de halk hareketi artık güncel hale gelmiştir. Bu güncelliği; liselerin imam hatiplere dönüştürülmesine karşı öğrencilerin ve velilerin birlikte mücadelesinde,
8
kentlerin yağmalanmasına karşı Türkiye’nin dört bir yanında var olan direnişlere, işçi ölümlerine karşı yükselen sese bakarak görebilirsiniz. AKP rejimi, attığı adımların önündeki hukuki engelleri kaldırsa da halk engelini bir türlü sıfırlayamamaktadır. Bu durumu “Haziran Etkisi” olarak adlandırmak mümkündür. Öyle ya da böyle süren Haziran Etkisi, seçimlerde birkaç ayrı kanalda varlığını bulmuştur. CHP ve MHP’nin çıkardığı ortak aday Ekmeleddin İhsanoğlu’na, belki Erdoğan’a karşı kazanabileceği umuduyla verilen oylar bu kanallardan biridir. AKP’nin gidebileceği umudu, gerici kimliği ve geçmişi açıkça görülen bir isme ilerici oyların akmasının birincil sebebidir. Seçimlere katılmayan küçümsenemeyecek kesim ise ikinci kanal olarak görülebilir. Bu tercih; bir yandan çıkarılan adaylara dönük öfkenin ürünü bilinçli bir tercih olarak değerlendirilebilirken, diğer yandan bir tür yılgınlık olarak da anlaşılabilir. Türkiye halkının önemli bir toplamı, cumhurbaşkanlığı seçimlerini ciddiye almamıştır. Bunun yanında önemsenmesi gerektiğini düşündüğüm bir diğer kanal ise Kürt siyasetinin adayı olarak ortaya çıkan fakat bunu aşan bir anlama ulaşan Selahattin Demirtaş’a verilen oylardır. Kürt siyasetinin geleneksel oy oranın yüzde 3 kadar üzerine çıkarak Türkiye genelinde yüzde 10’a ulaşan, ülkenin batısından yaklaşık 500 bin ile bir milyon arasında fazladan oy alan Demirtaş’ın bu başarısı sol mücadele açısından incelenmeyi hak ediyor.
Demirtaş'ın oyları ne anlama geliyor? HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş cumhurbaşkanlığı seçimlerine aday olduğunda genel beklenti geleneksel olarak HDP – BDP çizgisinde toplanan Kürt yurttaşların oylarını almasıydı. Ancak Demirtaş Kürt siyaseti çizgisinin dışına taşan bir propaganda yolunu tercih ederek sol bir söylem tutturdu.
Haziran sonrasında Türkiye’de halk hareketi artık güncel hale gelmiştir. Bu güncelliği; liselerin imam hatiplere dönüştürülmesine karşı öğrencilerin ve velilerin birlikte mücadelesinde, kentlerin yağmalanmasına karşı Türkiye’nin dört bir yanında var olan direnişlere, işçi ölümlerine karşı yükselen sese bakarak görebilirsiniz. Halkın yalnızca meclisten çıkan adayları oylayabildiği ve yeterli milletvekili imzasını alabilen yalnızca üç adayın çıkabildiği “halk oylamasında”, diğer iki aday sağ seçmenden oy kapma yarışına düşünce sol alanda ortaya çıkan boşluğu iyi gören Demirtaş bu alana dönük etkili bir seçim çalışması yaptı. Demirtaş’ın seçimlerde tercih ettiği söylem en genel hatlarıyla sol popülizm olarak adlandırılabilir. Kürt siyasetinin 2013 Haziran’ına mesafeli yaklaşan tutumundan uzak, halkın gerçek sorunlarına dokunan, yolsuzluk gibi iktidarın zorlandığı başlıklara yüklenen bir söylem tercih edildi. Bütün bu başlıklarda, Demirtaş’ın siyasi yetenekleriyle bütünleştiğinde
Gündem gerçekten etkin bir hale gelen siyasi mizahın da kullanıldığı bu söylem, Türkiye’de yerleşik hale gelmiş Kürt siyasi hareketine olumsuz bakışın da üzerinden atlayarak geniş kesimlerde bir sempati yarattı. Bu sempati genel olarak sola yönelik olarak alınırsa ancak 60’ların TİP’i ile karşılaştırılabilir. Oluşan bu sempati, seçimlerin hemen ardından Erdoğan’ın meclisteki yemin töreninde “ayakta alkış” skandalıyla yerle bir olsa da önemsenmelidir. Yanlış anlaşılmasın, önemsenecek olan HDP ve Demirtaş değildir. Kürt siyasetinin gelecek kurgusunda AKP merkezi bir yerde durmaya devam edecektir. Bu tür sola çıkabilecek söylemin olumlu görülmesinde bir sakınca yoktur ancak Kürt siyasetinin kendi hattında dümeni sola kırdığı ya da yakın gelecekte kıracağı düşünülmemelidir. Kürt siyaseti olduğu gibidir ve Türkiye’de yaşanabilecek yeni gelişmelerde yine yeni tavırlar alması beklenebilir. Önemsenmesi gereken sol popülizmin, söylenen sözlerin yapılamayacağı bilinse bile ve tüm yerleşik düşman algıya rağmen Türkiye’nin bütününde bulduğu karşılıktır. Türk milliyetçisi duyarlılıklarına rağmen birçok
yurttaş Demirtaş’ın seçimlerdeki tek gerçek aday olduğunu düşünmüş, oy vermeyecek olsa bile konuşmalarını, çıkışlarını gerçek bir sempatiyle izlemiştir. Kaldı ki küçümsenmeyecek bir toplam da oy vermiştir. Bu durum, Türkiye’de kadraja girebilecek denli büyük ve geniş kesimlere seslenen bir sol alternatifin başarı şansının yüksek olduğunu göstermektedir. Demirtaş’ın, Kürt siyasetinin gücünü arkasına alarak geliştirdiği “geçici sol söyleminin” yerini halkın AKP’ye karşı mücadelesini arkasına alan ve süreklilik taşıyan bir sol alternatifin alması gerekmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçimleri, geçmiş seçimlerde yaşadıklarından çok daha büyük bir pişmanlıkla İhsanoğlu’na oy vereninden, “lanet olsun hepinize!” diyerek sandığa gitmeyenine ve bir umut diyerek Demirtaş’a oy verenine kadar geniş bir
9
Gündem kesimin arayışını göstermiştir. İşte bu arayışı ya da duymasını bilene yapılan çağrıyı dikkate almak zorundayız.
2015 seçimlerine giderken... Muhalefet açısından seçimlerde başarının neden önemli olduğu da bir tartışma konusu. Bu konuda Kürt siyasetinin 2007 yılında meclise girmesinden hemen sonra yükselen ibresine bakmak yeterli. Meclise girmek ya da seçimlerde yakalanan bir başarı Türkiye siyasetinde kadraja girmek anlamını taşıyor. Çıkılan yüksekliğe bir kanca atmak anlamına geliyor. Ülkenin ve halkın düşmanlarıyla yumruk mesafesinde mücadele anlamına geliyor. Artık Türkiye’de solun, böyle bir deneyime ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. 2015 genel seçimleri, “Seçimler de bizi görecek mi?” sorusunun yanıtını aramak için önümüzde bir sınav olarak duruyor. Ancak en başta söylediğimiz bir şeyi tekrarlayalım: Seçimler ancak bir sonuç olarak görüldükleri sürece anlamlıdır, her şeyin başı olarak değil. Türkiye’nin dört bir yanında farklı başlıklarda mücadeleler sürüyor. Örneklerini hep beraber yaşıyor, görüyoruz. 2013 Haziran’ı tüm bu farklı kulvarlarda verilen mücadelelerin ortaklaştığı, hepsinin beslediği ve ondan beslendiği bir ortaklaşmayı ortaya çıkardı. Bu ortaklaşma ise, önünde durulamaz bir gücü... Ancak bugün geldiğimiz noktada bu durumun yeterli olmadığını görüyoruz. Bu haklı mücadelelerin bir öncüye, birliğe, cepheye ya da her neyse bir tür ortaklığa ihtiyacı var. Türkiye’nin dört bir yanında mücadele eden insanların, diğerleriyle tanışmaya, yan yana yürümeye ve birbirinden güç almaya ihtiyacı var. Hiç şüphesiz ki gençlik bu mücadelenin omurgasını görevini gururla yerine getirecektir. Türkiye’de ilericilerin önündeki en büyük görev, bir mücadele cephesini inşa etmektir. Türkiye’nin her yerinde, halkın kendi
kararlarını verebileceği hem dayanışmayı hem de AKP’ye karşı mücadeleyi birlikte taşıyabilen bir cepheyi inşa etmek belki geçmişte zordu. Bugün, herkesin gerekliliğinden bahsettiği cephenin kurulması için yalnızca omuz vermek gerekiyor. İşte eğer bunu becerebilirsek, yani Türkiye halkı ülkeye baktığında tüm gücü ve endamıyla kendini görmeye başlarsa, o zaman seçimler emekçiler için, gençlik için anlamlı hale gelecektir. İşte o zaman, seçimler de el mahkum “bizi görecektir”. Halkın gerçek temsilcileri de ancak o zaman ortaya çıkabilir. Bu olmazsa ne kaybederiz? Kübalı büyük devrimci Fidel Castro’ya
kaybettiği zaman ne olacağını sormuşlar. Yanıtı: “Batista kaybederse, onun için her şey biter. Biz kaybedersek, yeniden başlarız”. Evet, yeniden başlarız. Ancak artık kaybetme ihtimallerimizi değil, neler kazanabileceğimizi tartışmamız gerekiyor. İleriye gitmenin ve ilerlediğimiz yere tutunup daha ileriye sıçramanın yollarını aramamız gerekiyor. Seçimlere işte böyle bir tutunma noktası olarak bakabileceğimizi düşünüyorum. Gençlik, bunu başaracak bir alternatifin yolunu açabilecek en büyük güç olarak üzerine düşen görevi yapmalıdır. Nasıl yapacağımızı hep beraber tartışmaya ve göstermeye devam edeceğiz.
NOT: Türkiye’de süren mücadelelerin güçlerini birleştirmesi yakın zamanda bir toplantıyla da gündeme geldi. 30 Ağustos’ta ilk buluşması gerçekleştirilen, bazı değerli aydınların ve sol partilerden temsilcilerin katıldığı devamı geleceği ilan edilen bu toplantıları izlemek gerektiğini düşünüyorum. Toplantılarda bir eksik gençlik temsilcilerinin bulunmuyor oluşuydu. Bu eksiğin hızla giderileceğini umuyorum. (1) Faşizmi ve bugünün Türkiye’sinde taşıdığı anlamı bir başka yazıda tartışmayı umuyorum. (2) Geçen sayıdaki yazımda “Bir pratik aklın eleştirisi” ara başlığı altında CHP’nin sağcılıkla kavga etmeyen bu anlayışını eleştirmiştim
10
Söyleşi
Fatih Yaşlı ile
AKP Hegemonyası ve Türkiye Sağı Üzerine Görüşme: Akın Art - Onur Avcı AKP 30 Mart seçimlerinden kitle desteğinin azımsanmayacak bir bölümünü koruyarak çıktı. Bu sonuç üzerine Haziran’dan itibaren hayli yıpranan ve tek çözümü daha da totaliterleşmekte bulan AKP’nin, kitlesini nasıl konsolide etmeyi başardığı sık sık soruldu. En çok referans verilen tespit ise Gilles Deleuze’ün faşizm-kitle ilişkisine dair yaptığı çözümlemelerde kullandığı “kitleler aldatılmadı, faşizmi arzuladılar” ifadesi. Çok yazılıp çizilen bu konu ile başlayalım isterseniz. Kitlelerin iktidarla kurduğu ilişkide böyle bir arzu/iktidar ilişkisinden bahsedebilir miyiz? Türkiye sağı ve bugün özelinde AKP (yoksa RTE mi demeliydik) bu arzu/iktidar ilişkisini nasıl yönetmiştir? İktidarın “arzu ekonomi”sine yatırım yaparak, arzu üreterek ve kitlelerin arzularını manipüle ederek işlediği yönündeki tezlerin son derece ufuk açıcı bir nitelik taşıdığını; tahakküm ilişkilerinin iktidar teknolojileri, hakikat yaratımları ve özne inşa süreçleri üzerinden okunmasının iktidarın doğası ve mantığını anlamak açısından hayli verimli olduğunu düşündüğümü söyleyerek başlayayım. Ancak bu tezlerin ve genel olarak Foucault-Deleuze hattının tarihsel materyalizmle ilişkilendirilmesi, “arzu”nun üretiminin toplumun
30 Mart yerel seçimlerinden kısa süre sonra Fatih Yaşlı ile AKP hegemonyası ve çöken “liberal entelijansiya” tezleri üzerine sohbet ettik. Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra tekrar görüşlerini alarak güncellediğimiz sohbetimizi sizlerle paylaşıyoruz.
yeniden üretiminin maddi zeminine oturtulması şerhini düşerek. “Kitleler kandırılmadı, faşizmi arzuladılar” tezi bu açıdan doğru; “kandırılmayı arzuladılar” dersek belki daha da doğru olacak. Bunun ise öncelikle şöyle bir anlamı var: İktidar ilişkilerine taraflardan birinin aktif bir kandırma/aldatma sürecini işler kıldığı, diğer tarafın ise pasif bir şekilde kandırıldığı yönündeki beylik bakış açısının tuzağına düşmemek. Bizim için daha önemli olan
anlamı ise şu: Nazizm Almanya’da kitlelere bir “şey” vaat etti, o “şey” tarihsel bir zaman diliminde kitlelerin arzularına denk düştü ve faşistler iktidara geldiler. Peki, neydi o “şey”? Bu sorunun yanıtının Reich ya da Fromm’un tezlerindeki gibi sadece Freudyen bir bakış açısıyla verilebileceğini, yanıtın sadece bastırılmış cinsellikle, libidinal süreçlerle ve “arzunun karanlık nesnesi”yle ilgili bir içeriği olduğunu düşünürsek kanımca yanılmış oluruz. Faşizmin
kitleler üzerindeki etkisinin iktidara gelecek kadar güçlü olmasının hem Almanya’da hem İtalya’da maddi hayatın yeniden üretilmesinin o anki pratiği olan kapitalizmle doğrudan bir bağlantısı var. Her iki ülkenin kapitalizmle girmiş olduğu ilişki, uluslaşma süreçleri, emperyalist sisteme dâhil oluşları, finans kapitalin egemenliği, komünist hareketlerin varlığı ve antisemitizm gibi sayısız faktörün olumsal bir şekilde bir araya gelmesinin neticesi olarak iktidar oldu faşizm.
Nazi mitingi, Nürnberg, 1937
11
Söyleşi Yine de şunu hiçbir zaman unutmamak lazım, en güçlü zamanlarında bile faşizm gerek Almanya’da gerek İtalya’da hiçbir zaman bütün bir toplumun desteğini kazanamadı, aktif destekçileri ise toplumun göreli olarak küçük bir kısmını oluşturuyordu. Alman ve İtalyan halklarının çok büyük bir bölümü, faşizmin kendilerine sağladığı kriz sonrası istikrar ve refah nedeniyle pasif bir rıza gösterdiler rejime. Buradan Türkiye’ye gelelim. İktidar partisinin Haziran direnişi ve 17 Aralık gibi iki büyük badireyi atlattıktan sonra dahi %45’ler civarında bir oyunun olduğu bu seçim sonucunda ortaya çıktı. Yani iktidarın sunduğu “şey” toplumun %45’inin arzularına tekabül etti, iktidarın ürettiği hakikat kendisine bu oranda alıcı buldu. Peki neden? Neden sadece güce tapma ya da Nietzscheci bir tabir kullanarak söyleyecek olursak “hınç” mı? “Karizmatik lider”le kendini özdeşleştirme mi? Ya da Suriye üzerinden hayata geçirilmeye çalışılan emperyal fanteziler mi? Bunların hepsinin belli ölçeklerde etkisi olduğunu kabul etmekle birlikte söz konusu % 45’lik dilimin sadece küçük bir bölümünün AKP’nin aktif destekçileri olduğunu, AKP ideolojisinin aktif taşıyıcıları konumunda bulunduklarını düşünüyorum. Geriye kalanlar, 2000’lerin krizleri sonrası kavuşulan “istikrar”dan enflasyonun kontrol altında tutulmasına, tüketici kredileriyle genişleyen borçlanma olanaklarından çocuğunun ders kitabını sıranın üzerinde görmeye uzanan genişlikteki bir maddi zeminde, kendi gündelik hayatları açısından en “rasyonel” olanı tercih ettiklerini düşünerek gittiler sandığa. Dolayısıyla liderin karizması, otoriteye biat, özgürlükten kaçış, din, emperyal fanteziler, biraz indirgemeci olma riskini göze alarak söyleyelim, bu “altyapı”nın, bu “temel”in üzerinde yükseldi. Yani maddi arzuların yeniden üretimi ve tatmininde belirli bir başarı sağlanmasa diğer arzu mekanizmalarının hiçbir şekilde başarı şansı olmayacaktı.
Yrd. Doç. Dr. Fatih YAŞLI Kimdir? 1979 yılında Ankara'da doğdu. Lisans eğitimini Gazi Üniversitesi Maliye Bölümü'nde 2001 yılında tamamladı. Aynı yıl İzzet Baysal Üniversitesi'nde siyaset bilimi yüksek lisansına başladı ve Uluslarası İlişkiler Bölümü Siyasi Tarih Bilim Dalı'nda araştırma görevlisi oldu. 2004-2008 yılları arasında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde doktora yaptı. Doktorasını tamamlamasının ardından İzzet Baysal Üniversitesi'ne dönen Yaşlı, halen bu üniversitede görev yapıyor. İlk kitabı "Hayatın Olumlanması Olarak Felsefe Nietzsce ve Marx" Kasım 2008'de Bilim ve Gelecek Kitaplığı tarafından, ikinci kirabı "Kinimiz Dinimizdir Türkçü Faşizm Üzerine Bir İnceleme" ise Mayıs 2009'da Tan kitabevi tarafından yayınlandı. Çağdaş Sümer ile birlikte editörlüğünü yaptığı "Hegemonyadan Diktatoryaya AKP ve Liberal Muhafazakar İttifak" 2010 yılında, AKP ve Yeni Rejim adını verdiği kitabı ise 2012 yılında yine Tan Yayınları tarafından basıldı. Yaşlı aynı zamanda Yurt gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor.
Aydınlanma karşıtı eleştirilerin temelinde “totaliter rejimler aklın ürünüdür” tezi yatıyor. 60 sonrası postyapısalcı teoriler ve Frankfurt Okulu’ndan beri bu önerme farklı suretlere bürünerek pek çok çözümlenin altından çıkıyor. Cepheden bir aydınlanma/modernite eleştirisine dönüşüyor. Türkiye’de de liberal “entelijansiya”nın pek çok analizinin altından bu tezin yattığını görüyoruz. Fakat AKP’ye geldiğimizde, totaliter bir yönetim olduğu açık iken; toplum projesinin “Aydınlanmacı Aklın” bir ürünü olmadığı; hatta taassupçu, dinselci, tebaacı bir tarihsel dinamikten gelip, buna dayandığı gün gibi ortada. Daha doğru ifadeyle AKP bir modernleşmeden, özneleşmeden değil; gericilikten, bir tür mekanik dayanışmadan besleniyor. Ve üstelik bir akıl taşıyıp taşımadığı, bir delilik rejimi olup olmadığı bile zaman zaman tartışmalı hale gelebiliyor. Bu manzara Türkiye’de Aydınlanma karşıtlığı üzerinden inşa edilen siyasi kurguların dayanağını pratikte ortadan kaldırdı diyebilir miyiz? AKP “modern” midir?
Modernite ve aydınlanmanın ilk radikal eleştirmeninin Rousseau olduğunu aklımıza getirerek başlayalım. Rousseau “medeniyet” denilen şeyin insanın “öz” doğasından koparılarak kendine “yabancılaştırılması” olduğunu, bunun gerisinde ise sömürü mekanizmalarının bulunduğunu söylüyordu. Zenginler yoksulları kandırarak onlara “yalancı bir toplum sözleşmesi” imzalatmışlar ve özgürlüklerini ellerinden almışlardı. Rousseau bunları söylediğinde Fransız aydınlanmacıları dehşete düştüler ve Rousseau’yu aklın, bilimin ve aydınlanmanın düşmanı ilan ettiler. Oysa Rousseau aydınlanmayı bizzat aydınlanmanın içerisinden, aydınlanmanın diliyle eleştiriyordu. Ona göre yapılması gereken, insanın ilkel kökenlerine geri dönüş değil, “yurttaşlar”dan oluşan bir toplum kurmaktı, bunun için ise gerçek bir toplum sözleşmesi aracılığıyla cumhuriyet rejiminin tesis edilmesi gerekiyordu. Fakat Rousseau’nun göz ardı ettiği şey, üretim tarzını ve ilişkilerini değiştirmeksizin eşitlikçi bir yurttaşlar topluluğunun kurulamayacağıydı. İşte bu eksiği kapatan Marx oldu. O da
tıpkı Rousseau gibi modernite ve aydınlanmayı eleştirdi ama bunu yaparken asla modernite öncesi zamanlara dönüşü vaz etmedi. Aksine eşitlikçi bir toplumun burjuva modernitesi ve aydınlanmasının, Hegelci bir terim kullanarak söyleyecek olursak “kapsanarak aşılması” yoluyla mümkün olabileceğini söyledi. Tam da bu nedenle, dikkat ederseniz, akla ve aydınlanmaya yönelik post-modernist saldırı aynı zamanda Marksizme yönelik bir saldırıdır. Çünkü Marksizm, 11.tezde de ortaya konulduğu gibi, akıl aracılığıyla mevcut dünyanın ve sömürü/ tahakküm ilişkilerinin değiştirilebileceğini bilmek, buna inanmak demektir. Post-modernizm ise dünyayı değiştirme fikrini de bu fikrin somutlaştığı “büyük anlatı” olan Marksizmi de reddeder. Buradan tekrar “burjuva aklı”na dönecek olursak; Marks’ın bütün eserlerinin leitmotivinin tam da bu akılla hesaplaşmak olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin Kapital, sermaye birikim sürecini anlatırken, kapitalizmin “birikim için birikim” ilkesi uyarınca hareket ettiğini söyler, bir şeyi biriktiriyor olmak için biriktirmek bir
12
Söyleşi
saçmalıktan ibarettir ve tam da bu nedenle irrasyoneldir. Peki bu, kapitalizmin rasyonel hareket etmediği anlamına mı gelir? Şüphesiz ki hayır. “Biriktirmek için biriktirmek” anlamında kapitalizm irrasyonel olmakla birlikte bu birikim için kurduğu mekanizmalar, yani üretim sürecini ve ilişkilerini örgütleme tarzı baştan aşağı rasyoneldir. Yani plana programa, hesaba kitaba dayanır. Bu rasyonalite Frankfurt Okulu düşünürleri tarafından “araçsal akıl” olarak adlandırılmıştır ve aslında burjuva aklı budur, araçsal akıldır. Bu aklın faşizmle doğrudan bir ilişkisi vardır elbette. Nazi ölüm kampları bu akıl üzerine inşa edilmiştir örneğin. Bu kamplardaki öldürme mekanizmaları “verimlilik” esasına göre düzenlenmiştir. Yani “en az maliyetle en çok insan nasıl öldürülür” sorusu Nazi ölüm endüstrisinin temel sorusudur ve bu soruyu dönemin Fordist üretim tarzından, yani “emeğin verimliliğini nasıl artırabiliriz” sorusundan ayırarak anlamak mümkün değildir. Dolayısıyla, fordist fabrikalarda kitlesel üretim yapılırken, Nazi ölüm fabrikalarında da ölüm benzer bir şekilde, kitlesel olarak, düşük maliyet ve yüksek verimlilik esasına uygun olarak üretilmiştir. Peki, “Auschwitz insan aklının ürünüdür” diyerek faşizmle hesaplaşmak ya da faşizmin güncel versiyonlarıyla mücadele etmek, eşitlikçi ve özgür bir yurttaşlar toplumu için kavga vermek mümkün mü? Elbette ki hayır. Tam da bu nedenle “araçsal aklın” günümüz Türkiye’sinde temsilciliğini yapan ve moderniteden anladığı “batının ‘ahlaksızlığını’ değil teknolojisini almak” olan AKP’ye bakarak ne aklı ne de moderniteyi mahkûm edebiliriz. Aksine, İslami bir totalitarizm distopyasının taşıyıcılığını üstlenen bu “akıl karşıtı akıl”la, bu “irrasyonel rasyonalite”yle tam da insanlığın geçmiş birikiminin mirasına yaslanarak, liberal-muhafazakâr tezlere zerre itibar etmeksizin ve taviz vermeksizin, bu tezleri tam da söylemsel mücadelenin karşı cephesine yerleştirerek mücadele etmemiz gerekiyor.
Türkiye sağının, siyaset felsefesinin temel sorularına cevap verebilecek derinlikten uzak olduğunu görüyoruz. Bu sığlığa rağmen AKP’nin, “Yetmez Ama Evet” dönemi ve sonrası boyunca liberaller aydınların da rızasını alarak bir baskı rejimi tesis ettiğini gözlemledik. Ne ki bugün bu birliktelik parçalandı. Ve liberal kesime yönelik olarak ilk kez Ariane Bonzon tarafından kullanılan “kullanışlı aptallar” ifadesi, tartışılır hale geldi. Birinci sorumuz şu: Kimdir bu kullanışlı aptallar? Bu dağılan ilişkiyi, AKP’nin birtakım entelektüel/ akademik dayanaklarla normalize edilişinin sonlanmasını nasıl açıklayabiliriz? İkincisi ise, “Yeni Türkiye”nin yeni aydın tipolojisi nasıl olacak, yola kimlerle devam edilecek ya da buraya talip olanlar kim? “Kullanışlı ahmaklar” ya da “kullanışlı aptallar” terimi ilk bakışta kulağa hoş gelmekle birlikte, eğer kastedilen bir grup “saf ” liberal entelektüelin iktidar tarafından kandırılması ve kullanılarak bir köşeye atılması ise, bunun gerçekçi
olmadığı kanaatindeyim; çünkü bu entelektüeller basitçe kullanılmadılar ve “ahmak” değildiler, iktidarla “varoluşsal” bir ilişki içerisine girdiler. İktidarla yan yana düşmenin bu zevata açtığı ikbal kapılarını bir kenara bırakırsak, AKP’ye verilen desteğin gerisinde Türkiye’ye dair “liberal epistemoloji”nin bulunduğunu söylememiz yanlış olmayacaktır. Peki, nedir Türkiye’ye dair bu “bilgi”? Özetle şudur: Osmanlı-Türkiye modernleşme tarihi ceberut devletle toplumun, merkezle çevrenin, laik elitlerle mütedeyyin halk kitlelerinin mücadelesinin tarihidir. Demokrasi için gerekli olan ise bu mücadelede toplumun, çevrenin, mütedeyyin kitlelerin yanında durmak, onların çıkarlarını savunmaktır. Peki, bu pozisyonun güncel karşılığı nedir? Bu pozisyon AKP’nin ve 17 Aralık’a kadar gayri resmi koalisyon ortağı olan Cemaatin oluşturduğu bloğun yanında durmaktır. AKP ve Cemaat çevrenin siyasal temsilcileri olarak merkezi tasfiye edecekler, ceberut devlet yerine demokratik bir devlet kuracaklardır. AKP’nin
devlet aygıtını ele geçirmek ve eski rejimin elitlerini tasfiye etmek için kullandığı, AB üyelik sürecinin derinleştirilmesiyle başlayan ve sonra siyasi davalarla devam eden “demokratikleşme” programı, bu entelektüellerin çoğu tarafından, programın araçsal niteliği bilinmesine rağmen, bile isteye desteklenmiş, askerin siyaset üzerindeki etkisinin ancak böyle kırılabileceği düşünülmüş ve “vesayet” rejiminden “sivil” bir rejime geçiş adına “ehven-i şer” olarak görülmüştür. Dolayısıyla Murat Belge, Ahmet İnsel, Fuat Keyman gibi yukarıda sözünü ettiğim epistemolojiyi Birikim, Toplum ve Bilim, Radikal 2 gibi aygıtlar aracılığıyla inşa eden ve Türkiye akademik/entelektüel hayatında hegemonik paradigma haline getiren isimlerin kandırıldıklarını söylemek olan biteni anlamamak anlamına gelmektedir. Bugün dahi, söz konusu isimlerin neredeyse hepsi, bir otoriterleşmeye gidişi kabul etmekle ve AKP’nin organik aydını pozisyonundan vazgeçmiş olmakla birlikte “yeni Türkiye”nin eskisinden çok daha demokrat
13
Söyleşi olduğunu savunabilmektedirler. Peki, AKP adına elde kalan “entelijansiya” nasıl bir profil çizmektedir? 17 Aralık Operasyonuyla birlikte, Cemaatin devindirdiği, gazetelerinde yazdırdığı, Abant Platformu’nda ağırladığı liberal entelektüeller AKP’yle köprüleri bütünüyle attılar; yanı sıra “Amerika’nın sesi” pozisyonundaki bazı isimler, örneğin Cengiz Çandar, yeniden “muhalif ” oldular. Sahiden de bu, AKP rejiminin ideolojik hegemonyasına vurulmuş büyük bir darbe olarak kabul edilmelidir. Çünkü “organik aydın” olarak elde kalan Nagehan Alçı’dan Yıldıray Oğur’a, Markar Esayan’dan Rasim Ozan Kütahyalı ve Melih Altınok’a uzanan bir kifayetsiz muhterisler sürüsüdür. Bunların ise bir ideolojik hegemonyayı kuracak kapasiteleri yoktur, cahildirler. AKP hegemonyası üzerine çalışan akademisyenlerin bir bölümü, AKP’nin pratiğini bir “pasif devrim” olarak yorumlamayı tercih etti. İlginçtir, Gramsci literatürü ülkemizin akademik ortamına AKP Türkiyesi süresince bir hayli etkide bulundu. Cihan Tuğal’ın “Pasif Devrim: İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi” başlıklı çalışması bu tarz “akademik” çalışmaların en bilinenlerinden bir tanesi... Siz ise editörlüğünü Çağdaş Sümer ile birlikte yaptığınız 2012 tarihli kitabınızda “hegemonyadan diktatoryaya” demiştiniz. Bugün tekrar geri dönüp baktığımızda, AKP pratiğini bir “pasif devrim” olarak okuyabilir miyiz? Eğer “pasif devrim”le kastedilen “devrimci bir hareketin radikalizminin törpülenerek düzene eklemlenmesi” ise AKP’nin iktidara gelişini pasif devrim olarak nite-
lendirmenin ciddi bir şekilde tartışılması gerekiyor kanımca. Çünkü buradaki esas mesele AKP’nin içinden çıktığı Milli Görüş’ün ne kadar devrimci, ne kadar düzen dışı ve ne kadar radikal olduğudur. Milli Görüş’ün kapitalist üretim tarzı ve ilişkilerini ilga etmeye yönelik bir programı olmadığını da henüz AKP kurulmamışken kalkınmacı/millici iktisat programından vazgeçerek neoliberalizme doğru hevesli adımlar attığını da biliyoruz. Dolayısıyla burada “kapitalizm karşıtı” bir hareketin zamanla kapitalist sisteme eklemlenmesi gibi bir süreçten söz etmek fazlasıyla zorlama olacaktır. Yine de bu, Milli Görüş’ün kapitalist dünya sistemi açısından bir “tehdit” oluşturmadığı anlamına gelmez. Anti-kapitalist olduğu için böyle değildir bu; Türkiye’nin kapitalist dünya sistemine eklemlenmesinin bir parçası olan “Batılı” paradigmalarla, dolayısıyla Cumhuriyetin kuruluş felsefesiyle olan problemi ve kavgasından dolayı böyledir. Buna bir de Erbakan’ın kapitalist dünya sisteminin düzenleyici kurumlarına alternatif bir takım birlikler kurma gibi fantezileri de eklenince, Milli Görüş sistem açısından “kabul edilebilir” olmanın ötesine geçmiştir. Milli Görüş bu haldeyken temsil ettiği sınıf, yani “Anadolu Kaplanları” ne durumdadır peki? Onlar, dünya sistemine küresel kapitalizmin meta zincirlerinin bir parçası olarak çok daha entegre olmuş durumdadırlar 2000’lerin başına gelindiğinde ve daha “küresel” bir Türkiye istedikleri açıktır. Tam da bu nedenle ve 28 Şubat’ta yenilen darbenin de etkisiyle, “ılımlı” İslam, AKP şahsında ve “muhafazakâr demokrasi” adlı “melez”
bir ideolojiyle sahneye çıkacaktır. Bu çıkış hiç şüphesiz, Türkiye kapitalizminin 90’lar boyunca yaşadığı “fetret”e ve bunun yarattığı meşruiyet krizine verilmiş bir yanıttır aynı zamanda ve hem küresel kapitalizmin merkezi ABD tarafından hem de küresel kapitalizme en entegre sınıf olan büyük burjuvazi tarafından desteklenecektir. Eğer “pasif devrim”i “di Lampedusa” üzerinden okursak -ki o ilke şunu demektedir “hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyin değişmesi gerekiyordu”- Türkiye’de sermaye egemenliği değişmemiş, sermaye fraksiyonları içerisinde TÜSİAD sermayesi hâkim konumunu sürdürmeye devam etmiş, ancak siyasal egemenliğin doğası ve rejimin biçimi net bir şekilde değişmiştir. Peki, ne kastediyoruz “egemenliğin doğası” ve “rejimin biçimi” derken? Basitçe ifade edersek AKP’yle birlikte, “1923 paradigması sona ermiştir.” Söylediğimiz budur. Bu ise şu anlama gelir: Egemenliğin gökyüzünden alınıp “ulus” adlı seküler bir kolektif varlığa verilmesi olarak da görebileceğimiz cumhuriyet projesi tersine çevrilmiş, yerine egemenliğin kaynağı olarak “millet”i ya da aynı anlama gelmek üzere “Sünni-ulus”u geçiren, tam da bu nedenle egemenliği yeniden tanrıyla ilişkilendiren bir “cumhuriyet-olmayan cumhuriyet” kurulmuştur. Bu cumhuriyetin kurucu felsefesinde, hâkim paradigmasında, yurttaş tasavvurunda, yöneten-yönetilen ilişkisine bakışında bir üst ilke vardır ve bu üst ilke İslam’dır. Dolayısıyla “rejim değişikliği” önce bu dönüşüm üzerinden analiz edilmelidir. Sadece bu da değil; tanıklık ettiğimiz kuruluş süreci “tek adam”
“Murat Belge, Ahmet İnsel, Fuat Keyman gibi yukarıda sözünü ettiğim epistemolojiyi Birikim, Toplum ve Bilim, Radikal 2 gibi aygıtlar aracılığıyla inşa eden ve Türkiye akademik/entelektüel hayatında hegemonik paradigma haline getiren isimlerin kandırıldıklarını söylemek olan biteni anlamamak anlamına gelmektedir. Bugün dahi, söz konusu isimlerin neredeyse hepsi, bir otoriterleşmeye gidişi kabul etmekle ve AKP’nin organik aydını pozisyonundan vazgeçmiş olmakla birlikte ‘yeni Türkiye’nin eskisinden çok daha demokrat olduğunu savunabilmektedirler.”
şahsında somutlaşan bir partinin devletin bütün kurumlarını ele geçirmesi anlamında bir parti-devleti inşası sürecidir. Buna ise bir yandan bir otoriterleşme, öte yandan ise zaten cılız olan “kuvvetler ayrılığı”nın ilgası eşlik etmektedir. Artık parlamento, parti-devletinin hazırladığı “torba yasalar”ın onaylandığı bir kurum konuma indirgenmiştir; dahası, Kanun Hükmünde Kararnameler istisna olmaktan çıkarak kural haline gelmiş “yasa yapıcı” bir kurum olarak parlamento işlevsizleşmiştir. Anayasayı değiştirmek için yeterli çoğunluk sağlanamadığından fiili bir başkanlık sistemine geçildikten sonra, yani Erdoğan köşke “Cumhurbaşkanı” sıfatıyla ama fiilen başkan olarak çıktığında hem rejimin karakteri çok daha netleşecek hem de “parlamenter sistemin sonu” olgusu çok daha iyi anlaşılacaktır. AKP’nin millet söylemi, sünni-ulus dışındaki kesimin rızasını almak için pek de çaba sarf etmediğinin kanıtı. Sünni ulus dışındaki kesimin rızasını Zor (Zor ile rızanın birbirine her zaman karşıt olmadığını, Zor’un da bir rıza alma yöntemi olduğunu düşünürsek) ile almaya çalıştığını düşünüyoruz. AKP hegemonyasının bu “yeni” yönelimini nasıl değerlendirmeliyiz sizce? “Sünniulus vs. diğerleri” diye ikiye bölünmeye çalışılan bir toplumda sosyolojist yaklaşımlarla “muhafazakar kesime de seslenme, onları anlama, anlama ve böylece bir kültürel melezlik vasıtasıyla bir demokratizm inşa etme” döneminin kapandığını söylemek abartılı olur mu? Ne dersiniz? Eğer her yeni rejim inşası aynı zamanda bu yeni rejime uygun bir kolektif kimlik inşası anlamına geliyorsa, AKP rejiminin inşa etmek istediği kolektif kimliğe “millet” ya da Sünni-ulus adını vermek uygun görünmektedir. Bu kolektif kimliğin merkezindeki unsur ise İslam’ın Sünni yorumudur. Sünni-ulus, “doğal” bir kimlik değildir, dolayısıyla doğuştan Sünni olanları ifade etmek için kullanmıyorum bu terimi. İslam’ın
14
bir “dünya görüşü” bir “ideoloji” olarak benimsemesi, kişinin düşünce ve davranış kalıplarının “üst ilkesi” anlamına gelmesi ve kişiyi başka kişilerle birlikte “muhayyel bir cemaat”in hayal edilmiş parçası haline getiren ortak ve kurucu tutkal, harç anlamında kullanıyorum. Sünni-ulus, hiç kuşkusuz kendini yeniden üretebilmek için rıza mekanizmalarına ihtiyaç duyuyor elbette ama dini doğası gereği ister istemez büyük bir kalabalığı dışarıda bırakıyor ve tam da bu nedenle çubuğu “zor”a bükmeye mecbur kalıyor. Kim mi o dışarıda bırakılıp ulus inşasına dahil edilemeyenler? Hayli geniş bir toplamdan bahsedebiliriz: Sosyalistler, cumhuriyetçiler, kadınlar, Aleviler, eşcinseller, Kürt hareketinin seküler mensupları ve tabanı, gayrimüslimler… “Muhafazakâr kesime seslenme”ye gelmeden, bizim esas meselemizin dışarıda bırakılanların, haydi buna şimdilik Negrilerden hareketle, “çokluk” diyelim -çünkü ne de olsa sadece sınıfsal bir ortak payda bulunmuyor aralarında-, evet bu dışarıda bırakılanların kendi asgari müştereklerinde buluşup, ortak siyasal talepler, haklar ve özgürlükler, temsil biçimleri, kültürel konumlanışlar etrafında bir araya gelemiyor oluşları olduğunu belirteyim. Bir araya gelişle kastettiğim bir parti formu değil, bunun bir işe yaramadığını gördük ama her şeyden önce bu kesimlerin bir karşı-hegemonya dilini beraberce inşa etme çabası içerisine girmesi, bir dil ortaklaşmasına gitmesi
gerekiyor. Sonrasının ise kültürel hegemonya adına yapılabilecek ortak işlerden tutun da, farklı siyasal eylemlilik biçimlerinde kolektif akılla hareket edebilmenin sevincinde buluşabilmek, “devrimci arzu”yu beraberce üretebilmenin coşkusunu paylaşabilmek diye tarif edebileceğim bir “birlikte varoluş” biçimini hayata geçirmek olduğunu, düşünüyorum demeyim de, bu cümleye yakışacak bir şekilde hayal ediyorum diyeyim. “Muhafazakâr kesime seslenme” meselesine gelince, bunu merkez-çevre ikiliği üzerinden muhafazakâr mütedeyyin halk kitlelerinin yanında yer alma ya da söz konusu hassasiyetleri yeniden üreten bir politik özne inşa etme olarak tarif ediyorsanız, böylesi bir siyasal stratejinin herhangi bir karşılığının olduğuna inanmıyorum. Ancak yine de şunu unutmamak gerekiyor: Yoksulların çoğu Müslümansa ya da Müslümanların çoğunluğunu yoksullar oluşturuyorsa, solun buraya gözünü kapatması kendi varoluş nedenlerine aykırı bir tutum içerisine girmek olmayacak mıdır? O halde yoksullara “gitmek” gibi bir derdimiz var, bunu hepimiz biliyoruz. Meselemiz ise o “gidiş”in nasıl olacağı. İşte bu noktada devreye “sınıf mücadelesi” giriyor. “Yoksulluk edebiyatı” yapmayacak, “halk güzellemesi”ne düşmeyecek, çubuğu sınıfsal olana bükmekle birlikte indir-
Söyleşi Sünni-ulus, hiç kuşkusuz kendini yeniden üretebilmek için rıza mekanizmalarına ihtiyaç duyuyor elbette ama dini doğası gereği ister istemez büyük bir kalabalığı dışarıda bırakıyor ve tam da bu nedenle çubuğu “zor”a bükmeye mecbur kalıyor. Kim mi o dışarıda bırakılıp ulus inşasına dahil edilemeyenler? Hayli geniş bir toplamdan bahsedebiliriz: Sosyalistler, cumhuriyetçiler, kadınlar, Aleviler, eşcinseller, Kürt hareketinin seküler mensupları ve tabanı, gayrimüslimler… gemeciliğin tuzağına düşmeden “sınıf mücadelesi”nin hayatın her alanını kapsayan bir hegemonya mücadelesi olduğunu unutmayacak, dışarıdan basitçe “bilinç” taşımayarak maddi varoluşla bilinç arasındaki bağlantıyı kısa devreye uğratıp, başka bir dünya ve gelecek tasavvurunu gündelik hayatın pratikleriyle yoğurabilecek bir mücadele. “Kusursuz” ya da “imkansız” görülebilecek bir tanım yaptığımın farkındayım ama en imkansız görünenin en gerçekçi olduğuna dair sözü hatırlatarak tamamlamış olayım sözümü. Bugün hala birtakım akademik mistifikasyonlar aracılığı ile Türkiye’de AKP’nin dayattığı, yönelimleriyle apaçık gerici baskı siyaseti, batı akademyasının birtakım moda kavramları veya evrenselleşen “bakış açılarıyla” estetikleştirilebilir mi? Bugün artık sahası son derece yakıcı olan siyaset, metinsel yaratıya sonsuz imkânlar sunan bir alan olarak kurgulanabilir mi? Bunla bağlantılı olarak, bugün bir tür istibdat rejimi deneyimlediğimiz artık bir sosyal olgu haline geldi. Anayasal mekanizmanın işlemediği, demokratik seçim sisteminin işlemediği, hatta belki meclisin askıya alınabileceği bir yasa-dışının artık yasal olması haliyle iç içeyiz. Buna neredeyse “süreklileşmiş bir olağanüstü hal rejimi” tanımlamasını dahi yapabiliyoruz. Geçen günlerde 1 Mayıs ile ilgili bir twitinizde, “Rejim, neyi/ nereyi yasaklıyorsa direniş hattı oraya kurulur, sınıf savaşı sem-
boller/mekanlar üzerine verilen bir savaştır da çünkü.” demiştiniz. Aslında sorumuz tam olarak bu: Türkiye bir kamp mıdır? Kampta mücadele mümkün müdür? Yolları nelerdir? Foucault, Deleuze, Agamben, Ranciere, Badiou, Zizek, Arendt… Hep şunu merak etmişimdir, bu isimlerin bizdeki kadar popüler olduğu ama aynı zamanda ülkeye dair meselelerin bu isimler üzerinden neredeyse hiç tartışıldığı başka bir kara parçası daha var mıdır? Sormaya devam edeyim: Anlı şanlı Foucault uzmanlarımızın aklına “Hayata Dönüş” Operasyonu ve F tipi cezaevleriyle ilgili bir söz söylemek ya da tek satır yazmak hiç gelmiş midir? Agamben’in “süreklileşmiş olağanüstü hal”e ve “kamp”a yaptığı vurgu üzerinden Silivri Cezaevi üzerine yazılmış akademik ya da değil kaç makale bulunmaktadır? Gösteri toplumu, denetim toplumu, tüketim toplumu, hukukun askıya alınması, totalitarizm ve benzeri sayısız kavramla, AKP rejiminin kurumları, ritüelleri, iktidar teknolojileri ve özne üretim süreçlerine dair söz söyleyen akademisyen/entelektüel sayısı kaçtır? Bu soruların yanıtını siz de benim kadar iyi biliyorsunuz. Bu, Marksizmle bağlarını koparan, onu aştığını iddia eden, düşünsel formasyonunu bütünüyle post-Marksizm üzerinden kuran Türkiye entelektüelinin/akademisyenin sefaletidir. Türkiye entelektüeli ölüdür ve düşünsel bir zombi olarak yoluna devam etmektedir. Bize gelince, Marksizmin klasik birikimini yanımıza almış olmanın
15
Söyleşi da avantajıyla, bu düşünürlerle “yapıcı” bir ilişki kurmanın mümkün olduğunu, söz konusu birikimle ilişkilendirilmiş okuma süreçlerinin hem dünyaya hem Türkiye’ye dair ufuk açıcı bir perspektif sunacağını düşünüyorum. Buradan hareketle “kamp”a geçelim. Türkiye bugün bir “kamp” mıdır? Agamben “kamp” için “olağanüstü halin süreklileştiği zaman diliminde ortaya çıkan mekânın adı” diyordu, eğer bugün dünya düzeni adı konulmamış, ilan edilmemiş bir olağanüstü hal üzerinde var oluyorsa, sadece Türkiye değil dünya da bir kamptır. Buna Foucault’nun hapishane analizlerini de ekleyecek olursak, hepimizin kampla hapishane arasındaki bir “belirsizlik mıntıkası”nda yaşadığımızı söyleyebiliriz. Ben bu süreci bir yazımda “hayatın hapishaneleştirilmesi” olarak adlandırmıştım. Kameraların, dinleme teknolojilerinin, polisin rejimin teminatı haline gelmesinin, MİT yasasının göstermiş olduğu üzere bu bir süreç ve devam ediyor. “İktidarın her yerdeliği” tartışılmaz bir gerçeklik halini alıyor ve bir tür kara ütopya içerisinde yaşadığımıza dair algımızı giderek güçlendirecek gelişmelere ardı ardına tanıklık ediyoruz. Haziran eylemlerinden birinde, Kızılay meydanında bir akşam vakti, bir yandan polis helikopterinin kalabalığın üzerinde gezinmesini izlerken, öte yandan “dağılın” anonsunun nereden geldiğine anlamaya çalışıyordum. Anonsun polis araçlarından değil, meydanın ortasındaki direklere yerleştirilmiş hoparlörlerden geldiğini anladığımda distopik bir romanın ya da filmin tam ortasında olduğuma dair bir hisse kapıldığımı hatırlıyorum. Bu sahnenin tamamlayıcısı ise Roma lejyonları gibi halkın üzerine yürüyen robot-polisler ve havada uçuşan gaz fişekleri ve tazyikli suydu. Bu noktada bir soru soralım. Kamp insana ne yapar? Kamp, insanı “çıplak varoluşu”na indirir ve dolayısıyla “insanlıktan çıkarır.” Nazi kamplarında insanlıktan çıkışın son noktasına gelen ve ölümle hayat arasındaki belirsizlik mıntıkasında salınan insanlara “teslim olmuş” anlamında “Der Muselmann” adı veriliyormuş. Türkiye’yi bir kamp-hapishane olarak tasavvur ettiğimizde aslında iktidar için potansiyel olarak hepimiz bu kertedeyiz ve Agamben’in Roma hukukuna atıfla dile getirdiği üzere “homo sacer” yani çıplak insanlarız. Bu ise şu anlama geliyor: Hepimiz “cinayet işlemeksizin öldürülebilenlerden, ölümü cinayetten sayılmayacak” olanlardanız. Dediğim şeyi daha iyi anlatmak için Ethem’in ya da Berkin’in davalarına bakmak yeterli olacaktır. O halde, iktidarın olduğu her yerde direnişin de olduğunu hatırlayarak söyleyecek olursak günümüz Türkiye’sinde hepimizin “homo sacer”leştirilmeye, çıplak hayata indirgenmeye direnmemiz bir zorunluluktur.
Tekel direnişinde direniş meydanında asılı olan bir pankartta yazan ve Deleuze’e ait olan şu sözü hatırlatarak bitireyim: “İktidar hayatı hedef aldığında hayatın kendisi iktidara direniş olur.” Biz Yeni Yazılar ekibi olarak yola çıkarken, ütopyalı ve ihtilalci bir teorik duruşu temsil edeceğimizi söylemiştik. Örneğin, Türkiye’de “gericilik” eleştirilmeden bir “kültürel çalışma” yapmak bizce artık ne meşrudur, ne de mümkündür. Dolayısıyla, evet, bir yanımız akademiyi de yeniden yazmaya niyetli. Peki, sizce buraya kadar çizdiğimiz tablo da işin içine katıldığında, entelektüel düzlemde nasıl mücadele edilir? Bütün kavramsal karmaşaya, kafeinsizliğe, çaresizliğe, vasatlığa ve hatta ihanetlere rağmen Aydınlanmacı bir akademik tavır nasıl olmalıdır? Akademik alanda öğrenci gençlik nasıl mücadele etmelidir? “Ütopyalı ve ihtilalci duruş.” Meselemiz tam da budur. Öğrenci hareketi bugün kendisini sadece “fiziksel direnç” üzerinden var edemez, aksine siyasete teorik/ideolojik alanda da ihtilalci bir perspektifle müdahil olması gerekmektedir. FKF, eğer adının hakkını verecekse, “fikir” kulüplerinin bir araya geldiği bir yapı olarak, hem fikri üretimde bulunmaya hem de bunu üniversite gençliğiyle buluşturmaya mecburdur. Yeni Yazılar’ı bu açıdan önemsiyorum ve hem yazar hem de okur sayısını artıran bir düşünce dergisi olarak yoluna devam etmesini diliyorum. Yeni bir ülke kuracaksak, akademiyi de düşünce dünyamızı da biçimlendirecek yeni bir kuşağın artık sahneye çıkması ve “biz de varız” demesi gerekiyor. Bunun için benim ve benim gibi düşünen başka isimlerin hep yanınızda olacağımızı söylememe ise gerek bile yok.
Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanlığı seçimlerini ilk turda gerçekte %38’e tekabül eden %51 oranıyla kazandı. Seçimin öncesinde de sonrasında da CHP’nin aday politikası çok eleştirildi. Sağcı aday gösterme stratejisi yine eleştiri oklarının hedefi oldu. Sizce AKP’yi sağ oyları sağcı adaylar aracılığıyla bölerek sandıkta yenmek mümkün müdür? Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı ile başladığı iddia edilen “Yeni Türkiye”yi nasıl görüyorsunuz? Gerçekten “Yeni” bir süreç açılacak mı Türkiye siyasetinde? Mao’nun şu aralar sıkça zikredilen bir sözü var: “Gökyüzünün altında büyük bir kaos var ve bu çok iyi” minvalinde. Seçimin sonuçlarına böyle bakmamız gerektiğini düşünüyorum; bizim doğrudan müdahil olamadığımız bir seçimden ancak bu kadar iyi bir sonuç çıkabilirdi. Seçimin neticesinde Erdoğan, cumhurbaşkanı olarak köşke çıktı ama nasıl bir oy oranıyla? Seçmenin %38’i gerçekliğini şimdilik bir kenara bırakalım, % 50 barajını çok az aşabilerek, yani bir tür “topal ördek” olarak. Buradan 2015 seçimlerinde anayasayı değiştirecek oy oranına ulaşmak imkânsız göründüğü gibi, fiilen başkan gibi hareket etmenin sınırları da ortaya çıkmıştır. Bunun dışında yine bu “topal ördek”lik hali, parti içi muhalefetin gözle görünür hale gelmesine vesile oldu. Erdoğan kliğine karşı Gül kliği, şimdiden bir güç mücadelesi içerisine girmiş görünüyor. Erdoğan’ın etrafındaki “çelik çekirdek” Abdullah Gül’ün genel başkanlığını şimdilik engelledi ama 2015’e giderken bu kavga daha da şiddetlenecektir diye düşünüyorum. Dolayısıyla 10 Ağustos AKP rejiminin inşasında bir merhalenin daha geride bırakılması anlamına gelse de, “rejimin yerleşmesi” meselesi hiç de kolay olmayacak ve istikrarsızlık inşa sürecinin karakteristiği olmaya devam edecek.
Despotik İslam’ın adayının karşısına çıkarılan ılımlı İslam’ın adayının aldığı oy oranı da son derece önemli. Ekmel Bey % 40’ın üzerinde bir oy alsa idi CHP yönetimi, uzun zamandır devam ettiği Sünni-Ulus paradigması üzerinden siyaset yapma ve AKP rejiminin kırmızı çizgilerinin dışına taşmama anlayışının doğrulandığını iddia edecek, dahası “sağcılaşarak büyüme” stratejisini daha kolay savunabilecekti. Oysa Ekmel Bey’in aldığı oy ve CHP seçmeninin asla ihmal edilemeyecek bir bölümünün sandığa gitmemesi CHP’nin içerisine bir ateş topu fırlattı ve kurultay kaçınılmaz hale geldi. Kurultaydan Kılıçdaroğlu zaferle çıkacak ve sağcılaşma siyasetini sürdürecek olsa da, burada bizim için önemli olan, CHP tabanı içerisinde mutlaka iletişim kurulması ve kapsanması gereken azımsanmayacak sayıda insanın var olduğunu bu seçimin bir kez daha ortaya koymuş olmasıdır. Üstelik, CHP tabanından sandığa gitmeyenlerin dışında, despot İslam’a karşı ehven-i şer diye sandığa gidenlerin önemlice bir bölümünün de yüzünün potansiyel olarak sola dönük olduğunu unutmamak gerekmektedir. Dolayısıyla sosyalistler açısından durum Mao’nun sözündeki gibidir, “yeni Türkiye’de tam bir kaos var ve bu gayet iyi” Durum buyken “ne yapmalı” diye sormak ise bizim kadim sorumuzdur. Hem sormaya hem yanıt vermeye devam edeceğiz o halde.
16
Sosyal Bilimler
No Country For Old Men Akın Art Bilgi Üniversitesi
2
013 Haziranı ülkenin siyasal/ideolojik iklimine ciddi kırılmalar yarattı. Bu kırılmalar sonucu yeni denge(ler) oluştu. 12 Eylül’den sonra ideolojiler alanında belirleyiciliği yükselen liberalizmin etkisinin ciddi oranda kırılması yeni dengenin sonuçlarından biriydi. Türkiye tarihi boyunca muhafazakar modernite projesinin ortağı (çoğunlukla da taşeronu) olan liberalizmin en başat özelliği sekülerizm olan bir ayaklanmanın ardından etkisizleşmesi anlaşılır. Ancak Haziran anlaşılması o kadar da kolay olmayan bir başka sonuç daha çıkardı ortaya: Türkiye’nin en kitlesel sol ayaklanması Türkiye solunu bitirdi.
Haziran sonrasında yaşıyoruz demiştik. Türkiye Siyasetinin takviminde Haziran’dan önceki ay Eylül’dür, “Eylülizm”dir. Mevsimler değişiyor. Aydın çoğunlukla değişmiyor. Diyalektik maddeciliği kendine yöntem olarak seçen bizler “bitmek” durumundan bir “son“u anlamıyoruz . Türkiye’de sol öznelerin bittiği tespiti, “yeni” bir başlangıcı içerisinde barındırdığı sürece analizimizin bir parçası oluyor. 12 Eylül rejiminin yarattığı boğucu atmosferde haklı olarak bir alerji sebebi haline gelen “değişim”, “yeni” gibi kavramlar, 12 Eylül gericiliğini tarihe gömen bir ayaklanmanın ardından tekrar literatürümüze giriyor. İlerlemeye bazı kavramları elimize geçirerek devam ediyoruz: “Bugüne kadar, hep eskiyi savunanlar kendilerini yeni olarak
“(…) artık dönüş yoktur kuşku bağışlanmasa da tedirginlik doğal sayılabilir ancak yürümek dışında bütün eylemlerin adı kaçış, kaçış, kaçıştır” İlhami Çiçek- Satranç Dersleri
sundu. Bugünden itibaren ise “yeni”yi gerçek anlamına oturtmak yeninin gerçek temsilcileri üniversite gençliğine düşüyor.” Böyle yazmıştık “ODTÜ Ayakta” eylemlerinden birkaç ay sonra çıkan dergimizin ilk sayısının çıkış yazısında. İddiamızı sürdürüyoruz. İddiamıza artık Haziran’ı da katıyoruz. Sol bitti dedik. Katili arıyoruz. Sosyal medyada, arkadaşlarımızla sohbetlerimizde sürekli yakınma duyuyoruz. Boykotçular oy vermedi böyle oldu veya halk oy vererek diktatörü onayladı… En çok bu argümanları duyuyoruz. Kimine hak veriyor, kimine öfkeleniyoruz.
17
Sosyal Bilimler “Ben demiştim” diyoruz sık sık, “biz demiştik” Haziran kitleselliğinde bir ayaklanmanın “Sarıgül”, “Ekmek için Ekmeleddin” gibi seçeneklere tahvil edilmeye çalışılması, kitlenin niteliksizliği ile sol seçmenin “CHP’cilik hastalığı” ile açıklanabilir mi ? Ya “Tayyip’in gizli ajanı boykotçular” ile? Sanmıyoruz. Katili, Türkiye tarihinin gördüğü en kitlesel ve en inatçı halk hareketini yaratanların değil, siyasi bir seçeneğe çeviremeyenlerin arasında aramayı hem yöntemsel hem de ahlaki bir zorunluluk olarak görüyoruz. Haziran sonrası Türkiye’de yaşadığımızı sürekli tekrarlıyoruz. Bu vurgu “Haziran bitti mi?” sorusunun cevabını da içerisinde barındırıyor. Bu soruyu soranların ortak yanlışı genelde Haziran’ı sadece bir sürekli ve kitlesel eylemlilik hali olarak olarak okumak oluyor. Haziran bundan fazlasıdır. Türkiye’nin bütün siyasal/ideolojik atmosferini değiştiren yeni bir olgudur. Haziran bitmemiştir. Ancak Haziran’ın ve Haziran sonrası Türkiye’nin dinamiklerini okuyamayanlar bitmiştir. Üzülmüyoruz. Haziran sonrası Türkiye’yi okuyamayan aydın çoğunlukla geriye, bazen de ileriye kaçıyor. Kaçan aydın ile yürüyen aydın arasındaki farkı anlamak “aydın”dan ve “yürümek”ten ne anladığımızı netleştirmek için bir dizi kavramsal açıklama yaparak devam etmemiz gerekiyor.
Aydın Kimdir ya da Anlamak Çözmeye Yetmez Aydın kimdir sorusunu cevaplamak oldukça zor. Bu “zor”luk sebebiyle üzerinde uzlaşılmış bir aydın tanımı bulunmuyor. Olguları soyutlarken “kapsam, genellik düzeyi ve konumlanma noktası” (1) üzerinden şekillenen ayrımlar “Aydın”a yaklaşım söz konusunda da doğaldır ki belirleyici oluyor. Bu yaklaşımları üç gruba ayırmayı (2) uygun buluyorum :
Gouldner’de ve reel sosyalizm pratiklerini eleştirmek için daha farklı bir bağlamda Kondrad ve Szelenyi’de somutlanan aydını “bir sınıf olarak” ele alan yaklaşım, bilgi sosyolojisi bağlamında aydını ele alıp aydınları”görece sınıfsız bir toplam” olarak ele alan Mannheim’in yaklaşımı ve aydınları sınıfsal olarak sözcülüğünü yaptığı toplamlar üzerinden yorumlayan Gramsci’nin yaklaşımı bahsi geçen üç temel yaklaşımı oluşturuyor. Bu üç yaklaşıma nasıl bakılması gerektiğine geçmeden önce, çoğunlukla aydın ile eş anlamlı kullanılan entelektüel ve entelijansiya kavramlarına değinmek için bir parantez açmak gerekiyor. Birbiri yerine genellikle rastgele kullanılan bu kavramlar arasında dilbilimsel bir fark bulunmasa da, kavramlar referans olarak işaret ettiği dönemler sebebiyle farklı anlamları içeriyor. Rusça olan ve ilk defa Rus romancı Pyotr Dimitriyeviç tarafından kullanıldığı rivayet edilen (3) entelijansiya kavramı, 19. Yüzyıl Rus aydının entelektüel derinliği engellemeyen pratik dönüştürme tutkusu sebebiyle entelektüelliği içererek aşan başka bir kategoriyi ifade ediyor. Parantezi kapatıp bir önceki paragrafta değindiğimiz üç modele dönelim. Gouldner’in “yeni sınıf ” yaklaşımını diyalektik maddecilik olarak izah ettiğimiz yöntemimizle uyuşmadığı için geçiyorum. Sınıf tanımını hatalı buluyorum. Kimi benzerlikler de taşıyan, Mannheim ve Gramsci’nin yaklaşımlarını uzun uzun açmak yerine, bu yaklaşımları birbirinden ayıran yöntemsel farklılığın üzerinde durmayı bu yazı özelinde daha önemli buluyorum. Mannheim aydını “özel görevi o toplum için dünyayı yorumlamak olan toplumsal gruplar” olarak tanımlıyor. “Statik toplum”dan “Modern toplum”a geçişi, aydının bu geçişlerde yaşadığı dönüşümü ele alıyor. Mannheim bilgiyi ve aydını sosyoloji nesnesi olarak ele
alıyor. Yazının devamında zaman zaman başvuracağımız ayrıntılı bir kavram seti ortaya çıkarıyor. Gramsci, Mannheim’ndan farklı olarak aydını bilgi sosyolojisi bağlamında değil, işçi sınıfı iktidarı açısından değerlendiriyor. Gramsci muadillerinden bir “praksis kuramcısı” olduğu için ayrılıyor. “Yeni Bir Ülke” hedefiyle yola çıkan bizler için, bu niteliğiyle önem kazanıyor. Gramsci aydını kendi başına bir sınıf, ya da kendi içerisinde neredeyse sınıfsız bir toplam olarak değil, sınıflar arasındaki konumları üzerinden tanımlıyor. Homo Sapiens eşittir Homo Faber denklemi ile üretim süreçlerindeki herkesin bir aydın niteliği taşıdığını belirtiyor. Fakat aydın kategorisine dahil olmanın ölçütünü, üstyapı süreçlerine edilen etki üzerinden değerlendiriyor: “Aydınlar bir grubun toplumsal hegemonyasını ve o grubun devlet tahakkümünü örgütleme işlevine sahiptir.” (4) Gramsci’nin aydını “tahakkümü örgütleme” ve “üstyapı süreçlerindeki etkinliği” açısından değerlendirmesi, Yalçın Küçük’ün aydını “kafasıyla ve çok büyük bir inatla toplumu değiştirmek için mücadele eden hayvan” tanımıyla ve aydını “eylemiyle değerlendirme” yöntemiyle parallelik gösterir. Gramsci’nin bahsettiği aydın, sınıf (lar)ın organik aydınıdır. Öte yanda Kalıntı aydın (5) olarak da adlandırılabilecek “geleneksel aydın” aslında kapitalizm öncesi bir toplumsal formasyona ait bir kategoridir. Ancak kapitalizmin yaratattığı dönüşüme rağmen kesintiye uğratamadığı bu toplam, bir tarihsel sürekliliği devam ettirir. Toplumsal yapı içerisinde uzmanlık işlevleri dolayısıyla kendisini ayrıcalıklı bir yere yerleştirebilen ve egemen sınıftan özerk olduğunu iddia eden toplam ise geleneksel aydının bir alt kategorisi olan “bağlantısız aydın” olarak tanımlanır. Bağlantısız aydın kavramı, Mannhe-
Türkiye tarihi boyunca muhafazakar modernite projesinin ortağı (çoğunlukla da taşeronu) olan liberalizmin en başat özelliği sekülerizm olan bir ayaklanmanın ardından etkisizleşmesi anlaşılır. Ancak Haziran anlaşılması o kadar da kolay olmayan bir başka sonuç daha çıkardı ortaya: Türkiye’nin en kitlesel sol ayaklanması Türkiye solunu bitirdi. im’in siyasal süreçlerdeki yansız kalan aydınları tanımlamak için kullandığı “yüzer gezer aydın” kavramı parallelik İktidar, dolayısıyla hegemonya mücadelesinin bir parçası olarak tanımlanan Gramsci’nin aydını zaman zaman belli rezervler koymak (6) koşuluyla bu yazıdaki aydın tartışmasının kavramsal temelini oluşturacak. Aydını “anlamak” ile kalmayıp değiştirme iradesini içerisinde barındıran bir toplam olarak ele alacağız. Türkiye sol entelijansiyasının örgütlü veya örgütsüz politik pratikerleri de, bu tanım itibariyle aydın niteliği taşıdığı için bu kategori içerisinde değerlendirilip, yazının hedefinde olacak.
Türkiye Aydını'nın Genetiği Bugüne geçmeden Türkiye aydınının tarihindeki kimi detayları kısaca hatırlamak, Türkiye aydınını var eden saiklerin üzerinde durmak zorundayız. Türkiye Aydını üzerine yapılmış en kapsamlı çalışmalardan biri olan Aydın Üzerine Tezler’in birinci cildinde Yalçın Küçük Türkiye aydınının genetiğini izah ettiği şu alıntı ile başlayalım: “Batmakta olan bir imparatorluğu kurtarmaya çalışmak mutlak misyoner ruhu gerektirir. Türk
18
aydının kökünde misyoner ruhu ve iktidar hırsı vardır” (a.g.e, s. 20)
dar hırsı” tespitinin de dayanağı sayılabilecek bu artıyı akıldan çıkarmamak gerekiyor: Türkiye aydını belki Avrupalı muKüçük iktidar hırsını adillerinden farklı ve misyonerliği olarak bütünTürkiye aydılüklü felsefi nın olmazsa i lk e b sistemler ı olmazı Türkiye aydın n yaratmış e d illerin olarak Avrupalı muad nlüklü olmanın görütü ü b k ra la o lı erincini rk fa yor. r le m te is s taşıfi e fels Misyoın n a mıyor. lm yaratmış o nerlik Ancak or. söyleerincini taşımıy hi ülkesi, mi ile ncak ülkesi, tari ın A tarihi ın ifade ın d y a a d n ra önemli o önemli etmek or. oranda damgasını taşıy istediği aydınının fonksiyonu damgasını taşı“aracılık” olarak yor. Çulhaoğlu, bu tercüme etmeyi durumu bilince çıkarma uygun buluyorum. Aydının çoolasılığı yüksek olduğu için ğunlukla içerisinde taşıdığı daTürkiye aydınında devrimci bir emonik eğilimlerinin içe dönük potansiyel görüyor. yıkıcı bir romantizme dönüşmeToparlayalım: Türkiye Cumsini engelleyen, aydının aracılık fonksiyonudur. Metin Çulhaoğlu, huriyeti’nin kuruluş süreci Türkiye aydınının mayaaydının aracılık işlevini aydın sına ihtilalcilik katıyor. Bu için bir “optimal denge” olarak artı, diğer eksileri kapatma tanımlıyor. potansiyelini içerisinde taşıKüçük ve Çulhaoğlu’nun alınyor. tılarından Türkiye aydının bir Haziran sonrasında yaşıyoruz “entelijansiya” niteliği taşıdığını demiştik. Türkiye Siyasetinin çıkarıyoruz. Ancak önemli bir takviminde Haziran’dan önceki farkla; entelektüelliği kategorik ay Eylül’dür, “Eylülizm”dir.(8) olarak içererek aşan Rus enteMevsimler değişiyor. Aydın lijansiyasının aksine, Türkiye çoğunlukla değişmiyor. Türaydınında bir enteleüktel derinlikten bahsetmek kolay olmuyor. kiye aydınının hem Haziran Türkiye’de entelektüel- entelijan- öncesi reflekslerini, hem siya diyalektiğini sağlıklı işleme- de Haziran öncesinin ileri unsur aydınlarının aynı diğini eklemek gerekiyor. (7) refleksler ile Haziran Metin Çulhaoğlu ile devam sonrasında nasıl geri edelim. Çulhaoğlu Türkiye aydüştüğünü anlamak için dınının ya yeterince entelektüel mevsim değişikliğini olamadığını, ya da taşıyıcılığını anlamak şart oluyor. yaptığı düşüncelerin paradigma Soruşturmaya devam olamayacak kadar sığ kaldığını ediyoruz. vurguluyor. Osmanlı’nın aydının “teorisiz aydın” durumunda İklimler ve Aydınlar kaldığını ekliyor. Bu dramın Platon içinde yaşadığımız ispatı olarak da Enver Paşa’nın dünyayı meşhur mağara metafo“Mefkure’yi gerçekleştiremeyinruyla bir gölgeler dünyası olarak ce, gerçeği mefkure edinmektanımladı. Hakikatin ancak ten başka çare yok” cümlesini yansımalarına tanık olunabilecegösteriyor. ğini söyledi. İçinde yaşadığımız evren bir sanrılar evreni idi. Bu Bu eksilerin yanında çok önemli bir artı duruyor. Küçük’ün “ikti- evrendeki algımızı ise farkında-
Sosyal Bilimler lık öncesi durum, yani “Doxa” olarak adlandırdı. (9) Bu kısa hatırlatmadan sonra işlevsel bir kavram olan Doxa’yı maddeci bir bağlamın içerisine oturtalım ve Türkiye aydının ideolojiler alanında belli tarihsel kesitlerde taşıyıcılığını yaptığı zemini Türkiye aydının o dönemki Doxa’sı olarak adlandıralım. “Türkiye’de Liberal Alan ve Liberal Sol Entelektüeller” başlıklı makalesinde Funda Hülagü, 1980 sonrasında “uzlaşmazcılığın altında yatan uzlaşma zemini” olan demokrasiciliği dönemin aydının Doxa’sı olarak tanımlıyor. Birikim dergisi çevresinin koçbaşılığını yaptığı bu toplam bugün için bir anlam ifade etmiyor. Fakat yarattıkları tahribatı anlamak için, bu isimlerin uzun zaman ideolojiler alanını belirleyen özneler olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Liberalizm, Eylülizm’i bütünleyen ideolojilerden biri oldu. Altı boş bir özgürlük söyleminin yeniden parlatır-
ken, serbest piyasacılığı pohpohlamak ile kalmadı, tarih yazımı ile “iradecilik”in her türlüsünü mahkum ederek bireyi çevresi karşısında edilgen bir konuma itmeye çalıştı. Bireyin evresini değiştirme, dönüştürme yetisini elinden almaya çabaladı. Türkiye aydının genetiğinde iktidar hırsı, ihtilalcilik olduğunu söyledik. Bu tanıma göre siyasal iktidarların önüne attıklarında özgürlük, demokrasi arayanları aydın değil, “genetiği değiştirilmiş organizma” olarak tanımlamak mümkün. Bu politik tanımdan, biraz daha insaflı ve teorik bir tanımla ise burjuvazinin organik aydını olararak kendilerini kategorize etmek haksızlık sayılmamalıdır. Bahsettiğimiz çevrelerin bittiğini söylüyoruz. “Demokrasiciliğin” ya da daha güncel bir siyasi referans ile “ Yetmez Ama Evet”çiliğin ömrünü tükettiğini de ekliyoruz. Hatta “aydın”lıklarını sorguluyoruz. Peki, neden hala bu isimleri bu yazının içerisinde
19
Sosyal Bilimler geçiriyoruz. Seksen sonrası “demokrasici” aydınlarının konumuz ile bir dolayım ilişkisi mevcut. Seksen sonrasında hala solcu olan ve aydın niteliği taşıyan sol politik pratikerlerin bu kuşatma altında örselendiğini, bugün bu kesimlerin önemli bir çoğunun bu sebeple Türkiye’yi okuyamadığını düşünüyoruz. Adorno’nun başka bir bağlamda kullandığı şu cümleleri hatırlatmakta fayda görüyorum: “Doğru nesneyi bulamayan sevgisi, ancak yanlış nesneye duyduğu nefretle ifade edebilir kendini ve bu da onun nefret ettiği şeye benzemesine yol açar.” (10)
kezler tarafından yönlendirilen turuncu kuvvetler Taksim’de, halkımızı uyarıyoruz.” (11) Perinçek’in 1 Mayıs arifesinde yaptığı bu açıklama, kitleleri Kadıköy’e çekmek için yapılmış basit bir politik kurnazlık olarak okunabilir. Fakat ortada bundan daha fazlası olduğunu düşünüyorum. Perinçek’in yazısında bahsettiği Taksim’deki “turuncu kuvvetler” Haziran’da Taksim’de olan turuncu kuvvetlerden farklı bir toplam değildir. Yöneticiliğini yaptığı örgütten yüzlerce gencin de militanca Taksim’i savunmuş olmasının bir önemi yoktur. Perinçek örgütü dışındaki kitlenin, halkın bir yönlendirme olmaksızın devlet şiddetine bu kadar uzun süre direnebileceğine inanmamaktadır. Halka güven retorikten ibarettir. Kırk yıllık siyasi geçmişinde maruz kaldığı şiddet ve ihanetler bu güvensizliğe yol açmaktadır.
Seksen sonrası sol aydın akıntıya karşı kürek çekerek bugüne gelmeyi başarıyor. Ancak akıntıyı arkasına aldığında dengesini kaybediyor, bocalıyor. Siyasi bir seçenek üretme söylemini dilinden düşürmese de, önerisi çoğunlukla “bunu yapma cıs olursun” diyen ebeveyn tepkisinden ibaret kalıyor. lazım gelen şey, her şey sanki Gezi günlerindeymiş, sol ve sokak muhalefeti almış başını gidiyormuş gibi davranmaya son vermek. Yüz binler bir çağrıyla harekete geçmek için tetikte bekliyor değil.” (12)
Foti Benlisoy’un alıntı yaptığımız bu yazısı, 31 Mayıs’ta, Haziran’ın “Geyikli Gece”sinin yıldönümünde yapılan Taksim çağrısının eleştirisi. Kendi adıma On yıllar boyunca, gerici 31 Mayıs’ta kriminalize edilmesi kuşatmanın ortasında kendini oldukça kolay bir sokak gösterisi korumak zorunda kalan aydının çağrısı yerine, kitleselleşmesi karakterini bu savunma hali olası başka bir eylemin örgütbelirliyor. Türkiye’nin sol aydılenmesinin daha doğru olacanının yarattığı birikim, bugün ğını düşünüyordum. Hala bu bu yazı da dahil olmak üzere pek fikirdeyim. Belli uğraklarda geri çok tartışmanın yapılabilmeçekilmenin de politik bir tercih sini sağlamaktadır. Fırtına olabileceği kanısındayım. ı ın ikliminde bir teorik damar rkiye solcu ayd t Tü Ancak Benlisoy’un bu inşa edebilmiş olması, ase yazı aracılığıyla dillendolayımlarla siy or. Sol seksen sonrası sol mıy ra a ş a b dirdikleri 31 Mayıs ı y a m aydınının küçümsep ya lenen v le a a gününe yapılan eylem rd a ’l 0 6 nemeyecek başaiçerisinde rı la a çağrısını eleştirmekle m ış rt ta rısıdır. Ancak her aşamalı devrim in yarattığı kalmıyor. Ezilmeden birikim, birikintiye liğ önce sokaklardan da işte bu eksik yor. Kimi dönmeye teşnedir. çekilmek gerektiğini Bugün yaşadığımız zeminde yeşeri sokarak r la a vurguluyor. m a ş a toplumsal çalkadevrime kuru, lanma bu olasılığın Benlisoy’un tepkisi taeriye, kimi ise g ir b gerçekleştirmiştir. k u p o k nıdık geliyor. Haziran’da n te nesnellik la ıy s a d hükümet ile yapılan gön Birbiriyle taban tabana lizm propaga a y s o s rüşmenin ardından parktazıt eğilimleri olan ve aydın e kaçıyor. y ri e il ki çadırların kaldırılması için niteliği taşıyan üç politik parktakileri ikna etmeye çalışan, pratikerin yazısına bakarak der“aydınların” çabalarının ruh dimizi somutlayalım. Doğu Peikizi olarak karşımızda dururinçek, Foti Benlisoy ve Aydemir yor. Benlisoy Gezi’yi (13) mikro Güler’in Haziran sonrası Türkiİlk veri budur: Seksen sonrası sol alanlardaki eylemlerden ibaret ye’nin üç farklı kesitinde yaptığı aydının halka güveni retorikten görüyor. Türkiye’ye bütünlüklü üç farklı tespiti, bir açıklama ibarettir. Kendiliğinden, kontrol bakamıyor. Ne mikro alanları ne ve iki farklı yazıyı inceleyelim. etmesi güç hareketliliklere şüphe bütünü algılayamıyor. Bu sebeple İddiamıza dayanak oluşturacak ile yaklaşmaktadır. önünü göremiyor. Göremediği verileri toparlayalım: şeyi tehlike sanıyor. “Yapılabilecek tek şey geri çeki“Birtakım başı bozuk gruplar lişi ‘düzenli’ hale getirmek, onun İkinci veri budur: Seksen sonoralarda tertip kokan hazırlıklar topyekûn bir ricat ve dağılmaya rası sol aydın, halkın gerisinde içindeler. İşçi sınıfı Taksim’de dönüşmesini engellemek. Bunun kaldığında, ileride sadece tehlike değil, İşçi sınıfı Kadıköy’de. için evvel emirde yapmamız Turuncu kuvvetler, küresel mergörüyor. Kendine önlemler
alıyor. Geri kaçıyor. Bu su ise hiç durmuyor. “Vasat siyaset cumhuriyet ve bağımsızlık der, orda durur! Türkiye’nin vasata değil daha fazlasına, sol seçeneğe ihtiyacı var. Örneğin sosyalist bir cumhuriyet hedefine. Örneğin bağımsızlığın sadece sosyalizmle mümkün olabileceği fikrinin kitlelere yayılmasına... Programında sosyalist devrim yazanların, Türkiye’nin sosyalist devrimci geleneğinden bugünlere gelenlerin başka türlü yapması mümkün mü!” (14) Aydemir Güler’in “Çankaya için boş işler” başlığını taşıyan yazısı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun CHP tarafından çatı adayı gösterilmesinin hemen birkaç gün sonrasında yazılıyor. Henüz Demirtaş’ın adaylığı da açıklanmamışken, seçim tablosunda sadece iki İslamcı aday varken yazılan bu yazıda, boşa düşen cumhuriyet ve bağımsızlık kavramlarının etrafında siyaset örgütlemenin yetersiz olacağı belirtiliyor. Şöyle de diyebiliriz, taleplerin yarattığı olanağa değil “yetersizliği”ne odaklanıyor. Haziran’ın Türkiye sosyalistleri için büyük olanaklar yaratmasının en önemli sebebi başka bir nesnellikte düzen içi arayış olmakla sınırlı kalması muhtemel taleplerin düzen içi özneler tarafından kapsanamamasıydı. Hala da böyle. Haziran kitlesinin arayışını bu sebeple devrimci olarak tanımlayabiliyoruz. Güler yazısında sol bir seçenek yaratmaktan bahsediyor. Nasıl sorusuna ise “sosyalizm fikrini yaymak” dışında bir cevap üretmiyor. Türkiye sol aydının en önemli teorik zaafı bu yazıda nüksediyor. Türkiye solcu aydını dolayımlarla siyaset yapmayı başaramıyor.
20
Sol içerisinde 60’larda alevlenen aşamalı devrim tartışmaları da işte bu eksikliğin yarattığı zeminde yeşeriyor. Kimi devrime aşamalar sokarak geriye, kimi ise kuru, nesnellikten kopuk bir sosyalizm propagandasıyla ileriye kaçıyor. Sovyet devriminin rafine sınıf savaşlarının değil, büyük oranda 1. Dünya savaşının yarattığı yıkımın, Küba devriminin ABD’ye karşı oluşan yurtsever öfkenin bağımsızlıkçılık etrafında örgütlenmesinin ürünü olduğu unutuluyor. Üçüncü veri budur: AKP döneminde düzen dışına itilen taleplerin getirdiği olanaklardan ürken seksen sonrası sol aydın sterillik arıyor. Bulmak için ileriye kaçıyor. Üç yazının üçü de farklı referanslarla farklı noktalara çubuk büküyor. Öyle gözüküyor. Verileri toparlayalım: Birbirine zıt üç yazının birliğini sağlayan fikir maale-
sef “kaçış, kaçış, kaçış” oluyor. Klee aydın için şöyle der: “dile getirelemeyecek olanı ifade eder, ve hep bir sonraki ifadeyi arar. Geleceğe kaçıp henüz gelmemiş halkı bekler.” (15) Bu alıntı ileriye kaçışı oldukça güzel açıklamaktadır. Bekleyen aydın için kötü haberi geçtiğimiz süreç vermiştir. “Godot” gelmeyecektir. Seksen sonrası sol aydın akıntıya karşı kürek çekerek bugüne gelmeyi başarıyor. Ancak akıntıyı arkasına aldığında dengesini kaybediyor, bocalıyor. Siyasi bir seçenek üretme söylemini dilinden düşürmese de, önerisi çoğunlukla “bunu yapma cıs olursun” diyen ebeveyn tepkisinden ibaret kalıyor. Akıntıya karşı kürek çekmeye alışan seksen sonrası sol aydın, “ne yapmamalı” sorusunu “ne yapmalı” sorusundan daha sık soruyor.
Seksen sonrası sol aydın da benimsemese de kimi etkileri üzerinde taşıyor. Devletin bütünlüklü (hem ideoloji hem zor anlamında) saldırısına direnerek bugünlere geliyor. Refleksleri buna göre gelişiyor. Bu yüzden, bugün çözülmekte olan devlet yapısının kaotik tablosuna uyum sağlayamıyor.
Referanslar: (S.45- 135) alektiğin Dansı kitabından 1-) Bertell Olmann’ın Diy kullanılmıştır. ile isi vir Saraçoğlu çe nk Ce a tırm aş ml vra ka alınan bu sal Model, lar ve Sınıflar: Üç Kuram 2-)Mehmet Yetiş, Aydın Praksis, Sayı 8 ve Türkiye Binyıl Eşiğinde Marksizm lu, oğ lha Çu tin Me an tar 3-) Ak Solu, S. 33 §11, s. 220 pishane defterleri, Q 4, 4-) Antonio Gramsci, Ha viren: Ekrem Ekici Khakedon Yayınları, Çe 5-) Mehmet Yetiş eksel ıfın organik aydının, gelen sın i işç ye rki Tü lu oğ lha Eleştiriyi 6-) Metin Çu geri olduğunu belirtiyor. ha da rak ola k ori teg ka aydınında ar edilmesi tegorinin kendisinde ısr haklı bulmakla birlikte ka . gerektiğini düşünüyorum 7-) Metin Çulhaoğlu, A.G.E na ilk küfür sık kullandığı bu kavramı 8-) Yalçın Küçük’ün sık
Sosyal Bilimler Batı marksizminin yüksek düşünürlerinin yaklaşımları, bu yaklaşımlar bilinmese ya da benimsenmese de, bir eğilim olarak sık sık karşımıza çıkıyor. Örneğin “kahvedeki adam”ın zaten ilkel bir mantığa sahip olan post modernizmin daha da kariktatür ve ilkel yorumlarını yeniden ürettiğini sık sık görürüz. Seksen sonrası sol aydın da benimsemese de kimi etkileri üzerinde taşıyor. Devletin bütünlüklü (hem ideoloji hem zor anlamında) saldırısına direnerek bugünlere geliyor. Refleksleri buna göre gelişiyor. Bu yüzden, bugün çözülmekte olan devlet yapısının kaotik tablosuna uyum sağlayamıyor. Seksen sonrası sol aydın, yaklaşım olarak en çok Althusser’e benziyor. Kabaca, ideoloji’nin yarattığı içinden çıkılmaz tabloyu, sistem çeşitli kertelerde kendini nasıl yeniden ürettiğini anlatan Althusser, Fransa 68’ine sırt çeviriyor. Althusser’in önceleyen bir başka düşünür Antonio Gramsci ise, kendi hegemonya mücadelesinin parçası olması gereken emekçilerin faşizm tarafından nasıl mobilize kapsandığı sorusunun cevabını ararken ortaya bir kapitalist devlet modeli koyuyor, burada öncü partinin
nasıl konumlanması gerektiğini sorguluyor. Bir praksis felsefi inşa ediyor. Sonuç: Althusser’in zihninde yarattığı kuramın çıkışsızlığı, hapishaneye dönüşüp Althusser’i çıldırtıyor. Gramsci ise Mussolini’yi çıldırttığı için hapse atılıyor, hapishanede “Hapishane Defterleri”ni yazıyor. Katili arıyoruz demiştik. Cinayet mahallinde buluyoruz. Kitlelere “cıs olursun” dışında bir seçenek öneremeyen sol aydınlar solun bitmesini sağlıyor. Gençliğin bir biyolojik durum değil, politik kategori olduğunu söyledik durduk hep. Tekrarlayalım. Haziran sonrası Türkiye’nin aydını politik anlamda genç olmak zorundadır. Arama ve değiştirme cüreti, merak ve cesaret gençtir. “Cıs olursun”culuk yaşlı. Yeni bir ülke arayanlar gençtir. Steril ortamlarında bulduğunu sananlar yaşlı. Bu ülkenin gençleri yeni bir ülke kuracaktır. Yeni bir ülkeyi zaten uzakta görenler, ülkesiz kalacaktır. Çünkü eski ülkeleri çoktan yitip gitmiştir.
. romanlarında rastladım ler: Sabahattin nkası Yayınları, Çeviren 9-) Platon, Devlet, İş Ba z Eyüboğlu- M. Ali Cimco virenler: nima Moralia, S. 27, Çe Mi o, orn Ad W. r do eo 10-) Th ğukan Orhan Koçak, Ahmet Do ubu-paralelm/n.php?n=ibda-c-mens 11-) http://www.odatv.co 1200 devleti-savundu-270414 amanm/post/87496840014/ne-z .co blr um y.t liso en tib /fo 12-) http:/ amayacag-n-bilen savas-p-ne-zaman-savas ?” başlıklı yazısı adı: Gezi mi Haziran mı nın ya “İs n y’u so nli Be -) 13 i taşıyor. yine bu yaklaşımın izlerin emir-guler-yazdi.tr/devlet-ve-siyaset/ayd 14-) http://haber.sol.org aberi-93766 cankaya-icin-bos-isler-h ilgii yazısını a, “Kış uykusu” filmi ile yıd sa bu l’in rpi Se n çki 15-) Se lattığı için ntı tam da meramımızı an okurken gördüğüm bu alı buraya aldım.
21
Sosyal Bilimler
Ölü Evinden Anılar:
Haziran’a bakarken
liberalizmi
görmek Zozan Baran Boğaziçi Üniversitesi
T
ürkiye Cumhuriyeti’nin tarihi boyunca tanık olduğu tartışmasız en önemli halk ayaklanmasının ardından, solda Gezi üzerine tartışmalar devam ediyor. Bunu doğal karşılamak gerekiyor. Henüz derinlikli çözümlemesi yapılamamış ve bununla birlikte siyasal karşılığını henüz bulamamış, Haziran İsyanı daha uzun süre siyasal pratiklerimizin ve teorik çözümlemelerimizin merkezinde duracak. İlk etapta söylenebilecek şey Haziran İsyanı’nın 12 Eylül’de kurulan gerici, piyasacı rejime en ağır darbeyi indirmiş olduğu. AKP’nin bu rejimin “top noktası” olduğu gerçeğinden yola çıkarak bunu söylüyoruz. Haziran çözümlemesi elbette sadece solun gündeminde değil. Türkiye’ye dair her cenahta yürütülen tartışmlarda öncelikli yerini koruyor. Ancak ülkeye ve Haziranın ortaya çıkardığı dinamiklere dışarından bakanlar, Avrupa’nın ideolojik referanslarıyla anlamaya çalışanlar, aşağıdaki gibi kimi “ilginç” tespitleri yapabiliyor. “Today, Turkey’s future has libera-
Haziran İsyanı daha uzun süre siyasal pratiklerimizin ve teorik çözümlemelerimizin merkezinde duracak. İlk etapta söylenebilecek şey Haziran İsyanı’nın 12 Eylül’de kurulan gerici, piyasacı rejime en ağır darbeyi indirmiş olduğu. AKP’nin bu rejimin “top noktası” olduğu gerçeğinden yola çıkarak bunu söylüyoruz. lism written all over it. Just as the Islamists came from the fringes in the 1990’s after years in the political wilderness under strictly secular Kemalist rule, a new generation of liberals is emerging as a grassroots movement, using the power of social media to sell their own dream: a truly democratic Turkey.” (1) Türkiye tarihini ve liberalizmin Türkiye’deki seyrini çok değil biraz bilen bir kişi yukarıdaki alıntıdan ilk elden 3 sorunu tespit edebilir: Birincisi, Türkiye’nin geleceği liberalizm tarafından belirlenecek gibi iddiali bir tespitin tarihsel ve politik dayanaklarının açığa çıkarılmamış olması. İkincisi, liberalizmin Türkiye’de halk hareketi (grassroots movement) olarak ortaya çıkabileceği düşüncesinin saçmalığı. Son olarak, liberalizmin islamcılığın zıttı bir siyasi hareket olarak ortaya koymanın cahil cesareti gerektirdiği. Bizim iddiamiz; Haziran’ın siyasal islamla birlikte solun geri çekilmesini fırsat bilerek, teorik ve ideolojik alanda hakimiyet kuran liberalizmi de bitirdiği. Bu iddiamızı, öncelikle liberalizmin Türkiye tarihindeki seyrini inceleyerek daha sonra ise
Haziran İsyanı’na damgasını vuran kimi önemli ideolojik motifleri ortaya çıkararak temellendireceğiz.
Türkiye'de iki tarz-ı siyaset 2010 referandumunda ortaya çıkan ve sonraki seçimlerde kalıcı hale gelen yüzde 58’e 42 ayrımı (oran kimi değişiklikler gösterebiliyor, isterseniz bunu 50’ye 50 olarak alın isterseniz 70’e 30 bana kalırsa sonuç değişmiyor) sadece Türkiye sağının AKP’de konsolide olduğunu göstermekle kalmıyor tarihsel bir ayrıma da işaret ediyor. Tarihsel ayrım Osmanlı aydının “nasıl bir modernleşme” sorusuna verdiği 2 ayrı yanıta işaret ediyor. Bir yandan bağımsızlıkçı, aydınlanmacı ve kalkınmacı “jakoben” kanat, diğer yandan ülkenin liberalleşmesi adına yabancı müdahalesine göz kırpan, modernleşmenin sınırlı olması gerektiğine inanan “ılımlı” kanat. (2) İlk kanat, 1908 devriminin mimarı İttihat Terakki’de ve 1923’ün mimarı Kemalistlerde somutlanırken ikinci kanadı, bu süreçlerde çoğunlukla muhalefette kalan liberal-muhafazakarlar oluşturuyor. (3) İkinci kanat Cumhuriyet’in kuruluşuyla
birlikte 1950’deki Demokrat Parti iktidarına kadar muhalefette kalıyor. Sonrasında ise fiili olarak ya da “fikren” hep iktidar kaldıklarını söylemek lazım (4). Çizginin devamını önce Turgut Özal ve sonra Tayyip Erdoğan sağlıyor. Bu ayrışma; en genel hatlarıyla aydınlanmacı, cumhuriyetçi çizginin, muhafazakar, aydınlanma karşıtı siyasi hatla karşı karşıya gelişini gösteriyor. Ancak AKP iktidarına kadar iki tarafın da homojen bir yapı sergilemediğine dikkat çekelim. Birinci kısım Kemalistleri kapsadığı gibi örneğin İTC kökenli Mustafa Suphi’nin başını çektiği komünist hareketi, 60’larda yükşelişe geçen gençlik hareketlerini, TİP’ten TKP’ye kadar Türkiye’nin sol birikimini ve geldiği köken ve ideolojik, siyasal referansları sebebiyle Kürt siyasi hareketini de kapsar. İkinci kısım ise dinci gericiliği, faşist-ülkücü hareketi ve DP-AP-ANAPAKP çizgisi üzerinden gelişiyor. (5) Ancak bu ayrım, en genel anlamda Türkiye tarihinin nasıl okunduğu üzerinden belirlendiği içindir ki sözünü ettiğimiz siyasi temsilcileri dışında akademik ve entelektüel
22
alanda da belli yansımaları bulunmaktadır. Burada bir parantez açalım: Yukarıda yaptığımız sınıflandırma kimileri için garip gözükebilir. Kürt siyasi hareketi ve Kemalistleri aynı siyasal ideolojik çerçeveye koymanın alışıldık bir şey olmadığının farkındayız. Bu tasnifin sebebi, en genel anlamda kimi kavramlara ve ideolojik motiflere yönelik olumlu atıftır. Örneği Kürt siyasi hareketi AKP ile girdiği kimi pazarlıklara ve Kürt coğrafyasında islamcılığa göz kırpıyor olmasına rağmen bölgenin en seküler hareketlerinden biri olmaya devam etmektedir. Kadınların özgürleşme mücadelesi, Kürt aydınlanmasının geldiği boyut biraz da bu özellikle ilgilidir. Ek olarak demokratik modernite gibi bir takım kavramsallaştırmaları şiarı haline getirmiş olmasına rağmen Kürt hareketinin cumhuriyetçi, aydınlanmacı bir damarı toptan terk ettiğini söylemek mümkün gözükmüyor. Bu ideolojik ortaklaşmanın en çok sekteye uğradığı başlık anti-emperyalizmdir kuşkusuz. Ancak Ortadoğu’da sürekli değişen siyasi dengeler vardır ve Kürt siyasi hareketinin bu konudaki çizgisi henüz netleşmemiştir. Yaptığımız tasnif tarihseldir ve yeni gelişmeler taraflar arasında kimi değiş tokuşlara sebep olabilir. Ancak kısa vadede böyle bir ihtimal güçsüz görünüyor. Tersine iki tarafın da daha konsolide olduğu ve bu tarihsel ayrışmanın Türkiye’de hiç olmadığı kadar net olduğunu söyleyebiliriz. (Bu netliği bozan tek unsur Kürt
siyasi hareketidir, ancak kesin bir kopuş olasılığı için daha ayrıntılı bir incelemeye ihtiyaç duyulmaktadır. Bu yazının çerçevesi içerisinde tarihsel referansları ön plana çıkarıyor ve Kürt siyasi hareketini birinci çizgiye yerleştiriyoruz.) Parantezi biraz uzatıyorum: Bu hatların her ikisinin de iç çelişkilerden arınmış; siyasi, ideolojik ve tarihsel olarak bir uyuma kavuştuğunu iddia etmiyoruz. Ancak tüm farklılıklarına rağmen özellikle ideolojik ve siyasi referansları ve bunlar üzerinden kitleler ile kurdukları bağ nedeniyle böyle bir sınıflandırmayı uygun görüyoruz. Yoksa örneğin İTC ile CHP arasındaki radikallik dozajının farklılığını görmezden gelmiyoruz. Ya da DP’nin CHP’den geldiğini ve onun ekonomik politikalarını devam ettirdiğini… Ancak bu içsel farklılıkların bu iki çizgi karşı karşıya getirildiğinde siyasi sonuçları itibariyle önemsiz kaldığını düşünüyoruz. Özellikle bugün için… Öyleyse devam edelim… Bu çizgiler arasındaki ayrımın ve siyasi hatların kendi iç konsolidasyonlarının günümüzde doruk noktasına çıktığını söylemiştik. Metin Çulhaoğlu, bu durumu 2. Cumhuriyet’te “siyasal yelpaze tasavvurunun” ters V’ye dönüşmüş olmasıyla açıklıyor. V’nin tabanı merkez siyaseti gösteriyor. Ancak ters V’de merkezde durmak kolay olmuyor. Merkez siyasetin iki uçtan birine kayma olasılığı yüksektir. Bu, sağın konsolidasyonu anlamında olumsuzluğa işaret etse de sola kayışları hızlandırdığı ve “merkez solda” duran kitleleri daha da sola çektiği ölçüde
Sosyal Bilimler Liberalizmin kendi adapte etme yeteneğinin neredeyse sınırsız olduğuna inanabilirsiniz. Ancak bu “liberal” yükselişin konjonktürel sebeplerinin kendi gücünden daha önemli olduğunu söylemek gerekiyor. Türkiye tarihine yakından bakan herkes, liberalizmin hiçbir dönem bağımsız bir siyasi güç olarak ortaya çıkmadığını kabul edecektir. yararlı bulunuyor (6). Dolayısıyla Türkiye’de bugün en genel anlamda 2 siyasi gelişim çizgisinin olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktadan sonra bizim açımızdan iki soru(n) önem kazanıyor: Haziran’da ortaya çıkan dinamiği “bizim” tarafa kanalize etmek ve yine “bizim” tarafın temsiliyetini elde etmek. Son soru(n) un cevabı bu derginin başka bir yazısında aranıyor. Biz bu yazıda, bu dinamiği “bizim” siyasal ve tarihsel projemize kanalize etmenin olanaklarına odaklanacağız. Başta belirttiğimiz gibi, bunun için öncelikle karşı cenaha odaklanacağız.
Cehenneme giden yolları döşemek: Türkiye'de liberalizm Yukarıda sözünü ettiğimiz ikinci çizgiyi liberal-muhafazakar ittifak olarak adlandıracağız. Çağdaş Sümer ve Fatih Yaşlı, liberal-muhafazakar ittifak adlandırmasının sebeplerini şöyle açıklıyor: “...analizinin merkezine devlet-toplum ikiliğini koyması ve sınırlarla uluslararası sistem/ emperyalizm faktörlerini dışarıda tutması nedeniyle liberal; Osmanlı-Türkiye modernleşmesini kendi muhafazakar modernleşme projesi dahilinde reddettiği için ise muhafazakar olarak nitelendiriyoruz.” (7) Dolayısıyla bu ittifa-
kın AKP döneminde kurulmuş, birbirini dışlayan ideolojilerin zorunlu birlikteliği olarak görmek mümkün değil. Tersine yukarıda bizim “nasıl bir modernleşme” olarak formüle ettiğimiz, yazarların “devlet nasıl kurtulur” (8) dediği büyük soruya verilmiş ortak cevap çerçevesinde kurulmuş programatik bir birliktelikten söz ediyoruz. Ali Tarık Develioğlu, bunu organik bir birliktelik olarak tanımlıyor. (9) Ancak bu birliktelik ideolojik ve teorik ortalıkları bulunmakla birlikte asıl olarak siyasal çıkar birlikteliği olarak görmek mümkün. “Köklerini 1960 sonrasında düşünsel tartışmalarından alan liberal-muhafazakar sentez, söz konusu tartışmalardaki pozisyonlardan birisinin belli bir hat boyunca ilerletilmesinin sonucunda şekillenmiş olmaktan çok, tartışmanın farklı taraflarında yer alan isimlerin ortaya koyduğu tezlerin bir süreç içinde şekillenen yeni bir siyasi ortamda yeniden üretilmesiyle oluşmuştur.” (10) Bu ittifakın tarihsel, siyasal ve ideolojik kökenlerine dair çok şey söylenebilir. Ancak konumuz açısından önemli olan başlıkları toparlarsak ortaya çıkan tablo şöyledir: 1. İttifakın tarihsel kökenleri, Osmanlı modernleşmesine, 1908 ve 1923 devrimlerine ve bunları yapan kadrolara muhalefette bulunabilir. Bu muhalefet Türk modernleşmesinin “jakoben” biçimine, ekonomik ve sosyal politikalarına yöneliktir. “Kısacası bu ittifakı Türkiye’de siyasal bir hat olarak bir araya getiren asıl unsur, Türkiye kapitalizminin siyasal, ekonomik ve toplumsal alanlardaki varlığının devamı konusundaki konsensüstür.” (11) 2. Ancak ittifakın sadece modernleşmeye muhalefet üzerinden kendini var ettiğini söylemek doğru değildir. Süreç içerisinde kendi siyasal programına sahip olmuş, ideolojik hegemonyasını güçlendirmiştir. Siyasal birlik için ise AKP iktidarını beklemek gerekmiştir. 3. Yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi ittifakın kaynağı aslında siyasi amaçtaki ortaklıktır. Yukarıdaki iki
23
Sosyal Bilimler maddeyle birlikte düşündüğümüzde şöyle bir özet yapmak mümkün görünüyor: İdeolojik alanda “reaksiyoner” olan (Modernleşmenin biçimine yönelik itirazlar) ittifak, siyasal alana taşındığında bu reaksyonerliği aşarak programatik bir birlik kurmayı başarmıştır. (12) 4. İttifakın düşünsel ve teorik kaynakları muhafazakar tanımlamasını haklı kılsa da kendisinin “değişime kapalılık” anlamında muhafazakar olduğu söylenemez. Süreç içerisinde geliştirdiği siyasi programını ve ideolojik referanslarını günün ihtiyaçlarına göre yenilemeyi başarmıştır. Örneğin, en genel anlamda piyasacı, emperyalizmle uyumlu bir ekonomiyi savunmuş, aydınlanma ve sekülarizm karşıtlığını ideolojik ve teorik referansları haline getirmiştir. Ancak bu genel ideolojik motifler günün gereklerine göre farklı biçimlerde kendini göstermiştir. 1909’daki karşı devrimci ayaklanmada dinci gericilik ve dini koruma temel argümanken (13), 1923 sonrasında aynı siyasi hat meşruti yönetim gibi daha “yumuşak” geçişler planlamaktaydı. DP döneminde piyasacılığı, “demokrasi” söylemleri ve popülizmle buluşturan ittifak (14), 60-80 arasında solun radikalleşmesiyle bu sefer faşizmle rezonansa geçmiş, kontr-gerilla örgütlenmelerinde yer almıştır. 80’ler boyunca piyasacılığı ve demokrasi mitini yeniden hatırlayan ittifak, 90’lar ile birlikte bunu AB projesiyle, özelleştirmelere tam boy destekle birleştirmiştir. Bunların yanına her dönemde kendini gösteren devlet karşıtlığını (aslında cumhuriyet karşıtlığının daha sevimlileştirilmiş hali olduğu söylenebilir), demokrasi, çoğulculuk, seçim gibi kavramlara sonsuz güveni de eklediğinizde elinizde liberalizmi anlamak için yeterince veri oluyor. 2000’ler ve AKP iktidarı ise ittifakı mantıksal sonuçlarına ve tepe noktasına ulaştırmıştır. Bu anlamda aslında ittifakın siyasal, toplumsal, ekonomik ve ideolojik sonuçlarını görmek isteyen biri için AKP’li yıllar laboratuvar işlevi görecektir. Kısaca özetlersek, sözünü ettiğimiz
Ümit Bektaş - Reuters
siyasi hat, liberal-muhafazakar ittifak, piyasacılığı, aydınlanma ve sekülerizme karşı dinci gericiliği, sınıf mücadelesine karşı kimlik siyasetini savunur. Ancak bu motifler her dönemde başka başlıklarda başka kılıflarda karşımıza çıkar. Bu anlamda ittifakın modifikasyon yeteniğinin yüksek olduğu kabul edilmeli. Ancak fazla da abartılmamalı. Bu ittifak açısından verimli topraklar yukarıda sözünü ettiğimiz ideolojik motifleri içermeli. Öte yandan tersinden laikliğin, kamuculuğun ve özgürlüğün bu değerlerle buluşmasının yarattığı bir ortam bu ittifak açısından kurak topraklar olacaktır. 5. Gelelim liberal sola… Liberal solun bu ittifakın her dönem organik bir parçası olduğunu söylemek mümkün mü bilemiyoruz. Ancak ideolojik ve teorik kökenleri daha eskilerde bulunabilse de siyasi bir proje olarak liberal solun Türkiye’de 80 sonrasının ürünü olduğunu unutmamak gerekir. Bu tarihten sonra sürekli olarak bu ittifaka göz kırpan liberal sol (90’ların özelleştirme furyası, Avrupa Birlikçilik, Soğuk Savaş sonrası “özgürlük” söylemleri) AKP ile birlikte tam anlamıyla bu ittifaktaki yerini almıştır. AKP açısından bu ittifakın pragmatik olduğu söylenebilir. Ancak uzun yıllar halkın gözünde AKP’nin işbirlikçisi konumuna düşen
liberal solun kendini buradan kurtarması kolay olmayacaktır. Siyasal bir güç olamayan liberal sol birkaç entelektüel ve etkisiz birkaç parti denemesiyle bu yıllarda kendini gösterdi. Asıl gücü, AKP rejimine ideolojik anlamda can suyu taşımak olan liberal solun Haziran sonrasında esamesinin okunmadığını söylemek haksızlık olmasa gerek. Sözünü ettiğimiz dönemlerde her sözleri ayrı olay yaratan gazeteci ve entelektüellerin bugün hiçbir etkisinin kalmadığını söylemek yanlış olmaz. En son Ocak ayında Murat Belge’nin yaptığı “Darbe olabilir!” açıklaması dikkat çekmişti. Tabi Hazian sonrası mizah duygusu gelişen 90 kuşağının, Zaytung’un ve sayısız caps’in konusu olarak… Yukarıdaki son vurgu, 80’leri yaşamış, liberal solun yükselişine, Sovyetlerin yıkılmasına ve büyük bir ideolojik saldırıya tanıklık etmiş kuşakların liberalizmi neredeyse kadri mutlak bir ideoloji mertebesine çıkarmış olmalarıdır. Buna bir de AKP ile birlikte demokrasi ve özgürlük adına hayata geçirilen rejim değişikliğini eklediğinizde gerçekten ortaya ilginç bir tablo çıkmaktadır. Liberalizmin kendi adapte etme yeteneğinin neredeyse sınırsız olduğuna inanabilirsiniz. Ancak bu “liberal” yükselişin konjonktürel sebeplerinin kendi gücünden daha önemli olduğunu
söylemek gerekiyor. Türkiye tarihine yakından bakan herkes, liberalizmin hiçbir dönem bağımsız bir siyasi güç olarak ortaya çıkmadığını kabul edecektir. Ancak kimileri için bu aynı zamanda kendini adapte etme konusundaki müthiş başarısının da sebebidir. Öyleyse tekrar vurgulamak gerekiyor, liberal sol sadece AKP rejimine meşruiyet kazandırmakla kalmadı uzunca bir zaman en önemli müttefiklerinden biri oldu. Bu ise artık liberalizmin her biçiminin AKP ile anılmasını kaçınılmaz hale getirdi. Belki de AKP rejiminin en önemli katkısının bu olduğunu söylemek yanlış olmaz: Radikalliği ve tüm açılımlarını mantıksal sonuçlarına vardırma konusundaki ısrarı ile AKP rejimi tüm müttefiklerini teşhir etti. Gizemli bağları çözülemeyen Cemaatten her kalıba uygun liberalizme kadar… Yukarıda saydığımız sebeplerden dolayı Haziran İsyanı sonrası da akla gelen birincil öznelerden biri liberal sol oldu. Otonomculuktan kimlik siyasetine liberal solun Gezi Parkı’nda kendi yaşam alanını bulduğu, olumlayan ya da olumsuzlayan sayısız isim tarafından yazıldı. Peki durum gerçekten öyle midir? Liberalizmin Türkiye’deki gelişimine ve neleri temsil ettiğine baktık. Öyleyse arada bir uyuşma olup olmadığını anlamak için şimdi yüzümüzü Haziran İsyanı’na
24
dönmemiz gerekiyor. Hangi ideolojik ve siyasi referanslarla Türkiye tarihinde eşine rastlanmamış bu direnişi açıklayabiliriz?
Sosyal Bilimler Hiçbir doğru tek taraflı değildir, ancak hangi tarafını eşelemek istediğiniz aynı zamanda siyaseten nasıl bir yolda yürümek istediğinize bağlıdır ve bunu belirler. Biz artık solun daha cesur, atak ve kendine güvenli hareket etmesi gereken bir iklimde olduğunu düşünüyoruz. Bu yüzden olanakları öne çıkarmayı tercih ediyoruz.
Bizim olanı geri almak için Öncelikle Haziran İsyanı gibi kendiliğinden, karmaşık, öznesi olmayan bir süreci tüm yönleriyle tespit etmek gibi bir iddiamız yok. Böylesi bir çözümlemenin çok daha büyük bir emek istediği ortada. Burada yalnızca isyana rengini veren, solun siyaset yaparken göz önünde bulundurması gerektiğini düşündüğümüz özelliklerini irdelemeye çalışacağız. Bunu yaparken olumlu taraflara ağırlık vereceğimizi de şimdiden belirtelim. Hem bu tarafların daha belirleyeci olduğunu düşünmemizden hem de kendi kabuğuna çekilmek için türlü tehditleri radar gibi yakalayan solumuzla kendimizi ayrıştırmak için. Hiçbir doğru tek taraflı değildir, ancak hangi tarafını eşelemek istediğiniz aynı zamanda siyaseten nasıl bir yolda yürümek istediğinize bağlıdır ve bunu belirler. Biz artık solun daha cesur, atak ve kendine güvenli hareket etmesi gereken bir iklimde olduğunu düşünüyoruz. Bu yüzden olanakları öne çıkarmayı tercih ediyoruz. Öyleyse başlayalım…
larına nufüs etmeye başlayan gerici muhafazakar politikalarına karşı bir başkaldırı olduğunu söylemek gerekiyor. 2007 ile birlikte sözde demokratikleşme adımları cumhuriyetin laiklik, aydınlanmacılık, bağımsızlık gibi kazanımlarına yönelik büyük bir saldırı başlatıldı. Muhafazakar kitlelerin iktidardan sürekli olarak dışlandığı tespitleri ile bu saldırı özellikle laiklik karşıtlığına dönüştürüldü. Uzunca sayılabilecek bir süre boyunca demokrasinin olmazsa olmazı olan laiklik, Türkiye’de ceberrut devletin kitleler üzerinde kullandığı Demokles’in kılıcı olarak görüldü. Haziran İsyanı her şeyden önce islamcılığın siyasal ve toplumsal alanda son 10 yılda kazandığı mevzileri önemli ölçüde yok etti. Haziran’da sıkça duyduğumuz özgürlük söylemleri, kadınların tüm süreç boyunca ön olanda olması laikliğin yeniden kazandığı meşruiyetle birlikte düşünülmeli. Özgürlük ve laiklik artık her zamankinden fazla birbirine bağlıdır ve bu kitleler tarafından da fark edilmiştir.
1. Her şeyden önce Haziran İsyanı’nın, AKP’nin hayatın tüm alan-
2. Gezi Parkı’nın savunulmasıyla başlayan Haziran İsyanı, büyük
ölçüde kamusal alanların savunması gibi bir amacın damgasını taşıyordu. Gezi parkı “bardağı taşıran son damla” olmasına rağmen Türkiye’nin öncesinde bu konuda önemli bir deneyim biriktirdiğini söylemek yanlış olmaz. HES karşıtı direnişler, Emek Sineması’nın savunulması, Beyoğlu’na alışveriş merkezi yapılmasına karşı gerçekleştirilen protestolar… Tüm bunlar 90’lardan beri devlet karşıtlığıyla birleştirilen özelleştirme savunusunu önemli ölçülerde zayıflattı. Hatta tersinden Soma Faciası sonrası madenlerin kamusallaştırılması birçok kesim tarafından dile getirilmeye başlandı. Haziran İsyanı’na ve sonrasına damgasını vuran en önemli ideolojik motiflerden birinin kamuculuk olduğunu söylemek bu anlamda yanlış olmasa gerek. 3. Haziran İsyanı’nın AKP ile birlikte sermaye çevrelerini de korkutmasının sebebi her şeyden önce radikalliğiydi. Tüm dünyada Soğuk Savaş sonrası kapitalist blokun zaferi; seçimlerin, çoğulculuğun ve demokrasinin neredeyse kutsal olarak kabullenilmesine
sahne oldu. AKP iktidarının tüm gayri meşru adımlarını, hukuksuzluklarını seçim zaferleriyle taçlandırdığını biliyoruz. Gezi’de ortaya çıkan kitle aynı zamanda bu “kutsallara” karşı büyük bir şüpheyi de taşıyordu. AKP’nin tüm bu kavramları iğdiş etmiş olması kitlelerde sadece AKP’ye değil sistemin böylesi araçlarına yönelik de büyük bir güvensizliğin birikmesine sebep oldu. Haziran İsyanı Türkiye’de demokrasi masalının sonu oldu demek fazla iddialı olabilir. Ama sonrasındaki iki seçime yönelik kitlelerin ilgisizliği ve hatta öfkesi bu iddianın doğruluk payının büyük olduğunu gösteriyor. Bu nedenle Haziran kitlesini seçimle, CHP ile kapsama projesi bugüne kadar başarısız oldu. Ufukta yeni bir başarı da gözükmüyor. 4. AKP’nin hukuksuzca gerçekleştirdiği operasyonlar, devletin tüm kademelerini ve tüm güçlerini kendisinin basit bir aracı haline getirmesi 1923’te kurulan modern devletin büyük bir yıkıma uğramasına sebep oldu. Türkiye’de uzunca bir süredir devlet gibi yönetilmeyen, kitlelerin güvenini kaybettiği bir yapı var karşımızda. Normalde anarşizan, devlet karşıtı söylemlerin damga vurabileceği Gezi Parkı protestoları ve bir bütün olarak Haziran İsyanı bu nedenle devlet karşıtlığının, otonomculuğun etkisinin az olduğu bir ayaklanma oldu. Tersine kitlelerin büyük bir çoğunluğunda düzen ve düzgün işleyen bir devlet arayışı vardı. Buradaki sorun ise bu arayışın şu haliyle düzen tarafından karşılanamıyor oluşu. Alternatifsizliği ve rejime göbekten bağlı olması sebebiyle emperyalizm AKP’den kolay kolay vazgeçecek gibi görünmüyor. Bu ise görünürde dahi devlet içinde bir düzenleme olmasını engelliyor. Kitlelerin düzen talebi düzen tarafından karşılanamıyor, Türkiye tarihinin gördüğü en büyük ayaklanmalardan birinin önemli
25
Sosyal Bilimler sebeplerinden birine dönüşüyor. 5. Son olarak Haziran’ın bir orta sınıf ayaklanması olduğu çokça yazıldı çizildi. Kitlesel bir ayaklanmada tüm sınıfların yer alması garipsenmemeli. Ancak Haziran’ın orta sınıf olduğu tespiti yalnızca katılan kitlelerin orta sınıf olmasıyla değil aynı zamanda ideolojik olarak bir orta sınıf hareketi olmasıyla da açıklanabiliyor. Kitlelerin orta sınıf olduğunu dair tartışma işçi sınıfı tanımı, beyaz yakalıların durumu gibi burada tartışmaya yetemeyeceğimiz bir konu. Yalnızca şunu söylemekle yetinelim: Türkiye’nin 3 ili dışında her yerde eylemlerin gerçekleştirildiği, Taksim’de kitle sıkıştığında imdadına Okmeydanı, Sarıgazi gibi emekçi mahallelerinin yetiştiği bir ayaklanmanın çoğunlukla orta sınıfları kapsadığı tespiti kestirmecidir. Ya da daha acısı bugüne kadar liberal-muhafazakarlar tarafından sola yöneltilen “elitizm” suçlamasının içselleştirilmiş olduğunu göstermektedir. Emekçi halkın solla buluşabileceğine dair inancın yok olmasıdır. Bu sayıda çıkan Akın Art’ın yazısında da okuyacağınız gibi solda kitlelere güvenin yalnızca bir retorikten ibaret olmasıdır. İsyanın ideolojik olarak orta sınıf bir karakter taşıdığı tespiti ise daha vahimdir. Tekrar hatırlaya-
lım Gezi Parkı’nı: Parktaki tüm yaşamanın birlikte kurulması, her aktivitenin dayanışma içerisinde yapılması üç haftanın tamamını parkta geçiren bizler için hafife alınamayacak bir durumdur ve bireyciliğin en belirgin özelliği olduğu orta sınıf ideolojisini yansıtmamaktadır. Paranın yasak olması, herkesin ihtiyacı kadarını alması, özgürlüğün en önemli sloganlardan biri haline gelmesi… Türkiye solu için bütün bunlar uzunca bir süredir solun şansı değil şansızlığı olarak değerlendiriliyor ve acıdır hepsinde bir orta sınıf damgası görülüyor. Halbuki tüm bu motifler, solun mücadelesine yedirmesi gereken, “bizim” olan motiflerdir. Ali Mert’in söylediği gibi solun artık özgürlük gibi kendisine ait olan kavramları yeniden kazanacağı bir mücadeleyi örmesi gerekir. (11) Geri çekilme dönemlerinde etkili ve doğru olan “sorunların nihai çözümü sosyalizmde” türü önermeler somut kazanımlar elde ederek kitlelerle aranızda temas noktaları yaratmanız gereken yükseliş dönemlerinde birer kaçış mazeretine dönebiliyor. Solun artık tarihsel görevlerinden ve kitlelerden kaçmak gibi bir lüksü bulunmuyor. Yukarıda hem liberalizmin tarihsel evrimine ve temsil ettiği değerlere hem de Haziran İsyanı’nın ve kitlesinin ön
plana çıkan özelliklerine, taleplerine baktık. İkisi arasındaki kan uyuşmazlığı bize sorulacak olursa açık seçik ortadadır. Fazla olumlu bir tablo çizdiğimiz düşünülebilir. Olumlu olduğumuz doğru, ancak bunun zorlama bir iyimserlik olmadığı da ortada.
lerin bu gerçeğin dışına düşeceği de aşikardır. Çünkü devrimci olan gerçeklerdir, gerçeklerin dışında düşenlerin ise kendinden menkul bir devrimcilikleri olamaz.
Biz markisistler –hatta marksist Kaynakça: olmayanlar bile- gerçeğin tek Ah mad, Feroz. Modern Tür boyutlu olmadığını biliriz. Her kiye’nin Oluşumu, Mart 2006, Ka ynak olgu, hele ki Haziran İsyanı Yayınları gibi belirleyeni çeşitli, benzeri Çağaptay, Soner. “After Erd az, yönlendiricisi olmayan bir oğan Tur key’s Future Will Be Libera halk ayaklanması, olanaklarNew York Times, 14.08.20 l”. la birlikte riskleri barındırır. 14 Gezi’de otonomculuk hiç yoktu Çulhaoğlu, Metin. “Türkiye ve Sol 2014: Yeni Eğilimler ve İm diyemezsiniz, anti-kapitalist kanlar”, Gelenek 124. Nisan-May müslümanların varlığından raıs 2014. ss. 13 -23 hatsız olabilirsiniz. Demirtaş’ın son seçimle birlikte Haziran Küçük, Yalçın. “Türkiye’de Seçimlekitlesini Kürt siyasi hareketine rin Sonu”. Odatv, 08.04.20 14 yedeklediğini düşünebilirsiniz. Küçük, Yalçın. “The End of ElectiBu riskleri düşünüp harika ons”. Odatv, 11.04.2014 analizler yapmaya ve mahalKüçük, Yalçın. “Seçimlerin lenin en “akıllısı” olmaya da Sonu De vrimci Duruma Doğru”. Od devam edebilirsiniz. Ancak atv, 30.07.2014 sürekli risklere çubuk büken bir hareketin devrimciliğini Küçük, Yalçın. “Devrimci Durumun Başındayız: Oligarşinin So su götürmeye başlayacağını n Çaresi Erdoğan”. Odatv, 01.08.20 söylemek fazla acımasız 14 olmasa gerek. Gerçek tek Sümer, Çağdaş, Yaşlı, Fa tih. Heyönlü değil dedik. Ekleyelim, gemonyadan Diktatoryaya AK gerçek durağan da değildir. Liberal Muhafazakar İttifak P ve , Mayıs 2010, Tan Yayınları Ülke, dünya, siyasal konjonktür değişirken başka bir Zürcher, Eric Jan. Modernl eşen dönemin saikleriyle düşünTürkiye’nin Tarihi. 2012, İlet işim meye devam edenYayınları
ve İmkanlar”, Sol 2014: Yeni Eğilimler ve ye rki “Tü . tin Me lu, 6. Çulhaoğ ıs 2014. s. 15-16 Gelenek 124. Nisan-May Notlar: Türkiye’nin 12 ilir: “Bugün, açıkça belli ki 7. Sümer, Yaşlı, a.g.y., s. üler sek 1. Kabaca şöyle çevirileb ıyla lam an tam , ılar cak. İslamc 12 geleceğinde liberalizm ola ardan sonra, 8. Sümer, Yaşlı, a.g.y., s. i siyasi boşluklarla dolu yıll ak ınd alt ı: Liberaln kte rçe olan Kemalist rejim ge toryanın Organik Aydınlar liberal kuşak ikta bir ni “D ye ık. , Tar en lirk Ali , kse ğlu yü lio n ve ve 9. De 1990’larda tabanda gücünü kullanarak a’dan Diktatoryaya AKP yallerini sosyal medyanın Entelijansiya”, Hegemony r ak faz ha r fte Mu “A y, pta demokratik bir Türkiye ha ğa r Ça rak ortaya çıkıyor.” Sone zakar İttifak yayan bir halk hareketi ola Times, 14.08.2014 Liberal-Muhafa rk Yo w Ne l”. era Lib e Giriş: İttifakın Be ll Wi e tur Fu ral-Muhafazakar Sentezin be Erdoğan Turkey’s “Li aş, ğd Ça r, ı. me lar Sü yın . 10 m Ya AKP ve Liberaln Türkiye’nin Tarihi. İletişi monyadan Diktatoryaya eşe ge rnl He de ı”, Mo lar . ak Jan yn c Ka Eri sel er, Düşün 2. Zürch 2012. s. 138-139 Muhafazakar İttifak, s. 68 . Yayınları, 2006 ak yn Ka u, şum Olu in e’n Türkiy a.g.y., s. 138 3. Ahmad, Feroz. Modern 11. Develioğlu, Ali Tarık. s. 14 a.g.y. s. 139 12. Develioğlu, Ali Tarık, İttifak Üzerine Notlar”, ar zak afa uh -M ral be “Li 4. Sümer, Ç., Yaşlı, F. akar İttifak, s. 12 .e., s. 151 a AKP ve Liberal Muhafaz ay ory 13. Zürcher, Eric Jan, a.g tat Dik an ad ny mo Hege Üzerine Notlar”, 4 beral-Muhafazakar İttifak 14. Zürcher, a.g.e., s. 32 5. Sümer, Ç., Yaşlı, F. “Li akar İttifak, s. 14 faz ha Mu l era Lib ve P AK aya Hegemonyadan Diktatory
26
Yaşam
Gülmek devrimci bir eylem midir? Çokça kişi tarafından bilinen ve sıkça tekrarlanan “Gülmek devrimci bir eylemdir” sözü, aslında dayanak noktaları çok da sağlam olmayan; sözün kendisinin güzelliğinden ötürü yalnızca solcuların romantizmini yansıtan bir retorik midir, yoksa meselenin özü başka yerde midir? Özgün Sağlam Boğaziçi Üniversitesi
B
ülent Arınç, geçtiğimiz haftalarda şöyle buyurdu: “Kadın iffetli olacak, herkesin içerisinde kahkaha atmayacak.” Kendisi Türkiye siyasi tarihinin en 'ağlak' figürlerinden olan zat, elbette bu özelliğinden ötürü değil; özellikle kadınları hedef alarak toplumu muhafazakar ve gerici bir temelde kuşatmak isteyen zihniyetin bir yansıması olarak bu ifadeleri kullanmıştır. Peki, hazır konusu açılmışken, Arınç'ta somutlanan örnekten yola çıkarak bir bütün olarak sağın, gülmek eylemiyle ile bir derdi olduğunu söyleyebilir miyiz ya da tersinden soracak olursak gülmek devrimci bir eylem midir? Çokça kişi tarafından bilinen ve sıkça tekrarlanan “Gülmek devrimci bir eylemdir.” sözünün ilk olarak nerede ve kimin tarafından söylendiği bilinmemektedir. ODTÜlü bir grup öğrenci tarafından 2012 yılında çekilen ve üniversitelerdeki baskıları, keyfi tutuklamaları konu edinen bir kısa film “Gülmek ideolojik bir eylemdir.” başlığını taşımaktadır. Ancak, yine de, öncelik-sonra-
lık sıralamasında bir muğlaklık mevcuttur. Kendi adıma, bu sözle yoğun bir şekilde karşılaşamaya başladığım tarihin İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu'nun Gezi Parkı'nı 'aç-kapat-aç-kapat' oyununa başladığı gün olduğunu söyleyebilirim. O gün, yani 8 Temmuz 2013, valinin 'aç-kapat' oyunu sırasında Taksim Dayanışması üyeleri ve çeşitli siyasi partilerin yöneticileriyle birlikte o zamanlar Fikir Kulüpleri Federasyonu Sözcülüğü görevini yürüten Erçin Fırat da gözaltına alındı. Basına yansıyan ve sosyal medya platformlarında yaygınca paylaşılan iki kare dikkat çekiyordu. Biri, camları siyah filmle kaplı ve parmaklıklarla örülmüş gözaltı aracının camı. Fotoğrafa biraz dikkatle bakınca, Erçin'in gülümseyişini görebiliyordunuz. Diğeri ise, nezarethaneden, Erçin ve yanındakilerin gülümsediği kare. Bu sefer daha net... Bahsedilen iki kare de malum sözün hakkını veriyordu ve takip edebildiğim kadarıyla, bu fotoğrafları paylaşan Facebook, Twitter kullanıcıların neredeyse tamamı söze atıfta bulunuyordu.
Birkaç ay sonra, Kasım ayında, yine bir gözaltı sırasında ilgili söz tekrar yoğun bir şekilde gündeme geldi. Gözaltına alınan kişi, 'Redhack'le bağlantısı olduğu' gerekçesiyle, oyuncu Barış Atay'dı. Atay'ın gülümseyişi, yansıyan bütün fotoğrafların eksilmez bir parçasıydı. Üzerinden 1 ay geçmeden, bir gözaltı dalgası başladı. Bu sefer gözaltına alınanlar biraz farklıydı. 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonundan bahsediyorum. Başını yerden kaldıramayanlar, yüzünü saklamaya çalışanlar... Ve hepsinin ortak özelliği ise somurtmalarıydı. Burada söz tekrar devreye girdi, karşılaştırmalar başladı. Ali Ağaoğlu'nun, Reza Sarraf ’ın, bakan çocuklarının fotoğrafları ile Barış Atay ve benzer örnekler karşılaştırıldı. “Hırsızın harcı değildir gülmek; gülmek devrimci bir eylemdir” yazıldı
çok sayıda kişi tarafından. Başta sorduğumuz soruya 'Evet' cevabını vermemizi sağlayacak örnekleri çoğaltmak mümkün elbette. 'Poşu takmaktan' tutuklanan Cihan Kırmızıgül'den tutun da Denizlere, Behice Boranlara kadar... Ancak, denilecektir ki hiç mi karşıt örnek yok? Tabii ki var. Örneğin, Hrant Dink cinayetinin tetikçisi Ogün Samast. Hatırlayanlar vardır, Ogün Samast'ın gülümsediği fotoğraflar mevcuttur. Peki, bunu nasıl açıklayacağız? “Gülmek devrimci bir eylemdir” sözü, aslında dayanak noktaları çok da sağlam olmayan; sözün kendisinin güzelliğinden ötürü yalnızca solcuların romantizmini yansıtan bir retorik midir, yoksa meselenin özü başka yerde midir? Tartışmayı biraz daha genişletmek ve derinleştirmek adına,
Denilecektir ki hiç mi karşıt örnek yok? Tabii ki var. Örneğin, Hrant Dink cinayetinin tetikçisi Ogün Samast. Hatırlayanlar vardır, Ogün Samast’ın gülümsediği fotoğraflar mevcuttur. Peki, bunu nasıl açıklayacağız?
27
Yaşam bizi yazımınızın ana sorusuna götürecek birkaç soruyu daha ortaya atmak durumundayız. Aziz Nesin'in de dediği gibi gülmek ve mizah arasında ayrılmaz bir ilişki vardır. O halde, konumuzu mizaha doğru genişleterek şu soruları sorabiliriz: Mizahı kimler yapar? Mizah özü itibariyle halktan yana mıdır? Türkiye'de siyasi iktidarlar ile mizah ilişkisi nasıl süregelmiştir? Sondan başlayarak bir tarihçe parantezi açalım...
olarak tarihe geçmiştir. Teodor Kasap tarafından Kasım 1870’te çıkarılmaya başlanan dergi, aynı zamanda çizgili mizahın, yani karikatürün de başlangıç yıllarına işaret eder. Türkiye mizah tarihi denilince akla ilk gelen isimlerden biri olan Namık Kemal’in hiciv türündeki çalışmalarının da yayınlandığı Diyojen dergisi, mizaha uygulanan baskıdan nasiplenerek; çıktığı süre içerisinde üç kez geçici kapatma cezası almış ve 9 Ocak 1873 tarihinde tamamen kapatılmıştır. Ancak, şunu söylemek gerekir ki, karikatürün Osmanlı’ya girdiği bu ilk yıllarda, Padişahın mutlak iradesine ancak mizah yoluyla karşı çıkılabiliyordu. Osmanlı için mizah, hem halkın hem de muhalefetin sesiydi. Çünkü saraya ne halkı, ne de muhalefeti sokmak olanaklıydı ve bu yüzden mizah böylesine önemli bir görev yüklenmekteydi. (1)
Anadolu'da mizahın ortaya çıkışı Mizahın sözlü (fıkralar, bilmeceler, tekerlemeler, meddah gösterileri) ve çizgili türleri (karikatür) vardır. Anadolu mizahının ortaya çıkışında, birinci tür, yani sözlü olanlar ön plandadır. Ortaoyun geleneği ile ortaya çıkan Kavuklu ile Pişekar oyunları, Meddah, Karagöz ve Hacivat, Nasreddin Hoca Paranoyak fıkraları... SelçukPadişah II. lu ve özellikle Abdülhamid Osmanlı ve İstibdat döneminiçin mizah, lı n a m s Dönemi O de ilk öre d m e h ın lk a h Osmanlı hem nekleri siydi. e s n ti fe toplumunyaratılan le a h u m a y da, mizah sözlü ra a s ü Çünk dergileri mizahın e d ne halkı, ne temelinve karimak muhalefeti sok de siyasi katürlerin otoritenin yaratmaya olanaklıydı. halk üzerinbaşladığı etki, deki baskısını II. Abdülhamid’in hiciv ve taşlama bitahta çıkmasıyla büyük çiminde eleştirme ve halkın bir sekteye uğradı. “Özellikle, sorunlarını mizahi olarak dile 13 Şubat 1878’de meclisin dağıgetirme olduğu görülmektedir. tılması ve Meşrutiyet dönemiAncak, mizah, daha ilk ortaya nin sona ermesiyle, bundan çıktığı anda gerek dini dogmasonra gelen Mutlakıyet veya bir lar gerekse Padişah‘ta somutbaşka deyişle ‘İstibdat Dönemi’ lanan siyasi iktidarın baskıları mizah için gerekli olan ortamı sebebiyle gelişememiş, yasaktamamıyla ortadan kaldırmışlara ve sert yaptırımlara maruz tır. Dönemin temel karakteriskalmıştır. tikleri; Meşrutiyet yanlılarının her türlü yolla tasfiyesi, kişi İlk mizah dergisi güvenliğinin ve özgürlüklerin yok edilmesi, hafiyelik ve jurTanzimat Dönemi'ne denk düşen yıllarda çıkmaya başlayan nal ağıyla bir ‘korku imparatorluğu’nun kurulması olmuştur. ‘Diyojen’, bu topraklar üzerinde Yine bu dönemde yürürlüğe yayınlanan ilk mizah dergisi
Aziz Nesin, Mim Uykusuz, Rıfat Ilgaz ve Sabahattin Ali tarafından çıkarılan Marko Paşa, hem kendi dönemini hem de sonrasını şekillendiren yepyeni bir mizah anlayışıyla gösterdiği sağlam duruş, güçlü hiciv yeteneği ve ilk kez doğrudan sınıf çelişkilerinin işlendiği karikatürleriyle dönemine adını vermiştir. konan Matbaalar Nizamnamesi (1888) basımevi açılmasını, kitap basımını, yabancı yayınların ülkeye sokulmasını özel bir izne bağlamış; ‘muzır’ ve edebe aykırı görülen eserleri taşımayı, satmayı, dağıtmayı ve bunları topluca üzerinde taşımayı da suça ortaklık saymıştır.” (2) “Bizde sansür elzemdir. Tebaamıza çocuk muamelesi etmeye mecburuz.” diyen ve paranoyaklıkta sınır tanımayan Padişah II. Abdülhamid, sansürü, çirkin bir buruna sahip olan kendisini çağrıştırdığı için “burun”, Yıldız Sarayı’nı çağrıştırdığı için “Yıldız” gibi sözcüklerin kullanımını yasaklamak noktasına getirmiştir. Abdülhamid’in baskılarıyla, yurtdışında sürgünde olan dönemin mizahçıları, İttihat ve Terakki’nin politikalarına destek vererek; Abdülhamid aleyhine çıkan gazete ve dergilerde aktif olarak görev almışlardır.
II. Meşrutiyet Dönemi Türkiye mizah dergileri tarihi sürecinde oldukça hareketli sayılabilecek yıllar, 23 Temmuz 1908’de İstibdat Dönemi’nin sona ermesiyle başlamıştır. 1876 Kanuni Esasi’sinin yeniden yürürlüğe girmesiyle, otuz yıl süren sansür kaldırılıp, basın özgürlüğü ilan edilmiştir. Kısa bir süre içerisinde, 92 tane mizah ve karikatür yayını basılmaya başlamıştır. (3)
Cumhuriyet Dönemi Cumhuriyetin ilanı ile birlikte başlayan yeni dönemde; Karikatürün gazetelere yerleşmesi, ilk çizgi romanın yapılması, karikatür albümlerinin basılması, Cemal Nadir öncülüğünde çıkarılan ‘Amcabey’ Dergisi gibi gelişmeler olsa da, İkinci Dünya Savaşı‘nın sonuna kadar süren uzun bir dönemin genel olarak durgun geçtiği söylenebilir. (4) 'Toplatılmadığı zamanlarda çıkan' dergi: Marko Paşa 1945-1950 yılları arasında çıkan Marko Paşa, mizah tarihimiz içinde bir kilometre taşına denk düşmektedir. Aziz Nesin, Mim Uykusuz, Rıfat Ilgaz ve Sabahattin Ali tarafından çıkarılan dergi, hem kendi dönemini hem de sonrasını şekillendiren yepyeni bir mizah anlayışıyla gösterdiği sağlam duruş, güçlü hiciv yeteneği ve ilk kez doğrudan sınıf çelişki-
28
lerinin işlendiği karikatürleriyle dönemine adını vermiştir. Sık sık kapatılan ve baskılar nedeniyle durmaksızın isim değiştiren (Malum Paşa, Bizim Marko Paşa, Merhum Paşa vs.) derginin baş karikatürcüsü Mim Uykusuz yaptıkları işin önemini şöyle anlatmaktadır: “Sözümüz şu ki, sanat şehevi hislerin tahrikçisi olmamalı, halka hitap etmeli, onun emrine girmelidir.” (5)
Gırgır Dergisi 26 Ağustos 1972’de Oğuz Aral’ın yönetiminde yayın hayatına başlayan Gırgır Dergisi, mizah tarihimizin kilometre taşlarından bir diğeridir. “Bu tarihten sonra, gerek çizgiye getirdiği yenilikler gerekse dönemin iktidarlarına karşı bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiyle verdikleri mücadele ve kararlı, muhalif duruşları ile ‘Gırgır Ekolü’ karikatür tarihimize damgasını vurmuştur.” (6) Halkın sorunlarını ve sınıflararası eşitsizliği, halkın kendine yakın bulacağı bir dille yapmayı başaran Gırgır Dergisi, daha
Yaşam önce eşi benzeri görülmemiş bir ilgiyle karşılanmıştır. Öyle ki, Marko Paşa’yla 60 bin satışa ulaşan karikatür yayıncılığı, Gırgır ile 500 bine ulaşan bir tiraja kavuşmuştur. 1970’li yıllarda Gırgır Dergisi ile çok defa davalık olan dönemin başbakanlarından Süleyman Demirel’in, davalardan birini kazanması üzerine sarfettiği sözler, bahsedilen durumu net olarak açıklamaktadır: “Mizah bir yumruktur, kime ineceği belli olmaz.” 12 Eylül öncesinde mizaha uygulanan baskılarda, açılan davaların yanısıra en çarpıcı örnek, 12 Mart 1971 muhtırası sonrasında gözaltına alınan Turhan Selçuk’a, çizdikleri nedeniyle polis müdürlüğünde işkence yapılması, yapılan işkence sonrası karikatüristin kaburga kemiklerinin kırılması olmuştur.
12 Eylül sonrası ve 1990'lı yıllar 12 Eylül darbesinin yarattığı ortam, doğal olarak, mizah üzerindeki mevcut baskıları da bir hayli arttırdı. Darbenin
Özellikle, Leman Dergisi, “1990’larda medya aracılığıyla oluşturulan yoz kültürle ve siyasal iktidarın kuşatmalarına karşı mizahın kültürel hayattaki yozlaşmadan insan hakları ihlallerine karşı birçok başlıkta verdiği mücadele ve bu mücadelenin toplumda bulduğu karşılıkla” ön plana çıkıyordu: “Öyle ki, o dönem birçoklarınca ‘Leman Solu’ diye bir şey dahi dillendirilmeye başlanmıştı.” ideolojik girdileri ve depolitizasyon politikaları da yine mizahı olumsuz yönde etkiledi. Bunların etkisiyle bir müddet sessiz kalan mizah dergileri, Özal dönemiyle birlikte tekrar gün yüzüne çıkmışlar, özellikle 1980 öncesinde olduğu gibi yine Gırgır Dergisi ve onunla beraber 1980 sonrası yayın hayatına başlayan Limon, Fırt gibi dergiler, Başbakan Özal’a yönelik sert eleştirilerde bulunmaya başlamıştır. (7) Ancak, dünyada ve Türkiye’de siyasi ve toplumsal yapıda yaşanan dönüşüm mizah dünyasında da bir dönüşümü zorunlu kılmıştır. Gırgır, Limon ve Fırt gibi dergiler bu dönüşüme cevap veremediği için etkisiz kalmış, 1991’de Limon’dan ayrılan bir grup çizerin kurduğu Leman Dergisi ve ondan hemen sonra kurulan HBR Maymun, karikatür dünyasında yeni bir dönemin başlangıcını simgelemiştir. (8)
o dönem birçoklarınca ‘Leman Solu’ diye bir şey dahi dillendirilmeye başlanmıştı. Dergi daha sonraki yıllarda birçok toplumsal olayın baş kahramanlarından olacak, örneğin Susurluk Kazası sonrası ortaya çıkan devlet-polis-mafya ilişkileri nedeniyle başlatılan ‘Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık’ adlı sivil itaatsizlik eylemi, Leman Dergisi öncülüğünde başlayacak ve ilk ışık kapatma eylemi de İstanbul Beyoğlu’nda bulunan Leman Kültür binasında, o dönem Leman’ın çıkardığı Öküz Dergisi’nin başyazarlığını yapan ünlü şair Can Yücel tarafından gerçekleştirilecektir.” (9)
AKP Dönemi II. Abdülhamid’i anımsatan, ‘korku imparatorluğu’ yaratılmaya çalışılan bu dönemde de mizah baskılanmaya çalışıldı. Bizzat Recep Tayyip Erdoğan tarafından karikatür dergilerine ya da çizerlerine açılan onlarca dava gündeme geldi. Yaşımız itibariyle hepimizin belli ölçü-
Özellikle, Leman Dergisi, “1990’ların dönüşen ve yozlaşan Türkiye’sinde, medya aracılığıyla oluşturulan yeni kültürle ve yeni siyasal iktidarın kuşatmalarına AKP iktidarı ta karşı mizahın ve karafı seneler boyu il nca rikatürün kültürel me hayattaki yozilmek örülen ko k laşmadan insan duvarı, geçtiğim rku hakları ihlalleriiz Haziran ayında yılın ne karşı birçok , büyük ölçüde mizahla başlıkta verdiği yık mücadele ve bu milyonlarca ins ılmış, an mücadelenin duvarın yıkılma bu toplumda bulduğu sıy sokaklara çıkm la karşılık” ile ön plaıştır. na çıkıyordu: “Öyle ki,
29
Yaşam lerde tanıklık ettiği bu dönemi fazla uzatmayalım ve Tayyip Erdoğan’ın mizahla imtihanını göstermesi adına bahsedilen davalardan birine dair yaptığı yorumu belirterek geçelim: “Fotoğraf gerçek değil, fotomontaj. Bu fotoğraf fotomontaj yoluyla uygunsuz hale getirilmiş ve toplumun ahlaken kabul etmeyeceği bir hale büründürülmüştür.” Mizahın tarihine dair açtığımız uzunca parantezi kapatalım ve buradan Türkiye'de siyasi iktidarlar ile mizah ilişkisine dair nasıl bir sonuca ulaşabileceğimizi tartışarak devam edelim. Anadolu topraklarında mizahın ilk ortaya çıktığı tarihten AKP dönemine kadar, istisnasız biçimde, halk düşmanlığını, sağı temsil eden bütün siyasi aktörler mizaha savaş açmışlardır. Türkiye’nin mizah tarihi, bir nevi baskı, sansür ve yaptırımlar tarihi olarak karşımızda durmaktadır. Dolayısıyla şunu söyleyebiliriz ki, bir bütün olarak sağın mizahla, aynı anlama gelmek üzere gülmekle, bir derdi vardır. Peki, tersinden bakacak olursak, mizahın halkın üzerinde yarattığı etkiyi nasıl değerlendirebiliriz? Bu soruyu cevaplamak için çok da uzaklara gitmeye gerek yok. Geçtiğimiz yılın Haziran ayına bakmak yeterlidir. AKP iktidarı tarafınca seneler boyu ilmek ilmek örülen korku duvarı, büyük ölçüde mizahla yıkılmış, milyonlarca insan bu duvarın yıkılmasıyla sokaklara çıkmıştır. Turgut Uyar‘ın “Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta / Her şey naylondandı o kadar”
Boğaziçi Üniversitesi
dizelerinin bütün açıklığıyla resmettiği bu halk ayaklanması, siyasi olarak, Türkiye'de 12 Eylül ile açılan dönemi kapatmış ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını göstermiştir. Konumuza gelecek olursak, buradan da bakarak, sağın mizaha karşı yürüttüğü savaşın boşuna olmadığını söyleyebiliriz.
le, “Gülüş, öncelik . bir aydın halidir i Çünkü çelişkiy iyetini görebilme kabil gerektiriyor; çlük, çelişkide gülün dan asın çözülebilir olm r.” kaynaklanıyo
Başka bir boyutla devam edelim...
Aydın olmak, mizah, gülmek... Burada sözü Türkiye‘nin değerli aydınlarından birine Yalçın Küçük‘e bırakalım: “Gülüş, öncelikle, bir aydın halidir. Çünkü çelişkiyi görebilme kabiliyetini gerektiriyor; çelişkide gülünçlük, çözülebilir olmasından kay-
naklanıyor. O halde çözülebilir çelişkilere gülmek, bir yüksek insanlık halidir, öyle diyebiliyoruz. Ancak çelişkiyi görebilmek için ise isyancı bir ruh mutlak gerekiyor. Birbirine bağlıyoruz. Öyleyse, isyan yoksa mizah yoktur. Mizah yoksa, isyan yoktur. Çok acı, mizah yoksa aydın yoktur.” (10)
Peki, sağcılar mizah yapamaz mı? Tatsız ve cevabı belli bir sorudur. İlgilenmek isteyenler, bir üsteki paragrafta yer alan alıntıyı tekrar okuyabilir ya da Salih Memecan karikatürlerini, Cafcaf Dergisi‘ni, Recep İvedik tiplemesini inceleyebilir. (11) Baştaki soruya gelecek olursak...
Gülmek devrimci bir eylem midir? Tüm bu yazılanlar ışığında cevabımızı çekincesiz olarak verebiliriz: Evet, gülmek devrimci bir eylemdir. Onlar, başa çıkmadıkları şeylere; gülümsemeye, mizaha düşmandır. Onlar, insana düşmandır. Ve evet, kızlı erkekli gülmeyi de biz iyi biliriz...
, 1974.
Notlar:
Yansıma Dergisi, Sayı: 33 (6) Özocak, a.g.e
la İmtihanı: ’de Siyasi İktidarın Mizah ye rki “Tü , ak oc Öz n rka (1) Gü Dergisi, Sayı: (7) Arık, s. 82-83. r”, Türkiye Barolar Birliği atü rik Ka ve ğü rlü gü Öz İfade (8) Arık, s. 108. 94, Mayıs-Haziran 2011 (9) Özocak, a.g.e (2) Özocak, a.g.e m-erdogans. . 98 19 l, m/n.php?n=bir-kitap-yazdi rikatür, İstanbu .co Ka atv en .od ğiş De ww m /w p:/ plu htt To ) en (10 (3) Bilal Arık, Değiş 105141200 cumhurbaskani-olamadi-2 15 akmış olalım: 21.jpg (11) Bir örneği buraya bır (4) Özocak, a.g.e /18/468x128/13794582516 /09 13 /20 bh ”, kış tr/s Ba m. .co Bir a ah Kıs http://i.sab rünün Yüz Yıllık Tarihine (5) Tan Oral, “Türk Karikatü
30
Kültür - Sanat
Gözlerini Kaçırma:
Çağla Üren Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü
İllüstrasyon: Burak Şentürk
Muhafazakar Toplumda Kadının Adı
"Her kadın anne doğar deseler de korkuyorsun. Anne doğmamış olmaktan, çıban başlarından… Hitler’in o deneyini duyduğundan beri daha da korkuyorsun. Giderek ısınan sacın üstünde, kucağında bebeğiyle çırılçıplak bırakılmış kadın olmaktan..."
G
özlerini Kaçırma, Irmak Zileli’nin ikinci kitabı. Yazar, ilk kitabı olan Eşik’te bir kadının büyüme serüveni ile yaşadığı toplumla yer yer çatışan varoluşunun sancılarını ele alıyordu. Yine benzer bir tematikte kurguladığı bu kitabında ise baş karakterin kendisi, annesi ve anneannesi olmak üzere üç kuşak üzerinden annelik mitini ve kapitalist toplumun kadına biçtiği anne rolünü sorguluyor. Üstelik, bu sorgulamanın Türkiye toplumuyla da bağlarını kurmayı başarıyor. Kitapta, Türkiye’de bir kadının yaşayabileceği psikolojik baskılar, toplumumuzda kadına biçilen rol, ona atfedilen değer vb. gibi tanıdık konuları görmek mümkün. Bu yüzden, kadının toplumdaki rolünü sorgularken içinde yaşadığımız topluma ve toplum yapısına bizim de kısaca değinmemiz gerekecek. Kitaba bakışımızın da bu şekilde daha da netleşeceğini düşünüyorum. Bugün ülkemizde “kadın” sözcüğünden bile korkmamız
gereken muhafazakar bir toplum yapısı inşa edilmeye çalışılıyor. Örneğin, artık kadın değil “bayan” olarak tanımlanıyoruz. Yani erkek olmayan varlık... Bir de “bacı” olmaya iznimiz var. Tabi eğer bir erkek kardeşimiz varsa. Evlenirsek “karı” olma mertebesine de ulaşabiliyoruz. Ama bunlardan en önemlisi bir erkekten yapacağımız çocukla “anne” olabilmemiz. Kadına biçilen bu “birine ait olma” durumu toplumda üstlendiğimiz “annelik” rolünü de belirliyor. Peki, ne anlama geliyor bu rol? İlkokula başladığımızdan beri ailenin toplumun en küçük birimi olduğunu öğreniyoruz. Sonraları buna büyüklerimiz tarafından yuvayı dişi kuşun yaptığı da ekleniyor. Aile, toplumun en küçük yapıtaşı olduğuna göre normlar ve toplum yapısı da burada örgütlenmeye başlıyor. Yuva gibi, çocuğu yapmak görevinin de kadına düştüğünü göz önünde bulundurursak, kadının ailedeki başat rolü, annelik ve karılık görevlerini yerine getiren bir
makine olarak tanımlanabilir.
değil.”(Gözlerini Kaçırma, s. 8)
Her toplumun olduğu gibi, muhafazakar toplumların da, yapısı gereği yazılı-yazısız belli kuralları vardır. Bunlar evrimsel olarak aktarılmadığı için dünyaya gelen bebeğin aile kurumunda biri tarafından “evriltilmesi” gerekir. Bir kadının “doğuştan sahip olduğu” annelik görevini buradan tanımlayabiliriz ve bunu çocuğu giydirmek, beslemek, okul toplantılarına gitmek, ödevlerini yapmak vb. üzerine kurulu bir hayat kurmak örneklerinde de somutlaştırabiliriz.
Baş karakter Didem’in kazayla çocuğunu öldürmesiyle başlıyor kitap ve Didem, geçmişten bugüne hayatını sorgulamaya başlıyor. Hayatı boyunca gözlemlediği annelerden, kendi annesi ve anneannesinden başlıyor işe. İkisi de çocuklarına karşı çok disiplinli ancak sevgisiz olan bu kadınların üstüne düşen, çocuklarını en doğru şekilde yetiştirmek. Kendilerini sadece buna adamışlar çünkü her kadın gibi onlar da anne doğmuş olmak zorunda. Oysa, her kadın anne doğmuyor. Örneğin, yapılan hiçbir psikolojik araştırma anneliğin evrensel olan, herhangi bir ortak davranış biçimini ortaya koyamıyor. Aksine annelik kavramının her kadın için, onun kültürüne, aldığı eğitime göre değiştiği ve annelik duygusunun da dış koşullara göre belirlendiği sonucuna varılıyor. Bunun yanı sıra yazarın da sık sık vurguladığı bir çelişki var ortada: Kadınlık duygusu ve annelik duygusu arasındaki çelişki. Bu iki kavram
Tam da burada kitabımız sözü alıyor ve yukarıda anlatmaya çalıştığımız toplum yapısı ve kadının burada nasıl işlevlendirildiği konusu üzerinden bir miti sorguluyor: “Her kadın anne doğar.” “Her doğurulan yeni bir anneydi. Anneannen senin anneni doğurmuştu. Kendi kızını değil. Annen Hicran, Rüya’nın annesini doğurmuştu. Gözü gibi sevmek için adını Didem koyduğu bebeği
31
Kültür - Sanat birbirinden çok ayrı görünmese de gerçek yaşamda birbiriyle çelişiyor. Özellikle “artık anne oldun” ile başlayan görevlendirmelerle, annelik, kadını pek çok şeyden alıkoyuyor. Anne olan bir kadının öncelikle yaşam biçimini değiştirmesi gerektiği gibi kariyer, arkadaşlık ilişkileri, aşk hayatı vb. birçok şeyi askıya alması ya da toptan reddetmesi gerekiyor. Bu durumda annelik ya da kadınlık duygusundan biri baskılanmak zorunda kalıyor. Kitapta göze çarpan bir başka şey de bu: Diğer kadın karakterlerin annelik ile kadınlık arasındaki çelişkiyi, özneleri “annelik” ve “karılık” olarak değiştirerek çözmeye çalışması. Yani kadınlara özgü duyguları, arzu ve istekleri, bunların yanı sıra kendi kişisel hayatlarını görmezden gelerek yerine eşlerine karşı yapmak zorunda hissettikleri yatak odası-mutfak görevlerini koymaları. Böyle olduğunda çözüme ulaşmak daha basit: “Çocuklarımız bizim yaşama sebebimiz.” Karılık görevleri de bunu içinde eritilebiliyor böylece. Fakat önce bir yemin etmek gerek: “Kadınlık duygusu, kadınlık duygusu… Bir daha söylememeli dedin. Üçüncü kez tekrar etmeden onu orada bırakmaya yemin ettin.”(A.g.e s.14) Kitapta çizilen, annelik ve “mutfakta robotluk” görevleri arasında sıkışan, aynı yemini etmiş karakterlerin aksine Didem, aykırı bir karakter. Yani toplumun ona biçtiği rolle uyuşamayan, aykırı bir anne. Yaşadığı birçok başarısız ilişkiden sonra otuz beş yaşında babasının kim olduğunu bile bilmediği kızını, Rüya’yı dünyaya getiriyor. Her kadın anne doğuyor ancak erkek egemen bir toplumda çocuklar babaya ait. Bu yüzden çevresinde bir “ecdad” baskısıyla karşılaşıyor. Özellikle annesi tarafından: “Kamil Beylerin kızı piç doğurmuş diyecekler.” Ailesi ecdadını bilmedikleri bir çocuğa emek vermenin anlamlı olmadığı
Bugün ülkemizde “kadın” sözcüğünden bile korkmamız gereken muhafazakar bir toplum yapısı inşa edilmeye çalışılıyor. Örneğin, artık kadın değil “bayan” olarak tanımlanıyoruz. Yani erkek olmayan varlık... Bir erkekten yapacağımız çocukla “anne” olabiliyoruz. Kadına biçilen bu “birine ait olma” durumu toplumda üstlendiğimiz “annelik” rolünü de belirliyor. Peki, ne anlama geliyor bu rol? kanaatinde. Babası da böylelikle reddediyor Didem’i. “Şu Meryem Ana ne ballı kadındı. Dünya üzerinde babasız çocuk doğurup da kutsallık mertebesine konan tek anneydi. Gerçi annelerin en kutsalı sayılabilmesi için Tanrı’yla başgöz edilmesi gerekmişti. Ama maalesef Tanrı tekti. Onu da Meryem Ana’ya kaptırmıştınız işte.” (a.g.e s.87) Buradan yola çıkarak muhafazakar toplumların ataerkil yapısını ve namus kavramını da eleştiriyor yazar. Her kadının doğuştan anne olduğu iddia edilen bir ülkede evlilik cüzdanı olmadan anne olunamıyor. Bu çelişkinin yanında babasız çocuk doğuran kadınlar “kurda kuşa yem olduğu” gibi hor görülüyor ve dışlanıyor. Didem, annesi ve anneannesinin aksine çocuğunu sevmeye söz vermiş bir kadın. Onu seviyor da. Ancak sürekli anne doğmamış olmaktan ve kızını incitmekten korkuyor. Korkularına rağmen, “anneliğin gerektirdiklerinin” aksine onu, kendi seçimlerini yapmakta özgür bırakıyor.
Kıyafet seçimi, oyun seçimi, oda seçimi vb. birçok konuda kendi tercihlerini oluşturması için izin veriyor kızına. Televizyonun önünde mum gibi duran çocuk figüründense baş ağrıtan çocuğu tercih ediyor. Küçüklükten başlanarak kafamıza sokulan “günah-sevap” vb. mitlerden de uzak tutuyor onu. Didem’in annesi ve anneannesi ise babaları tarafından uygun eşlerle evlendirilmiş, üniversite mezunu olmalarına rağmen görevleri “çocuk yetiştirmek” olduğu için çalışmaktan vazgeçirilmiş “yalnız” kadınlar… Kısacası kadınlık ve annelik duygusu arasında sıkışarak toplum yapısına boyun eğmiş anneler… Bu da beraberinde Didem’in en korktuğu şeyi, yani ona göre bir genetik miras olan, çocuğa karşı sevgisizliği getirmiş. Bu yüzden başını yastığa her koyduğunda şu diyaloğu tekrarlıyor didem: “-Kızımı seviyorum. -Kızımı gerçekten seviyor muyum? -Tabi ki kızımı seviyorum.” Üstelik bunun bir vicdan rahatlatma yöntemi olduğunun da farkında. Bir kadının aşık olması, her sabah uyandığında çocuğundan önce bir başkasını düşünmesi bile çocuğuna ihanet etmek gibi geliyor Didem’e. Arkadaşı Özlem, boşanmaya karar verdiğinde önce “Çocuğun ne olacak?” diye soruyor
örneğin. Oysa kendisi, kızı Rüya’ya; Rüya da ona ait. Araya bir erkek girmesine bile izin vermek istemiyor. Ancak Rüya doğduktan birkaç yıl sonra yeniden aşık oluyor ve bu kez “Kızımı da seviyorum.” diyerek azaltıyor hissettiği suçluluk duygusunu. Yazar, buradan yola çıkarak vicdan, suçluluk duygusu, aidiyet vb. evrensel kavramları da sorguluyor ve bunların toplumsal kavramlar olduğu sonucuna ulaşıyor. Örneğin, vicdan denen şeyin insanın kendisini yargılamasından doğmadığı sonucuna: “Peki ama vicdan, kişinin kendisini yargılamasından doğmaz mıydı? -Hayır yavrucuğum. Vicdan toplumsal bir kavramdır, öteki kişi yoksa vicdan da yoktur.” (a.g.e. s. 194) Yazarın vurgulamak istediği bir diğer nokta ise kadınların onlara biçilen bu role nasıl teslim olduğu. Örneğin evli arkadaşlarının hamilelikleri müjdeli bir haber
32
olarak verilirken Didem’inki onların gözünde babasız çocuk doğurmanın zorluklarından başlayan bir tartışma konusu ve gittikçe acıma duygusu uyandıran bir dedikodu kaynağı. Didem’in sinirini en çok bozan da annelik ve karılık görevleri arasında bocalayan, bu yüzden eşleriyle de büyük sorunlar yaşayan bu kadınların, onu evli olmadığı için yargılıyor olması. Ancak Didem bu eleştirilerin ve tavsiyelerin çoğuna kulak asmadığı gibi içten içe arkadaşlarına acımaya başlıyor: “Peki ya kadınlığını yaşayamamaları ne olacak?” Babasız çocuk doğurmanın maddi, manevi her türlü zorluğu beraberinde getirdiği ülkemizde, buna özellikle kadınların destek olmak yerine Didem’i yine önce onların taşlaması da açıkça gösteriyor bu teslim oluşu. Ancak bunlar karşısında “aykırı” bir kadının sergileyeceği tavrı da gösteriyor yazar: “Kimsenin seni aforoz etmeye hakkı yok. Buna kalkıştıklarında onlara söyleyecek bir çift lafın var: İlk taşı günahsız olanınız atsın.”(a.g.e s.16) Irmak Zileli, kahraman bakış açısıyla, ancak ikili bir anlatımla kuruyor hikayeyi. Anlatıcı, Didem’in kendisi olduğu gibi kitaptaki alıcı da Didem’in kendisi. İki “kendi” arasındaki çelişkiler, karakterin yine kendiyle yaptığı tartışmalar üzerinden veriliyor. Böylece bir kadının çocukluğundan yetişkinlik dönemine kadar fikirlerinin nasıl geliştiğini, olgunlaştığını ve olayları sorgulama yöntemini açıkça görebiliyoruz. Yazar, anlatımı bu şekilde kurgulamasının nedenini de belirtiyor kitapta:
Kültür - Sanat
“İnsan kendisine rağmen kendi oluyor. Rağmen, iki kendi arasındaki edat şimdi de. İçindeki iki kişiden birini asimile edenler, ‘rağmen’i lugattan çıkararak yapabilirler bunu. Asimilasyona karşısın. Kişinin içindeki uzlaşmaz çelişki de en az toplumdakiler kadar gerekli.” (a.g.e. s.21) Yukarıdaki alıntıdan yazarın, bir kadının yaşadığı psikolojik çatışmaları ve içindeki uzlaşmaz çelişkileri toplumla buluşturmak istediğini ve onları toplumsallaştırdığını da çıkarabiliyoruz. Kitap, bu anlamıyla sosyal çevreyle çatışmaya giren bir bireysellik koyuyor önümüze. Yazarın kitapta kullandığı dilinse oldukça sade ve akıcı olduğunu söyleyebiliriz. Yazar, gereksiz, doldurma cümleler ve uzun aforizmalar kullanmak yerine okuyucuyu düşündürmeye ve sorgulatmaya yönelik bir anlatım oluşturuyor. Flashback yöntemiyle geçmişe dönerek an-
lattığı olaylara sık sık Didem’in gördüğü rüyalarla girdiler yaparak metin üzerinde kendi kontrolünü azaltıyor. Bu şekilde bilinçaltının hikayeye girebilmesini sağlıyor ve çağrışımlarla okuru yönlendirebiliyor. Bu da anlatımın akışını kolaylaştırdığı gibi okurun da kitaba dahil olmasını ve hikayeye girebilmesini sağlıyor. “Kimileri bu konuda bir mühendis gibi çalışıyor olabilir. Hikâyenin ana hatlarını belirledikten sonra kurgunun başını sonunu tasarlayıp, yazı masasının başına oturanlar vardır mutlaka. Her yazarın bir yoğurt yiyişi olduğunu kim reddedebilir? Ama ben, o ilk sahneyi çağırmak yerine, ilk cümlelerin kendiliğinden gelmesi için sabretmeyi tercih ettim. Geldiklerinde de peşlerine takılıp gitmek istedim. “Metnin aklına” ve aslında dolaylı olarak da kendi sezgilerime güvenmeyi seçtim.”
“Hikâyenin ana hatlarını belirledikten sonra kurgunun başını sonunu tasarlayıp, yazı masasının başına oturanlar vardır mutlaka. Her yazarın bir yoğurt yiyişi olduğunu kim reddedebilir? Ama ben, o ilk sahneyi çağırmak yerine, ilk cümlelerin kendiliğinden gelmesi için sabretmeyi tercih ettim. Geldiklerinde de peşlerine takılıp gitmek istedim. “Metnin aklına” ve aslında dolaylı olarak da kendi sezgilerime güvenmeyi seçtim.”
(Yazının Bilinçaltı, Remzi Kitap Gazetesi) Remzi Kitap Gazetesi’nde kitabı üzerine yazdığı yazıda anlatımı için bu cümleleri kullanıyor yazar. 0, dil işçiliği ve bir tür anlatım teknisyenliğine sıkışmak yerine kitabın aklına ve kendi sezgilerine güvenmeyi tercih ediyor çünkü; “Okuyucunun bir gözü varsa kitabın binlerce gözü var.” (a.g.e) Toparlamak gerekirse; günümüz edebiyat ortamının ne kadar kirli olduğundan, yazarlığın mistikleştirildiğinden ancak ortaya koyulan eserlerin de gittikçe niteliksizleştiğinden bugüne kadar çokça bahsettik. Kimi kitapların da okuyucuya “akıl verme” niyetiyle yazılmış oldukları aşikar. Irmak Zileli ise edebiyattaki bu kuşatmanın karşısında duran bir yazar olduğu için ön plana çıkarmak istediğimiz bir yazar. ‘Gözlerini Kaçırma’, teknik anlamdaki başarısının yanı sıra kadına uygulanan baskının gittikçe arttığı bir dönemde, bize edebiyatta “sorgulamayı” hatırlatan ve toplum yapısında kadının rolü üzerine düşündüren bir kitap. Bu anlamda kitabın kızlı-erkekli okunması gerektiğini düşünüyor ve tavsiye ediyoruz.
33
Kültür - Sanat
House of Cards:
Sİyasetİ Öldürmek Alperen Bal Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
H
ikayemiz bir adamla tanıştığımızda başlıyor. Francis Joseph Underwood… Yani Frank… House of Cards Frank ve eşi Claire’a odakladığı kadrajından bize Birleşik Devletler’de siyasetin nasıl ayak oyunlarıyla dolu olduğunu anlatıyor. Aslında daha doğru bir ifadeyle House of Cards özelde ABD’de siyasetin nasıl işlediği, genelde ise burjuva siyasetinin nasıl işlediği üzerine yararlı ve açıklayıcı bir kurgu. Dizinin ABD’de herhangi bir televizyon kanalında yayınlanmadığı, yapımcılığının ve yayıncılığının Netflix isimli bir dvd kiralama şirketi tarafından üstlenildiğini de bir not olarak düşelim. Frank Underwood güneydeki küçük kasabalardan birinde Gaffney’de doğmuş ve büyümüş. Ardından The Sentinel’i (Güney Caroline’daki askeri okul) bitiren Frank, son olarak Harvard Hukuk Fakültesi’ni tamamlıyor. Üniversitede Claire ile evleniyor. Claire varlıklı bir ailenin kızı. Frank’in değimiyle “hiçbir şeyi olmadan başladığı” siyasi “kariyeri” böylece başlangıçta ihtiyaç
House of Cards, Frank ve eşi Claire’a odakladığı kadrajından bize Birleşik Devletler’de siyasetin nasıl ayak oyunlarıyla dolu olduğunu anlatıyor. Peki, “Frankler” nasıl siyaset yapar ve siyaseti nasıl öldürür? duyduğu kaynağa erişiyor. İlk seçimlerde Claire’in babasının maddi desteğini alıyor. Burjuva siyasetinde iki türlü insana yer vardır: Birincisi zenginler, ikincisi siyasette zengin kişilerin çıkarlarını savunacak kiralık kimseler. Yani “sıfıra” yer yoktur. Frank’in de burada bir istisna olmadığını söylemek yerinde olur. House of Cards birçok konuda örnekler sunan ve üzerine konuşulacak bir dizi. Burjuvazi-siyaset-medya ve birbirleriyle olan ilişkileri hakkında oldukça zengin veriler barındırıyor. Bu yazı -dizide olduğu gibi- Frank ve onun iktidar mücadelesi üzerinden burjuva siyasetçisini ve burjuva siyasetini açıklamayı dert ediniyor. Bu nedenle kimi ilişkilere değinmekle birlikte bir bütünlük içerisinde açıklamaya çalışacağım. Diziden hareketle işlenecek başka spesifik konulara başka yazılarda değinilecektir.
Burjuva Siyasetinde Bir Prototip ve Daha Fazlası: Frank Underwood Siyasetin alanı basitçe bir ifadeyle mevcut üretim ilişki-
lerinin ve toplumsal düzenin nasıl şekilleneceğidir. Her sistem kendi egemen sınıfının çıkarlarını korumak üzerine siyasetini şekillendirir. Siyasi aktörler çıkarlarını savundukları sınıfın ideolojisinin hem üretici hem de alıcısı konumundadırlar. İdeolojiyle diyalektik bir bağ kurarlar. Onu şekillendirirler ve ona göre şekil alırlar. Frank Underwood kendi özgünlükleriyle birlikte bir burjuva siyasetçisi prototipi sunar bizlere. Bazı örneklerden yola çıkarak bu tezimizi açalım. Burjuva siyaseti toplumda üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran burjuva sınıfının çıkarlarını savunmak üzerine kendini kurgular. Bu onun sınıf mücadelesi içindeki konumudur. Tarihin akışında, geldiğimiz noktada bugün iki sınıf karşı karşıyadır. İşçi sınıfı ve burjuvazi. Burjuvazi işçi sınıfından gelen tehditlere karşı birlikte hareket eder ve bütünlüklü bir görüntü sergiler. Özellikle işçi sınıfı veya genel anlamda sol hareketlerin yükseliş dönemlerinde bu tabloyu oldukça net görürüz. Ancak sermaye
sınıfının elinin rahat olduğu konjonktürde bu kadar saf bir tablo ortaya çıkmaz. Rekabet sermaye sınıfının kutsadığı ve onu karakterize eden bir ilkedir. Bunun getirisi olarak açgözlülüğün burjuvaziyi karakterize eden bir başka özellik olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle işçi sınıfına karşı yekpare bir görüntü sergileyen burjuvazi kendi içinde parçalı ve rekabet halinde bir sınıftır. “Olağan” dönemlerde bu siyasette çok etkili bir hale gelir. “Ben kendi hesabıma çalışıyorum.” Frank Underwood bu cümleyi sıkça kullanır. Raymond Tusk ile girdikleri mücadelede sermaye iktidarının işleyişi
tinde iki Burjuva siyase ardır: rv türlü insana ye ler, Birincisi zengin e ikincisi siyasett zengin kişilerin k naca çıkarlarını savu Yani kiralık kimseler. r. tu “sıfıra” yer yok
34
hakkında bize işlevsel bir örnek sunuyor. Çin ile olan diplomatik ilişkileri ve sorunları Çin’deki yatırımlarının daha fazla kar elde etmesi doğrultusunda kullanmaya çalışan Raymond ile bu sorunları Raymond’ın başkan üzerindeki etkisini kırmak ve başkanı yalnızlaştırmak için kullanan Underwood bir “savaşa” giriştiler. Ülke bir siyasi krize sürüklendi ve kriz başkanın istifasıyla sonlandı. Başkanla arası açılan Raymond nükleer santrallerindeki üretimi yavaşlattı ve cumhuriyetçilere yüklü mali destekte bulunmaya başladı. Ayrıca Underwood’u sıkıştırmak için basına birçok haber sızdırdı. Milletvekillerini satın aldı. Bu hızla geçtiğim örnekler siyaset-sermaye, sermaye-basın, basın-siyaset ilişkisi açısından değerli. Raymond kendi çıkarları uğruna ülkesinin Çin karşısında görece zayıf duruma düşmesini, ülkedeki elektrik fiyatlarının birçok insanın karşılamayacağı oranda artmasını, birçok insanın işsiz kalmasını önemsemedi. Frank ise bir yandan başkan üzerindeki nüfuzunu artırmak için, bir yandan da başkanı yönetemez hale getirebilmek için ülkede siyasi bir krizi tetikleyecek hamlelerde bulundu ve nihayetinde başkan olduğunda ilk yaptığı eski başkana önerdiği şeyin tam tersini hayata geçirmek oldu. Frank ülkesine hizmet etmekten gurur duyduğunu söyledi. Ancak biliyoruz ki “Frankler” önce kendi hesabına çalışır. Burjuvazi bu çelişkileri gizlemek adına bazı ideolojik motifler kullanır. Bu dizide kimi örneklerde işin aslını görüyoruz. Söylenegelmiştir: “Hepimiz aynı gemideyiz, burası hepimizin ülkesi!” Aynı gemide olduğumuz tek zaman Nuh’un tufanı efsanesidir. Geri kalanı ise sınıf mücadelesinin konusudur. Frank’in sıradan bir burjuva siyasetçisi olmadığını düşün-
Kültür - Sanat mek için haklı gerekçelerimiz yok eder. Geriye kalan güç var. Kapitalizmde siyaset rantla istencidir. ilişiktir. Siyaset daha fazla nüfuz Buzdağının ve maddi çıkar demektir. Frank için bununla kalmadığını görüGörünmeyen Kısmı rüz. Nietzsche evreni açıklarken Siyasetin “sıradan insanın” omurgasına güç istencini çaktı. müdahalesine kapalı ve onun Frank Underwood güç istenci dışında şekillenen, kapalı kapılar kavramının ete kemiğe büardında bazı “büyük adamlar” rünmüş halidir demek abartılı tarafından planlanan bir işleyişi olmaz. “Para mı, güç mü diye olduğu sıkça dile getirilen ve sorduğumda parayı topluma pompalaseçen insanlara nan bir tezdir. saygı duyKarşılaştığımız mam.” Unşey adeta bir aseti derwoUnderwood siy eline buzdağıdır od’un rak ve biz gücü kişisel ola llanır. bu u sadece k geçirmek için cümr bize gösrı llaştı lesi Siyaseti araçsa i terilen birçok ve her siyas kısmını ti e s a iy şeyi s , e d görein s hamle açıke kalan biliriz. yok eder. Geriy . lıyor. Sürekli bir güç istencidir Yetinmekonspirasyon yenler içinse ihtiyacı. Halkı dizide çok daha siyasetin dışında fazla örnek mevcut. tutmak ve apolitikleştirmek için ortaya atılan bir tez. Siyasetin maddi çıkar ve nüfuzunu genişletmek için yapılması House of Cards’da kullanılan bir siyaseti ranta bağlar. Rantla ilişçekim tekniği tam da bu algıyı kilendirir ve belirleyici olanın ne uyandırır. Birçok dizide izleyici olduğu üzerinde bir geçişgenlik bir üçüncü gözdür. Bir şeyler sağlar. Burada hala siyaset kuolup biterken, kurgunun özneleri rumu bir iç tutarlılığa gereksinir tarafından fark edilmez ve hesave varlığını asgari ölçüde korur. ba katılmaz. Bu nedenle izleyici Ancak siyaset gücü ele geçirolayın bütününe hakim olduğumek üzere araçsallaştığında yok nu düşünür ve kendinolmaktadır. Underwood siyaseti den bir şey saklanıp maddi çıkar için yapmamaktasaklanmadığı veya dır. Ülkesi ve halkın çıkarları çarpıtma olup oldoğrultusunda yaptığı konusu madığı konusunise ihtimal dışıdır. Underwood da endişelenmez. siyaseti gücü kişisel olarak eline Oysa burjuva geçirmek için kullanır. Siyaseti araçsallaştırır ve her siyasi hamlesinde, siyaseti
siyasetinde sıradan insanın bu hakim konumda bir yeri olamaz. Haliyle House of Cards’da da… İzleyici kendini gizlediğini ve hakimiyetini ilan ettiğini düşündüğü anda Frank Underwood ona bakar ve gülümser. Bu teknik insanda gördüğünün Underwood’un görmesi istediği kadarı olduğu hissini uyandırıyor. İkinci sezonun ilk bölümünde apaçık halini alır. Frank bize döner ve “sizi unuttuğumu mu sandınız?” diye sorar. Bu andan itibaren izleyici oyunun bir parçası haline gelir. Underwood onu da hesaba katmıştır. 17 Aralık ve ardından birbiri ardına ortalığa saçılan ses kayıtlarıyla birlikte yaşadığımız süreç bu tezle paralellik gösteriyor. O dönem halka sokaklardan çekilmesi telkininde bulunuluyordu. “Büyük adamlar” tapeleri yayınlamaya ve bizim bilgimiz ve müdahalemizin dışında türlü oyunlara başlamıştı. Halka ise House of Cards izlemek kalmıştı. Süreç başarısızlıkla sonuçlandı. Ancak başarı halinde de neden halkın çıkarına bir son olmayacağını biliyoruz: Frank Underwood kendi hesabına çalışır.
House of Cards'da Anti-Kapitalizm ya da Objektivizm Dizi ve film yorumlarında iki eğilimden söz edebiliriz. Bunlardan ilki önü sonu belli olmayan, havada kalmış kapitalizm eleştirilerinden solculuk türetmeye çalışan hayli basit eğilim. Bu eğilim Kaybeden-
35
Kültür - Sanat ler Kulübündeki “loser”lardan solcu üretir. Diğer bir eğilimse hayli sekterdir. Oldukça başarılı yapıtları bir çırpıda silip atar ve “burada umut yok” gibi sebepler sunar. Genel olarak bunlardan kaçınmak gerektiği kanaatindeyim. Özel olarak House of Cards için de geçerli. Dizi bize burjuva ideolojisinin ve burjuva siyasetinin çürümüş, insanlık dışı birçok noktasını çıplak bir biçimde ve başarıyla sunuyor. Oldukça detaylı ve dik-
katli bir çalışma. Ancak House of Cards’ın bir sistem eleştirisi olduğunu söylemek güç. Dizide başkan Garrett Walker inanılması güç derecede zayıf bir karakter olarak işlenmiş. Manipülasyona oldukça açık, konumunun sorumluluklarıyla başa çıkmada güçlük çeken bir profil. Zorlandıkça yardım istiyor, yardım aldıkça manipüle oluyor, manipüle oldukça da yalnızlaşıyor. Başkan bir istisna değil. ABD senatosundaki hemen herkes Underwood’ların oyunlarına kanıyor ya da boyun eğiyor.
Dizinin en güçlü iki karakteri Frank ve Claire. Bu nedenle tı n izleyici başkanlığın Frank’in lı a bir Frank’den son bile hakkı olduğunu düşünüyapalım: “Aşil yor. Bu öylesine baskın dü.” y lü ç ü g r a d a işlenmiş ki, yapılan onca k topuğu il ş a n şeye rağmen Frank’den ri Frankgille ın lk a tiksinmiyorsunuz ve hatH ruz. topuğunu biliyo ziran’da ta içten içe onun kazanmasını istiyorsunuz. Dizi mücadelesi. Ha i
ahak ıskaladık, bir d ağız. yac sefere kaçırma
hakkındaki yorumları merak ettiğimden ekşi sözlüğü taradım ve bu konuda yalnız olmadığımı gördüm. Çoğu kişi Frank’i onaylamıyor ama kazanmasını istiyor. Bu yönüyle House of Cards Ayn Rand kitaplarına, Underwood’lar ise Rand’ın kitaplarındaki kusursuz karakterlere benziyor.
Diziyi değerlendirirken bir bütünlüğe ulaşmak gerektiği kanaatindeyim. Bütünlük Frank’in “acımasız faydacılığıdır”. Bütünlük kendi çıkarları uğruna insanların hayatını çekinmeden karanlığa boğan siyaset tarzıdır. Bütünlük burjuva ideolojisinin ve kapitalizmin kendisidir.
Aşil'in Topuğu ve Kedi Gözleri Yazının başında da değinmiştim. House of Cards’dan çok malzeme çıkar. Diziyi izleyenlerin bir çoğu Frank tarafından öldürülen Zoe ve Peter Russo’ya değinmediğime kızabilirler. Doug ve Rachel’ a da. Meclis oylamalarına, basınla ilişkilere, sermayenin yatırım sözleriyle ve rüşvetle siyaseti nasıl kontrol ettiğine ve bir çok konuya daha detaylı eğilmek gerektiğini düşünebiliriz. Doğrudur. Ancak bütün bu sahneler ve karakterler aklımıza bir ayak oyunu, bir entrikayla birlikte geliyor.
Dostoyevski Suç ve Ceza’ da “iktidar, ancak eğilip onu almak cesaretini gösterenlere verilir.” diye yazmıştı. Frank iktidara yaklaşmaya çalıştıkça alçaldı, insanlığı silikleşti. Frank’den son bir alıntı yapalım: “Aşil bile topuğu kadar güçlüydü.” Frankgillerin aşil topuğunu biliyoruz. Halkın mücadelesi. Haziran’da ıskaladık, bir dahaki sefere kaçırmayacağız. İktidarı eğilip alınan değil, güzel insanlığın ellerinde yükselen bir hale getirmek gerekiyor. Bugünden yarına değilse de, çabuk çabuk…
36
Kültür - Sanat
ALACAKARANLIKTA AYDIN OLMAK VE NURİ BİLGE CEYLAN SİNEMASI T. Seçkin Serpil Bilgi Üniversitesi
N
Olan bitene sessiz kalmamak, karanlığa göğüs germek bir aydın tavrıdır. Her ne kadar Nuri Bilge Ceylan karakterin adını Aydın koyduğundan pişman olduğunu belirtse de açıkça aydın eleştirisi yapıldığı ortada. Film Kent soylu-avam çekişmelerine, tutanamayan kadınlara, elit kesimin yalnızlığına, sınıf çelişkilerine değinmekten sakınmayan bir anlatıma sahip.
uri Bilge Ceylan’ın son filmi; Kış uykusu. Ceylan’a Altın Palmiye ödülünü kazandı, Zaytung haberinde de geçtiği üzere, “Türkiye izlemediği yönetmenin ödülüne sevindi”. “Kış uykusu” filmini yazı boyunca “aydın eleştirisi” üzerinden okumaya çalışacağım. Yazıya başlamadan da Nuri Bilge Ceylan’ın önceki filmlerine değinmekte fayda var. Nuri Bilge Ceylan, çevresine karşı sinik, duyarsız, çevresiyle iletişim sorunu yaşayan eski karakter inşası yöntemini “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmiyle kırmıştı. Kış Uykusu filmiyle bu hamlesini bir adım öteye taşındığı söylenebilir. “Üç maymun” filmindeki aile, gerçeği örtbas edip sessiz kalmışlardı. Bir Zamanlar Anadolu filmindeyse başkarakter elini taşın altına sokarak insiyatif
alıyordu. (1) Olan bitene sessiz kalmamak, karanlığa göğüs germek bir aydın tavrıdır. Her ne kadar Nuri Bilge Ceylan karakterin adını Aydın koyduğundan pişman olduğunu belirtse de (2) aydın eleştirisi yapıldığı ortada. Film kent soylu-avam çekişmelerine, tutanamayan kadınlara, elit kesimin yalnızlığına, sınıf çelişkilerine değinmekten sakınmayan bir anlatıma sahip. Bir filmi değerlendirirken yönetmenini ve eserin zamansallığını da düşünmek gerekir.”Kış Uykusu” filminin Nuri bilge Ceylan’ın öz eleştirisi (3) olduğunu düşünüyorum. Gezi sonrası Zeki demirkubuz’un öz eleştirini hatırlatırcasına. (4)
"Belki de medeniyet uyuyor ve zaman zaman rüya görüyor" (5) Kış Uykusu’nun Aydın Bey’i tam da “büyük şehir yoruyor” deyip
kenara çekilen bir karakter. Artık maddi anlamda doyuma ulaşmış, kendini kanıtlamış, statü sahibi olan eski bir tiyatrocu. Artık kenara çekilip , arkadaşı Suavi’nin de dediği gibi kitabına yönelme vaktidir. Aydın Bey’in tiyatrocu olması, kitabının konusunun tiyatro tarihi üzerine olması tesadüf değildir. Tiyatro tam da ülkemizde batılılaşma arzusunun bir yansımasıdır. Aydın sinema değil, “elit” tiyatro ile ilgilenmektedir. Aydın Bey ve imam (Hamdi) sınıfsal olarak iki ayrı kutuptur. Aydın Bey arabasıyla giderken imamın yeğeni arabaya bir taş atar. Sonradan babasının intikamını almak için atıldığını öğrendiğimiz taş, imamın ailesi ile Aydın Bey arasında ilk iletişimi kurar. Taş atma bize seyirci olarak çağrışımlarda bulunur. Filmin edebi yanının etkisiyle kuşkusuz akla ilk Karama-
zov Kardeşler gelir. Onu takiben de ülkemizde medyaya yansıyan TMK mağduru “taş atan çocuklar” (6) gelir, son olarak da efsanelerden Hz. Davut’un taş atarak bir dev olan Golyat’ı devirmesidir. Aydın Bey cipinden iner, ev sahibi sıfatıyla imam ve ailesi konuşmaya karar verir. Aydın Bey’in mekanı nasıl algıladığı; anadolu estetiğinden dem vurması oldukça önemlidir. “Belli bir kazancı ve belirli bir dünya görüşü olduğu için, her şeyi mükemmel bilen insanlara özgü bir sakin, yavaş ve emindi.” (7) Aydın Bey Hidayeti, İsmail’i, hatta evin pis görüntüsünden ötürü İsmail’in eşini bile suçlar. Aydın Bey’in kendini imam Hamdi’den üstün görmesi oldukça tanıdıktır. Bizi rahatsız eden Aydın Bey’in yardımcısı Hidayet’in de aynı tavrı sergilemesidir. Burada kiracı-ev sahibi üzerinden kapitalist sınıf çelişkileri vurgula-
37
Kültür - Sanat nır. Bu çatışmaya derinlik katan tam da Hidayet’in tavrıdır, yani “kraldan çok kralcı” olmak...Oysa , yerel düzen açısından karşısında köyün imamı bulunmaktadır. Efendi-köle diyalektiği tam da böyle işler. “Efendi (Aydın) kendi sözcesiyle var olurken kölenin (Hidayet, Hamdi) sözcesiyle de mevcudiyet kazanır. Dolayısıyla ilişki karşılıklıdır; Efendi Köle ile Efendi olur, Kölesinin Kölesidir; Köle de Efendisi ile Köle olur, Efendisinin Efendisidir” (8)
Tarihi yaratan, fertle yığın arasındaki anlaşmazlık (9) Film boyunca Aydın Bey ile özdeşim kurmakta zorluk çekeriz. Aydın Bey kız kardeşinin dediği gibi bekleneni verememiştir. “Edebiyatın bütün anlaşılmamış kahramanlarının içinde, sürüden dışlanmış, hak ettiği yeri bulamamış, bakış darbeleriyle yaralı bu gücenmiş figürün içinde kırılgan, ama bir o kadar da öfkeli bir zebercet yok mu sahiden?” (10) Bu yanıyla tam da Dostoyevski karakterlerini anımsatır Aydın Bey. Başarılı olsa da, aslında tatmin duygusu yoktur, mutsuzluk ağır basar. Büyük bir öfke duyar çevresine, suçlar. Toplumunu beğenmez, hor görür. Kız kardeşini de beğenmez. Yaşadığı topluma ve kültüre uzaktır. Aydın Bey doğu bireyinin çatışmalarını yaşamaktadır. Dine mesafeli, topluma eldivenleriyle yaklaşan,
“avukatlarla görüşün” diyerek birebir iletişim kurmaktan kaçınan bir burjuva. Aydın Bey’in iletişim kurmaktan kaçınması, toplumuna uzaklığının göstergelerinden biri, Japon turist ile konuşacak ortak nokta bulup, imamla bulamaması. İmam’a bir daha gelmemesini tembihlemesine ,yüzüne bakılmadan konuşulmasına karşın İmam ders almaz. İmam bir dahaki sefere taş atan çocuğu da yanında getirir. İletişimsizlik, bilinçli kaçış burada da kendini gösterir. Aydın’ın kafasındaki din adamı halka örnek olmalıdır, toplumun gerçeğinden uzak tahliller yaparak, bilgisizliğinin bir kez daha altı çizilir. Filmdeki her detay Aydın Bey’e gerçeklik katarken, seyirciye de Aydın Bey’i tanımak için fırsat verir. Elinden öpme, özür dileme serenomisinden önce uzun bir nutuk çekilir. Aydın Bey istemez gibidir, ama elini uzatır yine de. Yüzü kız kardeşi ve eşine dönüktür, tam o an çocuk bayılır. Nuri Bilge Ceylan komedisi tam olarak da budur, olaylar olağan şekilde gitmez, terslik bir mizah oluşturur. Zamansızlık ya da yanlış zaman, yersiz yapılan eylemler Nuri Bilgen Ceylan sinemasında önemli bir yer tutar. Bir benzeri de tren garında Hidayet’e yer vermeyen köylünün uygunsuz durumudur. Beklenmeyen olduğu için güldürür. Otele gelen aile dışından olan genç karakter tam da Alev Alatlı’nın paçoz tanımına uymaktadır; “Hiç-
bir şeyin önünü-arkasını hesaba katmadan; fikir olsun, maddesel olsun günlük olanı tüketen, kalleş, ilkesiz, lauballi, haddini bilmez, yüzeysel, sığ ve sürekli beylik ahkâmı kesen, güveyani ütopyalar üreten (mesela herkes için bedava İngilizce eğitimi gibi), buna mukabiyil kendisiyle barışık, mutmain, şeyinde birden fazla boncuk olan.” Oteldeki genç karakter, her şeyi çözmüş havasındadır, kendinden emin bir şekilde geçmişi, geleneği parçalar. Her şeyi alaya alır. Gerçek bir tehlike yaşamadığı için, tehlikeyi sevdiğini söyler. Mesnetsiz Twitter gençliği taşa tutulur. Tatile anlık karar vermiştir. kitap okumamıştır, referans vermeye çalıştığı sözü de sosyal medyadan öğrendiği açıktır, yanlış referans verir. Aydın tam da karısının dediği gibi ne yeni kuşağı beğenir, ne eskisini. Gençle iletişim kurmaya çalışsa da demode kalır Aydın Bey. Aydın Bey sadece dış dünya ile değil ailesi ile de iletişim sorunu yaşamaktadır. Aydın’ın yazdığı köşe yazısı “Bozkırda açan çiçekler” uzak bir aydın eleştirisidir. Aslında mesele devletin yardım eli uzatmaması değil; varolan düzenin doğal sonucudur. Az bildiği konularda bile ahkam kesen Aydın kendisi dışında hiçbir şeyi gerçekten umursamaz. Din adamı üzerine geliştirdiği eleştiri de; dergiye yazdığı yazılar da kız kardeşini dediği gibidir; “ ... buram buram leş duygu, şiirsellik kisvesi
altında.” Kız kardeşi ile girdiği bu çarpıcı diyalog ortaya koyar ki; artık “aile” mefhumu bujuva sınıfı için ortadan kalkmıştır. Burada imamın kardeşi için yaptığı fedakarlıkla beraber okursak, sınıfsal aidiyetlerini daha kolay görebiliriz. Aydın ve kardeşi arasında uçurumu fark etmek, soğukluğu anlamamız önemlidir. Aydın kardeşine tahammül etmektedir. Anlaşma, bir arada olma, aynı mekanı paylaşma bir alışkanlıktan ileri gelir. Aydın Necla’ya yazıdan çok kendisini eleştirilerdiğini belirtir.. Necla’nın da dile getirdiği gibi “biz senden çok şey bekliyorduk.” Politik bir okuma yaparsak; aynı kuşak Cumhuriyet kuşağının yetiştirdiği kuşaktır. Aydın Bey gerçek bir hayal kırıklığıdır. Cumhuriyet heyecanı yitirilmiştir. Necla’nın kötülük sorunu üzerine çözümü de bir kaçıştır. Pasif bir tutum varolan gerçeği değiştiremez. Aydın’ın mekansal kaçışının aksine, Necla fikirsel bir kış uykusuna dalmıştır. Necla haklı olmasına rağmen gururunu ayaklar altına almayı, eşinin yanına dönmeyi ister. Çünkü yalnız olmaktan sıkılmıştır. Aslında Necla ülkemizin küskün aydınlarını temsil eder. Necla 1. Cumhuriyet Aydın temsil eder.Özveri, tahammül, kabullenme gibi erdemler doğaldır. Verdiği savaşı kaybetmiştir ve bu yüzden kabullenmek zorunda kaldığı gerçeği rasyonelleştirmek adına argüman üretmeye çalışmaktadır.
38
Aynı yapay dengeyi Aydın ve Nihal arasında görebiliriz. Yönetmen, film boyunca bize sevgiyi anlatmasa da, sevginin ne olmadığını gösteriyor. Aralarında asalak bir ilişki vardır, bir mecburiyet. Nihal’in dünyasında Aydın’a ait olmayan tek şey o yardım vakfıdır. Köy öğretmeninin de dahil olduğu o toplantılardır. Nihal sınıfsal olarak yardım derneklerinde çalışarak vicdanını rahatlatır. Merhametli görünmek, kamuya adanmak bir statü kazandırır. Ama bir köy okuluna para vermek yardım değil, kişisel tatmindir. Nihal’in kişilğini daha çok filmde yokluğu üzerinden anlıyoruz. Örneğin Nihal’in Necla’ya karşı tavrını, Necla-Aydın tartışmasından öğreniyoruz. Aydın Bey’in silik bir gölgesi, onun varlığında yok olan bir karakter Nihal. Nihal’in aslında ne köy umrunda ne de yardım, bir varolma mücadelesi veriyor. “Aydınsız” nefes alabileceği bir alan yaratmaya çalışıyor. Hayata yardım etme üzerinden tutanmaya çalışır. Aydın Bey’in köy öğretmeniyle Suavi’nin evindeki konuşması filmin sınıfsal dokusunu hissettiğimiz bir sahnedir. Köy öğretmeni Levent Cumhuriyet’in idealist köy öğretmeni değildir. Söz konusu cumhuriyet öğretmeni imama yenilmiştir. Köy öğretmeni gerçeği yutmak zorunda kalır, hem de bir kahve likörü için. Tiyatral diyaloglar ve abartılı alıntılar Aydın Bey’i rahatsız eder. Levent Öğretmen içten içe Aydın Bey’e öfkelenmiştir, onu suçlamıştır. Vicdan meselesine gelince Aydın Bey’e alkolün de etkisiyle; cephe alır. Ancak alkollü bir halde, yarı bilinçlilik halinde söyleme fırsatı bulabilir gerçekleri. Bu açıdan Shakespeare eserlerini anımsatır, hakikati söylemek delilere ve meczuplara kalır. Vicdan aslında basit bir argüman değil, oldukça politik bir duruştur. Soma’da ölen işçilere üzülmek politik bir eylemdir. Vicdanlı davranmak ve iktidara karşı çıkmak, boyun eğmemek oldukça politik bir eylemdir. Aydın bey ve arkadaşı Suavi de zengin oldukları için suçlu muyuz diye sorarlar. Kötü düzen, “iyi” zenginler mümkün müdür?
Öğretmen, İmam Hamdi’den bir nebze daha politik davransa da özür diler, shakespeare tiratı atar ve mekanı terk eder. Haddini aşmıştır. Kralların sofrasında yeri olmadığını hisseder ve çekip gider.
"ve kahreden yaratan ki onlardır..." Üstteki okumanın yanısıra bir de sınıfsal bir okuma yaparsak, Hidayet sınıfına ihanet etmiştir. Levent öğretmen arada derede kalmış ve alkol yüzünden belki de, gerçek düşüncesini, sınıfsal nefretini kusmuştur. Ama yine fikirlerinin arkasında duracak cesareti yoktur. Hamdi ise açıkça nefret eder (filmde hidayetle Aydın Bey giderken içinden küfür saydırır), ama ailesi için yutmak zorunda kalır. “...birinin paraları ateşe atabilme kahramanlığı göstermesine mi yoksa Hamdi’nin gururunu hiçe sayıp annesine, ailesine bakıyor olmasına mı? Gerçek fedakârlık hangisi?” (11) Filmde fedakarlık, merhamet, vicdan, iyilik ve kötülük gibi kavramlar sorgulanmakta. Necla filmde kötülüğe karşı koymamaktan söz açar: “Mesela bir gün hırsızlar seni soymak istiyorlar, ama sen onlara karşı koymuyorsun...” Aydın’ın öfkesi konuşma ilerledikçe daha da artıyor, Necla aklındakini biraz daha netleştiriyor: “Kötülüğe karşı koymazsak dünya daha iyi bir yer olabilir mi?” Tam da bu sahne üzerine çocuk ve özür dileme sahnesi gelir. Para yakma sahnesi, özür dileme, yardım etme... Tüm film bo-
Kültür - Sanat Aydın Bey’in silik bir gölgesi, onun varlığında yok olan bir karakter Nihal. Nihal’in aslında ne köy umrunda ne de yardım, bir varolma mücadelesi veriyor. “Aydınsız” nefes alabileceği bir alan yaratmaya çalışıyor. Hayata yardım etme üzerinden tutanmaya çalışır. yunca kötülük karşısında nasıl bir durum sergilememiz gerektiğini düşünürüz. Haksızlık karşısında Nihal, Hamdi ve İsmail’in evine gider. Ortada bir haksızlık vardır. Bu düzen içersinde İsmail ve Hamdi’ye yardım eli uzatmak ister. Belki vicdanının rahatlatmak, belki de sadece kendini “iyi” hissetmek için.. İsmail, abisi Hamdi’nin aksine Nihal hanımı topa tutar. İsmail alkoliktir, yaptığı eylemi yarı bilinçli yapar. Yönetmen bilinçsiz eylemler üzerine vurgu yapar. Levent öğretmen de sarhoşken gerçeği söyler... Taşı öfkeyle atan da alt tarafı çocuktur. Sınıfsal tepki gösterenlerin “bilinci” pek de yerinde değildir. Paraları alır ve ateşe atar İsmail, oldukça edebi bir sahnedir, bu sırada da kapıdan oğlu izlemektedir.
Bu sahneyi “3 Maymun” (2008) ve “Bir Zamanlar Anadolu’da” (2011) filmleriyle beraber okumakta fayda var. 3 Maymun’da Eyüp başkasının suçunu para için üstlenir, gerçeği üstünü örter. Düzen adamıdır. Karısı Hacer de düzen ve güç karşısında teslim olmuştur. Para ya da bireysel tutkuları için gururundan vazgeçmiştir, ailesini bir kenara itmiştir. İsmail ise annesini film boyunca izlemiş, işine geldiği için babasından gerçeği saklamış. Zamanı geldiğinde babası adına feodal bir şekilde intikam da almıştır. Genç İsmail dışında tüm aile olarak aslında kötülük karşısında pasif bir tutum takınmışlardır. Bir Zamanlar Anadolu’da filminde ise gerek polislerin, gerekse savcının adalete ilişkin hiçbir beklentisi kalmamıştır. Yaptıkları iş ‘şeyleşmiş’ ve adalet arayışı onlar için son bulmuştur. Olan bitene duyarsızlaşmışlardır. Ama 3 Maymun’un aksine doktor karakteri olan bitene uyum sağlamaz. Olayı, gerçeği, politik olarak değiştirmeye çalışır. Otopsi raporunda değişiklik yapması onu seyircilikten; aktif bir konuma getirir.
39
Kültür - Sanat
Tam da bu nokta da Kış Uykusu’nun İsmail’i yapılan samimiyetsiz yardım karşısında onurlu bir duruş sergiler. Sahne tiyatral gelişiyor, insan “ancak filmlerde” olur diye düşünse de kanser hastası kızın eline para sıkıştırılınca ne olanları hatırlatıyor. (12) Evet birileri Hidayet gibi kraldan çok kralcı, efendiden çok efendi olabilir. Birileri (Hamdi) sessiz kalmayı tercih edebilir ekonomik sebeplerle. 3 Maymun’da “gerçeği saklayan” bir aileden, Bir zamanlar Anadolu’da ahlaki olanı yaparak otopsi raporuna “gerçeği” yansıtmayan doktor... Kış Uykusu’nda ise “gerçeği kabul etmeyen” ahlakçı bir İsmail... Aynı zamanda karısının yüzüne karşı itiraf edemese de gidemeyen, haksızlık yaptığını kabul eden Aydın Bey.
Vicdan, iyi, kötü merhamet... Politika bunun neresinde? Vicdan sadece iç sesimiz değil,
kötülüğe karşı direncimzidir. Peki kim karşı gelecek karanlığa karşı? Tam da burada devreye girer “Aydın” işlevi. Kimsenin okumadığı dergilerde toplumu, solu, devleti eleştirmek mi? Nuri Bilge Ceylan filmografisinde bireysel temalarden, toplumsal ve yerel sorunlara geçmiş. Tavır gösteren, eyleme geçen karakterleri konu edinmeye başlamıştır. Sinizm’den ya da bireysel hikayelerden daha politik olana geçtiği Cannes Film Festivali’nde söylemlerine de yansımıştır. En başta “ yalnız ve güzel ülkeme”, Yılmaz Güney’e ithaf etmesi değerlidir. Son Cannes’da ise; aldığı ödülü gezide ölenlere adamıştır. Aydın toplumuna karşı sorumludur. Ulus Baker’in avantgarde tanımı yaparken Klee’den aktardığı gibi “... dile getirelemeyecek olanı ifade eder, ve hep bir sonraki ifadeyi arar. Geleceğe kaçıp henüz gelmemiş halkı bekler.” Tüm bu karan-
Notlar: dık Albayrak. (1) Fırtına ikliminde - B. Sa Röportajı ylanla Kış uykusu üzerine” (2) Altyazı “Nuri Bilge Ce ”- Altyazı “Nuri Bilge izleri de inkâr etmiyorum (3) “Kendimden taşıdığı e” Röportajından Ceylanla Kış uykusu üzerin /www.hurriyet. için özür diliyorum”http:/ iğim ded az olm m ada n (4) “Bunlarda com.tr/pazar/23465593.asp (5) “Bu ülke” Cemil meriç ianet/ifadendi http://www.bianet.org/b İste pis Ha Yıl er 24’ a cuğ ndi (6) Dokuz Ço ocuga-24-er-yil-hapis-iste ozgurlugu/128735-dokuz-c ı say Fırat Yücel, Altyazı 141 (7) “Herkes kadar Suçlu”
lığın sebebi aydınlarımız mıdır? Kötülüğe ses çıkarmayan aydınlarımız mı yoksa düzen mi suçlu? Bu argüman üzerinden muhafazakar kesim tarafından dillendirilen ve” aydın ihaneti” söylemine, aydın düşmanlığına varmamak önemlidir.” ...bizde de aydın düşmanlığı halkın doğal eğilimi değildir; moda haline getirilmiştir ve sıradan insanlar da bu modaya uymaktadır. Bu durum, kuşkusuz başlı başına bir sorundur. Ancak, beterin de beteri vardır. En beteri, Türkiye’de sol aydının böyle bir kuşatmanın özündeki “yapılmışlığı” ve snopluğu fark etmeden kendini gerçekten snop, elit, “halktan kopuk” vb. saymaya başlamasıdır; gereksiz bir öz eleştiri ve kendini inkâr sürecine kapılıp sonunda teslim olmasıdır.
Çaresi yok mudur? “Bu ülkede, öncesi ayrı, 60’lı ve
70’li yıllarda sol aydınlar hep kendi dar mahfillerinde mi kalmışlardır? O dönemlerde “halk” nasıldı? Bugünkü gibi miydi? Bu ülkede “elitist” sol aydınların halkla, sınıfla buluşup birlikte mücadele verdikleri tarihsel kesitler hiç olmamış mıdır? Daha yakınlara bakalım: Tekel işçilerinin direnişine giden, omuz veren, destek olan aydınlar bu işçilerle aralarında bir kendi “entelliklerinden”, bir de onların fıtratından kaynaklanan aşılmaz bir mesafe mi bulmuşlardır?” (13) Açıktır ki varolan düzen değişmedikçe kötülük yeni mağdurlar yaratacaktır. Fazıl Say’ın bir konserinin başlangıcında Metin Altıok’tan aktardığı üzere, (14) adeta güzel ve yalnız ülkemizi anlatıyor, ‘bir yarım umuttur elimizde kalan/göğüslemek için karanlık yarınları.’
i.net/vizyonan http://www.hayalperdes Civ lil -Ce dili n ’nu usu uyk (8) Kış ili.aspx kritik/242-kis-uykusunun-d (9) “Bu ülke” Cemil meriç n Nurbilek (10) Mağdurun Dili, Gülde Röportajı ylanla Kış uykusu üzerine” (11) Altyazı “Nuri Bilge Ce Kanser Hastası Genç watch?v=lmKJTJtB96Qm/ .co ube out w.y ww s:// (12) http ak Kızın Eline Para Sıkıştırm - Metin Çulhaoğlu mi biz sno (13) Sıradanlığın - Bu kekre Dünya’da watch?v=aBtP20EUP2U m/ .co ube out w.y ww s:// (14) http Metin Altıok
40
Bilim
Jules Verne ve Bilim Kurgunun Doğuşu Burak Meti İstanbul Teknik Üniversitesi Sosyal Araştırmalar Kulübü
“Hepimiz öyle veya böyle Jules Verne’in çocuklarıyız.” Ray Bradbury
başlar, bir sistematiğe veya bir tutarlılığa bürünür. O hayal artık bir fikirdir.
Önce hayal kurarız. Basit, çocuksu, saçma veya kompleks... Hayallerimizde dünya kuralları işlemez, kanunlar onların karşısında boyun eğerler. Halbuki onların temelinde yatan merak veya istek, birebir yaşadığımız dünyadan, kendi hayatımızdaki zorluklardan, değişmesini istediğimiz olgulardan veya olaylardan yola çıkarak oluşur. O gerçekdışı hayali gerçek kılmak için yeni dinamikler yaratmaya çalışırız, yeni kanunlar, yeni dengeler ortaya atarız. Diğer taraftan çevremizdekilerden ilham almaya başlarız. Günlük hayatımızda okuduğumuz veya gördüğümüz olaylar birden dikkatimizi çeker. İnceleriz; uzun uzun bakar ve düşünürüz. Çarklar döner ve dişliler yerine oturmaya başlar. O hayal gitgide gerçek olmaya
Hepimiz öyle veya böyle Jules Verne’in çocuklarıyız diyor Ray Bradbury. Çünkü tarihte, hatta bugün bile insanlar Jules Verne’in yazdıklarından ilham alıyorlar. Örnek olsun; keşiflerden (Kuzey Kutbu’na ve uzaya yolculuk gibi) bilimsel çalışmalara (astronomi ve jeoloji gibi), icatlardan (denizaltı, helikopter ve radyo gibi) edebiyata (bilim kurgu ve seyahat gibi) kadar birçok alanda insanlara ilham kaynağı olmuştur. İnsanlık tarihinin teorik ve pratik birikiminde önemli bir yere sahip olan Jules Verne’i inceleme isteğim biraz da buradan geliyor. Jules Verne’in bilim kurgunun öncüllerinden biri olarak, nasıl bu kadar geniş bir yelpazeye ilham kaynağı olabildiğini ve kendisinin yazarken nereden beslendi-
ğini inceleyeceğim. Yazarı tanıyabilmek için önce yazarın hayatını anlatmadan, eserlerine altyapı oluşturan noktaları öne çıkarmak istiyorum. Jules Verne babasının kendisi için istediği yaşam çizgisini terk ederek, önceleri çeşitli makaleler ve tiyatro oyunları yazıyor. Daha sonra bilim, tarih ve teknoloji gibi konularda, eğitici bir formatta geniş kitlelere seslenmeyi amaçlayan bir dergide işe başlayıp kalan vaktinin çoğunu ise kütüphanede son keşiflere, coğrafyaya ve bilime dair
okumalar yaparak geçiriyor. Kütüphanede geçirdiği süre içerisinde aklında, adına bilim romanı dediği yeni bir tür şekilleniyor. Arkadaş çevresinde ise benzer konularda kendisini besleyecek sağlam arkadaşlıklar kuruyor. Enteresan bir örnek, kör olmasına rağmen sıkça gezilere giden kâşif ve coğrafyacı Jacques Arago ile arkadaşlığı kendisini seyahat yazıları yazmaya teşvik ediyor ve eminim ki Arago’nun yazarın eserlerindeki yer tasvirleme şekline ve diline etkisi fazlaca mevcut. En nihayetinde seyahat yazısı
Günlük hayatımızda okuduğumuz veya gördüğümüz olaylar birden dikkatimizi çeker. İnceleriz; uzun uzun bakar ve düşünürüz. Çarklar döner ve dişliler yerine oturmaya başlar. O hayal gitgide gerçek olmaya başlar, bir sistematiğe veya bir tutarlılığa bürünür. O hayal artık bir fikirdir.
41
Bilim ile bilim romanını birleştirerek ünlü eserlerini yazmaya başlıyor. Verne’in edebiyata ilgisi kuşkusuz Victor Hugo’ ya hayranlığıyla başlıyor. Eserlerini tekrar tekrar okuması, erken yaşlarda onun eserlerine benzer yazılar yazmaya çalışması buna bir işaret. Macera ve yeni yerler görme tutkusu hem yazarın karakterinde en ön plandadır hem de eserlerini yazmadaki en temel motivasyon kaynağıdır. Bilime, keşiflere ve coğrafyaya olan tutkusu ise onu hayatının sonuna kadar okumaya, araştırma yapmaya, dolayısıyla kendisini sürekli güncel tutmasına ve sağlam bir altyapı oluşturmasına sebep oluyor. Yazıları işte bu üç temel üstünde durmaktadır. En önemli soruya gelirsek, yazar nasıl ve neden bu kadar geniş bir yelpazede ilham kaynağı olabildi. Bu sorunun ilk cevabının tutku ve cesaretle alakalı olduğunu düşünüyorum. Bunu Jules Verne’in Ayın Çevresinde Seyahat adlı kitabıyla açıklamak kolay ve net olacaktır. Yazarın 1870 yılında yazdığı eserin konusu, yazarın kendi tasarladığı uzay mekiğiyle 3 astronotun aya gidip, orada olası bir yaşayan toplumu araştırma görevi üzerine kuruludur. Kitap
içerisinde mekiğin uzaya çıkması için gereken itiş kuvvetinin hesaplanmasından, mekiğin dünyanın çekim kuvvetinden kurtulması için gereken hesaplamalara kadar birçok bilimsel veri mevcuttur. Aynı zamanda yolculuk sırasında karşılaşılan sorunlara astronotların mekik içerisinden ürettikleri çözümler de o dönem için bir hayli radikaldir. Uzaya ilk kez 4 Ekim 1957 tarihinde uzay aracı (Sputnik 1) fırlatıldığını göz önüne alırsak yazar ay seyahati fikrini eserinde tutkuyla ve cesaretle gerçekleştirdiğini söylemek abartı veya yanlış olmaz. İlk olarak pratikte uzay seyahati gibi bir tecrübenin yaşanmadığı, teoride ise ne kadar tartışıldığı muğlak olduğu bir tarihte, yazarın kendini uzay yolculuğu hakkında teoride bilimsel, pratikte ise mühendislik alanında başarıyla yetkinleştirmesi, yazarın hem sabrını hem de yaptığı işe sonuna kadar inandığını gösterir ki bu tutkudur. İkincisi, ay seyahatine dair bu kadar gerçekçi başka bir eserin o döneme kadar olmaması, bilimsel çalışmaların bile daha bu konuya evrilebilecek duruma gelmemiş olması, yazarın bu
bilinmeyene karşı olası hataları önlemek için genellemelere ve açıklamasız tez ve tespitlere başvurma ihtiyacı hissetmeden, elinden geldiğince her şeyi neden sonuç ilişkisi içerisinde, açılıkla anlatması yanlış yapmaktan korkmaması yani cesaretinin bir göstergesidir. Fakat ikinci ve asıl cevabın bilim kurguda yattığını düşünüyorum. Çünkü bu geniş yelpazenin ortak noktası, yani hepsinin kökünün birleştiği sap kısmı insanın kendisini ve çevresini anlamlandırma uğraşıdır, aslında hepimizin ortaklaştığı arayıştır. Bu arayış hiç bitmeyecek bir mücadeledir ve bir ‘bitiş’ veya ‘tepe’ noktası yoktur. Zaman geçtikçe şartlar iyi veya kötü değişir, yeni sorunlar ve bunlara yeni çözümler üretilir, ama amaç hep aynıdır. Bu arayış toplumu daha iyisine yöneltir. Bilim kurgu da bunun mücadelesini yeni veya farklı yöntemlerle verir. Önceki cevaptaki örnekten de görülebileceği gibi bu aslında bu arayış tutku ve cesareti de körüklemektedir.
Bilim kurgu herhangi bir dönemin (gelecek/geçmiş ya da tarihin normal seyrini değiştirecek bir kabulün yapılmasıyla) alternatif bir evrenin kurgusal modellenmesidir; bilinmeyene dönük öngörü veya tahminler bütünlüğüdür. Bu tahminler günümüzde veya geçmişte bulunmayan dinamikler tarif edebilmekte, bununla birlikte bu dinamiklerin bütünlükle olan bağlarını, varlıklarının sebep ve sonuçlarını kurgunun kendi iç tutarlılığıyla ortaya koymaktadır. Günümüz gerçekliğiyle bir bağı olmasa bile bilim kurguda ortaya atılan modeller ve dinamikler benzerlikler ve paralellikler sonucu gerçek kılınabilir. Bu bir taraftan insanı, doğayı ve bilimi tanımaktır, öteki taraftan zamanın geleceğe nasıl evrileceğini, geleceğin nasıl şekillenebileceğini nedenleri ve sonuçlarıyla ele alabilmektir. Yazması zevkli ama basit olmadığı kesin. Verne her zaman arayan değiştiren ve kuran bir insan oldu. Bu özellikleri onun içinde bu özellikleri sağlayan bilim kurgu eserlerini yaratmasını sağladı. Bundan dolayı Verne, arayan değiştiren ve kuran kuşaklara hala yön göstererek, geleceği aydınlatmaya devam ediyor.
42
Kültür - Sanat
Polisiyeden korku edebiyatına geçerken bir ara durak:
Carcosa ve True Detective Arda Özel Bilgi Üniversitesi Fantastik ve Bilim Kurgu Kulübü
H
BO’nun yeni popüler dizilerinden ‘True Detective’ ile beraber Carcosa şehri ve Sarı Kral miti çoğumuzun hayatına ilk defa giren efsaneler oldu. Biz de bu efsaneler üzerine dergiye bir yazı yazmanın gerekli olabileceğini düşündük.Fakat bu okuyacağınız yazı bu miti temel almayacak. Maalesef diziye ilhamını veren Robert Chambers’ın yazdığı kısa hikâyeledeki mitin üzerine derinlemesine bir incelemenin mantıksız ve zorlama olduğu kanısındayım. Chambers’ın hikâyeleri kendi başlarına bırakıldığında bir bütünlükten yoksun oldukları söylenebilir (nedenine aşağıda değineceğim). Ama 19. yüzyıl dedektiflik ve gotik öyküleri bir bütün olarak alındığında, yüzyılın başında Edgar Allan Poe’nun yarattığı tür kabul edilen dedektiflik öyküleriyle, Lovecraft’ın yaratılmasında büyük emeği geçen ‘modern korku’ öyküleri arasında bir ‘köprü’ işlevi görüyor. Burada Edgar Allan Poe üzerinde biraz durmakta yarar var.Poe 1809-1849 arasındaki kısa yaşamı sırasında üretkenliğini genellikle
Chambers ani duygu değişimlerini iyi veriyor, fakat bunları uzun süreli bir gerilime veya kendi iç dinamiklerine sahip bir dine dönüştüremiyor. Lovecraft ise Poe’nun grotesk yapıları ve gotik temasını biraz da Chambers’dan esinlendiği fakat çoğunlukla kendi oluşturduğu mitiyle birleştirip ortaya ‘modern korku türü’nü çıkarıyor.
ölüm ve ölümün getirdiği kavramlar (burada yas tutmaktan canlı gömülmeye kadar geniş bir çerçeveden bahsedebiliriz) üzerine kuran gotik edebiyatı üzerinde verdi ve bu eserlerinin bir kısmının neredeyse tek başlarına Poe mirasını yaşattığını söyleyebiliriz. Örnek vermek gerekirse ‘Kuzgun’ şiiri üzerine korku edebiyatında neredeyse gönderme yapmayan yazar kalmadı, şiir içlerinde Alan Parsons Project’in de bulunduğu bir sürü grup tarafından bestelendi ve filmlerde, bilgisayar oyunlarında ve televizyonda yüzlerce parodisi yapıldı. Elbette Poe'nun başarıları sadece gotik edebiyatı üzerinde sınırlı kalmadı.Poe ‘Morgue Sokağı Cinayetleri’ öyküsünde tüm dedektiflik hikâyelerine gölgesini düşürecek Auguste Dupin karakterini ve karakterle birlikte anılacak dedektiflik hikâyesi türünü yarattı. Yukarıda belirttiğim gibi yolculuğumuz Poe ile başlıyor. Devam etmeden önce Poe'yu az önce ipuçlarını verdiğim şekilde ikiye ayıracağımı belirtmek
Ruhumun şarkısı, sesim öldü, tıpkı gözyaşlarımın kuruyup öleceği gibi sen de öl söylenmemiş bir biçimde kayıp Carcosa'da
istiyorum. 'Birinci Poe' Dedektif Dupin'e can vererek yepyeni bir tür olan dedektiflik hikâyelerini yaratan, 'İkinci Poe' ise 'Kuyu ile Sarkaç' ve 'Kuzgun' hikâyelerini yazan, gotik öyküler yaratan Poe. Lovecraft, modern korku edebiyatını yaratırken, Birinci Poe'dan rasyonalite vurgusunu, Chambers üzerinden İkinci Poe'dan ise gotik-korku mirasını devralıyor.
Dedektiflik, Aydınlanma, Başlangıç Önce bilindik bir tezi tekrar gün yüzüne çıkarmak gerekiyor. Polisiye romanların ortaya çıkması Aydınlanma Çağı'nın yükselme zamanıdır. Toplumun merkezine rasyonel düşüncenin konulduğu zamanla beraber polisiye edebiyat başlar. 'Aydınlanma Çağından başlayan bir inanç sistemi, insan aklının oluşturduğu yasa ve kuralların “nesnel” gerçekliği bir bütün olarak bilip açıklayabileceği inancı sarsıldı, yerini çeşitli relativist, bilinemezci, kuşkucu yarı-kuramlara bıraktı.Bunun sanat ve
özellikle de edebiyat alanındaki sonucu, “bugün ve burada” geçerli olan yasalar düzeninin temel hipotez olarka kabul edildiği gerçekçi/ doğalcı anlayışın geçerliliğini yitirmeye başlaması oldu. (...) Bu gelişme ilk olarak gerçekçi/doğalcı edebiyata darbe vursa da, hemen ardından, yaşadığımız dünyadaki tekinsiz'i rasyonalizm (polisiye) ya da pozitivizm (BK) yoluyla evcilleştirmeye çalışan alt-türleri de sarstı.' Bülent Somay'ın Aydınlanma düşmanlığı ile aramızda mesafe var. Fakat alıntı başka bir veri içeriyor. Liberal akademi dahi Aydınlanma-polisiye ilişkisini kabul eder durumda. Bu sefer polisiyeye yoğunlaşan bir alıntıyla devam edelim: ‘Suç takibi sürecinde skolastik tartışmanın yerine ipucu toplamayı koymasıyla, suçluya verilecek hükmün dayanağı olarak işkenceyle alınmış itirafların yerine mahkemece kabul edilebilir resmi ispatı koymasıyla, bilim, en azından kısmen de olsa büyüye; ve rasyonellik, en azından kısmen de olsa irrasyonelliğe üstün gelir.’
43
Kültür - Sanat Ernest Mandel’in polisiyenin ideolojisini açıklamaya çalıştığı cümleye bakarak, polisiye romanın Aydınlanma Çağı’nın ertesinde, insan aklının çevresini algılayıp değiştirmek için daha büyük adımlar attığı sırada kurulmuş olduğu söylenebilir. Bu tarihten önce elbette ki cinayet romanları var, fakat burada aradığımız şey, ana karakterin sistematik bir düşünce tarzı olması, karşısındaki olayı gözlemleyip incelemesi ve bunu kendi zihinsel faaliyetleriyle çözümlemesi. Türün temelinin atıldığı Morgue Sokağında Cinayet hikâyesine bakalım: ‘Ama analistin becerisi kuralların ötesindeki meselelerde sergilenir. Usulca pek çok gözlemde ve çıkarımda bulunur(...) Önemli olan neyi gözleyeceğini bilmektir.’ Poe soyutlama kavramının üzerinde duruyor. Buradaki tezin uzun vadeli olduğuna dair en önemli kanıtlardan biriyse, neredeyse hepimizin bildiği ünlü Sherlock Holmes’ün yazarı Arthur Conan Doyle’dan geliyor. Bohemya Skandalı hikâyesinde yardımcısı Watson’ı uzun bir süre sonra ilk defa gören Holmes, Watson’ın görüşmedikleri sürede yaklaşık 4 kilo aldığını ve bunun üzerine tekrar spor yapmaya başladığını söylüyor. Watson ise bunu nasıl tahmin edebildiğini soruyor. ‘-Gördüm ve sonuç çıkardım. Son zamanlarda iliklerine kadar ıslandığını ve hizmetçinin sakar olduğunu nasıl anlayabiliyorsam öyle anladım. -Sevgili Holmes, bu kadarı çok fazla. Eğer birkaç yüzyıl geride yaşasaydın kesinlikle yakılmıştın.' Watson burada Holmes’ün gözlem yeteneğine şakayla karışık iltifatta bulunurken rasyonelliğin konumuna da değinir. Holmes’ün irrasyonelliğe karşı koyması bir önceki devirde suçtur. Böylece dedektiflik Aydınlanma’nın bir ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Alıntım ile tespitimin ilk bakışta zorlama gözüktüğünün farkındayım fakat irrasyonaliteye karşı örnekler burada bitmiyor. Doyle’un Bakersville Tazıları
hikâyesindeyse Holmes ailesinin lanetlendiğini iddia eden adama aynı rasyonalite ile cevap veriyor. Dupin ise ‘çözülmesi imkânsız’ cinayetleri sabır ve akıl ile çözüyor. Başka bir örnekteyse, iki karakter de diğer polislerden farklarını açıklıyorlar. Doyle’un Kızıl Soruşturma romanından: ‘Gregson, Scotland Yard’dakilerin* içinde en akıllısı. Lestrade ile beraber vasatların arasından sıyrılıyorlar. Seri ve enerjikler ama şok edici bir biçimde basmakalıp düşünüyorlar.’ Dupin’se bu basmakalıp düşünce tarzına bir açıklık getiriyor: ‘Paris polisi, yerinde ve doğru kararlar verme konusunda göklere çıkarılsa da yaptıkları sadece kurnazlık, başka bir şey değil. Hareket tarzlarında sadece ana yönelik bir yöntem var, o kadar.’ Yazarların kişisel hayatlarının bu öyküleri yazmalarında bir etkisi olduğunu söyleyebiliriz. İki yazarın da gazetelerde çıkan cinayet haberleri üzerinde kafa yorduğu, cinayetleri çözmeye çalıştıkları biliniyor. Örneğin 1841’deki Mary Rogers cinayeti sonraki sene tekrar Dupin’in baş karakteri olduğu Marie Rogêt’nin Sırrı hikâyesine konu oluyor.
Köprü ve Bitiş Aydınlanmanın dedektif öykülerinde oynadığı rolü yeterince anlattığımı varsayıyorum. Şimdi tezimizin Chambers’la olan bağına geçebiliriz. Bu sefer sonda söyleyeceğim şeyi başta söylemeyi tercih edeceğim. Chambers’ın öykülerinin nispî başarısızlığı ve iç tutarlılık elde edememesi Aydınlanma-polisiye ilişkisini hikâyelerinde oturtamamasından kaynaklanıyor. Burada, daha fazla ileriye gitmeden yazının başında bahsettiğim ‘İkinci Poe’ya biraz değinmek istiyorum. ‘İkinci Poe’ 1842’de eşinin hastalığı ve 5 sene ertesindeki ölümü tarafından sarsılmıştır. Hikâye ve şiirlerinin ana temasını artık ölüm oluşturmaktadır. En ünlü şiirlerinden
olan Kuzgun’da ana karakter ölen sevgilisi Lenore’u unutmak için ‘unutulmuş eski bilgileri’ anlatan kitapları okumaktadır. Bir kuzgun odasına girer. Karakterimiz kuzguna sırayla, ne zaman kuzgunun tıpkı tüm arkadaşları gibi onu bırakıp gideceğini, kuzgunun sevgilisi Lenore’u unutması için bir işaret mi olduğunu ve Lenore ile cennette mi buluşacaklarını sorar. Kuzgun hepsine olumsuz yanıt verir. Şiir biterken karakter kuzgunun gölgesinin altında ruhunun her zaman hapis olacağını söyler. Poe’nun gotik öykülerine ruh veren kendi hayatındaki kaybıdır. Şiirdeki karakter Poe’dur. Lovecraft'ta ise bu süreç başka işliyor. Ailesinde akıl hastalığının sıkça görülmesinden ötürü Lovecraft, bu konular üzerinde
hâkim bir biçimde yazı yazıyor. Chambers’ın eksik kaldığı noktalarsa Lovecraft'ın Poe’nun ve Doyle'un güçlü olduğu noktalar oluyor. Yazarın kendi kişisel geçmişinde bu tarz bir olay tecrübe etmemesi veya mesleğinin merkezine oturtmaması, yazdığı karakterlerle okuyucu arasında boşluk bırakıyor. Başka bir nokta; önceki kısımda bahsettiğimiz, karşılarına çıkan imkânsız olayları sorgulayan, irrasyonaliteye rasyonel bir biçimde karşılık vermeye çalışan karakterler Chambers’ın hikâyelerinde yok. Bu karakterler yerine akıl sağlığı yerinde olmayan, duygusal anlamda çöküntüde karakterler geliyor. Bu noktada karşı tez elimizdeki eserin dedektiflik değil korku hikâyesi olduğu bu yüzden aynı kalıplara
44
oturtulamayacağını söyleyebilir. Bense aksini düşünüyorum. Tam burada ‘köprünün bitişi’ olarak tarif ettiğimiz Lovecraft’a bakalım. Lovecraft'ın hikayeleri öyküdeki olaylar gerçekleşene kadar akıl sağlığını korumuş karakterlerle başlar. Yazar burada korku öğesini metnin içine yedirirken, okuyucuyla birlikte bir yandan gizemi çözmeye çalışır. Deliliğin Dağları kitabında, okur kendini rahatça Antarktika’da bulduğu evrimsel gelişimlerini jeolojik zamana göre çok önce tamamlayan yaratıkları açıklayan ve bu yüzden meslektaşları tarafından dinlenmeyen ve akıl sağlığını yitirmekte olduğu söylenen jeolog William Dyer’ın yerine koyabilir. Onun jeoloji bilgisiyle bu irrasyonaliteyi yenmeyi çalışır. Çoğu
zamansa başaramaz. Peki, kendi başlarına bir anlam ifade etmeyen Chambers’ın öykülerini bu iki yazar arasında ‘köprü’ yapan olgu ne? Yazar her ne kadar yukarıda saydığımız özelliklerden yoksun da olsa, yaratmaya başladığı mitos öyküsüyle kendinden sonra gelecek Lovecraft’a zemin açıyor. ‘İyileşme dönemim sırasında Sarı Kral’ı alıp okumaya başlamıştım. İlk perdeyi bitirdikten sonra kendime durmam gerektiğini hissettiğimi hatırlıyorum. Ateş yakıp kitabı şömineye fırlattım (…) Yanan kitabı şömineden çıkarttım ve hala etkisini hissettiğim bir korku ile beraber ağlayarak, gülerek ve titreyerek tekrar tekrar okudum.’ Chambers ani duygu değişimleri-
Kültür - Sanat olan Sarı Kral ve katilin 'büyülü ni iyi veriyor, fakat bunları uzun şehri' Carcosa vurguları diziye süreli bir gerilime veya kendi iç dinamiklerine sahip bir dine çözülmesi gereken daha fazla dönüştüremiyor. Lovecraft ise gizemi gotik-korku üzerinden Poe’nun grotesk yapıları ve gotik veriyor. İzleyici bu bulguları temasını biraz da Chambers’dan çözmek isteğinden üzere seriye esinlendiği fakat çoğunlukdaha fazla bağlanıyor. Dizinin la kendi oluşturduğu mitiyle içinde Chambers'ın serisine başbirleştirip ortaya ‘modern korku ka göndermeler de yer alıyor.¥ türü’nü çıkarıyor. Örneklerden HBO'nun bu anlamda güzel bir iş biri iki mitin de (Sarı Kral ve çıkardığı söylenebilir. Cthulhu), akıl sağlığını yitiren Bir sonraki sene R’lyeh’te veya insanlar tarafından özlemi çekiKaddath’da buluşmak dileğiyle. len şehirlerinin olması. Chambers'ın hikayelerinde Carcosa, Lovecraft'ın hikayelerinde R'lyeh ulaşılmak istenen Kaynakça: ya da bizim dünyamıza Bengi Yiğit Değer, 1002. getirilmek istenen şehirler. Gece Masal ları Sunuş, Metis Yayınlar Bu kurguyu Lovecraft'ın ı, 2005 Chambers'tan esinlendiği - Chambers Robert W, Th e King in Yellow, Books for Libraries söylenebilir. Başka bir örPress, 1969 nekse, ‘Karanlıkta Fısıltıyla Konuşan Adam’ öyküsün- Doyle Arthur Conan, Th e Penguin de Lovecraft Sarı Kral’ın Complete Sherlock Holm es, Pengugelişini simgeleyen Sarı in Books, 2009 İşaret’ten ve Carcosa’dan - Lovecraft H.P, Toplu Ese rleri 1, bahsetmesi. Dost Kitabevi Yayınları, 20 01 Lov ecr aft H.P, Toplu Eserleri 3, Maskeyi Çıkarmak*** Dost Kitabevi Yayınları, 20 04 Toparlamak gerekirse Ma nd el Ern est, Hoş Cinayet, Yazın Lovecraft en başından Yayıncılık, 1996 beri esinlendiği Poe’nun öykülerinden aldığı de- Poe Edgar Allan, Bütün Hikâyeleri, İthaki Yayıncılık, 2010 dektiflik kurgusu ve gotik temalarını Chambers’ın - Poe Edgar Allan, Bütün Şiirleri, öncüsü olmaya çalıştığı İthaki Yayıncılık, 2003 modern korku eserleriyle birleştiriyor. Chambers’ın eserinin önemi Notlar: burada yatıyor. Eser bir polis teşkilageç gotik veya bir erken *: İngiliz polis teşkilatı. İlk Great Scotmodern korku eseri tı binasının arka kapısının çıkması olarak değerlendirileland Yard isimli bir sokağa deniliyor. biliyor. sebebiyle Scotland Yard sım 2013 Bitirmeden önce, yazıyı **: Yeni Yazılar Sayı 4 Ka da yazmamıza vesile dizinin ***: Diziyi seyredenlerin olan dizi hakkında da ileceği gibi, eb ed n mi tah da sonundan birkaç şey söylemek gea’ gönderkitapta bir ‘maskeyi çıkarm rekiyor. Dizi gotik-korda, kralın mesi var. Sarı Kral kitabın ku-polisiye ilişkisini ilen ‘yabankendisi olduğu tahmin ed iyi oturtuyor. İzleyenler isteniyor. cı’dan maskesini çıkarması 95'te yakalanmış olması dığını ‘Yabancı’ ise maske takma gereken katilin nasıl söylüyor. hala cinayet işlediğini açılış çözmeye çalışırken, ¥: Ufak bir örnek: Kitabın âyesinde hik isi’ irc dizinin ilk sahnelerindehikâyesi ‘İtibar Tam arak deliren ki 'Yeşil kulaklı spagetti Carcosa hikâyelerini okuy Dizideki canavarı',katilin lakabı karakterin kulakları yok. e bir selam ter rak ka ‘yeşil kulaklar’ bu niteliğinde.
Bilim
Aklın İsyanı Umut Can Yıldız Boğaziçi Üniversitesi Evrimin Genleri Toğluluğu Bu yazı baskı için kısaltılmıştır, yazının tamamını okumak için http://aklinisyani.evrimingenleri.org internet adresini ziyaret edebilirsiniz.
Bilimin itici gücü Doğa bilimlerinin çoğunlukla bilme arzusundan, doğaya karşı meraktan kaynaklandığı düşünülür ve dahası pek çok popüler, akademik kaynak da bilimin kökeni olarak merakı gösterir. Elbette merak bilimcinin bireysel motivasyon kaynaklarından birisi olagelmiştir, dahası bu meraklar ihtiyaçtan özerkleşerek doğrudan ihtiyaca hizmet etmeyen üretimlerde yapmıştır, ancak bu merakını ortaya çıkaran ve onun hangi alanla ilgili olduğunu belirleyen toplumsal ihtiyaçlar olmuştur. Bilim düşünsel bir üretim biçimi olarak toplumsaldır, bu sebeple bilimin kökeninde merak değil, tersine bilimsel merakın ve bilimsel üretimin kökeninde toplumsal ihtiyaçlar yatmaktadır. Tarih boyunca toplumdaki egemen güçler (sınıflar) bu sebeple tüm
Bilim düşünsel bir üretim biçimi olarak toplumsaldır, bu sebeple bilimin kökeninde merak değil, tersine bilimsel merakın ve bilimsel üretimin kökeninde toplumsal ihtiyaçlar yatmaktadır. Tarih boyunca toplumdaki egemen güçler (sınıflar) bu sebeple tüm üretim araçlarına yön verdikleri gibi aynı zamanda bilime de yön vermiştir. Bu kontrol toplumsal ihtiyaç dediğimiz kavramı ideolojik salgılarla belirlemeyi de içerir. Bu nedenlerle diğer tüm üretim biçimleri gibi bilim de siyasi ve ideolojiktir. üretim araçlarına yön verdikleri gibi aynı zamanda bilime de yön vermiştir. Bu kontrol toplumsal ihtiyaç dediğimiz kavramı ideolojik salgılarla belirlemeyi de içerir. Bu nedenlerle diğer tüm üretim biçimleri gibi bilim de siyasi ve ideolojiktir. Doğa bilimlerinin teknikle ve ideolojik mücadelelerle olan bağları görüldükçe, istisna olmadığı anlaşılacaktır. Bugün tüm büyük devletlerin ve onların koruduğu şirketlerin adını da yazmaktan çekinmedikleri bilim politikaları, kurulları ve kurumları vardır. Bu kurumlar destekledikleri çalışmalara kaynak aktarmakta, kaynak aktarırken koydukları şartlarla yön vermektedirler. Bilimle ilgilenen pek çok arkadaşımızın “bilim siyasi değildir ve bilimciler bilim yaparken siyasi ve ideolojik kaygılarını bir kenara bırakırlar” diyeceğine eminim. Bu yanılsamanın kökeninde egemen ve yaygın ideolojinin toplum ve çevreden kazanılması yatmaktadır. Aynı zamanda bilimin doğayı yorumlama işi olduğu
ve bu yüzden pek çok tartışmanın bilim içerisinde sürdüğü de unutulmuş olur. “Bilimciler ve diğer entelektüeller toplum içinde işleyen genel eğilimlerden bağışık değildirler. Bunların çoğunun politikaya ve felsefeye kayıtsız olduklarını ilan etmeleri, sadece onları sarıp sarmalayan mevcut önyargıların daha kolay kurbanı oldukları anlamına gelir.” (1)
Evrim kuramının çarpıtılması Aydınlanma kavramı ve modern bilim burjuvanın feodalizme karşı iktidara gelme mücadelesi ve burjuva devrimler ile kuruldu. Burjuvazi bu dönemde doğaya bakışta değişim, dönüşüm düşüncesini ve aydınlanma ideolojisi açıkça savunuyordu. Avrupa’da burjuvazi iktidara gelirken hem üretimi güçlendirmesiyle ekonomik, hem de Dünya’nın yuvarlaklığında olduğu gibi Kilise’ye karşı verilen ideolojik mücadelede bilim önemli bir rol üstlendi. Biyolojinin de temeli, pek çok bilim gibi bu
burjuva devrimler çağında atıldı ve evrim kuramı da bu çağda ortaya çıktı. Ancak sonrasında iktidarını sağlamlaştıran, “eşitlik, kardeşlik” sloganıyla yola çıkmasına karşın zenginliğin büyük kısmını elinde tutan burjuvazi için aydınlanma ve değişim düşüncesi bir tehdite dönüştü. Çünkü toplumsal değişim mümkün olduğu düşüncesi devrimci siyasetlerle birleşirse kendi iktidarı için tehdittir. Kendi yarattığı kapitalizmin, insanlığın başından beri varolduğunu ve doğanın düzeni olduğunu ileri süren tez, gerici ideolojilerden yalnızca bir tanesidir. Diğer bilimler gibi biyoloji de çarpıtılarak bir enstürüman olarak bu propaganda da kullanılmıştır. Evrim anlatımında “Küçük balık büyük balığı yer.”, “Doğa bir savaş alanıdır.” gibi sloganların anlamsız bir analojiyle insan toplumlarına uygulanması bunun en bariz örneklerindendir. Diğer taraftan insan davranışının ve toplumsallığının genetik determinizmle açıklanabileceğini iddia
45
46
Bilim
eden geniş yelpazeli akademik ve popüler bilim kaynakları, “çünkü böyle yaratıldık” açıklaması yerine “çünkü böyle evrildik” açıklamasını koymaktadır. Ülkemizde son dönemde Caner Taslaman ile gündeme gelen, ABD’den ithal edilmiş, başka yaygın bir çarpıtma ise teistik evrim görüşüdür, bu görüş biyolojik evrimi reddetmemekle birlikte evrenin başlangıcında yüce bir yaratıcının yasalarıyla her şeyi baştan belirlediğini kabul eder. Sonuç olarak yine olması gerektiği gibi bir sistemde yaşadığımız sonucuna ulaşırız.
Evrim karşıtlığı Bilimsel alandaki çarpıtmalarla değişmezlik görüşünün geri gelişinden bahsettik, ancak biyoloji alanında ülkemizde ve dünyada en yaygın gerici ideoloji evrimin tümden reddidir. Semavi dinlerin neredeyse tüm güncel anlatılarıyla çatıştığı için biyolojik evrime ait verilerin ve kuramın güçlenmesine tepki olarak doğan itirazlar gericileşen burjuvazi tarafından sahiplenilmiştir. Evrim karşıtı yaratılışçı çalışmaların menşeinin bugünün emperyalist ABD’si olması sınıfsal karakterini göstermesi açısından dikkat çekicidir. ABD’de 2009’da yapılan bir araştırma bilimcilerin %97’sinin canlıların evrimini kabul ettiğini, %87’si bunun dış bir müdahale gerektirmediğini düşünürken; tüm kesimlerin ortalamasında evrimin tamamen doğal yollarla gerçekleştiğini kabul edenler %32’dir. Sonuç bilim üretiminde evrim kuramından vazgeçilemezken, halkın nasıl bilimden uzaklaştırıldığını göstermektedir. Yaratılışçı lobilerin etkisiyle de ABD eğitimde evrimin yasaklandığı ilk ülkelerdendir, 1924 yılında Nebreska’da Scope soyadlı bir öğretmen derste evrim öğretmesi sebebiyle para cezasına çarptırılması bu durumun sembollerinden olmuş, konu 1960 yılında Maymun Davası ismiyle bir filme konu olmuştur. 50’li, 60’lı yıllarda ABD’nin bilim ve teknoloji alanında Sovyetlerle rekabet Amerikan bilim çevrelerini eğitimde reforma yöneltti ve biyoloji kitaplarında ev-
rim olması gerektiği gibi merkezi bir rol oynamaya başladı. Ancak komünizm korkusuyla yapılan bu değişiklik yaratılışçı grupları tekrar harekete geçirdi ve Yaratılış Araştırma Enstitüsü gibi pek çok kurumun ortaya çıkmasına sebep oldu. Yıllar içinde artan saldırılar ve akıllı tasarım başta olmak üzere sözde bilimsel görüşler, özellikle Sovyetlerin çözülmesinden sonra rahatça yayılma fırsatı buldu. Toplumun bilimden uzaklaşmasını sorun olarak görmeyen hatta destekleyen ABD diğer taraftan neo-liberal politikalarla temel bilimler yerine teknolojiye yatırımlarını kaydırmayı sürdürdü. Araştırmaların çoğunlukla özel şirketlere devredilmesi, devletin ise askeri araştırmalara öncelik vermesi bu süreci destekledi.
Türkiye'de evrim karşıtlığı Ülkemizde 80’li yılların başı, üniversitelere ve bilim üretimine yönelik saldırıların yükseldiği bir dönem olarak geçti. Neoliberal ekonomi politikaları ile desteklenen bu durum, temel bilim üretimlerini yakın vadede kar getirmediği ve geleceği belirsiz olduğu için (Kendisi kar kelimesini toplumsal fayda kelimesi ile değiştirerek propaganda eder.) gereksiz ve faydasız olarak görür. Bu süreç araştırma bütçelerin
büyük oranda uygulamalı bilimlere kaydırılmasının başlangıcı oldu. Aynı yılları yine ilk vakıf üniversitelilerin açıldığı, bu dönüşüm ile birlikte özel-sermayenin daha fazla giriş yaptığı yıllar olmuştur. Yine aynı yıllarda ABD kökenli evrim karşıtı grupları ile işbirliği içinde evrim karşıtlığı da bu yıllarda başlamıştır, dinci ve piyasacı gericilik birlikte ilerlemiştir. Evrim karşıtlığını bilimselmiş gibi göstermeye çalışan bu uğraş, Amerikan Yaratılışçılık Enstitüsü’nün yayınladığı kitapların tercüme edilip öğretmenlere dağıtılması, Bilimsel Araştırmalar Vakfı adı ile kopya bir kurum kurulması ve “konferanslar” düzenlenmesi ile devam etmiştir. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Vehbi Dinçer yaratılışçılığın ders kitaplarına girmesine ve diğer girişimlere hükümet olarak destek verdiklerini açıkça ilan etmiştir. O günden bugüne devlet destekli cemaat ve tarikatlar evrim karşıtı saldırıyı da sürdürmüştür. (3) Harun Yahya safsataları da bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bugüne bakarsak AKP’nin bu politikaları devam ettirdiği ve daha da hızlandırdığı görülebilir. TÜBİTAK ve TÜBA’daki dönüşümler bunun açık göstergesidir. AKP yönetimde istemediği kadroları tasfiye etmiş, kurumları daha da gericileştirmiştir. Temel bilim
araştırma bursları azalırken, bilim sadece kar amacı güden özel sermayeye devredilmekte, girişimcilik yarışmaları düzenlenmekte, askeri teknolojilere yapılan yatırımlar övülmektedir. AKP Türkiyesinde TÜBİTAK Başkanı “Türkiye’nin birliğe ihtiyacı var. Uçak füze diyoruz. Bunlara odaklandık. Evrim teorisine inanan var inanmayan var. Birlikteliğe daha çok ihtiyacımız var”, “Kardeşliğe zarar veriyor” açıklaması yapabilmektedir. (4) Bir teoriyi inanca indirgeyen bilim dışı bu tutum, bir dil sürçmesi değil devletin resmi kurumunca ilan edilen evrim ve bilim karşıtı ideoloji ve politikanın eseridir. Birkaç örnek verelim. Recep Tayyip Erdoğan antropolojiyi kafatasçı ilan ederek saldırmış, eski Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün Fen Fakültelerinin pastacı yetiştirmesini önermiş ve eski Gençlik Bakanı Suat Kılıç “‘Evrimi tabii sansürleyeceğim, yukarıda Allah var” demiştir.( 5,6,7) Lafa değil icraata bakarsak; TÜBİTAK’ın popüler bilim kitaplığından biri hariç tüm evrim ile ilgili kitapların kaldırılması, geçtiğimiz yaz Matematiksel Evrim Sempozyumu’nun “tartışmalı bir konu” gerekçesiyle fon ayırmaması, geçtiğimiz aylarda “Bilim ne anlatıyor?” adlı çocuklara yönelik bir kitabın çevirisinde evrimle ilgili tüm cümlelerde çevi-
47
Bilim ri tahrifatının açığa çıkması da bu politikaların ürünüdür. (8,9,10) Aynı iktidar politikası doğal olarak eğitim öğretim sistemine de yansımıştır. Lise düzeyinde bilimsel düşünce ve evrim başlıkları daha da kısaltılmış ve çarpıtılarak anlatılmıştır.
Aklın isyanı “Giderek artan sayıda bilimci, sadece bilim ve eğitimin değil genel olarak toplumun mevcut durumundan hoşnutsuzluk duymaktadır. Teknolojinin dev potansiyeliyle, milyonlarca insanın açlık sınırında yaşadığı dünya arasındaki çelişkiyi görüyorlar. Bilimin sistematik olarak büyük tekellerin çıkarına kötüye kullanıldığını görüyorlar. Bilimcileri dinsel obskürantizmi ve gerici toplumsal politikaların hizmetine sürükleyen bu kesintisiz çabalardan büyük bir rahatsızlık duyuyor olsalar gerek.” (1) Biraz bilim ve bilimsel düşünceyle içli dışlı olmuş bir insanın; bugünün Türkiyesinde hükümetin bilim politikalarını, bilimin kısa sürede kar elde edemeyecek hiç bir araştırmaya yatırım yapmayan özel şirketlere terk edilmesini, resmi bilim kurumu olması gereken TÜBİTAK’ı ve bilim düşmanı şarlatanların safsatalarını gördükçe
Burjuvazinin aydınlanma bayrağını ve rasyonel aklın savunusunu çoktan yitirdiği bugünde; şimdi bayrağı daha ileri taşıma zamanı, bilimi özgürleştirmek için aklın isyanını birlikte örgütleyelim. Bilimin bilgisini toplumsallaştıralım, tartışmaya açalım ve geleceğin bilimcileri, entelejansiyası olarak bilimin yönünü ileriye çevirelim. isyan etmemesi mümkün değil. Başka seçeneğimiz yok, ya karanlığa gömülüp çarpık düzenin bilimi topluma çarpıtarak taşımasına izin vereceğiz ya da aklın isyanını örgütleyeceğiz. Tarih Engizisyon Mahkemesi’ni değil; tarih bilimsel gerçekleri savunan Galileo’yu, kan dolaşımını bulma noktasına geldiği için yakılan Servetus’u, yuvarlak Dünya’yı savunduğu için öldürülen Bruno’yu yazdı.Tarih Madam Curie
gibi bilim için ömrünü tüketen onurlu bilim kadınlarını yazdı. Kaynakça: Tarih kısır düşüncelere sıkışan yaratılışçıları değil Darwin’i (1) Aklın İsyanı: Marsist Felsefe ve Modern Bilim – Woods & yazdı, onun kuramları moGrant dern biyolojinin temellerini (2) Doğanın Diyalektiği’n e Giriş – oluşturarak ölümsüz oldu. Engels İnsanlığın ilerlemesi için, (3) Dünü ve Bugünüyle Ev şimdi teslim olma değil, rim Teoris i makalesi - Kenan Ateş bilimi savunma zamanıdır. (4) http://haber.sol.org.tr/ İnsanlık isyan eden akıl ve bilim-teknoloji/tubitak-bilim-insan bilim sayesinde Roma’nın larini-acun-ile-meshur-edecek-h köleciliğini, ortaçağın aberi-50523 (15 Ocak 2012) karanlığını ve Osmanlı’nın zulmünü aşarak bugünlerine (5) http://www.ntvmsnbc.c om/ geldi. Şimdi Ne Yapmalı? id/25424983/ (26 Şubat 2013) Burjuvazinin aydınlanma (6) http://haber.sol.org.tr/ devbayrağını ve rasyonel aklın let-ve-siyaset/bakan-ergu n-fen-fasavunusunu çoktan yitirdiği kultelerini-gereksiz-buldu -un iversibugünde; şimdi bayrağı teler-fizikci-degil-pastaci (4 Oc ak daha ileri taşıma zamanı, 2013) bilimi özgürleştirmek için (7) http://www.sendika. aklın isyanını birlikte org/2013/03/biz-yok-yasas inörgütleyelim. Bilimin dan-vazgecersek-kolektif ten-ayrilabilgisini toplumsallaştıracak-misin/ (2 Mart 2013 ) lım, tartışmaya açalım ve (8) htt p:/ /kit ap.radikal.com.tr/ geleceğin bilimcileri, entekale/haber/evrim-gitti-tub maitak-ralejansiyası olarak bilimin hat-etti-351033 (14 Ocak 2013) yönünü ileriye çevirelim. (9) http://www.habervesai Tarih insan aklını karartre. com/news/tubitakin-kara maya çalışanları değil, ri-kurumun-bilimsel-guvenilirlig insanlığı ileriye taşıyanları ine-buyuk-bir-darbedir-2586.h tml (4 yazacak. Boğaziçi ÜniverTemmuz 2013) sitesi’nde Evrimin Genleri (10) http://orhanbursali.blo Topluluğu işte bu tarihsel gspot. com.tr/2014/07/bilim-de mücadelenin adresidir. gil-filim-tubitakn-cocuklar.html (19 Temmuz 2014) Notlar: insanı” * Bu yazıda özellikle “bilim erilmiş ve ön esi im yerine “bilimci” kel ığımız akt bır işte çm Ge r. kullanılmıştı ayrımıını” “bilim adamı” ve “bilim kad ada lam tam bu na tepkinin eseri olan geldi. ine hal e im kel bir “insan” gereksiz gib mci i taNasıl kimyacı, fizikçi, yerbili i kelimesi mc nımlar kullanılabiliyorsa bili de kullanılabilir. esinlercilik ** Obskürantizm ya da bilm güçleen em “eg TDK sözlüğüne göre ramlara, kav ği edi rm rin kendi hoş gö toplumun kişilere, topluluklara ilişkin rak kısıtlaola bilgi erişimini sistematik taçağ’da Or lir. ge ma çabası” anlamına e’yi kulinc Lat n ola dil Kilise’nin ölü bir kalan bilgiyi lanarak Roma’dan miras ilebilir. Benzer tekeline alması örnek ver yapılmayan e nd şekilde bugün anadili timleri ve üre m bili , eğitim, öğretim aynı anlama de rin nle ipli dis farklı bilim ılması bu gelen farklı terimler kullan . yönelimin işaretidir
a m r u d a d r a l Evladım, arka
E Y ’ F FK ! L I T KA www.fkf.org.tr
fkf@fkf.org.tr
fikirkulupleri
fikirkuluplerifederasyonu