Yeni Yazılar 9. Sayı (Şubat - Mart 2015)

Page 1

ni bir ülke için...

r üniversite, ye r Kültür, yeni bi

Yeni bi

Sayı: 9 • Şubat/Mart 2015 • 5 TL

SALTANATA

SON VER!

İnceleme: Kuruluştan çözülüşe Türkiye Cumhuriyeti Mustafa Kemal ve Devrimcilik Ercan Bölükbaşı Sayfa >> 12

Türkiye Tarih Yazımında

Gerçekler ve Mitler Zozan Baran Sayfa >> 16

1908 DEVRİMİNDEN BUGÜNE:

AYDINLANMA MİRASI Fuat Öztürk

Cumhuriyet’in Otopsisi Olarak

“Türkiye Üzerine Tezler”

Sayfa >> 20

Taner Timur ile Türk Devrimi ve Modernleşen Türkiye Üzerine

A. Sinan Günçe Sayfa >> 30

Sayfa >> 26



Aylık Öğrenci Dergisi Şubat/Mart 2015 • Sayı 9 İmtiyaz Sahibi: Haydar Şahin Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Akın Art Yayın Kurulu: Akın Art Alperen Bal Arda Özel Çağla Üren Melih Fırat Ayaz Tasarım: Özgün Sağlam Adres: Yeni Çarşı Caddesi Kat:3 No:8 Tomtom Mahallesi Beyoğlu İstanbul 34433 Baskı: Overprint Matbaacılık ve Dış Ticaret Ltd. Şti Eskibağlar Mevkii Dereboyu Cad. No: 66 Halkalı - Küçükçekmece / İstanbul Tel : (212) 698 21 20 – 698 21 25 Fax : (212) 698 21 17 info@overprint. com.tr Web: www.yeniyazilar.org Twitter: @yeni_yazilar Facebook: YeniYazilarDergi

Uzun bir ara verdik. Farkındayız. Aldığımız kararlar çerçevesinde derginin tasarımı ve içeriğine dair bir dizi değişiklik yapma kararı aldık. Aslında Aralık ayının son haftasında çıkarmayı planladığımız bu sayı, maddi sıkıntılar ve araya giren yarıyıl tatili sebebiyle (tatil bizim için aynı zamanda dağıtım sıkıntısı demek) Şubat’ın ilk günlerine kaldı. Yeni Yazılar aldığı kararlar çerçevesinde her sayısında kapsamlı incelemelere yer verecek, ve bundan sonra iki ayda bir düzenli yayınlanacak. Gençliği Saltanat’a son vermeye çağıran bu sayımızın incelemesi “Kuruluştan Çözülüşe Türkiye Cumhuriyeti” başlığını taşıyor. Sadece bir akademik merak ile değil, bugünün Saltanat’ını nasıl yıkacağımıza dair ipuçlarını bizlere vermesi amacıyla hazırladığımız dosyamızı beğenerek okuyacağınızı umuyoruz. Dosya konumuz kapsamında Ercan Bölükbaşı devrimcilerin Mustafa Kemal’e ve Cumhuriyet’e nasıl bakması gerektiğini tartıştı. Fuat Öztürk 1908’in devrimcilerinin günümüze neler bıraktığını “1908 Devriminden Bugüne: Aydınlanma Mirası” yazısında incelerken, Zozan Baran “Türkiye Tarih Yazımında Gerçekler ve Mitler“i yazdı. A. Sinan Günçe ise düzenlileştirmeyi planladığımız kitap incelemesi bölümünde cumhuriyeti otopsi masasına yatıran “Türkiye Üzerine Tezler”i inceledi. Aynı zamanda dosya konumuz kapsamında Türkiye modernleşmesi üzerine çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Taner Timur hocamızla sohbet ettik. Geçtiğimiz günlerde Kobane’de büyük bir yenilgi alan IŞİD’in yarattığı vahşi savaşın tarihsel kökenlerini Şafak Gündüz “Selefilik ve Radikalliğin Yüzleri” başlıklı yazısında inceledi. Işıl Genel, Ortadoğu’daki İslamcı rejimlerin kadınlar açısından nasıl bir cehennem yarattığına değindi. Özgür Oral, özellikle Haziran’dan sonra işlevi üzerine ciddi tartışmalar yapılan sosyal medya mecraları Twitter ve Facebook’un siyasal mücadeledeki yerini inceledi. Melih Fırat Ayaz ise sokağa çıkmanın siyaset açısından ne anlama geldiğini ve bir kamusal alan olarak sokağın tarihini “Öfkenin Kurucu Meclisi: Sokak” başlıklı yazısında tartıştı Yeni Yazılar ilk sayısından itibaren kültür-sanat alanında iddialı bir dergi oldu. Sosyal bilimler yazılarımız arttı, fakat bu kültür-sanat sayfalarımızın ağırlığının azalacağını anlamına gelmiyor. Kültür sanat tartışmalarının geçtiğimiz sayılardaki ağırlığını korumak, derinliğini arttırmak niyetindeyiz. Bu sayıda: Çağla Üren Vedat Türkali’nin son romanını yazdı. Seçkin Serpil Coen kardeşlerin yapımcılığını üstlendiği, yine kendi filmleriyle aynı ismi taşıyan Fargo dizisini inceledi. Arda Özel ise “Ölünün Arkasından Konuşmak” isimli yazıda, sanatçılığın sol bakış açısıyla nasıl incelenmesi gerektiğini tartıştı. Bu ayın Yuvarlak Masa’sının konusu 2014’ün çok tartışılan filmi Interstellar (Yıldızlarası) oldu. Bilim sayfalarımızda ise Nilüfer Kılıçaslan ve Volkan Tümer Ebola virüsünü inceledi. Bu saynının bizim için bir anlamı daha var: Kısa bir süre önce Fransa’da Charlie Hebdo karikatür dergisine gerçekleştirilen saldırı, hem karanlığın kudurmuşluğunu, hem de aydınlığın kararlılığını bizlere gösterdi. Gençlik saldırıyı gerçekleştirenleri yakından tanıyor. Önümüzdeki dönemde, onların öldürme merakına üreterek ve direnerek karşılık vereceğimizin kanıtlarından biri de dergimiz Yeni Yazılar’dır. Keskin kalemler karanlığı yırtacak!

Yeni Yazılar Yayın Kurulu

YAYIN KURULU’NDAN...

Keskin Kalemler Karanlığı Yırtacak!


Mustafa Kemal ve Devrimcilik Ercan Bölükbaşı Sayfa >> 12

Türkiye Tarih Yazımında Gerçekler ve Mitler Zozan Baran Sayfa >> 16

1908 DEVRİMİNDEN BUGÜNE: AYDINLANMA MİRASI Fuat Öztürk

Selefilik ve Radikalliğin Yüzleri

Sayfa >> 20

Şafak Gündüz Sayfa >> 36

Yükselmeyen Düşer Ya Terakki Ya İnhitat

Cumhuriyet’in Otopsisi Olarak “Türkiye Üzerine Tezler”

‘KADIN OLMAK’: BİR ÖLÜM KALIM MESELESİ

Öfkenin Kurucu Meclisi: Sokak

Akın Art

A. Sinan Günçe

Işıl Genel

Melih Fırat Ayaz

Yuvarlak masa: Interstellar

Sayfa >> 6

Sayfa >> 30

Sayfa >> 42

Sayfa >> 46

Sayfa >> 50


Bu sayıda... Hızla değişen ülke ve dünya gündeminde, gözden kaçan ya da perdelenen tehlike: Ebola

Devrim televizyonda yayınlanmayacak, ‘tweet’lenecek

FARGO: ÇAĞDAŞ FAUST’UN DÜŞÜŞÜ

Bitmeyen hastalık: Bitti bitti bitmedi

Süleyman Seba, Frank Zappa ve Ölünün Arkasından Konuşmak Üzerine

Özgür Oral

T. Seçkin Serpil

Çağla Üren

Arda Özel

Volkan Tümer

Sayfa >> 56

Sayfa >> 60

Sayfa >> 64

Sayfa >> 68

Sayfa >> 72

Nilüfer Kılıçaslan


Yükselmeyen Düşer Ya Terakki Ya İnhitat Laikliğin sağcılık sayıldığı bir örgütlü çılgınlık halinden bugünlere gelebildik nihayet. Bir kısım solcunun zorla getirildiği de söylenebilir. Tasfiye edilen rejim, ve ayağımızın altından çekilen zemin mücadelenin diri öznelerini sarsmış, bir hatta oturtmuştur. Mücadele doğru zemin üzerindedir. Barikat doğru yere kurulmuştur. Bu mecburi ilerlemeyi azımsamamak gerekir. Ancak, barikatı kurmuş olmanın yetmeyeceği de ortadadır. Şimdiki ödev, bu zemin üzerinde nasıl yürüneceğini, nasıl ilerleneceğini bulmaktır. Keza zemin sürekli sarsılırken doğru yerde yalnızca durmak için çabalamak, gerilemek ile eş anlamlıdır. “Yükselmeyen düşer” diye de tercüme edilebilir. Akın Art Bilgi Üniversitesi

2

015, Osmanlıcılar ve Hazirancıların kavgasına tanıklık edecek. 2015’te yaşanacak taraflaşmayı böyle tarif etmekte sıkıntı görmüyoruz. Bir yanda Cumhuriyet’i tasfiye eden siyasi iktidar ve onun saltanat rejimi, öbür tarafta “Yeni Bir Cumhuriyet” mücadelesi veren Haziran muhalefeti var. Kulağa belki de fazla yalın gelen bu cümlelerin bir sığlığa değil, gerekli bir sadeleşmeye işaret ettiğini düşünüyoruz. Neden mi? Sadeleşmenin gerekliliğini ve bugünün nesnelliği açısından politik devrimciliğini üç örnek üzerinden inceleyelim. Birincisi, Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından yerleştiği AK Saray ve sarayda gerçekleşen meczup saltanat ritüelleridir. İkincisi, Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olarak bakanlar kurulunu toplaması, yandaş basının bunu başkanlık sisteminin fiilayata geçmesi olarak sunması, AKP tabanının “padişah”ı selamlamasıdır. Üçüncüsü, en az Fransa kadar bizim de iç meselemiz haline gelen Charlie Hebdo katliamı ve katliam sonrasında yaşanan süreçtir. İlk iki örnek, Cumhuriyet’i tasfiye etmiş olmanın getirdiği zafer sarhoşluğundan ve sarhoşluğun getirdiği bilinçsiz dışavurma halinden kaynaklanmaktadır. Kendince cüretli adımlar olmakla birlikte siyaset alanına etkisi düşüktür. Charlie Hebdo katliamının ise, katliam mekanının dışsallığına rağmen Türkiye siyasetine etkisi büyüktür. Her üç örneğin kesişim noktası ise rejim savaşı, ve bu savaşın somutlandığı laiklik talebidir. AKP’nin saldırılarının bütünlüğünü Cumhuriyet ve bunun bir parçası olarak laiklik düşmanlığı oluşturuyor. Haziran’ın genel kabulü bu yöndedir diyebiliyoruz. Siyasetin yasaları gereği barikatı saldırının bütünlüğünü oluşturan bu düşmanlığın karşısına kurmak gerekiyor. Yine, barikatın kurulmuş olduğunu söylemekte beis görmüyoruz.

6


Laikliğin sağcılık sayıldığı bir örgütlü çılgınlık halinden bugünlere gelebildik nihayet. Bir kısım solcunun zorla getirildiği de söylenebilir. Tasfiye edilen rejim, ve ayağımızın altından çekilen zemin mücadelenin diri öznelerini sarsmış, bir hatta oturtmuştur. Mücadele doğru zemin üzerindedir. Barikat doğru yere kurulmuştur. Bu mecburi ilerlemeyi azımsamamak gerekir. Ancak, barikatı kurmuş olmanın yetmeyeceği de ortadadır. Şimdiki ödev, bu zemin üzerinde nasıl yürüneceğini, nasıl ilerleneceğini bulmaktır. Keza zemin sürekli sarsılırken doğru yerde yalnızca durmak için çabalamak, gerilemek ile eş anlamlıdır. “Yükselmeyen düşer” diye de tercüme edilebilir.

'Cumhuriyet'çilere rağmen Cumhuriyet'e sahip çıkmak Belli momentleri hatırlamak ve politik karşılıklarını detaylandırmak durumundayız. Türkiye’de Haziran muhalefetinin bir saldırıyı püskürtmekle yetinmeyip bir adım ileri gitmeyi başardığı yakın tarihli bir olay olan Charlie Hebdo katliamı ve sonrasında ülkemizde yaşanan protestolar odaklanmayı ve yakından incelenmeyi hak ediyor. Fransa’da İslamcı çetelerin Charlie Hebdo dergisine gerçekleştirdiği kanlı baskın bütün dünyada şok etkisi yarattı. Uzun süredir Sünni İslam istibdatı altında yaşayan bizler, Charlie Hebdo’yu silahlarla basan zihniyetin ülkemizde iktidar olmasından dolayı katliamın acısını

keskin bir biçimde hisseden ülkelerden biri olduk. “Olduk” diyoruz, biz derken şüphesiz, 2013 Haziran’ında halk olma niteliği kazanmış kitleyi kastediyoruz. Ülkemizde yaşayan İslamcı kesimin bir kısmının saldırıyı açıktan selamladığını, bir kısmının ise “öldürmek doğru değil ama” rezerviyle, saldırıya retorikte karşı durup içten içe sahiplendiğini biliyoruz. Yine Hazirancıların bir bölümünün de, Türkiye’nin muhafazakar yapısının “sosyolojik bir olgu” olduğu varsayımı ile sesini çıkartmaktan çekindiğini söylemek mümkün. Bu tablodaki dengeleri değiştiren birkaç günü hatırlayalım: Cumhuriyet gazetesinin Charlie Hebdo’nun katliamdan sonra çıkan ilk sayısını Türkçeye çevirip ek olarak basacağı söylentisi İslamcı kesimin tepkisini çekti. Derginin kapağında Muhammed peygamberin olduğunun öğrenilmesinin ardından tepkiler çoğaldı. Habere sosyal medyada büyük tepki gösteren İslamcılar, Cumhuriyet gazetesini ve diğer “İslam Düşmanları”nı tehdit etti. Bunun üzerine Cumhuriyet gazetesinden derginin ek olarak basılmayacağı ancak, kimi karikatürlerinin gazetenin içerisine serpiştirileceğini söyleyen bir açıklama yapıldı. Derginin kapağını da isteyen yazarların kendi köşesinde yayınlayacağı bildirildi. Bu hamle, yaratılan basıncın ardından atılan bir geri adım olarak okunabilirdi. Ancak, İslamcıların derginin sadece kapağına değil tamamına gösterdiği radikal tepki, karikatürlerin basılmasının

7


kendisini radikal bir adım haline getirdi. Cumhuriyet gazetesinin matbaasına yapılan polis baskını ve artan tehdit mesajları gerilimi arttırdı. “Sosyolojik olgu”lara odaklanarak sessiz kalmayı tercih eden kimi Hazirancıların da sabrını taşırdı. İslamcılar karşıtını radikalleştirdi, ertesi gün gazete bayilerinde Cumhuriyet yok sattı. Birinci kazanım, peygamberin resmi Türkiye’de basılamaz, “Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz” iddiasının boşa düşmesidir. Peygamberin resmi basılmıştır. Salyangoz? Yok satmıştır. Bu tepki siyasal İslam karşıtlığının Türkiye’de hiç olmadığı kadar radikalleştiğini göstermiştir. İkinci kazanım: Cumhuriyet gazetesini protesto etme çağrılarının yalnızca militan İslamcı kesimde karşılık bulması, etkisiz kalmasıdır. Yükselmeyen düşer demiştik. İçlerinde FKF’lilerin de bulunduğu bir toplamın tehditlerin odağında yer alan Cumhuriyet gazetesini, İstiklal Caddesi’nde yani Türkiye’nin en önemli kent merkezinin ortasında satması, ilerlermeye, yükselmeye örnektir. Üçüncü kazanım, budur. Savuşturmak ile yetinmeyip mevzileri ileri taşımak. FKF’nin 24 Ocak tarihinde Uğur Mumcu’yu anmak ve Cumhuriyet gazetesine sahip çıkmak için Cumhuriyet gazetesinin Şişli’deki binasına yaptığı yürüyüşe Cumhuriyet gazetesinin destek vermekten çekindiği ise bir başka veridir. Bir süredir “İkinci Cumhuriyet”in gazetesi olsa da, Cumhuriyet gazetesi Charlie Hebdo meselesi özelinde bir mevzi haline gelmiştir. Cumhuriyet gazetesi cumhuriyetçi olmasa da, korkuları cumhuriyetçi kesimin de korkularıdır. Hedef haline gelmekten, İslamcı kesimi “tahrik etmekten” korkmaktadırlar. Oldukça açık; bugün siyasi öncülüğün somut çıktısı cumhuriyetçilerin çekindiği, kanıksadığı ne varsa üzerine gitmek, “umudu dürtmek”tir. “Yeni Bir Ülke” mücadelesi ancak cumhuriyetçilere rağmen ve cumhuriyetçilerle birlikte verilebilir

Hem IŞİD'in hem SYRİZA'nın komşusu bir büyülü hapishane Charlie Hebdo’nun uluslarası boyutu çok konuşuldu. Kimileri, her İslamcı saldırı sonrasında olduğu gibi saldırıyı “yeni 11 Eylül” olarak niteledi. Kimileri daha komplocu kurgulara giderek saldırının “İslamfobi”yi yaygınlaştırmak için Fransa devleti tarafından planlandığını söyledi. Kimileri de saldırıyı bir restorasyon projesinin parçası olarak yorumlamayı tercih etti. Saydığımız yaklaşımların önemli ölçüde komplocu yargılar olduğunu düşünsek de, saldırıya göz yumulmuş olması olasılık dahilindedir. Ancak bu olasılık ya da tersi üzerinden yapılan yorumların bizim açımızdan pek kıymeti bulunmuyor. Saldırının hangi amaçlarla, kimlerin ihmali ya da göz yumması sonucu gerçekleştiği değil, hangi sonuçları ortaya çıkardığı sorusu bizim açımızdan birincil öneme sahip. Öyleyse bu soruyu cevaplamaya çalışarak devam edelim. Sorunun iki önemli cevabı vardır: Birincisi, Charlie Hebdo saldırısının en önemli sonucu, Esad’ın malumun ilanı olan kehanetinin gerçekleşmesidir: “beslediğiniz teröristler birgün sizi de vuracak” diyen Esad haklı çıkmış, Suriye’ye müdahale konusunda en istekli ülkelerden biri olan Fransa, yüzünü Ortadoğu’daki radikal İslamcı çetelere çevirmek zorunda kalmıştır. Esad başdüşman konumundan kurtulmuştur. Emperyalizmin bir bütün olarak Ortadoğu ve Suriye politikasında revizyona gideceği açıkça görülüyor. New York Times yayın kurulu imzasıyla yayımlanan (1) Shifting Realities in

8

Syria (Suriye’de Değişen Gerçeklikler) başlıklı makale ve Foreign Affairs dergisinin Esad ile gerçekleştirdiği mülakat (2) politika değişikliğinin iki sembolik delili olarak sunulabilir. Emperyalizm, Esad’ın iktidardan indirildiği senaryoların hiçbirinin lehine olmadığı yargısına varmıştır. Yine Foreign Affairs dergisinin Kasım- Aralık sayısının manşetinin “What Have We Learned? Lessons From Afghanistan and Iraq” (Ne Öğrendik? Afganistan ve Irak’tan Dersler) manşetiyle çıkması ve derginin emperyalizmin şimdiye kadarki müdahale yöntemlerine dönük bir özeleştiriyi odağına yerleştirmesi dikkate değerdir. Emperyalizmin ayrı ve kapsamlı bir yazının konusu olabilecek yeni yönelimlerinin habercisidir.


İkincisi, emperyalizmin Suriye politikasının değişimi aynı zamanda AKP ile kurduğu ilişkinin ve Türkiye projeksiyonun da revize edilmesi anlamına gelecektir. Uluslarası alanda, özellikle Haziran sonrasında, Türkiye’de özgürlükler alanının daraltıldığına yönelik vurgular artmıştır. Örneğin Hollandalı gazeteci Frederike Geerdink’in bölücülük propagandası yaptığı iddiası ile gözaltına alınması, üstelik gözaltının Hollanda Dışişleri Bakanı Bert Koenders’in Türkiye ziyaretine denk gelmesi uluslarası camiada ciddi tepki topladı. Geerdink aynı gün serbest bırakıldı. Economist dergisinin Charlie Hebdo katliamının ertesinde çıkan 10- 16 Ocak 2015 tarihli sayısında bu haberi yer vermesi yine sembolik önem taşımaktadır. Geerdink bir zamanlar AKP’nin Türkiye’yi

demokratikleştirdiği kanısını paylaşan gazetecilerden biri olsa da gözaltına alınmaktan kurtulamamıştır. Yine Economist’in aynı sayısında Libya’ya uzun uzun yer vermesi, incelemeyi: “ Kaotik bir Libya dünya için yalnız bırakılamayacak kadar tehlikelidir” (3) cümlesi ile bitirmesi “Arap Baharı” sürecinin geldiği noktanın emperyalizm tarafından nasıl gözüktüğünü izah etmektedir. İki cevabın bize gösterdiği şey, emperyalizmin İhvan bloğu projesinin rafa kalktığı oluyor. Esad’ın Foreign Affairs’a verdiği mülakatta kullandığı şu ifadeler emperyalizm açısından ders niteliği taşıyor: “Amerikalılara sormak istediğim şu: Ülkemizde ve bölgemizde teröristleri destekleyerek ne elde ettiniz? Birkaç yıl önce Mısır ve diğer

9


ülkelerde Müslüman Kardeşleri destekleyerek ne elde ettiniz? Ülkenizden bir yetkili bana yedi yıl önce, Suriye’deki bir toplantının sonunda Afganistan’daki problemi nasıl çözebiliriz diye sordu. Ona söyledim: “Kukla olmayan, size hayır diyebilen yetkilelerle anlaşmalısınız” Sadece kukla yetkililer ve bağımlı ülkeler ile nasıl ülkenizin çıkarlarına hizmet edebilirsiniz? (…) Bana göre Amerikalıların incelemesi ve sorgulaması gereken şudur: Neden her savaşta başarısız oluyorsunuz? Savaş çıkarabiliyor, sorun yaratabiliyor fakat hiçbir sorunu çözemiyorsunuz.” (4) Ülkenin batısında ise bambaşka fakat en az Ortadoğu’dakiler kadar kırılgan dinamiklere sahip bir başka gelişme yaşanıyor. Ocak ayının sonlarında gerçekleşen seçimlerin ardından radikal sol koalisyon Syriza, meclisteki 300 koltuğun 149’unu kazandı. SYRİZA yakın zamanda(Yunanistan Komünist Partisi’nin (KKE) ittifaka yanaşmamasının da payıyla) milliyetçi Bağımsız Yunanlar Partisi (ANEL) ile anlaşarak hükümet kurmaya hazırlanıyor. Seçimin önemli detaylarından bir tanesi de SYRİZA’nın oylarını ciddi oranda arttırken, SYRİZA’nın solundaki parti olan KKE’nin oylarını koruması, yani SYRİZA’nın oyunu solundaki değil, sağındaki partilerin seçmen desteğini arttırarak kazanması oldu. KKE’nin kitle desteği SYRİZA’ya kıyasla çok daha düşük de olsa, KKE örgütünün sendika ve üniversitelerde SYRİZA’ya kıyasla çok daha kuvvetli olduğu biliniyor (5). Yani Yunanistan, sol popülist bir iktidara, örgütlü bir komünist partiye sahip. Avrupa Birliği ve NATO konusunda ikircikli tutum almasına rağmen AB açısından bir tehlike olarak algılandığı açık olan SYRİZA’nın ne yapacağı, diğer AB ülkelerindeki sol hareketleri nasıl etkileyeceği, Türkiye’de de ciddi bir merak konusu.

Ne Yapmalı? Ortaokulda ve lisede Türkiye’nin jeo-politik konumunun önemini duyardık sık sık. Özellikle Suriye ve Yunanistan bugün bu ezberin bambaşka anlamlara geldiğini de gösteriyor. Aynı anda, emperyalizme karşı son yılların en önemli zaferini kazanan Suriye’ye, ciddi bir ekonomik krizin ardından sol popülist bir hükümetin iktidar olduğu Yunanistan’a ve bir korsan “İslam Devleti”ne komşu olan Türkiyeli devrimcilere önemli olanaklar ve görevler ile karşı karşıya. Emperyalizmin bir restorasyona gideceği, bu restorasyonun öznelerinin seküler hareketler olacağı anlamlı ancak eksik tespitlerinden biri. Sebebi açık; bu tespiti yapan Türkiyeli devrimciler Türkiye’de laiklik mücadelesi veren bir düzen içi özne kalmadığı gerçeğini unutmaktadır. “Laik” Cumhuriyet’in kurucusu CHP bu kavgadan vazgeçeli çok olmaktadır. Normalde düzen içi bir talep olabilecek olan laiklik, bugün yalnızca devrimcilerin kavgasını verdiği bir başlıktır. Emperyalizm, yeni hegemonya projesinin parçası olarak Türkiye’de laiklik talebini düzen içinde soğuracak bir seçeneği yaratma çabasına girebilir. Ancak henüz doğmamış bir tehlike ile şimdiden kavga etmenin, laiklik talebine rezervler koymanın bir anlamı bulunmamaktadır. Daha da önemlisi, emperyalizmin laiklik talebini kapsamasından, bir olası AKP sonrası restorasyondan sıyrılmaının tek yolunun, laiklik mücadesini militanlaştırmak “Yeni Bir Ülke” mücadelesinin bütünlüğü içerisine oturtmak olmasıdır. Aksi oturup restorasyon beklemek anlamına gelecektir. Yani bu örnekte “ne yapmalı” sorusunun cevabı laikliğe “ama şöyle olmayan bir laiklik” gibi rezervler koymak değil, laiklik mücadesini devrimcilerin öncülük ettiği güçlü bir siyasi seçenek haline getirerek mücadele etmek olmalıdır. Devrimcilerin öncülük edeceği laiklik mücadelesinin doğal mütte-

10

fikinin cumhuriyetçi kesim olduğu unutulmamalıdır. Eskiden kimi kesimler tarafından bir aşağılama ifadesi olarak kullanılan cumhuriyetçilik, AKP karşı devriminin son demlerini yaşadığı şu günlerde meşru bir politik kategori olarak siyasetin sahnesinde yerini alıyor. Yumuşak geçiş, restorasyon gibi olasılıklar elbette imkansız değildir. Fakat sokakta solun, sandıkta AKP’nin hegemonik olmasının bu seçeneği ihtimali zayıflattığını görmek gerekiyor. Bu veriler ülkenin 2015 seçimlerinden sonra daha kaotik ve çetin süreçlere girmesinin yüksek olasılık olduğunu gösteriyor. Öyleyse ülkenin devrimcilerine düşen, kitlesi ve doğal mütteffiği olan cumhuriyetçi kesime moral taşımak, güçlendirmek ve militanlaştırmaktır. Çetin mücadelelere hazırlamaktır. Alametler belirdi: Cesaret ve siyasal cüretin tam zamanı! Notlar: 1-) http://www.nytimes.com/2015/01/25/opinion/sunday/shifting-realities-in-syria.html “As has long been the case, the fighting in Syria raises tough questions and presents the United States with no good options. And Mr. Obama’s approach to the conflict remains the most inchoate element of his campaign against the Islamic State. While the Americans and Mr. Assad ostensibly share a common enemy, the two parties are not formally collaborating. Yet American fighter planes regularly invade Syrian airspace to bomb Islamic State targets. If the main threat is the Islamic State and the goal is to defeat it, might the West at some point be forced to work with Mr. Assad? The administration says it is training Syrian rebels to assist the United States-led air campaign against the Islamic State, but those fighters will not be engaged for another few months and there are serious doubts about whether they can ever be effective. Figuring out Syria’s longer-term future is even more complicated. If, as American officials say, the only way to end the civil war and forge a common front against ISIS is some kind of political agreement that includes Russia and Iran, Mr. Assad’s major allies, and Turkey and Saudi Arabia, his major opponents, what must Washington do to strengthen its position and shape the outcome?” 2-) http://www.foreignaffairs.com/discussions/interviews/syrias-president-speaks 3-) “Libya is a rich country with a small population that is fairly homogenous in terms of religion, class and ethnicity. But they still help. A chaotic Libya is too dangereous to the world to be left alone” (s. 12) 4-) “the question I would ask any American is, what do you get from supporting terrorists in our country, in our region? What did you get from supporting the Muslim Brotherhood a few years ago in Egypt and other countries? What did you get from supporting someone like Erdogan? One of the officials from your country asked me seven years ago in Syria at the end of a meeting, “How do you think we can solve the problem in Afghanistan?” I told him, “You have to be able to deal with officials who are not puppets, who can tell you no.” So for the United States, only looking for puppet officials and client states is not how you can serve the interests of your country.(…) That is what I think the American people should analyze and question. Why do you fail in every war? You can create war, you can create problems, but you cannot solve any problem.” 5-) Bknz. https://www.jacobinmag.com/2015/01/understanding-the-greek-communists/


İnceleme:

Kuruluştan Çözülüşe Türkiye Cumhuriyeti silah atılmıyor güvercin şakırtısıdır şafakta yaldızlanan şadırvanda su ıhlamurlarda ezan görkemli bir namaz uğultusu heyhat hamzabey cami-i şerif'inden kim kaldı kim kaldı eski selanik'ten laternalar sustu sürahiler tenha tek kibrit çakılmıyor kim kaldı ittihat ve terakki'den o jöntürkler ki - `hariçten evrak-ı muzırra celbederlerdi' o fedailer ki barut öksürürler sakal tıraşları mavi kırmızı bıyıkları biber kim kaldı müdafaa-i hukuk cemiyeti'nden avcı ceketi körüklu çizme astragan kalpak bazen `ittihatçı' hafif `iştirakiyun' öfkeli kaşları salkım saçak kumral bıyıkları mahzun hani felaket tütün içerler ceplerinde idam fermanları bellerinde Söğüt yaprağı bıçak ya millet meclisi'nde meb'us ya kuva-yi seyyarede asker kadehlerde rakı nazlı beyaz vaniköy korusunun `teşrinler'deki sisi gramofonda incesaz meyhane musikisi o şenliklerden heyhat kim kaldı ezeli dalgınlığımızın ıslığıdır ney keman yanlış anlaşılmasından tedirgin utlar vahim sorular soruyor öldü nazım samilof sarı mustafa yıkılmış strasnoy ploscat'ın saat kulesi eski bolşeviklerden kim kaldı


Mustafa Kemal ve Devrimcilik Farklı dönemlerin ve farklı ülkelerin devrimcilerinin her biri birer özgün “tip” görünümündedirler. Ancak devrimciyi dönemin herhangi bir “tip”inden ayıran, onun bulunduğu toplumla yaşadığı uzlaşmazlık, ondan kopuş arayışıdır. Bu kopuş sıradan bir kopuş, bu diyarlardan gitme isteği değildir asla. Bahsedilen kopuş, kendisi ile birlikte toplumu da tabiri caizse kopartan, toplumsal yapıyı sahip olunan idealler doğrultusunda değiştirmeye yönelen bir nitelik taşır. Örgütlü, planlı ve politiktir.

Ercan Bölükbaşı Orta Doğu Teknik Üniversitesi

B

aştan söylemek gerekiyor. Bu yazı, “Atam gel bizi kurtar” diyenleri ya da “bırakın o faşisti” diyenleri mutlu etmek için yazılmadı. Tarih dışı bir yaklaşımla Mustafa Kemal neylerse güzel eyler demeyecek, devrimci bir dönüşümün mimarını katliamlardan ibaret gösterme düzeysizliğinden uzak duracağız. Türkiye’de devrimi arayanların, kendi ülkelerinin tarihine nasıl bakmaları gerekiyorsa Mustafa Kemal’e de öyle bakacağız. Yanlışlarını, zaaflarını gözden kaçırmadan; katkılarının hakkını vererek… Devrimcilik tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de belirli bir reddiye üzerine kurulur. Var olanı devirmek ve daha ileri olanı kurmak için kolları sıvayanlar açısından kaçınılmaz bir tutumdur bu. Eğer devrimciyseniz, cumhuriyetin kuruluşunu eksik ve yetersiz bulur, sömürünün devam ettiğini vurgularsınız. Medeni kanunun kadın erkek eşitliğini tam olarak sağlayamadığını, bir noktada tıkandığını söylersiniz. Bir halk aydınlanmasına ayak basmayan laikliğin devletli olmaktan çıkamayıp toplumsal karşılık yaratamayışına dikkat çekersiniz. Ulusal kurtuluşun, Türkiye’de yaşayan tüm halklar için kurtuluş anlamına gelmediğini görürsünüz. “İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz” iddiasını elinizin tersi ile eter, emek-sermaye çelişkisinin sürdüğünü gösterirsiniz. Devrimcilik bunlar olmaksızın sürdürülemez. Buna karşın devrimcilik, yaşanan tarihsel ilerlemeyi görmeksizin de korunamaz. Türkiye burjuva devrimlerinin bile çok daha gerisinde bir anlayışla yönetilirken burjuva devriminden tatmin olmamak lüks sayılabilir bazılarına göre. Ancak, burjuva devriminin neden geriye düştüğünü, AKP denen zorba iktidarın hangi toplumsal zemine ayak bastığını inceleyecek olursanız burjuva devriminin ve burjuva devrimcilerinin

12


bıraktığı boşluklarla, kurutmaktan imtina ettikleri bataklıklarla karşılaşırsınız. Bu, burjuva devrimcilerinin tarihsel zaafıdır. Kendisinden daha ileri olana ilişkin duyulan korku, daha geri olanın bir dengeleyici unsur olarak varlığını korumayı gerektirir. Sosyalizm geriye çekildiğinde ise; sizi köhne olandan koruyacak, tutunacak bir dal bulmakta zorlanırsınız. Burjuva devrimciliği ile yetinmemek, bugünün devrimcileri için bu yüzden aynı zamanda bir görevdir de. Mustafa Kemal’in, 1923 Cumhuriyeti’nin gerisinde bir ülkede yaşıyoruz dedik. Tam da bu yüzden bugün devrimcilik, Mustafa Kemal ile kavga edilerek yapılamaz. Eğer bir hesaplaşma ihtiyacı var deniyor ise, hesaplaşma burjuva devrimciliğinin ilerisinde konum alarak, onun sınıfsal konumu nedeni ile beceremediklerini hayata geçirerek yapılır. Tarihsel bir ilerlemenin yarattığı yanlışları, yeterince ilerleyememiş olmanın ürünleri olarak görmek gerekir. Burjuva devrimciliği ile bunu vurgulayarak hesaplaşılır. Osmanlı sevdalıları ile bir olup ona küfrederek değil. 1923’ü ve onun önderini sahiplenmek ne Mustafa Suphilerin boğdurulmasını aklamamızı, ne de Dersim katliamını olumlamamızı gerektiriyor. Görev, kurtuluş savaşına katılmak için öldürülmeyi göze alarak ülkesine gelenlerin rüyasını gerçeğe dönüştürme görevidir. Görev, katledilen halkların anısını halkların eşit ve özgürce yaşadığı bağımsız bir ülkenin yapıtaşı haline getirme görevidir. Devrimcilik tarihte arıza

bulma uğraşı değil, arızaların yaşanmayacağı bir ülkeyi kurmayı görev edinmektir. Devrimci reddiyenin siyasal iktidar arayışı ile bağlantısını kuran bu görev bilincidir. Ülkemizin tarihi incelenirken temel doğrultumuzu bu görev belirlemek zorundadır. Aksi takdirde dünyanın hemen hiçbir ülkesinde, tarihin herhangi bir noktasında ilerleme bulmak olanaksız hale gelir. Sahip olduğumuz güncel görev bize tarihin yönü olduğu ön kabulünü ve tarihsel olaylara ileri geri terazisi üzerinden bakma ihtiyacını dayatıyor. Tersinin işaret ettiği post modern yöntem(sizlik) ise yalnızca hareketsiz kalarak güncel görevlere yanıt verememe halini değil düşünsel bir karmaşayı ve bayağılığı da beraberinde getiriyor. Cumhuriyet ve Mustafa Kemal de bu karmaşadan nasibini alıyor haliyle. Gerçekliği temel almayan bir övgü, gerçeğin tersyüz edilmesi ile örülen düşmanlık aynı yöntemsizliğin ürünü olarak önümüze geliyor. Tek tek tüm tezleri çürütmeye uğraşmaya ne vaktimiz ne de ihtiyacımız var. Önceliğimiz bugün verdiğimiz mücadeleye anahtar olacak, onun tarihsel referanslarını yerli yerine oturtacak tutarlı bir bakış açısı geliştirebilmek. Bunun için ilk olarak belirli kavramları netleştirecek; gericiliğin ve yoksulluğun pençesinde kıvranan, emperyalizmin işgali altındaki Osmanlı toplumuna ve o toplumdan kopuş arayışına bu kavramlar ışığında göz atacağız.

13


Kopuş, yöntemimizdeki ilk anahtar sözcüğümüz. Devrimci, bulunduğu toplumun ürünüdür ve onun kimi karakteristik özelliklerini taşır. Bu yüzden, farklı dönemlerin ve farklı ülkelerin devrimcilerinin her biri birer özgün “tip” görünümündedirler. Ancak devrimciyi dönemin herhangi bir “tip”inden ayıran, onun bulunduğu toplumla yaşadığı uzlaşmazlık, ondan kopuş arayışıdır. Bu kopuş sıradan bir kopuş, bu diyarlardan gitme isteği değildir asla. Bahsedilen kopuş, kendisi ile birlikte toplumu da tabiri caizse kopartan, toplumsal yapıyı sahip olunan idealler doğrultusunda değiştirmeye yönelen bir nitelik taşır. Örgütlü, planlı ve politiktir. Aynı zamanda tarihin yönü ile de uyumludur. Sınıfsal bir nitelik taşır. İktidarın köhnemiş bir toplumsal sınıftan daha ileri bir sınıfın eline geçmesini hedefler. Bu nedenle, kimi örneklerde yalnızca bu nedenle iktidarın gökyüzünden yeryüzüne inmesine ihtiyaç duyar. Laiktir. Bu yönteme sadık kalacaksak eğer, Türkiye tarihi için olumlu ya da olumsuz herhangi bir istisna türetme hakkına sahip değiliz. 1923 cumhuriyeti su katılmamış bir devrim, Mustafa Kemal su katılmamış bir devrimcidir. Ama… İlk bakışta övgü dolu gözüken bu ve benzeri cümleleri bir “ama” ile sürdürme alışkanlığını ise hızlıca terk etmeye ihtiyacımız var. Doğru olan “ve” bağlacı ile devam etmektir. Çünkü devrimcilerin ve devrimlerin sınırlarını, zaaflarını, yanlışlarını belirleyenler istisnalar, arizi durumlar değil; onların sınıfsal karakterleridir. Türkiye’de devrim patron

14

sınıfı adına yapılmıştır. Ve bu sınıf doğası gereği, iktidarı alır almaz kendisi dışındaki toplumsal katmanları siyasetin dışına itmek, kafasını kaldıran ilericiliği boğmak zorundadır. Burjuva devrimi, geri olanı siyaset alanından silmenin bedelini ileri olana ödetir. Sınır, yalnızca kişilerin değil sınıfın ve onun ideolojisinin sınırıdır. Daha ileri bir sınıfın devrimcisi olduğu iddiasındakilere ise bu zaaflar üzerinden burjuva devrimini karşıya almak değil, onun artık taşıyamayacağı ilerici iddiaları kendi programı zemininde anlamlandırmak düşer. Devrimciler için süreklilik de aynı kopuş gibi esastır. Olmazsa olmazdır. Bahsettiğimiz tablo ve yöntem, Türkiye için özellikle geçerlidir. Gericiliğin esir aldığı Osmanlı toplumunun buna bir de emperyalizmin işgali eklenince verdiği yanıt Türkiye Cumhuriyeti’dir. Yanıt istisna değildir. Devrimciliğin olağanüstü cesareti ve dik duruşu kadar patron sınıfın korkaklığını ve hainliğini de taşır. Emperyalizme karşı mücadele eden mazlum halkların verdiği destek ile zafer kazanan cumhuriyet, yüzünü ilk fırsatta emperyalist İngiltere’ye döner. Bağımsızlık mücadelesi artık başkalarının meselesidir. Saltanatın ve hilafetin kaldırılması sayesinde modern esaslarla devlet inşasına girişilir, toplumsal dokuda gerçekleşmesi gereken değişime ise temkinli yaklaşılır. Halkın kolay yönetilmesi, emekçilerin üzerine vazife olmayan işlere karışmaması gerekmektedir. Tebaa yerine vatandaşlık hukuku geliştirilir. Kürt emekçilerinden vatandaşlık


görevlerini yerine getirmeleri beklenirken, iş vatandaşlık haklarına geldiğinde verilen yanıt katliamlardan fazlası değildir. Kürt ağaları ile ittifak, iktidar için daha önemlidir. Cesaret ve korkaklık cumhuriyette bir aradadır. Korkaklığın cesareti kemirmesi, cumhuriyetin içeriden çürütülmesi ertelenir ama durdurulamaz. Belki de dünyaya örnek olabilecek bir cesaret ve yaratıcılık örneği olan Köy Enstitüleri kurulur. Ancak, gerici muhalefetin baskısı komünizm korkusu ile birleşince bu örneği bir çırpıda yok etmeye yeter de artar bile. CHP’nin, bugün AKP’den kurtulmanın yolu olarak gördüğü gericiliğe prim verme anlayışının kökü bu döneme kadar uzanır. Demokrat Parti’nin yükselişinden korkanlar, gericiliği kurutmaya yönelmek yerine taviz vermeyi seçerler. CHP eliyle Köy Enstitüleri kapatılır, yine CHP eliyle bugün hala başımızın belası olan İmam Hatipler açılır. Gericiliğe ellerini verenler, kollarını kaptırırlar. Sağ kısa uğraklar dışında bir daha hiç gitmemek üzere iktidara gelir. 70 ve 80 darbeleri, AKP dönemi derken cesaret ve dik duruşun yerinde yeller eser. Korkaklık ve hainlik ülkenin kaderi olarak görülmeye başlanır. Cumhuriyet artık yoktur. Bahsedilen yokluk hali, yalnızca rejim için değil siyaset alanı için de geçerlidir. Cumhuriyetin taşıdığı laiklik ve bağımsızlık iddiaları, bugün hiçbir burjuva aktör tarafından retorik düzeyinde dahi taşınamayacak kadar ağır hale gelmiştir. Kemalizm kavramının kendisinin bir ideolojik bütünlüğü ifade etmekten uzak oluşu bir yana, onun parçalı yapısının ileriye doğru uç veren küçük bir bölümü dahi düzen içerisinde kalınarak savunulamaz durumdadır. Emperyalizmin bölge planları, Türkiye’deki patron sınıfının aç gözlülüğü, sosyalizm ihtimalinin düzeni şimdilik yeterince tehdit etmiyor oluşu Kemalizm’in düzen açısından lüks olarak görülmesine neden olur. Kemalizm, siyasal alandan olduğu gibi, ordudan da, devlet bürokrasisinden de tasfiye edilmiştir. Durum, sol açısından da benzerdir. Sol cenahta, sözde Kemalist özde Maocu bir grup dışında Atatürkçülük oynayan neredeyse hiç kimseye rastlanmamaktadır. Toplumsal yapı ise tersini söylemektedir. AKP karanlığına razı gelmeyen oldukça hacimli bir toplumsal kesim, ülkesine dönük beklentilerini Mustafa Kemal üzerinden anlamlandırmaktadır. Bir önceki paragrafta sayılanlar aynı toplamı siyasal alanda temsil eden herhangi bir öznenin bulunmadığını gösteriyor. Bu toplama dönüp de “sizin bildiğiniz yanlış Mustafa Kemal’in bu değerlerle hiçbir ilgisi yok” demenin herhangi bir çıktısı olmadığı gibi bu söylem tarihsel olarak da yanlıştır. Doğrusu, kitlelerin olumlu bulduğu, uğruna kavga edeceği ilerici değerlerin kendi arayışımızla olan ilişkilerini öne çıkarmak, bu ilişkiyi örgütlemekten geçer. Dahası, iktidarın bu değerlere, özellikle de laikliğe vahşice saldırıyor oluşu bahsettiğimiz doğruyu bir zorunluluk mertebesine yükseltmektedir. Türkiye’de bugün laiklik mücadelesini yüksek sesle dillendirmeyen, gerici iktidarın bilime ve insan aklına saldırılarına amasız fakatsız yanıt veremeyen bir odağı devrimci olarak adlandırmak fazlasıyla lüks kaçacaktır. Yobazların iktidar olduğu bir ülkede laiklik mücadelesini önemsemeyenler, devrimci bir yaklaşımdan ve tarihi okuma becerisinden yoksundurlar. Düzeni değiştirme arayışını, yeniyi temsil edemezler. Devrimciler açısından, yaklaşımın sınırlarını ise ilkeler ve program belirler. Devrimciler bu tabloya, “madem siyasette Kemalizm yok ama sol Kemalist çok” fırsatçılığı ve ilkesizliği ile yaklaşamazlar. Çözüm Kemalizm’in parçalı yapısının hakkını vermekten geçer.

Belki de dünyaya örnek olabilecek bir cesaret ve yaratıcılık örneği olan Köy Enstitüleri kurulur. Ancak, gerici muhalefetin baskısı komünizm korkusu ile birleşince bu örneği bir çırpıda yok etmeye yeter de artar bile. CHP’nin, bugün AKP’den kurtulmanın yolu olarak gördüğü gericiliğe prim verme anlayışının kökü bu döneme kadar uzanır. Demokrat Parti’nin yükselişinden korkanlar, gericiliği kurutmaya yönelmek yerine taviz vermeyi seçerler. CHP eliyle Köy Enstitüleri kapatılır, yine CHP eliyle bugün hala başımızın belası olan İmam Hatipler açılır. Gericiliğe ellerini verenler, kollarını kaptırırlar. Laiklik ve bağımsızlık, işçi sınıfı iktidarı arayışı zeminde bir bütünlüğüne yerleştirilmeli, milliyetçilik hiç çekinmeden düşman ilan edilmelidir. Devrimlerde süreklilik, sınıfsal bakışta ise en ince ayrıntısına kadar kopuş… Bugün Türkiye, ilericilik ve gericilik arasında büyük bir hesaplaşmaya doğru giderken duyduğumuz ihtiyaç bu şekilde ifade edilebilir. Hiçbir eksiği, zaafı ve yanlışı göz ardı etmeksizin; tarihin tekerleğini ileri ittirmeyi başarmış tüm devrimcilere saygı ve şükranlarımızla… Saltana son vermek, Yarım bıraktıkları işi bitirmek için geliyoruz!

15


Türkiye Tarih Yazımında

Gerçekler ve Mitler Bugün gelinen noktada tek başına liberal tarih yazımının eleştirisinin yeterli olmadığı açıktır. Daha doğru ifade edecek olursak bu eleştirinin marksistlerin devlet sermaye ilişkilerine dönük katkıları ile birlikte yapılması ve tarih okumalarına yönelik kendi yaklaşımımızı açıklığa kavuşturmamız gerektiğini söylemiş oluyoruz.

Zozan Baran Boğaziçi Üniversitesi

B

u dergiye aşina olanlar uzunca bir süredir Türkiye’de Haziran’dan sonra liberalizmin yeniden güç kazanmasının zorluklarına –eğer imkansızlığına demek fazla iddialı kaçacaksa- değindiğimizi biliyordur. Bunu söylerken temel olarak, ortaya çıkan halk hareketinin liberal ideologların tezlerini boşa düşürdüğünü söylemiş oluyoruz. Yani AKP İkinci Cumhuriyet’i kurarken rıza mekanizması işlevini gören liberallerin Haziran sonrasında “sokaktaki adam” için yeniden bir rıza üretecek gücü kalmamıştır. Dolayısıyla liberalizmin siyasal alanda tamamen, ideolojiler alanında büyük ölçüde bittiğini söylemek mümkün. Ancak uzunca bir süredir akademiden devşirilen fikir babaları, solun kendi ülkesinin tarihine dair çalışmaları önemsememiş olması(1), ideolojiler alanında uzun süredir devam eden hakimiyeti nedeniyle liberalizmin etkisinin teorik planda yeterince kırıldığını söylemek mümkün görünmüyor. Şunu kastediyoruz: Solun henüz alternatif, bütünlüklü bir tarih okuması geliştirememiş olması, Marksistler arasındaki devlet tartışmalarını bu süzgeçten geçirerek değerlendirmekte eksik kalmış olması hala Türkiye tarihi okumak isteyen birini liberal tezlerle boğuşur halde bırakmamıza sebep olmaktadır(2). Elbette ki bu tartışma çok ciddi katkıları, tartışmaları gerektirmektedir ve tek bir yazıyla çözülmekten çok uzaktır. Bu yazıyı bir başlangıç olarak düşünmek mümkün. Başlangıçlar kaçınılmaz biçimde önce yıkılıcığı üstleniyor. Bu nedenle, burada önce Türkiye tarihinin liberal yorumunu açmaya çalışacak, daha sonra dini vecize ölçüsünde doğru kabul edilen bu tezlere yönelik eleştirileri sıralayacağız.

Devlet-toplum ilişkisine kültürel yaklaşım Liberal tarih yazımını kültürel bir yaklaşım sayıyoruz. Bunun sebebini aşağıda daha net bir biçimde ortaya koyacağız. Öncelikle Türkiye tarihine yönelik liberal yaklaşımları 3 önemli isim üzerinden açıklıyoruz: Çağlar Keyder, Şerif Mardin, Metin Heper. Bu isimler aynı yaklaşımın farklı boyutlarını sergilemeleri açısından önemli. Örneğin Çağlar Key-

16


der, devlet-sınıf ilişkilerine bakarak bu yaklaşımın ekonomi politik temellerini ortaya koyarken, Şerif Mardin merkez-çevre ilişkileri ekseninde sivil toplum tartışmalarına değiniyor. Metin Heper ise hepsinde ortak olan bir noktayı, Osmanlı mirasını, açıklamalarının temeline yerleştiriyor. Burada kültürel yaklaşım olarak tanımladığımız yaklaşımın en önemli ortak özelliklerinden birini açarak başlayalım: Bu yakşalıma göre kapitalizmin “normal” ya da Avrupa’daki gelişimi yalnızca ekonomik olarak değil politik olarak da güçlü bir burjuvazi yaratır, ki bu güçlü burjuvazi de devlet karşısında güçlü bir sivil toplum oluşturur (Güngen ve Erten, 2005: 1). Diğer bir değişle kapitalizmin ve sivil toplumun gelişimi neredeyse eş süreçlerdir. Çağlar Keyder ekonomik ilişkileri açıklarken özellikle bürokrasi ile burjuvazi arasındaki çekişmelere vurgu yapar. Güçlü bir bürokrasi-zayıf burjuvazi tezini, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti bürokrasisi arasında kopuş değil süreklilik tarif ederek desteklemeye çalışır (Keyder, 2010: 99). Keyder ayrıca, bürokrasinin, kendi siyasi çıkarlarını korumak adına küçük köylülükle işbirliği yaparak kapitalizmin gelişmesini yavaşlattığını söyler (2010:98). Bu noktadan sonra, 1923’ün bürokrasinin sınıfsal amacını gerçekleştirdiği bir reform olduğu çıkarsamasıyla devam eder. Böylece 1923 “reformu” yükselen burjuvazinin ortaya koyduğu yeni taleplere ve çelişkilere bürokrasi tarafından verilmiş bir tepki olarak düşünülür (Keyder, 1988: 159). Buradan iki çıkarım yapmak mümkün: Bürokrasinin bır sınıf olarak tanımlandığına ve burjuvazi ile bürokrasinin çelişkili çıkarları olduğuna (Keyder, 1988: 160; 2010: 104-105). Bu çıkarımları aklımızda tutmamız daha sonra yapacağımız eleştiriler açısından önemli.

Keyder elbette piyasa ekonomisinin gelişimiyle burjuvazinin güç kazandığını kabul eder, ancak bunun, bürokrasinin burjuvazinin gelişimine karşı ortaya koyduğu dirence rağmen olduğunu söyler (Keyder, 1988: 162). Buna rağmen Türkiye’de sivil toplumun zayıf olmasını da burjuvazinin ürkekliği ile açıklar. Burjuvazinin ekonomik gücünü koruyabilmek adına siyasi iktidardan vazgeçtiğini söyler. Böylece, burjuvazi ekonomik gücü elinde tutmak için sivil toplum oluşturma hakkından vazgeçmiş oluyor (Keyder, 2010: 102-103). Şerif Mardin ise sosyolojik bir perspektiften bakıyor. Keyder gibi o da sivil toplumun zayıflığına dikkat çekmekle başlıyor. Batı’da sivil toplumun, kitlelerin siyasi otoritelerin vesayetinden kurtulduğu bir ilk aşama olduğunu söylüyor (Mardin, 2012: 13). Bu noktadan hareketle, tarihsel olarak güçlü sivil toplumlar geliştirememiş toplumlarda, devletin, siyasi otoritenin, bürokrasi eliyle kitleler üzerinde sınırsız bir baskı kurduğu genellemesine varıyor (Mardin, 2012: 15). Mardin’e göre bu toplumlardan biri de Osmanlı İmparatorluğu. Sivil toplumun yokluğunun Osmanlı’da, 19. yüzyılda kamuoyunun oluşum şekliyle açıklandığını görüyoruz (Mardin, 2012: 17). Kamusal alanın bireyin değil “ulusun” çıkarları üzerine kurulması... Bu durum aynı zamanda Osmanlı toplumunda birey kültürünün olmamasıyla da açıklanır. Bireysel kültürün gelişmemesi ise özel mülkiyetin olmamasının ve burjuvazinin gelişememesinin sonucudur (Mardin, 2012: 29-30). Mardin, Osmanlı’dan Cumhuriyete devlet-toplum ilişkilerinin merkez-çevre ikilemi üzerinden okur. Bu açıdan, Osmanlı toplumunu modern Avrupa devletleri ve Hobbes’un Leviathan’ı (3)

17


ile karşılaştırır (Mardin, 2012: 36-37). Modern ulus devlette ve Leviathan’da, merkezileşme süreci, feodal mirastan dolayı çevresel güçlerin sürece dahil olması ve rızasıyla gerçekleşir, der (Mardin, 2012: 38). Osmanlı toplumunda ise böyle bir gelişme görülmez. Bunun sebebi, yerel güçlerin (tımar sahipleri gibi) ve bürokratların doğrudan merkezi otoriteye bağlanmasıyla devlet-sivil toplum arasında hiçbir aracı gücün ortaya çıkmamasıdır (Mardin, 2012: 40). Özel mülkiyetin yokluğu bürokratların, tüccar ve genel olarak ekonomik gücü elinde bulunduranlardan daha güçlü hale gelmesine sebep olur, ki aynı durum Kemalist rejimde de devam eder (Mardin, 2012: 41-42). Keyder’in vurguladığı gibi Mardin (2012: 69) de burjuvazinin ekonomik gücünü korumak için 1950’ye kadar siyasi güçten vazgeçtiğini söylüyor. Metin Heeer de benzer bir biçimde Osmanlı mirasına vurgu yaparak başlıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi ve sosyal yapısının doğrudan sultanın kişisel yönetimine bağlı olması ve sultan değiştiğinde bu yapının da büyük ölçüde değişmesinden dolayı bürokratların daha rasyonel bir yönetim arayışına girdiği tespitini yapıyor (Heper, 2000: 65). Bu arayışların sonucunda ortaya çıkan Sened-i İttifak’ta devlet sultanın önüne konulmuştur, ancak buna rağmen bürokratların kendileri de tüm kararları kendilerinin verdiği kişisel bir yönetim kurmuşlardır. Ancak daha ilginç olan nokta, Keyder’de de gördüğümüz, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi bürokratları arasındaki devamlılıktır. Peki, bu devamlılığın sebebi nasıl açıklanır? Heper bunu, merkez ve çevrenin kültürleri arasındaki ikilem (Heper, 2000: 66) ve kişisel yönetimin (yani yönetim biçiminin yönetenlerin bireysel kararlarıyla tanımlanması) devamlılığı ile açıklar (Heper, 2000: 69). Heper de Mardin ve Keyder gibi demokrasiye geçişin sivil toplumun yokluğundan dolayı bürokrasi tarafından gerçekleştirildiğini söylüyor. Bu da yine bürokrasiye gönüllü olarak paylaşmaya yanaşmadığı muazzam bir güç veren Osmanlı İmparatorluğu’dan beri devam eden başka bir süreklilik (Heper, 2000: 78). Sivil toplumun yokluğu yine, burjuvazinin siyasi gücü talep etmemesinin sonucu olarak açıklanır (Heper, 2000: 79). Böylece Türkiye toplumunda demokrasinin gelişimindeki bütün özgünlükler ve olumsuzluklar bu sürecin bireyin çıkarlarını korumak için değil, “devleti bir arada tutma ihtiyacı ile” yapılmasıyla açıklanır (Heper, 2000: 80).

Devlet-toplum ikililiğinin eleştirisi Yukarıda açıkladığımız tarih yorumunun yöntemsel sorunlarıyla birlikte ortaya koyduğu sonuçlar ve dayandığı varsayımlar açısından kimi sorunları vardır. Yöntemsel sorunlarla başlayalım. Yukarıda sözünü ettiğimiz yöntemde Türkiye toplumunun değerlendirilmesi doğrudan batı toplumu ile arasında karşıtlık kurarak yapılır, bunun sonucunda ortaya oryantalist bir tarih okuması çıkıyor (Güngen ve Erten, 2005: 1; Sönmez, 2010: 49). İkincisi, düşünürlerimiz, Türkiye toplumunu tarih boyunca hiç değişmeyen, statik bir toplum olarak görüyorlar ve tarih dışı bir değerlendirmeye tabi tutuyorlar (Güngen ve Erten, 2005: 7). Son olarak, devlet ile sivil toplum arasında, süregelen bir çelişki ve bu çelişkinin sonucunda demokrasiyle eşdeğer hale gelen bir sivil toplum tanımına ulaşıyorlar (Güngen ve Erten, 2005: 1). “Demokratik gelişmeler devlet karşısında sivil toplumun güçlendirilmesi ile bir tutulur, sivil toplum içerisindeki hakimiyet ilişkileri (sınıf, cinsel kimlik, ırk vb.) ise” basitçe görmezden gelinir ve devletin

18

belli koşullarda demokratikleşmeye yapabileceği katkılar yok sayılır (Günten ve Erten, 2005: 9). Ek olarak, Max Weber’den güçlü bir biçimde etkilenen düşünürler burada da yöntemsel bir hata yapıyor, Weber’in ideal tipini tarihsel bir veri gibi kullanıyorlar (Sönmez, 2010: 49-50). Yukarıda saydığımız ortak sorunlar dışında bir de bu düşünürlerin her birinde vurguladıkları noktalara göre başka sorunlar da görülebiliyor. Örneğin Şerif Mardin, batı toplumsal düzeninin kökenlerini devlet ile sivil toplum arasındaki uzlaşmayı mümkün kılan bazı kurumların varlığı ile açıklar. Bu uzlaşmayı ise Hobbes’un sosyal sözleşme kuramıyla açıklıyor. Sosyal sözleşme kuramında sözleşme, birey ile sonunda devlete evrilecek daha yüksek bir otorite arasında imzalanır. Dolayısıyla, Mardin’in varsayımlarında önemli yanlış anlamaların olduğunu söylemek mümkün. Güngen ve Erten’in (2005: 3) söylediği gibi, sosyal sözleşmecilerin hiçbiri (Hobbes, Locke ve Rousseau) bu sözleşme sonucu ortaya çıkan yapıları bir olumluluk atfetmez (ancak Mardin’in bu yapılarla Osmanlı toplumunu karşı karşıya getirmesinden kendisinin bir olumluluk atfettiğini görebiliyoruz). Ayrıca, sözleşmecilerin devletin oluşumuyla ilgilenip ilgilenmediği de sorulması gereken bir sorudur. Sözleşme kuramı tıpkı Weber’in ideal tipine yapıldığı gibi bir tarihsel gerçeklik olarak gösterilir. Ancak, tarihsel bir ana takabül eden bir gerçeklik değil, toplumun oluşumunu açıklamalarına yarayan zihinsel bir egzersiz olarak görülmesi daha doğru olacaktır. Son olarak, Mardin’e göre feodal devletin katmanlaşması (iktidarın derebeyleri, merkezi otorite gibi farklı katmanlar arasında dağılması) sivil toplumun tarihsel kökenidir. Ancak Güngen ve Erten’in (2005: 4) de dediği gibi katmanlaşma Fransa’da olduğu gibi Osmanlı devletinde de artı değere el koymanın ve dağıtmanın bir aracı oluyor. Yani, Mardin’de, feodal lordların serfler üzerinde hakimiyet kurmasının aracı olan yapılar ve kurumlar, batı demokrasisinin temelleri haline geliyor. Diğer handan Heper, devleti analizinin merkezine yerleştirir ve Weber’in “devlet verili bir bölgede fiziksel zoru kullanma hakkını elinde bulunduran yapıdır” tanımını kullanarak devleti, sivil toplumdan ayrı bir yapı olarak ele alır (Güngen ve Erten: 2005: 5). Osmanlı siyasi kültürünü, bürokrasinin çevreye dönük hakimiyeti ve çevrenin her fırsatını bulduğunda bu hakimiyeti ortadan kaldırma çabası olarak ele alır. Bu mücadelenin güçlü merkez ve zayıf çevre arasında asimetrik bir ilişki yarattığını söyler. Bu tür bir devleti de patrimonyal olarak tanımlar (Güngen ve Erten, 2005: 5). Ancak, yukarıda söylediğimiz gibi Heper’in devlet-sivil toplum ilişkisine yönelik varsayımları tarih dışıdır, bu ilişkilerin farklı tarihsel dönemlerde farklı biçimler alacağını gözden kaçırır (Güngen ve Erten, 2005: 6). Yine söylediğimiz gibi Weber’i kullanış biçimi de ideal tipi tarihsel bir kategori olarak ele almasıyla problemli hale gelir. Ayrıca, devlet patrimonyaldir (yani yöneticinin keyfi yönetimine dayanır) derken aynı zamanda bürokrasinin de rasyonel olduğunu söyler ki burada bir paradoks olduğunu görmek zor değil. Son olarak da güçlü devlet, zayıf sivil toplum yaratır ve güçlü devletin ortaya çıkmasının sebebi zayıf sivil toplumdur şeklinde bir totolojiyi yaratmış olması analizini daha da problemli hale getirir ( Güngen ve Erten, 2005: 7). Keyder’in sınıf ve devlet analizinin eleştirisini, Korkut Boratav güçlü bir biçimde ele alır. Boratav, Keyder’in tezlerini sınıf oluşumuna


dayandırmasına rağmen bir sınıf ve bürokrasi analizi olmadığını söyler (Boratav, 1993: 130, 137). Keyder’in ampirik verilerini teorik bir çerçeveye oturtmadığı eleştirisini getirir (Boratav, 1993: 130). Boratav sınıfı, üreticinin elindeki artı-değere el koyma mekanizmaları ile açıklar ve sınıfı yalnızca artık değere el koyma biçimi yoluyla diğer sınıflarla arasında oluşan diyalektik karşıtlıklarla tanımlayabiliriz der (kapitalist, işçi sınıfının elindeki artık değere el koyarak onunla diyalektik bir karşıtlık yaratır, gibi) (Boratav, 1993: 130). Ayrıca sosyal grup ya da katman tanımı yaparak bunu sınıftan ayırır. Sınıf ve katman arasındaki farkı en iyi “birincil bölüşüm ilişkileri” (primary relations of distribution) (Boratav, 1993: 130) ve “artık ürünün yeniden bölüşümü” (redistribution of surplus product) veya “ikincil bölüşüm ilişkileri” (secondary relations of distribution) (Boratav, 1993: 131) arasındaki farkı vurgulayarak anlayabiliriz. Tüm sosyal formasyonlarda artı değere el konulmasının ilkin piyasa ve sonrasında piyasa dışı yollarla (yani ikincil bölüşüm ilişkileri ile) yapıldığını söyler (Boratav, 1993: 131). Yani, piyasa içi ilk el koyma sınıf ilişkileri ile açıklanırken piyasa dışında ikincil bölüşüm sosyal gruplarla (bizim konumuz açısından bürokrasi ile) açıklanıyor (Boratav, 1993: 131). Daha anlaşılır bir dille söylersek; kapitalist, üreticinin elindeki artı-değere onu çalıştırıp emeğinden daha az bir maaş vererek el koyarken, bürokrasi zaten elde değiştiren artı değer üzerinden vergi toplayarak artı değerin ikinci defa el değiştirmesini sağlar. Ancak, Keyder bu ikisi arasındaki farkı tamamen görmezden gelerek aynı süreçmiş gibi davranır. Örneğin, Cumhuriyet döneminde bürokrasinin kendisi de maaş alan bir gruptur dolayısıyla artı değere doğrudan el koyması hiçbir biçimde söz konusu değildir (Boratav, 1993: 132). Ancak, yalnızca belli maddi çıkarlara ulaşım ve gelir sorunu olarak ele alındığında bu ayrımlar önemsizleştiriliyor. Boratav ayrıca bürokrasi ve burjuvazi arasında tanımlanan karşıtlık ilişkisine de karşı çıkar. Bürokratik elitlerin maddi kazancını, devlet içindeki ayrıcalıklı konumlarından dolayı burjuvaziden elde ettiklerini, ancak kendilerinin hiçbir zaman bağımsız bir ekonomik güce sahip olmadıklarını söyler (Boratav, 1993: 133). Hakim sınıf içindeki iç dengelerin değişmesinin kendi aralarındaki pazarlık ve uzlaşmalar sonucunda gerçekleştiğini, hiçbir biçimde bir karşıt çıkardan söz edilemeyeceğini vurgular (Boratav, 1993: 133).

Sonuç yerine Bugün gelinen noktada tek başına liberal tarih yazımının eleştirisinin yeterli olmadığı açıktır. Daha doğru ifade edecek olursak bu eleştirinin marksistlerin devlet sermaye ilişkilerine dönük katkıları ile birlikte yapılması ve tarih okumalarına yönelik kendi yaklaşımımızı açıklığa kavuşturmamız gerektiğini söylemiş oluyoruz. Burada ortaya koyduğumuz eleştiriler biraz da bu yönde okunmalı. Bu yazıyı bir başlangıç olarak düşünmek ve tartışmayı derinleştirecek başka yazılar ile beslemek gerektiği açıktır. Bunu yaparken Türkiye tarihinin sol okumalarını ön plana çıkarmak, ortaya konan değerli tezlerin akademik yazıların, genel kabuller haline gelmiş liberal zırvalıkların arasında erimesine engel olmak gerekiyor. Bizden önceki kuşakların bize bıraktığı miras yeniden tartışılmayı ve beslenmeyi bekliyor.

Bu yazı bu derginin sayfalarında yürüteceğimiz daha “derinlikli” tartışmalar için bir başlangıç sayılmalı. Yukarıda kısaca eleştirel yaklaşımlarıyla vermeye çalıştığımız tezlerin çok daha detaylı bir eleştirisinin yapılması gerekiyor. Solun iddialarını geri çektiği bir süreçte, yanlış varsayımlar, metodolojiler ve sonuçlar üzerine kurulu, aşırı genelleştirilmiş, tarih dışı antagonizmalara dayandırılmış bu tezler alıcı buluyor. Ancak daha da derinlere inildiğinde bu süslü sözlerin arkasında saklı olan yanlışları görmek zor değil. Önemli olan bu derine inme çabasını sürekli hale getirmek. Bu nedenle şimdi bize çok iş düşüyor. Notlar: 1. Solun ülkesine küsmüş, yabancılaşmış olmasının etkisi burada da açıkça görülüyor. 2. Elbette ki Türkiye tarihi çalışmalarına önemli katkıları olan Yalçın Küçük, Doğan Avcıoğlu, Tamer Timur, Tevfik Çavdar gibi düşünürlerin katkılarını küçümsemiyoruz. Bunları sol dışında bir kesimde kabul edilebilir hale getirmek konusunda solun başarısız kaldığını söylemiş oluyoruz. 3. Hobbes’un sosyal sözlemesi basitçe şöyle açıklanabilir: Daha yüksek bir otoritenin olmadığı doğal durumda bireylerin hepsi eşittir. Daha doğrusu kimi fiziksel olarak, kimi kurnazlığı ile kimi zekasıyla öne açıkar ama hepsinin birbirini yok etme gücü eşittir. Dolayısıyla sonuç olarak herkesin korunmasız olduğu bir durum ortaya çıkar. Bu durumda, insanlar hayatta kalma şanslarını güvenceye almak için özgürlüklerinden vazgeçerek bütün güçlerini mutlak bir otoriteye devreder ki bu otorite sonunda devlet haline gelir. Daha ayrıntılı bir okuma için Leviathan’a bakılabilir. Bibliography Ahmad, Feroz (1998). “The Development of Capitalism in Turkey”. Journal of Third World Studies, 15 (2), pp. 137-144 Arslan, Ali (2004). “ Emergence of Turkish Bougeoisie and Bussiness-Political Relations in Turkey”. International Journal of Human Sciences. vol. 1, No. 1 Boratav, Korkut (1993). Book review: State and Class in Turkey bu Caglar Keyder. Review of Radical Political Economies, Vol. 25 (1993), pp. 129-141 Boratav, Korkut (1988). Türkiye İktisat Tarihi. İstanbul: Gerçek Yayınevi Gungen, Ali Riza, Erten, Safak (2005). “Approaches of Serif Mardin and Metin Heper on State and Civil Society in Turkey”. Journal of Historical Studies, 3 (2005), pp. 1-14 Heper, Metin (2000). “The Ottomon Legacy and Turkish Politics”. Journal of International Affairs, Vol. 54, No. 1 ( Fall, 2000), pp. 63-82 Keyder, Caglar (1988). “Bureaucracy and Bourgeoisie: Reform and Revolution in the Age of Imperialism”. Review ( Fernand Braudel Center), Vol. 11, No. 2 ( Spring , 1988). pp. 151-165 Keyder, Caglar (2010). Turkiye’de Devlet ve Sınıflar. İstanbul: Iletisim Küçük, Yalçın (1980). Türkiye Üzerine Tezler, İstanbul: Tekin Yayınevi Rozaliyev, Y. N. (1978). Türkiye’de Kapitalizmin Gelişme Özellikleri. Ankara: Onur Yayınları Sönmez, Erdem (2010). “Klasik Dönem Osmanlı Tarih Çalışmalarında Max Weber Etkisi”, Praksis, 23

19


1908 DEVRİMİNDEN BUGÜNE:

AYDINLANMA MİRASI Vurgulanması gereken nokta, Türkiye burjuva devriminin gecikmişliğidir. Gecikmişlik durumu tarihsel sıkışmaya tekabül ediyor. Çıktısı ise genç aydınların karakterine arayışçılık ve eylemcilik olarak yansıyor. Bu durum Jön Türklerin, ittihatçıların, Kemalistlerin ortak özelliği haline geliyor. Bu düşünce ve ruh yapısı açısından kuşaklar arasında bir süreklilik ilişkisinden bahsedilebilir.

Fuat Öztürk Marmara Üniversitesi

C

arr’ın paylaştığım sözünü oldukça önemli buluyorum. Üzerinde birazcık oynama yaparsak eğer; devrimcinin görevi (daha doğrusu görevlerinden birisi de), geçmişi sevmek ya da kendisini geçmişten kurtarmak değil, bugünü ve yarını anlamanın anahtarı olarak onun üstünde çalışmak ve anlamaktır. 12 Eylül ile büyük bir yıkım altında kalan sol, özellikle Sovyetler Birliği’nin de çözülmesi ile 1990’ların başında yoğun olarak liberaller tarafından ideolojik saldırıya maruz kalmış, bu durum da solun aklında önemli bir tahribat yaratmıştır. Bu tahribat, konumuz itibariyle birbiriyle ilişkili iki temel sorunu ortaya çıkarmıştır: Birincisi, solun, 1908 ve 1923’ün sosyalist devrim tezi ile arasındaki bağlantıyı kuramayıp siyasal-toplumsal program haline getiremeyişi; ikincisi ise, solda var olan yapıların özellikle de büyük bir bölümünün, 1908 Devrimi’ne, “İttihatçı zihniyete”, Cumhuriyet’e yönelik tarih dışı eleştirilerin, iktidar perspektifine ve devrimciliğe tekabül ettiğini görememiş olmasıdır. Bu durum solun savunma pozisyonuna çekilmesine ve devamındaysa bastığı zemini inkar eder hale gelmesine sebep olmuştur. Liberaller tarafından yaratılan bu algının miadı, 2013 Haziranında, cumhuriyetçiliğin hala güncelliğini koruduğunu ispatlamasıyla sona ermiştir. Haziran İsyanı, karşı devrim cephesinin ideolojik atmosferini dağıtırken, sol için de, temel mantalitenin artık hücum yönünde değişebileceği yeni bir dönem açmıştır. Bu yazı, bu olgunun bir sonucudur.

Tarihçinin görevi, geçmişi sevmek ya da kendisini geçmişten kurtarmak değil, bugünü anlamanın anahtarı olarakonun üstünde çalışmak ve anlamaktır. E. H. Carr - Tarih Nedir?

20

Ek olarak, ele alacağımız dönem ile içinde yaşadığımız dönem arasındaki benzerliğin kayda değer olduğunu düşünüyorum: II. Abdülhamid’in istibdat rejimiyle Tayyip Erdoğan’ın şahsında cisimleşen diktatörlüğün birbirine benzediği kadar; 1908’ de Genç Osmanlı aydınlarınca verilen hürriyet kavgasıyla 90 kuşağının başını çektiği Haziran İsyanı arasında da neredeyse kabaca bir benzerlik vardır. Aradaki temel fark ise 90 kuşağının arkasında değerlendirilmeyi bekleyen önemli bir mirasın ve deneyimin bulunmasıdır.


Başlarken: Genel tablo 1908’in Türkiye modernleşmesindeki rolüne değinmeden önce genel tabloyu aktarmanın yazının devamı için daha sağlıklı olacağını düşünüyorum. O halde bir alıntıyla başlayalım: “16.yüzyıl Avrupa’sı, doğuda Çarlık Rusya’sı ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan batıda Fransa, Almanya ve İngiltere’ye uzanan tek tek krallık, imparatorluk ve devletlerin toplamıdır. Bu toplam, bize özgün dinamikleriyle devinen bir bütünlük vermez. 19. yüzyıl öncesi Avrupa’da tarih, tekil aktörlerin eylemlerinin nihai bileşkesiyle yol almıştır. Buna karşılık 19. yüzyılın, özellikle bu yüzyıl sonlarının Avrupa’sı, parçaların oluşturduğu bir toplam değil, parçaların hepsini kendi dinamikleriyle yeniden belirleyip şekillendiren bir bütündür. Bu bütünün adı kapitalizm, dinamiği sermaye birikimi/ ihracı, şekillendiriciliği ulus devlet inşası ve kilisenin (dinin) geri plana itilmesi, etkisi de sınırsız yayılma ve yaygınlaşmasıdır.” (1) 19. yüzyıl, Avrupa’da kapitalizmin sistem olarak oturduğu ve artık emperyalizm aşamasında olduğu döneme tekabül ediyordu. Osmanlı ise önceki yüzyıllara nazaran hayli güç kaybeden Osmanlı, bu tabloda emperyalist ülkeler tarafından bir “pazar” olarak görülüyordu. İlk olarak İngiltere’nin zorlamasıyla İngiltere ve Osmanlı arasında 1838 yılında Baltalimanı Antlaşması imzalanıyor ve hemen ardından da diğer Avrupa ülkeleri Osmanlı üzerinde baskı oluşturarak benzeri antlaşmaları imzalıyorlardı. Böylelikle Osmanlı’nın artık resmi olarak, kapitalist ülkelerin açık pazarı haline gelmiş olduğunu söyleyebiliriz. 1881’de ise Muharrem Kararnamesi’yle kurulan Düyun-u Umumiye bu sürecin doruk noktası oluyordu. Açık pa-

zar haline gelen Osmanlı, artık resmen yarı sömürge konumuna getiriliyordu. Burayı özel olarak açmamın sebebi, devletin artık fiilen diğer ülkelere bağımlı hale gelmesidir. Bağımlılık ise sadece ekonomik olarak değil, siyasal ve askeri olarak da gerçekleşiyor. Yani Osmanlı’nın iç ve dış siyasi süreçlere dair attığı adımlarda kendi kararlarından çok, zaman zaman değişkenlik gösteren kapitalist düzen içi güç dengeleri etki ediyor. Devletin üzerindeki bu güç dengelerinin yansıması, bu anlamda konumuz olan ittihatçıları ilk başlarda denge siyaseti izlemek zorunda bırakıyordu: “İttihat ve Terakki kabinelerinde bu “büyük güçlere” yakınlıkları ile tanınan kişilere dengeli bir şekilde yer verilmeye çalışılmıştır. Yönetimin ve ordunun ıslahı konusunda yapılan çalışmalarda bu denge korunmuş, kara ordusu Alman subaylarınca düzenlenirken, donanma İngilizler, jandarma ise Fransızlarca düzenlenmiştir.” (2) Başka bir yazıda daha detaylıca incelemeyi düşündüğüm Ermeni Tehcir yasası meselesinde de, bu güç dengelerinin önemli ölçüde payı bulunuyordu. Örneğin, dönemin Alman asıllı Osmanlı genelkurmay başkanının “tavsiyesi” ve ısrarıyla yasa uygulanmaya başlanacaktı. Bunun yanı sıra, Jön Türklerden Cumhuriyetin kurucu kuşağına değin önemli ortak nokta kadroların “genç” olmalarıdır. Örneğin, Enver Paşa ordunun başına geçtiğinde henüz 30’lu yaşların başındadır. Deneyimi ve tecrübeyi önemli ölçüde yaşayarak öğrendiklerinin altının çizilmesi gerekir.

21


Özellikle Osmanlı’nın son dönemlerini, siyasi çalkalanmaları, burjuva devrim sürecini incelerken bu noktaları göz önünde bulundurmak gerekiyor.

Zamanın ruhu: Arayış, tutku ve eylem 1830’larda Avrupa’ya nitelikli eğitim görmeleri için ilk öğrenciler gönderildiğinde, 1789 Fransız Devrimi’nin rüzgarı Avrupa kıtasında hala hissediliyordu. Bir süre sonra bu kuşak 1848 Devrimlerine tanıklık etti. Bu durum beraberinde arayışı ve eylemciliği getirdi. Jön Türk hareketi ise böyle bir ortama doğdu. Tanık oldukları gelişmeleri ülkelerine aktarmanın yollarını arayarak fikirlerini basın yoluyla örgütlemeye çalıştılar: “Şinasi’nin Tasvir-i Efkar’daki savaş arkadaşı Namık Kemal’in yayıncılığı, “ulus”, “vatan”, “özgürlük”, “yurtseverlik”, “devrim” vb. gibi kavramları edebiyatta ve gazetecilikte ilk kez kullanılır hale getiriyordu.” (3) Bir diğer örnek, tarihteki işçilerin ilk iktidar deneyiminin, Paris Komünü’nün, Jön Türk aydınları üzerindeki etkileridir. 1871 yılı baharında Paris’te çatışmalar baş gösterdiğinde, Şinasi, Namık Kemal gibi genç Osmanlı aydınları artık seyirci kalmak yerine bu ayaklanmanın içerisinde yer almaya başlıyorlar. Hatta o dönemde I. Enternasyonal’e katılıp sosyalistlerle de etkileşime geçiyorlar. (4) Bir süre sonra genç aydınlar illegal örgütler kurmaya başlıyorlar. Bunlardan en önemlisi aynı zamanda, tarihimizdeki, modern anlamda ilk örgütlenme diyebileceğimiz 1889’da, Fransız Devrimi’nin 100.yılında, Askeriye Tıbbiye’de okuyan bir grup öğrencinin kuracağı İttihad-ı Osmani Cemiyeti adlı örgüttü. Örgütün, Jön Türkler gibi başlıca amacı; devletin parçalanmasının önüne geçmek, “İttihad-ı Anasır”ı sağlamak (Osmanlı İmparatorluğu içerisinde yaşayan bütün ulusların birliği, Osmanlıcılık), Meşruiyetin ve Kanun-ı Esasi’nin yeniden ilan edilmesi olarak özetlenebilir. 1906’da, Selanik’te Talat Bey ve bir grup arkadaşı tarafından kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile İttihad-ı Osmani örgütü 1907 yılında birleşiyorlar. İlk önce Terakki ve İttihat Cemiyeti adını alan örgüt, daha sonra bildiğimiz adıyla, ismini İttihat ve Terakki olarak değiştiriyor. İttihat Terakki, Osmanlı’nın çöküşüne engel olmak isteyen genç devrimci kuşağın, dönemin şartları göz önünde bulundurulduğunda, “Ne yapmalı?” sorusuna verdiği en somut yanıttır: “(…) iktidar için yapılan savaşımda, var olan iktidarın ancak silahlı güce yenilmesi kesindir. Yığınların silahsız tutumu sadece bir gösteri, bir iç dökmeden öteye gidemez. Karşıt güçlerin sert bir direnişiyle yığınlar çok çabuk umutsuzluğa düşebilir. Fransız devrimindeki Jakoben iktidarının güç kaynağı olarak silahlı bir gruba dayanması, hatta orduyu bir anlamda kontrol etmesi önemli bir rol oynamıştır. Aradan yüzyıl geçtikten sonra silahlı gücün önemi daha da artmıştır. O halde siyasal örgütlenmenin başarısı için orduyla ilişki halinde olmak, ordunun zinde gruplarını örgüt içersinde yerleştirmek önemli bir tercih olmaktadır. Ordusuz, onun silahlı gücünün bulunmadığı bir siyasal örgütün iktidara ortak olması yirminci yüzyılda bir hayal olabilirdi. Talat’ın örgütü de ordunun (özellikle Rumeli’de) en aydın, en genç ve atılgan subayların bulunduğu yörede bunları göz ardı ederek gelişemezdi…” (5) İttihatçılar, gerçek ve kalıcı çözümün iktidarın alınamadığı takdirde sağlanamayacağını görmüş, hırsları ve iktidar perspektifleri ile Jön Türk geleneğini ileri bir boyuta taşımışlardır.

22

Selanik, Manastır, İzmir, Edirne, İstanbul gibi şehirlerde, 1908 öncesi, sermaye sınıfının ülkenin doğusuna oranla daha gelişmiş olduğunu görüyoruz. Bunda en önemli etken, coğrafik olarak Avrupa’ya daha yakın olması ve liman ticaretinin oldukça canlı oluşudur. İttihat Terakki başta Selanik ve Manastır’da olmak üzere ordudaki genç subaylar arasında örgütlenmesi ve kentlerde ise ciddi anlamda toplumsallığının olması tesadüf değildir. Burada örgütün formasyonuna dair bir takım noktalara değinmek istiyorum: “Önderler, Cemiyet’i illegal örgütleşmeden legal siyasal parti oluşuna kadar Jakoben bir yapıya kavuşturmak istemişlerdir. Nitekim 1908 Devrimi’nden sonra İttihat ve Terakki örgütlerinin kulüp olarak adlandırılması da bu eğilimin biçimsel düzeydeki


görünümüdür. Diğer yandan siyasal örgütün bir blok oluşturması zorunluluğu Jakoben modelini akla getirmektedir. İttihat ve Terakki bir blok oluşturma amacındadır. İşçi (eğer varsa) sermaye sahipleri (eğer varsa) küçük burjuvazi bütün boyutlarıyla bu blokta yerini alacaktır. Kuşkusuz köylüler de aynı blok içinde düşünülmektedir. Örgütün illegal olduğu dönemde blokta yer alması düşünülen tüm katmanların üyeleştirilmesi mümkün değildi. Ama legalleşmenin akabinde bir pıtrak gibi yurdun her yöresinde kendini gösteren İttihat ve Terakki kulüplerinin yapısında böyle bir geniş cephe oluşumunun varlığı aranıyordu. Öncülük gerek örgüt içerisinde gerekse siyasal savaşımda küçük burjuvaziye bunların da sivil ve askerlerden oluşan

bürokratik kesimine verilmişti. Tüccar banker vb. gibi unsurlar örgüt içerisinde belli bir mevkiye sahip olsalar bile etkinlik bu bürokrat unsurlarda özellikle askerlerde idi. Ordunun en sağlıklı kesimlerinin (o günün koşullarına göre) örgüt içerisine alınması başarı için savaşım için gerekliydi.” (6) İttihatçı örgüt formasyonunda, Fransız Jakoben hareketinin etkisi ağırlıklı olmakla birlikte, İtalyan Carbonari ve Rus Narodnik hareketlerinden de etkilenmesinin olduğunu da eklemek gerekir. Burayı özellikle vurgulamamın sebebi, İttihatçıların, burjuva devrim hareketlerini takip etmelerinin, etkilenmelerinin, deneyimlerinden yararlanmalarının altının çizilmesi gerektiğidir. Yani İttihatçılığın

23


oluşumu ve gelişiminde hem Jön Türk hareketinin düşünsel yapısı hem de uluslararası burjuva devrimci hareketlerinin, örgütlenme pratikleri vardır. Devam edelim. 1908’de II. Abdülhamid’in istibdat rejimi fiilen sürse de ortada ciddi anlamda bir iktidar boşluğu vardı. Bu boşluğu iyi okuyan İttihatçılar, Makedonya’daki ordu birlikleri içinde bir isyan hareketi başlatıyor ve bu durum kısa sürede ordunun geri kalanına da yayılıyordu. Abdülhamid’in isyanı bastırmak için gönderdiği askeri birliklerde isyan hareketine katılınca, İttihatçılar, 23 Temmuz 1908’de Manastır’da meşrutiyeti ilan ediyorlar. Rumeli’deki isyan merkezlerinden İstanbul’a gelen meşrutiyet taleplerini padişahı zor durumda bırakmış, aynı günün gecesinde Abdülhamid meşrutiyeti ve anayasayı tekrardan ilan etmek zorunda kalmıştı. Bu durum ülkede sevinç gösterileri ile karşılanıyor. İlan edilen meşrutiyetin temel sloganı ise, 1789 Devrimi’nden hatırlayacağımız gibi; eşitlik, özgürlük ve kardeşlikti. Bu arada Fransız Devrimi’nden etkilenmenin başka bir örneği olarak ilginç bir anekdotu da yeri gelmişken paylaşayım: “Meşrutiyetin ilanı kutlanırken, onu kutlayacak bir marşın bile var olmadığı görülmüştür. Nitekim Selanik’te, her yerde bu mutlu olay büyük tezahüratla alkışlanırken, Beyaz Kule kahvelerinde oturan Naki Bey, coşarak, çalmakta olan orkestrayı susturmuş ve gür sesiyle “Maestro çal Marseyez’i”demiştir. Marseyez’in* nağmeleri arasında orada bulunanlar özgürlüğün tadını ilk defa coşkuyla çıkarmışlardır.” (7) Hem orduda başlayan isyanın etkisi hem de meşrutiyetin ilanıyla birlikte yapılan gösterilerin bir sonucu olarak, İttihatçıların, toplumsal desteğinin büyüdüğünü ve prestijinin de giderek arttığını not edelim.

1908 Devrimi'ne dair notlar İlk olarak vurgulanması gereken nokta, Türkiye burjuva devriminin gecikmişliğidir. Gecikmişlik durumu tarihsel sıkışmaya tekabül ediyor. Çıktısı ise genç aydınların karakterine arayışçılık ve eylemcilik olarak yansıyor. Bu durum Jön Türklerin, ittihatçıların, Kemalistlerin ortak özelliği haline geliyor. Bu düşünce ve ruh yapısı açısından kuşaklar arasında bir süreklilik ilişkisinden bahsedilebilir. Bu gecikmişlik durumun özgünlüğü olarak, 1908 Osmanlı’sında, Avrupa’da yaşanan ilk dönem burjuva devrimlerinde görüldüğü gibi genel olarak gelişkin bir sermaye sınıfının varlığından bahsedemiyoruz. 1908 Devrimi’nin öncüsü olan İttihatçı kadrolar ile Cumhuriyet’in kurucu ve yöneticilerinin yapılacaklar listesinde, gelişmemiş olan sermaye sınıfını, iktidar sürecinde üstyapısal önlemler alarak güçlendirmenin de yazılı olduğunu unutmamak gerekir. Bu sadece 1908 Osmanlısının ve 1923 Türkiyesinin değil, genel olarak gecikmiş burjuva devrimlerinin karakteristik özelliklerinden birisidir. Devam edelim, ittihatçıların “kurtuluşa” dair geliştirdikleri strateji ile “kuruluş” diye tarif edebileceğimiz döneme dair formüle ettikleri siyasal ve toplumsal program arasında büyük bir açı vardır. Örnek vermek gerekirse, İttihat Terakki’nin bütünlüklü bir özgürlük tanımı geliştirebildiğini söyleyemeyiz. Daha doğrusu özellikle Talat Paşa’nın formüle ettiği özgürlük

24

tanımı, sürgün olarak gönderildiği Selanik’te şekillenmişti. Burada ilerici fikirlerin rahatça tartışılabilmesi ve örgütlenebilmesi, farklı unsurların bir arada kardeşçe yaşayabilmesi, kadınların toplumsal ve kültürel yaşama katılmasının mümkün olması bir anlamda düşünce olarak ittihatçıların özgürlük fikrinin altyapısını oluşturuyordu. (8) Buradan hareketle, amaçları arasında başat olanın özgürlük olmadığını, asıl önemli olanın Jön Türklerden itibaren genç kuşakların temel düşüncesi haline gelen, devletin parçalanmasının önüne geçmek olduğunu unutmamak gerekir. Hatta bununla bağlantılı olarak, attıkları adımlarda var olan toplumsal dengeleri sarsmaktan, radikal bir değişiklikten kaçınmaya çalışmışlardır. Yukarıda aktarılan Selanik gözlemleriyle birleştirecek olursak, formüle edilen özgürlük anlayışının dolaylı olduğunu ve özgürlüğün ve adaletin ayrılıkçı hareketlerin önüne geçeceği inancının hakim olduğunu söylemek gerekir. Balkanlarda, Osmanlı egemenliği altında yaşayan kimi milletlerin, Balkan Savaşı sonrası birer birer bağımsızlıklarını ilan etmelerinin ardından İttihatçıların temel programları Osmanlıcılık ilkesinden, başka bir çarenin olmayışından kaynaklı olarak Türkçülüğe kaymıştır. Bu durumun, var olan burjuva düşünce sistematiği içerisinde zaten başka bir alternatifi de yoktur. En önemli sebebiyse, giriş kısmında Çulhaoğlu’ndan yapılan aktarımda belirtildiği gibi, kapitalizmin şekillendiriciliğinin ulus devlet inşası olduğu olgusudur. Buraya parantez açalım: İttihatçıların fikir olarak geliştirdiği Türkçülüğün, ırkçılıkla veya günümüzdeki anlamıyla milliyetçilikle arasında pek benzerlik yoktur. Uluslararası burjuva devrim hareketlerinden etkilenmeleri, örgüt içinde hatta yöneticileri arasında çeşitli milletlerden olan militanların olması, devletin içinde yaşayan yabancı uyruklu aydınların yapılan tartışmalarda oldukça önemsenmesi vs. Türkçülüğün daha çok çaresizlikle ve geliştirilen pragmatik devrim stratejisiyle alakalı olduğu görülür. İktidar deneyiminden çıkardığımız bir diğer sonuç, İttihatçıların, her ne kadar kendisinden önceki burjuva devrimlerini kendilerine referans olarak alsalar bile çeşitli zorluklar yaşıyorlar. Basit bir denklemde anlatacak olursak, kurtuluş dönemi için ne yapılacağını, nasıl mücadele edileceğini iyi bilen genç devrimciler; yıktıkları şeyin yerine neyi, nasıl kuracakları noktasında tecrübesizlik, donanım eksikliği kendisini gösteriyor. Yani İttihatçılar başlangıçta, 1923’de kurulacak olan Cumhuriyet örneği gibi görece bütünlüklü bir iktidar perspektifini bu sebepten dolayı geliştirememişlerdir. Fakat İttihat Terakki’nin iktidar deneyimi, bir anlamda Cumhuriyet’in kurucu ve yönetici kadroları için okul işlevi görmüştür. Toprak reformu tartışmalarından solidarizme, halkçılık ilkesine, cumhuriyet kavramından çeşitli iktisat modellerine değin birçok başlık bu okulda tartışılmış, genç kadrolar birikim elde etmiştir: “İttihat ve Terakki, Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan Jön Türk hareketinin doruk noktası. İttihat ve Terakki, zamanına göre son derece disiplinli bir siyasal hareket. Ordu’da, Mülkiye’de, Tıbbiye’de derin kökler bulabilmiş bir hareket. Çeşitli ırktan yönetici ve militanları bir araya getirebilmiş bir hareket. Cumhuriyet’in kurucu ve yönetici kadroları bu büyük siyasal okuldan geçmiş kimseler. Hem örgütçülük hem de siyasal program olarak bu okuldan geçmiş kimseler.” (9)


“Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin temelinde bu ittihatçı maya vardır. Mustafa Kemal’in ittihatçılığı inkarı, temelde ittihatçılığın sürdürülmesidir. İttihatçılık-Kemalizm çizgisi, devam-inkar diyalektiğinin özgün örneklerindendir.Türkiye Cumhuriyeti’ni biçimlendiren siyasi kadroların hemen hemen tümü, İttihat ve Terakki siyasal okulunda yetişenlerdir.” (10)

Bugün önümüzde duran sorunun tam olarak bu olduğunu düşünüyorum. Yeni bir cumhuriyet mücadelesinde ise cevap ayrıntıda gizlidir: Biz değilsek kim? Şimdi değilse ne zaman?

Özetle söylemek gerekirse; Cumhuriyet, 1908 Devrimi’nin anatomisidir.

Notlar:

Sonuç yerine Haziran İsyanı ile artık yeni bir dönemin başladığını söyledik. Bu yeni dönemin esas özelliklerinden birisi, artık savunma psikolojisinden çıkılıp devrimcilikten ve iktidar perspektifinden asla taviz verilmeksizin hayatın her alanının yeniden üretilmesi gerektiğidir. Burada basit anlamda bir tarih yazımını kastetmiyorum. 1908 ve 1923’ten günümüze devreden mirası yorumlamanın, bunu iktidar perspektifiyle değerlendirip siyasal-toplumsal programın önemli bir parçası haline getirip geleceğe taşımanın yolu Haziranla birlikte tekleşmiştir. Politik olarak izdüşümü sadece ve sadece “yeni” bir Cumhuriyet mücadelesidir. Bu tekleşmenin en önemli sebebi, Türkiye’de cumhuriyetçiliğin toplumsal desteğinin giderek radikalleşiyor oluşudur. Haziran bunun en önemli dışavurumuydu. Bu çizgiden ödün verilmeden güçlendirilmesi gerekiyor. Bunun dışında kalan her değerlendirme geçmişe dönme isteğine veya geçmişi inkar etmeye varacaktır. Özellikle bu tutum, geçmişi inkar etmek, iktidardan kaçışın kamufle olmuş halidir. Bahsedilen iki hattında ortak paydası gerçek anlamda “gericiliktir”.

(1) Metin Çulhaoğlu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e modernleşme: Elitlerin zorlaması mı?, Gelenek dergisi, sayı 117 (2) Aktaran İlhan Tekeli – Selim İlkin, Cumhuriyetin Harcı Köktenci Modernitenin Doğuşu, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2. Baskı, s. 94 (3) Yuriy Aşatoviç Petrosyan, Sovyet Gözüyle Jöntürkler, çevirenler: Mazlum Beyhan, Ayşe Hacıhasanoğlu, Bilgi Yayınevi, 1974, s. 53 (4) Yuriy Aşatoviç Petrosyan, a.g.e., s. 80 (5) Tevfik Çavdar, Talat Paşa Bir Örgüt Ustasının Yaşam Öyküsü, Dost Kitabevi, 2. Baskı, 1984, s. 65 (6) Tevfik Çavdar, Jakobenler İttihatçılar ve Türkiye’de Siyasi Örgütlenmelerin Kaynağı, Gelenek dergisi, sayı 69 (7) Tevfik Çavdar, a.g.e., s. 107 (8) Tevfik Çavdar, a.g.e., s. 55 (9) Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler 1908 – 1980 1. Cilt, Tekin Yayınevi, 4. Baskı, 1997, s. 19 (10) Metin Çulhaoğlu, Tarih Türkiye Sosyalizm Bir Mirasın Güncelliği, Yazılama Yayınevi, 4. Baskı, 2012, s. 119-120 *La Marseillaise olarak bilinen Fransa’nın ulusal marşı.

25


Taner Timur ile Türk Devrimi ve Modernleşen Türkiye Üzerine Kurulluştan Çözülüşe Türkiye Cumhuriyeti başlıklı dosyamız kapsamında, geç Osmanlı ve Türkiye modernleşmesi konusunda uzmanlaşmış önemli isimlerden Prof. Dr. Taner Timur ile sohbet ettik. Timur ile İttihat ve Terakki, Cumhuriyet devrimi, liberal tarih yazımı ve AKP Türkiyesi’nde gençliğin rolü üzerine verimli sohbet gerçekleştirdik. İyi okumalar... Söyleşi: Akın Art, Arda Özel

Prof. Dr. Taner Timur kimdir? 1958 yılında AÜ SBF'den mezun oldu. Aynı fakültede asistan olmasının ardından, 1968 yılında doçentliğe, 1979 yılında profesörlüğe yükseldi. 12 Eylül askeri darbesinden sonra görevinden istifa ederek çalışmalarını Paris'te sürdürdü. Eylül 1992'de eski görevine döndü. 2002 yılına kadar bu görevini sürdürdü. Başlıca eserleri: - Türk Devrimi ve Sonrası (1971) - Osmanlı Çalışmaları-İlkel Feodalizmden Yarı Sömürge Ekonomisine (1989) - Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş (1991) - AKP’nin Önlebebilir Karşı Devrimi (2014)

26

Ülkemizde, Osmanlı üzerine çalışmış az sayıdaki Marksist düşünürden birisiniz. Bu konuda oldukça kapsamlı kitaplara imza attınız. Araştırmalarınızda Osmanlı toplumunda yaşanan iktisadi ve politik dönüşümün Amerika modelinin aksine aşağıdan yukarı gerçekleşmediğini söylüyor, yaşanan dönüşümü “Prusya Modeli” olarak niteliyorsunuz. Osmanlı’daki üretim ilişkileri neden bu dönüşüm modeline yol açmıştır? Biraz açabilir misiniz? Osmanlı Devleti, Batı Roma İmparatorluğunu yıkan Germen fetihlerinde olduğu gibi, fakat onlardan beş yüz yıl kadar sonra, Doğu Roma toprakları üzerinde, yine fetihler yoluyla kuruldu. Tarihi maddeciliğe temel teşkil eden Fransız tarihçilerden Marx ve Engels’e, hatta Braudel gibi çağdaş tarihçilere kadar bu benzerliğin altı çizilmiştir ve ben de analizimi bu nesnel olguya dayandırdım. Ne var ki bizde gelişmeler belli bir noktadan sonra farklı oldu. Batıda feodal tarih iki aşama halinde yaşanmıştır. İlk aşamada fethedilen topraklar aşiret reisleri, yani “komutan”lar tarafından gazilere “kullanım hakkı” (beneficium) olarak dağıtılıyor ve alım-satım, miras gibi hakları içeren mülkiyet hakkı bulunmuyordu. İkinci döneme, yani klasik feodalizme, genellikle on birinci yüzyıl başlarından itibaren geçildiği kabul ediliyor. Aynı yüzyılda tarım teknolojisindeki devrimci gelişmeler, üretimin ve sonuç olarak da nüfusun artmasına yol açmış ve Haçlı Seferleri de bu sosyo-ekonomik taban üzerinde gerçekleşmişti. 15. yüzyıldaki keşifler ise büyük ticareti Atlantik ötesine taşıyarak Akdenizi bir göl haline getirdi ve Batı’da feodal ilişkiler çözüşmeye başladı. Oysa Türklerin İstanbul’u alarak İmparatorluk kurmaları da tam bu tarihlerde oluyordu. Kısaca, Batı’da ticaretin gelişmesi ve el sanayinden (zanaat) imalat sanayine (manüfaktür) geçilirken, Osmanlı Devleti geniş topraklara yayılmış bir alanda, timar sistemi adı altında, feodal üretim biçiminin ilk aşamasını yaşıyordu. Osmanlılar 17. yüzyıl sonlarına kadar bu ilkel dönemi aşamadılar. Bu durgunlukta ticari yolların değişmesi olduğu kadar, sultanların devşirmelerden oluşan Yeniçeri ordusunu kurmaları da önemli bir rol oynadı. Feodal dağılmayı önleyecek böyle bir merkezi ordu


Batı’da yoktu. Marx ve Engels, fazla açmadan, “Türkler Doğu’da işgal ettikleri topraklarda bir çeşit tarımsal feodalizm kurdular” diyorlardı. Osmanlılarda feodalizmin klasik dönemine geçiş sarsıntıları timar sisteminin çökmesi ve bunun işaretleri olan Celali isyanları ile başladı. Ne var ki yerel güçler haline gelerek “ayan” statüsü ile merkezi iktidara ortak olan (Çapanoğulları, Karaosmanoğulları vb gibi) hanedan aileleri bile batılı kontluk ve dükalıklar haline gelemediler. Zaten II. Mahmut, Batılıların da yardımı ile ve yerel güçlerin kendi aralarındaki çekişmeleri de kullanarak bunları kontrol altına almıştır. Engels son yazılarında bile bunların “feodalizmin ilkel ve barbar aşamasını” temsil ettiklerini yazıyordu. Almanya’da gelişme büyük feodal ağaların (Junker’lerin) kapitalistleşmesi ile gerçekleşmiştir. Bismark bunların en tipik ve en güçlü temsilcisiydi. Osmanlılarda bu tarz gelişme iç pazarın, sanayileşmenin ve tarım teknolojisinin gelişmesi ile olmadı. Devlet ve Reşit Paşa gibi büyük paşalar Avrupa ve Amerika’dan tarım uzmanları getirerek onlara modern çiftlikler kurdurmaya çalıştılar ve bu da başarılı olmadı. Biraz 1923’e, özellikle AKP döneminde popülerleşen kimi tezlere bakalım isterseniz. Akademi çevrelerinde Osmanlı toplumunda 1923 devriminin temellerinin olmadığı, ortada bir devrim değil, birkaç askeri bürokratın iktidarı ellerinde tutmak için gerçekleştirdiği bir iktidar değişikliği olduğu tezi uzun zamandır işleniyor. 1923’e dair liberal okumalarda sık kullanılan bir diğer ifadenin ise Murat Belge’nin “militarist modernleşme” nitelemesi olduğunu görüyoruz. Açık ki tarih yazımı, ilgili dönemdeki olgularla ilgili olduğu kadar, bugün o tarihi yazan kişinin niyeti ile de ilgili. .Bu

tarih yazımının hegemonik hale gelmesi ile AKP’nin bugünkü hegemonya projesi arasında ciddi bir ilinti olduğu ortada. Walter Benjamin’in deyişiyle ortada “bugün ile yüklü bir geçmiş zaman” var. Buradan, AKP’nin retoriğinden ve hegemonya projesinden de yola çıkarak artık dillere pelesenk olan 1923’ün “tepeden inmeciliği” ve askeri karakteri konusunda neler söyleyebiliriz? Geç kapitalistleşen ülkelerde, daha özelde ise bölgemizde, Ortadoğu’da neden genelde “tepeden inmecilik” ve “askeri modernleşme” var? 1923 Devrimi’nin Ortadoğu’daki ‘tepeden inme’ darbelerin benzeri olduğunu söylemek aslında ortada bir “devrim”in olmadığını söylemek demektir ki bu geride kalan Kurtuluş Savaşı yıllarını görmezden gelmek olur. Unutmayalım ki bu savaşı subaylar örgütlemiş ve yürütmüş olsa da –ki başka türlü olamazdı- savaşanlar ve ölenler halk çocuklarıydı. 1919’da İzmir’in işgaline başlangıçta halktan büyük bir tepki gelmemişti. Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’ya çıktıktan hemen sonra, 28 Mayıs’ta, asker-sivil yöneticilere gönderdiği tamimde “büyük ve heyecanlı mitingler” düzenlenmesini istiyordu. Yerel kongreler ve sonunda Millet Meclisi’nin toplanması bu espri içinde mümkün oldu. Umutsuz bir ortamda Mustafa Kemal Paşa’yı gerçek bir devrimci kılan husus, “ortak cephe” stratejisi içinde, çıkarları, duyguları ve düşünceleri farklı toplumsal sınıf ve kategorileri emperyalist kampın aracı olan işgalci güçlere karşı birleştirmek ve bunu da gizli örgütlerle değil, dünyaya ilan edilen ilkeler ve kurulan Büyük Millet Meclisi çerçevesinde sağlamak olmuştur. Ne var ki bu savaşın gizlediği çıkar ve ideoloji karşıtlıkları, zaferden sonra, Saltanat ve Hilafet’in kaldırılması sırasında su yüzüne çıkınca yeni

27


bir kavga başlamış ve bunu da Kemal Paşa’nın öncülüğünde devrimci kanat kazanmıştır. Kazım Karabekir’in “Paşaların Kavgası” dediği bu kavgada eğer Mustafa Kemal tasfiye edilseydi kuşkusuz devrimci atılım büyük bir darbe yiyecekti ve ülkenin o günkü sosyo-kültürel koşulları içinde de, bazılarının sandığı gibi demokratik bir rejim kurulamayacaktı. Bugün Türkiye’de devrim düşmanlığı hüküm sürüyor ve bunun, doğaları icabı her zaman karşıdevrimci olan sermayedar sınıf dışında, başlıca iki temel kanadı var. Birincisi AKP’yi iktidara getiren ve besleyen siyasal İslam akımı; ikincisi de, saplantılar içindeki liberal bir aydın kesiminin bir Fransız Marksistinin “AB milliyetçiliği” dediği tutuma uygun militanlığı. Maalesef “devrim” denilince sadece “sosyalist devrim” anlayışı içinde olan bazı solcular da bu paralelde yorumlar yapıyor. Türk Devrimi gecikmiş bir burjuva devrimiydi ve tüm sosyalistlerin bu tarihi mirasa sahip çıkmaları gerekir. 1789 Fransız Devrimi sırasında 1923 Devrimi’nden çok daha büyük haksızlıklar yapılmış, Vendée ayaklanmasında, Jakoben teröründe çok daha fazla kan dökülmüştür; fakat bugün Fransa’da –hatta dünyada- hiçbir sosyalist bunları savunmasa ve tüm haksızlıkları eleştirse de, 1789 Devrimi’ni karalamıyor, aksine bunu devrimci mirasın temeli olarak görüyor. Oysa bugün bizde dinci fanatizm ile samimiyeti tartışmalı bir “demokrasi fetişizmi” laik cumhuriyetin kuruluşunu faşizan bir sistemin, bir zulüm rejiminin kuruluşu olarak sunmaya çalışıyor. Bu konuda -bir kısmı gerçek demokratlar tarafından yazılmış- tonla eseri yok sayıyorlar. Tam “akıl tutulması” denilebilecek durum! Unutmayalım ki Marx, Mithat Paşa’yı da devrimci olarak görmüş ve onun yenilgisinden sonra, “bir krizin zirvesinde devrimci bir tavır almayan halk kaybolmuş demektir” demişti.

“1923 Devrimi’nin Ortadoğu’daki ‘tepeden inme’ darbelerin benzeri olduğunu söylemek aslında ortada bir “devrim”in olmadığını söylemek demektir ki bu geride kalan Kurtuluş Savaşı yıllarını görmezden gelmek olur. Unutmayalım ki bu savaşı subaylar örgütlemiş ve yürütmüş olsa da –ki başka türlü olamazdısavaşanlar ve ölenler halk çocuklarıydı.” 28

Türkiye’nin modernleşme tarihinin en önemli uğraklarından biri olan 1908 devrimi ve devrimin öznesi olan İttihat ve Terakki kadrolarının AKP’nin tarih yazımı içerisinde hedef tahtasına oturtulduğunu görüyoruz. Topçu Kışlası’nın yeniden inşa edilmek istenmesi, Abdülhamid’e çeşitli etkinlikler aracılığıyla iade-i itibarda bulunma çabaları bu durumun önemli örnekleri sayılabilir. Bu durumda iki noktanın üzerinde durmak gerekiyor sanırız. Birincisi, AKP ve bir dönemki liberal ortaklarının iddia ettiği gibi “İttihatçı Zihniyet” bütün kötülüklerin anası mıdır? İkincisi doğrudan İttihat ve Terakki üyesi olup olmadığı gibi spekülatif sayılabilecek tartışmaları bir kenara bırakırsak, Mustafa Kemal önderliği ile İttihat ve Terakki arasında ideolojik/programatik bağlamda nasıl bir süreklilik ve kopuş ilişkisi vardır? İttihatçılar, bir çeşit tarikatçı zihniyet içinde, Tarık Z. Tunaya’nın deyimiyle, “kendilerini Osmanlı İmparatorluğu’nun tek kurtarıcısı sayıyorlardı ve tek gerçek onlardaydı.” Bu yüzden hiçbir zaman Mustafa Kemal’i de gerçek bir lider olarak görmediler; zamanı gelince iktidarı kendilerine terk edecek başarılı bir komutan saydılar. Ne var ki işler bekledikleri gibi yürümeyince de bir suikastle Atatürk’ü yok etmeye çalıştılar. Buna karşılık bir kısım İttihatçı da, geçmişteki hataları kabul ederek ve özeleştiri yaparak başlangıçtan itibaren ulusal harekete katıldı ve önemli görevler üstlendiler. O yıllara egemen olan koyu milliyetçi anlayış, savaştan çıkmış, yok olmaktan güçlükle kurtulmuş bir milletin duygusal refleksidir; dönemin koşulları içinde değerlendirilmelidir. Bugün elbette ki “Kemalizm” adı altında böyle bir milliyetçilik savunulamaz. Ne var ki “ulus-devlet dönemi bitti, artık küreselleşme çağındayız; sınırlar ortadan kalktı” şeklindeki bir söylem de aynı derecede yanıltıcı görünüyor. Türk pasaportunun Türkleri ve Kürtleri nasıl “ulusal” sınırlara hapsettiğini her gün binlerce vatandaşımız tecrübesiyle yaşıyor. ABD’li devlet adamları konuşmalarına sık sık “vital american interests” diye başlıyorlar ve buna karşı gördükleri ülkeleri de –bugünlerde Rusya’da olduğu gibi- dize getirmeye ya da, yerine göre, bölmeye çalışıyorlar. Bir burjuva enternasyonalizmi altında gizlenen ulusal çıkar çatışmalarının, kapitalist kriz bağlamında, her gün biraz daha kızıştığı bir dönemden geçiyoruz. AKP kurmaylarının ‘ekmekle karne dağıtılması’ örneği ve ‘führerle milli şef yan yana’ gibi söylemlerle ülkedeki aydınlanmacı birikimi tasfiye ederken kitlesini konsolide edecek bir anahtar kavram olarak ‘CHP zihniyeti’ ve tek parti rejimi ile savaştığını görüyoruz. Bu dönem genelde içinde bulunduğu tarihsel koşullarından soyutlanarak, anakronik bir yöntemle değerlendiriliyor. Bu sebeple şu soruları sorma gereği duyuyoruz: Tek parti dönemi Türkiye’ye mi özgüydü? Tek parti rejimleri tek parti döneminde yaşanan zor uygulamalar ve şiddet “CEHAPE Zihniyeti” diye ifade edilen tek bir parti miydi gerçekten yoksa o dönemin hemen bütün siyasetçilerini içerisinde barındıran CHP’de farklı eğilimler ve bu eğilimler arasındaki gerçekleşen bir hegemonya mücadelesinden bahsedilebilir mi? Tek partili rejim elbette ki Türkiye’ye özgü bir rejim değildir; aksine Türkiye tek partiden çoğulcu demokrasiye zor kullanılmadan, serbest seçimlerle geçen tek ülke olmuştur. Bu evrim bir Anayasa değişikliği bile yapılmadan, sadece Dernekler Kanunu’ndaki bir tadilatla gerçekleşmişti. 1950’lerin ünlü Anayasa hukukçusu Prof. Maurice Duverger Türkiye’yi bu konuda örnek bir ülke olarak gösteriyordu. Bu geçiş yıllarını “Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş”


başlıklı kitabımda incelemiştim. Aslında CHP’de her zaman farklı eğilimde gruplar olmuştur. Unutmayalım ki Demokrat Parti’yi de –birisi eski başbakan- dört tane CHP’li milletvekili kurdu. Türkiye’de önce İttihat ve Terakki, ardından Kemalist kadrolar tarafından temsil edilen hattın karşısında konumlanan liberalmuhafazakar hattın ilk defa 1950’de Demokrat Parti aracılığıyla bir seçim başarısı kazandığını görüyoruz. “Türk Devrimi ve Sonrası” kitabınızda tarihten soyutlanmış bir ‘Kemalizm’den ve bunların ürünü ’71 ve ’80 darbelerinden söz ediyorsunuz. Demokrat Parti’ye karşı yapılan 1960 darbesini bu kategoriye dahil etmiyorsunuz. 1960’ı diğer iki darbeden ayrı görmenizin sebeplerini biraz açabilir misiniz? 27 Mayıs darbesi aslında bir karşı-darbedir. Menderes’in büyük bir çoğunluğa sahip olduğu TBMM’de kurulan “Tahkikat Komisyonu”na muhalifleri üç yıla kadar hapsetme olanağı sağlayan kanun, aslında bir sivil darbe kanunuydu. Menderes’in elinde toplanmış bulunan yürütme gücü, yargı erkini de kontrol altına alıyordu. Bu bir sivil darbe anlamı taşıyordu. Örneğin Portekiz’de de Salazar diktasını bir Anayasa değişikliği ile kurmuştur. İlginçtir ki bir AB üyesi olan Portekiz’in bugünkü Anayasası, 1974’te Salazar’ı düşüren ve sömürgeciliğe son veren bir askeri darbenin ürünüdür. Bu yüzden de ülke tarihine “karanfiller darbesi” diye geçmiştir. Darbeler sadece askerler tarafından yapılmaz. Nitekim bugünkü yöneticilerin hayran olduğu Necip Fazıl Kısakürek de 27 Mayıs sabahı darbeyi Menderes’in yaptığını sanmış ve kendi deyimiyle “sevinçten uçmuştu”. Bunu “Babıali” adlı anı kitabında kendisi anlatıyor. Bunun dışında 27 Mayıs ordu hiyerarşisi içinde gerçekleşmediği için “düzen” fikrine aykırı bazı uygulamalara da yol açtı. Darbeciler tarihe iktidarı DP’den alıp CHP’ye nakleden bir gurup olarak geçmek istemiyorlardı. Bazı temelli reformlara kalktılar ve bunda hiç başarılı olamadılar. Fakat tutumları ülkede bir takım büyük haksızlıkların yanı sıra bazı alanlarda da özgürlük marjının büyümesine yol açtı. Mayıs-68 devrimci akımı bu ortamda gelişti. Türk Devrimi ve Sonrası kitabınızda 1971 darbesinden sonra oluşturulan, 1923’teki devrimci bağlamından çıkartılan ve resmi ideolojinin bir parçası haline gelmiş Atatürk kültünden bahsetmiştiniz. Fatih Yaşlı sizin yeni kitabınızla eşdeğer bir zamanda çıkmış olan ‘AKP, Cemaat, Sünni-Ulus’ kitabında kendisinin ‘Cumhuriyetin Uzun İntiharı’ olarak adlandırdığı, özellikle 1990’larda ‘Atatürkçülüğün’ kendi sol kanadını budamasıyla hem AKP’yi yarattığını hem de Kemalizm’i 1930’ları geri getirmeye çalışan bir politikaya hapsettiğini iddia ediyor. Sizin bu konudaki düşünceleriniz nelerdir? Türk Devrimi kendi ilkelerini savunacak ve bunların devrimci bir şekilde aşılmasına zemin oluşturacak tarihi bir miras oluşturuyor. Aslında Kemalist kült zaman zaman Atatürk’ü de küçültür şekiller almıştı. Karizmaların nasıl sonlandığını inceleyen M. Weber bu konuda normal yolun “karizmaların rutinleşmesi” olduğunu söylemiştir. Bizde de aslında bu gerçekleşiyordu. Ne var ki son yıllardaki Atatürk düşmanlığı tam aksi sonuç verdi ve reaksiyon olarak kült yeniden şahlandı. Son yıllarda Anıt Kabir’e akan insan selleri bu tepkinin ifadesidir. Tarih işte böyle tez ve antitezlerle ilerliyor. ‘AKP’nin Önlenebilir Karşı-Devrimi’ kitabınızda Haziran Direnişi’nin göze çarpan motor gücü olarak genç kuşaktan ve genç kuşakların Türkiye’nin modernleşme çizgisi boyunca hep diktatörlük-gericilik karşıtı tutum almalarından söz açıyorsunuz.

“1789 Fransız Devrimi sırasında 1923 Devrimi’nden çok daha büyük haksızlıklar yapılmış, Vendée ayaklanmasında, Jakoben teröründe çok daha fazla kan dökülmüştür; fakat bugün Fransa’da –hatta dünyada- hiçbir sosyalist bunları savunmasa ve tüm haksızlıkları eleştirse de, 1789 Devrimi’ni karalamıyor, aksine bunu devrimci mirasın temeli olarak görüyor. Oysa bugün bizde dinci fanatizm ile samimiyeti tartışmalı bir “demokrasi fetişizmi” laik cumhuriyetin kuruluşunu faşizan bir sistemin, bir zulüm rejiminin kuruluşu olarak sunmaya çalışıyor.” 1958’den beri gençlik hareketini gözlemleyebilmiş birisi olarak sizce gençliğe bugün düşen nedir? Bugün Türkiye’de gençliğin büyük bir kısmı ne maddi ne de manevi planda çağdaş olanaklardan yaralanabilecek koşullarda bulunuyor. Bu durumda, böyle olanaklara sahip gençlere düşen görevlerin başında da önce kendi neslinin davalarına sahip çıkmak geliyor. Özellikle eğitim alanında. Ve bunu yaparken de kendilerini çağdaş bilgilerle donatmaktan, ülkede hala yaygın olan ve giderek daha da yaygınlaşma eğilimi taşıyan Ortaçağ hurafelerine karşı savaşmaktan geri durmayarak.. Bu arada umutsuzluğa da hiçbir zaman kapılmadan.. Mithat Paşa’dan bugüne, gençlik hareketleri, arada bazı karanlık sayfalara rağmen, siyasal tarihimizde parlak bir yer işgal ediyorlar.

29


Cumhuriyet’in Otopsisi Olarak

“Türkiye Üzerine Tezler” Özellikle AKP’nin iktidara gelmesinin ardından, “Kemalist” tarih yazımına alternatif olma iddiası taşıyan liberal tarih yazımının giderek görünür, daha sonra da egemen hale geldiğini gözlemlemek mümkün. Ezber bozma söylemiyle hareket eden, “Mustafa Kemal putunu” yıktığı, dolayısıyla muhalif bir nitelik taşıdığı varsayılan bu araştırmalar, sırtını 1923 Cumhuriyeti’ni tasfiye etme misyonuyla hareket eden siyasi iktidara dayamanın rahatlığını yaşadılar. Ancak, hiçbir dönem böyle bir sigortaya sahip olmayan Yalçın Küçük, resmi tarih tezleriyle henüz 70’li yılların sonunda, yazıya konu ettiğimiz kitabı aracılığıyla oldukça radikal bir şekilde hesaplaşmıştı.

A. Sinan Günçe İstanbul Üniversitesi

T

ürkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş süreci ve Türkiye’nin modernleşme serüveni üzerine yazılan çok sayıda araştırma olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu araştırmaların yalnızca küçük bir kısmı 90 kuşağının ilk ve ortaöğrenim döneminde öğrendiği eski resmi tarih yazımının veya bugün AKP eliyle egemen (1) hale getirilmeye çalışılan liberal- muhafazakar tarih yazımının zaaflarından muaftır. Bu araştırmaların (büyük) bir kısmı, kuruluş dönemine dair olguları bir çerçeve içerisinde anlatarak okuyucuyu bilgilendirmek amacı taşırken, bir kısmı da verili tarih yazımını karşıya alan tezler ürettiği iddiasındadır. Ancak bu araştırmaların çok daha küçük bir bölümü gerçekten verili tarih yazımının, tarih inşasının (2), altını oyan özgün tezler içerir. Yalçın Küçük’ün “Türkiye Üzerine Tezler” başlıklı beş ciltlik dizisi, bu istisna araştırmaların şüphesiz en değerlilerinden bir tanesidir. Enis Batur ile yaptığı söyleşide, kitap yazma cüretini şöyle açıklıyor Küçük: “Bana göre insan, "işte bakın ben bir kitap yazıyorum, bütün kitaplar yanlıştır." diyorsa kitap yazar. Böyle bir iddia olmadığı takdirde kimse kitap yazmamalıdır.” (3) Türkiye Üzerine Tezler’in bu iddianın altında kalmayacak özgünlükte bir kitap dizisi olduğunu söyleyebiliriz. Ve eklemeliyiz: Türkiye modernleşmesine dair herhangi bir araştırma, Yalçın Küçük’ün bu araştırmasına değinmezse eksik kalacaktır. Bu sebeple biz de, bu konuya ayırdığımız “inceleme” bölümümüzde bu araştırmayı incelemeye çalışacağız.

30


Daha önce belirttiğimiz gibi çalışma beş ciltten oluşuyor. İncelememiz büyük oranda Cumhuriyet Devrimi olduğu için bu yazı yalnızca Türkiye Üzerine Tezler’in ilk cildini ele alacak. Her ne kadar diğer kitaplarda da (özellikle araştırmanın ikinci cildinde) meseleye dair önemli anekdotlar olsa da, oldukça yoğun ciltlere sahip bir dizinin birden fazla cildine odaklanmanın bir kitap incelemesinin sınırlarına sığmayacağını düşündüğümüz için, böyle bir sınırlamaya gitmek durumundayız.

Cumhuriyet, Bolşevikler ve 'Üç- Beş Ayyaş' Özellikle AKP’nin iktidara gelmesinin ardından, “Kemalist” tarih yazımına alternatif olma iddiası taşıyan liberal tarih yazımının giderek görünür, daha sonra da egemen hale geldiğini gözlemlemek mümkün. Ezber bozma söylemiyle hareket eden, “Mustafa Kemal putunu” yıktığı, dolayısıyla muhalif bir nitelik taşıdığı varsayılan bu araştırmalar, sırtını 1923 Cumhuriyeti’ni tasfiye etme misyonuyla hareket eden siyasi iktidara dayamanın rahatlığını yaşadılar. Ancak, hiçbir dönem böyle bir sigortaya sahip olmayan Yalçın Küçük, resmi tarih tezleriyle henüz 70’li yılların sonun-

da, yazıya konu ettiğimiz kitabı aracılığıyla oldukça radikal bir şekilde hesaplaşmıştı. Kitabın bir özelliği daha var. Önemsemek gerekiyor. Muhtemelen yazıldığı tarih itibariyle birincil kaygısı bu olmasa da, bugünün liberal- alternatif tarih yazımını da karşısına alması. Öyleyse, “Bilim”, her iki dönemde de devrimi arayanlar için biricik yöntemdir diyebiliyoruz. Kitap sırasıyla “Başlangıçta Takrir-i Sükun”, “Serbest Devletçilik”, “Düzenin Oturması” ve “Bütünleşme ile Çelişki” başlıklarını taşıyan dört bölümden oluşuyor. İlk bölümde Küçük, bugün de yaygın olan bir kanıyı cevaplıyor. Türkiye’deki kurucu kadroların bilgisiz olduğu iddiası, kitabın hemen başında reddediliyor. Girilen mücadeleden, onun koşullarından ve vardığı noktadan bağımsız olarak olarak kurucu kadroların bilgisini sorgulamak teorik olarak yanlış bulunuyor: “Bugün Mustafa Kemal’i zamanının mümkün olan tek devrimcisi olarak göstermek ne kadar bilim dışı ise, Mustafa Kemal’in “bir Lenin olamayışına” bakıp dövünmek ya da, Mustafa Kemal’i inkar etmek de o kadar bilim dışıdır” (Küçük, 2005, S. 19)

31


Tarihsel olarak oturduğu pozisyondan bağımsız olarak Mustafa Kemal’e bir “kurtarıcı” rolü yükleyenlerin de, “üç beş ayyaşın kurduğu ülke” ifadesinde somutlanan seviyesizlik ve çiğlik ile Mustafa Kemal’i reddeden, pratiğini küçümseyenlerin de ortak yanılgısı bu gerçekliğin farkına varamamalarından kaynaklanıyor. Mustafa Kemal’in karmaşık dengelerin olduğu bir tarihsel kesitte ve coğrafyada, hem sağındaki hem solundaki rakiplerinin arasından sıyrılarak iktidar olabilmesinin önemli bir sebebi daha var. Yirminci

32

yüzyılın sonlarında bir tarihsel aktör olarak ortaya çıkan işçi sınıfını görebilmesi. Bu farkındalığı, sınıf bilincini akılda tutmak gerekiyor. Yine yirminci yüzyılın başlarında tarih sahnesine çıkan, Boris Pasternak’ın güzel deyişiyle “yeryüzünün ilk aşkı” olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) Anadolu’da ciddi bir prestiji olduğunu hatırlatan Küçük, Mustafa Kemal’in Talat Paşa’ya yazdığı mektubunda “ülkeye bolşevizm gelecekse onu da biz getiririz” minvalinde ifadelerde bulunduğunu belirtiyor. Bu sebeple Türkiye’de


kurulan resmi komünist partisinin “Bolşeviklerden kredi alma” pragmatizmine indirgenemeyeceğini vurguluyor. Mustafa Kemal’in kuruluş dönemi pratiğini belirleyen gelişmelerden birinin bu olduğunun altını çizmek gerekiyor. Burada Mustafa Kemal’in SSCB ile kendi projesi açısından oldukça mantıklı ve incelikli bir diplomasi yürüttüğünün hakkını teslim etmek gerekiyor ve SSCB’nin, hem ittihatçılarla hem Mustafa Kemal ile ilişkilenme biçimlerinin bir stratejinin ürünü olduğunu unutmamak...

M. Kemal bir yandan SSCB ile ilişki kuruyor, ülkesi içerisindeki sosyalistleri bazen zor kullanarak (M. Suphi örneğinde olduğu gibi) bazen de ideolojik tahakküm kurarak (resmi TKP) kontrol altına almaya çalışıyor. 1920 yılında Anadolu’da bolşevizmin ne kadar etkili olduğunu konuya dair yazılan önemli kitaplardan biri olan “Milli Mücadelenin Başlangıcında Mustafa Kemal, İttihat Terakki ve Bolşevizm” adlı çalışmasının sunuşunda Emel Akal şu ifadeleri kullanıyor: “1919- 20 yıllarında sadece bolşeviklerle işbirliğini değil, zaman zaman bolşevik olmayı da savunan Milli Mücadele’nin önde gelen pek çok ismi, çok daha sonra kaleme aldıkları anılarında kendi kırmızı kalpaklarında hiç bahsetmezken, arkadaşlarını solculukla adeta itham etmişlerdir (…) Ama bunların hepsi unutulmuştur. Çünkü aradan yıllar geçmiş, önce faşizm, sonra soğuk savaş rüzgarlarının estiği sosyalizm ve Sovyetlerin gözden düştüğü 1930’lu, 40’lı ve 50’li yıllarda kaleme alınan anılarda, anı sahipleri yaşamlarının bir dönemlerinde aldıkları pembeden kırmızıya uzanan renkleri görmek bile istememişlerdir.” (Akal, 2008, s. 22-23) Bu tarih aralığındaki bolşevizm etkisinin üzeri, hem o dönemin aktörleri hem de tarihini yazanlar tarafından örtülüyor. Bu etki ile mücadele etmek zorunda kalan Cumhuriyet kadroları üzerinde, bu olgunun rolü büyük oluyor. “Kemalist” (4) kadroların iktidar mücadelesi içerisinde, Anadolu’daki halkın desteğine duyduğu ihtiyaç, “Kemalist pratiği” belirleyen bir diğer mecburiyet oluyor. Bu desteği kazanmaya dönük uygulamaların berrak yansılarından biri Baltalık Kanunu oluyor: “Kanunda köylünün orman sahibi edilmesi prensibi esas alınmış ve her köylüye 2 hektar orman temlik edilerek tatbikatına başlanmıştır” Ancak ormanın değeri halkça takdir edilmemiş bulunduğu için bu tatbikat memleket namına çok büyük zararlara mal olmuş ve ormana tapu ile sahip olan köylü çoluk ve çocuğu ile birlikte, baltadan geçirerek kendisine verilen ormanı baltaya çevirmiştir. (Küçük, 2005, s. 23) Bu kanun, Lozan Antlaşması ile birlikte durduruluyor. Baltalık kanunu yerine 1924’de yeni bir yasa çıkıyor. 1937 yılına kadar sürüyor. Yeni yasa ormanları yerli ve yabancı şirketlere peşkeş çekiyor. Bu değişikliklerinin sebepleri üzerinde durmakta fayda var. Önce bir hatırlatma: Türkiye devriminin en önemli uğraklarından biri olan 1908 devriminin öznesi, İttihat ve Terakki (İTC) kadroları işçi ve emekçilerin desteği ile iktidara geliyor. 1909 yılında Tatil-i Eşgal Yasası ile sendika ve grevleri yasaklıyor. Küçük, bu noktada, İTC’nin M. Kemal üzerindeki etkisine değiniyor ve tıpkı İTC gibi M. Kemal’in de, halk desteğine duyduğu ihtiyacın ortadan kalkmasının ardından verdiği tavizleri geri aldığını söylüyor.

Cumhuriyet kadrolarının kapsama-dışlama diyalektiği M. Kemal’in gözetmesi gereken önemli bir engel daha var. Politikalarına karşı yürüyen liberal- muhafazakar (bazen daha da radikal olan) muhalefet. Kitabın ikinci bölümü olan “Serbest Devletçilik”de Küçük, bu mücadeleye de değiniyor. Serbest Fırka’nın kurucusu Fethi Bey’in kendi zihnindekileri değil en yüksek emir veren kişi olan Mustafa Kemal’in söylediklerini yapacak bir isim olduğunu belirten Küçük, Fethi Bey’in yönlendirildiğini vurguluyor. Ayrıca çok da bilinmeyen

33


bir ayrıntıya dikkat çekiyor ve Serbest Fırka ile aynı dönem Orhan Kemal’in babası Abdülkadir Kemal Öğütçü’nün de içinde yer aldığı, 1931’de kapatılan Ahali Cumhuriyet Fırkası’nın kurulduğunu hatırlatıyor. Türk Cumhuriyet Amele ve Çiftiçi Fırkası ile adında “Cumhuriyet” ibaresi olan parti sayısının üçe çıktığı görülüyor. Serbest Cumhuriyet Fırkası’na yön vermek için kimi komünistlerin de partiye girdiği taranılan kaynaklar sonucunda tespit ediliyor. Küçük, yön verme iddiasına ve Türkiye burjuvazisini küçümseme alışkanlığına dair önemli bir tespit yapıyor: “Bir de tüm bunları bilmezler, Türkiye burjuvazisini küçümsüyorlar. Küçümsemeleri cehaletlerinden ileriye geliyor, olmalı (…) Türkiye burjuvazisinin, soluna karşı zengin ve denenmiş bir oyunlar reperetuarı olduğunu mutlaka kabul etmek gerekiyor. “ (A.G.E, s. ) Serbest Fırka’nın hikayesi kısa sürüyor. Küçük’ün deyimiyle, ilgi görmediği için değil, fazla ilgi gördüğü için. Serbest Fırka’nın gördüğü ilginin çeşitli açıklamaları olabilir. Örneğin, Yıldız Sertel, Serbest Fırka’nın devletçiliğe tepki olarak doğduğunu iddia ediyor. Küçük, buna şiddetle karşı çıkıyor, bunun bir maddi hata olduğunu, Serbest Fırka’nın kuruluşu ile devletçiliğin ortaya çıkışının aynı dönem olduğunu belirtiyor. İkinci bölüm asıl olarak devletçiliğin ortaya çıkışının nasıl bir ihtiyacın ürünü olduğunu ve devletçilik ilkesinin pratikte neye denk düştüğünü tartışıyor. Tartışmaya genel bir kanıya itiraz ederek başlıyor: Devletçilik uygulamasının 1929 Krizinin ortaya çıkışına indirgenemeyeceğini söylüyor. Devletçilik ihtiyacının iç ekonomik verilerle ne kadar ilgili olduğunu detaylı bir şekilde anlatan Küçük, devletçiliğin ideolojik işlevine özel olarak vurgu yapıyor. Bu modelin, ve modelin teorizasyonun, Türkiye’ye özgü model tezlerinin oluşması muhtemel bir işçi sınıfı bilincinin dağıtılmak istenmesi ile yakından ilgili olduğunu belirtiyor. Devletçiliğin dönemin hegemonya inşasında nasıl bir ideolojik rol oynadığını, Küçük’ü destekleyen bir başka alıntıya, Galip Yalman’ın konuyla ilgili makalesine odaklanalım: “Yürütme gücü olmayan Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulmasının Anayasa gereği haline gelmesi ile, sadece ekonomik gelişme için planlamanın vazgeçilmez önemde olduğu vurgulanmakla kalınmamış; aynı zamanda planlama ya da planlı kalkınma, yeni bir hegemonya stratejisi gelişiminin simgesel bir ifadesi olmuştur.(…) böylece planlama hem ekonomik kalkınmanın, hem de toplumsal adaletin gerçekleştirilmesinde başat bir rol oynadığı ölçüde, yeni bir siyasi uzlaşmanın koşullarının yaratılmasında da işlevsel olacaktır.” (Yalman, 2002 )

Tarih inşasının parçası olarak ölüm ve "şehit"lik Bu dönüşüm ile birlikte düzenin oturmaya başladığı gözleniyor. Küçük, kitabın üçüncü bölümüne “Düzenin Oturması” başlığını atıyor. Her düzen oturuş aşamasında, bir tarih yazımına, kitleleri siyasal, ideolojik ve moral olarak kapsayacak bir tarih yazımına ve figürlere ihtiyaç duyuyor. Bugün AKP rejiminin tarihi yeni baştan yazma çabası, geçmişindeki kimi figürlere yüklediği anlamlar bu ihtiyacın bir kural olduğunu bize ispatlıyor. Kurucu iktidarlar, rejim inşasını tamamlamak için daima “şehit”lere ihtiyaç duyuyor. “Demokrasi şehidi” Menderes ve Turgut Özal, milletin hizmetkarı olarak çıktıları yolda öldürülen figürler olarak AKP’nin bu ihtiyacına dayanıyor. İhtiyaçlar figürleri şekillendiriyor. Ölüleri

34

Mustafa Kemal’in karmaşık dengelerin olduğu bir tarihsel kesitte ve coğrafyada, hem sağındaki hem solundaki rakiplerinin arasından sıyrılarak iktidar olabilmesinin önemli bir sebebi daha var. Yirminci yüzyılın sonlarında bir tarihsel aktör olarak ortaya çıkan işçi sınıfını görebilmesi. Bu farkındalığı, sınıf bilincini akılda tutmak gerekiyor. de hegemonya mücadesinin parçası haline getiriyor. Bu noktada Benjamin’in “şimdiki zamanla yüklü geçmiş” zaman vurgusunu, tarih inşasının mekanının boşluk değil bugün olduğu hatırlatmasını akılda tutmak gerekiyor (Benjamin, 1969, s. 261). Yalçın Küçük bu noktada, haklı olarak Türkiye aydınının mazoşist olduğuna kanaat getiriyor. Yalnızca İslam’da kutsanan ölüm, ve bu kutsamanın bir uzantısı olan şehitlik mefhumu antiklerikalist (5) niteliğe sahip kadrolara da sirayet ediyor. Küçük, “Şehit Öğretmen” Kubilay vakasına değiniyor. Kubilay’ın bir yedek subay olarak öldürüldüğünün altını çiziyor, öldürülmesinin öğretmenlikle alakasının olmadığını belirtiyor. Kubilay’ı hepimiz, İslamcılar tarafından korkunç bir infaz yöntemiyle, kafası kesilerek öldürülen cumhuriyetçi öğretmen olarak tanıyoruz. Küçük, Kubilay’ın kafası kesilerek öldürüldüğüne dair bir delilin olmadığını belirityor. Kemalist hükümetin, rejimi oturturken ihtiyaç duyduğu “şehit” figürünün yaratılması için Kubilay’ın katlinin bu şekilde aktarıldığını söylüyor. Yine Yalçın Küçük’ün Aydın Üzerine Tezler çalışmasında, Sabahattin Ali’nin kafasının taşla ezilerek öldürüldüğü kurgusunun dönemin sol aydınlarına korku salmak amacıyla icat edildiğini belirtiyor. Burada şunu söylemekte sakınca görmüyoruz: Ölüm, hegemonya mücadelesinin de parçası olan tarihin inşa malzemelerinden biri oluyor.

Halkın afyonu: Halkçılık 1930’ların halkçılık ya da daha yaygın kullanımı ile popülizm dönemi olduğunu belirten Küçük, Kemalizm’in de 1930 yıllarında keşfedildiğini ve ideolojisinin yapıldığını beliriyor. Kemalist düzenin bu dönemde oturduğunu da altını çiziyor. Küçük, popülizmi oldukça önemli olan şu formül ile izah ediyor:


“Popülizm çok büyük oranda yanlış ile çok küçük oranda doğrunun kimyasal bileşimini veriyor. 1930 yıllarında resmi politika da halkçılık, ya da daha yaygın ismiyle popülizm oluyor.” (A.G.E, s. 256) 1930’lar Kemalist kadroların köylere yöneldiği yıllar oluyor. Köy keşfediliyor. Çünkü dizayn edilmesi gerekiyor. Köy Enstitüleri bu ihtiyacın sonucu olarak, yine bu dönemde ortaya çıkıyor. Küçük, Kemalist kadroların isteği köyü şöyle tarif ediyor: “1930 yıllarında Cumhuriyet rejimi, egemen sınıflar ittifakı, oturabilmek için köyde hareket değil, hareketsizlik istiyor. Buna ihtiyacı var. Fazla canlılık istemiyor. Ancak oturmak için mutlak bir ideolojik baskıya ihtiyaç duyuyor. Mutlak, ideololojik bir desteğe ihtiyaç duyuyor” (A. G. E, s. 274) Köy Enstitüleri Küçük’ün iddiasına göre, sanılanın aksine “toprak temerküzünü arttırmak, köydeki güç dengesini bozmamak” amacıyla ortaya çıkıyor. Cumhuriyet Aydını’nın köy ile yüzleşmesi oldukça dramatik oluyor. Bunun en rafine örneği Yakup Kadri’nin Yaban adlı romanı oluyor. Fakat Küçük’e göre Köy Enstitüleri’nin kurucularından olan İsmail Hakkı Tonguç Yakup Kadri’yi hiç anlamıyor: “Ortaya köylü gibi düşünen aydınlar, köylü ağzıyla roman yazan meşhur edebiyatçılar çıkıyor” Küçük, alışılanın aksine kitap boyunca Köy Enstitüleri’nin kazandırdıklarına değil, bozucu etkisine odaklanıyor. Terse çubuk büküyor. Kitabın yazıldığı dönemin hala önemli tartışmalarından olan aşamalı devrim ve bununla bağlantılı olarak Türkiye’nin kapitalist bir ülke olup olmadığı tartışmalarının Köy Enstitüleri ile ilintisini kuran Küçük, köyün kente etkisine değiniyor: “Köy enstitüleri ürünlerini 1940 yıllarında verdi. Bu ürünler etkinliklerini 1950 yılları ile 1960 yıllarının ilk yarısında gösterdi. Nerede mi? Daha çok kentte” (A.G.E, s. 274) Küçük ayrıca, 1960 yıllarında Köy Enstitülü aydınların demokrat köylü ideolojisini ve köylü kültürünü Türkiye sosyalist hareketine sokmaya çalıştığını MDD tezinin de bunun bir uzantısı olduğunu belirtiyor. Sol içerisinde övgüyle bahsedilen, bu övgülerin önemli bir kısmını da hak eden Köy Enstitüleri konusunda Yalçın Küçük terse çubuk bükerek özgün bir yaklaşım geliştiriyor.

Tarafını seçen Türkiye: Cumhuriyet'in Tasfiyesi'nin ilk adımları “Tek başına iyi niyet hiç bir işe yaramaz (…) Talat Paşa, Sait Halim Paşa’dan çok daha yurtsever. Ancak yurduna büyük zararlar vermiş bir yurtsever. Öyle anlaşılıyor ki, Sait Halim Paşa daha az yurtsever idi. Bu yüzden yurduna verdiği zararlar daha büyük oldu” (A. G. E, s. 345-346) Kitabın dördüncü ve son bölümü, bu dramatik çelişkiyi anlatarak başlıyor. Memleketi Birinci Dünya Savaşı’na sokan Talat Paşa ile savaşa girmeyi istemeyen Sait Halim Paşa’ya odaklanıyor. Daha sonra Türkiye’nin İkinci Dünya savaşı sonrası tercihlerine odaklanan Küçük, SSCB ile araya kesin bir mesafe koyan Türkiye Cumhuriyeti’nin Stalin’in boğazları istediği gibi söylencelerle ülkede yarattığı Anti- Komünizme odaklanıyor. Türkiye’nin kapitalist bloğun organik parçası haline gelişini detaylı verilerle anlatıyor. Bunu, Vehbi Koç gibi, Türkiye burjuvazisinin önemli simalarının beyanlarını da aktararak yapıyor. Yalçın Küçük özellikle 30’lu yıllar ile birlikte Cumhuriyet’in “ilerici” konumunu nasıl gün ve gün yitirdiğini kitap boyunca gösteriyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’nin NATO’nun ve kapitalist bloğun

yanında konumunu net olarak göstermesi, bugünden bakınca Cumhuriyet’in tamamlanan tasfiye sürecinin en önemli adımlarından biri olarak gözüküyor. Fatih Yaşlı, 2014’ün sonlarında yayımlanan ve Yalçın Küçük’ün çalışmasına göz kırpan “AKP, Cemaat ve Sünni Ulus: Yeni Türkiye Üzerine Tezler” adlı çalışmasında, Cumhuriyet’in soluna budayarak ilerlemesine, böylilekle Cumhuriyet’e sahip çıkabilecek olanları eksiltmesine “Cumhuriyetin Uzun Süren İntiharı” adını veriyor. Yalçın Küçük “ezber bozduğu” iddiası ile yola çıkan günümüz aydınlarının önemli bir bölümüne karşısına bu kitabı aracılığıyla onlarca sene önce bozduğu ezberler ile dikiliyor. Türkiye Modernleşmesi üzerine çalışan az sayıda marksist aydından biri olan Yalçın Küçük’ün bu kitabı, daha uzun süre işlevini, değerini, özgünlüğünü koruyacak gibi gözüküyor. Cumhuriyet’in uzun süren intiharı, 2011 seçimlerinde tamamlanıyor. 1923 Cumhuriyeti tasfiye ediliyor. Cumhuriyet’in ölümü yaklaşık 90 sene sürüyor. AKP’nin yerine 1923 yerin koymaya çalıştığı Yeni Osmanlı ise, 12 Eylül darbesi ile emeklemeye başlıyor. 90’larda ilk adımlarını atıyor. 2000’lerde ayağa kalkıyor. 2013 Haziran İsyanı ile ise macerası sona eriyor. Yeni Osmanlı “genç ölenler” arasına katılıyor. Genç ölmek genelde trajiktir, Yeni Osmanlı’nın ölümü ise daha ziyade gülünç oluyor. Haziran’da sokakları dolduran halkın “direnişin kahkahası” olarak tanımladığı mizahın şiddeti gülünçlüğün delili oluyor. Yeni Osmanlı öldü diyoruz. Ölüyü kaldırmak ise Yeni Bir Ülke’yi, Yeni Bir Cumhuriyet’i kuracak olan “kurucu kadrolara” düşüyor. Mücadele edenler Cumhuriyet tarihini yazmaya devam ediyor. Ve hikaye sürüyor… Notlar: 1-) Burada egemen ifadesinin tesadüfen kullanılmadığını belirtmek gerekiyor. Devlet aygıtları aracılığıyla dayatılan, baskın hale getirilen bu tarih yazımının toplumun önemli bir kesimin rızasını alamadığı dolayısıyla “hegemonik” olamadığını belirtmek amacıyla hegemonik yerine egemen ifadesini kullanıyorum 2-) Walter Benjamin, tarih yazımı sürecini bir sürekli “inşa” faaliyeti olarak tanımlıyor. 3-) http://yalcinkucuk.blogcu.com/enis-batur-un-yalcin-kucuk-ile-roportaji/1171233 4-) Yalçın Küçük yazıda da belirtildiği gibi Kemalizm’in bir ideoloji haline 1930’larda getirildiğini söylüyor. İfade bu sebeple tırnak içerisinde kullanılmıştır. 5-) Kısaca: 18. Yüzyılda, dinin ve dini kurumların toplumsal etkisine karşı durulması gerektiği iddiasıyla ortaya çıkan akım. Kaynaklar: 1-) Akal, Emel, 2008, “Milli Mücadelenin Başlangıcında Mustafa Kemal, İttihat Terakki ve Bolşevizm”, İstanbul, TÜSTAV Yayınları 2-) Benjamin, Walter, 1969. Iluminations. Ed by Arendt Hannah. New York; Shocken Books 2-) Küçük, Yalçın, 2005, “Türkiye Üzerine Tezler-1”, İstanbul, Tekin Yayınları 3-) Yalman, Galip, “Tarihsel Bir Perspektiften Türkiye’de Devlet ve Burjuvazi: Rölativist Bir Paradigma mı Hegemonya Stratejisi mi? “2002 Praksis Dergisi, Sayı- 5, 4-) Yaşlı, Fatih, 2014 “AKP,Cemaat, Sünni Ulus: Yeni Türkiye Üzerine Tezler”, İstanbul, Yordam Yayınları

35


Selefilik ve Radikalliğin Yüzleri İslamcıları komünizme karşı kullanışlı bir vasıta olarak gören Eski ABD Başkanı Ronald Reagan’ın 1980’lerde Afganistan’daki mücahitlere verdiği desteğin açıkça olumsuz taraflarının bulunduğunu komünizme karşı İslamcı oluşumların desteklenmesi fikrinin yılmaz savunucularının dahi ağzından duyabiliyoruz. Reagan’ın desteğinin ölçüsüzlüğüyle ilgili önemli bir yüzleşme olsa gerek bu. Eleştiriyi yapan isimlerden biri, Rand Corporation’ın 12 yıl siyaset bilimi başkanlığını yürüten ve 20 yıl kadar da Merkezi Haberalma Teşkilatı’nın (CIA) çeşitli ülke bürolarında görev almış olan Graham Fuller. Fuller’in bir eserinde verdiği bilgiden de anlaşıldığı üzere Reagan’ın Sovyetler karşısında kullanışlı bulduğu mücahitleri etik açıdan ABD’nin Kurucu Babalarına benzetebildiği bir dönemden geçmişti dünya. Şafak Gündüz Namık Kemal Üniversitesi

Ü

zerinde planlar kurulan bir bölgede atılacak dış politika adımlarının ne tür sosyal hasar ve yıkımlara neden olacağını arka planda tutup, küresel üstünlük tasalarıyla hareket etmenin ilerleyen zamanlarda dünyaya getirisinin ne olacağıyla ilgili sorunun yanıtı, bugün kan gölüne dönen Ortadoğu'da bir kez daha verilmişe benziyor. Bir kez daha'nın altını çizmek gerekiyor, zira daha önceki hatalı deneyimleri hatırlatmanın ziyadesiyle lazım olduğu bir dönemin tam olarak içerisindeyiz. İslamcıları komünizme karşı kullanışlı bir vasıta olarak gören Eski ABD Başkanı Ronald Reagan'ın 1980'lerde Afganistan'daki mücahitlere verdiği desteğin açıkça olumsuz taraflarının bulunduğunu komünizme karşı İslamcı oluşumların desteklenmesi fikrinin yılmaz savunucularının dahi ağzından duyabiliyoruz. Reagan'ın desteğinin ölçüsüzlüğüyle ilgili önemli bir yüzleşme olsa gerek bu. Eleştiriyi yapan isimlerden biri, Rand Corporation'ın 12 yıl siyaset bilimi başkanlığını yürüten ve 20 yıl kadar da Merkezi Haberalma Teşkilatı'nın (CIA) çeşitli ülke bürolarında görev almış olan Graham Fuller. Fuller'in bir eserinde verdiği bilgiden de anlaşıldığı üzere Reagan'ın Sovyetler karşısında kullanışlı bulduğu mücahitleri etik açıdan ABD'nin Kurucu Babalarına benzetebildiği bir dönemden geçmişti dünya.

36


Aynı tarihlerde Pakistan'da diktatör Ziya ül-Hak ile başlayan İslamizasyon süreci de bu desteklerden nasibini alır. Afganistan'ın komşusu Pakistan'da Zülfikar Ali Butto'yu deviren şeriat yanlısı diktatör Ziya ül-Hak'ın yönetimiyle sosyal, siyasal açıdan bir geriye gidiş söz konusuydu artık. 1980'lerde müttefiki Türkiye'ye sık sık gelip-giden Ziya ül-Hak, Pakistan'da izlediği politikalar ile anti-seküler uygulamalara yönelmiş, gayrimüslimleri politika dışına itmiş, Hudud Yasası ile beraber tecavüze uğrayan kadınlara 4 erkek tanık zorunluluğu getirterek suçlu konumuna dahi düşürebilmişti. Artık yasa çıkarırken başvurulacak kaynağın mecrası değişmişti, toplum şeriatın katı destekçilerinin göstereceği biçimde hareket etmek zorundaydı. Bu dönem en yalın tanımlamayla, Pakistan tarihinin en karanlık dönemlerinden biriydi. Sovyet-Afgan Savaşı sırasında Pakistan'a göçen Afgan mültecilerin on binlercesinin medrese eğitiminden geçirilip, Sovyetler karşısında birer cihatçı haline dönüştürülmesi, hiç kuşkusuz bugünkü sorunların kaynaklarını göstermesi bakımından önemli bir örnek. Güney Asya'da sesleri iyiden iyiye

yükselen cihatçı radikallerin sadece pratik anlamda değil, teorik anlamda da kendilerini kanıtlamaya başlamaları çok fazla zaman almadı. Zamanla daha fazla davetler yapan, üreten oldukça etkin bir güç haline geldiler. Kemalizm tahlili yapan bir eser dahi ortaya koyan, siyasetten, tarihten bihaber olmayan Abdullah Azzam'dan El-Makdisi'ye kadar... Küreselleşen dünyada ıIlımlı İslamcıların alacağı destek içinse daha çok ekonomik ve askeri işbirliğine açık olmaları ile demokrasiyi dillerine pelesenk etmeleri elzemdi. ABD'li diplomat Richard Holbrooke, 2007'de bir tv programındaki söyleşisinde 11 Eylül’den bu yana ABD'nin dünyanın her yerinde ılımlı İslami demokrasileri istediğini ifade etmiş, bölgede İsrail ile iyi ilişkilerde olacak, yönünü Batı'ya çevirmiş ılımlı İslam çizgisindeki siyasi oluşumları kuvvetle destekleyeceklerine vurgu yapmıştı. İçerisinde farklı inançlardan insanların bulunduğu ülkelerde ılımlı İslam modelinin oturtulmaya çalışılmasının ağır bir bedel ile sonuçlanacağını

37


"demokrasi sancaktarlarının algılayamaması" söz konusu olabilir miydi? Yoksa Batılı egemen güçlerin desteğini esirgemediği ılımlı İslamcıların demokrasi ile olan sınavının hiç de iç açıcı sonuçlar vermeyeceği tahmin ötesi olmadığı halde asıl önceliğin kimi ülkelerin menfaati açısından Ortadoğu ve yakın çevresindeki durumun daha olanaklı ve kontrol edilir hale gelebilmesi için müttefik hattın olabildiğince sağlamlaşmasını mümkün kılma çalışması mıydı mesele? Bu gibi sorular aynı zamanda bir an evvel devrilmesi arzu edilen Esad rejiminin öncelikli hedef haline getirilmesinin nedenlerini anlamada yardımcı olabilir. ABD'nin küresel üstünlüğe dayalı egemen dış politikası adına takip edilmesi ve tavır konulmasını belirleyen önemli faktörlerin başında, bir ülkenin başta Rusya olmak üzere Çin, İran gibi ülkelerle olan ilişkileri geliyor kuşkusuz. Esad bu açıdan bakıldığında, hem Rusya gibi sakıncalı bir ülkenin sıkı müttefiki hem de İsrail gibi ABD dostu bir devletin azılı düşmanı konumunda. Konuya İsrail tarafından kısaca değinmek gerekirse; Eylül 2013'te İsrail'in Kuzey Bölge Komutanı Yair Golan'ın Yedioth Ahronot'a yaptığı açıklama ile Suriye'deki cihatçıların kötü bir düşman olduğu ancak buna karşılık Suriye ve Hizbullah'ın bölgeyi yerle bir eden Küresel Cihad'dan daha da tehlikeli düşmanlar olduğunu ifade edişini Suriye ve İsrail ilişkilerini adeta özetler nitelikte bir açıklama olarak saymak mümkün. Bugünlerde görüldüğü üzere ABD, Esad konusunda ısrarcı davranan sarsıntılı müttefiki AKP ile birlikte Esad'a karşı muhtemel son kozlarını oynuyor. Bölgeyle yakından ilgili bazı uzmanlar ABD, Türkiye, Suudi Arabistan ve diğer bölgesel devletlerin Esad'ın yerine kimin geçeceğiyle yeterince ilgilenmeden devirmeye yönelik oynadıkları kumarın başarısızlıkla sonuçlandığının bilincindeler. Esad'ın devrilmeye çalışılması süreci anlaşıldığı üzere yalnızca bölgede konuşlanan Selefi cihatçılara yaradı. Tüm unsurlarına olmasa da Türkiye'nin dahil olduğu bölgesel devletlerin desteği ile bazı Batılı güçlerin hatalarıyla güç kazanan cihatçı Selefi örgütlerin inanç dünyası üzerinden yazıya devam etmekte fayda var.

38

Selefilik ve Ortadoğu'nun İstikbali 20 Kasım 1979, erken saatlerde Kabe'nin silahlı ve kalabalık bir grup tarafından basılmasıyla Suudi Arabistan'ın, çözümü hiç de kolay olmayacak bir saldırı ile karşı karşıya geldiği tarihtir. "Allah-u ekber" nidalarıyla baskını gerçekleştiren ve sayıları yüzlerle ifade edilen silahlı, öfkeli kitle yönetimden hesap sorma ve de bir daveti yerine getirmek üzere oradadır. Etraftaki insanların olanlara bir anlam veremiyor oluşu, baskını yapanların lideri Cuheyman el-Uteybi'nin hoparlörden gelen sesiyle karşılık bulur. Suudi Hanedanlığının işbirlikçi ve kafir olduğunu ilan eden, mevcut düzenin bozuk bir düzen olduğunu haykıran ve bu nedenle şeriatın doğru biçimde uygulanmasını isteyen El-Uteybi, büyük cesaret isteyen bir işe kalkışmıştır artık. Hemen yakınında bulunan ve mehdi olduğunu müjdelediği Muhammed bin Abdullah el-Kahtani'yi işaret ederek mehdiye biat edilmesini istiyor, kurtuluşa da ancak bu sayede erişilebileceğini ifade ediyordu. İsyan bastırıldıktan sonra Suudi Yönetiminin alacağı kararların hiç de kibarca olmayacağı aşikardı. Nitekim Cuheyman el-Uteybi'nin önce kolları, sonra bacakları ve en sonunda da kafası kesilir. El-Uteybi'nin haricinde ele geçirilen 60'dan fazla isyancıyı da farklı bir son beklememektedir... Hepsi kesilerek öldürülür. (9 Ocak 1980) Bu olay, İslam aleminde bir kimse, kesim, örgüt veya yönetimin kafirlikle suçlanması ile ilgili "tekfir" konusunda verilebilecek en yerinde örneklerden biridir belki de. Kaynayan gündemi, yaşanan kıyımları ve karmaşasıyla Ortadoğu, çoğu insana bölgede Müslüman olduğunu söyleyen cihadi örgütlerin Müslümanları hangi zihniyetle öldürebildiğine dair soruları sorduruyor. Şüphesiz bu günlerde bu sorular en başta IŞİD etrafında birleşiyor. IŞİD ve benzeri tekfirci tarafı olan örgütlerin bu soruya yanıtı oldukça açık: "Onlar Müslüman değil, kendini öyle zanneden mürtedlerdir." (Mürted: İslam dininden çıkan.)


Tekfir etmek, bir Müslümanın esasında gerçekten Müslüman olmadığını, kafir olduğunu öne sürmeye denilmekte. Sık sık ve kolayca insanları kafir edenler ise tekfirci olarak sayılmaktalar. Bugünlerde adı tekfircilikle en çok anılan IŞİD, tekfirci tavrıyla köklü bir geçmişi de akla getiriyor. Öncelikle belirtmekte fayda var; dini konularda herhangi bir tavizin verilmemesine özen gösterdiğini sıklıkla vurgulayan ve taviz veren grubu, kimseyi kula kulluk edilen tağuti sisteminin bir parçası olarak sayıp, kafir ilan etmekte tereddüt etmeyen ve bundan sebeple de "tekfirci" olarak lanse edilen Selefiler kategorisinde değerlendirilebiliyor IŞİD. İslam algısına ters düşen Müslümanları kolayca kafir sayabilen tekfirci özelliğinin öne çıkması, çeşitli dini isimlerin IŞİD aleyhinde söylemler geliştirmesine ve bu iddiaların hatırı sayılır bir kesimde karşılık bulmasına olanak sağlamıştı. Küresel Cihat Hareketinin önde gelen isimlerinin de ağır eleştirileriyle karşılaşan IŞİD, kimseye kulak asmayıp, şiddet eylemlerinde kendine bir sınır koymaksızın hareket etme yoluna gitmesinin bir bedeli olarak neo-harici örgüt damgasını yemekte çok geçikmedi. El-Ğuneyman IŞİD'in Müslümanları öldürmekle suç işlediğini ve bu nedenle de harici hükmünde olduğunu ifade etmesi buna bir örnek. Veya cihadi ideolojinin fikri önderlerinden Ebu Katade el-Filistini'nin benzer bir çıkışla IŞİD harici olarak nitelemesi ile Suudi Arabistan Büyük Müftüsü Abdülaziz el eş-Şeyh'in IŞİD'i Harici uzantısı olduğunu belirtmesi. Ve daha niceleri... İslam dünyasının yakın düşmanı olarak tanımladıkları Şiileri -onların deyimiyle Rafızileri- katliamlarla kökten yok etmeye çalışmaları IŞİD'in önceliği gibi duruyor olsa da diğer Selefi örgütlerin de bu hususta IŞİD kadar olmasa da büyük ölçüde bir farkları olduğu söylenemez. Peki özellikle son zamanlar çokça duyulur olan Selefiler kimdir, Selefilik nedir? Bölgedeki dinsel ve siyasal karşılığı nedir? Bu soruların cevabını elden geldiğince yanıtlamaya çalışalım... Bundan yaklaşık 700 yıl kadar evvel Şam dolayları, halkın yoğun ilgi gösterdiği ağaç ve taşları şirkin bir tezahürü olarak saydığı için kesen, kıran bir din alimine tanıklık etti. Hemen her geçen gün daha da aşina olunan Ortadoğu'daki selefi-cihadi oluşumların itibar ettikleri kaynakların da en başında gelen bu alim, yaşadığı dönemin yıkıcı Moğol saldırıları karşısında mescitlerde yaptığı konuşmalarla insanları cihada teşvik eden ve bu cihada bizzat katılmaktan da geri durmayan Harran doğumlu İbn Teymiyye'den bir başkası değildi. Allah'ın dışında bir başka ilahı daha ortaya koyma veya kabul etme manasını taşıyan şirke karşılık ortak koşmaksızın yalnızca Allah'a inanıp, O'na ibadet eden muvahhid bir kişiliği taşımak, Teymiyye'nin ve onun kurucusu sayıldığı Selefiliğin başlıca özelliklerinden bir tanesi. Canı ve malıyla fiili davranılmasını telkin eden inançları doğrultusunda kendisi de bizzat cihat saflarında yer alan Teymiyye, bu bakımdan bilhassa radikal Selefi cihatçılarca ilmiyle amil bir alim olarak hürmetle anılmasının yanı sıra örnek bir kimse olarak sayılıyor. Buradan bakıldığında ne El-Nusra'nın çocuklara askeri eğitim vermek maksadıyla açtığı kampın ne de Filistin'deki Cundu Ensarullah adlı Selefi örgütün "İslam Emirliğini" ilan ettiği camiinin adının İbn Teymiyye olması bir tesadüf olarak okunabilir gibi duruyor. Dini konulardaki radikalliği ve yeniliğe kapalılığıyla tanınan İbn Teymiyye ile sınırlı değil Selefi figürler. Aynı zamanda Teymiyye'nin öğrencisi de olan alim İbn Kayyim ile 1740'larda Arap Yarımadası'nı derinden etkilemeye başlayan ve kalıcı bir biçimde iz bırakmış olan Muhammed bin Abdülvehhab da diğer önemli tarihsel figürlerden. İbn Teymiyye kadar öğrencisi İbn Kayyim de Selefilik denilince ilk anlatılması gereken

dini kişiliklerden biri. İbn Kayyim'in asırlar öncesinde ele aldığı konulara dair belirttiği görüşler, şimdilerde cihadi hareketlerce uygulanıyor olmaları bakımından güncelliğini korudukları bir gerçek. Kayyim'in aşkı tanımlarken zihinde veya dilde Allah sohbeti olmayan insanların işi olduğunu ifade edişi de, namaz kılmayanlarla ilgili olarak veya kafir sayılan kimselerin öldürülüşüne dair söyledikleri de onun düşünce yapısıyla ilgili somut bir tabloyu çizmeye yetiyor. Bir insanın boynunun kılıçla vurulması durumunu şöyle açıklamakta İbn Kayyim: "Boynun kılıçla vurulması, öldürme tekniklerinin en iyisinden ve kişiye eziyet vermeyen en iyi vurma şekillerindendir. Nitekim yüce Allah (c.c.) mürted olan (İslam dininden dönen) kafirlerin öldürülüşünü onlara kılıçla eziyet vermeden bile direk boyunlarının vurulması olarak biçmiştir." Evli olup da zina yapan kimseler hakkında ise şunları söylemekte Kayyim: "Evli olup da zina yapan bir kişi hakkında da onların taşlarla öldürülmesinin (recmin) başlıca nedeni (o taşların atışından çıkacak) olan acının bütün bedenin her tarafında duymasını sağlamaktır. Öyle ki o zinakara haram olan bir lezzette bitişmiştir. Aynı zamanda bu öldürme şekli en şeni olan öldürme tekniklerindendir. Nitekim zinaya davet eden bu kişi gerçekten çok büyük ve tehlikeli bir şeye de ayak basmıştır. Böylece de bu akıbetin ağırlığı bu (zina) fiiline davet edene göre ayarlıdır. Aynı zamanda bu (recm) akibeti Allah’ın (c.c.) Lut kavmini -işledikleri pisliklerden dolayı- taşlarla recm etmesi (taş yağdırması) akıbetini hatırlatmaktadır." İbn Teymiyye ve İbn Kayyim'den 400 yıl kadar sonra bu kez Arap Yarımadası bir tevhid alimi ile karşılaşır: Muhammed bin Abdülvehhab. Allah'ın dışında ibadet gerçekleştirildiğini söylediği ağaç ve mağaralar onun hedefi olmaktan haliyle kurtulamaz, tümü ortadan kaldırılıp, halka da ziyaret yasağı getirilir. Bu örnek akıllara Abdülvehhab'ın da etkilendiği bir ismi, İbn Teymiyye'yi getiriyor. Kadılık görevini yaptığı sırada yanına gelerek birkaç defa zina ettiğini itiraf eden bir kadını recmetmesi ile türbeleri yıkması Abdülvehhab'ın ünlenmesini sağlar. Bir coğrafya, bir kültür düşünün ki; bir kadını taşlayarak öldürtmeniz sizi kayda değer biri kılabiliyor. Dahası halen daha aynı coğrafya için övünülür bir tarihi şahsiyet olmada bir gerekçe olabiliyor taşlayarak insan öldürtmek. Selefiler daha çok Şiilere ve tasavvufi tarikatlara karşıtlıkları ve sürtüşmeleriyle ön plana çıkmaktalar. Din namına sonradan ortaya çıkarılan şeylerden sakındıklarını ve sonradan ortaya çıkarılan her şeyin bid'at ve de her bid'atın da sapıklık olduğunu sıklıkla tekrarlar. Bazı tarikatlarda tarikatın kurucusu niteliğindeki dini önderin ismi anılarak yardım dilenilmesi Selefilerin tevhid meselesi dolayısıyla hasımca tavır aldıkları tarikatlarla yaşadıkları münakaşaların şiddetli bir hal almasının ana nedenlerinden biri durumunda. Basitçe bir örnekle; Kadiri tarikatından olan birinin "medet ya Abdülkadir-i Geylani" diyerek Allah haricinde birinden yardım dilenmesi Selefilere göre caiz olmamanın da ötesinde açıkça şirk koşmaktır. Veya bir kimsenin adına kurban kesmek de aynı şekilde şirk koşmaktır. Her kim kendisi ile Allah arasına bir aracı koyarak o kişiye yalvarırsa ve bu batıl yoldan dönmezse kafirdir Selefilerin nazarında. Bu gibi nedenler dolayısıyla tarikatların Selefilerin gözünde şirkin kalesi konumunda olduğunu ifade edebiliriz. Ayrıca Şii ve tarikatların dışında sert eleştirileri başta Hamas olmak üzere Filistin'e dahi yöneltebilmekteler. Bu durum elbette sadece Filistin'deki sosyal-siyasal yapıya kızgınlık ile sınırlı değil. Tarihsel bir gerekçe de bulunuyor Selefilerin elinde. Ağustos 2009'da Hamas güvenlik birimleri ile Gazze'de İslam Emirliği ilan ettiğini duyuran Cundu Ensarullah adlı

39


Selefi örgütün çatışması 20'den fazla kişinin ölümüyle sonuçlanmıştı. Selefi örgütün lideri Abdullatif Musa da ölenler arasındaydı. Bu olayın Selefilerin Hamas'a ve hatta Filistin'e bakışlarını ne ölçüde şekillendirdiği dikkate değer bir konu. Mısırlı Selefi Şeyh Talat Zehran'ın Hamas'a ve Filistin'e dair yaptığı açıklamalar ise pek çok şeyi anlatır durumda. Zehran Gazze'ye yardım etmenin caiz olmadığını, sebebini ise orada ne sancak ne de emir olmaması, aralarında Şiilere tabii olanların ve komünistlerin bulunduğu şeklinde izah etmişti. Ayrıca Zehran'a göre, Hamas Sünni olmasına karşılık Hizbullah ve İran'ın izinden gitmekteydi. İlk Müslüman nesillerin yaşadığı saf İslama dönük kendi perspektifinden bir atılımı olan ve pek çoklarınca modernist yönüne de dikkat çekilen Muhammed Abduh gibi istisnaları kapsamaksızın Selefileri tanıtmaya devam edelim. Siyasi açıdan değerlendirildiğinde, İslam dışı olarak nitelenebilecek dini, siyasi düzeni dönüştürerek şeriata uygun hale getirme niyetiyle partisini kurup, siyasal sistem içerisinde yer alan ve gerekli gördüğü değişiklikleri muktedirlik durumuna göre adım adım uygulamaya çalışan Selefiler bulunduğu gibi hüküm koymayı demokratik yapıların eline bırakmayı tağuti düzen bağlamında değerlendirerek demokrasiye, parlamenter sisteme hiddetle karşı çıkan Selefiler de mevcut. Mısır'daki Selefi "Nur Partisi", anayasadaki “egemenlik halkındır” ibaresinin “egemenlik Allah'ındır” şeklinde değiştirilmesini talep etmesi, Selefilerin siyasal sistem içerisinde yer alıp da demokratik laik düzeni dinselleştirmeye çalışmasına bir örnek olarak gösterilebilir. Ayrıca önde gelen Selefi din alimleri sık sık insan hayatının hemen her alanına müdahale edici fetvalar vermekle meşhurlar. Buna bazı isimlerden örnekler vermek gerekirse: Suudi Arabistan'ın Eski Büyük Müftüsü Abdülaziz bin Baz birtakım görüşleri sonrasında dünyanın gündemine oturmuş, Türkiye'de de az çok tanınır olmuştu. Verdiği bazı fetvaları aşağıda sıralıyorum: "Doğan çocuğa isim koymak babanın hakkıdır: lakin annesi ile istişare etmesi de, gönüllerin hoş tutulması ve kalplerin ülfeti için müstehaptır." "Hakikatte, şarkıcılar genelde günahların galip geldiği şarkılar söylerler. Enstrümanlarının ve garip müziklerinin sesini hoparlör ile yükseltiyorlar. Bu çalgıcılar davetlileri karşılayıp mal toplayarak, kendilerine zillet yazılmış aşağılık kimselere saygı gösterirler." "Damadın fotoğrafçı ile beraber kadınların yanına girmesi caiz değildir." Gene Suudi Arabistan'ın en tanınmış din alimlerinden İbn Useymîn ise şunları söylemekteydi: "Peruk haramdır. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in şu hadisinin yasağı kapsamındadır: Allah saç ekleyene de ekletene de lanet etsin!" "Saça kırmızı, sarı, altın rengi v.b. meç yapmak caizdir. Ama siyah boya caiz değildir." "Bazı kadınlar ramazan günlerinde koku sürünüp mescide çıkıyorlar ki bu caiz değildir. Zira yolda kokularının başkasına ulaşma ihtimali vardır. Evden dışarı çıkarken koku süren kadın evden çıkar çıkmaz mahreminin arabasına binecek ve yabancı erkeklerin bulunmadığı bir yere gidecekse koku sürmesinde sakınca yoktur." İbn Fevzan ise şunları demektedir: "Eğlence aletlerinin kırılması vaciptir." "Müslüman kadının güzelleşmek için dişlerini düzelttirmesi haramdır."

40

"Üzerinde canlı resmi veya müzik aleti bulunan kurdele takmak: Caiz değildir. Zira elbiselerde veya başka şeylerde resim kullanmak haramdır. Eğlence aletlerinin de kırılması vaciptir." "Kadınların mahremi olmayan erkeklere takılarını göstermesi caiz değildir. Bilakis evden çıkarken bunları örtmeli, erkeklerin bakışlarından gizlemelidir." "Saç taramakta aşırı gitmek caiz değildir." Mürted (İslam dininden çıkmış) saydıkları yöneticilerin olduğu bölgeler başta olmak üzere cihadı İslamın olmazsa olmazı olarak sayan cihadi Selefilerin ciddiye aldıkları din alimlerinde ise Suudi rejimine yakın alimlere kıyasla dini konularda daha da keskinlik mevcut. Çoğu insan yabancı olduğu aşırı düzeyde şiddet içeren Ortadoğu'daki gelişmeler karşısında "bunu nasıl bir zihniyet, öğretiyle yapıyorlar" minvalinde soruları doğal olarak kafasında kurar. Bu soruyu kısmen de olsa Küresel Cihad Hareketi'nin en önemli ideologlarından Ebu Katade el-Filistini ile yanıtlamak mümkün. Soruya gelmeden belirtmekte yarar var; Ebu Katade gerek 1995'te İslam dininden dönen kişinin eşi ve çocuklarının dahi öldürülmesinin haklılığına dair Cezayir'de verdiği fetva, gerekse 1999'da Yahudilerin öldürülmesini savunması ve Amerikalılara dönük saldırıları övmesiyle geçmişte de gözlerin çevrildiği bir din alimiydi. Dönelim Ebu Katade'nin "El Cihad Ve'l İctihad" adlı eseri cihadi-Selefilerin anlayışını, motavisyonunu gözler önüne serdiği görüşlerine. Eserde Ebu Katade şöyle demekte: "Sa’d bin Muaz, Beni Kureyza Yahudilerinin bütün erkeklerinin öldürülmesi hükmünü verdiğinde, onun verdiği bu hüküm hakkında şöyle denildi: “Bu, Allahu Teala’nın, yedi kat semanın üstündeki hükmüdür.” Öyle ki Allah düşmanları, sadece Müslümanların adını duymakla korkudan tirtir titrerdi. Ki Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, “Ben korku ile yardım olundum” sözünün manası da budur. Çünkü Müslümanlar, Allah düşmanlarını boğazlamakla Allah’a yakın olmaya çalışırlar. Dolayısıyla boğazlamak onların karakteri olup, Allah’ın, haklarında başka bir şey diledikleri dışında, yeryüzünün günahlardan arınıp temizlenmesi de buna bağlıdır." Gene Ebu Katade aynı eserde hırsızlık, zina ve irtidad konularında şöyle demektedir: "Hırsızlık yapan kimsenin eli kesilir. Bu nedenle hırsızlık arzusunda olan kimse parmaklarını başkasının malına uzatmadan önce, binlerce defa elini yoklar... Zina eden kimse recm edilir veya kırbaçlanır. Bu nedenle zina arzusu taşıyan kimse, kendisine atılacak taşların sıcaklığını veya kırbaçların acısını veya halk arasındaki itibarının yok olmasını düşündüğü zaman şehveti kendiliğinden yok olacaktır. Dinden dönmek isteyen kimse, bu şeytani düşünceyi aklından geçirmeden önce korkudan boğazı kuruyacaktır."

IŞİD ve Sonrası IŞİD'in Musul'a girmesinin 1 aydan daha kısa bir zaman öncesinde El Kaide lideri Eymen el-Zevahiri'nin Suriye'de şelale gibi akan cihatçı kanlarını durdurmanın formülü olarak işaret ettiği Irak sahasına IŞİD'in yönelmesini istemesi ve Maliki yönetiminden ciddi düzeyde rahatsızlığı bulunan sünnilerin kurtarıcı bir güç arıyor oluşları, Işid'in bölgeyi kan gölüne çevirmesiyle devam eden bir bölgesel terör sürecini beraberinde getirdi. Her ne kadar El-Kaide ile Işid arasında biat noktasında zıtlaşmalar ve çatışmalar yaşanılmış, bazı Selefi kesimlerce IŞİD tekfirci bir oluşum olarak nitelendirilerek karşı tavır alınmış olsa da Batılı güçlerin IŞİD'e sert ve artan


şekilde müdahalelerde bulunması, diğer Selefi örgütler ile IŞİD'in yakınlaşması olasılığını mümkün kılabileceği gerçeği bir başka ve hatta bölge açısından asıl tehlikeyi barındırıyor... Unutmadan, IŞİD'in bugün kan gölüne çevirdiği toprakların 8. yüzyılda Abbasi Halifesi El-Mehdi tarafından zındıkların kılıçtan geçirildiği topraklar olduğunu da belirtmek gerekiyor. Kaynaklara göre, tek bir tane zındık bile bırakmamaya kararlı Abbasi Halifesi El-Mehdi, tümünü kılıçtan geçirerek Bağdat dolaylarını kan gölüne çevirir. Diyanet'in de reddetmediği bu gerçek, Diyanet'in kendi sitesinden aynen şöyle aktarılmakta: "Halife el-Mehdi hicri 168 yılında Bağdat'ta ne kadar zındık varsa hepsini kılıçtan geçirmiştir." Evet, IŞİD ne bir ilk ne de muhtemelen bir son... Ve Kobani... "Dünyanın en tehlikeli hali, cehaletin örgütlü eyleme geçme halidir" der Goethe. Motivasyonu ganimet, huri olan ve aklı sıra batıla karşı savaştığını sanan cani sürüsüne karşı ellerindeki sınırlı imkanlara rağmen var gücüyle savaşan Kobani halkının mücadelesi çok özel bir önem taşıyor benim için. Kobani'deki direniş, ne kadar güçlü, organize olursa olsun cehalet karşısında dik durulabileceğini çoktan kanıtlamış bulunuyor. Cesaret dolu Kobani direnişi bölgenin, dünyanın geleceği adına kaygısı olanlar için büyük bir umut durumunda. Mücadeleleriyle bu umudun baki kalmasını sağlayan Kobani

direnişinin anlamını sadece bazı kesimlerin değil, zamanla herkesin görebileceğini umuyorum... Kaynaklar. İbn Teymiyye, Tevhid ve Kader, Takva Yayınları Tim Weiner, Küllerin Mirası, Koridor Yayınları Ira Lapidus, İslam Toplumları Tarihi Cilt 2, İletişim Yayınları Graham E. Fuller, İslamsız Dünya, Profil Yayınları Abdullah Azzam, Kayıp Minare, Küresel Kitap Ebu Katade, El Cihad Ve'l İctihad, Şehadet Yayınları Halid el-Huseynan, Hanımlar İçin 1000 Fetva, Polen Yayınları Bernard Lewis, İslamın Krizi, Literatür Yayınları Oliver Roy, Siyasal İslamın İflası, Metis Yayınları Ali Çimen, Kırık Heykel, Timaş Yayınları BBC News - Abu Qatada timeline http://www.incanews.com/haberler/8720/dr-eymen-el-zevahiriden-isid-aciklamasi http://hadis.diyanet.gov.tr/hadis_sozlugu.aspx?harf=Z&id=999 http://www.jpost.com/Middle-East/Major-General-Yair-GolanAssad-could-stay-in-power-for-years-to-come-326466

41


‘KADIN OLMAK’: BİR ÖLÜM KALIM MESELESİ AKP döneminin bazı akademisyen, aydın çevrelerinde yaygın ama yanlış bir alışkanlık var: Toplumsal olayları, özneleri (bu, kişiler ya da gruplar olabilir) sadece psikolojik ve sosyolojik özellikleriyle temellendirmeye çalışma. Yanlış, çünkü olayları bütünlüklü göremeyip neden sonuç ilişkilerini kavrayamamaya neden oluyor. Ardından gelsin “katili anlamak”… Işıl Genel Hacettepe Üniversitesi

20 Ekim 2014 günü Haber Türk’ün internet sitesinde İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden Dr. Murat Paker ile yapılmış bir röportaj yayınlandı(1). Röportajın konusu ‘cihatçı gelinler’, yani IŞİD’e katılan kadınlar. “Kadınlar IŞİD’te ne buluyor?” başlıklı bu röportajda dünyanın dört bir yanından gelen kadınların bu vahşi örgüte katılmalarının ardındaki sebep, daha doğrusu psikoloji anlatılmaya, böylelikle IŞİD normalleştirilmeye çalışılıyor. Bir niyet sorgulamasına hiç girmeden şunu görmek gerekiyor: AKP döneminin bazı akademisyen, aydın çevrelerinde yaygın ama yanlış bir alışkanlık var: Toplumsal olayları, özneleri (bu, kişiler ya da gruplar olabilir) sadece psikolojik ve sosyolojik özellikleriyle temellendirmeye çalışma. Yanlış, çünkü olayları bütünlüklü göremeyip neden sonuç ilişkilerini kavrayamamaya neden oluyor. Ardından gelsin “katili anlamak”... Şeytanın avukatlığını yapmak bize düşmez. Ancak IŞİD’e ve ülkemiz başta olmak üzere Ortadoğu’da esen gericilik rüzgârına değinelim derim. Geçtiğimiz yılın en popüler örgütü olan IŞİD, ABD ve işbirlikçilerinin (her türlü sürtüşmeye rağmen başta yine AKP olmak üzere) Ortadoğu’nun yeniden dizaynı için hayata geçirmeye çalıştığı gerici Sünni tabanlı uygulamaların araçlarından biri. Kelleler uçurarak ve özellikle kadınlara yönelik yaptığı vahşi şeylerle gündeme gelen bir örgütten söz edeceksek onları ‘anlamaya çalışmak’ tan ya da örgüt üyesi kadınların kendilerini bu ‘davaya’ nasıl adadıklarından değil ülkemizin de içinde olduğu bölgeye yönelik gericileştirme projesinden, bunun sonuçlarından ve belki de IŞİD’e katılan değil ona karşı savaşan kadınlardan bahsetmemiz gerekir. Bu projeye bütünlüklü bir bakış başka bir yazının konusu. Bizim konumuz ise bu önemli gericileştirme projesinin ülkemizdeki yansımaları, biz kadınların bu konudaki tutumları ve mücadeledeki yerleri.

42


(Fotoğraf: Reuters/Ralph OrlowskI)

Gericilik, gerici, geri! AKP’nin yıllardır ülkemizde uygulamaya çalıştığı değiştirme/ dönüştürme projesinin toplumsal dokuya yönelik en önemli aracı ‘gericilik’. Bunu, başta bir devlet politikası olarak benimseyip gündelik hayatın her alanına yaymaya çalıştıkları laiklik karşıtlığı, kendi muhafazakâr yaşam tarzlarını dayatma ve bunu kabul etmeyenleri ifşa etme, ve hatta lanetleme gibi şeylerle hayata geçirmeye çalışıyorlar. Gericilikten, laiklik karşıtlığından, muhafazakârlaşmadan ve neticesinde toplumsal çürümeden bahsediyorsak ilk muhatap kadınlardır. Görmek hiç de zor değil; kürtaj tartışmaları, çocuk denecek yaştaki insanların bile etek boylarına karışılması, çocuk gelinlerin sayısının çılgınca artması, hamile kadınların sokakta dolaşmaması gerektiği tezi, kadınlara özel plajlar, kahkaha atmamızın sorgulanır hale getirilmeye çalışılması, sığınma evlerinde ‘kalmak zorunda olan’ kadınların oy kullanamamış olması, ortaokula türbanın girmesi… Her yaştan muhatap bulan bu uygulamalarla (7 aylık bebek bile(2)) kadınların “yoldan çıkarıcı”, “günaha sokucu” ve “bilumum şeytani varlıklar” haline getirilmesi durumuyla karşı karşıyayız. Adeta ortaçağı yaşıyoruz! Ortaçağa benzetmemin sebebi dönemin özdeşleştiği şeylerden birinin de cadılar olması. Bildiğiniz gibi cadı; büyü yapma yetisine sahip olduğu ve bunu kötülük yapmak (acı çektirmek, öldürmek, başka türlü zararlar vermek) için kullandığı iddia edilen kadınlara yönelik bir suçlama idi. Cezası kültürden kültüre değişmekle birlikte taşınabilir-taşınamaz mülklere el konulmasından tutun asılıp yakılmaya kadar uzanabiliyordu. Demek istediğim şu ki kahkaha attığımız, sevgilimizle el

ele tutuştuğumuz, kızlı-erkekli dolaştığımız için “yoldan çıkarma” ya da “günaha sokma” gibi ifadelerle suçlanabiliyorsak yarın cadı damgası da yiyebiliriz! Geçerken değinmek istediğim bir konu var: Medyada kimi sebeplerle kendine pek de yer bulamamış ancak yakıcılığı, karşı karşıya kalınan gerici müdahalenin çocuk denecek yaştaki insanları etkileyecek olmasından kaynaklanan, ortaokulların türban meselesi. Öncelikle, on iki yaşındaki bir çocuğun dinsel tercihleri olabileceğini kabul etmek onun çocuk olduğunu yadsımak demek olur. Oysaki hepimiz biliyoruz ki on iki yaşındaki bir birey kendi kararlarını verebilecek olgunluğa ve bilince tam anlamıyla erişmiş sayılamaz. Yapılmak istenen şudur; toplumu ‘geri’ olana alıştırabilmek için en genç neslin aklını teslim almaya çalışmak. Burada önemli olan iki şey var; hem ideolojik anlamda kadını ikinci sınıf insan olarak kavratmak hem de yaş grubu itibariyle benlik saygısının oturmaya başladığı bir kız çocuğunun cinsiyeti nedeniyle daha en baştan değersiz hissetmesine neden olmak. İkisi de başlı başına çok büyük suçlar!

Kadın yenilirse toplum yenilir İlk muhatap meselesine dönersek: Buradaki önemli nokta şu; neden ilk muhatap kadınlar? Cevap ise kısa ve net: Çünkü kadınlar yenilirse tüm toplum yenilir… Anlatmaya çalıştığım şey kadınsız mücadelenin bir hiç olduğu değil. Zaten bunu savunmamız doğru da değil, kadın ve erkeğin omuz

43


omuza vereceği mücadelenin ne kadar kıymetli ve keyifli bir şey olduğunu bilenler bilir. Ancak söylemeye çalıştığım kadının verdiği mücadelenin en az erkeğinki kadar önemli olduğundan ibaret de değil. Sonuç itibariyle denk güce ulaşabilen ancak yaptıklarıyla daha çok yankı bulan bir toplamdan bahsediyoruz, başlangıç noktaları çok farklı olmasına rağmen. Birçok dezavantajlı durumu yıkıp geçerek toplumda daha fazla anılır, hatırlanır, saygı duyulur olmak için bazen daha cesur, bazen daha akıllı, bazen daha güçlü, bazen daha direngen, bazen de hepsi olmak gerekir. Örneğin Haziran direnişi dediğimizde aklımıza ilk olarak kadınlarla ilgili olan motifler gelir. (Siyahlı kadın, kırmızılı kadın, Haziran anneleri, barikatlardaki kadınlar…) Bu bir tesadüf mü? Hiç sanmıyorum. Yeri geldiğinde on kaplan gücüne kadınların da sahip olabileceğinin en güzel kanıtıydı Haziran Direnişi. İşte artık Türkiye’de mücadele eden kadın daha cesur, daha akıllı, daha güçlü ve daha direngendir! Bu yüzden mücadelede bir adım öndedir ve bu, bugünün gerçekliğidir! Burada iradi bir durumdan bahsediyorum. Çünkü işin bir başka boyutu daha var. Koşulların bizi içine sokmaya çalıştığı duruma ek olarak bugün kadınlar güçlü, cesur ve inatçı. olmak zorundadır. Çünkü hayatımızı insani koşullarda yaşayabilmek ve artık “hayatta kalabilmek” için de tek seçeneğimiz var: mücadele etmek. Başka hiçbir şansımız yok. Abarttığımı düşünenler olabilir. Birkaç örnekle açıklamaya çalışayım: Öncelikle en azından saygı görmeyi hak ettiklerini düşündüğüm Kobaneli kadınlardan bahsetmek isterim. IŞİD’e karşı topraklarını, hayatlarını, çocuklarını korumak için savaşan, ‘barış için’ savaşan kadınlar onlar. Korumaya çalıştıkları şeyler en kıymetlileri... Savaşmadan teslim olmayı tercih etseler başlarına gelecekler korkunç: pazarlarda satılmak, ama önce sayısız kez tecavüze uğramak! Bir başka örnek çok değerli olduğunu düşündüğüm imam hatip karşıtı mücadeleler. Kendinizi o annelerden birinin yerine koyun ve düşünün: Çocuğunuzun -niteliği sorgulanır hale gelse de- normal bir devlet okulunda, birkaç değerli öğretmeni sayesinde laik bir eğitim alma şansı, imam hatipleştirme kararıyla çöpe atılıveriyor. Ve sizin çocuğunuzu o okuldan başka bir yere gönderme şansınız yok. Ne yaparsınız? Tabi ki imam hatipleştirmeye karşı çıkarsınız!

'Kadın'a çalan mücadele Tüm bunlar Türkiye’de yeni bir sayfanın açıldığının da bir göstergesidir, açılan yeni sayfanın başlığı; ‘Mücadelenin kadınlaşması’dır. Ne demek mücadelenin kadınlaşması? Yıllardır meclisinden, kürsüsüne, eyleminden, tarihsel kahramanına zihinlerimize kazınan erkek modellerin, bildik tarzların yerini kadın modellere, farklı tarzlara bırakmasıdır. Birkaç örnek verelim. Birincisi, sığınma evlerinde kalan kadınların oy kullanamamasını protesto eden CHP milletvekili Aylin Nazlıaka’nın meclis konuşmasında ayakkabısını fırlata yazması, olayın hemen sonrasında Twitter’da #geliyorterlik hashtag’inin yayılması. Ki bu, protestonun sahiplenilmesi anlamına geliyordu. İkincisi, yaptıkları ev işleriyle bütünleşen annelerimizin, mahallelerimizdeki Ayşe teyzelerin Haziran Direnişi’ne tencere-tava eylemleriyle rengini çalması. Son bir örnek yine Haziran Direnişi’nden… Barikatın üzerindeki Türk bayraklı kadın fotoğrafını unutmamışsınızdır. Hepimize büyük Fransız Devrimi’nin o meşhur portresindeki yarı-çıplak kadın devrimciyi hatırlatmıştı. Cesur bir direnişçi, hem de bir kadın. Kendi adıma söyleyeyim, gurur duymuştum. İşte o kadın Haziran’ın kahramanlarından birisidir. Tam da bahsettiğimiz gibi “bildik erkek model” ya da “tarihsel kahraman” algısını değiştiren bir örnek.

44

Bir şey yapmalı Söylemekte beis görmüyorum: Söz konusu olan, elimizdeki tek seçenek olan mücadele etmenin hakkını vermemiz gerektiği. Bu hem sonuç alıcı örnekler yaratabilmemiz açısından hem AKP’nin teslim almaya çalıştığı ancak ona direnmeye kararlı genç nesillere umut olabilmek açısından hem de kadın deyince akıllara hayatının iplerini eline alabilmiş, cesur ve özgürlükçü bireylerin gelmesi açısından önemli. Kadın olmaktan dolayı kimi mecburiyetlerimiz var artık. Yukarıda birkaçına değinmeye çalıştığım mücadele örneklerinin meşruiyetini artıran şeyin kadınların varlığı olduğunu görebilmemiz lazım. Vermeye çalışılan mesajın kadınlara özgü hassasiyet ve reflekslerle


dile getirilmesinden tutun pek de alışık olunmayan cesur, atak, girişken, kendine güvenli kadın görüntüsünün insanlarda yarattığı güven duygusuna kadar birçok sebebi var bunun. Peki ne mi yapacağız? Mücadelemizin tüm ayaklarında en önde duran ve en çok ses çıkaran olacağız, bize özgü özelliklerin mücadele açısından avantaj olduğunu kafamıza kazıyıp bunları öne çıkaracağız, özellikle üniversitelerimizde kadınların öncülük ettiği örnekleri yaratacağız ve çoğaltacağız. Uzun lafın kısası, kadının adını her yere kazımanın tam zamanıdır! Kadın demek; hayatına sahip çıkmak, emeğine sahip çıkmak, bedenine sahip çıkmak, özgürlük ve eşitlik aranışı, ‘barış için’ sava-

şabilmek, kahkahalara boğulabilmek ve hatta bazen yaşamın ta kendisi demektir. En başa yazdığımız gibi, bu bir ölüm kalım meselesidir: Ya kadınca ve insanca bir yaşam ya da ölüm! Notlar: (1) http://www.haberturk.com/dunya/haber/1001470-kadinlar-isidde-ne-buluyor (2) Skandal açıklamaların adamı Samsun Müftüsü Hayrettin Öztürk’ün 14 Ekim günü yaptığı "18 yaşındakinin zinasına karşı çıkamıyorsanız, 7 aylık bebeğe tecavüze karşı çıkmak timsahın gözyaşlarıdır" açıklamasına atıfta bulunulmuştur!

(Fotoğraf: atlas dergisi/umut kaçar)

45


Öfkenin Kurucu Meclisi: Sokak Sokağın politik anlamdaki önemi, siyasal iktidara, bütün temsili demokrasi mekanizmaların aşılarak doğrudan müdahale edilebilmesini sağlayan bir mekan olmasıdır. Kuşkusuz yönetimsel mekanizmaların sokağa çıkan yurttaşlar tarafından doğrudan denetlenmesi, hükümetler tarafından hoş karşılanmaz. Çünkü siyaset zaten ‘halk adına’ belli bir kesim nüfuzlu ve profosyonel kişilerce yürütülmektedir. Melih Fırat Ayaz Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi

K

amusal alan denince genellikle aklımıza park, meydan gibi sınırları belli, 'özelleştirilmiş' mekanlar gelir. Oysa sokaklardan tutun da yapıların dış cephelerine kadar aslında kentin bütünlüklü bir şekilde bir kamusallık içerdiğini söyleyebiliriz. Bu bakış açısı, aynı zamanda kent mekanının metalaştırılmasına, kentlerin sermaye gruplarının çıkarlarına uygun projelerle parçalanmasına karşı 'kentleri savunmak' için de elimizi güçlendiren bir unsur. Çünkü, güncel olarak ağır neoliberal saldırılarla özelleştirilmeye çalışılan 'emeğin kendini yeniden ürettiği alanlar' olarak tanımlanan eğitim, sağlık, kentsel altyapı hizmetleri vb. alanlarda, kamusal yarar ilkesi, tutunacak en güçlü dalımız. Dolayısıyla kentin içerdiği kamusallık, bilhassa 'sokak', kenti, metrekare ve fiyat biriminin çarpımından ibaret gören zihniyete karşı mücadelede hem fiziksel hem de politik olarak belki de tek yaşam alanımız.

Kentsel parçalar arasındaki ilişkiyi ve kentsel aktörlerin hareket alanını sağlayan sokak, bu özelliğiyle aslında kentlerin kamusallığının asli unsurudur. Dilimizden hiç düşürmediğimiz kamusal yarar ilkesinin de yegane garantisi sokaktır. Belki de bu kamusallığı yok etmek adına, sokak, ya alabildiğine genişletilerek ulaşım faaliyetleriyle boğuluyor ya da sosyo-kültürel karakteri ticari faaliyetlerle yok edilerek açıkhava AVM'sine dönüştürülüyor. Hatta bunlarla da yetinilmiyor, rezidans-plaza-shopping center üçgeninde, sokaklar bütünüyle ortadan kaldırılarak yerlerini hayatın hızlı ve kaygısızca akıp geçtiği, toplumsal ve doğal etkileşimlerin sıfırlandığı otoyollara bırakıyor. Siyasal mücadeleler açısından da sokak, toplumsal tarih boyunca, iktidar mücadelesinin vazgeçilmez arenası olmuştur. En bilinen örneği olarak, Fransız Devrimi, Paris'in dar sokaklarında kurulan barikatlarla zafere ulaşmıştır. Belki de barışa savaşla varılır Çünkü işleten sevgiyi Öfkenin kurucu meclisidir Tarihi hızlandırmanın çiçeği Ergin Günçe

46

Aynı şekilde İtalya'da da sınıf mücadelesinin yükseldiği, İtalyan Komünist Partisi'nin güçlü olduğu bir dönemde Mussolini faşizmi, iktidarını, Napoli'den Roma'ya olan ünlü yürüyüşe yani 'sokakta' kazandığı zafere borçludur. Sokağın fiziksel ve politik karakterini çözmek için tarih boyunca sokağa etki eden iktisadi, kültürel, siyasal dinamiklere ve bu etkiler sonucu kamusal alanda yaşanan tarihsel dönüşüme odaklanmak gerekir.


Antik Yunan'da kamusal alanlar doğrudan siyasal denetimin adresiydi ve en önemli işlevleri buydu. Roma dönemiyle birlikte oluşan siyasal kademelenme kamusal alanları, siyasal denetim aracı olmaktan çok iktidarın görsel güç gösterilerini sergilediği alanlara dönüştürüldü. Ortaçağ'da kamusal mekanlar, dini yapıların hakimiyetindeyken ilerleyen süreçlerde ticaretin gelişmesiyle birlikte meydanlar ve sokaklar 'pazar' haline dönüşmeye başladı. Böylece kamusal mekanlar politik bir arena olmaktan çok meta dolaşımının en önemli kanallarından biri haline getirildi. Ancak bu durum zamanla kentin kırsala üstünlük sağlayarak ekonomik faaliyetlerin merkezi haline gelmesine yol açtı. Kırsaldan kopup gelen kitlesel göçler kent nüfusunu artırdı ve artık kent merkezlerindeki kamusal mekanlar çok çeşitli sınıfsal kesimler tarafından ortak bir kullanım alanı haline geldi. Sokakları ekonomik faaliyetleri gereği yoğun olarak kullanan emekçiler zamanla çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi talepleriyle önce soylulara karşı sonrasında ise burjuvaziye karşı ayaklanmalarında politik olarak da sokağı kullanmaya, 'işgal etmeye' başladı.

Modern zamanlarda sokak Sanayileşme ve plansız kentleşme sonucu kentlerde aşırı nüfus yığılması, çarpık kentleşme, salgın hastalıkların yayılması vb. durumları ortaya çıkardı. Bununla beraber mevcut kentsel yapı ve mimari gittikçe gelişen taşıt teknolojilerine uyum sağlayamadığı gibi sık sık ayaklanan işçi sınıfı isyanlarının bastırılması da dar sokaklar yüzünden pek mümkün olmuyordu. Tüm bunlar burjuva iktidarları, kentlerin köklü ve modern bir dönüşümden geçirmeye zorladı ve böylece modern şehircilik anlayışı 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmaya başladı.

Modern zamanlarda sokak, kapitalizmin ekonomik ve siyasal koşullarının şekillendirmesiyle iki temel işleve indirgenmiştir; meta ve taşıt dolaşımı... Bu süreçte alışveriş faaliyetleri ve ulaşım fonksiyonlarının işgaline uğrayan sokak; kamusal, sosyal, kültürel, siyasal vb. özelliklerini yitirmeye başladı. Kırlardan kentlere göçün uzunca bir süre devam etmesi ve kentlerin gittikçe büyümesi ile birlikte kentsel bölgeleme adı verilen farklı işlevlerin kentin farklı bölgelerine yayılması anlayışı ortaya çıktı. Bu kentleşme tipi, erişilebilirlik açısında taşıt kullanımını zorunlu hale getirdi. Zamanla taşıt tekonolojisinin gelişmesi otomobil kullanımını yaygınlaştırdı ve kentlerin geleneksel yapısı, özellikle yol genişletme çalışmalarıyla birlikte bozulmaya başladı. Bu durum sokağın fiziksel yapısını da etkiledi. Çünkü artık kentsel yaşam, 'A noktasından B noktasına gitmek'ten başka bir şey değildi. Ulaşımın yaşamsal bir ihtiyaç olarak ortaya çıkması, sokakları caddelere, bulvarlara ve hatta otoyollara çevirdi. Bunun dışında kalanlar ise genellikle özel alan kullanımın gerektirdiği şekilde çöp yığınlarıyla, park etmiş arabalarla dolduruldu. Aynı şekilde ticari faaliyetler de sokağın kapitalist dönüşümünde önemli bir pay sahibi olmuştur. Zaten 16. yüzyıldan beri özellikle Avrupa'da coğrafi keşiflerle birlikte gelişen ticaret, kamusal alanları pazarlara çevirmişti. Bu dönemle birlikte günümüze kadar uzanan süreçte, yapıların ön cepheleri vitrinlere, sokaklar alışveriş mekanlarına, halk ise tüketiciye dönüştü. Her şeyin alınıp-satılır hale getirilmesiyle birlikte kamusal alanların kullanımı da belli bir tüketim kapasitesine sahip insanlar için özelleştirilebilir hale getirildi. Kapitalist kentleşmenin gerektirdiği ölçüde, 'geçiş' noktasına indirgenen sokak, böylece kamusallığından sıyrılarak tüketiciler için ayrılmış bir özel alana dönüştürüldü.

47


Lefebvre'nin de dediği gibi: "(...) sokak yalnızca bir geçiş ve sirkülasyon yeri değildir. (...) Sokak, bir buluşma mekanıdır ve o olmadan belirlenmiş yerlerde (kafelerde, tiyatrolarda, çeşitli salonlarda) buluşmak imkansızdır. Bu ayrıcalıklı mekanlar sokağı canlandırır ve bu canlanmadan yararlanır, aksi halde var olamazlar. Spontane bir tiyatro olan sokakta gösteri ve izleyici, bazen de aktör olurum. İşte burada haerket ve kaynaşma ortaya çıkar; bunlar olmaksızın meydana gelecek şey kent yaşamı değil, toplumda bölünme, donuk bir parçalanma ve kopma olacaktır. Sokaklardan ortadan kaldırıldığında sonuçları görülmüştür: Tüm hayatın sönüp gitmesi, "şehrin" bir yatakhaneye indirgenmesi, varoluşun anlamsız bir tarzda işlevlendirilmesi.” (1) 1970'lerle birlikte kentlere saldırı daha da ağırlaşmaya başladı. Sanayi üretiminin kar oranlarındaki düşüş, endüstriyel faaliyetlerinin emeğin daha ucuz ve politik atmosferin daha kolay yönlendirilebilir olduğu 3. dünya ülkelerine kaydırılmasıyla aşılmaya çalışıldı. Sonrasında gelişmiş kapitalist ülkelerin kentlerindeki sanayisizleşme süreciyle birlikte emekçi sınıfların yaşam alanları da bir bir yok edilmeye başlandı. Artık kentlerde yeni bir şehircilik hareketi başlıyordu. Küreselleşmeyle birlikte gelişmiş ülkelerin ekonomilerinde finans ve hizmet sektörü hakimdi. Dolayısıyla artık fabrikaların yerini plazalar almıştı. Bu süreç konut biçimlerini de dönüştürmüş, kent merkezin-

48

deki çöküntü alanlarının 'temizlenmesiyle' oluşan mekanlarda çok katlı yaşam alanları ve alışveriş merkezleri kurulmaya başlanmıştı. Kentlerin kamusal niteliğinin yok edilerek mekanın alınır-satılır hale getirildiği böyle bir dönemde sokak da bu dönüşümden payını aldı. Ulaşım ve ticaret fonksiyonlarıyla zaten kamusal niteliği yok edilen sokak, bu sefer tümüyle ortadan kaldırılmak istenmektedir. Yeni tip kentleşme modellerinde, kentsel yapı, konut-iş-alışveriş alanlarıyla tanımlanmakta ve birbirinden keskin bir şekilde ayrılan bu yaşam alanları arasında da gelişkin, çok katmanlı ulaşım mekanizmaları bulunmaktadır. Böylece bu modellerde sokak tümüyle ortadan kaldırılırken, doğal ve toplumsal temasın, kamusallığın, sosyo-kültürel yaşamın, kent kültürünün, toplumsal dayanışmanın yok edildiği bir ortamda aşırı tüketim, çevre kirlilikleri, toplumsal yozlaşma, psikolojik hastalıkların yaygınlaşması gibi sorunlar ortaya çıkmaktadır. Oktay Ekinci'ye göre, sokağın ortadan kaldırılmasıyla birlikte kentlilik kültürü de yok ediliyor: "Sokak eşitliğin sembolüdür, simgesidir. Şimdi sokağın yerini siteler aldı. Siteler ise eşitliğin simgesi değil, kategorik yaşamın simgesi haline gelmiştir. (...) O sitelerde oturan insanlar evlerinden sokağa çıkabilmek için o tek giriş kapısına doğru yüzlerce metre yürümek zorundalar. Hemen o duvarın arkasındaki


sokağa çıkamıyorlar. Ve kapalı sitelerde yaşayan insanlar dışarıdaki bütün insanları potansiyel hırsız olarak kabul ediyor. (...) Bu sistem sitede yaşayanlar dışındaki herkesi, bütün kent halkını potansiyel hırsız, potansiyel tacizci, potansiyel tehlikeli insan olarak gören bir mekânsal kurgulamadır ve böyle bir konut yerleşimi anlayışının kent kültürü olamaz. Kentlilik kültürünün olması hiç mümkün değil. (2) Bilimsel bilgiyi toplumsal ve doğal yaşamın korunması ve geliştirilmesi için kullanmak ve gittikçe artan nüfusun yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak adına kitlesel üretim faaliyetlerine, toplumsal dayanışmaya ve gelişkin bir sosyo-kültürel yaşama yani bir 'kent kültürü ve dayanışması'na ihtiyacımız var. Aynı şekilde kentlerde nüfus yığılmasının, çarpık kentleşmenin, kırsal yaşamın yoksullaşmasının, toplumsal kutuplaşmanın, doğal yaşamın yok edilmesinin, açlık ve salgın hastalıkların önüne de ancak, kentin kamusal niteliğini koruyup, geliştirerek geçebiliriz. Dolayısıyla kenti, kent kültürünü ve dayanışmasını, bu kültürün ve dayanışmanın mekansal ifadesi olarak da sokağı savunmak artık bizzat yaşamı savunmakla birdir.

Öfkenin kurucu meclisi: Sokak Kenti ve doğayı kuşatan piyasacılığa karşı koymanın yolu, kamusal bir mekan olarak sokağı korumaktan geçtiği gibi; sokağı, kamusallığı, kent kültürünü korumanın ve aynı şekilde topluma yönelen saldırılara karşı koymanın yolu da politik anlamda 'sokak'tan geçiyor... Sokağın politik anlamdaki önemi, siyasal iktidara, bütün temsili demokrasi mekanizmaların aşılarak doğrudan müdahale edilebilmesini sağlayan bir mekan olmasıdır. Kuşkusuz yönetimsel mekanizmaların sokağa çıkan yurttaşlar tarafından doğrudan denetlenmesi, hükümetler tarafından hoş karşılanmaz. Çünkü siyaset zaten 'halk adına' belli bir kesim nüfuzlu ve profosyonel kişilerce yürütülmektedir. Dolayısıyla kapitalist toplumlarda siyasal iktidar sokaktaki insandan korkar. Onun arzusu 'kontrol'dür. Bazı durumlarda bunu açıkça, tehdit ederek, şiddet kullanarak yapar. Bazı durumlarda ise dolaylı yolları kullanır: Araç trafiğini öne çıkarır, meydanları ya insansızlaştırır (Taksim Meydanı projesi gibi) ya da insanların kolayca ulaşmayacağı noktalara taşır (Zeytinburnu'ndaki ve Maltepe'deki denizin doldurulmasıyla oluşturulan meydanlar gibi), sokakların mülk sahipleri ya da kullanıcıları tarafından özelleştirilmesine izin verir, insanlar arasında diyalogu ve buluşmayı kolaylaştıran kentsel mülkleri (bankları mesela) kaldırır. Çünkü sokaktaki insan potansiyel olarak karşıt güçtür. (3) Kapitalist toplumlarda, halkın büyük çoğunluğunu emekçilerin oluşturmasından dolayı, halkın kendi politik insiyatiflerini oluşturması ve siyasete etkin katılımı olabildiğince engellenmeye çalışılır. Eğer halk; 'katılımcı, şeffaf ve demokratik' yönetim denilerek soslanan sermaye çevrelerinin finansörlüğündeki 'sivil' toplum kuruluşlarıyla ya da düzen içi birtakım partiler eliyle temsili mekanizmalarda kontrol altına alınamayıp sokakları doldursa, karşısında topyekün devletin şiddet aygıtı bulur. En güncel ve de güzel halini Gezi'de gördüğümüz üzere, sokak; toplumsal dayanışmanın ve yardımlaşmanın, kolektif bir politik bilincin geliştirilmesinin, siyasetin 'dört duvar' içinden çıkartılıp halkın yönetime etkin katılımının sağlanmasının en önemli yolu. Mesela "sözün 'vahşi' hale gelebildiği, kanunlardan ve kurumlardan kaçıp duvarlara yazılabildiği başka neresi vardır?" (4) Bunun

en temel sebebi, sokağın, kamusal niteliği sayesinde, keskin sınırlarıyla kapalı, köhnemiş, kalıplaşmış, halkın ihtiyaçlarına cevap üretemeyen bürokratik mekanizmaların yerine dinamik, yenilenebilir, kolektif bir emekle inşa edilmiş bir yurttaşlık bilincine ve siyaset tarzına olanak vermesidir. Ancak bu kolektif emek sayesinde, halk, kolayca yönlendirilebilir bir kalabalık olmaktan çıkıp mücadelesini sahiplenebilir ve ülkesinin, bir avuç sermaye sahibinin elinde oyuncak olmaktan kurtarabilir. Bu nokta, toplumsal muhalefet için de can alıcıdır. Çünkü solun, toplumsallaşmasının ve düşünü kurduğu eşitliğin özgürlüğün ülkesinin kurmasının yolu, siyasetin, birtakım 'bilirkişilerce' değil emekçi halkın dokunabileceği, denetleyebileceği, emek verip sahiplenebileceği bir tarza kavuşmasıyla mümkündür. Başka bir şekilde söylersek, düşümüz, sadece devrimci durumda öncü partinin bir ıslığıyla milyonlarca insanı sokağa döküp devrimi yapacağı gibi ütopik bir anlayıştan çıkıp Haziran'da da gördüğümüz üzere, sokağı şimdiden yoğun ve etkin bir şekilde kullanarak yani halkın doğrudan katılımının sağlanacağı ve kolektif bir emeğin yaratılabileceği, paravan değil 'gerçek' örgütsel mekanizmalar yaratılarak gerçekleştirilebilir. Burada basitçe, 'sokak siyaseti'nden bahsedilmiyor. Keza solun Haziran'dan sonra bile hala aynı ikilemi yaşadığını görmekteyiz. Bir tarafta "akşama kadar sokakta bir standın başında akan kalabalığa söylev çekmenin, Yüksel Caddesi’nde ya da Galatasaray Meydanı’nda umarsızca 'görünür olmaya' çalışmanın hüznü" var. (5) Diğer tarafta ise; topluma hiç dokunmadan, sadece kendisiyle konuşarak siyaset yapmayı 'başaran', kimseyi ikna etme, sürece katma, dönüştürme ihtiyacı hissetmeyen ve böylece hayatın güncel, gerçek ve yakıcı sorularına cevap üretme zorunluluğunu ortadan kaldıran, sadece eleştirmenin dayanılmaz hafifliğiyle konformizmin doruklarında uçan bir anlayış... (6) "Sıklıkla kullanılan bir sokak, suça karşı tek mümkün güvenlik aracıdır. Sokağın ortadan kalktığı her yerde suç örgütlenir ve suç oranı artar" der Lefebvre. (7) Politik olarak da doğru bir ifade... Sokak; siyasal, ekonomik ve sosyal tüm yönetimsel mekanizmaların ve icraatların dolayımsız bir şekilde toplumsal denetim altına alınmasının yegane aracıdır. Sokağın; yani ses çıkarmanın, hak aramanın, hesap sormanın, biraraya gelmenin, örgütlenmenin, dayanışmanın mekansal ifadesinin olmadığı yerde, egemenlerin 'ayakkabı kutuları' dolmaya başlar. Kaynakça 1. Henri Lefebvre, Kentsel Devrim, Sel Yayıncılık, 2013, s.23 2. Sokak Bizim Derneği, Oktay Ekinci ile Sokaklar, Erişim: 15.09.2014 http://www.sokakbizim.org/oktay-ekinci-ile-sokaklar/ 3. Bülent Kale, İnsan, Sokak, Kent, Erişim: 15.09.2014 http://www. kargamecmua.org/dergi/sayi/80/150# 4. Henri Lefebvre, a.g.e, s. 23 5. Ragıp İncesağır, Sokak Siyaseti Ne demektir?, Siyasi Haber, Erişim: 15.09.2014 http://siyasihaber.org/sectiklerimiz/sokak-siyaseti-ne-demektir-ragip-incesagir 6. Ragıp İncesağır, Sokak Siyaseti Ne demektir?, Siyasi Haber, Erişim: 15.09.2014 http://siyasihaber.org/sectiklerimiz/sokak-siyaseti-ne-demektir-ragip-incesagir 7. Henri Lefebvre, a.g.e, s. 23

49


Yuvarlak masa: Interstellar Arda Özel - Bilgi Üniversitesi Fantastik ve Bilim Kurgu Kulübü Haydar Şahin - İstanbul Üniversitesi Fizik Bölümü Mehmet Yılmaz - İstanbul Üniversitesi Biyoloji Bölümü Seçkin Serpil - Kadir Has Üniversitesi Sinema Televizyon Bölümü

50


Geçtiğimiz sayıda kısa bir ara verdiğimiz Yuvarlak Masa’mıza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bundan sonra tekrar düzenli hale gelecek olan Yuvarlak Masa’nın bu sayısında, farklı disiplinlerden gelen öğrencilerle 2014’ün en çok konuşulan filmlerinden biri olan Interstellar’ı (Yıldızlararası) konuştuk. Interstellar’ı sinematografik açıdan inceledeğimiz, filmin dramatik kurgusuna dair tartıştığımız ve bilimsel refeanslarına değindiğimiz sohbetimizi keyifle okuyacağınızı umuyoruz. ARDA ÖZEL: Merhaba, 9. sayımızın Yuvalak Masa'sında, son dönemde kendinden çok söz ettiren, 'Interstellar' filmini konuşmaya karar verdik. Filmin sinema sanatında neler ifade ettiğine daha sonra değineceğiz. Ama önce filmde bilimin kullanılışını konuşalım. Filmin kırılma noktası solucan deliğinden geçmeyle başlıyor. Solucan deliklerinin bir yapıyı başından sonuna kadar içinden geçiremeyecek kadar kararsız olduğu, içine çökebileceği söyleniyor. Veya filmdeki gibi bir anda oluşamayacağı. Solucan delikleri ile yolculuk yapılabilir mi? HAYDAR ŞAHİN: Öncelikle, kara delikler, solucan deliği, filmde doğrudan bizim gördüğümüz şeyler bilimsel verilere dayandırılıyor. Ancak bilimsel olarak o çapta bir karadeliği ya da bir solucan deliğini gözlemlenebilmiş değil. Bunların hepsi kuramsal olarak söylenen ama ispatlanamamış şeyler. Ama fizikteki mevcut kuramsal verilerle uyum içerisindeler. Solucan delikleri zamanda yolculuk kurgusuna çokça konu oldu. Çünkü solucan delikleri dediğimiz şeylerin iki zaman boyutu içerisinde geçişkenlik sağlayabileceğini iddia ediliyor. Örneğin deniliyor ki solucan delikleri evrenin her köşesinde vardırlar ve sonsuz sayıdadırlar. Hatta maddenin temelinin solucan delikleri olduğunu iddia eden kuramlar var. Eğer biz bir solucan deliğini cımbızla alıp buna yeterli miktarda enerji verebilirsek, çapını genişletebilirsek, boyut değiştirmek için geçiş yapabiliriz. Bunun ispatlanmış hali ya da doğrudan gözlenmiş hali yok.

51


MEHMET YILMAZ: Zaten bir bilim kurgu filminde buna gerek yok. HAYDAR: Öyle. SEÇKİN SERPİL: Filme dair gelen en fazla eleştiri, filmdeki kurgunun doğrulanmamış olması. Sen bir bilimci olarak ne düşünüyorsun? Sence nasıl bir tavır alınmalı? HAYDAR: Hipotezini oluşturursun, kanıtlamaya çalışırsın. Kanıtlarsın ya da kanıtlayamazsın. Kanıtlayamaman onun yanlış olup olmadığını ortaya koyan şey değildir. Filmin güzel tarafı bence burada. Örneğin yapısından dolayı kara delikler gözlenemiyor. İçerisinde ne olup ne bittiğine dair bir veri yok. Bilim kurgu olduğundan ötürü istediğiniz noktaya çekebiliyorsunuz. Copper'ın örneğin kara deliğe girdiği sahne bir yerden bakacak olursak mümkün olmayan bir şey. ARDA: Peki biz üç boyutlu bir varlık olarak daha üst bir boyutta var olabiliyor muyuz? HAYDAR: Teorik olarak mümkün. Biz üç boyutlu bir dünyada yaşıyoruz. Buna fizikçilerin boyut olarak aldığı 'zaman'ı da eklediğimizde dördüncü boyuta geçiyoruz. Aslında bir yerden bakınca fiziksel olarak üç, kuramsal olarak dört boyutta yaşamış oluyoruz. Biz üç boyutta gidebileceğimiz her yerde özgürken, zaman boyutunda gideceğimiz yönü seçemiyoruz. Eğer bütün bunların kapsandığı bir makine yaratsaydık ve dördüncü boyutta özgürce hareket edebilseydik, yeni bir düzleme, beşinci boyuta geçmiş olurduk. Benim demek istediğim biraz bununla alakalı. Bilinmediği için olmayacağını söyleyemezsiniz. Kara deliğin içindeki sahneyi görmeden öyle olmayacağını iddia edemezsiniz. MEHMET: Bu kısımları zaten bilim kurgu olduğu için kabul ediyoruz. Bilim kurgu filminin, bilim filmi olmasını bekleyemeyiz. Ama bazı basit şeyler atlanıyor. Kara deliklerin kütleleri çok ağır. Işık onlardan kaçamıyor. Filmdeki gibi bunun içine düşülemez. Eğer içine düşmeye başlarsan, ağırlığından ötürü, senin varlığını uzatıp inceltmeye başlıyor ve bir süre sonra kalınlığın atomik boyutlara ulaşıyor. Diğer kısımlar bilim kurgu olarak kabul edilebilir. Ama içine girmek artık hesaplanabilen bir şey. Film bu kuralı çiğniyor. Ya da benzer bir biçimde ışığın kaçamadığı kara delikten uzay gemisinin kaçabilmesi. HAYDAR: Karadeliğin içine girdiğinde her şey yoğun bir kütle ve çekim kuvvetine tabi olur ki her şey atomik parçalarına bölünür ve dolayısıyla bütünlüğünü koruyamaz. Dünyaya en yakın olan kara deliğin dünyayı yutması durumunda onun tahmin edilen çekim kuvvetinin bizim algıladığımız birimlerle bir şeker tanesi haline geleceğini varsayıyorlar. Böyle bir tablo içerisinde bütün kara delik sahneleri bilim kurguya giriyor. Bunlar varsayım. Ama kara deliğe girdiğimizde boyutumuzu koruyabileceğimizi iddia eden teoriler de mevcut. Mesela küp teorisi. Teori, kara deliğin cisimleri düzlemler halinde yuttuğunu söylüyor. Örneğin bir insan girerken ayaklarındaki atomlar başka bir düzlemde, kafasındaki atomlar başka bir düzlemde giriyor. Teoriye göre bunlar tekrar kara delikte üst üste gelip yeniden kişiyi oluşturabiliyorlar. Bunlar ihtimal dahilinde. SEÇKİN: Benim bilimsellik ve NASA deyince şu aklıma geldi. Filmde NASA'yı gizlenmiş bir biçimde görüyoruz. HAYDAR: Neden gizli ben anlayabilmiş değilim. ARDA: Apollo bile propaganda denilerek okul kitaplarından çıkartılıyor. Kıtlık olan bir dünyada, ellerindeki son kaynakların,

52

gereksiz olduğu düşünülen uzay projelerine aktarıldığı öğrenilsin istemiyorlar. SEÇKİN: Bence de. Filmde, sadece bir bilim adamının bildiği bir formül üzerine herkes bu yolculuğa onay veriyor. Ben o kurumsallığın mümkün olmadığını düşünüyorum. Sadece bir kişi formülden anlıyor. Sanki diğerleri aynı kurumda çalışmıyor. Bu mümkün olamaz. Bununla alakalı Terminator Sarah Connor Chronicles'da bir konuşma vardı. Sarah Connor atom bombasını bulan herkesin ismini saymaya başlıyor. Bunları bir odaya doldurup hepsini öldürebilseydi atom bombasının yapımını engelleyebilir miydi diye düşünüyor. Engelleyemeyeceğine karar veriyor. Çünkü fizikte onlardan sonraki en iyiler atom bombasını bulurdu. Film materyalist bakmıyor. Interstellar'da bu yüzden Lars Von Trier'in Melancholia'sındaki sonuç çıkıyor. Bir kişi otorite ve bilgiyse onun dediği her şey yapılabilir. Burada postmodernite övgüsü var. 'Eğer biri bilim adamıysa biz onu sorgulamayız'. ARDA: 30 sene boyunca aynı formül ispatlanmaya çalışılıp ispatlanamıyor. İkinci bir kişi de formülü değiştirmeyi denemiyor. SEÇKİN: Tek bir kişinin otoriterliği var. Aynı zamanda insanlığın son mucizesi olarak gösteriliyor. Bir anlamıyla bilimin çöküşü, irrasyonelliğin övgüsü var. İnsanlığı kurtaran şey de bilim değil sevgi


oluyor. Bu paradigmadan bakılmadığı için film bilimin zaferi gibi gözüküyor. Ama aslında tam tersi. ARDA: Ufak bir ekleme. Bu Nolan'ın bütün filmlerinde var. 'Tek kişi doğrusunu bilir' üzerinden çekilen Batman serisi, Inception'da DiCaprio'nun oynadığı karakter. Prestige'de Tesla. SEÇKİN: Memento'da kim? MEHMET: Memento adamın ayrıksı filmi, ilk filmi. Ama ben Nolan'ın diğer filmlerinde bu mesajı, Interstellar'daki kadar görmüyorum. Burada insanlığın son umudu. Tek şansları var. NASA'da üç tane bilim adamı var, hepsi de Amerikalı. İnsanlığın son umudu olmasına rağmen nedense başka hiçbir milletten insan almıyorlar. Ve 30 sene boyunca aynı formül üzerine çalışıyorlar. HAYDAR: Ben sanırım farklı anladım. Teori bilim adamının çözmeye çalıştığı ama çözemediği bir teori. Ve sonunda çözemediği ortaya çıkıyor değil mi? MEHMET: Hayır, çözüyor ve gidilemez olduğu ortaya çıkıyor. Daha doğrusu dünyanın taşınabilmesi için kara delik bilgisine ihtiyaç olduğu ortaya çıkıyor. Tesadüf ki onlar da tam bu veriyle geliyorlar! Kısacası o günkü fizikle dünyanın taşınamayacağı ortaya çıkıyor. Adamın da çalışanlara bu gerçeği söylemediği ortaya çıkıyor. Çünkü

söylerse bu hızda çalışmayacaklarını düşünüyor. 30 sene boyunca sorgulamadan çalışan bilim adamlarını seyretmiş oluyoruz. Bunlar daha mantıklı bir senaryoya bağlanabilirdi. Kolaya kaçılmış. Dünyanın sona erme şekli için de geçerli bu. Bütün bitkileri yok eden bitki mısıra dokunmuyor. Bunun üstüne de sorunu çözmeye değil, dünyayı toptan bırakmaya karar veriyorlar. HAYDAR: Evet, film belli açılardan saçmalıklarla dolu. Dünyadan kaçışı gerektiren sebep bu kadar saçma olamaz. SEÇKİN: Ama besin ortadan kalkıyor. Yeteri kadar önemli bir sebep. MEHMET: Dünyayı yakacak bir güneş patlaması da hem besini yok eder hem de elektroniği yok eder. Taş devrine dönüş. Besinin bitme sebebiyse bir küf. HAYDAR: Küften dolayı azot artıyor, oksijen düşüyor. Ama bunlar basitçe çözülebilecek şeyler. Hatta bir röportajda anlatıyorlar. Bu senaryoya biyokimyacılarla bir gece yemek yerken karar vermişler. Oldu bittiye gelmiş gibi. SEÇKİN: Beni rahatsız eden bir şey daha var. Film aslında bir 'kahramanın sonsuz yolculuğu' arketipi. 12 kişi olmaları 12 havariyi simgeliyor. Sonra Yahuda ihanet ediyor. Filmin bunun üzerine vardığı tek bir yer var. Kendini insanlık uğruna feda eden çilekeş

53


İsa. Sonrasında da uzay boşluğunda bayılmış bulunuyor. Mümkün değil. Film klişelere dayanıyor. HAYDAR: Mevzu biraz da burada. 'Sevgi' adı altında 'sahte bilim' kısmına giren ve filmi berbat eden kısımları var. Kara deliğin içine giriyor ve sonsuz olasılığın içinde tam istediği yere düşüyor. Kara delikten baygın bir biçimde tam bulunabileceği yere düşüyor. ARDA: Rastlantısallığın ötesinde sevgiye tanrısal bir güç veriyor. HAYDAR: Bilim adamlarının da karşısında olduğu şey bu. Kuantum mesela. Dünyada en çok kullanılan ama içeriği en az bilinen tanım. Örneğin 22. seviyede kuantum ile sağlık. MEHMET: Kuantum, anlamının dışında, karma anlamında kullanılan bir terim oldu artık. Kuantuma sevgi verirsen o sevgi sana dönüş yapar. Film de böyle. Kara delik yaratacak teknolojiye sahip 5 boyutlu varlıklar, dünyayı kurtaracak noktasal an için öyle bir teatral düzen hazırlıyorlar ki, Cobb'un yüz senelik serüveninin sonunda kızına ikili sistemde kara delik bilgisini yollamasına dayanıyor. ARDA: Bana sorarsanız bundan dolayı da film bilim kurgu değil. SEÇKİN: Neden bilim kurgu değil? ARDA: Bilim kurgunun belirli azami özellikleri var. Bizim dünyamızdan 'bilimsel' olarak farklı bir dünyada geçmesi lazım. Bilimselin açıklanmasına gerek yok. Kendi içerisinde bu bilimseli anlatabilir, bunun bugünkü fizikle özdeşleşmesine gerek yok. Örneğin Frankenstein'da kimya ve elektrik ile bir yaratık yapılıyor. Bugünkü bilimle imkansız. Film kendi kurgusunda her şeyi açıklayan güç olarak bilimi değil sevgiyi kullanıyor. Kızıyla arasındaki sevgi sayesinde dünya kurtuluyor. SEÇKİN: Filmde fedakarlık romantik kahramanlık övülüyor. Ka-

54

rakter kendini feda ediyor ve böylece çözümü yaratıyor. Kadın başta aşkının peşinden gitmek istiyor, insanlık umudu için yapılmaması gerektiğine ikna ediliyor. Ertesinde roller değişiyor. Adam kendini feda ediyor ve böylece kurtuluyor. Yine İncil'den lazarus göndermesi. Çok fazla klişe var. Hiçbir şeye de hizmet etmiyorlar. MEHMET: Zamanı ele alış biçiminde de aynı klişe var. Back to the Future'daki gibi çizgisel biçimde ele alıyor. Kurguda, aynı boyutta zamanda gidip gelebilmenin ötesine geçilebileceğini düşünüyorum. Hatta bilimsel olarak da olamayacağına dair bir paradoks vardı. Yanlış hatırlamıyorsam büyükanne ikilemi deniyordu. Eğer kendi zaman çizginde oynayabileceğin bir zaman yolculuğu mümkünse; zamanda geriye gidip büyükanneni öldürebilirsin. Ama büyükanneni öldürdüğün için annen doğmaz, annen doğmadığı için de sen doğmazsın. Büyükanneni öldürecek kimse kalmaz. O zaman büyükannen yaşar ve sen tekrar doğarsın. Tekrar büyükanneni öldürürsün. Paradoks. Bundan dolayı bildiğim kadarıyla fizikte lineer zaman anlayışı fizikte kabul gören bir şey değil. Filmde bu lineer zaman anlayışı var. Üstüne üstlük Copper'ı tam da doğru noktaya döndürüyor. SEÇKİN: Dramatik olarak da sıkıntılar var. Sırf bu noktaya döndürmek için abisiyle arasında suni bir tartışma yaratıyor. Böylece Copper kütüphanede çalışabiliyor. Abisinin başka bir işlevi yok. Nedensiz bir biçimde çocuğunu tedavi ettirmek istemiyor. Aynı hastalıktan bir kere çocuğunu kaybetmiş, ikinci çocuğunun ölümüne göz yumuyor. HAYDAR: Ben onu başka türlü yorumladım. Orada kardeş karakteri hayattan umudunu kesmiş. Çocuklarını tedavi ettirmiyor çünkü onların kötü haldeki bu dünyayı görmelerini istemiyor. Aralarında umudu olan-olmayan ikilemi yaratmaya çalışmışlar. ARDA: Ama kurgusal olarak filmin sıkıntısı şurada. Bu bilimsel


gelişme sadece Copper ve kızı için yaratılmış oluyor. Filmde de bu cümle geçiyor "Bunlar bizim içindi.". Bu büyük bir kurgu için çok basit. Copper hiç ortaya çıkmasa filmdeki hiçbir şey gerçekleşmeyecek. MEHMET: Burada da yine büyükanne paradoksu ortaya çıkıyor. Copper'ın oraya gelmesi, Copper'ın kara deliğe girmesiyle mümkün oluyor. Yeniden bir kısır döngü içine giriliyor. HAYDAR:Lineer zaman yolculuğuna dair şunu söylemem lazım. Zamanda ileriye gitmek kanıtlanmış bir şey. Zaman makinesi anlamında değil. Örneğin Yuri Gagarin uzaydan geri dönerken, dönmesi gerektiğinden daha ileri bir zamanda geldiği anlaşılıyor. Daha gündelik örneklerden biri de GPS aletleri. Uzaya gönderip geri aldığımız sinyaller arasında zaman farkı oluşuyor. Bundan dolayı da her gün uyduların saatiyle dünya saatini senkronize ediyorlar. Bunu geriye dönüş kısmı gerçekleşmemiş ama büyükanne paradoksuna karşı başka bir teorem var. Geriye gidildiği zaman aynı şeylerin yaşandığı başka bir evrene gidiliyor. Yani aslında büyükannesini öldüren kişi, başka bir evrendeki büyükannesini öldürmüş oluyor. Filmde hata diyebileceğimiz bir kısım burası. Fizikte biz bu paradoksun çözümünü böyle açıklıyoruz. Fakat beşinci boyuta geçildiği anda her sahneden birer sayıda değil, sonsuz sayıda olmaları gerekirdi. MEHMET: Bir başka nokta dünyadaki bir saatin başka bir gezegendeki yedi yıla tekabul etmesinin kuramsal olarak bile imkansız olduğunu söylüyorlar. Böyle bir durum için karadeliğin Gargantua'dan daha büyük olması gerektiğini söylüyorlar. Fakat Gargantua'dan daha büyük bir karadeliğin de dengesiz olup, kendi içine çökeceğini iddia ediyorlar. Kısacası bir saatin yedi yıla denk geleceği bir düzen yok. Uzaya geri döndükleri an 23 yıl geçmiş oluyor. SEÇKİN: 23 yıl sonra geri gelindiğinde adam da hiç şaşırmıyor. Sanki her gün galaksiler arası gidip geliniyor. Adam bir boşlukta 23 sene yaşıyor, 'uyumak bana göre değildi' diyor. Çok sakin karşılıyor. Utanmasa çay ikram edecek. MEHMET: Burada bir film hatası da var. Önceki kısmında kısıtlı hava ve yiyecek olduğu söyleniyor. Uyumazlarsa onlar Satürn'e gidene kadar, 2 yıllık bir süre içerisinde bunların biteceği söyleniyor. Adam uzay istasyonunda 23 sene yaşıyor. Adama 23 sene yetecek yiyecek var, diğer tarafta dünya kıtlık yaşıyor. SEÇKİN: Benim dikkat ettiğim başka bir nokta. Film çıkarken 2001 filmiyle sıkça karşılaştırıldı. 2001'de insanlığın geldiği noktayı aşan kişileri seyrediyoruz. Onlardaki heyecanı görüyoruz. Interstellar'daki karakterlerde bu heyecan yok. Sanki her gün uzay boşluğunda seyahat ediyormuş gibi hareket ediyorlar. ARDA: Başka bir örnek de kara deliğe girme anları. Kara deliğin prensibi, kara deliğe girmeden hemen önce anlatılıyor. Karakterler buna hazırlanmamış. Doğru ve basitçe açıklıyor. Ana görevleri kara delikten geçmek, ama kara delikten geçmek astronotlara anlatılmamış. HAYDAR: Bugün bile, örneğin Mars'a inerken, öncesinde muazzam hesaplamalar yapılıyor. Yerçekim farklılıkları, aradaki uzaklık hesaplanıyor çünkü araçlar bu hesaplara göre iniyor. Ama filmde, içinde deniz olan gezegende, yakıttan tasarruf etmek için aracı ters döndürüp iniş yapıyor. O kadar büyük dalgaları yaratan gezegende o manevrayı yapmak imkansız. Basitçe çakılır. Ama bence bunları kabul ettikten sonra şunu sormak gerekiyor. Bu tür filmleri sey-

rettiren şey bu tarz efektler. Eğer bunları yapmasalardı film sadece fizikçilerin seyredeceği bir filme dönerdi. ARDA: Ben böyle düşünmüyorum. 2001 film olarak, kitap olarak çok fazla fiziğe, uzay yolculuğunun nasıl gerçekleşeceğine dayalı. Ama bugün film sadece fizikçilere hitap etmiyor. Aksine kendini sinemanın yapıtaşları arasına yazdırmış durumda. Son sözleri alıp sonlandıralım. HAYDAR: Herkes kendi alanından filme yaklaşıyor. Siz sinematografik olarak yaklaşıyorsunuz, bense bir fizikçi olarak bir bilim kurgu filmine başka bir gözle gidiyorum. Bir takım saçmalıkları barındırıyor ama şu ana kadar bahsedilen kuramları bir bütünlük içerisinde sunabiliyor. Film, beşinci boyutu izleyiciyi dünyaya yabancılaştıran, dünyada anlamsız gösteren bir şekilde sunuyor. Bence bilim kurgu insanı dünyaya anlamsızlaştıran değil,bilimin dünyayı anlamlı kılan yönleri gösterdiği bir şey olmalı. Filmde tersi bir etki var. Filmi fiziği ele açış biçimi olarak beğensem de vermek istediği mesaj açısından beğenmediğimi söyleyebilirim. SEÇKİN: İki kardeş arasında anlamsız diyalog var. Filmde bir çatışma varsa onun bir şeye hizmet etmesi lazım. Çehov'un silah göndermesi gibi. Oyunda bir silah asılıysa o silah patlar. Ama filmdeki iki güzel şey Matt Damon'ın hayatta kalması için yalan söylemesi. Robotları buraya yollamıyoruz çünkü hayatta kalma içgüdüsüyle zıplayamıyorlar diyor. Maalesef orada da bir klişe var. İyi gözüken adamın kötü olması. Bir de burada Melancholia'ya referans vermem gerekiyor. Filmin merkezinde bilim eleştirisi, rasyonellik eleştirisi var. Teleskopla dünyaya bakan bir adamı karikatürize ediyor. Eğer Interstellar'ın da mesajı bu olsaydı filmi başarılı sayabilirdik. Ama film bilimi övmeye çalışırken irrasyonelliği övüyor. İlkokuldaki klasik soruyu soruyoruz bu an. Bu metin bize ne anlatıyor? Hiçbir şey. MEHMET: İnsanlar davranmaları gerektiği gibi davranmıyor. Matt Damon'la dövüşme sahnesinde Copper'ın camı kırılıyor. Copper, içgüdüsel olarak kendini korumuyor, adamı ikna etmeye çalışıyor. 'Yüzde elli ihtimalle senin kaskın da kırılır' diyor. Damon da 'Sahip olduğum en iyi ihtimal' diyor. Filmde herkes birbirine olmadık yerde ahkam kesiyor. Filmde benim beğendiğim bir diyalog şu. Öğretmen 'insanlara önce burada yaşamayı öğretebilmemiz gerekiyor' diyor. Dünyayı bugün terk edersek, çarpık zihniyetimizi yaymaya devam edeceğimizi söylüyor. Fakat film bu tavrı küçümsüyor. Copper akşam dönüp kayınpederine kaderimizde yıldızlar arasında ölmek var diyor. Tüketebildiğimizi tüketiriz, sömürmek için yenisini ararız diyor. ARDA: Ben bilim kurgunun potansiyelinin kullanıldığını düşünmüyorum.İlk başta gördüğüm Nolan'ın bir evren yaratması ama her sahnede bu evrenin kurallarını çiğnemesi. Az önce bahsettiğimiz, uzay gemisiyle manevra yapılması örneği gibi. Kendi karakterlerine durmadan ilahi müdahaleler yapıyor. Bu da filmin geçtiği evreni izlenemez kılıyor. Bilim kurgu türlerin veya bilimin varabilecekleri potansiyelleri tartışır. Filmin 2001 ile kıyaslanmasını da bu sebeple komik buluyorum. 2001'de 'yıldız çocuğu' ve maymunların kemiği kullanmasıyla yeni bir noktaya ulaştığımız simgeleniyor. Buradaysa yeni potansiyellere dair hiçbir şey yok. Film aslında bizi aradığımız şeyin orada değil aslında içimizde olduğunu söyleyerek bitiriyor. Sanırım başka kimsenin ekleyecek bir şeyi yok. Bir Yuvarlak Masa'nın daha sonuna geldik. Katıldığınız için teşekkürler. Sonraki sayıda görüşmek üzere.

55


Devrim televizyonda yayınlanmayacak, ‘tweet’lenecek Hem sosyal medyanın iletişimimizdeki yerine, kültürüne ve gençlik için ne anlam ifade ettiğine şöyle bir göz atmak; hem de sosyal ağların kralı Facebook’un güvenilmez hâlleri ışığında muhtemel vârisine ilişkin beklentilerimizi, ve daha fazlasını, tek yazıda “paylaşmak” istedik...

Özgür Oral Anadolu Üniversitesi

H

omo cinsinin gezegende yerini aldığı yaklaşık 2.5 milyon yıl öncesinden bugüne değin, insan iletişimi kayda değer noktalara ulaştı. Bu noktalardan yakın zamana ait olanlardan birisi de, sosyal medya olarak adlandırdığımız sanal mecra hiç kuşkusuz. İnternet, son çeyrek asırda küresel popülasyonun üçte birinden fazlasının hayatında yer etmiş bir teknoloji. Sosyal medya da, nam-ı diğer Web 2.0, bu teknolojinin güncel bir uzantısı niteliğinde göze çarpıyor.

Daha yeni başlıyoruz Facebook, Twitter, YouTube, Tumblr gibi yüz milyonlarca kullanıcılı/ziyaretçili popüler sosyal paylaşım siteleri çok değil, yalnızca sekiz-on yıldır bilişim tedavülünde bulunmakta. Instagram, Google+ ve Vine ise sırasıyla dört, üç ve iki yıldır... Demek oluyor ki, bu sanal alanlar türümüzün hayli eski zamanlara uzanan karmaşık iletişim tarihinde oldukça yeni araçlar olarak karşımızda duruyor. Yine çok uzak olmayan bir geçmişe kadar yaygınlıkla kullanılan posta, gazete vb. gibi klasik iletişim yöntemlerinin yerini artık büyük oranda sosyal medyanın kapladığı görülüyor. Hatta bu yöntemlerin temel kurallarının, genel anlamda internet ve sosyal medya sayesinde yeniden tanımlandığını kolaylıkla söyleyebiliriz.

Dijital bir kültür Geride bıraktığımız bu on yıllık süre içerisinde gittikçe "ilkokul arkadaşlarımızı bulma yeri" olmaktan çıkarak, iletişim alışkanlıklarımıza olduğu kadar, sosyalleşme kültürümüze de nüfuz eden ağ platformları görüyoruz. Neredeyse her fiziksel mekânda varlığı söz konusu olan sosyal ağlar; gerçek hayatımızda çizmekte olduğumuz sosyal ve kültürel daireyi, "paylaşarak", "beğenerek", "takip ederek" ve "favlayarak", dijital bir düzlemde genişletmemize izin veriyor.

56


Sosyal medya, günümüz toplumunda popüler kültürün ve ticari medyanın yabancılaştırma kuşatması altındaki fertleri; duygu ve düşünce ortaklığı hissettikleri, göreceli olarak eşitlikçi ve katılımcı bir atmosferde bir araya getirmekte. Kimi mahlas altında, kimi gerçek ismiyle, yerel veya yerel ötesi komünitelerin bir parçası olabiliyor, hatta bunları kendi çevresi etrafında oluşturabiliyor... Birbirimizle olan iletişimimizde böylesi bir yenilenmenin ve dönüşümün tesirinin, hayatlarımıza geniş ölçülerde yansıması da elbette kaçınılmaz. Bu yansımanın olumlu ve olumsuz yönleri başlı başına bir tartışma konusu yapılabilir ve bir bütün olarak ele alınıp nesnel bir şekilde tartışılmalıdır da.

Çağımızın belası! Ancak zaman zaman, sosyal medyanın geleneksel insan ilişkilerini dinamitlediği ve toplumu çürüttüğü yönünde çıkışlara rastlıyoruz. Sadece sosyal paylaşım sitelerinin değil, topyekûn internetin yaşantımızı tehdit eden bir varlıkmış gibi sunulmasına şahitlik ettiğimiz bir dönemdeyiz ülkece. Sosyal medyayı "toplumların baş belası" ilan eden, "her geçen gün internete daha da karşı" olan ve bunların kökünü kazımaktan dem vuran bir zatı Cumhurbaşkanlığı makamına kadar ulaştırabilen bir iptidailikle boğuşuyoruz. Tüm bu boş sözlerin, engellemelerin politik ve ideolojik motifi hepimizin malumu olsa gerek... Gerici siyasi iktidarın akıl dışılığını bir kenara bırakırsak, söz konusu kanallara ne gereğinden çok fazla değer biçmek ne de lüzumsuz

önyargılarla yaklaşıp burun bükmek icap ediyor. Öyleyse sosyal medyayı, insanlığın iletişim macerasındaki yeni bir evrimsel halka olarak değerlendirmek, mevzuya dair geliştirilmesi en sağlıklı yaklaşım olacaktır.

Özgürlük alanı Sosyal medyanın mecra olarak iletişimdeki yerine ve kültürüne az buçuk değindikten sonra, gençlik içerisindeki konumu hakkında neler söylenebileceğine bir bakalım... Öncelikle, yaygınlığını geç seksen ve doksan kuşağı birlikte büyüyerek elde eden sosyal medyanın, yine en fazla bu jenerasyon tarafından kullanılıyor olması şaşırtmayan bir veri olarak ortada durmakta. Sosyal paylaşım siteleri, yalnızca günlük yaşantımızın başlıca parçalarından biri hâline gelmiş değil, aynı zamanda çoğumuzun hayatının merkezinde bir kara delik misali yer edinmiş durumda. Gençlik için müthiş yoğun bir çekim noktası, içinde kaybolunabilecek devasa bir alan... Araştırmalara göre sosyal medya, genç kullanıcılar tarafından ne kadar eğlenme ve "takılma" amacıyla tercih ediliyorsa, en az o kadar da bilgi edinme/sağlama amacıyla tercih ediliyor. Geleneksel medyanın ana-akıma ait dejenereliği karşısında, nispeten manipülasyondan uzak ve daha şeffaf bir iletişimsel ortam imkanına memnuniyetle kucak açıyor gençler. Bilgiye erişim imkanının birkaç on yıl öncesine nazaran hayal bile edilemeyecek ölçülerde olması sayesinde, çevrelerinde ve dünyada olup bitenlerle bağlarını taze tutabiliyorlar.

57


Bunun yanı sıra sosyal ağlar; müzik, kısa film, fotoğraf, blog vb. kategorilerde özgün içeriklerini yaratabilen gençlerin, kendilerini serbestçe ifade edebildikleri bir çeşit "kurtarılmış bölge" anlamına geliyor. Dahası; fikirlerinin ender kabul gördüğü ya da onları dile getirme ihtimallerinin daha zayıf olduğu aile, sınıf, işyeri gibi çevrelere alternatif olarak, kendi seçtikleri "kafa dengi" insanlarla buluştukları ve öne çıkabildikleri bir "güvenli yer"...

"Kalk o bilgisayarın başından" Ama buna mukabil, egemen ideolojinin, yer yer ana-akım medyanın ve bir dizi "uzmanın" halka vaaz ettikleri sosyal medya imgesi, hayli çarpık ve yüzeysel bir algı oluşmasına yol açıyor. Bu sebepten olacak ki kimi kesimler, zamanlarının hatırı sayılır miktarını bu sosyal ağlara ayıran genç insanlara, toplumsal hayattan yalıtılmış asosyal bireyler gözüyle bakabiliyor. Facebook'u, Twitter'ı etkin bir şekilde kullanmak; gerçek insanlarla birebir/yüz yüze iletişim kurmayı, sanal bir avareliğe tercih etmekle eşitlenebiliyor pervasızca. Oysa hem bireysel hem de toplumsal iletişimin dönüştüğü, sosyalleşme yöntemlerinin başkalaştığı ve çeşitlendiği bir çağdayız. Bu yüzden, bilgisayar veya akıllı telefon başında vakit harcamayı başıboşlukla değil, olsa olsa zamanı yönetmekle alakalı bir durum olarak dikkate almak, daha akla uygun olacaktır. Dolayısıyla genel kanının aksine; yalıtılmışlığı, sonuçta yine gerçek insanlarla etkileşimde bulunduğu sosyal ağlar içerisinde yer alarak da aşabilen bir jenerasyon mevzubahistir... Yeri gelmişken bağlantılı bir konudan da bahsetmeden geçmeyelim... İçinde eğlence, yaratıcılık ve hayal gücü barındıran nice genç uğraşına "bağımlılık yapıcı, şeytan icadı" etiketi yapıştırma alışkanlığıyla çok kez karşılaşmışlığımız vardır. İnternet ve sosyal medya haricinde, video oyunlarına karşı yürütülen karalama kampanyaları da bu gafilliğe bir örnek teşkil eder... Bununla beraber, düne kadar hep seksen darbesi marifetiyle peydahlanmış, "kayıp nesil" adde-

dilen apolitik-konformist bir gençlikten de söz edilirdi. Geçtiğimiz Haziran'da "GTA'da polis döven", "internet delisi" liseli, üniversiteli ve çalışan gençlik, bunlar gibi yerleşmiş düşüncelerin pek de sağlam temellere dayanmadıklarını tüm ülkeye göstermiş oldu. Hikâyeyi biliyoruz, hep birlikte yaşadık...

"Ne düşünüyorsun" Zuckerberg? Bu noktaya kadar sosyal medyaya ilişkin göreli genel başlıklara yer vermeye çalıştık. Şimdi biraz daha spesifik bir meseleyi ele alabiliriz... Facebook ahalisi, sitenin Haber Kaynağı kısmında âdeta bir hobi olarak sık sık değişikliğe gitmesine alışkındır. Sosyal medya devimiz, 2013 Aralık ayı itibarıyla yine yerinde duramamaya başladı ve bir başka algoritma değişikliği dalgası için düğmeye bastı. Ancak bu sefer basılan, deyim yerindeyse "büyük kırmızı düğme" idi ve sitenin göbeğine büyük tahribata yol açacak bir nükleer bombayı bırakıverdi... Yeni algoritma gereği, kullanıcılara "yüksek kaliteli içeriği ulaştırmak" amacıyla, Haber Kaynağı'na düşmesi gereken gönderiler filtrelenecek ve çok sınırlı bir kısmı görünür olacak; yüksek miktarda beğenme, yorum, paylaşım, tık alan ve kişilerin "ilgi duyma ihtimalleri en yüksek" gönderiler Haber Kaynağı'nda karşılarına çıkacaktı. Bu ciddi değişiklik, çok geçmeden sayfaların kullanıcılarla olan etkileşiminde tepetaklak bir inişe neden oldu. Daha az içeriğe ulaşan kullanıcılar, daha az etkileşim demekti ve takip eden aylarda bazı sayfaların organik erişim istatistiklerinde yüzde seksenlere varan dramatik düşüşler meydana geldi. Sayfalar, bundan iki yıl önce gönderileriyle kitlelerinin ortalama yüzde on altısına ulaşırken, bu oran son aylarda yüzde üçlere kadar gerilemiş vaziyette...

"Facebook paralı oluyormuş" Facebook, bu değişimle birlikte; özellikle markalar, firmalar, organizasyonlar, örgütler, aktivist gruplar, haber sayfaları, müzik grupları vs. gibi propaganda ve tanıtım işlerinin bir ayağını bu siteye dayandıran kesimleri yarı yolda bırakmış görünüyor. Sayfaların, eğer daha fazla kişiye seslenmek istiyorlarsa, gönderilerinin öne çıkması için para ödeyerek erişim satın alması, yaşamsal bir hâl kazandı. Satın alınan erişim kavramının, TV kanallarına reklam vermekten temelde pek farkı olmadığı söylenebilir... Velhasıl, sayfalar ya gönderileri için para ödemeyi göze alacaklar ya da sayısını artırmak için bir hayli emek ve zaman sarf ettikleri bir yığın like, büyük ölçüde anlamsızlaşmış olacak. Gönderileriyle artık ancak birkaç düzine insana hitap eder hâle gelen "az kişili" sayfalar içinse tablo elbette daha karamsar. Facebook cephesi ise erişim sayılarındaki düşüşün, sitenin kendi doğal evriminde kaçınılmaz bir olgu olduğunu savunuyor. Açıklamalarına göre; yaratılan içerikler, mobil kullanımın da yaygınlaşmasıyla, gitgide artmakta ve insanlar bu "şişkin" içeriğe ayak uyduramamakta. Twitter usulü (her gönderinin gerçek zamanlı olarak görüldüğü) bir ana sayfa modelinin, organik erişim sayılarını uzun vadede şu ankinden daha kötü etkileyeceğini de ileri sürüyorlar. Ayrıca yeni algoritmanın, şirket olarak daha fazla kâr elde etmek için getirilmiş bir yöntem olmadığı iddiasındalar ki, kapitalizmin kuralları siteye giderek daha fazla yerleşmekteyken pek inandırıcı bulunmadıklarını belirtmek gerekir. Peki ya Facebook sakinleri açısından bakıldığında vaziyet nasıl? Birçok kullanıcı; ilgi duyabilecekleri, önemli sayılabilecek, yani kendilerine görünür olması beklenen içerikleri ıskalamaktan şikayetçi. Üstelik

58


Princeton Üniversitesi imzalı bir araştırmaya göre; Facebook, 2017 yılına gelindiğinde kullanıcılarının yüzde seksenini kaybetmiş olacak. Varılan sonucun gerçeğe dönüşüp dönüşmeyeceğini en geç üç sene içerisinde göreceğiz, fakat dönüşmesi hâlinde bu yüzde seksenlik kitle nereye göçmüş olacak? bunun gerçekleşmemesi için devreye sokulan yeni algoritmaya rağmen! Muntazaman karşılıklı etkileşim içerisinde olan arkadaşlar dahi birbirlerinin güncellemelerinden habersiz kalabilmekte. Kullanıcılar, kimin neleri görmek istediğini kendileri değil de, ne idüğü pek belli olmayan bir algoritma tarafından belirlenmesinden memnun değil. Bu algoritmanın mekanizması, yani Facebook'un neleri görüp neleri görmeyeceğimize tam olarak nasıl bir pratikle karar verdiği de henüz birçoğumuzun bilgisi dahilinde değil...

Haydi bize müsaade... Facebook'un yukarıda bahsettiğimiz dengesiz hâlleri ve artık elli yaş üzeri insanlar arasında yaygınlaşmaya başlaması gibi etkenler yüzünden, genç kullanıcı kitlesinin siteyi daha "hızlı" ve "direkt" platformlara, artan bir ivmeyle tercih etmekte oldukları saptanmış bulunuyor... Tabii bu, gençlerin siteyi topluca terk etmekte oldukları anlamına gelmiyor. Ancak Facebook'un, bir zamanların MySpace'i gibi gözden düşme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu da bir gerçek. Geçtiğimiz Ocak ayında yayımlanan Princeton Üniversitesi imzalı bir araştırmaya göre; Facebook, 2017 yılına gelindiğinde kullanıcılarının yüzde seksenini kaybetmiş olacak. Varılan sonucun gerçeğe dönüşüp dönüşmeyeceğini en geç üç sene içerisinde göreceğiz, fakat dönüşmesi hâlinde bu yüzde seksenlik kitle nereye göçmüş olacak?

Her kral düşer 1.32 milyar aylık aktif kullanıcısıyla Facebook, sosyal medya krallığı tahtının hâlen sahibi... İleride kralın tahtına yerleşebilecek en muhtemel vâris, şu an 274 milyon aylık aktif kullanıcıya sahip Twitter'mış gibi duruyor. O hâlde hangi özelliklerinin Twitter'ı tercih edilebilir bir alternatif kıldığına bakalım biraz...

Facebook'un aksine, yollanan her ileti Zaman Akışı'na eş zamanlı olarak düşüyor en önemlisi. Dezavantajmış gibi görünen yüz kırk karakter sınırını saymazsak, bariyerlere pek takılmadan hızlıca bilgi alışverişi yapma imkanı sunuyor kullanıcılarına. Sıcak gelişmeleri ve dünyada olup biteni, bu konuda çuvallamaya meyilli Facebook'a göre çok daha seri bir şekilde göz önüne serme yeteneğine sahip. Böylelikle "sıradan" insanları, gazeteciliğin kapsamına ucundan kıyısından dâhil etmeyi de beceriyor. Masaüstünden mobile geçişin hızlanmasıyla, SMS tabanlı Twitter'ın mobil alanda yavaş kalan Facebook'a kurduğu üstünlük de akıllı telefon sahipleri için bir tercih nedeni. Yine Facebook'un keyfi sansürlerine burada rastlanmıyor ve göreceli olarak çok daha şeffaf bir mecra olduğu söylenebilir. Dönem dönem de toplumu ilgilendiren olaylar, Hashtag'ler (etiketler) aracılığıyla daha fazla öne çıkarak kendilerine gündemde yer bulabiliyor...

Devrim televizyonda yayınlanmayacak, "tweet"lenecek Twitter; Arap Baharı, Wall Street işgalleri, Haziran Direnişi, Ferguson protestoları, hatta 17 Aralık Operasyonu gibi önemli vakalarda, süratiyle Facebook'a karşı avantaj sağladı ve özellikle eğitimli kesimlerde popülerliği hızlı bir yükselişe geçti. Toplumsal kalkışmaların koordinasyonunda ve örgütlenmesinde belli bir işlevsel role sahip olarak, kitlelere ulaşma gücüyle âdeta ateşin üzerine benzin dökme görevi gördü. Ülkemizde de Haziran Direnişi sırasında #occupygezi ve #direngezi gibi etiketler, dünya çapında yankı uyandırmış; Brezilya'da eş zamanlı patlayan isyanda "Aşk bitti, burası artık Türkiye!" sloganı yer almıştı... Yine de şüphesiz, kendi başına Twitter'ın kitleleri harekete geçirme etkisi sınırlı ve atılan tweet'ler maalesef dünyayı kurtarmayacak. Ama kim bilir, belki de Nazilerinkine benzer kamplarda toplanmamamızın bir sebebi de; zorbanın, küçük mavi bir kuştan ölesiye korkuyor oluşudur... Tüm bunların ışığında, artık Facebook'un sosyal medya dünyasında uzun süre dominant kalamayacağı ve rakip mecraların yükselişlerine devam edecekleri düşünülünce, kafamızı Facebook'tan yavaş yavaş kaldırıp Twitter gibi seçeneklere bakmanın tam sırası olabilir... Kaynaklar ve okuma önerileri: - http://source.southuniversity.edu/does-social-media-addiction-really-exist-31795.aspx - http://onedio.com/haber/sosyal-medyanin-gencler-uzerindeki-yararlari-60176 - http://au.professionals.reachout.com/benefits-of-internet-and-social-media - http://www.haberturk.com/yazarlar/serkan-inci-2277/923545-devir-yuksek-kaliteli-icerigin-devri - http://sosyalmedya.co/facebook-organik-erisim-aciklamasi/ - https://www.linkedin.com/today/post/article/20140504220831-45371015-facebook-page-owners-dislike-new-algorithm - http://www.dipnot.tv/princeton-uni-arastirmasi-facebook-2017de-kullanicilarinin-%80ini-kaybedecek/61731/ - http://www.ntvmsnbc.com/id/25444205/ - http://fraksiyon.org/sosyal-medya-bir-kavga-alani/

59


FARGO:

ÇAĞDAŞ FAUST’UN DÜŞÜŞÜ 1996 yılında Coen kardeşler tarafından filme çekilen Fargo, bu yıl içerisinde diziye uyarlandı. Fargo, dizi versiyonuyla da küçümsenmeyecek bir ilgi uyandırdı. Geçtiğimiz aylarda birçoğumuz bu ilgiye şahit olmuşuzdur. Bu sebeple dizi aracılığıyla tekrar gündemimize giren Fargo’yu sayfalarımıza taşımaya karar verdik.

T. Seçkin Serpil Kadir Has Üniversitesi

F

argo’nun film ve dizi versiyonları arasında ciddi benzerlikler olmasına karşın, bir o kadar ciddi farklılıklar olduğunu söyleyebiliriz. İşte bu benzerlikler ve farklılıklar bu yazının temel derdini oluşturuyor. Film ve dizi karşılaştırmalı olarak incelenecek. Bununla birlikte artık sinema literatürüne geçen “Coenvari Film” kavramının ne demek olduğu bir diğer irdeleyeceğimiz mesele olacak. Fargo’nun 1996 yılında çekilen film versiyonunu özetleyerek incelememize başlayalım.

Filmin ana karakteri Jerry Lindegaard’ın başta sıradan olan hayatı filmin ana konusudur. Jerry araba satıcısı olarak hayatından pek de memnun değildir. Eşinden, hayatından, işinden mutsuzdur. Patronu aynı zamanda kayınpederidir. Bir gün aklına tüm hayatını değiştirecek bir plan gelir; karısını kaçırtıp patronundan fidye isteyecektir. İşler planladığı gibi gitmez; birçok Coen kardeşler filminde olduğu gibi başarısızlık hikayeleri anlatılır. Kaçırma için tutulan iki “karanlık” adam da beceriksizdir; başlarını belaya sokarlar; cinayet işlerler... Olaylar karışır. Film boyunca Jerry adına utanma ve gülme arası bir duygu yaşarız. Tam anlamıyla nefret duymayız çünkü Jerry kötülüğü isteyen ama beceremeyen bir karakter olarak karşımızdadır. Ne özdeşim kurabiliriz, ne de büsbütün korku duyabiliriz. Filmin antagonist’i hamile bir polis memuru olarak karşımıza çıkar. Seyirci olarak antagonist de alışık olduğumuz “havalı”, “karizmatik” bir antagonist değildir. Filmde her ne kadar gerçek bir hikayeden uyarlanmıştır dese de, bu da Coen kardeşlerin bir numarasıdır. Aslında bu yapısıyla “Mockuntary” (1) tarzı filmlere nazire yapar. “Gerçek bir hikaye” seyircinin ilgisini çekmek için yapılan bir hiledir aslında. Coen kardeşlerin senaryolarında karakterler kendileri dışında dış dünya tarafından ciddiye alınmayacak tiplerdir. Tüm Coen kardeşler filminde olduğu gibi atmosfer yaratımı film dili açısından önemli bir yer tutar; geniş çekimler, müzik kullanımı ve anlamsız diyaloglara yer verip, büyük sözlerden kaçınma. Coen kardeşlerin karakterleri alışık olduğumuz “kahraman” filmleri değildir.

60


"Yeniden Fargo ve Dünya'nın en büyük şakası olarak gerçek" (2) Coen kardeşlerin yükselişini işaret eden Fargo filminin 8 yıl ardından dizi olarak yeniden karşımıza çıkan diziyi inceleyerek devam edelim. Filmdeki Jerry yerini dizide Lester Nygaard’a bırakmıştır. Lester yaşamı boyunca yanlış anlaşılmış bir sigortacıdır. Kelimenin tam anlamıyla lüzumsuz bir adamdır. Çelişkisi, idealleri, tutkusu olmayan biridir Lester. Klasik bir memur hayatı; sabah kalk, işe git gel... Durağan, sıkıcı ve bunaltıcıdır. Eşi ve kardeşi tarafından da saygı duyulmayan biridir Lester. Bu yanıyla Coen kardeşlerin “ The man who wasn’t there” (2001) başrolündeki karakteri anımsatır, varlığı hiçbir etki yaratmaz. Hiçbir arkadaşı yoktur, hobisi yoktur, ayırt edici hiçbir özelliği yoktur.

Dizide, filmde olduğu gibi geniş perspektiften anlatım hikaye anlatımına derinlik katmıştır. Seyirci olayların sadece bir kısmına tanıklık eder; bu anlatım tarzı seyircinin özdeşim kurmaması konusunda bir eğilimin yansımasıdır. Bu kamera kullanımı ile birlikte her bölümün başında yer alan “Gerçek bir olaya dayanmıştır” ibaresini beraber okursak aslında film bize fargo kasabasındaki yaşamı belgesel vari şekilde, “gerçekçi” anlatmayı amaçlar. Fargo’da insanlar büyük şehirdeki insanlar gibi yaşamazlar; hatta “gerçek” anlamda yaşadıklarından bile söz edemeyiz. Kasabanın genel ruhu Lester gibidir; sıkıcı ve tekrardan ibaret.

61


Suç oranı düşüktür, kar kaplı olduğu için gerçek anlamda şehir hayatının eğlencesi yoktur. Lester bir gün lise günlerinden nefret ettiği bir zorbayla karşılaşır. Ona zorbalık eden lise arkadaşı sistemde başarılı olmuştur, çok para kazanmış ve de çocuk sahibi olmuştur. Ailesi, parası gücü her şeyi vardır. Çocukları önünde Lesterla alay eder ve onun burnunu kapıya çarpmasına sebep olur. Tam bu sırada kasabaya klasik dramatik yapıdan aşina olduğumuz “kasabaya dışardan gelen kötü yabancı” rolünde Lorne Malvo’yu görürüz. Lorne Malvo kiralık bir katildir. Filmdeki birçok diyalogda dünyaya duruşunu dile gerir Malvo; “tüm hayatını kurallar varmış gibi geçirdin.” Malvo post modern bir kötüdür. İlkesizdir, kuralsızdır. Hiçbir ilkesi olmadığı için Machiavelli’yi anımsarız, ilkesizlik güç için her şeyi yapmamıza olanak sağlar. Bu açıdan Malvo bağımsız ve nihilisttir. “Katışıksız bağımsızlık kötünün rüyasıdır.” (3) Birini öldürmek, parasını çalmak, aldatmak, yalan söylemek tamamen etik bir sorundur Malvo’ya göre. Filmde yine birçok kez toplum paradigmasını aştığını yineler Malvo. Malvo tam da oyunu kuralına göre oynayan bir kötüdür. Lester ile yollar hastanede kesişir. Bu andan itibaren Faust’u anımsatan bir akıl çelme, günaha davet vardır. Malvo en karanlık isteğini Lester’a sorar; sana zorbalık eden’i öldürmemi ister misin?

"Ya sen haklıysan ve herkes hatalıysa" Lester açıkça ne evet diyebilir ne de hayır. Gerçekten de oyunu kuralına göre oynayanların yaptığı kötülükler yanlarına kar kalır. Lise zamanında ona zorbalık eden karakter hayatın zorbalığının

62

somut halidir. Lorne lisedeki arkadaşını öldürmüştür ve yakalanmamıştır. Lester bir öfke anında karısını öldürür. Dizide birkaç kez yakın çekim gösterilen afiş Lester’a ilham verir. Korku içinde Lorne Malvo’dan yardım ister. Lorne Mefistoteles’i anımsatır şekilde Faust’u ikna etmiştir. Lorne’te göre İsa’yı öldüren Romalıların dünyasında azizlere yer yoktur. “Hayvan krallığında azizlere yer yoktur.” sözüyle ifade edilen aslında açıkça güç ahlakıdır. Kiralık katil olarak onu parayla tutan müşterisini de alaya alır Malvo. Otorite tanımaz. Efendi ve köle ilişkesinden söz eden Nietzsche’yi özümsemiş bir karakter olan Lorne Malvo için imkânsız yoktur. Her şeyi isteme cüretini gösterebilir, bir yandan da her şeyden vazgeçebilecek bir nihilisttir. Adam öldürmek, manipüle etmek... Otorite tanımaz bağımsız karakterdir. Shakespeare eserlerini anımsatırcasına kendine güvenen, bireye vurgu yapan tüm karakterler kötüdür. Mucizeleri taklit ederek aslında tanrı tanımaz bir tavır takınır. Gerçekten kaderini kendi çizdiğine inanır Malvo. Filmle dizi arasındaki en büyük farkı yaratan da Lorne Malvo’nun varlığıdır. Kötü adamlar Coen kardeşlerin filmlerinde genel karakterler gibi beceriksizdirler. Ama dizide Lorne Malvo herkesi alt eden “başarılı bir kötüdür.”Sınır tanımayan, engelleri aşan ve hatta kötülük yapmayı seven mizahi bir yapısı olan karakterdir. Otelde insanları kızıştıran, ev sahibinin çocukları önünde aldıkları evde ruhların olduğunu söyleyen, rahatsız etmeyi seven, “şeytan” bir karakter var karşımızda. Seyirci olarak bir yandan adaletin yerini bulmasını isteriz, ama bir yandan da Lorne’nin nasıl da üstesinden geldiğini izlemek keyif vericidir. Öyle ki CIA, mafya adamları, hiçbir engel tanımaz...


"Kader seni güldürmüyorsa espriyi anlamadın demektir."

Kara mizah tam da ölümü karşısına aldığı kadar hayatı da karşısına alır. “Şaka yapıyorum” demek yerine açıkça “gerçeği” gösterirler. Gerçeğe tanıklık etmek değil de; aslında algılanan durumun ne kadar gülünç olduğunun farkına varmamazı ister Coen kardeşler. Tanrısal anlatıcı kullanmalarının sebebi de budur; olaylarla aramıza biraz olsun mesafe koymak.

Lester karısının katili olma suçundan bir şekilde yırtar. Lise arkadaşının karısıyla birlikte olur ve kabadayıdan da intikam alır. Lester artık oyunu kurallarına göre oynamaya başlamıştır. Lester peşine düşen mafya adamlarından da sıyrılır. Talih yüzüne gülmeye başlar. İş hayatından yükselmeye başlar, kariyer sahibi olur, yeniden evlenir. Kaderi tekrar Malvo ile karşılaşana kadar yolunda gidecektir. Dizinin bu kader ve talih konularını alaya alması Coen kardeşlerin filmindeki bir başka temadır. Yaşamın çok da tahmin edilebilir olmaması Albert Camus vari bir absürt hissi uyandırır seyircide. Coen vari film atmosferinde kendilerini çok ciddiye alan küçük karakterler komik gözükür bize. Fargo dizisinde tüm küçük adamlara ciddi anlarda dev orkestralarla çalınan klasik müzikler eşlik eder. Başkarakterler çok da ahlaklı ya da nitelikli karakterler değildir. Filmin iyi karakterleri de “kahraman” değildirler, çoğu zaman şans yanlarında olur ya da olayın hepsine hakim olamazlar. Amerikan sisteminin eleştirisi niteliğindedir polis soruşturması. Gözükenle yetinen bir güvenlik arayışı. Yasalar ve polislerin beceriksizliği gözümüze sokulur. Düzeni gözetleyenler çok da muktedir değildirler, beceriksizdirler. CIA ajanları bile çok yetkin değildirler. Dizinin iyi karakterleri aslında kötülüğe hiç bulaşmak istemezler. Malvo bir polis memurunu açıkça tehdit eder. Aslında “iyi insanlar” kötülüğü görmezden gelerek iyi kalmaya çalışırlar, onla savaşarak değil. Bu nokta diziyi filmden ayıran bir nokta aslında. Kötülüğe sessiz kalmak, dizide polis memuru Gus Grimly kızını düşünüp Lorne Malvo’ya bulaşmaz. Aslında dizi filmden daha derin bir tartışmaya kapı açar; kötülükle nasıl mücadele edilir?

Kötülüğün sıradanlığı ya da Faust'un düşüşü “Coen vari” adalet karşımıza çıkar. Tüm filmlerinde bir Godot’u beklerken hissine kapılırız. Büyük kahramanlar, mutlu sonlar, idealist polisler seyirci olarak beklerken karşımıza asla çıkmazlar. Hep küçük insanlar ve sıradan insanları anlatır Coen kardeşler. Gus Grimly önlenebilir birçok ölüme sebebiyet verdiğini hisseder ve vicdan azabı çeker. Kötülüğün(Malvo) zamanında önlenebilir olması teması diziye kesinlikle derinlik katıyor. Aynı zamanda Malvo’nun kendini öldürmeye en yakın kişiyi gidip takdir etmesi de oldukça tiyatral bir sahne. Öyle ki bu kriz en sonunda polislikten istifasına kadar ilerler. Dizinin sonunda Gus Grimly’nin kahraman olmasında aslında tam da bu çelişkiyi yaşaması yatıyor; kendi yarattığı sorunu kendi çözmek için taşın altına elini sokar. Ve bunları yaparken polis değil; postacı sıfatıyla yapar. Aslında izleyiciye kahraman olmanın pek de üniformayla alakalı olmadığını gösterir. Goethe’nin meşhur Faust anlatısında eserinde Doktor Faust Mephisto’ya yenik düşer. Faust şeytanla müzakere etmenin simgesidir. Dünyevi hayatın ihtirasına yenik düşer ve romanın sonunda Mephisto’ya benzer. Bu açıdan dizideki Lester, Malvo’ya dönüşmüştür. Mephisto Faust’a dünyanın en eski öyküsünün güç istenci olduğu anımsatır, ona kutsal kitaba referans vererek Naboth’un üzüm bağını anımsatır. (4) Malvo Stavros’a kutsal kitap göndermeleri bu açıdan daha da önem kazanır. Dizide kazananlar oldukça sıradan bir hayat sürenlerdir, gücü hiç de istemez ve güçten uzakta sakin bir hayat yaşamak isterler. Dizinin tek inançlı karakteri Stavros da aynı Lester gibi “kaderini yaşar.” Film adeta Sartre’e nazire yaparcasına alay eder. Kaderini tayin eden özgür insan imajını yok eder, “gerçek” imgesini

sorgulatır. “Özgürlüğe mahkum” karakterlerin aksine, düzene göre şekil alan çoğunlukları anlatır filmleri. Fİlmlerinde ölüm teması bu açıdan önemli bir yere sahiptir. Çünkü öldürmek insanın kaderi üzerindeki tanrının tekelini kırmanın en güçlü yoludur. Öldürme kudreti tüm kutsal dinlerde yaratıcıya atfedilir. Kara mizah tam da ölümü karşısına aldığı kadar hayatı da karşısına alır. “Şaka yapıyorum” demek yerine açıkça “gerçeği” gösterirler. Gerçeğe tanıklık etmek değil de; aslında algılanan durumun ne kadar gülünç olduğunun farkına varmamazı ister Coen kardeşler. Tanrısal anlatıcı kullanmalarının sebebi de budur; olaylarla aramıza biraz olsun mesafe koymak. Hannah Arendt, Adolf Eichmann’ın orta sınıf banalliğinden söz bahsederken, adamın ne derinliği ne de şeytani boyutu olduğunu söyler. (5) Kötülük frapan bir despottan çok küçük bir memura benziyorsa. Aslında belki de kötülük sadece çevreye uyumdur ve anlaşılan o ki kıyamet fikri eskisi kadar korkutucu gelmemektedir. Notlar: (1) Belgesel kelimesinin ingilizce karşılığı ile yapılan bir kelime oyunu, belgesel türüyle dalga geçme (2) “Benim güldürme yöntemim açıkça gerçeği söylemek, dünya’nın en büyük şakasıdır gerçek.” Bernard Shaw-Gülen Düşünceler- Şakir Eczacıbaşı (3) Kötülük üzerine bir Deneme, Terry Eagleton; İletişim Yayınları (4) Katı olan her şey buharlaşıyor, Marshall Berman, İletişim Yayınları (5)Kötülük Üzerine bir deneme, Terry Eagleton; İletişim Yayınları

63


Bitmeyen hastalık:

Bitti bitti bitmedi Kitap bu kez üç karakter üzerinden 80 Darbesini, Dersim Katliamını ve Ermeni Techirini anlatıyor. Baş karakter Tarık, darbenin hışmına uğrayan solcuların; Zilan Hemşire, Kürtlerin ve Lüsi de Ermenilerin “bilinmeyen” tarihini açıklığa kavuşturuyor. Takma isim kullanmak ve eziyet çekmekten başka ortak paydası olmayan bu üç karakter, bize kitap boyunca geniş çaplı bir tarih dersi vermekle görevlendirilmiş. Bu açıdan önümüzde hiçbir kurgusal zenginliği ve bütünlüğü olmayan, romandan çok didaktik tarih anlatısı diyebileceğimiz bir kitap duruyor. Çağla Üren Boğaziçi Üniversitesi

“Tüm dünya insanlar için bir gömütlüktür aslında. Yaşamı sürdürmekle yükümlüyüz biz “ Bitti Bitti Bitmedi, Vedat Türkali’nin son romanı. Yazar, 2009’da basılan bir önceki kitabı Yalancı Tanıklar Kahvesi’nde sol görüşlü bir gencin gözünden 70’li yılların çalkantılı siyasi dönemini işlemişti. Yine aynı şekilde, son romanı “Bitti Bitti Bitmedi”de de, genç bir karakter olan Tarık’ın gözünden İttihat ve Terakki döneminden 80’li yıllara tarihimizin geniş bir kesitini ele alıyor Türkali. Yalancı Tanıklar Kahvesi ile benzer bir şekilde bu kitabında da dünyanın bir gömütlük; yaşamanın ise ancak yükümlülük olduğu tezi öne çıkıyor. Kitap bu kez üç karakter üzerinden 80 Darbesini, Dersim Katliamını ve Ermeni Techirini anlatıyor. Baş karakter Tarık, darbenin hışmına uğrayan solcuların; Zilan Hemşire, Kürtlerin ve Lüsi de Ermenilerin "bilinmeyen" tarihini açıklığa kavuşturuyor. Takma isim kullanmak ve eziyet çekmekten başka ortak paydası olmayan bu üç karakter, bize kitap boyunca geniş çaplı bir tarih dersi vermekle görevlendirilmiş. Bu açıdan önümüzde hiçbir kurgusal zenginliği ve bütünlüğü olmayan, romandan çok didaktik tarih anlatısı diyebileceğimiz bir kitap duruyor. Romanın kurgusundaki dağınıklık ve olayların gelişimindeki aksaklıklar üzerinden eseri incelemeye başlayalım. Öncelikle, kitabın kurgusunda bir bütünlük olduğunu söyleyemiyoruz. Aksine okumayı zorlaştıran dağınık bir olay zinciri mevcut. Hikayeye cezaevine küçük yaşta girip çıkmış ve oradan kalan anılarıyla ve paranoyalarıyla mücadele eden Tarık karakterinin tasviriyle başlıyoruz. Sonra karşımıza iki yan karakter çıkıyor: Zilan Hemşire ve Lüsi. Kitaba başkarakter Tarık’ın cezaevinden tanıdığı ve yıllar sonra İstanbul’da karşılaştığı Zilan karakterinin eklenmesi, Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananların çeşitlenmesine katkı sunuyor ve Zilan’ın Tarık’ın psikolojik sorunlarıyla ilgilenmeye başlamasıyla, hikayeyi Tarık’ın iç dünyasında derinleştiriyor. Kitabın bu şekilde devam etmesi herhangi bir sorun ve dağınıklığa sebebiyet vermiyor. Ancak Lüsi’nin ortaya çıkmasıyla işler değişiyor. Tarık, Lüsi ile evleniyor ve Lüsi’nin dedesiyle tanışması kitabı bir Anadolu tarihine dönüştürüyor. Böylece biz de, İttihat ve Terakkiden 1930’lara; Ağrı Dağı İsyanı’ndan

64


Gülhane Hattı Hümayunune, didaktik bir tarih anlatısıyla baş başa kalıyoruz. Kitabın son iki sayfasında ise, romanın geçtiği döneme dair kimi bilgiler veriliyor ve hikaye sona eriyor. Olayların gelişimi de abartılı tesadüfler ile gerçekleşiyor. Örneğin Tarık Lüsi’ye aşık olduktan sonra Lüsi’nin dedesi ortaya çıkıyor ve Tarık ile Lüsi’ye tüm mal varlığını devrediyor. Bundan sonra Tarık, zengin bir adam olarak Kınalıada’ya yerleşiyor ve roman yazmaya başlıyor. Dahası psikolojik sorunlarını aşması ve normalleşmesi de böyle bir tesadüf üzerine gerçekleşiyor. "Kadının yanındaki herifi birden tanıdı Tarık. O it değil mi demeye kalmadı herifin arkasından bir tabanca patlamaya başlamıştı. DAN.. DAN.. DAN… adam tabancasına davranıp da kan revan kolu düşünce kadın, oğlanlar da çığlık çığlığa kaldılar. Evet, o herifti bu. Elinden eksik etmediği kalın lata sopaların adları gözünde sıralandı bir bir, "Koçum", "Kuzu", "Kara Bela", "Yavrum ye beni" Seni de yediler işte. Helal olsun! Müdür yıldıran seni de yıldırdılar."

bilgiler dinlemeye başlıyoruz ve üç sayfa boyunca bu hanları kimlerin kurduğu, isimlerinin nereden geldiği vb. bilgiler okuyoruz. "Abah: çalışkan (Ermenice) Ağaton: iyi (Yunanca) Ağeksandr: koruyucu erkek (İskender Yunanca) ..." İkinci bir örnek; Tarık’ın Lüsi’nin dedesinin ismini sorduğu sahnede, dede elinde bir kitapçıkla geliyor ve Tarık’tan ismini tahmin etmesini istiyor. Biz de bu şekilde, yukarıdaki alıntıda sadece üçünü örneklemiş olduğumuz çeşitli dillerdeki isimler ve Türkçe karşılıklarını okumaya başlıyoruz. Bu anlatım tarzı, okumayı zorlaştırdığı gibi Türk Edebiyatında romanın acemilik dönemini yani Tanzimat romanlarını da hatırlatıyor. Bu açıdan düşünüldüğünde, romanı didaktik bir öğreti gibi görmek, onu edebiyattan uzaklaştırıp Ahmet Mithat çerçevesinde bir tarih anlatısına itiyor.

Bir sabah, Diyarbakır Cezaevi’nin işkencecisi olan karakol müdürüyle aynı minibüse biniyor Tarık ve ona düzenlenen suikasti gözleriyle görüyor. Sonrasında "Eden bulur" mantığıyla iyileşmeye başlıyor ve hayata dönüyor.

"Gülhane Hattı Humayunu, 1856 ıslahat fermanı her savaşta kaybedip toprak kaybeden Osmanlı Devleti’nin düzeni ayakta tutma çabasıdır. Daha da karıştı işler. Bedirhaniler çıkmış saraya yollanan vergiden başka kendi soygunları için binlerce Hristiyanı doğramıştır. Roman demiştin hani! Tarihe döktün yine."

Kurgudaki dağınıklığın yanı sıra anlatım da dağınık ve parçalı. Kitap boyunca hikayeyi sürekli keserek "faydalı bilgiler" veren bir anlatıyla karşı karşıya kalıyoruz. Örneğin, biz Tarık’ın psikolojik kaynaklı yaşadığı cinsel sorunlara ve bir yatak odası sahnesine odaklanmışken, Lüsi’nin ağzından İstanbul’un hanları ve tarihçeleri hakkında

Bu alıntıyı, Tarık’ın kendi kendine romanı üzerinde konuştuğu bir pasajdan yaptık. Vedat Türkali de kendi metninin oturmamışlığını kitaba konu etmiş ve romandan çok bir tarih kitabı yazdığını, çeşitli bilgilerle anlatımın akışı bozduğunu fark etmiş olacak ki söz arasında bunu belirtme gereği duymuş diyebiliriz.

65


Kurgu ve anlatım üzerine eleştirilerimizin yanı sıra kitaptaki üç ana karakterin inşasında da çeşitli eksiklikler ve sorunlar görebiliyoruz. Örneğin, başkarakter Tarık, psikolojik rahatsızlıkları ve paranoyaları yaşaması haricinde kitap boyunca oldukça pasif ve çevresinin etkisiyle bir şeyleri yapmaya zorlanan biri olarak karşımıza çıkıyor. Karaktere dair en büyük sorun da aynı zamanda yukarıda sözünü ettiğimiz didaktik anlatıya ve edebi açıdan kuruluğa neden olan kötürüm edebiyat anlayışının yansıması. Tarık çok işkence gördüğü ve çok şey yaşadığı için çevresindeki herkes tarafından büyük yazar olacak biri olarak görülüyor ve yazması için ikna edilmeye çalışılıyor. Öyle ki ileride aşık olup evleneceği Lüsi'nin dedesi sadece roman yazması için hanları ve köşkleri onlara bırakıyor ve Tarık herhangi bir işte çalışmaya gerek kalmadan sadece romanını yazmaya başlıyor. Bir romanı “Çok şey yaşadım ve biliyorum.” diyerek yazmaya kalktığınızda ortaya çıkan metin ya anı kitabı ya da didaktik bir tarih anlatısı olacaktır. Vedat Türkali’nin romanı da tam olarak bu eksikliği taşıyor. Diğer bir karakter ise Zilan Hemşire. Zilan karakterinin kitaba girmesi, kitabın kurgusunda gereksiz bir çatışma ortaya çıkarıyor. Tarık’ın Lüsi ile Zilan arasında bir bocalama yaşaması ve tercih yapması isteniyor. Ancak bu bocalama durumu oldukça yapmacık kalıyor. Tarık’ın Lüsi’den yana yapacağı bu seçim sorumlu ve insana özgü bir seçim olmuyor. Aksine, Tarık Lüsi ile yakınlaşır yakınlaşmaz Zilan Hemşire’nin zaten bir kocası olduğunu ve Tarık’tan yaşça büyük olduğunu öğreniyoruz. Bu şekilde Tarık bir vicdan azabının, kuşkunun ya da sorumluluğun altından sıyrılmış oluyor. Üstelik Zilan durumu öğrendiğinde çok seviniyor ve yaptığı tek yorum "Sevgilini duydum ve sevindim. Onu da kucakla benim için.” oluyor. Sonra kitap boyunca Zilan Hemşireyi tekrar görmüyoruz. Bu durum da ortada bir kurgudan çok nedeni, sonucu ve sorumluluğu olmayan, temiz bir hayal ürünü varmış gibi hissettiriyor. Tarık’ın iş yerinden tanışıp aşık olduğu Ermeni bir mimar olan Lüsi de, karakter inşası bakımından oldukça zayıf. Vedat Türkali, Lüsi örneğinde açıkça gösterdiği gibi kadın karakter yaratma konusunda oldukça başarısız bir yazar. Kadın karakterler erkek

bir ağızdan konuşuyor ve anlatıcının iç dünyasına, istediklerine göre şekilleniyorlar. Edebi metinlerde yazarın izini taşıyan, yazarın konuşturduğu belli olan karakterler, bilindiği gibi kurgulanan karakterin başarısız olduğunun en açık örneğidir. Kimi anlatılarda anlatıcı ile yazar arasındaki mesafe kapanır. Ancak bu mesafenin kapanması anlatıcının bakış açısına bağlıdır. Örneğin roman, kahraman bakış açısı ile yazılmışsa anlatıcının yazarın kendisini olma ihtimalini göz önünde bulundurabiliriz. Bitti Bitti Bitmedi romanı, kahraman bakış açısıyla yazılmış olsa da romanda yapılmak istenen, Tarık karakterinde Vedat Türkali’nin kendi hayatının yansıtılması değil. Bu yüzden Tarık karakteri konuşturulurken Vedat Türkali konuşuyor izlemine de kapılmıyoruz. Ancak Lüsi karakterine geldiğimizde, karakterin erkek bir anlatıcı tarafından, dahası yazar tarafından konuşturulduğu ve şekillendirildiği açıkça görünüyor ve bu romanın karakter inşasında ikilik yaratıyor. "-Sana elma soyayım mı?
-Yok, ben elmayı kabuğuyla yerim. Köylüyüz biliyorsun. -Aslında ben de köylüyüm. Bakma ince bayan görünüşüme." Alıntıdan da fark edebilebileceğimiz gibi Lüsi erkek bir anlatıcının ağzından; "ince bayan görüşüne” rağmen oldukça sert ve hırçın bir kadın figürü olarak karşımıza çıkıyor. "-Sen koş istersen ben yağmura aldırmam. -Sen erkeksin biliyorum! Ama ben de aldırmam arkadaş!" Bu ve benzeri birçok diyalog boyunca Lüsi, bir erkekten aşağı kalmayan "erkek fatma" görüntüsü çizmeye devam ediyor. Bunun yanı sıra karakter, zengin, Avrupa’da eğitim görmüş ancak "yerli" yani Anadolulu olan, elinden her iş gelen, ayrıca tambur çalan ve güzel sesi olan yetenekli bir kadın. Üstelik şımarık olmaktan uzak ve iyi kalpli bir figür. Bu açıdan Lüsi karakterinin inşası yine Tanzimat romanlarının kadın karakterlerini anımsatıyor. Yani gerçekçi bir karakter olmaktan çok, baş roldeki erkek karaktere layık, "olması gereken" bir kadın karakter çiziliyor bize. Bu yüzden de tekrar Tanzimat romanlarının kadın figürlerine benzetmek mümkün. Bu açıdan yazar, mason ve katil ilan ettiği aydınların ve Meşrutiyetin gerisine düşerek Tanzimat Dönemiyle oldukça benzer bir roman ortaya koymuştur diyebiliriz. Son olarak da romanın didaktik bir tarih anlatısı olması ve bir doğrudan politik bir yazılış amacı olmasını göz önünde bulundurmamız ve bu yüzden eserin güncel siyasetle ilişkisi üzerinde durmamız, bu yönde de bir eleştiri vermemiz gerekiyor. “Geçmişini bilmeyen geleceğini göremez” derler. Ancak kendine “bilinen tarihi sürekli hatırlatmak” misyonu biçmiş, geçmişe saplanıp bugününü göremeyen bir aydın toplamında da bahsedebiliriz. Ne yazık ki bu insanların yolu da liberalizm ve AKP’nin “Yeni Türkiyesinde” kesişiyor. Vedat Türkali de bu kişilerden biri olarak Türkiye’de yaşayan halkların acılarını sanki gerçekleri ilk kez açıklıyormuş gibi tekrar tekrar anlatır, suçu aydınlanma mirasına atabileceği“zalımlar” ararken liberal kuşatmanın kırıldığı bir dönemde liberalizme hizmet etmeyi de başarmış oluyor. “İttihatçılar yaptı bu soykırımı: Talat Paşa, Enver Paşa, Başbakan Sait Halim Paşa. Bakan Maliyeci Cavit Bey; hükümet böyle bir resmi karar almadı, diyor. Bu katil İttihatçılar, aslında mason kulüpleriyle bağlantılıdırlar. İttihatçı mason Talat Paşa Der-Zor’da Suriye çöllerine sürdürmüştür Ermenileri.”

66


Vedat Türkali’nin tarihsel olgulara bakışındaki eksiklik; aydınlanma mirasına “mason” diyerek saldırmasıyla, hükümetin haberi olmadan, “iki ayyaş” yüzünden bir halkın katledildiğini iddia etmesiyle ortaya çıkıyor. Öncelikle böyle bir tez ortaya koymak için, İttihatçıların Ermenileri neden hedef seçtiğini ve bunun sonucunda ne gibi kazanımlar elde ettiğini de anlatmak ve soykırımı olgulara dayandırmak gerekir. Ancak kitap boyunca İttihat ve Terakki’ye sövmek ve onu eleştirmek dışında bir olguya rastlayamıyoruz.

Yazar; bu kitabıyla,“Katil, ittihatçı, mason Talat Paşa” ve “Türkiye’de Cumhuriyetin kurucu kadrolarının katliamları” ekseninden aydınlanma mirasına ve cumhuriyete saldırarak,”soykırımdan hükümetin haberi olmadığı” iddiasından neredeyse padişah Abdülhamit’i aklayacak bir noktaya gelerek liberalizme ve liberal tarih yazımına hizmet etmiş oluyor. Kısacası, “eski solcu” kategorisine sokabileceğimiz Türkiye aydınlarının bitmeyen bir hastalığı olan “vesayetle hesaplaşma” dürtüsü, Türkali’yi de liberal bir çizgiye ittirmeye devam ediyor diyebiliriz.

Bu nokta da bizim de bir olguyu hatırlatmamız gerekecek: liberal tarih yazımı. Ülkemizde 80 darbesinden sonra ve özellikle AKP iktidarının liberal ideolojik söylemleriyle uyumlu yeni bir tarih yazımı ortaya çıkmıştır. Bir alıntı ile anlatmak istediğimiz bu yeni tarih yazımını biraz daha açalım. Aladağ bu tarih yazımını şu şekilde özetliyor: “Muhafazakârından sağ liberaline, genç sivillerden sol liberaline farklı kesimler benzer bir tarih anlatısına ortak olarak yeni sürece eklemlenmektedir. Bu tarih anlatısı; elit bir tabakanın ya da ordunun dümende olduğu bir iktidar, toplumsal sınıflardan soyutlanmış bir devlet, burjuvazi dâhil toplumun tümünün ezildiği bir sivil toplum gibi argümanlara dayanmakta ve gerçekliği bu şekilde tarif etmektedir. Hal böyle olunca (…) sorumluluk ceberut devlet geleneği gibi yüzyıllardır sürdüğü iddia edilen geleneklerle açıklanmakta, yaşanan çatışmalar ise merkez ve çevre arasındaki çelişkilerle ilişkilendirilmektedir. Üstelik geçmişle hesaplaşma adı altında 12 Eylül gibi süreçlerin sorumluluğu birkaç kişinin üzerine yıkılarak yaşananların ardındaki sınıf çatışmaları ve gerçek failler gizlenmekte, bütün bir tarih mistifikasyona uğratılmaktadır.”(1) Yazar da liberal tarih yazımına “Katil, ittihatçı, mason Talat Paşa” ve “Türkiye’de Cumhuriyetin kurucu kadrolarının katliamları” ekseninden aydınlanma mirasına ve cumhuriyete saldırarak,”soykırımdan hükümetin haberi olmadığı” iddiasından neredeyse padişahı aklayacak bir noktaya gelerek hizmet etmiş oluyor. Kısacası, “eski solcu” kategorisine sokabileceğimiz Türkiye aydınlarının bitmeyen bir hastalığı olan “vesayetle hesaplaşma” dürtüsü, Türkali’yi de liberal bir çizgiye ittirmeye devam ediyor diyebiliriz. Ülkemizde esas vesayetin yıkıldığı ve bir darbe döneminin kapandığı Haziran Direnişi sonrası, birçok aydın kendi eleştirisini vermişti. Hatırlayalım. Örneğin, daha önce İslamcılarla aynı mecralarda yazan ve her öyküsünde Türkiye’de solun güçlenemeyeceğini, “halkın dindar bir yapıya sahip olduğunu” anlatmaya çalışan Emrah Serbes’in Deliduman gibi taşradan Haziran’a uzanan bir kitabı yazması halka güvenmek gerektiğinin bir göstergesi olmuştu. Nuri Bilge Ceylan ve Kış Uykusundaki aydın eleştirisi de Türkiye halkındaki dinamiği göremeyen ve onu küçümseyenlere örnekti. Yanı sıra Adalet Ağaoğlu’nun "Artık ölsem ‘yetmez ama evet’ demem." deyişine epey bir gülmüştük . Ne güzel ki bu ülkede eleştiri verebilen ve Haziran’la birlikte “Şerefine Kenan!” diye bağırabilen aydınlarımız da vardı. “Şerefine Kenan!” diyememenin sonucu ise tarihin bir kesitine saplanıp, olmayan bir “vesayetle” hesaplaşmaya çalışmak ve yanı başımızda aynı halkları katletmekle meşgul gerici zihniyet ile aynı “mason” dilini kullanmaktır. Toparlamak gerekirse; Vedat Turkali’nin Türkiye tarihini ölenler ve ölmeyenler üzerinden okuması, “toplumsal uzlaşıyı” arayan bir liberal tarih anlatısı ortaya çıkarmış ve yazarı aydınlanma, ilerleme düşmanlığına ittirmiş diyebiliriz. Bu yüzden bizim, tarihsel olguları “iyi” ya da “kötü” üzerinden ve “Kim ne kadar katliam

yapmış?” sorusuyla yorumlayamayacağımızı tekrar vurgulayalım. Biz, olguları zoru ve Jakobenizmi esas alarak değerlendirmek, tarihi ilerletmenin ve önümüze nasıl bakacağımızın yollarını aramak zorundayız. Tarihin ilerlemek zorunda olduğunu ve tarihi ilerletenin de aydınlanma mirası olduğunu düşünürsek Türkali; tarih dışı bir çizgide tarih anlatmaya çalışmış ve bunun için 190 sayfalık bir kitap yazmış diyebiliyoruz. Fakat o devir kapanalı çok oluyor: Artık birilerinin “Alper Tunga’nın öldüğünü” daha yüksek sesle söylemesi gerekiyor. Bitti, bitti ve bitecek! Notlar: (1) http://solgazetebakis.net/2013-nisan-mayis/sol-liberalizm-kefaletten-sefalete/taraf-ve-sol-liberal-tarih-yazimi/

67


Süleyman Seba, Frank Zappa ve Ölünün Arkasından Konuşmak Üzerine Bireyler sadece aidiyet hissettikleri politik kimlikler üzerinden değil, alanlarında sergiledikleri pratikler üzerinden, alanlarını ileriye taşıyarak da ideolojiler alanına müdahale ederler. Bu yüzden nasıl Süleyman Seba ile Şükrü Saraçoğlu aynı kefeye konulamıyorsa, Frank Zappa ile bugün solcu olduğunu beyan eden fakat geçmiş sanat pratiklerini tekrar üreten müzik grupları da aynı kefeye konulamıyor. Arda Özel İstanbul Bilgi Üniversitesi

“Ölünün arkasından konuşulmaz.” kültürümüzde, ölen kişiyle alakalı “kötü” konuşulmaması gerektiğini vurgulayan çokça atasözünden biridir. Fakat bu söz özellikle toplumsal alanla birden fazla kanal üzerinden ilişki kuran isimler söz konusu olduğunda sekteye uğrar. Sekteye uğraması doğaldır, farklı toplumsallıklardan gelen kişiler, ölen kişiyle farklı bağlar kurmuşlardır. Tartışmalar sol kültür içerisinde de kimin sahiplenilip sahiplenilemeyeceğinde tıkanır. Hatırlarsınız, bu tür tartışmaların ateşli örneklerinden bir tanesi de, 2014 Ağustos ayında, Süleyman Seba’nın vefatının ardından yaşandı. Birileri Seba’da devlet tetikçisi görürken kimileri ise endüstriyel futbol kültürünün dışında kalmış, muhalif bir figür görüyordu. Bu tartışmada 90 kuşağının ses çıkarmaması beklenemezdi. Özellikle de tartışmanın alevlendiği kişi, kuşağımızın taraftarlarının çocukluklarının simgelerinden biriyken. Fakat biz “Bir kişinin politik duruşu onun başka alanları ileriye çekmesini engeller mi?” tartışmasını, sadece simgeleşen Süleyman Seba üzerinden değil, daha radikal ve politik olarak savruk biri olan Frank Zappa üzerinden yapacağız. Frank Zappa’yı inceledikten sonra, Frank Zappa’nın müziğinin koordinatlarını tarif etmeye çalışacak, ardından müziğinin toplumsal ilişkiler açısından oturduğu yeri inceleyip maddi pratiğinin ideolojiler alanında tuttuğu yeri inceleyeceğiz.

Aşk Şarkısı Yazmayan Müzisyen: Frank Zappa Frank Zappa, 1960’lı yıllarda ünlenmeye başlamış ve 1993’teki ölümüne dek 66 tane albüme imza atmış bir müzisyendir. Rock’dan klasik müziğe geniş bir yelpazede üretim yapmış olan Zappa, 1960’lara sıradışı şarkıları ile damga vurmuştur. Özellikle müzik yapmaya başladığı dönemde “aşk şarkılarından” başka şeyler yazmasıyla tarihe geçmiştir.

68


Kendisinden bir alıntı yapalım: “Aşk şarkılarından iğreniyorum. Amerika’da insanların kötü psikolojilere sahip olma sebeplerinden birinin aşk şarkıları olduğunu düşünüyorum. (...) İnsanlar aptal bir aşk şarkısı üzerinden kendilerine ‘davranış normları’ oluşturuyorlar. Bilinçaltları, aslında kendilerine hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir gerçeklik için arzu oluşturuyor. Bu mite bellerini dayayanlarsa hayatlarını aldatılmış hissederek geçiriyor.” Alıntı 1989 senesinden. Ancak Zappa’nın, ilk albümü çıktığı zaman da aynı düşüncelere sahip olduğunu söyleyebiliriz. 1967 yılında verdiği bir röportajda, hippilerin söylemlerinin aslında saçmalıktan ibaret olduğunu, “Her şeye sevgi duyuyorum.” lafını durmadan tekrarlayarak aslında hiçbir şeyi sevemediklerini söylüyor, gerçek duygulara başvurmadıklarını iddia ediyor. Gerçekliklerini sınıyor. Zappa, Walter Benjamin’in “Dadaizmin devrimci gücü sanatı otantikliği açısından tartmasıydı.” lafını 60’larda, müzik alanında tekrar ortaya çıkarıyor. Kendisinin “aptal aşk şarkıları” olarak tanımladığı dönemin müziğin otantikliğini sınıyor. Yine kendisinden alıntı yapalım; “Ben de diş ipi hakkında şarkı yazdım fakat bu kimsenin dişlerini beyazlatmadı.” Buraya kadar Frank Zappa’nın müziğinin dönemindeki müzikte “ne olmadığını” anlatabildiğimizi düşünüyorum. Şimdi de biraz müziğinin ‘ne olduğuna’ bakalım:

“Kofsky: Müziğinizi okumaya çalıştığım zaman, sadece müzik yaptığınızı değil aynı zamanda öğretmeye ve ajite etmeye çalıştığınızı hissediyorum. Zappa: Ve sentezlemeye. Kofsky: Bana Bertolt Brecht’in müzikal bir versyonu gibi geliyor. Doğru bir çıkarım olur mu? Zappa: Bir Brecht hayranı değilim çünkü onun yaptığı işlerden pek haberdar değilim. Fakat insanlar bunu söylüyor, bir doğruluk payı olsa gerek.” Yukarıdaki ‘aşk şarkıları’ üzerine alıntılar da göz önüne alınırsa müzik türünün yaşadığı kırılma anlaşılacaktır. Rock müzik artık ‘aşk şarkıları’ndan uzaklaşmaktadır. Frank Zappa bunun öncülerinden olacaktır ve onun başlattığı bu kırılma dönemin müzikal yapısını etkilemesiyle bilinen Beatles’ın müziğini tamamen değiştirerek başlayacaktır. Bundan böyle Zappa, müziğin Brecht’idir. Peki Amerikan gazetecisi Brecht’i ne kadar tanıyor? Zappa ile Brecht sadece “Kitleler sokağa!” derken mi birbirlerine benziyorlar yoksa aralarında “teknik” bir benzerlik de var mı? Biraz Brecht üzerinde durmakta fayda var çünkü politik anlamda ne kadar zıt kutuplardaysalar edebi olarak aynı taraftalar. Bu sefer alıntımız Walter Benjamin’den.

69


“Brehct’in yaratmış olduğu tipleri ne kadar dikkatlice parçalarına ayırıp incelersek tüm güçlerine ve canlılıklarına karşın bunların, anatomi dersinde kullanılan mankenlere benzer politik modeller, hayaletler olduklarını o kadar açık olarak görürüz. Hepsinde de ortak olan şey, insan sevgisi, yardımseverlik, idealizm, soyluluk ya da benzeri bir şey değil, yalnızca duruma göre takındıkları tavırdan kaynaklanan akılcı politik eylemlerdir. Bu tavır aslında şüphe çekici, sevimsiz ve çıkarcı olabilir; ancak bu tavrı takınan kişi kendini kandırmadığı ve gerçekliğe sıkıca tutunduğu sürece bunu düzeltecek çare kendiliğinden bulunur. Bu, kişiyi daha iyi bir insan haline getiren ahlaki bir çare değil, toplumsal bir çaredir.” Zappa’nın karakterleri de kendisi de böyledir. Ünlü rock operası Joe’s Garage’da Joe, kendini iyi hissettirdiği için müzik yapar. Müziğini de aynı sebepten sonuna kadar savunur. Onu, oluşmaya başlayan teokratik devlete karşı durmaya iten şey kişilğindeki idealist öğeler değil, müziği savunma isteğidir. 1980’lerde kapitalizmin müzik alanında tekrar hâkimiyet kurmaya çalıştığı sırada, ‘sansür’ üzerinden saldırdığı kişilerden ilki Frank Zappa olmuştur.

70

Peki müziğini sansürlenmeye karşı kendi ifadesiyle yeniden oluşmaya başlayan “teokratik devlete” karşı savunması Zappa’yı politik olarak ‘solcu’ ya da ‘sosyalist’ yapıyor mu? Kesinlikle hayır. Frank Zappa kendini “çıkarcı muhafazakar” olarak tanımlıyor, groupie kültürünü savunuyor*, kapitalizmi övüyor. Bunların arkasında dururken yarattığı kültür ve müzik muhafazakarlık karşıtı bir konumda bulunuyor. Önümüzdeki kısımda bunun üzerinde duracağız.

İlericilik, gericilik, ideolojiler alanı “Bir eserin toplumsal ilişkiler karşısındaki durumu nedir?” den önce “Onların içerisindeki konumu nedir?” sorusunu sormak isterim. Bu soru, eserin, edebi üretim ilişkileri içerisindeki işlevine ilişkindir. Başka deyişle, doğrudan doğruya eserin tekniğiyle ilgilidir(..) Eğer daha önce, bu eserin doğru politik eğiliminin edebi eğilimi içeriyor olmasından ötürü, edebi niteliği de içeriyor olduğunu söyleyebildiysek, şimdi de daha kesin bir belirlemeyle bu edebi eğilimin edebi tekniğin ileriye ya da geriye yönelik gelişiminden ibaret olabileceğini görüyoruz.”


Benjamin bir sanat kuramı oturtmaya çalışırken Brecht’in eserlerinden yararlanmaya devam ediyor. Biz de tekniğin ileriye ya da geriye yönelik gelişimini müziğe oturtmayı deneyelim. Bu noktada yine Zappa’nın dönemin müzik dergisinde yazan “gazeteciler” için söylediklerinin dışında kalmayı deneyelim (Yazamayan insanların, okuma bilmeyen insanlar için, düşünemeyen insanlarla söyleşi yapıp makaleleştirmesi), amacımız bir olay akışı yazmak değil, bir çerçeve oluşturmak. Yeniden Zappa’nın otobiyografisine döneceğiz, bu sefer profesyonel olarak müzikle ilgilenmediği dönemden bir kısım: “Makale şöyle devam ediyordu: “Albümde davuldan başka hiçbir şey yok -ahenksiz ve berbat; dünyadaki en kötü müzik.” Ah evet ! Bu tam bana göre! (...) Beni hayran bırakan, başka kimsenin onun gibi beste yapabileceğini düşünmediğim bestekarsa Anton Webern’di. Albümüne bayılıyordum, Varese’den olabildiğince alakasız bir albümdü.” Müzik zekasının öncelikle yattığı yer burası. Birbirinden tamamen farklı iki müziği** kendi içinde eriterek ortaya bambaşka bir şey çıkartmak. Peki bu hamle onun dışındaki müziği nasıl etkiliyor? Bu sefer 60’ların en ünlü grubu Beatles’a bakmakta fayda var. Çünkü Beatles’ın dönemi içerisinde değiştirdiği müzik yapısı (60’ların başında pop, ortalarında pychedelic-proggressive ve sonunda daha “ağır abi” olarak rock) tüm müzik gruplarını etkiliyordu. Beatles 1960’larda 1950’lerin rock n roll furyasını pop müziğine dönüştüren ve bu dönemeçte kendi ‘kültlerini’ yaratan bir gruptu. Grubun 1967’de çıkardığı Sgt. Pepper albümü, Beatles kültürünü hem imaj olarak*** hem de müzikal olarak yıkan albümdü. Grup bu zamana kadar yaptığı ana akım pop-rock işlerinden sıyrılarak yeni şeyler denemeye kendisini itiyordu. Zappa’nın etkisiyse daha sonraları Paul Mccartney’in o dönemde dinlediği en çarpıcı şeylerden biri olduğunu belirtmesiyle ve albümü Frank Zappa’ya referansla “Beatles’ın Freak Out!’u” olarak tanımlamasıyla görülecekti. Zappa’nın müziği dönemin en sağlam grubunun yön değiştirmesinde etki oynayan faktörlerden biri olmuştu. Zappa böylece müziğin “edebi tekniğini” ileriye taşıyor. Peki bu değişimin Türkiye’ye etkileri nasıl olmuştur? Etkinin Türkiye’ye sıçraması Avrupa’daki çoğu ülkeye göre daha kolay olmuştur. Frank Zappa, King Crimson gibi grupların başlattığı proggresive rock fırtınası, Kıta Avrupası’nda Can gibi grupların müziğinde önemli roller oynamıştır. Bu da gerek Cem Karaca’nın daha “politik” dönemine rast gelen Dervişan grubunun Norveç’te geçirdiği zamanlarda bu tarz müzikten etkilenmelerinde, Cem Karaca’nınsa, Alex Oriental Experience adı altında, Can ile çalışmasını sağlamıştır.**** Cem Karaca bunun en belirgin örneğidir. Edip Akbayram ve Dostlar Orkestrası’nın albümünün görselleri, o dönemin grubu Jethro Tull’un Stand Up albümünün görselleridir. Barış Manço’nun Kurtalan Ekspres ile yaptığı albümler de bu etkilenmelere örneklerden sayılabilir. Bunu fark edemeyip, sadece politik olarak da doğru olan kişiyi aramaya başlayan kişi ise kendini yitiriyor. Kişi Frank Zappa’da sadece muhafazakar görürken, aynı zamanda Chuck Berry’de “sübyancı”, Dostoyevski’de “gerici”, John Lennon’da “pasifist”, Cem Karaca’da da “Turgut Özal’ın elini öpen” görüyor. Bu fi-

gürlerin politik aidiyetlerinin göz ardı edilmeleri gerektiğini söylenemez. Fakat bu figürlerin sadece “siyasal” konumları üzerinden politik nitelikleri belirlenemez. Aynı dünya görüşünde olunmadığı için farklı toplumsal alanlarda farklı bir ilişki kuran insanların yaptığı katkıların yok sayılması, solun gelişmesinin ve toplumsallaşmasının önünü kestiği gibi, estetik açıdan da kısırlaştırcaktır. Dönelim Süleyman Seba örneğine: Yukarıdaki refleksleri gösteren kişiler aynı zamanda Seba’da MİT mensubu olması dışında bir özellik görememektedirler. Peki Seba’nın “MİT mensubu” olması dışındaki özellikleri nelerdir? Süleyman Seba Beşiktaşlıların gözünde endüstriyel futbola karşı durabilen, Semra Özal’ın eşinin Çırağan’da şampiyonluk kutlama davetini biz halkın takımıyız, kutlamamızı halka beraber sokakta yaparız diyerek reddeden, futbolculara alacaklarını ödeyebilmek için evini ipotek ettiren bir Beşiktaş başkanıdır. Haziran’ın duruşu yere göğe sığdırılamayan kahramanı Çarşı’nın örnek gösterilen duruşunun harcın da, Seba’nın da önemli bir payı vardır. Bireyler sadece aidiyet hissettikleri politik kimlikler üzerinden değil, alanlarında sergiledikleri pratikler üzerinden alanlarını ileriye taşıyarak da ideolojiler alanına müdahale ederler. Bu yüzden nasıl Süleyman Seba ile Şükrü Saraçoğlu aynı kefeye konulamıyorsa, Frank Zappa ile bugün solcu olduğunu beyan eden fakat geçmiş sanat pratiklerini tekrar üreten müzik grupları aynı kefeye konulamıyor. Kişilerin gerici politik aidiyetleri, alanlarındaki pratiklerinin siyasi aidiyetlerinin çok ötesine geçemeyeceği anlamına gelmemektedir. Bir toplumsal figürün ideolojiler alanında tuttuğu yeri belirleyen, onun pratiğinin tamamıdır. Bu denklemi gözden kaçırdığımız takdirde, dünyamızın küçüleceği, kendi politik aidiyetimizin ve pratiğimizin, sosyalizm mücadelesinin giderek çiğ hale geleceği unutulmamalıdır. Notlar: * Bir kadının kendini bir müzik grubuna tamamen “adamasına”groupie’lik denmektedir. Zappa konuyla alakalı “Bu kızlar sonraları sıkıcı hayatları olan insanların hayatlarını neşelendirecek.” demektedir. ** Birer müzik örneği: Verase: http://bit.ly/1cm0fNa Webern: http://bit.ly/1slk1wN Zappa: http://bit.ly/1Bfe8GT *** Dönemin Beatlesını tanımlayan imaj “temiz çocuk” olmalarıdır. Sgt. Pepper’ın kapağında grup üyelerinin hepsi bıyık bırakarak müzikte yarattıkları kültü yıkmışlardır. **** Karaca’nın Dadaloğlu parçası bu işbirliğinden çıkan eserlerdendir. Dervişan dönemi albümleri Yoksulluk Kader Olamaz’da ve 45’likleri Tamirci Çırağı ve Beni Siz Delirttiniz gibi eserlerde bu müzikal etki rahatlıkla görülmektedir. Kaynakça: Reynolds S. Press J., Seks İsyanları, Ayrıntı Yayınları 2003 Zappa Frank, The Real Frank Zappa Book, Poseidon Press 1989

71


Hızla değişen ülke ve dünya gündeminde, gözden kaçan ya da perdelenen tehlike:

Ebola

Ebola sadece Güney Afrika’nın sorunu olmaktan çıkmış durumda. Virüsün gün geçtikçe artan hızla yayılmasının çeşitli nedenleri var. Bu nedenlerden biri Afrika’daki sağlık sistemi ve koruyucu sağlığın gereklerinden olan hijyen koşullarının tam olarak sağlanamaması. Diğer nedeni ise virüsle enfekte olan hastalara ya da enfekte olma riski taşıyan kişilere yapılan tıbbi müdahalenin yetersizliği.

Nilüfer Kılıçaslan Ankara Üniversitesi

Volkan Tümer Hacettepe Üniversitesi

E

bola virüsü son dönemde salgın haline gelen ve dünyada halk sağlığını tehdit eden en önemli sağlık sorunlarından biri. Ama Ebola’nın nasıl bir hastalık olduğunu ve en önemlisi salgın haline nasıl geldiğini anlayabilmek için görünenin biraz daha ardına bakmak gerekiyor. Halk sağlığını ciddi bir biçimde tehdit eden bu virüse yakından bakalım ve yazımıza Ebola’yı biraz tanıyarak başlayalım.

Ebola virüsü nedir? İnsanlarda ve hayvanlarda ciddi hastalık formlarına yol açan Ebola virüsü, ilk olarak 1976 yılında Sudan ve Kongo’daki salgınlarda tespit edildi. Adını Kongo’daki bir nehirden alan virüsün doğal kaynağının Afrika’daki meyve yarasaları olduğu düşünülüyor. Virüsün bu topraklardaki dağılımı bu yarasaların coğrafi dağılımıyla da örtüşmekte. Kaynağının yarasalar olduğu düşünülse de bu virüsün insana ilk olarak nasıl bulaştığı hala bilinmiyor. Ebola virüsünün bilinen beş farklı çeşidi bulunuyor. Günümüzde salgın hastalık oluşturan ise bu çeşitlerden en ölümcül olanı “Zaire Ebola Virüsü(ZEV)”. ZEV ile enfekte olan kişilerin %90’ının kısa bir süre içinde ölmesi virüsün ne denli tehlikeli olduğunu ispat etmiş oluyor. Virüsün coğrafi yayılımına kısaca bakmak gerekirse, ‘’Ebola Kanamalı Ateşi’’ hastalığına neden olan Ebola virüsü ilk olarak Liberya Cumhuriyeti, Gine Cumhuriyeti, Sierra Leone Cumhuriyeti, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Gabon, Güney Sudan, Fildişi Sahilleri, Uganda ve Kongo Cumhuriyeti’nde görüldü. Son salgında ise biraz farklı bir coğrafyaya, üçüncü dünya ülkeleri olarak adlandırılan coğrafyadan çıkıp gelişmiş batı ülkeleri olan ABD ve Almanya’ya da sıçradı.

72


Virüsün izlediği yola da değindikten sonra, biraz da virüsün neden olduğu hastalığın belirtilerinden bahsedelim. Virüs vücuda girdikten sonra hastalık gelişiyor ve hastalığın ilk belirtileri grip belirtilerine benziyor: Ani başlangıçlı yüksek ateş, üşüme, titreme, bitkinlik, baş, kas ve eklem ağrıları, bulantı, kusma, ishal ve karın ağrısı. Hastalığın ilerleyen safhalarında göz, burun, ağız ve rektumdan kan geliyor ve serum iğnesinin açtığı deliklerden dahi kanama gelişiyor. Temel olarak ‘kanama’ hastalığın en tanımlayıcı belirtisi olarak görülüyor. Kanama belirtileri göstererek bu belirtilerle Ebola Kanamalı Ateşi tanısı konan hastaların ölüm sebebi ise çoklu organ yetmezliği. Virüs bağışıklık sistemini çökertiyor, insan vücudunun virüse karşı savaşamaz hale gelmesi sonucu organlar iflas ediyor.

Peki ya bugün? Ebola son zamanlarda mutasyona uğramış bir virüs veya daha yeni ortaya çıkan bir salgın değil. Peki, bugünkü ününe nasıl kavuştu biraz ondan bahsedelim. Ebola yukarıda da bahsettiğimiz gibi daha önce de yayılma belirtileri göstermekle birlikte son salgın 2013 yılında Güney Afrika’da 2 yaşında bir erkek çocuğun virüs kapmasıyla patlak verdi. O günden şimdiye kadar Dünya Sağlık Örgütü nün (DSÖ) açıkladığı sayıya göre 4555

kişi bu virüs yüzünden hayatını kaybetti. Virüsün insan vücuduna girdikten sonra oluşturduğu tehlikeler dışında, onu bu denli ölümcül hale getiren, bir salgın ve aynı zamanda kriz niteliğine sokan bu hastalığı önlemenin ya da virüsü inaktifleştirmenin yollarını aramadaki yavaşlık, önemsememe hali. Daha doğrusu bu bahsettiğimiz yavaşlığın en başat olarak virüsün ana vatanı olan Afrika’da görülmesi.

Neden Güney Afrika'da salgını önleme çalışmaları bu kadar yavaş? Güney Afrika hepimizin bildiği gibi yoksulluk ve sefaletle boğuşuyor. Her gün başta çocuklar olmak üzere onlarca insan açlıktan, yeterli beslenememekten dolayı hayatını kaybediyor. Ebola gibi daha nice virüsün kıtada bu kadar yaygın olmasının sebebini sadece basit olarak virüsün coğrafi yayılımıyla ya da tesadüflerle açıklamak mümkün değil. Güney Afrika’da sağlıksızlık en önemli sorun, örnek vermek gerekirse temiz besin ve su kaynaklarına ulaşamama, ilaç ve tıbbi malzemelere ulaşmadaki yetersizlik, uygun hijyen koşullarındaki barınma olanaklarının olmayışı, çevrenin insan sağlığına uygun olmayışı, aşı gibi koruyucu sağlık hizmetlerinden eşit şekilde yararlanamıyor oluşları en önemli etkenler arasında. Bütün bunlar sağlık sisteminin yetersizliği olarak birkaç kelimede özetlenebilir. Afrika’da yaşanan bu insanlık dramından hepimizin haberi var.

73


Gözümüzden kaçan ise türlü yokluklarla ve sistemdeki yetersizliklerle uğraşan Afrika’nın bu durumunun medya ve farklı yollar aracılığıyla zihnimizde normalleştirilmesi. Bununla birlikte Afrika’da görev yapan ABD’li doktorun virüsle temas etmesinden sonra hızlı ve tam teçhizatlı araçlarla ülkesine nakledilmesinin ve karantina altındayken eşiyle 45 dakika boyunca cam bölmeli odada görüşmesinin olağanüstü bir durum haline getirilmesi. Bir sağlık sorununu bile neden ve çözümlerinden uzak, sadece magazinsel bir olgu olarak ele almak... Kapitalizmin bize dayattığı bu çelişkiden çıkmak, bu konuda fikir yürütmek ise hiç zor değil. Ancak Ebola sadece Güney Afrika’nın sorunu olmaktan çıkmış durumda. Virüsün gün geçtikçe artan hızla yayılmasının çeşitli nedenleri var. Bu nedenlerden biri yukarda bahsettiğimiz gibi Afrika’daki sağlık sistemi ve koruyucu sağlığın gereklerinden biri olan hijyen koşullarının tam olarak sağlanamaması. Diğer nedeni ise virüsle enfekte olan hastalara ya da enfekte olma riski taşıyan kişilere yapılan tıbbi müdahalenin yetersizliği. Kanada, İngiltere ve Rusya’da yapılan araştırmalar sonucu aşı üzerinde ise çalışmalar

74

hala sürüyor. Yapılan açıklamalara göre aşının tam olarak hazırlanması 2015 yılının sonunu bulacak. Buna rağmen yakın zamanda geliştirilen Zmapp isimli ilaç hastalığın tedavisi olabileceğine dair işaretler veriyor. Ancak virüs bu kadar hızlı yayılırken aşı üretimin ters orantıyla geliştirilmesi kapitalist sistemin çirkin yüzlerinden biri…

Aşı neden gecikiyor? Bu soruya cevap vermek için tablonun bütününe bakmak gerekiyor. Sağlık en çok kar edilen sektörlerin başında geliyor. Sağlık sektöründeki ilaç üretimi para sektörü işin içine girince basit bir bilimsel araştırma ve laboratuvar deneyleri bütünü olmaktan çıkıyor, bir ekonomi politik sorunu haline geliyor. İlacın üretim mekanizmasına şöyle bir bakmak gerekirse; ilaç firmalarının bir ilacı üretip pazara çıkarması için bu ilaca olan talebin firmaların arzuladığı değerde olması gerekir. Bu değer o ilaca ihtiyaç duyan kitlenin artması (doğrudan virüs ile enfekte olan kişi sayısı) veya ilaç üretimini gerektiren hastalığın insanlar arasında yaratılan panik ve kaos ile ilacın talebinin artması (virüsün coğrafi dağılımının ve yayılma


hızının artması ile doğru orantılıdır) ile gerçekleşir. Hastalığa yakalanma korkusu taşıyan insanlar ilacı ya da aşıyı hemen temin edip kullanmak ister. Bu isteğin büyümesi ve firmanın beklediği değere ulaşmasıyla ilaç üretilir ve piyasaya sunulur. Dönemin hastalığıyla popüler hale gelen ilaç ya da aşının herkes tarafından temin edilmesi ise kolay değildir. Tahmin edilebileceği gibi belli bir maliyeti ve piyasa fiyatı olan ilacı parası olan rahatça alabiliyorken, maddi olanakları yetmeyenler hastalığa yakalanmamak için “dua etmek” ten başka yol kalmıyor. Veya bir diğer ihtimalle geçtiğimiz günlerde THY Genel Müdürü Temel Kotin’in Ebola virüsü için “Bu görüldüğü kadar kötü bir şey değil. Tabii ki Allah göstermesin bulaşınca öldürüyor” şeklinde yaptığı açıklamaya acıyla gülmekten başka bir şey yapamıyoruz. Sözün kısası, zaten var olan bir salgıyı durdurmanın yolu, filmlerdeki gibi mucizevi bir ilaç yada aşı bulmaktan değil; Ebola’yı yenen Senegal örneğinde olduğu gibi koruyucu yöntemleri artırarak olacaktır. Yapılan aşı ve tedavi çalışmaları sevindirici ancak dediğimiz gibi mucizeler yaratmaktan çok, hastalığın aşısının kar edilebilir bir piyasa alanına dönüşmesine yarar sağlayacağı muhtemeldir.

Ebola ve diğer tehlikeli hastalıkları önlemek için neler yapılabilir? Bunun yolu koruyucu ve herkes için eşit fırsatlar sunan sağlık sisteminden geçiyor. Koruyucu sağlık sisteminin de ilk şartı, özellikle bu gibi hastalıkların yaygın olduğu dönemlerde insanları bilinçlendirmektir. Bu bilinçlenme, hastalığın yaygınlaşma ve bulaşma oranını büyük ölçüde azaltır. Bilinçlenme aşamasından sonra ise adil sağlık sistemi devreye girmelidir. Kar amacı gütmeden ve insan sağlığını temel alan araştırmalar sonucu üretilen aşı ve ilaçlar sosyal devlet politikası baz alınarak herkese ücretsiz temin edilmelidir. Bütün bu önlemlerden sonra ise, hastalanan insanlar hemen izole edilerek hastalığın diğer insanlara bulaşması engellenmeli ve uygun şekilde tedavi edilmelidir. İnsan yaşamının merkeze alındığı, sağlık sisteminin aksamadan işlediği sistemlerde bahsettiğimiz yolu izlemek hiç de zor değil. Aksini bilinçli şekilde devreye sokmak ise biyoterörizmden başka bir şey değildir.

Tahmin edilebileceği gibi belli bir maliyeti ve piyasa fiyatı olan ilacı parası olan rahatça alabiliyorken, maddi olanakları yetmeyenler hastalığa yakalanmamak için “dua etmek” ten başka yol kalmıyor. Veya bir diğer ihtimalle geçtiğimiz günlerde THY Genel Müdürü Temel Kotin’in Ebola virüsü için “Bu görüldüğü kadar kötü bir şey değil. Tabii ki Allah göstermesin bulaşınca öldürüyor” şeklinde yaptığı açıklamaya acıyla gülmekten başka bir şey yapamıyoruz.

75


Utku Eroğlu Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.