Yeni Yazılar 1. Sayı (Mayıs 2013)

Page 1

YeniYazılar FİKİR KULÜPLERİ FEDERASYONU’NUN YAYINIDıR

FKF YOLA ÇIKTI!

MAYIS 2013 SAYI 1 - 3 tl

Yeni bir kültür, Yeni bir üniversite, Yeni bir ülke için...

Dosya: Dünden Bugüne Fikir Kulüpleri Federasyonu


Yeni Yazılar MAYIS 2013 Başlarken Yeni Yazılar Yayın Kurulu

Dosya

Dünden bugüne Fikir Kulüpleri Federasyonu

4

FKF Yeniden Kuruldu Ercan Bölükbaşı

6

Tuncay Çelen ile FKF Üzerine Söyleşi: Berkay AVŞAR

8

YUVARLAK MASA

M. Bülent Kılıç ile Sanat-Siyaset İlişkisi ve 1960’ların Edebiyatı Üzerine Söyleşİ: Akın ART

Haneke’nin Amour’u ve Aşk Üzerine

YeniYazılar

22

Aydınlanma ve gençlik öZGÜR sAVAŞÇIOĞLU

19

Duvarın Dışından Arda ÖZEL

24

Zamanda Yolculuk Mümkün mü? haydar şahİn 26

Kavga Özgürlük İçin, Çocuklar İçin Kavga Zozan Baran

İsmet Özel: “İnsanların Hizası”ndan Meczupluğa A. Sİnan GÜNÇE

3

11

14

Ege Üniversitesi’nde 17. Tiyatro Günleri

30

Ateist Otistikler, Otistik Ateistlere Karşı! Çağrı Mert BAKIRCI

28

Hacettepe Kitap Topluluğu Neler Yaptı? Neler Yapacak? Mert DERİNGÖZ

32

Onlar Vurdu Biz Yaşatacağız, Onlar Yıktı Biz Yapacağız Deney deniz bozkurt

34 36

Uykuda akın art

37

Kışsonu Asena Doğan

38

FKF Logosunu Belirledi

39

Aylık Öğrenci Dergisi • Mayıs 2013 • Sayı 1 • İmtiyaz Sahibi: Haydar Şahin • Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Akın Art • Tasarım: Özgün Sağlam • Çizimler: Nurşah Çağlar • Web: www.fikirkuluplerifederasyonu.com/org/net • İletişim: fikirkuluplerifederasyonu@gmail.com, facebook.com/fikirkuluplerifederasyonu, twitter.com/fikirkulupleri • Adres: Rumeli Hisarüstü Mah. Cami Sok. No: 26/1 Sarıyer/İstanbul • Baskı: Kayhan Matbaacılık, Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi D Blok No: 155 Zeytinburnu/İstanbul

2


YeniYazılar

Mayıs 2013

Başlarken… Üniversitelerde bir hareketlik var demiştik, Üniversite Kongresi için kolları sıvadığımızda. Üniversite Kongresi, bu hareketlilik tespitinin hakkını verdi. 150’nin üzerinde kulüp ve topluluğun katıldığı güçlü bir etkinliğe dönüştü. Fikir Kulüpleri Federasyonu’nu tekrar kurma kararı aldı. Şimdi de dergimizin çıkışıyla birlikte FKF’nin kurulduğunu resmen ilan etmiş oluyoruz. FKF’nin kuruluşu, gencinden yaşlısına pek çok kişiyi heyecanlandırdı. Nasıl heyecanlandırmasın? Artık hemen her yakın tarih incelemesinde “milat” olarak kabul edilen 12 Eylül darbesinin yarattığı boğucu atmosferden bunalmış insanlar, bulutların dağılmaya başladığını gösteren bu habere nasıl kayıtsız kalsın? Sadece bu darbeyi yaşayanlar değil, darbe sırasında henüz doğmamış pek çok kişi, darbenin getirdiği ideolojik atmosferin farklı siyasi partiler tarafından tekrar tekrar yeniden üretilmesi sayesinde, 12 Eylül’ün yenilmişliğini üzerinde taşıdı. Ne mi demek istiyoruz bu yenilmişlik duygusuyla? Hafızamızda tazeliğini koruyan bir olayı tekrar hatırlayarak anlatmaya çalışalım. 18 Aralık günü ODTÜ’ye gelen Tayyip Erdoğan, üniversite öğrencilerinin protestosuyla karşılaşmış, polis de bu protestoya sert bir şekilde müdahale etmişti. Olaydan birkaç gün sonra, polis müdahalesini protesto etmek için Devrim Stadyumu’nda bir şenlik düzenlemeye karar verdi ODTÜ’lüler. Bir gün önceki havayı, bir arkadaşımız şu şekilde anlatıyor: “26 Aralık Gecesi, ertesi gün ODTÜ Devrim Stadı’nda yapılacak ‘ODTÜ Ayakta, AKP’ye Karşı Direniyor’ sloganıyla gerçekleşecek buluşma tartışılıyor. Hâlâ bu iş olacak mı şüphesi… İnsanlar gelecek mi? Biz güvensiz yetiştirilen bir nesildik. Bize kahramanlık hikayelerinden çok, kalpazanlık hikayeleri anlatıldı. Kendi hakkı için, bildiği doğruları savunmak için cesurca davranan kitlelerin değil, edilgen yığınların çaresizliğiydi hep gösterilen. Bu karamsar kodlanmışlıktan kurtulmak için çaba harcasak da, hâlâ ciddi bir tedirginlik içindeydik. Ertesi gün bu havanın dağılacağını, gençliğin duyarsız ve umursamaz olduğu tespitinin anlamsızlaşacağını, boşa düşeceğini henüz bilmiyorduk.” 12 Eylül ile başlayıp günümüze kadar gelen ideolojik atmosfer, AKP iktidarıyla birlikte taçlanmış, ayakları oturmuş tanımlı bir rejime dönüştü. 12 yıllık sürede AKP, 12 Eylül’den devraldığı mirasla kendi rejimini kurdu. Kısa sayılabilecek bu zaman aralığında monte edilen yeni rejim, şimdiden yıkılmaya mahkum olduğunun sinyallerini de verdi. ODTÜ’de yaşananlar, yaklaşık 500 öğrencinin yürümesiyle başladı ve bu yürüyüşe yapılan polis müdahalesi kısa zamanda pek çok üniversitede tepkiye neden oldu. Bu olayların üzerinden birkaç ay geçti fakat üniversiteler durulmadı. İTÜ’de asistanlar rektörlük binasını işgal etti. Birkaç gün sonra Koç Üniversitesi’nde işten atılan işçiler direnişe geçti, öğrenciler de işçilerin omuz başına… Yıllarca apolitizmin örgütlendiği vakıf üniversitelerinde bile böyle bir dayanışmanın gerçekleşmesi, bize üniversitelerde bir iklimin kırıldığını gösteriyor. ODTÜ’de her şey 500 öğrencinin yürüyüşüyle başladı demiştik. Üniversitenin nüfusuna baktığımızda gülünç sayılabilecek bu rakamın tüm ülkeyi sarsacak bir hareketlenmeye dönüşmesi, üniversitelerde ve ülkemizdeki rejimin çürüdüğünü, alarm vermeye başladığını gösteriyor bizlere. Biz, üniversite öğrencileri olarak bahsettiğimiz rejimi istemediğimizi gösterdik. Şimdi FKF ve dergimiz aracılığıyla ne istediğimizi göstereceğiz. Logomuzu ararken düzenlediğimiz kampanyayı bir “yarışma” olarak değil, “emek bağışı kampanyası” olarak adlandırmamız, var olan kültürün karşısına nasıl bir kültür koymak istediğimizin ilk işareti olarak alınabilir. Şimdi aynı dayanışmacı ruhu sürdürmek, örgütlemeye devam etmek için önemli bir araç olacak olan dergimizin ilk sayısını çıkarıyoruz. Yazılarınızı, okullarınızda gerçekleşmiş/gerçekleşecek etkinliklerin haberlerini, öykülerinizi, şiirlerinizi, kısacası her türlü üretiminizi bizimle paylaşabileceğiniz bir mecra yaratmaya çalışıyoruz. Bu köhnemiş, eski kültürü yıkıp, yerine yeni bir kültür, yeni bir üniversite, yeni bir ülke kurmak istiyor, bu yüzden üniversitelerin bahçesinde “tarihi hızlandırmanın çiçeklerini” çoğaltmayı umuyoruz Var olan yayınların önemli bir kısmının gençliğin arayışlarına, dinamizmine, cüretine karşılık vermekten uzak olduğunu, “eski”nin izlerini üzerinde taşıdığını düşünüyor, sizleri hep beraber yeniyi aramaya, kurmaya çağırıyoruz. Bugüne kadar, hep eskiyi savunanlar kendilerini yeni olarak sundu. Bugünden itibaren ise “yeni”yi gerçek anlamına oturtmak yeninin gerçek temsilcileri üniversite gençliğine düşüyor. Rekabetçiliğin, bireyciliğin, piyasacılığın dayatıldığı eskimiş düzenin karşısına YENİ YAZILAR ile dikiliyoruz. Fikir Kulüpleri Federasyonu olarak sizleri, hep beraber üretmeye davet ediyoruz… Yeni Yazılar Yayın Kurulu

Ürünlerinizi yeniyazilardergi@gmail.com adresine gönderebilirsiniz. Önümüzdeki sayımızın dosya konusu, "Ölümünün 50. yılında Nazım Hikmet" olacak. Dosya konusuyla ilgili yazıların yanı sıra her türden ürününüzü bizimle paylaşmanızı, böylece derginin zenginleşmesini bekliyoruz. Önümüzdeki sayı için yazıların son gönderme tarihi 30 Mayıs'dır. 3


YeniYazılar

Mayıs 2013 Dosya

Dosya: Dünden Bugüne Fikir Kulüpleri Federasyonu

Kavga Özgürlük İçin, Çocuklar İçin Kavga* Zozan BARAN Boğaziçi Ü. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü FKF, etkili olduğu dönem boyunca hem üyelerini hem de Türkiye’de ilerici ve aydınlanmacı kurumları, aydınları, akademisyenleri bu ilkeler etrafında devindirmiştir. “Tarihçi, hakkında yazdığı kimselerin zihinleriyle şöyle ya da böyle bir ilişki oluşturmadıkça tarih yazılamaz.”(1) Bu yazı, bir döneme damgasını vuran belki de en önemli aktörlerden birinin, Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun tarihini yazmayı amaçlıyor. Bu yazının yazıldığı mecra ise 2013 yılında kurulan FKF’nin dergisidir. Dolayısıyla yukarıda Carr’ın alıntısında sözünü ettiğimiz zihinsel ilişkiyi kurabildiğimizi düşünüyoruz. Her ne kadar yazının yazarı tarihçi değilse ve kapsamlı bir tarih incelemesi yapmayı amaçlamıyorsa da Türkiye tarihinin önemli bir dönemecine damgasını vurmuş bir yapının hakkını vermek için, Carr’ın “hayalgücü ile anlamak”, Aydemir Güler’in ise “sahiplenme ve sevme”(2)olarak vurguladığı duygudaşlığın kurulması gerektiğine inanıyor. Önünüzdeki yazı, FKF tarihinin ampirik bir dökümünü yapmaktan ziyade “FKF’yi önemli ve özel kılan nedir” sorusuna, tarihine bakarak yanıt arayama çalışacak. Yukarıda sözünü ettiğimiz zihinsel bağın burada devreye girdiği varsayılıyor. Tarihsel Süreç Fikir Kulüpleri Federasyonu; Demokrat Parti diktasının son bulduğu, bu sonun yarattığı özgür ortamın gençliğin gelişimi için verimli bir toprak oluşturduğu bir dönemde, 17 Kasım 1965’te kuruldu.(3) Ancak Fikir Kulüpleri Federasyonu’nu kuran kadroların etkisinin Federasyon kurulmadan çok önce başladığını söylemek yanlış olmaz. Turhan Feyzioğlu, FKF’nin kuruluşunda da öncü rolünü oynayan SBF Fikir Kulübü’nün çoğu zaman sanılanın aksine ilk Fikir Kulübü olmadığını, ilk FK’nın “Ankara Üniversitesi Hukuk Mensupları Fikir Kulübü” olduğunu söylüyor.(4) Bu kulüp, 14 Nisan 1952’de kurulmuştur. SBF-FK ise 3 Ocak 1956’da kurulur(5); ancak SBF-FK, FKF’nin kuruluşunda üstlendiği önemli rol ve DP dönemine damgasını vurması nedeniyle FKF tarihinde ön plana çıkmıştır. Bu ön plana çıkışta, biri FKF’nin içinde yeşerdiği fikir ortamını yaratan diğeri de FKF’nin kuruluşunu hazırlayan iki dergide oynadığı rol önemlidir. Bu dergilerin ilki SBF-FK’ya üye hocaların kuruluşunu üstlendiği Forum dergisi, diğeri ise SBF-FK üyesi TİP’li öğrencilerin öncülüğünde kurulan ve daha sonra Ankara’daki diğer üniversitelerden TİP’li ve FKF’li öğrencilerin sorumluluğunu üstlendiği Dönüşüm dergisidir. Dönemin Havasını Değiştiren İki Dergi: Forum ve Dönüşüm Forum dergisi; 1954 Nisan’ında yayın hayatına başlar. Kurucuları, yurtdışında eğitim görmüş, Anglosakson dünyanın etkisinde düşünceleri şekillenen SBF’nin genç akademisyenleridir.(6) Derginin kadrosu daha sonra genişlemiş ama etkisinin düşmeye başladığı 27 Mayıs sonrasına kadar Batı demokrasisini savunan, Batıdaki Soğuk Savaş söylemlerinin etkisinin yoğun hissedildiği bir yayın olmaya devam etmiştir.(7) Forum’u

4


YeniYazılar

Mayıs 2013 Dosya

bu özelliğine rağmen FKF için önemli kılan ise derginin Türkiye’de yeni bir aydın kuşağın yaratılması için yürüttüğü sert tartışma ve bunun üniversitelere yansımasıdır.(8) Hocalarının etkisinde kalan SBF’li öğrencilerin kendi okullarında yürüttüğü tartışmalar ve bunun üniversitelerdeki siyasal ve kültürel ortamı canlandırıcı etkisinden söz ettiğimizde, bu etki netleşir.(9) Dönüşüm dergisi ise Nisan 1965’te, sosyalist olduğunu doğrudan ifade eden, çoğunluğu SBF-FK’nın aktif üye ve yöneticileri olan TİP’li öğrenciler tarafından çıkarılmış, kısa zamanda Ankara’daki diğer üniversitelerden FK’lı ve TİP’li öğrencilerin omuz vermesiyle etkisini artırmış bir yayındır.(10) Derginin dağıtımını yapan üniversiteliler, ilk günden itibaren saldırılara uğramıştır. Saldırılar nedeniyle sadece beş sayı çıkan Dönüşüm dergisi, bu kadar kısa zamanda bile hayli etkili olmuş ve FKF’nin kuruluşunu hızlandıran tartışmalara zemin hazırlamıştır. Bu haliyle dergi, Türkiye’de gençliğin ilk ve belki de en etkili yayınlarından biri olma özelliğini hala korumaktadır. Ayrıca derginin yayına devam edip etmeyeceğine dönük tartışmaların FKF’nin sonradan yaşayacağı temel ayrışmaların ilk nüvesi olduğunu söylemek de mümkün görünüyor. Bu iki derginin en önemli ortaklığı ise ikisinin de yayın hayatına başladığı dönemin siyasal, akademik ve kültürel ortamına sert müdahalelerde bulunmasıdır. Forum, DP’nin diktatoryal bir yönetime doğru gittiği bir dönemde hür düşüncenin ve ifade özgürlüğünün savunuculuğunu yapmış, bu nedenle yazarları büyük baskılara maruz kalmıştır.(11) Dönüşüm ise sosyalist olduğunu açıkça ifade etmiş ve üniversite öğrencilerini bu fikir etrafında toplamanın gayreti içerisine girmiştir. Gençliğe Kazandırılan Yeni Kimlik FKF’nin temellerini oluşturan yayınların yanında 6 Filo’ya yönelik eylemlerden ABD’nin Vietnam politikalarına yönelik kınayıcı açıklamalara, tüm üniversitelerde yapılan panel ve tartışmalardan depremzedelerle yardımlaşma kampanyalarına ve işçi grevlerine verilen desteklere kadar FKF’yi FKF yapan eylem ve etkinliklerden söz etmek de yazının başında sözünü ettiğimiz önemin anlaşılmasında etkili olacaktır.

bu dönem, aynı zamanda Türkiye’deki kültürel-entelektüel ortamın en verimli olduğu dönemlerden birdir. Dönemin hemen hemen tüm önemli aydın ve sanatçıları, FKF tarafından birçok başlıkta harekete geçirilmiştir. Bugün Türkiye düşünce yaşamında önemli yerlere sahip aydınların önemli bir çoğunluğu ise FKF içerisinde, o dönem bizzat faaliyet yürütmüştür. FKF, Türkiye’deki ilerici kültürel ve siyasal birikiminin güçlü bir biçimde temsil edildiği ve farklı kollara ayrıldığı ilk yerlerden biridir. Ancak yazıyı sonlandırırken, yukarıda saydığımız tüm özellikleri ve eylemleri kapsayan ve FKF ile ‘65-’71 aralığındaki gençlik mücadelelerinden bize kalan çok önemli -belki de en önemli- bir özellikten söz etmek istiyoruz. Bu dönem içerisinde tüm toyluklarına ve birikimlerinin yetersizliğine rağmen üniversiteliler; baskıcı ve işbirlikçi iktidarlara, emperyalizmin simgesi 6. Filo’ya ve gerici üniversite yönetimlerine çok büyük bir cüretle karşı çıkmışlardır. Bugünkü politik gençliğe göre çok daha az imkan ve bilgiyle donanmış olmalarına rağmen hocalarıyla hiç çekinmeden tartışan, başbakanı ve cumhurbaşkanını kınayan ya da görev başına çağıran çağrılar yapan, sorunun çözümünün ise ancak ve ancak iktidarın sosyalistler tarafından alınmasıyla çözüleceğini İsmet İnönü, Bülent Ecevit, Alparslan Türkeş gibi siyasetçilerin katıldığı bir etkinlikte, bu siyasetçilerin yüzüne haykıran bir gençlikten söz ediyoruz.(15) Bu gün gençliğin en çok ihtiyaç duyduğu şey, kuşkusuz bu iddiadır. Bu cüret elbette o dönemin gençliğinin “doğal” bir özelliği değildi. Her kuşağın içerisinde büyüdüğü siyasal ortama göre şekillendiğini kabul edersek, bu farkı 27 Mayıs’ın yarattığı siyasal ortam ile 12 Eylül’ün estirdiği terör arasında arayabiliriz. Baskıcı bir rejimin tepetaklak olduğunu gören bir kuşak ile faşist bir darbe tarafından dümdüz edilen bir ortamda büyüyen, kimlik kazanan bir kuşağın aynı iddialara sahip olamayacağı tarihin nesnelliğidir. Ancak baskıcı bir rejimin daha tepetaklak olması için bu cüretin yeniden yaratılması zorunluluğu da mücadelenin nesnelliği gereğidir. Dipnotlar: * FKF Marşı’ndan (1) Carr, Edward Hallet; Tarih Nedir?; İletişim Yayınları; 3. Baskı; s. 31

Yazının kapsamı gereği FKF’nin etkili olduğu tüm eylem ve etkinliklerinden söz etmek mümkün değil; ancak FKF’ye kimlik kazandırma misyonunu ön plana çıkardığımızda bu kimliğin önemli bileşenlerini anlamamız açısından birkaç etkinliğe değinmemiz zorunlu hale geliyor.

(2) Güler, Aydemir; Türkiye Sol Tarihinde Yöntem ve Tartışmalar; Yazılama Yayınları, 1. Baskı, s. 26

Bunlardan belki de en önemlisi, NATO’ya yönelik büyüyen tepki karşısında FKF’nin 2 Nisan 1968 günü duyurusunu yaptığı ve akademisyen ve aydın desteğiyle etkisi artan “NATO’ya Hayır!” kampanyası ve haftasıdır. (12) FKF, başlattığı bu kampanyayla bir yandan anti-emperyalist kimliğini kuvvetlendirirken, bir yandan da ülkenin tüm aydın birikimini harekete geçiren, bu birikimin siyasal vurgusunu kuvvetlendiren bir etkide bulunmuştur.

(5) A.g.e.; s. 84

FKF’nin aydınları harekete geçiren ve anti-emperyalist kimliğini ön plana çıkaran diğer bir kampanyası da Vietnam halkına yardım için aydınlara yaptığı çağrıdır.(13) Anti-emperyalist çağrıların yanında okullarda yapılan ve Türkiye’deki hemen hemen tüm ilerici aydınların katıldığı paneller, açık oturumlar da örnek verilebilir. Bunun yanında FKF’nin Türkiye ekonomisine yönelik yaptığı incelemeler, açıklamalar ve etkinlikler de önemlidir. (14)

(3) Yıldırım, Ali; FKF DEV-GENÇ Tarihi; Doruk Yayınları; 3. Baskı; 48 (4) Feyzioğlu, Turhan; Fikir Kulüpleri Federasyonu; Ozan Yayıncılık; 2. Baskı; s. 78 (6) İrketi, Okan; Ricat Eden Cumhuriyet; Tan Yayınları; 1. Baskı; s. 125 (7) A.g.e.; s. 147-148 (8) A.g.e.; s. 140, 142 (9) Yıldırım, Ali; a.g.e.; s. 43 (10) Feyzioğlu, Turhan; a.g.e.; s. 502 (11) Turhan Feyzioğlu’nun yaptığı bir konuşma nedeniyle bakanlık emrine alınması örnek verilebilir. A.g.e.; s. 447 (12) Feyzioğlu, Turhan; a.g.e.; s. 268 (13) A.g.e. ; s. 267 (14) Bunların ilginç örneklerinden biri “Montaj Sanayi ve Ortak Pazara Hayır” haftasıdır. A.g.e.; s. 312 (15) SBF’nin 109. kuruluş yıldönümünde konuşan SBF Öğrenci Birliği Başkanı Murat Cahit Koğacıoğlu’nun konuşmasından (s. 400–401)

Yukarıdaki örneklere daha birçoğu eklenebilir. Ancak bu örnekler, FKF’nin kimliği olduğunu iddia ettiğimiz anti-emperyalizm, aydınlanmacılık ve kamuculuk özelliklerini açığa çıkarmaya yeter. FKF, etkili olduğu dönem boyunca hem üyelerini hem de Türkiye’de ilerici ve aydınlanmacı kurumları, aydınları, akademisyenleri bu ilkeler etrafında devindirmiştir.

Kaynakça:

Bu devinimin yalnızca siyasal bir etki yaratmadığını görmek ayrıca önemlidir diye düşünüyoruz. Türkiye gençliğinin ve aydının hızla politikleştiği

İrketi, Okan; Ricat Eden Cumhuriyet; Tan Yayınları; 1. Baskı

Carr, Edward Hallet; Tarih Nedir?; İletişim Yayınları; 3. Baskı Çulhaoğlu, Metin; “68 Kuşağı Üzerine”; Gelenek Dergisi; sayı: 3; 1987 Gelenek 22. sayı (tümü) Feyzioğlu, Turhan; Fikir Kulüpleri Federasyonu; Ozan Yayıncılı; 2. Baskı Yıldırım, Ali; FKF/ DEV-GENÇ Tarihi; Doruk Yayınları; 3. Baskı

5


YeniYazılar

Mayıs 2013 Dosya

FKF Yeniden Kuruldu Ercan BÖLÜKBAŞI ODTÜ Sosyalist Düşünce Topluluğu

Gençlik hem bilimle ilgilenmeli, hem kültürel gelişime katkı koymalı hem de ülkedeki gündemlere, gelişmelere ilişkin tavır almalı. İşte bu ihtiyacı gidermek için Üniversite Kongresi toplandı. Son dönemlerin en güçlü eylemleri olmasına rağmen yetinemezdik. Daha büyük kalkışmalara hazırlanmalıydık. Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun yeniden kuruluşunun hangi somut gelişmelerle çakıştığını kavramak için, güncel duruma bir miktar değinmek gerekir. Geçmişteki deneyimlerle bir kıyaslama yaparsak eğer, çok daha karanlık bir dönemin içerisinden geçtiğimizi söylemeliyiz. Ülke tarihinin gördüğü en gerici, en piyasacı, en bağımlı iktidar tarafından yönetiliyoruz. Daha da kötüsü, bu dergiyi okuyanların önemli bir bölümünün, bu iktidarın politikalarının hakim olduğu bir dönemde yetiştiğini, Türkiye’de başka bir siyası iktidar hatırlamadığını dahi iddia etmek mümkün. Yani bugünkü gençliğin, bizlerin yetiştiği koşullar pek de parlak değil. Buna rağmen gençlik yine de ülke gündemine damga vurabileceğini, karanlığın kaderimiz olmadığını ve aydınlık bir gelecek için görev almaya hazır olduğunu yakın zamanda gösterdi. Üniversitelerde Neler Oldu? AKP, temsil ettiği yapı ve icraatları itibariyle iktidar olduğu günden beri gençlikle, özellikle de üniversiteli gençlikle bir türlü pozitif bir ilişkilenme içerisine girememiş bir parti. Bunun genç olmanın kimi özellikleri ile ilgisi olduğu kadar, ilerici değerlerin üniversitelerde halen belirli bir ağırlık taşıması ile bağı da yadsınamaz. Tayyip Erdoğan’ın istenmediğini açık ve net bildiği halde ODTÜ’ye gelmesinin, sonrasında ise oldukça öfkeli bir görüntü vermesinin nedenine de aslında buradan ulaşmak mümkün. İktidar, yapabildiği yerde gençliği kapsamak, kapsayamadığı yerde ise onun toplumla ilişkisini kesmek istiyor. Bu yüzden mümkün olan yerlerde cemaatler gibi araçlar ile gençliği kullaştırmak, olmayanları ise

6

piyasa ilişkileri ile çürütmek gibi bir yöntem izliyor. O da olmazsa, gençliği itibarsızlaştırmak için kolları sıvıyor. İşte ODTÜ’de yaşananlar ve AKP’nin aşırılığı olarak gözüken süreç, iktidarın bu bakış açısı ile anlamlandırılabilir Tayyip Erdoğan’ın ODTÜ’ye gelişi, beklendiği gibi gençliğin kararlı duruşu ile karşılık buldu. Polisin hiçbir hukuki dayanağı olmayan şiddetli müdahalesi ise tepkileri bastırmak bir yana, gençliğin iradesinin tüm toplum nezdinde meşrulaşmasını hızlandırdı. Akademisyenlerin ve emekçilerin de ciddi etkisiyle bir günlük ders bırakma eylemine katılım, Başbakan’ın geldiği günkü protestoya göre çok daha kalabalık geçti. Okulda olan okulda kalmadı. Aydınlar ve sanatçılar da dahil, öğrenciler tüm toplumdan destek gördü. AKP cepheyi genişletince, eylemler tüm üniversitelerde güçlü bir karşılık buldu. Tüm üniversitelerde son yılların en kalabalık, en coşkulu eylemleri gerçekleşti. ODTÜ ayağa kalktı. Üniversite ayağa kalktı. Diktatörlüğe heveslenenler, üniversiteye ordusu ile baskın yapmış, karşısındaki öğrencilere terör uygulamış; sonrasında öğrencisiyle, emekçisiyle, hocasıyla karşısına dikilen ODTÜ’ye karşı elindeki tüm kartları panik halinde kullanmıştır. Yandaş rektörlerin, polis fezlekesinden hiçbir farkı olmayan metni alelade imzalamaları, üniversitelileri temsil ettiğini iddia edenlerin ilginçlik derecesindeki hal ve tavırları, ustalık döneminde olduğunu iddia eden bir iktidarın acemiliğinden çok bir panik havasına yorulmalıdır. İktidar, karşısında toplumsal olarak prestijli ve net bir karşı koyuş gördüğünde paniklemektedir. Nitelikli bir sağlam duruş, en büyük meziyeti pazarlamak olan mevcut iktidarın korkulu rüyasıdır. Gençlik, gereken duruşu gösterebileceğini geçmişte olduğu gibi yakın zamanda da kanıtladı. Bununla yetinilemeyeceği ve daha da ileri gitme kararlılığına da sahip oluşumuz hemen karşılık buldu. 196 üniversite kulübü ve topluluğunun desteği ile hemen her üniversitede örgütlediğimiz delege toplantılarının ardından, 543 delege ODTÜ direnişinin simgesi Necdet Bulut (U3) Amfisi’nde toplandı. Üniversite Kongresi’ni toplarken mücadelenin her alanda bir bütünlük taşıması gerektiği düşüncesi ile hareket etmeye çalıştık. Yani gençlik hem bilimle ilgilenmeli, hem kültürel gelişime katkı koymalı hem de ülkedeki gündemlere, gelişmelere ilişkin tavır almalı. İşte bu ihtiyacı gidermek için Üniversite Kongresi toplandı. Son dönemlerin en güçlü eylemleri olmasına rağmen yetinemezdik. Daha büyük kalkışmalara hazırlanmalıydık. Gençliğin güncel konumunun bunu sağlayacak sıçramayı zemin oluşturmaya


YeniYazılar

Mayıs 2013 Dosya

elverişli olduğu, hep aklımızın bir köşesindeydi zaten. Kongreye gösterilen ilgi beklediğimizin de ötesine geçince, ilk dönem protestolardaki heyecan ve enerji, Üniversite Kongresi’ne de taşınmış oldu. Tüm gün boyunca hemen hemen her delegenin tüm dikkati ile yoğunlaştığı kongre, kulüpleri ve toplulukları birleştirme, Fikir Kulüpleri Federasyonu’nu kurma kararını aldı. Kısacası, geçtiğimiz dönem gençlik, istemediğini en iyi bir biçimde gösterdi. Şimdi sıra ne istediğinde diyerek, sözü Fikir Kulüpleri Federasyonu’na bırakmış oldu. Fikir Kulüpleri Federasyonu Ne Yapacak? FKF’nin neler yapacağına dair söyleyeceklerimiz, yukarıda söylenenlerden ayrı olamaz. Öncelikle belirtilmesi gereken, FKF’nin kendisine süreçte yaşanan tepkilerle beraber üniversitelerde halihazırda var olan birikimi de temel olarak gördüğü. Bu temele dayanarak üniversitelerde oluşturulmak istenen gerici ve piyasacı

FKF üniversitenin temsiliyetini almaya adaydır. Gençliğin karşı çıkma enerjisi, ve aydın konumu birbirinden kopuk değil birbirini besleyen bir içerikte harmanlanacak; ortaya gerçek bir temsiliyet çıkartılacaktır. Üniversitelerdeki çeşitli düzeylerde göstermelik olarak oluşturulan temsiliyetlere bu misyonla yaklaşacak, bunların gerçek ve ilerici araçlar olarak işlevlenmesini sağlayacaktır.

atmosfere müdahale edilmeli, aydınlatma misyonu bir an olsun göz ardı edilmemeli. Aynı mantık çerçevesinde FKF, üniversitelerdeki bu ilk birikimin gerçek anlamda taşıyıcısı olma özelliğine sahip kulüplerin ve toplulukların birliğine dayanmak durumunda. Örnekleri verilebilecek birlikler kurumsallaştırılacak; alan bazlı üretimler hızlanmalı bunların tek bir kanala akması ve gençliğin birikimini temsil etme ve yükseltme iradesine enerji vermesi sağlanmalı. FKF, üniversitenin temsiliyetini almaya adaydır. Gençliğin karşı çıkma enerjisi ve aydın konumu, birbirinden kopuk değil birbirini besleyen bir içerikte harmanlanacak; ortaya gerçek bir temsiliyet çıkarılacaktır. Üniversitelerde çeşitli düzeylerde göstermelik olarak oluşturulan temsiliyetlere bu misyonla yaklaşacak, bunların gerçek ve ilerici araçlar olarak işlevlenmesini sağlayacaktır. Bu temsiliyet temelinde oluşturulacak üniversiteli kimliği, FKF’nin hem güç aldığı hem de güçlendirdiği bir konum olacaktır. Olağan dönemlerde var olanın sürekliliğini sağlamak için üretimleri koordine edecek ve yükseltecek, aynı zamanda bunların yaygınlaşması, daha büyük bir toplamın ilgisini çekecek bir şekle büründürülerek üniversitelerin daha da ileri taşınması hedeflenecektir. Gençliğin mücadelesinin yükseldiği dönemlerde ise bu mücadeleyi ülkenin tamamına yaymak ve toplumun gençlikle bütünleşmesini sağlamak için de FKF yük üstlenmeye adaydır. FKF’nin ve FKF üyesi kulüp ve toplulukların yaptıkları açıklamalar, paneller, söyleşiler, film gösterimleri, kısaca tüm üretim faaliyetleri ortak bir kanalı besleyecek, FKF’yi hedeflerini gerçekleştirebilecek denli güçlü kılacaktır. Fikir Kulüpleri Federasyonu, gençliğin dününü ve bugününü olduğu gibi, geleceğini de temsil etme kararlılığını daha şimdiden göstermiştir.

7


YeniYazılar

Mayıs 2013 Dosya

Tuncay Çelen ile FKF Üzerine Söyleşi: Berkay AVŞAR ODTÜ Sosyalist Düşünce Topluluğu

Bugün gençlik tüm tarihsel dezavantajlara rağmen, belli konularda daha şanslıdır. 5 tane fikir kulübünün bir araya gelmesiyle kurulmamıştır FKF, 110 tane gencin bir araya gelmesiyle kurulmamıştır. Ciddi bir şekilde 5000 kişinin birlikte hareket ettiği bir ODTÜ Ayakta eyleminden sonra bir taraftan tarihi bağlara vurgu yapmıştır o tarihi DEVRİM Stadyumu’ndan çıkmıştır; Denizlerin, Mahirlerin bütün mirasını almıştır. FKF’nin ne amaçla ve nasıl kurulduğunu bize biraz anlatabilir misiniz? FKF’nin kuruluşu, tarihimizde önemli bir dönüm noktası. Ve tarihten bahsederken her dönemi kendi koşulları çerçevesinde değerlendirmek lazım. 1960’lı yıllar, dünyada anti-emperyalist mücadelenin yükseldiği, ulusal kurtuluş savaşlarının ön plana çıktığı, örneğin Vietnam’da Vietcong’un Amerikan emperyalizmine karşı, bir avuç olmasına rağmen diz çökmediği ve zaferler kazandığı, Che’nin Küba’da, Latin Amerika’da, dağlarda devrim aradığı ve Amerikan emperyalizminin pisliğine, Amerikan gençliğinin bile karşı çıktığı bir ortamda, Türkiye’de de bunun gelişmelerinin olduğu yıllardı. Türkiye’de 1960 ihtilalinin yapılması, ‘61 Anayasası’nın kısmi de olsa demokratik birtakım özgürlüklerin önünü açması, örneğin kitap yasaklarının kalkması, gençlerin bütün yayınlanmış tercüme sosyalist yayınları ve Marksist klasikleri izleyebilmesi ve örgütlenmenin önünün açılması, bu örgütlenmenin önünün açılması ile Devrimci İşçi Sendikalara Konfederasyonu’nun kurulması, Türkiye İşçi Partisi’nin kurulması ve bütün bunların üzerinde Amerikan emperyalizminin ne menem bir şey olduğunun görülmesi vardır. Örneğin Kıbrıs bunalımında 1964’te Johnson, mektubunda Amerika tarafından size verilen silahların kendi çıkarları doğrultusunda Kıbrıs’ta kullanılamayacağını söyleyerek kendi yüzünün, o çirkin yüzünü açığa vurması ve Türkiye İşçi Partisi’nin, özellikle Genel Başkan Mehmet Ali Aybar’ın, 15 milletvekili ile Meclis’e

8

girmeleri ve burada yaptığı yayınlarla birtakım gizli anlaşmaları ortaya çıkarması, örneğin Türkiye’de 101 Amerikan üssünün var olduğunun ortaya çıkarılması, Amerika ile olan ilişkiler ile Türkiye’nin tamamen siyasi olarak bağımlı hâle gelmiş olduğunu açıklaması belirli bir tepkiyi ortaya çıkardı. Hem düzene karşı bir tepkiydi bu, niye düzene karşı? Çünkü bize söylenenin dışında, Türkiye’de bir kurtuluş savaşı, emperyalizme karşı bir savaş gerçekleştiğini, Türkiye’nin bağımsız olduğunu duyarak yetiştik o zaman, annelerimizden babalarımızdan duyarak. Hiç de böyle olmadığını gördük. Giderek, kapıdan kovulan emperyalizmin bacadan Türkiye’ye girdiğini görülüyordu ve bu girişte de egemen güçlerin,Türkiye’yi idare edenlerin büyük katkılarının olduğunun bilincine varılmıştı. Ve bu anlamda sistemin dışında bir arayış içerisindeydi gençlik. Yani Amerikan emperyalizmine bağlılığa karşı çıkıyordu, Türkiye’yi bu hâle getirenlere karşı da bir muhalefetin örgütlenmesini gerekli görüyordu. Bu anlamda Türkiye İşçi Partisi yeni bir soluk getirdi bu tür düşünen gençliğe. Ve dolayısıyla 1965 yılında yapılan seçimlerde TİP’e verilen oylar üniversitelerde yüksek çıktı. Özellikle Yüksek Öğretmen Okulu’nda ve Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde birinci parti olarak çıktı TİP. Bundan alınan hızla, ilk kez Türkiye’de o güne kadar iktidar yanlısı gençlik örgütleri ve muhalefet yanlısı olan gençlik örgütleri yani düzen içinde kalan gençlik örgütlerinin dışında kendi bağımsız iradesiyle ve sisteme karşı olan gençlik örgütleri bir federasyon çatısı altında daha güçlü olarak ortaya çıkmanın kararını verdiler. Yani Fikir Kulüpleri Federasyonu, böylece 12 Kasım 1965’te yapılan toplantıdan sonra beş tane Fikir Kulübü’nün bir araya gelmesiye FKF kuruldu. Yani FKF’nin kurulmasının mayasında anti-emperyalist gençliğin sisteme ve Amerikan emperyalizmine karşı çıkış yatıyordu. Bununla örgütlenen ve başlangıcında bu olan bir örgütlenmedir Fikir Kulüpleri Federasyonu. FKF’nin kısa bir süre çıkan, Dönüşüm isimli bir dergisi var. Bu derginin hemen her sayısının dağıtımı Ankara’da ciddi olay oluyor. Faşistlerin saldırısını üzerine çekiyor. Bu derginin yarattığı etkiyi anlatır mısınız biraz? Size garip gelecek ama Dönüşüm olayları bende son derece önemli bir etki yapmıştır. Tersten bir etki yapmıştır. Ve bu etkiyle benim devrimci mücadeleye, anti-emperyalist mücadeleye ilgi duymam ve devrimci mücadelenin içerisine girmeme neden olmuştur. Ben Atıf Bey’de büyüdüm, gecekondu çocuğuyum ve o zamanlar daha gençtim. 1965-66 dönemleri, ben lisedeydim daha. Ve o kültürün etkisi aslında anti-komünizm olarak karşılık buluyordu. Komünizm konusunda yedi başlı ejder gibi gözümüzde büyüttüğümüz bir olay vardı. Dönüşüm olaylarında biz tam tersine Dönüşüm dergisi satanları susturmak üzere gittik Atıf Bey’den bir grup olarak. Fakat orada enteresan bir durum vardı. Orada gençler bağımsız Türkiye, kahrolsun Amerika gibi Amerikan karşıtı ve bağımsızlık isteyen bir anlayışla dergi satıyorlardı. Bu sadece beni değil, gittiğimiz grubu da etkiledi. Orada dövüştük, karşı koyduk ama mahallemize döndüğümüz zaman tartıştık bunları. Yahu arkadaşlar biz kendimize milliyetçiyiz diyoruz yurdumuzu seviyoruz diyoruz, bu adamlar bizden çok seviyorlar, biz niye dövdük bunları diye. Yani eğer gerçekten milliyetçiysek, öyle bir duygu ile hareket ediyorsak Türkiye’nin bağımsızlığını bizim


YeniYazılar

Mayıs 2013 Dosya

de savunmamız lazım, Amerika Türkiye’ye bunları yapıyor şeklinde tartıştık. Ve ondan sonra, lisede Genç Sosyalistler diye kendi adımıza bir illegal örgütlenmeye gittik. Yani Dönüşüm’ün etkisi bana böyle yansıdı. Bu anlamda sanıyorum ki şunu söyleyebiliriz, anti-komünizmin belirleyiciliği altındaki Türkiye sağı, gençliğe dair bir vizyon geliştiremiyor, gençliği temsil edemiyor. Evet, edemiyor tabii. Ama onun verdiği ideolojik şeyle gençlik bilinçsizce kendini milliyetçi sanarken, anti-komünist sanarken düzene hizmet ediyor, emperyalizme hizmet ediyor. Yani Türkiye’nin gelişmesinin karşısında durduğunun bilincinde değil. Ama bu tür hareketlerle etkilendi. Mesela Yusuf Aslan da bu tür hareketlerden gelmiş biridir. Onun için, gençlik mücadelesinde siz yıllar sonra FKF’yi yeniden ayağa kaldırarak çok önemli bir iş yaptınız. Yani önce ODTÜ ayağa kalktı, şimdi FKF ile devrimci gençlik yürümeye başladı. Uzun yıllardır baskı altında tutulmuştu. FKF’nin ilk kuruluşundan önce ideolojik baskı altında gençliği bir anti-komünist, sermayenin hizmetine sunmaya yönelik hareketlerin karşısında FKF nasıl ayağa kalktıysa, ufaktan ufağa güçlendiyse bugün de FKF bunu dikkate almalıdır. Yani bugün bizim karşımızdaymış gibi görünen birtakım arkadaşlar bu ideolojik çarpıtmanın içerisinde olabilir. Yani bunlara anlatmak, kavratmak ve saflarımıza çekmek lazım. Bunları kemikleştirmemek lazım, doğrudan karşımıza almamamız lazım. Yani gençlik heyecanlıdır, bağımsız düşünen bir gruptur, bu nedenle düzenin onları esir alması çok zordur. Ama ideoloji ile alır, televizyon ile alır, saptırması mümkündür. Bu sapmışlıktan biz kurtaracağız. Aslında gençlikten bahsederken es geçemediğimiz bir nokta olarak anti-emperyalizm karşımıza çıkıyor. Bu noktada ilk FKF’nin “NATO’ ya Hayır” kampanyası önemli sanıyorum. Bu kampanyadan biraz bahsedebilir misiniz? Şimdi, demin söylediğim gibi; Vietnam’da NATO güçleri kullanıldı, Meclis’te araştırmalar verildi. Yani TİP’in Meclis’e girmesiyle beraber biz Türkiye’de 101 NATO üssünün olduğunu öğrendik. Yani ülkemiz üslerle doluydu, işgal altındaydı. Şimdi bize şu anlatılmış annelerimiz babalarımız tarafından, Kurtuluş Savaşı, bu anti-emperyalist mücadele ardından Türkiye’nin bağımsızlığını kazandığı söyleniyordu, bağımsız bir ülkede yaşamanın onurunu taşıyorduk. Ama öğrendik ki, Türkiye bağımsız falan değil. 101 tane Amerikan üssü ile işgal altında, barış gönüllüleri ile işgal altında. Biz bunları

Dönüşüm olaylarında biz tam tersine Dönüşüm dergisi satanları susturmak üzere gittik Atıf Bey’den bir grup olarak. Fakat orada enteresan bir durum vardı. Orada gençler bağımsız Türkiye, kahrolsun Amerika gibi Amerikan karşıtı ve bağımsızlık isteyen bir anlayışla dergi satıyorlardı. Bu sadece beni değil, gittiğimiz grubu da etkiledi. Orada dövüştük, karşı koyduk ama mahallemize döndüğümüz zaman tartıştık bunları.

her tarafta gördük, ODTÜ’de bunları gördük. Barış gönüllüleri bize ders veriyordu, Türkiye’ nin her tarafında geziyorlardı. VIA ajanlarının cirit attığını kavradık. Ve onun için Adana- İncirlik’te ve diğer yerlerde üslere karşı ve NATO’ya karşı bir kampanya başlattık ve dediğim gibi 1964’teki o Johnson’un mektubu da diyordu ki: Sen benim sana verdiğim silahları kullanamazsın ben emrediyorum. Bu da belirli bir şuur yarattı. Ve bundan dolayı Amerika’nın Türkiye’den gitmesi ve üslerin kapatılması için geniş bir kampanya başlattık, “NATO’ya Hayır” kampanyası. Ve gerçekten devrimci gençler bütün Türkiye’yi köylerine ayırarak bölgelere ayırarak karış karış dolaştılar. Biz NATO’yu istemiyoruz bu üslerin kapatılmasını istiyoruz diyerek imza topladılar, mitingler düzenlediler, yürüyüşler yaptılar. Gerçekten hem üslere karşı hem de NATO’ya karşı bir düşünce birliği Türkiye’de yaygınlaştı. Hatta Demirel’in o zamanki meşhur lafı vardır: “Üs yoktur tesis vardır.” Bunları ehven göstermek adına söylenmiştir. O zaman bir de bunun üstüne, Türkiye’de bütün bunlar yaşanırken Amerika’nın 6. Filosu bizim limanlarımızda ülkemizi kirletmeye başladı. 6. Filo erleri genelev gibi kullanmaya başladı. Ve buna karşı da gençlik gerçekten anti-emperyalist bir mücadele verdi. İstanbul’da Deniz Gezmiş´in önderliğinde başlattığı hareketle bunların kıyıya çıkması önlendi ve 6. Filo erleri denize döküldü. Ve burada şunu görmeye başladık, demin söyledik ya, düzenin avladığı gençler diye. Daha önce NATO ile beraber, ülkelerde giren stand-behind anlaşması yapılan şimdi Ergenekon diyorlar ya

9


YeniYazılar

Mayıs 2013 Dosya

hikâye. Asıl Ergenekon o, 1952’ de Türkiye’de kurulan kontrgerilla örgütleri, Komünizmle Mücadele Dernekleri, İlim Yayma Cemiyetleri ve daha değişik örgütler içinde benim daha önce size anlattığım gibi taşradan gelen, gecekondularda bilinçsiz bir kısım gençliğin yine milliyetçi duygularını tersine kanalize ederek devrimci gençliğin üstüne salmak istediler. Bunu dinle birleştirmek istediler. O zamanki yeşil kuşak teorisine göre Türk-İslam sentezi adı altında Türkçülük ve İslamcılığı birleştirerek böyle bir kuşak yetiştirmeye çalıştılar. İşin ilginç yanı bugün bu kuşağın çocukları bugün iktidardalar. Ve onlar, biz 6. Filo’yu denize dökerken 6. Filo’yu Kabe kabul edip önünde namaz kılarak saldırdılar. Büyük miting vardı o zaman, işçilerle gençlerin birlikte yaptığı. Orada üç işçi kardeşimiz de o saldırı ile öldürüldü, bunlar da büyük infial yarattı. Bunun arkasından bunlar da yetmiyor gibi Kommer var biliyorsunuz. Kommer elçi olarak atandı. Elçi atar Amerika hiç önemli değil. Buna bir itirazımız olmazdı bizim. Ama şöyle bir şey var, özellikle ODTÜ gençliği yabancı dil bildiği için dış yayınları da izleyebiliyor. Ve burada biz merak ettik kimdir bu Kommer diye. Kommer’in bir ajan olduğunu ve Vietnam’da pasifikasyon hareketini yürüttüğünü öğrendik. Nedir pasifikasyon hareketi, bir halk hareketini sindirme hareketi. Yani “çekik gözlüleri” öldürme hareketi. Bu adam Türkiye’ye geliyordu, ajandı. Biz bir ajanın, bu adamın Türkiye’ye gelmesini istemedik. Ve gençlik, İstanbul’da, Ankara’da, diğer yerlerde yürüyüşler yaptı nümayişler yaptı. İstanbul’a geldiği zaman Denizler İstanbul’da bunu protesto ettiler, oradan kaçtı. Ankara’da da Esenboğa’ya inemedi, arka kapıdan gitti. Bildiğiniz gibi ODTÜ’ye geldiğinde de arabası yakıldı ve defolup gitti. Böyle bir anti-emperyalist gençlik mücadelesi 1968’de devam etti. Ve gençliğin bütünlüğünü koruyan bu mücadele idi. ama tabii sosyalist gençlik, bunun yanında, emperyalist sistemle beraber kapitalist sistemin ayrı olmadığının bilincinde idi. Onun için kapitalist sisteme de birlikte mücadele etmeye yöneldi. Biraz da bugüne doğru gelecek olursak, bugün bizim kuruluşuna imza attığımız FKF nasıl bir bağlama oturuyor ve ilki ile arasında nasıl bir bağ vardır sizce? Tabii FKF ‘68’in ortamında doğmadı. Dünya çok değişik bugün. Gençlik aslında bir toplumun geleceğidir. Türkiye’de gençlik çok ezilmiştir, Türkiye kendi geleceğini ‘68 gençliğini ezmiştir, hapishanelerde çürütmüştür idam sehpalarında yok etmiştir. ‘78 gençliğini de ezmiştir. Ve gençliğin potansiyelini tamamen kapatmak için her türlü önlemi almıştır ve üstüne neredeyse betonlamıştır gençliğin. Aman gençlik bir daha devrimci fikirlerle filizlenmesin diye. Ve uzun süre gençliğin bir sessizlik yıldır, bunu uzun süre başardıklarını sanmıştır. Ben onun için diyorum ki, Türkiye’de yıllardan sonra ODTÜ Ayakta eylemi ile ayağa kalkmıştır Türkiye devrimci gençliği ve FKF ile yürümeye başlamıştır. Bu yürüyüş Türkiye’nin önünü açacak bir yürüyüştür. Ve bu yürüyüşte bir de önemli olan şudur, ‘68 gençliği kendi göbeğini kesmiştir. TİP de kucaklayamamıştır bu nedenle, kendi başına gitmiştir ortaya. Bugün gençlik tüm tarihsel dezavantajlara rağmen, belli konularda daha şanslıdır. 5 tane fikir kulübünün bir araya gelmesiyle kurulmamıştır FKF, 110 tane gencin bir araya gelmesiyle kurulmamıştır. Ciddi bir şekilde 5000 kişinin birlikte hareket ettiği bir ODTÜ Ayakta eyleminden sonra bir taraftan tarihi bağlara vurgu yapmıştır o tarihi DEVRİM Stadyumu’ndan çıkmıştır; Denizlerin, Mahirlerin bütün mirasını almıştır. Ama bir taraftan da onların üzerine bir siyasi doğrultu ve ideolojik bütünlük içerisinde hareket eden bir gençliğin önderliğinde gençlik kucaklanmıştır. Bu çok önemlidir.

10

Peki, son olarak, bugün FKF’ye dair söylemek istediğiniz bir şeyler var mı? Şimdi bakın, FKF’nin kuruluşu ve gençliğin yeniden örgütlenmesi, yeniden ayağa kalkması, sistemi, dün olduğu gibi bugün de telaşlandırmıştır. Dikkat ederseniz bugüne kadar olmayan şeyler olmaya başlamıştır Türkiye’de. Ne olmuştur, yine sağ örgütlenmeler saldırmaya başlamıştır gençliğe. Bugün ülkücülerin yerini dinci gruplar almıştır ve gençliğin üzerine gelinmeye başlamıştır. Üniversitelere gaz atılarak, polis sokularak gençlik parçalanmak istenmektedir. Bunun karşısında dik durulmasında yarar var, çok akıllı edilmesi gerekmekte. Gençliğin kendi içerisinde çatışmasının, ne devrimci mücadeleye ne gençlik mücadelesine bir yararı var. Yani yine aynı oyunlar oynanıyor, bu oyunların bu sefer sökeceğine inanmıyorum ben ama. Bu oyunlara dikkat etmek lazım. Yani gençliği bütünüyle kucaklamak lazım. Bir de şu yapılan doğrudur, ben izliyorum FKF’yi. Yani kültürüyle, tartışmalarıyla, etkinliğiyle bir bütün olunması lazım. Yani devrimci gençliğin mücadelesi sadece siyasi olmaz. Daha doğrusu siyasi mücadele kültürel mücadeleyle ve diğer mücadeleler ile bir bütündür. Hepsi birbirini tamamlar. Motorun parçalarının beraber çalışması lazım. Bu anlamda FKF’nin yıllar önce kurulan FKF’den çok öte bir anlamı var. Çünkü burada ortak üretimler, etkinlikler, tiyatrosundan müziğine kadar devrimci mücadele hayatın her alanına girmiş durumda. Bunu çok iyi değerlendirmek lazım diye düşünüyorum.

Tuncay Çelen Kimdir? 1949 yılında Ankara’da doğdu. İlk ve orta öğrenimimi Ankara’da tamamladı. 1966 yılında ODTÜ Makina Mühendisliği bölümüne girdi. ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü üyeliği ve yöneticiliği yaptı. 6 Ocak 1969 tarihinde ABD Büyükelçisi Komer’in makam otosunun ODTÜ’de yakılması olayına karıştığım gerekçesiyle gözaltına alınarak tutuklandı. 12 Mart 1969’da tahliye olduktan sonra, aynı yıl Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu Dev-Genç Merkez Yürütme Kurulu’na seçildi. Komer olayı nedeniyle ODTÜ’den uzaklaştırıldı. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi’ne kaydoldu. Fen Fakültesi Devrimci Gençlik Derneği Başkanlığı’nı yürüttü. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının saklandığı gerekçesiyle, 5 Mart 1971’de ODTÜ yurtlarının aranmak istenmesiyle çıkan çatışma sonucunda tutuklanarak Ulucanlar Cezaevi’ne gönderildi. 12 Mart 1971 muhtırasından sonra diğer siyasi tutuklularla birlikte Mamak Askeri Cezaevi’ne nakledildi. Dev-Genç davasından yargılanarak 9 yıl ceza aldı. 1974 yılında afla cezaevinden çıktı. Tarım işçilerinin sendikal örgütlenmelerinde çalıştı. Sırasıyla Çapa-İş, DİSK Devrimci Toprak-İş, Devrimci Tarım İşçileri sendikalarında yöneticilik ve başkanlık yaptı. 68’liler Birliği Vakfı ve 68’liler Dayanışma Derneği kurucu üyesi, yöneticisi olarak faaliyette bulundu. İşçi emeklisidir. Ömer Gürcan ile birlikte “Hesaplaşma - 68 Gençliği ve Katledilişi” ve “Denizler’den Terzi Fikri’ye Türkiye” kitaplarını yazan Çelen, şu an yeni bir kitap üzerine çalışmalarını sürdürüyor.


YeniYazılar

Mayıs 2013 Dosya

İsmet Özel: “İnsanların Hizası”ndan Meczupluğa A. Sinan GÜNÇE - İstanbul Ü.

Peki, bizim İsmet Özel’i ciddiye alıp üzerine yazı yazma sebebimiz ne? Bu sorunun iki cevabı var. Birincisi oldukça basit; tarihsel FKF’nin kurucularından olan, FKF marşının sözlerini yazan Özel’in bugün bulunduğu konumun bir hesaplaşmayı zorunlu kılması. İkincisi, İsmet Özel’in politik ve poetik serüvenin aydın-siyasa ilişkisi üzerine önemli ipuçları verdiğini düşünmemiz. İİsmet Özel adını duymak bile, bugün toplumun önemli bir bölümünün tüylerinin diken diken olmasına yetebiliyor. Özellikle Sivas Katliamı ve Aleviler ile ilgili açıklamaları, Özel’in toplum nezdinde bir cani (katliamı aklamakla eline benzin almak arasında fark olduğunu düşünmüyorum), iyi ihtimalle ise bir meczup olarak algılanmasına yol açıyor. Yazdıkları üzerine çokça yazılıp çizilen biri olan İsmet Özel’in, uzun süredir yazdıklarını ve söylediklerini ciddiye almak için bir sebep yok. Peki, bizim İsmet Özel’i ciddiye alıp üzerine yazı yazma sebebimiz ne? Bu sorunun iki cevabı var. Birincisi oldukça basit; tarihsel FKF’nin kurucularından olan, FKF marşının sözlerini yazan Özel’in bugün bulunduğu konumun bir hesaplaşmayı zorunlu kılması. İkincisi, İsmet Özel’in politik ve poetik serüvenin aydın-siyasa ilişkisi üzerine önemli ipuçları verdiğini düşünmemiz. FKF gibi “döneği” bol bir tarihin özneleriyle tek tek hesaplaşmamız gerekiyor mu? Gerekmiyor elbette. Fakat biz bugünkü İsmet Özel’i değil ama Özel’in serüvenini kimi dersler çıkarmak için ciddiye almanın gerekli olduğunu, Özel’in sapmasının “ihmal edilebilir” olmadığını söylüyoruz. Özel’in macerasına dair çokça yazılıp çizildiğini belirttik. Onlarca şiiri ve neredeyse 50 yıllık bir politik serüveni olan İsmet Özel’i kısa sayılabilecek bu yazıda tüm yönleriyle ele almamız mümkün değil. Bu sebeple, meseleyi daha ayrıntılı incelemek isteyenler için bu yazı yazılırken yararlanılan kaynakları da ayrıca belirttik. İsmet Özel’i iyi bir şair yapan detayların en önemlilerinden biri, şairin politik ve psikolojik gerilimlerini şiirine dürüst bir şekilde yansıtmayı başarması. Bu sebeple şairin serüvenini incelerken şiirlerinin bize önemli ipuçları vereceğini düşünüyoruz. Şüphesiz şiirin içerisindeki şair özneyle şairin kendisi, aynı kişi olmak zorunda değildir. Fakat Özel’in kendisinin de çeşitli mecralarda itiraf ettiği üzere, şairin pek çok şiiri, şiirdeki şair özne eşittir İsmet Özel denklemi üzerinden okunabilir.

Önce İsyan, Sonra İslam İlk kitabı “ Geceleyin Bir Koşu”yu 1966 yılında yayımlayan Özel, dikkatleri ikinci kitabı “ Evet, İsyan” ile çekti. İlk kitabında 1950’lere damgasını vuran İkinci Yeni’nin etkisinin yoğun olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Tipik İkinci Yeni şiirleri diyemesek de Özel’in bu kitaptaki şiirleri İkinci Yeni’ye yakın bir anlatım ile ergenlik döneminin sancılarını dile getiren şiirler olarak özetlenebilir. Bu, elbette kaba bir kategorizasyondur. Fakat bu yazının konusu olmadığı için şimdilik bu basit değiniyle “Geceleyin Bir Koşu”yu geçiyoruz. İkinci kitabı “Evet, İsyan”da ise şair özne artık içerisinde siyasi gerilimler barındırmaktadır. İkinci Yeni’nin dile getirdiği yenilikleri kullanmakla beraber, İkinci Yeni şiiri yazmıyordur artık İsmet Özel (1). Bu değişim şairin politik arayışlarının dolayımıyla gerçekleşmektedir diyebiliriz. Özel’in Ataol Behramoğlu’na yazdığı bir mektubunda kurduğu şu cümleler, bize bu değişimi oldukça iyi anlatıyor: “Türkiye’nin devrim sancıları çeken şu döneminde, zaten köksüz de değil ama kökünden habersiz (üstelik durgun ve giderek yozlaşma tehlikesiyle karşı karşıya) olan edebiyatımızın, daha doğrusu şiirimizin önemli kişileri olmak durumundayız. Nasıl 1917’ye değin toplumlar bilinçli bir yönetimden uzak, sarsak ve rastlantısal bir evrim geçiriyordu iseler şiir de Türkiye’de, bize dek böyle gelişti. Biz yönetimi ele almak zorundayız. Yani; kararlı, planlı, bile bile bir şiir kurmak; bunu kendimizin bir sonucu kılmak zorundayız. Bu toplumun bizden istediği biraz da budur.” Dikkat çekilmesi gereken nokta mektubun tarihidir. Tarih, Kommer’in arabasının yakıldığı, 6. Filo askerlerinin Dolmabahçe’den denize atıldığı 1969 yılı veya silahlı eylemlerin iyiden iyiye arttığı, solcuların “anarşist teröristler” olarak merkez medyada sık sık yer almaya başladığı 1971 yılı değildir. 1965- 66 yılları, belli bir

11


YeniYazılar

Mayıs 2013 Dosya

hareketlenmenin küçük bir aydın çevresiyle sınırlı kaldığı bir aralıktır diyebiliriz. Özel’in bu tespiti, ileri görüşlülüğünden çok, hayalini kurduğu devrime ve Türkiye halkına olan inancını gösterir bizlere (2). Şairin 1969 tarihli “Yaşatan” şiirinde geçen şu dizeler, Özel’in kendi macerasını “halk” üzerinden kurguladığını ispatlar adeta: “Gözlerim / Neden güzeldir halka bakınca / beni neden küflemez o çökertilmiş anlam / her daim karnımda tıkılı duran şafak / dünyalar biriktirir halk adına” İsmet Özel’in halk ile kurduğu bu ilişki, şairin dil evrenini de zenginleştiren, şiirlerini kuvvetlendiren bir bağ. Kimi röportajlarında belirttiği gibi, çocukken çevresinde konuşulan dilin zenginliği Özel’in şiirlerini zenginleştiren tecrübelerden biri. Fakat bu dili iyi kullanmakla birlikte mazmunlardan oluşan, folklorik bir şiir yazma yoluna sapmıyor asla şair. Bu sözcükleri modernist bir bağlamın içine yerleştiriyor çoğunlukla. Dikkat çekilmesi gereken önemli bir nokta da İsmet Özel’in politik olarak da “yetenekli” bir isim olduğu. 1970 yılında çıkıp ‘72 yılında kapanan Halkın Dostları dergisi, içerisinde pek çok yazar-şair barındırsa da, birçok kişinin hemfikir olduğu üzere bir İsmet Özel projesiydi. “Gerici Sanata Hücum” manşetiyle ilk sayısını çıkaran dergi, gerici sanat diye sağcı ve İkinci Yeni’ci şairleri hedef gösteriyordu. Edebiyat Dostları dergisi için Kasım 1987’de Akif Kurtuluş’a Halkın Dostları ile ilgili bir röportaj veren Özel, bakın bu meseleyle ilgili ne söylüyor: “Çünkü HD (Halkın Dostları), kesinlikle propagandaya dönük bir siyasi, moda tabiriyle söylersek ‘söylemi’, öneriyor değildi. Kesinlikle üst seviyede bir edebi hayatın özlemin ifadesiydi. Eğer İkinci Yeni’yi eleştirmişse, bu kesinlikle çok kolay bir hedef olmasındandır İkinci Yeni’nin. İkinci Yeni,

12

aslında bizzat İkinci Yeni şairleri tarafından yok edilmiştir.” Görüldüğü gibi İsmet Özel, bahsettiği “seviyeyi” oluşturmak için karşıtını olduğundan büyük gösterme yoluna gidiyor. Bu hesaplanmış bir politik hamledir. Halkın Dostları dergisinin programının tesadüfi değil, ince bir hesap sonucu oluşturulduğunu bu itirafta açıkça görüyoruz. İsmet Özel, şiiri hayati bir iletişim biçimi olarak görüyor. Bahsettiği “seviye” ve şiirlerinin niteliği, politik arayışları kadar bu poetik algıyla da ilgili. Halkın Dostları dergisinin çıkış yazısını da biçimleyen bu algının bilincinde olmak, Özel’in “üst seviye”den kastını daha iyi anlamamızı sağlayacaktır. Peki, ne oldu da bu yetenekli, üstelik halkına bağlı isim bugün “bütün kelimelerinin altında kan olan” bir figüre dönüştü? Bu dönüşümün izlerini sürmek için tekrar Özel’in şiirlerine dönelim. İsmet Özel solcu olduğu dönem de dahil olmak üzere, içinde bulunduğu siyasi ortamları kendi sancılarını dindirmenin bir aracı olarak gördü. 1960’ların önemli edebiyat eleştirmenlerinden Eser Gürson, bunu çok önceden fark edip adeta bir kehanette bulunuyor: “Son yayımlanan üç şiiriyle (“Çağdaş Bir Ürperti”, Şubat; “Partizan”, Nisan-Mayıs 1966, Şiir Sanatı; “Kan Kalesi”, Temmuz 1966, Papirüs) iç dünyasındaki sancılı dalgalanışlara dışta bir pencere açma yolunda şair. Yüreğindeki dinmez ağrıların çıkar yolu değilse bile, bu ağrılara bir yatırım alanı bulmak umuduyla dönüşüyor dışa. Bu tip sancılı şairlerin garip yazgısıdır: Ya Rimbaud gibi yirmi birinde kopacak şiirden, ya Necip Fazıl gibi İslamiyet yoluyla bir dinginlik kaynağı bulacak ya da İsmet Özel gibi partizan olacak.” Eylül 1966’ta Yeni dergide yayımlanan bu yazıyı yazarken Gürson, şüphesiz Özel’in ileride İslamiyeti seçeceğini bilmiyordu. Ama Kan Kalesi şiirinde “doğrusu toprağı eller gibi sevdim seni / ey kanıma çakıllar karıştıran isyan” diyen şairin, politik saikler kadar kendi iç huzuru için de “kavgaya” katıldığı, sağlıklı bir okumayla anlaşılabilir. Bu tespit, Özel’in huzuru önce isyanda, sonra İslamda bulmasını daha anlaşılabilir hale getirmektedir. İsmet Özel’in 1960’ların sonuna doğru artan huzursuzluğunun önemli bir sebebi de sol içerisindeki saflaşmalar ve nefret ettiği MDD (Milli Demokratik Devrim) kanadının sol ve gençlik içerisinde ağırlığının artmasıdır. Bu duruma, bir de Özel’in mektuplarında sık sık yaklaşmakta olduğunu belirttiği 12 Mart darbesi eklenince, manzara şair için daha dayanılmaz bir hal alacaktır (süreci ayrıntılı okumak isteyenler İsmet Özel ile Ataol Behramoğlu’nun mektuplaşmalarına göz atabilir). Özel’in bu nesnellikte savruluşunu hızlandıran, oldukça yüksek olan benmerkezciliğidir. Bir dizi şiirinde kendini halk üzerinden tanımlayan şair, 1970’lerin sol ortamının yüksek popülizmine karşı mücadele etmeyi sol içerisinden değil, neredeyse kitle düşmanlığına varan bir tonda kendi başına yapmaya karar vermiştir. Bu mesafe, Özel’in 1970’ler boyunca şiirinde bir düzeyi koruyabilmesini sağlasa da daha sonra şairi çok daha büyük bir yıkımın eşiğine götürecektir. Bahsettiğimiz kitle düşmanlığına varan tonun en berrak örneği, Özel’in ‘72 tarihli propaganda şiiridir: “Köleler gördüm, karavaşlar / hayaları burulmuş bir adamın ayaklarını yıkamaktalardı” diye başlayan şiir : “gelin ve boğdurun bu köleleri” diye bitecektir. Estetik gramajının hayli yüksek olduğunu itiraf etmemiz gereken bu şiir, Özel’in yıkımının önemli sembollerinden biridir. 1973 yılında yazdığı Esenlik Bildirisi şiiri ise bu düşmanlığın bambaşka bir politik evrene göz kırpmaya başladığını bize gösterir: “Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir / kandil geceleri bir şehrin buhur kokmuyorsa / yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa / o şehirden öcalmanın


YeniYazılar

Mayıs 2013 Dosya

vakti gelmiş demektir (…) Vandal yürek! Görün ki alkışlansın / ez bütün çiçekleri kendine canavar dedir / haksızlık et, haksız olduğun anlaşılsın / yaşamak bir sanrı değilse öcalınmak gerekir” Bu dizeler, Hayati Baki tarafından şöyle yorumlanmıştır: “(…) bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir, kandil geceleri de buhur kokmalı ki o şehir şehir olsun; kitap kokan, sanat kokan; aydınlık şehirlerden öç almak vaciptir (…)” Gayet yerinde olan bu cümlelere ekleme yapmaya gerek yok. Şöyle özetleyelim: Özel, kendi sancılarını artık dindiremeyen ve ona göre sığ olan solu bırakıp, bir adım “ileri” çıkıyor, bir adım ileride kimseyi bulamayınca kitle düşmanlığına varan bir radikalliğe savruluyor, yalnızlaşıyor. Bu sancının tavan yaptığı noktada ise “birey” sancılarından kurtulmak için onlarca adım geriye, İslama dönüyor. “Waldo Sen Neden Burada Değilsin?” kitabında Özel, bu durumu şöyle açıklıyor: “Yalnızlıktan kurtuluşum bir bakıma modern bir insan olmaktan kurtuluşum sayılır.” (s. 81) “Modern bir insan olmaktan kurtulan” Özel’in sonrasında geldiği noktaya bakalım. 12 Eylül darbesine kadar Müslüman olmakla birlikte militan bir siyasal İslamcı olmayan İsmet Özel, darbeden sonra bu siyasi akıma giderek daha fazla angaje olmuş, 1993’te Sivas Katliamı’nı aklayan açıklamalarıyla nasıl bir politik savrulma yaşadığını okurlarının yüzüne sert bir şekilde çarpmıştı. Yine de Özel, 1990’ların ilk yarısına kadar poetik niteliği olan şiirler yazmayı başardı. Bunda şairin entelektüel olarak soldan beslenmeyi sürdürmesinin payının büyük olduğunu belirtmek gerekir. M. Bülent Kılıç, “İsmet Özel; dört darbenin beş kez doğurduğu” isimli yazısında, bu durumu şöyle ispatlıyor: “Örneğin şairin ‘West Indies, Kızıl Elma, İtaki, Maçin’ diye başlayan ‘Mataramda Tuzlu Su’ şiiri, apaçık bir şekilde Kübalı komünist şair Nicolas Guillen’in ‘West Indies Ltd.’ şiirine göndermedir. Guillen’in şiiri ‘West Indies / Hindistan cevizi tütün ve alkol’ biçimindedir.”

İsmet Özel’in 1960’ların sonuna doğru artan huzursuzluğunun önemli bir sebebi de sol içerisindeki saflaşmalar ve nefret ettiği MDD (Milli Demokratik Devrim) kanadının sol ve gençlik içerisinde ağırlığının artmasıdır. Bu duruma, bir de Özel’in mektuplarında sık sık yaklaşmakta olduğunu belirttiği 12 Mart darbesi eklenince, manzara şair için daha dayanılmaz bir hal alacaktır. ile kişisel huzursuzluklarını dindiremeyince, kişisel huzursuzluklarını siyasete daha fazla sokmuş, politik kavrayışını kaybetmiş ve bugünkü meczup İsmet Özel haline gelmiştir. Özel’in bir dönek, bir ihmal edilebilir sapma olarak değil, aydın-siyasa ilişkisinin gerilimini yansıtan bir vaka olarak görülmesi bu yüzden önemlidir. İsmet Özel yaptıkları, yapamadıkları ve savrulmalarıyla bir trajedidir. İsmet Özel, görkemli bir trajedidir. Dipnotlar (1) M. Bülent Kılıç bu yeni şiire “Genç 60 Şiiri” adını veriyor.

Bahsi geçen şiirin tarihi 1983’tür. Özel daha sonra 1990’larda çıkardığı “Bir Yusuf Masalı” kitabıyla bambaşka bir şiir alemine sapmış, 2000’lerde yazdığı şiirlerde ise ölmüş bir dili canlandırma çabaları sonucu, o güçlü dilini kenara bırakmıştır. 1960’larda politik arayışları dolayımıyla canlı bir dil inşa eden Özel, 2000’lerde Türkçü-İslamcı politik arayışları nedeniyle bu sefer arkaik bir dili yeniden canlandırmaya çalışmış, bu zorlamalar sebebiyle poetik niteliği de düşmüştür. Ne mi demek istiyoruz bu arkaik dil tanımlaması ile: “ey ırıl ıra çırık / eyş inş irşiri / ey şırıl şehrimizin şıra değer kaçırık babalı boza bilir şirin halkı! / size ne anlatayo şundan bundan gibisinden sıra dışı insanlar?”(Ölürken Lazım - 2007)

(2) Osman Çutsay

Yukarıdaki alıntının Özel’in geldiği son noktayı göstermesi açısından yeterli olduğunu umuyoruz (burada Özel’in şiirinde farklı şeyler denemesine itiraz etmiyor, bu deneyin niteliğini ve politik algısının değişiminin şiir dilini nasıl biçimlediğini göstermeye çalışıyoruz). Şimdi başa dönüp toparlamaya çalışalım. İsmet Özel’in bir entelektüel olarak arayışları 1960’larda yolunun sol ile kesişmesini sağlamış, daha sonra 12 Mart’ın getirdiği yıkım, şairi ciddi bir hayal kırıklığına götürmüştür. 12 Mart’a gelen süreçte sol ile bağlarını yavaş yavaş koparan Özel, bu hayal kırıklığının altından tek başına kalkmaya çalışmış, zaten var olan benmerkezciliği iyice yükselmiş, bir kitle düşmanlığına varmıştır. Bu durum 1970’lerin giderek popülistleşen edebiyat ortamının etkilerinden korunmasını ve şiirini yüksek bir düzeyde sürdürebilmesini sağlamışsa da Özel’i ve şiirini, sonrasında daha büyük bir yıkıma götürecektir. 1960’larda politik arayışları dolayımıyla kuvvetli bir dil kuran şair, 1990’lar ile birlikte yine politik arayışları dolayımıyla bu dili yavaş yavaş kaybedecektir. Özel siyaset

- Çutsay Osman, Türk Krizine İmam Çözümleri, Yeni, Sayı 2, 2005

Kaynakça - Baki Hayati, Şair ve Otorite- Şair ve Yanılsama, Ankara, Suteni Yayıncılık, 1996 - Behramoğlu Ataol- Özel İsmet, Genç Bir Şairden Genç Bir Şaire Mektuplar, İstanbul, Oğlak Yayınları, 1995 - Behramoğlu Ataol, Yaşayan Bir Şiir, İstanbul, Broy Yayınları, 1986 - Çutsay Osman, 1960’larda Şairin Genç Bir Adam Olarak Portresi, Ankara, YGS Yayınları, 1997

- Gürson Eser, Edebiyattan Yana, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2001 - Oğuz Cihan, İsmet Özel: Türk Şiirinde Nazım’dan Sonraki Süvari, Yeni, Sayı 2, 2005 - Özel İsmet, Bir Yusuf Masalı, İstanbul, Şule Yayınları, 2005 - Özel İsmet, Erbain, İstanbul, Şule Yayınları, 2010 - Özel İsmet, Şiir Okuma Kılavuzu, İstanbul, Şule Yayınları, 1997 - Özel İsmet, Of Not Being A Jew, İstanbul, Şule Yayınları, 2006 - Özel İsmet, Waldo Sen Neden Burada Değilsin, İstanbul, Çidam Yayınları, 1988 - Kılıç, M. Bülent, Saklı Rönesans; Türkiye Sol Edebiyat Hareketleri İçin Bir Hat, Ankara, Notabene Yayınları. 2012

13


YeniYazılar

Mayıs 2013 Dosya

M. Bülent Kılıç ile Sanat Siyaset İlişkisi ve 60’ların Edebiyatı Üzerine Söyleşi: Akın ART Bilgi Ü. Sosyalist Düşünce Kulübü

Özellikle ‘65 yılı ile birlikte, gençler arasında ciddi bir toparlanma söz konusu oldu. Hem siyasal anlamda hem de sanatsal anlamda. Gençler bilinçsiz ya da yarı bilinçsiz özneler olmaktan çıkıp bilinçli öznelere dönüşmeye başladı. Daha bilinçli, daha etkin ve müdahaleci özneler konumuna gelmeye başladılar. Bu insanlara ve o yıllara baktığımızda gördüğümüz en önemli özelliklerden biri de bu insanların o günlerde FKF’nin kuruluşunda da yer almış, o günkü TİP’in genç kadroları olan insanlar olmalarıdır. 14

Saklı Rönesans: Türkiye Sol Edebiyat Hareketleri için Bir Hat adlı kitabınızın genişletilmiş ikinci baskısı Notabene Yayınları tarafından çıktı. Kitap ‘64-’72 aralığına odaklansa da -ikinci baskının ekleri sayesinde- üzerine söz söylenen dönem ‘50’lerden ‘90’lara kadar geliyor. Kitabı okurken ilk dikkatimi çeken şu oldu: Edebiyat okurlarının çoğunun aşina olmadığı bir kavram seti kullanıyorsunuz. Bu kavramları rastgele kullanmadığınız belli. Benim en çok dikkatimi çeken kavramlaştırma “edebiyat pratikeri” - “politik pratiker” (politik) politika (politik) sanat kavramlaştırmaları oldu. Neden “siyasetçi”, “edebiyatçı” gibi daha genel kavramlar yerine bunları tercih ettiniz? 1990’ların başında kısa bir süre görünüp kaybolan, kitapta da kısaca değindiğim “Sanat Hareketi” (Ben de bu hareketin içerisindeydim) döneminde yerleşik birtakım kategorilere, yerleşik birtakım kavramlara savaş açmıştık. Bunların başında “sanatçı”, “edebiyatçı” gibi ne anlama geldiği pek çok kez anlaşılmayan, üzeri mistik bir haleyle kaplanmış kavramlar vardı. Sanatçı, edebiyatçı gibi sıfatları kullanmak yerine, sanatı ve edebiyatı birer maddi pratik olarak tanımlamam, bu kavramların üzerindeki mistik haleyi kaldırmak istememle ilgili. “Edebiyat pratikeri” dediğimiz kişinin, belli bir maddi üretim sürecinin içinde yer alan bir özne olduğunu belirtmek istedim. Maddi bir sürecin içinde olmak demek, belirli türde ham maddeleri alıp bunları belirli üretim araçlarıyla dönüştürmek ve bunların sonucunda bir şey üretmek anlamına geliyor. Yani bu işin esinle ve benzeri mistik, doğaüstü şeylerle gerçekleşmediğini beyan etmek, bunu hissettirmek için kullanılmış kavramlardır. Maddi bir pratik demek, bunun her türden maddi ya da nesnel ölçütlerle yargılanabileceği, sorgulanabileceği, çözümlenebileceği anlamına da gelir. Bu, bir tür “serinkanlılık” sağlar bize.


YeniYazılar

Mayıs 2013 Dosya

“Politik politika”, “politik sanat” kavramsallaştırmasının nedeni ise şu: Sanatın politik bir kategori olmadığı iddiası çok yaygın bir iddiadır, inanıştır. Sanatın kendisinin politikadan uzak ve bağımsız olduğu, başka bir pratik olduğu iddiası çok fazla dillendirilir. Oysa ben bunun böyle olmadığını düşünüyorum. Sanat pratiği ile politik pratiklerin ayrı pratikler olduğunu ama sanat pratiğinin kendi içinde aynı zamanda bir politik niteliği olduğunu söylüyorum. Fakat bunun günlük siyasetten ayrılabilmesi, farklı olabilmesi, farklı olarak ele alınabilmesi için, sanatın kendine özgü politik niteliği ile “politik politika” dediğimiz, yani günlük siyasetin karşılığı olan pratiğin birbirinden ayrılabilir hale gelmesi gerekiyordu ve bunun için bu tür bir kavramsallaştırmaya gitme ihtiyacı doğdu. Bu nedenle de günlük siyasetin karşılığı olan şeyi “(politik) politika”, sanatı ise “(politik) sanat” biçiminde karşıladım. Yani, sanatın kendisinin zaten politik bir pratik olduğunu anlatmak üzere kullanıldı bu kavramlar. Bu kavramların benim icadım olmadığını da belirtmek isterim. Bu kavramlaştırma büyük ölçüde Edebiyat Dostları dergisinin yaptığı çalışmalar sonucu ortaya çıktı ve kimi kesimlerce kabul gördü. Ben de, kimi nüanslar katmaya çalışarak, bu mirası bir anlamda kullanıyorum. 1964-72 aralığı bir “Saklı Rönesans” olarak işaret ediliyor kitabınızda. Bu dönemin politik pratiker ile edebiyat pratikerinin birbirine yaklaştığı, birbirini beslediği bir dönem olduğundan bahsediyorsunuz. Günümüzde ise bu iki pratiker arasındaki açının hayli açıldığını söylüyorsunuz. Bu yakınlaşma ve uzaklaşmayı biraz açabilir misiniz? 1950’li yıllarda politik pratiker ile sanat pratikeri arasında bir geçişlilikten çok fazla söz edemiyoruz. Aslında böyle bir şey yoktur diye değil, olduğu halde söz edemiyoruz. Bu, şu demek: Özellikle ‘40 Kuşağı Toplumcuları diye adlandırılan, genel olarak solcu… Bu

insanların kendilerini komünist diye nitelediğini unutmayalım elbette ama bu kuşağın solculuğunun, daha doğrusu komünizminin niteliğini sorgulamaya kalktığımızda, bunun gerçekte “genel hatlarıyla solculuk”tan pek de öteye gidemediğini, bu tür bir olgunluğa sahip olamadığını da görürüz. Bunu bu insanların pratiklerini küçümsemek için söylüyor değilim. Sadece serinkanlı bir değerlendirme yapmaya çalışıyorum. ‘40 Kuşağı sanatçılarının etkinlikleri, hepimizin bildiği gibi her aşamada devletin baskısına maruz kaldı. Bu insanlar her koşulda kovuşturmalara uğradılar, sürgüne gönderildiler, işkence gördüler, dergileri kapatıldı, kitapları toplatıldı. Dolayısıyla, bir anlamda burunlarını çıkarmak, kendilerini göstermek, kendilerini gerçekleştirmek gibi bir olanağa da sahip olamadılar. Bunu yapmaya her yeltendiklerinde, aynı sonuçla baş başa kaldılar, işkenceye tabii tutuldular, hor görüldüler, ötelendiler, yasaklandılar… Dolayısıyla bu yıllarda gerçek anlamda bir sol edebiyatçı kimliğinin varlığından söz etmek pek mümkün değil. Kitapta da söylediğim gibi, 1950’lerde sol, boşluğu ile var; yarattığı bir boşluk ile var. Bu, şu demek: Gerçekte bu iklimde onlara ihtiyaç olmadığı için yok değiller. Sözünü ettiğimiz baskılar nedeniyle, edebiyat pratikleri insanlardan bağımsız olarak işliyordu. ‘40 Kuşağı edebiyatçıları, şairleri edebi pratikler içinde gerektiği gibi yer alamıyor, süreçlere müdahale edemiyor, okunamıyorlardı. Edebi pratikler, bu öznelerin ötesinde ya da dışında işliyordu. Buna rağmen 1950’li yılların ortalarında çok büyük bir entelektüel gerilim, entelektüel yoğunlaşma ortamı söz konusu oldu. Özellikle 1954-57 yılları arasında, çok görkemli bir birikim oluştu. Fakat benim “kültürel nebülöz” diye adlandırdığım bu ortamda solcu bir ton, solcu bir tını eksikti. 1960’lara geldiğimizde artık durum değişmişti. Özellikle ‘64 yılı ile birlikte birtakım gelişmeler söz konusu oldu. Ben, insanların, 1960 sonrasında, yani 27 Mayıs sonrasında birkaç yıllarını “özgürlüğün” ya da görece serbestiler ortamının kokusunu almakla, onun farkına varmak ile geçirdiklerine inanıyorum. Sonra, bu serbestiler ortamının olanaklarını kullanmaya başladıkları bir evre geldi. Tabii dünyadaki gelişmeler ile de ilgisi vardı ama birtakım konularda daha serbest, daha özgürce hareket edebileceklerinin farkına varmak için, özgürlüğün kokusunu içlerine sindirebilmek için biraz zaman geçmesi gerekiyordu. Bu nedenle, 1964 yılına kadar, özellikle 1965 yılına kadar, biraz zaman geçmesi gerekti. 1964 yılında, kitabımda sözünü ettiğim “Doğuş Bildirisi” yayınlandı. Bu bildiri ile birlikte edebi alanda ciddi bir hareket başladı. Bu, “edebiyatın (politik) politika alanı” gibi okunabilir. Yani bir tür müdahale zamanıydı ve genç edebiyatçılar böylesi bir müdahaleye soyunmuştu. Aynı dönemde, özellikle ‘65 yılı ile birlikte, gençler arasında ciddi bir toparlanma söz konusu oldu. Hem siyasal anlamda hem de sanatsal anlamda. Gençler bilinçsiz ya da yarı bilinçsiz özneler olmaktan çıkıp bilinçli öznelere dönüşmeye başladı. Daha bilinçli, daha etkin ve müdahaleci özneler konumuna gelmeye başladılar. Bu insanlara ve o yıllara baktığımızda gördüğümüz en önemli özelliklerden biri de bu insanların o günlerde FKF’nin kuruluşunda da yer almış, o günkü TİP’in genç kadroları olan insanlar olmalarıdır. Bu, gözetmemiz gereken önemli bir ayrıntıdır; önemli bir öğedir. Buna bakmak durumundayız. Dönemin özneleri hem edebi pratikler hem de siyasal pratikler içindeydi. Öte yandan önemlice bir bölümü sanatsal pratikleri ile siyasal pratiklerini birbirinden ayırmak, iki ayrı kompartıman biçiminde düşünmek, tasavvur etmek eğlemindeydi. Fakat dönemin edebiyatçısının asıl özelliği şuydu: Edebiyata yakınlığı ölçüsünde siyasal pratiklerin içerisinde de yer alıyordu. Bunun da somut göstergelerinden, kanıtlarından birisi, herhalde, 1965 yılında

15


YeniYazılar

Mayıs 2013 Dosya

Dönüşüm dergisini çıkaran kadrodur. Bu kadroda örneğin İsmet Özel, Ataol Behramoğlu ve Haluk Aker vardı. Bu kişiler genç şairler, edebiyatçılar olarak önemli işler yaptılar. Haluk Aker o günlerde Devinim adlı edebiyat dergisinin de sorumlularındandı. Daha sonra Dönüşüm dergisini satarken Ankara’da faşistlerin saldırısına uğradı. Bütün bunlardan çıkarmamız gereken sonucun şöyle bir şey olduğunu düşünüyorum: Dönemin edebiyatçısı aynı zamanda bir politik pratikerdi. Yani politik pratiker ile edebiyat pratikeri neredeyse aynı kişi idi. Bu söylediklerime -bir ara- tatlı bir itiraz gelmişti Ergin Erkiner’den. Erkiner “Sanatsal pratikler içerisinde yer alıp aynı zamanda politik kimlik taşıyan insan sayısı o zaman da azdı ama bu toplam niteliksel olarak toplamından daha güçlü idi” anlamına gelen sözler söylemişti. Yani kendi cirmlerinden daha fazla yeri yakabiliyorlardı, diyebiliriz. Bunun herhalde en önemli nedeni de söz konusu edebiyatçıların güçlü edebiyatçılar olmalarıydı. İsmet Özel, ilk günden başlayarak görkemli bir yer tutmuştu. Ataol Behramoğlu için de aynı şey söylenebilir. Edebi pratikler açısından Haluk Aker için de aynı şey söylenebilir.

siyasal bir kimliğe indirgendi ve sonra da başkaca talihsizlikler bunu izledi. 1980 yılına geldiğimizde, 12 Eylül ile birlikte, zaten yok olma, kaybolma süreci başladı.

Fakat bu denge 1970’lere doğru biraz bozulmaya başladı. Ortam adeta sanatçı kimliği ile siyasi kimliğini birleştirenleri için tehdit edici bir duruma geldi. Bu yıllar artık bu kimliklerden birini, özellikle de ikincisini tercih etmeye zorluyordu insanları. Yani ‘65 sonrası dönemde sanat pratikeri ve politik pratiker kimliklerini kendisinde özdeşleştiren insan, 1969-70 yıllarına gelirken bu iki kimliği ayırmak zorunda kalıyordu. Devrime doğru gidildiği düşünülen bir evrede, siyasal hedeflerin çok büyük ve aciliyet taşıdığı koşullarda edebiyatla uğraşmak biraz hafif meşrep bir iş gibi görülüyordu. Biraz da sanırım bunun etkisiyle genç edebiyat pratikerleri, bu durumdan kurtulmak için bir yılana sarıldılar: Bu yılan, edebiyat pratiklerine, sanat pratiklerine dışardan politika enjekte etme yılanıydı. Edebi pratikleri ne kadar politize ederlerse başkaları tarafından hor görülme olasılığı o kadar azalacaktı. Öyle bir dönemde şiir yazmak, öykü yazmak gibi hafif bir iş ile uğraşmanın ağırlığı ortadan kalkacaktı. O halde sanat, devrim ile birleştirilecekti. 12 Mart söz konusu olunca, bu tip bütünü ile buharlaştı; sanat pratikeri ile politik pratiker kimliklerini kendinde kaynaştıran ama bunları farklı pratikler olarak zihninde tutmayı başarabilen, buna göre yaşayan insan tipi ortadan kalktı. Sanatı bütünü ile politikaya yedekleyen sanatsal pratiklerin kendisi politik değilmiş gibi onlara dışarıdan politika enjekte etmeye çalışan bir anlayış egemen olmaya başladı ortama. Yani bir anlamda şöyle bile denebilir, ‘70’lerin edebiyatçısı sanat pratikeri olma niteliğini büyük bölçüde kaybedip, bu kisve altında “kalın” bir politikere dönüştü. Yani 1970 -71 yılı ile birlikte, denilebilir ki, bu kimlik

Politik pratiklerle edebiyat pratiklerinin iki farklı pratik olduğunu söylüyorsunuz. Aynı zamanda bu iki pratiğin ilintili olduğunu. Nedir bu iki pratik arasındaki ilintiyi kuran?

Politik pratiker dediğimiz insan tipi o yıllarda özellikle 90'lı yıllarda kültürel ve sanatsal pratiklerden bir hayli uzak, bunlardan rastlantısal olarak faydalanan ya da bunlarla rastlantısal olarak içli dışlı olan kişi oldu. Aynı şey sanat pratikeri dediğimiz kişiler için de geçerli.

Bu, çok uzun ve karmaşık bir konu. Yerimiz yeter mi, bilmiyorum. Kısa kesmeye çalışacağım. 20 yy. sanatının büyük ölçüde bağlamla (context) oynamak, bağlamın etkisinden yaralanmak üzerine kurulduğunu düşünüyorum. Örneğin, Dadacıların birtakım sözcükleri kırpıp havaya atıp sadece masada kalanları bir araya getirerek şiir yazmaları, bu söylediğime işarettir. Masanın altında olanlar şiir dışıdır, masanın üstündekiler şiirin parçasıdır. Masa burada bağlamdır, mediumdur. Ekstra bir şey yapılmaksızın, bu bağlamın varlığı edebi metnin parçası haline gelir. Masanın varlığı edebi metni oluşturan ana çerçeve haline gelir. Aynı biçimde, Marcel Duchamp’ın pisuvarı için de aynı şey söylenebilir. Bu pisuvarı herhangi bir yerde görsek tuvalet ihtiyacımızı giderirdik. Ama New York Güzel Sanatlar Müzesi’nde o sanatsal kompleks içerisinde gördüğümüzde, bunu sanat nesnesi olarak kabul etmek durumunda kalıyoruz. Dolayı-

16

1990 yılı ile başlayan süreçle birlikte ise politik pratiker dediğimizi kişi ile sanat pratikeri dediğimiz kişi birbirinden ayrı iki özne olmaya başladı. Bunlar artık büsbütün ayrıldılar. İkisinin de eğilimleri, zevkleri, okuma biçimi, takip ettiği yayınevleri, kitaplar, dinlediği müzikler farklılaştı. Politik pratiker dediğimiz insan tipi, o yıllarda -özellikle ‘90’lı yıllarda- kültürel ve sanatsal pratiklerden bir hayli uzak, bunlardan rastlantısal olarak faydalanan ya da bunlarla rastlantısal olarak içli dışlı olan kişi oldu. Aynı şey, sanat pratikeri dediğimiz kişiler için de geçerli. Onlar da her türden siyasi metinden, siyasal yayından öcü gibi korkup kaçıyorlar, o tür toplantılara, o tür mahfillere girmekten kaçınıyorlardı. Yani iki ayrı kişilik oluşmuştu: Biri ben şiirimi yazarım, ötesine karışmam, diyordu; diğeri de ben siyasetimi yaparım, sanat sepet işleriyle uğraşmam diyordu, kabaca. Bu, çok tehlikeli bir ayrışmaydı. Çünkü bunun neden olacağı birtakım yaralar, hasarlar söz konusuydu.

Bu ilinti, söz konusu öznelerin dünya görüşleridir ve/veya ideolojileridir. Bu iki pratiği ayrı pratikler olarak algılayalım. Ama en azından, ikisi arasında bir uyum, bir eşgüdüm olması gerektiğini belirtelim. Bunun sağlanabileceği yer ise ideoloji denen alanla ilintilidir. Bunların iki ayrı küme olduğunu söyleyip, ideolojinin de ikisini kapsayan bir küme olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin bir yazar “piç” sözcüğünü romanında belirli bir amaçla, belirli bir hedefi gözeterek kullanmıyorsa, bu sözcüğü kullanmış olmak romancıyı bu kategoriye yaslanan bir kişi konumuna iter. Dolayısıyla piçlik kategorisinin sahiplenilmesi anlamına gelir ve bu da cinsiyetçi ve ayrımcı bir yaklaşım olur. Resmi aile kurumunun tanınması anlamına gelir. Son derece düzen içi, kirli bir şeye dönüşür. Başka herhangi bir siyasal amaç gütmeksizin en apolitik haliyle kullanılıyor olsa bile, sözcükleri kullanmanın kendisi zaten politik bir nitelik taşımaktadır. Benim de sözünü etmeye çalıştığım şey, yazarın dünya görüşünü test edeceğimiz şey, metinde yer alan bu türden sözcüklerle ve elbette sözcükler kompozisyonuyla, yazarın hangi ideolojiyi ürettiği veya yeniden ürettiğidir. Kitabınızda edebiyat ödüllerini reddediyor, İslamcı ve solcu şairlerin aynı dergilerde ürün yayımlamasını eleştiriyorsunuz. Meseleyi sadece edebi metnin kendisi olarak görmüyor gibisiniz. Metni alımlayıcıya ulaştıran medium da bir o kadar önemli sanırım.


YeniYazılar

Mayıs 2013 Dosya

sıyla, bağlam veya medium, sanatsal eserin organik bir parçası haline geliyor. Bu yüzden de bir eserin ödül alması, imza gününde paylaşılıyor olması gibi pratikler edebi metni sarmalayan, bağlamını belirleyen bir öğeye dönüşüyor. Metnin mistik bir haleyle sarmalanmasına neden oluyor. Bu da eserin alımlamasında “dışarıdan” bir etken haline geliyor. Benzer şeyleri göstergebilimle, iletişim bilimle iilişkilendirerek uzun uzun konuşulabilirdik. Ama kısaca bu şekilde. Maddeci eleştiri terimini kullanıyorsunuz. Bu eleştirinin en önemli temsilcilerinden biri olarak da politik olarak bir “Marksist” olmayan Hüseyin Cöntürk’ü gösteriyorsunuz. Maddeci eleştiriden kastınızı ve Cöntürk’ün bu noktadaki katkısını biraz açar mısınız? Hüseyin Cöntürk, her şeyden önce bir liberaldi. Ölümüne yakın yıllarda ise kendisini postmodern bir liberal olarak tanımlıyordu. Maddeci eleştirinin kurucusu nitelemesinin de bana değil, Osman Çutsay’a ait olduğunu söylemem gerekir. Onunla birlikte çıkardığımız YENİ adlı seçkide Cöntürk için özel bir sayı yapmıştık. Sevgili dostum Osman Çutsay, bu seçkideki makalelerinden birinde Cöntürk’ün Türkçenin ilk maddeci eleştirmeni olduğunu söyledi, ki doğrudur. Neden böyledir? Çünkü Cöntürk kendisinden önceki eleştiri tutumlarına, yani Nurullah Ataç’ta somutlananan öznel/izlenimci eleştiri tutumuna büyük bir darbe indirmişti. Öznel/izlenimci eleştiri tutumunda eleştirmen, eleştiri konusu ettiği metni sevip sevmediğini söyler ya da o metinden söz ederken kendinden, örneğin eski aşklarından çocukluğundan vs. söz eder. Ama metni ögelerine, bileşenlerine ayırıp sorgulayıp çözümlemez. Bu işin maddi bir pratik oldğunu görmezden gelir. Oysa Cöntürk ile birlikte eleştiri, maddi bir pratik olarak ele alınmaya başlanmıştır. Yani tek tek sözcüklere, nesnelere, bunlar arasındaki ilişkilere, paragraflara, metnin tüm ögelerine bakılarak bunlara ilişkin kuramların kullanıldığı ve sonuçların çıkarıldığı bir yapıya dönüşmüştür eleştiri. Bu, bilimsel bir faaliyettir aslında. Söz konusu şeyin laboratuvar ortamında incelenmesinden bir farkı yoktur. Bundan dolayı, Cöntürk’ü nesnel eleştirinin kurucusu ve en büyük temsilcisi olarak niteliyoruz. Liberal Cöntürk nasıl oluyor da maddeci eleştirinin kurucusu kabul ediliyor? Ben bu soruyla ilk defa karşılaşmıyorum. Ama karşılaştığımda, şu yanıtı veriyorum. Darwin’in yaptığı bütün çalışmaların sonuçlarının solun hanesine yazıldığını düşünüyorum. Solcuların başvurduğu, kendi yaklaşımlarını üzerine bina ettikleri bir miras bıraktı Darwin. Bu örnekte Darwin’in ne olduğunun, siyasal olarak nerede durduğunun bir önemi yok. Onun maddi pratiklerinin sonuçlarının önemi var. Cöntürk’ün maddi pratiklerinin sonucuna baktığımızda, yine maddeci bir bakış açısıyla

Cöntürk’ün maddi pratiklerinin sonucuna baktığımızda, yine maddeci bir bakış açısıyla yaklaştığımızda, bütün yaptıkları eleştiri denen pratiğin üzerindeki mistik halenin kaldırılmasına ve onun somut, maddi bir pratik olarak algılanmasına yol açmış, bu anlamıyla solun hanesine yazılmıştır. Cöntürk’ün, bir solcu olmamasına rağmen, egemen edebiyat çevrelerince üzerinin örtülmeye çalışılması bununla ilgilidir. yaklaştığımızda, bütün yaptıkları eleştiri denen pratiğin üzerindeki mistik halenin kaldırılmasına ve onun somut, maddi bir pratik olarak algılanmasına yol açmış, bu anlamıyla solun hanesine yazılmıştır. Cöntürk’ün, bir solcu olmamasına rağmen, egemen edebiyat çevrelerince üzerinin örtülmeye çalışılması bununla ilgilidir. Düzen içi politik bir görüşü de olsa düzenin kirini örten örtüyü kaldırdığı için devrimci bir edebiyat pratikeridir. Değerlidir. Röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Son olarak dergimizin okurlarına iletmek istediğiniz bir mesaj var mı? Ben teşekkür ederim. 1965’te kurulan FKF parlak bir oluşumdu. Çünkü parlak özneleri vardı. Çok önemli bir tarihsel uğrakta ortaya çıkmıştı. Bu ülkenin hem siyasal hem de sanatsal bir açıdan önemli bir yerinde durduğunu düşünüyorum. Bugün yeniden kurulması heyecan verici. Geçmişteki o FKF’nin kurulmuş olması ve kimi etkinlikler yapmış olması, bugün sizlerin sırtınıza fazladan sorumluluk yüklüyor. Çünkü o yılların gerisinde kalmama sorumluğunu taşıyorsunuz. Ben geçmişten daha parlak bir FKF olacağınızı düşünüyorum ve umutlu olduğumu söylemek istiyorum.

M. Bülent Kılıç Kimdir?

1970 Elazığ doğumlu. İlkokulu Elazığ’da okudu, Ankara’da bitirdi. Ortaokul sonrasında, askeri okula girdi. Asker olmamaya karar verdi, ayrıldı. Lise diplomasını dışarıdan aldı.DTCF Tiyatro Bölümünü (Dramatik Yazarlık) bitirdi. Düşüşleme (1993) ve Rüzgar Kütüphanesi (1999) adlı iki şiir kitabı,Saklı Rönesans (Türkiye Sol Edebiyat Hareketleri İçin Bir Hat) adlı bir de araştırma-inceleme kitabı var. Ayrıca Nazım Hikmet Akademisi Edebiyat Bölümü’nde Öğretim Görevlisi.

17


Dönüşüm Dergisi 1 Ocak 1967 Sayı 10 Sadun Aren - Cüce Bir Bütçe Sayfa 11

18


YeniYazılar

Mayıs 2013

Aydınlanma ve Gençlik Özgür SAVAŞCIOĞLU Boğaziçi Ü. Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü

Üniversitelere yönelik gerici saldırıların yoğunlaştığı bir dönemden geçiyoruz. Gericiliğe karşı üniversitelerde nasıl mücadele edileceğini tartışmak ilerici bir kimliği tanımlamayı gerektiriyor. Mücadelenin kendisi ise bu kimliği güçlü bir biçimde örgütlemeyi… Üniversitelere yönelik gerici saldırıların yoğunlaştığı bir dönemden geçiyoruz. Gericiliğe karşı üniversitelerde nasıl mücadele edileceğini tartışmak, ilerici bir kimliği tanımlamayı gerektiriyor. Mücadelenin kendisi ise bu kimliği güçlü bir biçimde örgütlemeyi… Üniversite Kongresi’ne hazırlanırken hep vurguladığımız bir konu vardı. “Gençlik neyi istemediğini gösterdi” diyorduk. “Sıra ne istediğimizi göstermekte, bunu örgütlemekte”. FKF dergisinin ilk sayısına yazarken de bu sorumlulukla hareket etmek gerekiyor. Üniversitelerde eli sopalı gericileri istemediğimiz, AKP’nin kindar ve dindar nesil hedefinin karşısında durduğumuz açık. İşimiz üniversiteler içerisinde aydınlanmacı kimliği de bir o kadar açık kılmak olmalı. Bu kimliği daha açık kılmak için Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun dergisinde, gençlikle aydınlanmanın ilişkisini sıklıkla yazacağımızı düşünüyorum. Ancak, konunun tamamını hakkını vererek tek yazıda yazmak olanaklı değil. Dolayısıyla bu yazı, bir başlangıç yazısı olarak okunabilir. Bu başlangıç yazısında bir soru üzerinden ilerlemek istiyorum: Nasıl oldu da “fikir” gibi ilk bakışta ideolojik olarak nötr sayılabilecek bir kelime, solun mülkü haline geldi? İsim ilk bakışta doğrudan siyasal bir tavra ya da bir ideolojiye işaret etmiyor. İsimden çıkarabileceğimiz tek sonuç, üniversitelilerin fikir üretmesine olumlu bir anlam yüklendiği. En azından modernleşme sürecinin başlangıcında gençliğin fikir üretmesine olumlu bakan tek kesim sol değil. Bunu “mektepli” İttihatçılardan ve sonrasında aynı kuşağın uzantıları olan yapısını devralan cumhuriyetin kurucu kadrolarından biliyoruz. Türkiye’nin modernleşme sürecinin başlarında burjuvazinin kadroları ilerici misyonlar üstlenme yeteneğini tam olarak kaybetmiş değil. Bunun için burjuva devriminin tepe noktasına ulaşması gerekiyor. Bu anlamda, tarihsel bir ilerlemenin taşıyıcısı olan kadrolar, gençliğin fikir üretmesine olumlu bir anlam yüklüyor. Gençliğe politik bir misyon biçiyor. Mesele sadece bu kadroların öznel tercihlerinden de kaynaklanmıyor. Modernleşme sürecinin belirli bir evresinden sonra gençlik, siyasal bir kategori olarak şekillenmeye başlıyor. Burada temel iki etken öne çıkıyor. Bunların ilki, gençliğin üretim ilişkilerinin dışında konumlanması… Bu durum, gençliğe toplumsal ilişkilere dışarıdan bakabilme olanağı kazandırıyor. İkinci etken olarak, üniversitelilerin ideoloji üretilen merkezlere yakın olması öne çıkıyor. Bu etkenler, gençliğin bir aydınlaşma potansiyeline sahip olmasını beraberinde getiriyor. Aydınlaşma potansiyeli ise başka şeylerle beraber aydınlanmanın taşıyıcısı olma potansiyeli anlamına da geliyor. Aydınlanmanın taşıyıcısı olan gençler, “fikir” üretmeyi bir sorumluluk olarak görüyor. İlk Fikir Kulübü, Ankara Üniversitesi’nde, 1954’de

kuruluyor. Kuranların aydınlanmacı olduğu açık… Ancak bu aydınlanmacılık, sosyalist bir karakter taşımıyor. Bunun için FKF’yi beklemek gerekiyor. Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun 1965’de kuruluşu, aydınlanma bayrağının daha yükseğe taşınması anlamına geliyor. Gençliğin aydınlanma mirası ile ilişkisi Türkiye’de FKF ile başlamıyor. Ancak, FKF ile yeni bir karaktere kavuşuyor. FKF ile gelen kopuşun niteliğine bakmak için gençliğin aydınlanma ile kurduğu ilişkinin seyrine bakmak gerekiyor. Türkiye’nin modernleşme hareketlerine baktığımızda karşımıza güçlü siyasal iddiaların zayıf düşünsel temeli kapattığı bir tablo çıkıyor. Bu tabloda aydınlanma düşüncesi, temel olarak memleketi kurtarmaya cüret etmeyi sağlıyor. Akıl yoluyla ulaşılan fikirlerin üzerine inşa edilen bir düzen kurmaya cüret etmek için aydınlanma birikiminin üzerine yaslanmak gerekiyor. Aydınlanmanın damgasını vurduğu dönemde fikir üretmek, memleketin geleceği üzerinde hak iddia etmek anlamına geliyor. 1960’larda gençliğin siyasal iddialarının devrimcileşmesi, üzerine yaslandıkları düşünsel temeli devrimcileştirme çabasına bunun sınırlarıyla karşılaştıklarında ise o düşünsel temelden kopma sürecine yol açıyor. Burada gençlik aydınlanma birikimini sosyalist ideoloji üzerinden yeniden üretme çabasına giriyor. Bunun temelinde gençliğin düzenden yaşadığı siyasal kopuş yatıyor. Bu siyasal kopuş, düzeni daha iyi bir hale getirme kaygısıyla başlıyor. Daha iyi bir düzenin yeni bir düzen olduğu anlaşılmasıyla sonuçlanıyor. Düşünsel kopuş buradan sonra geliyor. Düzen memlekete gelecek sunamadığı ölçüde, daha iyi bir gelecek için fikir üretenler bu fikirleri sınıfsal bir bakış açısıyla üretmeye başlıyor. Burada “daha iyi bir gelecek”ten kastımızı somutlaştırmak gerekiyor. Aydınlanmanın damgasını vurduğu dönemde “daha iyi bir gelecek”, genel olarak akılcı kategoriler üzerinde somutlanıyor. En genel haliyle eşitlik-özgürlü-kardeşlik temelinde bir düzen “daha iyi” olarak öne çıkıyor. Burjuvazi, işçi sınıfının bu alandaki iddiasından korkarak kendi projesine sırtını döndüğünde ise “daha iyi bir gelecek” isteyenlere iki seçenek kalıyor. Bunlardan ilki bu isteklerinden geri adım atmak, ikincisi ise bu iddialarını işçi, sınıfının yanında yeniden üretmek. Fikir üretmek, ülkenin geleceğinde hak iddia etmek anlamına geliyor demiştik. Ülkenin önüne eşit ve özgür bir gelecek koyma yeteneği solun tekeline geçtiği ölçüde fikir kelimesi nötr olmaktan çıkıyor ve solun mülkü halini almaya başlıyor. Aydınlanma bayrağını taşımak da bu anlamda solun sorumluluğu haline geliyor. Ancak, ilk taşıyıcılarından farklı olarak, güçlü siyasal iddiaları güçlü bir düşünsel temelle besleyerek…

19


YeniYazılar

Mayıs 2013

YUVARLAK MASA

Haneke’nin Amour’u ve Aşk Üzerine Akın Art (Bilgi Üniversitesi Uluslararası Ekonomipolitik, Nazım Hikmet Akademisi Edebiyat Bölümü öğrencisi): Yuvarlak Masa köşemizin ilkini gerçekleştirdiğimiz için genel bir açıklama yapmak yerinde olacaktır. Farklı disiplinlerden gelen ve farklı formasyonlara sahip öğrencilerin aynı konuyu tartışması üzerinden, dergimizde düzenli hale getirmek istediğimiz bir köşe tasarlamak istedik. Böyle bir köşe yapmamızın en önemli sebebi, üniversitelerin disiplinlerarasılıktan hayli uzak olması. Biz ise, disiplinlerarası tartışmaları, katkıları, etkileşimleri ve bağları önemsiyoruz. Bu sebeple böyle bir kısım yapmak istedik dergimizde. İlk oturumumuzun konusu, Michael Haneke’nin son filmi “Amour”. Neden başka bir filmi değil de Amour’u seçtik? Bu seçimin en önemli sebebi, çoğumuzun hemfikir olacağını düşündüğüm nokta şu: Fazlasıyla tedirgin edici filmler çeken bir yönetmen olan Haneke’nin imzasını Amour isimli bir filmin altında görmenin tek başına ilginç bir şey olması. Bu ilginçliğin altını çizdikten sonra, yavaş yavaş tartışmaya geçelim. Sözcükler dergisinde Amour filmiyle ilgili Hakan Savaş imzalı bir yazı okumuştum. Şuna değinmiş: 2010 yılının Sevgililer Günü arifesinde bir anket yapılmış ve bu anketin sonucunda “amour”, dünyanın en romantik sözcüğü seçilmiş. Buradan yola çıkarak yazar, Amour’un Türkçeye aşk olarak çevrilmesini de eleştiriyor. Amour sözcüğünün bu filmde kullanılmasının sebebi bir ironi ve bunun karşılığında aşk gibi bir sözcük kullanmanın anlamsız olduğu belirtiliyor yazıda. Filmde aşk birçok şeye eşlik ediyor. Şöyle diyor Hakan Savaş; hani Attila İlhan “ayrılık da sevdaya dahil” der ya, bu filmde cinayet,

20

yalnızlık, bencillik ve daha birçok şey aşka dahil. Alıştığımız klasik ve popüler aşk kavramının çok dışında bir aşk bize yansıtılıyor. İsterseniz buradan başlayalım. Amour sözcüğünü aşk diye çevirmek ne kadar doğru? Ne dersiniz bu konuda? Ali Çağlar Özkan (Boğaziçi Üniversitesi Spontaneus Film Yapım Atölyesi): Öncelikle disiplinlerarası etkileşim ve birliktelik tartışmasına dair ben de bir ek yapmak istiyorum, mesela sinema çalışırken yönetmen olarak gidip ışığı kurmasan bile ışıktan anlaman gerekiyor ve diğer işleri yürüten insanlarla ortak çalışıp ortak hareket etmelisin ki istediğin filmi elde edebilesin. Benzer bir yerden, üniversite öğrencisinin de pek çok konuda kendini geliştirmesinin önemli olduğunu düşünüyor, böyle bir köşenin bu yüzden çok değerli olduğunu belirtmek istiyorum. Soruna gelecek olursak, ben şöyle düşünmüştüm, bu adam iddialı bir adam, sinemada takip edilen bir adam. Yeni bir film yapıyor ve adını “Aşk” koyuyor. Hani senin söylediğin gibi çok güçlü bir kelime. Sadece sinemada değil, diğer sanat dallarında da sinema gibi “aşk” kavramının merkezinde çok fazla eser üretilmiştir. Sen şimdi gidip bir şey üretiyorsan ve bunun da adına Aşk diyorsan, bu çok iddialı bir şey olmak zorundadır. Direkt şunu düşündürüyor: Acaba aşkla ilgili yeni bir şey mi var? Yoksa yeniden, belli bir temada, çok güçlü bir şeyle mi karşılaşacağız? Meydan okuma gibi bir şey bu ismi seçmesi bence. Mustafa Öcalan (Galatasaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Kulübü): Lafını bölüyorum ama tarif ettiğin meydan okumayı, tersten giderek de okuyabileceğimizi düşünüyorum. Örneğin, filmi izlerken şunu düşündüm: Bir önceli var filmin. O da filmin adı, Aşk. Zaten ağır ağır giden, yavaş bir film. Film boyunca aşkı izlediğini düşünüyorsun. Ya da aşkın bir yanını, bir parçasını… Bunun tek sebebi de filmin adının Aşk olması. Mesela Haneke filmin adını ölüm koysaydı, şu anda burada biz ölümü konuşuyor olacaktık. Ben ortada ince bir hesap olduğunu düşünüyorum. Demiş ki, filmden sonra aşk konuşulsun ama içinde ölüm de olsun. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? Dediğim gibi, bence filmin adı Aşk olmasaydı, biz burada aşkı konuşuyor olmazdık.


YeniYazılar

Arda Özel (Bilgi Üniversitesi Sosyalist Düşünce Kulübü): Çok da içerikle ilgili olduğunu sanmıyorum ben de. Ercan Akkaya (Boğaziçi Üniversitesi Spontaneus Film Yapım Atölyesi): Ben de temeline dair bir şey söylemek istiyorum. Belki de hatta aşkın temeline dair. Mesela şimdi filmin genel gidişatına baktığımızda, dediğiniz gibi kimisi yavaş olarak tanımlıyor, kimisi onu yavaş yavaş biriktirip bir anda bir kopuş olarak değerlendiriyor. Hatta şaşırtıcı bir kopuş. Ben de mesela ilk izlediğimde, sonunda gösterdiği o kopuşu hissedememiştim. Ama tekrar izlendiğinde aslında yavaş yavaş biriktirdiği görülüyor. M. Ö.: Sonda verdiği kopuş? E. A.: Öldürme durumunu söylüyorum, evet. Sonra delirmeyi de bunun içine katabiliriz. Tekrar izlendiğinde, bütün filmin çok sistematik bir biçimde, birikerek gittiği ve o karakterden, öldüren karakterden böyle bir şey yapmasının beklenebileceği, filmin baş kısımlarında da görülebiliyordu. O yüzden ben, yavaştan çok, filmin birikerek sona doğru ilerlediğini düşünüyorum. A. Ç. Ö.: Bu arada biraz önyargıyla başlayıp, belki tartışmanın seyri değişebilir diye söylüyorum, buradaki herkes filmi iyi buluyor mu? Nasıl bir film sizce? M. Ö.: Açıkçası bence filme -35 ibaresi konulmalı, hani +18 gibi. Yaş sınırlaması yani. 35 yaşın üstündekiler izlemesin. Sonuçta 35 yaşın altındakilerin ölümle arasında daha fazla mesafe var. Örneğin ben 50 yaşımda izlesem bu filmi, çok korkarım. O yüzden bence 35 yaşın üstündekiler izlemese daha iyi olabilir. A. Ç. Ö.: Yani filmi güçlü buldun? M: Ö.: Evet, evet. Kendi izlenimimden bahsediyorum. Sinematografik bir analiz değil tabii ki. E. A.: Benim iyi bulduğum kısımları da, Haneke’den beklemeyeceğim gereksiz davranışların gösterildiğini düşündüğüm kısımları da var. Çok kısa söyleyeyim. Spot şeklinde söylüyoruz ya, atmosferi, oyunculuğu ve tamamen stüdyo olan bir yeri yaşatmasını, oraya yaşam katmasını sevdim. Sevmediğim kısmıysa, Haneke’ye yakışmayacak bir şekilde bence, şaşırtmak için uğraşması seyirciyi. Filmin sonuyla alakalı. Daha düz akabilirdi. A. A.: Ben de çok güçlü buldum filmi. Haneke farklı bir şey yapmış, dediğin gibi, benim de adamın öldüreceği çok çok uzun bir süre aklımın ucundan bile geçmedi

filmi izlerken. Ama birkaç küçük sinyal vardı sanki. Adamın gözünün önünde eşinin erimesine karşı duyduğu merhamet ya da bencillik. Bunu da tartışırız ayrıca. Ercan’ın “Haneke’den beklenmeyecek” vurgusuna katılıyorum. Ama Haneke’nin kendi filmlerinin dışında biraz daha farklı bir film yapması benim için artı bir şey. Ben Ercan’ın eleştirdiği şeyi, olumlu bir özellik olarak görüyorum.

YUVARLAK MASA

A. Ç. Ö.: Mesela aşkın ızdırabı, aşk ve ölüm, aşk ve hastalık tarzı bir şey olsaydı -belki de şairane bir tutum da olabilir- kelimelerden olabildiğince kurtulma, tasarruf etme ve teke-basite indirgeme şeklinde de olabilirdi ama yine de ben şöyle düşününce, bütün dünyadaki bu adamın takipçilerini, sevenlerini tanıyorsam, ters yönde bir beklentisi olduğu için koyuyordur. Mutlaka ve mutlaka bunu bildiği ve hesaba kattığı için aşk koyduğunu düşünüyorum.

Mayıs 2013

A. Ç. Ö.: Tek zıt görüş ben olacağım galiba. Vasat buldum ben filmi. Tam olarak neden vasat bulduğumu tarif edemeyebilirim ama aklıma gelen şöyle bir örnek var. Mesela bu filmi Uğur Yücel yönetmiş olsaydı, daha çok kişi vasat bulurdu diye düşünüyorum. Onun dışında belki de sevdiğim tarzda bir film olmadığı içindir. Bence işçiliği de çok ince değildi.

M. Ö.: Bağışlayın bölüyorum ama işçilikten tam olarak ne anladığını biraz anlatır mısın? Bir parantez açayım: Benim için mesela sinemada işçilik, daha çok filmin bana hareket katabilmesiyle ilgili. Bu film açıkçası beni harekete zorladı. Kadın felç geçirdikten sonra yatağında uzandığı sahneyi hatırlayın. Tek koluyla kitap okumaya çalışıyor bu sahnede. Yavaş yavaş, hani sanki yanı başında gerçekleşiyormuş gibi bütün hareketler. Ve ben bu sahnede gerçekten tek kolla kitap okumanın nasıl bir şey olduğunu merak ettim. Filmi durdurup en yakındaki kitaba uzandım ve tek kolla kitabı okumayı denedim. Bu bence iyi işlenmiş olduğunu gösteriyor. İzleyiciye hareket katıyor. A. Ç. Ö.: Ben de çok klişeler üzerinden gittiğini düşündüm. Mesela apartman görevlilerinin göçmen olması, iki yaşlı ve bir hastalık, sonra kadın güçten düşecek ve karşılaştığı bütün zorlukları adam göğüsleyecek. Bence bütün bunları sunuşunda bir yenilik yok. Bir özenme yok. Yaşlıların birbirlerini hala sevdiklerini düşünülüyor ama ben çok inanmıyorum, hastalık sonrası çocuklar devreye giriyor. Çocukların kendi hayatları sorunlu. Tam da o gelir grubu ailelerinin yaşadığı standart şeyler, üstelik aşk üzerine sayısız eser varken. Beklendiği gibi ilerledi ve bitti. Çok öznel olmakla birlikte, benim için vasattı. A. A.: Yani filmin imzasından dolayı abartıldığını düşünüyorsun.

A. Ç. Ö.: Aşk kavramı ile Haneke’nin Aşk’ı birbirine çok uzak gibi geliyor. M. Ö.: Bu çok doğal değil mi? Hatta olması gereken de bu değil mi? Yani Aşk filmiyle Haneke’yi, bu noktadan sonra nasıl birbirinden ayrı ele alabilirsin ki? A. Ç. Ö.: Ben de zaten temel olarak buradan eleştiriyorum. Amour’la değil de, Haneke-Amour’la film tam oluyor.

A. A.: Önemli bir nokta bence. Ben bir iletişim bilimci değilim ama iletişimde bize bu estetik mesajı ileten medium’un üzerindeki her şeyin kıymeti vardır ya, afişteki film adının da, yönetmen isminin de bir kıymeti olduğunu belirtmek lazım. Beynimize bir sinyal gönderir

21


YeniYazılar

Mayıs 2013

YUVARLAK MASA

bu afişler: HANEKE! Haneke tedirgin edici filmler yapar! Afişin altında, Aşk yazdığı zaman biz bu aşkın tedirgin edici bir aşk olduğu çıkarımını yaparız. Şimdi başka bir yere sıçrayalım. Benim okuduğum yorumlar -kabaca- ikiye ayrılıyor. Kimisi filmde bitmeye mahkum bir aşk olduğunu ve filmin bu bitmeye mahkum aşkın dramını anlattığını, kimileri de ortada bir aşk olmadığını, adamın bencilliğinin de ortada gerçek bir aşk olmadığı için filmin sonlarına doğru ortaya çıktığını söylüyor. Toparlayıp sorarsak, ortada bir aşk var mı yok mu? Bunun üzerinden aşkın ne olduğunu da konuşabiliriz. M: Ö.: Kısaca cevaplayayım, bence kesinlikle ortada bir aşk var. Bunun en temel argümanı da adamın kadını öldürdüğü sahnede, öldürme kararının kadının “acıyor, acıyor” şeklinde bilinçsiz haykırışları sonrasına denk gelmesi. A. Ö.: Benim burada karşı bir tezim var. Yine o sahneden hareketle ve filmin tek sahnede geçmesiyle ilgili. George, küçükken gittiği yaz kampını anlatmaya başlıyor ve o yaz kampında annesine mektuplar yazdığını, mektupta ya çiçek ya da yıldız çizdiğini. Yıldız, mektuplarda George’un mutsuz olduğunu anlatıyor ve bütün mektuplarında yıldız olduğunu belirtiyor. En sonunda hikayeyi bitirirken, sanırım difteriden ötürü karantinaya kapatıldığını ve bu yüzden çok mutsuz olduğunu belirtiyor. Bu noktada filmin neden tek mekanda geçtiği bir anlam kazanıyor. George yine kendisini karantinaya kapatılmış hissediyor ve en sonunda kadını öldürüyor. Ben en sonunu da şu şekilde yorumlamıştım: Bu karantina atmosferi sonrasında kendini camdan aşağı atıyor ve bu ölmüş aşktan, ölüm getiren aşktan kurtuluyor. E. A. : Bence soruyu şu şekilde yeniden kurabiliriz; hastalık yokken aşıklar mı? O esnadaki aşk tanımı, bizdeki aşk tanımına uyuyor mu? Hastalık böyle bir kırılmaya mı denk geliyor? Hastalık öncesinde de çok büyük bir aşk vardı diye okuyabilir miyiz? Ya da aşk değil de, 40 yılın getirdiği kaçınılmaz bir dostluk, aşkın arkadaşlığa, aşkın alışmışlığa dönme durumu olarak mı yorumlayacağız? Yoksa aşık değillerdi de çok iyi arkadaşlardı ve sonrasındaki süreçte iki dostun başına gelenler mi anlatılıyor? Başında aşıklar mıydı, değiller miydi? A. Ö.: Ben bu noktayı şöyle yorumluyorum, bu çiftin yaşadıkları birebir bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Muhtemelen bu olay, çiftin hayatındaki ilk büyük sorun. Çünkü çiftin kızları eve geldiğinde, ben sizin flörtleştiğini duyardım ve bu benim çok hoşuma giderdi diyor. Filmin ilk sahnelerinde de George, bu akşam da çok güzelsin diyor kadına ama sonraki sahnelerde hiç bu şekilde bir sevgi gösterisine rastlamıyoruz. Yani eşine bir sarılma, öpme gibi bir sevgi gösterisi yok. M. Ö.: Ben katılmıyorum söylediklerine. Filmin başını hatırlayalım, önce ölüm gösteriliyor. Sonra bir anneanne ve babaanne birlikte yaşıyorlar, torunlarını

22

başlarından savmışlar. Ama hastalıkla birlikte, bu çiftin arasındaki aşk gün yüzüne çıkıyor. Çünkü sonuçta, kanaatimce de, aşk hiçbir şey yokken ortaya çıkacak bir şey değil. O aşkın hayat bulacağı bir zemin olmak zorunda. Benim için filmdeki aşk olgusunu yaratan şey, kadının hastalığı sonrası, çiftin ilişkisi. A. Ç. Ö.: Ben kadının hastalanmadan önce de adamdan faydalandığını düşünüyorum arkadaş olarak, bir yaşlılık dönemi partneri olarak. Geçmişlerini bilemeyiz ama o günlerde alışkanlık, arkadaşlık, faydacılık, o eksende bir ilişki olduğunu düşünüyorum kadın tarafında. Adama karşı aşk yok bence. Adamda da sevgiye dönüşmüş bu durum ve biraz daha duygu dengesizlikleri yaşayan, daha alttan alan, daha çok seven tarafmış gibi görünen davranışlarla karşılaşıyoruz. Onun da hastalıkla beraber yeniden bir aşk heyecanına dönüşen duygular içerisinde olduğunu düşünüyorum. Adam, bu kadın ile beraber olabilmek için çok uğraşmış olabilir. Mesela ikili sahnelerde bile adam daha altta, kadın daha böyle senelerdir kendisinden taviz vermemiş gibi duruyor. Aralarında belki bitmiş bir aşk olabilir. Ama dediğiniz gibi, hastalıkla beraber tekrardan ateşlenen bir durum var. Ama bu aşkın da gerçek aşk olmadığını, tamamen tek taraflı olduğunu düşünüyorum. Tek taraflı, çaresiz ve acı veren bir durum olduğunu düşünüyorum. Bu filmde de aşk dışında her şeyden bahsediliyor bence. Adı aşk olmasına rağmen. Örneğin bu kadın bir davette, bir adamdan çok etkilenebilir hala. Ama adam bunu yapmaz diye düşünüyorum. Zaten filmde bunun tek taraflı olduğunu da söylemiştim. Elbette bir aşk uzmanı falan değilim ama aşkın da o kadar uzun sürebileceğini düşünmüyorum. Gençlikten o yaşa kadar devam edemez. Ne bileyim, duyguları eşit değil, çocuklar hastalık halinde bile kopuklar. Aşk dolu bir dünya, benim görüşüme göre, daha mutlu olur. Biz böyle iyiyiz, çocukları boşver diye bir şey olamaz. M. Ö.: Bence olur. En başta o “mutlu aşk” kavramını bence belli bir zaman dilimine sıkıştırmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Dostluk, aşk, arkadaşlık gibi bir ayrım da külliyen yanlış. Çünkü böyle bir sağlıksız ayrımda, bir süre sonra gençlik aşkı gençlik aşkı sonrasının 20 yılının dostluğuna, dostluk sonrası arkadaşlığa, 90-100 yaşları arasında da ölüm ahbaplığına uzanıyor. Bu benim kesinlikle karşı çıktığım lineer, doğrusal bir seyirdir. Hatta varsın olsun, savsınlar çocukları, ne olmuş? Ama şurada haklısın, kadın adam karşısında daha bir bencil. Bir söz vermesini istiyor ya adamın, kendisini hastaneye yatırmaması için. Bu söz adama çok büyük bir yük bindirmek anlamına geliyor. Bu açıdan kadın için biraz daha kolay olduğunu söyleyebiliriz ilişkinin. Ama bence bu kadar bencillik de güzel bir aşka dahildir. Sonuç olarak çok temiz bir aşk var ortada. A. A.: Ben de senin gibi düşünüyorum büyük ölçüde. “Amour” sözcüğünün seçilmesi de bununla alakalı. Aşkın, sadece romantik bir ambalaj olarak kullanılmasına bir itirazı varmış gibi geliyor. Burada anlatılan aşk, bir


YeniYazılar

Çocuklar, henüz çocukken anne ve babasının cilveleşmelerini duyduklarını söylüyor mesela. Bir aşk söz konusu, bence bir aşk var. Ama bize pazarlanan, paketlenen, bahsettiğim şekilde sunulan bir imge olarak aşk yok. A. Ç. Ö.: Ben biraz aşk kötülemesi olduğunu düşünüyorum bir anlamda. Diyelim ki, ben şüphelerimden ve sevmediğim şeylerden vazgeçtim ve bu iki insanın birbirine aşık olduğunu kabul ettim. Bu konuda film çalışıyor diyelim. Bu noktada kadın, hastaneye yatırılmak istemedi ya, bir bakıma, adamı da mahkum etti ölüme. Hani ben öleceğim, benle beraber sen de bir şekilde tadacaksın ölümü, göreceksin, yaşayacaksın, sen de öleceksin benle beraber dedi. Bunun aracı olarak da aralarındaki aşkı kullanıyor. O adamın kendisine bağlılığını kullanıyor diyelim. Aşkı kullanarak adamı da mahkum etmiş oluyor. Adamın bu mahkumiyetten çıkmak için kadını öldürmesi gerekiyor. Ve adam da kendisine böyle bir yol seçiyor. Benim bir sorum var bu arada. Merak ediyorum ne düşündüğünüzü. İki tane giriş sahnesi var filmde. Bir final gösterdiği sahne var. Onu da tadımlık koymuş ki, ne olduğunu bilemiyoruz. Bir de gerçek anlamda film başladığı zaman, uzun bir süre boyunca konser izleyicilerinin çekildiği bir sahne var. M. Ö.: Aranızda sinemanın en uzağında konumlanan kişi olarak söz alayım. İlk başta hakikaten çok garipsedim. Herhalde bu konserde birileri ölecek, biri birini bıçaklayacak falan diye düşündüm. O kadar uzun süre ver sen o sahneye, sonra hiçbir şey olmasın. Ama şunu fark ettim: O kadar konser izlemişimdir, hiç konser izleyenleri izlememişim. O açıdan güzeldi ama olmasa da olurdu. A. Ç. Ö.: Öncelikle şu net, yönetmen o sahnede bize bu iki insanla ilgili bir şey anlatmıyor. Filmin ilk sahnesi, biz karakterleri tanımıyoruz ve o toplamda onlara odaklanmamız olanaksız. Bu nokta önemli. M. Ö.: Bence sırf hakkında konuşulsun diye de yapılmış olabilir. Böyle şeyler de var sinemada. A. Ç. Ö.: Bunun bir cevabı olmalı; çünkü bu tarif ettiğin kanıya varmış olmamız, Haneke’nin hiç hoşuna gitmezdi. A. Ö.: Dediğine katılarak bir şey ekleyebilirim. Afişten ya da oradan buradan gördüğüm resimlerden yola çıkarak, çifti konser izleyicileri arasında aramıştım hatta. Ama görememiştim. Belki kendini sinema seyircisi olarak düşleyip böyle bir şey yapmış olabilir. E. A.: Buna yakın bir okuma da var aslında. Haneke, artistik olarak da güzel kadrajlarla sizi doyurabilen birisi. Dedik ya, afişten isimden, yönetmenden bir sürü

YUVARLAK MASA

anlık duygulanma hali, bir anlık tutku hali ya da bağlı olma hali olarak tanımlanabilecek bir şey değil. Bana, bu çiftin başına gelen şeylerin tamamı aşktır demek istiyor gibi geliyor.

Mayıs 2013

beklentiyle çıkıyorsun izlemeye. Hop, pata küte bir giriş sahnesi. Polisler kapıyı kırarak cesedi buluyor. Sonra da bir konser sahnesine geliyorsun. Sakin olun demek için kullanılmıştır belki de. Haneke, o gümbürtüyü sakinleştirmek için koymuş olabilir.

A. Ç. Ö.: Bir de şu var. İlk yaptığı, teknik bir şey. Seni filmin içine sokmak için, otur izle demek için yaptığı bir hamle. Şimdi seni koltuğuna oturttuktan sonra yönetmen, kuracağı her şey için serbesttir artık. 30 dakika sıkılmadan oturup izleriz muhtemelen durağan bile olsa. İşte onu aldıktan sonra bir de şu var; Acaba Haneke nasıl bir atmosfer yarattı, kamerayı nereye koydu? Ne seçti kendine, önüne ne koyacak? Bunun çok fazla fetişisti de var hani. Bütün bunları sıfırlamak içindir diye düşünüyoruz. Grenli, insanların yüzlerinin artık sahne ışığından dolayı kırmızıya kaydığı, hani hata diyebileceğimiz bir tona kaydığı, kadrajın özensiz, sanki geniş açısı çok yetmemiş gibi, olabildiğince durağan ve bilinçaltımıza oynayan bir tercih görüyorum. Artık tamamen kendini teslim ediyorsun, kalbin atışı, nabız yavaşlıyor. Hamur gibi seyirci oluyorsun. Ve sonra karakterler eve gelirler, artık üstüne gelen her şey kabulündür. Böyle bir oynama yapmış olabilir. Ama bu tarz usta yönetmenler, bir taşla birden fazla kuş vurmaya kalkışabiliyorlar. Yani bunun dışında da başka şeyleri vardır. Hem çiftin gittiği sosyal ortamı görmüş oldun, hem ilginç bir şekilde, izleyici izlemiş oldun. Zaten yeteneklisin, bir taşla birden çok kuş vurmuş oluyorsun. A. A.: Son olarak güvercin sahnesine gelelim. Üzerine en çok konuşulan sahnelerden biri. Fakat Haneke, bu sahnenin Paris’te çok sık rastlanan bir manzara olduğunu belirtip, hiçbir anlam yüklenmemesi gerektiğini söylüyor. Fakat bana da, tahmin ediyorum ki pek çok kişiye de, çok anlamlı geldi bu sahne. Siz ne düşünüyorsunuz?

M. Ö.: Bence sadece adamın psikolojisini, artık delirecek noktaya geldiğini anlatıyor. A. Ç. Ö.: Bence filmin tek samimi sahnesi. Güvercin var ve onu oradan çıkarmaya çalışıyor. O kadar.

Şöyle bir şeyle bitirelim bence. Bu filmden yola çıkarak, şöyle bir senaryo kuralım. Haneke’ye aşk nedir diye soruyorlar. Sizce ne cevap verir? A. A.: Aşk cinayettir diye cevap verirdi herhalde. A. Ç. Ö.: Aşk esaret altında olmaktır derdi bence. A. Ö.: Aşk çaba harcamaktır derdi.

E. A.: Aşk bilinçli olma halidir. O aşkı bilinçli olarak terk ettiğinizde bilinçsizleşirsiniz derdi bana göre. A. A.: Başka ekleyecek bir şeyi olan yoksa, tartışmayı bitirebiliriz. Şöyle bağlayalım; beş erkek toplanıp Haneke’nin Amour’unu ve genel olarak aşkı bu kadar tartışabildik(!) İlk Yuvarlak Masa toplantımızı bitirdik. Önümüzdeki sayıda görüşmek üzere…

23


YeniYazılar

Duvarın Dışından Arda ÖZEL Bilgi Ü. Sosyalist Düşünce Kulübü 19 Kasım 1966’da, Kent İngiltere’deki konseri seyreden seyirciler, tam olarak neyle karşılaşacaklarından haberdar değillerdi. Sadece “sıradışı bir orkestra” olarak duydukları grup, üstlerinde rengârenk tişörtler, renkli sahne ışıkları ve arkalarında yanıp sönen 3 metrelik bir Buda heykeli ile provasını almadıkları doğaçlama bir konsere başladıklarındaysa, Pink Floyd hakkında duyabilecekleri en basit şeyin sıradışı olduğuna kanaat getirmişlerdi. Grubun o dönemdeki gitaristi ve solisti Syd Barrett’in ağır uyuşturucular kullanmasının da etkisiyle, grup uyuşturucu çağrışımlarının yüksek olduğu psychedelic rock türünde eserler vermeye başladı. Müziğin ve sözlerin bağımsızlığı ve uyumu, dönemin tüm eleştirmenlerini Pink Floyd hakkında bir şey yazamaz duruma getirmekteydi. A Piper at the Gates of Dawn ve A Saurcerful of Secrets albümlerinden sonra, Barrett’in artan uyuşturucu problemlerinden dolayı gruptan ayrılmasıyla, grubun müziği de farklı bir noktaya evrildi. Grup A Saurcerful of Secrets’da da yer alan David Gilmour ile birlikte yoluna devam etti. Uzun bir süre Barrett’in yokluğunda nasıl bir müzik yapacağını oturtmaya çalışan grup, giderek psychedelic rock’tan uzaklaşmaya başladı. Rock müziğe daha sanatsal bir yaklaşım kazandırmaya çalışan progressive rock türüne yöneldi. Modern kapitalist yaşamın insan üzerinde etkilerini anlatan Dark Side of the Moon albümüyle birlikte bu türe yönelen grup, albümün ertesinde de insan sorunlarına yoğunlaşan konsept albümler yapmaya devam etti. Ayrılan dostları Syd Barrett’e hitaben yazılan Wish You Were Here ve George Orwell’in Hayvan Çiftliği romanından esinlenen Animals albümleri bunlardan ikisidir.

Mayıs 2013

19 Kasım 1966’da, Kent İngiltere’deki konseri seyreden seyirciler, tam olarak neyle karşılaşacaklarından haberdar değillerdi. Sadece “sıradışı bir orkestra” olarak duydukları grup, üstlerinde rengarenk tişörtler, renkli sahne ışıkları ve arkalarında yanıp sönen 3 metrelik bir Buda heykeli ile provasını almadıkları doğaçlama bir konsere başladıklarındaysa, Pink Floyd hakkında duyabilecekleri en basit şeyin sıradışı olduğuna kanaat getirmişlerdi. yapmanın en önemli sebebi albümün konserinin önümüzdeki Ağustos’ta İTÜ Stadyumu’nda sahnelenecek olması ve albümün, kişinin topluma ve kendisine yabancılaşmayı anlatması konusunda bir numaralı müzikal referans olması. Biz de bu çerçevede, duvarın dününü ve bugününü anlatmak istedik. Yabancılaşmaya Dair Bir Günah Çıkarma: The Wall Üstte belirttiğim gibi Waters’ın tek başına kaydettiği albüm, bu sebepten dolayı diğer Pink Floyd albümlerinden hem müzik hem de söz bakımından büyük farklılıklar taşıyor. Diğer albümlere göre anlatılan şeyin çok daha ağır olduğu albüm, müziksel olarak da Roger Waters’ın sonraki dönem çalışmalarını andıran bir havaya sahip. Albüm de bunu belirterek başlıyor. Birinci diskin başlangıç şarkısında ana karakter (Pink) canlandırmaya başlayacakları şovun farklı olduğunu ve dinleyicilerin şaşırmaması gerektiğini belirterek başlıyor ve kendini bu acımasız insan konumuna getiren süreci anlatmaya başlıyor. Pink’in babası savaşta ölüyor, okulda öğretmenler tarafından dalga geçilen, hor görülen bir çocuk olarak büyüyor, annesinin hayat konusunda onu korkutmasına ve hayatını kontrol etmesine izin veriyor ve bunların sonucunda, adım adım kendisiyle toplum arasında bir duvarın temelini atmış oluyor. Büyüdüğünde bir rock yıldızı olan Pink, diskin sonlarına doğru dış dünyayla ilişkisinin çoğunluğu anlık öfke patlamaları, uyuşturucu kullanımı ve tek gecelik “aşklar” olan bir karakter oluyor. Evliliği çöktüğü andaysa, dış dünyaya elvedasını edip duvarını tamamlıyor.

Sözlerin ve müziğin çoğunluğunu grubun bas gitaristi Roger Waters’ın yazdığı bu albümlerden sonra Waters, tek başına demosunu kaydettiği “The Wall” albümü projesiyle birlikte gruba geldi. Grup albümü tekrar kaydetmeyi kabul etti ama hem herkesin kendi solo projelerine başlamasından hem de buradan sonra Waters’ın gitgide gruptaki tek söz hakkı olan kişi gibi davranmasından ötürü grup, Waters ile yine Waters’ın yazdığı savaş karşıtı albüm “Final Cut” ertesinde yollarını ayırdı. Grupsa, sözleri ve müziği besleyen iki entelektüel kişinin kaybolmasının ertesinde David Gilmour’un solo albümlerini andıran, eleştirmenler tarafından başarısız kabul edilen vasat iki albüm ertesinde dağıldı.

İkinci diskse, tamamen duvarın arkasında geçiyor. Pink kendini kurtaracak dışarıdan insanlara sesleniyor, hep birlikte duvarı yıkmaları gerektiğini haykırıyor fakat karşılık bulamıyor. Umutsuzluk havasında odasından çıkmamaya başlayan Pink’e konsere çıkacak gücü vermesi için bir doktor gönderiliyor ve doktor enerjiyi verecek ilacı veriyor. Psikolojik çöküntü ve uyuşturucuların etkisiyle tekrar konser alanına çıkan Pink, bu sefer bir neo-Nazi olarak davranmaya başlıyor. İnsanları eşcinsel, Yahudi, siyah veya sadece görünüşlerinden ötürü konser alanından çıkarıyor, ona şiddet göstermeleri için teşvik ediyor. Diğer yandan suçluluk duygusu yaşayan Pink, kendini yargıçların faşist solucanlar olduğu bir duruşmaya mahkum ediyor ve yargıç, Pink’in en büyük korkusu olan duvarının yıkılması kararını veriyor. Duvar yıkıldığındaysa Pink, başından beri dostlarının dışarıda onu beklediğini görüyor.

Yazının geri kalanında grubun genel işlerinden ve müzik tarzlarından daha çok, The Wall’a odaklanmaya çalışacağım. Bunu

Albüm, Syd Barrett’in tecrübeleriyle Roger Waters’ın hayatını birleştirerek hazırlanılmış. Uyuşturucu nöbetlerini anlatan kısımlar

24


YeniYazılar

Mayıs 2013

Barrett’in kişisel tecrübelerinden gelse de, sahnedeki neo-Nazi benzeri davranışlar ve ertesindeki suçluluk duygusuna kadar olan kısım Waters’ın hayatını yansıtmaktadır (Waters 1977’deki Flesh turnesi sırasında konsere çıkamayacak biçimde olduğundan enerji verici uyuşturucu alır. Konser sırasında önlerdeki seyircilere küfretmeye ve tükürmeye başlar. The Wall için -bu noktada- bir günah çıkarma bile denilebilir). 35 Yıl Sonra Neden The Wall? Daha çok sahne şovu için hazırlanan albümün, konseri de bir bu kadar hareketli geçiyor. İlk diskin kısımlarında grup, şarkıları söylerken önlerinde bir duvar kurulmaya başlıyor ve ikinci diskin son şarkısı hariç tüm şarkılar sahne arkasında söyleniyor. Albümün konseri üç farklı zaman diliminde yapılıyor. 1980’lerde albümün ilk çıkışının konseri, 1990’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve 2010’dan günümüze kadar süren süreç. Başlığın sorusuna yanıtı, Waters’ın kendisi, 2010’da veriyor. 22 sene önceki bir röportajında, gelecekteki teknolojilerin ya birbirimizden daha çok uzaklaşmamıza sebep olacağını ya da bizi aydınlatmaya yönelik bir adım atacağını yazmış. Bugünse medya manipülasyonlarının yüzeyde yine çok güçlü olduğunu fakat internet gibi teknolojiler sayesinde bunların artık elenebildiğini ve daha umutlu olduğunu söylüyor. 30 sene önce Wall’u yazarken kişisel korku ve kayıplarının aslında ırkçılık, seksizm ve dincilik gibi daha büyük korkuların ürünleri olduğunu fark edemediğini belirtiyor. Artık insanoğlunun daha ileriye gidemeyeceği, daha cömert, bencil olmayan varlıklar olamayacağını söyleyen insanlara katılmadığını söylüyor ve kendisinin umut dolu bakışını başkalarına aktarmasını sanatçının görevi olarak görüyor. Bu vizyonu düşünen tek kişi olmadığını da kanıtlamak için John Lennon’un Imagine parçasından sözlerle bitiriyor yazısını: “Bana hayalperest diyebilirsiniz, ama ben tek değilim.” Bu noktadan da hareketle, 2011’de Atina’da seyrettiğim konserde 1990 konserinden çok farklı şeyler bul-

dum. Karşımda “siyasi duvarlar yıkılıyor” mesajını veren Waters’ı aşan biri vardı. Waters, Yunanca kısa bir konuşma metni hazırlamış. Projeksiyonla duvara yansıtılan konuşmada konser başlamadan gereken “Lütfen kameraya almayın” uyarılarını yaptıktan sonra Waters, Yunanistan’ın AB’ye karşı direnişine dair bir iki selam göndermeyi eksik etmedi. Stanley Kubrick’in Spartacus filminden kesitlerle başlayan şova, duvar kurulana kadar türlü öğretmen, anne ve kamera kuklaları eşlik etti. Şovun en ilginç kısımlarından biriyse Goodbye Blue Sky şarkısının görüntülerindeydi. İkinci Dünya Savaşı’ndaki Londra bombalamasından esinlenerek yazılmış şarkıda, şehirlerin üzerinden geçen uçaklar gerçek bombalar yerine “siyasi” ve “kültürel” bombalar bırakıyorlardı (dolar, avro, shell ve Mcdonalds logoları, orak-çekiç, Yahudi yıldızı ve ay yıldız hatırladığım simgelerden bazıları.) Duvar kurulunca grup kısa bir molaya girdi ve asıl şaşkınlığımı burada yaşadım. Waters’ın teknik ekibi, grup ikinci kısma geçene kadar duvara “Fallen Loved Ones” başlığı altında bir grup insanın fotoğrafını yansıtmaya başladı. Genelde savaşta ölen masum ve gazetecilerden oluşan kısımda, ara biterken Uğur Mumcu ve Hrant Dink’i görmek beni fazlasıyla şaşırttı. (Sonra internette araştırdığımda Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Erdal Eren, İbrahim Kaypakkaya ve Çanakkale Savaşı’nda ölenlerin de bulunduğunu gördüm. Fakat bu noktadan sonra beni daha da şaşırtan, Adnan Menderes’in bu insanlarla aynı yerde çıkıyor olmasıydı. Roger Waters’ın bu çalışmayla birebir ilgilenmediği aşikâr; fakat en azından insan bilen birini görevlendirseydi diyor. Kim bilir daha kimler geçiyor o listeden.) İkinci kısımdaysa, duvara yansıtılan videoları fazlasıyla değiştirmiş Waters. Özellikle müzikal açıdan zayıf olan şarkılarını güçlü görsellerle desteklemeyi unutmamış ve bu konuda ünlü sokak sanatçısı Banksy’den yardım almış. Bunların en dikkat çekicisi “Run Like Hell” şarkısında iPod ürünleriyle dalga geçmek için tasarlanmış olanlar. Kulaklarında kulaklık olan domuzlara “iLead” (yönetiyorum) ve takım elbiseli köpeklere “iProtect” (koruyorum) yazarak albümü Animals’a gönderme yaparken, Bush’a “iBelieve” (inanıyorum), Hitler’e “iPaint” (resim yapıyorum) ve bir grup mezar taşının yanına “iPay” (ödüyorum) yazarak da dönemin liderlerine dair sözünü etmiş oluyor. Duvar yıkıldıktan sonra grup, akustik enstrümanlarla son parçaları söyleyip sahneden ayrılıyorlar. Arasından 35 sene geçmesine rağmen The Wall, imkânı olan herkesin seyretmesi gereken bir şovu oluşturuyor çünkü bu kadar sene içerisinde yabancılaşmayı daha iyi anlatan bir albüm çıkabilmiş değil. (Burada şunu söylemekte yarar var, her ne kadar imkânı olan herkes izlesin desem de konserin en ucuz fiyatı bile bir öğrencinin karşılayabileceği miktarın çok çok üstünde. Ünlü grupların aradan plak şirketlerini çıkarmak için albümlerini internette yayınladığı günlerde, insan Roger Waters’tan da aradan sponsorları çıkararak daha ucuza konser vermesini bekliyor.) Albüm dışında şovun kendisinin verdiği güçlü toplumsal mesajlar ve Waters’ın kendine yeniden biçtiği sanatçı görevi, “tüm zamanların en iyi şovu”nu daha da çok izlenilmeye değer kılıyor. 4 Ağustos’ta duvarları yıkmak dileğiyle…

25


YeniYazılar

Mayıs 2013

Haydar ŞAHİN - İstanbul Ü. Bilimsel ve Sosyal Araştırmalar Kulübü

Geçtiğimiz haftalarda, İran’da “zaman makinesi” icat ettiğini iddia eden bir teknikerin dünya basınında geniş yer bulması üzerine çeşitli mecralarda, zaman yolculuğu konusundaki tartışmalar tekrar alevlendi. Çekiciliği oranında arzulanan bir mesele olan zamanda yolculuk, insanların gündemini işgal edecek gibi. Peki, üzerinde bu kadar dikkat toplayan zamanda yolculuk meselesi nedir, hakikaten zamanda ileri veya geri gitmek mümkün müdür? Bir dönemin bilimkurgu romanlarına ve filmlerine fazlaca konu olmuş bir başlık hakkında fikrimiz kadar yargılarımız da olacaktır. Çoğunlukla zamanda yolculuk denildiğinde aklımıza “Geleceğe Dönüş” filminden Dr. Brown’un arabası ve süper teknolojik araçlar gelir. Ancak, zaman kavramını doğru bir şekilde algılamadığımız sürece, konu üzerine söylenecek sözlerin bir anlamı kalmayacaktır. “Zaman nedir, geçmiş ve gelecek şimdi kadar gerçek midir, bugünle geleceğin bağlantısı nedir, zamanda sıçramalar mümkün müdür” gibi birtakım sorular konumuzun temelinde bulunuyor ve yazımız bunun üzerine şekillenecek. Geçtiğimiz haftalarda, İran’da “zaman makinesi” icat ettiğini iddia eden bir teknikerin dünya basınında geniş yer bulması üzerine çeşitli mecralarda, zaman yolculuğu konusundaki tartışmalar tekrar alevlendi. Ancak konunun medya kuruluşları tarafından bilimsel bir analizden çok flaş haber şeklinde sunulması, insanlığın arayışlarını artırmanın ötesinde törpüleyici bir durum yaratacağa benziyor. Çekiciliği oranında arzulanan bir mesele olan zamanda yolculuk, insanların gündemini işgal edecek gibi. Peki, üzerinde bu kadar dikkat toplayan zamanda yolculuk meselesi nedir, hakikaten zamanda ileri veya geri gitmek mümkün müdür? Bilim insanlarının yaptığı araştırmalara göre, zamanda ileriye gitmek teorik olarak mümkün. Yirminci yüzyılın başlarında Einstein’ın yaptığı çalışmalar, bilim dünyasında büyük bir etki yaratmıştı. Einstein’ın çalışması, madde ile enerji arasında bir bağ olduğunu söylüyordu. E=mc² formülü, fizikte yeni bir dönemin başlayacağının haberini veriyordu. Bu formüle göre bir kilogramlık bir kütleyi, boşluktaki ışığın hızının karesi kadar hızlara çıkardığımızda taşıdığı enerji açığa çıkacaktır. Yani enerji ile madde arasında bir dönüşüm söz konusuydu. Hızlı ve büyük buluşların yapıldığı 20. yüzyılın başları, birbirini destekleyen bilimsel üretimlere sahne oluyordu. Her yeni buluş Einstein’ın düşüncelerini ötelemiyor, aksine tüm düşünceleriyle uyuşuyordu. Bu buluşlar, elbette ortaya atıldığı günlerde büyük kuşkularla karşılansa da bugün genel kabul görmüş teoriler. Bilim aksini ispat etmediği sürece, bilim insanları bu kuramların kabulü üzerinden üretimlerini sürdürüyorlar. Zaman? Zaman kavramını doğru algılamadığımız sürece zamanda yolculuğu da anlayamayacağımızı söylemiştik. Ünlü fizikçilerden atom bilimci ve zaman kaydedici Steve Jefferts, bir söyleşisinde şöyle diyor: “Bence

26

Mümkün mü?

Zamanda Yolculuk

hepimiz doğal bir şekilde zamanı anladığımızı düşünürüz. Zaman akar, geçer, yaşlanırız, dün olanlar bugün olmuyordur ve benzeri şeyler... Ancak ister zaman üzerine çalışan fizikçiler olalım, ister yaşamımızdan memnun olan insanlar olalım, hiçbirimizin zamanı gerçekten doğru bir şekilde anladığını düşünmüyorum.” Kuşkusuz, Jefferts’in böyle düşünmesinin önemli sebeplerinden birisi, zaman konusunda yeterince birikimin olmaması. Atlanmaması gereken bir nokta ise zamanın tüm insanlar için aynı şeyi ifade etmeyeceği, yani zamanın kişiye özel olması. Zaman, hızımıza ve tabi olduğumuz yer çekimine bağlı olarak değişiyor. Einstein’in ortaya koyduğu bu düşünce, zamanın üç mekan boyutuna ek olarak dördüncü boyut olmasıyla uyumluluk gösteriyordu. Zaman dördüncü boyuttu ve mekan boyutlarıyla arasında bir örüntü vardı. Einstein yerçekiminin zaman ve mekan boyutlarına etkisini araştırdı ve zaman-mekan boyutlarının eğimli olduğunu kanıtladı. Evrende eğimler varsa zamanda yolculuk da mümkün olabilmeliydi. Zamanda Geleceğe Yolculuk California Teknoloji Enstitüsü’nden Sean Carroll, “Zaman ilerledikçe gelecek gerçek olmaz, gelecek tıpkı geçmiş ve şu an gibi var olmaktadır. Gelecekte ne olacağını zaman ilerledikçe görürüz fakat o, yaşanan anda gerçek olmaz. Geçmiş, gerçek olan değildir. O nedenle kural olarak geçmiş ve geleceğin tıpkı şu an gibi var olduğuna inanırız” diyor. Gelecek, doğrusal bir yolda ilerleyen mevki değil, şu an gibi gerçek olandır. Fizikçiler geleceğe yolculuk konusunda yürüttükleri kuramsal çalışmalar sonrasında geleceğe ulaşmanın mümkün olduğunu söylüyorlar; ancak, gerekli teknolojiyle. Kuramsal olarak mümkün olsa da geleceğe yolculuk için gerekli olan teknolojiyi üretmek, dahası gereken enerjiyi bulabilmek şu an için mümkün değil. Ancak istediğimiz ölçeklerde olmasa da zamanda ileriye yolculuk konusunda verilebilecek kimi örnekler mevcut. Güncel olarak kullanabildiğimiz teknoloji sayesinde ışık hızını kesin bir şekilde saptayabiliyoruz. Yapılan deneyler sonucunda, ışığın boşlukta saniyede ortalama 300 bin kilometre yol aldığını biliyoruz. Işık evrende en hızlı hareket eden olgudur ve ışık hızıyla hareket etmek ışığa özgüdür. Ancak ışık hızına yakın hızlarla hareket etmek mümkün. Bunun en iyi örneği İsviçre’de yürütülen CERN deneyi. CERN’de LHC adındaki hızlandırıcıda protonlar elektromıknatıslar sayesinde çok yüksek hızlara çıkarılıyor. Einstein formüllerine göre, ışık hızına


YeniYazılar yaklaştıkça maddenin kütlesi artıyor ve zaman o madde için daralıyor. Buradan bir çıkarsama ile CERN’de çok yüksek hızlarda çarpıştırılan protonların parçalanma sürelerinde bir değişiklik söz konusu olacaktır. CERN’de çarpıştırma sonrası yapılan analizler, bu çıkarsama ile uyumluluk göstermektedir. Örneğin, “Pi meson” adındaki parçacıklar, normal koşullarda saniyenin tam 25 milyarda biri aralığında parçalanırlar. Ama ışık hızına yaklaştıklarında, 30 kat daha fazla dayanırlar. Bu parçacıklar, gerçek zaman yolcularıdır. Bilgisayar teknolojisinin ilerlemesi sayesinde çok hassas ölçümler yapmak mümkün hale geldi. Artık 16 haneli saatler ile zamanda hassas ölçümler yapabiliyoruz. Dünya’dan ortalama 20 bin km. yükseklikteki yörüngede dönen uydular, saatte 20 bin km. ile 200 bin km. arasında değişkenlik gösteren hızlarla hareket ediyor. Dünyanın yerçekiminin çok az etkidiği bu uydularda, zamanda ileriye yolculuğun bir başka örneğini görüyoruz. Zaman bulunduğunuz yere göre, yani, size etkiyen yerçekimi kuvvetine göre değişkenlik gösteriyor. Örneğin, uzayda bulunma rekoru elinde olan Sergei Krikalev, toplamda 803 gününü uzay istasyonunda geçirmiştir. 803 gün boyunca ortalama 272 bin kilometre hızla hareket eden Krikalev, saniyenin kırk sekizde biri kadar zamanda yolculuk yapmıştır.

Mayıs 2013

yaya ulaşması 8 dakika sürüyor. Yani güneşe baktığımızda, güneşin 8 dakika önceki halini görüyoruz. Ya da bizden kilometrelerce uzaklıkta olan bir yıldızın yıllar önceki görüntüsünü görüyoruz. Dolayısıyla güneşin ya da gökyüzünde gördüğümüz yıldızın geçmişini görmüş oluyoruz. Toparlayacak olursak, zamanda yolculuk, yıllardır insanların merakla baktığı ve arzuladığı bir konu olma özelliğini koruyor. Anlaşılacağı üzere, ne gereken kuramsal çalışmalar yeterince ilerlemiş durumda ne de bizi yolculuk ettirecek teknolojik gelişime ulaşabildik. Ancak bilim, yığılarak yoluna devam ediyor. Yeni kuramlar kimi zaman eski düşünce kalıplarını yıkarak kimi zaman da bir öncekini destekleyerek çıkıyor. Şu an için zamanda yolculuk mümkün değil desek de belki daha iyi bir dünyada mümkün olabilir. Belki bir gün biri gelecekten gelip bize o müjdeli haberi verecektir.

Bu iki örnekte de görebileceğimiz gibi, zamanda ileriye yolculuk sadece kuramsal değil, kimi örneklerle gözlemlenebiliyor. Bir zaman makinesi ile yola çıkıp 2113 yılına ulaşabilmemiz için, gerekli olan teknolojiyi üretmemiz gerekiyor. Şu an için henüz erken olsa da bilimin ilerleyişiyle bir gün mümkün olabilir. Zamanda Geçmişe Yolculuk Zamanda geleceğe yolculuktan daha gizemli duran geçmişe yolculuk hakkında, ne yazık ki henüz net bilgilerle hareket etmek mümkün değil. Ancak bilim insanlarının öngörüleri ile yaptıkları kimi çalışmalar ve çıkarsamalar mevcut. Her ne kadar gizemlerini korusalar da bunlardan tutarlı olan ikisi, geçmişe yolculuk için kullanabileceğimizi düşündüğümüz karadelikler ve solucandelikleri. Karadelikler, çok büyük çekim kuvvetleri sayesinde yakınlarında olan her şeyi, ışık dahi, çekip yutan karanlık cisimlerdir. Karadelikler evrene yayılmış bir şekilde bulunurlar ve çok ağırdırlar. Bilim insanları -ağırlığından kaynaklı- karadeliklerin, uzayzamanı diğer gök cisimlerinden çok daha fazla bükebileceğini düşünüyorlar. Eğer büyük bir karadelik yaratabilir ve bükülen zaman döngüsünden çıkabilirsek, zamanda geçmişe yolculuk etmiş olabiliriz. Bu teorik olarak kulağa hoş gelse de şu an için ne böyle bir karadelik yaratmak mümkün ne de karadelikten sağ çıkabilmek. Geçmişe yolculuk için bir başka teori ise solucandelikleri. Solucandeliklerinin olduğuna dair herhangi bir kanıt olmasa da varlığına dair ciddi bulgular mevcut. Solucandelikleri tanımı, elma kurtları ile yapılan bir analojiden gelir. Yani elma kurtları elmanın etrafını dolanmaz ve elmanın bir ucundan girer diğer ucundan çıkar. Solucandeliklerinin de iki alan -başka bir tanımlamayla iki evren- arasında bir bağlantı kurduğu düşünülüyor. Eğer solucandeliğinin bir ucundan girersek, başka bir evrene ya da zamana çıkmamız mümkün olabilir. Ancak şu an için ne solucandeliklerinin var olduğuna dair elimizde kanıtlar yok, bunun mümkün olabileceğine dair teorik bulgular da. Bir zaman makinesi yapıp yolculuk yapmak mümkün görünmese de kimi zaman yolcuları var. Örneğin güneşten yola çıkan ışıkların dün-

27


YeniYazılar

Mayıs 2013

Ateist Otistikler, Otistik Ateistlere Karşı! Çağrı Mert BAKIRCI - ODTÜ Biyoloji ve Genetik Topluluğu, Evrim Ağacı

22 Nisan 2013 tarihinde gündeme düşen, Adana Otistik Çocuklar Sağlık ve Eğitim Derneği Başkanı ve “sosyolog” Fehmi Kaya’nın “Araştırmacılar ABD ve Kanada’da ateizmin, otizmin farklı bir biçimi olduğunu söylüyorlar” şeklindeki açıklaması ve bundan sonra doğan tartışmalarda sarf edilen “Otizmli dahi olsa, bir insan ateist doğamaz” gibi cümleler, son 10 yılda bu şekilde hakaret içerikliymiş gibi kullanılmaya başlayan ve halk tarafından içeriği anlaşılmadığı belli olan bir sözcüğe işaret etmektedir: Ateizm. Bazı sözler, esasında hakaret anlamı taşımamalarına rağmen belli ideolojiler tarafından kullanıldığında, belli kişileri veya grupları aşağılamak ve onları küçük görmek amacı güdebilir. 22 Nisan 2013 tarihinde gündeme düşen, Adana Otistik Çocuklar Sağlık ve Eğitim Derneği Başkanı ve “sosyolog” Fehmi Kaya’nın “Araştırmacılar ABD ve Kanada’da ateizmin, otizmin farklı bir biçimi olduğunu söylüyorlar” şeklindeki açıklaması ve bundan sonra doğan tartışmalarda sarf edilen “Otizmli dahi olsa, bir insan ateist doğamaz” gibi cümleler, son 10 yılda bu şekilde hakaret içerikliymiş gibi kullanılmaya başlayan ve halk tarafından içeriği anlaşılmadığı belli olan bir sözcüğe işaret etmektedir: Ateizm. (1), (2) Bu şahısların ağızlarından çıkan sözlerin rastgele söylenmiş olması pek olası gözükmüyor. Bu, bilinçaltında biriken nefretin, popülist bir maske ile dışavurumundan ibarettir ve ne ciddiye alınacak ne de savunulacak bir tarafı bulunmaktadır. Buna rağmen bu söz öylesine yankı uyandırdı ki, birçok farklı otizm derneklerinin liderleri, çeşitli bakanlar, psikologlar, psikiyatrlar ayağa kalktılar ve Fehmi Kaya’yı olumsuz yönde eleştirdiler.(3), (4) Bu tepkilerinin nedeni neydi? Otistiklerin ailelerinin bu kıyaslamadan “alınmış” ve “incinmiş” olması… Öyle ya, bu ailelerin çocukları nasıl olur da bir “ateist” ile kıyaslanabilirler? Kabul edilemez! Ne hakaret ama! Evet, Fehmi Kaya muhtemelen bu sözleri bilimsel bir araştırmadan anladıklarını (!) halk ile paylaşmak için sarf etmedi, (5) ateistleri zeka problemli sandığı için böyle bir benzetmede bulundu. Bazıları hariç, televizyonlara çıkan, gazetelerde yazan,

28

haberler yapan bir tane aklıselim de çıkıp demedi: “Neden bu kıyaslamadan incineceklermiş? Ateist olmak kötü bir şey mi? Nasıl böylesine normal iki unsuru birbirinin yerine, hem de aşağılama amaçlı kullanabilirsiniz?” Yani kimse çıkıp da asıl sorgulanması gerekeni sorgulamadı. Bilineceği gibi ne “otistik” bir hakaret sözcüğüdür ne de “ateist”... Burada olan çok da “düşüncesizce” savrulmuş bir söz değildir esasında. Başlarken söylediğim gibi burada olan, “sevilmeyen” bir kısma karşı duyulan nefretin dışavurumudur. Evet, halkımız “ateistlerden” hoşlanmamaktadır. Çünkü ateizm, bu bilgisizlere göre, ancak gelişmemiş beyinlerin varacağı bir sonuç olabilir. Bundan daha ironik bir yaklaşım herhalde olamazdı. Şöyle ki: Fehmi Kaya’nın sözlerine temel edindiği “ABD ve Kanada’daki araştırmacılar tarafından yapılan çalışma”, PLoS One dergisinde 30 Mayıs 2012’de yayımlanmış olan “Zihinleştirme Eksiklikleri Kişisel Tanrı İnancını Kısıtlandırıyor” başlıklı makaledir [5]. Makalede 4 farklı vaka analiz edilmektedir ve elde edilen verilerden kısaca şu sonuçlara varılmaktadır: Bir birey, otizm ölçeğinde daha ileri düzeyde otizmli ise dini inançları o kadar zayıf olmaktadır. Araştırmacılar, birçok defa, bunun en muhtemel sebebinin dini inanç gibi soyut düşünmeye dayalı ve “zihinleştirme” ile ilgili etkinliklerin beynin belli bölgelerinin aktivasyonu sayesinde yapılabildiğini, dolayısıyla otizm arttıkça bu becerinin azalması olduğunu vurgulamaktadır. Dolayısıyla, esasında sadece dini inançlar değil, soyut olan her türlü kavramın algılanması ve dolayısıyla o


YeniYazılar

kavramlarla ilgili çıkarımlar yapabilme becerisi, zihinleştirme yetisinin azalmasıyla birlikte azalmaktadır. Ancak Kaya’nın “sandığı” gibi bu, ateistlerin de otizmli olduğu anlamına hiçbir şekilde gelmemektedir. Bu araştırmadan herkesin kolayca anlayabileceği şu sonuç çıkmaktadır: Otizmli bireyler ateizme meyilli olabilirler; ancak ateist bireylerin otizm ile bir alakası bulunmamaktadır. Zaten yine bu makalenin yazarları, 27 Nisan 2012’de Science dergisinde çıkan “Analitik Düşünce Dini İnançsızlığı Artırıyor” başlıklı makalelerinde de analitik zeka ile inançsızlık arasında doğru orantı olduğu deneysel olarak göstermektedirler.(6) Ancak ateizmle ilgili tek kriterin analitik zeka olmadığını da vurgulamaktadırlar. Yani bu araştırmadan çıkarılacak olan da inançlı insanların zekalarının düşük olduğu değildir, örneğin. Yani bu iki araştırma birleştirilirse, varılacak olan sonuç şudur: Otizm ölçeği değeri arttıkça soyut düşünme kapasitesi azalmaktadır, dolayısıyla bu bireyler dini inanç ve düşünceleri algılayamamaktadırlar (bunun ateistlerin otizmli olmasıyla bir alakası yoktur). Bunun zıttı şekilde, otizmli olmayan “normal” bireylerde analitik zeka arttıkça da ateizm artmaktadır; bu sefer sebep, analitik düşünme becerisinin dini düşünceler gibi sezgisel ve daha basit yapılı düşünce becerilerinin

Mayıs 2013

baskılamasıdır. Yani hiçbir şekilde Kaya’nın vardığı sonuca varmak mümkün değildir. Ateizm genetik ya da fiziksel bir olgu değil, düşünsel bir duruştur. Günümüzde yaygın olarak kabul edilen görüşe göre bir bireyin ateist olma sebebi tek bir faktöre bağlanamaz. Hele ki herhangi bir şekilde zihinsel kapasitedeki zayıflık ile ilişkilendirilmesi, eldeki tüm bilimsel verileri hiçe saymak olacaktır. Bunu destekleyen bulgulardan biri, günümüzdeki bilim insanlarının en sınırlı ihtimalle yüzde 52, en geniş ihtimalle yüzde 72’sinin ateist olmasıdır. Üstelik “bir çocuğun ateist doğması mümkün değildir” açıklaması da tamamen ters bir ifadedir. Teknik olarak her çocuk ateist olarak doğar, sonradan dünya üzerinde şans eseri içine doğduğu dini kültürel olarak benimser. Ancak sonradan gelen eğitim ve bu konular üzerinde düşünme sonucu, yeniden ateizm benimsenebilir. Dolayısıyla bunu otizm ile kıyaslamaya kalkmak bile tamamen hatalı olacaktır. Sonuç olarak, bu konuda yapılan bütün açıklamaları fütursuzca ve bilgisizce savrulmuş düşünce kırıntıları olarak görüyorum. Eğer ki Kaya sözleriyle ateistleri bir şekilde aşağılamaya çalıştıysa (ki bunu otizm üzerinden yapmak düşündürücüdür), dünya çapındaki bir milyardan fazla ateisti itham ettiğini biri ona hatırlatmalıdır .(7) Dipnotlar:

Bilineceği gibi ne “otistik” bir hakaret sözcüğüdür ne de “ateist”... Burada olan çok da “düşüncesizce” savrulmuş bir söz değildir esasında. Başlarken söylediğim gibi burada olan, “sevilmeyen” bir kısma karşı duyulan nefretin dışavurumudur.

(1) http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/skandal-sozler-otistik-cocuklar-dogustan-ateist-onlari-inancli-hale-getirecegiz (2) http://bebekvecocuk.milliyet.com.tr/-otistik-cocuklarin-ateist-oldugu-iddiasi/ haberpanosu/haberdetay/24.04.2013/1697770/default.htm (3) http://www.focushaber.com/fatma-sahin-den-otizm-ateizm-yorumu-ne-insani-ne-vicdani-h-298532.html (4) http://www.haberturk.com/polemik/haber/838879-uzmanlardan-sert-tepki (5) http://www.plosone.org/article/info:doi/10.1371/journal.pone.0036880 (6) http://www2.psych.ubc.ca/~ara/Manuscripts/Science-2012-Gervais-493-6. pdf (7) http://www.pewforum.org/global-religious-landscape-unaffiliated.aspx

29


YeniYazılar

Mayıs 2013

EGE ÜNİVERSİTESİ’NDE 17. TİYATRO GÜNLERİ

Ege Üniversitesi Tiyatro Topluluğu Tiyatro Günleri en genel anlamıyla bir ortaklaşmanın ürünüdür.1965 yılında kurulan bu topluluğun oluşturduğu birikimin geleneği olan Tiyatro günlerinin amaçlarından biri de her sene gündeme ilişkin tavrını ortaya koymasıdır. Tiyatro günlerinin amaçlarını sıralarsak: • Ege Üniversitesi'nde nitelikli ve kapsamlı sanatsal bir etkinliği gerçekleştirerek kent ve üniversite kültürüne katkıda bulunmak ve bunu ileriye taşımaktır. • Amatör tiyatroların ve üniversite tiyatrolarının faaliyetlerini İzmirli

sanatseverlere duyurmak ve bu suretle amatör tiyatro ruhu moral motivasyonunu yükseltmek. • Amatör tiyatro toplulukları arasındaki dayanışma ve paylaşımın arttırılması. • Ege Üniversitesindeki öğrenci ve görevlilerin sanatsal beğenilerini tiyatro yoluyla geliştirmek, donanımlı bir tiyatro seyircisinin yetişmesinde aktif rol oynamak. • Ülkemiz tiyatrosuna yeni tartışma alanları açmak, yeni bakış açıları ile gelişimine katkıda bulunmak.

EÜTT 17. TİYATRO GÜNLERİ PROGRAMI 8 MAYIS – ÇARŞAMBA

14 MAYIS - SALI

20:00 Ege Üniversitesi Tiyatro Topluluğu – “Getto” Joshua Sobol

15:00 Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tiyatro Topluluğu – “Tensing” Memet Baydur

9 MAYIS – PERŞEMBE

20:00 Domus Sanat Çiftliği – “Kadınlar, Aşklar, Şarkılar” Şamil Yılmaz

15:00 Yıldız Teknik Üniversitesi Oyuncuları – “Çukur” Ali Mustafa Kemal Tut

15 MAYIS - ÇARŞAMBA

20:00 Zemin Kat Oyuncuları - “Joko'nun Doğum Günü” Roland Topor

15:00 Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tiyatro Topluluğu – “At” Gyula Hay

10 MAYIS – CUMA

20:00 Ankara Tıp Oyuncuları – “Popcorn” Ben Elton

20:00 Anadolu Üniversitesi Tiyatro Kulübü Tiyatro Poetika - “Dar Ayakkabıyla Yaşamak” Duşan Kovaçeviç

16 MAYIS - PERŞEMBE

11 MAYIS - CUMARTESİ

20:00 Teatra Tov – “Şizo” İhsan Gümüşten

12:00 Hacettepe Üniversitesi Tiyatro Topluluğu - “Savaş Baba” Yakovos Kambanellis

17 MAYIS - CUMA

16:00 Uludağ Üniversitesi Oyuncuları - “Suçsuzlar Çağı Suçlular Çağı” Siegfried Lenz

16:00 İstanbul İktisat Sahnesi – “Önder” Eugene Ionesco

20:00 Anadolu Üniversitesi Tiyatro Kulübü Özdüşüm Oyuncu Atölyesi - “Titanik Orkestrası” Hristo Boytchev 12 MAYIS – PAZAR 12:00 İTÜ Sahnesi - “Hanımların Dikkatine” Seray Şahiner 16:00 İTÜ Timis Oyuncuları - “Mahmud ile Yezida” Murathan Mungan 20:00 Ege Sanat Atölyesi - “Kasabanın Sırrı” Robert Crichton 13 MAYIS - PAZARTESİ 12:00 Ege Üniversitesi Yaratıcı Drama ve Doğaçlama Tiyatro Topluluğu – “Döngü” Grup Metni 16:00 Ege Tıp Tiyatro Topluluğu - “Geliş-Gidiş” Samuel Beckett 20:00 Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Oyuncuları – “Ful Yaprakları” Civan Canova

30

15:00 Yaşar Üniversitesi Tiyatro Topluluğu – “Cimri” Moliere

14:00 Atlas Tiyatro Araştırmaları – “Grete Samsa” Franz Kafka 20:00 İstanbul Üniversitesi ÖKM Sahnesi – “Johan Padan Amerika'yı Keşfediyor” Dario Fo 18 MAYIS - CUMARTESİ 12:00 Anadolu Üniversitesi Tiyatro Kulübü Yaşayan Tiyatro- “Hıdrellez” Firuze Engin 16:00 Çapa Oyuncuları – “Açık Denizde” Slawomir Mrozek 20:00 Beyoğlu Kumpanya – “Sevil Berberi” Pierre Beaumarchais 19 MAYIS - PAZAR 12:00 İTÜ Taşkışla Sahnesi – “Scapin'in Dolapları” Moliere 16:00 Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları – “Çingenenin Şarkısı” Federico Garcia Lorca 20.00 İstanbul Tıp Fakültesi Tiyatro Topluluğu – “Fizikçiler” Friedrich Dürrenmatt


YeniYazılar

Mayıs 2013

Ege Üniversitesi Tiyatro Günleri şimdiye kadar üniversitelerde tiyatro grupları tarafından hazırlanan oyunlarının çok önemli bir kısmına ev sahipliği yapıyor. Bu oyunlara önümüzdeki dönem başka festivallerde de rastlama şansımız yüksek. Bu sebeple bu oyunların bir kısmını kısaca tanıtmak istedik. Yer kısıtı sebebiyle tanıtamadığımız oyunları önümüzdeki sayımızda tanıtacağız. Yıldız Teknik Üniversitesi Oyuncuları – “Çukur” -Ali Mustafa Kemal Tut Oyun; zavallı kahraman-kurban bir adamın korkunç bir çukurda umutsuz bir şekilde çabalayışının hikayesini anlatıyor.Eğlenceli ve fantastik bir kara mizah örneği olan oyun seyirciyi çukurla yüzleşmeye çağırıyor Zemin Kat Oyuncuları(İstanbul Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Tiyatro Kulübü)- Joko’nun Doğum Günü- Roland Topor Joko'nun Doğum Günü isimli oyun, ütopik bir biçimde , sıradan hayalleri olan Joko isimli karakterin,diğer insanlar tarafından sömürülüşünü kara mizah türünde anlatıyor.Bizse bu oyunu, Joko isimli karakterin hayallerine ulaşabilmek için katlandığı şeyler üzerinden ele aldık. Joko her ne kadar hayallerine ulaşmak için bütün bunlara katlandığını ve sonra her şeyin istediği gibi olacağını düşünse de, kendisine ve hayallerine “yabancılaşmak”tan kendini alamıyor,bütün bu hayallerini savunurken,amacını unutup,kendini farkında olmadan “sistem”diye nitelendirdiğimiz şeyin içinde buluyor. Anadolu Üniversitesi Tiyatro Kulübü Tiyatro Poetika - “Dar Ayakkabıyla Yaşamak” Duşan Kovaçeviç 400 işçinin çalıştığı bir ayakkabı fabrikası özelleştirilince iflas eder. Buna 5 işçi karşı çıkar ve açlık grevine başlar. Oyun açlık grevi boyunca yaşananları anlatır. Medya ve işverenlerin işbirliğinin nasıl sonuçlara neden olduğunu açığa kavuşturulması amaçlanır. Ölüm- Kalım Oyunu, medya, işverenler ve işçiler... Hacettepe Üniversitesi Tiyatro Topluluğu - “Savaş Baba” Yakovos Kambanellis Çağdaş Yunan tiyatrosunun önde gelen öncü tiyatro adamlarından olan yönetmen, oyun yazarı Yakovos Kambanellis'in bu oyunu, güldürü türünde ve anti-militarist bir oyun. Kambanellis, yeni Yunan drama sanatını temsil eden oyunlarında, gündelik yaşamdan yola çıkarak, Yunan toplumsal gerçekçiliğini Brecht'çi epik ve simgesel biçimde sergiler. Umutlarını yitirmeyen halkının, kendi yazgıları, sınıfsal ezilmişlikleri ve yoksulluklarıyla mücadelesini, güldürü ögesini öne çıkararak anlatır. Savaş Baba, yazıldığı yıllarda oynanması için hazırlık yapıldığı sırada, Yunan Albaylar Cuntası tarafından yasaklanmış; ancak 1980 yılında yeniden sahnelenebilme olanağına kavuşabilmiş. Kambanellis bu oyununda, tarafsız Rodos halkı ile, "haklı olmak için güçlü olmak gerekir" tezini savunan, savaşçı Dimitros'un mücadelesini, güldürü biçiminde anlatır ve oyunu ironik bir sonuçla noktalar Uludağ Üniversitesi Oyuncuları - “Suçsuzlar Çağı Suçlular Çağı” Siegfried Lenz Suçsuzlar Çağı - Suçlular Çağı, 1961'de Bremen edebiyat ödülünü almıştır. Son derece tanıdık olan, suç, suça katılma ve suçla kendini özdeşleştirme gibi konuları ele alır. Bu oyunda tanıdık insanları görmekteyiz. Kendini önemseyenler, sorumluluk duyanlar, öz eleştiri yapanlar, şüpheciler ve özellikle fırsatçılar. Siegfried Lenz bu oyunda bizi kendimizle yüzleştiriyor. Kendimizi yani insan olma durumunu daha yakından görme olanağını sağlıyor. Belli koşullar ve öznel durumlar yaratıldığında ya da düşlenildiğinde haklı olmayan kimse yoktur. Belli koşulların çokluğu azınlığı dışlar. Böylece adımızla yan yana gelmesine tahammül edemediğimiz ''suç'' kelimesi

artık dışlananların, ötekilerindir. Tanımlanan her şey niteleyeceği kurbanları bulur. Peki ötekiler başa gelirse suç neyi niteler? Anadolu Üniversitesi Tiyatro Kulübü Özdüşüm Oyuncu Atölyesi “Titanik Orkestrası” Hristo Boytchev Terkedilmiş bir tren garında yaşayan ve tek hayalleri o tren garından kurtulmak olan dört serseri...Ama nereye gideceklerini bilmiyorlar. Planlar kurup geçen trenlerden birine binebilmek için uğraşmaktadırlar. Ve bir gün geçen bir trenden sandık atılır. Sandıktan bir sihirbaz çıkar ve başlar serserilerin hayatlarını ele geçirmeye. Varoluşçuluk felsefesinden beslenen oyun dört serserinin sihirbazla birlikte hayatlarının nasıl değiştiğini anlatmaktadır. İTÜ Sahnesi - “Hanımların Dikkatine” Seray Şahiner Gençken okuldan alınan ve zengin bir kadının yanına çalışmaya yollanan Reyhan'ın, hayranı olduğu Türk filmlerindeki aşka ulaşmak isterken mutsuz bir evliliğin içine düşmesi ve ardından aldatıldığından şüphelenmesini anlatan oyun, Samatya atmosferi içinde başarılı karakter portreleri sunuyor. Oyun, güçlü kurgusu ve iyi karakter portreleri üzerinden işlenmiş toplum baskısı temasının yanında, grubun düz metin üzerindeki performans arayışına olanak tanıyacağı için de heyecan uyandırdı. Ege Sanat Atölyesi - “Kasabanın Sırrı” Robert Crichton Mussolini’nin ölümü üzerine Nazi Almanyasının işgal ettiği bölgeler arasında İtalya’da bir dağ kasabası olan SantaVittoria da bulunmaktadır. Naziler savaş masraflarını karşılamaya çalışmaktadırlar. Tek geçim kaynağı şarap üreticiliği olan kasaba halkı şaraplarını saklar. Oyun, bu eksende geçen gülünç ve trajik olayları konu alır. Gerçek bir olaydan yola çıkılarak yazılan “TheSecret of SantaVittoria” romanı bir yıl boyunca Amerika’nın en çok satan kitabı olmuş ve sinemaya uyarlanmıştır. Ege Üniversitesi Yaratıcı Drama ve Doğaçlama Tiyatro Topluluğu – “Döngü” Grup Metni Aile içi şiddetin yarattığı sorunlar ve yansımalar oyunun temel konusudur. “Döngü”de aile içi şiddet konusunda ortaya çıkan temel sorunların nasıl çözüleceği seyircilerden gelen görüşler ve çözüm önerileri çerçevesinde doğaçlama yöntemiyle ele alınır. Oyun için bu konunun seçilme nedeni, günümüzde bile süregelen şiddet konusu üzerine eğilerek insanların bu olaylara bakışını değiştirebilmeyi ve günlük hayatta konuya çözümsel yaklaşabilmeyi sağlamaktır. Topluluk olarak, oyunumuzun, izleyenleri etkileyebilmesi ve onların aklında binbir türlü çözüm şekliyle salondan çıkması sonuçları ile, amacımıza ulaştığımızı düşünüyoruz Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tiyatro Topluluğu – “At” Gyula Hay GyulaHay’ın hemen hemen bütün dillere çevrilen oyunu at, konusunu Roma imparatoru Caligula’nın, bir atı Romanın konsülü yapmasıyla, halkın bu durumu sorgulamadan bir ata itaat etmesiyle başlayan bir at modasını,hattaRomadaki tüm kadınların bu atla evlenmek istemelerinden alan, güzel bir komedi oyunudur. Devamı gelecek sayıda...

31


YeniYazılar

Mayıs 2013

Hacettepe Kitap Topluluğu Neler Yaptı? Neler Yapacak?

Mert DERİNGÖZ - Hacettepe Kitap Topluluğu Fikir Kulüpleri Federasyonu'nun çıkaracağı derginin ilk sayısına yazı yazmak, ayrı bir heyecan kaynağı. Yeni Yazılar Yayın Kurulu Hacettepe Kitap Topluluğu'ndan topluluk çalışmalarımızı anlatan bir yazı istediğinde, hissettiğimiz ilk şey heyecandan önce mutluluktu. Kitap Topluluğu gibi alternatif bir üniversite kültürü oluşturmaya çalışan topluluklar, uzun zamandır yalnız kalmanın sıkıntılarını yaşıyor. Bizim gibi topluluklar uzun zamandır aynı derde sahip başka topluluklara üretimlerini ortaklaştırmanın, paylaşımlarda bulunmanın yollarını arıyordu. Bizi mutlu eden işte bu oldu. Son iki aydır yaptığımız etkinliklerden dolayı Fikir Kulüpleri Federasyonu, topluluğumuzdan dergi için yazı istedi. FKF sayesinde topluluklar birbirini takip ediyor, bir üniversite yapılan bir çalışma başka üniversitelerde başka üretimlere renk verebiliyor artık. İşte bizi mutlu eden üretenlerin, değiştirenlerin yalnızlıklarından kurtulmaları için FKF'nin bir fırsat yaratması oldu. Kitap Topluluğu'nu da bu bilinçle anlatmaya çalışacağım. FKF'nin Facebook sayfasından, bütün toplulukların etkinlikleri takip edilebiliyor. Hacettepe Kitap Topluluğu'nun son dönemdeki etkinlikleri de oradan paylaşıldı. Topluluğumuz kurulduğu 1986 yılından beri, hep aynı derde sahip oldu. Ama etkinliklerimiz hep aynı verimlilikte geçmedi. Fakat özellikle bu yılın ikinci döneminde Kitap Topluluğu rüzgarı esiyor Hacettepe'de. Bologna'cılar, zamane popçularını üniversiteye söyleşiye çağıranlar, aydınlanmayı ampullerde arayanlar, 8 Mart'ta dansöz oynatanlar, artık bu rüzgara karşı ayakta durmaya çalışıyorlar. Bizce bir topluluk, üniversitesine müdahalelerde bulunmalı. Hacettepe'de Bologna süreci tamamlandı. Bu yıl değişiklikler hayata geçirilmeye başladı. Biz de Bologna Süreci'ni en iyi biz anlatırız diyerek “Bologna Süreci Sorgulanıyor” başlıklı bir panel düzenledik. Bologna Süreci'nin emperyalist bir proje olduğunu Nevzat Evrim Önal'dan; Bologna Süreci'nin sağlıkta yaşanan büyük yıkımın eğitim ayağını nasıl tamamladığını Gülriz Erişgen'den öğrendi Hacettepe. Ama etkinliklerimizi panellere sıkıştırmayı pek sevmiyoruz. Sonrasında yuvarlak masamızı kurup, tartışmaya çevirdik etkinliği. Çünkü artık aydınlanmayı kürsülerden yapmanın değil hep beraber tartışarak, hep beraber üreterek “aydınlanmayı örmenin” zamanı. Bizce bir topluluk, üniversitesini sahiplenmeli. Tıp Fakültemizin Nöroloji Anabilim Dalı araştırmacıları, migrenin mekanizmasını açıklayan çok önemli bir çalışma yaptıklarında bu çalışmayı üniversite gündemine Kitap Topluluğu soktu. Dünyaca ünlü Science Dergisi'nde yer alan bu çalışma, ne yazık ki bilim deyince aklına sadece teknokentler ve ilaç şirketleri gelenler tarafından görülmemişti. Araştırma ekibi ile yaptığımız söyleşide salonun dolup taşması, üniversitelerde bilim topluluklarının ne kadar büyük bir boşluğu doldurduğunun göstergesi oldu. Salondan gelen

32

“çalışmanızı yaparken nasıl zorluklarla karşılaştınız” sorusunun araştırma ekibinin sorumlusu hocamız Prof. Dr. Turgay Dalkara'yı duygulandırması, üniversitelerde bilimin durumunu yeterince özetlemekte. Bizce okuyan insan, emekçi halkına karşı sorumludur. Bilim toplulukları sadece üniversitelerde değil memlekette büyük bir boşluğu doldurmakta. Evrim Ağacı, ODTÜ Biyogen ve Hacettepe Biyoloji Topluluğu ile Hacettepe'de düzenlediğimiz “Türkiye Evrimle Tanışıyor – Ankara” etkinliği üniversite dışından yoğun bir katılımla gerçekleşti. Daha sonra düzenlediğimiz, Prof. Dr. Ali Demirsoy'la Evrim Gerçeği etkinliği öğrencilerin ayakta, duvar diplerinde dinlediği bir “hayat gerçeği” etkinliğine dönüştü. Hacettepe'de hep kariyer günleri düzenlenecek değil ya. Kitap Topluluğu gelecek hırsızlığına dair de söz söylemeliydi. Türk Hemşireler Derneği Öğrenci Komisyonu ile birlikte iki etkinlik planladık. İlk etkinliğimizde hemşirelik öğrencileri hangi şirkette kariyerler basamaklarını tırmanacağını tartışmadı bu sefer. Özelleştirmeleri, mesleki yabancılaşmayı, geleceksizleşmeyi “Özelleştirmelerin Hemşirelere Etkisi” başlıklı etkinliğimizde tartıştılar. 26 Nisan'da yapacağımız “Sağlıkta Dönüşümün Sağlık Çalışanlarına Etkisi” başlıklı etkinlikte de Prof. Dr. Erhan Nalçacı'yı ağırlayacağız. Bizce topluluklar, kampüslerinin dışına da bakabilmeli. Devlet Tiyatroları'nın özelleştirilmesi tartışılıyorken, Akün ve Şinasi sahneleri satılmak isteniyorken, tiyatro sanatına sahip çıkmak gerek dedik. Hacettepe Tiyatro Günleri'ni başlattık. Bu yıl büyük usta Ferhan Şensoy'un, Renan Bilek'in ve Ankara Tıp Oyuncuları'nın yer aldığı Tiyatro Günleri, üç günlük bir programla gerçekleştirildi. Gelenekselleştirmeyi düşündüğümüz Tiyatro Günleri'nde, önümüzdeki yıllarda daha çok öğrenci topluluğunun sahne almasını istiyoruz. Saydığım tüm bu etkinlikleri, Şubat-Nisan ayları arasında gerçekleştirdik. Bu kadar kısa sürede tüm bunları yapmamıza olanak sağlayan faktör, atölye çalışmalarımız oldu. İki yıldır faaliyet gösteren evrim, toplum sağlığı, sinema, felsefe atölyelerimiz topluluktaki herkesin bir işin ucundan tutmasına olanak sağladı. Başkanlık gibi nitelemelerin sadece kağıt üzerinde kaldığı topluluğumuzda, herkes koyduğu katkı kadar söz sahibi. Kitap Topluluğu'nun Hacettepe'de estirdiği rüzgarın bir kaynağı yıllardır sabırla ördüğü aydınlanmacı birimkimken diğer kaynağı da Üniversite Kongresi'nden aldığı güç oldu. Düzenleme komitesinde yer almak, daha kongre toplanmadan bize çok büyük enerji kattı. Asıl önemlisi ise Üniversite Kongresi, öğrenci topluluklarına üniversitelerde hak ettiği saygınlığı geri verdi. Hacettepe Bologna Koordinatörlüğü'nün etkinliğine 10 kişi giderken, Kitap Topluluğu'nun “Bologna Süreci Sorgulanıyor” etkinliğinin 250'nin üzerinde katılımcı ile yapılması bundandır.


Yeni Yazılar dergisi, Fikir Kulüpleri Federasyonu çatısı altında buluşan farklı formasyonlara sahip öğrencilerin, üretimlerini buluşturacak bir mecra olmak gayretinde. Üretimleri buluşturmak diyoruz, çünkü bu çatı altındaki pek çok kulüp zaten kendi alanında üretimlerde bulunuyor. Kimileri ise kendi alanlarında yayıncılık faaliyeti de yürütüyor. Ankara Üniversitesi, Marmara Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi çeviri öğrencileri - Çeviri Gazetesi Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü - Antitez ve Ne Yapmalı Ege Tıp Fakültesi öğrencileri - Askleipos Ege Üniversitesi Mühendislik, Mimarlık ve, Planlama öğrencileri - Çizgi Galatasaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Kulübü - Gelecek Sosyalizm İstanbul Üniversitesi İktisat öğrencileri - Artı Değer ODTÜ öğrencileri - Materyal Toplumcu Hukukçular Kulüpleri tarafından - İcab-ı Hal


YeniYazılar

Mayıs 2013

Onlar Vurdu Biz Yaşatacağız, Onlar Yıktı Biz Yapacağız ODTÜ Toplumcu Mühendislik ve Mimarlar Topluluğu ODTÜ Toplumcu Mimar ve Mühendisler Topluluğu ve ODTÜ Mimarlık Topluluğu, Nisan ayının ilk haftasında Özgür Suriye Ordusu’nun Şam Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’ne düzenlediği havan saldırısı sonucu 12 öğrencinin hayatını kaybetmesi üzerine bir etkinlik düzenledi. Kütüphane önünde toplanan öğrenciler, Mimarlık Fakültesine yürüyerek fakültenin önüne hayatını kaybeden öğrencilerin anısına fidan dikti. Suriye’de iki yıldan uzun süredir, emperyalizmin kışkırtıcılığında, kirli bir savaş sürüyor. Bilindiği gibi Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) iki yıl önce "özgürlük" adına başlattığı silahlı mücadele Suriye halkına ölüm ve yıkımdan başka bir şey getirmedi. Cihat çağrıları yapan, Alevilerin, Hıristiyanların katlinin vacip olduğunu dillendiren ve Suudi müftü Muhammed El Arifi’nin verdiği fetvaya göre, kadınlara onların cinsel isteklerini karşıladığı takdirde cennet vadedilen ÖSO’lu militanlar, iki yıldır Suriye halkına ve insanlığa karşı suç işlemeye devam ediyor. Muhaliflerin Suriye’de yaşattığı terörün Suriye halkı için bilançosu ise tam anlamıyla bir yıkım oldu. Onbinlerce insanın yaşamını yitirdiği bu kirli savaşta Suriye ekonomisi milyarlarca dolar zarar ederken, Şam ve Halep gibi büyük kentlerde kıtlık baş gösterdi. Muhaliflerin elektrik santrallerine, altyapı tesislerine düzenlediği saldırılar birçok yerde elektrik kesintilerine, daha da kötüsü insanca yaşam olanağının ortadan kalkmasına yol açtı. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, yurtdışına 1 milyon kişinin kaçtığını açıklarken, Suriye içinde yer değiştiren mültecilerin sayısının ise 2 milyonu aştığı tahmin ediliyor. Bu kirli ellerin desteklediği kirli savaşa, 2013 yılı başında iki yeni katliam daha eklendi. İlk olarak 15 Ocak 2013’de Suriye’nin ikinci büyük üniversitesi olan Halep Üniversitesi'nin Mimarlık Fakültesi ve Yurtlar bölgesi arasına roketatarlı saldırı düzenlendi. Bu saldırı sonucu 87 kişi hayatını kaybetti yüzlerce kişi yaralandı. Suriye Yüksek Öğretim Bakanı tarafından ülkede bir gün yas ilan edildi. Türkiye dahil birçok ülke basınında Esad, Halep Üniversitesi'ni bombaladı olarak verilirken; bu saldırıyı muhalifler üstlendi. Muhaliflerin ikinci üniversite saldırısı ise 27 Mart 2013’te ülkenin en büyük üniversitesi olan Şam Üniversitesi’ni hedef aldı. Muhaliflerin saldırısı sonucu

34

Mimarlık Fakültesi kafeteryasına düşen havan topu, 12 insanın yaşamına mal oldu ve 20’den fazla kişiyi yaraladı. Her iki saldırı da Suriye gençliğini hedef aldı, her iki saldırıda da Suriye'nin geleceği ölüme ve yıkıma mahkum edilmeye çalışıldı. Bizler ODTÜ Toplumcu Mühendislik ve Mimarlar Topluluğu olarak, ne bu katliama ne de bu yüzsüzlüğe sessiz kalabilirdik. Üniversite bir bilim kurumudur ve biz bilim kurumunu bombalayan şeriatçı çeteleri, onları destekleyenlerle yalnız bırakmak istemedik; zira bizim yerimiz o bombayı atanların değil o bombalar yüzünden hayatını kaybeden arkadaşlarımızın yanıydı. Neler yapabileceğimizi tartıştık. Hem yapılan saldırıları kınamak hem de orada hayatını kaybeden arkadaşlarımızın anısını yaşatmak için, okulumuzun Mimarlık Fakültesi'nin önüne bir fidan dikmenin ve bir anıt yapmanın anlamlı olacağını düşündük. Hızlı bir şekilde çalışmalara başlayıp, hem sosyal medya üzerinden, hem okulda astığımız afişlerle hem de çevremizdeki insanlarla konuşarak etkinliğin duyurusunu yaptık. Bunun yanında, yaptığımız bu etkinlikten Suriye'deki arkadaşlarımızın da haberdar edilmesi ve onların yanında olduğumuzun hissettirilmesi gerekiyordu. Ulaşabildiğimiz kadar arkadaşımıza, dostumuza ulaştık. Etkinlik günü, güçlü bir şekilde Mimarlık Fakültesi'ne fidanımızı diktik ve bir anıt yaptık. Orada konuştuğumuz ve birbirimize söz verdiğimiz şey şuydu: Suriye halkı şeriatçı çetelerden kurtulduktan sonra Halep ve Şam Üniversitesi'nde ölen öğrencilerin arkadaşları Suriye'yi yeniden inşa edecek ve biz de toplumcu mühendisler ve mimarlar olarak, o fidan büyüdükçe kendi ülkemizi yeniden inşa etmeye daha da yaklaşacağız. Onlar vurmaya devam ettikçe biz yaşatmaya, onlar yıkmaya devam ettikçe bizler de yeniden yapmaya devam edeceğiz.


FKF derslerde de okutulmaya başlandı! ODTÜ Hazırlık bölümünde 3 binden fazla öğrenci FKF konulu alıştırma yaptı.

Muğla Sıtkı Koçman Üniversite’sinin Toplumsal Araştırmalar Topluluğu tarafından Suriye’de yaklaşık iki yıldır süren ve binlerce ölüme sebep olan savaş hakkında düzenlenen ankete 200 öğrenci katıldı. Anket sonuçlarına göre, “Ülkemizin komşu Suriye ile savaş halinde olması hakkında ne düşünüyorsunuz?” sorusuna öğrencilerin %4’ü “Savaşa Evet” cevabını verirken, %96’sı “Savaşa Hayır” cevabını verdi.

Biyolojinin temeli kabul edilen evrim kuramının örgün eğitim müfredatında bulunmamasından ve bilimsel düşüncenin eğitilmemesinden şikayetçi olan İTÜ SAK Evrim Atölyesi, liselerde evrim ve bilim sunumları yapmaya başladı. Bu amaçla Özel Mimar Sinan Koleji’nde ve Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi’nde ilk sunumlarını gerçekleştiren atölye üyeleri daha fazla okula ve öğrenciye ulaşmayı hedefliyor. Stehen J. Gould sözünü ise kendilerine rehber ediniyorlar: “Evrim teorisi olmayan bir biyoloji eğitimi, periyodik tablosu olmayan kimyaya benzer.”

Bilim ve Sanat Kulübü geçtiğimiz ay Tunceli Üniversitesi’nde "Yeni YÖK Yasa Tasarısı Başlığı Altında Nasıl Bir Üniversite İstiyoruz" adlı panel gerçekleştirdi. Konuşmacılardan Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Rıfat OKÇABOL Yeni YÖK Yasa Tasarısı’nın ayrıntılarını anlatırken, Tunceli Üniversitesi Öğretim Görevlisi Yrd. Doç. Dr. Candan BADEM ise YÖK'ün geçmişten günümüze uzanan tarihsel sürecine değindi. Aynı zamanda, bu etkinlik Tunceli Üniversitesi’nde düzenlenen ilk panel olarak tarihe geçti.


YeniYazılar

Şiir

Deney Dokunmanın deneyini yapmamışlar hiç unutmuş İsviçreli bilimadamları. Ben yapıyorum. Gözlemliyorum: Nevresim kaplı lam Ve lameller arasında çoğalıyor tenin boğuluyor arasında parmaklarımın. Kursağıma acını not ediyorum. Dokunuyorum: Titriyorsun asık yüzlü tabloların dalgalanıyor ütülü çizgileri. Aylak kolunu uyandırıyorum soğuk sarışın tüylerin ecnebi askerler gibi tetikte bekliyor. Yazıyorum: Dokunmak savaş nedenidir bazı ülkelerde. Mayıs-Ağustos 2011 Deniz BOZKURT- Boğaziçi Ü.

36


YeniYazılar

Şiir

Uykuda Elinde, ayın gölgesi, bulutların yükseklik korkusu, dört mevsim, tetikte parmakları bir dağın Uyku uysal bir kedi gibi sokuluyor yanına “Yalnız uyumaz devrimciler” diyor, esmer elleriyle örterken çocuklar gözkapaklarını. Geceye akan bir nehir uzanıyor yatağına Akın ART - Bilgi Ü. Sosyalist Düşünce Kulübü

37


YeniYazılar

ü

Öyk

Kışsonu Asena DOĞAN - Marmara Ü. Toplumcu Hukukçular Kulübü Annem söz vermişti ben küçükken, yemin üstüne yemin etmişti: Doksan beş yaşına kadar yaşayabilecektim. Doksan beşe gelmeden önce yapmak istediklerim var benim de, yalan söyleyemem. Bugün bir adamla karşılaştık, uçaktan inip trene binmiştik, büyük garda indiğimizde alacaklardı bizi. Neyse, garda indik bekliyoruz. Bir adam gördük dedim ya, işte o. Garın çıkışında, ağır ağır içiyor sigarasını. Kafasını kaldırıp gökyüzüne bakıyor. Ama yüzüne baksan, çökmüş gözaltlarına baksan, kimse bu kadar yaşamamalı, haksızlık dersin. Bi’ de Türkiye’den gelmişsin düşünsene, ortalamaya bak. Ama adam mutlu ve hala sigara içiyor! Yaşlanmak ve sırf bu yüzden sigara içememek korkutuyor beni. Sigara içememek en büyük tedirginlik sebebim zaten. Bavulla yokuş çıkmak çok zor biliyor musun? Taşların arasına takılıyor bavulun tekerleri, kolumu incitmiş olabilirim. Burada sokaklar çok güzel. Ya da farklı bizimkilerden. Farklıdaki güzellik gerçek değil, illüzyon. O yüzden ilk dört-beş gün bunu tadını çıkaracağım. Odamın penceresinde bir saksı var, şans işte! Yatağım rahat, banyom da idare eder. Küçük çalışma masasını pencerenin önüne yerleştirdim, akşamları sana yazarım diyorum. Manzaram bile var, gerçekten hayal tatilimi yaşıyorum. İyice cici kız oldum, kusuruma bakma. Ha ne demiştim, doksan beş yaşıma gelmeden önce yapmak istediklerim var: Sigara içebilecek ciğerlere sahip olmak; gördüğüm ölümleri, yaşadığım pişmanlıkları unutabilecek kadar bencilleşmek ve olabildiğince gerçek dişe sahip olmak. *** İki kilise, bir nehir kenarı, dar sokaklar, eski binalar. Al sana özet. Zaten çok konuştuğum videolar çekiyorum ve iki hafıza kartı doldurdum iki günde. Her şeyi fotoğraflıyorum. Olur ya, araba falan çarpar da hafızam silinirse, hayatımla ilgili -tam anlamıyla- hatırlayacağım tek şey bu üç gün olacak. Her anın fotoğrafı mevcut. Bir iki hafta daha sabredip özetle yetinmek zorundasın. Üzgünüüüm. Kendimi ilk defa Mcdonalds’a gitmiş çocuk gibi hissediyorum. Şu an çok heyecanlıyım ama zeytinyağlı taze fasülyeyi hiçbir şeye değişmeyeceğim günler de gelecek. *** Sarhoşuz. Işıklar, ışıklar, ışıklar geçiyor. Önce şoförün yanındaki pencereden, sonra benim yanımdan, sonra arkamızdan, saçlarımızdan, üstümüzden. Sanırım benim midemden de geçiyor. -Ölmeden önce yapılması gereken bir şey yok. Bir takside, bir banyoda, bir caddede, kendi yatağında veya bir masada, önünde sonunda ölüyorsun. O liste tamamlanamaz ki. Ölüyorsun yarım bırakarak, anlam falan da kalmıyor geride. Konuşuyor işte, dedim, içimden. Densizlikti ama. Beni bile bile böyle konuşması. Sarhoş işte dedim. Zaten midem acayipti, taksici acayipti. Yanımda gecenin bir köründe yapılan ölüm konulu toplantı acayipti. Çok da içmemiştik, 20’lerine vardıktan sora bazıları “ayarlı” içeyim der ya, ayarımızı öyle bulmuş, öyle içmiştik. Ayrıca uğraşamayacaktım öyle tartışmakla, bence ölüm anlamlı çünkü. Ölüm yaratmak, en azından hatırlanmak. Bazı insanlar yalandan üzülmek için seni kullanacak ama olsun, anacaklar. Afilli bir sarhoş cümlesi kursam: Çok sevdiğin bir kitap ölüm, olup olmadık zamanlarda pat diye aklına gelecek.

Bunların hiçbirini demedim, kızım sana ne ya, dedim. Yüzeyselliğime burun kıvırdı. Haklıydı.

Taksicilerin işi çok zor. ***

Zaman yok burada, günleri yazmamı bekleme!

*** Her şeyin hazır mesela, bir yere gidiyorsun. Kimseyi bilmediğin, sokakta göze görünmeyeceğin bir yere. Ama yine bir eksik bırakmışsın bavulunda. Ya da fazla kalmışsın, özlemişsin. Özlemişsin geçmişini anlatmadan, bugünü paylaşmayı. İyi misin anne? Kaç gündür yazmıyorsun, endişeleniyorum. Sesin de garipti bugün telefonda, uzaktın. Bazen ben sana okuldan gelince bir şeyler anlatırım da sen fatura hesaplarsın ya, kafa sallar geçiştirirsin, “hı hı”larsın, göz teması kuramazsın. Öyleydi işte sesin. Yarın öbür gün yola çıkarım diye düşünüyorum. Koşa koşa geleceğim evime, perdelerin kokusunu bile özledim. *** Seni bırakıp gitmemi isteyen sendin, dinlememeliydim. Ancak bir anne kötü zamanlarında bu kadar yalnız bırakır kendini. Aklım hep sende. Sesin gitgide kötüleşiyor. Dedemi hatırlıyor musun anne? Koltuğun köşesine oturtur, çocuk gibi avuturduk onu. Yüzüne bakamazdık hiç, baktıkça acırdık çünkü. Sadece aynada saçını düzelten tütün kolonyası kokulu “ağır abi”yi hatırlamak istiyorduk. Böyle olmayı kimse seçemez. Avutuyorduk kendimizi, bir süpermarkette uzun bir kasa kuyruğundaydık. Sıra elbette dedeme de gelecekti. Sadece bekleyiş gergindi. *** Bunu okuyamayacağını biliyorum, ben sanırım dar sokaklar, nehir ve masayla yetineceğim. Bir de saksı var. Biletim de yandı zaten, iyice bronzlaşıp gelirim. Ya da gelemem. Hoşçakal. 38


YeniYazılar

Mayıs 2013

Fikir Kulüpleri Federasyonu Logosunu Belirledi Geçtiğimiz ay FKF’yi temsil edecek logoyu belirlemek için bir kampanya düzenlendik. Bu kampanya sonucunda, İstanbul Üniversitesi Matematik Bölümü öğrencisi ve Bilimsel ve Sosyal Araştırmalar Kulübü üyesi Zeynep Çor arkadaşımızın tasarladığı logo, FKF’nin logosu olarak belirlendi. FKF’nin logosunu ve Zeynep’in logoya ve FKF’ye dair kısa bir değerlendirmesini sizlerle paylaşıyoruz.

Logo kampanyamız sonucunda tasarladığınız logo en yüksek oyu aldı. Bu sonuç tasarladığınız logoyu FKF'nin yeni logosu haline getiriyor. Bu vasıtayla size de, emek verip logo tasarlayan diğer arkadaşlarımıza da buradan teşekkür etmiş olalım. Logonuzda özel olarak vurgulamak istediklerinizi, bununla bağlantılı olarak FKF'ye dair beklentilerinizi anlatabilir misiniz? Öncelikle logo için emek veren arkadaşların hepsinin emeklerine sağlık demek istiyorum, gerçi böyle söyleyince sanki bir yarışmadan galip ayrılmışım gibi hissettim ama logo kampanyasının amacı, hepimizin emekleriyle kolektif bir üretim sağlamaktı ve ben de bu üretime katkı koyanlardan biri olarak görüyorum kendimi. 1965'te FKF kurulurken ülkesinin gidişatından rahatsız olan ve bunun için tepki oluşturan gençliği bir araya getirip seslerini yükseltmelerini sağlamıştı; bizler de bugün aynı kaygıları taşıyan üniversite öğrencileri olarak çalışmalarımızı ortaklaştıracak, güçlendirecek bir örgütlenmeye ihtiyaç duyduk ve FKF'yi hep birlikte yeniden kurduk. Logoyu yaparken sahiplendiğimiz bu mirası nasıl savunacağımızı, nasıl ülkesine karşı duyarlı, bilimden, kültürden, sanattan yana gençler olarak çoğalıp güçleneceğimizi düşündüm. Bunun yolu aydınlanmadan geçiyordu. Gençliğin bilimsel üretimden yoksun bırakıldığı, bencilleştirildiği, duyarsızlaştırdığı bu günlerde aydınlanma mücadelesinin gençlik için zorunlu olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden logoda kullandığım meşale aydınlamayı, meşaleden çıkan ve yukarıya bakan kırmızı ve siyah yüzler ise aydınlık gençleri temsil ediyor.

39



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.