İÇİNDEKİLER
14 4
Furkan YILDIRIM
Algı Yönetimi/Röportaj
Mücahit GÜLTEKİN
40
16
Reis Bey / Tahlil
“45 Yıllık Tertemiz Mazi”/Röportaj
Mustafa KURDAŞ
2
36
Ümmete Giden Yol
12
Yeniden Yazıyorum-
13
Hayret Etmeli
26
Osmanlı Mimarisi Salih EKMEKCİGİL
28
Genç Sahabiler
32
Bir Bilim Adamının Yolculugu
34
Kelime ve Kavramlar
35
Süleymaniye
38
Onlar Görevli; Ya Biz?
43
Adaletsiz Dünya
45
Aile
46
Müslüman Bilim Adamları
48
Algı Yönetimi ve Manipülasyon
49
Unutulmus Gelenekler
Bekir KESKİN
Ahmet YAŞAR
Bekir KESKİN
Necip TEKİN
Ali ÇIPLAK
Necmettin NARMAN
Mustafa APAYDIN
Emre BİLİCAN
Osman Talha KULAK
Bizim Oralar
Mustafa KARABEYAZ
Esad ÜNAL
Enes BAŞÜNAL
Talha AKSOY
Mustafa ALSAN
EDİTÖRDEN...
MEHMET YILMAZ
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM Ve’l-hamdu lillah Ve’s-salatu Ve’s-selamu ala Rasulillah Emma ba’d “Bizim davamızda kimse kendi için yaşamaz, herkes kardeşi için yaşar. Menfaati öldürmenin en kolay kolu budur’’ der Milli Görüş lideri Profesör Doktor Necmettin Erbakan. Başta Allah razısı için sonrasında siz kıymetli kardeşlerimiz için her dönem bir yeni sayısını çıkarmaya çalıştığımız Kafes Dergisi’nin 13. sayısının çıkmasını nasip eden Rabbime sonsuz şükürler olsun. “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.’’ (Al-i İmran 104). Ayeti kerimesindeki müjdeye nail olma çabasında ter döken biz Anadolu Gençlik Derneği Yıldız Teknik Üniversitesi Öğrencileri olarak bu sayımızda; insanların, toplumların kendi zararına olan şeyleri kendi rızasıyla yapmasını amaç edinen, tankın ve tüfeğin kullanılmadığı, zihinleri ve gönülleri ele geçirmeyi hedef edinen bir savaş biçimini ele aldık. Bu savaş biçiminin adı ise algı yönetimi ve manipülasyon.. Dergimize emek verip yazı yazan kardeşlerime, yazıların bir araya getirilip tasarımının yapılmasında emek veren Yasin Pekyürek’e, bir nevi yayın danışmanlığını üstlenen ve dergimizde yazısı olan Necip Tekin Reisimiz’e, bilhassa algı yönetimi ve manipülasyon konusunda çalışmaları olan ve bizimle röportaj yapıp bilgilendiren, tavsiyelerde bulunan Mücahit Gültekin hocamıza ve Milli Gazete’mizin kıymetli genel yayın yönetmeni Mustafa Kurdaş beyefendiye teşekkürü borç bilirim.
/agdytü /yildizagd Bu dergi Anadolu Gençlik Derneği Yıldız Teknik Üniversitesi Komisyonu tarafından çıkarılmaktadır.
3
RÖPORTAJ
“ALGI YÖNETİMİ”
Kıymetli hocam, kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? İsmim Mücahit Gültekin. 1971’de Kütahya’da doğdum. 2001 yılında Uludağ Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Bölümü’nden mezun oldum. Aynı üniversitede ve aynı bölümde ‘Ergenlerde Kontrol Alanı Algısı’ üzerine yüksek lisans yaptım. Yine PDR bölümünde Sakarya Üniversitesi’nde eleştirel düşünme üzerine doktoramı yaptım. Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde PDR Ana Bilim Dalı’nda öğretim üyesiyim. Hocam, dergimizin bu sayısının konusu algı yönetimi ve manipülasyon. Bilindiği üzere sizin de bu konuda çalışmalarınız mevcut; kısaca bu iki kavramı nasıl tanımlayabiliriz?
4
MEHMET YILMAZ
Algı yönetimi kavramı psikolojik savaş başlığı altında yer alan ve Amerikan Savunma Bakanlığı’nın tanımlayıp kullandığı bir kavramdır. NATO bünyesinde de Psikolojik Operasyonlar bölümü bulunmaktadır. Manipülasyon da algı yönetimi sürecinin bir parçası olarak kullanılmaktadır. Algı yönetimi daha çok olay ve olguları yani dış gerçekliği yorumlama biçimimizi değiştirmeye odaklanırken, manipülasyon daha çok dış gerçekliği çarpıtmaya, tahrif etmeye odaklanır. Algı yönetimi, şöyle tanımlanmaktadır: Seçilmiş bir hedef kitlenin duygu ve motivasyonlarını etkilemek maksadıyla, seçilmiş bir bilginin veya işaretlerin inkar edilerek ve/veya açığa çıkarılarak hareket edilmesi, bunun yanında hedef
MEHMET YILMAZ
“ALGI YÖNETİMİ”
kitlenin her seviyedeki istihbarat sistemlerinin ve liderlerinin resmî hesaplamalarını etkileyerek, algı yönetimini uygulayanın hedefine uygun şekilde davranılmasını ve resmî olarak hareket edilmesini sağlamaktır. Algı yönetimi birçok açıdan, gerçek bilgiyi yansıtma, operasyon güvenliği, aldatma, örtülü ve psikolojik operasyonlardan oluşur… Dolayısıyla algı yönetimi ve manipülasyon bir “savaş” biçimidir; zihinleri, gönülleri ele geçirmeye yönelik bir savaş biçimi... Ve daha tehlikelidir. Çünkü tankla, topla, tüfekle yapılan bir savaşta yenildiğiniz takdirde, yeniden toparlanmanız mümkündür. Ama psikolojik savaşta yenildiğiniz takdirde, yeniden toparlanmanız, ayağa kalkmanız çok zordur. Çünkü psikolojik savaşta yenilenler, çoğu zaman yenildiklerinin farkında değildirler... Algı yönetimi ve manipülasyon tarihi nedir? Kimler hangi amaçlar için kullanmıştır? Algı yönetimi ve manipülasyonun tarihini, ilk insana, Hz. Adem’e kadar götürmemiz mümkündür. Hz. Adem’in cennetten ayağının kaydırılması olayını incelediğimizde algı yönetimi sürecinin işlediğini görürüz. Şeytan, Hz. Adem’in “yasa-
RÖPORTAJ
ğa bakış açısını, yasağı yorumlama biçimini” değiştirmiştir. “Bu elmayı yersen Cennette ebedi kalacaksın, melekler gibi olacaksın” demiştir. Algı yönetimi, sonuçta bir yalana dayanır ve hedef kişinin/kitlenin kendi zararına olacak bir işi, kendi rızasıyla yapmasını hedefler. Bu olayda da böyle olmuştur. Şeytan, Hz. Adem’in, “Bu işi yaparsam (elmayı yersem) benim için iyi olacak” diye düşünmesini sağlamıştır. Ancak bütün kandırma olaylarında olduğu gibi, kanan kişi kandığının farkına genelde kandırıldıktan sonra varır. Tabi ki o zaman da iş işten geçmiş olur. O yüzden, müminin basiretli, ferasetli olması istenmiştir. Algı yönetimini ve manipülasyonun Peygamberler tarihinde, müşrikler ve zalim yöneticiler tarafından bir savaş yöntemi olarak kullanıldığını görüyoruz. Örneğin Firavun, kendi halkının Hz. Musa’ya bakış açısını değiştirmek için “O delidir”, “O sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor” (Şuara: 23-35. ayetlerde bu konu işlenir) gibi ifadeler kullanmış, Hz. Musa’nın algılanışını yönetmek istemiştir. Aynı algı yönetimi sürecini Peygamber Efendimiz (SAV) zamanında da görüyoruz. “O kardeşle kardeşin, babayla oğulun arasını açıyor” “Onun söyledikleri eskiden beri nakledilegelen bir sihirdir”
5
RÖPORTAJ
“ALGI YÖNETİMİ”
MEHMET YILMAZ
gibi ifadeler kullanılarak, Peygamber Efendimiz (SAV) bir bozguncu gibi gösterilmeye çalışılmış, vahyin “sihir” gibi algılanması sağlanarak, vahyin etkisi hafifletilmek istenmiştir.
nun sonucu olarak da halkla ilişkiler, propaganda, iletişim teknikleri, ikna yöntemleri üzerine bilimsel araştırmalar yapılmış ve medya halkların yönetilmesinde dördüncü güç olarak ortaya çıkmıştır.
Fakat, ben modern manipülasyon çağının başlangıcını, Magna Carta’nın ilanına ve özellikle matbaanın icadına götürüyorum. Matbaanın icadıyla bilginin kontrolü zorlaşmıştır. O yüzden algı yönetmenleri ve manipülatörler, bilginin yorumlanması ve bilginin muhakeme edilmesini yönetmeye çalışmışlardır. Demokrasinin bir yönetim biçimi olarak yaygınlaşmasıyla birlikte, algı yönetimi ve manipülasyon daha sistematik hale getirilmiş ve kurumsallaşmıştır. Özellikle demokratik yönetimlerde, algı yönetimi ve manipülasyona daha faza ihtiyaç duyulmaktadır. Konuyla ilgili uzmanlar da demokrasiyle yönetilen toplumlarda toplumun/kişilerin algılarının daha kolay yönetildiğini ifade etmektedirler. Bunun temel sebebi, demokratik toplumların, bilgi operasyonlarına daha açık toplumlar olmasından dolayıdır. Diğer bir ifadeyle, demokratik rejimlerde halkın düşüncesi daha önemlidir, bu da halkın düşüncesinin/algılarının yönlendirilmesini/yönetilmesini daha önemli hale getirmektedir. Bu-
Algı yönetimi ve manipülasyonun amacı hemen her zaman aynıdır; algı yönetimini yürütenlerin menfaatleri doğrultusunda toplumun yönlendirilmesi. Burada bir örnek vereyim, ABD ilk küresel savaşını 1898 yılında Küba’da İspanyollara karşı yaptı. Amerika, Küba’ya saldırmayı ve işgal etmeyi kafasına koymuştu. Ama halkın buna ikna edilmesi gerekiyordu. Basını devreye soktular. Medya patronu, William Herast bir muhabirini Küba’ya göndererek, orada Kübalıların nasıl zulme uğradığı anlatan haberler yapmasını istedi. Muhabir Frederick Remington, bir müddet sonra, “Burada her şey süt liman. Dönmek istiyorum.” diye bir telgraf çekti. Hearst’ın cevabı ilginçtir: “Kalmanızı rica ediyorum. Siz yeni fotoğraflar hazırlayın. Ben de savaşı hazırlayacağım.”
6
ABD, bu yöntemi I. ve II. Dünya Savaşları’nda, Vietnam Savaşı’nda, Irak’ın işgal edilmesinde ve son olarak Suriye operasyonlarında da kullanmıştır.
MEHMET YILMAZ
“ALGI YÖNETİMİ”
Biraz daha zamanımıza dönecek olursak, günümüzde hangi kanallardan algı yönetimi ve manipülasyon yapılmaktadır? Algı yönetimi ve manipülasyon, sanıldığı gibi medyada üretilmiyor; siyasetçiler, analistler, bilim adamları ve patronlar tarafından üretiliyor, pazarlaması medya aracılığıyla yapılıyor. Üretimin yapıldığı yer ile, pazarlamanın yapıldığı yerler farklıdır. Aynen bir malın mühendisler tarafından projelendirilip, fabrikada üretilmesinden sonra AVM’lerde satışı gibi. Bir malın üretildikten sonra, geniş kitlelere ulaşabilmesi için, stratejik mekanlara ihtiyacı vardır. Günümüzde medyanın ve okulların algı yönetiminin pazarlandığı stratejik mekanlar olarak konumlandığını görüyoruz. Çünkü, hem medya, hem de okullar halkın neredeyse tamamına ulaşılabilen en stratejik kanallardır. Örneğin bir televizyon kanalının bir haberi hangi perspektiften sunacağı, hangi yönlerini öne çıkarıp, hangi yönlerini gizleyeceği, hatta nelerin haber yapılıp nelerin haber yapılmayacağı o kanalın patronlarının siyasi ya da ekonomik menfaatleriyle yakından ilişkilidir. Örneğin, 2014’ün ilk 10 ayında ülkemizde sadece yazılı
RÖPORTAJ
basında 47 bin “kadına şiddet/aile içi şiddet” haberi yer almıştır. Peki, basın “kadına şiddet/aile içi şiddet” haberlerine biçin bu kadar ilgi göstermektedir? Algı yönetimi ve manipülasyonun dayandığı en temel kural, amacın gizlenmesidir. Burada eğer dikkatli bir şekilde incelenirse, “aile” kavramının tahrip edilmeye çalışıldığını görürüz. Basında “aile” ve “şiddet” kavramlarının sürekli yan yana kullanılması bile bir algı yönetimine hizmet etmektedir: “Aile şiddetin üretildiği bir mekandır, kadınları buradan kurtarmalıyız!” Peki niçin, kadınları bu şiddetten kurtarmak istiyorlar? Şiddete karşı oldukları için mi? Dünyada sistematik, yapısal ve kurumsal şiddeti en çok uygulayanlar, kadını şiddetten kurtarmak istiyorlar, niye? Bu da neo-liberal kapitalist düzenin çıkarlarıyla ilişkilidir. Çünkü, bu düzen, kadınları ucuz iş gücü olarak kullanmak istiyor ve tüketimin bir nesnesi haline getirmek istiyor. O yüzden, kadının çocuğundan, eşinden ve ailesinden koparılması gereklidir. Bu, tabi ki, kadına şiddetin olmadığı anlamına gelmez, “kadına şiddet” argümanının hangi amaç için araçsallaştırıldığına bakmalıyız. Bu, Amerika’nın Irak’ı işgal ederken, Saddam’ın zulmünü araçsallaştırmasına benzer. Saddam zalim midir? Evet. ABD’nin amacı zulme son vermek midir?
7
RÖPORTAJ
“ALGI YÖNETİMİ”
Hayır. Tabi ki, burada, kadına şiddet örneğinde, şiddetin varlığı malumdur ama abartma ve çarpıtmalar da devreye girmektedir. Bilimle algı ve manipülasyon hakkında görüşleriniz kısaca nelerdir? Bilim algı yönetimi ve manipülasyonun hem üretildiği hem de pazarlandığı en etkili alanlardan biridir. Çünkü “bilim” kavramı, bizlere “objektifliği, tarafsızlığı, nesnelliği” çağrıştırır. Yani bizlere, “Bu bilimsel bir sonuçtur.” denildiğinde, “Bu menfaatten, çıkar ilişkilerinden bağımsız; doğru, dürüst ve meşru bir bilgidir.” mesajı verilmeye çalışılır. Gerçekte ise, bilim ve bilim adamları da ait oldukları politik ve ekonomik düzenin meşrulaştırılmasının bir aracı haline gelebilirler. Ya da kişisel çıkarlardan kaynaklanabilir. Bunun pek çok örneği vardır. Örneğin, “Piltdown Adamı” vakası, 40 sene boyunca en saygın bilim çevreleri tarafından, evrim teorisinin bir kanıtı olarak sunuldu. Gerçekte “sahte, üretilmiş” bir kafatasıydı. Bu ancak, 40 sene sonra anlaşılabildi. Bu olayda ilginç olan şey şudur: Piltdown Adamı’nın sahte olduğu ilk bakışta fark edilebilecek kadar açıktı. Niye bilim çevreleri bunu fark edemediler? Çünkü “bilimsellik” damgası, sahtekarlığın görülmesini zorlaştırmaktadır.
8
MEHMET YILMAZ
Bir başka örnek şudur: Psikolojik hastalıkların tanımlandığı DSM diye bir kitap var. En son beşinci versiyonu yayınlandı. Amerikan Psikiyatri Birliği hazırlıyor. Ancak, bu kitabı hazırlayan 170 panel üyesinin %56’sının psikiyatrik ilaç üreten şirketlerle ilişkili olduğu ortaya çıkıyor. Depresyon bölümünü yazan üyelerin ise tamamının ilaç şirketleriyle ilişkili olduğu ortaya konuluyor. Bu ilişki, günümüzde psikiyatrik ilaçların niçin satış rekorları kırdığı hakkında da bir fikir veriyor. Tabi buna bir de ABD eski ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld gibi isimlerin bu ilaç şirketleriyle ortaklığını da eklememiz gerekiyor. Hatta bu konuda bir de bilim çevrelerini sarsan “hayalet yazarlar” skandalından da bahsetmemiz gerekiyor. 2003 yılında, David Healy tarafından uluslararası hakemli dergilerde yayınlanan pek çok bilimsel makalenin “hayalet yazarlar” tarafından yazıldığı ortaya çıkarıldı. Yani yazı alanda meşhur/saygın bir bilim adamının adıyla yayınlanıyor ama gerçekte ona ait değil; ilaç şirketi tarafından yazılmış. Buradaki mantık ise şu: Önce hastalık icat ediliyor ve hastalık pazarlanıyor ve sonra ilaç üretilip pazarlanıyor. Hatta bazı hastalıkla-
MEHMET YILMAZ
“ALGI YÖNETİMİ”
rın pazarlanması için halkla ilişkiler firmalarıyla anlaşılarak kampanyalar düzenleniyor. Örneğin Paxil ilacının üreticisi GSK firması “sosyal anksiyete bozukluğu” hastalığının pazarlanması için Cohn&Wolfe şirketiyle anlaşıyor. Kampanya o kadar başarılı oluyor ki, kısa bir süre içinde “sosyal anksiyete bozukluğu” hastalığını duymayan kalmıyor. Kampanyadan sonra bu hastalığın “tedavisi” için üretilen Paxil’in satış rakamları ilk sıralara yerleşiyor. Aynı şey bugün, tersten eşcinsellik için de yapılıyor. Eşcinselliğin “bilim çevreleri” tarafından hastalık olmadığı pazarlanıyor. Halbuki, eşcinselliğin hastalık olmaktan çıkarılması, bilimsel araştırmalara değil, sosyo-politik baskılara dayanıyor. Dolayısıyla bugün bize sunulan bilimsel bilginin ne kadar bilimsel olduğunu da tartışmamız gerekiyor. Özellikle sosyal bilimlerde bu daha da geçerli. Bu tabi ki bütün bilimsel çalışmaların böyle olduğu anlamına gelmiyor. Ama bilimsel olarak sunulan bilginin gerçekte “ideolojik bir bilgi” olabileceğini de akıldan çıkarmamamız gerekiyor.
RÖPORTAJ
Algı yönetimi ve manipülasyona direnmek için neler yapılabilir? Algı yönetimi ve manipülasyona direnmenin ilk koşulu, algı yönetimine müsait bir kişi olup olmadığımıza bakmaktan geçiyor. Çünkü “kandırılmaya yatkın kişilik” dediğimiz, bir kişilik profili var. Bazı kişiler ve bazı toplumlar algı yönetimine daha açık... Bunlar özellikle, duyguları düşüncelerinin önünde giden kişi ve toplumlar. Duygusal kişilerin/toplumların - tabirimi mazur görün - gaza getirilmesi daha kolay oluyor. O yüzden Kur’an bize sürekli “oku/düşün” diyor. Öfkemiz, merhametimiz, üzüntümüz ve sevincimiz, eğer tefekkürün kontrolü altında olmazsa bizi kullanıma açık hale getirebilir. Bizde “samimiyet” çok öne çıkarılıyor, haklı olarak. Ama basireti olmayan bir samimiyet tehlikelidir. İşte bugün coğrafyamızı kana bulayan IŞİD vb. örgütlere bakalım. Bu örgütlere katılan kişilerin (ya da pek çoğunun) samimi olmadığını söyleyebilir miyiz? FETÖ’ye destek veren pek çok kişinin samimi olmadığını söyleyebilir miyiz? Bizim en az samimiyet kadar basirete de ihtiyacımız var. Bizim maalesef duygusal ve hamasi yönümüz daha ağır basıyor. Bu yüzden kolay manipüle edilebi-
9
RÖPORTAJ
“ALGI YÖNETİMİ”
liyoruz. Bunun önüne geçmek için, eleştirel bir dikkate, eleştirel bir tefekküre ihtiyacımız var. Kitabımızda, son iki bölüm özellikle bunun üzerine yoğunlaşıyor ve ayrıntılı bir şekilde ele alınıyor. Özetle üç temel nokta var; ilki yön bilincine sahip olmak ve asıl düşmanın farkında olmak, ikincisi nefsani arzuları ve özellikle korku duygusunu kontrol altına almak ve son olarak da tefekkür ve eleştirel düşünme becerilerini geliştirmek... Son olarak bu hususta Anadolu Gençlik Derneği gibi çalışmalar yapan toplulukların, üniversitelerde ve genel manada üzerine düşen görevler nelerdir? Öncelikle Anadolu Gençlik Derneği’ni yaptığı çalışmalardan dolayı tebrik etmek istiyorum. Anadolu Gençlik Derneği köklü ve tertemiz bir maziye dayanıyor. Yaptığı çalışmalar, ülkemizde ve coğrafyamızda emperyalistlerin oynadığı oyunların görülmesi noktasında büyük önem arz ediyor. Birkaç maddeyle şunları önerebilirim: 1. Düşmanı iyi tanımak gerekiyor. Çünkü düşman sürekli maske değiştiriyor ve kendini sürekli gün-
10
MEHMET YILMAZ
celliyor. Düşmanını iyi tanımayan bir ülke/toplum emperyalistlerin kurduğu tuzaklara düşmekten kurtulamaz. Onlara karşı ne kadar öfke duyarsa duysun, bu değişmez. Hatta bazen onlara karşı mücadele ettiğini düşünürken bile, onların değirmenine su taşıyan konumuna gelebilir. O yüzden, özellikle, ABD ve İsrail’in ürettiği stratejileri analiz etmemiz gerekiyor. Bu ülkelerin ürettiği emperyal politikaları tahkim eden entelektüel çalışmaları takip etmemiz ve bunlara cevap üretmemiz gerekiyor. Bakın bugün “soft power” dediğimiz bir şey var; yumuşak güç. Batı, sömürdüğü ülkeleri öncelikle kültürel/entelektüel açıdan işgal ediyor ve sömürülmeye yatkın hale getiriyor. 2. Buna bağlı olarak, duygusal/hamasi/tepkisel bir tutuma hapsolmamamız gerekiyor. Niteliğe büyük önem vermemiz gerekiyor. Okumak, araştırmak, teorik ve kültürel çalışmalar yapmak zorlu ve uzun süreli bir çabayı gerekli kılıyor. Bizlerde maalesef, görüntüye daha önem veren bir kültür öne çıkıyor. Belediyelerin, göze gelen asfaltlama ve park/bahçe çalışmaları yapıp, alt yapı çalışmalarını ihmal etmesi gibi bir şey bu. Çünkü alt yapı çalışmaları zahmetli ve ilk planda göze görünmüyor.
MEHMET YILMAZ
“ALGI YÖNETİMİ”
Gençlerimizin bütün bir dünyadaki kültürel/düşünsel/siyasi gelişmelere duyarlı olması gerekiyor. Bir siyasi görüşümüz, takip ettiğimiz bir lider, içinde bulunduğumuz bir cemaat olabilir ama bu bizi başka dünyalarda ne olup bittiğine, neler konuşulduğuna kapatmamalı. Bugün ülkemizdeki en önemli sorunlardan biri de bu. Bazı arkadaşlarımıza bakıyorum, dinlediği bir hoca, okuduğu bir kitap, gittiği bir sohbet var; onun dışındaki hiçbir şeye ilgi duymuyor. Halbuki biz “İlim Çin’de de olsa gidin alın; hikmet müminin yitik malıdır” diyen bir Peygamber’in ümmetiyiz. Bütün bir dünyadaki gelişmelere açık olmalıyız. 3. Müslümanların vahdetine büyük önem vermeliyiz. Çünkü bütün sorunlarımızın kaynağında ümmet bilincinin parçalanması yatıyor. Daha tehlikelisi ise şu: Bugün bazı Müslümanlar neredeyse vahdetin mümkün olmayacağına inandırılmış durumdalar. Batı kendi küresel menfaatlerini korumak için küresel birlikler kuruyor; AB gibi, BM gibi, NATO gibi vs... Kendisi, menfaatlerini korumak için, bu birliklere Müslüman ülkeleri bile dahil ederken; Müslüman ülkeler arasında mezhep ayrımcılıklarını, etnik ayrımcılıkları körüklüyor. Sen Şii’sin, sen de Sünni’sin, birlikte olamazsınız diyor; sen Kürt, sen de Türk’sün
RÖPORTAJ
birlikte olamazsınız diyor ve maalesef bugün İslam coğrafyasında bu emperyalist tuzağa bilerek ya da bilmeden düşen kişi ve kurumlar var. Müslümanlar arasında ötekileştirici, ayrımcı, tefrikacı bir dile izin vermemeliyiz. Bu elbette ki birbirimizi eleştirmeyeceğimiz anlamına gelmez. Ama bunu, ittihad ilkesine zarar vermeyecek bir şekilde yapmak zorundayız. Biz bunu başaramadığımız sürece şüphesiz Batı’nın ekonomik, kültürel, siyasi ve askeri tahakkümünden kurtulamayacağız. Coğrafyamızda akan kanlar için, bizden öncekiler pek çok gözyaşı döktü, biz de döküyoruz, mezhepçi, ırkçı ve tefrikacı söylemler devam ettiği sürece bizden sonrakiler de dökmeye devam edecek. Bu vesileyle, İslam Birliği ifadesini bir ütopya olmaktan çıkarıp, D-8 ile buna can veren, bu ideali ete kemiğe büründüren Erbakan Hocamızı da bir kez daha rahmetle, minnetle ve özlemle anıyorum.
11
ŞIIR
BEKİR KESKİN
“YENİDEN YAZIYORUM”
Beyhude geçmiş ömrün, geç kalınmış yazmalarında, Yeni bir çıkmaza adım atıyorum. Bir bebek emziği altında ezilmiş dünyanın karanlığında, Aydınlığa hasretle yazıyorum. Gazze sokaklarında, tanklara sapanla meydan okuyan çocukların, Halep’te bombalara siper olan vücutların, Arakan’da Allah yolunda can verenlerin, Yüreklerine hasretle yazıyorum. Türkü Kürde düşürmeye çalışanlara, Sünni Şii diyerek birliği bozanlara, Topraklarımıza göz koyan baronlara, Tertemiz bir nefretle yazıyorum. Araplar parayı nasıl harcarız kafasında, İran ne idüğü belirsizlerle, kendi vatanında toprak kavgasında. Kimi top derdine düşmüş gençlerin, kimi aşk havasında İslam Birliğine özlemle yazıyorum. Bir buçuk milyar Müslüman olsak ne yazar! Sekiz milyonluk İsrail Aksa’ya postal basar, Bir arz-ı mev’uttur tutturmuş, kendine sınır çizer, Kudüs siyoniste mezar olsun diye yazıyorum.
Faiz dünya gerçeğiymiş, biz anlayamamışız! Zinaya aşk kılıfını ne güzel giydirmişiz! Piyango milli deyip, haram milyarlar dağıtmışız! İslam hakkıyla yaşansın diye yazıyorum. (21-22 Aralık 2015)
12
AHMET YAŞAR Hayret ediyor muyuz? Yoksa hayat insanı kötülüklere alıştırıyor mu? Git gide bozuluyor muyuz toplumun içinde? Ya da artık üzülmüyor muyuz eskisi kadar? Anlatamıyor muyuz, anlayamıyor muyuz? Anlaşılamıyor muyuz ya da? Son yıllarda ülkemizde ve dünyada yaşanan olaylara baktığımızda, görüyoruz ki kötülük tüm dünyayı çepeçevre sarmış, içinde kalan bizleri de ele geçirmeye çalışıyor. Peki nasıl yapıyor bunu? Tabi ki bir anda olmuyor. İnsanımız ne kadar zorlansa da böyle bir şeye hemen ayak uyduramayacağı su götürmez bir gerçek. Peki bunu fark edince ne yapıyor kötülük? Yavaş yavaş giriyor içimize, yavaş yavaş alıyor ruhumuzu. Fark etmiyoruz bile bazen yaptığımız bir şeyin kötü olduğunu, çünkü iyi bir şey olma ihtimaline inandırılıyoruz. Ve inanmak da istiyoruz. İçimizde sürekli var olan ve ölene kadar da var olacak nefsimiz, bizi inanmaya yöneltiyor çünkü. Git gide soğuyoruz aslında. Kopuyoruz geçmişimizden kimse farkında değilmiş gibi. Aslında herkes biliyor belki de. Ama kabullenemiyor, kabullenmek istemiyor. Komşumuzda yangın var, su götürmüyoruz yardıma. Başkaları bizim yerimize de götürür diye düşünüyoruz. Ya herkes böyle düşünürse ne olur peki? Bırakalım ne halleri varsa görsünler mi? Hayır. Bu iş böyle yürümez. İnsanlarımı-
“HAYRET ETMELİ”
zın tekrar bilinçlendirilmesi lazım. Çocuklar ölüyor, aklımızda en fazla 1-2 gün kalıyor bu. Sonra unutuyoruz. Neden? Çünkü alıştık, alıştırıldık. Komşumuzdaki yangın bir yana, ülkemizde de yok mu yangın? Bıkmadık mı saldırılardan, şehit haberlerinden? Bıktık. Ama unutuyoruz. Ders almamız, unutmamamız gerekirken unutuyoruz. Çünkü kötülük etrafımızı sarmış durumda ve bizi de içine almak için geliyor. Alışıyoruz, farkında olmadan kötülüğün tarafına geçiyoruz. Ve işin kötü tarafı bilmiyoruz ne olduğunu, farkında değiliz. Öyle ince bir sistem kurulu ki, hepimizi teker teker, parça parça alıyor. Ama yok, izin vermeyeceğiz. Ama nasıl? Hayret edeceğiz, unutmayacağız, alışmayacağız. Harekete geçeceğiz. Yapılması gereken bir şey varsa yapacağız. Başkası yapar demeyeceğiz, önce biz yapacağız. Örnek olacağız, yol göstereceğiz. Kötülüğün elçilerine karşı dimdik duracağız. Konuşulması gerekeni açık açık söyleyeceğiz. Bu yolda tükeneceğiz eğer tek çare buysa. Ama bir gün arkamıza dönüp baktığımızda eğer vicdanımız sızlamıyorsa işte o zaman anlayacağız ki kötülük iyi insanlar var oldukça asla kazanamayacaktır. Bu insanlar hayrete düşecektir, unutmayacaktır. Asla ve asla alışmayacaktır, alıştırılamayacaktır.
13
TİYATRO TAHLİLİ
“REİS BEY”
FURKAN YILDIRIM
Necip Fazıl Kısakürek şiirleri kadar tiyatro eserlerinin de güzel olduğunu kanıtlayan bir eserdir “Reis Bey”. Sistemin meşru yönünden esiri olmuş, önüne gelen herkesi yargılayan merhametten nasibini almamış, kibirli ve otel odalarında tek başına yaşayan hiçbir değeri olmayan bir adamdır Reis Bey. Reis Bey önceleri görevinden hiçbir taviz vermeyip acımasızca yargılayan, yargıladıklarını da ya idama ya da izbe hapishane koğuşlarına gönderen, düzenin merhamet ile değil sert kanunlarla sağlanabileceğine inanan biriydi. Daha sonraları “Anne katili” olarak suçlanan bir müptezelin idamına hükmetmesi fakat bu mahkûmun masum olduğu gerçeğinin anlaşılması ile verdiği idam kararının hatalı olduğunu anlayan Reis Beyin kendini amansız bir vicdan azabında ve o güne kadar taviz vermediği fikir ve düşüncelerini muhasebe makamında bulur. Öyle ki cebinde esrar bulunduğu için hapse gönderilen gencin annesi Reis Beye feryat figan ederken “gözyaşı suçun rengini saldırmaz” diyebilen hatta merhameti “ağızların iğrenç sakızı” olarak nitelendiren Reis Beyin fikir dünyasındaki değişimden sonra “merhamet hava gibi su gibi gereksinimizdir” diye düzeltmesi bu değişikliğin en çarpıcı örneğidir.
14
Bu değişiklikten sonra gönlü o kadar hassasiyetli ki dünyadaki her fenalıktan kendine pay biçer. Bir derviş edasıyla merhamet dağıtır. Nefsinin muhakemesini yaptıktan sonra bir merhamet tesisi kurmak için keşfe çıkar. Bu tesiste ağlamayı öğretmek gibi bir amaç belirler. Öyle ki idamına hükmettiği mahkûmun son sözleri şöyle idi. ”Etmeyin Reis Bey, siz ağlayamazsınız. Ağlayabilseydiniz anlayabilirdiniz. Siz merhametten, ağlamaktan yalnız kötülük doğacağına inanmışsınız. Yerine göre haklısınız. Fakat ondan ne büyük iyilik doğacağını unuttuğunuz için en büyük hakkı kaybediyorsunuz. Reis Bey mühürlü kalbinizin açılmasını dilerim. Allah sizi de arındırsın.” Reis Bey, üstad Necip Fazıl’ın sert mizacının, vicdanına seslenerek nasıl bir af ve merhamet abidesine dönüşmesini anlatıyor.
TARİHE
DÜŞÜLEN NOTLAR 15
RÖPORTAJ
“45 YILLIK TERTEMİZ MAZİ ”
1-) Muhterem hocam, kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Ben Mustafa Kurdaş. Giresun, 1971 doğumluyum. İlk eğitimimizi İstanbul’da aldık. Bakırköy İmam Hatip mezunuyum. Sonrasında Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nü bitirdim. 1992’den beri Millî Gazete’deyim. Yaklaşık 25 yıldır kesintisiz bir şekilde bu gazetenin içerisindeyim. Elhamdülillah, gazetede köşe yazarlığı yaptık, stajyer muhabir olarak başladık, Başbakanlık muhabirliği, Cumhurbaşkanlığı muhabirliği, Türkiye Büyük Millet Meclisi Parlamento muhabirliği gibi. Yazarlıklarımız oldu, haber müdürlüğü görevlerimiz oldu gazetemizde. Tv5 kanalının Ankara Temsilciliği görevlerinde bulunduk ve Erbakan Hocamızın hastane günlerinde de Hocamız bizi tekrar İstanbul’a göndermiş oldu. 20 yıllık bir Ankara hayatından sonra. 6 yıldır da İstanbul’da Millî Gazete’nin başındayız. Genel Yayın Yönet-
16
ÖMER COŞKUNÇELEBİ
meni olarak görev yapıyoruz. Saadet Partisi Genel İdare Kurulu üyesiyim aynı zamanda. Bu şekilde özetleyebiliriz. Çeşitli dergilerde çıkmış çok sayıda makalemiz var. Türkiye Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliğimiz var. 2-) Bu sayıdaki konumuz algı yönetimi ve manipülasyon. Bilindiği üzere sizde Millî gazete genel yayın yönetmenisiniz. Gazetelerdeki algı yönetimi ve manipülasyon hakkında ne söylemek istersiniz? Maalesef algı yönetimi ve manipülasyon günümüz medya dünyasının insanoğlu ve toplum üzerinde kullanılan en önemli silahı haline geldi. Özellikle kitle iletişim teknolojilerinin baş döndürücü hızla gelişmesi ve aynı zamanda sosyologların bireyi ve toplumu yönetme ve yönlendirme yaptığı bilimsel deneyler bir araya gelince hakikaten günümüzde medya dünyası neredeyse iletişim dünyasının dışında bir
ÖMER COŞKUNÇELEBİ
“45 YILLIK TERTEMİZ MAZİ ”
dayatma dünyası haline geldi. Algı yönetimi ve manipülasyon noktasında da en önemli mecra haline geldi. Algı yönetimi dediğimiz mesele aslında birçok mecrada meydana gelebiliyor. Genellikle bu da birlikte yapılıyor. Algı yönetiminde ve manipülasyon çalışmalarında en önemli mecralardan biri bilim dünyasıdır. Akademik testlerin birçoğunda algı yönetimi yapılmakta ve küresel birtakım kabuller akademik testlerle birleştirilmek suretiyle inşa edilen bu bozuk dünya düzenin devamı, bir şekilde testler üzerinden sağlanabiliyor. Daha sonraki kademede de medya dünyası devreye giriyor ve bilim adına akademik dünya adına ortaya konmuş olan birtakım tezler genel kabul haline de medya tarafından getiriliyor. Bu noktada tabi medyanın algı mecrası olma noktasında da önemli bir payı var. Gazetelerde, televizyonlarda, kitle iletişim araçları üzerinde kullanılan topluma ve bireyi yönetmek adına, yönlendirmek adına ve kendi kabullerini bütün toplumlara kabul ettirmek adına yapılan algı yönetimleri insanoğlunu maalesef büyük bir felaketin içine sürüklüyor. Algı yönetimi dediğimiz şey insanın ve toplumun bir doğrudan koparılıp, onun yerine ihdas edilecek bir kanaatin yerleştirilmesi çalışması ise eğer medya bunu çok iyi yapıyor. Medya bunu yaparken de hakikaten tekrarın gücünü kullanıyor. Sürekli bir şeyi tekrar ede ede, o tekrar bir güç olarak ortaya çıkıyor ve insanların kendileri adına karar vermeye
RÖPORTAJ
başlıyor ve doğal olarak medya dünyasındaki eşik bekçileri insanoğlunu ve toplumları doğrudan doğruya yöneten, yönlendiren bir pozisyon içerisine giriyor. Biliyorsunuz Orta Çağ Avrupa’sında derebeylikler vardı, krallıklar vardı. O derebeyliğin, o krallığın bir de kralı vardı. Kral ne derse kanundu, o ne derse o oluyordu. Günümüzde de aslında Orta Çağ Avrupa’sından farklı bir durum yok. Günümüzün de bir krallığı var: kamuoyu. Çünkü her şey, iç politika, dış politika, ekonomi, dünyadaki bütün dengeler, sosyal politikaların tamamı kamuoyu üzerinden inşa ediliyor. Önce kamuoyunu ikna etmeniz gerekiyor bir adım atmadan önce. Bu bakımdan kamuoyu bir krallıksa, günümüzün kralı ise o kamuoyunu oluşturan güçtür, bu da medyadır. Genellikle yasama, yürütme, yargı erkinden bahsedilir. Dördüncü kuvvet olarak da hep medya söylenir. İşte kamuoyunu inşa eden güç olarak aslında medya birinci kuvvettir. Çünkü yürütme de yasama da iç politika da dış politika da toplumların ikna edilmesi ve toplumların yönetilmesi ile mümkündür. Bu bakımdan medya, algı yönetimi ve manipülatörler tarafından insanoğlu üzerinde çok etkili bir silah olarak kullanılmaktadır. Sonuçta gazetelerin, televizyonların sürekli tekrar ettiği şeyler var. Bu tekrar edilen şey toplumun artık zamanla hakikati haline geliyor ve toplum bu tekrarın yörüngesi etrafına giriyor. Unutmayalım ki yeryüzünde bugün insanoğlu üzerinde en büyük tahrik gücüne sahip
17
RÖPORTAJ
“45 YILLIK TERTEMİZ MAZİ ”
olan silah tekrarın gücüdür. Tekrarın gücü bir kimyasal silahtan, bir atom bombasından çok daha etkili bir tahrik gücüne sahiptir insan üzerinde. Çünkü insanı, düşünemez, akledemez, muhakeme ve mukayese edemez pozisyona düşürmektedir ve bu tekrarın gücü ile insana bir yörünge çizilir. Sürekli bir toplumda her ne tekrar ediliyorsa, insanlar ve toplum o yörünge etrafında dönmeye başlar. Siz eğer hakkın tekrar edilmediği bir medya dünyasında yaşıyorsanız, o zaman bilesiniz ki batılın yörüngesine girmişsiniz demektir. Medya bu anlamda algı yönetimi bakımından tekrarın gücünü kullanmak suretiyle gazeteler bir küresel yörünge oluşturuyor. Sadece Türkiye’de değil bazen Asya Kıtasında da Afrika Kıtasında da Amerika’da da Avrupa’da da hangi coğrafyada olursa olsun herkes aynı yörüngenin etrafında dönüveriyor. O yüzden bugün yeryüzünde kaos var, kan var, gözyaşı var, mülteci var, göç var, şehirlerin yıkımı varsa bu işte batılın küresel yörüngesinden kaynaklıdır. Bu toplumları ve insanı oraya sabitleyen şey medyanın algı gücüdür. Algı yönetiminde uyguladığı tekniklerdir. 3-) Algı yönetimi ve manipülasyon konusunda yaşadığımız çağı ve bundan bir asır öncesini karşılaştırırsak nasıl bir sonuca varırız? Birincisi kitle iletişim araçları çok fazla gelişmiş değildi. İnsanlara ulaşmak bugünkü gibi çok hızlı değildi. Bilgiye ulaşmak, insanın bilgiye ulaşması da çok zor bir şeydi
18
ÖMER COŞKUNÇELEBİ
ama genellikle ulaşılan şey doğru bir bilgiydi. Fakat bugün insanın bilgiye ulaşması çok kolay, adeta bir sağanak gibi sürekli bilgi ile donatılıyor insanlar. Fakat bu kez insan, hangisi doğru hangisi yanlış, hangisi hak hangisi batıl onu tercih etme, onu görme ve seçme noktasında basiretsiz, eli kolu bağlı çünkü bir dayatma söz konusu. Kitle iletişim teknolojisinin ve medyanın algı yönetimindeki gücü nedeniyle insanlar o yüzlerce, binlerce bilginin içerisinde, sahip olduğu ve ulaştığı bilgilerin içerisinde hangisi doğru hangisi yanlış, hangisi hak hangisi batıl birbirinden ayırt edemiyor ve böylece doğru yolu bulamıyor. Bu bakımdan şunu söylemek mümkündür: Bir asır önce insanoğlu gördüğüne de duyduğuna da inanacak durumdaydı. Fakat bugün televizyon dünyası, sinema dünyası ve görsel teknikler o kadar manipülasyona açık ve kurgu haline getirildi ki insanoğlu ne duyduğuna ne de gördüğüne inanabilecek bir halde. İnsanoğlu gördüğüne bile şu an inanamaz. Çünkü kitle iletişim teknolojileri çerçevesinde, öyle manipülasyonlar öyle kurgular meydana getiriliyor ki aslında olay bütünüyle insanoğluna yapılan saldırıyken bir hakikati elde etme zaferini yaşatabiliyor insanlara bu mesele. Biliyorsunuz 1960’larda Türkiye’de ve dünyada gündem üç ayda bir değişiyordu. 70’lerde de aynı şekilde. 1980’lere geldik, gündemimiz ayda bir değişmeye başladı. 1990lı yıllara geldik, gündemimiz haftada bir değişmeye başladı. Dünya git-
ÖMER COŞKUNÇELEBİ
“45 YILLIK TERTEMİZ MAZİ ”
tikçe hızlı dönmeye başladı. 2000li yıllara vardık insanlığın gündemi her gün değişir oldu. Daha da hızlı dönüyor dünya. 2010lu yıllardayız. Şimdi gündemimiz saat başı değişiyor. Yetişmek çok zor ve bu değişen gündemin içerisinde bilmemiz gereken bir şey vardır ki Müslümanın değişmez bir gündemi vardır. Bu da hak batıl mücadelesidir. İşte biz bu hak batıl mücadelemizi kaybediyoruz. Nasıl kaybediyoruz? Gündemin sürekli değiştirilmesi suretiyle. Bundan bir asır önce insanlar, insanlığın geleceğini düşünüyordu. Bugün insanlar şu anı -bakın bugünü de demiyorum- düşünebiliyor sadece. Bir taraftan siyasal algılar, bir taraftan akademik algılar, bir taraftan insanların ahiret inancı ya da dünyaya bağlılığı meselesinde kodlarla oynandığı için maalesef biz bugün birçok yeteneklerimizi kaybettik ve bir asır önce insanlar, insanlığın geleceğini konuşurken, şimdi bugünü bile değil sadece anı düşünmek ve anı kurtarmak, an ile dertlenmek ve dertleşmek zorunda bırakılıyoruz. Bu da ayrı bir mefhumdur. Bu çerçevede hadiseye yaklaştığımız zaman medyanın algı yönetiminin insanlığı nasıl esir aldığını da görmek mümkündür. 4-) Kafes okuyucularıyla paylaşabileceğiniz Millî Gazete’de unutamadığınız bir anı ya da Millî Gazete’de yayın hayatı boyunca Erbakan hocamızla yaşadığınız bir anınızı paylaşır mısınız? Erbakan Hocayla insanların yaşamış olduğu anılar var. Biz de 20 yıl boyunca hocamızın dizinin dibin-
RÖPORTAJ
de, gözünün önünde olduk. Anıları yaşamak çok önemli değil. Anılar yaşar ve biter. Güzeldir, nasiptir. Elhamdülillah biz bu nasiple nasiplendik ama yeni bir jenerasyon, yeni bir nesil var ki Erbakan Hocamızı belki hiç görmedi. Önemli olan Hocamızla oturup kalkmak değil, Hocamızın tutunduğuna tutunmaktır. Önemli olan Hocamızla yaşanmışlıklar değil, Hocamızla yaşanmışlıklardan dersler ve ibretler alarak Hocamız gibi yaşama derdine düşmektir. Öyle insanlar var ki Hocayla öyle anekdotlar, öyle anılar geçirmiş insanlar var ki bir de bakıyorsunuz bugün Hocamızın tutunduğu dala değil bir başka şeye tutunma derdiyle çırpınıp duruyor. O yüzden anılar bir tarafa, yaşanmışlıklar bir tarafa. Bunlar çok güzel şeyler ama Erbakan Hocayı zannederim sadece anılarının anlatılacağı bir lider ve kişi olarak değil, yaşanacak bir kişi olarak bakmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Erbakan Hocayı üzerinden değerlendirecek olursak benim kendime çıkardığım ders, Erbakan Hocamızın tutunduğu şeye, hedefe tutunmaktır. Kendimle bu hedefe tutunmakla ancak iftihar edebilirim. Gençlere de tavsiye edebileceğim her ne ise bu da o hedefe, Erbakan Hocanın hedefine, tutunmayı tavsiye edebilirim. 5-) Millî Gazete’yi diğer gazetelerden farklı kılan özellikler nelerdir? Millî Gazete’yi diğer bütün gazetelerden ayıran en önemli özellik yörüngesidir. Hak geldi batıl zail oldu yörüngesi ve 45 yıllık mazisi
19
RÖPORTAJ
“45 YILLIK TERTEMİZ MAZİ ”
içerisinde, bu 45 yılın tamamına sahip çıkıyor oluşudur ve bu 45 yıllık geride bıraktığı yıllar içerisinde ilk Besmelesine sahip çıkmasıdır. Elbette ki gazeteler açısından, gazetelerin büyüklüğü açısından günümüzde bir ölçü var. Tiraj bir ölçüdür. Elhamdülillah şu anki şartlar içerisinde Millî Gazete’nin tirajı da hakikaten çok iyidir. Yeterli midir? Değil. Hiçbir şekilde değil ama baktığımız zaman gazetelerin tirajlarına ve şişirilmiş balon tirajların arasında bile Millî Gazete belli bir yere sahiptir. Millî Gazete’yi Millî Gazete yapan en önemli unsur logosunda taşıdığı o ‘hak geldi batıl zail oldu’ ayet-i kerimesi düsturudur. Bunu bir ölçü olarak kabul etmesi, zamana göre değil, iktidara, muhalefete göre değil, hava durumuna göre değil, işte o ölçüye göre; ‘hak geldi batıl zail oldu’ düsturuna göre 45 yıldır davranıyor olmasıdır. Millî Gazete’yi diğer bütün gazetelerden en önemli fark. Her gazetenin logosuna işlenmiş olan o söz bir deklarasyondur. Millî Gazete için de böyle bir hedef, böyle bir nişane Erbakan Hocamız tarafından bundan 45 yıl önce yakasına asılmıştır. Doğal olarak Millî Gazete’nin büyüklüğü işte o Besmeleye sahip çıkıyor oluşudur. O düştür üzerine 45 yıl boyunca yayın hayatına devam ediyor oluşudur. Geriye dönüp baktığımız zaman Türkiye’deki medya dünyasında iktidarlara göre yayın politikası değişiyor. Yayın yönetmenleri değişiyor. İktidara göre manşetler
20
ÖMER COŞKUNÇELEBİ
değişiyor, yorumlar değişiyor. Öyle 20 yılda 30 yılda bir değil, 2-3 yılda bir değişiyorken Millî Gazete’nin bu anlamda değişmez o yürüyüşü çok kıymetlidir, çok değerlidir diye düşünüyorum ve hem Türkiye’de hem de dünyada bu bakımdan Millî Gazete nadide bir yere sahiptir. Hiçbir zaman şartların teslim almadığı ve şartları teslim alma niyetinde olan bir gazete olması bakımından herhalde parmakla gösterilir diye düşünüyorum. 6-) Millî Gazete’yi takip ediyoruz ve gündem oluşturduğunuzu biliyoruz, bunun ardındaki etkenler nelerdir? İşimizi iyi yapmaya çalışıyoruz, mesleğimizi icra etmeye çalışıyoruz, zamanın konjonktürel baskılarının altında ezilmeden hakkı temsil etmeye çalışıyoruz. Bunu yaparken Millî Gazete hiçbir zaman iktidarların, kişilerin ayıplarını örtme derdinde olmamıştır ya da şöyle düzelteyim bunu. Millî Gazete hiçbir zaman insanların özel hayatlarıyla ilgilenmemiştir. İnsanların ayıplarını araştırma yoluna tevessül etmemiştir ama insanların ve iktidarların temsil ettiği zihniyetle ilgili büyük bir mücadele ortaya koymuştur. Bunu da ‘aman biz şu iktidarı yıpratalım’ ya da ‘şu kişiyi yıpratalım’, ‘şuna düşmanca davranalım’ şeklinde hiçbir zaman yapılmamıştır. Esas olan da zaten budur. Çünkü Allah indinde gerçek dostluk bir insana ‘şu yaptığın şey yanlış doğrusu budur’ diye yol göstermektir. Allah indinde aslında gerçek düşmanlık ise insanların yanlışlarını görüp onu söylemeden,
ÖMER COŞKUNÇELEBİ
“45 YILLIK TERTEMİZ MAZİ ”
o yanlışı teşvik etmektir. İşte Millî Gazete insanların, iktidarların yaptıklarının yanlışlarını gösterme ve doğrusunu da aynı şekilde söyleme vazifesini yapıyor. Bu tebliğ esasları açısından da zaten böyledir. Yoksa birileri bir yanlışın içerisinde boğuluyor ve sen de seyirci kalıyorsan bu Allah’ın vebal meselesinde karşımıza çıkar. 7-) Millî Gazete yazarlarının diğer yazarlardan farkı nedir? Millî Gazete yazarları hakikaten belli bir iklimden gelmiş, belli bir iklimde yetişmiş ve belli bir kaygısı, derdi olan insanlardır. Millî Gazete’de yazan yazarlarımızın çok büyük bir çoğunluğu yazdıkları yazı için para almayan insanlar. Öyle ki biz kendilerine bir telif ücreti düşünsek ki bunun örnekleri var isimlerinin verilmesini belki istemeyecekleri için yazarlarımızı söylemiyorum ama kendilerine yazının karşılığında az
RÖPORTAJ
bir para teklif ettiğimiz yazarlarımız bile olmuştur, onların bize söylediği şey şu olmuştur. “Bizim ilmimizin zekâtı var, ilmimizin zekâtı varken biz yazı yazdığımız Millî Gazete’den para alacak olursak o zaman ilmimizin zekatını nasıl ödeyebiliriz?” Bu bakımdan dertli insanlar her şeyden önce. Hak batıl mücadelesinde gerçekten inanmış, bu hak batıl mücadelesinde kollarını sıvamış insanlar ve ölçülü insanlar. Kul hakkına riayet eden, çamur atma derdinde olmaksızın, insanları karalama derdinde olmaksızın, insanların kişisel ayıplarını ifşa etme derdinde olmaksızın, hak batıl mücadelesinde hakkı ortaya koyma derdinde olan insanlar Millî Gazete’deki yazar ve aynı zamanda mutfak kadrosu. O yüzden de geride böylesine şanlı bir tarih bırakan bir gazete olarak bugün Millî Gazete yoluna devam ediyor. İnşallah yazarlarımızın niyetlerinin böyle olduğuna inandığımız için Millî Gazete’de yazanlar çeyrek asırdır burada çalışı-
21
RÖPORTAJ
“45 YILLIK TERTEMİZ MAZİ ”
yorlar. Bu işler para için yapılacak olsa herhalde 20-25 yıl kimse Millî Gazete’de çalışmaz, Millî Gazete’de yazı yazmazdı. Millî Gazete kadrosunu diğer bütün gazetelerin kadrosundan ayıran en önemli özelliklerden birisi dünyaya ve ahirete bakış açısıdır. Yani biz neye inanıyorsak, neye bakıyorsak, neyi temsil ediyorsak onu ortaya koymaya çalışıyoruz. Biz inanıyoruz ki üzerimize bir elbise giymeye çalışıyoruz. Bu beyaz bir elbisedir. Üzerimizde toz olmasın, kir olmasın diye gayret ediyoruz. 8-) İslam coğrafyası hakkındaki ümmet hakkında güncel bilgileri Millî Gazete aracılığıyla takip ediyoruz. Bu haberleri nasıl temin ediyorsunuz? Günümüzde güvenilir habere doğrudan ulaşmak çok zor bir şeydir. Millî Gazete’nin en büyük gücü işte aslında temsil ettiği değerler, yaklaşımı ve bakış açısı. Hangi niyetle bakıyor, hangi niyetle çıkıyor, hangi niyetle yazıyor meselesi çok önemlidir. Kim hangi niyetle bir olaya bakıyorsa onda onu görür, onu bulur ve onu ortaya koyar. Herkes, bir birey, bir kul nasıl tıynetinin gereğinin ortaya koyarsa bir yayın organı da mutlaka tıynetinin ve varlık sebebini ortaya koyar. Millî Gazete bu bakımdan kendi vazifesini biliyor ve ona göre olaylara yaklaşıyor. Siz olaylara Müslümanca bakarsanız Cenab-ı Allah size feraset nasip eder ve bazı
22
ÖMER COŞKUNÇELEBİ
şeyleri çok daha berrak görebilirsiniz. Millî Gazete bu anlamda iki mührü vardır. Birincisi özel haber mührü kullanır. Bir de ‘bu haberi bu şekliyle başka bir gazetelerde bulamazsınız’ damgası kullanır. Bir iddia ortaya koyar. Çünkü özel haber dediğimiz şey bizim buradaki, Millî Gazete’nin İstanbul ve Ankara haber merkezindeki muhabirlerimizin ya da editör arkadaşlarımızın ortaya koyduğu çalışmadır. Sadece bize özgü, kendi muhabirlerimizin ortaya koyduğu bir haberdir. ‘Bu haberi bu şekliyle bir başka gazetede bulamazsınız’ şeklindeki haberlerimiz ise aslında ajanslar tarafından bütün televizyonların ve gazetelerin haber merkezlerine gönderilmiş olan haberdir. Fakat onlar maksatlı bir şekilde gönderiyor, bu haberlerin ve bilgilerin içerisinde algı yönetimi çerçevesinde o konjonktürde neye hizmet edilmesi gerekiyorsa ona göre olaya bakıyor ve ona göre haberin başlığını dizayn ediyor. Millî Gazete öyle yapmıyor. Biz alıyoruz ajanslardan bu bilgileri, haberleri, gelişmeleri sonrasında bunları kendi ölçeğimize vuruyoruz. ‘Hak geldi batıl zail oldu’. Bu ölçüye vurduğumuz zaman biz ona yeni bir elbise giydirmiş oluyoruz. Bir bakış açısı giydirmiş oluyoruz. İşte bu bakış açısı önemli ve Millî Gazete bu bakımdan işte feraset dediğimiz şeye sahip. Şahıslar üzerinden söylemiyorum bunları. Biz manayı ortaya koymaya çalışıyoruz ve olaylara Müslümanca bakan bir yayın kuruluşu kültürü ortaya çıkınca iste sizin dediğiniz bu hakikatle biz de karşı-
ÖMER COŞKUNÇELEBİ
“45 YILLIK TERTEMİZ MAZİ ”
laşmış oluyoruz. Elhamdülillah bu bakımdan Millî Gazete çok temiz. Hiç kimseye algı operasyonu yapmaksızın, kimseyi şaibe ve zan altında bırakmaksızın, kimsenin kul hakkına musallat olma derdinde olmaksızın bir yaklaşım içerisine girerseniz siz o zaman güzel şeyleri, doğru şeyleri, hakikati ortaya koyabilirsiniz ama sizin derdiniz sadece muhteşem bir başlık atmaksa, muhteşem bir manşet ortaya koymaksa, kul hakkıymış, şuymuş buymuş diye diğer hiçbir şeyi düşünmeden sadece konuşulmayı, başarmayı, sansasyonel bir yaklaşım ortaya koymayı hedeflerseniz çok dalgalanırsınız ama mesleğinizi bir ölçüyle yaparsanız o zaman feraset kendiliğinden gelir. 9-) Son olarak, uluslararası ve ülkemiz basınını takip, okuma, anlama(inceleme) noktasında gençlere tavsiyeleriniz nelerdir? Bir defa berrak sudan içmek lazım. Biz Millî Gazete’yi okumaksızın, Millî Gazete’nin 45 yıldır temsil ettiği yaklaşımı ve değerlerinden bihaber bir şekilde gerek küresel uluslararası yayın kuruluşları gerekse küresel uluslararası yayın kuruluşların Türkiye’de konjonktürel olarak yayın yapmakta olan ulusal gazete ve televizyonlarının etkisinden kurtulamayız. Biz medya okumasını iyi bilmemiz gerekiyor. Bir gazetede kullanılan her kelimenin mutlaka bir karşılığı vardır. Her fotoğrafın mutlaka bir karşılığı vardır ve tekrar edilenlerin mutlaka bir karşılığı vardır. Eğer bir gazete üç yıl önce yazdığı
RÖPORTAJ
şeyin, attığı manşetin üç yıl sonra tersini yazıyorsa o gazete okunmaz. Ya da bir ay önce bir şey yazıp da bir ay sonra başka bir şey yazıyorsa o gazete okunmaz. Ya da bir manşeti atıyorken, manşetin yanında ahlaksız bir fotoğrafı bir köşesinde basıyorsa o gazete okunmaz. Çünkü o gazetenin temsil ettiği şey asla hak olamaz. Ancak menfaat olabilir. Konjonktürel bir çıkar olabilir. Günümüzde olaylar öyle karışık ki bazı gazetelerin birinci sayfasında İslami bir başlık görüyorsunuz öbür tarafta da birinci sayfa güzeli gibi bir fotoğrafın basıldığını görüyorsun. Bazı İslamcı gazeteler içerde yazı yazıyor bakıyorsun ki asla kabul edemeyeceğin bir başka görsel, bir başka fotoğraf kullanılıyor. Bir başka gazetede İslamcı yazarlar ümmeti kurtarıyor ama aynı gazetede bankaların reklamları yayınlanıyor. Bu kabul edilebilir bir şey değildir. Ne o İslamcı yazarın yazdığı şeye artık inanabilirsin, onu doğru bulabilirsin ne de o gazeteye inanabilirsin. Gençlerin berrak sudan içmesini tavsiye ederim ve medya okumasını iyi yapmaları gerekiyor. Herkes bilsin ki hiçbir gazete, hiçbir televizyon tarafsız değildir. Her gazetenin, her televizyonun her medya kuruluş organının mutlaka bir tarafı vardır. Tarafsızım diyen gazete, gazeteci; tarafsızım diyen televizyon ve televizyoncu bilesiniz ki yüzde yüz yalan söylüyor. Millî Gazete’nin de bir tarafı var. Mustafa Kurdaş olarak ben beş yıllık bir gazeteciyim ve tarafsız değilim. Benim de bir tarafım var ama bilesiniz ki A gazetesinde yazanın da B televizyonunda konu-
23
RÖPORTAJ
“45 YILLIK TERTEMİZ MAZİ ”
şanın da bir tarafı var. O yüzden taraf meselesi önemlidir. Genellikle sanki gazete yazıyorsa tarafsız ve doğrudur diye bakılıyor. 30 tane gazetede her gün aynı şey tekrarlanıyor. 100 tane televizyonda her gün aynı şeyi dinliyorsunuz. Sonuç? Ergenekon gibi sonuçlarla karşı karşıya kalıyoruz. 9 yıl boyunca bize Ergenekon dediler, 7 gün 24 saat televizyonlar Ergenekon diye konuştu, 9 yıl boyunca gazeteler manşetleriyle, yorumcularıyla bize Ergenekon’u anlattılar ama bir sabah kalktık. Birisi dedi ki Ergenekon diye bir şey yokmuş. Sonrasında da hiç sorgulanmadı. Son olarak da şunları söyleyeyim; Allah (c.c) insanoğlunu yaratırken eşref-i mahluk olarak yaratmış. Eşref-i mahluk olmanın da bir defa kul olmanın ve teslim olmakla ilgili bir yönü var. Kur’an, Sünnet, İslam. Biz bir defa İslam’a tam anlamıyla teslim olmadıktan sonra eşref-i mahluk olamayız. Hakikaten iman etmemiz lazım ve eşref-i mahluk olmanın gerektirdiği gibi yaşamak gerekir. Bu nasıl olur? Düşünerek olur. Muhakeme etmek, mukayese etmek, düşünmek, akletmek… Bunlar o kadar önemli meziyetler ki bir insanı diğer bütün yaratıklardan ayıran şeylerdir bunlar ama siz muhakeme edemezseniz, mukayese edemezseniz, akledemezseniz, düşünemezseniz, o zaman diğer yaratılardan bir farkınız kalmaz. Allah (c.c) külli irade sahibi olarak insana bir de cüzi irade vermiş; iyiyi, güzeli, adaletli olanı bulsun ve cenneti hak etmesini murad etmiş ama günümüzde algı yönetimi çerçe-
24
ÖMER COŞKUNÇELEBİ
vesinde öylesine büyük bir savaş söz konusu ki insanların ve kul üzerinde ahiretini çalmak için çalışıyor ve doğal olarak bu bakımdan olaya yaklaştığımız zaman insanoğlunun cüzi iradesini kullanmakta aciz aldığını görüyoruz. Çünkü insanoğlunun cüzi iradesini kullanabilmesi için düşünmesi lazımdır, akletmesi lazımdır. Cenab-ı Allah Kur’an’da birçok ayet-i kerimeyi sonlandırırken bize ‘akletmez misiniz?’ diye sorarak akletmeyi ve düşünmeyi emrediyor. Öyleyse biz bu algı yönetimi savaşından galip çıkacaksak eğer şeytanın musallat olmasından galebe elde edeceksek eğer bu akletmek, düşünmek ve Allah’a teslim olmakla ilgili bir sonucu bize getiriyor. İşte bu yüzden berrak sudan içmemiz ve doğru haberi, hak haberi takip etmemiz gerekir diye inanıyorum. Eğer siz berrak sudan içmeyip de algı yönetimleri deryasına düşerseniz o zaman akletme ve düşünme yeteneklerinizi de muhakeme ve mukayese gücünüzü de elinizden birileri alır sonra siz özgür iradenizi kullandığınızı zannedersiniz ama küreselin emrettiği şeyi yapmaktan başka bir iş yapmamış olursunuz.
TARİHE
DÜŞÜLEN NOTLAR
25
“OSMANLI MİMARİSİ”
Osmanlı mimarisinin Osmanlı İmparatorluğu’nda beyliğin kurulmasından imparatorluğun yayılmasına kadar uzun bir dönemi kapsayan ve bu dönemde inşa edilmiş ya da fikir öncülüğü yapılmış mimari üslupları ve mimari eserleri kapsar. Osmanlı mimarisi daha evvelki dönemlerden gelen Anadolu mimarisi, Selçuklu mimarisi, Bizans, İran ve Memluk mimarisinden etkilendiği söylenebilir. Değişik dönemlerde ihtiyaç ve teknolojiye göre farklı eserler inşa edilse de genellikle camilerin etrafına eserler yapılıyordu. Camilerin etrafına yapılan sosyal yapılarla birlikte külliye inşa ediliyordu. Osmanlı Mimarisi Erken Dönem, Klasik Dönem ve Geç Dönem Osmanlı Mimarisi olmak üzere üç dönemden oluşur. Erken Dönem Osmanlı Mimarisi Bu mimari dönem Osmanlı Devleti’nin kurulması ve 1501 yılında Beyazıt Camisinin yapımının baş-
26
SALİH EKMEKCİGİL
lamasına kadar devam etmiştir. Bazı araştırmacıların belirttiğine göre bu dönem 1437 yılında Edirne’de yapılan Üç Şerefeli Camisinin tamamlanmasına kadar devam etmiş olduğu kabul edilir. Bu cami erken dönemden kalan en önemli eseri olarak kabul edilir. Bunun yanında klasik dönemin özelliklerinden olan iç avlusunun bulunması ve ana kubbe öğelerinin ilk defa uygulanmış olması yönünden oldukça önemlidir. Bu dönemde yapılan eserler daha çok Bursa, İznik ve Edirne illerinde yer alır. Osmanlı mimarisinde ilk önemli çalışmalar İznik’te yapılmıştır. Ancak 1335 ve 1365 yılları arasında başkent olan Bursa şehrindeki anıtsal eserler de bu dönem Bursa üslubu olarak anılır. 1365 ve 1453 yılları arasında başkentlik yapan Edirne şehrinde ise ağırlıklı olarak cami ve medrese inşası olmuştur. Bu dönemde olan eserler Bizans ve Selçuklu mimarisinin etkilerini taşımaktadır. Ancak daha çok klasik dönem için temel oluşturan fikirlerin ilk uygulaması bu dönemde olmuş. Klasik dönemde mimari
SALİH EKMEKCİGİL olarak önemli bir yeri bulunan kubbe kullanımı burada olmuştur. Ferah ve aydınlık olan mekânlara önem verilmiş olan dönemin başlarında tek kubbeli eserler inşa edilirken, daha ilerleyen döneminde çift ve daha fazla kubbeli yapılar yapılmaya başlanmıştır. 1333 ve 1334 yıllarında yapılmış olan Hacı Özbek Cami Osmanlı mimarisinde inşa edilmiş ilk camidir. İznik’te olan caminin Osmanlı mimarisindeki tek kubbeli cami türüne yapılmış ilk örnektir. 1472 yılında inşa edilmiş olan Çinili Köşk, dış cephesinde çininin kullanılmış olduğu az sayıda eserden birisidir. Bu dönemde olan önemli eserlerden birisi devletin 600 yıllık tarihinde yaklaşık 400 yıl kadar devletin idare merkezi olmuş ve Osmanlı padişahlarının yaşadığı yer olan Topkapı Sarayı’dır. Bu dönemdeki yapılara Ulu Cami (Bursa), Yeşil Cami (Bursa) ve Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan Topkapı Sarayı örnek verilir. Klasik Dönem Osmanlı Mimarisi 1501 ile 1703 yılları arasında hâkim olan Klasik dönemin örnekleri ağırlıklı olarak İstanbul’da yer alır. Bu dönemde daha çok dinî yapılar ve kamu yapıları inşa edildi. Klasik dönemin mimarlarının genel yaklaşımı yüksek ve görkemli yapılar inşa etmek yönündeydi. Bu sebepten erken dönemde uygulanmaya başlanan kubbeli ve merkezî planlı yapılar, klasik dönemde daha anıtsal ölçeklerde uygulandı. Bu dönemi etkileyen önemli yapılardan birisi de 537 yılında inşa edilen Ayasofya idi. Ayasofya gibi büyük
“OSMANLI MİMARİSİ”
ana kubbelerin inşa edilebilmesi için yarım kubbelerin kullanılması pratiği de bu dönemde yaygınlaştı. Bu amaçla inşa edilen yapıların başında gelen camilerde ağırlıklı olarak kubbeli ve yan kubbeli örtüler ve tavanı destekleyen fil ayak destek sistemleri kullanıldı. Malzeme olarak küfeki taşı ve mermerin sıklıkla kullanıldığı klasik dönem yapılarının tasarımında genelde yukarıdan aşağıya inildikçe genişleyen bir tasarım kompozisyonu hâkim oldu. Fatih, Süleymaniye, Selimiye ve Sultanahmet Camileri bu dönemde yapılmış önemli camilerdendir. Geç Dönem Osmanlı Mimarisi Bu dönem Osmanlı mimarisinin görüntüsü, geçmiş dönemlere oranla değişik özellikler göstermektedir. Kültür ve sanat, siyasal başarısızlıkların süreklilik kazandığı 18. yüzyıla kadar önemli ölçüde geleneksel bütünlüğünü korumuştur. 18. yüzyıldan itibaren batı etkilerinin yoğunluğu duyulmaya başlamıştır. Bu yüzyılda özellikle Fransa ile kurulan siyasal yakınlaşma Osmanlı sanatı üzerinde oldukça etkili olmuştur. Böylece Osmanlı sanatı, 18. yüzyıldan itibaren batı sanatının etkisinde gelişme göstermiştir. Bu dönemin en önemli camileri içerisinde Ortaköy ve Dolmabahçe Camileri vardır. Ayrıca Dolmabahçe, Çırağan ve Yıldız Sarayı Geç Dönem Osmanlı Mimarisinde görebileceğimiz eşsiz eserlerdendir.
27
“GENÇ SAHABİLER”
İnsan varlıklar aleminin en şereflisidir, dünya üzerindeki hayvanlar, nebatat ve birçok organizma varlıkların en şereflisi olan insana hizmet etmektedir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran akletme duyusu, ona yaşamında çeşitli seçimler yapabilme; iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırabilme kabiliyetini vermektedir. Hiç şüphe yok ki bize verilmiş olan bunca nimetle birlikte ömrümüzün her anının hesabı sorulacaktır. Hadis-i Şerifler de insanın ömrünü nerede harcadığı sualinin muhatabı olacağı ve bununla birlikte gençliğini nerede, nasıl harcadığının da sorulacağını efendimiz bizlere bildiriyor. Buradan anlaşılacağı üzere insanın her anının kıymetli olduğu lakin gençlik döneminin insan ömründe ayrı bir yerinin ve öneminin olduğu aşikardır. Peki biz, bu ümmetin gençleri olarak vaktimizi nerede harcıyoruz? Bir günümüz nasıl geçiyor? Türkiye’de televizyon ve internet kullanıcılarının, yani biz-
28
BEKİR KESKİN
lerin istatistikleri bu sorunun bir kısmını cevaplar nitelikte: Sosyal medya, internet, bilgisayar oyunları ve televizyon bazı insanların 24 saatinin yarısını işgal ediyor. İki saatin altında kullanım istatistiği yok diyebiliriz. Ne acıdır ki, bu kullanım açlığının en alt sınırının istatistiğini, kitap okuma konusunda gösteremiyoruz. Tabi bizden istenilen bu istatistiklerden başka bir şey değil. Maazallah günde birkaç saat bir şeyler okur veya bir şeyleri düşünmeye başlarsak, yanlış giden bazı şeyleri eleştiririz. Bu da çeşitli otoriteler tarafından hoş karşılanmaz. Belki de bu oranların değişmesi için otoritelerin değişmesi gerekir. Hiç şüphe yok ki, ülkenin her bir bireyi davranışlarında kendisine “Allah ne der?” sorusunu sorarsa işler yoluna girer. Amerika ne der kaygısıyla yaşanırsa zafer hayallerde kalır. Biz gençler her işimizde Allah’ın rızasını gaye edinirsek, başarı zaten kendiliğinden gelecektir. ”Bana ne Amerika’dan” diyebilmek, büyük meziyettir. Bize Allah yolunda yegâne örnek hiç şüphesiz Hz. Muhammed (sav)’dir. Öncelikle onun hayatını
BEKİR KESKİN öğrenmeli ve onun gibi yaşamaya çaba göstermeliyiz. Ve birçok sahabe de gençliğindeki davranışlarıyla bizlere örnek teşkil etmektedir. Gençler nasıl yaşamalı sorusuna Ashab-ı Kiram’ın hayatlarından örneklerle devam edelim. Bugünün genci, birkaç dil konuşabilecek seviyeye gelmek için gayret göstermelidir. Birkaç dil bilen bir insan, İslam’ı daha geniş coğrafyalarda anlatabilecektir. İslam’ı hiç duymamış olan farklı insanlara İslam’ı götürebilecektir. ”Dil öğrenmek kolay mı?”, ”Bir dil kaç yılda öğreniliyor haberin var mı?” soruları o zaman da sorulmamış olsa gerek; Zeyd bin Sabit(ra) Efendimiz(sav)’in isteği üzerine 15 gecede İbraniceyi yazıp okumasını öğrenmiştir. Yine efendimizin isteği üzerine 17 gün içinde Süryaniceyi öğrenmiştir. Bu lisanlarla, Efendimize gelen mektupları okumuş ve cevaplarını yazmak gibi kutlu bir görevde bulunmuştur. Tabi ki Zeyd(ra) Efendimizin “Genç yaşta ilim öğrenen, kayanın üzerine oyma yapan gibidir; ihtiyarlığında ilim öğrenmeye çalışan ise, su üzerine yazı yazan gibidir.” buyruğunun farkındaydı. Biz de bu buyruğun ışığında ilim talebinde bulunmalıyız. Zeyd bin Sabit (ra) o güzel örneklerden sadece bir tanesi. Sadece dil ile bu güzel örnekleri kısıtlamamak gerekir. Ashab-ı Kiram, spor konusunda da bizlere örnek olmuştur. Seleme İbnü’l Ekva (ra)’ın çok iyi bir koşucu olduğu ve birçok düşmanı koşarak yakaladığı aktarılmıştır. Gördüğü-
“GENÇ SAHABİLER”
müz gibi Seleme bu maharetini İslam için kullanmıştır. Efendimiz savaş gücünü artırmak ve boş vakitleri doldurmak için ashabına okçuluk sporunu yapmaya teşvik edermiş. Bu örneklerden, spor dallarında o güzel insanların da uğraş verdiğini görüyoruz. İslam için çalışma ve İslam’ı yaşama hususuna da değinelim. Örneğin biz bu günlerde İslam için bir şeyler yapmak konusunda aciz kalıyoruz. Her işe atılmamız gerekirken birçok genç, bırakın İslam için çalışmayı; namaz kıldığının bilinmesinden, imam hatip mezunu olduğunun öğrenilmesinden ve benzeri durumlardan rahatsızlık duyuyor. Ashab-ı Kiram’dan Habbab(ra), Müslüman olduğunda 15 yaşındaydı. İlk Müslümanlardan olma şerefine nail oldu. Ümmü Emmar’ın kölesiydi ve Müslüman olduktan sonra türlü işkencelere maruz kaldı. Uzun süre çile çekti. Habbab(ra) bütün bu eziyetlere rağmen Müslümanlığından çekinmedi, İslam’ı yaymak için sürekli çaba gösterdi, benim başım belalı deyip kenara çekilmedi. Ashab-ı Kiram’dan gençlere en güzel örneklerden birisi de Mus’ab bin Umeyr’dir. Mus’ab(ra) varlıklı bir ailenin çocuğuydu, güzel giyimli ve yakışıklı bir delikanlıydı. İslam’la tanıştığında 18 yaşındaydı ve malını mülkünü düşünmeden, bu yolu seçti. Annesi tarafından bir odaya hapsedildi, çileli günler geçirdi. Habeşistan’a hicret edenler arasında yer aldı. Habeşistan’dan döndükten sonra, Efendimiz ona
29
“GENÇ SAHABİLER”
Medineli Müslümanlara Kur’an-ı Kerim’i öğretme ve İslam’ı anlatma görevini verdi. Mus’ab iyi bir eğitim almış, temiz giyinen, güzel konuşan ve son derece kibar bir gençti. Bu özellikleri, bize İslam yolundaki bir gencin nasıl olması gerektiğine çok güzel bir örnek teşkil ediyor. Medine’ye hicret eden ilk kişi oldu. Hac mevsimi yaklaştığında 72 kişi Mus’ab önderliğinde yola koyuldular. Akabe denen yerde Efendimizle buluştular. Mus’ab(ra), Efendimize Medine’de İslam’ın hızlı yayılışının müjdesini, burada verdi; ”Ya Rasulullah! Medine’de İslam’ın girmediği ve konuşulmadığı ev kalmadı.” Varını yoğunu İslam uğruna harcayan bu kutlu genç, Bedir savaşında şehit oldu. O mübarek genç toprağa verilirken, üzerindeki elbisesi kısa geldi. Elbisesi göğüs tarafına örtülünce ayak kısmı, ayak kısmına örtülünce de göğüs kısmı açıkta kaldı. Bir zamanlar en güzel elbiseleri giyen Mus’ab bin Umeyr’in İslam için nasıl bir fedakârlık yaptığını buradan hüzün verici bir şekilde anlayabiliyoruz. Ve Hz. Ali. Yıllar sonra İslam halifesi olacak olan genç der ki; ”Resulullah(sav) pazartesi günü Peygamber olarak gönderildi, ben de Salı günü Müslüman oldum. Ben, Resulullah’la birlikte, namaz kılan ilk erkeğim.” Hz. Ali Müslüman olduğunda 10 yaşındaydı. Gençliğini Resulullah’a, yani İslam’a adamıştı. Her zaman onun yanındaydı ve onun diğer Müslümanlarla haberleşmesini sağlıyordu. Çocuk olduğu için, müşriklerin dikkati üzerinde
30
BEKİR KESKİN değildi. Efendimiz, Medine’ye hicret etmeden önce Kabe’nin üzerindeki putu yıkarken, yanında o güzel genç vardı. Hicret ettiğinde, müşriklerin kurduğu tuzağı bildiği halde ölümü göze alarak onun yatağına yatan genç yine Hz. Ali’ydi. Efendimizin yanında büyüyen bu genç, savaşlarda da onun yanında bulundu. Birçok fedakarlıkta bulunan bu güzel ismin hayatı da bizler için mükemmel bir örnek. Biz gençler olarak Ashab-ı Kiram’ı örnek alırsak, İnşallah İslam’ı hakkıyla yaşamış oluruz. Efendimiz’in (sav) hadisinde: “Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, doğru yolu bulursunuz” demesi, o güzel insanları örnek almamız gerektiğinin tartışmasız kanıtıdır. O güzel insanları örnek almalı, onlar gibi yaşamalıyız. Bu şekilde kendimizi, Allah yoluna adadıktan sonra zafer de beraberinde gelecektir inşallah. Burada asıl gaye Allah’ın rızasıdır. İslam’ı hakkıyla yaşamak için öğrenmemiz gerekiyor. Efendimiz’in hayatını, ashabının hayatını öğrenip, idrak etmemiz gerekiyor. Bunun için sürekli kitap okumalı, sık sık ilim meclislerinde bulunmalıyız. Bugüne kadar kullanmış olduğu telefon sayısı, okuduğu kitap sayısından fazla olan insanların; Fatih, bizim yaşımızda İstanbul’u fethetti, Efendimiz bizim yaşımızda ki gençlere çok önemli görevler verirdi, demek gibi bir hakkı kendisinde görmesi, ne kadar normaldir? İnşallah böyle haklar talep edebilecek gençler oluruz…
TARİHE
DÜŞÜLEN NOTLAR 31
“BİR BİLİM ADAMININ YOLCULUĞU”
Genç yazarımız Kaan Bilge, XX. yüzyılda doğdu. Fen bilimleri başta olmak üzere Felsefe, Astronomi, Sanat Tasarım, Tarih ve Sağlık Bilimleri de dahil farklı konularda binlerce ders aldı. 16 yıldır eğitimine ara vermeden devam eden Bilge Bey, yüzlerce sınava tabi olup neticesinde Türkiye’nin bilim merkezi İstanbul’da çalışmalarına devam etmeye hak kazandı. Megakent İstanbul’daki ilk senesinin tamamını İngilizce öğrenimine ayırdı, öncesinde belli dönem Almanca dersleri de görmüştü. Akademik çalışmaları kapsamında özel laboratuvarlara girme fırsatı yakalayan mühendis adayımız, teknolojik gelişmeleri yakından takip ediyor. Mesleki alanı haricinde özel ilgi alanlarında incelemelerde bulunup, çeşitli neşriyatlarda yayınlanmış deneme yazıları mevcuttur.
32
NECIP TEKIN
İşte böyle yazar tanıtımıyla başlar kitaplar, konferanslar vs. ön satış yapılmıştır, artık tarla sürülmüş ve toprak ekilmeye uygundur. Demek istiyoruz ki yazarın/ hatibin sözleri başlamadan zihinler kabule elverişli hale getirilmiştir. Alanında ‘uzman’ insandır meselelere açıklık getirecek kişi, nasıl reddedebiliriz ki? Yazılanlar/anlatılanlar gerçektir evet, yanlış bilgi yoktur lakin muhatabın nasıl anlaması ve yorumlaması gerektiği önceden hesap edilmiş ve kurgulanmıştır. Giriş bölümümüzü bir de şu şekilde yazalım, bakalım zihnimizde aynı şeyleri tahayyül edebilecek miyiz? Genç kardeşimiz Kaan Bilge, 1995 yılında doğdu. İlköğretim ve lise öğrenimlerini tamamladıktan sonra milyonlarca genç gibi, o da üniversite imtihanlarına girdi. Sonucunda memleketin en girdap şehri
NECIP TEKIN
“BİR BİLİM ADAMININ YOLCULUĞU”
İstanbul’da mühendislik tahsiline başladı. İlk senesinde İngilizce hazırlık okudu. Mesleği dışında ilgilendiği konular da mevcuttur. Esasen hakkında yazılanlar aynı kişidir ve ülkemizde bu eğitimleri görmüş milyonlarca talebe mevcuttur ama yazıyı okurken düşündüklerimiz çok farklıdır. Meselenin özü de buradadır ‘Algı Yönetimi’. Masumane, zararsız bir örnekti bizimkisi. Üzülerek belirtmek gerekirse maruz kaldığımız hadiseler için aynı ifadelerde bulunamayız. Algı yönetimi; gerçeklerin istenilen şekilde yorumlanmasını sağlamak için organize edilen süreçtir. Amaç gerçekleri değil, gerçeklerin algılanış biçimini değiştirmektir. Hedefleri sadece kısa süreli davranışları ve duyguları değiştirmek değil, uzun vadede tutumları da değiştirmektir. Sebebi ise ‘’Düşmanımızın bizim gibi düşünmesini sağlayabilirsek, savaşmak zorunda kalmayız” ifadesiyle açıkça ortaya konmuştur.
duygular üzerinden karar vermesi amaçlanmaktadır. Bu ise ‘yutulabilir lokma’ olma yolunda büyük bir adımdır. Halk arasındaki ‘Öfke geldi mi akıl baştan gider.’ sözü ve Cenabı Allah’ın bizleri ‘...Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin…’ uyarısı da aynı hususu ihtiva eder. Düşünmeden hareket etme! Korkutarak, aşırı sevdirerek kimi zaman da ümitsizlik duygularını tahrik ederek karar vermemiz istenir sonucunda ise duygular tüm belleğimizi esir alır ve fevri davranışlar sergilemek kaçınılmazdır.
Kandırmanın ön satış kuralına dikkat çektik, en etkili silahlarından bir diğeri ise duyguları tahrik etmektir. Özellikle aklıselim olmayan kişiler üzerinde uygulanan bu yöntemle, insanların akıl değil
TV ekranlarından, gazetelerden, dergilerden, meydanlardan, sokakta reklam panolarından kısacası kafanızı çevirdiğiniz her yerden size telkin edilen konular vardır. İsimleri farklı olsa bile muhtevası ortaktır, hepsinde aynı meseleler işlenir. Bu saldırılara maruz kalan insan artık farklı düşünme kabiliyetini yitirmiştir. Görüyoruz ki bir zamanlar karşısında dimdik durduklarının, yılmaz savunucusu haline gelmiştir. Algı yönetimi ve manipülasyona maruz kalan kişi bunu fark edemez ve artık onun için de yapılanlar ‘konjonktür’ gereğidir, reel politiktir.
33
“KELİME VE KAVRAMLAR”
Kelimelerimiz ve kavramlarımız... Biz bunlarla düşünüyor ve bunlarla konuşuyoruz. Bunlarda anlaşamazsak nasıl düşüneceğiz, neyi konuşacağız? Zanların ve şahsi kanaatlerin hâkim olduğu bir ortamda herkes ayrı düşünüp ayrı konuşacaktır. Hak ve hakikat “bir” iken, “bir” e götüren yol üzere olmamız gerekmez mi? Kelimeler ve kavramlar insanın, Allah (C.C), toplum, tarih ve kendisi ile bağını kuran en önemli araçtır. Kelimeler ve kavramlar, sadece iletişim için değildir, aynı zamanda bir duruştur, eylemdir ve kimliktir. İslam düşmanlığı ile tanınan, politik reformcu William Ewart Gladstone, 19. yüzyılın sonlarında, bir kürsüde konuşurken şunları söylüyor: “Biz bu Türkleri savaş meydanlarında yenemiyoruz. Onları yenmenin tek yolu var: Onların kitabını (Kur’an-ı Kerim’i) ellerinden almak!”. Muhatapları bunun mümkün olmadığını söylediklerinde, Kitabın cisminin değil manasının/ içinin alınacağını söylüyor. Allah’ın (C.C) koruması altında olan kitabımız elbette alınmadı, alınamaz da. Fakat manası biz Müslümanlarda duruyor mu? Bugün Dünyayı yönetenler, düzenin muhafazası için kelimeler ve kavramların eylemsel ve kimliksel yapısına müdahale ediyorlar. Çünkü, bir şeyi bozmak, onu tam
34
ALİ ÇIPLAK anlamıyla bozmaktan daha ucuz ve daha kolaydır. Ki, kavramların içini boşaltmak, onları ters yüz etmek, yok etmekle eşdeğerdir. Kelime ve kavramların eylemsel boyutuna yapılan müdahalenin nereye vardığına, yaşadığımız halin tercümesini yapmak için bir örnek verelim: Eskiden herkese faydalı olana iyi insan diyorken, bugün kimseye zararı olmayana iyi insan diyoruz. Mesela, muhafazakâr deyince aklımıza Müslüman geliyor. Millet deyince ırk, aşk deyince kadın aklımıza geliyor. Bu bize, kelimelerin sağladığı kimliklerin çalındığını gösteriyor. Bu sebeplerden ötürü bugün, seküler dindarlıktan, örtülü feministlerden, kapitalist Müslümanlardan bahsediyoruz. Adalet, her türlü varlığın, yerince olma durumudur. Kelimeleri ait olduğu fikirsel ve eylemsel zemininden çıkarıp kullanmak bir zulümdür. Adil olmakla yükümlü biz Müslümanlar ne yazık ki, bizi biz yapan kelimeler ve kavramların yok edilmesine karşı bir şeyler yap/a/ mıyoruz. İslam, din, Allah rızası, adalet, sabır, cihad ve dahası, biz Müslümanların zihninde olması gerekenin çok ötesinde. Bizi inşa eden kelimelerimizi yeniden ihya etmemiz lazımdır. “Kamus, namustur.” -Cemil Meriç
NECMETTİN NARMAN
Son yıllarda yitip giden manevi mirasımızı bir mirasyedi olarak yeniden aramaktayız. Bu minvalde mazide ki kültür miraslarımızdan biri olarak öne çıkan, Osmanlı’nın başyapıtlarından birisi olan Süleymaniye şaheserine bakmamız elzemdir. Bilindiği üzere bu başyapıt Süleymaniye Camii batının deyimiyle Muhteşem Süleyman devrinde inşa edilmiştir, banisi aynı zamanda toplum mühendisi olan Mimar Sinan imzası taşımaktadır. Mimar’ın kalfalık eserim dediği bu nadide eser günümüzde dahi küçümsenmeyecek nüanslar aksettirmiştir. Aziz İstanbul’un fethinden sonraki 4. padişahı olan Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle yapılmasından ötürü Mimar Sinan camide 4 minare ve yine Kanuni’nin Osmanlı Devleti’nin 10. padişahı olması hasebiyle toplamda 10 şerefeli olarak camiyi inşa etmiştir. Mimaride öne çıkan hususlardan birisi de minare boylarının fethin gözdesi olan Ayasofya minarelerinden daha kısa kalmasıdır.
“SÜLEYMANİYE”
Sebebine gelince Doğan Kuban’ın makalesinde bahsettiği gibi yapamadığı için değil Osmanlı kültüründe şekli ve simgesel sanat niteliği bulunmadığından ötürü olduğu dile getirilmiştir. Camii’nin genel mimarisinden bahsedecek olursak, caminin de içinde bulunduğu külliyenin, Haliç, Topkapı Sarayı, Boğaziçi ve Marmara’ya nazır en yüksek tepeye inşa edilmiştir. Külliye içerisinde camii merkezde kalmak suretiyle sıbyan mektebi, hamam, imarethane, medreseler, kütüphane, şifahane, hazire ve dükkanlar caminin etrafına bina edilmiştir. Cami’nin merkezi konumu gösteriyor ki dinin hayatın ayrılmaz bir parçası olduğu ve hayatın din üzerine örgütlendiği en bariz şekilde tasvir edilmektedir. Yahya Kemal’in Süleymaniye’de Bayram Sabahı şiirinde dediği gibi “Kimi gökten kimi yerden üşüşüp her kapıya Giriyor, birbiri ardınca ilahi yapıya” mısralarıyla mevzunun hülasasını görüyoruz.
35
“BİZİM ORALAR”
Size bizim oralardan bahsetmek istiyorum. Mavi ve yeşilin müthiş uyumu hakimdir Trabzon şehrine. Önünde uçsuz bucaksız denizin o kendine has mavisinin gökyüzü ile uyumunu seyrederken, arkanda ise yeşilin her tonuna hâkim dağların olanca heybetiyle durduğunu ve her daim sırtını o dağlara yaslayabileceğini bilirsin. Trabzon’un insanı ise ayrı bir renk katar bu coğrafyaya. Bir şehir düşünüldüğünde akıllara önce o şehrin yemeği, tarihi veya coğrafi güzellikleri gelir ama Trabzon deyince akıllara önce o kendine has üslup, mizaç ve karakteriyle insanı gelir. Trabzon, Karadeniz dağlarının coğrafi yapısı itibariyle üç bölgeye ayrılabilir; sahil, dağlar ve yaylalar... Trabzon nüfusunun çoğunluğu sahil bölgesinde yaşar. İlçe merkezlerinin çoğunluğu da bu bölgede yer alır. Kırsal nüfus dağlar diye adlandırdığımız bölgede yaşar. Diğer ilçe merkezleri de bu dağların
36
MUSTAFA KARABEYAZ
eteklerinde dere dediğimiz akarsu kenarlarında kurulmuştur. Yaylalar ise rakımın 2000 metrenin üzerine çıktığı şehrin güney kısımlarıdır. Yemyeşil ve düz olan bu yaylalar da kışın sıfıra düşen nüfus yazın köylerdeki insanların ve turistlerin gelmesiyle şenlenir. Şehrin bu coğrafi özellikleri insanının karakterini de büyük oranda şekillendirmektedir. Trabzon’un dağları içme suyu bakımından oldukça cömerttir. Bu sayede evler, Anadolu’nun diğer köylerinde olduğu gibi suyun etrafında şehirleşmek yerine isteyen istediği yerde evini yapabilmektedir. Evlerin bir arada olmayışı Trabzon insanının daha özgün ve daha nevi şahsına münhasır karaktere sahip olmasını sağlamıştır. Karadeniz sularının sürekli hırçınlaşıp sahile vurup köpürdüğü gibi insanları da asabi ve sürekli köpürmeye müsaittir. Sabah güneşli olan hava öğleye kalmadan yağmura dönüşebilir hatta akşama
MUSTAFA KARABEYAZ kar yağmaması için dua ettirir insana. Bir saati diğer saatine tutmayan bu havası gibi insanı da sürekli farklı duygular içinde yaşar. Trabzon’ un insanı samimidir. Yapmacıklığı asla sevmez. Neyse odur içten pazarlıkçı asla değildir. Yanlışı asla düşünmediği gibi yanlışa da asla tahammül göstermez. Pratik bir zekaya sahiptir. Bir olay karşısında başkalarının aklına en son gelecek yollardan çözüme gider. Trabzon insanı mecazdan pek anlamaz. Bir kelimenin ilk manası ne ise o manada yorumlar kelimeyi. Bazen de hiç kimsenin aklına gelmeyen sıfırıncı manası da düşünüyor olabilir. Trabzon kadını ise muazzamdır. Trabzon kadınından başka hiçbir yörenin kadını tarla belleyemez, odun kıramaz. Trabzon kadını silah da tutar, mermi de atar. Bir başka yöreden bir insan Trabzon kadını alacaksa hanım köylü olmaya mecburdur. Nitekim sadece anne tarafı Trabzonlu olmasına rağmen ‘Nerelisin?’ diye sorulduğunda ‘Trabzonluyum.’ diyenlerin örneği çok fazladır. Belki merak edenler olmuştur. Trabzon insanı veya Trabzonlu demek yerine niye hiç ‘Laz’ ifadesini kullanmadım. Genelde ‘Laz’ ifadesi karakter ve mizaçtan bahsedilirken kullanıldığı için pek yanlış bir kullanım değildir. Çünkü Doğu Karadeniz insanı çok fazla benzer özelliklere sahiptir. Fakat ‘Laz’ esasında daha özel bir kavramdır. Lazlar Pazar(Rize), Ardeşen(Rize), Çamlıhemşin(Rize), Borçka(Artvin), Arhavi(Artvin) ve Hopa(Artvin) ilçelerinde yaşayan
“BİZİM ORALAR”
Lazca konuşan bir etnik gruptur. Trabzon da ise ne Laz vardır ne de Lazca konuşan bir grup. Cennet benzetmesinin gayet yerinde olacağına inandığım Trabzon’ un her köşesinin ayrı bir güzelliği var. Eşsiz şehir ve deniz manzarası ile Boztepe... Şehrin içinde ama şehirden tamamen ayrı duruşuyla Ganita... Dünyanın en uzun mağaralarından biri olan Çal Mağarası... Kah mavi kah yeşil rengiyle büyüleyen Sera Gölü... 50 yıllık esaretinden sonra 2013 yılında tekrar cami olan ve darısı İstanbul’dakinin başına dedirten Trabzon Ayasofya Camii... On altı asırlık tarihiyle nasıl yapıldığı konusunda görenleri hayrete düşüren Sümela Manastırı... Gülbahar Hatun Camii, Zağnos Vadisi, Altındere Milli Parkı, Trabzon Atatürk Köşkü, Trabzon Kalesi ve her biri bir başka güzelliğiyle Yaylalar... Yazımı Trabzon’ un güzelliğini çok iyi anlattığını düşündüğüm bir anı ile bitirmek istiyorum. Dayım Mekke’ deyken yanına bir Arap geldi ve çat pat Türkçesiyle dayımın yakasındaki Türkiye bayrağını işaret ederek sordu: -Sen Türk? -Türkiye’yi biliyor musun? -Türkiye çog guzel zungul cennet cennet... -Zungul?.. Zonguldak mı? -Zungul Zungul cennet... -Uzungöl mü? -Evet çog guzel. Yemyeşil ağaçlarla kaplı iki dağ ve bu iki dağın arasından akan bir nehir ve akan nehrin oluşturduğu masmavi bir göl; Uzungöl...
37
“O GÖREVLİ; PEKİ BİZ?”
Kur’an’daki ayetlerle sabittir ki insan, yeryüzüne şeytanla birbirine düşman olarak indirildi. Müminler dünyada o yüzden önce “euzu besmele” çeker. Yani, “Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım. Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla...” derler. Safın belli edilmesidir bu. “Biraz sonra ne yapacaksam Allah için yapacağım!” demektir. Ve tabii dünyada şeytan için çalışanlar da var. Beni İsrail, üzerine düşen görevi büyük bir titizlikle yapmakta. Peki ya bizler? Yeterli mi çabamız? “Üzülme, Allah bizimle beraberdir.” ayetiyle rahatlamayı pek severiz mesela. Peki biz Allah’la beraber miyiz? Önce bu gerekiyor. Rad Suresinde “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur.”
38
MUSTAFA APAYDIN
buyrulmuş. Bunu da şöyle anlamalıyız: Bizim Allah’ı değil, Allah’ın bizi zikriyle mutmain olur. Yani sen öyle zikredeceksin ki, bu katları aşıp yaratıcıya ulaşacak ve O da karşılık verecek. Araf Suresinin 16. ve 17. ayeti: “İblis dedi ki: Beni azgınlığa mahkûm etmene karşılık ant olsun, ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolun üzerinde oturacağım. Onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından yaklaşacağım ve sen, onların çoğunu şükrederken bulamayacaksın.” İnsanları Allah’ı zikretmekten alıkoymak için savaşacağına ant içen, meydan okuyan İblis epey başarılı olmuş olacak ki bugün Kur’an’dan çok twit okumaktayız. Şu bir hakikat ki dünyada besleneceğimiz iki kaynak var. Biri Melekût Alemi, diğeri şeytanın ka-
MUSTAFA APAYDIN nalları. Ve şeytan başardı, insanların çoğu onun süslü gösterdikleriyle meşgul. Geçici doyum verenlerden, oyalanmacalardan uzak durup doğrudan Melekût Aleminden beslenenlerse fevkalade az. Bugün şeytanın yöntemlerinden bahsettiğinizde ve insanları doğru kanala yönlendirmeye kalktığınızda bunu acayip itici bulurlar, size de “yobaz” veya “komplocu” yaftasını yapıştırırlar. Birçoğunun şeytan algısı çizgi filmlerde insana solundan yaklaşan yaratıktan ibaret çünkü. Önümüzden, arkamızdan, sağımızdan, solumuzdan bizi kuşatan, gözümüzle gördüğümüz neredeyse her şey şeytan ürünü olsa da şeytanın adı yoktur, dillendirilmesinden haz edilmez. Biz ekranlara hapsoluruz, izleriz ve dinleriz boyuna. Ana rahmine düşmeden önceki halimiz nasıldı, buraya nereden geldik, nasıl sürüldük, göğün 7 kat üstünde neler yaşanmakta, zaman algısını kaldırırsak ne olur, Levh-i Mahfuz nedir, Berzah nedir, bunları sorgulayan, tefekkür eden pek bulunmaz.
“O GÖREVLİ; PEKİ BİZ?”
de geçireceği yerde şeytanlıktan yorulmayan, devletten daha iyi iş takibi yapan Pensilvanyalıyı. Şeytan bu denli çabalarken müminler İslam için ne kadar çabalıyor? 70 yaş üstü mümin amcalar şu ayarda değiller mi mesela: “Kızı kapattım, oğlanı Kur’an kursuna gönderim, arsaları aldım, kiraları topladım, köyden salam sucuk getirdim, 15. defa da Hacca gideyim tamamdır.” Ülker’in reklamına yapılan analizleri dalgaya alanlar da oluyor, çok fazla ciddiye alanlar da... Bunun ortasını bulmalıyız. Şeytan işini göstere göstere yapar. “Tersten” işleri de sever. Böyle şeyler var, yok saymak mantıksız. Oturduğumuz yerden onların yaptıklarını konuşup durmamız da mantıksız. Biz buraya birbirimize düşman olarak indik, unutmayın. O şeytanlığını yapıyor, yapacak. Sen laftan öte ne karşılık vereceksin? Necis şirketlerin ürünlerini birey olarak satın almasan bu bile yetecek düşmanını zarara uğratmaya.
Bir tarafta birbirinden habersiz devlet birimleri görüyorum, diğer tarafta 76 yaşına gelmesine rağmen, kalan az ömrünü bir köşe-
39
“ÜMMETE GIDEN YOL”
Bu kutlu yoldaki serlevhamız olan: ’’Saffet olmadan tevhid, tevhid olmadan vahdet, vahdet olmadan ümmet olmaz.’’ cümlesine baktığımız zaman hepsi birbirinden değerli, her birinin hakkında ciltler dolusu kitap yazılabilecek anahtar kelimelerden oluştuğunu görüyoruz. Cümleyi bir zincire benzetirsek her bir kelimede bu zincirin bir halkasıdır. Bu zincirin tamamı da ümmet kavramını oluşturur. Eğer bu zincire sıkı sıkıya tutunabilirsek refaha ve fazilete ulaşmış bir ümmet olabiliriz. Zincirimizdeki birinci halkaya bakarsak saffet kelimesini görüyoruz. Bu öyle bir halkadır ki her şeyin başlangıcı olmazsa olmazı saflaşmak ve temizlenmektir. Nasıl ki çürük bir temel üzerine dünyanın en
40
OSMAN TALHA KULAK
büyük gökdelenini dahi inşa etsek o binanın çökeceği, yerle bir olacağı aşikârsa temelde saffet olmazsa da üzerine ümmet olma adına ne kadar çalışma yaparsak yapalım sonunun yerle bir olacağını bilmek durumuzdayız. Zincirimizin ilk halkası olan saflaşma ancak İslam ile mümkündür yani bir insanın İslam’a girmesi için de saflaşması gereklidir. İslam’a girerken kullandığımız ilk kelime olan ‘La’ yoktur manasına gelir. Evet, o ‘La’ kelimesiyle bir anda her şeyi siler temizleriz tüm varlık bir anda sıfıra iner ve ardından söylediğimiz İlahe İllallah ile de Allahtan başka ilahın olmadığını söyleyerek saflaşmış, durulaşmış oluruz.
OSMAN TALHA KULAK Hakiki manada kelime-i tevhid getirdiğimiz zamanda saffeti sağladığımız gibi aynı zamanda zincirimizin bir sonraki halkası olan tevhidi de sağlamış oluyoruz. Tabi burada paragrafın başında söylediğim hakiki manada kısmı önem arz ediyor. Bu önemi merhum Mevdudi’den alıntı yaparak açıklayalım: “Lâ ilâhe illâllah” demekle kurtulunmaz. Bu söz ancak Lâ ilâhe illâllah temeli üzerine gerçekleşen bir inanç, düşünce ve yaşantının ifadesi şeklinde ortaya çıkar ve söylenirse asıl anlamı belirlenmiş olur. Eğer bu hadislerden, kişi sözle inandığını söyler ise, cennete girer. Fakat; inanç, düşünce ve yaşantı bütün yönleriyle bu sözün tezahürü olduğu halde bu gerçekleşir; yani bu söz gerçek, olunması gereken şekliyle mü’min olan birisinin, kendi halini tanımlayan en kısa ifade şeklinde olursa, böyle anlaşılırsa aslına uygun olan şekliyle kavranmış demektir. Yoksa bir kişi küfrün bizzat içinde olsa, küfrün temsilcisi olsa, hayatının her anını küfre göre düzenleyip sonra da kalkıp bir değil, binlerce defa bu sözü (tevhidi) söylese hiçbir yararını görmez. Dolayısıyla mü’minler için tevhid, insanın yaşamındaki düşünceden ve hayatındaki her alanına kadar Allah ve Rasûlünün buyurduğu gibi olmalıdır.
“ÜMMETE GIDEN YOL” Tevhidi de sağladıktan sonra vahdeti ve tevhidi bir düşünmemiz gerekir zira tevhid olduğunda zaten vahdette olacaktır. Tevhid ile vahdet birlikte yoğurulur. Tevhid ile biz Allah’ın birliğini kabul ettik inançta birliği yani vahdeti sağlamış olduk. Toplumsal hayattaki birliği de tevhid ile sağlayarak vahdeti oluşturmuş oluruz. Yani Vahdet ancak Allaha olan tevhid inancımız etrafında şekillenebilir. Üstad Bediüzzaman Said Nursinin de dediği gibi Halikımız bir Malikimiz bir, Mabudumuz bir, Razıkımız bir.. bir bir, bine kadar bir. Hem Peygamberimiz bir, dinimiz bir, kıblemiz bir, bir.. bir yüze kadar bir bir. Görüldüğü gibi hepsi tevhid inancıyla oluşan birlerdir. Evet, bu cümle öyle önem arz etmektedir ki ümmeti saadete ulaştıracak anahtar hükmündedir. Şu an ümmetin durumuna baktığımızda bu cümlenin mahiyetini anlamadığımızı görüyoruz. Başlarda ne demiştik temel çürük olursa üzerine dünyanın en büyük gökdelenini de inşa etsek yerle bir olur demiştik. Bugün Müslüman topraklarına baktığımız vakit her taraf harap bitap durumdaysa sebebini ararken en temele inmemiz gerekir. Yani biz zincirin ilk halkası olan Saffeti kavrayamamış kavramışsak bile uygulamada sorun yaşıyoruz de-
41
“ÜMMETE GIDEN YOL” mektir. Yani iman noktasında büyük sıkıntılar var demektir. Dünyaya aşırı muhabbet besliyoruz demektir. Ölümden aşırı korkuyoruz demektir. Rasulullah bir gün ashabına hitaben; “Pek yakında aç insanların sofralara üşüştükleri gibi İslam düşmanları sizin üzerinize üşüşecekler” buyurdu Ashab-ı kiramdan birisi hayretler içerisinde: “Ya Rasulullah! O gün biz sayıca az mı olacağız? Az olduğumuz için mi böyle olacak?” diye sordu. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Hayır, bilakis siz o gün çok olacaksınız fakat sel sularının sürüklediği çer-çöp misali değersiz kimseler haline geleceksiniz, Allah Teâlâ düşmanlarınızın kalbinden sizin heybet ve saygınlığınızı giderecek ve sizin kalplerinize VEHN duygusunu yerleştirecektir” buyurdular Sahabe-i Kiramdan birisi: “Vehn, nedir Ya Rasulullah?” deyince, Rasulullah buyurdu ki: “Vehn, dünya sevgisi ve ölüm korku-
42
OSMAN TALHA KULAK sudur” buyurdu. (Ebu Davud, Melâhim, Bab 5) Bu hadis-i şerifte de gördüğümüz üzere bizim iman noktasında çalışmalar yapmamız gerekiyor. Tabi iman üzerine çalışma yapacak olan kişilerin öncelikle tevhidi doğru anlamaları gerekmektedir. Bugün İslami çalışmalar yürütmeye çalışan veya yürüttüğünü zanneden birtakım topluluklar gibi tevhidi doğru anlamadan yola çıkar ve bir şeyler yapmaya çalışırsak bu toplumların düştüğü en büyük hata olan kendini tek hak yol görme diğer grupları batıl görme hastalığına düşeriz. Burada dediğimiz yanlış anlaşılmalara yol açmasın farklı cemaatlere gruplara üye olup çalışmalarına katılmak tabi ki sorun teşkil etmemektedir. Hatta önem arz etmektedir. Nasıl ki sıvı bir madde konulduğu kabın şeklini alıyorsa %70’i su olan insanda bulunduğu ortama göre şekil alır ve ona göre hareket eder. Burada sorun teşkil eden kısım cemaatli olma değil cemaatçi olmaktır. Bizim bir an önce cemaatçiliği bırakmamız gerekmektedir. Hem vahdet isteyip hem de gel bizim cemaatte birleşelim demeyi bırakmamız gerekmektedir. Zaten vahdet hiçbir grupta olmayacak ümmette olacaktır..
EMRE BİLİCAN
“ADALETSIZ DÜNYA”
Yunan 2011 yapımı olan bu filmin asıl ismi; Adikos Kosmos’tur. Süresi yaklaşık 107 dakikadır. Yapımcılığını Alexandra Boussiou ve Gian-Piero Ringel’ın üstlendiği, Filippos Tsitos’un Platon’un Akademisi filmi sonrası çektiği, Yunan yapımı Adikos Kosmos / Adaletsiz Dünya; aşk, dürüstlük ve adalet gibi kavramları sorgular. Filmde Sotiris bir sorgu memurudur ve bir gün hayatın sillesini yemiş garipleri affetme kararı alır. Masum birini kurtarmak için ahlaktan yoksun bir güvenlik görevlisini öldürür. Cinayet işlenirken olaya tanık olan Dora zamanla Sotiris’ten hoşlanır fakat artık dünya asla olması gerektiği gibi değildir… Orta yaşlı olan bir polis memuru olan Sotiris çalışma hayatı boyunca mesleğindeki yolsuzluklara fazlası ile tanıklık etmiştir. Meslek hayatı boyunca tanık olduğu yolsuzluklardan ve bürokrasiden fazlası ile bıkan polis memuru, artık yaptığı işten keyif almamaya başlar. Masum bir kızı kurtarıp kurtarmamak arasında ikilemde kalır. Sotiris, emniyet bürosunda görevli bir sorgu memurudur. Bir gün, darbe yemekten harap olmuş tüm masum olan insanları affetmeye karar verir. Öyle ki sorguya çekilecek tüm sanıklar, kendilerini sorguya çekmesi için Sotiris’i arar. Bu iyiliksever memur iyi niyetini, masum birini kurtarmak için ahlaksız bir güvenlik görevlisinin hayatını alacak kadar ileri götürür. Bu cinayetin iki tanı-
FILM TAHLILI
ğından biri temizlikçi kadın Dora’dır. Birbirine âşık olan Sotiris ve Dora’nın hayatı hiç de bekledikleri gibi ilerlemez. İzleyicinin izlerken sıkıldığı Adikos Kosmos, bir Yunan yapımından beklenmeyecek kadar başarılıdır. Sadece bilmek zorunda olanların bilebileceği tınılar ve sadece dikkatli bakabilenlerin görebileceği ayrıntılar vardır bu filmde. Kimsenin başının üstünde kelebekler uçuşmuyor. Herkes kaderini kendi yaptıklarıyla belirliyor. Eğer bir kelebeğin ardına düşerseniz, ayaklarınızın önünde kollarını size sonuna kadar açmış uçurumu göremezsiniz.
43
Cemaatlerrn, Grupların, Derneklerrn,
Teşkklatların ve Benzerr Kuruluşların,
Bunların LLder ve Temsslcclerrnnn Görüşlerr Kur’an-ı Kerrm ve Sünnet-- Resulullah’ın
ardına çekklmeddkçe ümmet arasında httlaf sona ermez. Şucu bucu ddye anılmaktansa ümmet olarak anılmanın gayrettnde olunuz. Ahmet Yaşar Hocaefendd
TARİHE
DÜŞÜLEN NOTLAR 44
“AİLE”
M.ESAD ÜNAL Bismillahirrahmanirrahim “Hepiniz çobansınız ve hepiniz elinizin altındakilerden sorumlusunuz. Yönetici bir çobandır. Erkek, aile halkının çobanıdır. Kadın, kocasının evi ve çocukları için çobandır. Hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlık yaptıklarınızdan sorumlusunuz.” (Buharî, Nikah, 91) AİLE Medeniyetin temel yapı taşı değer yargılarının ve yaşantısının bütünüyle ailedir. Bugün içinde bulunduğumuz durumda böyle kutlu bir müessesenin temeline maalesef dinamitler döşenmiş olduğuna şahit oluyoruz. Ülkemizde 2006 yılında 90.000 civarında olan boşanma sayısının on sene sonra 130.000 civarında olması kaba bir hesapla her sene EN AZ 40.000 kişinin DAHA kalbine kapanması güç yaralar açmış olduğumuzu acı bir gerçek olarak yüzümüze vuruyor. İzdivaçlarda yitirdiğimiz usül, esas ve kaideler taze kalpleri buruk bırakıyor ya da ailelerin çiğnenmesiyle pişmanlığı ve mutsuzluğu beraberinde getiren birliktelikler doğuruyor. Genç yaşta evliliği hor gören ve hakir karşılayan biz, insanların birbirini sıradan
geçirmesini hoş karşılıyoruz. Ağız birliği yaptığına şüphe kalmayan yayın organlarının şehvetimizi genç yaşta planlı bir şekilde uyarmasına, rezilliklere alkış tutmasına seyirci kalıyoruz. Eğitimimizin düşünmekten ve harekete geçmekten alıkoyuşunu talep ediyoruz. Alışverişi faizle bir tutmanın, benzeri fikirlerin bütününün, zinayı evlilikle bir tutmaya çıktığını anlayamıyoruz. Bazı noktalarda eşit tutulacaksın iddiasıyla insan fıtratı hiçe sayılarak hanımların eşleri kadar çok çalıştırılmalarına, hak ettikleri muameleyi görmemelerine ve tatmin edilememelerine şahit oluyoruz. Hanımların cenneti ayaklarının altına sermeye namzet oluşlarını unutuyoruz, hem kendilerinin hem beraberindekilerinin Allah’a olan yakinini arttırma sırrına sahip olduklarını çok defa idrak dahi edemiyoruz. Seneler önce adaba dair meselelerde ortaya konan sıkıntılı yorumların bugün tatbik edildiğini görünce korkuyorum, bugün ele alınan meselelerde ortaya konan birtakım görüşlerin gelecekte kabul görmesi ihtimalinden dehşete düşüyorum. Bereket üzerimizden ince ince çekilirken dertlerimizin dermanını ise, bulunduğu çağ ve yaşamış olduğu coğrafya kendisi için en hayırlısı olan bizlerin iğneyle kuyu kazmasında görüyorum. Estağfurullah.
45
“MÜSLÜMAN BİLİM ADAMLARI”
Yüzyıllar boyunca Müslüman bilim adamları çağlara ışık tutmuşlardır. Hepsinin marifetlerini anlatmaya kalksak sayfalar dolusu bir eser meydana getirmek hiç de zor olmasa gerek. Lakin bazıları var ki böyle bir bilim mi varmış (?) dediğimiz alanlarda çalışmalar yapmış ve alanlarında çığır açmışlardır. Bu bilim adamlarını kısa da olsa tanıtmaya çalışacağız. El-Cezeri ( Sibernetik) 1153 yılında Cizre’nin Tor mahallesinde doğan El Cezerî İslam’ın altın çağında çalışmalar yapan Müslüman bilim adamı ve mühendistir. Cizreli büyük mucit, bilgisayarların ve kum pütürün temellerini atan alim, fen ve teknik adamı, robot, saatler, su makineleri, şifreli kilitler, şifreli kasalar, termos, otomatik çocuk oyuncakları gibi 60 makine mucidi ve dünyanın ilk sibernetik bilginidir. Sibernetiğin ilk adımlarını attığı ve ilk robotu yapıp çalıştırdığı kabul edilen Ebû’l İz El Cezeri’nin Leonardo da Vinci’ye ilham kaynağı olduğu düşünülür El-Cezeri’nin en ünlü icadı fil su saatidir. Bu saat, günümüzde mühendislikte kullanılan bazı mekanik parçalar içerir. Fizikçi, robot ve matriks ustası bilim insanı İsmail Ebul İz Bin Rezzaz El Cizirî 1233’te Cizre’de öldü.
46
M. ENES BAŞÜNAL Sibernetik Nedir? Sibernetik (yunanca kybernétes: “dümenci”) veya güdüm bilimi; canlı ve cansız tüm karmaşık sistemlerin denetlenmesi ve yönetilmesini inceleyen bilim dalıdır. Sibernetik, düzenli sistemlerin, bu sistemlerin yapılarının, limitlerinin ve sistemin imkânlarının araştırılmasına ilişkin disiplinlerarası bir yaklaşımı içerir. Sibernetiğin konu aldığı sistemler mekanik, fiziksel, biyolojik, düşünsel ve sosyal olabilir. Abdullah bin Ahmed el-Baytar (Farmakoloji) Botaniğin babası olarak bilinen Abdullah bin Ahmed el-Maliki 1190 yılında Endülüs’ün Malaga şehrinde doğdu. Lakabı Aşşâb olan Arap bilim adamı, botanikçi, eczacı ve hekimdir. Endülüs’ün en önemli bilim adamlarından olan İbn Baytar, İslam’ın Altın Çağı’nın ve Müslüman Tarım Devrimi’nin en büyük eczacı ve botanikçilerinden biri sayılmaktadır. 12. yüzyılın sonlarında doğan İbn Baytar, Malagalı botanikçi Ebu Abbas el-Nebati’den botanik dersleri almış ve hocasıyla birlikte İspanya ve İspanya yakınlarından bitki örnekleri toplamış bilimsel deneylerde kullanmıştır. El-Nebati o dönemlerde bilimsel bir yöntemin temellerini atmıştı; testlerde ampirik ve deneysel teknikler kullanıyor, birçok tıbbî malzemeyi saptıyor ve tanımlıyor, gerçek deneyler ve
M. ENES BAŞÜNAL gözlemler sonucu ulaşılan bilgilerle doğrulanmamış bilgileri ayrı ayrı kategorize ediyordu. İbn-i Baytar, ayrıca tarlada yetişen ve mahsullere zarar veren otları da tedkik eden ilk âlimdir. Bu sebeple muhtelif nevilere ait koleksiyonlar yaptı. Günümüze kadar devam eden ve hâlâ kullanılan bitki koleksiyonları yapma fikri ona aittir. Eserlerinde bin dört yüz kadar bitkiyi tek tek inceledi. Bunlardan hangi ilâçlar yapılabileceğini tetkik etti. Bu ilâçların kimyevî yapılarını ve hastalıkları önlemedeki te’sir derecelerini en ince teferruatına kadar anlattı. Bir liste hâlinde sunduğu bu bitki ve ilâçların üç yüz tanesi tamamen kendi keşfiydi. Bu ilâçların ve bitkilerin tedavide nasıl kullanılacağını anlatırken, kendi deneylerini de ilâve etti. İbn-i Baytar, ayrıca hayvanlar üzerinde de araştırmalar yaptı. Ehlîve vahşî hayvanlar hakkında bazı tasniflerde bulundu. İbn-i Baytâr’ın inceleme ve araştırmalarını topladığı eserlerinden iki tanesi günümüze kadar ulaşmıştır. Bunlar; Kitâb-ül-Câmî fi edviyet-il-müfrede ve Kitâb-ül-Mugnî fi Edviyet-il-Müfrededir. İbn-i Baytâr Bitkiler üzerindeki araştırmalarına Suriye ve Anadolu’da devam ederken, 1248 senesinde Şam’da vefat etti.
“MÜSLÜMAN BİLİM ADAMLARI”
ilaç etkilerini ve canlı organizmaya alınan ilaçların yapısını inceleyen bir bilim dalıdır. İbn-i Heysem 965 yılında Basra’da doğan İbn-i Heysem fizikçi, matematikçi ve filozoftur. Bu alanlarda birçok çalışma yapmıştır. Öğrenimine Basra’da başlayan ibn-i Heysem, tahsilinin bir kısmını burada tamamladıktan sonra Bağdat’a giderek pozitif bilimler öğrenerek şöhrete kavuştu. Nil Nehri ile ilgili bir sulama projesi ve bazı teknik çalışmalarda bulunmuş, Nil Nehri’nden nasıl istifade edilebileceğini araştırmıştı. Yaptığı projelerin başarılı bir şekilde uygulanmasının o günkü şartlarda mümkün olmadığı için gerçekleştiremedi. Fiziksel optik, meteorolojik optik, katoptrik, diyoptrik, yakıcı aynalar, gözün fizyolojisi ve algısal psikoloji alanlarında araştırmalar yapmış olan İbn-i Heysem’i, Latin skolastikleri “Alhazen” diye adlandırırlar. Göz Işın Kuramı ve Işık Kuramı alanlarında da çalışmalarda bulunan ibn-i Heysem bu konularda uzun süre kesin bir otorite olmuştur. Hayatı boyunca birçok yazılı eser ortaya koyan İbn-i Heysem 10381040 yılları arasında Kahire’de ölmüştür
Farmakoloji Nedir? Farmakoloji ya da eczabilim günümüzdeki anlamıyla canlı organizmadaki (deney hayvanı ve insan)
47
KİTAP TAHLİLİ
“ALGI YÖNETİMİ VE MANİPÜLASYON”
“Algı Yönetimi ve Manipülasyon” aldananlarla aldatanları anlatan, okura aldanmama yetisi kazandırmayı amaçlayan okunası bir kitaptır. Pınar Yayınları’ndan “Kanmanın ve Kandırmanın Psikolojisi” alt başlığı ile yayınlanan, yaşadığımız modern zamanda algı yöneticilerinin hileye dayalı kandırma teknikleriyle mücadele eden insanların, mücadele planlarını hazırlama aşamasında nirengi noktası kabul edip faydalanacakları bir eserdir. Yazar Mücahit GÜLTEKİN eserinin ön sözünde şöyle diyor: “Bir insan için en acıklı şeylerden biri de kendi rızasıyla / kararıyla / arzusuyla kendisine zarar vermesidir. Algı yönetimi ve manipülasyon süreci tam da bunu hedeflemekte ve maalesef geniş kitleler üzerinde başarılı da olmaktadır. Elbette ki bundan korunmak, algı yönetimi ve manipülasyon sürecine direnmek de mümkündür. Bunun ilk şartı, usta yalancıların yönettiği bir dünyada yaşadığımızın farkında olmaktır. Kuşkusuz, çevremizde yalancıların olduğunu bilmek, yalanı fark edebileceğimiz anlamına gelmiyor. Bir yalanı inandırıcı kılan özellikleri de bilmek gerekiyor. İşte bu kitap; yalanı, yalancıyı ve yalana maruz kalanı inceliyor. Algı yönetmenleri ve manipülatörlerin, gerçeğin peşinden sabırla yürüyenleri sevmediği açıktır. Onlar kandırılmaya yatkın kişiliklerden hoşlanır; ama daha çok da
48
TALHA AKSOY
kandırıldıklarının farkında olmayan kişileri severler”. Yazar, dikkat çekici veri ve tespitlere yer verdiği kitabını altı bölüm halinde okurlarına sunmuştur. En dikkat çekici bölüm, birinci bölümdür. Bu bölümde kandırmanın kuralları ele alınmış, on iki kural ortaya konmuş ve örnekler verilerek kurallar açıklanmıştır. “Birinci kural: Amacın gizlenmesi: Niçin sorusunun sorulmasına izin vermemek.” Niçin? Niçin? Niçin? Hakikatin peşinden sabırla ve istikamet üzere yürüyerek yalanı, yalancıyı ve yalana maruz kalanı inceleyen yazar, algı yöneticilerinin her türlü operasyonlarına karşı uyanık olmayı, bu manipülasyonların sebep olduğu afetlerden sakınarak korunabilmeyi vaat ediyor.
MUSTAFA ALSAN Osmanlı denilince akıllara sadece bir Devlet ya da İmparatorluk gelmemeli. Osmanlı büyük bir medeniyettir. Bu mükemmel medeniyetteki birçok örf, adet ve gelenek ne yazık ki unutulmuş ya da unutturulmuştur. Ben de elimden geldiğince inceliklerle dolu birkaç gelenekten bahsedeceğim. AMİN ALAYI Osmanlı döneminde çocuklar mektebe belli bir yaşta başlamazlardı. Olgunluk durumlarına göre 4 ile 6 yaş arasında mektebe başlanırdı. Mektebe başlanılacağı zaman çocuğun unutamayacağı bir gün düzenlenirdi. Çocuğu mektebe başlayacak aileler ziyafet verirdi. Çocuğun mektebe başlama günü kandillere denk getirilmeye çalışılırdı. Eğer kandile denk gelmezse mektebe pazartesi ya da perşembe günleri başlanırdı. Bir bayram günü gibi yeni elbiseler giydirildi çocuğa ve ailesi ile beraber Eyüp Sultan ve Fatih türbeleri ziyaret edilirdi. Daha sonra mektep arkadaşları çocuğu götürmek için eve gelirlerdi. Evin önünden süslenmiş bir ata binince tören başlardı. Törene arkadaşları, mahalleliler ve mektep hocası eşlik ederdi. Mektebe giderken hep bir ağızdan “Tövbe edelim zenbimize / Tövbe illallah ya Allah / Lütfunla bize merhamet eyle / Ama Allah ya Allah” dedikten sonra devamında âmin denirdi. Mektebe varıldıktan sonra çocuk hocasının elini öper, tanışılır ve derse başlanırdı.
“UNUTULMUŞ GELENEKLER”
OSMANLI VAKIF MEDENİYETİ “AİLE SİGORTASI” Osmanlı döneminde birçok vakıf kurularak Peygamber Efendimiz’in (SAV) “İnsanlar ölünce amel defterleri kapanır. Ancak faydalı ilim, hayırlı evlat ve sadaka-i cariye (hayır eseri) bırakanlar müstesnadır. Onun amel defterine, o hayır eserinden istifade edildiği müddetçe sevap yazılır” hadisindeki müjdeye kavuşulmak istenmiştir. Bu vesile ile çok sayıda değişik vakıflar kurulmuştur. Bunlardan biriside aile vakıflarıdır. Bazı kişiler miraslarının varisleri tarafından gereksiz yere harcanmasının önüne geçmek için aile vakıfları kurmuşlardır. Bu vesile ile kendisinden sonra gelen nesillerin mağdur olmaması amaçlanmıştır. Vakfedenin isteğine göre kız çocuklarına, dullara, talebelere ya da soyundan gelen herkese vakfedilirdi. Cumhuriyetten sonra aile vakıfları yasaklandı. Mevcut olanlar yoluna devam etti. Yakın tarihimizde bu vakıfların izini görmek mümkündür. ESKİ EVLERİN MANEVİ KORUYUCULARI “HAT YAZILARI” İslam’da resim ve heykelin yeri olmadığından Osmanlı döneminde evlere hat levhaları asılırdı. Bu hat sanatları hem eve bir zarafet katar hem de güzel anlamlar içerirdi. Eski evlerin hemen hepsinin kapısına afetlerden korunmak için “Ya Hafız” yazılırdı. Ayrıca özel olarak ev içerisinde asılan levhalar ev sahibinin iç dünyası ile alakalıydı.
49
50
51