İÇİNDEKİLER
12 4
Ben İstanbul’um/Şiir
24
Dadaşlar Diyarı:Erzurum
28
Çöl Aslanı
32
Matematik ve İslam
34
Şiir
35
Kapitalist Dünya Düzeni
36
HOŞ BİR SADÂ
38
Çağımızın Vebası
42
Deneme
Bekir KESKİN
Latif Talha AĞIRMAN
Sabri GÜNER
Kitap Tahlili
Halil CEYLAN
Değişmeyen Gündemimiz/Röportaj
Can GÜLER
MUSTAFA KAYA
24
14
21
Narkoz/Röportaj METE GÜNDOĞAN
2
Osman Oğuzhan KIRIK
Fatih Furkan KALTAR
Çare: İslam Birliği Metin KARAGÜL
Medya 18 Sosyal M. Talha AĞAOĞLU
Nezir ALTUĞ
Ömer COŞKUNÇELEBİ
Bekir KESKİN
EDİTÖRDEN...
ALİ ÇIPLAK
Elhamdülillahi rabbil âlemîn. Essalâtü vesselâmü alâ resûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn. Merhaba sevgili kardeşlerim, İslam ile insan arasındaki engelleri kaldırma gayretlerimizden birisi olan Kafes dergimizin 14. sayısıyla sizleri karşılıyoruz. Gayret bizden tevfik Allah’tandır. İslam Birliği mevzusu bizim değişmeyen gündemimizdir. İslam Birliği’nin amacı, yeniden hakkı üstün tutan bir medeniyet inşa etmektir. Hayatını İslam Birliğine adamış olan Erbakan hocamızın tabiriyle, hak sadece şu dört şeyden doğar; insan hakları, emek, karşılıklı rıza ile yapılan mukaveleler ve adalet. Lakin günümüz dünyasının hak anlayışı bu kavramlardan çok uzaktadır. Siyonizm’in kontrolündeki batı alemi, üç asırdan beridir maddi gücü ele geçirmiştir. Çatışmacı dünya görüşüyle ve kuvveti üstün tutan zihniyetiyle, planladıkları krizler, işgaller ve savaşlarla bugünkü dünya düzenini kurmuşlardır. İnsanlığın içinde yaşadığı bu dünyada; iyinin, doğrunun, faydalının ve adaletin yeryüzüne egemen olması için tek çare, İslam Birliğinin kurulmasıdır. Biz de, siz değerli okuyucularımız için bu sayımızın ana konu başlığını “Değişmeyen Gündemimiz: İslam Birliği” olarak seçtik. Vakitlerini ayırarak, bize değerli bilgilerini aktaran Mustafa Kaya ağabeyimize ve Mete Gündoğan hocamıza şükranlarımı sunuyorum. Dergimizin hazırlanmasında çokça emeği geçen Abdurrahim Ayaz kardeşime ve emek harcayıp da yazdıklarıyla dergiyi şereflendiren kıymetli kardeşlerime teşekkürü bir borç bilirim.
/agdytü
/yildizagd
Bu dergi Anadolu Gençlik Derneği Yıldız Teknik Üniversite Komisyonu tarafından çıkarılmaktadır.
3
RÖPORTAJ
“DEĞİŞMEYEN GÜNDEMİMİZ”
Bize kendinizden biraz bahseder misiniz? Ben Mustafa Kaya. 1974 İstanbul doğumluyum, aslen Sivaslıyım. Uluslar arası ilişkiler bölümünü bitirdim. İşletme dalında da yüksek lisans yaptım. Şu anda Saadet Partisi genel idare kurulu üyesi olarak görev yapıyorum. Aynı zamanda ticaretle uğraşıyorum. Evliyim ve iki çocuk babasıyım. 4
ALİ ÇIPLAK
Dilerseniz röportaja şu sual ile başlayalım; mevcut Dünya düzeni hakkında bize bilgi verir misiniz? Mevcut Dünya düzeninin, 1945’teki 2. Dünya savaşı sonrasındaki toplantıyla beraber dizayn edildiğini artık herkes biliyor. Bütün Uluslararası kurumlar, Avrupa Birliği, NATO, Birleşmiş Milletler, şu anda tarihin sahnesinden çekilen Varşova Paktı,
ALİ ÇIPLAK
“DEĞİŞMEYEN GÜNDEMİMİZ”
bunların tamamının 1945’teki Yalta Konferansıyla beraber şekillendiği belli. Galip devletler tarafından oluşturulan bu düzen, o dönemin koşulları içerisinde, sadece gücün egemen olduğu güce göre belirlenen bir sistem olarak ortaya çıkıyor. Amerika’nın, İngiltere’nin, Sovyetler Birliği’nin öncülüğünde kurulan bir düzendi bu. Bütün bu düzenin, şu anda, ülkemiz dahil bütün dünyadaki toplumlara barış, huzur ve güven getirmediği çok net bir şekilde görülüyor. Öyle bir Birleşmiş Milletler kurulmuştur ki; beş tane daimi güvenlik konseyi üyesi vardır (Çin, Fransa, Rusya, ABD, İngiltere). 10 tane de geçici güvenlik konseyi üyesi vardır, toplam 15 üye. Bu 5 tane daimi temsilci veto hakkına sahiptir. Bir tane daimi üye hariç 14 tanesi, biz bu konu hakkında şöyle düşünüyoruz dese ve o bir daimi üye hayır dese, o iş olmuyor. Ve bütün Dünyadaki toplumların, ülkelerin, çeşitli etnik veya dini kimliğe sahip insanların temsil edilmediği bir organizasyon karar alma mekanizmasında. Dolayısıyla bu mevcut sistemi değerlendireceksek diyebiliriz ki,
RÖPORTAJ
kökü Yalta’ya dayanan, adaletten uzak ve Dünyaya barış ve huzuru getirmekten uzak bir yapı, bir dönem, bir sistemdir. Erbakan Hocamız da: “Hedefiniz 2. Yalta konferansı, yeni bir Dünyayı kurmaktır” diyor. 1. Yalta’da yapılan neydi? Dünyadaki egemen güçlerin kendilerine göre çizdikleri yol haritasıydı, oluşturdukları yapıydı. Erbakan Hoca’nın burada kastettiği 2. Yalta, siz yeni bir dünyayı kuracaksanız, böyle bir organizasyona ihtiyacınız var. 7 milyar insanlığa barış, huzur, saadet getirmek için böyle bir toplantıya ihtiyacınız var. Ayrıca D-8, D-60, D-160 gibi yine Erbakan Hocamız tarafından tanımlanan bu birliktelikler, dini, dili, etnik kimliği ne olursa olsun bütün insanların adalet ve barış içinde yaşayabileceği bir dünyayı inşa etme hedefidir. 1. Yalta’da oluşturulan adaletsiz sisteme karşı duruşun adıdır, 2. Yalta talebi.
5
RÖPORTAJ
“DEĞİŞMEYEN GÜNDEMİMİZ”
ABD, AB, NATO, Şanghay 5’lisi ve buna benzer kuruluşlara Müslümanların bakış açısı nasıl olmalıdır? 7 milyar insan da aynı çatı altında yaşıyor. Bir örnek vereyim; 1986’da Çernobil’de bir kaza oldu. Kaza sonucu yayılan radyasyon sadece demir perde ülkelerini değil, çevre ülkeleri de etkiledi. Böyle bir felaket olduğunda, bu felaket sadece NATO üyesini, sadece Avrupa birliği üyesini, sadece İslam ülkelerini veyahut başka ülkeleri etkilemiyor, böyle bir ayrım yok. Çünkü bu Dünyada beraber yaşıyoruz. Bu yüzden adalet içinde yaşamamız lazım. Yani sömürülen, dışlanan olarak değil, karar alma mekanizmalarından uzaklaştırılan olarak değil. Bu anlamda, Müslümanların bu birlikteliklere bakması gerektiği çerçeve, öncelikle adalet çerçevesi. Karşısındaki kim olursa olsun; hristiyan olsun, dinsiz olsun veya amazondaki herhangi bir kabileden herhangi bir üye olsun, Allah’ın ona verdiği haklar neyse, Müslüman, onun kimliğine bakmadan ona adaleti veren insan demektir. 6
ALİ ÇIPLAK
Müslüman, ne zulüm edecek ne de zulme uğrayan olacak.. Bir birliktelik kuruyorsa bu çizgiyi kendi arasında uygulayacak. Zulüm illâ insanın alnına silah dayayıp katletmek, insanları öldürmek, onları soykırıma uğratmak değildir. Zulmün çeşitleri vardır; ekonomik zulüm, siyasi zulüm, gibi. Üst nokta, ne zulmedin ne zulme uğrayın noktasıdır. Müslümanlar bu birlikteliklerde bu noktaya aykırı bir şey görmüyorlarsa, doğru oldukları kanısıyla bakabilirler. Fakat biz net bir şekilde görüyoruz ki, durum böyle değildir. Bakınız, meşhur Francis Fukuyama, Tarihin Sonu tezinde, “İnsanlık, Batı ile kemalat noktasına ermiştir.” diyor. Burada bir bedbinlik ve yukarıdan bakan bir tabir vardır ve bu, kabul edilemez bir tabirdir. Müslümanların kurması gereken sistem nasıl bir sistemdir? Biz yeni bir Dünya diyoruz. Yeni bir Dünya ideali, mevcut düzenden duyulan rahatsızlığın başlı başına bir göstergesidir. Peki, yeni bir Dünya dedik ama, nasıl
ALİ ÇIPLAK
“DEĞİŞMEYEN GÜNDEMİMİZ”
bir Dünya hedefliyoruz; Adil bir Dünya hedefliyoruz. Adil Dünya demek, kimsenin kimseyi sömürmediği, kimsenin kimseye yukarıdan bakmadığı, adalet içerisinde bir Dünya demektir. Herkesin, Allah’ın bahşettikleriyle, yeraltı-yerüstü zenginlikleriyle, rahat bir şekilde kendini ifade edebildiği, ticaret ve çalışma yapabildiği, ilişkiler, ekonomik birliktelikler kurabildiği bir Dünya demektir. Emperyalizmin belirleyici olmadığı, insanları bir sömürü aracına çevirmediği bir sistemdir. Bu sistemin nüvesi de aslında D-8 organizasyonudur. D-8 adil bir dünya sisteminin ilk adımı olmuştur. İnşallah ilerleyen zamanlarda da hak ettiği değere kavuşacaktır. D-8’in vizyonu neydi? D-8, 15 Haziran 1997’de kuruldu. D-8’in mantığı içerisinde bugün Müslümanlar için önemli mesajlar vardır. Nedir bunlar? Arap Baharı’nı hatırlayalım; bizim en büyük sorunumuz Arap Baharıyla beraber, etnik ve mezhepsel farklılıklar üzerinden yeni çatışma alanlarının oluşmasıydı. Hala
RÖPORTAJ
daha bu çatışma alanlarının içerisindeyiz. D-8’deki vizyon, bu çatışma alanlarını ortadan kaldıracak bir vizyondu. Mesela, Mısır ve İran arasında diplomatik hiç bir ilişki yoktu ama D-8 ile bir araya gelebildi. Pakistan ve Bangladeş de -malum şu an yaşanan sıkıntıları da biliyoruz- bir araya gelebildi. Endonezya ve Malezya bir araya gelebildi. Önce Müslüman ülkelerin kendi içindeki sorunlarını bertaraf etmesi lazımdır. Ancak sonra, bütün dünyada, muhatapı kim olursa olsun herkese adaletle yaklaşan bir anlayışla yeni bir dünya ideali gerçekleştirilebilir. D-8’lerin vizyonu budur. İnsanlarda böyle bir yapının kurulamıyacağına dair bir kanı var, umutsuzluk var. Kardeş olduğumuz bizlere unutturulmuş durumda ve Müslümanlar birbirlerine tahammül edemiyorlar. Bu durum hakkında bir şeyler söyler misiniz? İslam birliğini kurmak mümkün mü? Evet. İslam Birliği, sadece Müslümanların barış ve huzur içinde yaşaması için kurgu7
RÖPORTAJ
“DEĞİŞMEYEN GÜNDEMİMİZ”
lanmıyor. Hep ne diyoruz, 7 milyar insanlık... Bu 7 milyar insanlık için de, önce İslam Dünyasının kendi içerisinde birlik ve beraberlik içerisinde olması lazımdır. Yani şu anda yeraltı ve yerüstü zenginliklerine bakın, insan kaynağına bakın, altyapıya bakın; burada öncelik Müslümanların elindedir. Müslümanlar kendi içerisinde birlik ve beraberliklerini doğru bir şekilde kurgulayabilirlerse, bu kurgulama neticesinde ancak diğer insanlara bir faydaları dokunabilir. Ama şu anda bütün her şey, İslam dünyasının zenginlikleri de dahil, tamamı batılılar tarafından sömürülüyor. Makro ekonominin kurucusu olarak kabul edilen Adam Smith’in, iktisat kavramını “sınırlı kaynaklarla sınırsız insan ihtiyaçlarını karşılanması” diye tanımlaması, işin çıkış noktasındaki sorunu ortaya koyuyor. Siz böyle bir bakış açısıyla, yani kaynakları sınırlı ihtiyaçları sınırsız görürseniz, Dünyanın neresinde olursa olsun herhangi bir kaynağı alıp getirmeyi kendinize hak görürsünüz. Ama siz biliyorsunuz ki bu kaynaklar sınırsızdır. Tanım, kaynakların sınırsız olma8
ALİ ÇIPLAK
sı şeklinde yapılmalıdır. Neden sınırsızdır? Çünkü Allah’ın rahmeti sonsuzdur, sınırsızdır. Böyle baktığınız zaman ancak insanlığa barış ve huzuru getirebilirsiniz. Eğer Dünya, batılıların anlayışlarıyla yönettikleri bir dünya olarak kalmaya devam ederse, emin olun bu Dünyadan kan ve gözyaşı eksik olmayacaktır. Hem kendileri kaybedecek, hem de bütün insanlığa kaybettireceklerdir. Bunun engellenmesi adına İslam Birliğine ihtiyaç vardır. Peki, nasıl kuracağız İslam birliğini? Ben bu sorudan şunu anlıyorum; içerisinde bulunulan koşulları değerlendirirsek önümüze şunlar çıkıyor; kiminle İslam birliğini kuracağız, bütün İslam coğrafyası yerle bir olmuş, iç savaşlar yaşanıyor, falan. Bu, yüzeysel açıdan baktığınızda doğru bir tespittir. Böyle bir ortamdan birlik çıkmaz gibi görülüyor. Ama zihinleri bir tazeleyelim; 193944 arasını, 2. Dünya savaşını düşünelim. Almanya, İngiltere ve Fransa başkentlerinde, taş üs-
ALİ ÇIPLAK
“DEĞİŞMEYEN GÜNDEMİMİZ”
tünde taş kalmamıştı, birbirlerini boğazlamışlardı. Sadece 2. Dünya savaşında 70 milyon insan hayatını kaybetti. Bu süreçte, böylesine bir büyük felateke rağmen, hemen 1945’den sonra Yalta’nın ardından batılılar, kendi aralarında birlik olmayı başardılar. Avrupa Birliğinin tarihi de 1949 ‘dan başlar; Kömür ve Çelik İşbirliği. Dolayısıyla onlar bu kadar büyük felaketin ardından birlik olabildilerse, Müslümanlar da birlik olabilirler. Şu anda 2. Dünya savaşı kadar kötü bir pozisyonda değiliz. Evet, şunu kabul edelimki sıkıntılı bir süreç, ama ümitsiz olmamak gerekir. Bu sorunların üstesinden gelinebilir. Bunun için de gerekli iradeyi göstermek lazım, gerekli bakışı göstermek lazım, detaylara takılmamak lazım, etnik ve mezhepsel ayrışmayı, kamplaşmayı ortadan kaldıracak dili kullanmak lazım. Sonrasında ancak bu sorunların üstesinden gelinebilir ve Allah’ın izniyle İslam Birliği kurulabilir. Türkiyenin siyasi gündemine hakimsiniz, aktif siyaset-
RÖPORTAJ
tesiniz. Türkiye’de İslam Birliği için yapılan çalışmalar var mıdır? İslam ordusunun vesaire gündeme yansıdığı oldu, bunlar ne derece yeterlidir? İslam ordusunu, İslam Birliğinin ordusu olarak değerlendirmek hata olur. İslam ordusu dediklerinin sadece adı İslam’dır. Biraz önce dile getirdiğimiz sorunları aşmak adına kurgulanan bir yapı söz konusu değildir. Hatta İslam ordusu, endişem o ki, özellikle batılı güçler tarafından destekleniyor. Çünkü yapının içine baktığımızda görüyoruz ki, sünni bir blok şeklinde kurgulanan bir ordu var. Böyle bir durum, bölgedeki sünni-şii çatışmasına benzin taşıyacak bir alt yapıyla kurgulanması açısından dikkatlerimizi çekiyor. Dolayısıyla bu adımlar, hedeflenen İslam Birliği için kurgulanan adımlar değil. İslam ordusu ancak bütün Müslümanların temsilcilerinin kendi iradeleriyle işin içinde olmalarıyla mümkün olur. Böyle ayrıştıran, çatıştıran, ortadoğudaki sorunları daha da büyütme potansiyeli bulunan bir
9
RÖPORTAJ
“DEĞİŞMEYEN GÜNDEMİMİZ”
anlayışla, sorunların üstesinden gelmemizin imkanı yok. Dolayısıyla, İslam Birliği çalışmasını şu anda en çok, hatta tek dile getiren siyasi yapı olarak biliniyoruz, bununla da onur duyuyoruz. Net bir şekilde, bunun gerçekleşmesi için mücadele ediyoruz. Şunu bir kere daha söyleyeyim, bizim bu mücadelemiz sadece İslam ülkelerinin barış ve huzur içinde yaşaması çalışması değil, 7 milyar insanlık için yapılan çalışmalardır. Değerli aktarımlarınız için teşekkür ediyoruz. Son olarak, biz üniversite gençliğine söyleyecekleriniz var mıdır? Gençlere söyleyeceğim şey şu; kendilerini önemsemeleri lazım. Bizim dönemimizde gençlik için belirlenen hedefler ortadaydı. Şimdi gençlik, zihinleri çelici çok farklı merkezlerle muhattap olmak zorunda kalıyor. Bu bir dezavantajdır. Gençlere şunu tavsiye edebilirim; özgür düşünmeleri, akıllarını kesinlikle kiraya vermemeleri, sorgulamaları ve bunların neticesinde de doğruyu bulmaya odaklanmış olmaları la10
ALİ ÇIPLAK
zımdır. Böyle bir genç, ülkesi için de, kendisi için de, İslam dünyası için de doğru işler yapması söz konusu olan gençtir. Öteki türlü, sadece kendisine çizilen sınırlarda hareket eden, sorgulamayan, hayatından bezgin bir genç profili istenen bir genç profili değildir. Ülkesindeki ekonomiye, siyasete, sosyolojiye ve sorunlara ilgili, bu sorunların birlik ve beraberlik içerisinde nasıl çözüleceğine dair kafa yoran, kafa yormasını paylaşan, yazan, çizen, anlatan, dert sahibi olan, dertleşen, bir gençlik, istenilen gençliktir. Genç, dert sahibi olandır. Dert sahibi olmayan genç, 70-80 yaşına geldiğinde geriye dönüp bir bakar ki, sadece standart hayatın içinde yapılan ama insanlık için bir nokta dahi olmayan, bir adım dahi atılmamış bir profil olmuş, zihinlerde öyle kalmış. Bu, doğru bir hayat yaşama şekli değildir. Değerli aktarımlarınız için teşekkür ediyoruz. Allah razı olsun.
Yıkılasın İsrail enkazını göreyim Sana ülke diyenin
Yüzüne tüküreyim!
11
“BİR DEĞİRMENDİR BU DÜNYA”
Abdurrahman Cahit Zarifoğlu, yıllarını ideallerine adamış 7 güzel adamdan biri, büyük yazar, şair ya da arkadaşları tarafından takılan lakabıyla “Aristo Cahit”. Yaşadığı dönemin sorunlarını tespit edip, içinde bulunduğa ortama değilde de ortamı kendisine uydurarak çözüm üretme odaklı çalışma yapan, kendi düğmesini kendisi diken ve ACiZliğinin farkında olan nadir abilerimizden biri. Toplumun büyük çoğunluğunun, batı hayranı olarak yaşadığı bir zamanda, çevresindekilere “Emri bi’l-maruf Nehyi ani’l-Münker”den sorumlu olduklarını her fırsatta hatırlatırdı. Dönemin Müslümanlarının fikir dünyasını zenginleştirmek ve donanımlı bir Müslüman olarak yetiştirmek için elinden geleni yapıyordu. Ki sözün gücünün, gücün sözüne karşı nasıl galip geldiğini hayatıyla bize gösteriyor.
“Bir değirmendir bu dünya öğütür bir gün bizi... “ Tahlilini yaptığım kitap olan “bir değirmendir bu dünya”, Cahit Zarifoğlu’nun son yıl12
HALİL CEYLAN
larındaki yazılarının toplandığı bir eserdir. Yaşadığı dönemdeki önemli olaylar hakkında İslami bakış ile yaptığı yorumlar, günümüz Müslümanlarına dahi bildiğini amele dökmenin üstümüze vazife olduğunu hatırlatıyor. Hayatımızın her alanı ile ilgili Müslümanca bakış aktarmıştır ve günümüzde de uygulamamız gereken tespitlerde bulunmuştur. Bu tespitlerden bazılarını kitaplardan alıntılarla aktarmak istiyorum;
HALİL CEYLAN
“KITAP TAHLILI”
Müslüman konuştuğu zaman ne için konuştuğunun farkında mı? Ağzımızdan çıkanlar bizi cennete mi yaklaştırıyor cehennme mi?
kalmış, içi boş camiilerden başka. Bugün evimize dönerken etrafımızı inceleyecek olursak, İslam’ı hatırlatanlar mı daha fazla yoksa islama aykırı olanlar mı?
Cahit Zarifoğlu, daha o zamandan, televizyonun nasıl “şeytani” bir icat olduğu hakkında bizleri uyarıyor. Bize haram olan her şeyin hanelerimizin içine kadar girdirildiğinden ve bizim oturup Müslümanlığımızla(!) rahat rahat seyrettiğimizi yakınarak dile getiriyor.
Bu kitabı anlamak ve anlatmakla yetinmemeli, yaşamak ve yaşatmakla uğraşmalıyız!
Bu yorumu yaparken karşımıza şu derin manalı cümle çıkıyor: ”Nasıl olmuşsa bilmiyorum, vurmuşlar bize, biz vurmamışız”. Müslümanların İslam’dan ve birbirlerinden ne kadar uzaklaştığını anlamamızı sağlayacak dokunaklı bir cümle.
Beyrut’un gözyaşları şimdi, Kudüs’ün yanıbaşında, Müslümanlarsa uzakta, Sanki başka, Gelinmez bir dünyada.
Son olarak gündemimiz olan Kudüs hakkında Cahit Zarifoğlu’nun yazmış olduğu şiirden bir kesit alacağım düşünmemize vesile olur inşallah;
Allah’ın bizden istediğini unutmuşuz ki bize hatırlatılıyor. Bu eserle birlikte biz Müslümanların, neden edebi gücümüzün olması gerektiğini anlıyoruz. Etrafımıza baktığımız zaman Müslümanlığımızı hatırlatacak ne 13
RÖPORTAJ
“NARKOZ”
Hocam, kafes okurları için kendinizi kısaca tanıtır mısınız? Kısa bir özgeçmişim aşağıdaki gibidir. Mete Gündoğan, 1963 Balıkesir - Dursunbey doğumludur. İlköğretim ve Lise tahsilini Ayvalık ilçesinde tamamladı. Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Lisans çalışmasını bitirdikten sonra Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde Yüksek Lisans çalışmasına başladı. Tez aşamasında British Council’den kazanmış olduğu bursu değerlendirmek üzere İngiltere’ye gitti. Cranfield Teknoloji Enstitüsü’nde Üretim Sistemleri Mühendisliği alanında Yüksek Lisans çalışmalarını tamamladı. Doktora’sını yine İngiltere’de, Cranfield
14
MUSTAFA PALAK
Üniversitesi Endüstri ve Üretim Sistemleri Mühendisliği alanında yaptı. 2000 yılında Doçent, 2010 yılında Profesör oldu. Yurtiçi ve yurtdışında çeşitli üniversitelerde çalıştı. Akademik çalışmalarının yanı sıra Dr. Gündoğan, Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK), Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), Başbakanlık Başmüşaviri (Sn. Erbakan’ın Başbakanlığı döneminde),, TBMM Sn. Erbakan’ın Milletvekili Danışmanlığı, Akıncı F-16 Uçak Fabrikası’nda (TAI) çalıştı. Özel sektörde üst düzey yöneticilik ve danışmanlık yaptı. Evli ve dört çocuk babası olan Prof. Dr. Gündoğan İngilizce, Fransızca ve Arapça bilmektedir.
MUSTAFA PALAK
“NARKOZ”
Bir sömürü düzeninin var olduğunu görüyoruz, farkındayız fakat ekonomik olarak bunu insanlara nasıl izah edebiliriz? Bunun en net ve kolay görüldüğü yer bölüşümdür. Bunu da kişi başına düşen milli gelirde görebiliriz. Bugün Hükümet, kişi başına düşen milli gelirin 11,000 dolar olduğunu ifade ediyor. Yani, elde edilen geliri toplam insan sayısına bölünce bu rakamı çıkarıyor. Demek ki normal bir dağılım olsa, hepimiz fert fert yıllık 11,000 dolar almamız lazım. Diyelim ki 3 çocuklu bir aile ve iki de ebeveyn olmak üzere toplam 5 kişilik bir ailenin yıllık eline 11,000x5=55,000 dolar veya 55,000x3.9=214,500TL geçmesi gerekiyor. Bu da aylık olarak 17,875TL yapar. Geçiyor mu? Hayır. O zaman insanların neden geçmiyor sorusunu sorması lazım. İşte bu normal dağılımdan uzaklaşma derecesi, zulmün ve sömürünün varlığını ve derecesini gösterir. İçinde bulunduğumuz sömürü sisteminden kurtulmanın yolları nelerdir? Önce bu sömürüyü mekanik ve fonksiyonel olarak anlamamız gerekiyor. Sonra da itiraz etmemiz gerekiyor. Bunun için de yapılanları ve yazılanları çok yakından takip
RÖPORTAJ
etmemiz gerekiyor. Bunları detaylı olarak Destek Yayınlarından yayımlanan ‘Narkoz’ isimli kitabımda anlattım. Sömürü çok teknik olarak yapılıyor ve insanlar anlamasın diye adeta narkozlanıyorlar. Bunu bir vaka gibi düşünüp ve analiz edip çözemez yani sonuca gidemezsiniz. Bu bir süreç ve anlaşılması için süreç analizi gerekiyor. Kısacası, okumadan olmaz. D8’in kurulma amacından ve küresel sömürü sisteminin karşısında oluşturduğu tehlikeden bahseder misiniz? D8, gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerin finans elitlerin oluşturduğu mevcut küresel sisteme karşı bir isyan hareketiydi. Reaksiyoner değil aksiyoner bir hareketti. Yani sadece itiraz etmiyor, aynı zamanda dünya düzenini değiştirmeyi amaçlıyordu. Bunu da savaş değil barış, çatışma değil diyalog, çifte standart değil adalet, sömürü değil işbirliği, üstünlük değil eşitlik, ve baskı, faşizm değil insan hakları ve demokrasi ilkelerine sadık kalarak yapmak istiyor. Bugün bu ilkelerin ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlıyoruz. D8, bir müddet sonra D60’a nihayetinde de D160’a dönüşecek
15
RÖPORTAJ
“NARKOZ”
MUSTAFA PALAK
bir sürecin başlangıcıydı. Ama kıymeti bilinemedi.
‘Sekiz Deniz Yaylası’ adlı kitabımdan okuyabilirsiniz.
Türkiye’nin şu anki ekonomik tablosu hakkında ne söyleyebilirsiniz? Çözüm önerileriniz nelerdir?
Kafes okurlarına özel Erbakan Hocamız ile yaşadığınız özel bir anınızı paylaşır mısınız?
Öncelikle içinde bulunduğumuz sistemi iyi tanımamız lazımdır. Mevcut sistem, Borca Dayalı Para Sistemidir. Buna kısaca, BDPS diyoruz. Faiz de borcun içerisindedir. Dolayısıyla mevcut sistem, (Bakara 278-279 ayetlerinde ifade edildiği gibi) Allah Resulü ile savaşan bir sistemdir. Böyle bir sistem ile başarılı olmanız mümkün değildir. Ekonominin iyiye gitmesi de mümkün değildir. Nitekim ülkemiz ekonomisi iyiye gitmiyor. Borçlarımız artıyor. Cari açık artıyor. Yatırımlar durma noktasına geldi. Bölüşüm adil değil. Zengin ile fakir arasında bir uçurum oluştu. Devlet büyük bir israf içerisinde. Emanetler ehline verilmiyor. Liyakat diye bir kavram unutulmuş. Para, bir avuç zenginin arasında dolaşan bir devlet olmuş. Üretim yok. İnsanların geleceğe dönük iyimser beklentileri azalmış. İş dünyasına giren şirket sayısında azalma var. İflaslar, kapanmalar, faaliyet dışına çıkmalar artmış. Daha da sayılabilir. Bu konularda daha da detaylı fikirlerimi, Nobel Yayınlarından çıkan
16
Bir gün, öğle namazını Hamidiye Camisinde kıldıktan sonra çıkarken 5-6 genç hocanın önüne geçip kendilerini tanıttılar. Ankara dışından gelmişlerdi. Hocanın elini öptüler. Hoca onlara birkaç soru sordu. Hiç birini tam olarak cevaplayamadılar. Belki de heyecandan nutukları tutulup kalmıştı, bilemiyorum. Hoca onların bu durumu karşısında, bana dönerek bunlara yemek ikram edin sonra da falakaya yatırın. Şuur için en temel konuları bile hala öğrenememişler dedi. Gülüştük. Sonra ben kendilerini yemekhaneye yönlendirdim. Yemekten sonra görüşürüz dedim. Yemek biteli yaklaşık bir saat olmuştu ki gençler gelmediler. Gidip yemekhaneye ve girişteki bekleme yerlerine baktım yoklardı. Oradaki arkadaşlara sordum; gençler yemeklerini yiyip hızlıca uzaklaştılar dediler. Kendi kendime güldüm. Galiba falaka kısmını ciddiye aldılar diye düşündüm. Hocanın bu tür ifade tarzları olurdu ve konunun önemine göre ceza ifadeleri farklı olurdu.
KUDÜS İŞGAL ALTINDAYKEN
BEN NASIL GÜLEBİLİRİM Kİ?
Selahaddin Eyyubi
17
“SOSYAL MEDYA“
Sosyal medya hayatımıza gittikçe daha çok giriyor ve ayrılmaz bir parçamız haline geliyor. Örneğin hikâye (snap ya da anlık denebilir hepsi aynı şey) paylaşmadan duramıyoruz. Örrneğin yaşadığımız bir anı tweet atmaktan, durum paylaşmaktan kendimizi alamıyoruz. Bunu söylüyorum çünkü ben de öyleyim. Bu iyi bir şey mi? Bence değil, ama yaşadı-
18
TALHA AĞAOĞLU
ğımız hayat tarzı, çevremiz bize bunu gerekli kılıyor. Gerekli kılıyor derken aslında bir zorunluluk oluşturuyor. Gereklilik, “olmasa da olur” gibi bir anlama geldiği için böyle dedim. Etrafta “ben twitter kullanmıyorum” ya da “ben instagram kullanmıyorum” diyenlere adeta uzaylı gibi bakılıyor (ben de dâhil
TALHA AĞAOĞLU olmak üzere). Artık içimize öyle bir işlemiş ki ben bunu kullanmıyorum demek, adeta anormalleşmiş. Yemek, içmek, barınmak gibi temel ihtiyaçlar içerisine girmiş. İşte bu yüzden ben sosyal medya kullanmıyorum demek, ben su içmiyorum demek gibi oluyor. Sosyal medya hayatımıza bu kadar girdiyse bize bir yararı olmalı değil mi? Yani bir insan nasıl boşu boşuna yemek yemez, aynı şekilde boşu boşuna da twittera girmez. Kendimden örnek vermek gerekirse, sosyal medya bana daha fazla kişiye ulaşabilmemde yardımcı oldu, gerçek hayatta belki de tanışmam imkânsız olan çok fazla kişiyle tanıştım yine aynı şekilde fikirlerimi, düşüncelerimi çok farklı insanlara ulaştırabildim. Düşünün, artık benim düşüncelerim Polonya’dan, Viyana’dan kişilere ulaşıyor ve onlar da bunu bi’ düşünüyorlar. Ne kadar günlük hayatta bana katkı sağlamasa da bence çok müthiş bir şey bu. Bu yararların yanında, tabii bize zararları da var. Örneğin, çok yemek yiyip obez olmak gibi.
“SOSYAL MEDYA”
Aynı şekilde, çok sosyal medya kullanımı kişide ironik bir şekilde asosyalliğe yol açıyor. İronik dedim çünkü arkadaş edinmek için üye olduğun bir sitenin seni arkadaşsız bırakması pek de mantıklı görünmüyor, ama böyle maalesef. Çevremde bunu yaşayan insanlar görüyorum ve bu gerçekten kötü bir şey. Dikkatli olmak lazım. Bunları hepimiz biliyoruz dediğinizi duyar gibiyim. Çünkü bunları yazarken ben de aynı şeyleri kendi kendime söyledim. Her internet sitesinde, her platformda bulabileceğiniz şeyler bunlar. Sürekli karşınıza “sosyal medya asosyallik yapıyor” diye büyük puntolu kırmızı renkli yazılar çıkıyor. Köprüden önceki son çıkışı kaçırdığımız için, ve artık kurtulmak istiyorsak da tek çarenin köprüden atlamak olduğu için, bence bu uyarılar işe yaramıyor, yaramayacak. Peki, ne yapmalı? En azından köprüde ilerlerken emniyet şeridinden gitmemeye dikkat etmeli, süratimizi doğru ayarlamalı ve milleti sollamamalıyız. Daha açık anlatmak gerekirse, bu siteleri amacı doğrultusunda kullanmalıyız.
19
“SOSYAL MEDYA”
TALHA AĞAOĞLU
Doğruyu anlatmaktansa yanlışı göstermek daha kolayıma geldiği için bu yöntemi uygulayacağım.
•Normalde yapmayacağınız bir şeyi orada da yapmayın. Sosyal medyanın vermiş olduğu gücü kötüye kullanmayın.
•İlk olarak, kullandığınız mecrada sadece siz olmadığınızı aklınızdan çıkarmayın. Karşınızda konuştuğunuz kişi sanal değil, gerçekte var olan birisi.
•Klavye sizin kılıcınız olmasın. Gerçekte karşı çıkamayacağınız bir şeye burada atarlanmanın, erkeklik yapmanın bir anlamı yok.
•Karşınızdaki kişi ultra muhteşem insanlar değil, onlar da sizin gibi insanlar. Gözünüzde büyütmeyin.
•Daha fazla takipçi kazanabilmek adına takipçilerinizin kölesi olmayın, orası sizin profiliniz ve sizin sadece beğendiğiniz hoşunuza giden şeyleri paylaşmanız gerek.
•Orada olan herhangi bir olayı orada bırakın. Yaşamış olduğunuz bir tartışma bırakın orada kalsın, gerçek hayatta moralinizi bozmayın. •Paylaşımlarınızı kendiniz yapın. Alıntı yapacaksanız bunu belirtin. Başkalarının paylaşımlarını birebir alıp paylaşmayın. •Olduğunuz kişi olarak gösterin kendinizi. Farklı karakterlere girmeye, başka maskeler takmanın bir anlamı yok.
20
•Kimse sizi takip etmek veya paylaşımlarınızı beğenmek zorunda değil. Evet, galiba başka ekleyebileceğim madde yok. Burada maddeleştirdiğim şeylere ve unutmayı eklediğim şeylere bağlı kalırsanız sosyal medyadan zarar görebileceğinizi zannetmiyorum. İnşallah görmezsiniz yani öyle diyeyim.
ŞİİR
BEKİR KESKİN
Ben İstanbul’um Yirmibirinci yüzyılın onyedinci adımında Ömürlük imtihanımın yirmibirinci sayfasındayım Sultan Mihrimah’ın eteğinden Fatih’in İstanbul’a sahip çıkma çabasını izliyorum
Kah süzülüyorum, bir martı edasıyla Beşiktaş’ın kapitalist binalarından Kah balık olup dalıyorum Eşsiz boğazın sahilindeki meydan yapma çalışmasına
Bu hengame nedir, neyin mücadelesidir bilmiyorum Kalabalıklar arasında kimliğimi yitiriyorum Sabah, nuruyla uyandığım Fatih’te gülümserken Gece Taksim’de bir gençliği ziyan ediyorum
Ben İstanbul’um, her zerremde tarih taşıyorum Ve içimde tarihe isyan eden bir toplum taşıyorum Ayasofya’nın gözyaşlarını durdurmam mümkün değil Tarihe hasret yaşıyorum 21
“ERZURUM”
Bir türkü söyle bana Şu dadaş ellerinden Dadaş misali sert Dadaş misali mert olsun Çınlasın kulaklarda Yüz değil bin yıl sonra Öyle yürekten söyle ki Duymayan namert olsun Erzurum, eski adıyla Erzen-i Rum. Erzurum Anadolu topraklarının çekirdeği durumunda bir milletin gururu ve tarihi olan bir şehirdir. Erzurum milli tarihimizde her zaman Anadolu’nun kilidi ve anahtarı konumunu üstlenmiştir. Tarihçilerin üzerinde birleştikleri bir gerçek vardır; Erzurum yaylasına hakim olan milletler, tüm Anadolu’ya hakim olurlar. Bu yaylayı elinden çıkaran milletler, er ya da geç Anadoludaki etkilerini kaybederler. Bu gerçek beş bin yıllık Anadolu tarihi boyunca hep geçerli
22
LATİF TALHA AĞIRMAN
olmuştur. Bu gerçeği gören Türkler de Anadolu’nun fethine buradan başlamışlardır. Alparslan’ın büyük kumandanlarından Saltuk, Erzurum kalesini alarak Anadolu’nun kapısını açmıştır. Erzurum fethinden kurtuluş savaşına kadar ülkemizde her önemli yurt olayında milletin gözü ilkin Erzurum’a çevrilmiştir. Erzurum’un tarihi önemini anlamak için iki örnek yeterli olacaktır. Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Erzurum’u şöyle tanımlamaktadır: “Ben İstanbul’da ahaliyi Erzurumda milleti tanıdım”. Kaplan Hoca, Erzurum’da Türk milletinin bin yıllık tarihinin ve kimliğinin varlığına dikkat çekmektedir. Dr. Osman Arı da Erzurum hakkında: “Varsın bu toraklarda kış altı ay kalkmasın. Bağrında sakladığı Yesevi torunlarıyla, İbrahim Hakkı’larla, vatan için toprağa düşme sırrına eren şehitleriyle, Erzurum toprakları sıcaktır.” diyor.
LATİF TALHA AĞIRMAN Yakın tarihimize baktığımızda, 1877 yılında Ruslara karşı bir savaş oluyor, yani 93 harbi. 93 harbi dediğimiz zaman aklımıza ilk olarak Nene Hatun’un gelmesi gerekir. O dönemde Osmanlı büyük harplerin yılgınlığı içerisindeydi. Rakip ise Ruslardı. Rusların ilerleyişi durdurulamıyordu. Erzurum’a kadar gelmişlerdi. Bu sırada kahraman halk ayaklanmış, kazma, kürek, sopa, tüfek ve kılıçlarıyla Erzurum’un hakim tepelerinden birinde bulunan Aziziye tabyalarına doğru ilerliyorlardı. Nene Hatun o zamanlar gencecik bir anneydi. Düşmanın vatan topraklarına girdiğini duyunca tereddüt etmedi, üç aylık çocuğunu geride bırakarak, tarihe geçecek şu düşünceyle çıktı yola “Evladım anasız yaşayabilir ama vatansız yaşayamaz.” Bu kahramanlıklardan olsa gerek, Erzurumlulara dadaş denmektedir. Dadaş kelimesinin bir çok anlamı olup, beni en çok etkileyen anlamı, saygıdeğer bir büyüğümün tabiriyle şöyledir: “Orta Asya’dan gelen bedenin Mekke ve Medine’den ruh bulmuş halidir Dadaş. Dadaş merttir, dadaş yiğittir, Nene Hatun’un torunudur dadaş. Bu tanıma uyan kişi Dünyanın neresinde doğmuş olursa olsun dadaştır. Bu tanıma uymayan kişi Erzurum’un göbeğinde de doğmuş olsa dadaş değildir.”
“ERZURUM”
Gelelim günümüz Erzurum’una. Kışın en sert geçtiği şehirlerimizden biridir. Bundan mütevellit, kış sporları açısından çok elverişli bir ortama sahiptir. Türkülere de konu olan üç bin metre rakımlı Palandöken dağının eteğinde, iki bin metre rakıma sahip bir şehirdir. Tabii ki Erzurum demek sadece kış turizmi demek değildir. Erzurum’u asıl kalkındıracak olan, tarih, kültür, ve inanç turizmidir. 2 adet üniversiteye sahip olup, Atatürk üniversitesi Türkiye’nin köklü üniversitelerindendir. Erzurum’un mutfağına gelecek olursak , zengin bir mutfak kültürüne sahiptir. Lor dolması, kadayıf dolması, ayran aşı ve cağ kebabı, mutfağın baş yemeklerindendir. Yolu düşenlere bu yemekleri, özellikle çağ kebabını tadıp, arkasından içinizi ısıtacak limonlu ve kıtlama şekerli çayı içemnizi tavsiye ederim. Erzurum kilidi mülki islamın Mevla’ya emanet olsun Erzurum Erzurum derbendi ehli imanın Mevla’ya emanet olsun Erzurum Alvarlı Lütfi Efendi’nin yazdığı bu şiir, her yönüyle Erzurum’u anlatmakta. Şehrin tarihini ve tarihin içerisinde meydana gelen hadiseleri idrak edebilen aklı selim sahibi insanlar, bu gerçeği görebilirler.
23
DENEME
“ÇARE: İSLAM BİRLİĞİ”
Çözüm ne? Her zaman olduğu gibi şimdi de insanlar aynı soruna farklı çözümler sunabiliyor. Daha sonra, sundukları çözümleri öylesine savunuyorlar ki, farklı fikirden birileriyle müzakere ederken bile karşı tarafı anlamak yerine kendi çözümünü dayatmak için dinliyor. Ee hal böyle olunca çözülmesi zaten zor olan meseleler iyice kördüğüm oluyor. İnsanlık teknolojide, fende, sağlık alanlarında vs. ciddi ilerlemeler kaydediyor. Ne için? Adam, bu da soru mu şimdi, tabii ki hayatı kolaylaştırmak, hastalıklara çözüm bulmak ve en nihayetinde mutlu olmak için. Peki insanlık bunu gerçekten başarabiliyor mu? Hastalıklara çözüm buldukça, çözüm bulma aracımız olan teknoloji yeni hastalıklar yumurtluyor. Üretim için amansız bir mücadeleye girmiş ülkeler daha güçlü olmak adına her türlü yolu mübah görmüşler. Artık az çok herkes bunları biliyor. Kapitalizmi, Emperyalizmi uzun uzadıya anlatacak değiliz. Rakamlar ortada, sermaye tek elde toplanmış, bir avuç insanın serveti dünyadaki milyarlarca insandan daha fazla. Netice24
METİN KARAGÜL
de, obeziteden ölen Amerikalılar, açlıktan ölen Afrikalılar, sırf barış için gidilen(!) ülkelerde milyonlarca sivilin öldürülmesi, mülteciler ve daha niceleri. Kimsede demiyor mu ki, ulan bu işte bir terslik var. Diyor tabii ki, diyor ki biz de bu yazıyı kaleme alıyoruz. Ortada büyük bir zulüm var. Ee çözüm ne? Bak yine döndük başa. İşte insanlar bu konuda farklı çözümler altında -ki bu çözümlerden bazıları sorunu çıkaranlar tarafından sorunu kronikleştirmek için ortaya atılıyor şüphesiz- toplanıyor. Bunlardan bazıları; Kavmiyetçilik, Ulusçuluk, Kominizm, Sosyalizm vs. örnekleri çoğaltabiliriz. Şimdi geldik bizim reçetemize. Sorular sorup modelleme yapalım sonuçlarını gözlemleyip bir orta yol bulalım. Belki de bulduğumuz orta yol zaten vardır. Söz vermiyorum. Arkadaş zulüm var mı? Var. Kim yapıyor? Egemen güçler. Biraz daha detay lütfen? Amerika, İsrail, Rusya vs. Zulme kim uğruyor? Dolaylı olarak bütün insanlık olsa da -dediğimiz gibi sistemleri kendi halklarına da fayda sağlamıyor. Daha fazla
METİN KARAGÜL
“ÇARE: İSLAM BİRLİĞİ”
bilgi için ufak bir araştırma yapıp Amerikan rüyasından kurtulabilirsiniz- doğrudan Müslümanlar. Peki neden ölenler Müslümanlar? Demek ki zulüm inanç temelli olarak yapılıyor. Ee ne yapmak lazım? Çok basit, egemen güçleri değiştirmek lazım. Kuvveti değil hakkı üstün tutan bir sistem getirmek lazım. Tarihe baktığımızda görüyoruz ki, kitleler inançlarla hareket ettirilmiş. Eğer insanlar ortak bir şeye inanıyorsa aynı istikamete gider. Selman-ı Farisiyle Ömer bin Hattabı inaçları kardeş yapıyorken, birkaç dönüm için kardeşler düşman olabiliyorsa, bana kavmiyetçilikten bahsetme arkadaş. O zaman bizim reçetemiz belli: İslam birliği. Üstelik daha önce kullanılmış ve insanlığa fayda getirmiş. Daha fazla bilgi için tarihe bakın. Neyse bu konuda daha önce atılmış bir adımı anlatıp sona gelelim. Efenim D-8, gelişmekte olan ve İslam inancının (çoğunluk bakımından) hakim olduğu sekiz tane ülke Türkiye önderliğinde bir araya gelmiş ve demiş ki, arkadaş, bundan sonra zalim egemenlere eyvallah yok. Tankı da uçağı da tarımı da tek-
DENEME
nolojiyi de biz üreteceğiz. Ortak para basacağız ve ticareti önce kendi aramızda sonra dünyayla yapacağız. Bu oluşumla, ilerleyen süreçte geliştirmek üzere, dünyayı kapsayan bir vizyon ortaya koymuşlar. Detaylar D-8 kitabında mevcut, bayağı kalın bi kitap. Hani zalimlere göstersen okumaktan korkarlar o cinsten. Neyse, gel gör ki takdiri İlahi, insanlar bunu anlamamış olacak ki -ki anlayan anladı bakınız, euronun icadı- bu proje rafa kaldırıldı. Sonuç olarak, şimdiye kadar sabırla okuyan kardeşim, reçete ortada ama bu reçeteyle eczaneye gidip gayret gösterip ilacı almak ve zahmetine katlanıp içmek gerek ki, şifa bulasın. Yoksa reçeteyi okumakla şifa bulunmaz. O zaman meşhur sloganımız gelsin: Çare İslam Birliği!
25
26
ALLAH’IM
ÜMMETİN SUSKUNLUĞUNU
SANA ŞİKAYET
EDİYORUM Şeyh Ahmet Yasin 27
“ÇÖL ASLANI”
Libya; Mısır ve Cezayir arasında kalan, Akdeniz’e kıyısı olan ve altında Sahra Çölü’nü de barındıran bir ülkedir. Libya’yı diğer Sahra ülkelerinden ayıran fark, tarihinde Ömer el-Muhtar gibi bir mücahidi barındırmasıdır. Libya Hz. Osman tarafından fethedilmiştir. Daha sonra Fatimiler, Murabıtlar, Muvahidler ve Hafsiler’in hâkimiyetinde kalmıştır. 1510-1551 tarihleri arasında Malta şövalyelerinin işgali altına girmiştir. Daha sonra ecdadımız, Turgut Reis aracılığıyla Trablus’u, Yavuz Selim Han ile de Bingazi bölgesini fethetmiştir. Osmanlı buraya eyalet statüsü tanımıştır. 1911 yılında İtalyanlar burayı, emperyalist emelleri için işgal etmiştir. Bu işgalden önce Afrika’da haçlı işgaline karşı 1873 yılında Senusilik hareketi kurulmuştu. Bu hareketin 2 önemli ilkesi vardır; uhuvvet ve muavenet (kardeşlik ve yardımlaşma). Amaç, zaviyeler kurup sürekli bir dinamizm oluşturmak ve Müslümanlar arasında dayanışmayı sağlamaktır. Senusiliğin ilk ana zaviyesi Berka yaylalarında kurulmuştur. Tevafuk odur ki, burası aynı zamanda Ömer el-Muhtar’ın direnişinin olduğu yerdir. 1918’de Mondros
28
SABRİ GÜNER imzalanınca Osmanlı Devleti Afrika’dan çekilmiş. Senusiliğin o dönemdeki lideri Muhammed İdris es-Senusi, kendi makamını korumak için İtalyanlarla anlaşmış ve Senusilere silahlı direnişe son vermelerini söylemiştir. Ömer Muhtar bir aslana yakışır şekilde ‘’Ya şehadet, Ya zafer!’’ sloganı eşliğinde bu emre karşı gelmiştir. İdris es-Senusi de bundan dolayı sözünü tutamamıştır. Bundan dolayı işgal ve direniş devam etmiştir. İtalya’da 1922 yılında Mussolini iktidara geldi ve İdris es-Senusi ile yapılan anlaşmayı reddetti. 1923’ten sonra işgal derinleşti ve İdris es-Senusi Mısır’a kaçtı. Mücadele, 1931 yılında Ömer Muhtar’ın şehit edilmesine kadar sürdü. Ömer Muhtar’ın mücadelesi hakkındaki tarihi belgeler, İtalyan Hükümeti tarafından arşivlerde gizlenmektedir. Bu konu hakkındaki bilgilere, gaddar General Graziani’nin, o dönem hakkında yazmış olduğu hatıratlardan ulaşabiliyoruz. Gaddar General Graziani, yaptığı zulümleri haya duygusundan yoksun bir şekilde kaleme almıştır. 1923’e kadar; İtalyanlar sahiller-
SABRİ GÜNER de, Libya halkı çölde yaşıyordu. Mussolini’nin ’’yeniden fethetmek’’ politikası işgali arttırdı. 8-9 bin kişilik piyade birliği olan İtayanlar, sayıları 5-6 bini geçmeyen Senusiler’e saldırdı. Yine de İtalyanlar net bir başarı elde edemedi. 1924 baharında İtalyanlar Cebel’de yine operasyonlara başladılar. Bu operasyonlarla sivil halka zarar verdiler. Bu süreçte birçok sivil katledildi. 1927’de bir araya gelmiş Müslümanlar, Berka’da vurkaç ile İtalyanların canını okurken, Trablusgarp’ta adeta tarih tekerrür ediyordu. İspanya’daki Rekonques’ta da olduğu gibi Müslümanlar birbiriyle savaşıyor ve kâfirler bundan faydalanıp iki aşirete de galip. 1926 Kasım’da İtalyanlara 20 uçak ve telsiz teçhizatının yanında on bin asker verildi. Bin beş yüz kişilik isyancı birliğinin başında ise Ömer Muhtar vardı. İtalyanlar birçok kişiyi katletmiş ve esir olarak. Yine aynı şeyler olmuş, savaşta kazanamayan İtalyanlar sivil halkı katletmiştir. Ömer Muhtar, ‘’gece hükümeti’’ hareketini uyguluyordu. Vur kaç taktikleriyle düşmanı sürekli yıpratıyordu. İtalyanlar, teknolojik üstünlükleri olmasına rağmen, Ömer Muhtar’ı dize ge-
“ÇÖL ASLANI”
tiremediler. 29 Haziran 1929’da İtalyanlar, ateşkes imzalamak zorunda kaldı. Ömer Muhtar, birliklerini yeniden toparlayıp İtalyanlara saldırdı. Çıkan çatışmalarda Ömer Muhtar’ın birlikleri zor durumda kalsa da, ani manevralarla Cebel’i tekrar ele geçirdi. İtalyanlar, bu bölgenin kontrolünü sağlaması için, göreve acımasız Graziani’yi getirdi. Graziani; Mısır, Fizan ve Kufra ile halkın bağlarını koparma kararı aldı. 1930 Ocak’ında direniş siperlerini bombalattı. 2 yıllık sürgünden dönen Muhammed Rıza serbest bırakılıp Bingazi’ye dönünce Ömer Muhtar’dan mektup yazıp teslim olmasını istedi. Bundan red cevabı alan İtalyanlar, kırsal kesimdeki halkı kamplarda topladı. Graziani, Mısır’a 270 kilometrelik tel ördü. Böylece yardım hattı da kesildi. 11 Eylül 1931’de Seyid Rafi’nin(r.a) kabrini ziyarete giden Ömer Muhtar bu sırada İtalyanlar tarafından saldırıya uğradı, Ömer Muhtar İtalyan çemberi içinde kalmıştı. Ancak Ömer Muhtar vadiden erken ayrılmıştı. Ufak gruplar halindeki birlikler, İtalyan hat-
29
“ÇÖL ASLANI”
larından geçmeyi başardı. Buna rağmen bu gruplardan bir tanesi, İtalyan keşif uçağı tarafından tespit edildi. Bundan haberdar olan İtalyan süvari birliği harekete geçti. Atları kötü durumda olan Ömer Muhtar ve birliği yakalandı. Ömer Muhtar, 15 Eylül’de mahkemeye çıkarıldı. Haysiyetli duruşuyla “Eşhedü(ben şahidim)” diyerek bir duruş sergiledi yaşlı aslan. Ertesi gün 20.000 kişilik kampın önünde idam edildi, “Şeyhüs Şüheda” ünvanı ile. At sırtında ve yokluk içinde geçen bir ömürde; liderlerin ihanetine, işbirlikçilerin iğvalarına rağmen 70 yaşına kadar mücadele etti. Son sözleri şunlar oldu: ‘’Biz Allah’a aitiz ve O’na döneceğiz. Teslim olmayız, ya kazanırız ya da ölürüz. Sizler bizimle savaştığınız gibi sonrakilerle de savaşacaksınız. Bana gelince ben cellatlarımdan uzun yaşayacağım.’’. Duası ise, ‘’Rabbimiz! Bize tarafından bir rahmet bağışla ve bize şu durumumuzdan çıkış için bir kurtuluş yolu hazırla!’’ [KEHF 10] oldu. 2. Dünya savaşında, İngilizlerin bölgeyi işgaline kadar bütün zaviyeler kapatıldı. Seyyar mahkemeler kuruldu. Halk, kıyım-
30
SABRİ GÜNER dan geçirildi. İdris, bunlar olurken Mısır’daydı. 1943’te İngilizlerle iş birliği yapma şartıyla geri döndü ve 8 yıl sonra Libya Krallığı’nı kurdu. Tabii İngilizler ülkede ordu bulunduracaktı. 1954 yılında ABD maddi yardımda bulundu, karşılığında üs açtı. 1969’da İdris Türkiye’deyken devrim oldu ve cumhuriyet ilan edildi. Kaddafi başa geçti. 1992’de ambargo başladı ve 5 yıl sürdü. Türkiye’ye Kıbrıs’ta destek veren tek ülke yine Libya oldu. Libya, Kaddafi döneminde daima ABD karşıtı adımlar attı. Cezayir’de, Tunus’ta ve Mısır’da olduğu gibi Libya’da da Arap Baharı fitnesini çıkartıldı. Osmanlı’ya yapılan Lawrance fesatlığı, Arap ülkelerine tekrar yapılıyor. Ömer Muhtar döneminde de refah yoktu belki, ancak birlik vardı. İdris gibi köpeklik yapıp da refah olacağına, Ömer Muhtar gibi ‘’ya şahadet, ya ölüm ’’olması daha iyi değil mi? İdris’i birçoğumuz tanımıyoruz, koskocaman bir kraldı. Ömer Muhtar ise bir öğretmen, bir fakir ihtiyarın tekiydi. Tarih geriye kaçanları değil, inadına ölümün üstüne atını sürenleri yazar. İnsan, varlığını toprağa gömünce öldü sanılır. To-
SABRİ GÜNER hum toprağa gömülünce ölüyor mu ki, insan toprağa gömülünce ölsün? Enes bin Nadr(r.a.), Uhud savaşında Rasullulah(s.a.v.) öldü dediklerinde: ’’Rasulullah öldükten sonra yaşayıp da ne yapacaksınız? Kalkın ve onun gibi ölün!’’ demiştir. Bugün, Müslümanlar da bu şuurda olsalar, Kudüs böyle olur muydu? Ölüm haktır! Ölüm diriliştir! Ölüm Müslümanların düğün gecesidir. Bugün ise bizi maalesef bu hale getiren ölüm korkusu ve dünya sevgisidir. Bu ahmak programların, reklamların, modernizmin, popülerizmin bize yaptığı veya yapmak istediği budur. Siyonizmle ilgilenmeyen ve ona düşman olmayan korkaklar sürüsü... Emperyalistlerin attıkları her adım, her söz bize şunları belirtiyor: İslam dünyasıyla ilgilenmeyin, müslümanların, mazlumların dertleriyle alakadar olmayın, eğer olursanız size de bize de rahat yok. Kendimize şunu sormalıyız: ’’Kendi rahatımız için kardeşlerini tehlikeye atanlar, zevkleri ve dünya sevgisi için zillete kapılanlar, huzuru mahşerde Allah’ın yüzüne nasıl bakabilecekler. Bu hayat mıdır? Bu yaşa-
“ÇÖL ASLANI”
mak mıdır? Haysiyetle ve şerefle alınacak bir nefes haysiyetsiz ve refah içindeki bir yaşamdan daha evla değil midir?’’ Cemil Meriç’in de dediği gibi: ‘’Toprak belki de bizim en kıymetsiz şeyimizdi, biz ruhumuzu kaybettik.’’. Ümitsizliği kovup, hayal etmemiz lazım. İstanbul’u fethetmeyi hayal eden Fatih’ten, ünlü olma hayali kuran nesillere… Siyonizm bize refah ve yaşam sunuyor, İslam ise ölüm ve zorluk. Mantıkla hareket etsek Siyonist olur refah içinde hayatımızı yaşardık. Ancak mantık, Çanakkale’de 270 kg mermiyi Seyyid onbaşıya kaldırtmadı. Mantık Ömer Muhtar’a, Şeyh Şamil’e tarihe geçmesi için fırsat sunmadı. Biz mantıkla değil kalp ile yaşarız ve onu dinler, onunla savaşırız. Çünkü Rabbimiz bize: “Yere göğe sığmadım mümin kulumun kalbine sığdım” der. İşte biz gücümüzü buradan alırız.
31
“MATEMATİK VE İSLAM”
CAN GÜLER
Modern bilim dünyası maalesef İslam dünyası matematiğini yeterince anlayamamış, ya da görmezlikten gelmiştir. Ancak son yıllarda İslam dünyası matematiğinin, dünya matematik tarihindeki etkileri gündeme gelmiş ve itibar görmeye başlamıştır.
kolaylaştıran pek çok şeyde matematiğin çok önemli bir yeri vardır. Günlük hayatta kullanılan eşyalar, dijital saatler, televizyon, cep telefonu, bilgisayar, otomobiller, tabletler, ısıtma sistemleri, her türlü medya cihazı vb. insanların hayatını kolaylaştıran şeylere örnek olarak verilebilir.
Matematik ile ilgili çalışmalar bildiğimiz kadarı ile ilk olarak peygamberlerin zuhur ettiği diyarlar olan Mezopotamya ve Mısır Uygarlıklarında etkili olmuştur.
Matematiğin en temel kavramı noktadır. Kâinatı anlamaya çalışırken bir başlangıç yapılacaksa bu kesinlikle bir nokta olmalıdır. Bu noktaların birleşmesi ile doğrular ortaya çıkar ve bu doğruları anlatabilmek için de uzunluk kavramını anlatabilmek gerekir. İnsanoğlunun evrende ölçebildiği tek şeyin, iki nokta arasındaki mesafe olduğunu biliyoruz. Bunun dışındaki her kavram, her ölçü matematik ile ortaya çıkar. İki nokta arasındaki uzunluğa bir anlam yüklemek istediğimizde
Matematiğin İslam dinindeki yerine geçmeden önce insan hayatında da ne kadar önemli bir yeri olduğuna değinmek yerinde olur. Matematik konusunda eğitimi olmayan insanlar, matematik deyince sadece cebirsel işlemleri anlarlar. Halbuki günlük hayatta insanların işlerini
32
CAN GÜLER de rakamlar burada devreye giriyor. Matematik tamamen soyut olan ve insanın kâinatı anlamaya çalışmasını sağlayan bilimlerden bir tanesidir. Matematiğin önemini Allah-u Teâla(C.C), Yunus suresi 5. ayetinde ne güzel anlatmıştır: “Güneş’i bir ziya, Kamer’i (Ay’ı) bir nur kılan, O’dur. Ve senelerin adedini ve hesabını bilmeniz için ona menziller tayin etti. Allah ne yarattı ise ancak böylece hak ile yarattı. Bilen bir kavim için ayetleri ayrı ayrı açıklar.” Allah’ın varlığına ve birliğine bu kâinattaki her şey şahittir. Matematik bilimi İslam dininin temelleri üzerine oturtulmuş en hakiki bilimlerden bir tanesidir. Mesela, matematikte kullanılan sayılar, ki bu sayılar matematiğin özünü oluşturur, hepimiz tarafından biliniyor ki 1,2,3,4,5,6,7,8,9…şeklinde devam eden rakamlardan oluşur. 1 sayısı olmasa diğer sayılar olamaz. Daha farklı açılardan bakarsak; 1’den başka sayı da yoktur. Ancak 1 sayısının varlığı diğer sayıları oluşturur. Diğer sayılardan hiçbiri 1’e benzemez. Ve yine 1 sayısı üzerinden konunun anlaşılması açısından farklı bir örnek verelim; 1 sayısının kişiliğimizi temsil ettiğini ve 1 sayısının yanına 0 sayısını eklediğimizi düşünelim, bu oluşan sayı da başarıyı temsil etsin. İşte bu sıfır, 1 ‘i 10 yapar. Bu şekilde 1’in yanına, sevgi, aşk, muhab-
“MATEMATİK VE İSLAM”
bet, yetenek, disiplin gibi kavramları ifade etmek üzere 0’ları istediğimiz kadar ekleyebiliriz. Böyle, 1-10-1001000... şeklinde inanılmaz bir artışla karşılaşıyoruz ki bu da en baştaki 1 sayısı nedeniyledir. O 1 sayısını sildiğimiz taktirde kaç tane 0 olursa olsun sonuç yine sıfır olarak karşımıza çıkacağından hiç bir anlam ifade etmez. Mühim olan ekseriyette 1’in varlığıdır. Ve bir dipnot olarak belirteyim; bilgisayar dili sadece 0 ve 1’ler den oluşur. Bilgisayarlar tüm işlemleri 0 ve 1 rakamlarını anlamlı bir şekilde yanyana getirerek oluştururlar. Bunu binary, yani ikilik sayı sistemini kullanarak gerçekleştirmektedirler. Varın 1 ve 0 ‘ın hayati önemini bir de siz düşünün. Aynı şekilde, insanın hayattaki amacı da tevhid ilmini anlama ve öğrenme gayretiyle ilişkilidir. Nitekim tevhid ilmi, her şeyi birlemek manasına gelir ki bu da Allah’ın varlığının ve birliğinin tek olduğuna delalettir. İşte tıpkı bu örnekteki gibi bu kâinattaki her şey Allah’ın varlığıyla var olur. İhlas suresinde de geçtiği gibi: ‘’Gul huvellâhu ehad ’’, anlamı: ‘’De ki; O Allah bir tektir.’’ Konumuzu özetleyecek olursak Allah birdir ve matematik buna şahittir. “Algoritma şöyle diyor: Rabbimiz ve koruyucumuz olan Allah ‘a hamd ve senalar olsun.“ (Harezmi)
33
ŞİİR
OSMAN OĞUZHAN KIRIK
Son gül, parlayan ahımda, Yapraklarımdan ağıt ağıt döktüm süregelen yokluğu, Sır gibi tuttum dalından, çaldım nehre aksın, Yuvarlansın belki kök bulur, Rastladı mı öksüz bir kayaya.. Aradım âma teknelerde karayı, Ancak kurtlanırdı etim, kemiğim, Görmeseydim elinde ki taştan, yanağı, Bir savunma ki topyekün kundaktan, Uzatır tükürüğünü sütten suratı.. Firar etmeden beklerim bu davayı, Kül olsa, can çıksa kınından, Dökerim yollarına suyu, Elbet, elbet savaşım bu benim, Bir sonu olmayan, Seçebilmek arzusu, Karanlığın dibindeki akı
34
FATİH FURKAN KALTAR
“DENEME”
KAPİTALİSTLEŞEN DÜNYADA TÜCCARLAŞMAYAN MÜHENDİSLER Mühendislik, kavram olarak geçmişten günümüze kadar değişik yol ayrımlarından geçip, sade ve tek düze bir tanımla açıklanmaya çalışılıyor. Fakat bu yanlış ve sığ kalıpların dışına çıkması gereken bu kavramı öz bir şekilde açıklamaya kalkarsak şöyle bir tanım yapabiliriz: İnsanlığın tüm ihtiyaçlarını karşılamak için çeşitli alanlarda eğitim görmüş yetkin kişilerdir. Aynı zamanda bu yetkin kişiler iyi birer problem çözücüdürler. Gelelim asıl meselemize. Günümüzde mühendis adaylarının birçoğu para kazanma odaklı bir kariyer planına soyunmakta. Fakat bu istekler kişiyi mühendis olgusundan uzaklaştırmaktadır. Bir insanın odak noktası daha fazla kazanmak olursa o kişi üretkenlikten mahrum kalır. Peki, neden bizim mühendis adaylarımızda böyle bir sorun var? Biz de bir mühendis gibi bu problemin kaynağını araştıralım. Problemi oluşturan temel etmenlerden birisi; her fırsatta rekabetçi bir ortamdan bahseden hocalarımız ve kapitalist düzende başkasının omuzlarına basmadan yükselemeyeceğimizin dayatılmasıdır. Kesinlikle bizim geleneklerimizle bağdaşmayan bu anlayış, temeli üretkenlik olan bu sahayı tamamen kazanç ve sert rekabet ortamına çeviriyor. Peki, bizim ihtiyaç duyduğumuz ve geleceğimizi inşa edecek
olan bu mühendisler nasıl olmalı? Öncelikle her birey gibi hakkı gözetmelidir. Sorumluluğunu bilmeli ve gayesinin sadece para kazanmak değil aynı zamanda insanlığı ileri taşımak olduğunu anlamalıdır. Ayrıca bir mühendis iyiyi ve güzeli aynı potada eritebilmeli ve gelecek nesillere ışık tutabilecek projeler üretebilmelidir. Her daim ileriyi hedefleyerek bulunduğu topluma yön gösterebilmektir mühendislik. Meslek etiğini gözeten kişiler olmalıdırlar ve toplumsal ahlaka riayet etmelidirler. Yaptıkları projelerin insanlığa fayda mı zarar mı getireceğini iyi analiz etmeli ve kaygıları maddi kazanç olmamalıdır. Mühendislik düzeyleri o toplumun uluslararası arenada söz sahibi olabilmesinde önemli etkenlerden birisidir. Yüksek teknoloji üretebilen ülkeler gelişmişlik düzeyleri yüksek olduğu için bulundukları bölgelerde söz sahibi olurlar. Dünyada Müslümanların söz sahibi olabilmesi için bizim daha çok çalışıp üreten insanlar olmamız gerekmektedir. Müslümanların söz sahibi olmadığı bu dünyada, Müslümanların kanı akmakta ve bu kapitalist dünya buna göz yummaktadır. Onların tüccarları ise sadece kendi kazançlarının derdindedir. Geleceği şekillendirecek olan biz gençler ise bu kapitalist sistemin karşısında birer Erbakan olmalıyız.
35
“HOŞ BİR SAD”
Efendim yazımızın başında izah etmekte fayda gördük ki bu yazımızdan acizane maksat, okur ile yazar arasında bir hasbihale, sohbete vesile olabilmesidir. İfadelerimizin, sayılar haricinde, tamamı özneldir ve bağlayıcılığı yoktur. Yakın bir tarihte arkadaşımın davetini kıramayıp katıldığım bir klasik müzik konserini dinlerken aklıma birkaç sual geldi. Bu sualler mukabilinde bir nebze tefekkür etme imkanı bulduk ve hasıl olan cevapları mütalaa ederek konuyla ilişkili yazalım dedik. Öncelikle müzik veya musiki kelimesi neredeyse her dilde aynıdır ve bize Arapça’dan, Arapça’ya ve diğer dillere ise Latince “muse” yani “ilham” kelimesinden devşirilmiştir. En genel haliyle müzik ise seslerin ahenkli olması halidir. Konser ile alakalı şu bilgileri vermekte fayda var, konser 5 adet üflemeli çalgıdan oluşan bir koronun eseriydi ve solist yani kültürümüzde “hanende” diye 36
NEZİR ALTUĞ anılan unsuru barındırmamaktaydı. Birinci sorumuz niçün batı müziğinde daima inişli-çıkışlı bir tınının var olduğudur. Hani filmlerde kalp ritmini gösteren cihazlar olur ya onun “en”lerindeymiş hissi veriyor insana. O kadar ki konserden sonra ‘yahu şu parçayı çok beğendim azıcık terennüm edeyim’ deseniz hevesiniz kursağınızda kalır çünki aşina olmayanın hatırında tutması pek zordur. Bu sorumuza şöyle cevap bulabildik. Daha önceleri de dinlediğimiz ve okuduğumuz münevverlerden yola çıkarak, batı insanının genel olarak “huzursuz oluşu ve duygusunu tanıyamama” sonucuna vardık. Bunu sanatın her alanında görmenin mümkün olabileceğini de ifade etmekte fayda var. Klasik batı mimarisi ise buna bir örnek olabilir. İkinci sorumuzu ise şöyle sorduk ve dedik ki ‘insan dinlerken niye bir ruh haline bürünemiyor?’. Yani tam hüzünlenecekken bir anda heyecanlanıyoruz sonra sanki keskin bir virajı son anda
NEZİR ALTUĞ
dönüp hiddetleniyoruz sonra ise.. bu böylece devam ediyor. Bu sorumuza ise yine müziği ortaya koyan batı insanından yola çıkarak cevap arıyoruz ve diyoruz ki “bir duygu ifadesinden ziyade olaylar zincirinin müzik ile insanlara anlatılma edilme çabası olabilir’. Tam bilemedik, Allah’a havale ediyoruz. Üçüncü ve son soru ise şu şekilde tezahür olundu. Niye daima çok sesli koro ile bu tarz müzikler icra ediliyor. Buna yine şöyle bir cevap bulduk. Armoni dediğimiz çok seslilik Batı müziği sisteminin melodi fukaralığından kaynaklıdır. Şöyle ki Batı müziği eşit aralıklardan oluştuğu için
“HOŞ BİR SAD”
zorlamayla dahi 24 farklı melodi oluşturulabilir. Aynı anda birden çok ses ile bunu aşma çabalarından olsa gerek zaman içerisinde böyle kalıplaşmış. Yeri gelmişken Türk müziğinde ise 5252 kadar farklı melodi çıkarılabileceğini de belirtelim. Bu da Türk müziğindeki tek sesliliğin herhangi bir ek sese ihtiyacı olmayışının göstergesidir. Hülasa efendim, garbın yine acizliği ve şarkın yine yüce kudreti ile müşahade olunduk. Hoş bir sadâ arayanları yine şarkın duygu dolu nağmeleri arasında bekliyoruz.
37
ÖMER COŞKUNÇELEBİ
Sözlerime evvela Allah’a hamd ederek, Resulune salat ve selam getirerek başlarım. Nedir insanoğlunun Müslüman olduğu halde gözünü bu denli hırs bürdüren şey? Neden öleceğini bile bile haddi aşar Müslümanım diyen? Bu soruları cevaplandırabilmek için evvela bazı temel yapıtaşlarını oturtmak lazım gelir. Bilindiği üzere Allah(cc), insana birçok nimet vermiştir.
38
“ÇAĞIMIZIN VEBASI”
Bunların en önemlileri; vahiy, yol gösterici bir peygamber ve akıldır. Bu üç nimetten biri eksik kalırsa, Allah’ın(cc) takdir etmediği halde insanın başarılı bir şekilde imtihandan geçmesi pek muhtemel değildir. Şimdi gelin hep birlikte mantık çerçevesinde düşünelim. Barizdir ki, insanoğlunun bir imtihana tabi tutulabilmesi için akıllı olması lazım geldiği gibi imtihanın içeriklerini bilen kılavuzlara, yani peygamberlere, ihtiyaç duyar. Tabi, peygamberlerin de kılavuzluk edebilmek için i’la-yı
“ÇAĞIMIZIN VEBASI”
kelimetullaha ihtiyaç duyması da siz okurlar tarafından doğal karşılanacaktır. Bu temeli oturttuktan sonra asıl soruna geçmeye başlayalım isterseniz. İnsanoğlu ister istemez akıl nimetine sahiptir ki, zaten sorun da bu nimetin eksikliğinden kaynaklanmaz. Vahiylerin de peygamberler hariç hiçbir insanoğluna gönderilmediği bilindiğine göre, sorunun nereden kaynaklandığı meydana çıkacaktır. Sorun, akıl ile
ÖMER COŞKUNÇELEBİ
vahiy arasındaki bağlantıyı sağlayan, velhasılı insan için bir kılavuz görevi gören peygamberlerin sünnetlerinin benimsenmemesinden kaynaklanır. Dikkat edilmesi gerekir ki, peygamberlerin sünnetlerinin kabul edilmemesinden değil, peygamberlerin sünnetlerinin benimsenmemesinden kaynaklanır diyorum. Çünkü çağımızda Müslümanım diyen insanları inceleyecek olursak hepsi Peygambere inandığını söyler. Lakin iş sünneti yerine getirmeye gelince, tümüne
39
ÖMER COŞKUNÇELEBİ yakını çuvallar. Demek ki Müslümaların haddini aşmasının en mühim sebebi, peygamberimize inanıyorum demesine rağmen sünnetini fiilen inkâr etmesidir. Peki, fiilen inkâra sebep olan şeyler nedir? Bunun birçok nedeni olmakla beraber en mühim olanı, çağımızın vebası olan gevşeklik romatizmasıdır diyebiliriz. “İki günü eşit geçen aldanmıştır.” hadisini duyup da neden ürpermez bir Müslüman? Nedir gece ayakları şişene kadar namaz kılan sahabe efendilerimizden, sabaha kadar ağzında ciklet ile lak lak yapan bir ümmete dönüşmemizin sebebi? Neler değişti ki, bu ümmetin metabolizması bozuldu ve bu denli bir efsunlu hastalığa kapıldı? Haydi, gelin bu sorunun cevabını da “Ya inandığınız gibi yaşarsınız ya da yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.” hadisi şerifi ışığında inceleyelim. Eğer insan, sünnet-i Resulullah üzere yaşarsa boş vakit bulması mümkün değildir. Aynı şekilde insan; peygamberin sünneti ile doldurması gereken
40
“ÇAĞIMIZIN VEBASI”
boşluğu, medyanın efsunlu desiseleri ile doldurursa, yani gündemi batıl medyadan ibaret olursa, akıbeti de elbet onun üzerine olacaktır (batıl medya dediysem de, siz doldurun artık içini!). Bilindiği üzeredir ki, israf dinimizce haram kılınmıştır! Hatta Allah(cc), israf edenleri şeytanın kardeşleri olarak ilan etmiştir. Bu ayeti kerime, durumun ehemmiyetini adeta haykırmaktadır. Bu hastalığın tespitini yapmak için nasıl akıl nimetine muhtaçsak, bu hastalıktan kurtulabilmek için de dua tek silahımızdır. Nitekim Allah Resulü en sık ettiği dualardan birinde de bu konuya bilhassa önem verilmiştir: “Allah’ım! Acizlikten, TEMBELLİKTEN, cimrilikten, korkaklıktan, ihtiyarlığın bunaklığından, kabir azabından Sana sığınırım”. Hülasa, ey bu dehşetli hastalığın muptelası olan Müslüman kardeşim! Kurtuluşun, o unuttuğun Peygamberimizin sünneti seniyyesindedir. O sünneti seniyyeye bundan sonra öyle bir sarıl ki, hayatındaki gündemin bir daha hiç şaşmasın inşallah.
41
“DENEME”
BEKİR KESKİN
Kardeş muhabbetine doyum olmaz. Kardeşinin kaleminden çıkan yazının tadı da bir başkadır. Bu tadı bize tattıracak olan yeni bir kafesle daha tanışacak olmanın heyecanı içerisindeyiz. Emeği geçenlerden Allah razı olsun.
meclisleri tavsiye ediyoruz. Aşırı dozda kardeşliğe maruz kalınacağını garanti edebiliriz. Şunu da belirtelim ki, bu insanların tek gayesi Allah rızasıdır. Allah için seven bu insanlar, her işlerinde Allah’ın rızasına nail olabilmek ümidiyle çalışırlar.
Kardeşlikle başladık sözlerimize, onunla devam edelim. Anadolu Gençlik Derneği’nde yaşayarak görebileceğiniz bu nadide kelimeye anlam kazandıran insanların zor bulunmasından, hatta hiç olmamasından yakınır bazı insanlar. Kendilerine bu tür
Bizi bir kılacak, beraber olmamızı sağlayacak olan mefhum da kardeşliktir. Allah’ın rızası için yaşayan insanlar, Allah’ın rızası için bir arada çalışma yapıyorlarsa İslam Birliği’nin tohumu mevcut demektir. Bizim ihtiyacımız olan ise, birden çok tohumun bir
42
BEKİR KESKİN
arada toprağa kavuşturulmasıdır. Sekiz tohumla İslam Birliğini kuran Prof. Dr. Necmettin Erbakan bize en güzel örnektir ve bize bir yol çizmiştir. Nitekim bu güzel bahçelere yine domuzlar saldırmış, tohumlar filizlenemeden toprak talan edilmiştir. Bu günkü İslami birliktelikler, maalesef İslam ülkelerinin sorunlarına çözüm getiremiyor. Kınamak ve yardım toplamaktan başka bir şey gelmez oldu elimizden. Meydanlarda üç yaşındaki çocuğun da kınama eylemini gerçekleştirdiğini düşünürsek, durumun ne kadar trajikomik olduğunu idrak edebi-
“DENEME”
liriz. Elbette coğrafyamızın ve dünyanın huzurunu sağlayacak kanunlar; bu sistemi kuran alemlerin Rabbinin, Rabbimizin kanunlarıdır. Bu kanunlar ile hükmetmek ise İslam Birliğinden başka bir kuruluşun veya bir ülkenin tek başına başarabileceği bir mesele değildir. Çare İslam Birliğidir. Peki, İslam Birliği nasıl kurulacak? Bu soruya da bir soruyla cevap verelim. Biz İslam Birliği’nin kurulması için üzerimize düşeni yapıyor muyuz? Müslümanlar olarak üzerimize 43
“DENEME”
düşenleri yapmamakta olduğumuz düşüncesindeyim. Bunların sonucu olarak, şu anda dünyanın bu halde olduğunu düşünmekteyim. Şu anda içimizi yakan bir Kudüs hadisesi var. Kudüs meselesi ile ilgili sürekli anlatıla gelen bir olayı sizlerle paylaşayım. Lütfen hadiseyi, Kudüs’ün doğu ve batı olarak bölünmesinin kesinlikle kabul edilemeyeceğini, yapılan Kudüs eylemlerinde, oradaki kardeşlerimiz silahlara taşla karşılık verirken, biz burada en azından onların yanında olduğumuzu onlara hissettirelim düşüncesinde olduğumu bilmenizi isterim. Selahaddin Eyyubi, Cuma hutbesinde iken bir genç kalkıp, Kudüs’ün halini görmüyor musunuz, niçin sefere çıkmıyoruz, şeklinde sözler sarf ederken, Selahaddin Eyyubi cevap vermemiştir. Ertesi gün sabah namazında, cemaatten o gencin nerede olduğu sorusuna cevap alamayınca, Cuma namazına gelen camaat sabah namazına da gelinceye dek Kudüs’e sefere çıkmayacağız demiştir.
44
BEKİR KESKİN Kıssa ne kadar doğrudur bilemeyiz ama çıkarmamız gereken hisseler olduğunu görüyoruz. Yaşadığımız olaylarda buradaki genci kendimize benzetebiliriz. Ama maalesef Selahaddin Eyyubi’ye benzetecek bir lider göremiyorum, Kudüs fetholunana dek gülmeyeceğim diyen bir lider. Kendimizi o gence benzettikten sonra bazı eksikliklerimiz olduğunu hepimiz kendi kendimize söyleyeceğiz. Mesela sen, bugünkü sabah namazını camiide mi kıldın, evde mi kıldın? Yoksa… Yoksasını geçip, bu yanlış ihtimallerden Allah’a sığınalım. Mesela bugün Allah’ın kitabını açıp okudun mu? Derdim kimsenin ibadetlerini ölçmek değil ama acizliğini yaşadığımız durumlar, imani sıkıntılarımızın sebebiyet verdiği durumlar. Hani diyor ya Cahit Zarifoğlu: ”Filistin bir imtihan kağıdı, her mümin kulun önünde”. Bu imtihanı geçmek için çok çalışmamız gerek. Biz sabah namazına kalkamazken, Kur’an-ı Kerim’i en son ne zaman okuduğumuzu hatırlamazken; Rabbimizden bize bir Sellahaddin göndermesini ne yüzle bekleriz? Hangi yüzle Kudüs
BEKİR KESKİN niye bu halde diyebiliriz? O halde her mümin kendi yaşamını düzeltirse, her aile evini Darü’l-Erkam haline getirirse, Darü’l-Erkam’lardan oluşan bir toplum haline geliriz. Darü’l-Erkam’lardan oluşan bir topluluk ise yüzlerce Selahaddin çıkarır biiznillah. Bunun sonucunda İslam Birliği de nasip olur. Tabii evlerimizin Darü’l-Erkam olabilmesi için, evimizin en çok konuşan ama neredeyse hep boş konuşan, bize getirip gösterdiği şeylerde edep ahlak olmayan, başköşe müdavimi televizyondan kurtulmamız ve sosyal medya denen herkese açık albümü ve anı defterlerini de ‘yok say’mamız gerekmektedir. Yok sayamıyorsak bilinçli bir kullanıcı olmalı ve vaktimizi heba etmemeliyiz ama sosyal medyada zemin kaygan, arka plan pis görüntülü, sağanak haramlıdır. Allah yardımcımız olsun. Darü’l-Erkam bildiğimiz üzere bir eğitim yuvasıdır. Darü’l-Erkam’ı yaşayabilmek için onu anlamalıyız. Muhammed Emin Yıldırım’ın Darül Erkam kitabı bu konuda yazılmış özgün eserlerden birisidir ve muhakkak
“DENEME”
okumamız gereken kitaplar arasındadır. Okuyan büyüklerimizin tavsiyelerinden yola çıkarak öneriyorum bu kitabı. Biz çalışmalıyız, boş işlerle, saatlerce uyumayla bir yere varamayız. Diğer tarafta Darü’n-Nedve’ler durmuyor, durmayacaklar. Darü’l Erkam’a hizmet etmeyen bir ev, ister istemez Darü’n-Nedve’ye hizmet etmektedir. Bunun da bilincinde olmalı, temsil ettiğimiz kesimi bilerek ve onun hakkını vererek yaşamalıyız. Sözün özü, bizler İslam’ı hakkıyla yaşarsak, Rabbim Selahaddin’i de, Kudüs’ü de, İslam Birliği’ni de nasip eder inşallah. Gerçekten zor bir zamanda zor imtihanlardan geçiyoruz. Allah yardımcımız olsun ve bizleri yolunda sabit kılsın inşallah. Cümlemizi, yarın mahşer gününde Peygamber efendimizin sancağı altında haşr eylesin.
45
ELİNİ AÇ, GÖZÜNÜ AÇ, KAPINI AÇ AMA AĞZINI AÇMA.. HEDEFE KOŞ, CİHADA KOŞ, YARDIMA KOŞ AMA ORTAK KOŞMA.. DAVET ET, HAYRET ET, AF ET, TÖVBE ET AMA İHANET ETME.. FİDAN BÜYÜT, GARİP DOYUR, ÇOCUK BESLE AMA KİN BESLEME.. SATICI OL, ALICI OL, KALICI OL, BULUCU OL AMA BÖLÜCÜ OLMA..
46
EŞİNİ BEĞEN, İŞİNİ BEĞEN, AŞINI BEĞEN AMA KENDİNİ BEĞENME.. EMEK VER, KULAK VER, BİLGİ VER AMA HİÇBİR ZAMAN BOŞ VERME.. GÜNLERİNİ SAY, SERVETİNİ SAY, BÜYÜKLERİNİ SAY AMA YERİNDE SAYMA.. PARANI VER, SELAM VER, CANINI VER AMA SIRRINI VERME.. İTİL, ATIL, KATIL AMA SATILMA..!
Mevlana
Hz.
47
BİLİM VE TEKNİĞİ İNSANLIĞIN HİZMETİNE SUNMAK İÇİN ÇALIŞIYORUZ Oğuzhan Cd. Oğuzhan Apt. No:17 Kat:5 Fındıkzade Fa�h/İstanbul 48 Telefon: +90 212 5320375 E-Posta: ile�sim@tekderistanbul.org
49
50
51