İÇİNDEKİLER
Medeniyetimiz Üzerine/Röportaj
4
Şakir VOYVOT
16
Yok Ettik H. Necmettin NARMAN
2
14
19
Şehir ve Medeniyet
28
Muhafazakar Olmak
34
Ölümde Gömülü Sevda
36
Bu Dünyadan Bir Sinan Geçti
41
Endülüs Mehmet YALINIZ
43
Muhtaçsın/Şiir
Röportaj
Muvahhid KILIÇ
Kitap Tahlili
Bekir KESKİN
44 Kudüs Furkan Yıldırım
Ömer COSKUNÇELEBİ
Metin KARAGÜL
Bekir KESKİN
EDİTÖRDEN...
AHMET DÜŞÜNÜCÜ
Elhamdülillahi rabbil alemin. Esselatu vesselamu ala resulina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ecmain Daha ziyade hendeseyle ilgilenen öğrencilerin bulunduğu teknik bir üniversitede Kafes dergimizin 15.sayısını çıkarmamızı nasip eden Allah’a(c.c) hamd olsun. Müslümanın nezdinde neredeyse her olgunun, kavramın tahrip olduğu günümüz modern çağda ‘Medeniyet’ kavramı da bunlar arasındaki yerini almıştır. Medeniyet dediğimizde Müslümanların bile aklına, maalesef, Batı gelmektedir. Bu algıyı yıkmak, geleceğin toplumunu ve medeniyet anlayışını inşaa edecek olan biz gençlere bir nebze ışık olmak, yol göstermek ve de bu medeniyet tasavvurumuzun; her gün içinde bulunduğumuz, sürekli muhatap halinde olduğumuz şehrimize nasıl yansıtabileceğimiz konusunda fikir edinmek amacıyla yeni sayımızın konusunu “Modern Çağda Şehir ve Medeniyet’’ olarak belirledik. Vakitlerini ayırarak bize değerli görüşlerini açan Şakir VOYVOT hocamıza, değerli mezunlarımız Ahmet YILMAZ ve İbrahim Hakkı YİĞİT ağabeylerimize, dergimizin hazırlanmasında yazılarıyla, tasarımlarıyla ve ayırdığı zaman ile emeği geçen tüm arkadaşlarıma ve son olarak da büyük bir heyecanla derginin çıkmasını bekleyen siz değerli okurlarımıza teşekkür ediyorum. Nice Kafeslerde buluşmak ümidiyle , “Kafesi bekleyenlere selam olsun’’..
/agdytü
/yildizagd
/yildizagd
Bu dergi Anadolu Gençlik Derneği Yıldız Teknik Üniversite Komisyonu tarafından çıkarılmaktadır.
3
RÖPORTAJ
“MEDENIYETIMIZ ÜZERINE”
Hocam kendinizi bize biraz tanıtır mısınız? İlahiyat mezunu, tarih meraklısı ve eğitimciyim. Çok okur biraz da yazarım. İslam coğrafyası üzerinde son yüzyılda oynanan büyük planların olduğunu biliyoruz. Basel’deki siyonist kongreden başlayan BOP, Arap baharı ve vesayet savaşlarıyla devam 4
ALİ ÇIPLAK
eden sürecin coğrafyamızın kültür, medeniyet ve kimliğine etkileri nelerdir? İslam dünyası için iyi olan, batı dünyası için iyi olmayabilir, batı için iyi olan model İslam dünyası için iyi olmayabilir. Son 200 seneye bakarsak, batıda devletleşme çabalarını görürüz. Avrupa birkaç bin tane derebeyliğin birleşe birleşe 30 tane devlet ortaya çıkarması sayesinde toparlandı, güç-
ALİ ÇIPLAK
“MEDENIYETIMIZ ÜZERINE”
lendi. Güçlendikçe de imar imkânlarını, medeniyet hizmetlerini, bilim ve teknoloji sahasındaki gelişmelerini arttırdılar. Ama 250 sene evvel İslam Dünyası bir bütün halindeydi. Zaten gücünün zirvesindeydi. O tarihte de İslam dünyası medeniyet seviyesi bakımından içinde bulunduğu zamanın, dünyanın ilerisinde değildiyse bile gerisinde değildi. Ama batılılar kendileri birleşip toparlanırken, İslam dünyasını bizatihi askeri müdahalelerle birlikte bölüp parçaladılar. İslam dünyasını temsil eden 250 sene evvelki Osmanlı toprakları üzerinde 30’dan fazla devlet ortaya çıktı. Yani Avrupa’nın devletleşmesi onlar için iyi oldu. İslam dünyasının devletleşmesi ise İslam dünyasının güç kaybetmesine sebep oldu. Batılılar, yine İslam dünyasının toprakları üzerinde, mevkiine göre değişmekle birlikte 100 ile 200 yıl arasında işgalci olarak bulundular. Bu
RÖPORTAJ
bulundukları süre içerisinde evvela İslam dünyasındaki eğitim sistemini tahrip ettiler ya da tamamen batılı zihniyet üzerinden eğitim yapan eğitim kurumları açtılar. Fakat buralarda öğrettikleri şey şuydu; siz zaten geri kalmış, zaten hiçbir şekilde ilerleyemeyecek milletler, memleketlersiniz. O yüzden bilimle sanatla çok uğraşmayın, basit işlere yönelin. Müslümanlara senelerce dokumacılığın, marangozluğun, demirciliğin ne kadar faydalı meslekler olduğundan bahsettiler. Buna göre bir eğitim sistemi kurdular. Müslümanlar da zaten evvela kendi hürriyetlerini garanti altına alabilmek, temin edebilmek derdinde oldukları için, işin bu kısmıyla ilgilenme fırsatını bulamadılar. Netice, İslam dünyasındaki ilk bağımsızlık diyebileceğimiz hadise, Türkiye’nin 1920’lerde emperyalist güçleri def etmesidir. Bunun arkasından diğer ülkelerin bağımsızlık5
RÖPORTAJ
“MEDENIYETIMIZ ÜZERINE”
ları 1960’ı bulmuştur. Misal; Cezayir 1962. Şimdi bu kadar geç bir tarihte, işgalci güçleri ülkelerinden çıkaran bir milletin az bir zaman içerisinde, büyük medeniyet eserleri ortaya koyabilmesi aklın kabul edebileceği bir şey değildir. Çünkü buraların devlet olabilmesi, kendi eğitim sistemlerini, askeri sistemlerini, sağlık sistemlerini, ulaşım-iletişim sistemlerini tesis edebilmeleri için en az bir asra ihtiyaç vardır. Dolayısıyla daha hiçbir tanesi 100. bağımsızlık yıldönümünü kutlayamamış bu devletlerin medeni bakımdan çok ileri bir noktaya gelmiş olmalarını bekleyemeyiz, bu akıl dışı bir şey olur. İslam Dünyasında, geçtiğimiz 20-30 sene içerisinde ilmin, teknolojinin yavaş yavaş kıymet görmeye başladığını görüyoruz. Dolayısıyla önümüzdeki 50 sene içerisinde yani bir asrı tamamlayıp onun üzerine koymaya başladığımız zaman içerisinde İslam dünyasın6
ALİ ÇIPLAK
da da bir medeniyet fikrini oluşabileceğini ve dünyaya örnek teşkil edebilecek faaliyetlerin ortaya koyulabileceğini ümit edebiliriz. Medeniyetten ne anlıyoruz? Medeniyet illa da ortaya bir takım mimarı eserler, sanat eserleri koymak mıdır? Bunu mu anlamalıyız medeniyetten? Yüksek binalar yapan, güzel iletişim-ulaşım araçları inşa edenler gerçekten medeni midir? Bugün dünyada medeniyetin ilerlemeci pencereden, zihniyetten ele alınması en büyük sıkıntıdır. İlerleme diye bir tanrı var adeta, bunu artık doğuda da batıda da herkes kabul ediyor. Bu ilerlemenin ve kalkınmanın karşılığında hangi bedelleri ödüyoruz? Bu sualler sorulmuyor. Bugün, topyekûn batının dünyanın en medeni ülkeleri olduğu propagandası yapılıyor, böyle bir kabulümüz var. Ama bu
ALİ ÇIPLAK
“MEDENIYETIMIZ ÜZERINE”
ülkeler acaba yeryüzündeki mağdur insanlarla ne kadar ilgileniyor, yardımcı oluyorlar? Topraklarına siz, gerek misafir gerek göçmen olarak gitseniz size ne kadar sahip çıkarlar? Yiyecek ekmek vermezler. Bu medeniyet değildir. Esas medeniyet manevi sahada ortaya konulmuş bir kültürdür. Bu hala İslam dünyasında ya da Müslüman olmayan doğu dünyasında batının çok daha üstündedir. Bugün Avrupa’nın hiçbir yerinde kapıyı çalıp Tanrı misafiri diye bir yere giremezsiniz. Ama Anadolu’nun köylerinde, İran’da, Hindistan’da, Afganistan’da olsanız bir kapıyı çalıp herhangi bir evde misafir olabilirsiniz. Bu o toplumların hakiki medeniyet seviyesini bakımından diğerlerinden daha ileride olduğunu gösterir. New York’ta – istatistikler var internette baksanız ulaşabilirsiniz- bir saatliğine elektrikler kesilse binlerce hırsızlık olur. Ama bizim elektriği olmayan, en
RÖPORTAJ
geri kalmış köyümüzde ya da kasabamızda bir tek suç işlenmez. 1 yıl boyunca hiçbir adli vakanın yaşanmadığı Bayburt mu daha medenidir? Yoksa aynı ölçeğe sahip olan Hollanda’daki her sene binlerce suçun işlendiği şehir mi daha medenidir? Dolayısıyla bu ilerlemeci bakış açısından Müslümanların kurtulması gerekiyor. Hakiki medeniyet böyle değerlerin üzerine inşa edilebilir. Uluslararası ahlak, insan hakları gibi ölçüleri güçlü taraf belirliyor değil mi? Onlar ölçüyü kendine göre koyuyor zaten. Kimin neye ihtiyacı varsa onunla ilgili çalışma yapar. İnsan haklarına batının ihtiyacı var. Batının yakın tarihine, uzak tarihine bakılırsa zaten işin içinden çıkamazlar. Engizisyon mahkemelerini, yüz binlerce insanın ateşlerde yakılmasını, Endülüs’te yapılan zulüm7
RÖPORTAJ
“MEDENIYETIMIZ ÜZERINE”
leri... Bunları geçelim, daha dün kadar yakın denilebilecek bir tarihte, ikinci dünya savaşında 60 milyon insan öldürüldü. Bu savaşın içinde bir tek Müslüman devlet yok. Tamamen batı dünyasının kendi içerisinde yaptığı bir savaş. Bu savaşın içerisinde Yahudilerin öldürülmesi, Çingenelerin yok edilmesi var. Sonra toplumun içerisinden özürlü insanların ayıklanması faaliyeti var. 1935 yılında Amerika’da on binlerce özürlü insan ari ırk inşa etmek için kısırlaştırılmıştır ve batı bunun felsefi alt yapısını da kurmuştur. Toplumu ari ırka ulaştırabilmenin ne kadar faziletli, üstün işler olduğuna dair sayısız kitaplar makaleler yayınlamışlardır. Mesela batının; bu insan hakları beyannamesini yayınladığı Birleşmiş Milletleri kurduğu tarih, yüz milyonlarca insanın kanına girdiği tarihtir. O tarihten bugüne kadar da azalmamıştır. Komünist sistem, kendi toprakları içeri8
ALİ ÇIPLAK
sinde gerek isyan edenleri cezalandırarak gerek fakirlik, açlık sebebiyle on milyonlarca insanın ölümüne sebep olmuştur. Dolayısıyla batının böyle bir şeye ihtiyacı var. İnsan hakları diye bir şey koymak zorunda ki en azından batı dünyası kendi içerisinde bir sükûnet ortamı sağlayabilsin. Ama geriye doğru giderseniz İslam dünyasının böyle bir sorunun olmadığını görürsünüz. İslam dünyasının tarihi boyunca olan tüm savaşlarda ölenler batının sebep olduğu 1. Dünya savaşında ölenlerin 10’da 1’i nispetindedir. Dolayısıyla İslam dünyasının insan hakları diye bir problemi yoktur zaten. Bu problem batının kendi inşa ettiği ve kendi çözmek mecburiyetinde olduğu bir problemdir. Bizim insan hakları beyannamesinin altına imza attığımız tarihte dönüp kendi toprağımıza, kendi tarihimize baktığımızda ve bunu batıyla kıyasladığımızda utanılacak
ALİ ÇIPLAK
“MEDENIYETIMIZ ÜZERINE”
hiçbir şey görmüyoruz. Yani bizim böyle bir şeye ihtiyacımız zaten yok. İnsan hakları, bizim kul hakkı kavramımızın kısıtlanmış biçimi değil mi zaten? Evet, tabii inancımız zaten bütün insanlara yaratılmış olmaktan dolayı yeryüzünde her türlü imkânı tanıyor. Gayrimüslim de olsa; yaratılmış olduğu için yaşama, beslenme, eğitim, inanma gibi hakların hepsine sahiptir. İslam tarihinde de bunun arızaya uğradığı kısa dönemler yaşamıştır ama İslam dünyası, insan hakları bakımından iyi bir sınav vermiştir tarih boyunca. Tarihte zararların sebebi olarak, biz üzerimize düşen neydi de yapmadık, şimdi üzerimize düşen ne, ne yapmalıyız?
İslam dünyası kabaca
RÖPORTAJ
1600’lerde zirveyi gördü. Ondan sonra, Osmanlı’nın kendine söylediği gibi, devlet-i ebet müddet demeye başladı. Bir daha bu düzenin bozulamayacağını, yıkılamayacağını düşünmeye başladı. Gerçekten de dışarıdan müdahaleler olmasaydı, belki çok uzun zaman daha devam edebilirdi. Ama dışarıdaki gelişmeleri izleyemediler, takip edemediler. Ve bir yönetim körlüğü oluşmaya başladı. Biraz gurur ve kibir oluşmaya başladı. İşte bu esnada Müslümanlar hikemi çalışmaları ihmal etmeye başladılar. Böylelikle bir yavaşlama meydana geldi. Ama asla gerileme değildi bu, sadece yavaşlamıştı. Fakat batıdaki ilerleme hızlı olunca aradaki mesafe kapanmaya başladı. Batı, özellikle teknoloji sahasında ilerledi ve bu teknolojisiyle birlikte askeri sahada Müslümanları yenmeye başladı. Bu münasebetle o tarihteki ihmallerimizin şu anda bedeli9
RÖPORTAJ
“MEDENIYETIMIZ ÜZERINE”
ni ödüyoruz. Hiçbir topluluk hiçbir zaman gaflete kapılmamalı, devamlı daha ileriye daha ileriye diye hedefi yüksek tutup mücadele etmeli. Şimdi o yavaşlamamızın ve ihmalkârlığımızın telafisinin zamanı gelmiştir. Zaten bu kader icabı olan bir şeydi. Önüne geçilebilecek bir şey değildi çünkü yeryüzünde sonsuza kadar devam edebilecek bir nizamı kurmak hiçbir millete nasip olmamıştır. Roma’nın da, Pers imparatorluğunun da, Çin imparatorluklarının da, Japon imparatorluklarının da, hepsinin sonunun geleceği bir zaman vardı, geldi. Osmanlı için de o son geldi. Osmanlı, ömrünü çok tedbir alsa belki 700’e uzatırdı, 1000’e tamamlayamazdı. Bundan sonra da yeryüzünde kurulacak hiçbir sistem, mükemmel bir sistem olamaz. Çünkü insanların kuracağı her sistem kendi içerisinde çürümeyi de barındırır. Bir taraftan yükselirsiniz ama onun için10
ALİ ÇIPLAK
deki zaaflar onun çöküşünü de hazırlar. Ama bu telafi döneminde Müslümanların iki kat çalışması lazım. Her türlü sahada, insani, irfani, sanayi sahasında iki kat çalışarak, batının lehine meydana gelmiş olan farkı kapatmak için gayret etmesi lazım. Bu mümkün müdür? Pekâlâ mümkündür çünkü hepimiz net bir şekilde görüyoruz ki; aslında batı durmuştur. Sosyal yapısı tümden tahrip olmuştur. Çözülmenin alametleri görülüyor. Sadece dışarıdan bakıldığında bir teknoloji makyajıyla beraber batının hâlâ ilerlediği zannediliyor. Hayır, bütün rakamlar gösteriyor ki sosyal sahada batı iflas etmiş durumdadır. Artık insanlığa sunabileceği hiçbir projesi, hiç bir siyaseti kalmamıştır. Dolayısıyla onların yavaşladığı bu dönemde Müslümanlar adil bir dünya kurmak için çalışırlar ise yakın gelecekte yeniden yeryüzünde dengeyi sağlayabilirler.
ALİ ÇIPLAK
“MEDENIYETIMIZ ÜZERINE”
Bir genç ve üniversite öğrencileri olarak bizlerin üzerlerine düşen vazife nedir? Batının putlarından bir tanesi de kitap okumaktır. Kitap okumak tek başına kavram olarak iyiyi ifade etmez. Neyi okuduğumuz önemlidir. Bugün Harry Potter serisinin etrafında 10 milyar dolarlık bir ekonomi oluşmuş durumda. Bu kitaplar yeryüzünde 500 milyondan fazla satıldı. Her 15 insandan birinde bu seriden bir kitap var. Ne anlatıyor? Üfürükçülük, büyücülük… Edebiyat deniyor ama arkasında bunun büyük bir fikri plan yok. İnsanlık ve hakikat âlemi için hiçbir şey ifade etmeyen, farazi, efsanevi bir şey etrafında büyük bir ekonomi oluşturulmuş. Aynı şekilde batı magazin okuyor, spor okuyor. Bilimsel, fikri eserlerin satış rakamları Avrupa’da da 3-5 binleri geçmiyor. Dolayısıy-
RÖPORTAJ
la kitap okumak diyorsak da bu her ne bulursak okumak değildir. Şu anda dünya sisteminin zaaflarını ortaya koyabilecek, sisteme tenkitler getirebilen eserleri okumak ve yaşadığımız dünyayı idrak etme mecburiyetimiz var. Mühendis olmakla doktor olmakla işin içerisinden çıkamayız. Bunlar teknik bilgidir. Tıp ilmi veya mühendislik ilmi insanlığı idare etmek, koruyabilmek, değiştirebilmek için yeterli malumatı vermez. Biz bunları irfanda, hikmette buluruz. Bizi iki şey yükseltecek: Bir; kendi tarihimizde 1400 sene boyunca oluşturmuş olduğumuz abidevi eserler var, dönüp onlara bakacağız, oradan besleneceğiz. Ama oraya saplanıp kalmayacağız. Çünkü o eserler sadece günümüze ışık tutar, günümüzü anlamamızı sağlamaz. Batının da geçen zaman içerisinde ortaya koymuş olduğu büyük felsefi eserler var, onlara da bakacağız. Lakin onlara da sapla11
RÖPORTAJ
“MEDENIYETIMIZ ÜZERINE”
nıp kalmayacağız, onların da hayranı olmayacağız. İşte bu ikisinin birleştiği, karşılaştığı yerden ortaya yeni eserler, yeni fikirler koyabiliriz. Bundan sonraki 1000 yılı nasıl aydınlatabiliriz diye; yeni bir sistem, yeni bir fikir inşa edeceğiz. “Batı kötüdür.’’ deyip işin içerisinden çıkamayız. Batının içerisinde bakıp öğreneceğimiz hikmetler var. Batı tümden de iyi değil fakat oranın geçmiş 500 senenin içerisinde ürettiği felsefenin, bilimin içerisinde hikemi, güzel taraflar var. İlim Müslümanın yitik malıdır. Bunlar alınır değerlendirilir. Bunların üzerine de bir sistem inşa edilebilir. Allah-u Teâlâ bize bu zihni vermişse bu zihnin dünyayı okuyabilme, idrak edebilme kapasitesi de vardır. Bu kapasiteyi de oluşturabileceğimiz eserler, yollar, metotlar, sistemler de var. Bunlardan faydalanarak kendi neslimizin kıymetini, değerini bilmek; burada çok önemli bir noktaya 12
ALİ ÇIPLAK
işaret ediyor. Kendimizi sıfır görmeyeceğiz, küçük görmeyeceğiz. Evet, biz yapabiliriz anlayışıyla bakacağız. Bu Erbakan’ca bakıştır. Erbakan hoca siyasete başlarken tek başına başlayan, “Neyi değiştirebilir ki?’’ diye bakılan bir adamdır. Ama yapabiliriz dedi, sahip olduğu geleneğe güvendi, imanına güvendi, milletine güvendi; onun üzerine koydu, 40 sene sonrasında o tarihte hayal edilemeyecek bir noktaya gelindi. Biz şanslıyız çünkü temel atılmış, binanın ana direkler yükselmiş. Biz tezyinat yapma süsleme noktasındayız. Biz de ona güvenerek onların üzerine koyarak gideceğiz ve meseleleri çözeceğiz inşallah. Kâbe’nin etrafındaki kentleşmenin, ülkemizdeki yeni mimarinin bizim manevi iklimimize etkisi nelerdir?
Kâbe’nin etrafına yük-
ALİ ÇIPLAK
“MEDENIYETIMIZ ÜZERINE”
sek binaların yapılmış olması, Kâbe’nin büyüklüğüne leke getirmez. Bu bir algıdır tamamen. Kâbe’nin büyüklüğü ve küçüklüğü bizim zihnimizde oluşan bir fikirdir. Biz hala büyük olduğuna inanıyor; karşısına gittiğimizde aynı coşkuyu, aynı heyecanı hissediyorsak ne kadar bina yaparlarsa yapsınlar Kâbe yine büyüktür. O leke binaları yapanlara düşmüştür. Dozerler getirelim binaları yıkalım, böylece Kâbe insanlığın nazarında daha hoş bir hale gelsin dersek yanılmış oluruz. Bu hiçbir şeyi değiştirmez. Bizim Hicr-i İsmail dediğimiz yer Kâbe’nin dışında fakat aslında Kâbe’ye dâhil olan bir yerdir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) şu hadisi çok ilginçtir: “Eğer kavmim, cahiliye çağından yeni kurtulmuş olmasalardı, kalplerinin itiraz etmeyeceğini bilseydim, Hicr’i Kâbe’nin içerisine alırdım. Kapısını da yer seviyesine indirirdim.’’ Fakat Hz. Peygamber bunu yaptı mı?
RÖPORTAJ
Yapmadı. Demek ki Kâbe’nin şeklini değiştirmek, etrafını çevresini tanzim etmek bir şeyi değiştirmiyor. Mesele bizim Kâbe’ye bakışımızdır. Bakışımız bozulmadığı müddetçe sıkıntı yok. Kâbe’nin etrafındaki imar problemin sebebi; kendimize ait bir projemizin, sistemimizin olmaması, bir fikir ve sistem geliştirmemizdir. O yüzden başkasını taklide yöneliyoruz. Baştan güzelce düşünülüp, istişareleri yapılabilseydi tabii ki daha iyisi olurdu. Fakat benim aklıma dozerleri dayayıp orayı yıkmak gelmiyor. Çünkü o da bir servet, bir şekilde yapılmıştır. Orada bulunduğumuz zaman, taşıdığımız ruh hali ve niyetlerimiz değişmediği müddetçe binaların şeklinin şemailinin o kadar da önemi yok.
13
“KİTAP TAHLİLİ”
Taş parçalarının üst üste dizilmesindeki kaliteyle mi medeni olur bir şehir? Yoksa o şehri medeni kılan, o taşları dizen toplumun kalitesi midir? Bir toplumun medeniyeti elbette ki şehrine yansımaktadır. Şehirleri oluşturan insanlar, kendi medeniyet tasavvurlarını inşa etmekte oldukları yapılara aktarmaktadırlar. Aynı zamanda inşa edilmiş olan bu yapıtların içerisinde yaşamakta olan insanlar, bu yapıtların kültüründen de etkilenmektedirler. Bir toplum düşünün. Kendi kültüründe olmayan yapıtları, şehirlerine inşa etmeye başlamış bir toplum. Bu toplum, o yapıtın kültüründen ne kadar etkilenebilir? Örneğin apartman, bizim kültürümüzde var olmayan bir yapıt. Apartman bizi nasıl etkiledi? Aynı çatı altında olan insanlar nasıl oldu da birbirlerini tanımadan, yıllarca aynı çatı altında yaşayabilir hale geldiler? Bu apartman kültürünün toplumumuza kattığı olumsuzluk14
BEKİR KESKİN
ların bir tanesidir. Peygamber’i (sav) “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.”diyen bir dinin mensubu olan insan, komşusunu tanımaz hale geldi. Geçmişimize baktığımızda bir çıkmaz sokak mahremiyetinden bahsedebiliriz. O sokakta yaşayan insanlar belirli kişiler olduğu için,yabancı insan hemen fark edilirmiş.Üslubuna göre de muamele edilirmiş bu yabancılara. Eskiden evlerimizin yanında misafirhaneler varmış. Buraya gelen bir misa-
BEKİR KESKİN
“KİTAP TAHLİLİ”
fir üç gün boyunca kalabilir, ev sahibi de üç gün boyunca hiç rahatsızlık duymadan hizmet edermiş. Bu anlayışla, bugünkü toplumumuzun anlayışının aynı olduğundan bahsedebilir miyiz? Bırakın müstakil evlerde bu hizmeti görmeyi, şuan kendini konukevi diye tanıtan birçok vakıf yurdu dahi bu anlayıştan çok çok uzakta. Medeniyet tasavvurumuz hangi yöne bakıyor dersiniz? İslam’a yönelik bir medeniyet anlayışının kervansaraylar inşa ettirdiğini düşünürsek, otellerin hangi medeniyetin eseri olduğu sorusuna verilecek cevapların içerisinde, İslami bir medeniyetten bahsetmemiz mümkün görünmüyor.
ve İslami anlamı olan yapıtların yanına onlardan daha uzun bina yapmaktan ar eden insanların değerler sistemi arasındaki fark; İstanbul’un dünü ile bugünü arasındaki farkın açıklayıcısıdır.
Medeniyet tasavvurunun arkasındaki değerler İslam ahlakından sekülerizme kayınca, maalesef bu durumların yaşanıyor olması ve daha nicelerinin yaşanacak olması kaçınılmaz. Gökdelenleri oluşturan insanların değerler sistemiyle, kıymetli
Sözlerime bu şekilde son verirken, şehir ve medeniyet üzerine ilk okumam olan “İçimde AVM Var!” kitabını okumanızı tavsiye ederim. Bu düşüncelerimin temelinde Saadettin Ökten’in konferansları ve kitaplarında aktardıkları yatmaktadır.
Son olarak Ayasofya’dan bahsedeceğim. Ayasofya, İstanbul’un fethi ile beraber İslamlaştı. O toplum, Ayasofya’yı kiliseden bir cami haline getirdi. Ve o toplum gerçek kimliğini koruduğu müddetçe Ayasofya cami olarak kullanılmaya devam etti. Şuan toplumumuz ve Ayasofya’nın durumu gözler önünde, bunu biz anlatmayalım. Soralım, Ayasofya cevaplasın.
15
“YOK ETTİK”
Yıllar boyunca kümülatif şekilde bizlere iletilen koskoca medeniyeti (medeniyetimizi), büyüklerin deyimiyle ‘eski günleri’ yok ettik. Dostluğu, kardeşliği, birbirimize muhabbet beslemeyi, birbirimize karşı saygıyı, sevgiyi, tebessümü, selam alıp selam vermeyi unuttuk. Geçmişi özlemekten, geleceğimizi nasıl şekillendireceğimizi hayal edemedik. Bu yüzdendir ki hala başkalarının bizi hayal ettiği ve istediği şekilde yaşıyoruz. Peki nasıl geri kazanabiliriz? 16
NECMETTİN NARMAN
Geçmişe özlemi bırakıp, yaptığımız hatalardan ders alıp, karakterimizi ortaya koyup, nasıl olmamız gerektiğini düşünerek; sabırla, tebessümle, saygıyla, bilinçle, geniş ufukla, özveriyle ve karakterli bir şekilde çalışmalıyız, uygulamalıyız, anlatmalıyız. Kendimize ait medeniyet şehri kurmalıyız. Bunun için de (artık sıradanlaşan) kapitalizmin bencil mimarisinin bize ait olmadığını fark etmeli ve ‘Müslüman nerede yaşamak ister?’ sorusunu kendimize sormalıyız.
NECMETTİN NARMAN
İlk olarak stüdyo dairelerden ayrılıp misafir ağırlayabileceğimiz yapılara geçmeliyiz. İnsanları karınca gibi gördüğümüz, boyu minareyi geçen, insanlara üstten bakan yapılardan vazgeçip; halk ile ayrım gözetmeden kucaklaşabileceğimiz, ‘tanrı misafiri’ kavramını tekrar gün yüzüne çıkartacak haneleri seçmeliyiz. Allah katında yükselmeyi; gökdelenin üst katlarında değil, yüreklerde aramalıyız. Boğaza nazır villaları değil camiye yakın muhitleri düşlemeliyiz. Helal üretip helal satan hanlar kurmalı, dürüst esnaf olabilmeyi becermeliyiz. Gelenlere müşteri sıfatı ile değil misafir nazarıyla bakmalıyız. Hanlarımızda aşı ile şişirilme meyve değil çiftçinin alın teriyle yetiştirdiği yiyecekleri satmalıyız. Reklamlarda çıkan kavanozlardan değil kovanlardan çıkan ballardan tatmalıyız. Buğdayın ithaline değil kendi yetiştirdiğimize güvenmeliyiz. Revaçta olan satıcıyla değil mümin olan
“YOK ETTİK”
satıcıyla alışveriş etmeliyiz. Suları kaynatan hamamlara değil hiç bitmeyecek nimet olan yer altına rağbet göstermeliyiz. Üstünkörü bakıp, kıyafetleri dar diken terziye değil usule göre dikim yapan tekstil ürünlerini tercih etmeliyiz. Gereğinden fazla kullanıp ağaçları yok eden marangozla değil yeterince kullanan doğa dostlarıyla hasbihal içinde olmalıyız. Sanata ve sanatçıya gerekli değeri vermeliyiz ve toplumun ihtiyaçlarını çözen kişilere sanatçı demeliyiz. İşe, medeniyetin temelini gönlümüze atarak başlamalıyız. Medeniyet dediğimiz kavramın ana unsuru olan ahlak ve maneviyatı ancak böyle kazanabilir ancak böyle örnek olabiliriz.
17
18
ARİF ŞAKAR
“ŞEHIR VE MEDENIYET“
Ahmet Abi kendinizi bize tanıtabilir misiniz? 1972, Tokat doğumluyum. Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Mimarlık Bölümü'nde lisans, Mimar Sinan Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Restorasyon Bölümü'nde de yüksek lisans eğitimini tamamladım. Lisans eğitimimi tamamladığım 1994 yılından beri çeşitli ofislerde proje yöne-
RÖPORTAJ
ticisi ve şantiye şefi olarak çok sayıda projede görev aldım. 2012 yılından beri Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi’nde mimari tasarım dersleri vermekteyim Sizi de tanıyabilir miyiz İbrahim Abi? Bize kendinizden biraz bahseder misiniz?
Ben de Ahmet abi19
RÖPORTAJ
“ŞEHIR VE MEDENIYET“
niz gibi 1972 doğumluyum. 1993-1997 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü’nden lisans eğitimimi aldım. İ.T.Ü Fen Bilimleri Enstitüsü Mimarlık Tarihi ve Y.T.Ü Fen Bilimleri Enstitüsü Mimarlık Yapı Fiziği’ kürsülerinde yüksek lisans çalışmaları yaptım. 1997-2005 yılları arasında İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesinde mimar olarak çalıştım. 2007-2010 yılları arasında T.C. Kültür Ve Turizm Bakanlığı, İstanbul Yenileme Alanları Kültür Ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nda mimar üye olarak görev yaptım. 2005 yılından beri de Ahmet abinizle birlikte kurmuş olduğumuz Mi’mar Mimarlık ofisinde çalışmalarımıza devam ediyoruz İstanbul’un durumunu nasıl görüyorsunuz? Yanı başımızda Çamlıca tepesindeki kule, karşımızda Katarlıların yaptığı 20
ARİF ŞAKAR
kule, Altunizade’deki caminin vurgulu minareleri... Ama tüm bunlara rağmen, bakmaktan kendimizi alamadığımız durumda İstanbul. Daha iyi olamaz mıydı? Minarelerimizi, bina yüksekliklerinden dolayı göremez hale geldik. Daha iyi tabi ki olabilirdi fakat üzerinde konuşmamızın bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Yani İstanbul’un nostalji kısmı, granül ve eski resimlerde var zaten. Benim için asıl soru; “Nasıl oldu?’’ ve “Bundan sonra nasıl olacak?’’ soruları. ‘Güzel’ tanımı için, “Nasıl?’’ ve “Kimin için?’’ sorularını sormak gerek. Güzeli arıyor muydu acaba İstanbul’u bu hale getiren insanlar? Benim için bu hale nasıl geldiğimiz önemli ama asıl önemli olan bundan sonra nasıl devam ediyor? Onu düşünmek lazım. İstanbul sanayi ile birlikte büyük bir göç aldı, sanayicileri bes-
ARİF ŞAKAR
“ŞEHIR VE MEDENIYET“
leyen küçük gecekondular oluştu ve sonrasında İstanbul büyüdü diyerek bu süreci anlatabiliriz. Köprü zaruri hale geldi, köprü yapıldı ve köprü yapılınca etrafında yerleşim arttı. Sonrasında ikinci köprü ihtiyaç haline geldi ve yapıldı. Bu yapılan yapıların haklılığını ortaya koyan sebepler var elbette. Zaten asıl meselemiz, bunların ortaya çıkmaması gerektiği. Ortaya çıkmaması
RÖPORTAJ
için üst ölçekte yani ülke ölçeğinde planlama yapılması gerekiyor. İstanbul’un nerede, nasıl görülmesi istendiğinin tayin edilmesi lazım. Bu yapıldıktan sonra bununla ilgili planlama ve çalışma yapılması gerekiyor. İstanbul'un konulmak istendiği nokta nedir? Üzerinde en çok kişinin, en çok miktarda para 21
RÖPORTAJ
“ŞEHIR VE MEDENIYET“
kazanacağı şehir. İstanbul'un konulmak istendiği yer bu. Finans merkezi dediğimiz zaman İstanbul akla geliyor. Keşke finans merkeziyle kalsa. İstanbul; arazi spekülasyonu ve rant için bütün siyasetin izlediği, gözlediği, nerede ne olacağını takip ettiği bir şehir haline geldi. Bunu ortaya basın koyuyor. Türkiye’nin tüm siyasal ve kamu otoritesinin, şehirleşmenin başlamasının ardından, görmek istediği İstanbul, bu. İstanbul’u bu şekilde inşa etmeye devam edersek durum istediğimizin tersine gidecek sanırım. Örneğin, cami bulmak istediğim zaman minare görmek istiyorum ama sayılı yerler hariç bu artık söz konusu değil. İslam Medeniyetinden artık beslenmiyor muyuz? Batının medeniyet tasavvuru hakim gibi Sizin düşünceleriniz nelerdir?
22
ARİF ŞAKAR
Bu tarz kavramlarla ifade etmek kolay. Eğer batının medeniyet tasavvuru diyorsak batıda da bunları görmemiz lazım. Batının kendi değerleri açısından baktığınız zaman, batı dediğimiz coğrafyada bu kadar çirkinlik, bu kadar aymazlık göremiyorum. Demek ki bu işe ‘batı’ deyip içinden sıyrılamayız. Tabi, camiyi ihtiyaç olarak gören bir insanın minareyle o noktayı tayin etmesi, o şehrin planlanmasında ve kurgulanmasında bu amaca hizmet etmesi öngörülmüş. Bugün toplumumuzda ikilem var. Hem bu arzumuz olsun ve yerine getirelim hem de biz kat mülkiyetli apartmanda da devam edebiliriz düşüncesi hakim. Bu apartmanlardan da ticari olarak beslenmeye devam edebiliriz diye düşünülüyor. Yani burada ciddi bir çelişki var. Ama bu arada camii gerçeği ve algılama arzusu devam ediyor. Artık mahallelerdeki camilerde bile Süleymani-
ARİF ŞAKAR
“ŞEHIR VE MEDENIYET“
ye’de, Sultanahmet’de olduğu gibi üç şerefe var. Bunun nedeni, camilerin minarelerinin uzamaya başlamasıdır. Çünkü cami etrafındaki yapılar uzamaya başlayınca camiyi yapan akıl da, camiyi görünür kılmak için cami ve minareleri uzatmaya başladı. Tabi bunlar yeterli değil. İnsan ölçeğinin dışına çıkınca şehrin dokusu ve gabarisi, siz minareyi 10 kat da uzun yapsanız onu göremiyorsunuz. İslam medeniyetinde şehrin önemi nedir? Bu sorunun kendisi bir dergi konusu. Burada önemli olan, şehir derken algınızın ne olduğudur. Hangi ölçeğe şehir diyoruz? Geçtiğimiz günlerde bir sosyolog tanımlama yaptı. Şehir kavramının 1500’lere dayandığını, daha sonrasında şehir ve medeniyet kavramının öne çıktığını söyledi. İslam, beraber yaşanılacak bir dinin adıdır. Şehir
RÖPORTAJ
dediğimiz belli bir ölçekteki yapı da, insanların bir araya geldiği bir noktadır. Bizde yeni bir şehir kurma kavramı pek fazla yok çünkü genellikle kadim topraklarda zuhur ediyoruz; Mekke, Medine ve İstanbul gibi. Onları tekrar kullanıyoruz ama onları nasıl kullandığımız mühim. Mesela İznik.. İznik, Osmanlı ve Bizans’ın başkenti olmasına rağmen bir Roma kentidir. Şehri diğer unsurlarla ele aldığımızda katmanlar, eşikler var şehirle ilgili. Batıdaki şehirle karşılaştırdığımızda bizde ve onlarda farklı mevcut şeyler var. Fazlalık ya da eksiklik değil bu. Orada görülen dini kültürün yansımasıyla ortaya çıkıyor. Bazı ihtiyaçlarla ortaya çıkıyor. Biz, klasik dediğimiz Osmanlı şehirlerine baktığımızda; merkezde cami, etrafında ise çarşılar, hanlar, hamamlar ve biraz daha uzakta evler görürüz.
Şehir
dediğimiz
za23
RÖPORTAJ
“ŞEHIR VE MEDENIYET“
man, çok boyutta ele alınmalı. Sosyoloji, iktisat, hukuki... O şehirde yönetimi, tanzimi hatta vergi toplanması bile şehrin mimarının vazifesidir. Şehir mahalleler birliğinin bir araya gelmesiyle oluşan yapı topluluğudur. Şehri bir vücut gibi düşünün, önemsiz parçası yoktur. Tabi en önemli unsuru insandır. Bir şehrin psikolojik, iktisadi, sosyoloji, hukuki, fıkhi unsurların hepsi aynı sonuca çıkar. Mimari, işte bu sonuçtur aslında. Yapıda kullanacağımız bir malzeme bile bu bütün unsurların değerlendirilip temel gaye olan insana nasıl daha faydalı olabileceğinin düşünülmesi sonucunda ortaya çıkar. Şehirlerde hem Müslüman hem Hıristiyan, Yahudi fakir-zengin bir arada yaşar24
ARİF ŞAKAR
dı 19. yy. kadar. Ardından bir ayrışma oldu. Fakirler ve zenginler ayrı mahallelere geçmeye başladılar.İşte o zaman çöküntü başladı. Zengin, zekât verecek adam bulamayacak; fakirler ise zekât alacak adam bulamayacak hale geldi. Denge kaydı bir anda. Bir insanın optimum şartlarda hayatı devam ettirebilmesi için şehir meydana gelir. Etrafında bahçesi, komşuluk ilişkisi ve benzeri şeyleri göz ardı ederseniz o yapı bozulur. Daha sonrasında tazimatla beraber bozulmaya gitti zaten. İklim, kültür, topoğrafya, o şehri oluşturan farklı unsurlar ama özleri bir bu unsurların. Çoğu şey değişebilir ama öz aynı kalır. Biz bu öze, tevhit diyoruz. Turgut Cansever buna çok iyi gönderme yapmıştır. Çok farklı şeyler ortaya çıkabilir ama
ARİF ŞAKAR
“ŞEHIR VE MEDENIYET“
özleri aynı olduğu için benzerdirler tıpkı birebirlerine çok iyi benzeyen kardeşler gibi. Bize emir olarak taş ev yapılması emredilseydi, taş evler yapacaktık. Bu da rutubetli ortamlarda sıkıntılara yol açacaktı ama İslam, insanı önceliğe aldığı için yaşamını en iyi nerede devam ettirebilecekse biz de öyle şeyler yapmaya çalıştık. Önemli olan özü koruyabilmektedir. “Yok olduysa da bu şehir ruhu ruhuma sindi
RÖPORTAJ
Ben yaşadıkça o yaşayacak bende Kimbilir belki o da dirilecek benimle İslâm Milletinin dirilişinde O yeniden güneşin güneş ayın ay dünyanın dünya İnsanın insan olduğu o günde Ölümün biliyorum ey İstanbul diriliş içindir Öyleyse indir ruhunun teslim bayraklarını indir göm toprağa Doğrul ve kalk ayağa Sezai KARAKOÇ
25
26
27
“MUHAFAZAKAR OLMAK”
İnsan, hayvanlar gibi temel olarak hayatta kalma ve soyunu devam ettirme dürtüsüne sahip olmakla birlikte akıl bakımından hayvandan üstündür. Bu akıl farkı insana bambaşka bir boyut kazandırmaktadır. Zira akıl kavramı sayesinde kaos, düzene oturmaktadır. Fakat asıl önemli olan nokta şudur ki; insan, aklının gücü ile elde edebileceklerinin boyutunu öğrendikten sonra az önce bahsettiğim temel hayatta kalma ve soyunu devam ettirme dürtülerini gerçekleştirmek adına mücadele edecektir. Bu arada bu temel dürtülerin ortak noktasının dünyaya “daha çok” iz bırakmak olduğunu vurgulamadan edemeyeceğim; sonuç olarak diğer insanlara uygulanan etkinin, o insanlara olan faydası veya zararından çok, eylem sahibinin menfaatlerinin ön planda olduğunu da. Bunun üzerine, insan basbayağı gelişmiş bir hayvan örneğidir -evrimden bahsetmiyorum- denilse yeridir. Peki bu süper akla sa28
MUVAHHİD KILIÇ
hip insana benzer bir tipte olan başka insanlar da yok mudur? Elbette vardır, ama ne yazık ki herkese pastadan istediği kadar pay yok. Savaşlar, çekişmeler, kan dökmeler; pastadan dilim kapma (iz bırakma) mücadelesinden gelmektedir. Buradan, “Savaşlar neden oluyor ki, olmasın herkes mutlu mesut bir şekilde yaşasın” diyenlerin pastanın büyük payını aldıkları görünmektedir. Allah, bize sunduğu İslam dini ile asıl pastanın ahirette olduğunu ve bu dünyadakinin pek bir değerinin olmadığını öğütler ve onu hak edecek amellerde bulunmamızı ister. Burada üç ince detay/vazife/amaç mevcut: Bu dünyadaki herkes, bozgunculuk çıkarmak yerine pastadan payına düşeni alsın, paylarından mahrum kalanlara da paylarına erişmeleri hususunda yardım etsin ve bunları sürekli hatırda tutmak için daima Allah’ı ansın. Herkes pastadan muradını alsın, insanlar ara-
MUVAHHİD KILIÇ
sındaki düzen bozulmasın ve bu haklarının dışına çıkmasınlar diye Allah’ı her daim “akılda” tutmalıdır. Nice zamanlarda nice milletlere nice elçiler ve uyarılar gelmiştir. Dünya nüfusunun ivmelenerek artışını göz önünde bulundurursak, Hz. Muhammed (s.a.v)’in döneminden önceki devirlerdeki insanların doğaya hükmedebilme gücünün ve sayılarının az olmasını tahmin edebilmek güç değildir. Allah, insanlara bahsetmiş olduğum 3 temel hayat amacını, onların karakterine göre (yani toplumsal yapılarına göre) emretmiştir. Şöyle ki bazı toplumlar ölçüde ve tartıda hile yapar (Medyen halkı), bazıları kibirlenir (Semud kavmi), bazıları da aşırılıklara sapar (Lut kavmi). Örnek olarak verdiğim bu kavimlere gönderilen emirlerin “yönelimi” farklı olabilir ama asla birbiri ile çelişmezler. Özü itibariyle 3 hayat amacına dem vurur.
“MUHAFAZAKAR OLMAK”
Hz. Muhammed (s.a.v) ile birlikte Allah’ın kelamı olan Kur’an-ı Kerim yeryüzüne indi ve oluşturulan bu İslam dini, önceki dinleri kapsayıcı bir nitelikte evrenseldir. Kendi içinde ayetlerin birbirinin hükmünü kaldırdığı düşünülse de -ki böyle bir algı yanlıştır- aslında ayetler içeriği itibariyle mevzubahis konuya farklı yönlerden yaklaşır. Bunun yanında müteşabih ayetler insanların “algılarına”, “bilgilerine” ve “fikirlerine” göre aynı anda birçok farklı anlama gelebilecek yapıdadırlar. Bu değişken yapılarıyla bile diğer ayetlerle çelişecek noktaya gelmezler. Çarpıcı bir örnek olarak Hadid suresi 25. ayet: “Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik.” Ayette, demir için kullanılan “enzelna” yani “indirme” kelimesi, mecazi olarak 29
“MUHAFAZAKAR OLMAK”
insanların hizmetine verilme anlamında düşünülebilir. Fakat kelimenin, yağmur ve güneş ışınları için kullanılan “gökten fiziksel olarak indirme” şeklindeki gerçek anlamı dikkate alındığında, ayetin çok önemli bir bilimsel olay içerdiği görülmektedir. Çünkü modern astronomik bulgular, Dünya’daki demir madeninin uzaydaki dev yıldızlardan -Güneş’ten de değil- geldiğini ortaya koymuştur. Nova veya Süpernova olarak adlandırılan bu yıldızlardaki demir miktarı belli bir oranı geçince yıldız bunu taşıyamaz ve patlar. Demirin uzaya dağılması işte bu patlamalar sonucunda mümkün olur. Tüm bunlardan anlaşılacağı gibi demir madeni Dünya’da oluşmamış, Süpernovalardan taşınarak, aynı ayette bildirildiği şekilde “indirilmiştir.” Bu bilginin Kur’an’ın indirilmiş olduğu 7. yüzyılda bilimsel olarak tespit edilemeyeceği ise açıktır. Ayrıca ayette demirin in30
MUVAHHİD KILIÇ
sanlar için çok yararlı olduğundan bahsedilmektedir. Halbuki bu ayet indiğinde insanlar demirden ancak kılıç yapabiliyorlardı. O zamanın insanını pek ilgilendirmeyen demir olmaksızın evrende karbona bağlı yaşam olması mümkün olmaz; süpernovalar olmaz, Dünya’nın ilk dönemlerindeki ısınması gerçekleşmez, atmosfer ya da hidrosfer olmazdı. Koruyucu manyetik alan olmaz, Van Allen radyasyon kuşakları oluşmaz, ozon tabakası olmaz, (insan kanında) hemoglobini meydana getirecek hiçbir metal bulunmaz, oksijenin reaktifliğini yatıştıracak metal oluşmaz ve oksidasyona dayanan bir metabolizma meydana gelmezdi. Öte yandan şu an insanların “şükür ki var” dedikleri demirden, dayanıklı malzeme olarak üretilen çelikle her yerde karşılaşıyoruz. Araf suresi 172. ayet ile konu daha anlaşılır hale gelecektir:
“MUHAFAZAKAR OLMAK”
MUVAHHİD KILIÇ
“Hem Rabbin Ademoğullarının sırtlarından zürriyetlerini alıp onları ruhlarına karşı şahit tutarak: ‘Rabbiniz değil miyim?’ diye şahit gösterdiği zaman ‘Evet Rabbimizsin, şahidiz!’ dediler. Kıyamet günü ‘Bizim bundan haberimiz yoktu!’ demeyesiniz diye.” Bilim, insanların bu ayeti anlayabilecek derecede değilken, birçok insan ehli sünnet itikadına göre “kalu bela” olarak adlandırılan bu misakın insanlar yaratılmadan önce, ruhlarının toplu olarak tutulduğu bir alemde Allah’ın ruhlarla arasında diyaloğa girmesi ile gerçekleştiğine inanmaktaydılar. Ki bu konuyu teyit eden birçok hadis de varken bunu reddetmek pek akıllıca görünmüyordu. Zira ayette bahsi geçen “zürriyetlerinin sırtlarından alındığı vakit” in ise ne olduğu ise muamma olarak kalmıştır. Ancak tıbbi bir bilgi barındıran bu kevni ayet, bilimin ilerlemesi ile açıklığa kavuşmuştur.
Bebeklerin zürriyetleri (testis ve yumurtalık: erkek ve dişi üreme organları), gebeliğin 8. haftasında bulunduğu 10. sırt omurgası hizasından aşağıya doğru hareketine başlar (oradan alınır) ve 10-12 hafta kadar devam eder. Bu göç sırasında yolun %90’ı 14-15. haftalarda geçilir. Bu yüzden bu olayın takribi 15. haftada gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Bunun yanında, bebek gebeliğin 15. haftasında birtakım şekillendirmelerin tamamlanmasıyla embriyo aşamasından fetüs aşamasına geçer. Buraya Secde suresinin 9. ayeti konulmadan olay bitirilemez: “Sonra onu düzenli bir şekle sokup, içine kendi ruhundan üfledi ve sizin için işitmeyi, o görmeleri ve gönülleri yaptı. Siz çok az şükrediyorsunuz!”
Bu ayette de bahsedi31
“MUHAFAZAKAR OLMAK”
len olay embriyo-fetüs geçiş aşamasında gerçekleşir. Yani bu ayetlerden çıkarılacak şey şudur: Allah insanlara, ana rahminde takribi 15. Haftada “kendi ruhundan üfler” ve burada her insanla bir misakta bulunur (Hz. Adem (a.s)’in kendisi ana rahminde yaratılmadığı için ayette ‘ademoğlu’ ifadesi geçmesi bunu ispat eder). Bu ruh ile insanın, Allah’ın emirlerine itaat edecek bir kimliğe bürünmesi ve ergenliğe ulaştığında aklı ile hakkı araması için ve en önemlisi kıyamet gününde “bundan haberim yoktur demesin” diye her insan doğumdan önce Allah ile bir misaka girer. Kur’an, her çağa hitap eden (ki bu onun evrensel olmasından kaynaklanır) ve bu kitap yüzyıllar öncesinde “bitmiş” değildir. Bu yüzden derim ki: muhafazakâr olmamalıyız. 1400 yıl önce inen Kur’an-ı Kerim ayetlerinin şu an bile geçerli olduğunu kabul edip evrensel olduğunu 32
MUVAHHİD KILIÇ
iddia ediyorsak, onun farklı çağlara hitap edebilecek bir yapıda olduğunu kabul etmişiz demektir. Bu yüzden ilk inen Alak suresinin ilk ayetindeki “Oku!” emrinin altındaki yükü kaldırmalıyız, daima araştırmalıyız ve daima değişimin yarattığı acıyı tatmaya hazır olmalıyız.
FIRTINALARA YÖN VEREN
KELEBEKLERİN KANAT ÇIRPIŞLARIDIR
Prof. Dr. Necmettin Erbakan
33
“ÖLÜMDE GÖMÜLÜ SEVDA“
Bismillahirrahmanirrahim Ezelden ebede kadar bütün varlıkları ayakta tutan sonsuz kudret sahibi Allah (c.c), insanı ancak kendisine kulluk etsin diye yaratmıştır. Bu görevi iliklerine kadar hisseden nice insan, zaman denen mefhumu, adeta Rahmet-i Rahman’a kavuşma yolunda çile yolu olarak görmüşlerdir. Kimi zaman mallarından, kimi zaman canlarından imtihana tabi tutulmuşlardır ama ne olursa olsun imanlarından taviz vermemişlerdir. Çünkü bu süre zarfında akıllarındaki 34
ÖMER COŞKUNÇELEBİ
tek şey, ezelden ebede kadar bütün varlık âlemini aydınlatan Allah(c.c) ‘a duyulan sevgidir. Bir Hadis-i Şerifte Allah Resulu(s.a.v):“Kişi nasıl yaşarsa öyle ölür. Nasıl ölürse de öyle diriltilir.’’ buyurmuşlardır. Yani bu dünyada kendini Hakk’a adarsan Hak üzere diriltilir, batıla adarsan batıla saplanmış olarak diriltilirsin. Yüce rabbim Hakk üzere diriltilecek olanlardan eylesin cümlemizi inşAllah. Peki, nedir kimi insanoğlunu bu kutlu bekle-
ÖMER COŞKUNÇELEBİ
yiş sırasında muzaffer kılan önemli meziyet? Bu kutlu bekleyiş içinde o denli zorlu yollar barındırır ki, bazen yara alırsın ama o yaralara da kuşandığın sabır yeleği vasıtasıyla dayanırsın. Bir yelek düşün ki seni sevgiliye götürecek imanını içinde sağlam kılsın, zora düştüğünde o kutlu ana olan özlemini her daim diri tutsun. İşte kazananlar onlardır ki, her daim bu yeleği üzerinden çıkarmadılar, zorluklara her daim acılarının en taze oldukları anlarda göğüs gerdiler.
Velhasıl vakit öyle ya
“ÖLÜMDE GÖMÜLÜ SEVDA“
da böyle geçecek. Aslında asıl mesele vakit denen mefhumu ne yolda sarf ettiğimizde. Kimileri vardı ki; vaktin bitmemesi için elinden geleni ardına koymazlardı ama o hal üzere can verdiler. Kimileri de vardır ki; o vakti kafalarında bir maden bellemişlerdir. Bu insanlar her anını en iyi şekilde tanzim ederler ve o kutlu zamanın gelmesini; bir annenin, yeni doğacak olan bebeğine her gün ilmek ilmek işlediği bir yeleğe bakarak hasret giderir gibi beklemişlerdir. Niceleri de halen beklemektedir.
35
“DENEME”
Öncelikle herkese selam eder, muhabbetlerimi sunarım efendim. Dergimizin bu sayısında Mimar Sinan hakkında birkaç hususa değineceğim. Ben bana ayrılmış bu kısımda Mimar Sinan’ın eserlerinden detaylı bahsetmeyi veya hayatıyla alakalı; ‘Şurada doğmuştur.’, ‘Şurada vefat etmiştir.’ gibi teknik konuları ele almayı düşünmüyorum. Çünkü bu hususta yazılmış birçok eser, metin veya belgesel zaten var. Günümüz insanlarının böyle değerli bir şahsiyeti tanıması, medeniyetimiz açısından umut vericidir. Belki bu vesileyle bir gün evimize döneriz. 36
Benim Mimar Sinan ile
METİN KARAGÜL
alakalı ele almak istediğim ve bunun üzerinde tefekkür etmemiz gerektiğine inandığım birkaç husus var. Öncelikle şu soruyu soralım: Bunca yüzyıl geçmesine rağmen neden bu şahsiyete muadil bir teknik adam, sanatçı yetişmemiştir? Gayet basit bir sual olsa da esasında cevabının tek çırpıda verilebileceği kanaatini taşımıyorum. Şüphesiz zeki adam sıkıntımız yok çok şükür. Halk arasında Sinan’ın eserlerinde bahsedildikten hemen sonra “Bak bu devirde bile bu teknolojiye rağmen benzer eserler yapılamıyor” gibi bir klişeye de katılmam mümkün değil. Ara sıra tarihteki mümtaz şahsiyetlerin şuan
METİN KARAGÜL
dünyaya gelseler neler olacağını hayal ederim. Acaba Mimar Sinan bir şantiyede aç gözlü bir müteahhidin “8090 metrekareden şu kadar daire çıkarsak, malzemeyi de şu fiyata alsak, sonra krediye uygun olarak şu fiyata satar, köşeyi döneriz.” hesaplarını güttüğü bir ortamda mimar yahut mühendis olsaydı nasıl olurdu? Bunları düşününce istemsiz bir gülümseme alıyor beni. Bu benzetmeyle üstadın yeteneklerini hafife almaya çalışmıyor, sadece günümüz medeniyet tasavvurunun acı gerçekleriyle yüzleşmeye çalışıyorum. Sualimize dönecek olursak bir kere kimse Sinanları aramıyor. Medeniyetimize şekil verenler sanattan, insan fıtratından çok daha başka şeylere değer veriyor. Demek ki Sinanların yetişmesi için Kanunilere de gerek var. Rivayet edilir ki Süleymaniye’yi yaparken “Hünkarım! size kıyamete kadar yıkılmayacak bir eser yapıyorum.” demiştir. Kim ne murad etmişse Allah murad edileni veriyor. Ne
“DENEME“
demiş üstad Mehmet Akif “Hadi, gel yıkalım şu Süleymaniye’yi desen, İki kazma kürek, iki de ırgat gerek, Ancak hadi gel yapalım şunu geri desen, Bir Sinan, bir de Süleyman gerek.” Mimar Sinan’ı anarken Kanuni’den bahsetmezsek. “Bak bugünkü teknolojiyle bile yapılamıyor.” deyip bütün bu eserleri Mimar Sinan’ın yeteneklerine bağlamış olur ve hak edenin hakkını teslim etmemiş oluruz. Cümle ecdadımızın kabirleri nur olsun Mimar Sinan ile alakalı ders almamız gereken ve çok önemli olduğunu düşündüğüm bir diğer husus da şudur: Üstad daha öncesinde de benzer görevlerde bulunmuşsa da esas eserlerini kırklı yaşlarından sonra vermeye başladığı rivayet edilir. Bir faninin ömrüne 375 eser 37
“DENEME”
sığdırmıştır. Yani hiçbir şey için geç kalınmış sayılmaz. Yeter ki insan gayret etsin, tevfik Allah’tandır.Bu sebeple hayatımızda kaçırdığımız fırsatlar için üzülmek yerine bu dehanın hayatını aklımıza getirerek azmetmeliyiz. Toparlayacak olursak. Efendiler biz ne zaman düzeliriz? Biz, anlayışımızın merkezine; insanı , inancı ne zaman koyarsak işte o zaman düzeliriz. O zaman aklımıza gelir çocuklarımızın oynayacağı bahçeler, hayvan sevgisi, komşu ilişkileri, mahalle kültürü. Demiştik ya kim ne murad ederse Allah onu verir insana. Koca koca binalardaki küçücük dairelere 10-15 yıl faiz ödeyerek sahip olmayı biz seçtik ama huzur bulamıyoruz. Huzuru yine ecdad yapılarında, Sinan’da bir nebze bulabiliyoruz. Ne demiş Yayha Kemal, Süleymaniye Camiinde Bayram Sabahı şiirinde: “...Ulu mâbed! Seni ancak bu sabah anlıyorum; Ben de bir vârisin ol38
METİN KARAGÜL
makla bugün mağrûrum...” Not: Süleymaniye Camiine gidersek Kanununi Sultan Süleyman’ın kabrini ve külliyenin bir köşesinde bulunan Koca Sinan’ın mütevazı kabrini ziyaret edelim.
39
“ENDÜLÜS”
Gemileri yakmak, günlük hayatımızda belki çok kullanmadığımız ama deyimler sözlüğünde ve edebiyat kitaplarında bolca karşımıza çıkan bir deyimdir. Peki, ne demektir gemileri yakmak ve nerden gelmektedir? Nedir hikayesi? Zira her deyimin bir hikayesi vardır. Gelin! İspanya’ya gidelim,711 yılına. Büyük bir komutan olan Tarık bin Ziyad ordusuyla birlikte İspanya’ya çıkıyor. Tarık bin Ziyad karaya ayak bastıktan sonra Vizigot devletinden bağımsız olan, fakat onların gemilerini kullanan tüccarlardan kiraladığı gemileri geri gönderiyor yani Tarık bin Ziyad gemileri yakmıyor ancak geri dönüş biletlerini yakıyor. İşte deyim buradan gelmektedir ve geri dönüşü olmayan bir işe başlamayı ifade eder. Devam edelim. Tarık bin Ziyad, gemileri gönderdikten sonra o meşhur sözünü söylüyor: “Karşımızda deniz gibi bir ordu, arkamızda 40
MEHMET YALINIZ
ordu gibi bir deniz!” diyor ve yükleniyorlar. Orduların niyeti Avrupa’ya ulaşmak tabi ki süregelen savaşlar sonucu tarihi kaynaklarda Paris’e 30 km kaldığı söyleniyor ve bir süre sonra o bölgedeki Franklar saldırıya geçiyorlar. Puvatya savaşında endülüsler’i yeniyorlar ve bugün ki İspanya Fransa sınırı o zamanda sınır oluyor ve bir süre sonra Endülüs devleti yıkılıyor ve Endülüs Emevi devleti kuruluyor ve tabiri caizse İspanyada gül devri başlıyor. Bunun en büyük sebebi bölgenin askeri fetihlere ve genişlemeye kapalı olması buda devleti sanata ve bilime daha çok yatırım yapmaya sevketmiş. İspanyada öyle bir bilim ve sanat ortaya çıkıyor ki akıllara zarar. Burada değerli tarihci Taha Uğurlu elden bir alıntı yapacak olursa o devri azda olsa gözler önüne getirebiliriz. Şöyle bahsediyor kendisiyle yapılan bir röpörtajda o devirden Taha uğurluel Sevilla’da bulunan Haçlı Kralı, birgün meşhur el hamra sarayını
MEHMET YALINIZ
geziyor. Deliriyor adam! Rüyasına bile giremeyecek bir saray. Ne yapıyor biliyor musunuz? “Aynısından ben de istiyorum. Sizin mimarlarınız gelip bana da aynısından yapar mı? Yapacağınız sarayda bu duvardaki yazıları da istiyorum” diyor. “Fakat yazılar Âyet-i kerîme sen Hıristiyansın...” Bunu da biliyor! “O zaman içinde âyet geçmeyen bize ait ifadeler olsun, fakat sizin harfleriniz ile yazılsın” diyor. Bizim harflerimize bile hayranlar... El-Hamra Sarayının bir binalar bölümü, bir de “Elbeyzin” diye adlandırılan bahçeler bölümü vardır. Yani yazlık saray ve kışlık saray diye ikiye ayırmışlar... Dünyada hiçbir medeniyette su bu kadar güzel kullanılmamış. Bir de çok insanî ve fıtrîdir. Ayrıca saray deyince öyle büyük yapılar falan yok. Bizim Kastamonu’dan, Kütahya’dan bir konak gelsin aklınıza. Öyle çift katlı bir konak, üst katında taraça sedirler önünde bir balkon var, oturup kahve içiyorsunuz... O kadar detaylı düşünmüşler
“ENDÜLÜS”
ki; hani merdivenlerin kenarında korkuluk olur ya, işte öyle duvar şeklinde taş bir korkuluk var. Korkuluğun en uç kısmı zikzak bir şekilde oluk yapılmış ve o zikzaklardan su akıyor. Siz merdivenden çıkarken iki kenardan da durmadan kulaklarınıza ılık ılık su şırıltısı geliyor.Ve bunun gibi daha nice eserler ulu-camii mı dersiniz cennet-ül Arif köşkümü Altın kulesi mi Emir kasrı,Buhayra kasrı ve adını bile bilmediğimiz günümüze malesef pek azı ulaşan daha neler neler siz bir islam medeniyetini düşünün bide emevilerin orda 800 yıl bu medeniyeti yaşattıklarını belki o zaman biraz daha iyi kavrayabiliriz tablonun güzelliğini. Peki iyi güzel 800 yıl hüküm sürmüşüz böyle bir medeniyet ortaya çıkarmış aralarımız ama sonra ne olmuş . Başlayalım Rekonkista; İspanya’nın Avrupalıların tabiri ile geri fethi her güzel şeyin sonu olduğu gibi Emevi devletininde yıkılış dönemi vardır devlet içinde çeşitli isyanlar vs. dolayı 41
“ENDÜLÜS”
devlet çöküş sürecine başladı. İsyanlar ve iç karışıklıklar önü alınamaz hale geldi. Bu olumsuzluklara Emevîler arasıdaki taht kavgaları da eklenince devletin çöküşü hızlandı. Nihayet 756’da bağımsız bir emirlik olan Endülüs Emevîleri Devleti 1031 yılında tarih sahnesinden silindi. Emevîlerin yıkılmasından sonra Endülüs’te bağımsız site devletlerinin hüküm sürdüğü Mülûkü’t-Tavâif dönemi başladı. 1031 yılından 1090 tarihine kadar geçen bu dönemde küçük şehir devletleri kendi aralarında mücadele ettiler. Ve neticesinde İspanyada müslümanların egemenliği sona erdi ve bu sürecin sonunda Avrupalıların emeğiyle 800 yıllık medeniyet harabe haline getirildi binlerce el yazması kitap yakıldı bilim adamları çeşitli yollarla öldürüldü deyim yerindeyse Avrupa yine kendine yakışanı yaptı ve barbarlığı oynadı ki bu işin sonunda onlarda bunu kabul ettiler ünlü bilim insanı olan Madam Curie, “Müslüman En42
MEHMET YALINIZ
dülüs’ten bize 30 kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Şayet yakılan bir milyon kitabın yarısı kalsaydı çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olacaktık. Orada bilim sıfırlanınca, biz yeniden sıfırdan onların yüzyıllar önce keşfettiği şeyleri bulmaya çalıştık ve yüzyıllar kaybettik.” diyor. Ama güzelim emevi devleti barbar ve vahşi Avrupanın katline uğradı ve sonuç kaçınılmazdı 800 yıllık gül devri bitecek ve cehalet dönemi yine onların eliyle başlayacaktı. Bugün hala Ispanyaya gittiğinizde azda olsa görebileceğiniz eserler vardır bunlardan bazıları bugün cordoba katedrali olarak kullanılan Kurtuba camii,Caferiye sarayı,Rusafe sarayı,Malaga kalesi be sonradan havraya çevrilen Tuleytula ve Kurtuba havralarını sayabiliriz. Ama bu kalan eserler günümüz eserleri içerisinde kalan önemli eserler olsalar dahi Emevi medeniyetinin ve mimarisinin sadece milyonda biridir denilebilir..
BEKİR KESKİN
“ŞİİR”
MUHTAÇSIN
İnadına elinden tutacaksın karanlıkların, Aydınlığa yalnız sen mi muhtaçsın? Dünya telaşesinde debelenen insanlardan, Kaçıp nereye sığınacaksın? Korunmaya muhtaçsın! Ellerinden tutmalı annen, üstüne titremeli, Sevgiye muhtaçsın, gülümsemeli. Büyümeye muhtaçsın çocuk! Seni bekleyen hayallere koşmalı, Fikirlerine dost olup, onları da götürmelisin. Ağlamaya muhtaçsın! Vicdanın ürperirken merhameti hissetmelisin. Merhameti insanlarda görmek istersin, Ama insanlar nerededir? Hangi kılıktadır? Bilemezsin. Çocukluğa muhtaçsın! Üstünü toza toprağa bulamalı, düşüp ağlamalı, Sonra da annene koşmalısın, Annene koşmak için ağlamayı beklememelisin, Hem anneler çocuklara muhtaç olmazlar, Anneler çocuklara hasrettir, bunu da bilmelisin. Ölüme muhtaçsın çocuk! Belki artık çocuk değilsin, Hatıralarda kalmış tebessümün, Bir dualık vaktin kalmış yeryüzünde, Artık toprağa muhtaçsın! 43
“KUDÜS”
Kudüs, şuurlu mü’minleri heyecanlandıran tılsımlı bir kelimedir çünkü Müslümanların ortak paydasıdır. Medeniyetlerin beşiği Kudüs, ümmetin yetim coğrafyasıdır. Kudüs hüzünlense ümmet bunu derinden hisseder çünkü Kudüs ümmetin atan kalbi mesafesindedir. Müslümanların gözü kulağı bu topraklardadır. Kudüs, tevhidin zirve noktasıdır. Onda ne acılar, ne hüzünler, ne zaferler, ne sırlar saklıdır. Taşların dili olsa da konuşsa, neler olup bittiğini bu nurlu coğrafyada. İçine döktüğü ateşten gözyaşlarıyla bir dik duruşun nişanesidir Kudüs. 44
Uğrunda nice medeni-
FURKAN YILDIRIM
yetlerin savaştığı Kudüs aynı zamanda bir peygamberler şehridir. Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yakup gibi birçok peygamber bu diyara gönderilmiştir. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed(sav) de kutlu miraç yolculuğuna Müslümanlar için Mekke ve Medine’den sonra üçüncü kutsal şehir olan Kudüs’ten başlamıştır. Miracın ilk durağı olan Kudüs aynı zamanda Müslümanların ilk kıblesiydi. Hicretin 16. ayına kadar da bu böyle devam etti. Efendimiz Hadis-i Şerifinde şöyle buyurmuştur: “Kim size Allah’ı hatırlatıyorsa o evliyadır.” Kudüs de bizim için evliyadır. Bakınca Cenab-ı Hakk’ı hatırlatır bize. O nur-
FURKAN YILDIRIM
lu taşlarında yürüdüğünde sanki gök kubbede yürüyormuş hissine kapılırsın. Bu mukaddes coğrafyada soluklanmak, müthiş bir manevi hazza ulaştırır. Tarih boyunca nice yıkıma uğrayan bu şehir, Müslümanlar tarafından ilk olarak Hz. Ömer döneminde fethedildi. 4 asır boyunca, haçlıların işgaline kadar, Müslümanların elinde huzur ve barış şehri olarak kaldı. İkinci fetih, “Kudüs işgal altındayken ben nasıl gülebilirim’’ diyen Kudüs Fatihi Selahaddin Eyyubi’ye nasip olmuştur. Mehmet Akif şu mısralarla kendisine duyduğu muhabbeti ifade etmiştir:
“KUDÜS”
Sen ki son ehl-i salibin kırarak savletini Şark’ın en sevgili sultanı Selahaddin’i Bu mukaddes şehir bugün yine mahzun ve hüzünlü. Belki içerisinde namaz kılınıyor ama Siyonist İsrail silahlarının gölgesinde.. Nice peygambere yurt olmuş Kudüs, yeniden ümmeti bekliyor. Bugün; Mimar Sinan’ a yaptırılan surlar, ölen Filistinlilere yapılan zulme şahit. Bu kutlu şehir, İslam’ın hoşgörüsüne muhtaç. Kudüs, sadece Filistinlilerin değil bütün Müslümanların ortak davasıdır. Doğusuyla, Batısıyla KUDÜS İSLAMINDIR. 45
46
47
BİLİM VE TEKNİĞİ İNSANLIĞIN HİZMETİNE SUNMAK İÇİN ÇALIŞIYORUZ Oğuzhan Cd. Oğuzhan Apt. No:17 Kat:5 Fındıkzade Fa�h/İstanbul 48 Telefon: +90 212 5320375 E-Posta: ile�sim@tekderistanbul.org
49
50
51