Kafes Dergisi 9. Sayı

Page 1

2015 / sayı: 9

B

ir adım atarsak kafes kırılır elki birden erir zincirlerimiz


KAFESTEKİLER 6

4

Ey Müslümanlar

5

Asgari Ücret

Halit Gürpınar

Samet AYDIN

Furkan GENÇ

10

M.Mustafa Uzun Ortadoğu ve Mazlum Coğrafyalar

Ahmet Avcı

Röportaj

14

12

Dergâhına Ağlayan Derviş Nezir Altuğ

16

Yaşama Dair

İlmin Soluklandığı Yer Hakan İnce

20

Erdem Mayda

Vakıf Sistemi Murat Özyiğit

18

Osmanlı Döneminde

22

Kalbi Selim

26

Yasin Çetin

Bir Gâr-ı Hira Esintisi Sancaklar Camii Gezelim - Görelim

23

Hudut Muhammed Ömer İbiş

24 Charlie Chaplin Modern Zamanlar Film Tanıtımı

Kur’an’daki Muhteşem İncelik Halit Gürpınar

25

Ölü Bir Yazarın Anlattıkları Halit Gürpınar


Editörden Bismillahirrahmanirrahim Netice itibariyle her insan kendi başına bir alemdir diyor İsmet Özel. Kafes dergimizle yeniden sizleri buluşturmamızı sağlayan ve inandığımız bu hak dava uğruna ter akıtmayı bizlere nasip eden Alemlerin Rabbine hamd, O’nun Resûlüne salat ve selam olsun. Her geçen gün sahip olduğumuz değerlerimizi yitirdiğimiz bugünlerde bizler Anadolu Gençlik Derneği Yıldız Teknik Üniversitesi Öğrencileri olarak, yoksulların itilip kakıldığı, milyonlarca insanın her gece aç uyuduğu, sermayenin belirli ellerde biriktiği ve ucu onlara dokunmadığı sürece bu duruma kimsenin ses çıkarmadığı bir düzenin bozuk olduğunun farkında, insanları kötülükten alıkoyup hayra çağırmakla mükellef olduğumuzun da bilincindeyiz.

Bizler elhamdulillah milli görüşçüyüz, toprağa verdiklerimize, yarı yolda bırakılmışlıklarımıza, bağışlanmayı dilediğimiz günahlarımıza rağmen bu dünya sürgünümüzde fırtınalara yön veren kelebekler olma gayreti içerisindeyiz. Çünkü inanıyoruz ki bir adım atarsak kafes kırılacak, birden eriyecek zincirlerimiz. Tüm bu niyetlerle çıktığımız bu yolda Kafes’imizin 9. sayısıyla sizleri buluşturabilmiş olmanın mutluluğu içerisindeyiz. Mustafa Uzun hocamızla röportajımızın, çeşitli konularda yazıların, analizlerin, film-kitap tanıtımlarının ve şiirlerin yer aldığı bu sayımızda emeği geçen tüm arkadaşlarımdan Allah razı olsun. Tasarım konusunda verdiği eğitimlerinden dolayı Bilal Turan’a, gözden olsa da gönülden asla ırak olmayacak Muhammed Acar’a, varlığından dolayı M. Mustafa Çelik’e teşekkürü bir borç bilirim. Yasin Çetin

/agdytu /yildizagd yildizagd.com


Samet Aydın

İster gecenizi gündüzünüze katıp bu hak dava için çalışın, ister yan gelip yatın. Bu hak davanın başarısını ne bir gün öne alabilirsiniz, ne bir gün geciktirebilirsiniz. Bütün mesele sizin bu şerefli davada nasıl bir imtihan vereceğiniz, nasıl bir karşılık elde edeceğiniz ile ilgilidir. Yapacağınız tek şey, bu çorbada tuzunuzun olmasıdır! Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN Yazımıza muhterem hocamızın bu sözüyle başlamamızın gayesi yazının İslam dünyasının geleceğine dair izlenimler ihtiva etmesidir. Bu veçhile yazımızda İslam dünyasının geleceğine kader perspektifinden bakıp sizlere bir ufuk çizeceğiz inşallah. Sene 1839 ve Tanzimat Fermanının Koca Mustafa Reşit Paşa önderliğinde ilan edilmesiyle Osmanlı Devleti yüzünü batı dünyasına döndü, birçok devlet adamı mukaddesatımıza saldırdı. Bu küfre yöneliş merhalesinin ilk basamağıydı. İnkılap yobazlığı ise bu küfrün zirveye çıktığı zamanlarda gerçekleşti. Tekke ve zaviyeler kapatılarak yazımız değiştirilerek, hilafet ılga edilerek vs. dinimiz ifsat edilmeye çalışıldı. Bu süreç 1950li yıllara kadar süregeldi ve nihayet kâinattaki tebeddülat gereği İslam tekrar küfre galebe çalmaya başladı.

4

Kadere tevafuk bereketiyle başarıya ulaşan küfür yine kader planında Allahu Azimüşşân’ın iradesine ters düştü ve hızla güç kaybetmeye başladı. Bu düşüncenin medar-ı taayyünü geçmişten günümüze Müslüman halkımızın özgürlüklerinin hızla artmasıdır. Eğer küfrün İslam’a hızla galebe çaldığı zamanlarda susmuş ve pasif kalmış olsaydık, şartlar gereği Allah bizlere merhamet ederdi. Ancak İslam’ın tekrar yükseldiği bir devirde elimiz kolumuz bağlı oturursak tam bir Müslüman gibi yaşasak da kurtuluşa eremeyiz. Bu nokta-ı nazardan bakarsak Ey Müslümanlar! İslam, önüne aşılması güç engeller de çıksa zirveye ulaşacaktır. Bu bize yüce Rabbimizin vaad-ı ilahisidir. İster bu davada kul olursunuz isterseniz bir kenarda durursunuz. Şüphesiz ki kurtuluşa erenler bu davayı hakkıyla sırtlayanlar olacaktır.


Furkan Genç

Geçen Cuma günü, fabrikalara yakın dolayısıyla işçinin yoğun olduğu bir bölgede cuma namazı çıkışı ayakkabılığa göz gezdirdim. Camiden eve gelene kadar vicdanımla başbaşa kaldım ve düşündüm. Herhangi bir yeteneğim veya mesleğim yok. Eğer okumayıp asgari ücretle çalışsaydım, ömür boyu o yamalı ayakkabıyla gezip yenisini almak için defalarca düşünecektim. Nurettin Yıldız Hocamızın bu konu hakkında konuşması aklıma geldi ve etkilendim. Kardeşler! Biz asgari ücreti dört şey üzerinden belirleyen bir peygamberin (s.a.v) ümmetiyiz. Ekmek alıp eve gitmek, kapitalist mantığın asgari ücretidir. Kocası, karısı, iki çocukları ya da bir buçuk... Çünkü üç çocuk bile olsa kapitalist mantığa uymaz. Asgari ücreti şöyle tespit ediyor: Günde on beş gram peynir, dört zeytin, otuz gram reçel, bir buçuk ekmek... Bunu da kanunlaştırıyor.

Benim Peygamberim(s.a.v.) bin dört yüz sene önce, Avrupa sözleşmesi, Amerika kuralları olmadığı bir zamanda Ahmed bin Hambel’in müsnedine giren hadisinde diyor ki: Bizden birisi işe girdiği zaman evi yoksa evini almış, evli değilse evlenmiş, hizmetçisi yoksa hizmetçisi, bineği yoksa bineği olsun. Göklerin kuralı bu! Göklerin getirdiği Rahmet bu!

İşçiyle patron sendikalarını pazarlığa oturtuyorsun. Birbirlerine lokavt tehdidi, grev tehdidi... Gelen zammı harçlık veremezsin. Medine standardı, ‘Rahmetellil Alemin için geldiysen dünyaya, bi hizmetçinin bulunduğu evde yaşamak dünya nimeti olarak size helal olsun.’ diyor. Sadeleştirilmiştir.

5


Halit Gürpınar

Batı’nın kan döktüğü bütün coğrafyalar Ortadoğu’dur Yayınlanmış 10 kitabı var. Gezmediği ülke yok gibi. 32 yaşında, 64 ülke gezmiş, görmüş. Çağımızın Evliya Çelebilerinden. Bombardıman altındaki Gazze’de, yahut Keşmir dağlarında, Moro ormanlarında, Patani sokaklarında direnişçilerle omuz omuza görebilirsiniz. Ortadoğu’da gitmediği ülke, uğramadığı şehir yok. Şam’ın ara sokaklarında HAMAS liderleri ile, Kahire’de Rabia Meydanında direnişçilerle hasbihal ederken görülebilir. Ortadoğu’yu ve Mazlum Coğrafyalarımızı kendisi ile konuşmak istedik.

KİMDİR?

M.Mustafa UZUN | Gazeteci Yazar Hocam Ortadoğu denilince aklımızda nereleri canlandırmalıyız hangi ülkeler, milletler ve dinler aklımıza gelmeli? Öncelikle neden Ortadoğu diyoruz? Bu topraklar kimin için Orta? Neden Doğu? Cemil Meriç, Ortadoğu için; “Kaypak bir mefhum” der. Ortadoğu, yani İngilizce olarak Middle East

6

şeklinde tarif eden ilk kişi Amerikalı stratejist ve jeopolitika uzmanı Alfred Thayer Mahan’dır. Mahan’ın tarifi Hindistan ile Arabistan arasındaki bölgedir. Şöyle der Amerikalı; “Ortadoğu, eğer daha önce rastlamadığım bir terim kullanmama izin verilirse, bir gün kendi Malta’sına ve tabii kendi Cebelitarık’ına ihtiyaç duyacak. Birleşik Krallık donanması, herhangi bir


durum ortaya çıktığında, gücünü Aden, Hindistan ve Fars körfezinde yoğunlaştırma imkanına sahip olmalıdır.” Bu tabirin ilk çıktığı dönemde de, şimdi de tam olarak Batı Merkezli bir bakış açısını yansıtır Ortadoğu ifadesi. Bize alabildiğine yabancıdır. Şimdi ne manaya gelmektedir? Şimdilerde elbette anlam çerçevesi genişlemiştir. Sadece Irak, Suriye, Filistin, Arabistan gibi ülkeleri kapsamaz. Sıradan bir Amerikan vatandaşı için Kazakistan Bozkırları da Ortadoğu’dur, Afrika’nın ıssız çölleri de Ortadoğu’dur. Siz nasıl tarif ediyorsunuz Ortadoğu’yu? Ya da şöyle soralım, sizin Ortadoğu’nuz neresidir?

Benim Ortadoğu algım, Batılıların hoşuna gitmeyen, Batılıları rahatsız eden, Batılıların silahlarına hedef olan, Batılıların çocukları katlettiği, Batılıların zenginlik kaynaklarını sömürdüğü, Batılıların liderlerini, yöneticilerini, akademisyenlerini, sivil toplumunu yönlendirdiği, manipüle ettiği bütün toplumlar Ortadoğu’dur. Batı’nın kan döktüğü bütün coğrafyalar Ortadoğu’dur.

Ortadoğu dünya gündemini neden bu denli meşgul ediyor ve Müslüman kanının en fazla döküldüğü topraklar neden burası? Eğer kast ettiğiniz Ortadoğu tabiri, Batılıların çerçevesini çizdiği ve işte içinde Irak, Suriye, Filistin, Mısır ve elbette Türkiye gibi ülkelerin bulunduğu bölgeyi ihtiva ediyorsa o halde açık konuşabiliriz. Bayrak burada. Sadece İslam Dünyasının liderliği değil; dünya tarihinin de, yeni hayat tarzlarının da vücut bulduğu topraklar burası. Batılı tarih okumalarına, Batılı hayat tarzlarına burada ciddi bir meydan okuma var. Tamam, çok çok sorunlarımız var ancak buna rağmen Batılılar bizden çekiniyorlar. Bizi elbette rahat bırakmayacaklar. Buradan yeni bir dünya doğacak inşallah. Bu dünyayı doğmadan boğmak istiyorlar. Dökülen tek damla kan dahi sebepsiz değil. Ölenin de öldürenin de Doğulu olması önemli değil. Bu savaş, Doğu ile Batı arasındaki bir savaştır. Sizce kim kazanacak bu savaşı? Sünnetullah bu sorunun cevabını veriyor. Kahramanlık türkülerine gerek yok; çalışan kazanıyor. Allah kendi dinini ve mesajını elbette koruyacak ancak bu elbette bizim kazanacağımız anlamına gelmiyor. Biz eğer çalışırsak kazanacağız. Bir kurtarıcının gelip bizi kurtarmasını bekleyemeyiz. Bir kurtarıcı gelirse Hazreti Musa’nın

7


kavmi gibi yapma ihtimalimiz yüksek çünkü. ‘Sen ve Rabbin gidin düşmanla savaşın.” Nasıl olursa olsun kazanacağız biz kolaycılığına hiç gerek yok. Adam kola kültüründenvazgeçemiyor, bilmem ne sigarasının kalitesinden dolayı bırakamadığından bahsediyor ve sonra Batı Medeniyetine nasıl galebe çalacağından dem vuruyor. Sünnetullah bu değil. Kaç tane araştırma kuruluşumuz var? İdarecilerimizi nasıl seçiyoruz? Nasıl bir hayat modeli öneriyoruz? Neyimiz var? Biz daha Amerikan yemek kültürüne alternatif o zengin mutfağımıza dahi dönemiyoruz ki? Adam twitterdan “canın cehenneme Amerika” derken cips yiyor, kola içiyor. İşimiz zor, evet. Peki, ne yapmalıyız? Bu gidişatı nasıl tersine çevirebiliriz? Açıkçası bu benim cevaplayabileceğim bir soru değil. Ben bir teorisyen değilim, büyük bir düşünür, bir hareket önderi ya da herhangi bir otoriteden yetkili filan değilim. Okuyorum, geziyorum ve yazıyorum. Kendi çapımda yalan yanlış direnen biriyim, küstah cümleler kurmaya gerek yok. İslam Dünyasını kurtaracak, bu kanların, bu gözyaşlarının bitmesini sağlayacak cümlelerim olsa elbette kurardım ama yok. Bu benim işim değil. Ben kendi çapımda direniyorum, fasıklar bana bir haber getirdiğinde inanmıyorum, araştırıyorum,

8

kola içmiyorum, evime televizyon sokmuyorum, bölgeye ulaşıyorum ve bildiklerimi de çeşitli mecralarda aktarıyorum. Bu kadar. Allah razı olsun. Peki Ortadoğu’da yaşayan birisinin Türkiye algısı nasıldır? Ortadoğu’daki o birisinin Türkiye’de kime baktığına bağlı. Irkçı bir Mısırlının gördüğü Türkiye ile İhvan-ı Müsliminden bir Müslüman’ın gördüğü Türkiye apayrı elbette. Liberali de, Irkçısı da, Müslümanı da, aşırısı da, ılımlısı da, selefisi de, sünnisi – şiisi de çok farklı Türkiye algılarına sahip ve bu çok doğal. Aksi anormal olurdu zaten.


Her iki dünya savaşını da Batılılar kendi problemlerini çözmek için çıkarttılar. Bir Alman ile Fransız tarihsel nefrete sahiptir. Bir Fransız ile İngiliz yüzlerce yıllık kan davalılardır. Peki ya bir Hataylı ile Halepli arasında ne gibi sorun oldu tarihte ve şimdi? Şam ile Konya’nın ne derdi oldu? İskenderiye ile İskenderun’un ne alıp veremeyeceği var? Asıl hikaye burada işte.

Ülkemizdeki Müslüman gençler oradaki insanlara nasıl yardım edebilirler?

30 yıl savaşları, 100 yıl savaşları bu adamların kendi aralarındaki savaşlarıydı.

Bizim de yardıma ihtiyacımız çok. Ancak kast ettiğiniz şey maddi yardım ya da proje bazlı yardım ise elbette biz bu manada sadece yakın çevremize değil, dünyanın öbür ucunda ayağına diken batan herhangi bir Müslümanın da yardımına koşmak zorundayız. Yakın çevremiz ise zaten bizim tarihsel alanımıza dahil olan topraklardır. Her şart ve ortamda buradaki kardeşlerimizle omuz omuza olmak zorundayız. Tarih boyunca birbirine giren Avrupalılar bugün bir araya geldiler.

İslam Birliği mi? Kesinlikle, evet. Sadece yakın çevre değil, Alem-i İslam’ı içine alacak destansı bir birlik. İnşallah. Bir Halifemiz olur elbette ama onu biz mi görürüz yoksa bizim Muhammed Fatih mi, bilemem artık. Allah razı olsun hocam, teşekkür ederim. Ben teşekkür ederim.

9


Ahmet Avcı

YAŞAMA DAİR Çeşitli gözlemler ve tatbiki okumalar neticesinde dünyanın ‘’3F’’ ile yönetildiği kanısına vardım; Fuhuş, Faiz ve Futbol… Çeşitli desiseler ve dalkavukluğun vuku bulduğu bir çağın imece usulü erkânlarıyız bizler. Otoriteler, iktidarlar uyguladıkları politikalarla, öngördükleri stratejilerle sürekli bir şekilde insanları zarara uğratmaktadırlar. Gelinen noktada lüzumsuz, malayani, sair menfi işlere ve sorumsuzluğun aktığı görevlere meyletmek en modern toplumlarca(!) bile tabii karşılanıyor. Kalplerin maddiyatla körleştiği, kendimize ve varlığımıza alenen yabancılaştığımız bu çağda ilişkiler bir tür iç kanama. Hassas dengelerimiz bozulmuş, istek ve arzularımız benliğimizi; iyi, müspet ve hoş olan ahvallerden uzak tutarak ateşleyici kıvama getirmiştir. Evlerde insanlar oturmuyor, lüzumundan fazla eşyalar oturuyor. Evleri eşyalarla doldurmak yerine gönüllerimizi sevgi ve merhamet ile doldursaydık eğer, elbette ki bu bizim hem kazancımız hem de insanlığa en büyük faydamız olurdu. Yeryüzünü zillet bürümüş, artık sevgilerimiz ve muhabbetlerimiz sarsıntılı bir hale gelmiştir. Metanetimizi kaybettik ve beklenmedik intiharlar, duygusal gerilimler giderek artmaktadır.

10

Zira olaylara ve problemlere karşı takındığımız üsluplar, küf kokuyorlar. Çözüm odağımız bizlerden ve çevremizden, hatta içselleştirdiğimizi sandığımız inançlardan kilometrelerce uzaklıkta. Hayat sigortamız ancak ve ancak sevgiyle prim kazanır, buna mukabil sevgi-saygı düsturuyla edindiğimiz mevcut konumumuzu ancak bu tür mefhumlarla muhafaza etmiş oluruz. Adaletsizlik, yeryüzünde bir çağlayan gibi ve sefalet çekmek katiyen bizim suçumuz değildir. En büyük suç biliyor musunuz nedir? Çalışmayı sevmemek ve çalışıp da helal lokma kazanma derdi ve tasası içinde olmamaktır. İnsanlar elim savaşları, üyesi oldukları toplumun muntazam biçimde işleyememesini, açlıktan kırılan toplumları ve en önemlisi başlarına gelen her türlü musibetleri insanlardan değil de Allah’tan (c.c) bilirler. Nitekim Allah(c.c) adaletsiz değildir, bilakis en çok adaletli olan O’dur. Kendi elleriyle yaptıkları fenalıklar, azgınlıklar ve çirkin işlerden dolayı başlarına gelen türlü musibetlerin yegâne müsebbibi insanlardır.


Bundan ötürü, Allah’ın yeryüzünde bahşettiği bunca nimet ve güzellikleri, Allah’ın intizamlı yasasına göre aralarında paylaşmayan yine insanlardır. Kimse kimsenin kısmet ve nasibini çalamaz. Herkesin nasip ve kısmeti gizli bir elde saklıdır. Allahû Teâlâ “Verdiğim nimetlere şükrederseniz artırırım” buyuruyor. Onun yolunda çalışmaktan, Onun dinine hizmet etmekten daha büyük nimet olmaz. İşte bu nimetin devam etmesi için Rabbimize şükretmeliyiz.

Hiçbir hükmü yok akıp giden zamanın. Hükmümüz yalnızca kararlarımızda ve duruşumuzdadır. Rengi olmayanlar solmaya mahkumdur. Müslümansak ‘’Müslümanız’’ demeliyiz. Yok eğer Hristiyansak ‘’Hristiyan” budistsek ‘’Budistiz’’ demeliyiz. Asla korkmamalıyız inançlarımızı savunurken ve mensubu olduğumuz dini, inancı dile getirmekten tereddütte bulunmamalıyız. Her insan elbette özgürdür dilediğine inanmakta.

İnancın vaktini tayin eden Allah’tır. O Allah ki, dilediğini hidayete erdirir. Dilediğini de, bilerek üst üste yapmış olduğu fenalıklardan dolayı saptırandır. Hülasa hangi dinin mensubu ve hangi öğretinin allâmesi isek rengimizi belli etmeli, sıyrılmalıyız rengi solanlardan. Aslında içimizdeki, fıtratımızdaki töz(cevher) tektir. O cevher hepimize tek olan Allah’ı hatırlatır durur. Toplum temellerimizi infilak eden süfli, kibirli ve kitsch mercilere imtiyaz tanımamak en büyük gayemizdir. Dinimiz ve sirat’el-mustakim namına yapılan en kıymettar mücadelemizde kendi sultamızı muhafaza ederek, yaptığımız ve yapacağımız en önemli işlerden tutun da en girift konulara kadar aldığımız kararlar hep yerinde olmalıdır. Varlığımızla mümkün namütenahi şuuraltımızı ve aysbergimizin görünmeyen kısmını iyi, müspet ve güzel olan mefhumlarla doldurmalı ya da yepyeni, canlı bir mefkûre intizamı yaratarak gönül dünyamızı felaha erdirmeliyiz. Bilhassa davranışlarımızı ve düşünce dünyamızı en uç kıvrımlarına kadar etkileyen bu gibi kıstaslar, önemli derecede yaşamımıza yön verici ve söylediklerimize hem kaynak hem de mütemadiyen mesnet teşkil edici bir unsur olacaktır. Sürekli olarak gelişmek ve de geliştirmek zorundayız zihinlerimizi. Yoksa köreliverir körpe beyinlerimiz, hakikati bulmadan...

11


I YER

Hakan İnce

ANDIĞ L K U L O S N İ İLM

KRİDİR

TEKAMÜL Fİ

Yaşadığımız asrın uzun süren sefaleti, maddeye bağlanan ilmin felaket kuvvetinin tesirindendir. Dünyanın her yerindeki bunalım ve hayattan tatminsizliğin illeti ‘’madde âleminin şöhreti’’ için verilen mücadelelerdir. ”Bugün”, amaçsal bir yok oluşun tezahürüdür belki de. Filhakika insan/lık namına ne zaman ‘’gerçek aydınlık’’tan bahsedilmişse o dönem için ilimlerin ‘’sonsuzluk aşkı’’ üzerine bina edildiği tarihin bugüne bir geçişimidir. ‘’Sonsuzluk aşkı’’ ilim ile bilim arasındaki farkın hepsidir. İlimleri bil(e)mediğimiz bir sonsuzlukla hürriyetine kavuşturmak ise Bâki olan Allah’ın salahiyetindedir. Zaten bilimin gidebildiği en son çıkmaz noktasında da ‘’Allah’ın takdiri’’ deme mecburiyeti vardır. Rabbimizin bizden istediği de budur aslında: Eserden müessire, sebepten müsebbibe geçiş… Bilim, Cenâb-ı Hakk’ın kâinata koymuş olduğu kaideleri keşfetmek, yani olanı bulmak ya da bulma çabasıdır. O, deney ve gözlemlere dayanarak, evrenin hikmetlerini genel geçerlilik yasalarına dökmek ister. Kendisine faydalı çıkarımları amaçlar…Bunlar olması gereken, doğal yönelimlerdir. Fakat sorun, insanın egemenlik arzusudur. Bunun için İslam’ın ‘’kendini bilen Rabbini bilir’’ düsturu bilim’in amacını olması gereken noktaya hatta hizaya getirmiştir.

12

Egemenliği kayıtsız şartsız Allah’a ait kılarak isyanın yolunu kapatmıştır. Bu yönüyle Allah’ın rahmetini de celbetmiş ve bir ilahi rahmet olarak ona ‘’İlham’’ bağışlanmıştır. Bir misal olarak Müslüman b/ilim adamı Cabir B. Hayyan (721-805) daha Abbasi halifeliğinin ilk yüzyılında atom bombasına dair ilk işaretleri vermişti. Fakat bunun da üzerinde, yıllarca ilmin merkezleri Müslümanlarda olmasına rağmen atom bombası gibi bir felakete hiçbir Müslüman cüret etmemişti. İşte Cabir B. Hayyan’ın o açıklaması: “Maddenin en küçük parçası olan el-cüz-ü la yetecezza (atom) da yoğun enerji vardır. Yunan bilginlerinin iddia ettiği gibi, bunun parçalanamayacağı söylenemez. O da parçalanabilir. Parçalanınca da öyle bir güç meydana gelir ki Bağdat’ın altını üstüne getirebilir. Bu Allah-u Teala’nın kudretinin bir nişanıdır.”(1) Apaçık değil mi? Bir de A.B.D’nin 1945’te Hiroşima’ya attığı bombayı düşünün! 140.000 ölü…


İlimde; kalbimizin payı en büyük hakkımızdır..! Bilim, ilmin tatbikatının maddesel kısmı olup gayesi değildir. İlmin gayesi hakikati maddi ve dahi aslen manevi olarak tanıtmaktır. O, bu yoluyla insanın yönsemesini ifrat ve tefritlerden koruyup, makbul olan denge seviyesine getirme gayretindedir. Bu uzun ve meşakkatli ‘’denge’’ gayretine tekâmül denir. Kur’ân’ın âyetleri de, kâinâtın gerçekleri de Allah’ın kudret, azamet ve rahmetine bir tefekkür vesilesidir. Bu tefekkür insanı imana sürükler. Eserden müessire, sebepten müsebbibe geçişin adı iman olur. İmanın asıl, tekamülün vusul olduğu bu yolun da amacı mârifetullahtır. Öz haliyle, halis ilmin gayesi; Allâh’ı bilmek ve dünya/âhiret saâdeti için lüzumlu olan bilgileri ona boyun eğerek devşirmektir. İlmin manevi sahada muhtacı daha çoktur. Gayba iman müslümanın en büyük imtihanıdır. Müslüman, gücünü imanından aldığına ve Allah’a iman gayba iman olduğuna göre onun gelişiminin manevi boyutu görmezden gelinemez. Maneviyat; sevgi, fazilet, bereket, hikmet… Güzel ahlak gibi maddeden uzak olan her şeyin menbağıdır bir nevi. Zaten insanın bütün hâl ve hareketleri, iç âleminin dışa yansıması değil midir?

O halde iç’in güzel olması ilmin en baş vâroluş sebebidir pek tabii. İşte ilimdeki en büyük hakkımız da bunun için kalbimizin payıdır. Oysa biz ilimden bu hakkımızı istemez olduk. Onun maddesel tatbikatları bizde amaç oldu. ‘’Madde âleminin şöhreti’’ için verdiğimiz mücadeleler de bize sefaletler getirdi. İlim, akıl ve kalbin ‘’müşterek’’ olduğu bir zeminde insanlar için amaç olmalı. Aksi halde insanın bir takım kurallar bütünüyle sadece aklına hitap edilirse, o, ıslah olmamış hevâ ve hevesleriyle makam, mevki, iktidar ve menfaat mücadelesine girişecektir. Bu yönüyle de maddeye bağlanan ilmin felaket kuvvetinin tesiri bütün dünyayadır. Zira bu yolun galibi ve mağlubu süreklilik arzetmez, hatta sürekli değişir. Dolayısıyla anarşi bölgesel değil evrensel bir boyut kazanır. Fakat Müslümanların fert ve cemiyet olarak, bir ödev bilinciyle tekamülcü bir hayat yaşaması, aklının ve kalbinin müşterek olarak eğitilmesi, vicdanen istenilen bir hayatın inşasını mümkün kılacaktır. Dünyayı içinde bulunduğu buhranlardan kurtaracaktır. Vesselam. Kaynakça: 1-Daha geniş bilgi için: Modern Kimyanın Kurucusu Cabir b. Hayyan, Prof. Dr. Esin Kahya, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları No:183, Ankara, 1995 Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi

13


Nezir Altuğ

DERGÂHINA AĞLAYAN DERVİŞ

Bu yazımızda pek çok kişinin kendi kendine sorguladığı, İslam âleminde de doğruluğu tartışılan ‘tasavvuf’u, ‘sufi’lere ev sahipliği yapan tekkeleri ve tekkelerin kapatılmasıyla beraber kaybettiklerimizi kaleme almaya çalışacağım.

Tarîkat, Efendimiz (s.a.v.)’in hadis-i şeriflerinde bahsedilen; imân, islâm ve ihsân kavramlarından ihsân içerisinde yer alır. Umûma değil husûsa hitâb eder. Tarîkat, hakikat-i islâmiyyeyi öğrenip yaşamaktır. Ayrıca bu tasnifi şu şekilde yapan âlimler de mevcuttur: Efendimiz (s.a.v.)’in insana üç vazife üzerinde örnek teşkil etmek üzere gönderildiği bilinir. Bunlardan biri ilim erbâbı yani ‘âlim’ olmak, diğeri devlet idarecisi yani ‘ûlü’l emir’ olmak ve sonuncusu ise ‘ruhları terbiye etmek’ tir. Bu tasnifte de tasavvuf, sonuncusu olan ‘ruhları terbiye etmek’ kısmına dâhildir. Tarîkaterbâbı, bütün insanları ümmet-i Muhammed bilip, bir kısmının icâbet ettiğini diğerlerinin ise davette oldukları ifâde ederler. Herhangi bir kâfirin İslâm ile müşerref olup Allah (c.c.) velisi olabileceğine, herhangi bir müslümanın da küfre düşebileceğine inanırlar.

14

Hakîkat-ı İslâm’da güvence olmayıp beyne’l-havf ve’r-recâ denilen korku ve ümit arasında bulunmak gerektiği esası üzerinde yaşarlar. Mutasavvıflar İslâm’ın beş esası üzerine nafileleri ilave ederek kullukta bulunur. Ayrıca tarih, edebiyat gibi bilimler mûsiki gibi güzel sanatlar, hat, saatçilik gibi el sanatlarıyla meşgul olurlar. Tarîkaterbâbı dinin önemli bölümünü ahlak ve sevginin teşkil ettiğini düşünür ki bu böyledir. İbâdet, riyâsız sevgiye dayanır. İnsanları hayvanlardan ayıran özellikler, imân ve ibâdet ile mahlûkata şefkat ile hizmettir. Mutasavvıflar ibâdette kusur etmemekle beraber, hizmeti ve zikri Allah’a yaklaşılacak en kestirme yol bilirler ve ona göre yaşarlar. Bu sebeple İslâm dünyaya kılıçla değil, sevgiyle yayılmıştır. Ayrıca tarihteki yüzlerce tarîkatin her biri dört büyük mezhepten birine bağlıdır.


Bir kez gönül yıktın ise Bu kıldığın namaz değil, Yetmiş iki millet dahi Elin yüzün yumaz değil. Yunus Emre(k.s.)

‘İslam medresede öğrenilir, tekkede yaşanılır’ sözü bize ceddimizden mirastır çünkü bu düsturun ilke edinilip gündelik yaşantıya uydurulması gibi bir durum söz konusu dahi değildir muhafazakârlarca(!). Vaktiyle İstanbul’da 450’ye yakın dergâh bulunurken günümüz Türkiye’sinde faal tekke sayısı tek tek sayılabilecek kadar azdır. Medreselerin durumunu kısmen daha iyi sayarsak İslam’ın öğrenilebildiğini lakin yaşanmadığını söylemekte güçlük çekmeyiz. Tekkelerin geneli itibari ile girişleri alçak tavanlıdır ve kapılarında gelen misafirleri karşılayan bir söz mevcuttur: ‘Edep Ya Hu!’ Siz arif ve arife okuyucularımın konuyu hemen kavradığını bilmekle beraber bu konuyla ilgili birkaç kelâm etmeden geçemeyeceğim. Günümüz dünyasında İslam belki bir nebze de olsa öğrenilebiliyor fakat tatbik konusunda çok büyük eksiklik ve sıkıntılar meydana geliyor. Bendeniz âcizane bu yazıyı kaleme alırken Mekke’de bulunduğumdan dolayı İslam’ın

ve dünyanın merkezinden üzüntüyle bildiriyorum ki İslam burada dahi toplum yaşamına etki etmekte güçlük çekiyor. Tekkeler ve dergâhlar insana ne katıyordu veya ondan neyi alıyordu da İslam yüzyıllarca medeniyetin beşiği idi. Derviş olmak isteyene evvela az ye, az konuş, az uyu denilir. (Tabi usüller kişiden kişiye farklılık gösterebilir.) Beden terbiyesi gibi görünen bu yolun aslında nefis terbiyesi olduğunu, şehvet ve arzuların en başından bastırılıp ‘ben’ belasının çöpe atıldığını anlamak siz akil okuyucularım için hiç de zor olmasa gerek. Herkesin kendinden ‘geçtiği’, ben değil biz hatta ve hatta sen dediği bir toplumda kargaşanın bırakın hâkim olmayı zerre kadar mahal bulması mümkün müdür? Ya günümüz modern (!) dünyasının ahlak ve edep yoksunu insanlarına ne demeli. Üniversitede tahsil gören gençler olmamız hasebiyle sıkça karşılaştığımız bu hezeyanın başlıca sebebidir tekkelerin hayatımızdan çıkarılmış olması. Tekkelerin tekrar insanlığımıza kazandırılması dualarıyla… İlahî! Bu yazımızı okuyan, okutan cümle insanlara aşkın nasib eyle, cümlesini lütuf ve hidayetinle mesrur eyle, iman ile çene kapamayı her birimize nasib eyle.

15


Murat Özyiğit

DÜNÜN ve BUGÜNÜN VAKIF SİSTEMİ Vakıf, kişiler veya kurumlarca kurulmuş, yasayla görev ve yetkileri belirlenen tüzel kişiliktir. Geleneksel olarak, bir hizmetin gelecekte de yapılması için belli şartlarla ve resmi bir yolla ayrılarak bir kimse tarafından bırakılan mülk veya paraya ‘vakıf’ denir. Bu geleneksel yapının Türkiye Anayasası ile kurumsallaştırılması ile oluşmuştur. Anayasaya göre “Dernekler ve vakıflar kendi konu ve amaçları dışında toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleyemezler.” Yani belirli bir amaç için kurulur ve bunun dışında etkinlik gösteremezler. Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından denetlenirler. Osmanlı Devleti’nde kurulan vakıflar sayesinde birçok yoksul, fakir fukara ve yardıma muhtaç kişilerin ihtiyaçları karşılanarak toplumsal barış ve dayanışma sağlanmıştır. Vakıflar aracılığı ile Darüşşifa ve akıl hastaneleri kurulmuş, halkın sağlık sorunlarının çözülmesine önem gösterilmiştir. Eğitim ve kültür faaliyetlerinin düzenli olarak yürütülmesi sağlanmıştır. Vakıflar tarafından kurulan kervansaraylar sayesinde ticari faaliyetlerin gelişmesi sağlanmıştır. Ülkenin bayındırlık faaliyetleri; mektepler, camiler, hamamlar, yollar, köprü ve kanallar vb. tesislerin kurulması sağlanmıştır. Vakıflar aracılığı ile fethedilen yerlere Türkler

16

yerleştirilmiş ve bölgenin Türkleşmesini sağlamak amacıyla faaliyetlerde bulunulmuştur. Askeri alanda gereksinim duyulan kale, donanma, top yapımı vb. hizmetlerin yapılması sağlanmıştır. Fethedilen bölgelerin canlandırılması için faaliyetlerde bulunulmuş, şehirler ve kasabaların büyümesi sağlanmıştır. 16’ıncı yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin her alanında bozulmalar ve aksaklıklar görülmeye başlanmıştır. Bu aksaklıklardan vakıf sistemi de etkilenmiş ve bozulmalar görülmüştür. I. Mahmud döneminde Evkaf Nezareti kurularak bütün vakıflar devletin denetimi altına girmiştir. II. Bayezid devri (1481-1512) müelliflerinden Cantacasin, klasik eserlerinde o devir için şöyle der:(s.207-8)


“Küçüğü ve büyüğü ile Türk ileri gelenleri (seigneurs Turcaz), cami ve hastane yaptırmaktan başka bir şey düşünmezler. Onları zengin vakıflarla techiz ederler. Yolcuların konaklaması için kervansaraylar inşa ettirirler. Yollar, köprüler, imaretler yaptırırlar. Türk büyükleri, bizim senyörlerimizden çok daha hayır sahibidirler, son derece misafir severler. Türk, hristiyan ve yahudileri memnuniyetle misafir ederler. Onlara yiyecek, içecek ve et verirler. Bir Türk, karşısında yemek yemeyen bir adamla Hristiyan ve Yahudi bile olsa yemeğini paylaşmamayı çok ayıp sayar. D’Ohsson’a göre bu derece hayırseverliğin menşei İslâm dînidir. Şöyle der: (VI, 302) Kur’ân, Türkleri, dünyanın bütün milletlerinin en hayır ve en insan severi haline getirmiştir.”

Günümüz Türkiye’sinde baktığımızda ise vakıflar tamamen siyasete kölelik yaparak hem amaçlarına hem de tarihlerine ihanet etme cüretinde bulunmaktan geri durmuyorlar. Toplumdaki karşılıklı ilişkilerin zayıflamasında kültürümüzün, özümüzün, örfümüzün adetimizin, töremizin yozlaşmasında vakıfların bu tutumunun etkisi aşikar bir biçimde gözlemlenmektedir. Oysa geçmişte vakıflar ayrışmanın olduğu değil birleşmenin, kaynaşmanın hakim olduğu belki bu kadar “modern” değil ama çok daha sıcak çok daha çeşitli taşlardan oluşan zengin bir mozaikti. Biz değil miydik birlikte ağlayıp birlikte gülen, üzütümüzü de sevincimizi de paylaşan biz değil miydik? Ne oldu bize ne oldu da böyle ayrıştık, ne zaman sınıflandırıldık? Biz ki “komşusu açken tok yatan bizden değildir” diyen bir Peygamberin (s.a.v) ümmeti değil miydik? Değil miydik diyorum çünkü bizler artık ne O’na yakışır bir ümmetiz ne de ecdada yakışan bir millet... Ey gençlik! Gayrı vakit dirilme vaktidir. Küllenen kültürden, sağlam alt yapıdan doğma vaktidir. Bize düşen görev ise her gittiğimiz vakıfta her sohbet ortamında elimizi vicdanımıza koyup özümüz de dilimiz de doğru bir biçimde DAEŞ illetine, El Kaide belasına inat elimizde Kur’an’ı Kerim, gönlümüzde İslam aşkıyla cihad etmektir.

17


UNUTULANLARI H

GEN

Pencerenin önünde sarı çiçek varsa ”Bu evde hasta var. Evin önünde sokakta gürültü yapm hatta bu a.” anlamına gelirdi. Kız istemeye gelindiğinde damat adayının namaz kılıp kılmadığını anlamak için pantolonunun “diz izine” bakılırdı..

OSMANLI DÖ

Pence kırmı “Bu evde gel bekar kız v geçerken kon ve k anlam

a su geli Kahvenin yanınd yem alırdı. Ona göre ya eyi alır, açsa suyu

kahv

Peygamber efendimiz (s.a.v)in 63 yaşında vefatından sebep, 63 yaşını geçmiş büyüklerimiz yaşları sorulduğunda “Haddi aştık” derlerdi..

Kapıların üstünde iki tokmak olurdu. Biri kalın biri ince.. Gelen bayansa kapıyı ince tokmakla vururdu. Evin hanımı kapıyı ev haliyle bile açardı. Erkekse kalın tokmakla kapıyı vururdu. Evin hanımı kapıyı ya örtünüp açar ya da bi mahremi (kocası vs.) açardı.

Yolda küçük büyüğünün önünden yürüyemezdi.. 18


HATIRLATAN BİR

NÇLİK

ÖNEMİNDE

erenin önünde ızı çiçek varsa linlik çağına gelmiş, var.Evin önünden nuşmalarına dikkat et küfür etme.” mına geliyordu.

Cuma namazına esnaf -kuyumcular da dahilkapıya kilit vurmadan giderlerdi..

r toksa önce irdi. Şayet misafi va ikram edilirdi. ey m da ya ır an rl mek sofrası hazı

Fitre, zekat Ramazan ayından önce Şaban ayında verilirdi.. Fakir fukara Ramazan ayına erzaksız girmesin diye..

Esnaf Ramazan ayında toplanıp gerçek bir ihtiyaç sahibinin “borç defterini” kapatırdı..

Nereden nereye? Kendimize yabancılaştık. Nezaketin, güzel ahlakın, öz sevginin, hakiki saygının dünyayı kurtardığını unutur olduk.... 19

19


Erdem Mayda

BİR GÂR-I HİRA ESİNTİSİ SANCAKLAR CAMİİ

Asırlar boyu imparatorluklara başkentlik yapmış olan yedi tepeli, güzide şehrimiz İstanbul’un Büyükçekmece ilçesinde yer alan Sancaklar Camii, temeli 2011 yılında atılmış, proje mimarı ise hepimizin tanıdığı Emre Arolat’tır. Gar-ı Hira; Hira Mağarası, iki cihan serveri Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e ilk vahin indiği yerden esinlenen mimarımız, alışılmışın dışında çok farklı bir projeyi bizlerin hizmetine sunmuştur. Günümüz toplumunda cami denilince akla ilk olarak Osmanlı ve Selçuklu dönemine ait; minareli, kubbeli, mermer taşlardan ve uzun sütunlardan oluşan devâsa yapıtlar zihnimizde canlanmaktadır. Lakin Sancaklar Vakfı’nın finansmanını sağladığı camimiz, alışılmış cami portresine aykırı olarak yapıldığı gibi, dışarıdan bakıldığında yerin altına inşaa edilmiş bir mahseni andırmaktadır.

20

7400 m² alanda yer alan caminin, kapalı alanı 1200 m² olup, 650 kişiye rahatça ibadet edebilme olanağı sağlamaktadır. Sadeliğe önem veren yüce dinimizin buyurduğu üzere, caminin iç ve dış kesimlerinde hiçbir süsleme işlemi görülmemektedir. Gün ışığının içeri girmesi ve led ampüllerle aydınlanan camimizde, minareye çıkmak için hem merdiven hem de asansör bulunmaktadır. Caminin bulunduğu bölgeye geldiğinizde karşınıza üzerinde “Allahu Ekber” yazan taş kuleden yapılmış bir minare çıkacaktır. Burada üst avlu, birkaç bank ve musalla taşı da bulunmaktadır. Musalla taşı da görmeye alışık olduklarımızın dışında: küp şeklinde, yan yana ve 3 tanedir. Üst avludan aşağıya akan merdivenler aracılığıyla ulaşıyoruz camimize. Işıklandırma sistemi günün her vaktinde aynı yoğunlukta verim alabilecek şekilde ayarlanmıştır.


Duvarlarda hiçbir çini süslemesi bulunmamaktadır. Yalnız Arap alfabesinin nadide harfi “VAV” ve Hira Mağarasında Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e gelen ilk vahiy sırasında yaptığına atfen Ahzab suresinin 41. ayeti « Rabbinizi çokça zikrediniz » yazılıdır.

Tavanı örümcek ağına benzetmemiz olası. Bilinçli verilen bir referans muhtemelen zira bir başka mağarayı çağrıştırdığı şüphesiz; Resullulah (a.s)’ın sıddık dostu Ebubekir ile birlikte, Mekke’den Medine’ye hicretleri esnasında saklandıkları ve örümcek ağı sayesinde düşmanlarından korundukları Sevr Mağarası’nı andırmaktadır.

Kubbetüs Sahra’daki –Muallak Taşı’na (Hacer-i muallak) benzer şekilde, ilk bakışta havada zannedilen, yakından bakıldığında destekli olduğu görülen bir tavan ile karşılaşıyoruz. Minber ve vaaz kürsüsü de, mihrap gibi sade tasarlanmış noktalardandır. Sadeliğin ve zarafetin buluştuğu bir başka nokta ise şadırvanıdır camimizin; sıradan ve otantik oluşu ayrı bir değer ve güzellik katmıştır. Camiden ayrı bir binada bulunan küçük kütüphanesi ise sahip olduğu araç ve gereçleriyle kalitesini ortaya koymaktadır. Sancaklar Camii, Dünya Mimarlık Festivali’nde ülkemizi temsil ederek birinci olarak, uluslararası ödül almıştır. Böyle nacizane, eşsiz ve değerli bir camiye ülkemizin sahip olması gerçekten çok onur verici bir durum. Rabbim böyle bir ibadethaneyi kazanmamızda emeği geçen herkesten razı olsun...

21


KALBİ SELİM Cân u dilde letâfet inşâ eder cenneti, Sû-i zanla tecessüs ateşler cehennemi. Firavun, Kârun’a kalmayan fâni âlemde, Mûnis ol! Her tebessüm bir sadaka bedeli… Hüsn-i edâ iman cevherinin hoş sadâsı, Nursuz simâ kararmış kalbin dış aynası. Makâm-ı tecelli olan gönül levhâsında, Bir kibâr-ı kelâm yâd-ı cemil hatırası… Ne mühendis, ne müderris, ne hekim isterler, Rûz-i mahşerde ancak kalb-i selim isterler. Son merâsim yerin meşhur musallâda, “Hakkım helâl olsun, ben de şâhidim! ” isterler… Şahin Karataş(2010)

22


Muhammed Ömer İbiş

HUDUT gecenin sessizliğinde basit bir istasyon beklenen bir tren kaçırılması göze alınamayan belki bugün kaçıncı seferi değeri kendine has değil belirlenen sonla yücelmiş, hududu, onu asil kılan insan da böyle değil mi? sınırları ile şerefli haddini aşması ile rezil

23


Halit Gürpınar

KUR’AN’DAKİ MUHTEŞEM İNCELİK Sizinle Kur’an’da muhteşem bir inceliği paylaşmak istiyorum. Hz. Musa(a.s), hangi millete gönderilmişti? İsrailoğulları’na, değil mi? Peki ya Hz. İsa(a.s)? O da İsrailoğulları’na, değil mi? Bu iki peygamber de aynı kavme gönderilmiştir. Kur’an’da Hz. Musa(a.s) kavmine şöyle hitap ediyor: “Ey Kavmim!” Hz. İsa(a.s) ise şöyle hitap ediyor: “Ey İsrailoğulları!” Yani aynı kavme gönderilmiş olmalarına rağmen farklı hitap ediyorlar. Eskiden Arap geleneğinde bir kişinin kimliğini belirleyen kişi babaydı. Yani hangi millete göre sınıflandırılacağı babaya bağlıydı. Zaten bu yüzden Kur’an’da da “insanoğlu” ve “Ademoğlu” diye geçiyor. Hatta bugün bile birçok millette çocuğa babanın soyadı verilir.

Şimdi belli bir milletten olmak için babanın o milletten olması gerek, değil mi? Hz. Musa(a.s) “Ey Kavmim” dediğinde ne oluyor? Hz. Musa(a.s)’ın onlardan birisi olduğu anlaşılıyor ama Kur’an’a baktığımızda Hz. İsa(a.s) ise hiçbir zaman “kavmim” demiyor. Çünkü Hz. İsa(a.s)’ın bir babası yoktu. O mucizevi bir şekilde doğmuştur. Bu muhteşem bir inceliktir. Eğer Kur’an bazı kimselerin iddia ettiği gibi Peygamberimiz tarafından yazılmış olsaydı; Kur’an’ın yazılış stiline baktığımızda Peygamberimizin bunu bir kere dahi olsa yanlış kullanması beklenebilirdi. Hatta belki de bu inceliğe hiç yer vermemesi beklenirdi. Ama Hz. İsa(a.s) bütün ayetlerde “Ey İsrailoğulları” derken Hz. Musa(a.s) “Ey Kavmim” diyor! Şimdi, düşün ve sorgula!

Mekteb-i Suffa’dan derlenmiştir

24


Halit Gürpınar

ÖLÜ BİR YAZARIN ANLATTIKLARI

Ömer Faruk Dönmez, kendine has çarpıcı üslubu ve ironik anlatımıyla yazmış olduğu yine sıra dışı bir eserle okuyucusuna sesleniyor. Diğer eserlerinde olduğu gibi net bir konu sınırlaması yapmayan, yeri geldikçe farklı farklı noktalara değinen yazar bu eserde de çok önemli noktalara değiniyor. Birçok eserde klasikleşen yazar ölüp gittikten sonra hatıralarını çocuklarının veya yakınlarının bulup yayınlaması gibi bir durum yok bu kitapta. Yazar tam manasıyla ölü bir şekilde ahiretten dünyaya doğru bir bakış atarak yazıyor bu kitabı. Eserin bir bölümünde Yusuf suresinin meali farklı bir bakış açısı ve hayatımızda karşılaştığımız olaylarla bağdaştırılarak veriliyor.

Yazar,sanat için sanat - toplum için sanat tartışmasını bilinen klişelerin ötesine taşıyarak ölü bir insanın gözünden yorumluyor. Yazar olmak isteyenler özelinde tüm insanlara çok önemli mesajlar da veriliyor. “…Ve büyüklerimizin dediği gibi: işte bu yüzden batılı sanatçının boğulduğu ontolojik denizlerde, Müslüman sanatçının topukları bile ıslanmaz (Biiznillahiteala.)” Modernistlere, hadis tenkitçilerine, yazarlar dünyasına ve toplumun farklı kesimlerine de sert salvolar bulacaksınız bu kitapta. Yeri gelince güldüren, okuyucuyu sürekli olarak düşünmeye ve güncel olaylara farklı açılardan bakmaya sevk eden bu eser, kesinlikle okunması gereken kitaplar kategorisinde.

Unutulmaması gereken şudur ki biz, gece teheccüd kılan, gündüz devlet yöneten bir peygamberin ümmetiyiz. O müminler ki geceleri teşbih, gündüzleri kılıç çekerler. Bugün ümmet, onların şiirini terennüm edecek şairleri hasretle beklemektedir 25


Yasin Çetin

MODERN ZAMANLAR Endüstrinin, bireysel teşebbüsün ve mutluluk peşinde koşan insanlığın öyküsü 1936 ABD yapımı siyah beyaz 87 dakikalık bir sessiz(bazı müzik efektleri kullanılmış olsa da) ancak çok ses getirmiş bir filmdir. Şarlo tiplemesi ilk kez bu filmde konuşur, daha doğrusu şarkı söyler. Sanayi devrimi sonrası insanların önce kendilerine sonrasında ise birbirlerine karşı yabancılaşmasını anlatan, alın terinin makinanın bir aparatına indirgenmesini gözler önüne seren bu film komünizm propagandası yaptığı iddaa edilerek ABD’de gişede pek başarılı olamamış, Almanya ve İtalya’da ise yasaklanmıştır. Avrupa’nın geri kalanında ise büyük ilgi görmüştür. O dönemde ses efektleri kullanılıyor olmasına rağmen Chaplin sessiz filmlerde duygularını daha iyi yansıttığını ve farklı dillerdeki insanların onu bu şekilde daha iyi anladığını düşündüğü için böyle bir yol seçmiştir.

26

Film başlar başlamaz bizleri kocaman bir saat karşılar, mutlu olma mücadelesi veren insanların hayatını başlatan bir saat. Chaplin, hayatın başlamasıyla metro çıkışında fabrikalara yetişmek üzere aceleyle merdivenleri çıkmaya çalışan insan kalabalığını, bir koyun sürüsüne benzetir. Sürekli hızlanmasını isteyen patronu ve ustası yüzünden, burnuna konan arıyı kovmaya, vücudunu kaşımaya bile vakit bulamayacak şekilde hızlı çalışmak zorunda olan Şarlo ve diğer işçiler öylesine makineleşmiştir ki, kavga ederken bile bir yandan işlerini yetiştirmeye çalışırlar. Sistem öylesine acımasızdır ki işçilerin yemek yerken harcadığı vakitte bile tasarrufa gitmek, işçileri daha da pasifleşmek üzere -Necip Fâzıl’ın İman ve Aksiyon kitabından da hatırlayacağımız- otomatik yemek yedirme makinesi üretilmeye başlanmıştır.


Bütün bu olayların etkisinde kalan, neredeyse aklını kaybedecek kadar makineleşen Şarlo’nun başına daha neleri gelecektir! Böylesine mesajlar içeren, insanları makineleştiren sanayileşmeyi eleştiren Modern Zamanlar zaman zaman kahkahalar attıracak kadar da eğlencelidir.

Tüm bu yönleriyle, fabrika, hastane ve hapishane arasında ezilen Şarlo’yu yani fabrikaya sağlığını yitiresiye hapsedilmiş modern insanı anlamak açısından Modern Zamanlar’ın izlenmesi gerektiğini düşünüyorum.

27


“Fırtınalara yön veren kelebeklerin

kanat çırpışıdır.”

/agdytu /yildizagd yildizagd.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.