Yol Mart 1991 Sayı 1

Page 1

KÖRFEZ SAVAŞI ve

KAPİTALİZM vi'

EMPERYALİ7M

SOSYALİZM

DEVRİMCİ

TKP - KIVILCIM

DEMOKRASİDEN

KONGRE

SOSYALİZME

RAPORLARI

KAPİTALİST YOLDA

TKP - KIVILCIM

AYRIŞIM

PROGRAMI

Yükselt kurtuluş bayrağını Zulmü rüzgarlara savur! Körükle Mücadele Ocağını Tavı gelen demire vur!


n

_

DİRENİŞ

çıtam Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz


Merhaba

,

Yeni bir dergi, hele ki daha önce yayınlanan bir dergiyle benzer­ likler taşıyorsa okuyucular ve devrimci demokrat kamuoyunda tartış­ malar ve spekülasyonlara neden olabilir. Bu nedenle, Yol'un yeni bir dergi değil, Çağda; Yol çizgisinin ko­ runduğu ve sürdürüldüğü - sürdürüleceğii b ir dergi olduğunu okuyucu­ larımıza açıklama gereeiini duyuyoruz. Sadece Çağdaş Yol ismini sade­ leştirerek Yol adı altında çıkmayı uygun bulduk. İçeriğimizi daha teorik konular çerçevesinde oturtup, boyutları­ mızı küçüttük. Türkiye solunun ihtiyacı olan teori zenginliğini düzeyli polemiklerle okuyucularımıza ulaştırmayı amaçlıyoruz. Günlük taktik­ lerle teori tartışmalarının iç içe geçtiği, dil bütünlüğünden uzak bir ya­ yınla bunun başarılabilmesi olası değil. Bunun adımını Çağda; Yol ile lıir ölçüde atmıştık. Şimdi daha yoğun ve içeriği dolu bir dergi için pe­ riyodumuzu üç aya dönüştürdük. Çağdaş Yol'un çıkışındaki gecikmeler eıı çok eleştirildiğimiz noktaydı. Yol'u planladığımız gibi üç aylık peryndlarla çıkarmak bu nedenle bizim için hayati bir zorunlukfur. Sovyetler Birliği'ndeki süreçlerden sonra gözlerin yeniden kendi kaynaklarımıza dikilmesiyle, Yol bu kaynakların ülkemiz topraklarında bulunduğuna inanıyor. Ancak yeniden ve daha zengin üretilerek, ideo­ lojik ve teorik mücadelenin önem ve misyonun artması gerekliliğine işaret ederek ... Bu perspektifle çıkardığımız Yol'un ilk sayısında Kenan Yaşar'n Körfez Savaşı, M. Yılmazer'in TDKP ve Ekim Eleştirisi, Ayşe Tansevvr'in Polonya üzerine (Kapitalist yolda ayrışım) değerlendirmelerinin yanı sıra, dergimize posta kanalıyla gönderilen ve yayınlamaya değer bulduğumuz TKP - Kıvılcım Kongre Kararları ve Programını bulacaksı­ nız.

YOL



7 YOL KÖRFEZ SAVAŞI ve EMPERYALİZM Kenan Yaşar İnsanlığın barış içinde bir dünya özlemi, binlerce yıldır hep ola gelmiştir. Hele dünyayı uçurumun kenarına getiren ikinci emperyalist savaştan sonra, BARIŞ sorunu insanlığın-gündemiminin en temel ko­ nusu olmuştur. Uluslararası çapta milyonlarca insan, savaş karşıtı ey­ lemler ve örgütlerde yer almış, aktif bir mücadele hattı kurmaya çalış­ mıştır. Savaş karşıtı bilinçlenme ve örgütlenmenin yanı sıra, özellikle son birkaç yılın uluslararası siyasi gelişmeleri, uluslararası topluluğun çok geniş kesiminde, bu ütopyanın gerçekleşebileceğine dair inancı pekiştirmiştir. II. Emperyalist savaş sonrasında ortaya çıkan, iktisadi, siyasi ve askeri bölünmüşlük ve kutuplaşma, son birkaç yılda, başdöndürücü bir hızla değişmeye başlamış, başlıca iki güç odağı arasında silahsızlan­ ma, yumuşama ve uluslararası işbirliği yönünde çok önemli adımlar atılmıştır. Görüşmelerin seyri ve tarafların açıklamaları soğuk savaşın bittiğini, topyekün savaş ihtimalinin ortadan kalktığını, savaş ortamını tümden ortadan kaldıracak bir uluslararası iklime kavuşulduğunu ilan etmiştir. Dünya, tam bu rahatlatıcı sarhoşluğun içindeyken, nerede, ne zaman ve nasıl biteceği belli olmayan yeni bir emperyalist savaşla yüz yüze gelmiştir. Bu durum, her renkten emperyalist propaganda mer­ kezlerinin etkisindeki insan toplulukları açısından şaşırtıcı olsa da; ya­ şadığımız dünyanın en temel gerçekliğinin bir kere daha kendisini da­ yatmasıdır. SAVAŞSIZ BİR DÜNYA, SINIFSIZ BİR DÜNYAYLA MÜMKÜNDÜR Sınıflı toplumlar tarihi ve onun bir sonucu olarak ortaya çıkan uluslar tarihi, aynı zamanda savaşlar tarihidir de. İnsanın bilinci ve iradi eylemi, sınıfsal farklılıkları-dolayısıyla ulusal farklılıkları- yok etmedikçe insanlık barış içinde bir dünyaya ulaşamayacaktır. Barışa ulaşıldığı sa­ nılan her seferinde istenmeyen lanetli konuk çıkıp gelecektir.


Körfez Savaşı ve Emperyalizm — 8 Sınıfsal farklılıklar ve ulusal bölünmüşlükler, korunmak ve gelişti­ rilmek zorunda kalınan farklı çıkarların varlığı demektir. Bu çıkarların ik­ tisadi ve siyasi yollarla dengelenemediği her durumda, askeri çözümler kaçınılmazdır. Savaş aleyhtarlığı, onu besleyen kanalların kurutulması­ na yönelmedikçe ve o temelleri yıkmadıkça, hiçbir ciddi kalıcı sonuç el­ de edemez. Bu basit ama acı gerçek unutulursa ya da göz ardı edilirse, yapı­ lacak tüm hesaplar, bugün Bağdatlan dönüyor, yarın başka yerlerden dönecektir. Son kertesine dek derinleşmiş bir sınıfsal farklılıklar ile aşırı de­ recede ve zıt çıkarlara bölünmüş uluslar dünyasında yaşıyoruz. Uygar­ lığımızın mevcut seviyesi ve gidişi bu mahşerdi ortamı iyileştiremediği gibi, her gün biraz daha kötüleştiriyor. Kapitalizm milyarlarca insanı aç­ lık, sefalet, zulüm ve dehşet içinde kasıp kavuruyor. Ezilen sınıfların ve mazlum ulusların kölelik şartları dehşetli bir şekilde ağırlaşırken; ege­ men sınıflar ve emperyalist ülkeler, doğanın ve insanlığın bütün zen­ ginlik kaynaklarını, lüks ve sefahatları uğruna korkunç bir pervasızlıkla talan ediyor ve bu uğurda en öldürücü çatışmalara girmekten geri dur­ muyor. Yaşadığımız dünyanın bu apaçık gerçeklikleri ortadayken, sa­ vaşsız bir ortama nasıl ulaşılabilir? Böyle bir dünyada savaşın olması değil, olmaması şaşırtıcı olmaz mı? Gene böyle bir dünyada, soyut sa­ vaş aleyhtarı olmak mı, yoksa savaşları besleyen toplumsal ortamı tümden yok etmek için, sonuna kadar savaşçı olmak mı daha gerçekçi, daha insanca bir tavır olur. Nispi barış ortamında bile kapitalizm; açlık, sefalet, zulüm ve dehşeti her gün tekrar tekrar üretmiyor mu? Dünyanın bugünkü halinde savaşı lanetlemek, barış hayalleri uğrunda koşmak insani özellikler olarak anlaşılır olsa da, durumu de­ ğiştirmeye yetmiyor. Hatta gerçeği gölgelediği için başka türlüsü de olabilirmiş kanısını uyandırdığı için, tehlikeli de oluyor. Soyut savaş aleyhtarlığı bir yandan ezilen sınıfların ve ulusların haklı savaşlarını emperyalist savaşlarla aynı sepete koyarak; son tahlilde kapitalizmin yanını tutuyor; öte yandan ve aynı sebeple egemen sınıfların ve em-


9 YOL peryalist saldırganlığın işini kolaylaştırıyor. Ne egemen sınıflar ne de emperyalist ülkeler, mevcut konumla­ rını kaybetmeye katlanabilirler. Konumlarının zarar gördüğü her durum­ da, barış pelerinlerini bir omuz hareketiyle ayaklarının altına alıp, kılıç­ larına sarılırlar. Bunun için ille de ezilen sınıfların ve ulusların kurtuluş eylemi karşısında kalmaları gerekmiyor. Kendi aralarındaki çıkar çekiş­ meleri ve tepişmeler de dünyayı kana bulamak için yeter sebep oluyor. Ve tarihteki bütün büyük savaşlar hep bu sebepten ortaya çık­ mıştır. SON ULUSLARARASI DURUM BARIŞ ORTAMINA DEĞİL SAVAŞ ORTAMINA GİRİLDİĞİNİN SİNYALLERİNİ VERİYOR. II. Dünya savaşından sonra ortaya çıkan sosyalist sistem, em­ peryalist saldırganlığın önündeki temel engeldi. Emperyalizm, eğer son elli yılda bir global savaş çılgınlığına varmadıysa; bu durum ne uygarlı­ ğın onu engelleyecek seviyeye ulaşmasının, ne de emperyalizmin ka­ rakter değiştirmesinin sonucudur. Tümüyle savaş sonrasında oluşan sosyalist sistemin en azından askeri alanda nükleer güç dengesini sağ­ lamasının ürünüdür. Ortaya çıkan nükleer denge gerek her iki askeri bloğun, gerekse emperyalist ülkeler arası sürtüşmelerin silahlı çatışma ya baş vurmasını denetim altına almış, insanlığı uluslararası bir savaş­ tan korumuştur. Emperyalist ülkeler bu süreçte dünyanın şu ya da bu noktasında sınırlı savaşları doğrudan ya da "vekilleri aracılığıyla’ sür­ dürmüşlerse de toptan bir savaş çılgınlığını göze alamamışlardır. Em­ peryalistler son elli yılda, iç çelişkilerini ve çatışmalarını en az seviyede tutarak tüm güçleriyle, sosyalist sistemin yakaladığı denge durumunu bozmak onu zayıflatmak, hatta mümkünse yıkmak için tüm güçlerini koordineli bir şekilde seferber etmişlerdir. Ve ne acıdır ki, ilan edilme­ miş bu savaşı da askeri bir çatışmaya girmeksizin kazanmışlardır. Uluslararası hiç bir denge sonsuza dek devam edemez. Ayrıca hayatın her alanı için bir denge durumundan bahsetmek de çoğu za­ man olanaksızdır. Ve hayattaki her şey gibi bu dengeler de sürekli bir değişim içindedirler. Hele içinde bulunduğumuz teknoloji çağında, ikti­ sadi ve askeri güçlerdeki hızlı gelişmeler göz önünde tutulduğunda es-


Körfez Savaşı ve Emperyalizm — 10 kişinden daha sıkça değişiklikler yaşanacağı kesindir. Sosyalist sistemin çöküşü VARŞOVA PAKTI'nın fiilen dağılışıyla sonuçlanan değişimlerin yaratacağı sonuçlara geçmeden bu sürecin nasıl ilerlediği üstünde kısaca duralım. Sovyetler Birliği ve ABD liderliğindeki kapitalist ülkeler koalisyo­ nu arasında askeri güç bakımından denge durumu son yıllara kadar devam etmiştir. Son bir kaç yılda ABD askeri teknolojilerde kimi üstün­ lükler elde etmeye başlamıştır. Ancak iktisadi güç ve siyasi nüfuzun yükselişi bakımından zaman içinde giderek ABD ve ortakları lehinde gelişmeler hızlanarak devam etmiştir. Askeri alanda sağlanan denge Sovyet toplumuna çok pahalıya mal olmuş, zaten nispi olarak geri olan Sovyet iktisadi gücü yapılan diğer yanlışlıklarla da birleşince çökme noktasına gelmiştir. ABD bu yarıştan üstün çıkmakla birlikte rakibi diğer emperyalist ülkeler karşısında eski, tartışılmaz liderlik konumu epeyce zayıflamıştır. (Buna daha sonra döneceğiz.) Son yıllarda hızla ilerleyen NATO ve VARŞOVA PAKTI ülkeleri­ nin silahların sınırlandırılması, dengeli indirim, yumuşama ve uluslara­ rası işbirliği süreci soyut olarak uluslararası barışa hizmet ediyor görün­ se de bu yaklaşım olayın tek boyutlu kavranışının sonucudur. Şayet iz­ lenen bu politikalar sosyalizmin ilerleyişi ve güçlenişi, emperyalizmin gerileyişi ve çöküşü şartlarında meydana gelseydi hiç şüphesiz ki em­ peryalizmin bir savaş çılgınlığına kalkışmasını engeller, uluslararası barış politikalarına güç verirdi. Ama süreç tam aksi şartlarda işlemekte­ dir ve biraz da sosyalizmin yenilgisinin bir başka şekilde dile getirilişidir. Nasıl sunulursa sunulsun bu yumuşamanınl altında mevcut sosyaliz­ min büyük oranda tükenişi ve emperyalist ülkeler itifakı NATO'nun dikte ettiği şartlara teslim oluşu vardır. Nitekim atılan ilk adımlardan sonra Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalizm arkası arkasına çökmüş, Sovyetler Birliği ve Çin de çok ağır sancılar içinde kıvranmaktadır. Bugünkü ha­ liyle de gelişimin yönü olumsuza doğrudur. Kapitalizm sosyalizmle girdiği savaşın tarihteki ilk adımlarını başlıca kapitalist ülkeler komünist partilerinin kendi ideolojik ve politik hattına çekerek kazanmıştır. Onların gözlerindeki sınıf gözlüklerini kır-


11 YOL mış, bir adım ötesini göremeyen miyoplara çevirmiş, düzenin zaman zaman ihtiyaç duyulan basit bir aygıtına dönüştürmüştür. İkinci ve bü­ yük zaferinin (sosyalist sistem karşısındaki zaferi) kazanmasında bu durumun dolaysızca rolü vardır. Onların ideolojik teslim oluşlarını ve politik saf değiştirmelerini çok pahalıya ödeyen ve daha da ödeyecek olan insanlık şimdi çok daha büyük bir tehlikeyle yüz yüzedir. Emper­ yalizme yenilen sosyalist sistem yenildiği noktada durup yenilginin ger­ çek sebeplerini araştırma ve ileriye atılmak için hız alma hazırlıkları içinde değildir. Tıpkı kendisinden önce kapitalist ülkeler komünist parti­ lerinin gerekçelerine benzer tezler üretiyorlar. Sovyetler Birliği yönetici­ leri ve ideologları dahil belli başlı tüm teori ve politika merkezleri insan­ lığın geleceğini "iki sistemin zaman içinde yakınlaşması" boş hayaline bağlamış dürümdalar. Bu oltayı yutacak insanlığa kapitalizm ölümler­ den ölüm beğendirtmez mi? I

Sosyalist sistem ideologları ve yöneticileri kendi düzenlerini ka­ pitalizme "yakınlaştırabilirler"! Ancak kapitalizm hiçbir gerekçeyle sos­ yalizme yaklaşmayacak. Kapitalizmden kendi varoluşuna karşı savaş açmasını ancak sert sınıflar savaşı ortamında beyni sulanmış "sosyal" bunaklar hayal edebilir. Sosyalist sistemin yenilgisi ve VARŞOVA PAKTI 'nın fiilen dağı­ lışa uğraması savaş ihtimalini gerçekte azalttı mı? HAVIRI Aksine barış şartları ortamında insanlık savaş gürlemeleriyle yüz yüze geldi. Nükle­ er bir savaşın dehşet senaryolarıyla körleştirilen insanlık bölgesel bir imha savaşına neredeyse razı olmuşa benziyor. Nükleer güç dengeleri üstüne kurulu dünyamızda nükleer bir savaş emperyalizmin hiç de ko­ lay göze alabileceği bir savaş değildir. Sosyalist sistemin varlığı ya da yokluğu uluslararası sözleşmelerin akt edilip edilmemesi nükleer bir sa­ vaşın ortaya çıkmasında hiç de sanıldığı kadar önemli rol oynamamaktadır. O savaşın fren mekanizması kendi dehşeti içinde saklıdır. Dün de bugün de asıl tehlike çok ileri teknoloji ürünü silahlarla sürdürülecek konvansiyonel bir savaşın her an tetikte hazır olduğudur. Sosyalist sis­ tem ayaktayken bile böyle bir savaşın cephesi durumunda olan ülkeler mazlum üçüncü dünya ülkeleriyle, sosyalist sistemin varlığı bu ülkelere karşı emperyalist sistemin bir çılgınlığa varacak hesaplaşmasını engel-


Körfez Savaşı ve Emperyalizm — 12 liyordu. Şimdi artık bu engeller yok olmuştur ve emperyalist saldırganlık zincirinden boşanmıştır. Körfez savaşı atılan ilk adımdır ve başlangıç­ tır. Arkasından nelerin geleceğini kesitirmek hiç de zor olmasa gerek. Sosyalist sistemle girdiği mücadeleden galibiyetle çıkan kapita­ lizm, uluslararası çapta kazandığı prestij ve morale rağmen çift başlı çok ağır sorunlarla karşı karşıyadır. Bir yandan emperyalist ülkelerle üçüncü dünya ülkeleri denilen geri kapitalist ülkeler arasında iktisadi ve siyasi yollarla çözülemeyecek kadar derinleşmiş sorunlar yumağı her gün biraz daha artmaktadır. Öte yandan sosyalizm düşmanına karşı kendi iç çatışmalarını ve çıkar zıtlıklarını görüşme masalarında çözüm­ leyen, olmazsa hesap gününe erteleyen emperyalist ülkeler arası çeliş­ ki ve çatışmalar kendi aralarında değişen dengelere uygun olarak hızla büyüyecektir. Duruma daha yakından bakalım. Dünyanın çok geniş alanlarını kaplayan ve dünya nüfusunun bü­ yük bir kısmını barındıran az gelişmiş ülkeler yüzlerce yıllık yağma ve talanın sonucu ağır bir yoksulluğun içinde kıvranmaktadırlar. Bilimsel teknolojik gelişmeler bu ülkelerin hayatını iyileştirmek bir yana daha da kötüleştirmiştir. Uluslararası tekellere bağımlılık artmış, sürekli genişle­ yen dış ticaret açıkları ve büyüyen dış borçlar zaten çok geri olan ikti­ sadi yapılarını yıkımın eşiğine getirmiştir. İşsizlik, açlık, sefalet, salgın hastalıklar, eğitimsizlik, emperyalizmin kışkırttığı bölgesel çatışmalar bu ülkeler insanlarının katlanabileceği yük almaktan çoktan çıkmış, toplum ateş almaya hazır barut fıçısına dönmüştür. Bu acı duruma rağ­ men emperyalizm bu ülkelerdeki sömürü çarklarını işletebilmek ve ver­ diği borçları kurtarmak için İktisadi, 6iyasl ve askeri her yöntemi kullan­ maya devam etmektedir ve edecektir. Çıkarlarının tehlikeye girdiği her ülkede ya da bölgede "vekilleri* vasıtasıyla ya da doğrudan İmha savaş­ larını göze almaktan çekinmeyecektir. Son gelinen noktada uluslararası ortam bu gidişin önünü sonuna kadar açmış durumdadır. Kapitalist güç odakları açısından durum nedir? Şimdi de kabaca ona bakalım. Gelişmiş kapitalist ülkeler sosyalizm ve az gelişmiş uluslardan


13 YOL gelen kendi çıkarlarına yönelmiş tehlikeler karşısında ortak hareket etseslerde uluslararası pazarda enerji kaynaklarını ve hammadde yatak­ larını denetim altında tutmakta, uluslararası etkinlik oluşturma mücade­ lesinde birbirlerinin amansız rakipleri durumundadırlar. Bu rekabette ta­ raflar değişmez bir konumu temsil etmezler. Toplumların karşı konul­ maz değişme eğilimine açık durumdadırlar ve bu değişme ülkelerin eşitsiz büyümeleri biçiminde tezahür eder. Doğaldır ki, farklı gelişim oranları dengeleri sürekli olarak bozar ve yeni dengelerin oluşmasına yol açar. Uluslararası dengelerde her ciddi alt üst oluş uluslararası iliş­ kilerde büyük hesaplaşmalarla, çoğu zaman büyük savaşlarla sonuçla­ nır. Kural tanımaz bir uluslararası sistem içinde bu gidiş kaçınılmazdır ve yönetici siyasi odakların iradesinden bağımsızca işler. II. Dünya Savaşının kapitalist dünyadaki gerçek sahibi ABD'dir. Ingiliz İmparatorluğu galip sallarda olmasına rağmen tam bir çöküş ya­ şamış ve yerini dünyanın yeni hakimine bırakmıştır. Fransa da savaşta ciddi bir kayba uğramıştır. Savaşın mağlupleri Almanya ve Japonya ise yerle bir edilmiş ve silahsızlandırılmıştır. ABD dünyanın halen bir numaralı gücü görülmesine rağmen bu tablo bugün ciddi bir şekilde değişmiştir ve dengelerde bir alt üst olu­ şun ön günlerinde olduğumuzun emareleri vardır. ABD dünya meselelerini etkilemek açısından savaş sonrasında sahip olduğu politik, ekonomik ve askeri tartışılmaz konumunu kaybet­ meye başlamıştır. Askeri kapasitesi ve dünya çapındaki siyasi nüfusu diğerlerine göre belirgin şekilde önde olmasına rağmen iktisadi planda AET (Almanya olarak anlaşılabilir) ve Japonya'nın çok ciddi rekabetiyle yüz yüzedir. Teknolojik yenilenme, verimlilik ve istikrarlı büyüme açıla­ rından ABD nispi gerileyen güç durumundayken diğer ikisi yükselen güç durumundadırlar. ABD uluslararası ilişkilerde girdiği emperyalist yükümlülüklerin altında dengesini kaybetmeye başlamıştır. Dünyanın her yerine yayılmış uluslararası çıkarları ABD'ye çok yüksek askeri fa­ turalara mal olmaktadır. Bu duruma da ABD'nin iktisadi gücünü aşındır­ makta, bozmakta ve silah sektörü dışındaki uluslararası pazarda rakip­ leri lehinde sürekli güç kaybına yol açmaktadır. Ne Japonya ne de Al­ manya'nın askeri harcamaları ve yükümlülükleri ABD'ninftiyle kıyasla­


Körfez Savaşı ve Emperyalizm —

14

nabilir. 8u güçlerin dünya meselelerinde daha aktif bir askeri varlık ol­ maya karar vermeleri sonraki günlerin sorunudur. Ancak uluslararası çıkarlarını salt bir iktisadi güç olarak koruyamayacakları bir noktaya va­ rırlarsa bu toplumlar silahlanma yolunu tutacaklardır. Şimdilik dünya çapında istikrarlı bir şekilde yükselen iktisadi güç olmak ve bölgesel li­ derlikle yetinmek durumundadırlar. Almanyaların birleşmesi yeni bir sıçrayışa zemin hazırlasa da bu durum kısa zamanda değişmeyecektir. Japonya'nın Pasifik kıyılarında, Almanya'nın ise Doğu Avrupa ve Sov­ yetler Birliği'nde daha kat edecekleri epeyce mesafe vardır. Her gün bir yerinden patlamaya hazır Latin Amerika'dan Asya'ya, Orta Doğu'dan Afrika'ya kadar koca bir dünyanın askeri yükü ABD'nin zaten zor sağlanan dengelerini daha çok alt üst edecektir. Yalnız ABD emperyalist çıkarlar uğruna girdiği emperyalist aske­ ri yükümlülükleri sineye çekip oturmayacaktır. Ya doğrudan doğruya Japonya ve Almanya'nın faturaya ortak olması yönünde zorlamalara gi­ recektir ya da alacağı iktisadi tedbirlerle yükü onların omuzlarına yıkma savaşına girecektir. Veya her iki yöntemi aynı anda kullanacaktır. Bu durum da kaçınılmazca emperyalist güç odakları arasındaki rekabeti arttıracak, sürtüşme ve çatışmalar derinleşecektir. Askeri çatışmalar günün sorunu olmamasına rağmen, sürecin akış yönü daha şimdiden görülebilir. Bu emperyalist yarışta AET'nin durumu yeni özellikler kazanabi­ lir. Siyasi hedefini birleşik Avrupa Devleti yaratmak olarak belirlemiş AET, yeni uluslararası şartlarda çok ciddi sancılar yaşayacağa benzi­ yor. Baştan beri bu hedefi içine sindirememiş Ingiltere son gelişmeler karşısında, hele Körfez Savaşıyla birlikte, birliği iyice torpillemeye baş­ ladı. AET organlarının tavrına açıktan açığa karşı çıkıyor. Tüm belli başlı uluslararası sorunlarda ABD'yle eşgüdüm halinde davranmayı esas alıyor. Diğer iki güçlü ve etkili üye Almanya ve Fransa'nın da dav­ ranışları da farklılaşmaya başladı. Ulusal karakterler daha ön sıraya yerleşmeye başladı. Topluluk organlarının kararlarına karşın, bu ülke­ lerden şeyler yükselmemesine karşın görünür bir şekilde ulusal karar mekanizmaları belirleyici hale geldi. AET'nin sorunlarına karşı bir kayıt­ sızlık yaşanırken, Almanya kendi iç sorunlarını çözümlemeye tüm ağır-


15 YOL lığını vermiş durumda. Ulusal hedefler AET hedeflerini gölgelemeye başladı. Yeni uluslararası şartlar ABD ve Japonya karşısında birleşik bir Avrupa'yı zorlarken, aynı şartlar ters yönde bir akıntıyı da içinde barın­ dırıyor. Hele uluslararası pazarda korumacı eğilimlerin yükselişi kendini iyice hissettirmeye başlarsa, siyasi birlik adımının henüz çok başında bulunan AET dağılışa varmasa bile, çok ağır hasarlara uğrayabilir. Dünyanın içine girdiği bu yeni konak bir bütün olarak anlaşıla­ mazsa Körfez savaşını anlamak ve tarihteki yerine oturtmak mümkün olmaz. Emperyalist propaganda merkezleri körfeze düzenledikleri saldı­ rıya Irak'ın Kuveyt ülkesini! uluslararası hukuka aykırı olarak işgal et­ mesini gerekçe gösterirken B.M.'in bu konuyla ilgili aldıkları kararları uygulamamasını da gerekçeleri arasında sayıyorlardı. Kendileri körfez­ de emperyalist çıkarların temsilcisi olarak değil "Uluslararası hukukun ve hürriyetlerin savunucusu olarak" bulunuyorlardı. B.M. in kararlarını hayata geçirir geçirmez bölgeden ayrılacaklardı. ABD ve Ingiltere başta olmak üzere irili ufaklı emperyalist ülkeler ve onların bölgedeki uşağı si­ yasi iktidarlar bu yüce insanlık idealleri uğruna kendilerini feda ediyor­ lardı! Bu iddialar televizyonları başında heyecanlı bir savaş oyunu iz­ ler gibi kendinden geçmişçe bir halkın en ileri teknolojinin ürünü ölüm makinaları ile yok edilişini heyecanla seyreden alıklaştırılmış yığınlara yutturulsa bile, beynini ve vicdanını kapitalizme teslim etmemiş insan­ lara nasıl yutturulabilir? Hangi sis perdesiyle örtülürse örtülsün gerçeği olduğu gibi görebilecek ve o uğurda döğüşebilecek milyonlar var. Biz o gerçeği açıklamaya çalışalım. Bu savaş tümüyle emperyalist politikaların ürünüdür ve bir anda ortaya çıkmış değildir. Kökleri birinci emperyalist savaşa kadar uzar. 1. Dünya savaşının galibi emperyalist ülkeler - Ingiltere başta olmak üze­ re - Orta Doğu'da yaptıkları savaş sonrası düzenlemelerde petrol ya­ taklarını kendi denetimlerinde tutmayı esas aldılar. Arap toplumunu kurt dalmış sürüye çevirip binbir parçaya ayırdılar. Harita üzerinde cet-


Körfez Savaşı ve Emperyalizm 16 velle çizilmiş sınırlara sahip bir sürü devlet yaratıp onların başına da kendilerine en sadık köle olacak şeyh ve kabile şeflerini geçirdiler. Bin­ lerce yıllık tefeci-bezirgan ilişkilerinin çengelinde kanayan Arap halkına kendi toplumsal geriliği, parçalanmışlığı yetmezmiş gibi o şartları daha da ağırlaştıran ve ebedileştiren emperyalist politikalar dayatıldı. İşte şimdiki savaşın tarihsel kökleri bu emperyalist politikalara dayanmakta­ dır. Tarihte hiç bir toplum hareketsiz taş örneği olduğu yerde kalmı­ yor. Hızlı ya da yavaş genel gelişim yönünde değişiyor ve ilerliyor. Dünya toplumunun bir parçası olan Arap toplumu da iç ve dış tüm olumsuz şartlara rağmen bu genel gidişin dışında kalamazdı. Çok acılı süreçlerden geçerek ve çok ağır da olsa bu genel kanuna uymamazlık edemezdi. Kapitalizm ağır, geç, sancılı bir yoldan ilerlese bile Arap toplumlarında da mantıki sonuçlarını yarattı. Gerici, kişiliksiz ve asalak ka­ rakteri ne oranda ağır basarsa bassın, kabile şefleri ve petrol şeyhleri­ nin hakim olamayacağı bir Arap burjuvazisi ve onun adına öncülüğe soyunmuş asker-sivil bir aydınlar eliti var. Toplumun ezilen güçlerini de arkasına alacak parolaları bayraklaştıran bu güçler tutarlı anti-emperyalist politikaları hayata geçiremeseler de emperyalistlerin kayıtsız şart­ sız köleleri olmak yerine ortakları olmayı hedefliyorlar. Nasırla başla­ yan bu sürecin günümüzdeki en önemli temsilcisi Saddam görünüyor. "Keyfi sınırları ortadan kaldırmak birleşik bir Arap toplumu yarat­ mak ve petrol gelirlerinin en azından bir kısmına ortak olmak’ düşün­ cesini bayraklaştıran Saddam'a emperyalizm böyle kritik bir bölgede ve kritik bir anda tahammül edebilir mi? Emperyalist saldırının gerçek ge­ rekçesi işte budur. Bundan öte söylenen ve söylenecek her şey bu ger­ çeği gözlerden saklamak içindir. Emperyalist ülkelerin yöneticileri ve ideologları basın ve yayın organlarında kendi "masum ve insani değerlerini" Irak'a yağdırdıkları yüzbinlerce ton bombadan daha etkili bir tarzda kullanırken, Saddam'ın zalimliği, saldırganlığı, diktatörlüğü ve işgalciliği üstüne kıyametler ko­ parıyor. Doğrusu böylesine utanmazca bir ikiyüzlülüğü ancak onlar be­ cerebilirler. Saddam'la ilgili kullanılan sıfatların büyük oranda doğru ol­ duğunu bütün insanlık biliyor. Ancak gözden saklanılmaya çalışılan şu


17 YOL gerçekler daha mı az doğrudur? Birincisi Saddam ve onun temsil ettiği politikalar yeni ortaya çık­ mış değildir. İslam devriminin arkasından fırsatı ganimet bilip İran'a fü­ tuhata çıkan Saddam'ı maddi manevi her türlü desteğe boğarken, tepe­ den tırnağa silandırırken emperyalizm şimdiki iddialarını göremiyor muydu? O zaman daha mı az saldırgandı? Daha mı az işgalciydi? Yoksa Iran topraklarının işgali uluslararası hukuk kurallarının gereği miydi? Ya da aynı Saddam kendi ülkesindeki Kürt halkının başına "Bomba-i Kimya” yağdırırken daha mı az zalimdi? Sorular ve cevaplar çoğaltılabilir, geçelim. İkincisi; kapitalizm kapitalizm olalıberi, geçici aldığı biçimler ne olursa olsun, hangi ülkede daha az zalim, daha az saldırgan, daha az işgalci olmuştur. En gerisinden en ilerisine; faşistinden demokratına ka­ dar tek bir kapitalist toplum göstarilebilinir mi ki, daha az zalim, daha az saldırgan, daha az işgalci olsun? Neresinden bakılırsa bakılsın, Irak burjuvazisinin ve onun siyasi önderliğinin amaçlarında ve yaptıklarında, en ileri ve demokrat kılıklı kapitalizmin yaptıklarının ve yapacaklarının fazlası yok, eksiği vardır. İşte onca yaygara bu gerçekleri örtmek içindir. 'Dinime küfreden müslüman olsa" hak verilebilir.Saddam'ı sorumlu tuttukları suçlardan çok daha ağırlarını, bırakın kendi toplumları içinde işlemeyi, tüm dün­ yada var oluşları boyunca her gün tekrarlayanların Saddam'ı yargıla­ ması tarihin bir istihzası olsa gerektir. Bu iddialarla Saddam'ı yargıla­ mak sadece bir aldatmacadır. Saddam, emperyalizm nazarında suçlu­ dur, ama söylenenlerden değil. Tam tersine hiç ağza alınmayan eylem­ lerinden ve amaçlarından dolayı. Emperyalizmin Orta-doğu'daki çıkarla­ rına çomak soktuğu için aynı, yolu tutmaya hazır mazlum uluslara kötü örnek olduğu için. Bu suçlar emperyalizmin Saddam'ı idam etmesine yeter de artar bile. Emperyalizm bugün Saddam'ı yense bile, Arap toplumunu eski sınırlar içinde ve eski politik yöntemlerle çok fazla idare etme şansına sahip olmayacaktır. Petrol kuyuları içten içe yanmaya devam edecek, mazlum Arap halkının kukla yöneticilere ve emperyalizme duyduğu öf­


Körfez Savaşı ve Emperyalizm— 18 keyi besleyecektir. Giderek radikalleşecek Arap kitlelerinin sosyalizm yönünde bir kurtuluşu hedeflemesi dünyanın bugünkü şartlarında çok küçük bir ihtimal olsa da; radikal bir İslam hareketinin emperyalist çıkar­ lara gene de çok ağır darbeler indireceğini yakin tarih, Iran İslam Devri­ mi ile göstermiştir. İkinci şık Orta-doğu toplumlarının bugünkü gerçeği­ ne daha uygun düşmektedir. Devrimci marksizmin bu toplumsal ger­ çekliğe nasıl yaklaşması gerektiği ayrı bir yazının konusudur ve daha sonra ele alınacaktır. Savaş şimdiden çok fazla görülemeyen ama etkileri daha sonra ortaya çıkacak ve tehlikeli gelişmelere yol açacak, bir başka sonuca daha yol açacaktır. O da emperyalist güç odakları arasındaki rekabetin giderek kızrşmasıdır. Körfeze düzenlenen emperyalist saldırının temel gücü ABD'dir. Yedeğinde sahibine sadık iktidarsız ihtiyar Ingiliz emperyalizmi yer al­ maktadır. Dünyanın son hakimiyle eski hakimi arasında saldırının amaçları ve hedefleri bakımından tam bir uygunluk vardır. Ingiliz em­ peryalizmi eski günlerin özlemi içinde yanıp tutuşmaktadır. Ancak bunu yalnız başına gerçekleştirebilecek güçten yoksundur. Kurtlar sofrasın­ da ABD'nin eteklerine tutunabildiği oranda yer kapabileceğinin gerçek­ çiliği içindedir. Fransa'nın Körfez Savaşına aktif katılımı aynı masada yer kapa­ bilmek uğruna, kendi çabası ve gücüne dayalı bir hesabı içeriyor. Sa­ vaş anına kadar ABD ile aynı tutum içine girmekten özenle kaçınması­ na rağmen devre dışı kalmanın korkusuyla aynı taktiğe kerhen katıldı. Diğer ufak emperyalist Avrupa ülkelerinin tutumu da aynı seyri izledi. Dünyanın ABD dışındaki esas iki devi askeri müdahale yönünde oy vermelerine ve alınan kararlara katılıyor görünmelerine rağmen, as­ keri bir müdehaleye ortak olmadılar. Hatta savaşın finansmanında bile Japonya ve Almanya pek de gönüllü davranmıyorlar. Habire binbir ge­ rekçeyle ayak sürüyorlar. Hem ağlayıp hem giden gelin misali bir hu­ zursuzluk içindeler. Genel planda üçüncü dünyadan yükselen bu tür hareketlerin cezalandırılmasının savunucuları durumundalar. Öte yan­ dan somut körfez müdehalesinin ABD'nin petrol kuyularına fiilen el koy-


19 YOL ması olduğunu biliyorlar. Ve savaştan galip çıkacak ABD'nin askeri ve siyasi zaferini ulusal düzeyde bir bunalıma girmesi biçiminde olsun uluslararası bir bunalım halinde olsun kendilerine karşı tehdit unsuru olarak kullanacağının korkusunu yaşıyorlar. Üstelik neredeyse tümüyle denecek oranda Orta-doğu petrollerine bağlı bu ülkelerin ABD ile ilişki­ leri bundan sonra önemli zikzaklara gebedir ve uluslararası pazar ve ilişkiler bu durumdan aşırı derecede etkilenecektir. Uluslararası bir buh­ ran şiddeti oranında bu durumun yıkıcılığı da artacaktır. Körfez Savaşının bir başka temel sonucu da BİRLEŞMİŞ MİL­ LETLER CEMİYETİ'nin gerçek yüzünü ve işlevini ortaya çıkarması ve belki de parçalanmayla sonuçlanacak bir siyasi krize yol açması ihti­ malidir. Uluslararası kamuoyunun tepkilerini en alt seviyede tutabilmek için ABD emperyalizmi Körfez saldırısını Birleşmiş Milletler Cemiyetinin kararlarının arkasına gizlenerek gerçekleştirmiştir. Önce BM'ye ve Gü­ venlik Konseyine istediği yönde karar aldırtmış, arkasından uluslarara­ sı hukukun korunması uluslararası adaletin yerine getirilmesi için ken­ dini görevli ilan etmiştir. Saldırısını gözlerden saklayabilmek ve saldır­ gan imajından kurtulmak yönünde son adım sözde "uluslararası güç" oluşturmakla atılmıştır. Doğrusu emperyalizm politikasında düşünebile­ ceğinden de öte başarı kazanmıştır. Uluslararası sorunların çözümünde otorite olan -en azından böy­ le sunulan- BM örgütü ve onun yürütücü organı Güvenlik Konseyi aldı­ ğı son kararlardan ve tavırlardan sonra, mazlum insanlığın gözünde zaten zayıf olan prestijini iyice kaybedecektir. Bugüne kadarki hiç bir emperyalist saldırı, işgal ve İlhak girişiminde aktif hiç bir müdehaleye girmemiş ve yaptırım uygulayamamış BM Örgütünün bu kadar hızla karar alabilmesi ve uygulamaya geçmesi onun gerçek işlevinin ne ol­ duğunu tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarmıştır. Emperyalizmin çıkarlarına uygun olduğu müddetçe "uluslararası hukuk düzen ve adalet" teki her değişme en fazla kınanabilir ve hiç bir yaptırım gücü yoktur. Ama aksi olduğunda işin nerelere varabileceğini Körfez müdahalesi göstermiştir. Körfeze müdahale kararının Güvenlik Konseyi'nden'geçmesi


Körfez Savaşı ve Emperyalizm— 20 son uluslararası güç dengelerinin değişmesinin ürünüdür ve bir insanlık komedyasıdır. Veto hakkına sahip beş ülkeden (ABD, Sovyetler Birliği, Çin Halk Cumhuriyeti, Ingiltere, Fransa) Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti'nin emperyalist saldırıya kılıf olacağı açıkça belli olan böy­ le bir karara evet demesi, dünyanın nasıl bir ortama sürüklendiğinin göstergesidir. Mazlum uluslar için tümüyle adaletsiz ve haksız olan mevcut uluslararası düzen, mazlumların her baş kaldırışında sarsıla­ caktır. BM Örgütü bugünkü yapısıyla doğacak sorunları çözmek yerine onların daha da ağırlaşmasına yol açacaktır. Belki bundan önceki so­ runlarda da BM emperyalist ülkelerin baskısı ve etkisi altındaydık Ve son tahlilde onların işine yarıyordu. Bundan böyle bu karakterini çok daha göze batar tarzda sergilemek zorunda kalacaktır. Ve bu durum mazlum ulusların tepkisinin yükselmesine, belki de büyük çaplı kopuş­ lara neden olacaktır. KÖRFEZ SAVAŞI ve YENİ ORTADOĞU DÜZENİ Savaşın başlamasından bugüne kadar istisnasız her gün savaş sonrası Ortadoğu düzeniyle ilgili senaryolar üretiliyor. Dünyanın ve böl­ genin bütün güçleri kendi çıkarlarına en uygun senaryonun hayata geç­ mesi uğruna kanter döküyorlar. Hangi senaryonun ya da hangi senar­ yolar karışımının gerçekleşeceği tümüyle savaşın gidişi tarafından be­ lirlenecektir. Ve muhtemeldir ki uzun süreli geçerliliği olmayacaktır. Zira dünyanın bu en sancılı bölgesinin sorunları öylesine ağır ve tarihsel şartlar öylesine elverişsizdir ki, ulaşılacak hiç bir çözüm bu sorunları or­ tadan kaldırma gücünde olmayacaktır. Belli başlı üç temel soruna işa­ ret edelim. Birincisi; kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin ve o temel üstünde yükselen toplumsal hayatın emperyalist zor politikaları eşliğinde yarat­ tığı Arap halkının parçalanmışlığı ve suni devletler-devletçikler sorunu­ dur. Savaş nasıl biterse bitsin bugünkü tarihsel şartlarda bu sorun hiç bir devletler arası antlaşmayla çözüme kavuşturulamaz. Savaş ABD'nin üstünlüğü ile sonuçlanır, barış onun dikte ettiği şartlarda ger­ çekleşirse, ki büyük ihtimaldir, sorunun çözümü bir yana çok daha ağır ve sancılı bir dönemin başlayacağını kestirmek için kahin olmak gerek­ miyor. Bu alternatifin gerçekleşmesi halinde ABD iki yol tutabilir. Bölge-


21 YOL de pekiştirdiği liili askeri varlığına güvenmek esas olacağına göre ya mevcut durumun (Araplar arası parçalanmışlık ve bölünmüşlük, kabile şefleri ve şeyhlerin ve gerici Arap rejimlerinin varlığı) aynen sürmesini dayatabilir, hatta buna Irak'ın parçalanmışlığını da ekleyebilir. Ya da sı­ nırlar aynı kalmakla birlikte makyajı aşmayan, sözde kimi reformlarla tümüyle kendi kontrolünde ve güdümünde rejimlerin iç yapılarında kıs­ mi demokratikleştirmeler gerçekleştirebilir. Bu iki yolun da çıkmaz oldu­ ğu ortadadır. Her iki halde de bölgede iç çatışmaların ve yeni bir sava­ şın tüm potansiyel imkanları devam edecektir. ABD üstünlüğünden sa­ vaşın bitmesi, yeni savaşların ve iç savaşların çok daha geniş çapta yaşanacağına başlangıç noktası olacaktır. Irak'ın Kuveyt'i işgali birleşik ve devrimci bir Arap toplumu yaratma perspektifinden uzak olsa da ge­ rek savaş gerekse savaş sonrası çalkantılar Arap toplumları içinde güçlü bir anti-emperyalist dalga ve birleşik devrimci bir toplum yaratma anlayışının mayalanmasına yol açacaktır. Saddam bilmeyerek ve iste­ meyerek de olsa bu fitili ateşlemiştir ve hiç bir güç bu süreci tersine çeviremez. En fazla yapabileceği şey geciktirmek veya islami ideoloji ile bozmak olacaktır. İkinci sorun; Filistin Halkının ulusal haklarının tanınması ve Filis­ tin Devletinin kurulması meselesidir. Ortadoğu denince ilk akla gelen ve bugünkü savaşın tarihsel şartları içinde hemen herkesin kabul ettiği ve ilk sırada saydığı bu sorunun da savaş sonrası düzenlemelerle ve uluslararası antlaşmalarla haklı ve Filistin halkını tatmin edici bir çözü­ me kavuşması mümkün değildir. İsrail'in bölgedeki bugünkü işlevi de­ vam ettikçe ki, daha da artarak devam etmek zorundadır ve emperya­ lizmin kölesi gerici Arap rejimleri varlığını sürdürdükçe Filistin meselesi çözülemeyecektir. ABD'nin çözüme yönelik önerisi bellidir, ve yıllardır o yönde çaba harcamaktadır. ABD'nin galibiyetiyle bitecek bir savaşın gerici Arap iktidarlarını daha da kişiliksizleştireceği ve köleleştireceği düşünülürse, Filistin sorununda varılabilecek en ileri noktanın ÜrdünFilistin Konfederasyonu olacağı açıktır. Ve bu çözümün ne Filistin hal­ kını ne de onun doğal müttefiği Arap devrimcilerini ve ezilen sınıflarını tatmin etmesi düşünülemez. Bu her iki sorunu da çözebilecek tek sosyal güç, ezilen, sömürü-


Körfez Savaşı ve Emperyalizm— 22 len Arap emekçi yığınları ve onun devrimci öncüleridir. Bu güçler belir­ leyici hale gelmedikçe bırakın emperyalizmi bir yana, hiçbir uluslararası güç ve antlaşma kalıcı bir sonuç yaratamaz. Bu sorunların varlığı halin­ de de ilan edilmiş olsun ya da olmasın; sıcak çatışmalar halinde sürsün ya da sürmesin savaş hali devam edecektir. Üçüncü temel sorun; Kürt meselesidir! Yeryüzünde devletsiz ka­ lan ve dört devletin paylaştığı sömürgelerden birisi, Kürdistan'dır. Ge­ rek tarihsel gelişim özellikleri, gerekse de emperyalizmin bölgedeki çı­ karları açısından bu sorun bugüne dek çözümsüz bırakılmıştır. Savaşla birlikte tekrar uluslararası platformların ve savaş sonrası senaryoların ilk sıralarında yer almaya başlamıştır. ABD başta olmak üzere emper­ yalist güçler ve bölgenin sömürgeci devletleri, savaşla birlikte bu soru­ nu yeniden gündemlerine almış dürümdalar. Herkes kendi çıkarına ola­ cak bir çözümün hesabı içindedir. Ortadoğu'daki ortamı en az Filistin sorunu kadar etkileyen ve son yıllarda gelişen ve güçlenen Kürt Ulusal Hareketi nedeniyle daha da fazla etkileyecek olan bu mesele de savaş sonrası uluslararası antlaşmalarla çözüme kavuşturulamaz. Emperya­ list ülkelerin ve bölge sömürgeci güçlerinin çıkarları bu sorunda son tahlilde aynı zeminde -K.......... n’ın sömürge statüsünün devam etmesi - olsa da, yakın planda pek çok çatışmaya yol açmaktadır ve açacaktır. Uluslararası hukukun ve adaletin temsilcisi Birleşmiş Milletler Örgütü(!) bu kangren olmuş soruna nastl bir çözüm üretebilir? Orta-doğu'da çatışmasız bir ortamı yaratmayı amaçladığı yalanını her gün tekrarlayan emperyalizm bu sorunu nasıl ortadan kaldıracaktır? Ne ABD mandası altındaki Irak’tş oluşturulacak bir otonom Kürt bölgesi soruna çözüm olacaktır, ne de emperyalizmin öncülüğünde varılacak başka bir dü-, zenleme. Kürt ulusal kültürünün Türkiye'de ya da diğer sömürgeci ülke­ lerde sözde gelişimine izin veren düzenlemeler çözüm olmaktan çok uzaktır ve bölgedeki çatışmaların daha da derinleşmesinden başka bir sonuca yol açamaz. Kürt derebeyi ve burjuvazisi ile yapılacak antlaş­ malar Kürt halkının Ulusal Kurtuluş Savaşının ve Devrimci Birleşik K.............. n'ın doğuşunu engelleyemez, hatta geciktiremez bile. Zira o yönde atılan her adım baştan ölü doğmak zorundadır. PKK’ nın önderli­ ğinde yürüyen devrimci K.... hareketi, diğer parçalarda da giderek güçlenmekte ve yayılmakta, devrimci Kürt örgütleri arasında birlik ve ya-


23 YOL kınlaşmanın temellerini kuvvetlendirmektedir. Emperyalizmin ve onun güdümündeki sömürgeci bölge ülkelerinin oynayacakları tüm oyunları bozacak bir sosyal temel yaratılmıştır. Söz konusu güçlerin hiç bir ma­ nevrası başarıya ulaşma şansına sahip değildir. Hele Türk Finans-kapitalinin kendi işgali altında tuttuğu bölgede insiyatrfi ve üstünlüğü kaybet­ mişken; Musul ve Kerkük'ü de içine alacak bir K.... ...........Otonom böl­ gesine vasilik yapma hayallerini kurması, arap develerini bile güldüre­ cek bir komikliktir. Çözüm bellidir, Birleşik Devrimci K....y....... Çözecek güç de or­ tadadır, ve savaş boylarındaki yerini almıştır. Bunun dışındaki her em­ peryalist manevra, her sömürgeci ayak oyunu boşa çabadır. Emperya­ lizmin de , bölge sömürgeci devletlerinin de sorunu ağırlaştırmaktan öte hiç bir şansları yoktur. Özetlersek; savaş sonrası Orta-doğu'nun istikrarlı ve barışçı bir ortama kavuşacağı propogandası, kocaman bir emperyalist yalandır ve savaş bu sorunları çözeceğine büyütecektir. ABD'nin ve bir bütün ola­ rak emperyalizmin çıkarları yönünde olacak bir barış ortamı, son dere­ ce geçici ve aldatıcı olmak zorundadır. Körfez Savaşı alttan alta yanan ve şiddeti her gün biraz daha artacak olan anti-emperyalizmin ve dev­ rimci kavganın sonu değil, başlangıcıdır. Saddam’ın elinde ve dilinde tanınmayacak hale gelmiş olması bu mücadeleyi bulanıklaştırmış olsa da, savaşın gidişi şeylerin yerli yerine oturmasını hızla sağlayacaktır. Saddam gerekçesine sığınıp, hiç bir devrimci gücün savaşa kayıtsız ya da 'tarafsız" kalması, her iki tarafa da lanet yağdırması düşünülemez. Saddam önderliğindeki Irak burjuvazisinin gerici ve çapulcu karakteri olsa olsa böyle bir savaşı neden devrimcilerin sürdürmek zorunda ol­ duğunun altının bir kez daha çizilmesine yol açar. Emperyalizmin çıkar­ larına vuran her hareketin desteklenmesi ve ilerletilmesi komünistlerin ve tüm devrimcilerin dün de göreviydi, bugün de görevidir, yarın da öy­ le olacaktır. Bölgenin tüm mazlum uluslarının ve çok rezil bir yaşama mah­ kum edilmiş emekçilerinin, emperyalizmin Körfez saldırısından sonra eskisinden çok daha yaygınca anti-emperyalizm saflarına katılacağına hiç şüphe yoktur. Yalnız İslam toplumlarının geriliği ve kendi orijinalliği


Körfez Savaşı ve Emperyalizm— 24 nedeniyle olsun sosyalizmin dünya çapında yenilgisi ve korkunç prestij kaybı nedeniyle olsun, kitlelerin radikalleşmesinin sosyalizmi temel ala­ cak şekilde ilerlemesi zorlaşmıştır. Iran Devriminin büründüğü biçim düşünüldüğünde gelişimin hangi mahiyette seyredebileceğinin görül­ mesi mümkün. Geleceği temsil etmede hiç bir şansı olmamasına kar­ şın İslam toplumlarında günümüzde sınırlı bile olsa islami ideolojiyi bayraklaştıran radikal örgütlenmelerin güç kazanması ve öncülüğe so­ yunmasının nesnel temelleri varlığını korumaktadır. Sınıflı toplum ger­ çeğini zerrece kavrama şansı olmayan radikal islami akımlar, bir yan­ dan anti-emperyalizmi yükseltirken öte yandan onu tanınmayacak hale getirip Islam-Hiristiyan ya da Islam-Siyonizm çatışması biçimine soka­ caklardır. Bölge egemen sınıflarının ve emperyalist ülke ideologlarının bu yöndeki bir çabaya başları sıkıştıkça yardımcı olacakları aşikardır. Anti-emperyalizm ve devrimciliğin bilerek veya bilmeyerek İslamcılıkla soysuzlaşması ya da soysuzlaştırmasına karşı Iran Devriminin yarattığı acılardan sonra olsun yeterince uyanık olmak zorunludur. İslami bir anti-emperyalizmle gel geç ortak davranışlar ne olursa olsun teşhir ve tecriti yönünde ısrarlı bir savaş sürdürülmesi komünistler ve çağdaş devrimciler için hiç bir nedenle ertelenemez görevdir. Komünistler bu bölgede gerek ülke içi gericiliğe karşı, gerekse emperyalizme karşı ra­ dikal İslamcı akımlar gerçeği ile yüz yüzedir ve onlarla ilişkilerini toptan­ cı kaba taktikler düzeyinde tutamaz, tutmamalıdır. Ortak düşman yerli egemen güçler ittifakına ve emperyalizme karşı ve zaman nereye ka­ dar, nasıl ve hangi şartlarla davranılacağını her adımda tekrar tekrar hesaplamalıdır. SAVAŞ VE TÜRKİYE Krizin başladığı ilk günden itibaren Türkiye savaşın en kararlı ve ısrarlı savunucusu oldu. ANAP iktidarı ABD, Ingiltere ve İsrail ile tam bir uyum içinde davrandı. Orta-doğu sorunlarına ve Arap devletleri arasındaki çatışmalara bugüne dek hep mesafeli davranmış 'pasifliği ve tarafsızlığı' resmi po­ litika olarak benimsemiş T.C.nin bu tutum değişikliği, bölgede yeni rol­ ler üstlenmeye hazırlandığının açık ifadesidir. Hedef Israilleşmektir. İs­ lam kılıklı ikinci İsrail'in sureti yanan petrol kuyularının cehennem ateşi


25 YOL içinde belirginleşmektedir. İktidarın savaş yanlısı politikası ve Ortadoğu'da aktif ve müdaha­ leci tavrı egemen güçler ve onların siyasi temsilcileri tarafından tam bir mutabakatla benimsenmemiş olsa bile zamanla yeni durumun "milli po­ litikaya" dönüşmesi beklenmelidir. Şimdiki tereddütler ve görüş ayrılık­ ları esasa ilişkin olmaktan çok detay noktalardadır. Ayrıca her sıçrama­ nın ve başlangıcın alışılagelmiş davranış kalıplarını kırarken kimi san­ cılar yaratması da doğaldır. Özal iktidarının muhalefetle ve askerlerle çatışmasının altında savaşın dehşeti içinde hızla şekillenen yeni rolün benimsetilme güçlüğü yatmaktadır. Ancak süreç Özal'dan yana işle­ mektedir. Nitekim TÜSİAD ve Odalar Birliği kimi iktisadi sızlanmalarına rağmen iktidarın temel politikasını desteklemektedir. DYP ilk günlerdeki tutumundan çark etmiştir. SHP muhalefetini burjuva insancıllığının, burjuva pasifistliğinin dar sınırları dışına çıkaramamıştır. Bu zeminde bile günden güne daha geriye doğru kaymaktadır. Savaş konusunda olsun, savaş sonrası Ortadoğu'nun yeni düze­ ni konusunda tavrını saptarken olsun Türkiye çok seçenekli bir seçim yapma şansına sahip değildir. Detaylarda kimi faklılıklar mümkün olsa da siyasi iktidar değişiklikleri esas politikalarda değişiklik yaratamaz. Bu durumun biri uluslararası ilişkilerden, diğeri iç şartlardan kay­ naklanan iki temel sebebi vardır. Türkiye'nin uluslararası ilişkileri ve iç yapısı temelli değişikliklere uğramadıkça, başka alternatiflerin devreye sokulabilmesi de mümkün olmayacaktır. Dış sebep; emperyalizmin yeni Orta-doğu politikasıdır. Emperya­ lizm bugüne dek bölgedeki çıkarlarını İsrail ve gerici bölge rejimlerine dayanarak koruyabiliyordu. Zaman zaman sorunlar çıksa da bu iki da­ yanak noktası durumun sürdürülmesine yetiyordu. Irak'ın Kuveyt saldı­ rısından sonra emperyalizmin çıkarlarının eski güçlerle ve eski biçimde güvence altında tutulamayacağı ortaya çıktı. Önce Irak askeri bir müdehale ile ezilecek, güçten düşürülecekti, sonra "daha sağlam bir Orta­ doğu düzeni’ kurulacaktı. Her iki görev için de emperyalizmin bölgede çalacağı ilk kapının Türkiye olması siyasi gerçekliğin gereğidir. Ekonomik, politik, askeri ba-


Körfez Savaşı ve Emperyalizm— 26 kımdan tümüyle emperyalizme bağımlı Türkiye'nin emperyalizmin bu isteğine karşı çıkması düşünülebilir mi? Varlığını emperyalizme borçlu Türk egemen güçlerinin ödeyeceği bir bedel olmalıydı ve fatura şimdi bir kere daha masaya konmuştur. Üsleri kullanıma açın, savaşa hazır olun, savaş sonrasında jandarmalığa soyunun. Emperyalizmin bu talebine direnebilecek hangi burjuva iktidar olabilir? Bu taleple karşılaşılmasında sürpriz bir yan var mıdır? Eloğlu bunca yıldır seni boşuna mı besliyor? Siyasi gerçeklerden zerrece ha­ berdar bir siyasinin bu durum karşısında şaşkınlığa düşmesi şaşırtıcı olur. Özal politikalarına muhalefet eden burjuva siyasilerinin ya unut­ mak istedikleri ya da unutturmak istedikleri birinci gerçek budur. İkinci sebep Türkiye'nin iç şartlarıdır. Türk egemen sınıfları im­ paratorluk günlerinin özlemini hep canlı tutmuşlar ve bir gün tekrar böl­ genin biricik egemeni olma hayallerinden vazgeçmemişlerdir. Her yolla kuşaklar boyunca bu ruh egemen kılınmıştır. Zamana ve siyasi iktida­ rın yapısına göre dozu yükselip alçalmasına rağmen esas hep aynı kalmıştır. Bu nedenledir ki, Türkiye bütün komşularıyla çatışma halin­ dedir. Eğer bu çatışmalar, Kıbrıs’ın işgali hariç, sıcak savaşa varma­ mışsa Türkiye'nin barışçılığından değil saldıracak güce ve fırsata sahip olmayışındandır. Bölge çapında bir emperyalist güç olma arzusu içinde yanan Türk Finans-kapitalistlerinin her olanağı bu emelleri yönünde kullanacağı açık gerçekliktir. Irak'ın Kuveyt saldırısı bu emeli depreştirmiştir. Güçlü bir Irak za­ ten Türkiye için tahammül edilebilir bir dert değildi. Ama yalnız başına bir savaşı göze alabilecek ne zemin vardı ne de güç. Emparyalizmin Irak saldırısı Türkiye'nin işini kolaylaştırdı. Çok ucuz bir bedelle amacı­ na ulaşma şansı yarattı. Güçlü bir rakipten kurtulmak noktasında em­ peryalizmin çıkarlarıyla Türk egemen güçlerinin çıkarları tam bir uyum içersindedir. Bu nedenle de Türkiye'nin savaşta ısrarlı ve kararlı tutumu sadece emperyalist dayatmanın değil, kendi çıkarlarının da gereğidir. Hele savaş kargaşası içinde yetmiş yıllık rüyasını da gerçekleştirebilir­ se yani, Musul ve Kerkük petrollerine el koyabilirse deyme keyfine.


27 YOL Türkiye'nin savaş yanlısı tutuma girmesinin ikinci nedeni Kürt meselesidir. Özellikle son yıllarda yükselen kurtuluş mücadelesi karşı­ sında iyice acze düşmüş Türkiye'nin Irak'ın yenilgisiyle ortaya çıkacak Kürt meselesinde emperyalistlerin K..................politikasına kayıtsız kalması beklenemez. Bu sorunu kendi çıkarlarına zarar vermeyecek bir zeminde tutabilmek söz sahibi olmaktan geçiyor. Böyle bir şansı yaka­ lamanın da savaşta emperyalizmin tarafında olmakla mümkün olabile­ ceği açıktır. Mevcut politikanın benimsenmesinde doğrudan belirleyici olma­ sa da dolaylı bir şekilde etki yapan üçüncü neden müzminleşmiş iktisa­ di kriz ve yükselen işçi sınıfı hareketidir. Normal şartlarda iktisadi krize yeni çözümler üretmek pek olanaklı değildir. İşçi sınıfının ve emekçi halkın yeni yüklere tahammül etmesi olağanüstü baskı koşulları olmak­ sızın sağlanamaz. Savaş hali gerekçesiyle Özal hem yeni iktisat politi­ kasını yürürlüğe sokacaktır, hem de işçi sınıfı hareketini bastırma şan­ sını ele geçirecektir. Nitekim her iki konuda da çok hızlı adımlar atma­ ya başladı. Önce grevleri erteledi, sonra yeni iktisadi tedbirleri sırasıyla devreye sokmaya çalışıyor. Gerek Orta-doğu'da ortaya çıkan yeni durum gerek Türkiye'nin emelleri ve karşı karşıya olduğu sorunlar Türkiye'nin yeni politikasının Özal'ın hasta ruhunun ürünü olmadığının yeterince açık kanıtıdır. Tür­ kiye bu savaşta ve savaş sonrası Orta-doğu'da yeni rolüne sadece em­ peryalizmin piyonu olarak değil, kendi çıkarlarının da sonucu olarak çıkmaktadır. Türkiye'nin tutumunu bazı sosyalistlerimizin yaptığı gibi emperyalizmin basit bir kulu olmasının sonucuna bağlamak çok ağır bir yanılgı olur. Türkiye emperyalizmin vereceği rolü oynamak zorundadır ama bu olayda Türkiye salt bu nedenle yer almamaktadır. Türk ege­ men güçlerinin emperyalist emelleri ve çıkarları da en az onun kadar hatta ondan da fazla etkili olmaktadır. Savaşa karşı çıkmanın, Türkiye’nin Israil'leşmesine karşı çıkma­ nın biricik tutarlı yolu Türkiye Finans-kapitalistlerirıe karşı amansız bir savaşı göze almaktan geçmektedir. Bu yapılmadıkça soyut savaş aleyhtarlığı gerçeklerin üstünü kapamaktan öte bir anlam ifade etmez. Burjuva muhalefet baştan beri bu tutumu sürdürmektedir. Savaşın ger-


Körfez Savaşı ve Emperyalizm— 28 çek nedenlerini gizlemekte, Türk egemen güçlerinin savaştaki rolünü gözlerden kaçırmaktadırlar. Bu tutum bilinçli bir burjuva aldatmacası değilse, gerçeklerin zoru ve dehşeti karşısında kör olmaktır. Bu oyun bozulabilir ve bozulmalıdır. Komünistler başta olmak üzere tüm devrimci güçler emperyalizme ve yerli ortaklarına karşı yeni bir savaş hattı kurmak için güç birliği oluşturmalıdırlar. Bunun nesnel zemini vardır. Emperyalist savaşa karşı olmadın bugünkü anlamı adım adım iç savaşı örgütleyebilmektir. Bu zemin esas olmak kaydıyla savaş aleyhtarı burjuva pasifistinden, radikal İslamcı akımlara kadar geniş bir toplumsal güçler yelpazesiyle atılacak ortak adımlar vardır. Türkiye ko­ münistlerinin ve devrimcilerinin bölge çapında Kürt ve Arap devrimci hareketleriyle işbirliğine girmesinin olabilirliği de söz konusu adımların atılabilmeslne bağlıdır. Bu görev başarılmadıkça emperyalizme ve böl­ ge gericiliğine öldürücü darbeler İndirmek laftan öteye anlam taşımaz. Elverişsiz bir ortamda çok zor bir görevle karşı karşıya olduğu­ muz ortada. Ama bu durum iş yapmamanın gerekçesi değil, çok fazla çalışmanın ve yaratıcı olmanın gerekçesidir. Her alanda her düzeyde görev başına.


29 YOL DEVRİMCİ DEMOKRASİDEN SOSYALİZME (TDKP ve EKİM ELEŞTİRİSİ) M. Yılmazer H.Fırat'ın "Devrimci Demokrasi ve Sosyalizm" kitabı THKO ve TDKP geleneğin'den kesin ve köklü bir kopuşmadır. H.Fırat kendi geç­ mişiyle hesaplaşırken dolambaçlı bir yol izlemeyip, doğrudan onun teo­ rik köklerini hedef almıştır. "71 Devrimci Hareketi’ yle böylesine köklü bir hesaplaşma, kaçınılmaz bir şekilde eskinin revizyonundan bambaş­ ka "yeni" sonuçlar doğurmak zorundaydı. Yalnızca parolalardaki deği­ şim bile bunu yeterince açıklamaktadır. "Ulusal Demokratik Halk Devri­ mizden "EkirrTe sıçrayış, "ulusal kurtuluş’tan "sosyal kurtuluş'a yük­ selişe işaret eder, etmelidir. Dünyada kapanmakta olan bir dönemin Türkiye'ye de yansıması kaçınılmazdı. Ulusal kurtuluş savaşları döne­ mi, yerini sosyal kurtuluş savaşlarına bırakıyor. Artık geri ülkelerde akan mücadelelerin belirleyici özü budur. Elbette ki, bizde devrimci hareketleri köklü hesaplaşmalara ve dönüşlere iten yalnızca bu uluslararası süreç değildir. Esas olan ülkede 12 Eylül'le birlikte yaşanan keskin dönüştür. 12 Mart sonrası süreç kök­ lü hesaplaşma ve dönüşler yaratmadı. Önceki teorik belirlemelerde ba­ zı düzeltmelerle yetinildi. Fakat 12 Eylülle başlayan yıllar bazı siyaset­ lerin önüne kimi teorik, politik düzeltmelerden çok, topyekün değişimi dayattı. Bir bakıma 27 Mayıs sonrası sürecin temel tartışma konusu olan 'devrimci hareketin stratejisi" 12 Eylül sonrası bir kere daha tartış­ ma gündemine tırmandı. Günümüzde sürüp giden tartışma da, tjpkı önceki gibi demokratik devrim-sosyalist devrim ekseninde sürüyor. 20 yıl sonra yapılan bu tekrarın anlamı nedir? Öncekinden farklılıkları ne­ lerdir? Yazıda "TDKP Eleştirisi" çerçevesinde bu sorunları ele alacağız. Halatın iki ucundan asılan kısır polemikler yerine böyle tartışmaları su yüzüne iten dipteki anaforları çözümlemeye çalışacağız. Yazar, "60'lara egemen sosyalizm" anlayışının" burjuva sosyaliz­ minin değişik türevleri (Yön-Devrim, MDD hareketi, TİP)", olduğu kanı­ sındadır. "71 Devrimci Hareketi, bu kaba burjuva anlayışların reddi teme­ linde ortaya çıktı ve devrimci hareketimizin tarihindeki önemi buradadır" (Devrimci Demokrasi ve Sosyalizm, H.Fırat)


Devrimci Demokrasiden Sosyalizme— 30 Devrimci Harekette 70'lerde önemli kopuşmalar yaşanmıştır. Bu­ güne kadar "Cephe" ve "Ordu" kökenli siyasi eğilimler bu kopuşmayı kör bir inkar seviyesinde algıladılar. Geçmişle ilgili ne varsa kötüydü, devrimci hareket 70'lerdeki kopuşmayla eskinin oportünist lekelerinden kurtuluyordu. Pratik mücadelenin hızlı akışında geçmiş önemini yitirdi. Hatta kopuşma yılları, o yılların teorik sorunları adeta unutuldu, "71 çıkışı" eskinin "pasifizmini" öldüren "devrimci bir atılım" oldu. Geç­ mişi körce inkar ettiği için, kendisi başlangıç noktası kabul edildi ve bu özellik önemli ölçüde 980'lere kadar korundu ve taşındı. Ancak 12 Eylül yarattığı büyük sarsıntıyla, son yirmi yılda oluşmuş yerleşik değerleri altüst etti, artık pek çok şey yeniden sorgulanıyor. H.Fırat, 60'lar ve hemen sonrasına bakınca, "71 Devrimci Hare­ ketinin "yalnızca bir kopmayı değil, 60'ların ikinci yarısıyla 70'lerin ikin­ ci yarısı arasında köprü konumuyla bir sürekliliği de sim gelediğini tesbit eder. (a.y. 40) Nasıl? ” 71 Devrimci Hareketi', Yön'de şekillenen ve MDD Hareketinde marksist bir görünüme büründürülen toplumsal yapı, toplumsal sınıflar, devrim aşaması, devrimin temel hedefleri vb. konusundaki tahlilleri ve bunlar üzerine oturan programı devraldı ve Mao'nun yeni demokratik devrim teorisinin özel etkisi altında küçük-burjuvazinin devrimci özlem­ lerini aşmayan bir yorumla, 701i yılların ikinci yarısına devretti, "(ay.) Böyle bir tesbitin yapılabilmesi için neden 980'leri beklemek ge­ rekti? "71 Devrimci Hareketi" TİP'i ve MDD'yi esas olarak" devrimci pra­ tikle" aşmıştı. Ancak bizzat bu devrimci pratik, iki önemli yenilgiden sonra, teorik temellerin sorgulanmasını gündeme getirdi. Bu ihtiyaç özellikle 12 Eylülle birlikte iyice öne çıktı. 71 Hareketi'nin teorik temel­ lerini kaçamaksız sorgulayan her kişi, onun "Yön ve MDD" ile olan teo­ rik ve siyasi bağlarım görmeden edemezdi. Böylece pratikte "aşılan" TİP ve MDD'nin, teorik ve siyasi temelde çok da aşılamadığı ortaya çıktı. Hiç şüphesiz ki bunun kavranması için mutlaka bir 12 Eylül yenil­ gisi şart değildi. Ancak sınıfların ya da sosyal tabakaların bilinç Bvrimi böyle oluyor. O nedenle olay, bir kaç kişinini gerçekliği kavrayışından öteye bir anlama sahiptir. "NASIL BİR KAPİTALİZM?" SORUNU Yazar, TDKP'nin 1980 ve öncesindeki tahlillerini eleştirisine te-


31 YOL mel alıyor. TDKP, özellikle 12 Eylül sonrası sistemli olmasa da bazı temel tesbitlerini revize etti. Ancak bu öylesine pragmatik bir yolla ger­ çekleştirildi ki, ne değişikliklerin boyutları ne de gerekçeleri yeterince aydınlanamadı. Bizim açımızdan şaşırtıcı olan bir şey yoktur, küçükburjuva skolastizmi böyle evrimleşir. "komprador-ağa devletinden, "te­ kelci burjuvazinin ve toprak ağalarının diktatörlüğü’ ne geçişin; ya da "milli burjuvazinin ikili karakterinden" "orta burjuvazinin tümden karşı devrimci" ilan edilmesine; hatta hepsinden önemlisi devrimin esas özel­ liğinin "feodalizme karşı toprak devrimi" olmaktan çıkarılıp "anti emper­ yalist demokratik devrim’ parolasının öne çıkarılışına bir sıçrayışın ye­ terli bir açıklamasını TDKP literatüründe aramak boşunadır. H. Fırat'ın bu nedenle, TDKP eleştirisinde son düşünce değişik­ liklerine fazlaca yer ayırmaması önemli bir zaaf sayılmayabilir. Ancak bu kaçınılmaz evrimin yönü ve nedenlerine değinmek yersiz olmazdı. Yazımızın sonuç bölümünde bu soruna değineceğiz. Netice olarak, Yazar'ın hedef tahtasında esas olarak TDKP'nin 1980 öncesi görüşleri vardır. Ve bunlar içinde en önemli yeri, Türkiye'de kapitalizm gerçekliği­ nin kavranış sakatlıkları tutar. ’ TDKP'nin küçük-burjuva devrim teorisinin temeli tam da bu öz­ gün kapitalizm görüşüdür". "Önemli olan kapitalist gelişmenin kendisi sosyal ve siyasal so­ nuçları değil, özellikleridir; bu kapitalizmin 'hangi temellerde'yükseldiği, 'nasıl bir kapitalizm' olduğudur; feodalizmle ve dolayısıyla da devrim sorunuyla 'bağı' d ır." (a.y.90) H.Fırat, sorunu yöntem olarak ortaya koyarken karışıklığa düşü­ yor. Önümüze iki farklı yaklaşım olarak ileri sürülen "kapitalist gelişme­ nin kendisi, sosyal ve siyasal sonuçları"nı temel almak; ya da "kapita­ lizmin hangi temellerde yükseldiği, nasıl bir kapitalizm olduğu, feoda­ lizmle, devrim sorunuyla bağım" temel almak, neden birbirine karşıttır? Ya da ilk yaklaşım "doğru ve proleter’ bir bakış açışıyken, İkincisi ne­ den "emperyalizmin küçük burjuva eleştirisidir? (a.y.87) Soruyu yalınlaştırırsak, Türkiye'de kapitalizmin gelişme orijinal­ liklerinin ve gelişim düzeyinin "devrim stratejisi’ nin saptanmasında bir


Devrimci Demokrasiden Sosyalizme— 32 belirleyiciliği var mıdır? Eğer varsa, bu, Türkiye'de kapitalizmin ge­ lişmesinin teori çözümlenmesini gerektirir. 1960'larda tartışı lan neydi? TİP ve MDD kutuplaşmasının altında yatan temel ayrımlar nelerdi? 1960'larda "nasıl bir kapitalizmden çok Türkiye'de kapitalizmin durumu tartışılmıştır. Türkiye'de kapitalizmin durumu söz konusu olunca, bizim gibi ülkelerde ister istemez başlıca iki sorun öne çıkmıştır: ilki emperyalizmin ekonomik ve politik olarak ül­ kedeki konumu: İkincisi kapitalizmin kendinden önceki üretim biçimle­ riyle ilişkisidir, (feodalizm, küçük üretim vb.) Tartışmaların özellikle bu iki noktada odaklaşması istek ve iradelerin ötesinde koşulların dayattığı bir kaçınılmazlıktı. Yazar, bunları tartışmak yerine "kapitalist gelişmenin kendisi sosyal ve siyasal sonuçlandın tartışılması gerektiğini ileri sürmektedir. TİP-MDD polemiklerinde ne yapılmıştır? "Kapitalist gelişme" tartışmala­ rın odak noktasında yer almıştır ve bu yoğun siyasi mücadele Türki­ ye'de kapitalizmin "egemen üretim biçimi" olup olmadığı noktasında ki­ litlenmiştir. Hatta o günlerin yazımında sık sık Türkiye'de feodal üreti­ min durumuyla ilgili yüzde hesapları yapılmıştır. Türkiye'de kapitalizmin egemen üretim biçimi olduğunu ileri sürerken; MDD şehirler dahil kapi­ talizmin egemen bir üretim biçimi olmadığını, feodalizm ve küçük üreti­ min baskın bir üretim tarzı olduğunu iddia etmiştir. Tarihin paradoksu, Türkiye'de kapitalizm konusunda temel teorik bakış olarak TİP doğruya yakın iken, pratik-taktik zeminde MDD hare­ keti öne çıkmış, TİP çözülüp daralmıştır. H.Fırat, kapitalizmin "hangi temellerde" yükseldiği, "nasıl bir ka­ pitalizm" olduğu, "feodalizm ve dolayısıyla da devrim sorunuyla bağfnın "irdelenmesine" karşıdır. Neden? 1960'larda bu sorulara verilen cevaplar ve TDKP'nin bu mirası devir alışı, bugün öylesine "geri ve ilkel" görünüyor ki, Yazar kapitaliz­ min durumunun "devrim sorunuyla bağım" bile tartışmak istemiyor. 1960'larda-MDD çevrelerinde, bizde kapitalizmin "kendi iç dina­ mizmiyle değil de bağımlı ve çarpık" geliştiği, "feodal kalıntıların tasfi-


33 YOL yesini geciktirdiği, ağır sanayiyi engellediğinin tartışıldığını ileri süren Yazar, "kapitalizmin kendisinin" değil de, böylesine geri bir şekilde "na­ sırının tartışılmasına itiraz etmektedir, (a.y. 91) Öte yandan TDKP literatüründe konuya yaklaşım fazlaca farklı değildir: "Emperyalizm döneminde, geri ülkeler ve ülkemiz böyle bir ge­ lişme olanağına sahip değildi. Emperyalizm, ulusal sanayi kapitalizmi­ nin gelişmesini önleyerek, aynı zamanda, bu temelde gerçekleştirilecek feodalizmin tasfiyesini engellemiştir. Sanayi sermayesine değil mali ser­ mayeye dayanan emperyalizme, komprador kapitalizme gelince, onlar feodalizmi tasfiyeye yönelmezler" (TDKP Kongre Belgeleri, aktaran H.Fırat s.101) Emperyalizmin ülke ekonomisiyle ilişkisinin son derece soyut ve ezbere konuluşu, ayrıca saklanamayan bir "ulusal sanayi" özlemi, bu­ gün H.Fırat'a katlanılamaz bir "küçük burjuva" yaklaşımı olarak görünü­ yor. Bu yaklaşımların tümünün yanlış olduğu hele bugün çok açıktır. Ancak, bizde kapitalizmin nasıl geliştiği sorusuna verilen cevapların yanlışlığı, bu sorunun gerekliliğini ortadan kaldırmaz. MDD kökenli siya­ setler, bizde kapitalizmin durumunu irdelerken, onun emperyalizm ve feodalizmle bağlarını tümüyle yanlış koymuşlardır. Ancak buradan, biz­ de kapitalizmin emperyalizm ve feodalizmle bağının irdelenmesinin ge­ reksizliği çıkmaz. Yazar, bu konuda saçmalık ölçüsüne vardırılan hata­ lardan kalkarak, konuyu sadece kapitalizmin varlığının kanıtlanmasına indirgiyor. 19901ar Türkiye'sinde, çok fazla değeri olmayan "geç kal­ mış" bir buluş! Geç kalmışlığından dolayı, Türkiye'de kapitalizm ger­ çekliğini tam tersi yönde abartmalara düşmeden tanımlayamıyor. Ya­ zar, eleştirisinin önemli bir bölümünde, "nasıl bir kapitalizm" değil de, "kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı ve hayli ilerlettiği modern sınıf ilişkileri ve çelişkileri, bunun anlamı ve sosyal-siyasal sonuçları" (a.y.s.90)nın tartışılması gerektiğini vurguluyor. Bununla "çarpık" ya da "montajcı" "özelliklerini" dikkate almadan, tartışmanın ekseninin "kapi­ talizmin kendi gelişiminin ortaya çıkardığı" sınıf ilişki ve çelişkilerinin çözümlenmesine çevrilmesini istiyor. Eğer bu çözümlemeden hareketle "sosyalist devrim" parolasına varılırsa, gerçekliklerimize soyut yaklaşı-


Devrimci Demokrasiden Sosyalizme— 34 mm bir ucundan diğer ucuna kayılmış olur. Türkiye'de kapitalizm gerçekliğini kendi boyutlarında görememek ne kadar hatalı ise, onu kendi orijinalliklerinden sıyırıp sırf genellemelerle yetinmek de en az o kadar hatalıdır. Bu noktada 1960'larda başlayan, 1971'lerde belli bir sonuca ula­ şan "strateji" tartışmalarına değinmek gerekli. Bu tartışmaların 1960'larda yoğunlaşması elbette ki tesadüf değildir. Türkiye kapitaliz­ minin Cumhuriyet sonrası gelişiminde ekonomik ve politik planda ilk büyük sıçrama 1950'lerde yaşanmıştır. Bu gelişim kaçınılmaz bir şekil­ de sınıf kopuşmalarım da hızlandırmıştır. Ekonomi tabanında 1946'larda hızlanan gelişme, kendini sınıf mücadelesi alanında 1960'lar sonra­ sı hissettirmiştir. Kapitalizmin bu sıçramak gelişimi, o güne kadar kırın hareketsizliğinde uyuşmuş köylü tabakalarının ve şehirlerde tek parti iktidarının saltanat arabasına koşulmuş imtiyazlı memur-küçükburjuvaların yaşamında fırtınalar yarattı. Kırda ve şehirde geniş küçükburjuva tabakalar, kapitalizmin yeni bir ivme kazanan soygunu karşısında dü­ zenle sürüp gelen bağlarından kopuştular. Bu sosyal gelişim küçükbur­ juva tabakaları politik ortamda hızla öne çıkardı. Bizzat kapitalizmin sıçrayışının yarattığı bu sosyal anafor içinde yeralan sınıf ve tabakaların, kapitalizmin ülkedeki durumunu çözümler­ ken uğradıkları saflaşmalar ilginçtir. Aybar döneminin popülist parolalarından hızla Sosyalist Devrim parolasına sıçrayan TİP, işçi sınıfı içinde sendikacı tabakaların ve kapi­ talizmin yaratığı modem orta halli aydınların sosyal eğilimi haline gelir­ ken; Sosyalizm parolasını yükselttiği ölçüde pratik mücadelenin öne çı­ karttığı görevlerden kaçındı. Rusya'da kapitalizmin gelişmesi karşısın­ da Menşeviklerin tavrı ne idiyse, Türkiye'de TİP'in tavrı o oldu. Menşevikler, Bolşevikler gibi kapitalizmin Rusya'da gelişiminin kaçınılmazlığı­ nı benimsediler, ancak yaklaşan demokratik devrimde burjuvazinin ön­ cülüğünü savundular. Türkiye'de kapitalizmin egemen üretim biçimi ol­ duğunu savunan TİP, tamamlanmamış demokratik devrim görevlerini burjuvazinin insiyatifine bırakarak, kendini Sosyalist görevlere kayıra­ rak pasifize etti.


35 YOL MDD, bir ölçüde TİP'in pasifizmine karşı tepki oldu. Ancak onun sosyal kökü TlP'inkinden bambaşkadır. 27 Mayıs, Yön, Devrim kaynak­ larından beslenen MDD, esas olarak kapitalizmin 1950 sıçrayışının sı­ nıflar ortamına ittiği şehir ve kırlardaki küçükburjuva tabakaların sosyal eğilimi oldu. Narodnik ön yargılar bizzat kapitalizmin gelişme gerçekli­ ğinden kaynaklanır, fakat bu gelişime karşı yönelen tepkiler kılığına gi­ rer. Bizde de kapitalizmin gelişmesinin sosyal mücadele alanına ittiği tabakalar ilk tepki olarak kapitalizme karşı çıktılar. Ya da onu yok say­ maya kalkıştılar. İşçilerin makinaları parçalamasıyla, konumlarından edilen küçükburjuvaların kapitalizmi görmek istemeyişi, her yeni sosyal altüstlük karşısında gösterilen ilk kavrayışsızlığın farklı yollarla dile geti rilişi olmuştur. Türkiye kapitalizminin gelişiminde, tek parti diktatörlüğü yılları "sessiz" bir birikimi; 1950'ler ise bir sıçramayı temsil ettiği için, 1960'larla sosyal mücadele alanına giren geniş kitleler, ülkede kapita­ lizmin sağlam köklerini görmekten çok. onu yeni gelişmeye başlayan cılız bir olgu olarak algıladılar. Kapitalizmin gelişimini, ülkeye emperya­ lizmin (ABD), ikinci Dünya Savaşı sonrası yeniden girişiyle yaşıtlamaya eğilimli oldular. Hatta Türkiye'de kapitalizmin durumunu emperyalizmin ülkedeki varlık sınırlarına kadar indirgediler. Dolayısıyla bizdeki Narodnizm, emperyalizm çağında kaçınılmaz bir şekilde anti-emperyalist çehreye bürünmüştür. 27 Mayıs devriminin canlı izleri ve 1960'lar dünyasında emperyalizme karşı yükseltilen mü­ cadelelerin derin etkisiyle, Türkiye'ye bakan küçük burjuva devrimciliği sınıf mücadelesi alanını "işbirlikçiler" ve "millici sınıflar" ayrımına uğrat­ tı. Türkiye'de kapitalizmi "işbirlikçiler ölçüsünde daraltırken; demokratik devrimin alanını ise "milli burjuvaziye" kadar genişletti. Bu iki yaklaşımın dışında, sınıf mücadelesi alanına ilk kurtuluş yıllarında girip şekillenmiş olan Demokratik Devrim görüşü vardı. H.Kıvılcımlı'nın tezleri, 12 Eylül sonrası sosyalist devrim anlayışını savun­ maya başlayanlarca ısrarlı bir şekilde MDD ile karıştırılmıştır. Evet, H.Kıvılcımlı'da sosyalist devrimi değil, demokratik devrimi savunmuş­ tur. Ancak MDD'den apayrı sınıf tahlillerine dayanılarak bu yapılmıştır. Kapitalizmin varlığı tartışılmamış, tersine onun Türkiye koşullarında na­ sıl kendi orijinal yolundan geliştiği açıklanmıştır. "Devletçilik" ve sonra


Devrimci Demokrasiden Sosyalizme— 36 "liberalizm" yolundan tekelci finans-kapitalin ekonomiye ve elbetteki politikaya egemen olduğu kanıtlanmıştır. Fakat Türkiye burjuvazisi de­ mokrasi, teknik yaratıcılık (sanayi) ve toprak sorunlarında sürekli en gerici konumlarda durmuştur. Ancak proletaryanın öncülüğünde bir de­ mokratik devrimle, sosyal gelişimin gidişini kanserleştiren bu engeller yıkılabilir ve sosyalizmin kuruluşuna yol açılabilirdi. MDD hareketinden türeyen bütün hareketlerde işçi sınıfının ön­ cülüğünün şu ya da bu gerekçeyle örtülmesi nasıl raslantı değilse; H.Kıvılcımlı için de sınıf öncülüğünün ısrarla vurgulanması, ekonomik ve sosyal yapımızın kılı kırk yaran irdelemesinin kaçınılmaz sonucuy­ du. Bıraktığımız noktaya dönersek, H.Fırat, TDKP eleştirisinde MDD karşısındaki TİP gibidir. TDKP'nin Türkiye'de kapitalizmin konumunu sürekli küçültmesi; emperyalizm ve feodalizmle bağlarını çarpık yorum­ laması karşısında, bizde kapitalizmin "özellikleri’ nin irdelenmesine kar­ şı çıkan Yazar, böyle yapmakla kendi zayıf yanını örtmeye çalışır. Çün­ kü bizde burjuva devrimlerinden bugüne kapitalizmin gelişim özellikleri irdelenirse, onun eskiyle ilgili neleri tasfiye edip edemediği emperya­ lizmle ilişkisinin egemen sınıflar yapısını nasıl etkilediği ortaya çıkacak, o zaman da demokratik devrimin tamamlanması gereken devrimci gö­ revleri gizlenemez hale gelecektir. Bunlardan kaçınabilmek için Yazar, kapitalizmin egemenliğinin vurgulanmasını öne çıkartıyor. TDKP'nin geriliği abartan ve saçmalığa vardıran görüşleri karşısında böyle bir vurgu belli ölçüde haklılık taşısa da, gerçekliklerimizi silikleştiren bir ge­ nelleme sonuç olarak, TDKP'nin eski hatasını tersi yönden tekrarlamak anlamına gelir. Formüller dünyasından Türkiye toprağına inemeyen emperyalizm-feodalizm soyutlamasından, kapitalizmin egemenliği üze­ rine bir genellemeye varış, gerçekliklerimize doğru bir adım olsa da, onun orijinal özelliklerini dikkate almadığı için yeni soyut bir formül ol­ maktan kurtulamaz. "KÖYLÜ" SORUNU Bu kendini en iyi köylü sorununda ortaya koyar. TDKP; "yarı-sömürge yarı-feodal” bir ülke olduğumuzu tesbit ettikten sonra doğal ola-


37 YOL rak Ulusal Demokratik Halk Devrimi'ni benimsiyordu. Emperyalizmin Türkiye ile ilişkisi ise gerçekliklerden bütünüyle uzak Mao'cu çözümle­ melerin bir tekrarından ibaretti. Ve tesbitlerdeki temel nokta "feodalizm­ le ittifak içinde olan emperyalizmin feodalizmi tasfiye etmeyeceği’ yar­ gısına dayanıyordu. O zaman "anti feodal bir köylü toprak devrimi" stratejinin bel kemiğini oluşturuyordu. Cephe ve Ordu kökenli siyasetlerde "köylü devrimi" "köylü ordu­ su" yaklaşımı hemen hemen ortaktır. Ancak 12 Mart deneyi başta Cep­ he kökenli siyasetleri bu yaklaşımdan uzaklaştırdı. 12 Eylül ise TDKP.TKP-ML gibi siyasetleri bu konudaki görüşlerini revize etmeye zorluyor. Bu yanılgının kökleri, Türkiye'de kapitalizmin durumunu ve em­ peryalizmle ilişkisini tümüyle hatalı değerlendirmekte yatar. Onlar Tür­ kiye kapitalizmine 1950 sıçrayışıyla sarsılan kırlardan baktılar. Bu ob­ jektif gelişimden kaynaklanan köylü devrimi özleyen küçükburjuva ulu­ salcılığı, elbetteki Lenin ve 1917 Ekiminden çok, Mao ve Çin devrimiyle rezonansa gelebilirdi. Öyle oldu. Yıllar bu yaklaşımın Türkiye gerçekliğiyle çeliştiğini açığa vurdu. "Köylü devrimi" "köylü ordusu" parolaları yavaş yavaş sözü geçen dev­ rimci hareketlerin literatüründe geri plana itildi. H.Fırat bu gerçeklikten hareketle TDKP'yi "köylü sorunu'nda şöyle sorgulamaya başlar: "TDKP, Stalin'den, 'Burjuva demokratik dev­ rimin temeli köylülerin toprak devrimidir' tanımlarını aktarırken ve kendi UDHD teorisini bu temele dayandırırken, bütünüyle haklı ve tutarlıdır" (a.y. 123) TDKP'nin kendi tutarlılığı bir kenara, Lenin'in Rus deneyinden haraketle formüle ettiği demokratik devrim taktiği "köylü toprak devrimiyle" sınırlı değildi. Üstelik Çin demokratik devriminde "köylü temel", proletarya ancak "ideolojik öncü’ iken, Rus devriminde Bolşevikler için vazgeçilmez koşul proletaryanın "fiili* öncülüğüydü. O nedenle, demok­ ratik devrim güçlerini ve hedeflerini her ülkenin özgül koşulları belirler. Yazar, demokratik devrim tanımını biraz zorlamayla "köylü devrimine" indirgedikten sonra, TDKP stratejisini büyük bir rahatlıkla geçersiz ilan


Devrimci Demokrasiden Sosyalizme— 38 eder: "TDKP'nin 1980 öncesinde bir kısım ideolojik hasmına sık sık hatırlattığı gibi, eğer devrimin özünü ve esas kapsamını köylülüğün anti-feodal toprak devrimi oluşturmuyorsa, eğer bu sorun önemini yitirmiş­ se, yani varlığını bir ölçüde koruyor olsa bile ağırlıklı bir önem taşı­ maktan çıkmışsa bu demektir ki, demokratik devrim esas olarak ta­ mamlanmıştır" (a.y. 124) Hiç şüphesiz ki bizde köylü sorunu, Celali İsyanlarından beri ne Rus ne de Çin koşullarıyla aynılaştırılamazdı. 968 devrimciliğinin 'köylü ordusu" yaklaşımı, gerçekliklerimizle uyuşmayan "devrimci' bir özlem olmaktan öteye bir anlama sahip değildi. Fakat böyle olmakla Türkiye devriminin gündeminden köylü sorunu kalkmış mıdır? Kesinlikle hayır. Köylülüğün, feodalizme karşı 'bir bütün" olarak davranışının maddi koşulları Türkiye'de çoktan beri ortadan kalkmıştır. Böyle her tür özlem gerçeklik karşısında iflas etmekle kalmaz, kırlarımızdaki açık sı­ nıflaşmayı görmediği için siyasi olarak gerici bir rol oynar. Bilindiği gibi, kapitalizmin gelişmesi sırasında, kırda ortaçağı temsil eden yalnızca feodal toprak beyliği değildir. Geleneksel küçük köylü üretimi de kapitalizme ortaçağdan kalan, tasfiye olması kaçınıl­ maz geri bir üretici güçtür. Türkiye kırlarına baktığımızda feodal artıkla­ rın yanında bu küçük köylü üretiminin yaygınlığı hemen göze çarpar. Hiçbir "proleter devrimi" kırlarımızdaki bu üretim ilişkilerini bir çırpıda değiştiremez. Kırda köylülüğün durumu somut olarak incelenirse, onun müca­ deledeki konumu da ortaya çıkar: "Kırdaki saflaşmayı özetlersek bir yanda toplam işletmeler için­ deki payı yüzde 6.1'i geçmeyen 29 bin büyük toprak sahibi ve 190 bin zengin köylü toprağın yüzde 35'ini işlerken; öte yanda yüzde 62.1 ço­ ğunlukta olan 2.26 milyon yoksul köylü işletmesi toprağın ancak yüzde 20'sini işletmektedir. İkisi arasında köylü işletmelerinin yüzde 31.8'ini meydana getiren ve toprağın yüzde 45'ini işleyen 1.15 milyon orta


39 YOL köylü işletmeleri vardır, "Farklılılaşmanın en uç kutuplarını alırsak, 20 dönümden az top­ rak işleyen ve ortalama işletme büyüklüğü 8.5 dönümü geçmeyen 1.1 milyon iyice yoksul işletme tüm toprakların sadece yüzde 4.2'sini işle­ yebilirken, 29 bin büyük toprak sahibi bu bir milyonu aşkın işletmenin bütün topraklarının üç katı toprağı işlemektedir. Devrim toprak sorunu­ nu çözecekse, bu zıtlığı ortadan kaldırarak bunu yapabilir. Üstelik ista­ tistikler büyük toprak sahiplerinin konumunu iyice bulanıklaştırmasına rağmen, bu zıtlaşma yine de, en törpülenmiş haliyle de olsa kendini or­ taya koyuyor. "Köylü işletmelerinden, tüm kır nüfusuna geçersek, 1.5 milyon tarım proleteryasının yanında, 1.7 milyon topraksız köylü ailesini dikka­ te alırsak, kırda en az 5-6 milyon insanımız, yani toplam kır nüfusunun yüzde 20'si türedi işlerle uğraşır ya da daha doğrusu işsizdir. Bütün bu rakamlar, proleteryanın kırdaki ittifak alanının ne ölçüde geniş olduğu­ nu gösteriyor. Köylü ailelerinin yüzde 72'si (topraksızlar ve yoksul köy­ lülük) proleteryanın ittifak gücü olmaya adaydır. Kırdaki açık farklılaş­ manın gösterdiği gibi “tüm köylülük" birlikte davranma yeteneğinde de­ ğildir. Köylülük, kalın çizgilerle çıkarları zıt saflara bölünmüştür.' Öte yandan, küçük köylülüğün bir türlü kıramadığı alın yazısına değinelim: "Köylü işletmesi küçüldükçe tefeci ağına yakalanır. "Örgütlü kredi piyasası (Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Koopera­ tifleri) genellikle büyük ve orta çiftçiye hizmet götürmektedir. "Buna karşılık küçük çiftçinin kredi sağlama olanakları kısıtlıdır. Herşeyden önce mal varlığı (toprağı) küçüktür. Genellikle mülkiyet du­ rumu hukuken açık değil ya da ihtilaflıdır. Örgütlü kredi piyasasından gerekli krediyi sağlayamayan küçük çiftçi resmi olmayan piyasaya dönmek zorundadır. Tefeci, kasaba kentteki tüccar ya da bir büyük toprak sahibi kredi kaynağı olmaktadır." (Türkiye'de Tarımsal Yapılar) Ya da tefeci küçük çiftçi ilişkisi daha canlı olarak şöyle anlatılır: "...köylü nüfus İçinde huzursuz, halinden şikayetçi


Devrimci Demokrasiden Sosyalizme— 40 başka bir sınıf da, ancak geçinecek kadar toprağı olan ya da kiralayabilen, pazar içinde yüksek değerde ürünler yetiştiren, fakat bunları dü­ şük fiyattan elden çıkarmak zorunda kalan küçük üreticidir. Bize de, araştırma sırasında bir küçük üretici, tefeciler küçük çiftçiyi öldürdü, sebze işi kumar gibi diyerek bu eğilimi belirtmişti.* (Türkiyede Tarım İş­ çileri) Tefeciliğin bizdeki^erin tarihi kökleri de düşünülürse, küçük üre­ tici üzerindeki tefeci tahakkümü daha iyi kavranır. Küçük köylünün, top­ raktaki 'mülkiyet durumu* sürekli parçalanmadan dolayı genellikle 'ihti­ laflıdır.* Aynı zamanda tefeci kredisine mahkum olan köylünün tapusu ipoteklidir, tefecinin çekmecesinde durur. Böylece büyük bey toprakla­ rından traktörlerle ortakçılar sürülüp çıkarılırken, küçük köylü, sözde kendi toprağında ortakçı konumuna düşer. Tefeciye ipotekli toprak üze­ rinde kendi üretim araçlarıyla yaptığı üretimden elde ettiği ürün üzerin­ de tassarruf hakkına sahip değildir. Ürün, tefeci tüccarın insafına göre paylaştırılır. ' Bu durum, avuç içi kadar toprağa köylüyü bağlar, borcunu baş­ ka bir yoldan ödeme imkanı görmedikçe, bu toprakta ömür tüketmeye mahkûm olur. Böylece tefecilik, yoksul köylünün topraktan kopuşunu engeller, bu süreci yavaşlatır." "Kırlarımızdaki bu gerçeklik, kırda sın ıf mücadelesinde büyük toprak sahipleri ve zengin köylülüğün yanına, hedef tahtasına tefeci sermayenin de yerleştirilmesini zorunlu kılar. "(Ç.Yol sayı.11) Bu tablodan köylülüğün mücadeledeki konumuyla ilgili şu sonuç­ ları çıkartabiliriz. Köylü işletmelerinin yüzde 62'sini meydana getiren yoksul köylü­ lüğün, sınıf mücadelesinin kırda yükselmesi koşullarında toprak talebini yükseltmesi kaçınılmazdır. Öte yandan, yoksul ve orta köylülük-kır iş­ letmelerinin yüzde 94'ü-ortak bir parola altında daha şimdiden birleş­ miştir. Fiyat makaslarıyla ve yüksek faizle üretici köylüyü soyan, Finans-kapitalin kırlardaki uzantısı tefeci-bezirgan sermayenein tasfiyesi, köylülüğün ezici çoğunluğunun talebidir. Netice olarak, küçük köylünün mücadele ufku henüz büyük top­ rak sahipleri ve tefeci-bezirgan sermayenin tasfiyesiyle sınırlıdır. Pro-


41 YOL lelarya'nın demokratik devrimdeki hedefi, Finans-kapitalin tasfiyesi as­ lında köylülüğün bu taleplerini içerir. Henüz sermayenin değil ama te­ kelci sermayenin tasfiyesine bizde demokratik devrim karekterini veren ilk önemli gerçeklik budur. Finans-kapitalin kırda tasfiyesi, kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesi anlamına gelmediği gibi, bu üretim ilişkileri­ nin tasfiye hızı demokratik devrim görevlerinin tamamlanma sürecinde­ ki güçler dengesine bağlıdır. H.Fırat, bu noktada önemli bir uyarı yapar: "Kapitalizmin egemen olduğu ve kırsal ilişkileri de kapsadığı bir toplumda toprak dağıtım ını savunmak, tarım proletaryasını ve proleter­ leşmekte olan yarı-köylüleri küçük mülk sahibi olma hayalleriyle ser­ semletmek ve oyalamak anlamına gelir ki, küçük-burjuva bakış açısının tipik bir yansım asıdır" (a y .141) İşte devrim sorununa , ya da devim i­ mizde köylü sorununa ezbere bir bakış dahal Hiç şüphesiz ki, modern tarım işletmelerini işçilere dağıtmak he­ def olamaz. Ancak bizde kır ilişkilerine bakıldığında sorunun düğümlen­ diği nokta burası değildir.Toprak ve elbette sermaye yetersizliği içinde olan, topraksız ve yoksul köylülük -köylü ailelerinin yüzde 70'i- köylü sorununun odak noktasıdır. Devrimden ilk elden çözüm bekliyecek, ya da kendi çözümünü zorlayacak olan köylülüğün bu en geniş kesimidir. Demokratik halk iktidarı bu kesime toprak dağıtmaktan kaçınamaz. Toprağın köylünün tasarrufuna mı, yoksa mülküne mi verileceğini ise bugünden belirlemek boşuna olur. Bu konudaki pratik çözümü devrimin koşulları, devrimde köylü tabakalarının konumu ve topyekün güçler dengesi belirleyecektir. Geniş yoksul köylü kitlelerinin varlığı koşullarında toprak dağıtı­ mı kaçınılmazdır. Fakat mülkiyet biçimiyle ilgili olarak proletarya şimdiden kendini bir biçimle bağlayamaz. Böylece, 'proleterleşmekte olan yarı-köylüleri küçük mülk sahibi olma hayalleriyle sersemletmiş" mi olacağız? Belki, ancak yazar bu ge­ niş köylü tabakalarına ne önermektedir? Proleterleşmelerini! Bunu bir


Devrimci Demokrasiden Sosyalizme— 42 program hedefi olarak ilan etmek, devrim mücadelesine geniş köylü kit­ lelerini kazanmak yerine, onları kırda kapitalizmin Prusya tarzı sancılı gelişimine terletmek olur. Bu sancılı süreçten sonra, kır proletaryasının ağırlıkta olduğu koşullarda toprak dağıtımının yapılmayabileceği bir "sosyalist devrim" mümkündür! Yazar, devrimi bu sancılı uzun sürecin bitimine mi erteliyor? H.Fırat, köylü sorununu kendi özgünlüğünden koparıp, onu "kır burjuvazisi ve kır proletaryası'nın mücadelesine indirgeyince, ortada elbetteki ne toprak ne de köylü sorunu kalmaktadır. Ancak bu bakış açısı kır gerçekliğimize en az "köylü devrimi" özleyen görüş kadar uzaktır. "TEMEL ÇELİŞKİ" VE SOSYALİST DEVRİM "Kapitalist bir toplumda temeI s ın ıf ilişkisini ve çatışmasını, emek-sermaye çelişkisini ve çatışmasını, bir başka şeyle karartmak, bunu tali', 'olgunlaşmamış' saymak, ’ileriki bir safhaya' ertelemek, tüm bunlar küçük-burjuvazinin ara sınıf konumunun ifadesi ve yansımasıdır/ar" (a.y.149) Bu tesbit, TDKP.TKP-ML gibi "burjuva ve proletarya arasındaki çelişkiyi olgunlaşmamış" olarak gören siyasi eğilimlerin ko­ numunu çok iyi tanımlıyor. Sınıflar kopuşmasını kendi gerçekliği içinde göremeyen bu siyasetler, kaçınılmazca onu kaba değerlendirmelerle örtmektedirler. Ancak Yazar, "emek-sermaye temel çelişkisinden hareketle, kendi mantığıyla çok da tutarlı olmayan şu sonuca varır:* ** "Kapitalist Türkiye'nin gündeminde sermaye iktidarına son ver­ mek, uluslararası kapitalizmin cephesini Türkiye'de yapmak, büyük ka­ pitalist mülkiyetin tasfiyesini ilk elden gerçekleştirmek temel görevleriyle yüzyüze bir proleter devrim vardır." (a.y. 176) Evet, Türkiye'nin günde­ minde "ilk elden büyük kapitalist mülkiyetin tasfiyesini" gerçekleştirecek "bir devrim” vardır. Demek ki devrimin mızrak ucu "tüm sermayeye" de­ ğil de "büyük sermaye” yönelmiştir. Devam edelim: "Siyasal özgürlük, ulusal sorun, yöresel feodal kalıntıların tasfi­ yesi vb. tüm bu demokratik sorunlar tarihsel ve pratik olarak, burjuvazi-


43 YOL nin egemenliğine son verme, proletaryanın sosyalist iktidarım kurma mücadelesine bağlanmıştır." K "İlk elden büyük kapitalist mülkiyeti" tasfiye edecek olan "devrim" aynı zamanda 'siyasal özgürlük, ulusal sorun, yöresel feodal kalıntıla­ rın tasfiyesi" gibi sorunlarla da boğuşacaktır. Bunların hepsi, bir de­ mokratik devrim (MDD ya da UDHD tipinde değil) programı çerçevesin­ dedir. Ancak, Yazar, bu görevlerin "proletaryanın sosyalist iktidarı kur­ ma mücadelesine bağlanmış" olduğunu vurguluyor. Bu da, proletarya­ nın öncülüğünde bir demokratik devrim adımını dışlamaz. Tersine biri diğerinin mantık sonucu olur. Bu devrimi hedeflerine götürecek iktidar yapısına gelince, Yazar şunları söylüyor: "Sosyalist iktidar, proleter demokrasi, proletarya önderliğinde tüm emekçi sın ıf ve katmanların çıkarını temsil edecek, proletaryanın yönetici rol oynadığı bir emekçi sınıflar ittifakını simgeleyecektir. ” "Pro­ letaryanın yönetici rol oynadığı bir emekçi sınıflar ittifakı" sosyalist ku­ ruluşa yönelebilecek bir "ittifak" mıdır? Yoksa sosyalizme yöneliş ancak böyle bir ittifakın yapısında kaçınılmaz değişimlerden sonra mı müm­ kündür? Böyle bir eleştiri ihtimaline karşılık Yazar, cevabını hazırlamıştır: "Küçük-burjuva teorisyenlerimizin kavramakta güçlük çektikleri sorun­ lardan biri de bu son noktadır. Onlar sosyalist iktidarı saf bir proleter ik­ tidar sanıyorlar, tıpkı sosyalist devrimi de öyle sanmaları gibi." Sosyal olaylarda "saflık" aramak tam bir saflık olurdu. Fakat böyle genel bir sa­ vunma yine de Yazarın tanımlamalarındaki karışıklığı gidermiyor.H. Fı­ rat, "kapitalist Türkiye" ve "emek-sermaye temel çelişkisi" teşditlerinden sonra neden "proletarya ve emekçi sınıflar ittifakfyla "ilk eden büyük burjuvazinin tasfiyesi" sonucuna varmıştır? Bunu sosyalist devrimin "saf" olmayışıyla açıklayamayız. Bugün Türkiye'de kapitalist üretim bi­ çimi egemen olsa da sınıflar mücadelesini sürükleyen ana halka yalnız­ ca "emek-sermaye çelişkisi" değildir. Her ekonomik ve siyasi krize damgasını vuran sınıflar mücadelesine yön veren, olayları çekip götü­ ren ana halka Finans-kapital ile işçi sınıfı ve halk kesimleri arasındaki


Devrimci Demokrasiden Sosyalizm

44

çelişkidir. Emek-sermaye çelişkisini karartmak gericiliktir. "Proletarya ve burjuvazi arasındaki çelişkinin olgunlaşmadığım” iddia etmek tam bir köylü bakış açısıdır. Sınıflar savaşı gerçekliğinden uzak bir dar kafalıktir. Ancak bütün bunlar yanında, mücadeleyi sürükleyen ana haklayı yakalayamamak da sınıf mücadelesini başarısızlığa mahkum edecek bir körlük olurdu. Proletarya, tüm burjuvaziye karşı mücadele ederken, aynı zamanda şehir ve kır küçükburjuva tabakalarıyla birlikte, tekel dışı burjuvaziyi tecrit ederek, Finans-kapitale karşı henüz demokratik muh­ tevalı mücadelesinin başım çekebilmelidir. Türkiye kırlarındaki geniş küçük köylü yığınları ile büyük toprak sahipleri ve tefeci-bezirgan ser­ maye arasındaki çelişki emek-sermaye çelişkisi değildir. Küçük serma­ ye ile asalak "büyük sermaye' arasındaki çelişkidir. Sosyalizme yönel­ mek gibi bir kaygısı olmayan küçoük köylülük Finans-kapitalin kırdaki uzantılarına karşı aktif mücadeleye kalkışabilir. Türkiye'de finans - ka­ pital iktidarının yıkılması için mücadelenin kır ayağının da aksamaması gerekir. Fakat böyle bir ittifak temelindeki mücadele, hedefleri ("ilk el­ den" uygulayacağı programı) ve sınıf bileşimi açısından henüz sosya­ list değildir. H.Fırat, TDKP'nin geri bakış açısından kalkarak reddettiği Ulusal Demokratik Halk Devriminin karşısına Sosyalist Devrim hedefini koyar­ ken, yukarda sözünü ettiğimiz mücadeleyi yönlendiren ana haklayı gör­ mezlikten gelemiyor. Ancak onu küçültüp gözden uzaklaştırmaya, emek-sermaye çelişkisini yerli yersiz vurgulayarak gölgelemeye çalışı­ yor. Bugün Türkiye'deki ekonomik ve sınıfsal yapıyı doğru kavrayan herkes, işçi sınıfı öncülüğünde halk kesimlerinin, Finans-kapitale karşı henüz demokratik mücadelesini ana halka olarak yakalamak zorunda­ dır. İşçi sınıfı bu mücadeleyi kesintisiz sosyalizm hedefine bağlar ve mücadelenin her adımında bunu vurgular. Müttefiklerine çıkarlarının sosyalizmde olduğunu açıklar, kavratmak için mücadele eder. Ancak şehir ve kır küçük burjuva tabakaları konumları gereği mücadelenin uf­ kunu sosyalizme vardıramazlar. Onların en son ufku "tam demok­ rasidir. Bu gerçeklikleri, yaşadığımız koşullarda artık inkar etmek, gör­ mezlikten gelmek çok güç olduğu için. Yazar, devrimin önüne ilk elden


45 YOL "büyük kapitalist mülkiyetin tasfiyesini koymadan edemiyor. "Büyük kapitalist" tanımlaması yeterince açık olmasa da, bunu en azından Tür­ kiye sınıflar gerçekliğinin kaba bir kavranışı olarak görebiliriz. "Büyüklük'ten önce onun üretimdeki yeri ve karakteri tanımlanmalıdır. Yoksa "büyüklük" göreli bir kavramdır. Öte yandan, H.Fırat'a göre, "proleter devrimin geçerken çöze­ ceklerine baktığımızda önümüzde bir demokratik devrim programı bu­ luruz. "Siyasi özgürlük, ulusal sorun, yöresel feodal kalıntıların tasfiyesi vb." "geçerken" ya da "ilk elden", nasıl çözümlenirse çözümlensin muh­ tevaca demokratik devrim görevleridir ve önce bunlardan başlanacak­ tır. kavramları içerikleriyle birlikte ele alınca terimler üzerinde inatçı po­ lemiklere gerek yoktur. Yazar, "ilk elden" ya da "geçerken" kelimeleri altında eksik ve güdük de olsa kaçınılmaz bir şekilde demokratik devri­ mi programlaştırıyor. Ancak sorun burada yatmıyor. Yazar demokratik devrim programını "geçerken" uygulayacak olan "sosyalist iktidar'ı. "proletaryanın yönetici rol oynadığı bir emekçi sınıflar ittifakı" olarak ta­ nımlar. "Emekçi sınıflar" yeterince açık bir kavram değil. Eğer şehir ve kırlardaki kendi emeğiyle, ya da aile emeğiyle geçinen, sistemli artıdeğer sömürüsü yapmayan kesimler söz konusu ise, bunlar kırda yok­ sul ve orta köylülük (köylü işletmelerinin yüzde 94'ü); şehirlerde küçük memur, esnaf ve aydınların bir kesiminden meydana gelir. Başka bir bakış açısından tanımlarsak, kır ve şehirlerdeki tekel dışı burjuvazi dı­ şında kalan çalışan halk tabakalarıdır. Proletarya, bu ittifak güçleriyle birlikte demokratik devrim adımını atabilir, fakat sosyalizmin kuruluşuna geçilirken ittifak güçleri kaçınılmaz bir şekilde yoksul, ya da yarı-proletar köylülüğe daralmak zorundadır. Eğer Yazar, "emekçi sınıflardan kırda yarı-proleter köylülüğü, şehirde küçük memurları söz konusu ediyorsa, proletarya bu halk taba­ kalarıyla sosyalizmin kuruluşuna yüürüyebilir, fakat Finans-kapitale kar­ şı bugün sürdürdüğü mücadelede ittifaklar cephesini hatalı bir şekilde daraltmış olur. Netice olarak, H.Fırat, sosyalist devrimin saf olmayacağını söy-


Devrimci Demokrasiden Sosyalizme— 46 lerken haklı olsa da, bu devrimin muhteva ve sınıf bileşimini tanımlar­ ken karışıklığa düşüyor. Proletarya, günümüz koşullarında 'ilk elden' uygulamakla yükümlü olduğu asgari programına göre halk güçlerini Finans-kapital egemenliğine karşı yönlendirebilmelidir. Böyle bir devrim, sınıf bileşimi ve 'ilk elden' hedefleri açısından henüz sosyalist değil, demokratik bir halk devrimidir. Son olarak demokratik devrim adımına karşı biraz da demagojik bir biçimde Lenin'in kanıt gösterilmesine değinelim. "Marksistler burjuvaziye rağmen, onu tecrit ederek demokratik devrim öngörmüşlerdir, ama burjuva iktidara karşı, burjuvazinin devril­ mesini hedef alan bir demokratik devrim hedeflemek saçmalığına kendi paylarına düşmemişlerdir. Geride hala demokratik devrim görevleri du­ ruyor gerekçesiyle, bu saçma platforma düşen Kamenev türü "eski-Bolşevikler"e Lenin'in cevabını çok kimse biliyor artık." (Devrimci Hareket­ te Reformist Eğilim s. 112) Dün Mao'nun 'yeni demokrasisi' önümüze sürülüyordu, bugün Lenin'in "Nisan Tezleri"... Oysa Türkiye aynı Türkiye, sınıflar yapısı ve ekonomik düzen olarak 1960'larla 1980'ler arasında köklü hiçbir fark yok. Hatta bize göre, ekonomik gelişim ve bunun sınıflar mücadelesine yansıması anlamında, tartışılmaz bir değişim yaşanıyor olsa da 1925'lerde şekillenen ekonomik ve sınıfsal yapının esası bugün de ko­ runmaktadır. Türkiye'deki durum ve gelişimi kendi orijinal yönleriyle kavramak yerine, derinlikli bir çözümlemeye dayanmayan basitleştir­ melerle yetinme alışkanlığından kurtulunamıyor. Yazar'ın dün Mao'yu, bugün Lenin'in Nisan Tezlerini kanıt göstermesi arasında metot olarak bir fark yoktur. Her ikisinde de kaba görüntüyle yetinerek, gerçeklikleri hazır-diğer devrim deneylerinde uygulanmış-formüllere uydurma çaba­ sı egemendir. Gelelim, Nisan Tezleri'ne ve Rus devriminden çıkarılabilecek derslere... 'Burjuva iktidara karşı, burjuvazinin devrilmesini hedef alan bir demokratik devrim hedeflemek saçmalığına" 1975'de Portekiz komü-


47 YOL nistleri, 1979'da ise Sandinistalar düştüler. Fanatik İslamcı görüntüleri düşüncelerde şaşılık yaratsa da 1979 Iran devrimi de, üstelik burjuvazi­ nin bir kanadının diğerini tasfiye ettiği, geniş halk yığınlarını harekete geçiren basbayağı burjuva demokratik bir devrimdir. Bunlar isteklerden niyetlerden öteye yaşanan olgulardır. Önce yaşamın kendisinde böyle "saçmalıklar" olabildiğine göre, "saçma" görünseler de dikkate alınmalı, bilimsel bir çözümlemeyle açıklanmalıdır. İlk göze batan olgu, bu ülke­ lerdeki olayları genel bir "burjuva iktidarı" belirlemesi açıklayamıyor. Bu ülkelerde, herbirinde, ayrı kendine özgü yanları olmakla birlikte, genel olarak burjuvazi değil, toprak sahipliğiyle şu ya da bu ölçüde kenetlen­ miş, tekelci burjuvazinin egemenliği vardı. (Portekiz'de, bu egemenlik halâ sürmektedir) Yazar'ın bilerek ve isteyerek, dil sürçmesiyle değil, kasıtlı olarak, egemen sınıfı tanımlarken "burjuvazi" genellemesini kul­ lanması, "demokratik devrim" görüşünü "saçmalık" olarak ilan edebil­ mek için sığındığı basit bir politik oyun mudur? Elbetteki değil. Dün Türkiye'de kapitalizmi göremeyen gözlerin, iki acı yenilgiyle ve özellikle son yenilginin derinliğiyle bu sefer tam zıddı uca sıçrayıp kapitalizme tapınmalarının, dile gelişi, kendini açığa vuruş tarzıdır. Emperyalizm çağında, çok kısa geçici süreçler yaşansa da, ka­ pitalizm yoluna giren geri ülkelerde tüm burjuvazi değil, emperyalist ana yurtlardakine benzer biçimde, genel olarak "burjuvazi" içinden siv­ rilmiş, finans-kapital egemenliği vardır. Tümüyle bir sınıfın değil, sınıf içinden çıkan bir zümrenin egemenliği, kapitalizmin tekelci döneminin bir özelliğidir. Özel gelişim süreçleri yazının konusu dışında kalıyor, ancak biz­ de de uluşlararası finans-kapitalle kenetli, bir avuç finans-kapital eko­ nomiye, politikaya, kültüre vs. egemendir. Yazarın, MDD ve TDKPteorisyenlerince çarpıtılmasından hareketle, "nasıl bir kapitalizm" sorusu­ na öfkeyle itiraz etmesi pek de yersiz değildir. Ancak Türkiye'de kapita­ lizmin emperyalizmle nasıl bir ilişki içinde olduğu incelenirse, "burjuva iktidarına karşı burjuvazinin devrilmesini hedef alan bir demokratik dev­ rim" demagojisini yapmak imkansız olacaktır. Öte yandan, devletçilik beslemesi Finans-kapitalin iç yapısı; bü­ yük toprak sahipliğiyle ve Osmanlılıktan Cumhuriyetin devir aldığı en


Devrimci Demokrasiden Sosyalizme— 48 yaygın sermaye biçimi tefeci-bezirganlıkla bağlantıları incelenirse, Ya­ zarın neden yukarıda sözü edilen demogojilere başvurmak zorunda kaldığı daha iyi anlaşılır. Bu gerçekliklerden, henüz tüm burjuvaziye karşı değil, Finans-kapital iktidarına karşı bir demokratik devrim sonucu çıkar. Lenin'in Nisan Tezleri, bu görüşlerimizi yalanlıyor mu? "Devrimden sonra, iktidar farklı bir sınıfın, yeni bir sınıf burjuva­ zinin ellerindedir. "İktidarın bir sınıftan diğerine geçişi, kelimenin sırf bilimsel ve ay­ nı zamanda pratik politik anlamında, bir devrimin ilk, başlıca ve esas işaretidir. "Bu anlamda, burjuva devrimi ya da burjuva demokratik devrimi Rusya'da tamamlanmıştır" (LeninCilt.24)Biztie de iktidarın burjuvaziye geçişi anlamında, yalnızca bu anlamda, burjuva devrimi tamamlanmış­ tır. Lenin, Sosyalist devrim parolasını atmadan bir önemli tesbit daha yapar. "Proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü, Rus devriminde şimdiden gerçekleşmiştir, çünkü bu form ül' yalnızca sınıflar arası bir ilişkiyi öngörüyordu, yoksa bu ilişkinin, bu ortaklığın gerçekleş­ tirileceği somut bir politik kurumu değil. İşçi ve Asker Vekilleri Sovyetleri-işte size canlı yaşamdaki 'proletarya ve köylülüğün devrimci demok­ ratik diktatörlüğü'." (Lenin,a.y.) Rus devrimcilerinin 1900'lerde mücardeleye hazırlanırken öngör­ dükleri proletarya ve köylülüğün diktatörlüğü yaşamda bambaşka bir biçimde gerçekleşmiştr. "İkili iktidardın Sovyetler ayağı "bu formül"ün "belli ölçülerde" gerçekleşmesi olmuştur. Bolşeviklerin "formülü'nü es­ kiten de bu gerçekliktir. Buradan hareketle, bizde devrimin nasıl bir yol izleyeceği üzeri­ ne şimdiden bir belirlemede bulunmaya kalkışmak işgüzarlıktan başka bir sonuca varmaz. Rusya'da gerçekleşeni "iki iktidar" bize ancak şunu anlatır: Şubat burjuva devriminde, proletarya ve köylülük de hemen he­


49 YOL men burjuvaziye denk bir politik güce ulaşmış, hatta onun iktidarıyla Lenin'in deyimiyle, “gönüllü olarak uzlaşmış"1ır. Bizim "burjuva devrimimizde” böyle bir şey kesinlikle yaşanmamıştır. Bu da, iktidarın el değiş­ tirmesi anlamında tamamlanan burjuva devriminin gelişmesinin ne öl­ çüde kısır ve sancılı olacağının daha ilk günden açık kanıtıydı. Lenin, Kamanev'i iki yönden eleştirir: Burjuva devriminin tamam­ lanması sorununu ele alış tarzı ve sosyalist devrime geçiş açılarından. İlkinden başlıyalım. “Sorunu bu şekilde koymak, şimdi 'burjuva demokratik devriminin tamamlanıp tamamlanmadığını' sormak ve baş­ ka bir şey söylememek, en azından iki çehresi olan son derece karışık gerçekliği kavramaktan kendini alıkoymaktır. Teoride bu böyle. Pratiktde, bu acınacak bir şekilde küçük burjuva devrimciliğine.teslim olma an­ lamına gelir” (Lenin,a.y.) 1917 Nisanında, "burjuva demokratik devrimin tamamlanıp ta­ mamlanmadığım" sormak, neden "pratikte" küçükburjuva devrimciliğine teslimiyet anlamına geliyordu? Çünkü burjuva hükümetine "isteyerek kuyrukçuluk eden" Sovyetlerden-onun içinde kesin çoğunluk olan Menşevikler, Sosyalist Devrimciler gibi küçükburjuva devrimciliğinden-burjuvaziye karşı bağımsız bir tavır beklemek anlamına geliyordu. Oysa, Lenin'in tesbit ettiği gibi, "bütün küçük-burjuvazi, şovenizme doğru, bur­ juvazinin desteklenmesine doğru" kayıyordu. Bu nedenlerle, "burjuva demokratik devriminin tamamlanmadığı" sorusuyla yetinmek, küçükburjuvaziden bunun tamamlamasını bekle­ mek demekti. Oysa, küçükburjuva devrimciliği "barış ve toprak" sorun­ larında burjuvaziden bir adım öne çıkamıyordu. O zaman bir tek yol ka­ lıyordu: "Hareketin komünist, proleter unsurlarının, küçük-burjuva un­ surlardan derhal, kesin bir şekilde ve geri dönülmeksizin kopuşması" (Lenin,a.y.) Sosyalist devrim parolasının, sınıflar ilişkisi açısından an­ lamı buydu. Demokratik devrimde birlikte yürünülen küçük-burjuvaziden kesin bir kopuşma, sınıflar ilişkisi açısından sosyalist devrime ge­ çiş anlamına geliyordu. Ama daha fazlası değil. Burada Kamenev'in ikinci yanılgısına geliriz.


Devrimci Demokrasiden Sosyalizme— 50 "O beni şemamın bu devrimin (burjuva demokratik) sosyalist bir devrime hemen geçişine dayandığını söyleyerek eleştiriyor. "Bu doğru değildir. Devrimimizin sosyalist devrime hemen geçişi­ ne dayanmak bir yana, tersine 8. tezde: doğrudan görevimiz, sosyaliz­ min 'başlatılması'değildir'derken, böyle bir tutuma karşı uyardım". (Le­ nin,a.y.) Sınıflar ilişkisi olarak, burjuvaziyle uzlaşmış olan küçükburjuvaziden geri dönülmez bir kopuşu öne çıkaran Lenin, programatik planda henüz "Sosyalizmin başlatılmasını- önermez. O nedenle, 1917 Nisa­ nında atılan sosyalist devrim parolası, dönemin karekterine uygun ola­ rak sınıf ilişkilerinde yeni bir kopuşmayı, bu anlamda yeni bir aşamayı anlatıyordu. "Köylülük burjuvaziyle anlaştığı zaman gelecekteki bir olanak ne­ deniyle, bugünkü görevlerin unutan bir Marksist, küçükburjuva durumu­ na düşerdi. Çünkü, o, proletaryaya, pratikte küçükburjuvaziye güven­ mesini öğütlemiş olurdu ("bu küçükburjuvazi, bu köylülük, burjuva de­ mokratik devrimi sürerken, burjuvaziden ayrılm alıdır")... "Fakat henüz tamamlanmamış ve köylü hareketini sonuçlandır­ mamış olan burjuva demokratik devriminden sosyalist devrime "sıçra­ yarak" varma isteğiyle, subjektivizme düşme tehlikesi içinde değil mi­ yiz?" " 'Çar yok, işçi hükümeti var' deseydim böyle bir tehlikeyle yüzyüze olurdum. Ancak böyle demedim..." (Lenin.a.y) Bolşevikler, "işçi hükümeti" parolasını değil, "bütün iktidar Sovyetlere" parolasını attılar. Bu parola bir yandan da burjuva demokratik devriminin bazı yönlerden henüz tamamlanmamış olmasını dikkate alı­ yordu; öte yandan proletaryanın bağımsız davranışıyla Sovyetlerin bur­ juvaziyle sürdürdüğü uzlaşmayı sona erdirmesini amaçlıyordu. Bilindiği gibi, burjuva devrimi sırasında en son Kadetler, Menşevikler ve Sosyalist Devrimcilerin bulunduğu hükümet de öne çıkan "ba­ rış ve toprak" taleplerini gerçekleştiremeyince, ikili iktidar proletarya le-


51 YOL hine sonuçlanmıştır. Sonuçlandırırsak, Bolşeviklerin formülünü eskiten yalnızca, bur­ juvazinin iktidarı alması değil, onun yanında işçi-köylü Sovyetlerinin bir iktidar organı olarak varolmasıdır. Yeni bir adımı, Sosyalist devrim adı­ mını zorlayan ise, emperyalist savaşa devam etmekten başka bir hedef gütmeyen burjuvaziyle, küçükburjuvazinin (Menşevikler, Sosyalist Dev­ rimciler vb.) aynı hedef doğrultusunda uzlaşmasıdır. Bu durum, prole­ taryayı eski müttefiklerinden hemen bir kopuşmayla yüzyüze getirmiş­ tir. Yazarımız, karşımıza Nisan Tezlerini çıkarıyorsa, onun içinden Lenin'in bir cümlesini seçme özgürlüğüne sahip değildir. Sosyalist dev­ rim parolanızla, bizim Menşevik ve Sosyalist devrimcilerimizden ittifak­ lar zemininde bugünden bir kopuşmayı mı öneriyorsunuz? Eğerböyleyse yolunuz açık olsun! "Burjuvazi" karşısında sosyalizm sayıklayan bir sekt olmaktan öteye gidemezsiniz. Rus devriminde bir benzeriniz ara­ nırsa, davranışınız Troçki'nin tutumuna denk düşer. Yok eğer bugün­ den itiifaklar zemininde bir kopuşmayı savunmuyorsanız, "ilk elden" ya­ pılacaklar da henüz demokratik devrimin çerçevesi içinde kaldığına gö­ re, Sosyalist Devriminizden geriye ne kalır? İçi boş keskin bir parola! Burjuvazi iktidarı almış olsa da, burjuva devriminin süreçleri ta­ mamlanmadığı ölçüde, demokratik devrimin objektif temeli eriyip, tü­ kenmiş olmaz; bu nedenle kendi güçlerini sınıflar mücadelesi alanına yükseltir. Bizde, öncesi bir yana, 960'lar sonrası otuz yıldır, bu gerçeklik en canlı biçimde yaşanıyor. SONUÇ OLARAK Konuyu, özellikle 12 Eylülle birlikte düşüncelerde karşı konula­ maz bir baskı yaratan şu soruyla sonuçlandıralım: "Küçiik-burjuva demokrasisi, Türkiye gibi bir ülkede yirm i y ıl gibi uzun bir süre boyunca, proletaryayı geri görevlere mahkum eden teori v&tahlilleriyle devrimci hareket üzerinde" nasıl tartışmasız bir hakimiyet


Devrimci Demokrasiden Sosyalizme— 52 kurabilmiştir? (Dev. Harekette Reformist Eğilim s.10) 'Geri teorilerin genellikle geri toplumsal koşullarda etkili olduğu­ na" inanan Yazar, Türkiye için bunun "ancak bir ölçüde geçerli" olabile­ ceğini ileri sürmektedir. Çünkü ’ 1970'ler Türkiye'si hiç de küçük burjuva teori ve tahlillerin devrimci toplumsal muhalefet üzerinde bunca uzun bir süre tartışmasız bir üstünlük kurabilmelerini açıklayacak kadar geri bir ülke değildir" (a y.) Yazar, soruya cevap ararken ister istemez şu gerçekliğimize değinmeden geçemez: "Türkiye'nin nispi geriliği, bunun bir ifadesi olarak, tamamlanma­ mış bazı burjuva devrim görevlerinin varlığı, küçük-burjuvazinin yaygın­ lığı bunda önemli nesnel etkenler olmuşlardır kuşkusuz" Ancak, soru­ nun böyle cevaplandırılmasından tatmin olmayan Yazar, çözümü belir­ siz bir geleceğe bırakır: "Bu sorunun cevabı önümüzdeki dönemde ya­ pılacak bilimsel inceleme ve tartışmalarla daha net ve daha kapsamlı verilebilecektir. " (a.y.) Geçmişin köklü bir eleştirisine girişilirken böyle bir sorunun ce­ vapsız bırakılması önemli bir zaaftır. Yazar, soruna yaklaşırken "geri tahlilleri" kendi ortamı içinde de­ ğerlendirmek yerine, bugünün koşullarından geçmişi yargılayarak prob­ lemin çözümlenmesini aslında imkânsızlaştırıyor. Şimdi "geri" bulunan teorik tahlillerin özellikle 1968'lerde kızışan mücadele koşullarında şekillendiği unutulmasın. Yazar, o günlere 1990'lar Türkiye'sinden bakmaktadır. Koşulları, kendi orijinal süreçleri içinde irdelemek yerine, bugünün ortamından geçmişe bakılırken günü­ müzün özellikleri geriye taşınıyor. O zaman da "hiç de geri olmayan" toplum yapısına rağmen nasıl böylesine ilkel teorik tahlillerin yaygınla­ şabildiği kavranamıyor. Kapitalizmin varlığı açısından 968'ler Türkiye'si ile 990'lar Türkiyesi arasında bir fark yoktur. Yazar, bu basit gerçeği kavradıktan son­ ra, geriye bakınca bu tesbiti gölgeleyen her teorik tahlil ona ilkel görün-


53 YOL mektedir. Olay sırf bu yönden, kapitalizmin varlığı yönünden ele alınır­ sa geçmişe yönelik eleştiriler haksız sayılamaz. Ancak olaya bir de ka­ pitalizmin gelişmesi açısından bakılırsa 68'ler ve 90'ların önemli farklı­ lıkları vardır. Sınıf mücadelesinin canlı gelişimiyle ilgiliysek, kapitaliz­ min egemen üretim biçimi olmasından öteye, onun gelişiminin bu mü­ cadeleye nasıl yansıdığıyla da ilgilenmek zorundayız. Soruna bu açı­ dan bakıldığında 68'ler, 90'lara göre "ilkel ve geri" kalır. Yazar, soruna sınıf mücadelesinin seviyesi açısından bakmak yerine, sadece kapita­ lizmin varlığının kanıtlanması yönünden baktığı için "küçük-burjuva de­ mokrasisinin" yirmi yıllık egemenliğine açıklık getiremiyor. Türkiye kapitalizmi yakın tarihte iki önemli sıçrama yaşamıştır. İl­ ki, daha önce belirttiğimiz gibi, 1950'lerde gerçekleşmiştir. İkinci sıçra­ ma 1979'larda başlamıştır. Yaşadığımız son on yılı kapsar. Bu iki dö­ nemi sırf nüfus hareketliliği açısından karşılaştırırsak, birbirlerine göre durumları aydınlanır. 1950-80 arası kır nüfusu yüzde 75'den yüzde 56'ya düşmüştür. Otuz yılda yüzde 19'luk bir azalma. Oysa 1980-90 arası yüzde 56'dan yüzde 42 ye gerileyen köy nüfusu yüzde 14 azal­ mıştır. On yıllık dönemler olarak karşılaştirilirsa, 1980 sonrası nüfus ha­ reketliliği öncesinden iki kat daha hızlıdır. Bu ikinci sıçrayışın sınıflar mücadelesine yansıması henüz tam anlamıyla yaşanmamıştır. Cumhuriyet döneminin ilk otuz yıllık durgunluğundan sonra 1950'lerde başlayan sosyal fırtına küçük burjuva dalgalarını sınıflar mücadelesi alanına taşımıştır. Gerilikleri ve ütopyalarıyla sürece dam­ gasını vuran küçükburjuva devrimciliği, yaşanan mücadele deneylerin­ den sonra 1979'lara gelindiğinde, aslında 12 Eylül'den hemen önce, te­ ori ve taktikleriyle iflas etmiştir. 12 Eylül bunun yalnızca pekiştirilmesi olmuştur. Kapitalizmin ikinci sıçrayışı proletarya hareketini öne çıkarıyor. Daha doğru söylersek 1977'lerde başlıyor bu süreç, artık belirginleşi­ yor. Aynı zamanda küçükburjuva devrimciliğinin "eski şanlı" günlerine dönme şansının olmadığı, o dönemin kapandığı da olaylarca hergün daha iyi kanıtlanıyor. Yazar, soruna kapitalizmin gelişme süreci ve sınıflar savaşına yansıması yönünden yaklaşmayıp, geçmişi yalnızca kapitalizmin kendi­ si açısından yargılayınca, küçükburjuva devrimciliğinin "hakimiyetini"


Devrimci Demokrasiden Sosyalizme— 54 açıklayamıyor, ya da "bazı burjuva devrim görevlerinin varlığı, küçükburjuvazinin yaygınlığı" gibi "nesnel etkenlere bağlamaktan kaçınıyor. Yaşanan yıllar, hem demokratik devrim görevlerinin varlığını, hem de bunları küçükburjuva devrimciliğinin çözme yeteneğinde olma­ dığını gösterdi. Ancak, proletarya ile ittifak halinde, bu görevlerin üste­ sinden gelinebileceği gittikçe daha yaygın biçimde kabul ediliyor. Netice olaretk, Yazar, bizzat kendisi, kapitalizmin ikinci sıçrayışı­ nın bir ürünüdür. Bu ikinci sıçrayış, birincinin yaygın bir şekilde yarattığı küçükburjuva hayalleri insafsızca yıkıyor. Bu düş kırıklığıyla geçmişe bakılınca, nasıl olup da bir yirmi yıl böyle hayallerde yaşanabildiği, kuru mantık sınırları içine yerleştirilemiyor. 1968'lerdeki’ strateji tartışmalarfnın ilki, mücadeleye büyük bir hazırlıktı. Hemen her devrimciyi içine çekti. İkincisi, ağır yenilgi yılları­ nın izini taşıyor. Birincisi bir ileriye sıçrayışı hazırlarken, son tartışmalar yenilginin etkisiyle çeşitli yönlerden geriye dönüşlerin anlatımı oluyor. İlk strateji tartışmaları, 1968'lerde mücadelenin bir dönüş nokta­ sında şiddetlendi. Sosyalist devrim parolası pratiğin dayattığı taktik so­ runlardan kaçışa kılıf edilirken, MDD parolası ilkel bir biçimde de olsa mücadelenin bu sıçrayışına ayak uydurma çabası oldu. Yeni tartışma­ lar, "MDD’cilerin" yenilgisinden çıkıp geldi. "MDD'cilerin" yenilgisi de­ mokratik devrimin yenilgisi gibi sunuluyor. Sosyalist devrim parolası, 12 Eylülle epey geriye itilen mücadeleyi, bu geri noktalardan yeniden inşa etme zorlu görevi karşısında, lafta bir ileriye kaçış oldu. Dün strateji tartışmaları sırasında, Türkiye'de kapitalizm üzerine kopan gürültü, mücadeleye yeni itilenlerin koşulları tanıma çabasıydı. Bugün Türkiye'de kapitalizmin varlığını ilan etmek bir değer taşımıyor. Hele onu kendi gelişim özelliklerinden sıyırıp, genellemelerle yetinmek mücadeleye yeni katılanların bugünün görevlerini kavrayışım zorlaştırı­ yor. Sınıflar mücadelesinin gelişim basamakları, "darbeler'le bilinç kopukluğuna uğratılarak değil, birbirine sağlam mantık bağlarıyla bağ­ lanarak yükseltilebilir.


55 YOL KAPİTALİST YOLDA AYRIŞIM Ayşe Tansever Polonya'da ilk komünist olmayan hükümetten sonra şimdi de ilk komünist olmayan devlet başkanı iktidar oldu. 25 Kasım seçimleri sa­ nıldığından farklı sonuçlar verdi. Lech VValesa ve Başbakan Tadeusz Mazovviecki arasından hiç beklenmedik 43 yaşında bağımsız, kimsenin tanımadığı KanadalI işadamı Stanıslavv Tymınskı çıkıverdi. 9 Kasım' daki rövanş VValesa ile bu "ülkesini 5 dolarla terkedip Kanada'da milyo­ ner oluverme" başarısını göstermiş Tymınskı arasında geçti. ilk seçimlerde oyların yüzde 40'nı alan VValesa ikinci turda Mazovviecki'nin de oylarını toplayarak yüzde 75 oy ile devlet başkanı oldu. Seçimlere katılımın yüzde 55 olduğu düşünülürse VValesa'mn temsil et­ tiği kitle Polonya seçmeninin yarısı bile değildir. Özünde Polonya se­ çimleri parlementer demokrasinin daha baştan halk gözünde umut ol­ maktan çıktığını gösterir. Polonya halkının yarıdan çoğunun bugünkü iktidardan umudu yoktur. Suskun ve çaresiz bir beklenti, kararsızlık dö­ nemi yaşamaktadırlar. Kanadalı iş adamı da Polonya halkının roman­ tizminin bir göstergesidir. Kapitalizme çıkan eski Sosyalist ülkelerde aşağı yukarı hep aynı yaşanan bir süreç var. Komünist iktidar karşısın­ da gelişen kitle hareketi bir bütünsellik taşıyor. İktidara gelince de bu bütünsellik ayrışmaya başlıyor. Genelde aydınlar harekete damgasını vuruyor sonra iktidar pratiğinde biçimleniyorlar. Doğu Almanya'da böyle oldu. Çekoslavakya'da Havel önderliğindeki aydınlar yollarını çizmeye çalışıyorlar. Litvanya parlementosunda aydınlar halk yığınlarından iyice koptular. Sovyetler'de Yeltsin'in 500 günlük programını yazan aydınlar daha bir ay geçmeden kendi programlarının uygulanamazlığını farkediverdiler. Polonya da Mazovviecki Dayanışmanın aydın kanadıdır. 1.5 yıl iktidarda kaldı. Halk kendisini tanıdı ve şimdi merkez kanadın temsilcisi Lech VValesa devlet başkanı oldu. Dayanışma merkezi daha baştan bölük pörçüktür. Merkez andlaşması denilen bir protokolla löse bir ya­ pıdadır. En ufak bir zorlamada parçalanması işten bile değildir. Daya­ nışmanın sol kanadı ise seçimlerde pek sesini duyuramadı. Dayanışma kapitalist yola çıkar çıkmaz bölünmüştür. Onu bölen ekonomik dinamikleri inceleyerek, sosyalist ülkelerde sınıf olmasa bile tabakaların üstünde yükseldiği çıkar farklılaşmasını biraz olsun yakın­ dan görelim.


Kapitalist Yolda Ayrışım — 56 MAZOVVİECKİ DÖNEMİ Dayanışma parlamento seçimlerinin galibi olarak çıkınca herkes VValesa'nın başbakan olmasını bekliyordu. Ama batılı akıl hocaları onun geride kalmasını desteklediler. Ülke ekonomisinin düzlüğe çıkabilmesi için uygulanacak "kemer sıkma politikası" ya da başka adıyla "şok tedavisi" geniş halk yığınları­ nın canını çok yakacaktı. Olası patlamalar VValesa halkçılık potasında eritilmeliydi. VValesa yedek güç olarak tutuldu. Ayrıca ekonomik progra­ mın radikalliğini halkçı VValesa'nın ne kadar kaldırabileceği kuşkuluydu. VValesa halkın duygusunu etinde kemiğinde hisseden, bu nedenle neyapacağı pek kestirilemeyen ve de bu duygululuğu halkın duygusunu sömürmeye hizmet edebilecek bir liderdir. Mazovviecki iktidarda Balcerovvicz olarak adlandırılan bir ekono­ mik reform programı uyguladı. Sıkı para politikasına benzeyen bir uy­ gulama ile devlet harcamaları kısıldı, yiyecek maddeleri başta olmak üzere sübvansiyonlar kaldırıldı, fiyatlar serbest bırakıldı. Ülke hiper enf­ lasyon dönemine girdi. Halkın kazancı bir yandan yoka dönerken, ve­ rimliliğe paralel bir ücret artışı yapıldı ve böylece kısa bir sürede az çok bir fiyat dengesi kuruldu. Enflasyon aşağılara çekildi. Mazovviecki'nin "avantajı" bir kaç hektarlık özel mülkiyetli kırlardı. Tarım ürünlerinde bu nedenle bir üretim fazlalığı yaratılıp, tepeden de kooperatif tekeli kırılarak yiyecek maddeleri rekabet ile piyasa fiyatları­ na kısa zamanda oturtulabildi. Kentlerde gelirleri hiper enflasyonla ku­ şa dönmüş yığınların karınları biraz olsun doyurulabildi ve patlama po­ tansiyelinin alevi alındı. Ama köylünün fazla üretimi serbest rekabet ile düşük fiyata gidince köylü pek aradığını bulamadı, reformlardan hoşnut edilmedi. Öte yandan sanayideki üretim düşüşü, piyasadaki tüketim malı darlığı, köylünün tatminsizliğini arttırdı. Mazovviecki üst yapı kurumlarını pazar ekonomisine geçişe ha­ zırladı.Yasalar pazar ekonomisinin gereklerine göre düzeltildi. Yöne­ timsel, finansal sorunlara yenilikler getirildi. Bütün bunlar ekonomik pla­ nın ana halkası sanayideki operasyona ön hazırlıktı. Sanayide ilk hazırlık tamamlandı. Verimlilik ilke olarak benimse­ nip, gereksiz işgücü çıkarılmaya başlandı. İşsizler ordusuna hergün binlerce kişi eklendi. Bu iş disiplinini zorla kurmaya hizmet etse de işçi


57 YOL sınıfı içinde huzursuzluklara yol açtı. Öte yandan sübvansiyonların kal­ dırılması ile zarar eden işletmeler tek tek kapanmaya başladı. İşsizler ordusu bu yolla da kabardı ve 1 yılda 1 milyon rakamına vardı. Zyloti devalüe edildi. Dış hammaddeye bağlı fabrikaların ürün fi­ yatları arttı. Alım gücü düştü. Polonya halkı en beğenmediği Komünist iktidar günlerini aramaya başladı. Bir anlamda bizim 12 Eylül öncesi ve sonrası zıtlığı yaşandı. 12 Eylül öncesi para vardı alacak mal yoktu, sonrası ise tüketim malı vardı ama bu kez de ceplerde para kalmamış­ tı. İşte Polonya da Mazovviecki ile rafların dolduğunu ama elinde bunla­ rı alacak paranın kalmadığı zorlu günleri yaşadı. Mazovviecki'den kopuşmalar başladı. Pembe kapitalizm düşü kabusa dönüştü. İşçiler grevlerle iktidarı zorlamaya başladılar. Dayanışmanın ikti­ dar öncesi başlayan parçalanması derinleşti. VValesa işçi muhalefetini öyle pek kolay örgütleyemedi. Sonunda iktidara muhalefet olmak zo­ runda kaldı ve ancak o zaman grevleri durdurma başarısını gösterdi. Ama 25 kasım seçimlerinin do gösterdiği gibi artık eski günlerdeki "umut" olma özelliğini yitirmiştir. Yüzde 40'lık bir tabana, o da her an parçalanmaya hazır bir killeyo sahiptir. SANAYİDE KÖKENCİ DÖNÜŞÜM DÖNEMİ Mazovviecki sanayiyi tamamen kapitalist yola sokmanın üst yapı hazırlığını yaptı. Artık sorun özel mülkiyetin olup olmaması değil, biçi­ mindedir. Kamu mülkiyeti nasıl özelleştirilecektir? Kime devredilecek­ tir? Kaça ve hangi koşullarla devredilecektir? En başta üretim araçlarının değeri nedir? Şimdiye kadar KP'ler hiç bir değer hesaplaması yapmamışlardır. Envanterler yoktur. Faprikalara giren hammadelerin doğeri, üretilenlerin değeri, buradan kalkarak üretim araçlarının verimlilikleri konusunda hesaplar yoktur. Tam bir be­ lirsizlik hakimdir. İkinci olarak: "Para isteyecek misiniz ve eğer istemeyecekseniz biz şunu öğrendik ki ucuz malların pek değeri yoktur insanların gözün­ de..." (UT 48/90 s.24) Kamu mülkiyetlerin kime, hangi koşullarda devri ya da satışı konusunda basında böyle ne dediği pek anlaşılmayan laf­ larla sık sık karşılaşılır oldu. Bizce bunların altında yatan şudur: Üretim araçları burjuvalaşmaya yakın kişilere satılmalıdır. Yani emek sömürü­ sü yapmaya yatkın, sınıflaşma döneminde burjuva sınıfının çıkarlarını sonuna kadar savunmaya aday, şimdiye kadarki proleter özellikle-


Kapitalist Yolda Ayrışım — 58 rinden sıyrılmış, fabrikada işçi sınıfına karşı dişe diş mücadele edebil­ meye aday kişiler olmalıdır. Kamu mülkiyeti öyle sıradan proleterlere devredilmemeli, her önüne gelene verilmemeledir. Özelleştirilmesi düşünülen kamu mülkü az değildir. Ülke sanayi­ sinin yüzde 90'nı oluşturur, ayrıca hepsi ağır sanayidir. İşletmeler çok büyüktür. Ortalama işçi siy ısı 1132 dir. İşletmeyi daha küçültür fabrika birimine indirirsek sayı 378'e düşer. Yani ortalama 378 işçi çalıştıran fabrikalardır söz konusu, satışa çıkarılacak üretim araçları. 1986 yılın­ da kapitalizmde fabrika başına düşen işçi sayısı ise 66 olarak hesap­ lanmış. Bu ne demektir? Polonyadaki fabrikalar kapitalizmdeki ortala­ madan 5 kat daha büyüktür. Şimdi bu üç olguyu bütünleştirelim. Fabrikalar büyüktür. Çok işçi çalıştırmaktadır. Eğer sanayi verimli hale gelecekse hem işçi sayısı dü­ şürülmeli daha az işçiyle daha çok üretilmeli, yani işçiler daha çok ça­ lıştırılmak hem de bu kadar sorumluluğu olabilecek kişiler iş başına ge­ tirilmelidir. Her bir kişiye değil, bu işe yatkın olabilecek, döğüşken, de­ neyimli ve ayrıca parası olana. Sınıflı topluma geçileceğine göre, sınıf dövüşüne dayanıklı, yatkın biri olmalıdır. Proleterya üstünde dikta kura­ bilecek, onu sömürmeye yatkın bir kapitaliste, burjuva adayına devre­ dilmelidir üretim araçları. Mazovviecki'nin kapitalizmde, özelleştirme konusunda vardığı ko­ nak budur. Bu konağın öne çıkmış adayları konusuna geçmeden eko­ nominin oturtulması düşünülen sistematiği konusunu biraz açalım. Bugün sosyalizmden cin çarpmış gibi kaçanların tek derdi vardır: Serbest pazar, serbest rekabet, özel mülkiyet. 70 yıldır,'Emperyalizm' kitabını okumuş bu döneklerin aklı beş karış havadadır. Sanmaktadırlar ki, kapitalist yola girince 19. yüzyılın serbest rekabetçi kapitalizmi ile işe başlayabileceklerdir. Oysa kapitalizm 1900'lerden beri Emperyalizm ol­ muştur. II. Dünya Savaşından sonra da Sosyalizm korkusundan onun bazı özelliklerini benimsemiş tekelci devlet kapitalizmi olmuştur. Sosya­ list döneklerin kafasında böyle bir perspektif yoktur. Kapitalizmin aklı başında ideologlarından Kurt Flexner şöyle di­ yor, "... kapitalizm sosyalizmin en iyi unsurlarım benimsemiştir ve şimdi sosyalist ülkeler ekonomik evrimleşme dönemindeler, yani kapitalizmin en iyi unsurlarını uygulamaktan büyük kazanç elde edebilirler..." (NT 43/90) Sosyalizm devlet planlaması, yeni yapısal krizlerden kaçınma,


59 YOL sosyal adaleti sağlama yani geliri olmayana da sosyal hizmet götürme, emeğin arz ve talebini düzenleme vb. gibi konularda kapitalizmin yapa­ madığını başarmıştır. Kurt Flexner'e göre sosyalist ülkeler kapitalizm yoluna, sosyalizmin herşeyini inkar ederek çıkmamalı, sosyalizmin iyi yanlarını benimseyerek kapitalizmi kurmalıdırlar. Dünya Finans-kapital'i sosyalizm döneklerinin kara gözünün aşı­ ğı değildir. İş yapacaktır, dünya nüfusunun 1/3 ünü barındıran koskoca sosyalist pazarları kendi tekelci devlet kapitalizmi çarklarının içine otur­ tacaktır. Hem de sosyalizmin meyvalarını tatmış milyonlarca insana, kendi çürümüş düzenini pazarlayacaktır. Sosyalist döneklerin pembe kapitalist düşlerinden korkmakta, temkinli, gerçekçi davranmaktadır. Polonya bir labratuardır. Burada başarılı olursa diğer pazarlara daha göğsünü gere gere girecektir. Kısacası Dünya Finans-Kapital'i sosyalist ülkelere belirli bir rasyonellikle yaklaşmaktadır. Bu bakımdan kapitaliz­ min şaşkın aşıklarından farklıdır. Mazovviecki iktidar olur olmaz Dünya Bankası, IMF, Sachs adın­ da Latin Amerika ülkelerinde pişmiş bir uzmanlarını yolladılar. Bu uz­ manın güdümünde bir plan, program yapıldı. Reformun 2. ve köktenci döneminin yürürlüğe sokulması için seçimler beklendi. Şimdi yukarıda büyüklüğünü anlattığımız işletmeler rastgele değil, belirli bir rasyonallik içinde, küçük küçük fabrikalar, atölyelere bölünecektir. Komünist tekel­ ciliğin hantallaştırdığı katılaştırdığı ekonomiye bir esneklik kazandırıla­ caktır. Küçük işletmeler yatay ilişkiler ile hava alacak, canlanacak, tüm ekonomik yapıya bir rahatlık getirilecek. Verimlilik artışı için atılan işgü­ cü hizmet sektörüne kaydırılacak. Sağlık, eğitim gibi sosyal hizmetler sosyalizmdeki sistemi içinde, ama iyileştirilerek tutulacaktır. Dünya Finans-Kapital'inin Polonya için öngürdüğü formül bizlera yabancı değildi. Neredeyse bütün 3.Dünya ülkelerinde kurulduğu biçi­ miyle tekelci devlet kapitalizmidir. Bizde Atatürk eliyle bankalar kurul­ muştur. Buralara memurlardan zorla maaş kesilerek kredi olanağı yara­ tılmış ve krediler burjuvalara fabrika kurdurtmak için verilmiştir. Tüysüz burjuvalarımızın altından kalkamayacağı ağır sanayi kısmı da devlet eliyle kamu sektörü olarak kurulup, Koçlarımız semirtilmiştir. İşte şimdi Polonya'da oynanacak oyun bunun bir benzeridir. Bu kez var olan işlet­ meler parçalanıp burjuva adaylarına al diye verilecektir. Bu küçük küçük Polonya burjuvalarının üstüne de uygun görülen yani kârlı bulunan yer­ lere de dünya tekelleri oturacaklardır.


Kapitalist Yolda Ayrışım — 60 Bizim devletçiliğimiz 1950'lere kadar milli burjuvalarımızı korudu. Ancak 1930 lerde Özal ile, o bile sınırlı olarak dünya pazarına açılıyor. Oysa Polonya kendi burjuvazisini bizzat dünya tekelleri ile bütünleşe­ rek kurmak geliştirmek istiyor. Bir anlamda Latin Amerika ülkelerinde yaşananın tepesi taklak biçimine benzemektedir. Bilindiği gibi Latin Amerika pazarları ABD tekelleri eli kuruldu. Gelişen yerli burjuvalar pa­ zardan paylarını arttırmak için millileştirmelere giriştiler. Ulusal pazarlar kurulmaya çalışıldı. Şimdi sosyalizmde tam zıddı, yüzde 100 kamu mülkleri dünya tekelleri hizmetine açılıyor. Geleceğe fazla fal açmadan özetleyelim. Dünya Finans-Kapitali güdümünde bir devlet eli ile kamu mülkiyeti küçük birimlere bölünecek, burjuva adaylarına satılacak, ya da bir şekilde devredilecek. Aşağıda şekillenen, serpilen pazar üstünde uygun yerlere dünya tekelleri yerle­ şecektir. Dünya Finans-Kapitalinin planı Tekelci devlet kapitalizmidir. Adı üstünde devletin tekel olduğu bir kapitalizm. Yani güçlü bir devletçilik. Güçlü bir devlet bürokrasisi. Dünya Finans-Kapitalinin istediği, kapita­ lizmin sulu aşıklarının horladığı Stalinci merkezi devlet bürokrasisinin ta kendisidir. Mazovviecki işte bu nedenle Anayasanın değiştirilmesine karşı çıktı. Komünizm dönemindeki Anayasa merkeziyetçiliği Polon­ ya'da kurulacak kapitalizmin tam da işine gelen türde bir Anayasaydı. Eski devlet başkanı Jarüzelski'nin elindeki yetkilerin alınmasına karşı çıkıldı. Acı reformların uygulanabilmesi merkeziyetçi yetkileri çok bir devlet yapısı gerektirmektedir. İşte bu nedenle Mazovviecki eski KP üyeleri ile işbirliği yapmakla suçlandı. Üstüne şimşekleri çekti. Ve so­ nunda seçimleri de kaybetti. Tekrar edelim. Sosyalizmden kapitalizme geçmek demek sınıf­ sız toplumu sınıflı hale getirmek demektir. Proleterya içinden bazılarına burjuva olma imkanı tanımak demektir. Şimdiye kadar iktidarda olan KP üyeleri de ekonomide en deneyimli kesimdir. Çürümüş sosyalizm­ den, ceplerinden en çok para ile çıkan yine onlardır. Çürümüşlüklerinin yine kapitalizmin çürümüş Finans-kapital unsurları ile rezonansa gel­ mesi bir rastlantı değildir. Dünya Finans-Kapitali için önemli olan kendi düzenini kurarken en işine gelenleri seçmektir. Sonuçta Mazovviecki kapitalizmi kurmaya adım attığında KP ile öbür kapıda buluşuvermiştir.


61 YOL KESERLİ BAŞKAN ”Keserli Başkan" VValesadır. Seçim propagandaları sırasında kendisine bu sıfat yakıştırılmıştır. Acaba neden Dayanışmanın bu baş­ kan adayının eline keser tutuşturmak gerekmiştir? VValesa elinde keser ne yapacaktır? VValesa ne yapacağı konusunda biraz kararsızdır ve bu nedenle de keser biraz elinde iğreti durmaktadır. Fakat Mazovviecki'nin KP üyeleri ile kurduğu bağı keseceğini açık açık söylemektedir. Ama işte o kadar. Çünkü KP ile kapitalizmin arasındaki bağa gelince işler düğüm olmaktadır. Kapitalizmin ülkede kurduğu bağ da zedelenecektir. Dünya Finans-Kapitali Polonya'da düzen değişene kadar Dayanışma iktidar olur olmaz VValesa'yı koltuğa oturtmaktan hep kaçındı. Hele es­ kisi gibi kalmasını zorunlu gördüğü bol yetkili devlet başkanı koltuğuna hiç uygun görmedi. Ama ne yazık ki Dünya Finans-Kapitali için herşey öyle düz gitmez. O bu inişli çıkışlı yolda düzenini sürdürmenin binbir yolunu bulur. VValesa keserini başka nerde ve ne için kullanacak? VValesa pragmatik, popülist bir adamdır. Popülizmin olumsuzlu­ ğuna karşı kendini şöyle savunuyor. "Ben popülizmi herkesin tatmin olabileceği bir noktaya kadar götürürüm." (NT.48/90 s.33) Kapitalizm koşullarında herkezin mutlu olacağı popülizm nasıl kurulacaktır? VVale­ sa elindeki keseri sallayacak kamu mülkiyetini herkese dağıtıverecektir. Eğer kafada Yugoslavya modeli öz yönetim yoksa bu ya sosyalizm­ dir ya da kapitalizm değildir. Çünkü kapitalizmde 2 sınıf vardır. Mülklüler, mülksüzler, sömürenler sömürülenler, burjuvazi ve proleterya. VVa­ lesa ne dediğini, ne yapacağını bilmiyor. Herkezi burjuvalaştırma hayali ile avutuyor. Sınıflı toplumdan işçi içgüdüsü ile korkuyor. İşçi Sınıfım 10 yılı aşkın süredir kapitalizm hayali ile avutan VValesa bu bilim dışı oyu­ nunun son sahnesinde, tragedya kahramanı olarak tarihe geçme döne­ mindedir. Sınıf bilinci olmayan bir işçi son tahlilde kapitalizmin kuyrukçuluğunu yaptığına göre, VValesa kapitalist yolda nasıl bir misyon yüklene­ bilir? VValesa, Mazovviecki'nin sağ liberalizmine karşı sosyal demokrat bir tepkidir. Kapitalizm yoluna çıkalı 1.5 yıl olmadan Polonya halkı VVa­ lesa ile sosyal demokratlık saflarına savrulmuştur. VValesa keseriyle ka­ mu sektörünü daha küçük parçalara bölecektir. Dünya Finans-Kapitali nin tekelci devlet kapitalizmine karşı küçük-burjuva bir model geliştir­ meyi özlemektedir.


Kapitalist Yolda Ayrışım — 62 SONUÇ Polonya kapitalizm yoluna çıkalı iki yıl oldu olmadı ama halkın büyük çoğunluğu şimdiden parlementer sistemden umudunu kesmiş görünmektedir. Sandık başına giden halk yüzde 55'leri anca buluyor. Büyük çoğunluk kararsız, bekleme döneminde, pasif durmaktadır. Sandığa gidenlerin dörtte biri Tyminski gibi bir işadamına oy ver­ mekle romantizmlerini dile getirmişlerdir. Halâ masal kahramanı bir prensin karanlıktan çıkıp kendilerim kurtanvereceğini sanmaktadırlar. Kendilerine güvenleri yoktur. PolonyalIların anca yüzde 40'ı VValesa peşindedir. Onunda çare­ sizlik içinde bir çare olduğuna şüphe yoktur. Fakat alttaki yığınların dü­ şüncesi ne olursa olsun bugün iktidar koltuğunda VValesa oturmaktadır. Polonya önümüzdeki günlerde bu liderle yönetilecektir. Seçimlere tepeden bakıldığında VValesanm başkanlığa gelmesi 1.5 yıllık Mazovviecki'nin Dünya Finans-Kapitali adına yürüttüğü radikal yola tepkidir. Tepeden güdümlü devlet kapitalizmi ve bunun yaratacağı bir avuç burjuva sınıfına halk karşıdır. Hele hele burjuvaların eski KP üyeleri olmasına büyük tepki göstermiştir. VValesa halka küçük, burjuva hayalleri dağıtmaktadır. Bu anlamda da, dünya Finans-Kapitali ile şimdi­ lik, de olsa uzlaşmaz görünmektedir. Polonya kapitalizme çıktığına göre sınıfları yaratmadan edemez. Yeni şekillenmeye başlayan burjuvaların, yıllardır sınıf gözlüğünden yoksun işçi sınıfı ile nasıl zıtlaşacağı, VValesa iktidarının önümüzdeki günlerde yürüteceği politikalarla belirlenecektir. KP’nin yıllardır yaptığı yanlışlıklar işçi sınıfını kapitalizm hayali görmeye zorlamıştır. Walesa bu hayalin kahramanı olarak, bu aldatmacanın gerçekle parçalanmak zorunda olduğu son perdeyi açmış bulunmaktadır. Dünya sosyalizminin bugün vardığı acınası son konakda yazımı­ zı nasıl bir dilekle noktalayalım? Polonya sosyalizmin hep zayıp halka­ sı oldu. En önce koptu ve öncülüğün kimilerine göre avantajını, kimile­ rine göre de dezavantajını yaşıyor. Dileğimiz odur ki, Polonya işçi sınıfı VValesa sosyal demokratlığının kendi aradığı yol olmadığını anlasın. Üretim araçlarına bizzat kendi sahipliği ile bu işten çıkılabileceğini en zor da olsa, bundan başka ucuz reçetelerle bir yere varamayacağını görsün. Çürümüş sosyalizmden kopma cesaretini gösterip yanlış bir kavis çizdikten sonra doğru temelde, yanlışlarından sıyrılmış olarak, kendi kaderini yanlız kendinin belirleyebileceği sonucuna varsın. Böyle­ ce de Polonya, sosyalizmin zayıf halkalığından, öz çekirdeği konumu­ na yükselsin.


63 YOL KAPİTALİZM ve SOSYALİZM ÜZERİNE RAPOR KAPİTALİZM

Dünyamız, kelimenin tam anlamıyla tarihi bir dönemden geçiyor. İkinci Dünya savaşıyla birlikte kurulan dengeler insanlık tarihi açısın­ dan ne kadar büyük önem taşıdıysa, şimdi o dengelerin geriye doğru bozuluşu da en az o denli önem taşımaktadır. Sosyalizm, özellikle doğu Avrupa ülkelerinde, çözülüyor. Sovyet­ ler Birliğindeki gelişmelerin varacağı sonuçları bugünden kestirmek ol­ dukça zor. Ancak şimdiden söylenebilecek olan, Sovyetlerde de sosya­ lizmin geleceğinin çok ciddi bir tehdit altında olduğudur. Kapitalizm bu gelişmeler karşısında belki de tarihi boyunca vara­ bildiği en yüksek moral üstünlük noktasına ulaşmıştır. Bu açık gerçek­ likler, insanlığın bilincinde kaçınılmaz yankılarını yaratıyor. Bunların en önemlisi kapitalizmi ebedileştiren sosyalizmi ütopyalaştıran tezlerdir. Sovyetler Birliği'ndeki en yetkili teori ve politika üreten merkezler çok­ tan kapitalizmle ilgili "kriz ve çöküş" teorilerinden, "iki sistemin zaman içinde yakınlaşması" teorisine geçtiler bile... Kapitalizm, İkinci Dünya Savaşı sonrası başlıyan "barışçıl yarışta" üretici güçleri geliştirme yete­ neğini yitirmediğini gösterdi ve sosyalizmi çok gerilerde bırakan bir tek­ nik üretkenliğe ulaştı. Yaşadığımız dönem, bu yarışın ilk etabın bittiği yıllardır ve dünya sosyalizmi bu yarışta yenik düşmüş, soluksuz kal­ mıştır. Bu yepyeni koşullarda, kapitalist dünyayı değerlendirirken sis­ tem içindeki son güçler dengesine bakmak artık yeterince açıklayıcı olamaz . Kapitalist gelişimin genel tarihine ve özelliklerine topluca yeni­ den yaklaşmak kaçınılmaz olmuştur. Kapitalizm gelişmesi sırasında farklı dönemlerden geçmiştir. Bir­ birinden başlıca farklı iki dönem; serbest rekabetçi ve tekelci kapitalizm dönemleridir. Ancak bu kaba ayrım, kapitalizm sürecinde evrimleşen üretici güçler ve üretim ilişkilerinin durumunu yeterince açıklamaz. Onun temel özelliği olan üretim araçlarındaki özel mülkiyet ile artı-değerin sermayeye dönüşmesi, aynı kalırken üretim tekniği ve mülkiyet ilişkilerinde değişimler yaşanmıştır.


Kapitalizm ve Sosyalizm Üzerine Rapor— 64 Serbest rekabetçi kapitalizm, manifatür ve makina (fabrika) üreti­ mi dönemlerini kapsar. Üretim aletlerinin bir yere toplanması olan manifaktür üretimde, işçi henüz zanaatkar özelliklerinden sıyrılmamıştır. O nedenle yüz yılı aşan bu dönemde, gerçek anlamda bir işçi hareketi şekillenmemişti. Makinalı üretim, sanayi devrimi ile başlamış büyük işçi topluluk­ larını bir araya getirmiştir. Artık işçi, aletin (makinanın) bir parçası duru­ mundadır, işi tek düze ve hiçbir yaratıcı özelliğe sahip değildir. Fabrika üretimine geçen kapitalizm, aşırı üretim krizleriyle birlikte yaşamaya başlamıştır. 19 yy., devri krizlerin kapitalizmi her 6-8 yılda bir sarstığı yüzyıl olmuştur. Serbest rekabet, hızlı teknik gelişimin iticiliğinde yüz yıla kalma­ dan zıttını, tekelci üretim ilişkilerini yaratmıştır. Tekelci kapitalizm yıllarını başlıca üç farklı döneme ayırabiliriz. İlki, İkinci Dünya Savaşının bitimine kadarki dönemdir; İkincisi, savaş sonrasından 1970'lerin ortalarına kadar; üçüncüsü, içinde yaşadığımız dönemi kapsar. İlk döneme finans kapitalin doğup gelişmesi damgasını vurmuş­ tur. Sürekli yoğunlaşan ve merkezileşen sermaye birikimi, kaçınılmaz bir şekilde finans kapitali yarattı. Finans kapital ya da somut biçimiyle anonim şirketler, üretimin giderek daha fazla sosyal karakter kazanma­ sı karşısında, mülkiyet ilişkilerinde de, kapitalizm çerçevesinde bir "sosyalleşme" anlamına geliyordu. Kapitalizmin serbest rekabet yılları­ na denk düşen işletmesinin başındaki kapitalist tipi, finans kapitalin şe­ killenmesiyle ortadan kayboldu. Emperyalist anayurtlarda şekillenen dev tekeller, kaçınılmaz bir şekilde dünya pazarının yeniden paylaşımını gündeme getirdi.Tekelci kapitalizmin ilk kırk yıllık tarihine paylaşım savaşları damgasını vur­ muştur. Yine aynı dönem, kapitalizmin yıkılış sancılarını en yüksek noktasına vardırmış, bunun sonucu olarak 1917 Rus devrimi daha son­ ra da doğu Avrupa'daki devrimler yaşanmıştır. Tekelci kapitalizmin ilk dönemine damgasını vuran daha yüksek sermaye birikimi için dev te­ kellerin dünyayı en korkunç paylaşım savaşları, sosyalizmin doğuşuyla pazarların topyekün kaybına varınca sürdürülmesi imkansız hale gel­ miştir.


65 YOL Tekelci kapitalizmin ikinci dönemi, 1940'lar sonrası başlar ve ön­ cesi ile bazı önemli farklılıklar taşır. Bu farklılıkların en önemlisi devletin bir kapitalist gibi ekonomiye katılmasıdır. Keynes'in ismiyle anılan bu uygulamalar 1930'larda filizlenmiş, 1940'lar sonrası ise kapitalist ana­ yurtlarda genel bir özellik haline gelmiştir. Devlet, bir yandan az kârlı alanlarda temel yatırımlara girişip, aynı zamanda büyük tekellerin dev müşterisi gibi davranarak doğrudan talep yaratırken; öte yandan, sos­ yal harcamaları yükselterek hem iş edinmeyi hem de çalışanların ya­ şam koşullarını yükseltiyordu. Bu gelişme, üretim ilişkilerindeki bu yeni durum hiç şüphesiz ki kapitalizmin iki dünya savaşını kapsayan büyük krizine karşı bir tepki­ dir. Aşırı üretim krizleri ve rekabetin yıkıcılığı, insanlık tarihinde yeni bir dönem başlatmış, sosyalizmi yaratmıştır. Dünya kapitalizmi 1917'den sonra, artık hiçbir zaman öncesi gibi olamazdı. Kapitalizm, sosyalizmin doğuşundan önemli dersler çıkartmıştır. John Galbaitn'ın dediği gibi "refah devleti tarafından katı ve sert kenarları yontulmasaydı eğer, ka­ pitalizm yaşayamazdı". Devletin tekelci ekonomide devreye girmesi sermaye birikiminde yüksek bir yoğunlaşmanın doğal sonucudur. Ekonomiye egemen hale gelen finans kapital zümresi, devleti de bütün kapitalistlerin egemenlik aracı olmaktan, kendi egemenliğinin aracı haline getirmiştir. Devlet bir bakıma, finans kapital için daha yüksek sermaye birikimi sağlamada kollektif sermaye biriktirme aracı olmuştur. Kapitalist ekonomiye plan uygulaması da 1945'ler sonrası gir­ miştir. Aşırı üretim krizlerinin yıkıcılığı ekonomiyi planlı davranmaya zorlamış, teknik haberleşmedeki gelişmeler de planlamayı mümkün kıl­ mıştır. Bu özellikler kapitalizmin gelişmesinde, yaşanan büyük krizler­ den sonra bir bakıma kaçınılmaz basamaklar olmuştur. Öte yandan, 1950'ler sonrası kapitalizmde sosyal harcamaların artması-eğitim. sağlık, işsizlikte iyileşmeler- yani ünlü deyimiyle "refah devletinin şekillenmeside ise en büyük etken, sınıf mücadelesinin sos­ yalizmin iktidarıyla sonuçlanmasıdır. Emperyalizm kırılmamak için esnemiş, daha doğrusu esnemek zorunda kalmıştır. Kapitalist anayurt­ larda yaşam koşulları ve sosyal haklar öncesiyle kıyaslanmayacak öl­ çüde gelişmiştir. Bügün pek moda olan "İsveç modeli" kendi orijinalliği­ ni Sovyet devrimine aşırı derecede yakın olmakla kazanmıştır. Üretim biçimi olarak sosyalizmle ilgisi olmayan hatta tekelciliğin en sivri olduğu


Kapitalizm ve Sosyalizm Üzerine Rapor— 66 bu ülke, sosyal haklar açısından sosyalizmden İleridir. Bir İsveç sosyal demokratının dediği gibi, "İsveç m odeli""güçlü bir kapitalizmle güçlü bir işçi hareketinden doğmuştur". İsveç işçi hareketinin gücünü Sovyet devriminden aldığı çok açıktır. Kapitalizm, kendi arasındaki rekabet kadar sosyalizme karşı yü­ rüttüğü soğuk savaşın itici gücüyle de üretici güçleri geliştirmiştir. Öte yandan, "refah devletinin temellerinde yeni sömürgecilikle geri ülkele­ rin soyulmasının çok önemli bir payı vardır. Eğer bu gerçeklik unutulur­ sa, bütün değerlendirmeler emperyalizmin övgüsüne dönüşür. Emperyalist merkezler, kapitalizmin yalnızca bir yüzüdür; diğer yüzü ise geri ülkelerdir. Birinde üretici güçler gelişirken, diğerinde bü­ yük ölçüde çürümekte, israf olmaktadır. Geri ülkeler aleyhine sermaye biriktirebilen emperyalizm gelişirken, diğerlerinin nefes boruları her ge­ çen gün daha fazla tıkanmaktadır. Savaş sonrası emperyalist ideologlara "sanayi ötesi" toplumun kurulduğu çığlıklarını attıran gelişmeler 1970'lerin ortalarında yaşanan derin krizle birlikte yokolup gitti. 1970'lerin ortasından itibaren tekelci kapitalizm üçüncü dönemine girer. Keynes'in ismiyle anılan uygulama­ lar terkedilirken yeni döneme Friedman damgasını vurur. Tekelci kapitalizmin 1970'ler sonrası belirginleşen yeni özellikle­ rine gelmeden, 1973 krizini yaratan koşullara ve krizin özelliklerine göz atalım. Kriz kendini üretimde keskin bir düşüş ve doğal olarak kullanıl­ mayan kapasitelerde bir artışla ortaya koymuştur. Bütün kapitalist ülke­ lerde 1961-1973 arası yüzde 6 olan sanayi üretimindeki yıllık artış ora­ nı, 1974-1985 arası yüzde 1,8'e düşmüştür. Üçte birden daha fazla bir düşüş... Bu düşüşün diğer yanı kullanılmayan kapasitelerdeki artıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası 1970'lerin ortalarına gelinceye kadar atıl kapasite en fazla 1966 da yüzde 6'ya ulaşmıştır. Oysa bu oran 1974'de yüzde 25'e sıçrarken, 1982 de yüzde 33'e tırmanmıştır. Yalnızca bu oranlardan kalkarsak, sabit sermayenin üçte biri değersizleşmiştir. Hemen görülebileceği gibi 1930'lara kadar daha sık ve daha de­ rin yaşanan derin krizler 1940'lardan 1973'e kadar aynı ölçüde yaşan­ mamıştır. 1973 krizine kadar üretimde dalgalanmalar yaşansa da bun­ lar kriz noktasına varmamıştır. Bu yapısal değişimin nedenleri açıktır.


67 YOL Devletin de ekonomiye doğrudan müdahalesiyle tekelci kapitalizm üre­ timi az çok planlı hale getirebilmiştir. Ülke ve dünya pazarına yukarıdan bakabilen finanskapital, doğal olarak üretimdeki eski anarşiye belli dü­ zenlemeler getirebilmektedir. Kapitalizmin savaş sonrası otuz yılı aşkın krizsiz döneminin di­ ğer önemli nedeni, iki dünya savaşının öncekilerle kıyaslanmayacak öl­ çüde yarattığı yaygın ve derin yıkımdır. Kapitalizm bu yıkıntı üzerinde kendini yeniden kurdu. ABD sermayesinin öncülüğünde Avrupa (özel­ likle Almanya) ve Japonya yeniden kuruldu. Öte yandan, aynı yıllar klasik sömürgeciliğin yaygınlaştığı yıllar­ dır. Kapitalizm, doğuş yıllarında ilk büyük sermaye birikimini sömürge talanlarıyla yapmıştı. Savaş yıkımından sonra uzun "refah" yılları için yoğun sermaye birikimini bu sefer yeni sömürgecilikle sağlamıştır. Fakat 1970'lere gelindiğinde kapitalizmin anayurtlarda savaş sonrası yeniden inşası bir ölçüde tamamlanmış, daha da öteye yeni güç merkezleri şekillenmeye başlamıştır. Diğer yandan, yeni sömürge­ cilik ilk iflas işaretlerini vermeye başlamıştır. Böylece 1970'lere gelindiğinde aşırı sermaye birikiminden doğan kriz kendini bütün şiddetiyle ortaya koymuştur. Kâr oranlarındaki düş­ me üretim araçlarının yenilenmesi için gerekli yatırımları yavaşlatmıştır. 1961-1970 arasında yüzde 9,1 olan kâr oranı 1970-74 arasında yüzde 7.6 ya 1974-1982 arasında ise yüzde7.3'e düşmüştür. 1973-75 de derinleşen, kısa bir iyileşme eğiliminden sonra 1980­ 82 de yeniden patlak veren krizin temel özellikleri şöyle sıralanabilir. -Kriz daha çok tüketim malları, sanayi (tekstilden arabaya) ile es­ ki günlerin ağır sanayi dallarını (demir çelik üretimi) etkilemiştir. Yeni yüksek tekniğin kullanıldığı kimya ve elektronik sanayi krizlerden fazla etkilenmemiştir. Yeni üretim tekniklerinin eskittiği ve değersizleştirdiği sermaye 1973 kriziyle yenilenmeye zorlanmıştır. Ve bu süreç kaçınıl­ maz bir şekilde işsizliği arttırmıştır. Örneğin giyim, otomobil ve çelik sanayilerinde ABD ve Avrupa'da bir kaç milyon işçi işlerini kaybetmiştir. Krizin hafiflediği yıllarda bile işsizlik azalmamıştır. 1973 ve 1980 krizleri, savaş sonrası şekillenen üretim teknikleri­ nin eskiyip, değersizleştiğini ve yenilenmesi gerektiğini anlatmaktaydı. -Kapitalizmin 1973 ve 1980 krizleri, aynı zamanda enerji ve ham


Kapitalizm ve Sosyalizm Üzerine Rapor— 68 madde kaynaklarındaki bunalımla çakışmıştır. Emperyalist ideologların çok sık tekrarladığı gibi petrol fiyatlarındaki yükselmeyi krizin nedeni olarak koymak sorunu tam tersinden ele almak olur. Geri kapitalist ül­ kelerin ham madde kaynaklarının, emperyalizm tarafından pervasızca yağmalanması, bu ülkelerin şu ya da bu yolla direnişlerini ortaya çıkart­ mıştır. Bu aslında kapitalizmin ileri ve geri yüzü arasındaki çelişkinin kendini bir biçimde ortaya koymasıydı. Enerji ve ham madde kaynakla­ rındaki riskin artması, aslında kapitalizmin ekstansif gelişiminin sonuna varıldığını gösteriyordu. Böylece kaynakların spekülatif israfı yerine za­ manla kaynakların kullanımında tasarrufa bıraktı. Ham madde kaynak­ larındaki tasarruf zorunluluğu ise yeni tekniklerin kullanımını kaçınıl­ maz kılıyordu. Geri ülkelerin bir direnci anayurtlarda teknik gelişime zemberek oluyordu. Aynı kriz kapitalist ekonomilerdeki tarım sorununu da öne çıkart­ mıştır. Sabit sermayenin yenilenmesi için gerekli birikim ihtiyacı, tarım sübvansiyonlarına yapılan harcamalarda bir indirimi zorlamaktadır. Böyle bir gelişim, uluslararası planda tarım ürünleri rekabetini arttırır ve kaçınılmaz olarak kimi kapitalist anayurtlarda ve özellikle de geri ülke kırlarında yıkıcı etkiler yaratır. Eğer böyle bir gerişim olursa, şimdiden kapitalist anayurtları belli ölçüde bunaltan illegal işgücü göçü çok daha yüksek boyutlara fırlar. "Refah devleti" adacığının etrafına yığılan bu "barbarlar", uyuşuk "medeni"ler arasında ister istemez sosyal huzur­ suzluklara kapı açar. -Enflasyon ve yerinde sayan üretkenlik, düzelme yıllarında bile kapitalist ekonomilere yapışık bir hastalık haline gelmiştir. Enflasyonun esas kaynağı dev tekelci devlet harcamalarıdır. Fakat öte yandan ön­ ceki yıllarda "ılımlı" bir enflasyon, donuklaşan tekelci yapıları canlandır­ mak için istenen bir uygulama olmuştur. Artan fiyatlar, sabit sermaye yatırımlarının hızlı amorti edilmesini sağlıyordu. Fakat bu süreç bir kez işlemeye başlayınca tırmanan enflasyon koşullarında sabit sermayenin yenilenmesi zorlaşıyor, sermayenin eskime süreci yavaşlıyor, para üretim devresinden çıkıp spekülasyona kayıyordu. Bu da beraberinde üretkenlikte bir durgunlaşmayı getirmiştir. 1983 sonrası belli bir düzel­ me yaşanmasına rağmen kapitalist ekonomiler hala bu kısır döngüden kurtulamamıştır. -1930'lardaki kriz devleti ekonominin içine çekerken, 1973 krizi


69 YOL tersi yönde bir eğilim doğurmuştur. Savaş sonrası gelişmede devletin ekonomiye girişi sermaye birikimini arttırsa da, tekelci üretimin yapısın­ da zaten varolan donuklaşmayı yıllar geçtikçe biriktirmiştir. Yeni üretici güçler kriz yoluyla bu yapıyı zorluyor. Ancak sorun tekelci ekonominin yapısından devleti tümüyle çıkartmak, yani 1930 öncesi ekonomik ya­ pılara dönmek biçiminde konursa, böyle bir geriye dönüş imkansızdı. Tekelci devlet kapitalizmi bir avuç finans kapitalin tüm ekonomiye ege­ men olmasının bir mantık sonucudur. O nedenle, bu yönde kimi eski­ yen uygulamalardan vazgeçilebilir, fakat esas yapı fazlaca değişemez. Çok gürültüsü yapılan özelleştirmeler, kapitalizmin mantığı gereği karlı üretim alanlarıyla sınırlı kalacak; öte yandan verimsizleşen ya da karlı­ lığı azalan alanlarda da "devletleştirme" süreci işleyip gidecektir. 1978 krizi esas olarak "refah devleti'nin harcamalar yönünü etki­ lemiştir. Oranlarındaki düşmeyi engellemek için bir yandan işverenlere yeni yeni avantajlar getirilirken, devletin sosyal harcamaları da azaltıl­ mıştır. Bu dönüş çok önemlidir. Savaş sonrası ilk kez, krizlerini geri ül­ kelere aktarma yollarının tıkanması sonucu, "refah devletleri" kendi "imtiyazlı" halklarının cebine ellerini atmışlardır. Ihgiltere ve ABD'nin başını geçtiği "yeni sağ"ın "ekonomide liberalizm" parolası daralan dev­ let imkanlarının öncelikle finans kapitale sunulmasından başka bir an­ lama gelmiyor. 1970 öncesi uygulamalar genişleyen bir ekonomiye denk düşüyordu. Kredi imkanları ve sosyal harcamalarla çalışan kesim ve küçük işletmelerde bu genişlemeden payını almıştır. 1973 krizi son­ rası uygulamalar ise daralan ekonomik gidişe denk düşmektedir. -1973 kriziyle işaretleri görülen 1980 krizinde ise daha açık orta­ ya çıkan diğer önemli özellik kapitalist dünyanın öbür yüzüyle ilgilidir. Trilyona varan borç krizleriyle yeni sömürgecilik iflasın eşiğine varmış­ tır. 1980 sonrası geri kapitalist ülkelerden sermaye kaçışı artmış, iki yüz milyar doları bulmuştur. Gelişmiş ülkeler lehine sürekli kan kaybe­ den bu ülkeler, üretimlerini yenileyecek sermaye birikimine hiçbir za­ man ulaşamadıkları için yeni borçlar da soruna çözüm olmamakta, borçla borç ödenirken üretim temeli çürümektedir. Emperyalizm tıpkı 1950'lerdeki gibi üçüncü dünya karşısında yeni bir dönüm noktasında­ dır. Geri ülkeler ulusal bağımsızlık savaşlarıyla önce "politik bağımsız­ lıklarını kazandılar. Yeni sömürgeciliğin iflasıyla sıra ekonomik bağım­ sızlıkların kazanılmasına gelip dayanmıştır. Ama bu önce emperya­ lizmle iyice içli dışlı olmadan, onun bütün soygun yolları deşifre olma-


Kapitalizm ve Sosyalizm Üzerine Rapor— 70 dan olamaz. Krizin ortaya çıkarttığı gerçekleri tesbit ettikten sonra tekelci ka­ pitalizmin yaşadığımız döneminde öne çıkan özelliklerine gelelim. Üretici güçlerin durumu açısından: Bilimsel teknik devrim üretici güçlerin gelişmesinde yeni bir dönem başlatmıştır. Bilim, önceleri üre­ tim sürecinin dışında ve üstünde görünürdü. Artık bilimsel araştırma labaratuarları ile pratik üretim süreci arasındaki uzaklık olağanüstü kısalmıştır. 19.yy.da bilgi birikimi ancak 50 yılda ikiye katlanıyordu. 1950'lerde 10 yılda, 1970'lerde ise 5 yılda bir insanlığın bilgi birikimi iki katına çıkmaktadır. Şimdiden yüzde 75'i ABD de olan 1300 bilgi bankası var­ dır ve ciroları bir kaç milyar doları çoktan aşmıştır.. Bu konuda "japon mucizesi” ilginç örnek oluşturmaktadır. Japonya 1950-1979 yılları ara­ sında 26 bin patent hakkı satın almış, yani yılda ortalama 800'den fazla yeni teknik bilgi Japon ekonomisine girmiştir. 1970'lerden sonra, bu bi­ rikimin sonucu taklitçiliğin yerini yaratıcılık almaya başlamıştır. Bilim ve tekniğin böyle fırtınalı ilerleyişi üretim araçlarının ömrü­ nü hızla azaltmakta, her yeni gelişimle eskiler çarçabuk değersizleşmektedir. Böyle hızlı değişime küçük ya da orta sermayeli işletmelerin ayak uydurmaları imkansızlaşmaktadır. Yeni teknikle üretim artık dev boyutlu tekelleri gerektirmektedir. Öte yandan, bilim ve teknikteki hızlı gelişim tekeller ölçeğinde rekabeti hızlandırmaktadır. Teknik gelişim buluşları olağanüstülükten kurtarmış, gündelik yenilikler haline getir­ miştir. Uluslararası seviyeden olaya bakıldığında üretici güçlerdeki bu yenilenme hızı kapitalist pazarlardaki gerilimi önceleriyle kıyaslanma­ yacak ölçüde yükseltmiş ve süreklileştirmiştir. İnsan üretici gücünün durumuna gelince kol emeği düzenli bir şekilde azalmakta, yerini otomatik sistemlere bırakmaktadır. Buna kar­ şılık bilgi ve hizmet sektöründe çalışanlar artmaktadır. Kompüterle bir­ likte "kafa emeği"nin üretime aktarılması önemli değişikliklere uğramış­ tır. Yeni teknik kafa emeğini de sıradanlaştırıyor. Onu da yaratıcılıktan uzak monoton, birbirini tekrar eden bir sürece dönüştürüyor. Az sayıda bilimsel araştırma grupları dışında hizmet işkolunda çalışan­ ların ezici çoğunluğu tek düze "kafa emeği" harcamaktadır. Bu kafa ve kol emeği arasındaki imtiyazlı farklılığın kalkması yolunda büyük bir adımdır. Ancak insan düşüncesinin yaygın yaratıcı kullanımından he­ nüz çok uzaktadır.


71 YOL Sınıfın gittikçe çoğalan bu kesiminin sınıf mücadelesinde belirgin bir deneyi yoktur. Konumundan dolayı henüz sınıf zıtlıklarını proletar­ yanın klasik çekirdeği ölçüsünde algılayamamaktadır. Bu "beyaz yaka­ lıların işi tekdüzeleştiği, bu alanda işgücü fazlası oluşmaya başladığı ölçüdeki süreç böyle akıyor kendilerinin de işgücü pazarına dahil ol­ duklarını kavrayacaklardır. Böylece sınıf mücadelesine "kol emeği"nin militanlığının yanına belki de "kafa emeği"nin taktik ustalığı katılacaktır. Üretim ilişkileri açısından: 1970'ler sonrası öne çıkan gelişme uluslararası tekellerin artan önemidir. Bugün çok uluslu tekeller dünya sanayi çıktısının üçte birini; dünya ticaretinin yarısını; patent ve tekno­ loji satışının yüzde 80’ini kontrol ediyorlar. Tahmin edilebileceği gibi çok uluslu tekellerin yüzde 75'i gelişmiş ülkelerdedir. Çok uluslu tekellerin gelişmesi emperyalizmin sermaye ihracıyla yaşıttır. Ancak onların esas güçlendiği dönem savaş sonrası Avrupa ve Japonya’nın yeniden inşa yıllarıdır. Bilimsel teknik devrimin üretici güç­ leri sürekli yenilemesi ve yeni emperyalist güç merkezlerinin şekillen­ mesi uluslararası tekellerin gelişimine hız vermiştir. Sermayenin, em­ peryalizm çağıyla ulusal çitleri yıkışının günümüzdeki bir örneği olan uluslararası tekeller insanlığın gelişiminin kaçınılmaz yönüne işaret edi­ yor. Ancak, kapitalizm koşullarında onların konumunu abartmak, hatta uluslararası tekellerle merkez ülkeler arasında uzlaşmaz çıkar çatışma­ ları görmek insanı Kautsky'nin "süper emperyalizm" görüşüne götürür. Emperyalizm koşullarında, pazarı paylaşmak ya da korumak için zor hayati bir öneme sahip olduğu müddetçe, uluslararası tekeller esas olarak ana ülkelerin uzantısı olarak davranacaklardır. Aslında uluslara­ rası tekeller, eskisi gibi topyekün savaşlarla dünya pazarının paylaşıl­ masının imkansız olduğu koşullarda'dünya pazarının hergün yeniden paylaşımında emperyalist merkezlerin öncü güçü ya da ileri karakollar­ dır. Emperyalist merkezler arası güç dengesi açısından: Savaş son­ rası sosyalizmin zaferi karşısında ve ABD'nin egemenliğinde kapitalist anayurtlar rekabeti asgariye indiren bir uzlaşmayla yeniden inşa süreci­ ne girmişlerdi. Bu uzlaşmanın en önemli belgesi uluslararası para sis­ temini belirleyen doları egemen para ilan eden Bretton Woods anlaşmasıydı. Bu uzlaşma 1970'lerde yırtıldı. Çünkü Almanya ve Japon­ ya'nın öne çıkmasıyla emperyalist dünyada yeni bir güç dengesi ortaya çıkmıştır. Amerikan tekelinin zayıflaması emperyalist dünyadaki geliş-


Kapitalizm ve Sosyalizm Üzerine Rapor— 72 melere yeni bir nitelik kazandırmaktadır. Bu gelişmeyi burjuva iktisatçıları "rekabette rönesans", "yeni bir rekabet rüzgarı" diye niteliyorlar. Gerçekten, 1950'lerde ABD'nin egemenleği çok açık iken, bugün Japonya ve Almanya güneşin altındaki yerlerini aldılar. İlk dünya savaşı Ingiltere'nin dünya çapındaki egemen­ liğine önemli bir darbe vurmuştu. İkinci dünya savaşı egemenliğin kesin olarak ABD'ne geçmesiyle sonuçlandı. Savaş sonrası silahlanma yükü­ nü taşımayan Almanya ve Japonya 1970'lerde açıkça ABD egemenliği­ nin yanına yükseldiler. 1980 krizi ise bu gerçekten kapitalist anayurtlar arası rekabete savaş sonrası yaşanmadık ölçüde yeni bir hız vermiştir. Ayrıca bilimsel teknik gelişmenin yeni karakteri yani araştırma ve geliş­ tirmenin dev boyutlu sermayeler gerektirmesi; öte yandan teknik yeni­ liklerin günlük buluşlar şeklinde hızlanması kapitalist anayurtlar arasın­ daki rekabeti kaçınılmaz bir şekilde canlandırmıştır. Bu gelişmenin yanına 1989'larda ortaya çıkan sosyalizmin çözül­ mesi de eklenince, kapitalist anayurtlar arası rekabet daha da tırmana­ caktır. Bu gelişme kendini en çok geri kapitalist ülkelerin bunlara şimdi kapitalizmi restore etmeye çalışan eski sosyalist ülkeleri de katabifirizyeniden paylaşımında gösterecektir.

Sonuçlandınrsak, sosyalist ülkelerdeki krizin birden tırmanma­ sıyla kapitalizmin görünümü parlaklaştı. Kapitalist sisteme bizzat sos­ yalist saflardan da övgüler arttı. Oysa 1990'lar kapitalizm açısından ye­ ni kriz beklentilerinin yoğunlaştığı yıllardır. Bu nedenle, kendi sermaye yenilenmesinde zorlanan kapitalizm, yeni doğu AvrupalI dostlarına son derece ihtiyatlı yaklaşmaktadır. Kısmı bir iyilişme olsa da ABD ekonomisi hala kendini toparlayamamıştır. Amerikan mallarının rekabet gücü yükseltemediği için dış ti­ caret halâ büyük açıklar vermektedir. ABD savaş ve elektronik sanayi dışında pek çok alanda üstünlüğünü yitirmiştir. Yaşanan kriz emperyalist merkezleri yeni bir işbölümüne itmiş Almanya ve Japonya, dünya jandarmalığında ABD'nin silah harcamala-


73 YOL rina katılmaya zorlanmıştı. Yine bu ülkeler, üçüncü dünyadaki derin çö­ küş ihtimalini hafifletmek için yeni "riskler" üstlenmeye zorlanıyordu. Ancak sosyalist ülkelerdeki gelişmelerden sonra bu yeni iş bölümünün yürümesi çok güçleşmiştir. Almanya, son gelişmelerle birlikte kesin bir şekilde yüzünü doğuya çevirmiştir. İlk lokma Doğu Almanya’yı yuttuk­ tan sonra Moskova'ya ilerlemeye niyetli görünüyor. Hitler'in motorize birliklerle yapamadığını Kohl, Alman markıyla başarmayı deneyecek. Japonya ise, kendi yakın sömürgelerinden öteye açılırken çok ihtiyatlıdır. Sermaye fazlasını ABD devlet tahvillerine yatırmayı tercih ediyor. Bugün ABD taşınmaz mallarının yüzde 30'u Japonya tarafından satın alınmıştır. Kendi ülkesinde teknik yaratıcılığı kollayan Japon ser­ mayesi, ABD pazarında asalak bir rantiye gibi davranıyor. Kapitalist sistemin tümünü bekleyen en önemli sorun ise, yeni gelişmelerle yerinden edilen iş gücünün her geçen gün artmasıdır. Ser­ maye bu gelişmenin sosyal bedelini ödemeye hiç de niyetli olmayacak­ tır. Sosyal harcamalar çoktan aşağıya çekilmiştir. Önümüzdeki yıllar ar­ tan işsizlik ödentileri, çalışma saatlerinin azalmasıyla çıkabilecek prob­ lemlerle doludur. İlk kez 1973'lerden sonra kapitalist anayurtlarda çalı­ şanların yaşam standardı ve sosyal hakları geriye saymaya başlamıştır ve bu süreç hala devam etmektedir. Geri kapitalist ülkelerde ise iş gücünün önemli bir bölümü açık ya da gizli işsizdir. Bu fazla iş gücünü emperyalizm savaşlarla yok ede­ medikçe bilinçli olarak çürütmekte, lümpenleştirmektedir. Dünya ölçü­ sünde kapitalizmin çürümesinin en açık kanıtı üçüncü dünya ülkelerinin durumudur. Ulusal kurtuluş savaşları döneminin kapanmasıyla, açılması ge­ reken sosyal kurtuluş savaşları döneminin en tartışılmaz kanıtı trilyona varan borç yığınıyla yeni sömürgeciliğin iflas işaretini vermesidir. SOSYALİZM Sosyalizm, tarihinin en dramatik yıllarını yaşıyor. Sosyalizmin sorunlarına yaklaşmak artık sistemdeki şu ya da bu detayın değerlen­ dirilmesiyle sınırlı kalamaz, olaylar yaşanan sosyalizm deneyini topyekün yargılıyor. İnsanlık tarininin gelişimindeki paradoks bir kere daha Sosyalizm pratiğinde yaşandı. İçinde bulunduğu koşullardan kurtuluş tasarlayan


Kapitalizm ve Sosyalizm Üzerine Rapor— 74 ve bu kurtuluşu niteleyen parolalarla geleceğe atılan insanlık, özlediği koşulları elde ettiğini sandığı an onlardan hala uzakta olduğunu göre­ rek, yeni yönelişler aramaya zorlandı. Avrupa Ortaçağından "eşitlik, öz­ gürlük, adalet" parolalarıyla çıkan insanlık, bu kavramlara kapitalizmin gelişim kanunlarının hayal edilenden bambaşka özler kazandırdığını çok geçmeden yaşadı. "Özgürlük, eşitlik ve adalet'in sonuçta, serma­ yenin, "feodal tekel"e karşı kendini özgürce yenilemesinden ve eski sertlerin yeni ücretli kölelere dönüşmesinden başka bir sonuç doğur­ madığını gördü. Sosyalizm, ücretli köleliğe son vermek için, üretim araçlarının kollektif mülkiyeti ve sınıfların ortadan kaldırılması parolalarını en yük­ seğe dikti, 70 yıllık iktidar deneyinden sonra ise, kollektif mülkiyetin kol­ lektif köleliğe, sınıfların kaldırılma gayretinin ise dev bürokratik bir dev­ let mekanizmasının doğmasıyla sonuçlandığını gördü. Dolayısıyla ya­ şadığımız yıllar insanlık tarihi açısından yeni bir dönüm noktasıdır. Ye­ ni teorik sentezlerin yaratılması yeni politik parolaların yükselmesi kaçı­ nılmazdır. Eğer çok haksızlık etmiş olmazsak sosyalizm "manifaktür" dönemini yeni kapatıyor olmalıdır. Nasıl kapitalizmin manifaktür dönemi henüz ortaçağın yaratmış olduğu üretim araçlarını yalnızca bir mekan­ da toplamakla yetinmişse, onlara yeni bir nitelik kazandırmamışsa, sosyalizm de kapitalizmden devir aldığı üretim araçlarını mülkiyetinde sıyırmakla yetinmiş onlara yeni bir nitelik henüz kazandıramamıştır. Sanayi devrimi, kapitalizmin gerçek gelişimi olmuştu. Bilimsel teknik devrim ise, kapitalizmi kendi maddi ve sosyal temellerini hergün daha fazla inkara zorluyor. Sosyalizm, bilimsel teknik gelişimle kendi sanayi devrimine mi hazırlanıyor? Eğer böyle ise, bu gidiş neden geri dönüşlerle birlikte ya­ şanıyor? Bu topyekün geriye kayış, yeni bir sıçrayışın zembereğini kendi içinde taşıyor mu? Yoksa emperyalist ideologların dedikleri gibi, "tarihin bir yanılgısı’ ortadan mı kalkıyor? Bu sorulara cevap verebilmek için sosyalizmin gelişim sürecine ve yaşanan son krizinin nedenlerine göz atalım. Sosyalizmin bilimsel bir düşünce temeli kazanması, döneminde kapitalizmin en ileri olduğu, Ingiltere, Fransa ve Almanya'daki gelişme­ ler ışığında oldu. Ancak 1900 lerden sonra devrim bulutları doğuya, da­ ha az gelişmiş kapitalist ülkelere kaydı. Bunun en önemli sonucu, ta-


75 YOL marnlanmamış burjuva devrimleriyle sosyalizmin içiçe girmesi oldu. Rus devrimiyle başlayan bu süreç, ulusal kurtuluş savaşlarının tarihi olarak tamamlandığı 1975'lere kadar süregeldi. Burjuva demokratik ta­ lepler sosyalizm lafzı ve görüntüsü altına girebildi. Basbayağı kapitalist ilişkiler, sosyalizm bayrağı altında geliştirildi. Oysa 1905,1917 Şubat ve Ekim devrimleri bu tarihsel süreçlerin iç içe yaşarken, aynı zamanda nasıl birbirlerinden farklı özlere sahip ol­ duklarının en orijinal örneği olmuştu. Ancak insanlığın sosyal gelişimi sosyalizme doğru bir kez akmaya başladıktan sonra, yeryüzünün her­ hangi bir bölgesindeki her eski düzeni inkar ve ileriye yöneliş sosyalizm parolası altında yürüdü. Böylece sosyalizm görünüşte yaygınlaşırken, nitelikçe yeterince derinleşmiyordu. Günümüzde bu gerçeklik apaçık ortaya çıkmıştır. Ancak dünya ölçüsünde, ulusal kurtuluşçu, burjuva, küçükburju­ va akımların kendilerini sosyalist olarak adlandırmaları, bu anlamda sosyalizmin yaygınlaşması aslında üretim ilişkilerinin henüz böyle bir öz kazanmamasından kaynaklanan geri dönüşler ya da gerçek kapita­ list yapıların ortaya çıkışı daha çok İkinci Dünya Savaşı sonrası devrim yaşayan, üçüncü dünya ülkelerinde görüldü. Oysa 1980 sonrası, sos­ yalist sistemin çekirdeği olan ülkelerde, geriye dönüşler gündeme gel­ miştir. Bunlar için aynı yorumu yapmak, hele Sovyetler Birliği’nde antikomünizmin güçlenmesini aynı kolaylıkla yorumlamak imkansızdır. O nedenle bugünkü krizi açıklayabilmek için, sosyalizmin inşası­ nı birkaç basamakla açıklamalıyız. Bu konuda hiç şüphesiz temel ör­ nek Sovyetlerdir. Sovyetlerde sosyalizmin inşası çok özgül koşullarda gerçekleş­ miş olsa da, onun genel özü, sosyalizmin inşasında insanlığın ilk önemli deneyi olmasındadır. Sovyet iktidarının ilk beş yılı savaş komünizmi olarak adlandırılır. Proletarya iktidarıyla hemen kilise malları ve toprak kamulaştırılmıştır, fakat şehirlerde sanayiin kamulaştırılması ise yıllar almıştır. Yönetmeyi özellikle üretimi düzenlemeyi pratik içinde öğrenen proletarya iktidarı sabotaj ve spekülasyona kaçmadıkça fabrika sahipleriyle, burjuva uz­ manlarıyla birlikte iş yapmaktan kaçınmamıştı. Bu yıllar ekonomik kuruluştan çok, proletarya iktidarının siyasi olarak tutunma ve karşı-devrimi tasfiye yılları olarak nitelenebilir. Köylü­


Kapitalizm ve Sosyalizm Üzerine Rapor— 76 ye toprak dağıtılmıştır, ancak dış ve iç savaş nedeniyle, ürettiği ürünün kendi asgari ihtiyacı dışındaki kısmına proletarya iktidarı tarafından el konulmuş ve bütün ticaret devletin doğrudan yürütumüne girmiştir. Bu uygulamalar olağanüstü koşulların bir bakıma kaçınılmaz sonuçlarıydı. Fakat, savaş komünizmi olağanüstü bir dönemin uygulaması ol­ masına rağmen sosyalizmin kuruluş deneyinde bazı yanıltıcı sonuçlara yol açmıştır. Bunların en önemlisi, eski üretim ilişkilerinin tasfiye edilip, yerine sosyalist üretim ilişkilerinin geçirilmesi sürecinin çok hızlı başarı­ labileceği hayallerini yaratmasıdır. Köylülüğe, şehir ve kır arasındaki ticarete getirilen uygulamalar, savaş koşulları geçer geçmez hemen geniş bir hoşnutsuzluğun kay­ nağı olmuştur. Ünlü Kronştat ayaklanmasıyla NEP dönemine girilmiştir. NEP, proletarya iktidarının güç toplamak için geriye adım atışıy­ dı. Uluslararası planda Avrupa'da bir devrim imkanı hemen hemen kal­ mamıştır, Sovyetlerde ise kır ve şehir arası mal değişimi durma nokta­ sına gelmiş, Sovyet iktidarının toprak dağıttığı köylülük, elinde avucun­ da ne varsa alan aynı Sovyet iktidarına karşı çıkmaya başlamıştı. So­ nuç olarak, köylüye devletçe alınan ayni vergi dışında kalan ürününü satma hakkı tanındı. Aynı zamanda iç ticarette de belli bir serbestlik yaratıldı. Bu tedbirlerin hiçbirinin sosyalist niteliği olmadığı açıktı. Tam ter­ sine kapitalizmin belli ölçüler içinde gelişmesine için verilmiştir. 1921'lerde uygulanan NEP, şehir ve kırlarda üretim ve dağılımın iç sa­ vaş nedeniyle büyük ölçüde yıkıma uğraması, buna karşılık proletarya iktidarının mevcut örgütlemesiyle bu yıkımı onarmasının imkansız oldu­ ğu koşullarda, kapitalist ve küçük meta üretim ilişkilerine verilen geçici bir tavizdi. Nitekim yedi sekiz yılda üretimde ve ticarette belli bir canlanma yaşanmış, proletarya iktidarının önünde, nereden onarılmaya başla­ nacağı belli olmayan bir yıkıntı değil, nasıl sosyalist üretim ilişkilerine dönüştürüleceği daha açıkça belli olan, kapitalist üretim ve ticaret ağı şekillenmiştir. NEP'den dönüş nasıl başlamıştır? Sanayide, proletarya devleti kapitalizmden devir aldığı üretim araçlarını onarmış, üretimi as­ gari ölçülerde de olsa yürütebilme deneyi kazanmıştır. Kırlarda ise, kendini az çok toparlayan köylü, özellikle kulaklar, yeterli sanayi ürünü elde edemedikleri için tahılı pazara çıkarmak yerine stoklamaya başla­


77 YOL mıştır. Aynı mal kıtlığı şehirde Nepman'ların spekülasyon özlemini ka­ bartmıştır. Dolayısıyla NEP üretici güçlere kapitalist yolda bir gelişim hızı sağladıktan sonra, geri Rusya koşullarında aynı zamanda kapita­ lizmin bütün çürümüş yönlerini de yeniden açığa çıkartmıştır. Tahıl sto­ ku ve ticarette spekülasyon NEP'in proletarya iktidarı altında katlanıla­ bilecek sınırlarına dayandığını göstermiştir. Bilindiği gibi NEP yıllarında daima üç sosyal eğilim çatışmıştır. Troçki'nin başını çektiği eğilim, NEP uygulamasına baştan karşı çık­ mış, adeta savaş komünizmi uygulamasının devamını savunmuştur. "Hızlı sanayileşme" parolasıyla köylülüğün hemen tasfiyesini savunan bu eğilim aslında üretici güçlerin seviyesini dikkate almaksızın sosya­ lizmi yalnızca proletarya iktidarının zoruyla kurmaya yöneliyordu. Buharin'in temsil ettiği eğilim ise tam tersi bir konumdaydı. Özel ticareti ve küçük köylü üretiminin, sosyalist işletmelerce yürütülecek rekabetle tasfiye edilmesini savunuyordu. İlki süreci hükümet kararnameleriyle iyice kısaltmak isterken, diğeri gidişi küçük meta üretiminin bitmez tü­ kenmez kararsızlığına ve dar görüşlülüğüne terkediyordu. NEP günlerinden günümüz Sovyetlerine bir sıçrayış yaparsak, Stalin'in "kışla sosyalizmine yıldırımlar yağdırılırken, NEP yılları yüceltilmektedir. Bu rezonansın tesadüf olmadığı çok açık. Ayrıca ekonomi­ nin bugünkü tıkanışını aşma çabaları tam bir kaosa gelip dayanınca, Stalin'in bütün uygulamalarına ölke yükselmekte, tarihi gelişime Stalinsiz yeni bir yol çizme çabaları kafaları ister istemez Lenin'in bıraktığı noktaya döndürmektedir. Böylece günümüz Sovyet basınında Stalin'le "kışla sosyalizmi", Lenin'le NEP özleştirilmektedir. Oysa, ilk beş yıllık plan uygulaması başlayıncaya dek, yani Le­ nin'in yaşadığı yıllarda Sovyetlerde sosyalizmin inşası henüz siyasi üst yapıdan ekonomik alt yapıya inememiştir. Sovyet iktidarının Lenin'li yıl­ ları, kendi deyişiyle "sosyalizmi kurmayı amaçlayan" ve bu anlamda sosyalist olan, proletarya iktidarının egemen sınıf-devlet olarak ör­ gütlenme yıllarıdır. Üretim ilişkileri temelinde sosyalizmin inşasına an­ cak NEP sonrası başlanabilmiştir ve Lenin, NEP'İ ilan ederken onu hiç­ bir zaman yüceltmemiş, tersine NEP'le ilgili her konuşmasında bu uy­ gulamaların zorunlu bir geri çekilme olduğunu vurgulamıştır. NEP'İ bu gerçek özünden kopararak, ona övgüler düzmek aslında bugünün Sovyetlerinde kapitalizme geri dönüş özlemlerinin dolambaçlı yoldan ilan edilmesidir.


Kapitalizm ve Sosyalizm Üzerine Rapor— 78 Vina NEP yıllarına dönersek, Buharin'in tasarladığı kulakları ve küçük köylüyü rekabetle eğitme ve tasfiye etme yolu, bugünün Sovyet insanına daha "doğru" görünüyor. Sovyetler başka dış koşullara sahip olsaydı böyle bir gelişmeye proletarya iktidarı katlanabilirdi. Ancak yeni bir dünya yaklaşımına hazırlanan emperyalizmle kuşatılmış, proletar­ yanın azınlıkta olduğu, geniş küçük meta üretimi ilişkilerinin egemen ol­ duğu her ülkede, küçük üretimin tasfiyesi süreci hayati bir önem taşı­ yordu. Kır için gerekli makinaların üretilmesiyle birlikte kollektif tarıma hızlı bir geçiş kaçınılmazdı. Bu yöndeki abartma ve aşırılıklar, koşulla­ rın olağanüstülüğünde bu ilk büyük tarihi denemenin bir bakıma kaçı­ nılmaz yan ürünleri oldular. İlk beş yıllık planla birlikte Sovyetler yeni bir döneme girdi. Çok kısa bir zamanda ağır sanayinin temelleri atıldı. 1928-40 yılları arası elektirik üretimi 9,5 kat, çelik 4,5 kat, makina üretimi 29 kat, motorlu araçlar ise 18 kat arttı. Ve Sovyet sanayi bütün Sovyet ekonomisinin yüzde 84'ünü temsil ediyordu. Bu büyük atılımın tarımdaki daha ağır gelişme pahasına yapıldığı açıktır. Mülkiyet ilişkileri de 1935'lere gelindiğinde on yıl öncesinden bambaşkaydı. Sanayide özel üretim, toplamın yüzde 0,04'ü tarımda ise yüzde 15,5 idi. Bu devasa atılımın hiç şüphesiz ki sosyal bir bedeli de olmuştur. Toplumdaki hızlı altüstlüğün belli hoşnutsuzluklar yaratması kaçınıl­ mazdı. Yüzyılların gelenek ve alışkanlıkları dinmeyen bir değişim fırtı­ nasına tutuldu. Stalin'e kötü ün kazandıran şey, bu korkunç atılıma kar­ şı kaçınılmazca yükselen sıradan ve aşılabilir hoşnutsuzluklarla, bilinçli karşı- devrimci sabotörleri birbirinden yeterince dikkatli ayıramamasıdır. Her direnç karşı devrim hanesine yazıldı ve "halk düşmanı" ilan edildi. Sosyalizmin kuruluşu, koşullar gereği ne kadar devasa adımlar attıysa, her engelleme girişimine de o ölçüde büyük ve kesin tepki gös­ termiştir. İkinci Dünya Savaşında bir kere daha önemli bir yıkım yaşayan Sovyetler, savaş sonrası 5-6 yılda kendini büyük ölçüde yenileyebilmiştir. Stalin'in son yıllarına gelindiğinde ekonomide ve siyasi yapıda ger­ çekleşmiş olan şekillenme hangi temel özellikleri taşımaktaydı?


79 YOL İlk olarak, mülkiyet biçiminde tartışılmaz ağırlık devlet mülkiyetindeydi. Devlet mülkiyeti, Toplumsal mülkiyetin somutlaşmış biçimi olu­ yordu. Kooperatif mülkiyet 'geri bir biçim" olarak kabul ediliyordu. Grup mülkiyeti olarak kooperatif mülkiyeti "grup bencilliğini" besliyor, üretim ilişkilerinin toplumsal karakterini bozuyordu. Bu anlayışla, ticaret, hiz­ met ve daha çok tüketime yönelik alanlardaki kooperatifler 1950'lerde kaldırıldı, ancak çok geçmeden 1960'larda yeniden izin verildi. Ancak 1950'lerde son şeklini alan mülkiyet ilişkileri esas olarak perestroyka yıllarına kadar korunmuştur. İkinci olarak, ekonomide değer yasasının düzenleyici rol oyna­ madığı bunun yerine "uyumlu (orantılı) gelişme yasasTnın (Stalin) be­ lirleyici olduğu kabul edilmiştir. Bunun somut anlamı kapitalizmin krizli gelişimi yerine orantılı-planlı sosyalist gelişimin geçmiş olmasıdır. 1960'ların sonlarına kadar tartışmasız kabul gören bu anlayış 1970'ler sonrasının gelişmesinde top ateşine tutulmaya başlamıştır. Sosyalist ekonominin, dünya savaşı sınavından geçtikten sonra­ ki gelişimi öncesiyle bazı farklılıklar taşımaktadır. Bu farklılıkların en önemlisi tüketim malları üretiminde bir artıştır. Ekonomide 1970'lere ka­ dar sürekli bir gelişme yaşanmıştır. Uzun savaş yıllarından sonra ilk kez 1960'larda kırda aynı ücret ödemesi artık terkedilmiştir. Daha ön­ celeri üretim darlığı ve çeşit olarak azlığı nedeniyle uygulanan ayni ödeme, Sovyet kırlarında uzun yılla; devam eden bir uygulama olmuş­ tur. 1960'larda ise dünyadaki yeni koşullar ve Sovyet ekonomisinin sa­ vaş yıllarından çıkmasıyla üretim çeşitlenmeye başlamıştır. Öte yan­ dan, savaşın baskısı sona erince yeni ham madde kaynaklarının kulla­ nımı için yatırım, yapılmış, hatta Kruşçef'in "bakir topraklara" yayılan tarım reformuyla Sovyet ekonomisi gerek maddi kaynak ve gerekse iş gücü açısından genişlemesinin sınırlarına varmıştır. Bu noktada ekonomide tıkanma ve durgunlaşma başlar. 1975'lerde kendini tartışılmaz biçimde hissettiren ekonomideki dur­ gunlaşma 1980'lerde açıkça krize dönüştü, bugünlerde Sovyet ekono­ misi krizin en derin noktasındadır. Ekonomideki sancılar kendini nasıl ortaya koymuştur? İlk göster­ ge, üretimde ve verimlilikteki düşüştür. Sanayi üretimindeki verimlilik artışı 1971-75 yıllarında en yüksek noktasına varmış, 1976-80 arasın­ da ise önceki yılların yarısına düşmüştür. Henüz bir düzelme belirtisi


Kapitalizm ve Sosyalizm Üzerine Rapor— 80 yoktur. Aynı gerçeklik bir başka yönden de kendini açığa vurmuştur. Her milyon rublelik sabit sermaye yatırımı 9. Beş yıllık plan döneminde 85 işçiyi açığa çıkartırken, bu rakam 10. Beş yıllık plan döneminde 64'e 1. Beş yıllık plan döneminde ise 44'e gerilemiştir. Teknik olarak yeterince geliştirilmemiş makinaların üretime sokuluşu üretim maliyetlerini arttır­ maktan başka bir sonuç doğurmamıştır. Öte yandan zamanında makina yenilenmesi yapılamadığı için, tamir ve bakım masrafları makinenin yenilenmesi için gereken harcamaları aşmıştır. Krizin ikinci görtergesi, kullanılmayan stokların yüzde 184 artışı­ dır. Bu stok artışının kapitalist ekonomilerdeki aşırı üretimle hiçbir ilgisi yoktur. Kalite düşüklüğünden dolayı talebi kesilen, ancak planda yer al­ dığı için üretilen bu mallar yıllarca birikmiştir. Makinadan, ara mallarına ve tüketim mallarına kadar çeşitlilik gösteren bu stoklar bir bakıma sos­ yalist üretim açısından israftır. Toplumsal emeğin boşa harcanışıdır. Öte yandan ekonomideki bozulmanın üçüncü göstergesi kendini "gölge ekonomi" olarak ortaya koymuştur. Sovyet ekonomisinin dörtte biri sosyalist kanunların dışında işlemektedir. Bir yanda değersiz yatan stoklar öte yanda tüketim mallarının önemli bir bölümünü kapsayan kıt­ lık, "gölge ekonomisinin" temellerini güçlendirmektedir. Sovyet resmi kayıtlarına pek çok malın "taşınma ve depolanma" sırasında kayba uğ­ radığı yazılıdır. Örneğin dünyanın bir numaralı kimyasal gübre üreticisi Sovyetler, bunun yüzde 30'unu taşıma ve depolama sırasında yitirmek­ tedir. Ancak bu taşıma kayıplarının bugün gölge ekonominin aşırmala­ rı olduğu açığa çıkmaktadır. Brejnev dönemi bürokrasisi kara ekonomi­ yi "taşıma kayıpları" olarak örtmeye çalışmış fakat bugün mızrak çuva­ la sığmaz hale gelmiştir. Netice olarak, Sovyet ekonomisindeki kriz kendini yetersiz ve değersiz üretim olarak koymaktadır. Bunun temel nedeni devleşen ve hantallaşan planlama çarklarında üretimin sonuçlarında kopuşmasıdır. Kapitalist ekonomide, tekel koşullarında bile meta, pazarda değerlenir, meta dolaşımı gerçekleştiği ölçüde kapitalist, artı-değeri sermayeye çe­ virebilir. Tekel avantajları, dev reklam harcamaları ne olursa olsun ka­ pitalisti, metanın dolaşım süreci, yani pazardaki konumu doğrudan etki­ ler. Sovyetlerde planlama o hale gelmiştir ki, üreticiyi plan açısından sadece kendisine verilen kota, yani sayı ya da ağırlık olarak üretim


81 YOL miktarı ilgilendirmektedir. Ürünün tüketiciye ulaşıp ulaşmamasından üretici birim, bir kayba uğramamaktadır. Üretiminin sonuçlarıyla doğru­ dan hiçbir bağlantısı yoktur. Üretici birimler arası ve üretici birimlerle tü­ ketici arasındaki her türlü ilişki, Sovyet ekonomisinde planlamadan geçmektedir. 1960'lara kadar daha çok ağır sanayiye dayalı ekstansif gelişimin ihtiyaçlarını karşılayabilen planlama tarzı, milyonları aşan mal çeşitliliğinde ve teknik gelişmenin olağanüstü hızı karşısında iflas etmiştir. Sovyet ekonomisi ABD'den dört kat fazla traktör, 3 kat fazla ayakkabı üretmektedir. Traktörlerin bir kısmı üretime girmeden depolar­ da çürümektedir. Ayakkabılar ise mağaza raflarında alıcı bulamazken, ithal ayakkabı satan mağaza önlerinde kuyruklar uzamaktadır. İhtiyaçların kabaca tatmini yıllarına denk düşen, üretim miktarını kriter alan planlama yeni gelişmelere cevap vermemekle kalmıyor, ken­ dini yenileyemediği ölçüde toplumsal emeğin boşa harcanmasına se­ bep oluyor. Sovyet sanayiinde geçmiş yılların deneyi bir gerçekliği ortaya çı­ kartmıştır. Sovyet silah ve uzay sanayi teknik gelişme ve disiplini açı­ sından kapitalist ekonomiyle boy ölçüşebilecek seviyededir. Ancak üre­ tim bu alandan tüketim malları sanayiine ve hizmetlere kaydıkça akıl almaz ilkellikler ortaya çıkmaktadır. Silah ve uzay sanayiinde, emper­ yalist sistem karşısında üretimin sonuçlarını sürekli izlemek zorunda kalan sosyalizm, kendi insanının ihtiyaçları karşısında aynı titizliği gös­ terememiştir. Ücretiyle toplumsal üretimden pay alması gereken üretici işçi, mal kıtlığı ya da kalitesizliği nedeniyle ücretini gittikçe yararsızlaşan bir fon olarak görmeye başlayınca, üretime kayıtsızlık artmakta, iş disiplini giderek bozulmaktadır. Sosyalist ekonomide yaşanan kriz, onun iki temel unsurunu tar­ tışma gündemine getirmiştir: üretim araçlarının mülkiyeti ve planlı geli­ şim bugün 1930'larda kavuştuğu netlikten çok uzaktadır. Ayrı ayrı ir­ deleyelim. Sonuçtan başlarsak doğu Avrupa ülkelelerinin tümü üretim araç­ larının "devlet" mülkiyeti biçimlerine kanunlarında "eşit" yer verdiler. Sovyetleri de bu yöne zorluyor. Sosyalizmin 70 yıllık deneyi sonucunda, özel mülkiyet yeniden kutsanıyor mu? Çelişki gibi görünce de, kapitalist anayurtlarda gelişim


Kapitalizm ve Sosyalizm Üzerine Rapor— 82 mülkiyet biçimlerini toplumsallaşmaya zorlarken, sosyalizmin krizi sanki tersine bir gidişle, özel mülkiyete yeni kanallar açmaktadır. Sosyalizmin bugüne kadar ki deneyinde toplumsal mülkiyet, pra­ tikte kendini devlet mülkiyeti olarak somutladı. Üretim araçları bu anlamda toplumsallaşmasına rağmen, günü­ müz sosyalizminde işçinin üretime yabancılaşması gizlenemez bir ger­ çekliktir. Bu yabancılaşmanın en açık biçimi ise, üretim araçlarının kul­ lanım ve bakımında kendini göstermektedir. Sınıf bu araçlara kollektif olarak sahiplenmek yerine, gösterdiği kayıtsızlıkla bu toplumsal zengin­ liği israf etmektedir. Bu acı sonuçlar, bilinen ancak olayların yıldan yıla örttüğü bir gerçekliği yeniden öne çıkartmaktadır. Sosyalizm, sadece üretim araç­ larının 'devlet mülkiyeti' değildir. Bu atılabilecek ilk ve en kolay adım­ dır. Sosyalizm, aynı zamanda üretimin sınıf tarafından yürütülmesidir. Ancak bu, üretim araçlarının devletleştirilmesi kadar kolay atılabilecek bir adım değildir. Ve bugüne kadar yaşanan deneylerin gösterdiği gibi, eğer sınıfın üretimi yönlendirmesi gerçekleşmezse, üretim araçlarının devletleştirilmesi zamanla sosyal anlamını yitirmektedir. Sosyalizm koşullarında da, işin tek düzeliğine son vermek uzun bir süreci gerektirdiğinden, üretime yabancılaşmanın, ya da yapılan işe kayıtsızlaşmanın maddi koşulları büyük ölçüde devam etmektedir. Bu kayıtsızlığı yenebilmenin en önemli şartı, işçinin üretimi, üretim koşulla­ rını iyileştirme gücünün kendi ellerinde olduğunu pratik içinde kavrama­ sı ve bunu sağlayan bütün mekanizmalarının sürekli canlı tutulmasıyla mümkündür. Üretimle böyle bir kenetlenme yaşanamadığı için bugün doğu Avrupa ülkelerinde işçi sınıfı fabrikaların özel ellere devrini pasif kalarak onaylıyor. Ekonominin büyümesiyle birlikte devleşen bürokrasi, sürekli bir zaafın üzerinde urlaşmış, urlaştıkça bu toplumsal zaaf daha derin­ leşmiştir. Bu zaaf çalışan insanların istikrarsız insiyatifi, çözümü yukar­ dan bekleyen binlerce yılın alışkanlığıdır. Netice olarak, bürokrasi top­ lumsal mülkiyetle toplum arasında üretim ilişkilerini taşlaştıran bir taba­ ka olmuştur. Günlük pratik yaşamın defalarca tekrarlanan akışında, bu bürok­ ratik tabaka, toplumsal mülkiyetini hukuken değilse bile fiilen sahibi gibi


83 YOL görününce, çalışan insanlar açısından üretim araçlarının mülkiyeti ken­ di dışlarında kalan bir olgu haline gelmiştir. Bürokrasinin bu mülkiyeti yukardan aşındırması, kaçınılmaz bir şekilde çalışan yığınların da aşa­ ğıdan kayıtsızlığı kışkırtmıştır. Bu gerçeklik karşısında sosyalist ülkelerde ister istemez mülkiyet biçimleri yeniden tartışma konusu olmuştur. Sovyetlerdeki süreci dikka­ te alırsak gelişmeler önce şehirlerde tamir, lokantacılık vb. daha çok hizmet alanında aile işletmelerine ve kırlarda ise kollektif kontrat (top­ rak kiralama) uygulanmasına izin verilmesiyle başlamış, şimdilerde fab­ rikalarda grup mülkiyetine ya da hisse sahipliğine varmıştır. Kanunen henüz kesinleşmese de yoğun tartışmaların odağında yeni mülkiyet bi­ çimleri yer almaktadır. İşin doğası gereği bireysel karakterde olan ve genellikle küçük çaplı üretim ya da hizmet alanlarında 'özel' işletmeciliğine izin verilme­ si doğaldır. Sosyalist üretim ilişkilerini de kaçınılmaz bozulmalar yarat­ sa da bu tür işler henüz çalışmaya karşı insan davranışından çok daha yüksek kalite talep ettiği için sosyal olarak yapılamayabilir. Ayrıca, Sovyetlerde bu tür hizmet alanları, sürekli ikinci plana itilmiş, etkili bir şekil­ de çözüme kavuşturulmamış ve "gölge ekonominin" belki de en ma­ sum bir alanını oluşturmuştur. Bu bozulmanın legale çıkarılması ve kendi iş karakterine uygun bir yasal çerçeveye alınması neredeyse ka­ çınılmaz hale gelmiştir. Üretim ve hizmetlerdeki bu aksamalar, aslında aşırı devletleştirmenin bir sonucudur, öte yandan, yaşam seviyesi yük­ seldikçe bakım, onarım, eğlence vb. alanlarda yükselen talebe, "dev­ let işçisi" biçiminde cevap vermek sosyalizmin bugünkü seviyesinde imkansızdır. Bu alanlardaki "özel işletmeler" genel sosyal üretim tara­ fından kuşatılabilir ve zaman içinde eğitilebilir. Fakat büyük işletmelerdeki üretimin tıkanmasından kalkarak, grup mülkiyeti ya da hisse satışına geçmek, sosyalist üretim ilişkilerine son vermek olur. Üretim araçlarına ve üretilen ürüne "somut sahiplenişin", üretimi canlandıracağını savunan Sovyet ekonomistlerinin sayısı her geçen gün artıyor. Oysa, kapitalizm koşullarında da işçinin ne üre­ tim araçları ne de fabrikadan çıkan ürün üzerinde somut bir mülkiyet hakkı yoktur. Onun ürünleri sahiplenişi aldığı ücret aracılığıyla olur. Bu biçimiyle Sovyet işçisiyle, Almanya'daki bir işçi arasında fark yoktur. Ancak, aradaki en önemli fark, işgücü sovyetlerde artık meta değildir. Alınıp-satılamaz, yedek işsizler ordusunun baskısıyla, işgücünün fiyatı


Kapitalizm ve Sosyalizm Üzerine Rapor— 84 pazarlık konusu edilemez. Sosyalizmin bu büyük kazancı bugünden sistemin kendisi için bir dezavantaja dönüşmüştür. İlk olarak, sosyalizm kapitalizmden yeterli bir iş disiplini miras al­ mamıştır. Çarlık Rusya'sında kapitalizm henüz gençken yıkıldı ve sos­ yalizm büyük bir hızla küçük köylüyü işçileştirdi. Böylece sosyalizm ne­ silden nesile işçi sınıfının yapısına yerleşen bir iş disiplini mirasına özellikle Sovyetlerde sahip olmadı. İş güvenliğiyle desteklenen mujik geleneği, devrimin çoşkulu yıllarından sonra, sosyal yaşamca her ala­ nında yeniden şekillendi. İkinci olarak, üretim sürecine yaratıcı bir insiyatifle katılmayış, kotayı tuturmaktan öteye üretimin sonuçlarından ko­ puş, kaba eşitçilikle birleşince işçi açısından üretim sosyal değerini yiti­ ren bir angaryaya dönüştü. Üçüncü alarak, savaş gibi olağanüstü ko­ şulların kısıtlayıcılığı kalktıktan sonra tüketim malları üretimine bir dö­ nüş yaşanmasına rağmen, malların kıtlığı ve aşırı kalitesizliği, işçi açı­ sından ücretini anlamsız hale getirmiştir. Ücreti aracığıyla işinin karşılığını toplumdan alamadıkça, işçi için emek harcamak anlamını yitirmiştir. Üretime bu yabancılaşma, grup mülkiyetiyle aşılabilir mi? Bu ko­ nuda Sosyalist ülkelerin önünde umut kırıcı Yugoslavya örneği dur­ maktadır. Iş-Kollektifleri, "öz yönetim" adı altında yaratılan artı-değeri kullanma hakına sahiptir. Deneyler, işçilerin yeni yatırımlar için fon bi­ riktirmek yerine, birikimi ücretlerin arttırılmasında kullanmayı yeğledik­ lerini göstermiştir. Böylece toplumsal çıkar, grup bencilliğine feda edil­ mektedir. Sonuçta üretimin kıt, ücretlerin yüksek olduğu ucube bir eko­ nomiye varmıştır. Bu deneyi iyi bilen, Sovyetler grup mülkiyetini hisse senedi biçiminde uygulamayı tartışıyor. Henüz sınırları belirsiz olan bu tartışmalar mantık olarak aynı temele dayanmaktadır. Eğer hisse satı­ mı, fabrikada çalışanlarla sınırlı kalırsa bu uygulama Yugoslav modeli­ nin kısıtlı bir uygulaması olur. Hisseler için bir sınır konmazsa bu da kapitalizmin "anonim" mülkiyetine bir dönüş olur. Sınıf spekülasyonunu da beraberinde getirir. Sosyalist üretim biçimi açısından, üretim araçlarında doğrudan (Macaristan, Polonya gibi) ya da dolaylı (Sovyetler) özel mülkiyete bir dönüş, aslında soysuzlaşan bürokrasiye boyun eğmek, onun toplumsal mülkiyeti yağmalamasını meşrulaştırmak anlamına gelir. Bugüne kadar


85 YOL toplumsal mülkiyeti örgütlü kara ekonomi yoluyla aşıran bu kesim, özel mülkiyet koşullarında ilk davranış avantajına sahip olacaktır. Geniş ça­ lışan yığınlarda işe karşı bir kayıtsızlık doğmasına neden olan imtiyazlı urlaşmış bürokrasinin zorluk ve elbette istikrarlı bir mücadeleyle tasfiye edilmesi yerine, üretim araçlarında özel mülkiyete dönüş kısa yoldan düzelme hayalleriyle, bürokratik yozlaşmaya teslimiyet sonucunu do­ ğurmaktadır. Sosyalizmin bugüne kadarki deneyi üretici güçlerin seviyesi dik­ kate alınmaksızın yapılan kollektifleştirmelerin umulanın tam tersine, üretimde bir hantallaşma yarattığını göstermiştir. Büyük makinalı üretim dışındaki alanlarda toplumsal mülkiyete geçiş bir bakıma küçük üreti­ min üretkenliğini tüketmesi, sosyal olarak yararsız hale gelmesiyle mümkündür. Sosyalizmi bu yolda hatalı davranışa İten iki başlıca ne­ den vardı. İlki, kapitalist özel mülkiyetin insanlığı uğrattığı büyük yıkım­ lar karşısında toplumsal mülkiyet biraz da kaçınılmaz bir şekilde kafa­ larda aşırı yüceltilmiş, kendisi sosyal gelişmini, bir sonucu ve basamağı olmaktan öteye kutsal amaç olarak görülmüştür. Ancak insanlık tarihin­ de sosyalizmin ilk kez pratiğe uygulanıyor olması böyle yüceltmeleri bir bakıma kaçınılmaz kılmıştır. İnsanlık, yeni değerlere yaşlı insan ihtiyatlılığıyla değil, ihtiyatsız gençlik coşkusuyla sahip çıkmıştır. Aksi taktir­ de bu yeni ideallere değil yaklaşmak, üstüne laf tüketip ağlaşmak in­ sanlığın alın yazısı olurdu. İkinci neden, emperyalizmin kuşatması ko­ şularında siyasi olarak istikrarsız ve üretim olarak verimsiz olan küçük meta ekonomisi olağanüstü hızla tasfiye edilmiştir.. Bu hız, koşulların gereği kaçınılmaz idiyse de aynı zamanda urlaşan ve hayatın her ala­ nına dal budak salan bürokratlaşmanın temel nedeni olmuştur. Nasıl ki, ekonomik ve sosyal yaşamı yaratıcı olarak yeniden üretmekteki gerilik bürokratik urlaşmayı yarattıysa, bu hastalıkla ancak insan üretici gücünün insiyatifini yaygın şekilde yükseltmekle baş edile­ bilir, yoksa üretimde özel mülkiyete geri dönülerek değil. Bu insiyatifi, özel mülkiyetin harekete geçirebileceği söylenirse, Lenin'in dediği gibi "büyük çoğunluğun yarış dışı kalacağı" kapitalist rekabet yeniden diril­ tilmiş olur. özetle, üretim araçlarının toplumsallaştırılması, üretimin işçi sı­ nıfı tarafından yürütülmesiyle taçlandırılmayınca yığınların gözünde sosyal anlamını yitirmiştir. Sosyalizmde ikinci önemli tartışma konusu planlı gelişim ya da


Kapitalizm ve Sosyalizm Üzerine Rapor— 86 pazar ekonomisi üzerinedir. 1950’de Stalin Sovyet ekonomisinde "de­ ğer yasasının düzenleyici rol oynamadığı" bunun yerine "uyumlu (oran­ tılı) gelişme yasasTnın belirleyici olduğunu ileri sürmüştür. Gerçekten de Sovyet ekonomisinde önce toprak ve doğal kay­ naklar meta olmaktan çıkmıştır. 1930'ların sonuna doğru üretim araçla­ rı ve iş gücü de meta özelliğini yitirmiştir. Sovyetlerde makinalar plana göre üretilip, ihtiyacı olan işletmelere tahsis edilir ya da kiralanır, bunla­ rın serbest satışı yoktur. İşgücü de işsizliğin son bulmasıyla birlikte me­ ta olmaktan çıkmıştır. Diğer yanda, sağlık eğitim vb. sistemlerde karlılık kriteri yoktur. Hatta konut da meta olarak satılmaz, ihtiyacı olan ailelere plan üretimi­ ne göre sembolik bir kira karşılığı dağıtılır. ' Tüketim mallarının fiyatlarıysa yine plan çerçevesinde belirlenir, bu anlamda "pazar" yoktur. Ekonominin bu görünüşünden kalkarak Sovyetlerde değer yasa­ sının düzenleyici etkisinin olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Ancak plan­ lamanın "uyumlu" bir gelişme sağladığı da artık bir tartışma konusudur. Yine Sovyetler'de beş yıldır süren tartışmalar sonucunda herkes pazar ekonomisine geçişte hem fikirdir. Sorun nasıl ve hangi hızla geçileceği konusunda birikmektedir. Değer yasası neden geriye dönüyor? Ekonomide artık inkar edilemez hale gelen bozulmalara yeniden bir göz atalım: İlki işgücünün durumudur. Sovyet kaynaklarına göre işçilerin üç­ te biri üretmediği halde ücret almaktadır. İş disiplini çok bozuktur. Fab­ rikalarda düzenli çalışma yerine, aylık plan kotalarını tutturmak için son bir hafta yoğun, diğer zamanlar ise gevşek hatta çoğu zaman düpedüz çalışmama istisna değil, genel görünüştür. İkinci çürüme noktası, teknik yenilenmedeki durgunluk ve ya­ vaşlıktır. Ekonominin perde arkasına bakınca fiyatlardaki ucuzluğun teknik üretkenlikteki artıştan değil, her yıl milyarlarca rubleyi emen sübvasiyonlardan geldiği hemen görülür. Silahlanmanın çektiği milyonlara bir de dev fiyat destekleme harcamaları eklenince teknik yenilenme için gerekli birikim sağlanamamaktadır. Ancak üretim araçlarındaki teknik yenilenmenin başarılamayışının nedeni sadece bu değildir. Esas olan bürokrasinin insiyatifsiz çürümüş hantallığıdır. Çünkü pek çok üretim


87 YOL alanında tamir ve eski makinaların bakımı için yapılan harcamalar makinanın yenilenmesi için yapılacak harcamayı aşmıştır. Üçüncü bozulma noktası, "gölge ekonomidir. "Gölge ekonomi, üretim ve hizmetlerin ihtiyaçların gerisinde kalmasının bir sonucudur. Ancak, sosyalist ülkelerdeki pratik göstermektedir ki, bir kez işlemeye başladığında, gölge ekonomi bizzat kendisi kıtlık ve karaborsa yarat­ maktadır. Bugün Sovyetler'de ekonominin dörtte biri "yasa dişidir. Bu oran son beş yılda azalmak şöyle dursun sürekli artmaktadır. Epeydir uygulanmayan karne sistemi yeniden geri dönmüştür. Netice olarak, bugün Sovyetler'de değer yasası kanunların dı­ şında, onlara rağmen işliyor, plan uygulaması ise her geçen gün dü­ zenleyici gücünü yitiriyor. Neden? Sosyalizm koşullarında henüz herkese "emeğine göre" dağıtım yapıldığına göre değer yasası ister istemez ekonominin "düzenleyici" mekanizması olur. Oysa Sosyalist ülkelerde değer yasası nerdeyse "maliyet hesabına" indirgenmiştir. Bu demektir ki, ortalama üretkenliğin altında kalan üretici güçler ortalamanın üstündekilerce finanse edilmek­ tedir. Bu ise geri üretim koşullarında (Sosyalizmin kurulduğu ülkelerde kapitalizmden devir alınan üretici güçler geri seviyedeydi) verimsizliğin ödüllendirilmesi, üretkenliğin ise bir ölçüde cezalandırılması anlamına geliyordu. Kapitalist ekonomilerde ortalama ya da toplumsal verimliliğin altındaki emek ürünleri pazar koşullarında değersizleşir ve ortalama üretkenliği yakalamaya zorlanır. Tekelci üretim koşullarında da bu yasa işlemektedir. Hiç şüphesiz kapitalist ekonomilerde de verimsiz üretim alanları çeşitli yollarla sübvanse edilmektedir. Bunların en bilineni ta­ rımdır. Ancak her kriz döneminde böyle verimsiz alanlardan kapitalist ekonominin genel çıkarları adına kurbanlar verilmektedir. Hatta ABD, 1973 ve 1980 krizinde büyük maliyetler gerektiren yenilenmeyi yapamayınca açıkça demir-çelik sanayini ölüme terketmiştir. Sosyalist ekonomilerde plan, bugüne kadar ağırlıklı olarak üretken ve üretken olmayan alanlar arasındaki mali dengeyi kurtarma­ ya çalışmış, fakat üretken olmayan alanların geliştirilmesi ya da olmu­ yorsa tasfiyesi yerine, daha çok üretken alanlardan kaynak transferi yeğlenmiştir. Giderek bu öyle boyutlara varmıştır ki sistemin tümünü saran ve cfuraklatan bir fren haline gelmiştir. Planlama verimsizliğin ödüllendirilmesine dönüştüğü ölçüde iş


Kapitalizm ve Sosyalizm Üzerine Rapor— 88 disiplini soysuzlaşmış, "gölge ekonomi" işlemeye başlamıştır. Üretim araçlarının toplumsallaştırılması değer yasasını ortadan kaldırmaz. An­ cak yaratılan değerin paylaşımını etkiler. Kapitalistlere giden arlıdeğer sosyalizmde dolaylı olarak topluma geri döner. Fakat malların içindeki emek miktarı değişimin ölçüsü olduğu müddetçe bu ölçü aynı zamanda toplumsal ortalama üretkenliğin de ölçü olmasını kendi içinde taşır. Ak­ si geriliğin ebedileştirilmesi, zanaatkarlığın yüceltilmesi olurdu. Ancak Sovyetlerde ekstansif gelişim sırasında neredeyse bu yaşanmıştır. Üretkenlikteki artış, sürekli kendini tekrarlayarak yaygınlaşan ve zengin hammadde kaynaklarının israfına dayanan ekonomik büyüme ile sü­ rekli aşağıya çekilmiştir. Verimisiz üretimi değersizleştiren pazar koşul­ larının yokluğunda, bizzat bu kalitesiz ve kıt ürünler, üretim sürecini sosyal anlamda çalışanların gözünde değersizleştirmiştir. Yaratıcılıktan uzak, zorunlu gündelik iş varoldukça ve bu iş gün­ lük çalışmanın önemli bir bölümünü kapsadığı müddetçe değer yasası hükmünü sürdürecektir. Üretimdeki verimlilik, tekdüze çalışma zamanı­ nı azalttıkça, çalışmayla geçim araçlarının temini arasındaki zorunlu bağlantı zayıfladıkça değer yasası ortadan kalkacaktır. Ancak böyle bir sonuca emek üretkenliğindeki artış yolundan değil de kaba eşitçilik ve bayağı sosyalizm propagandası yolundan varılmaya kalkılınca, Marks'ın deyimiyle "keşişler ekonomisine varılmıştır. Sovyet ekonomisindeki sorun kaba görüntüye aldanılırsa tüketim malları kıtlığı ve kalitesizliği gibi görünür. Eğer problem sadece bu ol­ sa, önceki yollar ağır sanayiye verilen ağırlık, artık planlı bir şekilde tü­ ketim malları sanayiine kaydırıldığı ölçüde sorun çözülebilir. Fakat bu durum gerçek hastalığın sadece bir sonucu ya da en yaygın ve göze batan biçinde kendini ortaya koyuşudur. Esas sorun, ekonominin bugüne kadarki itici gücü olan planlama ve bürokrasiyle bilfiil üretimdeki insan üretici gücü arasındaki kopuşmadır. Eski mekanizmalar üretici güçleri hareketi geçirme yeteneğini yi­ tirmiştir. Pasif, kararsız ancak dev boyutlarda bir dirençle karşı karşıyadırlar. Bu direncin aşılmasının tek yolu, pazar koşullarına geri gönüşle mi mümkündür? Dizginsiz bir pazar ekonomisi artık dünyanın hiçbir ye­ rinde yok. Kapitalizm bile belli ölçüde "planlı" üretim yapıyor, öyleyse sosyalistlerimizin son yıllardaki pazar tutkunluğu nereden geliyor?


89 YOL Sosyalizm, bugüne kadar verimsiz ve toplumsal zenginliği israf etmekten başka sonuç doğurmayan işletmeleri tasfiye etmek; uzun yıl­ lardır yapamadığı eskiyen üretim araçlarının yenilenmesini başarmak zorundadır. Ancak bütün bunların yapılmasının sosyal bir bedeli var­ dır. Bugüne kadar dönem dönem birikmeden çözülebilecek sorunlar ar­ tık krizle birlikte topyekün çözümü zorlar hale gelmiştir. Dolayısıyla yeni yönelişlerin sosyal bedeli de tedrici değil, topyekün ödenecektir. Silahlanmaya yapılan harcamalar bir yana, toplumsal sermaye birikimi ancak mevcut yaşam standartlarında bir düşme ile sağlanabilir. Bu, fiyat artışları ve işsizlik demektir. Ancak sosyalist ülkelerdeki çürü­ yen imtiyazlı bürokratik iktidarlar çalışan yığnlardan siyasi ve ahlaki olarak böyle bir sosyal bedeli talep edemezdi. Etseler de, yığınlar açı­ sından bunun hiçbir inandırıcılığı olmazdı. Polonya komünistleri iktidar­ dan düştükten sonra, "şimdiki hükümet bizden çok daha sert ekonomik uygulamalar yapıyor, önceleri en küçük olayda patlak veren grevler şimdi neden olmuyor?" diye yakınırken bu gerçekliği dile getirmiş olu­ yordu. Sovyetler de ise, Parti reform yolunda adım attıkça gerçek gücü ve itibarı ortaya çıkıyor. Sonuç olarak, ekonominin ve sosyal yaşamın her alanına dev bürokratik cihazıyla giren "sosyalist devlet" bizzat bu uzlaşmasıyla artık işlerliğini yitirmiştir. Her türlü insiyatifi bürokratik kırtasiyecilik içinde tü­ keten bu mekanizma toplumda tam zıddı bir eğilim sosyal anarşizmi beslemeden edemezdi. Pazar ekonomisine yöneliş aslında bir uçtan diğerine bir savrul­ ma, bu anarşizme boyun eğme, sorunların çözümünü kendiliğinden bir sürece bırakmaktan başka bir anlama gelmemektedir. Sosyalizm, ken­ dini yığınların gözünde her türlü tekel hakkını elinde tutan dev merkezi bir devlet bürokrasisi haline getirince, bunun karşıtı her türlü "özel gi­ rişimcilik", "liberalizm" eğilimleri kaçınılmaz bir şekilde beslenmiştir. Bundan da önemlisi pazar ekonomisine geçiş, krizden çıkışın bedelini çalışan yığınların sırtına yıkmak için "meşru" bir mekanizma­ dır. Dolayısıyla üretici güçlerdeki tıkanışı "yukardan" yapılan çağrılarla aşamadığı ölçüde bürokrasi aşağıdan insiyatife yol açmak zorunda ka­ lıyor. Aşağıda ise üretimin kollektif örgütlenmesi bürokrasinin bıktırıcı müdahaleleriyle kollektif angaryaya dönüştüğü için inisiyatif bireysel


Kapitalizm ve Sosyalizm Üzerine Rapor— 90 karektere bürünüyor. İşyerlerinin kendi kendini finanse etmesi uygulamasıyla başla­ yan yön değişikliği beş yıl sonunda ’ paar ekonomisi'ne varmadan ede­ memiştir. Kendi kendine finanse etme uygulaması, işyerlerindeki israfı azaltma, disiplini güçlendirme, dolayısıyla üretkenliği arttırma, düşün­ cesiyle uygulamalara karşı direnç yükseldi. Beş yıl içinde üretimde bir düzelme yerine bozulma ve hata doğrudan sabotajlar arttı. Artan eko­ nomik kötüleşme karşısında, yönlendirici otoritesini yitiren devlet, çar­ pıklıkların birbirini kendiliğinden düzelteceği umulan 'pazar ekonomisi­ ne' bütünüyle geçişi hızlandırıyor. Üretim araçlarında özel mülkiyet ve pazar koşullarının varolduğu bir toplumsal yapıda sosyalist ekonomiden geriye ne kalır? Hiçbir şeyi Sovyet ekonomisi 28. Kongreyle birlikte bu yola çıkmıştır. Orta ve küçük işletmelerin özel girişimcilere devredilmesi büyük işletmelerin­ se hisse satışıyla özelleştirilmesi kapitalizme geriye dönüşten başka bir anlam taşımıyor.

Bu geriye dönüşlerin maddi temeli nedir? 1918'lerde Lenin'in be­ lirttiği gibi geriye dönüşün maddi zemini "yaygın küçük meta üretimi' olamaz. Kapitalizme doğru en sessiz sedasız yol alan Macaristan'da bile küçük üretimin’ ulusal gelir içindeki payı 1985'de ancak yüzde 5,5'dir. Küçük üretim kırda, hizmet ve ticaret sektörlerinde vardır. Öte yandan geriye dönüşe neden olarak "gölge ekonomi" öne sürülürse yi­ ne temel soruna açıklık getirilmiş olmaz. "Gölge ekonomi’ kendisi sos­ yalist ekonomi içindeki kanun dışı kapitalist ekonomidir. Üretim ve hizmetlerdeki bazı yetmezlikler sonucu doğan gölge ekonomi sosyalist sistemdeki köklü bir hastalığın belli bir alandaki dışa vuruşudur. Geriye dönüşün itici gücü üretim ilişkilerini yozlaştırıp taşlaştıran ekonomi ve siyasetteki mutlak devlet tekelidir. Devlet, mülkiyet ve plan­ lama yoluyla ekonomide ve siyasete mutlak egemendir. Ekonomide ve siyasette insiyatifin çeşitli örgütlenme biçimleriyle çalışan yığınlara geç­ mesi gerekirten, parti ve devlette toplanmıştır. Bu merkezleşme çalışan


91 YOL yığınların aşağıdan kontrolünden kopuştuğu ölçüde soysuzlaşmış ve imtiyazlı bir kast haline gelmiştir. Bu noktada şu soru sorulmalıdır: sosyalizmin kuruluşunda bü­ rokratik hantallık ve soysuzlaşan kaçınılmaz mıdır? Pratiğe bakarsak hemen hemen bütün sosyalist ülkelerde imtiyazlı bürokratik bir kast şe­ killenmiştir. Paris Komünü ve Ekim devriminin yüce ideallerini bayrak edinen devrimciler, geniş çalışan yığınların yaratıcı insiyatifini örgütleyip yük­ seltmekte olan sosyalizmin pratikte kuruluşu sırasında, geniş yığınları bunaltıcı bir atalete iten imtiyazlı bir bürokrasinin yaratıldığım gördüler. Özlenen ve yüceltilen hedef bu değildi. Sosyalist ülkelerin deneyi üretimin ve sosyal yaşamın yeniden yaratılmasında geniş yığınların insiyatifini canlı tutmanın kolay olmadı­ ğını göstermiştir. Sosyalizm, üretim araçlarını "devletleştirmiş" ancak yığınların aktif denetiminin kurulması anlamında devleti sosyalleştirememiştir. Sosyalizmin başarısızlığı bu noktada yatmaktadır. Fakat yığınların yaratıcı insiyatifi zorlu birikimlerin ardından dev­ rimler olarak patlak verse de, günlük tekdüze yaşam yeniden geriye geldiğinde yaratıcı insiyatifin yerini eski alışkanlıklar alıyor. Bu tarihsel gerçeklik, toplumsal gelişim yönünde davranan insiyatifli öncüleri kaçı­ nılmaz kılar. "Yığın insiyatifi" kavramı abartılır ve mutlaklaştırılırsa, ha­ yatın günlük akışı içinde geniş yığınlardan her an toplu insiyatif ummak gibi bir sonuca varılır. Oysa bu imkansızdır. Günlük sosyalist kuruluşta yığın insiyatifi ne olabilir ya da kendi­ ni nasıl ortaya koyabilir? Üretimin ve sosyal yaşamın yeniden düzenle­ nişine katılıştaki her türlü tepkidir. Bu tepkileri süzmek ve toplumsal çı­ karlar seviyesine yükseltmek hiç şüphesiz ki başta bilinçli öncülerin işi­ dir. Geniş yığınların böyle eğitilmesi, üretime ve sosyal yaşama gittikçe kendisinin yön verdiğini kavraması yeni sosyal ilişkiler, yeni örgütlenme biçimleri yaratacaktır. Bu örgütleme biçimleri ise çalışan yığınları yöne­ time daha fazla katacaktır. İnsiyatifin, deney ve bilgiye dayandığı unutulursa yığınların pa­ sifliği karşısında öncülerin sık sık hayal kırıklığına uğraması kaçınıl­ mazdır. Ayrıca insiyatifin ancak özgür davranış ortamının varlığında süreklilik kazanabileceği açık bir gerçekliktir. İlkel komünde kişi ancak komünle birlikte vardır, tek kişi bir hiçti. Davranış bütünüyle kollektifti.


Kapitalizm ve Sosyalizm Üzerine Rapor— 92 Küçük meta üretimiyle birlikte kişi insiyatifi kişisel çıkarla kopmaz bir bağ oluşturmuştur. Sosyalizmde kişisel insiyatif kaçınılmazdır. Ancak sorun bu insiyatifin kişisel çıkarla bağlarını zayıflatmak, toplumsal çı­ karla bağlarını kurmakta yatar. Bu ise uzun ve sancılı bir süreçtir. Sos­ yal örgütlülük güçlendikçe ve devletin "yukardan' görevlerine "aşağı­ dan” tepkiler sürekli bir canlılık kazandıkça toplumsal insiyatif gelişe­ cektir. Ancak bu süreç Sosyalist ülkelerde tam tersi yönde işlemiştir. Yığınların geriliği ve kapitalist dünyanın tehditi karşısında, parti ve pro­ letarya devleti gücünü merkezileştirdikçe yığın insiyatifi atıl kalmış, bu atalet devlet bürokrasisini şişirmiştir. Üretim araçlarının devlet mülkiyetinde olması koşullarında, hal­ kın tepkilerine karşı hassaslığını yitirdiği ölçüde, devletin bürokratik bir yozlaşmaya varması kaçınılmazdır. Bu, sosyalizm deneyinin en can alıcı ve unutulmaz dersi olmalı­ dır. Üretim ve dağıtımın tek egemeni durumundaki devlet bürokrasinin tekel hakkına karşı yükselen hoşnutsuzluk, özel mülkiyet ve pazar eko­ nomisi parolalarına varmadan edemedi. Bu, yaşamın hemen her alan­ da bir devlet tekeline dönüşen "sosyalizmin, "devlet sosyalizminin if­ las ilanıdır. Tam bu noktada, sosyalizmden dönüş sorununa gelinir. Taşla­ şan ve üretici güçlerin gelişmesini engelleyen devlet tekeli karşısında, küçük üretici, kooperatifler ve "gölge ekonomi" kapitalistlerinin özel mülkiyete ve pazar ekonomisine yönelmeleri doğaldır. Ancak bu güçle­ rin sosyalist ülkelerde belirleyici bir siyasi ağırlığı yoktur. Esas sorun gelişmeler karşısında işçi sınıfının demoralize olmasında yatıyor. İşçi sınıfı açısından üretim araçlarının özel ellere geçmesinin hiçbir çekicili­ ği yoktur. Ancak ekonominin imtiyazlı bürokratlar eliyle de gitmediğini yıllardır deneyiyle bilmektedir. Dolayısıyla geriye dönüşlerde belirleyici rol, devlet tekeline karşı "özgürlük" isteyen henüz cılız sosyal tabakalarca değil, sosyalizmin krizinde nötralize olan işçi sınıfınca oynanıyor. Lenin'in 1918'lerde sorduğu "kim kazanacak" sorusu bugün bir kere daha gündemdedir. Ancak çok önemli bir farkla; geniş yığınları sosyalizmden soğutan bürokratik yozlaşmaya uğrayan işçi sınıfı iktidar­ ları deneyinden sonra gündeme gelen bu soru karşısında saflar henüz


93 YOL yeterince berrak değildir. Çürüyen bürokrasi kapitalizme dönüşe direniyor. Üretim araçları tekelini elinde tutan ve konumunundan dolayı zahmetsizce imtiyaz sa­ hibi olan bürokrasi bu asalak rahatlığını yitirecek, "girişimci yeteneğine’ göre imtiyaz elde edebilecektir. Böylece, bürokrasinin önemli bir bölü­ münün eski konumunu yitireceği açıktır. O nedenle, bürokrasiden ge­ len direncin üretici güçlerin önünü açma anlamında hiçbir olumlu yanı yoktur. Hatta Macaristan'da olduğu gibi bürokrasinin bir bölümü özel­ leştirme sürecinde önemli paylar kaparak, konumundan gelen imtiyazı, doğrudan üretim araçları sahipliğiyle perçinleyebilir. Neticede bürokra­ sinin direnci devlet tekeline karşı, kapitalizme varacak "özgürlük" istem­ lerini daha da kışkırtmaktan başka bir sonuca varmıyor. Eğer işçi sınıfı kollektif üretim alanında toplumsal üretkenliği art­ tırıcı örnekler yaratamazsa, mevcut kriz koşullarında bu anlamda öncü­ lüğünü kanıtlayamazsa, ekonomiyi tıkayan "devlet sosyalizmi” karşısın­ da kapitalizmin kişi girişimciliği öne çıkmak için pusuda bekliyor. Bugün Sovyetler dahil, doğu Avrupa'nın ekonomisi kırda ve şe­ hirde küçük ve orta işletmelerin hızla özelleştiği, büyük işletmelerin he­ nüz devletin elinde bulunduğu bir yapıya dönüşüyor. Büyük işletmelerin henüz-Macaristan'da bile devletin elinde bulunmasının hiçbir avutucu yanı yoktur. Üretim araçlarını mülkiyetine bir sınır konulmadıkça ser­ maye birikim süreci ilerledikçe büyük sanayi de özel ellere geçecektir. Elbetteki bu on yıllar alacak bir süreci kapsar. Gidiş yönü bu olunca, Sovyet akademisyenlerince öne sürülen "iki sistemin barış içinde yakınlaşması" tezleri maddi bir temele oturur. Aslında tezleri daha doğru ifade edebilmek için "sosyalizmin geriye dö­ nüşüyle dünya ekonomik sisteminin tekleşmesi" denmeliydi. Yine Sov­ yet politikacıları tarafından "insanlık değerlerinin sınıf çıkarlarının üs­ tünde tutulması” parolasının iç politikadaki anlamının yeni sınıflaşma sürecinin örtmek; dünya ölçüsünde ise kapitalizmle uzlaşmayı meş­ rulaştırmak olduğu açıkça ortaya çıkıyor. 1960'larda batı Avrupa komünist partilerinde yaygınlaşan ve Sovyetlerin de desteklediği "Kapitalizmden sosyalizme barışçıl geçiş" teorik olarak formüle edilmeyi beklemeden pratikte yaşanıyor. Gorbaçov'un barış parolasını yükseltmesinin ilk önemli sonucu bu oldu. Bu gelişmede sistemin iç tıkanışımn rolü olduğu kadar, en az bu ölçüde


Kapitalizm ve Sosyalizm Üzerine Rapor— 94 önemli kapitalizmin dünyada halâ kesin egemen sistem olması rol oy­ namıştır. Sosyalizm, barışçıl geçiş tezlerini savunurken kapitalizmin gücü­ nü ise abartmiştı. Ancak "inatçı gerçeklik" kendi yolunu izleyerek gözler önüne çıktı. Geriye dönüş süreci insanlığın sosyal gelişiminde nasıl bir rol oynayacaktır? Bunu şimdiden kestirebilmek imkansız. Fakat bu sürecin başlamasıyla bugüne kadar yaşanmamış olan, sosyalizmle kapitaliz­ min içiçe girmesi olgusu hiç şüphesiz yepyeni sosyal tepkiler, anaforlar yaratacaktır. Yitirilen sosyalizm ve baskın çıkan kapitalizm gerçekliği karşısında, sosyalizm değerlerinin kabalıktan kurtulup daha mükem­ melleşmesini ummak, belki yakın yıllar için ütopi gibi görünse de incanlığın gelişmesinde kaçınılmaz bir konak olacaktır. Sosyalizmin, emperyalizm karşısındaki bu yenilgisiyle dünya na­ sıl bir özellik kazanmıştır? İlk olarak, dünya ölçüsünde varolan sınıf saflaşması erimiştir. Sosyalist ülkelerin önemli bir bölümü geriye dönüş sürecine girmiş ya da kendi iç sorunlarıyla boğuşmaktan, dünya ölçüsünde politik insiyatifi yitirmiştir. İkinci olarak, "Sosyalist ülkelerdeki" ekonomik yapı özelleştirme­ ler ve pazar uygulamasıyla kapitalizme evrimleşip, sınıflaşma şekillen­ dikçe emperyalist ülkelerle ekonomik ve politik işbirliği yoğunlaşacaktır. Artık dünyadaki herhangi bir gelişme karşısında bu ülkelerin tavrının emperyalizmle üst üste düşmesinde hiçbir şaşırtıcı yan yoktur. Üçüncü olarak, Sosyalizmin büyük ölçüde güç yitirmesi karşısın­ da emperyalist merkezler arasındaki rekabet güçlenecek, dünyanın uluslararası tekellerce paylaşımı yeni bir hız kazanacaktır. Dördüncü olarak, üçüncü dünya ülkelerindeki muhtemel dev­ rimci gelişmeler, büyük güçlüklerle boğuşmak zorunda kalacaktır. Poli­ tik olarak sosyalizmin itibar yitirmesi geniş yığınlardaki kararsızlığı arttı­ rabilir, pratik olarak destekten yoksunluk devrimci hazırlık süreçlerini uzatıp daha sancılı hale getirebilir. Öyle görünüyor ki, mevcut sosyalist pratik tekelci kapitalizmin, ilk dönemine bir alternatif oldu. Dünyanın emperyalist merkezler tarafın-


95 YOL dan topyekün savaşla paylaşım koşullarından doğan sosyalizm, harşeyden önce aşırı merkeziyetçi ve hatta askercil bir yapı kazanmıştır. Kapitalizm, üçüncü dünyanın servetlerinin yağması pahasına sonraki yıllarda kendini yenilemiş, ancak Sosyalizm dünyanın bu yeni hızlı değişimine yeterince ayak uyduramamıştır. Sosyalizmin yıkıntılarının ve üçüncü dünyanın olgunlaşan krizi­ nin içinden, günümüz kapitalizmini aşabilecek yeni sosyalist sentezler çıkacaktır.


Kongre Kararları— 96 TKP - KIVILCIM KONGRE KARARLARI KONGRENİN KONUMU ÜZERİNE KARAR Partimizin tarihi kökleri TKP'ne kadar uzanır. TKP'nin gerek ide­ olojik gerekse örgütsel alanlarda yetkinleştirilmesi yolunda mücadele eden Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın yarattığı siyasi zemin Partimizin gerçek köklerini meydana getirir. 1957'de Vatan Partisi'nin kapatılması aynı zamanda TKP'nin fii­ len dağılması sonucuna varmıştır. Bu nedenle 1960'lar sonrası devrim­ ci ortamda Hikmet Kıvılcımlı "Partinin reorganizasyonu" parolasını at­ mıştır. Bu yolda ilk adım 1974 yılı başlarında İstanbul Beşiktaş Kongre­ si ile atılmıştır. Kongre sonrası Kıvılcım Gazetesinin yayınına başlan­ mış, yeraltı kongresinde yer almayan diğer grup ve çevreleri hedefle­ yen,. onlarla Vatan Partisi programı temelinde sentezleşmeyi amaçla­ yan bir mücadele yürütülmüştür. 1974-1977 arasındaki yıllar partinin reorganizasyonu yıllarıdır. 1974 Beşiktaş Kongresi Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın görüşleri temelinde davranan çevrelerin yalnızca bir kesimini temsil ettiği için, ardından ge­ len süreçteki çalışmalarında grup niteliğini aşamamış ve legal ortamda "Kıvılcım grubu" olarak tanınmıştır. 1977 Ocak Vatan Partisi Kongresi -yeraltında yapılan kongreler de dikkate alındığında -5. Parti Kongresi, Vatan Partisi Programını sa­ vunan çeşitli grupların sentezleştiği reorganizasyon kongresi olmuştur. 1977 Kongresinden sonra Parti tarihimizdeki diğer önemli mo­ mente 1978 in son aylarında yaşanmıştır. Yığınların CHP'den kopuşması ve sınıf mücadelesinin yeni bir yükseliş dalgası gibi politik ortam­ daki önemli dönüşler Partinin önüne çok daha yüksek görevler dayat­ mıştır. Böyle bir momentte Partide örgütlenme sorunlarından başlayan politik taktiklere ve hatta ideolojik zemine sıçrayan bir bölünme yaşan­ mıştır. Bu bölünme Partinin diğer kanadının geçmişimizi tümüyle inkarı­ na varmış, ideolojik olarak troçkizme sapan bu kanat, bölünmeden kısa bir süre sonra dağılmıştır. 1977 ve sonrasında, mücadelenin siyasi parti olarak legalde yü­ rütülmesi Partinin kendi özgül tarihi ile resmi bağlar kurmasını engel-


97 YOL lemiştir. Kongremiz bu kopukluğu ortadan kaldırmak için 1974 Beşiktaş Kongresini partinin reorganizasyonunda ilk adım olarak kabul eder. Parti kongrelerinin sıralanışını bu tarihten başlatır. Bu nedenle topla­ nan kongremizi partinin 9. Kongresi olarak ilan eder. 12 EYLÜL SONRASI PARTİ FAALİYETLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ ÜZERİNE KARAR

ı Partimiz 12 Eylül darbesinin sonrasında direnerek geri çekilme kararı aldı ve belli bir seviyede hat çizerek sınıfın darbe sonrasındaki dağılışını bu asgari direniş hattında tutmaya çalıştı. Darbe sonrası ilk yılda yapılan bir çok direnişe Partimiz gücü oranında destek verdi. Faşizmin en azgın olduğu ilk günlerde dahi asgari bir direnme hattına tutunabilen Partimiz, daha sonra 1985 yılına dek uzanan dö­ nemde sınıfın belli ana merkezlerinde yerleşerek tüm meşru taleplerine sahip çıktı ve önderlik etti. Bu durum "devrimci” veya "komünist" iddialı bir çok hareketin bozgunu ve dağılışı yaşadığı o dönemde partimize sı­ nıf içinde çok önemli mevziler ve daha önemlisi manevi otorite kazan­ dırdı. Döneme bir avuç önderle müdahale edebilen Partimiz, sınıfın geniş yığınlar halinde kendisine yöneldiği noktada direnişçiliği ile aynı oranda bir esneklik ve hassaslık gösteremedi. Ve üstüne aldığı görevin pratikteki şekillenişinde hızını kaldırabileceğinden fazla yükseltti. Faşist devletin saldırısına karşı savunma mekanizmalarını oluşturmada yeter­ siz kaldı. Darbe de o oranda hasar verici ve insiyatif kaybettirici bir nite­ lik kazandı. 1980-1985 dönemi, Partimiz açısından faşizme karşı direniş te­ melinde sınıfla önemli bağlantıların kurulduğu ve özellikle yeni sendika­ lar kanunun yürürlüğe girmesiyle birlikte sendikal alanda önemli işkolarında insiyatifler kazandığı kazançlı yıllardır. Ancak sınıfın ruh hali dar­ be sonrası bu yıllarda Partiye bir çok taktiğinde destek vermekle birlikte henüz kadrolaşmayı kaldırabilecek düzeye yükselmediğinden, o dö­ nem kurduğu yüksek seviyede yığın bağlarını destekleyecek ve temi­ nat altına alacak düzeyde bir yasadışı temel inşa edilmedi. Varolan ka­ zançlar da yeterince hassas organize edilemediğinden faşizm tara­


Kongre Kararları— 98 fından 1984'de arka arkaya vurulan darbelerle ağır hasar gördü. 1980-1985 yılları Partimize sınıfla çok çeşitli biçimlerde ve hızla bağ kurma ve bu bağları devletle çatışma zemininde kurabilme yetene­ ğini kazandırmış; Partimizin savaşçı yeteneğini pratiğin mihenk taşında sınamıştır. Bu sınav kazanılmıştır. Ancak aynı dönem göstermiştir ki Partimiz savunma tedbirlerini almakta ve şiddetli darbelere karşı daya­ nabilmekte aynı oranda yetenekli değildir.

II Partimiz 1984 sonunda yediği darbe sonrası, 1988'e kadar uza­ nan dönemde kendini hızla toparlamak ve önceden sınıfla kurduğu bağların (.... seviyesini işçi hareketinin yükselişine paralel olarak yük­ seltmekte başarılı olamadı....)’ Cılız da olsa varolan yasadışı ilişkiler, üstünde hassasça kurularak geliştirilmek bir yana günlük faaliyetin bas­ kısı altında legalize oldu. Kadrolaşma faaliyeti için sınıfın ruh hali uy­ gunlaşmasına rağmen yasadışı çalışma tarzı legal faaliyetin baskısı al­ tında kötürümleştirildiğinden sınıf içinden yeni kadrolar kazanılamadı. Devrimci faaliyet yasadışı örgütlenmenin teminatı altına alınması gere­ kirken, tayin edici öhemdeki bu görev ihmal edilmiş, örgütsel faaliyet legalizmin baskısı altına girmiştir. Bu dönemde bütün faaliyet sendikalarda ve yasal yayın etrafın­ da yoğunlaştı. Yasadışılığın kendine özgü bağımsız alanı düzenin tersi günlük zorlamalarına rağmen devrimci bir iradenin zorlamasıyla inşa edilemedi ve siyasi faaliyet sendikalar içinde sınıfın ekonomik demok­ ratik haklarını korumaya indirgendi. Sendikaların merkezinde gösterilen çabalar aynı enerjiyle fabrikalarda gösterilmedi. Sınıf içindeki faaliyet sendika merkezlerindeki faaliyet olarak basitleştirildi. Partimiz sendikalizmin devrimci faaliyeti köreltici baskısı altına girmeye yöneldi. 1985-1988 dönemi Partimiz açısından ağır örgütsel hataların eş­ lendiği bir dönemdir. Savunulan taktiklerde ....(ise)2.... devrimci konum­ da kalınmış ve bu alanda genel devrimci hareket içinde ön açıcı bir rol oynanmıştır.Yapılan hatalar objektif ortamın günlük baskısına ve parti­ mizin zaaflarına devrimci bir iradeyle dönüştürücü tarzda yaklaşmama ve tersine bu baskıların rüzgarın önündeki yapraklar gibi Partimizi bas­ kı altına alarak önünde sürüklemesi biçiminde olmuştur.


99 YOL III Partinin 1985-1988 döneminde günlük pratikteki sağa savruluşu­ na bir tepki oluşmuş ve 1988 yılında yasal yayın çevresinden harekete yönelen genç aydınların ve bazı genç işçilerin de desteğiyle kendini ifa­ de etmiştir. Kongreye kadar yeni bir süreç yaratan bu tepki özellikle ya­ sadışı yapının inşasının önemine ve vazgeçilmezliğine ve direniş takti­ ğinin militan bir tarzda pratiğe geçirilmesine dikkat çekti. Çalışma tar­ zında modernleşmeyi acil bir görev olarak hareketin önüne koydu. Kongre öncesindeki süreci belirleyen bu çıkış, hareketi sıkıştığı yasal alanlardan özgürleştirdi, işçi semtlerine, büyük ve küçük işyerleri­ ne ve öğrenci gençliğe bulundukları alanlarda kendi devrimci dinamik­ lerini harekete geçirici tarzda müdahale edildi. Bu müdahale hem çok sayıda yeni kadroyu ve hem de bir çok pratik mevziyi harekete kazan­ dırmıştır. Kazanılan yeni kadroların pratikte direnişçi bir faaliyet içinde yetkinleşmesi sağlanırken; hem kazanılırken ve hem de üyelik sonrası özel bir önem verilen kadrolara yönelik propaganda faaliyeti ile devrim­ ci bilinç yükseltilmesi başarıldı. Yasal propaganda ajitasyon sınırından yasadışı ajitasyon propaganda zeminine sıçranıldı. 1985-1988 döneminde kaybedilen insiyatifin yarattığı pratik boş­ lukların ağır baskısı altında kalan hareket 1988-1990 döneminde ola­ ğanüstü bir çalışma tarzı tutturdu. Bu hız kendi olumlu sonuçlarını yartırken özellikle merkezi otoritenin eksikliği ve kollektif gizli yayın organı­ nın desteğinin de olmaması sonucu bütünlüklü örgütsel faaliyette ko­ pukluk yarattı. Hareket içinde hızla giren yeni insiyatiflerin kolektifleşti­ rilmesinde yetmezlikler yaşandı. Bu dönem içinde Merkezin insiyatif kaybetmesi ve sonuçta Mer­ kezi otoritenin kötürümleşmesi hareket içinde otoritesizlik eğilimini ve Leninist Parti geleneği dışı bazı zaafları partiye taşıdı. KişicH insiyatifler olumlu olarak tam bir gelişme alanı bulurken kollektif insiyatif aynı oranda gelişemedi. Bu eksiklik kişicil çekişmeleri hızlandırdı, Parti orta­ mında tahrip edici sonuçlar yaratabildi. Farklı insiyatiflerin hareket içinde tekbir kollektivitede kaynaştırılmasında eksik kalındı. Böyle bir kollektivite ancak ortak bir Merkezi ira­ deyle oluşacağından Kongre ve sonrası faaliyetin ürünü olarak netleşe­ cektir. Tüm Parti kitlesi bu konuda istekli ve ısrarlıdır. Bugün Kongreye, ülke çapında bir çalışma planı yapabilmenin


Kongre Kararları— 100 ve politik gelişmelerde bağımsız taktik çizgi uygulayabilmenin asgari pratik gücünü ve mevzilenişi sağlayarak gelindi. Kongre bir YENİDEN YAPILANMA fonksiyonu üstlenerek tüm Parti geçmişinin ve 1989-1990 döneminin yarattığı olumlu değerleri sahiplenmiş, ülke pratiğinde döğüşürecek taktikleri saptamıştır. % ULUSAL SORUN ÜZERİNE KARAR Ulusal sorun, Kürt ulusunun sömürgecileri defederek, bağımsız devlet kurması sorunudur. Bu sorun tam anlamıyla çözümlenmeden Kürt halkının gerçek anlamıyla özgürleşmesi mümkün olmayacaktır. Kürt halkı üzerinde yüzlerce yıldır sınırsız baskı ve zulüm uygu­ lanmış emperyalizmin ve sömürgeciliğin çıkarları doğrultusunda K...* bütünlüğü parçalanmış, tüm yeraltı, yerüstü ve emek gücü yağmalan­ mış ve özgür gelişimi sekteye uğratılmıştır. Bölünmüş K....‘ diğer parçalarında olduğu gibi TC egemenliğin­ deki parçasında da çeşitli çaplarda isyanlar gerçekleşmiş fakat burjuva feodal önderlikteki bu hareketler başarıya ulaşamamış, şiddet ve zor yoluyla bastırılmıştır. Kürt ulusunun bağımsızlık arzusuna burjuva, feodal önderliğin çözüm getiremeyeceği pratik olarak kanıtlanmış ve uzun bir suskunluk döneminden sonra alttan alta kaynayan çelişkiler önce aydınların çıkı­ şıyla, 1970-1980 döneminde de Kürt yoksul köylüsünün ve proletarya­ sının mücadele önderliğine girmesiyle yeni boyutlara sıçramıştır. Partimiz 1980'e varırken, 1975'lerde doğan ve süreç içinde net çizgisine oturan PKK önderliğinin Kürt yoksul köylülüğünün ve proletar­ yasının temsilcisi olduğunu tanımış ve bu çizgi teorik ve pratik olarak desteklenmiştir. 1980 ağır sömürgeci-faşizm koşullarında PKK önderli­ ği gerek zindanlarda gerekse mücadele alanlarında devrimci-direnişçi tavrıyla tüm diğer Kürt siyasetlerinden farkını koymuş ve önderlikteki iddiasını kanıtlamıştır. PKK önderliği, 15 Ağustos atılımıyla Kürt yoksul köylülüğünü mücadeleye katarak ve TC sömürgeciliğinin kurduğu zor dengesini halk lehine kırabilen gerilla savaşını başlatmıştır. Botan eyaletinde hız­ la yaygınlaşan gerilla savaşı TC sömürgeciliği tarafından önceleri kim­ yasal silahla, koruculuk sistemiyle yokedilmeye çalışılmış fakat gelişme hızı durdurulmamıştır. Gelişen çizgiyi yokedemiyeceğini anlayan TC


101 YOL mücadeleyi Botan eyaletine ve gerilla biçimine hapsetmeye çalış­ maktadır. Bu gelişimin sonucunda: Ulusal Kurtuluş Hareketinin şehirlerle yani Kürt proletaryasıyla ta ğ kurmakta yetersiz kalmasına, yoksul köylülük tabanına sıkışması­ na ve milliyetçiliği enternasyonalizme bağlayacak zemini güçlendirme­ de eksikliğine yol açmıştır. Tüm ulusal kurtuluş hareketlerinde önemli bir tehdit olan ve pro­ letaryayı harekete geçirecek teorik ve pratik tutumlarda tıkanıklıklarla kendisini gösteren yoksul köylüye ve gerillaya hapsolmak, PKK müca­ delesinin önündeki sorunların en önemlisidir. 1990 Diyarbakır, Silopi, Cizre, Nusaybin, Idil halk hareketleri sö­ zü edilen sıkışmanın açılacağı yönü ve mücadelenin yeni alanlarda, yeni biçimlerde zenginleşeceğini göstermiştir. Kongremiz halk hareketlerinin Kürt ulusal kurtuluş hareketinde özel önem taşıdığını ve derinleştirilmesi gerektiğini belirterek, Türkiye proleteryasının devrimci direnişçi çıkışlarının K...... * halk hareketine iv­ me kazandıracağı sonucuna varmıştır. Türkiye proletaryası bu noktada tarihi bir görevle yüzyüzedir. Kendi mücadelesini yükseltemediği takdirde ve bu anlamda Kürt ulusal kurtuluş hareketine destek olmadığında tarihi bir sorumluluk altında ka­ lacaktır. Kongremiz, Kürt ulusal kurtuluşuna yönelik pratik desteğin arttı­ rılması, bu doğrultuda ajitasyon-propaganda faaliyetlerine ağırlık verile­ rek hem Türk proletaryası üzerindeki şovenist eğilimlerin kırılması hem de K.... * halkının ulusal kurtuluşa kazanılması kararını almıştır. İŞÇİ HAREKETİ ÜZERİNE KARAR Finans-kapitalin tüm taleplerini yerine getirebilmek amacıyla ge­ len 12 Eylül faşizmi emekçi katmanların örgütlerini terör yöntemleri ile dağıtmıştır. Buna karşı gelişen en küçük tepkiler bile faşizan yöntem­ lerle bastırılmış ya da gerici faşist örgütler içinde hapsedilmiştir. Doğaldır ki, tüm bu baskılar sınıfsal çelişkileri daha da derinleş­ tirmiş, başta işçi sınıfı olmak üzere bütün emekçi katmanlarda yeni bir direnme ve mücadele azminin mayalanmasına yol açmıştır. Bu gelişme süreci; Netaş-Derby, Kazlıçeşme direnişleri ile yay-


Kongre Kararları— 102 gınlaşmaya başlamış, 1989 bahar eylemleri ile İşçi sınıfı, 14 Nisan direnişi ile öğrenci gençlik, yıkımlara karşı gecekondu halkı, taban-fiyat politikasına karşı köylülük, örgütsüzlüğe karşı memur protestoları ile yeni bir mücadele ve direnme hattını açığa çıkarmıştır. Bu durum gerek içerik gerekse yöntemleri açısından oldukça zengin bir mücadele dönemine girildiğinin göstergesidir. Gelişen dire­ nişler henüz iktidarı sarsıcı devrimci bir atılıma dönüşmemekle bera­ ber, faşist kurum ve yasaları zorlayan ve meşruluk temelinde hareket eden bir karakter sergilemektedir. Söz konusu toplumsal muhalefet bir yandan faşist zorbalıkla bastırılmaya, öte yandan sosyal demokratlar kanalıyla uzlaşmacı-reformist zeminde çürütülmeye çalışılmaktadır. Bu tesbitlerden hareket eden Kongremiz; toplumsal muhalefeti Direnişçi bir hatta örgütlemeyi, yeni mücadele parolaları ve örgütlen­ meleri yaratmayı demokrasi mücadelesi geleneğinin pekiştirilmesini gö­ rev olarak tüm parti teşkilatlarının önüne koyar. Kongremiz; direniş hattının, işçi sınıfının ekonomik demokratik mücadelesini inmelendiren gansgter-uzlaşmacı sendikalara karşı etkin bir mücadele sürdürmesini, sınıfın hedefine uygun sendikal odaklar ya­ ratmasını, yükselen toplumsal muhalefetin her alanına damgasını vur­ masını destekler. İTTİFAKLAR VE SİYASİ BİRLİK ÜZERİNE KARAR 12 Eylül sonrası süreç devrimci ortam ve siyasetler üzerinde çok önemli değişiklere yol açtı. 1980 öncesinin güçlü radikal devrimci siya­ setlerinin bir kesimi açık şekilde devrimci özlerini yitirdiler. Bu değişim devrimci ortamdaki saflaşmada köklü değişimlere neden olmuştur. Bur­ juva sosyalizmi açık teslimiyete yönelirken, küçük burjuva radikalizmi­ nin önemli bir kesimi devrimci öncülüğü reddeden artçı, liberal eğilimle­ re dönüşmüştür. Devrimci ortamdaki bu değişimin doğal sonucu olarak bazı siya­ si eğilimler ve çeşitli devrimci çevreler yeni siyasi ve taktik yönelişlere girmişler, çok açık ve net bir şekilde olmasa da genel devrimci bir ze­ minde siyasi birlik arayışlarını, yaşadığımız ortam dikkate alındığında, haklı ve anlaşılır bulmaktadır.


103 YOL Ancak, sınırları iyice belirlenmemiş ve özellikle pratik mücade­ lenin sınavından geçmemiş siyasi birlik çabalarının olumsuz sonuçları­ nı dikkate alan kongremiz bir parti çatısı altında birleşmeyi uygun gör­ memiştir. Siyasi parti olarak birleşmenin ancak titiz ve iyi bir hazırlıkla mümkün olabileceğine inanan Kongremiz, söz konusu siyasi parti ve çevrelerle ittifaklar zemininde ilişki ve dayanışmanın sürdürülmesini ka­ rarlaştırır. KADIN FAALİYETLERİ ÜZERİNE KARAR 1980 öncesinin sosyalist mücadele tarihinde kadın hareketi olumlu bir geleneğe sahip değildir. Bu olumsuzluk Marksist Leninist te­ orinin kendisindeki hatalardan değil, teorinin pratiğe yansıtılması süre­ cinden kaynaklanıyordu. 1980 sonrası devrimci demokratik muhalefetin susturulması burjuva liberal hatta ilerleyen bir kadın hareketinin önünü açtı. Bu olumsuzluğu tespit eden partimiz sürece bağımsız demokratik kadın hareketini oluşturarak müdahale etmiştir. Partimizin bağımsız ka­ dın hareketine yaklaşımındaki bilimsellik hayatın canlı diyalektiğini doğ­ ru kavramaktan geçer. Bir yanıyla alana ait özgül çelişkiyi kavrarken di­ ğer yanıyla bağımsız kadın hareketini sosyalist hareketin rotasına sok­ mak görevini üstlenir. Partimiz 1980 sonrasında cinsel ayrımcılığa da­ yalı çelişkiye müdahale etme ve bu müdahaleyi politik bir zeminde ifa­ de etme geleneğini yaratmıştır. Devrimin en önemli güçlerinden biri olan kadın dinamiğinin devrimci bir hatta oturtulması proletarya sosya­ listleri için kaçınılmaz bir görevdir. Bu doğrultuda Kongremiz: 1) Partimiz kadın politikasını bağımsız kadın hareketi içinde dö ğüştürmeyi, 2) Işçi-emekçi kadın potansiyelini bağımsız kadın hareketine ka zanmak için kadın hareketi ile bölgeler arasında ilişki sağlanmasını, 3) Parti kadrolarının ve sempatizanlarının kadın konusundaki eğitiminde daha duyarlı davranılmasın!, 4) Kadın çalışmasının organlı yürütülmesini, 5) Kadın hareketinden bölgesel faaliyetlere asgari düzeyde kad ro aktarılmasını,


Kongre Kararları— 104 6) Kadın hareketinden partinin değer faaliyatlerine kadro akta­ rılırken yerine yenilerinin bırakılması konusunda daha duyarlı davramlması, 7) Yurtdışında oluşturulan kadın komiteleri ile ilişkilerin daha sıkı ve sağlıklı yürütülmesini, 8) Proletarya sosyalizminin öncülüğünde kadın hareketinin önündeki her türlü zeminin zorlanmasını kararlaştırır. DEVRİMCİ GENÇLİK ÜZERİNE KARAR

I Partimiz 12 Eylül'den önce Genç Güç ve 12 Eylül Faşizminin ilk yıllarında Genç Komünistler Birliği ile gençlik hareketine yön vermeye çalışmış, ancak gençlik örgütünün çalışmaları kesintiye uğramıştır. Da­ ha sonraki yıllarda, Eylül faşizmi ile kuşatılmış, öncü unsurlarından ko­ parılmış öğrenci gençlik faşizmin kendisi ve mantıksal sonuçlarına kar­ şı (kişiliksizleştirme, depolitizasyon, örgütsüzleştirme) direniş eğilimini ortaya koyduğunda, üniversite ve liselerde faliyet yürüten parti üyeleri­ mizi bu eğilimi açığa çıkarma, organize etme ve proleter sosyalist ka­ nala yönseme göreviyle yüzyüze kalmışlar ve Bu görevi yüklenmişler­ dir. Bu görevi yerine getirebilmek için, ortaya çıkan direniş eğilimini öğ­ renci gençliğin kendi hareket etme tarzı içinde ele almış, tarihsel bağla­ rını (gelenek) gözönüne alarak devrimci direnişçi bir gençlik örgütü(..... )3 inşa etme sürecine girmişlerdir. Bu örgütün politik muhtevası: demokratik devrim sonrasında oluşturulacak demokratik halk üniversi­ teleri ve liseleri programı ekseninde üniversite ve lise gençliğini halk demokrasisi yolunda mücadeleye katmak ve proletaryanın müttefikliği­ ne yakınlaştırmaktır. (Gençlik hareketi)4 demokratik devrim yolunda fi­ nans kapitalin tasfiyesi temelinde anti-faşist ve anti-emperyalist, K.... * Türkiyenin de sömürgesi olduğu bilinciyle Kürt Ulusal Kurtuluş Hareke­ tini desteklemek ve ulusların kaderlerini tayin hakkını koşulsuz savun­ mak anlamında anti-sömürgecidir. (Gençlik hareketi)5 mücadelesini çi­ zilen yasal çerçeveye hapsetmeyen meşruluk temelinde yükselten an­ layışla hareket eder. Gençlik hareketi içindeki parti komiteleri parti politik hattını örgü­ tün (Gençlik hareketinin)6 çalışma tarzı ve işleyişini temel alarak hayata geçirir, partiye üye kazandırır.


105 YOL II Ülkede öğrenci gençliğin yükselttiği direnişçi hareketin yanında önümüzdeki dönemde işçi gençlik ve köylü gençlik dinamiklerinin de devreye girebileceğine ilişkin siyasi belirtiler görülmektedir. Bu doğrul­ tuda Kongremiz Merkez Komite'nin dikkatini çeker. KÜLTÜR VE SANAT ÇALIŞMALARI ÜZERİNE KARAR Kongremiz düzenin bireyi bencilleştiren, kişiliksizleştiren, insan­ lar arası ilişkileri çarpıklaştırarak toplumun manevi dünyasını yoksullaş­ tıran ve tepkisiz bir toplum yaratmayı hedefleyen egemen kültür ve sa­ nat anlayışına karşı mücadele etmeyi görev sayar. Devrimci sanat ve kültür politikasının oluşturulması ve etkin birer savaş aracına dönüştü­ rülmesiyle amaçlanan: 1- Gündelik parti mücadelesinin zenginleştirilmesi, çok yönlü ge­ lişkin bir militan karakterin oluşturulması, 2- Devrimci mücadeleyle gelişen toplumsal coşku ve enerjinin ül­ kemiz ve dünya kültürel değerlerinin birikimiyle bütünleştirilmesi, kitle­ lerdeki yaratıcı eğilimlerin sanatsal ve estetik araçların da desteğiyle güçlendirilip yönlendirilmesidir. Bu doğrultuda Kongremiz, bu alandaki eksikliğin hızla giderilme­ si amacıyla dağınık olarak yürüyen çalışmaların organize edilmesi maddi-teknik anlamda desteklenmesini partimizin önüne görev olarak koyar.

1- Asıl metinde yazım yanlışı nedeniyle tarafımızdan düzeltilmiştir 2- Tarafımızdan eklenmiştir. 3,4,5,6- Asıl metindeki anlamı korunarak tarafımızdan değiştirilmesi uygun bulunmuştur.* * Asıl metinde 'Kürdistan’


Programımız — 106 PROGRAMIMIZ Programımız, 1954 Vatan Partisi programı esas alınarak son Parti kongresinde bazı değişikliklerle yeniden gözden geçirilip onaylan­ dı. Gerek Türkiye'deki gelişmeler ve gerekse sosyalist ülkelerdeki çö­ küşler onun özünde önemli bir değişimi zorlamadı, tersine özellikle Sosyalist ülkelerdeki olumsuzluklar dikkate alındığında Programın ya­ pısında benzer hataları tekrarlamamızı engelleyecek taleplerin bulun­ ması Programın değerini yükseltti. Bu sorunlara gelmeden konu prog­ ram olunca Türkiye devrimci hareketinde program sorununun nasıl ele alındığına değinmeden geçmeyelim. 1970'lerdeki yükselişte küçükburjuva devrimciliği "hareketin re­ formist geçmişi'nden kopuştuğunu sık sık ve öğünerek belirtmesine rağmen büyük bir çoğunluğu hala geçmişte öne sürülen programları aşan bir program formüle edememişdir. İşçi sınıfı partisi için program, iktidar alındığında yapılacak işler planıdır. Ancak küçükburjuva devrim­ ciliği program sorununu hiçbir zaman böyle kavramamıştır. 1970'lerde­ ki ideolojik mücadelede "strateji tartışmaları" herşeyin, hem günlük tak­ tiklerin, hem de program sorununun üstünü örttü. Bu bir bakıma doğal­ dı. 1960'lar sonrası siyasi mücadele alanına geniş bir şekilde giren devrimci hareket, bu mücadelede nasıl bir yol izleyeceğini kaçırılmaz bir şekilde tartışacaktı. Sosyalist devrim, demokratik devrim ekseninde süren tartışmalar, sınıflar mücadelesinin mantığı açısından farklı temel­ lere dayanan programların ortaya çıkmasıyla sonuçlanmalıydı. Fakat özellikle küçükburjuva devrimciliği açısından olay böyle sonuçlanmadı. Yakın zamana kadar mücadele yolu ve biçimleri ("uzun süreli halk sa­ vaşı", "köylü ordusu He şehirlerin kuşatılması", "öncü savaşı" ya da "halk ayaklanması") üzerine tartışmalar program yerine geçti. Oysa egemen iktidarı yıkmak için seçilen yol ve ittifaklar ayrı konu; egemen sınıfların ekonomik ve politik olarak nasıl, hangi yollarla tasfiye edileceği ve yerlerine sosyalizm hedefine yönelik hangi yapıların kurulacağı ayrı bir konudur. İlki stratejiyi ilgilendirir, İkincisi programın kapsamı içine gi­ rer. Sosyalizm ağızımızda genel bir laf tekerlemesi değilse, tasfiye edi­ len düzenin yerine ilk elden nasıl bir düzenin inşa edileceği çok önem kazanır. Türkiye'de küçükburjuva radikalizmi yakın döneme kadar hangi yollarla (öncü savaşı, halk savaşı ya da başka) egemen düzeni yıkaca­ ğını tartıştı, fakat yıkılan düzenin yerine tasarlanan konusunda çok ge-


107 YOL nel belirlemelerden öteye geçemedi. «

Stratejinin belirlenmesi için bir ülkedeki sosyal ve ekonomik yapı­ nın genel hatlarıyla belirlenmesi yetebilir, ancak program maddelerinin formüle edilebilmesi için kesinlikle daha detaya inilmesi kaçınılmazdır. Bu ise o ülkedeki koşulların tam bir tesbitini, bu yetmez, amaçlanan dü­ zenle ilgili sağlam bir öngörüyü gerektirir. Küçükburjuva devrimciliğini yükseliş döneminde harekete geçiren parolalar; "anti-emperyalizm" ve "anti-feodalizmdi."Ancak bu parolaların Türkiye somutundaki karşılığı­ nı derinlemesine kavramayan, dünya deneylerinin en genel yansıma­ sıyla yetinen hareketler mücadele derinleştikçe parolalarının zayıfladı­ ğını, yetersiz kaldığını biraz da el yordamıyla kavramaya başladılar. Strateji tartışmalarıyla, aslında pasif ve eylemsiz burjuva sosya­ lizminden yalnızca mücadele biçimlerinin radikalliği ölçüsünde bir kopuşma yaşanmıştı. Hatta her kopuşmada yaşandığı gibi, ayrışmanın henüz çok yeni ve canlı olduğu günlerde küçükburjuva devrimciliği mü­ cadele biçimlerini mutlaklaştırarak, bu kopuşmanın zeminini kısırlaştır­ dı, yıllar deneyleri biriktirdikçe mücadele biçimleriyle sınırlı kalan bir ze­ minin farklılığının yetersizliği ortaya çıktı. Bu ise, 1970'lerde burjuva sosyalizmiyle gerçekleşen kopuşmanın hiçde sağlam teorik ve siyasi temellere oturmadığının açık kanıtı oldu. Yan yana gelemezmiş gibi görünen siyasetler, 12 Eylülden tesadüfi olmayan yakınlaşmalar yaşa­ dılar. Mücadele biçimlerinin mutlaklaştırılmasının anlamsızlığı pratikte kanıtlanınca, burjuva sosyalizmiyle küçükburjuva radikalizmi arasındaki aşılmaz görünen duvar, moloz yığınına dönüştü. Ve bu yığıntılar ara­ sında eskinin uzlaşmazları yaklaşım yolları aramaya başladılar. Böyle­ ce en azından onbeş yılda kendisi bir program üretemeyen küçükburju­ va devrimciliğinin önemli bir bölümü, burjuva sosyalizminin ya da doğ­ rudan liberal burjuvazinin program zeminine sürüklenerek, 1968'lerde» başlayan radikal çıkışını sancılı bir evrimleşmeyle günümüzde burjuva­ zinin eskimiş değer yargılarının bataklığında noktalamış oldu. Bu sancılı evrimin nedeni hiç şüphesiz ki küçükburjuvazinin sağ­ lam bir sosyalizm ufkuna varamayan "anti-emperyalist", "anti-feodalVe "anti-laşizmle"sınırlı kalan bulanık, sığ sınıf bakış açısında yatmakta­ dır. Bu güne kadar demokratik devrimi sözde herkesten daha yüksek sesle sosyalizm hedefine bağlayan küçükburjuva devrimciliğinin, ger­ çekte sosyalizmi kucaklayamayan dar bir ufka sahip olduğu iki açıdan yeterince kanıtlanmıştır.


Programımız — 108 Teorik yönde, bu güne dek tutarlı bir programa varamayış, hatta program gerekliliği üzerinde bol bol yazılıp çizilmesine rağmen böyle bir adımın atılamayışı, küçükburjuva devrimciliğinin teorik ufuk darlığın­ dan kaynaklanmıştır. Kaba, bazen içi boş herkesin kendi yorumuna ka­ lan parolalardan öteye gidebilmek ancak bir programla mümkün olabi­ lirdi. Küçükburjuva devrimciliğinin büyük bir kesimi bu adımı atamamış­ tır. Böyle bir adım atılabilseydi, hiç şüphesizki bir program ilanıyla tutar­ lı sosyalist olmak mümkün olmayabilirdi, ancak küçükburjuva devrimci­ liğinin karakteri daha hızlı ve daha net açığa çıkabilirdi. Pratik açıdan, 1970'lerde devrimci bir çıkış yapan küçükburjuva sosyalizmi hemen hemen yirmi yıla yakın bir evrimleşmeyle liberal bur­ juva görüşlere vardı. Her türlü örgütlenmeyi reddeden, "öncü* olmaktan yılıp, ardcılığı teorileştiren, radikal taktikler yerine sinik, uzlaşmacı tak­ tiklere güçlü bir eğilim gösteren küçükburjuva devrimciliği, bu anlamda kendi sınıf alın yazısının dışına çıkamamış oluyordu. Program sorununda burjuva sosyalizminin durumuna fazla de­ ğinmek gerekmiyor. 1974'de "atılım" yapan TKP'nin programının reformizmin sınırlarını aşamadığı, kendi program belgeleriyle en iyi biçimde gözler önüne seriliyordu. O günlerde bu konuda detaylı eleştiriler yapıl­ mıştır. 12 Eylül'den sonraki TBKP programı ve "yeni düşünce"yle birlik­ te yaşanan evrimleşme onların üzerindeki bütün yanıltıcı yaldızları dök­ tü. Artık karşımızda açık ve tartışmasız bir biçimde sosyal-demokrasinin bir eğilimi durmaktadır. * Günümüzde program sorununa ciddi olarak yaklaşma çabaları da vardır. Bir genelleme yaparsak, küçükburjuva radikalizminin yeter­ sizliğinden çıkartılan derslerle işçi sınıfına yönelme eğilimi gösteren si­ yasi grup ve çevrelerin önünde kaçınılmaz bir biçimde, strateji genelle­ melerinden ve kaba parolalardan öteye bir program sorunu durmakta­ dır. Bu çevrelerde program tartışmaları öne çıkmaktadır. Çok genel ko­ nuşursak sadece böyle bir yöneliş bile, devrimci hareketin seviyesinde bir kalite yükselişine denk düşer. Parlak parola tutkunluğunun yerini, ekonomik sosyal yapımızın daha derinlikli çözümlemelerine dayanmak zorunda olan somut program hedefleri alacaktır. Bu program hedefleri­ nin gerçekliklerimize yaklaşması ölçüsünde, devrimci harekette bir kali­ te sıçraması yaşanacaktır. Partimiz, program sorununda daima dünya ve Türkiye deneyle­


109 YOL rini dikkate alan bir yol izlemiş, genellemelerden kaçman fakat somut talepleri, öne çıkartan bir tutum benimsemiştir. Programımız iki bölüm­ dür. İlk bölüm kısaca ve yalnızca genel hedef-yöneliş anlamında komü­ nizm amacını ilan eder. Bu hedefe ancak üretim araçlarının "bencil ve kör" özel mülkiyet cenderesinden çıkarılmasıyla varılabileceği vurgula­ nır. Öte yandan komünizme, 1960'larda Kruşçef'in ilan ettiği gibi varıla­ bileceği görüşünü reddeder. Komünizme, ancak "sosyalizmin emperya­ lizme karşı kesin ve geri döndürülemez bir üstünlük kurmasıyla" varıla­ bileceğine inanır. Emperyalizmin yoğun kuşatması altında, üretim araç­ larının büyük bölümünü kollektif mülkiyete geçiren, işçi sınıfının ege­ menliğinde sosyalist iktidarların (komünizmin alt aşaması anlamında) varolabileceğine, ancak dünya ölçüsünde emperyalizme karşı sosyaliz­ min kesin üstünlüğü noktasına gelinmeden, tek tek ülkelerde yada ülke gruplarında komünizme varılamayacağına inanan Partimiz, programda komünizm hedefine ister istemez somutluktan uzak, en genel amaç olarak yer vermiştir. Programın, esas ayağı "yakın amaç demokratik halk devrimi" bö­ lümüdür. Bu bölümde henüz bütünüyle kapitalist ekonomi tasfiye edil­ mez. Hedef: Finans-Kapital ve tefeci-bezirgan ağının, buna bağlı olarak büyük toprak sahipliğinin tasfiye edilmesidir. Son parti kongresinde 12 Eylül'ün yarattığı kimi kısmi değişimlere ve devrimci harekette yeniden başlıyan sosyalist devrim demokratik devrim tartışmalarına rağmen programın özü korunmuş, değişiklikler bu özle sınırlı kalmıştır. Bunun başlıca iki nedeni vardır. İlk neden, ülke koşullarındaki kısmı değişimler program yapısın­ da bir değişikliği zorlayacak noktaya varmamıştır. Bununla anlatılmak istenen nedir? 12 EylüPle Türkiye'de kapitalizmin "gelişimi" demokratik devrim taleplerini gereksiz hale getirmek şöyle duPsun, bazı alanlarda daha yakıcı ve acil hale getirmiştir. Ancak özellikle küçükburjuva radi­ kalizmi Türkiye'de kapitalizm gerçekliğini, 1968'lerde yola çıkarken de­ ğil, fakat 12 Mart ve 12 Eylül deneyleriyle kavradığı için bir uçtan (em­ peryalizmden kurtuluş ve toprak devrimiyle sınırlı bir demokratik devrim hedefinden) diğer uca (kapitalist üretim ilişkilerinin egemenliği gerçekli­ ğinden kalkarak sosyalist devrim hedefine) savrulmadan edememiştir. Böyle bir savrulmada, gözden kaçırılan en önemli nokta Türkiye'de ka­ pitalizmin gelişme geriliği ve özellikleridir. Bizde, ve pek çok üçüncü dünya ülkesinde kapitalizm, kendinden önceki üretim biçimleriyle iç içe


Programımız — 110 geçerek gelişmiştir. Bu temel özellik.somut gelişim süreçleriyle aşılma­ dıkça, demokratik devrim hedefi işçi sınıfının yakın amacı olmaya de­ vam edecektir. İkinci önemli neden, sosyalist ülkelerde yaşanan geriye devriliş­ lerdir. Demokratik devrim süreçlerinin aşırı zorlanmasıyla, dolayısıyla Parti ve hükümet kararnameleriyle sosyalist üretim ilişkileri y a ra tılm ı­ yor. Tersine bu zorlamalar, üretici güçlerde durgunluk ve çürüme yaratı­ yor. Hiç şüphesiz ki bu açıklamalardan bir devrim sonrası yaşanacak süreçlerin kesin tanımlaması çıkartılamaz. Çıkartılması gereken sonuç, koşulların Lenin'i önce 'savaş komünizmi'ne sonra NEP'e zorlaması gi­ bi üretici güçlerdeki tepki ve gelişimi atılacak adımlara temel yapmaktır. Yoksa ezbere ve tek düze gidişler korkunç birikimlerle zaten imkansız hale getirilmektedir. Hiç şüphesizki, dünya koşullarından soyutlanmış bir ülke olma­ dığına göre, her ülkedeki devrimci süreci dünyadaki koşullarda güçlü bir şekilde etkileyecektik Ancak bu etkiyi abartmadan, ülke koşullarına aktarmak gereklidir. Bu güne kadarki sosyalist ülke deneylerinde, ülke­ lerin kendi özgül koşullarını dikkate almayan süreçler zorlanmıştır. Ülkemiz koşullarında, özellikle kırsal alandaki yaygın küçük üre­ tim, demokratik devrimin sosyalizme ilerlemesinde en sancılı konu ola­ caktır. Sosyalist ülkelerdeki deneylerden anlaşıldığı gibi, küçük üretim ajitasyon ve propagandayla kollektif üretime sıçramıyor. Tersine kollektil bir durgunlaşma ve kanserleşme yaşanıyor. Bu temel nedenlerle ül­ kemizde ilk elden şehir ve kırlardaki orta ve küçük üretimi kolektifleştir­ meyi hedefleyen 'sosyalist* programlar baştan yenilgiye mahkumdur. Son olarak, sosyalist ülkelerdeki geriye dönüşler programımızda hangi taleplerin öne çıkarılmasını gerektiriyor, bu konuya değinelim. Önce şunu belirtmekle başlayalım, sosyalist ülkelerdeki yaşa­ nanlardan henüz programatik planda dersler çıkartabilmiş değiliz. Bir bakıma hala eski, önceki derslerle yetinmek zorundayız. Çünkü kapita­ lizmin restarasyonu çabaları henüz kendi mantık ve pratik sonuçlarına varmamıştır. Sosyalist ülkelerde hangi mekanizmaların işlemediği, iflas ettiği az çok ortaya çıkmıştır, fakat bunların yerine komünizmi amaçla­ yan hangi yapıların konulabileceği henüz açıklık kazanmamıştır. Bu konularda sosyal pratiğin vereceği yeni ip uçları hiç şüphesiz


111 YOL ki proletarya partilerinin programlarına da yansıyacaktır. Ancak günü­ müz için konuşursak, sosyalist ülkelerdeki yaşananlardan henüz bu se­ viyede dersler çıkartabilmek için vakit erkendir. Bu temel gerçekliği tesbit ettikten sonra, olayların bize ilk öğrettiklerinden hareketle programı­ mızda nelerin öne çıkarılması gerektiğine gelelim. Siyasi talepler çerçevesinde, hiç şüphesiz ki en çok düşünülmesi gereken konu devlet ve devletin dağılma sürecidir. Sosyalist ülkelerde devletin çözülmesi bir yana devasa bürokratik bir cihaz şekillenmiştir. Bunu zorlayan dış koşulları unutmadan, öne çıkartılması gereken hata halk insiyatifinin öldürülmesi noktasında odaklaşmaktadır. Programımızda bu can alıcı sorunu karşılayan en temel taleple­ re değinerek konuya açıklık getirmeye çalışalım. 'Halk örgütleri”, 'devletin sırtına yüklenmiş görevleri kendi üzeri­ ne alacak'tır. Halk örgütleri, kendi alanlarıyla ilgili konularda devletin iş­ levini kendi üzerine alarak, hem bürokratik yozlaşmayı belli ölçülerde engelleyecek, hem de devlet işlerine daha fazla sayıda sıradan insanın katılımı sağlanarak devletin çözülmesi doğrultusunda bir süreç başlatıl­ mış olacaktır. Merkezi devlet yapısının denetimi ve urlaşıp hantallaş­ maması için halk örgütlerinin önemi çok açıktır. Siyasi talepler planında ilk öne çıkartılması gereken program maddesi bu olabilir. İkinci göze batırılması gereken konu, mahalli yönetimlere daha fazla insiyatif verilmesidir. Programda güvenlik örgütünün yerel meclis­ lerin emrine verilmesi zaten vardı. Kongrede, bölgesiyle ilgili sorunlarda 'yerel meclislerin tam yetkili' olması ilave edilmiştir. İktidarın ilk kuruluş yıllarında kaçınılmazca merkezi iktidarın gücü ve yetkisinin çok daha fazla ağırlıkta olması gerektiği unutulmadan, aşağıdan da bölgesel halk meclislerinin insiyatif ve yetkisinin arttırılması gerektiği, özellikte son yaşanan olaylardan sonra aşırıca önem kazanmaktadır. Bölgesel çıkar ve insiyatiflerin yıkıcı değil yapıcı bir çelişki ve çatışması ülkedeki sos­ yal ve ekonomik gelişime ayrı bir hız verecektir. Sosyalist ülkelerde, za­ manla yerel yönetimler hemen hiçbir yetkisi olmayan biçirrllere dönüş­ müşlerdir. Şimdi yıllardır biriktirilen, bölgesel dengesizliklerin yarattığı gerilimler ardı arkasına su yüzüne çıkmakta ve kaçınılmaz biçimde ge­ rici karekter kazanmaktadır. Yani merkezi genel çıkarı hiç gözetmeyen sırf ulusal ya da bölgesel çıkarların öfkeyle öne çıkartılması topyekün krizi derinleştirmektedir.


Programımız — 112 Yerel halk meclislerinin kendi sorunlarında yetkili kılınmasından doğabilecek çelişkileri göze alıp çözmek, aşın merkezi baskıyla onları sindirip, biriktirmekten bin kat daha doğru bir yoldur. Üçüncü öne çıkartılması gereken program talebi seçilenlerin geri çağırılma hakkıdır. Seçilen halk temsilcileri, seçmen çoğunluğu tarafın­ dan her an geri çağırılabilecektir. Deneyler, Paris komününden beri ko­ münistlerin savunduğu bu tedbirin pratikte kendiliğinden ve kolayca işlemediliğini göstermiştir. 6u uygulamanın işlemesi halk insiyatifinin canlı ve yetkin olmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Oysa bu konuda sos­ yalist ülke deneyleri çok kısa dönemler hariç bugüne olumlu örnekler getirmediler. Sanki olumsuz, yani yığın insiyatifinin nasıl ve hangi yolllarla körleştirileceğinin örneklerini verdiler. Bürokratik yozlaşmayı en­ gelleyecek tedbirlerden birisi olan "geri çağırma hakkfndan vazgeçil­ meyeceğine göre, bu hakkın nasıl en canlı bir şekilde pratikte uygula­ nabileceğinin yollarını bulup çıkartmaktan başka bir seçenek yoktur. öne çıkartılması gereken dördüncü siyasi talep, halk temsilcileri­ nin ücretlerinin ortalama gelirden yüksek olmamasıdır. Böylece devleti yönetenlerin ayrıcalıklı konuma gelmeleri engellenecektir. Yine pratiğin gösterdiği gibi, bu konuda da halkın bilinçli ve gevşemeyen bir denetimi olmadıkça devlet bürokratları kendilerini imtiyazlı konuma getirecek pek çok açık ya da gizli yollar yaratabiliyor. öne çıkartılmasını düşündüğümüz bütün bu talepler bir tek teme­ le dayanmaktadır: halk insiyatifinin her koşulda canlı ve uyanık olmasınal Bunun hiç de devrimci özlem ve coşkularla çözülemediğini sosya­ lizmin pratiği göstermiştir. Geniş yığınların insiyatif kazanması uzun ve bıkmaz bir çabayı gerektirmektedir. Bu çok açıktır. Ancak yığın insiyati­ finin bu uzun ve sancılı süreçte kendini sürekli yükseltebilmesinin sihirli bir formülü yoktur. Sosyalist ülke deneylerinden de elimizde tartışmasız kabul edilebilecek bir yol ve biçim kalmamıştır. Ancak bu ülkelerdeki deneylerden yığın insiyatifini yükseltebilmenin hiç değilse asgari koşul­ ları açıkça ortaya çıkmıştır. Bu asgari koşul ise, halk yığınlarımı! ba­ ğımsız prgütlenme. propaganda ve eylem hakkının herhangi bir kısıt­ lamaya uğratılmadan tanınması ve yerleştirilmesidir. Hiç şüphesiz ki, eski bir düzenin yıkıntıları üzerine yeni ve daha ilerisini inşa ederken, toplum yaşamında eskiyi canlandıracak gerici girişimlere kaçınılmazca kısıtlamalar konulacaktır. Bu noktada bir azınlık konumunda olan burju­ vaziyle başetmek fazla zor olmayacaktır.. Fakat geniş halk yığınlarının


113 YOL eski alışkanlıkları ile mücadele etmek yeni bir düzenin yaratılmasında en zorlu, en yaygın bir engeldir. Sosyalist ülke deneylerinin gösterdiği gibi bu noktada sırf yukarıdan yönlendirme, gelişime yığınları yabancı­ laştırıp, kayıtsızlaştırıyor. İşte tam bu noktada geniş yığınların kendi insiyatiflerini ortaya koymalarını sağlayacak yollar sürekli açık tutulmalı­ dır. Ve bunun için belirli, kalıplaşmış bir formül ya da biçim yoktur, ya­ şamın canlı gelişimi dikkate alındığında olamaz da. Sosyalist ülkeler kalıplara, ya da bir dönemin koşullarında ortaya çıkan biçim ve yön­ temlere bağlı kalmakla en büyük hatayı işlemişlerdir. Özgül koşulların yarattığı biçimler ve yollar o koşullar değişince kaçınılmaz bir şekilde kof kalıplara dönüşmüştür. Bu kalıplar da canlı gelişimin önünde en bü­ yük engel olmuştur. Programımızdaki maddeler bu nedenle hiçbir zaman vazgeçil­ mez tabular olamaz. Onlar yalnızca sosyalizmin kuruluşuna hizmet etti­ ği ölçüde uygulanmalı, yolu tıkamaya başladığı an terkedilmelidir. Programda ekonomik alanda öne çıkarılması gereken iki yön ola­ bilir. İlki, demokratik halk iktidarı ilk elden Finans-kapitali bütün şirketler ve bankalar ağı ile tasfiye edecek, büyük toprak sahipliği kaldırılıp top­ raklar topraksız ve az topraklı köylüye dağıtılacaktır. Bu anlamda şehir­ de ve kırda henüz orta ve küçük sermayeye dokunulmayacaktır. Öte yandan küçük sermaye özellikle kooperatif üretimine özen­ dirilecektir. Daha önce sözünü ettiğimiz gibi, kararnamelerle ya da ajitasyonlarla büyük, kollektif üretime geçilemiyor. Gerçekten üretici güç­ leri geliştiren yolları bulmak, soyut kalıplara takılmamak gerektiği sos­ yalist ülkeler deneyinden çıkan en önemli derstir. Sonuç olarak tarihin yeni bir dönüm noktasındayız. Bu dönüş, dönüşün özellikleri iyice şekillendikçe, yeni dönemin karakteri ister iste­ mez komünist parti programlarına yansıyacaktır. Komünistlerin ilk prog­ ramı Komünist Manifesto oldu. O kapitalizmi tasfiyeyi amaçlayan ilk ge­ nel program oldu. 1917 sonrası dünya koşullarında III. Enternasyonele giriş şartları programatik ve dönemin taktik hedeflerinin genel bir özeti oldu. Yaşanan Sosyalizm deneyinin önemli ölçüde çöküşünden sonra, yeni bir döneme girildiği çok açıktır. Bu sancılı dönemin ilk dersleriyle programımızı yeniden gözden geçirmek zorundaydık. Temel hatalar dikkate alındığında programımız da köklü bir değişiklik gerekmedi. O


Programımız— 114 nedenle programın bu güne kadar yaşanan deneyleri göğüsleyebildiği sonucunu çıkartmalıyız, ancak bundan sonra yaşanacakları büyük bir titizlikle irdeleyip yeni sonuçlar çıkartmak kaydıylal...


115 YOL TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİSİ-KIVILCIM PROGRAMI I. NİHAİ AMAÇ: KOMÜNİZM İşçi sınıfı, yeryüzünden her türlü sömürüyü ve tüm sınıfları kal­ dırmaya çağrılıdır. En bencil ve kör çıkarlar uğruna kullanılan üretim araçlarına, çalışan yığınlar adına el koyma eylemi, işçi sınıfının tarihi misyonudur. İşçi sınıfı dünya ölçüsünde, 1917 Ekim'inde başlattığı ey­ lemini sürdürmektedir. Bu eylem sınıfsız topluma gidişin kaçınılmaz en önemli adımıdır. Üretim zenginliğini, herkesin kendi ihtiyacı ölçüsünde tüketebile­ ceği, toplumun bütün üyelerinin çok yönlü ve tüm özgürce gelişebilece­ ği, her türlü baskı ve sömürüden arınmış sınıfsız topluma; ancak prpletarya iktidarında üretim araçlarının bencil kişi mülkü cenderesinden kurtarılıp; toplumsal mülkiyete geçirilmesi, üretimin planlı ve kollektif ör­ gütlenmesiyle varılabilir. TKP-K, bu büyük amaca doğru yürürken uluslararası proletarya­ nın bir parçası olduğu bilincindedir. Ve komünizme doğru, somut pratik adımların, dünya proletaryasının güçlü kazanımlarıyla, sosyalizmin em­ peryalizme karşı kesin ve geri döndürülemez bir üstünlük kurmasıyla atılabileceğine inanır. II. YAKIN AMAÇ: DEMOKRATİK HALK DEVRİMİ (DEMOKRASİ-TOPRAK REFORMU-TEKNİK YARATICILIK) Cumhuriyetin ilk yıllarından beri burjuva politikacılarının dilinden düşmeyen "kalkınma" hayata geçememiş ya da emekçi yığınlar için her gün daha korkunç yoksullaşma, finans kapital içinse en bayağı vurgun­ larla zenginleşme anlamına gelmiştir. Tefeci-bezirgan kökenli sinik ve asalak sermaye, devletçiliğin himayesi altında beslenip semirirken,'ül-


Türkiye Komünist Partisi - Kıvılcım Programı — 116 kemiz en basit teknik alanda emperyalizme bağımlı hale getirilmiştir. TKP-K bu lanetli kısır çemberden ancak başta işçi sınıfımız ol­ mak üzere bütün değer yaratan insanlarımızla, asalak finans kapital zümresinin bütün kökleriyle tasfiye edilmesi, mevcut baskıcı devlet ay­ gıtının parçalanması ve yerine demokratik halk iktidarının kurulmasıyla çıkılabileceğine inanır. Ve bu amaç üç temel üzerinde gerçekleşir: 1- Devletin bürokratik ve militarist olrrîayışı (Tam Demokrasi), 2- Feodal artıkların yok edilmesi (Toprak Reformu), 3- Sanayiin gelişmesi önündeki bütün engellerin ortadan kaldırıl­ ması (Teknik Yaratıcılık). 1- Devletin bürokratik ve militarist olmayışı: ÖZGÜRLÜK VE UCUZ DEVLET bölümünde. 2- Feodal artıkların tasfiyesi: KÖYLÜ bölümünde. 3- Sanayii her şeyden üstün tutma: SANAYİ ve İŞÇİ bölümlerin­ de, ayrı ayrı program madde ve gerekçeleri olarak verilmiştir. Bu üç şart modern uygarlık yükselişi için, birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Biri eksik oldu mu hiçbiri gerçekleşemez. Özgürlük olmaksı­ zın toprak reformu, yahut sanayileşme, kendimizi aldatmak olur. Aksi­ ne büyük sanayiimiz ve işçi davamız yoluna girmeden, tarımımızı mo­ dernleştirmek, yahut özgürlüğümüzü sağlamak mümkün olmaz. KISIM I ÖZGÜRLÜK ÖZGÜRLÜK GEREKÇESİ A-DtMORKASl halka inanmakla başlar. Bizde, gerek Osmanlılıkta ve gerekse Cumhuriyette özgürlük bir türlü halka yakıştırılamamıştır. Anayasalarda yer alan en basit demok­ ratik haklar işçi köylü yığınlarınca ciddiye alınıp kullanılmaya kalkışıl­ sın, "vatan haini" ya da "anarşist" suçlamasıyla en beter zulme uğratı­ lırlar. Halkın bir isteği varsa onu da "devletli büyüklerimiz" bahşedecek-


117 YOL lerdir. Halkın kendi sesi ile istediğini dile getirmesi, "demokrasiyi aydğa düşürmek" olarak görülür. B- DEMOKRASİ: Düşünceye saygı, halka rafahla gelişir. Bir avuç imtiyazlı para babasının, geniş yığınların aşırı yoksul­ laşması pahasına egemenlik sürdüğü ülkemizde en basit düşünce öz­ gürlüğü bile olanaksız hale gelir. Her türlü yaratıcı düşünce, ortaçağ ar­ tığı örümcek (eğitim) yuvalarında gençlerimizin beyni çürütülerek, ol­ mazca binbir polisiye tedbirle kuşatılarak sindirilmeye çalışılır. ÖZGÜRLÜĞÜN HEDEFİ: Yoksul halk: 1- Demokrasi, yoksul emekçi yığınlarımızın maddi, manevi ve sosyal bakımdan iyileşmesi olmalıdır. ÖZGÜRLÜĞÜN RUHU: Seçim: 2- Seçimler özgür, nisbi ve tam olacak. 3- SEÇİLEBİLİRLİK: 21 yaşında başlayacak. Memur ve asker­ lerde seçilebilecek. 4- HALK TEMSİLCİLERİNİN dokunulmazlığı adi suçlarda tama­ men kalkacak, siyasi düşünce ve faaliyetlerde mutlak kalacak. Halk temsilcilerinin maaşı ortalama hayat endeksinden yukarı çıkmayacak. Ödenek yerine bütün taşıt, ulaştırma ve seyahat giderleri (devletçe sağlanamayan yerde faturası devletçe ödenerek) bedava olacak. Halk Temsilciler meclisini bayağı çıkarlar için basamak yapan temsilci yerine iş ve üretime bağlısı seçilecek. Her halk temsilcisi seçmenlerine sık sık hesap vermeye gidecek, veremezse, seçmen çoğunluğu tarafından ge­ ri çağırtabilecek. Partisinden çekilen halk temsilciliğinden de çekilecek. 5- HALK TEMSİLCİLER MECLİSİ, yürütme yetkisini de doğru­ dan doğruya kullanacak. Anketler, meclis kürsüsünde kalmayıp, olay yerinde bilfiil yapılacak. Hükümetten şikayet vatandaşın demokratik haklarını ilgilendirdiği zaman, yerinde incelemeyi meclis üyeleri sonuç­ landıracaklar. 6- KANUNLAR, özellikle bir kurucu meclis toplanarak hazırlana-


Türkiye Komünist Partisi - Kıvılcım Programı — 118 cak. Kanun sayısı olabildiğince azaltılacak. Halkın kolayca anlayacağı dile çevrilecek. REFERANDUM esası konacak. ÖZGÜRLÜĞÜN İNSANI: Örgütlü Halk 7- HALK ÖRGÜTLERİ: Bugün devletin sırtına gereksiz olarak yükletilmiş hadsiz hesapsız görevleri kendi üzerine alacak, tam örgütlü halk haline girebilmemiz için yalnız şehir ve köy halkı değil, öğretmen, adliyeci, memur ve kadınlar da özgür sendikalar, serbest birlikler, der­ nekler, klüpler ile donatılacaklar. O sayede en cılız birey bile örgütüne arkasını dayayarak, hakkını yorulmadan arayacak. 8- KOOPERATİF’ler üzerinde özellikle durulacak. Halkın en ge­ niş yığınları kendi girişimleri ve kontrolleri altında birleşecekler. Tüketim kooperatifleri iç ticaretin düzenlenmesinde esas rolü oynayarak, bir ta­ raftan vurgunculuğu olanaksızlaştıracak, öte yandan darmadağınık ufak sermayecikleri üretime katılmak üzere serbestleştirecek. Kredi ko­ operatifleri, halkın "Köy Bankası" adını takacağı şekilde tefeci ve bezir­ gan dümeni olmaktan çıkacak. Üretim kooperatifleri, köyde, şehirde, küçük üreticileri en modern teknik ve yöntemlerle yükseltecek. ÖZGÜRLÜĞÜN YAPTIRIMI: Hukuk Bağımsızlığı. 9- Hakimler halk tarafından seçilecekler. Asker-sivil adalet ikiliği kalkacak. 10- Hukukçu sendikaları, savcılar ve avukatlar dahil, bütün mes­ lekten adliyecilerin, sicil, terfi, testlerini hazırlayacak ve mesleki çıkarla­ rını koruyacak. 11- HUKUK KONGRESİ: Her yıl, bütün hukukçuları toplayıp ka­ nunların genel gidişi ve uygulanması üzerinde etüdler yapacak. 12- SUÇ'ların basın ve siyaset çeşitleri ayrılıp mutlak sürette açık oturumlarda yargılanacak. Cezaevleri eğitici bir müdürle kendi kendini yönetecek, çalışma esasına bir o kadar da kültür eklenecek. Si­ yasi suçlarda mutlak şekilde, adi suçların ise iş ve kültür testlerine uy­ muş bulunanlarında, sabıka denilen lanet damgası kaldırılacak. 13- JÜRİ yöntemi bütün mahkemelere sokulacak. Köyler ve


119 YOL uzak semtler için BİNDİRİLMİŞ MAHKEMELER bulunacak. ÖZGÜRLÜĞÜN BEŞİĞİ: Kültür Bağımsızlığı. 14- Hak arayan adliye gibi, GERÇEĞİ arayan ve insan yaratan öğretim, eğitim, bilim ve sanat kurumlarımızda, ülkemizde gerçekten KEŞİF, İCAT ve YARATICILIK ruhunu beslemek için tam özgürlüğe ka­ vuşacak. Bütün eğiticiler, kendi KÜLTÜR SENDlKALARI'nda kişilikleri­ ni ve çıkarlarını koruyacaklar. Hükümet bir öğretim kanunu ile öğretim kollarını, öğretmen niteliklerini, okul giderlerini belirtmekle kalacak ve özel müfettişleri ile yalnız o kanunun uygulanmasını kontrol edecek. Başka şekilde öğreticilerin geleceklerine, sosyal güvenlik ve faaliyetle­ rine karışmayacak. 15- ÖĞRETİM SİSTEMİ (POLİTEKNİK EĞİTİM): Özellikle kol emeği ile kafa emeği arasındaki uçurumu doldurma hedefini güdecek. İLKOKULLAR: Çevre üretimlerinin tarla veya fabrika vb. sistemine gö­ re, TEKNİK VE ORTA OKULLAR: Ülke sanayi planında ayrılmış o ye­ rin, pratik ekonomik ihtiyaçlarına göre programlanacak. YÜKSEK ÖĞ­ RENİM: Çağdaş bilimsel teknik devrimin sıçramak hızına ayak uydura­ cak. Ülkemizin bütün yer üstü ve yeraltı kaynakları ile insan ve hayvan bütün varlıklarını inceleyerek, ekonomi ve üretim şartlarımızı geliştir­ meye fiilen yarayan orijinal emeği geçirecek; laboratuarını tarlalarımıza ve fabrikalarımıza bağlayarak BİLİM YAPMA görevini, sanayi kalkınma atılımımızla taçlandıracak. 16- Öğretim DEMOKRATLAŞTIRILACAK. Eğitim parasız ola­ cak. Ezberciliğe değil güçlükler karşısında çözümler bulma, yani ezber­ cilik yerine zekayı işletme prensibi, öğretim ve eğitimin temel prensibi olacak her öğrencinin kişiliğini ezmeyen, yeteneklerine uygun eğitim güdülecek. Başarısız öğrenci oranı, öğretmenin, öğretim sisteminin ve öğretim araçlarının kalitesinin denetlenmesinde ölçüt olacak. Öğretimin her kademesine her yaş ve cinsten vatandaşlar sınav vermek koşulu ile girip belge alabilecek. Her yerde HALK ÜNİVERSİTELERİ kurula­ cak. Halk üniversitelerinin yönetimi, üniversite öğrencilerinin ve öğretim görevlilerinin katılımıyla oluşturulacak bir idari organca yürütülecek. Üniversite emekçileri, kendilerini ilgilendiren toplantılara oy hakkıyla


Türkiye Komünist Partisi - Kıvılcım Programı — 120 katılabilecek. Orta öğrenim zorunlu olacak. Eğitim sisteminde cinse dayalı her türlü ayrımcılıkla mücadele edilecek, kadınların eğitimi için teşvik ve öncelik tanınacak. ÖZGÜRLÜĞÜN KONTROLÜ: Prensipli Basın-Vayın 17- Kanunlar hiç bir prensip ve fikir tartışmasını önleyemeyecek. Bütün basın-yayın emekçileri sendikalandırılacak ve ulusal görev ya­ pan basın ve yayın organlarının düşünce ve yönetiminde oy sahibi edi­ lecek. İlancılık ulusallaştırılacak, basın ve yayın araçlarının halk örgüt­ lenmelerinin malı olması sağlanacak. ÖZGÜRLÜĞÜN UYGULAMASI: Hoşgörülük ve Sağlık 18- HÜKÜMET Tarzı: Eleştiriye dayanma ruhuna sadık kalacak. Bakanların kanun üstü durumlarına son verilecek; maaş ve ödenekleri halk temsilcilerinden farklı olmayacak, harcanan ortalama bir memura verilenden yukarı çıkmayacak. Her bakan meclis önünde teker teker sorumlu olarak seçilecek. 19- MEMUR'ların kendi kendilerini yetiştirip, çıkarlarını koruya­ cakları MEMUR SENDİKALARI kurulacak. Devlet görevlilerinin karınla­ rı ve kafaları doyurulacak, halk hizmetinde verimleri artırılacak. Memur­ la sivil vatandaş arasındaki adalet ikiliği ve hak uçurumu kaldırılacak. 20- Çok eski zamandan kalma VALİ, KAYMAKAM gibi saltanat makamları kaldırılacak. Yerlerine halk tarafından seçilmiş yerel meclis geçecek. Yerel güvenlik örgütü, yerel meclisin emrine verilecek. Yerel meclis, bölgesel sorunlarına ilişkin tam yetkili olacak. 21- SAĞLIK İşleri, kültür ve adaletimiz gibi ayrı bir kanunla tüm sağlık emekçilerinin sendikaları yardımıyla bağımsız yönetime kavuşa­ cak. AİLE DOKTORLUĞU Kurumu her yuvayı doğal abone sayıp, sağ­ lığın korunması prensibini geliştirecek. Hastaneler tıp ve halk örgütlen­ melerinin kontrolü ve seçimi ile yönetilecek. Sağlık hizmetleri parasız olacak. 22- SPOR: Kulüplerimize ülke ve dünya ölçüsünde tam hareket


121 YOL serbestlikleri tanınacak. Spor, kalp vb. iç organları yıpratan, zeka aley­ hine kas urlaşmasına yol açan ve bir kaç "kahraman" yetiştirmek için yüz binlerce kişiyi seyirci durumunda battallaştıran kumarlaştırılmış şeklinden çıkarılacak. Sporla hareketlerimiz şiirleşecek ve zekamız sosyalleşecek. Milyonlarımızın vücut ve beyin uyumunu arttırmak için her çağda ve her sağlıkta vatandaşa spor alanı, aracı ve olanağı sağla­ nacak. ÖZGÜRLÜĞÜN GÜCÜ: Demokratik Ordu 23- Modern orduda tek tek her erin bilinci zaferi yarattığına göre, bilfiil çalışanlar askere gidince, geride kalanlarına en az geçim endeksi ile orantılı yardım yıpılacak, terhis edilince uygun tazminat ödenecek. Hizmet ocağı, sosyal toplumsal üretime katılacak. ÖZGÜRLÜĞÜN SEMBOLÜ: Karışmasız İnanç. 24- Her yurttaş dini ve manevi ihtiyaçlarını giderirken devlet ve­ ya kişi karışmasına uğramayacak. ÖZGÜRLÜĞÜN DÜZEYİ: Kadının Bağımsızlığı. İnsanlığın yarısı olan kadının cinsi temelindeki ezilmişliğini orta­ dan kaldırabilmek kadının birey olarak özgürleşmesini sağlama yolun­ da: kadının toplumsal üretime katılımında karşısına çıkacak erkek ege­ men anlayışın uzantısı olan her türlü gelenek ve görenek ile mücadele edilecek. 25- Devletin kadın politikasını belirleyen ve cins ayrımcılığını or­ tadan kaldırmak için tüm önlemleri hayata geçiren, bir KADIN BAKAN­ LIĞI kurulacak. Yılda bir kez toplanmak üzere "Kadın Kongresi" örgüt­ lenecek. Kongre bu alana ilişkin devlet politikalarını ve yasal düzenle­ meleri görüşüp devlete tasarı ve teklifler sunacak. 26- Aile, kadını ve diğer bireyleri baskı altında tutan, sınırlayan bir kurum olmaktan çıkarılacak. Kadın ve erkeğin sevgi temelindeki bir­ likteliği hiç bir resmi kurum tarafından onaylanma zorunluluğu taşıma­ yacak. Meşru-gayrimeşru çocuk ayrımı kaldırılacak. 27- Kadını eve hapseden ev içi işbölümünün kalkması yolunda


Türkiye Komünist Partisi - Kıvılcım Programı — 122 ev işlerinin toplumsallaştırılması için gerekli araçlar yaratılacak. 28- Yaygın kreşler aracılığı ile toplumsal annelik teşvik edilecek, çocuk bakımı sadece kadının görevi olmaktan çıkarılacak. 29- Aile-içi kötü muameleye uğrayan kadınlar için eğitim ve iş bulma olanağı sağlayan sosyal kurumlar kurulacak. Bu kurumlar aynı zamanda, fahişeliğin ortadan kaldırılması yolunda rehabilitasyon mer­ kezleri işlevini görecek. ÖZGÜRLÜĞÜN ORTAMI: İnsancıl Çevre 30- Ekolojik dengeyi koruyacak kentleşme, sanayileşme ve çev­ re politikaları izlenecek. ÖZGÜRLÜĞÜN DÜNYASI: Enternasyonalist Dış Siyaset 31- Bütün emperyalist ittifaklardan çıkılacak. Dünya işçi sınıfının ve halklarının çıkarları doğrultusunda dış siyaset izlenecek. ÖZGÜRLÜĞÜN RAKAMI: Sosyal İstatistik. 32- İstatistiklerimizde geçim düzeyleri, gelir dereceleri, üretim, teknik, aile ve örgüt dereceleri belirtilecek. Böylelikle halkımız sorunla­ rını düzeltme çarelerini kavrayacak. ULUSAL SORUN 33- Yıllardır "geri kalmış doğu" diye örtülmek istenen K....... n'da, en vahşi katliamlarla sindirilmeye çalışılan Kürt Ulusu'nun bağımsız devlet kurma hakkı koşulsuz tanınacak ve hiç bir bahane ile bu hak ge­ ri alınamayacak. Her türlü ulusal baskı ve eşitsizliğe son verilerek ulu­ sal ayrıcalıklar ortadan kaldırılacak. Devlet sınırları içinde yaşayan mil­ liyetler ve etnik gruplar arasında tam eşitlik sağlanacak. KISIM II EKONOMİ Bugün vatandaşlarımızın büyük çoğunluğunu bunaltan iki müz­ min illetimiz var.


123 YOL 1- İşsizlik korkusu 2- Pahalılık kabusu BİRİNCİ AYRIM İŞSİZLİK GEREKÇE: İşsizlik "tüm kötülüklerin anasıdır." Her geçen on yıl­ da işsizlik azalacağına artmıştır. Artık üniversite diplomalı işsizler ülkesindeyiz. Buna karşılık her geçen gün alkol, tütün tüketimi ve fuhuş hız­ la artmakta, suç işleme oranı yükselmektedir. İnsanımız işsizlik ve ça­ resizlik içinde taksitli intihara itilmektedir. Onun için ülkemizin can düş­ manı işsizliğe karşı mücadele edilecektir. 1- İŞSİZE TAZMİNAT: İşsizlik toplum halinde yaşayan hiç kim­ senin tek başına kusuru olmadığı için, her işsize iş bulamayan ilgili ku­ rumlar en az geçime elverişli bir ücret ve tazminat ödeyecek. 2- İŞSİZE İŞ: Planlı yatırımla ülkemizin her türlü kaynak ve ola­ nağı harekete geçirilerek vatandaşa iş alanları yaratılacak. Yabancı ül­ kelerde aşağılanarak sömürülme kader olmaktan çıkarılacak. İKİNCİ AYRIM PAHALILIK GEREKÇE: Hayatın pahalanması fiyat düzeyinin şu veya bu ol­ ması değil vatandaş gelirine göre alım gücünün düşük olması ve iratçılık ile devlet giderlerinin yüksek olmasıdır. Onun için: 1- GELİR POLİTİKASI: Ülkenin her bölgesi için özel GEÇİM EN­ DEKSLERİ hazırlanacak. Endeksleri yalnız bakanlık değil işçi, memur, esnaf, aydın ve köylü örgütlenmeleride hazırlayacak. Her vatandaşın en az geliri o geçim endekslerine göre uygulanacak. 2- FİYAT POLİTİKASI: Vatandaş ihtiyaçlarından hangi kısmının, vatandaşın en az gelirinden ne kadarı ile karşılanacağı, barometrenin ibresi gibi gözönünde tutulacak. 3- İRAT POLİTİKASI: Kiralar iki cins akara (yani, kira getiren


Türkiye Komünist Partisi - Kıvılcım Programı — 124 mülklere) göre ayarlanacak. a-) İhtiyaç Akarı: İşçi, memur ve esnafın aile tasarrufu ile kurduk­ ları yapılardır. Bunlarda bütün kiralar, geçim endeksine ulaşıncaya ka­ dar serbest bırakılacak. b-) Irat Akarı: Geçim endeksinden yukarı gelir sağlayan kira yer­ leridir. Bu akarın kira hadlerini tüketici örgütleri belirleyecektir. Anlaş­ mazlık çıkarsa, jürili mahkeme karar verecektir. Yıllık kira gerçek bina maliyetinin 20'de birinden yukarı çıkarılmayacaktır. 4- DEVLET POLİTİKASI: a- Dolaylı vergiler: Zamanla tamamen kaldırılacak. İlk hedef ola­ rak bütçenin üçte birini geçmeyecek şekilde indirilecek. b- Dolaysız vergiler: Geçim endeksine kadar olan gelirlerden alınmayacak, daha yukarısından artan oranlı vergi alınacak. c- Bütçedeki her gider fiyatları yükselttiğine göre, ilk aşamada hadsiz hesapsız bürokrasiden kurtulunup bütçe azaltılarak fiyatların düşmesi sağlanacak. d- Devlet mamülleri: İşverenlere maliyetinden ucuz, halka pahalı satılmayacak. 5- HALK POLİTİKASI: a- Halk Örgütlenmesi: İşçi, köylü, memur, esnaf, aydın bütün meslek zümrelerimiz, kendi girişim ve kontrolleri ile TÜKETİM KOOPE­ RATİFLERİ biçiminde örgütlendirilecek. b- Fiyat kontrolü işi, memur ve tüccarlardan alınıp, yukarıda anı­ lan halk örgütlerine verilecek. c- Konut işi; maliyeti çok ömrü az sağlıksız izbecikler yerine, so­ kakları dikeyleştiren ucuz, konforlu, yeşil alanlı blok inşaatlar halk ör­ gütlenmeleri yerel meclisler ve devletçe desteklenecek. d- Büyük vurgunla mücadele; esnaf mala fazla fiyat koyunca, memur zimmetine para geçirince nasıl mahkemeye düşüyorsa, tıpkı


125 YOL öyle tücarın, bankerin her türlü fiyat oyunu, spekülasyonu suç sayılıp adalete teslim edilecek. BİRİNCİ SONUÇ SANAYİLEŞME GEREKÇE: İşsizliği bir numaralı düşman ilan etmek, hayat pa­ halılığını karantinaya almak, ortadan kaldırmaya yetmez. Her iki afetin kökü: sanayileşme tempomuzun yavaşlığında gizlidir. Müzmin üretim kıtlığı işsizliği, işsizlikle çalışanların kazanç düşüklüğünü peşinden sü­ rükler. O zaman işsizlikle pahalılık birbirini doğuran kısırdöngü biçimin­ de vatandaşların boyunlarına asılmış lanet halkası olur. Nitekim: 1- HAYAT PAHALILIĞINDAN EN AZ ETKİLENENLER SANAYİ ÜLKELERİDİR: En basit gözlemle hemen görülür ki, bizde hayat paha­ lılığının tırmanış hızı her zaman gelişmiş sanayi ülkelerinden kat kat fazladır. Hayatın pahalandırılmasında ön sıraları kimseye bıkarmıyoruz. Böyle pahalılığa boğulmamız dizginsiz tefeci-bezirgan ilişkileri gibi ekonomik ve sosyal bir çok nedenlerin başında, özellikle üretimimizin modernleşmemiş olmasından ileri gelir. 2- İŞSİZLİĞE ÇARE İŞ HACMİNİ GERÇEKTEN-GENİŞLET­ MEKTİR: Bizde yapıldığı gibi çalışanların bir kısmını işsizlik tehdidi al­ tında günde on üç saat yıpratırken, öteki kısmını yarım gündelikle kıs­ mı işsizliğe mahkum etmek, işsize iş bulmak sayılamaz. Bir yumurtayı on kişiye taşıtmamak veya işçiyi gücü üstünde yorgunlukla ezmemek için, tek çare ülkede iş hacmini gerçekten genişletecek daima artan hızla sanayileşmedir. Türkiye'nin sanayileşmesine hiçbir parti karşı değil. Fakat bütün burjuva partilerinden ayrıldığımız iki ana prensip var: 1- TEMEL FARK: Burjuva partiler yabancı uzmanlara uyup kü­ çük sanayii ile çöplenmemizi, makineleri dışarıdan getirmemizi yeterli buluyorlar. TKP-K ağır büyük sanayii modernleşmemizin temeli sayar. 2- YÖNTEM FARKI: Burjuva partiler yukarıdan kırtasiyeci bezir­ gan durgunluğuna yaslanarak, kaplumbağa yavaşlığı ile gidişimizi


Türkiye Komünist Partisi - Kıvılcım Programı — 126 yeterli buluyorlar. TKP-K, bir kaç yılda çağ değiştiren bir atılımla çalı­ şan halkımızın dinamizmini hareketimize motor yapmak istiyor. Halkı iktidara gelinceye kadar vaatlerle aldatılacak kara kalabalık değil, eko­ nomik ve sosyal hayatımızın özü sayıyor. ELVERİŞLİ SERMAYE 1- ÖZEL SERMAYE: Cumhuriyetin ilk yıllarından beri devletçili­ ğin imtiyazlı kayırmaları ile şekillenip irileşen, teknik yaratıcılık ve ülke ihtiyacını gözetmek yerine en kısa yoldan kâr vurgununu daima önde tutmayı tek hedef bilmiş olan FİNANS-KAPİTAL, bütün BANKA ve ŞİRKET'leriyle tasfiye edilecek, bu banka ve işletmeler ulusallaştırılacak. Ülkemize en modern sanayii getirecek özel girişimler teşvik edilecek. 2- YABANCI SERMAYE: Siyasi müdahale ve ekonomik ayrıcalık istemeyecek. Ağır sanayimize tekniğin son sözünü getirecek. Geldiği ülkedekinden düşük ücret ve çalışma koşulları öne sürmeyecek, geliş­ miş ülkelerdekinden fazla faiz ve kâr almayacak. Amortismanını bitirip işletmeyi devredecek. BİLİNÇLİ TİCARET 3- DIŞ TİCARET: Vurgunculuğun kol gezdiği dış ticaret, bütün dalları ile ulusallaştırılarak devlet eliyle yapılacak. Bu yoldan gelecek milyarlarca liralık ithalat-ihracat kârı sanayimize yatırılıcak. Malımızı değeri ile alanın malı, uluslararası eksiltme yoluyla alınacak. İthalat iihtiyaçlarımız sanayileşme planımıza göre öncelik zincirine bağlanılarak yapılacak. Lükse haraç ödenmeyecek. 4- İÇ TİCARET: Ulusal sermayemizi çar çur eden başıbozuk is­ raflar önlenecek. Her yıl yüz milyarlarca lirayı üretim dışı bırakan rek­ lam giderleri yerine en ekonomik tanıtma ve satış aracı olan kooperatif­ ler kurulacak. Küçük tasarruflar büyük üretime çekilecek. Tefeciliği ve bezirgânlığı himaye eden gelenekleri giderecek yöntem ve kanunlar konulacak. Her köşe başında bir sarraf gibi emlak ve arazi hava oyunu ile geçinen, değer yaratmaz, tembel iratçılık ağır vergilere tabi tutula­ cak. ikramiye kumarı kaldırılacak. DEVLET BANKALARI: Bir taraftan sanayi planımızı destek­


127

YOL

lerken, diğer taraftan şehir ve köy küçük üreticilerini üretim kooperatif­ lerine cezbeden hammadde ve işleme istasyonları ile verimlendirecek. UCUZ DEVLET 5- UCUZ YÖNETİM: Devletin idari ve iktisadi kurumlarına ait bütçelerde gereksiz harcamalara son verilecek. 6- VERİMLİ MEMUR: Enflasyon ile at başı giden memur enflas­ yonu durdudulacak. Fiili üretimde daha yüksek hayat standartı sağla­ nacak. esasen yarısı sanayiden yapay olarak koparılmış bulunan me­ murlara, gönüllü olarak katılacakları büyük sanayi cephemizde gerçek yaratma alanı açılacak. Başta bakanlar gelmek üzere, büyük memurla­ rın maaşları en sade yaşantı örnek tutularak basamaklandırılacak. Bü­ yük memurlar lehine küçüklerin tırpanlanması yolları kaldırılacak. Me­ mur maaşlarında milli gelire göre meydana gelen düşme önlenecek. Böylelikle kafa ve mideleri doyurulan memurlardan bazılarının rüşvet almaları engellenecek. Memur terfi, tayin ve çıkarma işlerinde memur sendikaları söz sahibi edilecek. BÜYÜK SANAYİ 7- DEVLET İŞLETMELERİ: Halk örgütleri devlet işletmelerinin yönetimine katılacak. Teker teker işletmelerin teknik ve idari güdümün­ de işçi temsilcileri de yer alacak. 8- PLANLI BÜYÜK SANAYİ: Ucuz devlet, bilinçli ticaret kanalla­ rından ve toprak reformundan doğacak tasarruf ve döviz fonlarına da­ yanarak, beşer yıllık devrelerle ağır sanayi planı yapılacak. Motor sa­ nayimden, gelişkin kimya sanayiine, nükleer enerjiden elektronik sana­ yiine ve üretimin kısmi robotlaştırmasına bir kaç plan devresinde sıç­ ramak için çalışılacak. Uluslararası eksiltme yoluyla hiç bir ön yargı ile kösteklenmeksizin, sermaye gelmediği zaman patent ve uzmanlaşma satın alınacak. Bilimsel teknik devrimin en son yaratıcılıkları, sanayileş­ me planımıza denk düşecek şekilde ülkemize kazandırılacak.


Türkiye Komünist Partisi - Kıvılcım Programı — 128 İKİNCİ SONUÇ İŞÇİ SORUNU GEREKÇE: Üretimimizin modernleşmesi yalnız makina ve yön­ temlerimizi ele almakla gerçekleşemez. İyi aletsiz ve yöntemsiz insan çalıştırmak nasıl geriliği ebedileştirirse, tıpkı öyle, insanı bilinçsiz maki­ na gibi kullanmaya kalkışmakta, en değerli ulusal zenginliğimizin yani İşgücümüzün önce verimini alçaltır, sonra da asıl korkulan tehlikeyi, makina düşmanlığını getirir. Nitekim, yıllardan beri tarımda ve sanayide makinalaşmayı ilerletemeyişimizin baş nedeni: Şehirde, köyde mutlak sömürüyü yani az ücretle çok çalıştırmayı kaldıramamış bulunmamızdır. Batıda, işçilerin mutlak sömürüye karşı direnmeleri başladıktan sonradır ki, işverenler kârlarını daha mükemmel makinalarla üretim yapmaktan başka yolda bulamayacaklarını anlamışlar ve o işçi zoru ile bugünkü üstün makina uygarlığı yükselebilmiştir. Onun için, çalışan sı­ nıfların yaşam koşullarının iyileştirilmesi, ekonomik kalkınmanın ilk he­ defidir. İş ve yaşam koşulları düzeltilmedikçe, en iyi üretim biçimleri bi­ le beklenen sonuçları vermeyecektir. 1- SİYASET: Nüfus artışımızdan çok daha hızla artan en uyanık ve en örgütlenme yetenekli sosyal gücümüz olan işçi sınıfımız, siyase­ timize kuyruk değil, baş olacak. Siyaseti günlük ekmeği kadar ciddiyet­ le benimseyen işçi sınıfımıza ve halkımıza, bütün demokratik haklarıyla beraber ekonomik hayatımızıda aşağıdan kontrol etme özgürlüğü veri­ lecek. 2- SENDİKA: İşçi sınıfımızın kültür ve bilincini yücelten bir HA­ YAT OKULU, ülke çapında mücadele'örgütü olacak, işçi sigortaları başta gelmek üzere, iş ve işçi hayatımızı ilgilendiren bütün kuruluşları kontrol edecek. Ücret kesintileri tazminatlar, süre uzatmaları, işten çı­ karmalar sendikaların izni dışında yapılmayacak. 3- DANIŞMA: Ekonomik ve sosyal kanun tasarıları işçi kuruluş­ larından da geçecek. 4- İŞ KANUNU: Hiç bir istisna tanınmaksızın özel, resmi, küçük, büyük bütün sanayi işletmeleri tarım, ticaret, banka vb. her alana


129 YOL yaygınlaştırılacak. 5- BÜYÜK İŞÇİLER KONGRESİ: Her yıl toplanacak. Bu kongre­ ye sendikalar gibi siyasi partilerde katılacak. Orada, iş hayatımızı ilgi­ lendiren bütün kanun ve sorunlara ilişkin öneriler hazırlanacak. 6- TOPLU İŞ SÖZLEŞMESİ: Sendikalar aracılığıyla yapılacak. 7- İŞ MÜFETTİŞLERİ: Özellikle doktorlar arasından ve sendika­ lar tarafından aday gösterilip, bağımsız yargıçlar kurulu ile seçilecekler ve azledilecekler. Her işçi müfettişlere dava açabilecek. 8- SÜRE: Haftada en çok 40 saat iş uygulanacak. Yılda en az bir ay ücretli izin verilecek. 9- ÜCRET: Enflasyonla her gün kemirilen ücretler, hayat pahalı­ lığına göre düzenlenip, derhal o ölçüde yükseltilecek. Kişi emeğinin ve ulusal verimliliğin zararına olan prim usulü kaldırılacak. Ücretler her hafta başı düzenli ödenecek. Kadın, çocuk, din, ırk, özgürlük mahpus­ luk farklarına bakılmaksızın eşit işe eşit ücret ödenecek. 10- GREV: Her türlü hak tanımazlığına enflasyon ve fiyat oyun­ ları ile ücretlerin kemirilmesine karşı, grev hem işçilerimizin en önemli meşru savunma sömürü yerine daha yüksek teknik kullanmaya yönel­ terek gelişmemizin canlı zembereği haline girecek. Bu kadar önemli bir hak hiç bir bahane ile kısıtlanmayacak. Gizli veya açık lokavt yasakla­ nacak. 11- SAĞLIK KOŞULLARI: İş, yalnız yaşama çaresi bir angarya olmaktan çıkıp, yaşamanın en anlamlı koşulu ve kişinin yaratma mutlu­ luğu haline getirilecek. İşçilerimizin yalnlz mikrop yatağı işyerleri değil 'uygarlık tarihini yalancı çıkaran" barınma yerleri de iş müfettişi doktor­ lar tarafından gözetilip iyileştirilecek. 12- ANALIK: Her geçen yıl sayıları artan kadın işçilerimize hor bakışlar suç sayılacak. Hamile kadına iş güvencesi sağlanacak, halimelikleri boyunca kadınlarjn daha hafif işlerde çalışması gözetilecek. Doğumdan üç ay öncesi ve sonrası için ücretli izin verilecek. Sütanne­ lik ve yapay emzirme işlerine yerel meclislerin kontrolü ve yardımı


Türkiye Komünist Partisi - Kıvılcım Programı — 130. sağlanacak. Bütün işyerlerinde, biri yetişemezse bir kaç işletme birleşerek bir tek çocuk için dahi kreş ve çocuk yuvası kurulacak. 13- ÇOCUK: 15 yaşından küçük çocukların çalışması yasakla­ nacak. Sanayi büyüdükçe, okul yerine işe giden çocuklar esnaf çırağı durumundan kurtarılacak. Çalıştıkları yerde yetiştirilmeleri için, çocuklar yarım günleri tam ücretle fabrika veya en yakın sanayi bölgesi okulun­ da öğretim görecekler. 14- İŞSİZLİK SİGORTASI: İşveren hesabına ve ulusal ölçüde kurulacak. 15- KISMİ İŞSİZLİK: Temizleme bahaneleri ile de olsa kısmi iş­ sizlik yaratan angarya hizmetleri ve sendikanın izni dışındaki ücret ke­ sintileri suç sayılacak. ÜÇÜNÇÜ SONUÇ KÖYLÜ SORUNU GEREKÇE: Dünya’nın beşte dördünü tutan geri tarım bölgelerin­ de tarım işçisi verimi, gelişmiş sanayi ülkelerindeki tarım işçilerine göre çok geridedir. Gelişmiş ülkelerde nüfusun çok küçük bir kesimi bütün nüfusu besleyebilecek, üstelik dışarıya da bolca mal satacak denli üret­ ken iken, bizde hem nüfusun neredeyse yarısı tarımda çalışır, hem de sık sık yabancı tarım ürünleri ithal etmek zorunda kalırız. Oysa geliş­ miş ülkelerdeki gibi, korkusuzca toprak reformu yapılabilirmiş olsa, hem tarım üretimimiz hızla artar, hem de iç pazarın milyarlarca artan talebi sanayimize geniş alıcı olur. Onun için; modernleşmemizin temeli olacak büyük sanayimizin tutunması için birinci şart, İŞÇİ MESELESİ ise, ikinci şart, KÖYLÜ MESELESl'dir. KÖYE DEMOKRASİ 1- KÖY HEYETLERİ: Hükümet veya ağa nüfuzu karışmadan, özgür seçimlerle kurulacak. Seçilen muhtar heyetten her biri, istendi­ ğinde seçmen çoğunluğu tarafından her zaman değiştirilebilecek. Bu­ gün kaymakam emri ile yapıldığı gibi, halkın seçtikleri yukardan azle-


131 YOL dilemiyecek. 2- Güvenlik güçleri ve MEMUR'ların devlet nüfuzunu kişisel amaçlarla kullanmaları ve "misafirlik" angaryaları şiddetle yasak edile­ cek. Köylünün karakol veya memurdan şikayeti tekrar karakola veya memura havale edilmeyecek. 4- KÖY GEÇİM ENOEKSl'nden aşağı seviyeli yoksul köylü aile­ lerinden vergi alınmayacak. 5- BİNDİRİLMİŞ MAHKEMELER: Hayvan sırtından helikoptere kadar her araçtan yararlanarak, şikayetlere ve davalara yerinde çabuk usulle bakacak. Yalnız suç ve cinayetleri takiple kalmayacak, toprak sorunlarını, borç hadlerini toprak ve su kiralarını kontrol edecek ve te­ fecileri koğuşturacaklar. 6- KANUNLAR: Köy hayatını ilgilendiren kanun tasarıları, ziraat odalarından geçtikleri gibi, aynı haklarla köylü örgütlenmelerinden, sendikalarından ve kooperatiflerinden de geçecek. Referandum yönte­ mi, şehirler gibi köyler içinde canlı ve işler hale getirilecek. 7- BİNDİRİLMİŞ SAĞLIK EKİPLERİ: Eczaneyi, ameliyathaneyi ve doktoru, hasta bakıcıyı köylünün ayağına götürecek. Köy kanunu­ nun sağlık maddeleri sağlık sendikaları ve odalarınca köyün ev, su vb. imar işleri mimar, mühendis ve tarım kuruluşları tarafından hazırlanıp daima gözönünde uygulanacak. Kırsal alanda yaygın, sağlık problemi olan kadınlar için sağlık taraması yapılacak. 8- BİNDİRİLMİŞ KÜLTÜR EKİPLERİ: Okuma yazma bilmeyen köylünün ayağına bütün ülke için sistemli bir plan dahilinde sinema, ti­ yatro, kütüphane mevsim okulu vb. götürülecek. Böylece, hem işsizlik­ ten kırılan aydınlara yararlı iş ülkü ve ekmek bulunacak, hem de köylü­ müzün başta üretim bilgisi gelmek üzere, özgürlük eğitimi, hayat aşkı ve siyaset bilinci geliştirilecek. 9- KÜLTÜR ERLERİ: Okulların tatil aylarında, köylerimize kura ile birer üniversiteli yada liseli gönüllü olarak, belli programlarla gönde­ rilecek. Kültür erlerinin geçimleri geçim endeksi ayarında devlet ve ye­ rel meclislerce ödenecek. Böylelikle aydın gençliğimiz maddi manevi


Türkiye Komünist Partisi - Kıvılcım Programı — 132 sağlık kazanarak, halkı tanıyacak vs ülkeye bağlanacak. Köye boğaz tokluğuna bilgi, teknik, heyecan ve sevgi götürüp köyün davalarını -geti­ recek. ÖRGÜT VE EKONOMİ POLİTİKASI 11- TARIM İŞÇİLERİ SENDİKALARI: Sayıları yüzbinleri aşan yanaşma, götürücü, aylıkçı çiftçiler ve tarım işçileri iş kanununa göre özel sendikalarda toplanacaklar. Çalışma şartları, süreleri, mahalli ge­ çim endekslerine uygun en az geçim endeksleri belirtilecek. 12- TOPRAKSIZ KÖYLÜ BİRLİKLERİ: Toprak reformunda anar­ şiye ve bürokrasiye yol açılmaması için temel örgü olacak. 13- TARIM KOOPERATİFLERİ: Köylünün kendisi tarafından ku­ rulup kendisi tarafından kontrol edilecek. Bir avuç imtiyazlı kişiye ait, bir nevi şirket yavrusu olmayacak, milyonlarca üretmeni dağınıklıktan kur­ taracak. Şehirle köy arasındaki uçurumu doldurmaya çalışacak. Ortak­ larına piyasadan pahalı mal satmayacak. Satarken birbirleriyle rekabe­ te düşerek, bereket yıllarını bile felaket yılına çeviren küçük üreticilerin mallarını değeriyle satacak. Ortaklarının malını ölü fiyatına almaya kal­ kışmayacak. Küçük üreticiyi modern üretim ve bilime kapalı kalmaktan kurtaracak. ULUSAL BİRLİKLER: Bütün zirai meslek birlikleri, sendikalar, fe­ derasyonlar şeklinde, ülke ölçüsünde federasyonlar, konfederasyonlar kuracaklar. 14- KREDİ: Kır müfusunun büyük çoğunluğunu meydana getiren küçük köylünün tefeci, tüccar, banka borçları topyekün kaldırılacak. Te­ fecilik, faizcilik suç olarak en sıkı kovuşturmaya uğratılacak. Banka fai­ zi, köy işletmesi kooperatifleştikçe en az sınırına indirilecek büyük çift­ likler için artırılacak, küçük üreticiye eksiltilecek. Böylece faizci borçla­ rıyla köylünün sömürülmesi önlenecek. Üretim kooperatifleri kanalıyla verilen borçların taksitleri, ürün alınınca tahsil olunacak. Kredi, gücü büyük olan çiftçilerden daha çok, güçsüz köylüye sağlanacak. İpotek ve teminat yerine, kooperatif ve köy örgütlenmelerinin kefaleti ve so­ rumluluğu geçecek.


133

YOL

15- FİYAT POLİTİKASI: Tarım ürünleri aleyhine, sanayi ürünleri­ nin fiyat artışı durdurulacak. Köy ürünlerinin gerçek köylü kooperatifleri eliyle ihracatı kolaylaştırılacak, ofisin idare ve kontrolü köylü örgütlerine bırakılacak. Modern üretimi küçük üreticilere kadar götürmekle tahılın maliyet fiyatı indirilecek. KÖYLÜYE TOPRAK 16- TUTUM: Küçük üreticilerimiz esasen cılız olan sermayelerini toprak satın almada harcarlarsa, sonraki her girişimleri parasızlıktan felce uğrayacağı için topraksız ve çok az topraklı köylümüz toprak fiya­ tına ölü para yatırmak zorunda kalmaksızın, topraklandırılacak, orta halli üreticiler durumuna getirilecek. 17- SURE: Toprak dağıtımını vurgunculuktan kurtarmak için da­ ğıtılacak topraklar en geç altı ay içinde istimlak edilip, en geç bir yıl içinde dağıtılacak. 18- ŞEKİL: Kır nüfusumuzda sayıları her geçen yıl artan toprak­ sız köylülerimizin doğrudan doğruya seçecekleri TOPRAKSIZ KÖYLÜ BİRLİKLERİ kurulacak ve bu birlikler BİNDİRİLMİŞ MAHKEMELERİN gözetiminde, yukarıdaki süreler içinde toprak dağıtımını gerçekleştire­ cekler. 19- DAĞITILACAK TOPRAKLAR: Kır nüfusu içinde bir avuç azınlık olmalarına rağmen, bütün küçük köylü işletmelerinin toprağın­ dan çok daha fazla toprağı elinde tutan Büyük Toprak Sahiplerinin top­ raklarına, Topraksız Köylü birlikleri tarafından, Bindirilmiş Mahkemeler gözetiminde bir bedel ödenmeksizin el konulacaktır. Bu topraklar ve varsa işlenilmeyen bütün boş topraklar verimlilik derecesi gözönünde tutularak topraksız ve pek az topraklı köylü ailelerine bedava dağıtıla­ caktır. 20- EK DÜZEN: Cinayetler kaynağı olmuş tarla ve köy sınırları gibi sorunlar, köylü örgütleri tarafından bindirilmiş mahkemelerce çözü­ lecek. Büyük arazi tekeli yüzünden hayvan yetiştiriciliği imkanlarını kaybetmiş bulunan köylere, her köy için zorunlu OTLAK ve BALTA-


Türkiye Komünist Partisi - Kıvılcım Programı — 134 LIKLAR tesbit edilecek. Kır suları mutlak adaletle üleştirilip, gerçek ihti­ yaca göre sıraya konacak. TARIMA TEKNİK 21- GEREKÇE: Büyük çiftçilere göre her ayrı küçük üretici için modern tarım tekniğini ve malzemesini temin etmek ve benimsemek çok pahalı olacağından, şimdiye kadar yurdumuzda denenmiş tarımsal donatım yöntemlerinin olumlu ve geliştirilmiş uygulanışı bütün yurda yaygınlaştırılacak. 22- ZİRAAT KOMBİNALARI: Tarım uzmanları ile tarım işçi sen­ dikaları idaresinde ve devletin yalnız kanuni kontrolü altında, zirai kal­ kınmamızın modern kaleleri ve örnek çiftlikleri haline getirilecek. 23- DEVLEK TEKNİĞİNDEN FAYDALANMA: Zirai kombinalarla devlet çiftlikleri, komşu köylerin en yoksul üreticilerinden başlayarak, orta köylüsüne kadarki aile topraklarını sürme ekme, gübreleme, to­ hum ıslahı gibi konularda bilimsel yöntem yardımlarında bulunacaklar. 24- ZİRAİ DONANIM KURUMU: Modern tarım tekniğinin kolayca ve ucuza küçük üreticilerimize kadar ulaşabilmesi için, Donatım Kurum­ lan bezirgan tekelinden çıkarılacak. 25- TEKNİK VE BİLİM ÖRGÜTÜ: Tarım bakanlığı fiilen tarım iş­ letmelerinde çalışan tarım uzmanlarının geniş ağı haline sokulacak. Hayvan, sebze, orman, sinai tarım, meyveli bitkiler ve süs bitkileri ve her çeşit tahıl için ayrı ayrı Teknik ve bilim ISTASYON'ları gerek devlet­ çe gerek diğer örgütlerce kurulacak. Üniversite ve Teknik Okullar, özel­ likle bitki, hayvan ve toprak ıslahı için araştırmalar, uygulamalar yapa­ caklar. Tarıma zararlı hayvanları tarım hastalıklarına karşı ziraatçi ve veteriner müfettişler BİNDİRİLMİŞ ZİRAAT EKİPLERİ halinde çalıştırı­ lacak. 26- ORMAN İDARESİ: Köylülerimizin önemli bir kısmı orman içinde veya kıyısında yaşadıklarından, orman işletme ve koruma gö­ revlerine, bindirilmiş mahkemelerin kontrolü altında, ormancılık uzman­ ları ile, bilfiil köylü örgütleri katılacaklar. Her yıl bir tatil günü, eli çapa


135 YOL tutan her vatandaş bir ağaç dikecek. 27TOPRAKSIZ BÖLGELERE SANAYİ: Toprağı kıt ve tarıma elverişli olmayan bölgelerde, ulusal üretim seferberliği planımız gere­ ğince, sanayi ile geçim imkanları sağlanacak.


Türkiye Komünist Partisi - Kıvılcım Programı — 134 LIKLAR tesbit edilecek. Kır suları mutlak adaletle üleştirilip, gerçek ihti­ yaca göre sıraya konacak. TARIMA TEKNİK 21- GEREKÇE: Büyük çiftçilere göre her ayrı küçük üretici için modern tarım tekniğini ve malzemesini temin etmek ve benimsemek çok pahalı olacağından, şimdiye kadar yurdumuzda denenmiş tarımsal donatım yöntemlerinin olumlu ve geliştirilmiş uygulanışı bütün yurda yaygınlaştırılacak. 22- ZİRAAT KOMBİNALARI: Tarım uzmanları ile tarım işçi sen­ dikaları idaresinde ve devletin yalnız kanuni kontrolü altında, zirai kal­ kınmamızın modern kaleleri ve örnek çiftlikleri haline getirilecek. 23- DEVLEK TEKNİĞİNDEN FAYDALANMA: Zirai kombinalarla devlet çiftlikleri, komşıı köylerin en yoksul üreticilerinden başlayarak, orta köylüsüne kadarki aile topraklarını sürme ekme, gübreleme, to­ hum ıslahı gibi konularda bilimsel yöntem yardımlarında bulunacaklar. 24- ZİRAİ DONANIM KURUMU: Modern tarım tekniğinin kolayca ve ucuza küçük üreticilerimize kadar ulaşabilmesi için, Donatım Kurum­ lan bezirgan tekelinden çıkarılacak. 25- TEKNİK VE BİLİM ÖRGÜTÜ: Tarım bakanlığı fiilen tarım iş­ letmelerinde çalışan tarım uzmanlarının geniş ağı haline sokulacak. Hayvan, sebze, orman, sinai tarım, meyveli bitkiler ve süs bitkileri ve her çeşit tahıl için ayrı ayrı Teknik ve bilim ISTASYON'ları gerek devlet­ çe gerek diğer örgütlerce kurulacak. Üniversite ve Teknik Okullar, özel­ likle bitki, hayvan ve toprak ıslahı için araştırmalar, uygulamalar yapa­ caklar. Tarıma zararlı hayvanları tarım hastalıklarına karşı ziraatçi ve veteriner müfettişler BİNDİRİLMİŞ ZİRAAT EKİPLERİ halinde çalıştırı­ lacak. 26ORMAN İDARESİ: Köylülerimizin önemli bir kısmı orman içinde veya kıyısında yaşadıklarından, orman işletme ve koruma gö­ revlerine, bindirilmiş mahkemelerin kontrolü altında, ormancılık uzman­ ları ile, bilfiil köylü örgütleri katılacaklar. Her yıl bir tatil günü, eli çapa


135 YOL tutan her vatandaş bir ağaç dikecek. 27TOPRAKSIZ BÖLGELERE SANAYİ: Toprağı kıt ve tarıma elverişli olmayan bölgelerde, ulusal üretim seferberliği planımız gere­ ğince, sanayi ile geçim imkanları sağlanacak.


'■nııırtiıınf!''•* ih

,itimi>ı

»I i H» i u Tw

«H( i i m - r H tlU tlill<if>{

Ws§4« i

['■' İM *>

Mili | l l * ^

\iidM

>'| V'!: \JjA ||IU ' ı: im f0W ıî\ 'i""ll l

vM>ıııv.

ıH

R fc llim U M lÜ V tr

ıMMi1

...'


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.