Kış 2020
YOL 3 Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Şubat 2020 İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni H. Özgür Özcan Sorumlu Yazı İşleri Müdürü H. Özgür Özcan Adres: Şehit Muhtar Mah. Kurabiye Sk. No: /4 Beyoğlu / İstanbul İletişim: 0535 922 82 68 www.yolsiyasidergi.org info@yolsiyasidergi.org /yolsiyasidergi @yolsiyasidergi
Basım Yeri: Akademi Matbaacılık Akademi Basın Yayın Org. Mat. San. LTD. ŞTİ. Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 230 Topkapı- İST Tel: 0212 493 24 67
içindekiler Politik Durum: “Gerçek Ötesi” Dönem Mehmet YILMAZER
5
Serveti Yeniden Dağıt! Güvence Toplumunu İnşa Et! M. Sinan MERT
9
Kapitalizmin Sınırları ve Yeni Bir Mücadele Dalgası Mehmet YILMAZER
23
Chantal Mouffe’un Sol Popülizmi Muzaffer KAYA
39
“Kızıl Artık Yeni Yeşildir!” Röportaj: Sonha GRUSCH
43
Patriyarkal Kapitalist Sisteme Karşı En Güçlü Direniş: “Feminist Grev” Zeynep KORU
49
AKP'li Yıllarda Emek Hareketinin Genel Durumu İrfan KAYGISIZ
55
Bu Sefer Alevler İçinde John Bellamy FOSTER
75
Devrimin Alevi: Rosa Luxemburg Volkan YARAŞIR
89
Kapitalizm Hakkında Söylenmeyen Şeyler Mehmet YUSUFOĞLU
101
Latin Amerika Ne Yapacak? Ayşe TANSEVER
105
POLİTİK DURUM: “GERÇEK ÖTESİ” DÖNEM Mehmet YILMAZER
5 zenginlik vaad etmişti. Oysa bir yandan inanılmaz yoksulluk, onun karşısında hayal bile edilmesi zor zenginleşme, milyon dolarları aşan sözde CEO maaşları, bu gidişe bir de Trump eklenince dünya saçma sapan hale gelmiş göründü. Politikacıların gelecek vaadleri tutmayınca, ortalığı yalan, çürüme, yeni teknolojilerin etkisiyle de inanılmaz sığlaşma kapladı. Bugüne kadarki kurumlar işe yaramaz hale geldikçe ilk ortaya çıkan canavar: Keyfilik oldu. Çekici, ya da güvenilir hiçbir kurum kalmadı. Hepsi büyük yıpranmalara uğradı. Hatta günümüzde insanlığın bir döneminde kutsallık taşımış savaş, kahramanlık gibi kavramlar da tümüyle büyülerini yitirdiler. Neoliberalizm savaşı da özelleştirince dünya gerçekleri çok daha çirkinleşti. Ya da daha doğrusu çirkinlikleri kör göze bile batar oldu. Günümüzde “gerçek ötesi” kavramının öne çıkmasında etken sadece insanlığın iki büyük gelecek projesinin çökmesi değildir. İnsanlık bugüne kadar getirdiği değerleri kaybederken, maddi ve ruhsal olarak yoksullaşırken; öte yandan önceki dönemlerle kıyaslanamayacak ölçüde hızlı bir teknik değişim içindedir. Bu hızlı gelişim gerçekliği bir görünüp bir kaybolan olgular haline getiriyor. Bilindiği gibi insanlık 2. dünya savaşına doğru ilerlerken faşizm propaganda savaşlarında “büyük yalan”ı uygulamıştır. Hitlerin propaganda bakanı Göbels’in ünlü deyişi bilinir: “Yalan ne
POLİTİK DURUM: “GERÇEK ÖTESİ” DÖNEM
Sanatta “gerçek üstücülük” iki dünya savaşı arasında ortaya çıkmıştı. Dadaistler ilk adımları attılar. 1924’de Andre Breton Sürrealizm Manifestosu’nu yayınladı. Uzun süren Avrupa Ortaçağından sonra insanlara yeryüzünde cennet vaad eden kapitalizmin yıkıma sürüklendiği bu yıllarda insan düşüncesi aklın sınırlarını zorlamaya başlamıştı. Tanrıdan sonra Akla güvenen insanlık büyük bir yıkımla yüz yüze gelince gerçeklikten koptu. İki dünya savaşı arası çok özel bir dönemdir. İnsanlık karşılaştığı gerçekleri yorumlayamadıkça onların üstüne sıçramayı tercih etmişti. Günümüzde post modernizmden sonra “gerçek ötesi” kavramı öne çıktı. Bir anlamda bugünlere “gerçek ötesi” dönem de diyebiliriz. Bu kavram öncekilerin sanat dünyasından doğmalarına karşılık politika dünyasından çıkıp geldi. Baştan büyük bir farklılık var. Demek günümüz, sanat dünyasına ilham verecek özelliklere sahip değildir. Öncekilerden en önemli eksikliği nedir, sorusuna verilebilecek basit cevap: “Gelecek yoksunluğudur.” Yirmi yıl arayla insanlığın iki büyük gelecek projesi çöktü. Berlin Duvarı 1990’da çöktükten sonra, dünyanın bir bölümü sevinç çığlıkları atmış olsa da, çok geçmeden 21. yüzyılın ilk on yılı geçmeden küresel dünya hayali de ulusalcı bulutların arasında kaybolup gitti. Kapitalizm bir kez daha Sosyalizm yıkıldıktan sonra insanlığa özgürlük ve
6 POLİTİK DURUM: “GERÇEK ÖTESİ” DÖNEM
ölçüde büyük olursa inandırıcılığı da o ölçüde artar.” Bir dönem bu kural işlemiştir. O günlerin bugünden farkı özellikle Almanya’nın “bin yıllık” gelecek planının olmasıdır. Tüm Avrupa’yı bu geleceğe boyun eğmeye zorlayan Hitler, bu uğurda en büyük yalanları da kitlelerin üzerine boca etmekten çekinmemiştir. Bugün, kriz içinde debelenen kapitalizm açısından değil “bin yıllık” plan, yakın gelecek için bile bir ufuk yoktur. Biraz da bu nedenle günümüz yalanları hem “büyük”, hem de kalıcı değildir. “Gerçek ötesi” dönem hızla birbirini yok eden yalanlarla yürüyor. ***** Gelecek yoksunu kapitalizmin bugün her gün boğuştuğu iki temel sorunu vardır. Son kırk yıldır göklere çıkarılan ekonomik model, neoliberal sermaye
birikim modeli ömrünü doldurmuştur. Diğer temel sorun dünya güçler dengesinde yaşanan sancılı ve bilinmezlerle yüklü değişimdir. Günümüz dünyası çok kutuplu olduğu için, kapitalist ekonomilere yeni bir birikim modeli dayatacak bir lider ülke yoktur. Bir dönem İngiltere, daha sonra Amerika dünya kapitalizmine şekil ve yön vermişlerdi. Bugün Trump Amerika’sı böyle bir güce sahip değildir. Güç dengelerindeki kayma öncekilere hiç benzemiyor. Bugüne kadar bayrak batı dünyası içinde el değiştirmişti. Bugünün dünyasında güç kayması Doğu’ya doğru işliyor. Bu çok önemli bir değişimdir. Gücün Doğuya kayma olasılığı sancıyı ve bilinmezleri arttırmaktadır. Bu değişim nasıl bir ortamda yaşanmaktadır? Gelecek yoksunluğu içinde olan kapitalist dünyada aynı zamanda kapitalist merkezler stratejik bir karmaşa içindedirler. Amerika’nın stratejik
***** Türkiye dünya güçler dengesinin gerilimli fay hattında yer aldığı için sürecin belirsizliklerinin yarattığı hemen her sıkıntıyı yaşamaktadır. Bu anlamda “gerçek ötesi” dönemin en canlı yaşandığı alan Türkiye’dir. Kendi içinde de üç büyük gerilim sürekli işliyor. Başkanlık
sistemine geçiş ve bunun yarattığı gerilimler politik ortama hem bir bilinmezlik yüklüyor; öte yandan siyasal güçlerin aşırı yıpranmasının ve ağırlık merkezinin fazla oynamaması nedeniyle sorunlar çözülmeden günlük siyasetin bıktırıcı tekrarlarına dönüşüyor. AKP içinden çıkan yeni partilerin ortama hemen kattığı bir güven ve gelecek duygusu yoktur. Ancak gidiş belirsizliğini korusa da bir değişimin işaretleri görünüyor. Ekonomide yaşanan kriz muazzam acılar yaratmasına rağmen gündemde espirili haberler olarak yer alabiliyor. İflaslar, kredi kartı borçlanmaları, siyanürlü intiharlar; buna karşılık damadın çıkıp ikide bir pembe tablolar çizmesi tam anlamıyla “gerçek ötesi” bir ortam yaratıyor. Kendini ve büyüttüğü sermayeyi batıştan korumak için saray her yolu göze alabileceğinin kanıtlarını vermiş olsa da, sorunlar çözülmeden ertelendiği için yarattığı genel basınç ve birikim yükseliyor. Onlarca tv kanalı 24 saat işlerin iyi gittiğini anlatırken, insanlar günlük yaşamlarındaki bitmek bilmez gerilimlerden dolayı şizofrenik bir yapıya itiliyorlar. Depresyonun kişisel değil toplumsal bir hastalık olduğu belkide ilk ülke olacağız. Dış politikadaki savaş manevralarını sürekli iç politikaya taşıyarak kendi ömrünü uzatan AKP dayanma sınırlarının sonuna yaklaşıyor. Suriye işlevini kaybetmeye başladığından şimdi gündeme Libya seferi geldi. ABD ve Rusya arasında manevra yapmanın ve yeni hamlelerle yol almanın devam edecekmiş gibi görünmesine rağmen bu gidişin sonu geliyor. Üstelik Libya seferi ile Rusya ile gerilimler artabileceği gibi, Akdeniz’de Türkiye büyük bir yalnızlık içine giriyor. Yaptıklarıyla AKP İttihat Terakki’yi Erdoğan da Enver paşayı hatırlatıyor. Bu gerçeğe rağmen onlarca tv kanalı yoksulluk ve depresyon içinde yaşayan
7 POLİTİK DURUM: “GERÇEK ÖTESİ” DÖNEM
karmaşasını en iyi Trump’ın tavırları açığa vuruyor. Öte yandan İngiltere’de Johnson’un kazanmasıyla Brexit tartışmaları sona erse de Londra’nın nereye doğru yolculuk yapacağı belirsizdir. Ayrıca AB’nin geleceği 90’lı yılların başlarındaki gibi parlak görünmüyor. Bunlar stratejik belirsizliğin sırf ABD’ne özgü olmadığını gösteriyor. Avrupa Birliği farklı durumda değildir. Çin, “bir yol bir kemer” projesiyle bu karmaşanın dışında görünüyor. Ancak ekonomisindeki yavaşlama ve ABD ile yaşanan ticaret savaşları Çin’in konumunu da etkileyebilir. Güç savaşlarının doğu ve batı arasında yaşanıyor olması soğuk savaş yıllarını hatırlatabilir. O günlerden en temel farkı ortada ideolojik bir zemin farklılığı olmamasıdır. Günümüz I. Dünya savaşı öncesi yılları hatırlatıyor. O dönemde de bir ideolojik kamplaşma ortaya çıkmamıştı. Eski egemenlerle (İngiltere ve Fransa) sonradan güçlenenler (Almanya ve İtalya) arasında yaşanan gerilimler büyük bir paylaşım savaşına varmıştı. Bugün de inişe gelen ABD ve genel olarak batı dünyası bir yanda, yükselen Çin, Rusya ve hatta Hindistan diğer yandadır. Ancak saflaşmalarda ideolojik bir temel zemin olmadığı için hem saflar katı değildir; hem de ortada pragmatik çıkar çatışmalarından farklı bir konu yoktur. Bu pragmatik oynaklık “gerçek ötesi” görüntüsünün üstünde yükseldiği zemindir.
milyonlarca insana hergün “gerçek ötesi” Türkiye’yi anlatıyor. Herşeyin bir dolum haddi vardır, bardağı taşıracak son damlalar damlıyor.
8
SERVETİ YENİDEN DAĞIT! GÜVENCE TOPLUMUNU İNŞA ET! M. Sinan MERT
9 Ancak bu eylemlerin doğrudan sosyalist hareketi güçlendireceğine dair beklentiler genelde oldukça iyimser kalıyor ve gerçekliği kavramamızı engelliyorlar. İsyanların birçoğunda asi kitleler ile sol arasında kalıcı ve organik bağlar oluşmuyor. Fransa’da en belirgin biçimde yaşandığı gibi geleneksel sol örgütler, sokaklara çıkan kitlelere uzunca bir süre mesafeli biçimde bile durabiliyor. Kitlelerin diliyle solun dili ve davranış biçimleri arasında bir uyumsuzluk dikkati çekiyor. Bunun bir benzerinin Türkiye’deki Gezi Direnişi döneminde de yaşandığı belirtilebilir. Sosyalistler Gezi Direnişi’nin korunması ve sürdürülmesi konusunda önemli roller oynasalar, faşist unsurların hareketi çalmasına mani olmayı başarmış olsalar da hareketle organik bağlar kurmayı başaramadılar. Hareketten etkilenmekle birlikte onunla saflarını doldurmadılar, bu anlamıyla da ona bir nitelik sıçraması katamadılar. Bu durumun ortaya çıkmasında zaman zaman solu da likide olmanın eşiğine taşıyan ve kitlelerde hakim olan eğilimler olarak aşırı yataycılık ve merkezileşmeye, örgütlenmeye tepkisellik etkili olsa da bizim esas dikkat kesilmemiz gereken sorunun sola dair boyutlarıdır. Bu yazıda, sadece Türkiye’ye özgü olmayan ve küresel ölçekte gözlenen neoliberalizmden mağdur kitleler ile sol arasındaki mesafenin ortaya çıkmasında en önemli sebeplerden birisinin solun etkin bir post-neoliberal iktisadi programa sahip olmaması olduğunu iddia edeceğim. Bu eksikliğin ise büyük oranda 20. yüzyıl
SERVETİ YENİDEN DAĞIT! GÜVENCE TOPLUMUNU İNŞA ET!
“CSFB’nin Küresel Servet Raporu’na göre ‘Yüksek ve Ultra Yüksek Gelir Grubuna’ mensup 47 milyon yetişkinin (toplam yetişkin nüfusun %1’i) toplam serveti 158 trilyon ABD Doları. Bu rakam hesaplanan toplam küresel servetin %44’ü! Raporun hesabına göre, yerkürede yaratılan servetin %35’i, yetişkin nüfusun %1’inin kontrolünde. Buna karşı nüfusun %57’si servetin sadece yüzde2’sini alabiliyor.” Dünyanın bir kez daha isyan günlerinden geçtiği bir zaman dilimindeyiz. Sermayenin karşı-devrimi olduğu artık gittikçe açık hale gelen neoliberalizmin yarattığı tahribata, gelir dağılımındaki aşırı bozulmaya, güvencesizliğe karşı dünyanın dört bir yanında emekçiler benzer gündemlerle sokakları sallıyor. 2008 sonrasında kitlesel isyanlar, ezilenlerin kendilerini ifade biçimlerinin en belirgin biçimi haline geldiler. Bugün yaşanan dalga, Arap Baharı ile başlayan momentumun tüm geri bastırma çabalarına rağmen kontrol altına alınamadığını da gösteriyor. İsyanlarda, bardağı taşıran son damlanın genel olarak temel ihtiyaç mal veya hizmetlerine olan zamlardan kaynaklanması da tesadüf değil. Neoliberalizmin hayatlarımıza egemen olmasının en önemli biçimlerinden birisi olan metalaşmaya karşı öfke de böylece belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor. Sudan’da ekmek, Şili’de metro, Fransa’da benzin ve motorin, Ekvator ve İran’da doğalgaz, Irak’ta elektriğe, Lübnan’da telekom hizmetlerine yapılan zamlar milyonlarca kişinin katıldığı dev eylemleri tetikledi.
10 SERVETİ YENİDEN DAĞIT! GÜVENCE TOPLUMUNU İNŞA ET!
sosyalizminin kamusal mülkiyet deneyiminden özeleştirel dersler çıkarılamamasından, çıkarılan derslerin ise bir sol duyu haline getirilememesinden kaynaklandığını önereceğim. Solun kamusal mülkiyeti savunmakta zorlanırken onun yerine güncel uygulanabilir politikalar önerirken de ideolojik birtakım sınırlamalardan dolayı felç durumundan çıkamaması, acil ekonomik sorunlarına acil çözümler isteyen kitleleri soldan uzaklaştırmaktadır. 21. yüzyılda yaşanan deneyimlerden en belirginlerinin de -Yunanistan, Venezuela- post-neoliberal ekonomiye dair ikna edici bir çerçeve sunamaması ve başarısızlık tablosunu pekiştirmeleri bu noktada yaşanan zayıflığı derinleştirmektedir. Solun bu eksikliğini giderme noktasında
POLANYİ, PİYASA SİSTEMİ VE ÇİFTE HAREKET Macar sosyalist ve sosyolog Karl Polanyi’nin Büyük Dönüşüm adlı kitabında kullandığı yaklaşım ve kavramlar seti post-neoliberal bir programın oluşturulabilmesi açısından katkı sağlayıcı bir çerçeve sunmaktadır. Polanyi, piyasa mantığının tüm toplumsal ilişkilere egemen hale gelmesini bir anomali olarak görmektedir. Piyasalar neredeyse medeniyetlerin tarihi kadar eski kurumlardır, ancak piyasa ilişkilerinin toplumun ana motifi haline gelmesi kapitalizmin üretim tarzı olarak egemen hale gelmesinin bir sonucudur. Piyasalar hiçbir biçimde kendiliğinden toplumsal ilişkilerin başat unsuru haline gelemezler. Toplumların kendi varoluş ilkeleri
Piyasaların yani ekonomik gücün topluma egemen olduğu devreler, mutlaka bir karşı hareket ile dengelenmeye çalışılır. Piyasanın yeniden kendi sahasına çekilmesi sağlanır, karşılıklılık ve yeniden dağıtım ilkeleri yeniden tesis edilir. Ancak toplumların bu karşı hareketi sadece sosyalizm biçiminde gerçekleşmez, toplumsal güçler sağ popülist ve faşist hareketleri de kendilerine piyasa karşısında koruma sağlamaları karşılığınde destekleyebilirler. yapması gerekenin reformist olmayan reformlardan oluşan bir metasızlaştırma programını geliştirmek ve toplumsallaştırmak zorunda olduğunu savunacağım. Böylesi bir program kapitalizmi denetim altına almaya çalışan bir sınıf hareketi örgütleyerek kapitalizmin mezar kazıcılarını politik aktör haline getirecektir. Böylesi bir hareketin inşası, sınıfı temel eksen olarak almakla birlikte kimlik ve ekoloji mücadeleleri ile karşıtlık içinde değil ana karakterini ve pivot noktasını kaybetmeden onlarla içiçe ve ortak bir karşı hegemonya projesi içinde gelişebilir.
-karşılıklılık, değişim ve yeniden dağıtımvardır ve piyasa ilişkilierinin egemen hale gelmesi ancak siyasi zor ile mümkündür ve değişim lehine karşılıklılık ve yeniden dağıtım ilkelerinin etkisizleşmesi pahasına gerçekleşebilir. 19. yüzyılın sonlarından itibaren yaşanan piyasanın topluma dışsallaşması ve piyasa ilişkilerinin tüm toplumsal ilişkileri ekonomikleştirmesi, toplumların kendilerini korumak için tepki üretmesine yol açmıştır. Polanyi bu tepkilerin devrevi olduğunu düşünmektedir. Tarih piyasalarla toplumlar arasında gitgelli bir mücadeleler evresinden oluşur. Piyasaların yani ekonomik gücün toplu-
para piyasaları da bu hayal yardımıyla örgütlenmişlerdir.” (Polanyi, 2000: 119) Polanyi’nin karşı hareketi ile Kıvılcımlı’nın, medeniyetlerin yaşadığı yozlaşmanın barbarları ve dolayısıyla tarihsel devrimleri çağırdığı devrevi süreçler arasındaki benzerlik dikkat çekici seviyededir. Toplumların kendilerini piyasa sisteminin egemenliğine karşı koruma mücadeleleri esas olarak ekonomi üzerinde toplumun egemenliğini sağlamaya çalışır, siyaset ile ekonomi arasındaki ayrımı ortadan kaldırmayı hedefler, ekonominin toplumsal işleyişten bağımsız ilke ve yasaları olduğu tasavvurunu geçersiz kılar, metalaşmanın alanını daraltır. Polanyi’nin teorik çerçevesinin Marx’ınki ile benzerlikleri bulunmakla birlikte sınıf mücadelesinin yerini piyasalar ile toplum arasındaki karşıtlık alır. Böylesi bir okumanın, alt sınıfların iktidarlaşmasına dönük devrimci bir bilinç yaratması mümkün değildir. Dolayısıyla Polanyi, daha çok sosyal demokrat tezlere ilham veregelmiştir. Ancak toplumun piyasaları kendi denetimi altına almak için ürettiği devrevi karşıt hareketleri örgütlemesi vurgusu ve de bu karşıt hareketin otomatikman solu büyütmek zorunda olmadığına dair uya-
11 SERVETİ YENİDEN DAĞIT! GÜVENCE TOPLUMUNU İNŞA ET!
ma egemen olduğu devreler, mutlaka bir karşı hareket ile dengelenmeye çalışılır. Piyasanın yeniden kendi sahasına çekilmesi sağlanır, karşılıklılık ve yeniden dağıtım ilkeleri yeniden tesis edilir. Ancak toplumların bu karşı hareketi sadece sosyalizm biçiminde gerçekleşmez, toplumsal güçler sağ popülist ve faşist hareketleri de kendilerine piyasa karşısında koruma sağlamaları karşılığınde destekleyebilirler. Polanyi piyasa sisteminin topluma egemen hale gelmesinin en bariz işaretleri olarak emek, toprak ve paranın metalaşmasını görür. Bunlar piyasalar egemen olmadan önce de var olan öğeler oldukları için niteliksel anlamda meta olarak değerlendirilemezler. Dolayısıyla kurgusal metalardır. “Emek yalnızca yaşamın yanında yer alan insan faaliyetine verilen addır. Satılmak üzere değil, bütünüyle değişik nedenlerle ortaya konulur ve yaşamın diğer yönlerinden ayrılamaz..., toprak yalnızca doğanın başka bir adıdır, insan tarafından üretilmemiştir, nihayet para, yalnızca satın alma gücünün kural olarak hiçbir zaman üretilmeyen, bankacılık sistemi ve devlet maliyesince düzenlenen bir simgesidir... Emek, toprak ve paranın tanımı bütünüyle hayalidir. Ama emek, toprak ve
12 SERVETİ YENİDEN DAĞIT! GÜVENCE TOPLUMUNU İNŞA ET!
rılar bugünün gerçeği açısından dikkate değerdir. Polanyi’nin hayali meta tanımı da piyasaları toplumsal denetim altına alma perspektifi olarak metasızlaştırma siyasetine yol açar. Neoliberalizmin yaygınlaşması da daha önce meta olması düşünülemeyecek kimi mal ve hizmetlerin metalaşması ile desteklenmiştir. Sermaye kendisine yeni değerlenme alanları ortaya çıkarmadan büyüyemez. Bu arayış coğrafi ölçekte yayılma eğilimini tetiklediği gibi yaşamın yeni alanların metalaşmaya açılmasıyla da paralel ilerler. 20. yüzyılın sonlarında kapitalizme büyük itki sağlayan faktörler yukarıda anılan iki türlü genişlemeden de beslenmiştir. Çin, Sovyetler ve Doğu Avrupa coğrafyalarının sermaye değerlenme süreçlerine açılması birçok kamusal hizmetin özelleşmesi ile atbaşı ilerlemiştir. Harvey’e referansla “mülksüzleştirme ile sermaye birikimi” bu dönemde giderek hızlanmıştır. D. Harvey, bu metalaşma sürecinin sermaye birikiminin her aşamasında ortaya çıktığını belirtir. Neoliberalizm kapsamlı bir metalaşma prosesi olarak ilerliyorsa ona karşı verilecek mücadelenin de bir metasızlaştırma programına sahip olması beklenir. Güncel küresel isyanlar emek gücünün yeniden üretilmesi alanındaki maliyetlerin yükselmesine karşı bir içeriğe sahiptir. Meta üretiminin başat ilke haline gelmesi, üretimi toplumsallaştırmış ve iş bölümünü detaylandırmışken hem emekçileri kendi emekgüçlerinin maliyetini karşılama sorumluluğu ile karşı karşıya bırakmış hem de metalaşma yoluyla emek gücünün yeniden üretilmesi için gereken hizmetleri özelleştirmiştir. Emekçiler ürettikleri zenginlikler üzerinde hiçbir biçimde denetim sahibi olamazken sermayeyi büyütmek için sömürüldükleri üretim sürecine katılabilmenin tüm maliyetlerini ise üstlenmiş durumdadırlar. Gereken mal ve hizmetler
de kar amacıyla üretilip satıldıkları için emekçiler hem üretim hem de yeniden üretim kertesinde sömürüye maruz kalmaktadırlar. Türkiye’de elektrik “olay”ı, temel ihtiyaç maddelerinin metalaşmasının ne seviyede bir soyguna yol açtığının açık bir göstergesidir. Dolar cinsinden borçlanarak elektriğin hem üretimi hem de dağıtımında söz sahibi olan şirketlerin 2009 yılında 6 milyar dolar olan borcu şu anda 36 milyar dolara çıkmış durumdadır. Devlet hem kamu bankaları aracılığıyla ile bu borçları yeniden yapılandırmaya çalışırken bir yandan da elektriğe fahiş zamlar yaparak şirketlerin borcunu toplumsallaştırmaya çalışıyor. 2019 yılının Ocak-Kasım döneminde gerçekleşen elektrik zamlarının %32,1 seviyesinde olduğu görülüyor. Öğrencilerin ve işçilerin evden karanlıkta çıkmasına yol açan kalıcı yaz saati uygulaması da benzer biçimde elektrik tüketimini arttırmayı hedefliyor. 2016 kışında görülen 67 MWh’lik toplam tüketim 2017 yılında 71,1 KWh’ya ulaştı.
Metalaşmanın Hızlandırdığı Prekaryalaşma Emeğin prekaryalaşması ve güvencesiz çalışma koşullarının istikrar kazanması ile emek gücünün yeniden üretiminin tüm maliyetlerinin işçiye yüklenmesi ve metalaşma, günümüzde yaşanan toplumsal patlamaların merkezindeki ana konudur. Üretici güçlerin gelişimi, üretimin toplumsallaşmasını şimdiye kadar görülmedik noktalara çıkarmışken yeniden dağıtım mekanizmalarının tam anlamıyla devre dışı bırakılması servet ve gelir eşitsizliğini tarihi zirvelere taşımıştır. Sınıflar arasında geçişkenlik giderek azalmaktadır, üst sınıflar kastlaşma benzeri bir görüntü sergilemekte, eğitimin sınıf atlama aracı olarak işlev görebildiği dönem geride kalmakta, miras yoluyla bırakılan servetlerin büyüklüğü de zenginliğin en önemli kaynaklarından birisi haline gelmekedir.
Kurumsal Çöküşün Arkasında Üretim İlişkilerinin Sürdürülemezliği Var Kimi değerlendirmeler küresel ölçekte yaşanan ekonomik, kültürel ve siyasal krizlerin yol açtığı meşruiyet boşluğunun 20. yüzyılda ortaya çıkan kurumsal yapının 21. yüzyılın ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olmasından kaynaklandığını
iddia etmektedirler. Oysa esas yapılması gereken bu kurumsal yapının yeniden üretimini üstlendiği üretim ilişkilerini sorgulamaktır. Feodal üretim ilişkileri, sanayileşmenin öngünlerinde emekçileri tarımsal üretimin geri biçimlerine mahkum ederek üretici güçlerin gelişimini engelledikleri için aşılmışlardı. Bugün de kapitalist üretim ilişkileri varlığını sürdürebilmek için küresel ölçekte milyonlarca emekçiyi üretim sürecinin dışına itmekte ve değer üretemez hale getirmektedir. Aynı zamanda robotların üretim süreçlerine daha fazla katılması ve çalışma saatlerinin kısalması da emek gücünün ucuzluğu sayesinde gecikmektedir. Her anlamda toplumsallaşmış üretim sürecinin, toplumsal ihtiyaçları esas alan bir kurumsallaşmaya dönüşmesinin önündeki engel kapitalist üretim ilişkileridir. 26 süper zenginin dünya nüfusunun yarısının gelirine eşit bir servete sahip olması etik bir rezalet olmasının yanısıra üretici güçlerin gelişiminin önünde de devasa bir engeldir. Çalışma ile gelir elde etme arasındaki ilişki dönüştürülmeden, bilgi nesneleri üstündeki özel mülkiyet kelepçesi kaldırılmadan, üretim araçları sahiplerinin ürüne el koyma prensibi aşılmadan üretici güçlerin daha da gelişeceği bir döngü yaratılamaz. Sermayenin kar mantığı aşılmadan toplumun, insanın ve ekolojinin yeniden üretiminin dayandığı sınırlar geriletilemez. Gelinen nokta, komünizmi kolektifleştirmeyi ve demokrasinin ekonomiye taşırılmasını bir zorunluluk haline getirmektedir. Durum buyken kitlesel isyanların solla buluşamaması nasıl mümkün olmaktadır? Bunun en önemli sebebi solun 20. yüzyılın kolektifleştirme deneyimlerinden doğru dersler çıkaramamasıdır. 20. yüzyıl sosyalizmi ekonomik açıdan sürdürülebilir yapılar inşa etmeyi başaramamıştır. Komünizmin devletli varlığı, küresel ölçekte işçi sınıflarının büyük tarihsel kazanımlar
13 SERVETİ YENİDEN DAĞIT! GÜVENCE TOPLUMUNU İNŞA ET!
Prekaryanın ve orta sınıfların milli gelirden aldığı pay azalmakta, bunun yol açtığı toplam talep eksikliği ise ekonomik durgunluğu kalıcı hale getirmektedir. Talebi arttırmak için uygulanan negatif faizler ve Merkez Bankaları’nın piyasalara pompaladığı trilyonlarca dolar ise finansal piyasalarda yeni balonlar yaratmakta ve kriz tedirginliğini arttırmaktadır. ABD borsalarının tarihinin en uzun yükselme trendini yakalamış olması ve yine ABD’de işsizlik oranlarının en düşük seviyelere ulaşması bu tedirginliği ortadan kaldıramamaktadır. ABD’de işsizlikteki azalma enflasyon yaratmamaktadır çünkü ortalama ücretlerdeki düşüş talep artışını engellemektedir. ABD dışındaki ülkelerde ise işsizlik, özellikle de genç işsizlik sürdürülemez seviyelere doğru yükselmektedir. Türkiye istihdama katılım oranının düşüklüğü ve işsizliğin, özellikle de genç işsizliğin tarihi zirvelere yükselişi ile bu trendin en belirgin örneklerinden birisi haline gelmiştir. “Türkiye’de 15 yaş üstü 100 insan varsa bunların 53’ü çalışma hayatına dahil değil, 28’i ev kadını, 5’i öğrenci, işte emekli vs. Sadece 47’si iş hayatına dahil. Bu 47 kişiden 9’u bu sabah itibariyle işsiz, kaldı 38 kişi. O 38’in 30’u her gün akşam yatağa girerken yarın işimi kaybedersem, iş bulma şansım yok diye düşünüyor. Bu korku, bu kaygı insanlar tarafından yönetilebilir bir şey değil; bireysel psikoloji için de böyle, toplumsal psikoloji için de böyle.” (Bekir Ağırdır, 20 Kasım 2019, Evrensel)
14 SERVETİ YENİDEN DAĞIT! GÜVENCE TOPLUMUNU İNŞA ET!
elde edebilmesini olanaklı kılsa da geriye iktisadi alanda uygulanabilir bir politika paketi bırakmış görünmemektedir. Bu sebeple gelinen noktada gelir ve servet eşitsizliği sürdürülemez noktalara ulaşmasına rağmen üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet büyük oranda sorgulanamayan konumunu korumaktadır. Oysa günümüzde özel mülkiyetin, üretim araçları sahiplerinin ürüne el koyması prensibinin aşılmasının bir zorunluluk haline geldiği açıktır. Üretim araçları sahibinin ürüne el koyması da üreticinin, mülksüz bireyin gelire sahip olabilmek için çalışmak zorunda olması da arkaik ilişkiler olarak geride bırakılmak aşılmak, zorundadır. Yeni bir insan, yeni bir toplum tahayyülü böylesi bir aşma olmaksızın mümkün değildir. Ancak komünizmin başarısız ekonomik tarihi, devrimci solu ekonomi alanında konuşmaktan imtina etmeye itmektedir. Sol, kendisini daha güvenli hissettiği kimlik sorunları ve kapitalizm eleştirisi alanına sıkıştırmaktadır. Ancak solun gerçek hüviyeti üretim ilişkilerinin aşılması mücadelesinde hegemonik ve kurucu hale gelebilir, solun ana aktör haline gelebilmesi bu alandaki mücadelenin önünü açabilmesine bağlıdır. Ancak bu aşma hareketi felsefi gerekçelerle, kişisel vehimlerle değil ancak alt sınıfların örgütlü ve programlı mücadelesiyle başarılabilir. Bu yüzden bugünün temel meselesi halihazırda dünyanın dört bir yanında ayağa kalkmakta olan emekçilere ve orta sınıflara, toplumun piyasa sistemini ve özel mülkiyete dayalı üretim ilişkilerini denetim altına almalarını sağlayacak bir program sunabilmektir. Özel mülkiyetin yarattığı yıkımın karşısında kolektif mülkiyet deneyiminin yarattığı hayal kırıklığı emekçilerin ve daha da önemlisi solun zihinsel kireçlenmesine yol açmıştır. Bugün başarılması gereken bu zihinsel kireçlenmenin aşılmasını sağlayacak çerçeveyi yaratabilmektir.
İçinden geçilen bu tablo, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin mutlak biçimde aşılması ufkundan kopmaksızın varolan koşulları geliştirecek, sınıfın ekonomik taleplerini somutlayacak ve onu etkin bir toplumsal aktör olarak şekillendirecek bir mücadele hattını zorunlu kılmaktadır. Solun bu konudaki tutukluğu özel mülkiyetin aşılmasının ne kadar etkin sonuçlar yaratacağına dair duyduğu inançsızlık ile özel mülkiyetin ilgası dışındaki programatik talepleri sosyal demokrat ve reformist olarak görme dogmatizmi arasındaki sıkışmışlıktan kaynaklanmaktadır. Bu sıkışmışlık, solu en etkin olması gereken yeniden paylaşım ve eşitlik alanlarında program üretemez hale getirmektedir. Ekonomi ile ilgili halk için son derece yakıcı olan talepler sol için oldukça sıradan ve düzen içi görülmektedir. Solun bu mesafesi, iktisadi taleplerin sağ popülist ve neofaşist hareketler tarafından alınıp rahatlıkla kendi mücadele gündemlerine eklemlenebilmesini de mümkün kılmaktadır. AKP’nin Venezuela ve Bolivya konusunda gösterdiği rahatlık bu eklemleme kapasitesine örnek olarak verilebilir. “Bugün devrimci talepler naif, reformist talepler ise nafile görülüyor. Tartışma çoğunlukla bu noktada son buluyor; iki taraf da birbirini suçluyor ve koşullarımızı değiştirecek stratejik gerekler unutuluyor. Bu yüzden bizim önerdiğimiz talepler reformist olmayan reformlar olarak tasarlandı. Bununla üç şeyi kastediyoruz: İlk olarak, bu taleplerin kapitalizmi ödün verebileceğinden daha fazlası için zorlayan ütopyacı bir yanı var. Bu da onları kibar istekler olmaktan çıkarıp, uzlaşmaz ve ısrarcı taleplere dönüştürüyor... İkinci olarak, bu reformist olmayan öneriler günümüz dünyasındaki gerçek eğilimleri temel alır ve bu eğilimlere devrimci hayallerin veremediği yaşam gücünü verir. Üçüncü ve en önemlisi, bu tür talepler mevcut siyasi dengeleri değiştirir ve meydana gele-
Bir toplumsal hareketi inşa etmek için kapitalist üretim ilişkilerini sorgulayan ve dönüştürmeyi hedefleyen bir mücadele programının yukarıdan aşağılığı ile 1990’ların Dayanışmaevi çalışmalarının lokalliği arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? Açıkçası 1990’larda varoşlar devletin neredeyse sadece zor aygıtları ve çeteler vasıtasıyla bulunduğu mekanlardı. Finans kapital partilerinin patronaj ilişkileri çok daha sınırlıydı, Yoksulluğu Yönetme stratejileri belirginlik kazanmamıştı. 2000’lerin başlarından itibaren AKP’nin seçici sosyal yardım politikaları etkin yoksulluk yönetme stratejileri olarak sahayı kapladı ve benzer çalışmaları denk maddi olanaklarla gerçekleştirmeyen inisiyatiflerin
Bugün prekaryanın güvenceli yaşam talebini mücadele gündeminin en üst sırasına çıkarmak, emekçilerin en geniş kesimlerinin destekleyeceği bir ekonomik dönüşüm projesinin mücadelesini yükseltmek ve bu mücadeleyle alt ve orta sınıfların karşı hegemonyacı bloğunu inşa etmeye çalışmak en önemli görev olarak öne çıkmaktadır. desteğini mobilize etmiş görünmektedirler. Demokrat Parti bürokrasisi, Biden’in yükselen sol dalganın altında kalabileceğinin tedirginliği içerisinde görünmektedir. Obama’nın parti tabanını aşırı uçlara ve hayalcilere karşı uyarması dikkat çekicidir. Türkiye’de reformist olmayan reform taleplerin en siliklerinden birisi olabilecek EYT talebinin dahi Erdoğan’ın dengesini ne oranda bozabildiği açıkça görülmektedir. “EYT talebi İskandinav ülkelerini batırdı.” sözü dahi bu etkinin tarihsel bir vesikası olarak hatırlanacaktır.
Reformist Olmayan Reformlar İle Sınıf Hareketinin Yukarıdan İnşası
sahasını daralttı. Yaklaşık 21,5 milyon hanenin 8 milyonuna bir biçimde sosyal yardım ileten bir parti olarak AKP, prekaryanın yönetilmesini kolaylaştırabilmesini devlet ve finans kapital ile ilişkisinde bir koz olarak kullandı. Ancak bugün yaşanan ekonomik kriz ve bunun yanısıra önemli büyükşehir belediyelerinin kaybıyla patronaj olanaklarının sınırlanması ekonomiyle ilgili sorunların yönetilebilmesini iktidar açısından çok daha zorlaştırmaktadır. Yerel ve merkezi çalışmayı birbirinin karşısına koymak doğru olmasa da bugün yerelden merkeze değil merkezi bir çalışmadan yerel çalışmaya doğru yönelmek çok daha önemli görülmelidir. Bugün prekaryanın güvenceli yaşam talebini mücadele gündeminin en üst sırasına
15 SERVETİ YENİDEN DAĞIT! GÜVENCE TOPLUMUNU İNŞA ET!
cek gelişmeler için bir platform inşa eder.” (Srnicek ve Williams, 2017:196) ABD ve İngiltere’de Sanders ve Corbyn’in geniş çevrelerde heyecan yaratan programlarına baktığımızda bunların oldukça sınırlı bir sosyal demokrat ve Keynesyen çerçeveye sahip olduğu açıkça görülmektedir. Ancak merkez partilerin sağı ve soluyla finans kapitalin hık demiş bülbüllerine dönmüş olmaları böylesi sınırlı çerçeveleri bile politik motivasyon sahibi kılmayı mümkün kılmaktadır. Hem Corbyn’in Momentum hareketi hem de Sanders’ı destekleyen Democratic Socialists, Sunrise Movement grupları özellikle gençlerin, prekaryanın farklı unsurlarının, alt orta sınıfların önemli ölçüde
16 SERVETİ YENİDEN DAĞIT! GÜVENCE TOPLUMUNU İNŞA ET!
çıkarmak, emekçilerin en geniş kesimlerinin destekleyeceği bir ekonomik dönüşüm projesinin mücadelesini yükseltmek ve bu mücadeleyle alt ve orta sınıfların karşı hegemonyacı bloğunu inşa etmeye çalışmak en önemli görev olarak öne çıkmaktadır. Neoliberalizmin krizi uzadıkça, neoliberalizmin sonrasına dair tahayyüllerimizi somutlaştırmak ve bunları kitlelerin güncel beklentileri ile uyumlu bir biçimde kamuoyuna yansıtmak giderek daha fazla önem kazanmaktadır. Neoliberalizme karşı yükselecek mücadele hattının en temel öğesi metasızlaştırma siyaseti olmak durumundadır. Polanyi’nin kavramsallaştırmasında olduğu gibi emek, toprak ve paranın metasızlaştırılması nasıl temin edilebilir? Emek gücü, sermaye ile karşı karşıya geldiğinde bir meta hüviyeti kazanır. İnsanın doğayı dönüştürerek ihtiyaçlarını temin etmesini ve kendisini gerçekleştirmesini sağlayan faaliyetlerinin tümüne emek dersek, emek gücü emeğin meta haline getirilmiş biçimidir. “Emek gücü ya da çalışma kapasitesi sözünden, insanın kendisinde bulunan ve hangi türden olursa olsun bir kullanım değeri üretirken harcadığı zihinsel ve fiziksel yetilerin toplamı anlaşılmalıdır.” (Marx, 1990: 183) Emek gücünün değeri, bir meta olarak or-
taya çıkarılması için gerekli emek zaman ile ölçülür. Emek gücü her ne kadar kişiye ait bir meta gibi görünse de aslında emek gücünün işlevi toplumsal üretimde iş bölümü gereğince kendi üzerine düşen işlevi yerine getirmek ve sermaye birikimine katkı sağlamaktır. Meta üretimi koşullarında üretimin kişisel ihtiyaçların karşılanması için gerçekleştirilmediği açıktır. Herkes meta üretmekte, doğrudan kendi ihtiyacı olan metaları ise pazardan temin etmektedir. Üretim faaliyeti toplumsallaşmıştır, toplumsal zenginliğin üreticisi olarak emek gücü sermayeyi büyüten bir faaliyet gerçekleştirmektedir, ancak ürünler bu sermaye üretim araçlarının sahiplerinin elindedir. Toplumsal zenginlik sermaye biçimine bürünmüştür, bunun kapitalist üretim ilişkileri gereğince özel ellerde birikiyor olması onun toplumsal karakterini ortadan kaldırmaz. İşlevi toplumsal zenginliği üretmek olan emek gücünün yeniden üretiminin temini sorumluluğu ise tamamen kendi omuzlarındadır. Kentleşme ve yaygın özelleştirmeler sonrasında bu yeniden üretim faaliyetinin maliyetleri ise büyük oranda artmaktadır. Kapitalizm bu aşamada kadın emeğini, emek gücünün yeniden üretimini ailenin yeniden üretimine dönüştürerek ücretsiz bir biçimde temellük etmektedir. Emek
iş kollarının kamulaştırılması da emeğin metalaştırılması sürecinin doğal bir sonucudur. Su, elektrik ve doğalgazın bir kişinin ihtiyacı olan oranlarda ücretsiz olarak sağlanması, kotayı aşan kullanımlarda ise yüksek oranda ücretlendirilmesi ekolojik dengenin korunması açısından da önemli bir önlem olarak düşünülmelidir. İnsan vücudunun ortalama %70’ini oluşturan suyun bir meta haline dönüşmesi tümüyle kabul edilemez bir durumdur. Özellikle büyük şehirlerde şebeke suyunun içilmemesi yarattığı sonuçlar itibariyle hem topluma hem de ekolojiye bir ihanet olarak değerlendirilebilir. İstanbul’da son yerel seçimler sonrasında hane başına 4 metreküp su vatandaşlık hakkı olarak ücretsiz verilmektedir. Suya yapılan %20’lik son zam bu kazanımın sonuçlarını büyük oranda ortadan kaldırmakla birlikte suyun bir vatandaşlık hakkı olarak kabul edilmesi metasızlaştırma mücadelesinde geliştirilebilecek bir talep olarak ele alınabilir. Suyun vatandaşlık hakkı olduğu yerde elektrik, doğalgaz ve internetin meta olmasının anlamsızlığı daha da kolay anlaşılacaktır. İngiltere’de Corbyn’in tüm hanelere yüksek hızlı internet vaadi, İngiliz sağında “bu kış komünizm gelecek” histerisini şiddetlendirmiştir. Metasızlaştırma taleplerinin hem prekaryada ve alt orta sınıflarda yarattığı heyecan hem de finans kapitalde yarattığı tedirginlik mücadele hattının nereye doğru yönelmesi ile ilgili de ipuçları sunmaktadır.
Post Neoliberal Programın Ana Öğesi: Emeğin Metasızlaştırılması Emeğin bu ölçekte metasızlaştırılması ile artacağı ifade edilen sosyal ücret şu bileşenlerden oluşmaktadır: Sosyal ücret= Kişisel üretim + Maaş + Aile Desteği + Şirket Desteği + Devlet Desteği + Kişisel Servet Geliri (Standing, 2007: 69)
17 SERVETİ YENİDEN DAĞIT! GÜVENCE TOPLUMUNU İNŞA ET!
gücünün maliyetlerinin karşılanmasının emekçinin sırtına yüklenmesi sermayeye emekçi karşısında muazzam bir güç kazandırmaktadır. Üretimin kesintiye uğradığı koşullarda sermaye daha gelişkin finansal olanaklarını kullanarak ayakta kalabilmekteyken emekçi sürekli olarak çalışmak zorundadır. İşsizlik işçi için üretilen toplumsal zenginlikten pay alma hakkını kaybetmek anlamına gelmektedir. Tam da bu ilişki biçimi toplumsal olanı çözmektedir. Emekçinin, hızlı kentleşme sonrasında kırsal desteğini kaybetmesi ve ağır ekonomik koşulların da desteklediği geniş ailelerin çözülmesi, işçi bireyi yalnızlaştırmakta ve güçsüzleştirmektedir. Bu yalnızlaşmayı telafi edecek kurumsal yapının inşa edilmemesi ise prekaryalaşmayı şiddetlendirmektedir. Prekaryalaşma bu anlamda işçinin çok büyük bir kısmını tam anlamıyla savunmasız hale getirmektedir. Bu açıdan emeğin metasızlaştırılmasının en önemli gerekçesi rolü gereğince toplumsal üretimi gerçekleştiren emekçinin yeniden üretim maliyetlerinin toplumsallaştırılmasıdır. Emeğin bu anlamda metasızlaştırılması prekaryanın sonu anlamına gelecektir. Güvencesizliğin sarmalından kurtulan işçilerin sermaye karşısında ortak hareket etme olanakları artacaktır. En önemlisi de prekaryayı ve giderek güvencesizlik sarmalına düşmekte olan alt orta sınıfları biraraya getirerek sınıf eksenli bir toplumsal hareketin yaratılmasının olanakları ortaya çıkacaktır. Emeğin metasızlaştırılması, aşağıdaki meta ve hizmetlerin emekçiye toplum tarafından bir hak olarak ücretsiz sunulmasını gerektirir: Su, elektrik, doğalgaz, internet, ulaşım, barınma, bakım emeği, eğitim ve sağlık. Bu hizmetlerin kişi başı belirli kotalar dahilinde sağlanması durumunda emekçinin sosyal geliri önemli oranda yükseltilmiş olacak, işçinin sermayeye bağımlılığı büyük oranda ortadan kaldırılacaktır. Bu hizmetleri üreten
Evrensel temel gelir desteği önemli bir tartışma başlığı olarak birçok ülkede gündeme gelmiş durumdadır. Açıkçası 26 kişinin dünya nüfusunun yarısının yıllık geliri kadar servetinin varolduğunun bilindiği koşullarda evrensel temel gelir desteğinin bir hak olduğunun tartışılması bile gereksizdir.
18 SERVETİ YENİDEN DAĞIT! GÜVENCE TOPLUMUNU İNŞA ET!
Verilen bileşenlerden de anlaşılabileceği gibi çeşitli toplumsal sınıflara ait sosyal ücret bileşimi farklılıklar gösterecektir. Piyasa sisteminin güçlendiği koşullarda işçiler açısından sosyal ücretin en önemli bileşeni maaş haline dönüşmektedir. Maaş ise çalışma koşuluna bağlı bir gelirdir. İşsizlik oranlarının yüksek seviyelerde kemikleştiği koşullarda sosyal ücretin büyük oranda maaşlar eliyle temin edilmesi ise olası yıkımların habercisidir. Ancak bir piyasa toplumu, işsiz kalma riski ile karşı karşıya olan vatandaşlarını nerdeyse mutlak bir yıkım tehididi karşısında yalnız ve çaresiz bırakır. Ancak neoliberalizmin beslendiği temel dinamik tam olarak budur, işçileri yok olma riski ile karşı karşıya bırakarak teslim almak, işçileri birbirleri ile hiçbir etik ve ilke tanımaksızın rekabet içine girebilecek bencil bireyler haline getirebilmek, böylece toplumu çözmek ve sermaye karşısında direnç oluşturabilecek olası güvenlik kalkanlarını ortadan kaldırabilmek. Neoliberalizmin güvencesizleştirme ile teslim aldığı bireyin, toplumsal hareketin parçası haline gelebilmesinde metasızlaştırma yoluyla güvence temininin rolü son derece büyük olacaktır. Dolayısıyla sosyalist mücadelenin en önemli güncel hedeflerinden birisi sosyal ücretin maaş dışı kalemlerinin artışının teminidir. Burada devlet desteğinden kastedilen büyük oranda emek gücünün yeniden üretimi için gereken mal ve hizmetlerin ücretsiz temininin sağlanmasıdır. Türkiye’de çok
fazla gündem olmayan başlıklardan bir tanesi de barınma hakkının sosyal bir hak olarak kamu güvencesi altında olmasıdır. Oysa İngiltere’de Corbyn kampanyasının en önemli taleplerinden bir tanesi de kamusal konut üretiminin arttırılmasıdır. -Hem Corbyn hem de Sanders’ın programlarında “New Green Deal” paketi de dâhil yeni altyapı yatırımları alanları yaratarak bir büyüme sağlama arayışı belirgin biçimde görünmektedir. Bunları sıradan AKP tarzı bir inşaata dayalı kalkınma modeli ile eşitlemek ilk bakışta açıklayıcı görünse de yukarıda bahsedilen politikalarda sermayenin kimi kesimlerinin post neoliberal projeye kazanılması çabalarının fark edilmesi gerektiğinin altını çizmek gerekir.- Alt ve orta sınıfların finansallaşma ağlarına düşmesinin en önemli sebeplerinden bir tanesi de konut kredileridir. Konutun bir gelecek güvencesi olarak görülmesi, orta sınıf ailelerin yaşamlarının önemli bir kısmını konut sahibi olmak için çalışmayla geçirmelerine, banka ve inşaat sermayesine yaşamsal kaynaklarının önemli bir kısmını aktarmalarına yol açmaktadır. Kar amaçlı olmayan ve isteyen ailelerin asgari ücretin %5’ini geçmeyecek kiralarla istedikleri kadar yaşayabilecekleri toplumsal konutların inşası toplumun güvence ihityacının karşılanması açısından anlamlı olacaktır. Birçok Avrupa şehrinde belediyeye ve kamuya ait konutların çoğunlukta olduğu Türkiye’de neredeyse hiç bilinmemektedir. Emeğin metasızlaştırılması konusun-
gelir hakkına mesafeli olması muhafazakar ve liberal kimi kesimlerin evrensel temel geliri refah devletinin son kırıntılarını da ortadan kaldırmak için bir havuç olarak kullanma arzusundan kaynaklanıyor. Bu kaygıları gidermek açısından evrensel temel gelir çalışması yürütenlerin küresel örgütlenmesi BIEN, Seul’daki 16. Kongresi’nde temel gelir hakkının refah devletinin alternatifi değil destekleyicisi olarak görüldüğüne dair bir karar aldılar. Evrensel temel gelirin ve genel olarak emeğin metasızlaşmasının özellikle düşük ücretli ve kötü koşullarda çalışmanın hem ücret hem de koşullarının iyileştirilmesi hem de robotize edilmesi yönünde sonuçlar yaratacağı aşikar. Sağcıların “başarısız” insanlar olarak gördükleri yoksullara hiçbir şeyin karşılığı olmadan para verilmesine itiraz etmeleri saçmadır, ancak sınıfsal konumları gereği anlaşılırdır da. Sermaye kesimlerine sağlanan vergi indirimleri, teşvikler aslında sermaye birikiminin en önemli araçları olmuştur. Servetin yeniden dağıtılması konusunda evrensel gelir desteği uygulanabilir bir proje olarak değerlendirilebilir. Başta Hindistan’da yürütülen kimi pilot çalışmalar önemli sosyal iyileşme sağlamıştır. Özellikle robotların üretime daha büyük oranlarda dahil olması sonrasında artması beklenen işsizlik koşullarında evrensel temel gelir desteği önemli bir politik önerme olarak sermaye temsilcilerinin de ilgisini çekmektedir. Kitlesel işsizlik koşullarında toplam talebi ayakta tutabilmek açısından vatandaşlık geliri uygulamak mali koşulları güçlü devletler açısından uygulanabilir bir talep olabilir. Burada sosyal politika ile ilgili talep ve mücadelelerin iki yönlü karakteri ile karşı karşıya geliyoruz. Herhangi bir ekonomi politikası, özel mülkiyeti gerçek anlamda ortadan kaldırma ve kamusal üretime geçme dışarıda tutulursa birçok farklı sınıfın politik aktörleri tarafından kul-
19 SERVETİ YENİDEN DAĞIT! GÜVENCE TOPLUMUNU İNŞA ET!
da geliştirilen önerilerden birisi de evrensel temel gelir desteğidir. Evrensel temel gelir desteği önemli bir tartışma başlığı olarak birçok ülkede gündeme gelmiş durumdadır. Açıkçası 26 kişinin dünya nüfusunun yarısının yıllık geliri kadar servetinin varolduğunun bilindiği koşullarda evrensel temel gelir desteğinin bir hak olduğunun tartışılması bile gereksizdir. Evrensel temel gelir desteği, çalışarak edinilecek ücretten oldukça düşük seviyede bir ödemenin bir hak olarak verilmesi, hiçbir yoksulluk testi yaptırma zorunluluğuna bağlı olmaksızın sağlanması ilkesine dayanmaktadır. Kökleri Atina kent devletine kadar indirilebilecek bir tarihe de sahiptir. MÖ 461’de Atina’da gerçekleşen pleb devrimi sonrasında “yurttaşlara” (kadınlar ve köleler hariç) yasama ve yürütme faaliyetlerine düzenli bir biçimde katılabilsinler diye ödemeler yapılmaya başlanmıştı. Böylece daha düşük gelirli pleblerin siyasal topluma katılımları teşvik edilmişti. MÖ 411’de gerçekleşen oligarşik karşı devrime kadar da uygulandı. (Standing, 2017) Evrensel gelir desteği savunucuları, toplumsal servetin kolektif bir nitelik taşıdığını savunmaktadırlar, hiçbir kişisel servet kişinin salt kendi bireysel üretimi olarak algılanamaz. Her servet, geçmiş kuşakların çaba ve başarılarının da ürünüdür. Temel gelirin toplumsal adaleti sağlayacağı düşünülmez, ancak toplumsal adaleti sağlayabilecek alt sınıfları toplumsallaştırır ve güçlendirir, toplumun parçası olma duygusunu güçlendirir. Temel gelir hakkını savunanlar “sadece gerekli şartları sağlayanların temel gelire sahip olabilmesi gerektiğini” düşünenleri paternalist bir düşünceye sahip olmakla eleştirirler, hiçbir temel hakkın uygulanması diğer kişilerin belirleyiciliğine terk edilemez. Bu yüzden temel gelir desteği hakkı herhangi bir gerekçeyle men edilemez, kişinin elinden alınamaz. Solun kimi kesimlerinin evrensel temel
20 SERVETİ YENİDEN DAĞIT! GÜVENCE TOPLUMUNU İNŞA ET!
lanılabilir. Örneğin evrensel temel gelir, bir tür genişletilmiş işsizlik sigortası uygulaması olarak İtalyan’ın yabancı düşmanı neofaşist partisinin lideri Salvini tarafından savunuldu ve kısmen hayata geçirildi. Sosyal güvenlik sistemini ilk kurumlaştıran kişi Bismarck’ın nasıl dişli bir sosyalist düşmanı olduğu hatırlanacaktır. Dolayısıyla taleplerin içeriğinden ziyade taleplerin hangi amaçlar için hangi aktörler tarafından kullanıldığı daha belirleyici olmaktadır. Egemen sınıfın farklı fraksiyonlarının politik aktörleri de içeriği bizimkilere benzeyen talepleri kullanabilir ancak onlar bunu alt sınıfların bağımsız davranabilme yeteneklerini ortadan kaldırmak onları kendi egemen sınıf içi fraksiyonlar mücadelesinde konumlandırmak için kullanırlar. Oysa sosyalistler açısından esas olan alt sınıfların bağımsız bir politik aktör olarak ortaya çıkmasını sağlayacak politik fırsat penceresini yaratmak, bunu mümkün kılacak politika gamını, taktikler bileşimini ortaya çıkarmaktır. Bu konuda çok güncel bir örnek olarak Erdoğan’ın Merkez Bankası ile kurduğu ilişkiye muhalif kesimlerden gelen tepkiler gözden geçirilebilir. Merkez Bankası bağımsızlığı finansal kapitalizmin alameti farikasıdır, bağımsız para politikası enflasyonu düşük tutarak finansal getirinin güvence altına tutulmasını sağlamaya çalışır. Dolayısıyla Merkez Bankası’nın bağımsızlığını küresel finans kapitalin çıkarlarından bağımsız bir ilke olarak görmek ve sahip çıkmak ne kadar anlamsızsa bundan yola çıkarak Erdoğan’ın Merkez Bankası’na müdahalesine kayıtsız kalmak, hatta hayırhah bakmak da absürttür, bu tarz absürtlükleri S-400 hamlesini anti-emperyalist bulan Güler-Okuyan tayfasına bırakmakta fayda vardır. Erdoğan’ın bir diktatörlük inşası amacıyla gerçekleştirdiği hamleleri solcu ve ilerici bulmak, 2000’lerin yetmez ama evetçiliğinin simetrisidir, ülkemizde
böylesi saçmalıklara gönül indirecek maalesef bol miktarda insan bulunabilmektedir. Sonuç olarak bizlerin gözünü dikmesi gereken taleplerin içeriğinden ziyade altsınıfların bağımsız politik aktör haline gelmesinde engel mi yoksa köstek mi olduğudur. Böyle bakıldığında bir talebin sosyal demokrat olup olmadığının gerçek kriteri geçmişte kimler tarafından ne biçimde dillendirildiği değil bugünkü sosyal sınıflar piramidinde hangi güçleri ne ölçekte harekete geçirebileceğidir. Bu anlamıyla milyonlarca insanın yoksulluktan kurtarılması orada yaşayan alt sınıfların inisiyatifiyle değil de egemen sınıfın otoritesini güçlendirecek biçimde gerçekleştiyse başlı başına değer atfedilecek bir durum değildir. Bizler filantropist değil sosyalist olduğumuzu asla unutmamalıyız.
Programın Ana Başlıkları Metasızlaştırma, güvence toplumu inşa etme ve serveti yeniden dağıtma noktasında acil mücadele programımızın ortaya koyabileceği talepler sonuç olarak şöyle özetlenebilir: Böylesi bir programın temel ekseni zenginden yoksula kaynak transferi ile işçileri neoliberalizmin ve krizin yıkıcı etkilerine karşı korumak olmalıdır. 1- Sosyal ücretin arttırılması kapsamında işsizler ve asgari ücretle çalışanlardan başlayarak ülkedeki yaklaşık 20 milyon hanenin ihtiyacı olan su, elektrik, doğalgaz, internet merkezi belli bir kota oranında bütçeden finanse edilmelidir. Giderlerin finansmanında başta 29 dolar milyarderi ve 180.000 dolar milyonerinin ödeyeceği ek vergiler kaynak olarak kullanılmalıdır. 2- İşsizlik Sigortası Fonu’nun işverenleri teşvik etmesi uygulamasına son verilmeli, tüm işsizler fonun işsizlik ödeneğinden yararlandırılmalıdır. 3- Artan oranlı veraset vergisiyle, zenginlerin miraslarının %70’i toplumsal
eşitsizliği giderme fonuna aktarılmalı, bu fon asgari ücretle geçinenlerin maaşlarının %5’ini geçmeyecek kiralarla yaşayabilecekleri sosyal konutlar üretmelidir. 4- İşsizler ve asgari ücretlilere belediyeler ücretsiz ulaşım kartları sağlamalıdır. 5- Kamu-Özel İşbirliği adı altındaki yandaşlara kamusal kaynak aktarma amaçlı üretilen projeler derhal kamulaştırılmalı ve bunlara kaynak transferi sona erdirilmelidir. Son kertede özel hastanelerin hasta sayısını arttıracak Şehir Hastaneleri projeleri rafa kaldırılmalıdır. 6- Yeniden yapılandırmalar yoluyla büyük şirketlerin zararlarının toplumsallaştırılması uygulamasına son verilmelidir, iflas eden şirketlerin işçileri tarafından kooperatifleşerek üretimi sürdürmelerine destek verilmelidir. 7- Kentlerde kurulan tüketim kooperatiflerinin nakliye masraflarının yarısının devlet tarafından karşılanması sağlanarak kır ve kent nüfusları arasında halkın kendi inisiyatifine dayanan bağların kurulması ve tarımı bitiren aracı ran-
tını ortadan kaldıracak piyasa-dışı ağların kurulması sağlanmalıdır. 8- Şirket karlarının %5’inin ayrılacağı işçi sandıkları kurulmalı, buralarda biriken kaynaklarla işçilerin şirketin yönetiminde pay sahibi olacağı ortaklık sistemlerinin oluşması sağlanmalıdır. 9- İş cinayetlerinin önüne geçilmesi için iş yerlerindeki iş güvenliği uzmanlarının maaşları devlet tarafından ödenmelidir. 10- Emekli maaşları yoksulluk sınırının üzerine çıkarılarak emeklilerin çalışması engellenmelidir. Burada ortaya konan çerçeve taslaktır ancak temel mantık sadece eldeki sınırlı hakları korumak değil servet paylaşımını ve güvence inşasını gündeme getirecek yeni taleplerin ortaya konması olmalıdır. Sermayenin kriz koşullarında daha da zenginleşen kaymak tabakasından en alttakilere kaynak transferini gerçekleştirecek güncel talepler üretebilmektir. Güçlü bir anti-kapitalist krizle mücadele programını emekçi kitlelerle buluşturmak soyut
21
22
ve güç dengelerinin gerçeğine uymayan bir demokratik anayasa tartışmasında sürüklenmekten çok daha öncelikli bir görevdir bizler açısından. Kriz koşullarında böylesi bir hamleyi başaramamak sosyalistlerin toplumsal konumunu tartışmalı hale getirecek, bizlere duyulan hali hazırda sınırlı güveni daha da erozyona uğratacaktır.
SERVETİ YENİDEN DAĞIT! GÜVENCE TOPLUMUNU İNŞA ET!
Sonuç Neoliberalizme karşı küresel isyanların dirildiği koşullarda sokaklara dökülen kitlelerle sol hangi program üzerinden ortak hareket etme alanı yaratabilir? Bu yazıda, bu teması kuracak temel noktanın güvence talebini eksene koymak gerektiğini savundum. Bu güvencenin temini için gereken kaynakların vergilerle finanse edilmesi esastır. Finans kapital egemenliğine son vermeden, vergilerin arttırılmasını savunmak, faşizmin ve devasa bütçe açıklarının bulunduğu koşullarda alt sınıfların aleyhine sonuçlar yaratmaz mı? Böylesi çelişkiler kurmaca değil hayatın sahici çelişkileridir ve güncel mücadelenin yürütücüsü olarak bizler tarafından çözülmeyi beklemektedirler. Bu konuda solun alacağı en zayıf tutum kendi teorik doğruları ile ters düşmemek adına günlük mücadelelere taktik atmamak olacaktır. Fatih’te 4 kardeşin intiharı sonrasında BEDAŞ yetkilisinin elektriği kesmek için kapıda zuhur etmesi emekçi sınıfların içine itildiği acziyet, güvencesizlik ve sermayenin fütursuz arsızlığı arasındaki bağları son derece net bir biçimde ortaya koymuşken ekonomi konuşamamak solu felç etmektedir, bir sınıf çizgisinin görünürlük kazanmasını olanaksız hale getirmektedir. Planlama, kamusal mülkiyet ve özel mülkiyet arasındaki ilişkinin ne biçimde kurulacağı önemli bir tartışmadır ancak şu anda öncelikli olan neoliberalizmin emekçiler üzerinde yarattığı tahribatı acilen tedavi edecek ve servetin yeniden
dağıtımını ana gündem haline getirecek bir mücadele programının inşasıdır. Egemen sınıfların servetini yeniden dağıtma iddiasını görünür kılan bir sol, prekaryalaşmanın hızla devam ettiği koşullara güvence ekonomisi politikalarıyla yüklenen bir sol fark yaratır ve sınıfın örgütlenmesinin önünü açabilir. Bu taleplerin ilk bakıştaki basitliği ve albenisizliği kimseye burun kıvırtmamalıdır. Servetin yeniden dağıtılmasını ve güvence toplumunun inşa edilmesi taleplerini birkaç sosyalistin kuruntusu olmaktan çıkarıp emekçilerin ve alt orta sınıfların ciddi olarak sahiplendiği talepleri haline getirebilirsek sadece ülkemizde faşizmin ezilmesi anlamında değil dünyada da yeni bir sayfanın açılması noktasında önemli katkılar sunabiliriz.
Kaynakça Marx, K. (1990) Kapital 1. Cilt, çev: A. Bilgi, Ankara: Sol Polanyi, K. (2000) Büyük Dönüşüm- Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri, çev. A. Buğra, İstanbul: İletişim Srnicek, N. Williams, A. (2017) Geleceği İcat Etmek, Postkapitalizm ve Çalışmanın Olmadığı bir Dünya, çev: A.E. Sabancı, Ankara: Deli Dolu Standing, G. (2007) “Labor Recommodification in the Global Transformation”, Reading Karl Polanyi For the Twenty First Century- Market Economy as a political project içinde A. Buğra ve K. Ağartan (der.) New York: Palgrave Standing, G. (2017) Basic Income: And how we can make it happen, London: Penguin
KAPİTALİZMİN SINIRLARI VE YENİ BİR MÜCADELE DALGASI Mehmet YILMAZER
23 üstüne çökmekte olan kabusu belli ölçüde dağıtmaktadır. Bu dalga hangi noktalara yükselebilecek, ömrü ne kadar olacaktır? Bunları kestirmek çok zor olsa da, Duvar’ın yıkılışı sonrası hareketlerin niteliğini kısaca hatırlamakta yarar vardır. Şili’de büyük gösteride taşınan bir pankart günümüz gerçekliğini çok iyi özetliyordu: “Neoliberalizm Şili’de doğdu ve Şili’de ölecek!” (*) Son gösteri çok görkemli olsa da neoliberalizme karşı yıllardır yapılan gösterilerden birisidir, belki en büyüğüdür, ancak onun ölümünü hazırlayabilecek midir? Bundan önce neoliberalizme karşı iki büyük dalga daha yaşanmıştı. İlki yine Latin Amerika’da patlamıştı. 1989 yılındaki Venezüela başkentinde Caracaso isyanı ve devletin katliam ölçüsünde müdahalesi Bolivar devrimlerinin yolunu açmıştır. Diğeri 2000 yıllındaki, bir yıla yakın süren Arjantin isyanıdır. Otoyol işgalleri ve işsiz işçilerin örgütlü yapısıyla öne çıktığı bir mücadele olarak hafızalarda yer etti. Yine bu isyandan bir kaç yüz işgal fabrikası geriye kalmıştır; bir kısmı hala yaşıyor. Bu dönem en büyük isyanlar Venezüela ve Bolivya’da yaşanmıştı. Bu ülkelerde ikili iktidar yapıları ve “21. yy. Sosyalizmi” hedefinin ortaya çıkmasıyla Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra en etkili ve içerikli mücadele alanları oldular. Bu dalga Ekvador’a, kısmen Brezilya’ya da genişledi. Latin Amerika’da “kıtasal devrime” doğru gelişmeler yaşandı. Diğer büyük dalga 2008 ekonomik krizinden sonra kıta Avrupa’sında ve
KAPİTALİZMİN SINIRLARI VE YENİ BİR MÜCADELE DALGASI
Berlin duvarının yıkılışının üzerinden tam otuz yıl geçti. Trump ve ardından Brezilya’da Bolsonaro’nun, o yetmiyormuş gibi İngiltere’de B. Johnson’un iktidara gelmesiyle epeydir dünyada popülizmin veya yeni faşizmin yükselişini konuşur hale gelmiştik. Yeni faşizmin pervasızlıkları hem akıl dışı duruyordu, hem de ürkütücüydü. Önce Irak’ta bir ayaklanma patlak verdi, ardından Mısır’da Sisi’ye karşı bir gösteri gerçekleşti. Bunlar yeni bir dalganın habercisi olabilir miydi? Tam da böyle oldu. Azerbeycan’da biraz sönük de geçse Aliyev sultanlığına karşı tepkinin yükselmesi önemlidir. Endonezya’da bir aydır gösteriler devam ediyor. En son Ekvador, İspanya (Katalonya), Lübnan ve Şili’de yükselen gösteri dalgası farklı bir döneme girilmekte olduğunu gösteriyor. Şili’de tarihinin en büyük gösterisi gerçekleşti. Bir buçuk milyona yakın insan sokaklardaydı. Basına çok yansımasa da bu arada ABD’de otomobiv sanayi işçileri ve öğretmenler sokağa çıktılar. Ekvador’da Lenin Moreno, IMF’nin kölesi olup 21. yüzyıl sosyalizminin verdiklerini geri almaya kalkınca başkent Quito’yu terketmek zorunda kaldı. Şimdi yerli hareketi tüm Ekvador’a “halk meclisleri” kurulması için çağrı yaptı. Lübnan’da iktidar uzlaşma yolları arıyor. Şili’de günlerdir süren öfke göklere çıkmış durumda, bakalım yeryüzüne nasıl inecek? Trump’ın seçilmesiyle son beş altı yıldır yükselen yeni faşist harekete tam bir cevap olan son halk gösterileri dünyanın
Neoliberal isyanlara karşı Latin Amerika’da yükselen 21. yüzyıl sosyalizmi ve Kıta Avrupası’nda Syriza benzeri hareketler açık, güven verici başarılar kazanamayınca araya “popülizm” girmiş, bu başarısızlıkların zemininde yükselmiştir.
24 KAPİTALİZMİN SINIRLARI VE YENİ BİR MÜCADELE DALGASI
Amerika’da yaşandı. Bir bakıma neo-liberalizmin kâbeleri olan bu ülkelerde isyan patlak vermesi, neo-liberalizmin başından darbe alması anlamına geliyordu. Özellikle Yunanistan, İspanya, İtalya ve Portekiz’de geniş tepkilerin sokağa dökülmesi; aynı zamanda New York’da Wallstreet’in işgali neo-liberalizmin artık önemli bir tıkanma noktasına gelip dayandığını göstermekteydi. Bu arada İstanbul Gezi isyanı ve Arap isyanları dünyada 2008 krizinin tetiklediği büyük dalgaya dâhil oldular. İkinci büyük dalga da dünyada önemli değişimlere yol açamayınca ardından “popülizm” ya da yeni faşizm dalgası araya girdi. Bu dalganın zirvesini Trump ve Bolsonaro temsil ettiler. Ancak aradan beş altı yıl geçmeden dünyanın hemen her bölgesine yayılan yeni bir isyan dalgası neo-liberalizmin yarattığı yoksulluğa karşı patlak verdi. Yaşanan dalga öncekilerden farklı özellikler taşıyor mu? Öncekilerin alın yazısının tekrarlanmaması için neler gerekiyor? İlk görünüşte öncekilere göre daha büyük yaygınlığı dışında belirgin bir fark görünmüyor. Görünenden öteye gitmeye çalışırsak neler söylenebilir? İlk iki isyan dalgası sırasında neoliberalizm bugünkü ölçüde yıpranmamıştı. 2008 krizinden sonra piyasaya büyük paraların sürülmesiyle, yaklaşık 9 trilyon dolar, yapılan kurtarma operasyonları da bir sonuç yaratmamıştır. Daha doğrusu yarattığı en önemli sonuç, para bolluğundan uluslararası finans sisteminin “sıfır” veya “eksi” faize geçmek zorunda kalması
olmuştu. Bugün neoliberalizm bir sermaye birikim sistemi olarak ömrünü doldurmuştur. Sermaye cephesinden bakınca böyle görünüyor. Geniş çalışan kitleler açısından, sosyalist sistemin günahlarının yarattığı bilinç kararması nedeniyle “neoliberalizm veya küreselleşme bir çözüm mü?” sorusu kafalarda dolaşıp duruyordu. Bugün artık yaşanan sosyal yıkım büyük ölçüde bu soruları süpürmüştür. İkinci olarak, neoliberalizmin siyasal yapısı başlardaki görüntüsünden tamamıyla kopmuş, demokrasiyle bağlarının pamuk ipliğine bağlı olduğu görülmüştür. Ayrıca merkezinde kuralsızlaştırma duran neoliberal uygulamalar sonunda kapitalist anayurtlarda bile “kurulu düzen”i (establishment) deforme etmiş, keyfilik sıradanlaşmıştır. Gelişmekte olan ülkelerde keyfilik zaten gündelik yaşanan bir olguydu, ancak bugün artık “düzen”leriyle övünen Batı dünyasında bile keyfilik artmaktadır. En göz önünde olan Trump ve Beyaz Saraydır. Üçüncü olarak, neoliberal isyanlara karşı Latin Amerika’da yükselen 21. yüzyıl sosyalizmi ve Kıta Avrupası’nda Syriza benzeri hareketler açık, güven verici başarılar kazanamayınca araya “popülizm” girmiş, bu başarısızlıkların zemininde yükselmiştir. Ancak yeni faşizmin verebileceği hiçbir umudun olmadığı çok kısa sürede ortaya çıkınca hayal kırıklıklarının ardından yeni arayışlar başlamıştır. Dördüncü olarak, 21. yüzyıl sosyalizmi bir çekim gücü henüz kazanmasa da, başta ABD’nin tüm saldırılarına karşı direnme yeteneği olduğunu kanıtlamıştır. Bilindiği gibi Duvar yıkıldıktan sonra gelişen
diren bir ideolojik zemin veya siyasal bir program henüz bir çekim gücü kazanmamıştır. Bilindiği gibi önce kafalarda kazanılamamış hedef ve zaferler pratikte kendiliğinden veya rastlantıyla kazanılamaz. Sınıflar mücadelesi tarihinde böyle bir örnek yoktur. Uzun süredir düşünce ve eylem arasında veya stratejik deyimlerle konuşursak, objektif ve subjektif koşullar arasında derin bir kopma yaşanmaktadır. Aradaki çatlak veya uçurum henüz kapanmamıştır. Bu çatlağın açılmasında bilindiği gibi iki temel neden vardır. Birisi Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla yaşananlardır. Dünya çalışanları ve halkları için eksikleriyle birlikte bir kutup yıldızı görevi gören sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte ortaya muazzam bir teorik ve pratik boşluk çıkmıştır. Zaten bu toz duman arasında ortalığı postmodernizm kaplamıştı. Sosyalizm ideoloji ve siyasal program olarak büyük bir güç ve itibar kaybına uğradı. Günümüzde bu yolda bazı olumlu gelişmeler olsa bile henüz büyük çatlağı kapatacak ölçüde bir gelişme yaşanmamıştır. Bu yolda yürümenin bir yanı yaşanmış deneylerden yetkin ve cesur sonuçlar çıkartmakla mümkündür. Bu yolda henüz kitleleri ikna eden güçlü dersler çıkartılamamıştır. Ya da pratik gidişten böyle bir sonuç çıkartmak mümkündür. Bugün bu konuda ortam daha verimli görünüyor. Çünkü sosyalizmin duvarın yıkıntıları altında kaldığı yıllarda karşısında “küreselleşme” ve “tarihin sonu” parolalarıyla kapitalizm güçlü bir alternatif olarak görünüyordu. Şimdiyse kapitalizmin bu hedefleri çökmüş durumdadır. Bu nedenle insanlık için kapitalizm dışında, eski deneylerden de yararlanarak yeni yollar bulmak bugün çok daha güçlü olasılıktır. Büyük çatlağın içine kapitalizmin hurdaya dönmüş molozları yığılarak aradaki uçurum kısmen kapanmıştır. Ancak hala alınacak yol var.
25 KAPİTALİZMİN SINIRLARI VE YENİ BİR MÜCADELE DALGASI
geniş ve güçlü “anti-küresel hareketler”in o dönem çok parlayan parolası “başka bir dünya mümkün!”dü. Buna karşılık neoliberalizmin o dönem liderlerinin ağızından da TİNA, neo-liberalizmin tek yol olması anlamında “başka alternatif yok” parolası düşmüyordu. Aradan geçen otuz yıl neoliberalizmin insanlık için “alternatif ” olmadığını tersine yıkım olduğunu kanıtladı. Ancak insanlık için hala nasıl başka bir dünyanın mümkün olacağı, düşüncede ve pratikte bir yoğunluk, çekim gücü kazanmadı. Bugünü dünden ayıran bir özellik gelecek arayışlarının belli ölçüde artmasıdır. Bunun belki en ilginç kanıtlarından birisi Amerikan gençliği içinde sosyalizme yönelişlerin ciddi bir şekilde yükselmesidir. Bu parelel bir şekilde İngiltere’de de gelişiyor. Duvarın çöktüğü, ortalığı postmodernist sis bulutlarının kapladığı günlerde özellikle genç kuşaklarda bir ufuk kopması yaşanmıştır. Geleceği kurgulamanın anlamsız olduğunun çok yoğun savunulduğu günlerden geçildi. Bugünlerden artık çıkılıyor. Ancak hala “nasıl bir dünya?” sorusunun cevabı verilmemiştir. Fakat dün postmodernizmin yarattığı bilinç kararmasıyla geleceğe bakmanın bile anlamsız olduğu düşünülürken, artık kesinlikle geleceği kurgulamanın gerekli olduğu bilincine varılmıştır. Ancak nasıl bir gelecek? Ve hangi yollardan bu geleceğe yaklaşmak gerekiyor? Bu konular hemen her hareketin gündeminde bir hayalet gibi dolaşıyor, fakat henüz yoğun bir yapıya bürünmüyor. “Katı olan herşeyin buharlaştığı bir dünyadan”, geleceğin basamaklarını tasarım ve eylem gücüyle tırmanmanın zamanı gelmiştir. Dünya “popülizm” dalgasından sonra, onun yarattığı karamsarlığı süpüren bir öfke dalgasıyla sarsılıyor. Fakat sorulan sorular yine aynıdır. Büyük gösterilere rağmen iki önemli eksiklik giderilmiş değildir. Yoksul ve öfkeli kitleleri yönlen-
26 KAPİTALİZMİN SINIRLARI VE YENİ BİR MÜCADELE DALGASI
Teori ve pratik arasındaki kopmayı büyüten sadece Sosyalist sistemin yıkılması değildir. En az onun kadar önemli olan kapitalizmde son otuz yılda yaşanan yapısal değişimlerdir. Yazının konusu açısından önemli pek çok değişimin içinden birisini öne çıkartmak gerekiyor; o da işçi sınıfının üretimdeki ve toplumsal yaşamdaki yerinin köklü bir değişime uğramış olmasıdır. 19 ve 20. yüzyıldaki sınıflar mücadelesi ile 21. yüzyıldaki arasında en kaba bakışta bile göze çarpan önemli farklar vardır. Marks, Komünist Manifestoyu yazarken ve sosyalizmin programı üzerine tartışırken Avrupa’da çok yoğun ve yaygın işçi sınıfı hareketleri vardı. Kıta Avrupa’sı isyan ve devrimlerle büyük bir kabuk değişiminin sancılarını yaşıyordu. Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve kapitalizmdeki yapısal değişim üst üste düşünce son otuz yıldır sanki sınıf mücadeleleri görünmez hale gelmiştir. Sosyalizm basit bir iyi niyet değil, bir sınıfa dayanan ideoloji ve programdır. 21. yüzyılda büyük kitlesel kalkışmalar ve mücadeleler olsa da, bir sınıfa tutunan, onun örgütlü yapısını güçlendiren gelişmeler yaşanmadı. Büyük parlamalar halinde ortaya çıkan yığın gösterileri ve mücadeleleri hemen aynı hızla söndü. Güçlü örgütlenmeler yaratamayan kalkışmalar ortaya bir kısır döngü çıkarttı. Ne sosyalizmin ideolojik zemini güçlendi, ne de büyük yığınları kucaklayan hareketlere rağmen sınıf ve kitle örgütlenmeleri ortaya çıktı. Kapitalizmde yapısal dönüşümün sonucunda işçi sınıfı 19 ve 20. yüzyıldaki adeta düzenli ordu görünümündeki yapısından, parçalı ve sanki gerilla görünümünde bir yapıya dönüştü. İşyerleri küçüldü, hizmet işkolunda yoğunlaşma olduğu için işçi sınıfının üretimdeki konumu ve toplumsal konumlanışı değişik bir niteliğe büründü.
Öte yandan, özellikle üçüncü dünya kapitalizminde işçi sınıfının etrafı adeta geniş bir işsizler denizi ile kuşatıldı. Gündelik, türedi işlerde çalışan, çoğu zaman işsiz olan, büyük varoşlarda konumlanan yoksulluğun bu canlı organizması sınıf mücadelesine yeni özellikler kazandırmaktadır. Eskinin “işçi-köylü ittifakı” kent varoşlarında gerçekleşmektedir. Ancak yoğun işsizlik sınıf mücadelesini aynı zamanda felçli hale getirmektedir. Üçüncü dünyada bir işte çalışmak adeta imtiyazlı olmakla eş duruma gelmiştir. Bir grev veya direniş geniş işsizlik denizinin ortasında gerçekleştiği için baştan bu denizde boğulma korkusu ile kuşatılmaktadır. Sınıftaki parçalanma, günümüz kapitalizminin bir özelliği olarak kafa emeğinin yaygınlık ve yeni nitelikler kazanması ile öte yandan geniş güvencesiz “prekarya” kitlesi arasında derinleşmektedir. Eskinin homojen yapılı işçi sınıfı şimdi çeşitli renklere bürünmüştür. Bunların davranış, örgütlenme farklılıkları mücadelenin yükseltilmesinde büyük zorluklar yaratmaktadır. Daha doğrusu düşünce, davranış ve örgüt biçimleri eski homojen sınıf yapısına göre şekillendiği için yeni renklere göre yaratıcı yollar ve örgütlenmeler henüz yeterince ortaya çıkmamıştır. Sonuç olarak, sosyalizmin yıkılışı ve kapitalizmde yapısal değişimin özellikle düşüncelerde yarattığı büyük sarsılma henüz yeni bir siyasal program ve stratejiye evrimleşmemiştir.
Kapitalizmin Sınırları Neoliberalizme karşı yükselen üçüncü dalgadan hemen önce dünyada Greta Thunberg’in başını çektiği iklim değişimi konusunda önemli bir hareket yükseldi. Bu hareket kapitalist merkezlerde Yeşil hareketlere büyük bir güç verdi. En son İsviçre seçimlerinde Yeşil Hareketler önemli bir sıçrama yaptılar. Dünyadaki genel gidişe bakıldığında
“Kapitalist üretim sisteminin değer (değişim değeri) üretme kapasitesinin metaların üretimi için işe koşulan emek güçleri toplamıyla sınırlı olduğunu varsayarsak, proleterleşmenin nüfus açısından sınırına dayandığı bir dünyada, üretilebilir değer kitlesinin de sınırına gelinmiş olur ve kapitalizm hızla nihai çöküşüne ilerler” (Ferda Koç, sen.org. Dizi VI) 1980’lerden beri küreselleşme ve neoliberalizm dalgasıyla dünyada gerçekten yeni ve yaygın bir proleterleşme yaşandı. Andre Gorz’un proletaryaya “elveda” etmeye çalıştığı bu zamanda, insanlık tarihinde yaşanmış en yaygın proleterleşme gerçekleşti. Latin Amerika’da nüfusun yüzde 80’i artık kentlerde yaşıyor. Türkiye’de de bu süreçte kırlarda yaşayanlar yüzde 35’e kadar geriledi. Ancak bu gelişmeler kapitalizmin proleterleşme sürecinde bir sınıra geldiğini gösteriyor mu? Afrika’yı bir kenara bıraksak bile güney Asya hala kırlarda yaygın bir nüfusu barındırıyor. Hindistan, Çin, Nepal, Bangladeş, Pakistan kırlarda yaygın bir nüfusa sahiptir. Ancak yazarın dediğini, proleterleşmenin sınırına dayanıldığını varsaysak bile, “üretilebilir değer kitlesinin sınırına gelinmiş olur” mu? Değişim değeri üretimi sadece işçi sayısına bağlı değildir; gelişen üretim teknikleriyle aynı sayıda işçi çok daha fazla değişim değeri üretebilir. Kapitalizmde 18. yüzyılın sonlarında aletlerden makinalara geçilmesiyle sürekli olarak yaşanan budur. Teorik ve teknik olarak kapitalizmde değer üretiminin bir sınırı yoktur. Dolayısıyla kapitalizmde “üretilebilir değer kitlesinin sınırına gelmek” diye bir şey olamaz. Ancak teknik gelişimin, yani üretimde cansız emeğin payının artması sermayenin organik bileşimini yükselttiği için kar oranlarında gerileme eğilimi ortaya çıkar. Bu gerçeklik burjuvazi üzerinde sürekli bir baskı yaratır. Her çözümlediğinde sorun bir başka
27 KAPİTALİZMİN SINIRLARI VE YENİ BİR MÜCADELE DALGASI
bazı konular epey zamandır öne çıkıyor. İlki, küreselleşme ile birlikte ortaya çıkan dünyadaki zengin yoksul uçurumunun görülmedik seviyelere varmasıdır. Neoliberalizmin pervasızlığı dünyadaki yoksullaşmayı “tehlikeli” noktalara sürükledi. Bu konu zenginliği ve mülkiyeti belli ölçülerde tartışılır hale getirdi. İkinci konu, iklim değişiminin insanlığı sürüklediği gelecekle ilgili yaygın bir bilincin oluşmakta olduğu ve buna karşı bir hareketin yükselmesidir. Üçüncü konu, on yıldır kapitalizmin içinden çıkamadığı ekonomik krizdir. Bu aynı zamanda son otuz yılın ekonomik modeli olan neoliberalizmin iflası anlamına gelmektedir. Bu ortam büyük güçler arası gerilimi yükseltmekte, keyfiliği arttırmakta, toplumsal çürümeyi derinleştirmektedir. Tabloyu eksik bırakmamak için bütün bunların bilim ve tekniğin fırtınalı gelişimiyle birlikte yaşanmakta olduğunu vurgulamak gerekiyor. En son ABD ve Çin arasındaki Huawei savaşının yüksek tekniğin kimin tekelinde kalacağı üzerine bir savaş olduğunu artık bütün dünya biliyor. Özellikle yapay zeka üzerinde yoğunlaşan araştırma ve rekabet dünyadaki güçler dengesini etkileyecek yanlara sahiptir. Kapitalizm bir yandan derin tıkanmalar içinde görünüyor; öte yandan fırtınalı teknik gelişmelerin de hızı kesilmiyor, bu çelişkili gidiş nelere yol açıyor ve ne anlama geliyor? Buradan hareketle son dönemlerde “robotların yükselişi” , “kapitalizm sonrası” ve “kapitalizmin sonu” konuları tartışılırken, onun sınırlarına dayandığı değerlendirmeleri yapılıyor. Son isyanlar ve kapitalizmin yaşadığı yapısal değişimler onun sınırlarına dayandığının işareti midir? Bu sınırlar neler olabilir? Kapitalizm “rakipsiz” kaldığı bir zamanda en önemli krizlerinden birisini yaşıyor. Bunun özel bir anlamı var mıdır? Sınırlarla ilgili bazı önemli görüşleri değerlendirmek yersiz olmaz.
28 KAPİTALİZMİN SINIRLARI VE YENİ BİR MÜCADELE DALGASI
yoldan tekrar karşısına çıkar. Proleterleşmenin sınırına gelinse bile kapitalizm üretim tekniklerini ve tarzını geliştirerek değişim değeri üretimini arttırabilir. Hatta bu konuda sonsuz bir kapasitesi vardır. Sorun burada değildir. Üretilen değişim değerinin pazarda gerçekleşmesinin bir sınırı vardır. Bunlar kendini bunalımlar olarak ortaya koyar ve “aşırı üretim” kriz sırasında pazarda değersizleşir. Ancak her “değersizleşme” kapitalizmin yeni bir hız alması için fırsattır da… Bu tez bir yanıyla Rosa Lüxemburg’un “kapitalizm ancak kendinden önceki üretim biçimlerini sömürerek var olabilir” görüşüne benziyor. Kapitalizmde pazar, yani değişim değerinin gerçekleştiği alan sadece yatay değil, derinlemesine de gelişir. Proleterleşmenin sınırına gelinse bile, değer üretiminin sınırına gelinmiş olmaz. Metalarda canlı emeğin payı azalır, ancak üretilen değişim değeri artmaya devam eder. Kapitalizmin ancak, üretici güçler ile üretim ilişkileri arasında “devrimler çağını” açacak ölçüde bir çatışmanın başlamasıyla çöküşe doğru gider. İnsanlık belki proleterleşmenin bir sınırına gelebilir, ancak bu değişim değeri üretiminin de sınırına gelindiği anlamına gelmiyor. Dolayısıyla proleterleşmenin sınırına gelinmesi kapitalist sistem için bir sınır değildir. ***** “Robotlu üretim çağı, emeğin toplumsal üretici gücünün özgül gelişmişlik derecesinin, artık kar için üretim yapılmasını imkânsız kılacak derecede yükseldiği bir çağdır. Yani, artık emeğin toplumsal üretici gücü, kapitalist üretimin tarihsel koşullarını ortadan kaldıracak derecede gelişmiştir. Daha sade bir ifadeyle robot teknolojisi kapitalizmle bağdaşmaz.” “Bu durum, kapitalistlerin, insanlığın
önüne bolluk toplumu imkanını çıkartan robot teknolojisini üretime uygulama konusundaki ilgisizliğini de açıklar.” “mali sermaye ülkelerinin (başta ABD) robotlu üretime geçerek üretken tözü yeniden ellerine alma yönelimine girmeleri ihtimalini hiç de yadsımıyoruz. Ne var ki bu onlara artı değer üretme gücü sağlamayacaktır.” (Alp Altınörs, İmkansız Sermaye, s.91,92) Günümüzde en çok tartışılan konulardan birisi robotlardır. İşçi sınıfı açısından hangi işlerin robotlarca ele geçirileceği merak konusudur; kapitalist sistem açısından robotlar baş edilemeyecek bir fazla nüfus yaratırsa ne olacaktır? “Bu anlamda robotlar kapitalizmin gelişiminde bir sınır olur mu?” sorusu yersiz değildir. “Makinalar artı değer üretmez” tespitinden hareketle kapitalizm ile sürekli gelişen üretim teknikleri arasında kapatılamaz bir uçurum olduğu ileri sürülür. Evet, makinalar artı değer üretmez, üretime sadece kendi değerlerini katarlar. Ancak bütün bir üretim süreci dikkate alındığında hiç bir makine insansız çalışamaz. Oto sanayinde, neredeyse tüm otomobili yapan devasa robotlar insansız mı çalışıyor? Üretim sürecinin tümü düşünüldüğünde hayır! Metanın tasarımı, dizaynı ve robotlarla yürütülen üretimin denetimi insan emeği tarafından yapılmaktadır. Bütün üretim sürecinde bir artı değer yaratılır, ancak bunlar canlı emekten gelir. En gelişmiş teknikle çalışan robotlardan değil. Bugün tüm oto sanayi robotlarla üretim yapmaktadır. Kapitalizmin en büyük sanayi kolu olan oto sanayi artı değer üretmese niye üretime devam etsin? “Robotlu üretim çağı, emeğin toplumsal üretici gücünün özgül gelişmişlik derecesinin, artık kar için üretim yapılmasını imkansız kılacak derecede yükseldiği bir çağdır.” Bu cümleden artık kar için üretimin neden imkânsız hale geldiği yeterince
geçici bir “ek kar” sağlar. Üretim tekniği yaygınlaştıkça bu ek kar yok olur. Ancak bu rekabet bitmez. Robotlar da, üretim tekniğinde yenilik olduğu için artı değer değil ama ek kar yaratırlar. Tekniğin patentlerle tekelini elinde tutabilenler, pazarda egemen olur. Rekabetle ek kar zamanla erise de, tüm üretim sistemi dikkate alındığında artı değer üretimi devam eder. Ancak dünün makinalarıyla bugü-
Artı değer yaratma konusunda buharlı makine günlerinden beri kapitalizmin derdi hep aynıdır. Hiçbir makina artı değer yaratmadığına, üretime sadece kendi değerini kattığına, üstelik makinalaşma sürekli arttığına göre devasa sermaye birikimleri nereden gelmiştir? bir hızla geliştirmeye devam ediyor. Neden robot teknolojisi kapitalizmle bağdaşmasın! Kapitalizmle bağdaşmaması için sermaye birikim sürecinde hiç bir role sahip olmaması gerekiyor. Ya da başka bir deyişle “artı değer üretme” sürecinde hiç bir rolü olmamalıdır. Artı değer yaratma konusunda buharlı makine günlerinden beri kapitalizmin derdi hep aynıdır. Hiçbir makina artı değer yaratmadığına, üretime sadece kendi değerini kattığına, üstelik makinalaşma sürekli arttığına göre devasa sermaye birikimleri nereden gelmiştir? Robotlarla, daha önceki makinalar arasında kapitalimin üretim yapısı açısından bir fark yoktur. İlk otomatik tekstil tezgâhları çıktığında önceleri her tezgâhta bir işçi dururken 20-30 tezgâha bir işçi bakar hale gelmiştir. Otomatik tezgâhlar o günlerin ilk robotlarıydı. Bugünün robotları biraz da çok fantastik hale getirildiği için üretim sürecinin karakteri gözlerden kaçar hale geldi. Üretimde her yenilik, bilindiği gibi maliyetleri düşürdüğü için pazardaki etki alanını arttırır. Bu da kapitaliste
nün robotları arasında bazı farklar vardır. Günümüzde teknik gelişimin hızı çok artmıştır. Fabrika kapitalizmi yıllarında üretim tekniklerinin değişim devresi 2025 yıl arasındaydı; bugün bu devre 5-6 yıla kadar düşmüştür. Bunun kapitalist üretim yapısına köklü etkileri olmaktadır. En önemlisi, yeni tekniğin yok ettiği işlerin yerini farklı biçimlerde yeni iş alanları alamıyor. Bu durum toplumsal yapıda gerilim, güvensizlik gibi sosyal etkiler yaratıyor. Teknik değişimin hızı ile yeni iş alanlarının yaratılma hızı arasında bir uçurum ortaya çıkıyor. Kapitalizmin bu uçuruma düşüp düşmeyeceğini söylemek zordur. İkinci önemli fark, teknik yeniliğin hızı kütlesel üretimden çok çeşitli “hücre üretimine” geçişi yarattı. Malların üretim maliyetini ucuzlatmanın yanında, günümüz kapitalist pazarının en önemli özelliği sürekli yeni meta yaratımıdır. Bir bakıma kitlesel meta üretiminden meta yaratımına geçildi. Bu da meta içinde tasarım, yenilik, dizayn ve mühendislik uygulamalarının payını arttırmaktadır.
29 KAPİTALİZMİN SINIRLARI VE YENİ BİR MÜCADELE DALGASI
anlaşılmıyor. Ancak şu cümle yeterince açıktır: “Daha sade bir ifadeyle robot teknolojisi kapitalizmle bağdaşmaz” Neden? Bunun cevabı basit bir analoji olamaz. “En az buharlı makinenin feodal Ortaçağ’la bağdaşmaması kadar açık bir gerçektir bu.” (a.y. s. 91) Buharlı makineyi feodalizm yaratmadı, ancak robotları, robotların bir başka türü olan yapay zekayı, yani “öğrenebilen makineleri” kapitalizm yarattı ve delice
30 KAPİTALİZMİN SINIRLARI VE YENİ BİR MÜCADELE DALGASI
Bunları insanlık henüz robotlara kaptırmamıştır. O nedenle meta içinde yaratıcı emeğin payı artmaktadır. Böylece, robotlar değil ama yaratıcı emek artı değer üretiminde öne çıkmakta, böylece kapitalizm için artı değer üretimden yoksun kalmak gibi bir tehlike şimdilik ufukta yer almamaktadır. Artı değer üreten emeğin niteliği değişmektedir. Öte yandan, “kapitalistler, insanlığın önüne bolluk toplumu imkanını çıkartan robot teknolojisini üretime uygulama konusunda… ilgisiz” midirler? 1970’li yıllarda üretimde 1000 kadar robot vardı; 2014 yılında robot sayısı 1.6 milyona çıkmıştır. “2019’da 2.6 milyona çıkacağı ön görülmektedir.” (Mahir Sayın, Yaşayan Marksizm, sayı:4) Bu rakamlar ilgisizliği mi kanıtlıyor; yoksa nefes nefese bir rekabeti mi? En son Huawei üzerine ABD ve Çin arasında kopan “savaş” “robotlara ilginin” açık bir kanıtıdır. Bugün “master algoritma” veya yapay zekâ, robotların aldığı en yüksek biçimdir. Bu konuda Google, Facebook, Amazon, Microsoft ve Baido, Alibaba, Tencent arasında soluk kesen bir rekabet vardır. ( Kai-Fu Lee, AI-Super Powers, s.115) Bu devlerin ilk dördü ABD’li, son üçü Çin kökenlidir. Bir Google yöneticisinin tespitine göre Çin, yakında Amerikan devlerini yakalayacaktır. Kapitalizmin robotlara ilgisiz olduğuna ve robotların kapitalizmle bağdaşmayacağına dair ortada henüz bir kanıt yoktur. Büyük sosyal çelişkileri ve gerilimleri yaratmakta olduğu açıktır. Ancak 18. yüzyılın sonlarında makinaların üretim aletlerinin yerini almasıyla başlayan makina kırıcılar hareketi işçi sınıfı tarihinde önemli bir yer tutar. Kapitalizm bu büyük sancıyı aşmıştır. Sonuç işçilerin nitelik kaybı ve fordizmin basit bir parçası haline gelmesi olmuştur. Ancak bu büyük değişim aynı zamanda güçlü sınıf hareketi de yaratmış, bu büyük işçi hareketi sonunda
fordizmin tükenişini getirmiştir. Günümüz kapitalizminde robotlar aynı zamanda yeni üretim tekniklerini ve yeni meslekleri yaratarak işçi sınıfının belli bir bölümünün yeniden nitelik kazanmasına yol açıyor. Bu nitelik kazanan işçi sınıfının tavrı hem robotların hem de kapitalizmin geleceğini belirleyecek güçlerden birisi olacaktır. Bir başka deyişle geleceğin sınıflar mücadelesinin kazanacağı bilinç ve güç, hem yapısı değişmiş bir sınıf hem de düzeni çöküşe götürecek mücadele biçimleri yaratacaktır. ***** Günümüz kapitalizminde “bilgi” özel bir yere sahiptir. Son kırk yıldır “Fabrika kapitalizminden bilgi-hizmet kapitalizmine” geçiş yaşanmaktadır. Bu gerçeklik doğal olarak bilginin üretimdeki rolünün tartışılmasına neden oluyor. Bir tartışma noktası maliyet üzerinedir: “Marx’ın saptaması, günümüzde, tarihsel bir eğilim olmanın ötesine geçmiş, sermaye birikiminin yalın, açık ve egemen gerçekliği haline gelmiştir. Güncel kapitalizmde, bilimsel ya da zihinsel emekle üretilen metaların çok önemli bir bölümünün, diyelim bir ilaç formülünün, bir laboratuar deneyinin, bir gemi planının, kitap ya da makalenin vb. elektronik-dijital ortamda çoğaltılma maliyeti sıfırdır.” (Haluk Yurtsever, İleri Haber, Bilişim Çağında Toplumsal Devrim, 12.11.18) “Bir bilginin elektronik-dijital ortamda çoğaltılmasının maliyeti sıfırdır.” Teknik olarak böyledir, ancak bilgiye ulaşmak hiç kolay değildir. Ayrıca patentlenmişse kullanımı da kutsal özel mülkiyetin iznine tabidir. Öte yandan, üretim sistemi içinde düşünüldüğünde yaratılan bilginin o sisteme bir maliyeti vardır. Onun kopyalanmasının maliyetinin sıfır olması bu gerçekliği değiştirmez.
31 KAPİTALİZMİN SINIRLARI VE YENİ BİR MÜCADELE DALGASI
Bir diğer tartışma konusu bilgi üretiminin değerinin ölçülmesiyle ilgilidir. “Bir metanın değeri, onu üretmek için gerekli toplumsal emek zamanı ile ölçülemiyorsa meta olmaktan çıkıyor, başka bir deyişle genel üretici gücün toplumsal zenginliğin yeniden üretiminde oynadığı rol oranında, kapitalist üretimi düzenleyen temel yasa -değer yasası- da işlevini yitiriyor demektir. Kapitalizmin sürmekte olan krizine “sistem” boyutu kazandıran olgu budur.” (a.y.) İtalyan otonomcuları Hard ve Negri’nin öne sürdüğü bu görüş doğru değildir. Metanın değer ölçümü fordizm koşullarında çok basit ve görünür haldeydi. Akar banttaki zaman tek ölçüydü. Bilginin üretiminde de yine zaman ölçüdür. Bir laboratuvarda belli bir araştırma sonrasında ortaya çıkan bir buluşun (bilgi) değeri ona harcanan emek zamanı kadardır. Fakat bu emek akar banttaki gibi tek düze değil, aynı zamanda bir ekip çalışmasıdır. Ancak “buluşun” pazarda gerçekleşmesi değişim değerini somut hale getirir. Pazarda gerçekleşmez ise o “buluş” boşa gider. Kapitalizmde böyle gerçekleşmeyen ama emek harcanmış binlerce buluş (bilgi) vardır. “Yaratıcı emeğin” üretiminin ölçülmesi sorun gibi görünse de biraz daha karmaşık olmakla birlikte harcanan emek zamanı ile ölçülebilir. Zaten kapitalist üretim sistemi içinde de günümüzde böyle işliyor. Bu gerçeklikten dolayı kapitalizmin meta değerinin ölçülmesi anlamında bir “sistem krizi” yoktur. “Tanımlamaya çalıştığımız, emek ürünlerinin bilgi içeriğinin fiziksel içeriğinden daha değerli, nesne ve araçların daha “akıllı”, insan gereksinmelerinin bol ve ucuz üretilmesinin olanaklı hale geldiği bir tarih çağında, sermayenin bu ürünleri “meta” olarak tekelinde tutması bir noktadan sonra olanaksızdır. “Özetle, bilginin, bilimin, zihinsel eme-
32 KAPİTALİZMİN SINIRLARI VE YENİ BİR MÜCADELE DALGASI
ğin üretimin başat öğesi haline gelmesi sermaye birikimi açısından bir sınır oluşturuyor.” (a.y.) Sermayenin bilgi içerikli metaları tekelinde tutması hangi noktadan sonra olanaksız hale gelecektir? Bugün sistem bilgiyi tekelinde tutmayı rahatlıkla başarıyor. Elbette Amerika’nın Çin’i “bilgi hırsızlığı”yla suçlaması biliniyor. Trump’a inanacak olsak Huawei savaşı da buradan çıktı. Ancak kapitalizmin tarihi açısında bu yeni bir olgu değildir. Neredeyse tarihi kadar eskidir. “Bilginin üretimin başat öğesi haline gelmesi” nasıl “sermaye birikimi açısından bir sınır oluştur”maktadır? Günümüz kapitalizminde genç girişimcilerin bilişim dünyasında buluşlar yapıp çok kısa sürede büyük sermaye birikimleri yaptıkları biliniyor. Ancak bu süreç sonra farklı bir yola girmiştir. Büyük sermaye bu genç girişimcilerin cılız firmalarını satın alarak bilginin tekelini ellerinde tutmayı başarmıştır. Özel mülkiyet varolduğu müddetçe, bilginin sermaye birikimi açısından bir sınır oluşturması mümkün değildir. Yapay zekâ alanında kopmak üzere olan fırtına biliniyor. Bilindiği gibi, yapay zekânın “yeteneği” ne ölçüde çok bilgiden yararlanabilirse o kadar artıyor. Bu nedenle “Big data”yı elinde tutan ve master algoritmalar geliştirebilen firmaların önünde sermaye birikimi açısından bir engel görünmüyor. Tam tersine zaten sahip oldukları devasa birikimleri daha da büyütecekleri yeterince açıktır. İnsanlık bu muazzam bilgi ve güç tekeline karşı koymadıkça bilgi kendi başına sermaye birikimine bir sınır oluşturamaz. Ancak kapitalist sosyologlar dâhil, bilginin veya yaratıcı emeğin kapitalist sistemle ilişkisinin nasıl gelişeceği konusunda yoğun tartışmalar vardır. Bu konudaki “guru”lardan biri olan Peter Drucker’ın dediği gibi “bu sorunun cevabını henüz bilmiyoruz.”
***** Kapitalizmin sınırlarından ne anlamda söz edilebilir? Bu bir anlamda gelişmenin duvara dayanması gibi bir şeydir. Kapitalizm bugüne kadar önüne çıkan sınırları ötelemeyi becermiştir. En büyüğü Sosyalist sistemin varlığıydı. Feodalizmden kapitalizme geçişi hatırlarsak, feodalizmin ötelemeyi beceremediği iki büyük sınırla karşı karşıya kaldığı söylenebilir. Birisi, topraktır. Feodal sistem toprağa dayalı olduğu için yaygınlaşacak toprak kalmadığında sistem kendi içinde çürümeye başlamıştır. Birinci dünya savaşına büyük ve güçlü imparatorluklar girmiş, ancak savaş sonrası oldukça fazla sayıda ulusal devletler ortaya çıkmıştır. Feodal sınırlar ve bir anlamda pazarlar, yeni üretim biçimine göre parçalanmıştır. İkinci sınır, feodalizmin içinden gelişen kapitalist üretimdir. Önce lonca sistemi dışındaki-o günün feodal kentleri dışındaki-alanlarda atölyeler biçiminde gelişerek, giderek kendi kentlerini yaratmıştır. Sosyal yaşam ve üretim, feodalizmi kemiren bir hız ve güç kazanıştır. Elbette bu gidiş bir doğrusal çizgi olarak kapitalizme varmamış, devrimler bir türlü aşılamayan sınırları havaya uçurmuştur. Kapitalizmin önünde en azından günümüzde böyle sınırlar yoktur. Kapitalizmin tüm dünyaya yaygınlaşması onun için bir sınır meydana getirmez. Yeni ihtiyaçlar yaratarak pazarın derinliğine de gelişebilir. Ancak son yılların en yoğun tartışması ilkim değişimi, yazının son bölümünde ele alacağız, daha genel ele alırsak ekoloji, kapitalist üretim için nasıl bir sınır getirebilir? Enerji ve ham madde kaynaklarının tükenmesi, iklimin insanlığın varoluşunu tehlikeye sokacak ölçüde değişmesi, kapitalizmden öteye bir varoluş krizine dönüşebilir mi? Kapitalizmin içinden sosyalizmin filizlerinin gelişmesi ve onun geleceğini
sınırlaması günümüzün tartışma konularından birisidir. Teorik öngörü, kapitalizmden sosyalizme geçişin ancak iktidarı aldıktan sonra mümkün olacağı, kapitalizmin içinde sosyalist üretim ilişkilerinin gelişmeyeceği biçimindedir. Sosyalist sistemin yıkılışından ve kapitalizmde yaşanan yapısal değişimlerden sonra bu teorik öngörü yeniden ele alınmak zorundadır. İki nedenle, ilki kapita-
Meksika’da Zapatistalar, Brezilya’da Topraksız Köylü Hareketleri veya Venezüela, Bolivya ve Ekvador’daki Bolivar Devrimleri sadece “yukarıdan inşa”dan farklı gelişmelerdir. İkinci neden, kapitalizmde yaşanan yapısal değişimlerdir. Bir yandan, tekelci yapının zirveleşmesi ve kutsal özel mülkiyetin inanılmaz bir yoksullukla birlikte gitmesi, sadece en altta kalanlarda değil,
lizm içinden yeterince sosyalizmin filizleri gelişmediği için mi, sosyalist iktidarlar geriye dönüş yaşamak zorunda kaldılar? Bu soruya cevap olarak “evet” dediğimizde bu mantığın sonu Kautskyvari düşünüş sistemine kadar gider ve 1917 devrimi “erken devrim” olarak nitelenebilir. Ve sosyalizm ancak gelişmiş ülkelerin ufkuna girebilir. Ancak Rus devriminin geri bir kapitalist ülkede gerçekleşmesinin en belirgin sonucu proletarya iktidarının burjuva devriminin yapamadığı işleri de üstlenmek zorunda kalmasıdır. Bu durum sosyalizmin inşasında kaçınılmaz geri dönüşleri, restorasyonları dayatmıştır. Bunlar kavranmadığı ölçüde sistem esnekliğini kaybetmiştir. Proletarya iktidarlarının sosyalizmi inşa ederken zaman zaman restorasyonlarla bir anlamda kapitalizme geri dönüşlerle yüz yüze gelmesi mümkündür. Filizlerin yokluğu, olmayacağını değil, o ülkede kapitalizmin gelişme seviyesini gösterir. Kapitalist üretimin gelişimin, hem burjuvazi hem de toplum için açık çürümeler yarattığı geri ülkelerde uzun süreli ikili iktidar süreçleri yaşanıyor.
emeğin üst basamaklarında yer alan yaratıcı işgücünün arasında da “dayanışmacı”, “özgür”, “açık” alanlar yaratılması sosyalizmin filizleri olarak görülebilir. Kooperatifler bu konuda bugüne kadar en dayanıklı filizler arasında sayılabilir. İspanya’daki Mondragon bu konuda önemli bir örnektir. Hindistan’da farklı bir alanda olsa da SEWA “dayanışma” ekonomisi alanına girer. (Aslıhan Aykaç, Dayanışma Ekonomileri) Ayrıca dünyada 250 milyon insan kooperatifler içinde yer alarak üretim ve paylaşım yapmaktadır. Öte yandan, “dayanışma ekonomi”si olarak isimlendirilen bu yapılar, kapitalizmin krizli günlerinde daha çok yaygınlaşmaktadırlar. Bu konuda özellikle Latin Amerika’da çok zengin örnekler vardır. Bunlar bir olgu olmasına rağmen, kapitalizmin gidişinin bir sınıra dayandığının işaretleri olabilir mi? Feodalizm içinden kapitalizmin gelişmesiyle aynı niteliği ve gücü taşıyor mu? Kapitalizmin kendine karşı bazı gelişmeleri içinde eritme, kendine benzetebilme gibi bir gücü ve yeteneği vardır. Feodal düzende kendi içinde
KAPİTALİZMİN SINIRLARI VE YENİ BİR MÜCADELE DALGASI
Ve sosyalizm ancak gelişmiş ülkelerin ufkuna girebilir. Ancak Rus devriminin geri bir kapitalist ülkede gerçekleşmesinin en belirgin sonucu proletarya iktidarının burjuva devriminin yapamadığı işleri de üstlenmek zorunda kalmasıdır.
33
34 KAPİTALİZMİN SINIRLARI VE YENİ BİR MÜCADELE DALGASI
gelişen kapitalist ilişkiler bir sınır gücüne erişmişken, kapitalizm içinde yaşananların henüz böyle bir gücü yoktur. Ancak kapitalizmin son kırk yılındaki gelişmeler onun bazı tıkanma noktalarına doğru yol aldığını gösteriyor. Bu tıkanma noktaları arasında bir ayırım yapılmazsa ortaya uzun bir liste çıkabilir. Sistemi “tehdit” potansiyeline sahip olan üç önemli noktayı öne çıkartmak gerekiyor. İlki, bilgi ve bilimin artan muazzam gücüyle onun özel ellerin tekelinde olmasının yarattığı gerilimdir. Küreselleşme yıllarında yüzde 1 ile yüzde 99 arasında büyüyen uçurumdan çok söz edilmektedir. Haklı bir yanı da vardır. Dünyadaki yoksullaşmanın derinliğini ortaya koyması önemlidir. Dünyanın zengin ve yoksulları arasındaki uçurum aslında yeni bir konu değildir. Elbette uçurumun derinliği önemli bir yenilik taşımaktadır. Ancak insanlığın geleceği açısından bir diğer uçurum daha ortaya çıkmaktadır. Bunun tarihi kırk yıl kadardır. Bilginin üretimdeki gücü insanlık tarihinde olmadık seviyelere tırmanmıştır. Dünün nükleer silahlarından daha dehşetli ortada ne vardır? Bilindiği gibi soğuk savaş yıllarında bu konuda bir dehşet dengesi kurulmuştu; bugün bu denge özellikle ABD tarafından kemirilmeye çalışıyor. Ancak bilginin yeni gücü daha az dehşetli değildir. Üçünü vurgulamak gerekiyor: Yapay zeka, nano teknolojisi ve genetik mühendisliği… Yapay zeka ile insanın en büyülü organı beyin yakın gelecekte büyüsünü yitirecekmiş gibi görünüyor. Nano teknoloji ile bilgiyi elinde tutanlar maddenin moleküler ve atom yapısıyla oynayarak yeni maddeler yaratmanın eşiğindedir. Gen teknolojisi ile ise insanın organik yapısına müdahale imkânlarının yolu açılmaktadır. Bütün bunlar insanlık açısından muazzam gelişmelerdir. Ancak bunların özel
mülkiyetin tekelinde gerçekleşmesi insanlık açısından çok büyük bir risktir. Bunun en tartışılmaz kanıtı II. Dünya Savaşının sonunda atom bombasının insanlığın başına atılmasıdır. O günün dünya dengesinde nükleer dehşet belli bir ölçüde sınırlanabilmişti. Bugünün dünyasında bilginin gücünün eriştiği seviye kutsal özel mülkiyetin egemenlik alanında kalırsa, atom bombasının tahribatından daha dehşetli gelişmelerin yaşanmaması için bir engel yoktur. Bu alanlardaki gelişmeler genel olarak iş ve meslek kaybı açısından ele alınıyor. Bilginin gücü dikkate alındığında konu bunun çok ötesindedir. Ve bugünün dünyasında bilgi ve bilim henüz “kamu malı” değildir, devasa tekellerin egemenliği altındadır. Bu gelişmeler düşünüldüğünde özel mülkiyetin sınırlarına gelindiği söylenebilir. Ancak buradan doğrudan “insanlık lehine” hiçbir çözüm çıkmaz. İnsanlık, kutsal özel mülkiyetin bugünün gerçeklerinden hareketle bir sınıra dayandığının bilincine nasıl varacaktır? Bu sorunun bugünden bir cevabı yoktur. Nükleer silah dengesi için milyonlar kurban verildi. Bilginin özel çıkarların tekelinde kullanılmasının yol açacağı dehşet hangi yıkımlardan sonra kavranabilecektir? İnsanlık bilimin her önemli adımında özel mülkiyetin tekeline karşı bilinç ve davranış geliştirmek zorundadır. Bilginin gücü ve özel mülkiyetin kutsal dokunulmazlığı arasındaki gerilim yükseldikçe insanlık yeni ve farklı bir bilinç seviyesine tırmanacaktır. Bu sancılı tırmanış sınıf mücadelesi alanında öne çıkmaya adaydır. İkinci önemli gerilim noktası, insan ve teknik üretici gücü arasındaki ilişkinin geldiği seviyedir. Bu hikâye 19. yüzyılın ilk yarısında makina kırıcıları ile başlamıştı. Ellerinin hünerini yok ettiğini gören işçiler makinaları kırmışlardı. Çok geçmeden makina canavarıyla bu yoldan mücadele edilemeyeceğini kavrayan işçiler büyük
dır.
Tam bu noktada insan ve teknik üretici güç arasında yeni bir döneme girildiğinin bütün alametleri ortaya çıkmaktadır. Bu dönemin özelliği ve öncekilerden farkı bugüne kadar robotlarla insanın daha çok fizik güce dayalı emeği makinalar tarafından üretim dışına itilirken; günümüzde yapay zekâ ile insanın “kafa emeğinin” de üretim dışına itildiği bir tarihsel dönem olmasıdır. Kapitalizm için yapay zekâ ile insanın kafa emeğine, hatta yaratıcı emeğe el konulmasında bir sorun yoktur. Ancak üretici güç olarak insan bu sürece nasıl cevap verecektir? Bilim kurguları bir yana bırakırsak, geleceğin toplumunda insan ile yapay zekânın birlikte çalışması, birbirini tamamlanması kaçınılmaz görünüyor. Ancak kapitalizm açısından bu süreç aynı ölçüde kolay değildir. İnsanın yapay zekâ ile birlikte üretimde ve toplumsal yaşamda yetenek ve gücünün artması kapitalizmin egemenlik sistemi içinde büyük sorunlara gebedir. Üçüncü gerilim noktası kapitalizmin adeta denetlemez tüketim çılgınlığı ile doğanın kaynaklarının arasındaki ilişkidir. Bu konu yeterince gündem oluşturmaktadır, ancak hangi somut hedeflere varılacağını kestirmek oldukça zordur. “Doğa veya kapitalizm açısından bakıldığında enerji ve ham madde kaynakları dikkate alındığında kapitalizmin varoluş nedeni olan sermaye biriktirme hedefinin doğal bir sınırına mı gelinmiştir?” sorusu yersiz değildir. Enerji ve ham madde kaynaklarının doğal bir sınırı olsa da, kapitalizmin yeni teknik buluşlarla bu sınırları aşıp aşamayacağı bugünden cevabı verilemeyecek bir sorudur. Öte yandan kapitalizmin doğayı tahribi o noktalara gelmiştir ki, sadece sistemin varlığı değil, aynı zamanda insanlığın bir varoluş sorunuyla karşılaşması mümkündür. Ekoloji sorunu kapitalizmin bir al-
35 KAPİTALİZMİN SINIRLARI VE YENİ BİR MÜCADELE DALGASI
sendikalarda örgütlenerek iş ve yaşam koşulları için mücadeleye yöneldiler. Ancak makina kırıcılarının ruhu ölmedi. Hemen hemen yüz yıl sonra kendilerini bir bant başında aynı hareketleri tekrarlayan robotlara dönüştüren fordizmle mücadeleyi yükselttiler. Kapitalistler ne yaptılarsa bir noktadan sonra bant sisteminde verimliliği yükseltemediler. Grev gibi aktif eylemler yanında sık hastalanma, sık sık işyeri değiştirme, hatta doğrudan üretim bandının temposunu sabote etme gibi davranışlarla işçi sınıfı fordizmin ömrünün dolduğunu ilan etmiş oluyordu. Tam bu yıllarda kapitalizmin o dönemdeki yıldızı Japonya’da bant sistemi yerine “takım çalışması” ve “esnek üretim” yöntemi uygulanıyordu. Japonya bir anlamda fordizmi pas geçmişti. Batıda fordizm krize girince bulaşıcı hastalık gibi bu üretim biçimi Avrupa’ya ve Anglo-Sakson kapitalizmine yayıldı. Artık işçiden sadece kaslarındaki enerji değil, kafalarındaki yaratıcılık da isteniyordu. Takım çalışmasıyla işçiler aynı zamanda işyerindeki üretim bilgilerinin önemli bir bölümüne sahip hale geliyorlardı. Kapitalizm için bu yönde gidiş sınıfın üretimdeki konumunun değişmesine yol açabileceği için takım çalışmasının içine fordizmden daha yoğun denetim sistemleri ve rekabet mekanizmaları yerleştirildi. Ancak ne yapılırsa yapılsın kapitalist üretim artık ağırlıklı olarak, hiyerarşik bant sistemi üzerinden yürümüyor. Üretimin niteliği arttıkça öne çıkan takım çalışmasıdır. Günümüz üretim tarzı kitle üretiminden tüketici tepkilerini hemen algılayarak yürüyen çok çeşitli “hücre üretimi” biçimindedir. Nasıl üretim araçlarındaki yenilenme makinaların ilk dönemlerindeki 20-25 yıllık periyotlardan 4-5 yıllık çok kısa aralıklara indiyse, meta çeşitlenmesi ve yenilenmesi de büyük bir hız kazandı. Böyle bir üretim biçiminde yaratıcı emeğin ve takım çalışmasının rolü artmakta-
36 KAPİTALİZMİN SINIRLARI VE YENİ BİR MÜCADELE DALGASI
datmacasına kesin bir sınır getiriyor. Bir araştırmaya göre Çin’liler Amerika’lılar kadar tüketim yapsa dünya enerji kaynakları on yılda tükenecektir. Dolayısıyla kapitalizmin “refah ve zenginlik” vaadinin artık hiçbir temeli yoktur. Bunun olmadığını zaten neoliberalizmin iflası kanıtladı, ancak kapitalizmin böyle krizlerden insanlık için ders çıkartmak gibi bir özelliği olmadığı için, yeni göz boyamaları ile insanlığı yıkıma götürebilir. Öte yandan, doğanın kapitalist üretime dayattığı sınırlar, bir yanıyla üretim maliyetini yükseltecek, dolayısıyla karları aşağıya çekecektir. Böyle bir durumda kapitalizmin hangi üretim alanlarına yöneleceği sorunu gündeme gelecektir. Yoksul dünya hastalıklardan kırılırken, İsviçre’nin dev ilaç firmalarının AR&GE merkezlerinde yaşlı zenginlerin hayat kalitesini yükseltmek için harıl harıl çalışıldığı biliniyor. Doğanın ortaya çıkaracağı sınırlamalardan hareketle kapitalizmin insanileşmesini beklemek onun nitelik değiştirmesiyle aynı şeydir. Bu üç tıkanma veya gerilim noktasından insanlık lehine bir çıkışın tek yolu çalışanların ve yoksulların zemininde sınıf mücadelesinin yükselmesinden geçiyor. Fakat günümüz dünyasında bu konuda da büyük sorunlar yaşanmaktadır. Sosyalizmin yıkılışından sonra ve kapitalizmdeki yapısal değişim nedeniyle işçi sınıfı mücadelesi büyük güç ve hedef kaybetmiştir. ***** “Kapitalizm “rakipsiz” kaldığı bir zamanda en önemli krizlerinden birisini yaşıyor. Bunun özel bir anlamı var mıdır?” Sorusunu sormuştuk, bir cevap bulmaya çalışalım. Sınıflar mücadelesinin iki yüzyıl süren yükseliş ve devrimler dönemi Berlin Duvarı’nın yıkılışı ile kapanmıştır. Büyük başarılar, hatta iktidarlar kazanan işçi sı-
nıfı, insanlığı beklendiği gibi “kapitalizmden sosyalizme geçiş çağına” taşıyamadan geri dönüş yaşanmıştır. İnsanlık yeni bir dönemin açılış sancıları içindedir. 21. yüzyıl bu sancılarla başladı. Sınıflar mücadelesinin kimi yeni özellikleri kendini ortaya koymaktadır. İşçi sınıfının nasıl bir yapısal değişim geçireceği ve hangi mücadele yollarından yürüyeceği henüz yeni yeni ipuçları vermektedir. Kapanan döneme baktığımızda işçi sınıfı iktidar olmayı bile başarmış, ancak üretimin örgütlenmesinde kapitalizmi güç ve çekim merkezi olmaktan çıkaracak gelişmelere yükselememiştir. Bugünden bakılınca Sovyetlerde bile işçi sınıfının tartışmasız başardığı iş ve çalışma koşullarının geliştirilmesidir. Ancak sistem daha ötesine, üretimin örgütlenmesi ve sosyalist yaratıcılık seviyesine yükseltilememiştir. Üretim örgütlenmesinin bir seviyesinde tıkanmıştır. Ünlü Stakhanov hareketi üretim sistemini devrimci değişimlere uğratamadan kaybolup gitmiştir. Buradan bir ders çıkartılacaksa, yeni mücadele döneminde işçi sınıfının üretim örgütlenmesinin bilgi ve yeteneğine sahip olması gerektiği sonucu çıkar. Bunun ipuçları takım çalışmasında ve üretimde yaratıcı emeğin rolünün yeni bir seviye kazanmasında görülebilir. Bunları söyler söylemez hemen akla gelen, bu niteliklere sahip emeğin sınıf içinde azınlıkta olması; yaşam koşulları ve davranışları bakımından bildiğimiz klasik işçi sınıfı yapısı dışında durmasının nasıl aşılabileceği sorusudur. Öte yandan, kapitalizmdeki yeni gelişmeler ve üretim teknikleri, özellikle esnek üretimi öne çıkartarak “güvencesiz işçileri” yığınsallaştırmıştır. Sadece bu da değil, teknik gelişmenin fırtınalı hızı “gelişmekte olan ülkelerde” bir işsizler denizi; kapitalist merkezlerde ise “fazla nüfus” yaratmaktadır. İşçi sınıfının bu iki uç kesimi hangi
dönemi kapanıp ve kurdukları iktidarlar yıkılınca tarihte yaşananlara yeniden bakmak gerekli oluyor. Basit bir akıl yürütme hatalı olur. Ancak kapitalizme baktığımızda hem burjuvazinin hem de işçi sınıfının yapısında değişimlerin yaşanması gerçekliğinden hareketle, bu gidişin sistemin sınıflar yapısında hangi farklılıklara yol açabileceğinin izlenmesinin gelecek mücadele için önem taşıdığını öngörmek yersiz olmaz. Ancak nasıl sorusunun cevabı basit bir benzerlik kurmak değildir; üretim ve toplumsal yapıdaki değişimden hareketle sınıflarda ortaya çıkabilecek yeni yapısal gelişimleri öngörmek ve buna göre konumlanmak gerekir. Fabrika kapitalizminden bilgi-hizmet kapitalizmine geçişte hem sınıflar mücadelesinin yolları ve biçimleri değişmekte, hem de sınıf yapıları açık bir değişime uğramaktadır. Bugünlerin “özel anlamı” bu noktada yatıyor. Berlin duvarının yıkılışından ve kapitalizmde yaşanan yapısal değişimlerden dolayı sınıflar mücadelesi ortamında önemli değişimlerin olabileceğini görüyoruz. İnsanlık böyle bir dönemin içinden geçiyor. Sınıflar mücadelesi hangi değişmelerin içinden geçmektedir? Bugün bazı filizler kendini ortaya koysa da, çarpıcı değişimler yakın gelecekte yüklüdür. Bugünün zorlukları, bu değişim sancılarını kavrama, bu kavrayışla eyleme geçme sürecinde yatıyor. Sınıfın yapısında bir değişim yaşanıyorsa, doğal olarak onun siyasal hedeflerinde, mücadele taktiklerinde ve örgütlenme biçimlerinde de değişimler olması kaçınılmazdır. Sınıflar mücadelesi eski kalıplar içinde yürümüyor. Bunu çoktandır söylüyoruz. Artık yenilikleri kavramanın ve yeni mücadele yollarını yaratmanın zamanı gelmiştir. Bunun açık işaretleri 2000’lerdeki Arjantin ayaklanmasında en çarpıcı biçimde ortaya çıkmıştı. Bolivar devrimleri yeni yollar ortaya çıkardı. Ardından Yunanistan’da Syriza’dan Arap
37 KAPİTALİZMİN SINIRLARI VE YENİ BİR MÜCADELE DALGASI
koşullarda ve hangi yollardan bir birleşik mücadeleye girebilir? Ya da girebilir mi? Birisi üretim örgütlenmesi açısından “kurucu” özelliklere sahipken diğerleri kapitalizmin yarattığı yoksullukla “yıkıcı” enerjiye sahiptirler. Tam bu noktada yaklaşan dönemin özelliklerini biraz daha aydınlatabilmek için sınıflar mücadelesi tarihine kısaca bakmak gerekiyor. Tıkanma ve değişim sancıları içinde olan bir düzende toplumsal yapı ve sınıflar nasıl değişimlere uğramıştır? Toplumsal devrimler çağı barbarlar yeryüzünde tükenince başlamıştır. Sınıflar mücadelesini sadece egemen ve ezilen sınıflar açısından kavramak bazı gelişmelerin algılanmasını zorlaştırıyor. Antik çağda efendiler ve köleler; feodalizmde derebeyiler ve köylüler; kapitalizmde burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki sınıf mücadelesine bugünden baktığımızda bazı noktaları yeniden ele almanın gereksiz olmadığı ortaya çıkar. Tarihte ne köleler ne de köylüler kendi egemenlerini alt ederek iktidar olmamışlardır. Antik çağda çürüyen kent medeniyelerini barbar akınları yıkmış, barbar şefleri zamanla derebeyine dönüşmüşlerdir. Feodalizmde pek çok köylü isyanı yaşanmasına rağmen, sistemin içinden kapitalizmin filizleri gelişmiş, feodalizmi köylülerle birlikte burjuvazi tasfiye etmiştir. Feodalizmden bir köylü iktidarı çıkmamıştır. Bu tarihsel gidiş kapitalizm koşullarında değişmiş göründü. Ezilen sınıf işçi sınıfı kendi iktidarını kurdu, ancak yetmiş yıl sürdü. Bu süre insanlık tarihi açısından uzun bir zaman aralığı değildir. Feodalizm içindeki mücadele geliştikçe ezen ezilen sınıf yapılanmasında yıllar içinde değişimler yaşandı. Feodal düzenin başlardaki yapısında olmayan burjuvazi köylüler, tefeci-tüccarlar, hatta feodal beylerden evrimleştiler. İşçi sınıfının iki yüzyıllık bir mücadele
38
ayaklanmalarına, Gezi isyanına ve Rojava deneylerine kadar çok farklı yollar ortaya çıkmaktadır. Eski kalıplar içinden bakılınca 21. yüzyıl sınıf mücadelelerinin öznelerini görmek ve kavramak zorlaşır. Büyük değişimlerin içinden geçiliyor. Her yenilikten güç üretebilirsek ancak böyle mücadele yeni seviyelere tırmanabilir.
KAPİTALİZMİN SINIRLARI VE YENİ BİR MÜCADELE DALGASI
———————————(*) Yazıya başlamışken Bolivya’da askeri darbe, Kolombiya’da ise büyük halk gösterileri yaşandı. Bu konuda, Dergide Ayşe Tansever’in incelemesi bütün gelişmeleri irdeliyor. Yazımın da ana konusu açısından son gelişmelere ayrıca yer vermedim.
CHANTAL MOUFFE’UN SOL POPÜLİZMİ Muzaffer KAYA
39 lemlenerek işleyen bir söylemsel strateji, kendine has bir politika yapma biçimidir. Popülist söylemin ayırt edici özelliği, temsil ettiğini iddia ettiği bütüncül bir “halk” tahayyülü oluşturması ve “halk” ile “muktedirler” (elitler, oligarşi, kurulu düzen vs.) karşıtlığını propagandanın merkezine oturtarak çoğu zaman karizmatik bir lider öncülüğünde kitleleri mobilize etmesidir. Mouffe’a göre, 2008 ekonomik krizi neo-liberalizmin hegemonyasını sarsarken popülist siyaset için elverişli bir zemin oluşturdu. 1980’li yıllardan bu yana iktidara gelen merkez sağ ve sol partilerin aynı neo-liberal programı teknokratik bir mantıkla harfiyen uygulaması seçimleri anlamsızlaştırırken, Batı Avrupa’da geniş halk kesimlerini siyasete yabancılaştırdı. 2008 krizinin ardından derinleşen kemer sıkma politikaları Batı Avrupa ülkelerinde Mouffe’un “popülist moment” olarak adlandırdığı bir temsiliyet krizine yol açtı. Radikal sağ partiler bu “popülist moment”de, talepleri görmezden gelinen geniş halk kesimlerinin gündelik sıkıntılarına ve duygularına hitap eden bir popülist söylemle güçlendiler. “Sağ popülist” olarak adlandırılan bu partiler milliyetçi, ırkçı, dışlayıcı ideolojilerini sözde düzen karşıtı ve halkçı söylemlerle harmanladılar. Mouffe, “sağ popülistlere” karşı liberal değerleri savunmanın ya da rasyonel sol argümanlar geliştirmenin etkisiz kalacağını, ancak “popülist” bir stratejinin solu yeniden alternatif haline getireceğini savunuyor. Mouffe’un popülizm vurgusu
CHANTAL MOUFFE’UN SOL POPÜLİZMİ
Post-Marksist teorinin (Ernesto Laclau ile birlikte) öncü isimlerinden Chantal Mouffe’un 2018’de yayınlanan For a Left Populizm (Sol Bir Popülizm İçin) kitabı Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’nın sol akademik çevrelerinde epey ilgi gördü ve çok sayıda eleştiri de aldı. Kitapta 1980’lerden bu yana Laclau ile birlikte geliştirdikleri radikal demokrasi fikriyatını da özetleyen Mouffe, Sol Popülizm’i akademik bilgi üretimi için değil, Batı Avrupa’daki mevcut siyasal ortama müdahale etmek amacıyla yazdığını belirtiyor. Son 10 yıldır yükselişe geçen “sağ popülist” olarak adlandırılan partilerin yarattığı siyasi tehlikeyi bertaraf etmenin ancak sol popülist bir stratejiyle mümkün olabileceğini iddia ediyor. Mouffe, kitaptaki tespit ve önerilerin asıl olarak Batı Avrupa ülkeleri için geçerli olduğunu belirtiyor. Aynı ölçüde iddialı olmamakla birlikte diğer ülkeler için de tezlerinin karşılığı olacağını umduğunu söylüyor. Popülizm uzun yıllardır akademide ve medyada çok sık kullanılan bir kavram olmasına karşın tanımı üzerinde bir ortaklık sağlanabilmiş değil. Türkçeye “halkçılık” olarak çevrildiğinde, Kemalist halkçılık kavramıyla karıştırılma riski nedeniyle anlam belirsizliği daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Mouffe, Laclau’nun geliştirdiği tanımdan hareketle, popülizmin bağımsız bir ideoloji, bir politik program ya da bir siyasi rejim olmadığını vurguluyor. Bu tanıma göre popülizm, farklı siyasi öznelerin, farklı amaçlar için kullanabileceği ve genellikle başka ideolojilere ek-
40 CHANTAL MOUFFE’UN SOL POPÜLİZMİ
onun politikanın doğasına dair düşünceleriyle doğrudan ilgili. Carl Schmitt’in siyaset teorisinden hareket eden Mouffe’a göre, “siyasal olan” doğası gereği çatışmacıdır, siyaset “biz” ve “onlar” ayrımı üzerine kuruludur. Müzakere ile fikir birliğine ve uzlaşmaya ulaşma çabası siyasetin ortadan kalkması demektir. Sağ popülistleri güçlü kılan biz ve onlar ayrımını belirgin bir biçimde yaparak bir kolektif kimlik ya da kolektif irade oluşturabilmesidir. Sol popülizmin sağ popülizmden temel farkı biz ve onlar arasındaki sınırların nerede çizildiği, kimin dahil edilip kimin dışlandığı ile ilgilidir. Sağ popülizm düzen karşıtı söylemini, göçmen karşıtlığı, LGBTİ karşıtlığı, anti-çevrecilik vb. gerici politik tutumlarla birleştirir. Buna karşın, sol popülizm kolektif halk iradesini demokratik taleplerin bir bileşkesi olarak inşa eder. Kadın ve LGBTİ hareketleri, çevre hareketleri, işçi ve öğrenci hareketleri, göçmen hareketleri vb. demokratik hareketlerin taleplerini aralarında bir hiyerarşi kurmadan birbirine eklemleyerek kapsayıcı ve çoğul bir “halk” öznesini “kolektif irade” olarak inşa eder. Bu ortak iradenin (“halk”, “biz”) hegemonik hale gelebilmesi için kendisini bir karşıtlık içinde ortaya koyması gerekir. Sol popülizm, halk ve oligarşi karşıtlığı üzerinden kitleleri mobilize ederek demokrasiyi radikalleştirir. Ancak sol popülizmin halk kavramı sağ popülist söylemdekinden farklı olarak heterojendir, çoğulluğu ve farklılığı kabul eder. Mouffe’a göre sol popülizm, radikal demokrasiyi iktidara taşıyacak olan stratejidir, en azından Batı Avrupa şartlarında. Mouffe günümüzde mücadelelerin geçmişe kıyasla daha parçalı olmasından hareketle, kolektif iradeyi yaratabilmek için bir “halk” tahayyülü oluşturmanın daha da önemli hale geldiğini belirtiyor. Her ne kadar Mouffe’un radikal demokrasi anlayışı farklı demokratik talepler
arasında önsel bir hiyerarşi kurmasa da, bazen tek bir demokratik talep ya da karizmatik bir lider, farklı mücadeleleri birleştiren ortak bir sembol haline gelebilir. Farklı demokratik taleplerin birbirine eklemlenmesi aynı zamanda duygusal bir süreçtir, bu yüzden özellikle kültürel ve sanatsal üretimlerin hegemonya üretiminde ciddi bir rolü vardır. Duygulara seslenebilen, kitlelerin sempatisini kazanmış liderler de sol popülist siyasetin önemli bir bileşenidir. Duyguları seslenerek kitleleri harekete geçirebilen karizmatik liderlerin sol siyasetin popülerleşmesinde önemli bir rolü olduğunu savunur. Güçlü liderlik vurgusu nedeniyle, sol popülizmin kaçınılmaz olarak bir tür otoriterliğe yol açacağı düşüncesi ona yönelik eleştirilerin başında gelmektedir. Sol popülist söylemin halkı temsil etme iddiası ve karizmatik liderin bu temsiliyetteki kritik rolü, muhalefetteyken değilse bile, iktidara geldikten sonra onu otoriter bir siyasete yöneltecektir. Bu eleştiriye karşı Mouffe, liderin “eşitler arasında birinci” kabul edileceği demokratik bir siyasi liderliğin mümkün olduğunda ısrar eder. Tarihteki neredeyse her devrimci hareketin bir ya da birkaç liderle özdeşleştiğini düşünecek olursak, Mouffe’un cevabı yerinde gözükmektedir. Liderliğin reddi yerine demokratikleştirilmesi üzerine düşünmek sol siyasetin geleceği açısından daha anlamlı olacaktır. Kendiliğindenlik ve yataylık günümüz hareketlerinin temel niteliklerinden birisi gibi gözükse de insanlığın artık liderlere gerek olmayan bir toplumsal mücadele evresine girdiğini gösteren bir veriye sahip olduğumuz söylenemez. Sol popülizm tezinin asıl zayıflığı radikal siyaseti söylemsel düzeye indirgeyip onun materyal boyutuna dair çok az şey söylemesinde aranmalı. Örneğin farklı demokratik taleplerin birbirine eklemlenerek ortak bir irade oluşturma önerisi
Mouffe, sokak hareketlerin İspanya’daki Podemos örneğinde olduğu gibi bir siyasi partiye dönüşmesini, seçimler yoluyla başta parlamento olmak üzere siyasi liberalizmin kurumlarında yer tutmasını ve zamanla bu kurumları radikal demokrasi yönünde değişime zorlamasını öneriyor. Mouffe, Hardt ve Negri’nin sistemden çekilerek otonom örgütlenmeler yaratma önerisine cepheden tavır alarak, Avrupa solunu liberal demokrasinin mirasına sahip çıkmaya ve onu radikalleştirmeye çağırıyor. Liberal demokrasiye yönelik bu aşırı iyimser yaklaşım, Mouffe’un sol popülizmini asıl olarak seçim odaklı bir politik mücadeleye kanalize ediyor. Başta parlamentolar olmak üzere, liberal düzenin kurumlarında alanlar ele geçirerek bu kurumların daha şeffaf, daha katılımcı olması için çaba harcamak… Bu yaklaşımın “radikal” sıfatını hak ettiği hayli şüpheli. Sokak hareketlerinin belli bir biçimde kurumsallaşması, bu hareketlerin sürekliliği açısından gerekli olsa da bunun Mouffe’un önerdiği gibi düzenin kurumları ile sınırlandırılması devrimci siyaset açısından kabul edilemez. Mevcut düze-
41 CHANTAL MOUFFE’UN SOL POPÜLİZMİ
elbette çok doğru, ama bu nasıl mümkün olacak? Söylemler, sempatik liderler, kültürel-sanatsal üretim elbette radikal siyasetin önemli bileşenleri, ama nasıl bir örgütlenme modeli, nasıl eylem biçimleri bu farklı dinamikleri bir araya getirecek? Adeta bir politik manifesto olarak sunulan bir eserin bu temel stratejik konulara neredeyse hiç değinmemesi onun bir “politik müdahale” olma vasfını oldukça sınırlamaktadır. Daha temel bir problem ise Mouffe’un sosyalizm anlayışında yatıyor. Mouffe’un nihai hedef olarak tanımladığı “liberal sosyalizme” Batı Avrupa’nın liberal demokrasilerinin derinleştirilmesi (ya da radikalleştirilmesi) yoluyla ulaşılacaktır. Ancak liberal demokrasinin kurumlarının dönüştürülmesiyle kapitalizmin ötesine nasıl geçileceği tamamen muğlaktır? Mouffe reform ve devrim ikiliğini aştığını iddia ederken aslında gayet reformist ve hayli belirsiz bir “sosyalizme geçiş” önerisi yapıyor. 2008 krizi sonrasında ortaya çıkan sokak protestolarının mutlaka mevcut politik kurumlarla ilişkiye girerek onları dönüştürmesi gerektiğini söylüyor.
42 CHANTAL MOUFFE’UN SOL POPÜLİZMİ
nin yasallığı dışında otonom örgütlerin yaratılması ile mevcut kurumların demokratik yönde dönüştürülmesi birbirini tamamlayan iki strateji olarak işleyebilir. Düzenden tamamen çekilmeci bir yaklaşım gibi hareketi mevcut kurumlar içinde eriten yaklaşım da hatalıdır. Mouffe’un Avrupa soluna liberal demokrasiyi zorunlu güzergâh olarak göstermesi reformist içeriğinin ötesinde, kendisini kalın duvarlarla ayırmaya çalıştığı “eski solun” katı aşamacılık teorilerini hatırlatıyor. Mouffe’un aşamacılığı hatırlatan diğer bir yaklaşımı ise radikal demokrasinin ilk önce ulus devlet ölçeğinde kazanılabileceği savıdır. Mouffe’a göre, radikal demokrasiyi getirecek olan sol popülizm en etkili şekilde ulusal ölçekte işler. Ancak Syriza deneyimi ulusal ölçekte bir seçim zaferi kazanılsa bile bunun uluslararası kapitalizmin baskısı karşısında duramayacağı trajik bir şekilde göstermedi mi? Kapitalizmi aşmayı hedefleyen herhangi bir radikal siyasetin daha baştan enternasyonal bir karaktere sahip olması gerekir. Günümüzde en azından bölgesel çapta bir ortaklaşma sol hareketlerin zaferlerinin kalıcılaşması için zorunlu görünüyor. Yukardakilerle yakından bağlantılı diğer bir önemli problem ise, Moufe’un sol popülizminin herhangi bir iktidar programının olmamasıdır. Sol popülist stratejiyle iktidara gelen radikal bir parti Avrupa Birliği kurumları ve küresel kapitalizme karşı nasıl bir ekonomi programı uygulayacaktır? Nasıl bir alternatif toplum modeli önerilmektedir? Sol popülizm tüm bu kritik soruların üzerinden atlıyor. Ancak solun küresel, bölgesel ve ulusal ölçekte yeniden yükselebilmesi tam da üzerinden atlanan bu sorulara sahici cevaplar verebilmesiyle mümkün olacak.
“KIZIL ARTIK YENİ YEŞİLDİR!” Sonha GRUSCH* Röportaj Yol Çeviri Kolektifi
43 olmaları çok önemlidir. Onların çalışmaları Marx’taki metabolik yarılma kavramını vurgular ve Marx ile Engels’in bizim bugün sürdürülebilirlik olarak tarif ettiğimiz sorunu yoğun bir biçimde ele aldıklarını gösterir. Diğer yandan katıksız bir ekolojik bakış açısı ise var olan sınıf güçlerini ve kapitalizmin işleyişini hesaba katmaz. Bu yüzden de çözüm önerileri kapitalist mantık çerçevesine mahkumdur. Kapitalizmi daha yeşil kılmaya çalışırlar – ki rekabet yasaları dibe doğru yarışı zorunlu kıldığı için işe yaramaz- ve fikirler ve teklifler üzerinden değişim ararlar – ki bu da işe yaramaz, çünkü davranış biçimi her zaman ekonomik koşullara bağlıdır-. Sözün özü demek istediğim şudur ki gerçek, orijinal Marksizm kızıl olduğu kadar yeşildir de… Naomi Klein’in son kitabı “on Fire”(Alev Alev) alıntılayarak söylemek gerekirse “ sadece yer küremiz alev alev yanmıyor aynı zamanda devrimci bir iklim hareketi yükseliyor ve şimdi tepkiler de alev almış durumda”. Bu yoruma katılır mısınız? Sizce ekolojik problemlere karşı aktivizm 2019 yılında devrimci bir momentum kazandı mı? 2019 yılının dünyanın dört bir yanında özellikle gençlerin katıldığı, milyonlarca kişiyi kapsayan iklim protestoları dalgasına sahne olduğuna kuşku yok. Hareket tezlerini ve başarı kazanma yollarını böylece test etmiş oldu. Gençlerin iklim “grevleri yapma çağrısını yükseltmesi gösterilerin yeterli olmadığının içgüdüsel
“KIZIL ARTIK YENİ YEŞİLDİR!”
YOL: Ekososyalizmi en özlü biçimde nasıl tarif edersiniz? Onu, klasik sosyalist/Marksist yaklaşımdan ve katıksız çevreci tutumdan nasıl ayırt edebiliriz? Sonja Grusch: Öncelikle ekososyalizmin farklı versiyonlarını ayırt etmeliyiz. 20. yüzyılın sonuna kadar devam eden birinci “dalga”, insanların teknoloji ve endüstriyel büyümenin sayesinde doğaya hükmedebileceğini söylediğini iddia ederek Marx’a doğa karşısında “üretimci” ve Prometheusçu bir konum atfetmekteydiler. Bu bakış açısı diğerlerinin yanı sıra Ted Benton, André Gorz ve Michael Löwy’nin eserlerince temsil edilir. Onların Marksizm eleştirisi Marksizm’in “klasik” ya da daha doğru bir ifadeyle vulger alımlanmasını temel alıyordu. Eski Stalinist devletlerdekileri de kapsayacak biçimde çeşitli türden reformistlerin sapkın “Marksizm”lerinde olduğu gibi Vulger Marksizm, burjuvazinin yaratıkların en üstünü olarak insan kavramsallaştırmasından etkilenmişlerdi ve bu görüş Marx ve Engels düşüncesinden kopuş anlamına geliyordu ve ekolojik bir perspektife sahip değildi, hala da öyleler. Ancak yeni “ekolojik Marksizm” düşünürlerinin birçok yerde gösterdikleri gibi “gerçek” Marksizm değildir bu. Paul Burkett, John Bellamy Foster, Brett Clark, Ariel Salleh, Kohei Saito ve Rebecca Clausen bu yeni “ekolojik Marksizm” düşünülerine örnek verilebilir. Eselerinin tüm boyutları ile aynı düşünceleri paylaşmasam da “ilk dalga ekososyalist”lerden farklı bir ekososyalizm anlayışına sahip
44 “KIZIL ARTIK YENİ YEŞİLDİR!”
olarak anlaşıldığını gösteriyor. Hareketin bazı parçaları sendikalara ve işçilere ulaşarak onları kendilerine katmaya çalıştıdünyayı değiştirebilecek yegâne güç işçi sınıfı olduğu için bu oldukça önemli bir adım. Ardı ardına gelen zirvelerin, birbirini takip eden hükümetlerin görece yeterli bir iklim planı ile ortaya çıkamaması da giderek daha açık bir biçimde gösteriyor ki egemen sınıf bu sorunu çözmeyecektir. Kimileri kimi kişisel tavırların değişmesine umut bağlayabiliyor. Burada daha düşük karbon üretimini esas alan davranış biçimlerine karşı polemik yürütmek istemiyorum. Ancak karbon salınımla-
gelecek talep eden, kadınların ve LGBT+insanların hakları ve de en az onlar kadar önemli işçilerin çeşitli hakları için gerçekleştirdikleri kitlesel protestolarla bağlıdır ve ilişkilendirilmelidir. Kapitalizm dünya üzerindeki hayatı her açıdan mahvediyorbu yüzden de kapitalizmin başarılı bir biçimde tepe taklak edilebilmesi için mücadelelerin birleştirilmesi gerekiyor. Son Avrupa seçimlerinde Yeşil Partilerin yükselişi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bunlar kapitalizmin yarattığı varoluşsal kriz karşısında kökten ve yapısal bir eleştiriye sahipler mi? Yeşil Partilerin tümü değil ama bazılar
Yeşiller genellikle hükümetlerde sınanmadılar ve yüzden de birçok kişi tarafından çürümüş düzen partilerine karşı iyi kötü bir alternatif olarak algılanabiliyorlar. Ancak hükümetlere ne zaman katılsalar, diğerlerinden hiçbir farkları olmadığını vakit kaybetmeksizin ispatlıyorlar. rının büyük kısmından bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda büyük şirketin sorumlu olduğu ortadayken kişisel davranış değişikliklerinin yeterli olabilmesinin imkansız olduğu açıktır. Karbon vergisi yerine ücretsiz toplu ulaşım talep edenler, enerji üretiminin yenilenebilir kaynaklardan sağlanmasını ve kamusal- demokratik biçimde yönetilmesini ve mülk edinilmesini isteyen aktivistler kapitalist şirketlerden herhangi biriyle değil doğrudan sistemle karşı karşıya geliyorlar. Bu yüzden evet, sadece mücadele yöntemlerinde devrimci bir öğenin bulunmasından değil kapitalist sistemin daha fazla sorgulanmasının söz konusu olduğu doğrudur. Bu öğe tek başına, yalıtık bir biçimde var olmuyor, Lübnan ve Rusya’dakiler gibi demokratik haklar için, Irak ve Şili’dekiler gibi artan fiyatlara ve işsizliğe karşı , Hindistan’dakiler gibi gençler için
kazandı. Oylarını yükseltmeleri temel olarak iki sebeple açıklanabilir. İlki, küresel iklim protestoları Avrupa Yeşil partileri için seçmen desteğini kesinlikle arttırdı. İkinci olarak, Yeşiller genellikle hükümetlerde sınanmadılar ve yüzden de birçok kişi tarafından çürümüş düzen partilerine karşı iyi kötü bir alternatif olarak algılanabiliyorlar. Ancak hükümetlere ne zaman katılsalar, diğerlerinden hiçbir farkları olmadığını vakit kaybetmeksizin ispatlıyorlar. Yeşil Partilerin birçoğu sistem karşıtı gündemler ve kampanyalar ekseninde kuruldular ve bazı konularda nüanslar yaratıyor olabilirler ancak sistem karşıtı hiçbir yönleri yok, aksine kendileri sistem partileri haline gelmiş durumdalar. Kapitalist mantığı sorgulamazlar bunu yerine “yeşil” bir kapitalizmin propagandasını yaparlar. Ancak bu oldukça tehlikeli bir ilüzyon
çünkü iklim krizinin kapitalist sistem çerçevesinde çözülebileceğini iddia etmek anlamına geliyor.
Geleceğin üretim tarzı anlayışınızda demokratik planlama birçok önemli işleve sahip. Neden? Düzenin savunucuları tarafından yere
45 “KIZIL ARTIK YENİ YEŞİLDİR!”
20. yüzyıl sosyalizmine dönük en temel eleştiriniz nedir? Ekososyalist bir bakış açısından yola çıkarak, Sovyetler Birliği ve sonrasındaki deneyimi nasıl değerlendirebiliriz? 1917 Rus Devrimi sonrasında işçi sınıfının haklarını geliştirme yönünde olduğu kadar kadın, LGBTQ+ hakları ve doğanın korunması yönünde de büyük adımlar atıldı. Ormanlar, su ve diğer kaynaklar kamulaştırıldı ve “batı” ülkelerindekinin aksine kar amaçlı özel sermayenin etkisinden çıkarıldı. Yeniden ormanlaştırma projeleri başladı.İlk doğa rezerv alanlarının yanı sıra doğayı korumak için bir çok örgüt kuruldu. Yeşil kent konsepti ve diğer ekoloji gündemleri ile ilgili araştırmalar teşvik edildi. Ancak 1920’lerde ve 30’larda Stalinist diktatörlüğün kurulmasıyla birlikte bu tablo maalesef tamamen değişti. Sonrasında rejim doğanın yıkıcı aşırı sömürüne geri döndü- bunun sebebi özlü bir biçimde ifade etmek gerekirse Sovyetler Birliği’nin komünist olmak bir yana sosyalist bir devlet bile olmamasıydı. Sosyalist bir toplum ekonomiyi işçi sınıfının demokratik denetimi ve yönetimi altında işletmelidir. Lenin’in yakın mücadele arkadaşı, Kızıl Ordu Komutanı ve ezilen azınlıkların hakları için mücadele eden devrimci Leon Troçki, planlı bir ekonominin işçi demokrasisine olan ihtiyacını, insan vücudunun oksijene bağımlılığına benzetmiştir. Gerçek ihtiyaçlara öncelik verilmesini ve doğaya karşı duyarlı bir tutum geliştirilmesini güvence altına almak için bu gereklidir.
göğe konamayan kapitalist rekabet, insanların ve doğanın diğer öğelerinin zararına faydasız, kısa ömürlü ve tehlikeli üretimin kaynağıdır. Kapitalizm koşularında gerekli olanın değil sadece karlı görünenin üretilmesi önceliklidir. Günümüzün kapitalist ekonomisi aynı anda hem kaotik hem de planlıdır. Her bir firma kendi içinde oldukça kapsamlı bir planlama yaparken diğerleriyle koordine olmamaktadır. Bu ise hem aşırı hem de eksik üretime yol açmaktadır. “İhtiyaçlar” genellikle suni olarak üretilmektedir ve metalar ise uzun süre dayanmayacak ve kısa sürede yenileri tarafından yerinden edilecek biçimde ( planlı demodelik) üretilmektedir. Her şey diğer şirketlerle yürütülen vahşi rekabette önde kalmayı başarmak için yapılmaktadır. Maliyetler açısından ise şirketler sadece doğrudan üretim maliyetlerini düşünmekte uzun vadeli maliyetleri (örneğin tok edilmiş çevre) ise toplumun sırtına yüklemektedirler. Dahası, araştırma öncelikle kar vaat eden alanlarda yürütülmektedir. Ek olarak, ekonomik sistemin hiçbir noktasında demokrasi işlemiyor. Seçimlerin ve parlamentoların olduğu yerlerde bile bunların neyin üretildiği ve üretimin nasıl yönetileceği üzerinde neredeyse hiçbir etkileri yok. Dolayısıyla kapitalistlerin küçük bir azınlığı dünya ölçeğinde hepimizin geleceğini belirliyor ve bunu yaparken de sadece kısa vadeli kar beklentisiyle hareket ediyorlar. Ancak hepimizin birlikte karar verdiği demokratik planlamaya dayalı bir ekonomide iklimin ve çevrenin etkin bir biçimde korunması mümkün olabilir. Toplu ulaşımın şimdikini katbekat aşan yaygınlaşmasını vr özel ulşaımı büyük oranda demode hale getirmeyi ancak planlamayla güvence altına alabiliriz. Yerleşim alanları yakınlarında işler veya çalışma alanlarında sürdürülebilir barınma olanakları yaratabiliriz, böylece işe gidip gelme sü-
46 “KIZIL ARTIK YENİ YEŞİLDİR!”
relerini kısaltıp boş zamanı arttırabiliriz. Gereksiz ve zararlı ürünleri dayanıklı ve sürdürülebilir olanlarla değiştirebiliriz. Enerji tasarrufu sağlamak, kirliliği azaltmak, daha yeşil üretim yapmak ve daha fazla ekolojik üretim işlemler uygulamak için kar hırsıyla görünmez kılınan tüm teknolojik olanakları değerlendirip yenilerini de yaratabiliriz. Zaten başlamış olan iklim krizinin sonuçlarını bir biçimde yönetebilme şansımızın olması ancak demokratik planlama temelinde, gerçek bir demokrasinin hayatlarımızın her kertesine nüfuz ettiği bir toplumda mümkündür. M. Löwy, yeni bir düzen kurmak için eski devlet aygıtının kullanılması noktasında Marx’ın Paris Komünü eleştirisine atıf yaparak üretici güçler için de benzer bir yaklaşımın geliştirilmesini savunuyor. Böyle bir bakış açısının hayata geçirilmesi mümkün mü sizce? Üretici güçlerin ne tür bir niteliksel dönüşümü sosyalist bir üretim tarzı inşa etmek için gereklidir? İşçi sınıfının yaşam koşullarını iyileştirmek için kapitalizm içinde bile olsa her reform, her ilerleme için mücadele gereklidir, sınıf kendi gücünü ve yeteneklerini bu mücadeleler sayesinde öğrenir. Ancak kapitalizm içinde ve burjuva devlet aracılığıyla iklim krizine bir çözüm bulunamayacağının anlaşılması da önemlidir. Üretici güçlerin niteliksel dönüşümünün başarılabilmesi üretim ilişkilerinin niteliksel dönüşümüyle ve kapitalist sınıf toplumunun ortadan kalkmasıyla mümkündür. Kapitalizm koşullarında araştırma öncelikle kar getirecek alanlarda yürütülür, sonuçlar paylaşılmaz ve yayılmaları ve herkesin bilgisi haline gelmeleri patentlerle engellenir. Sürdürülebilir üretimin pahalı olması zorunluluk değil belki ama şirketler açısından daha az kar üreteceği açık.
Metasızlaştırmanın kullanım değerine, değişim değerine göre öncelik sağlamak için iyi bir yöntem olduğunu düşünüyor musunuz? Makul bir tüketim miktarına kadar temel hizmetlerin ücretsiz olması doğal kaynakların tüketimini azaltmanın iyi bir yolu olabilir mi? Çalışmadan bağımsız olarak makul bir temel gelir vs. gibi çeşitli metasızlaştırma yaklaşımları bu düzende başarısız olmaya mahkum çünkü devletin ikna edilebileceği ve “vatandaşları” için daha adil bir sistemi uygulayabileceği boş hayaline dayanmaktadırlar. Ancak kapitalist bir ekonomide herkes için iyi bir yaşamın sağlanması imkanı yoktur. İnsanlarla birlikte doğanın tüm bileşenlerinin sömürülmesi “oyunun bir parçası”dır. Kapitalistler için en uygun koşulları güvence altına almak işleyen kurum ise burjuva devletidir. Devlet bir sınıf aygıtıdır ve tarafsız olmaktan çok uzaktır. Madrid’de gerçekleştirilen son iklim zirvesinin başarısızlığı bunu dramatik bir biçimde ortaya koydu. Her bir ilerlemenin kazanılması ve kapitalizme ve kurumlarına karşı tekrar tekrar savunulması gerekiyor. Yukarıda önerdiğim yöntemden başka çözüm olduğunu düşünmüyorum: Ancak işçilerin kontrol ve yönetimine dayanan demokratik biçimde yönetilen sosyalist bir toplum iklim krizine ciddi bir yanıt üretme olanağına sahiptir. Degrowth ( Büyümeme) işsizliğin rekor seviyelere çıktığı ve küresel gelirden pay almanın tek yolunun istihdam edilmek olduğu bir dünyada uygulanabilir bir seçenek midir? “Dünya üzerinde çok fazla insan yaşıyor” ya da “biz” “gereğinden fazla” üretiyoruz düşünceleri yeni değil. Bu düşünce, kamuoyunun gündemine örneğin Marvel filmi “ Avengers: Infinity War” gibi ana akım medya ve eğlence sektörü tarafından taşınıyor, ayrıca “bizim” ülkemizde mülteciler için “hiç yer yok” iddiasına sahip
Şu anda yoksulluk altında ezilen milyarların bu şekilde devam etmelerini savunmuyoruz, gelişmiş kapitalist ülkelerde bile kışın soğuktan donduğu, basit yaralanmalar dolaysısıyla yaşamlarını kaybettikleri ya da açlık çektikleri günlere dönüşü de vaat etmiyoruz. açlık çektikleri günlere dönüşü de vaat etmiyoruz. Bütün ihtiyaçlarımızın karşılandığı onurlu bir yaşam herkesin hakkıdır! Akılcı bir planlama ve teknolojik tüm olanakların kullanılmasıyla ( insanların yoksulluk, patent yasalarının engellemeleri vs. yüzünden dayanışma içinde ortak araştırmalar yürütmekten alıkonmadıklarında gerçekleşebilecek yeni keşifler de dahil olmak üzere) gezegeni yok etmeksizin herkes için iyi bir yaşam mümkün olacaktır. Biz büyüme dediğimizde kapitalistlerden tamamen farklı bir şey anlatmaya çalışıyoruz. Onlar için büyüme insanın ve gezegenin sömürülmesiyle artan üretimden kar etmek demektir. Biz nitel büyümeden bahsediyoruz: sağlıklı gıda ve sağlıklı bir gezegen, uzun yol gitmeler gerektirmeyecek stresten uzak ve kişinin kendi seçtiği bir iş, bir sosyal güvenlik ağı ve boş zaman etkinliklerinden daha fazla yararlanma olanakları. Sosyalist ve ekolojik hareketlerin koalisyonlarını inşa etmek için ne gibi taktik ve stratejiler uyguluyorsunuz? Milyonların sokaklarda olması harika. Tüm bir nesil boylu boyunca mücadeleye katılıyor. Ancak yukarıda da bahsettiğimiz gibi söz konusu olan sadece iklim grevleri değil fiyat zamlarına karşı Şili ve Lübnan’daki, insanca yaşanacak ücret getirecek iş ( o veya bu biçimde bir iş!) için Irak’ta, kadın ve LBTQ+ bireylerin hakları için Endonezya’da, demokratik haklar için Cezayir’de kitlesel eylemler yapılıyor ( hareketlerin mücadele amaçlarını
47 “KIZIL ARTIK YENİ YEŞİLDİR!”
çıkan herkes tarafından da besleniyor. Marx, “toprağın sınırlı bir üretkenliğe” sahip olduğunu iddia eden Malthus tarafından da geliştirilen bu tezi ele almıştı. Karşıt tez olarak ise toplumsal değişime, üretici güçlerin mülkiyetinde dönüşüme ve böylece de gelişime bağlı olarak toprak verimliliğinin niteliksel gelişimi olanağını vurguladı. “Büyümeme” kavramı kapitalizmin asalak doğasını ve onun üretimi sınırsız arttırma ihtiyacının farkındalığı temelinde gelişti. Ancak Marx ve Engels daha da ilerisine gitmişlerdi: onlar sonsuz maddi büyümeden değil sonsuz nitel büyümeden bahsetmişlerdi. Onlar insanın doğanın zirvesi ya da egemeni değil bir parçası olduğunu anlamışlardı. Bu yüzden onların cevabı ekonomik gerileme ya da büyümeme değil bilimi kar dogmasının baskısından kurtarmak için iktidarı kapitaist sınıftan almanın gerekliliğini göstermek oldu. Doğanın ve onun bir parçası olarak insanın sömürüsüne son vermenin tek temeli ancak bu olabilir. Dünya çapındaki sosyalistler olarak bizler – (örneğin worldsocialist.net)-her bireyin ihtiyacı olan her şeye sahip olduğu bir toplum için mücadele ediyoruz, Ancak bu herkesin üç arabaya sahip olabileceği ya da daha fazla tek kullanımlık meta üretileceği anlamına gelmiyor. Şu anda yoksulluk altında ezilen milyarların bu şekilde devam etmelerini savunmuyoruz, gelişmiş kapitalist ülkelerde bile kışın soğuktan donduğu, basit yaralanmalar dolaysısıyla yaşamlarını kaybettikleri ya da
48 “KIZIL ARTIK YENİ YEŞİLDİR!”
örneklemek tabii ki mücadeleleri tek bir amaç için yapılıyormuş gibi anlaşılmamalı). Ezilen kitleler ayağa kalkıyor. Bolivya, Sudan, ABD ve Fransa’daki grevlerin gösterdiği gibi işçiler bu mücadelelerin sadece bir parçası değil aynı zamanda omurgasıdır. Gençlik eylemlerinin daha fazlasını gerektirdiğini içgüdüsel olarak kavradı ve iklim grevi çağrısını geliştirdi. Sendika liderleri birçok aktivistin bilincinin gerisinde kalmıyorlar sadece, nesnel gerekleri de karşılayamıyorlar. İklim hareketlerinin içinde program ve taktikler sorunları etrafında tartışmalar yürütülüyor. Parti-karşıtı genel bir ruh hali ile karşılaştığımızda, var olan düzen partilerine ve düzenlerine sempati duymadığımızı ancak ortak bir program ekseninde örgütlenmenin ve mücadele etmenin bizleri güçlendireceğini anlatmak zorundayız. Veganizm ve “ahlaki tüketim” gibi bireysel çözümler arayanlara ise fedakârlık yapma kararlılıklarını görmek istediğimizi söylüyoruz- ortak mücadeleye ve kolektif çözümlere hepimiz inanmalıyız. Taktikler tartışılırken, işçi sınıfının gücünü, örgütlerini ve mücadele araçlarını, özellikle de kapitalistlerin en kırılgan noktasını, yani karlarını, hedef alan grevleri anlatmalıyız. İşçilerin ve tüm dünyadaki yoksulların iyi bir iş, barınma ve yoksulluktan uzak yaşama haklarını savunmalıyız. Tüm işçiler için çalışma hakkını savunmalıyız, madenlerdeki ve fosil yakıt sanayilerindeki işlerin yenilenebilir enerji sanayilerindeki daha iyi işlere, doğayı korumayı ve yenilemeyi sağlayan işlere dönüşümü sağlanmalı, daha çok sosyal çalışan, öğretmen ve sağlıkçıya ihtiyacımız var. Taleplerimizin öne çıkan birkaçı bunlar olabilir. Hareketin içindekilerin önemli bir kısmı kapitalizmin ölümcül doğasının farkındadır. Daha iyi bir kapitalizm inşa edemeyeceğimizi ve bu ölümcül sistemi devirmemiz gerektiğini anlatmak bizlerin görevi. Önceki Stalinist rejimlerin ekolo-
jik ya da politik suçları karşısında sessiz kalmamalıyız ancak gerçek, demokratik sosyalist bir toplumun nasıl olacağınız da anlatmak zorundayız. “İklime karşı iş” çizgisinde üretilen argümanlar başarısız olmaya mahkûmdur. Ekoloji ve sosyalizm arasında var olduğu iddia edilen ayrım gerçek değildir. Kapitalizmi devirmeksizin gezegeni kurtarabileceklerini düşünenler yanılacaklar, içinde bulunduğumuz iklim ve ekoloji krizini görmezden gelerek sosyalizm için mücadele edenler için de aynısı söylenebilir. Kızıl artık yeni yeşildir.
* Sonja Grusch Sosyalist Alternatif ’in kardeş örgütü olan Avusturya Sosyalist Sol Parti (SLP) üyesi.
PATRİYARKAL KAPİTALİST SİSTEME KARŞI EN GÜÇLÜ DİRENİŞ: “FEMİNİST GREV” Zeynep KORU
mış haklarına saldırısı gemi azıya almış durumda. Kadınlar, aile kurumunu güçlendirmeye dönük adımlarla annelik ve yeniden üretim alanındaki rollerine tutsak edilmeye çalışılıyor. Kürtaja yasaklar veya sınırlamalar getirilmeye çabalanıyor; doğum kontrol araçlarına erişimin zorlaştırılması girişimleri yaşanıyor; şiddetten korunabilmek için açılan merkezlerin kapatılması hedefleniyor; boşanmanın zorlaştırılması için her türlü araç devreye sokuluyor... 2010’lu yıllarda kadınlara yönelik artan saldırılar karşısında feminist hareket geri adım atmadı, haklarına ve kazanımlarına sahip çıkmak adına mücadeleyi yükseltti. Arjantin, Polonya, İrlanda, İzlanda, ABD, İspanya, İsviçre, Hindistan ve Brezilya kadınların etkili eylemlerine sahne oldu. ABD tarihinin en kitlesel kadın eylemleri, Trump’ın iktidara geldiği gün yaşandı. Polonya’da, kürtajın yasaklanmasına yönelik yasa tasarısı geri çektirildi. Brezilya’da, faşist, kadın düşmanı Bolsonaro’nun seçilmemesi için en güçlü mücadeleyi yine kadınlar verdi. İzlanda’da sağcı hükümet, “eşit işe eşit ücreti” zorunlu kılan bir yasa tasarısını meclise getirmek zorunda kaldı. İrlanda’da, 35 yıl boyunca kürtaj yasağına karşı verilen mücadele 2018 yılında kazanımla sonuçlandı. Arjantin’de, son yıllarda artan şiddete ve kadın cinayetlerine karşı güçlü, kitlesel
PATRİYARKAL KAPİTALİST SİSTEME KARŞI EN GÜÇLÜ DİRENİŞ: “FEMİNİST GREV”
Fırtına hızıyla akan bir zamanın içinden geçerken, uluslararası çapta gelişen feminist grevlerin etkisinin ne olacağı, nereye evirileceği, kalıcı olup olmayacağı konuşuluyor, tartışılıyor. Hareketi geliştirme, yayma ve yön verme anlamında feminist grev, dünya çapındaki feministlerin, feminist hareketin en önemli gündemi. Bu yazının amacı da feminist grevlerin gelişimiyle ilgili bir özet sunmak ve ana tartışma başlıklarını aktarmak. 2000’li yılların başından itibaren neoliberal politikaların iflasını yaşayan ve çıkış yolu bulamayan kapitalist sistemin krizi hemen hemen her alanda kendisini gösteriyor. Yapısal değişim ve dönüşüm gücünü sergileyemeyen kapitalizm, dünya çapında ekolojik ve sosyal yıkımların daha da derinleşmesine yol açıyor; istikrarsızlığı, şiddeti, eşitsizliği, yoksulluğu derinleştiriyor. Burjuva demokratik iktidarlardan neo-faşist, baskıcı, totaliter rejimlere doğru gidiş süreci devam ediyor. 2010’larda yükselen halk ayaklanmaları, bu gidişi durduracak/ tersine çevirecek seviyelere varamadı. Egemenlerin halk isyanlarına yanıtı, “dünya genelinde otoriterleşmeyi daha da ileri taşımak” şeklinde yaşandı. Etkilerini hücrelerimize kadar hissettiğimiz böylesi bir dönemin içerisinde yol alıyoruz. Otoriterleşen burjuva siyasi iktidarların art arda devreye soktukları kadın düşmanı politikalarla kadınların kazanıl-
49
50 PATRİYARKAL KAPİTALİST SİSTEME KARŞI EN GÜÇLÜ DİRENİŞ: “FEMİNİST GREV”
eylemler gerçekleşti. 2017 yılında pek çok ülkede gerçekleşen 8 Mart eylemleri, oldukça ses getirici oldu; kitlesellik açısından tarihinin zirvesi yaşandı. Kadınlar, dünyanın dört bir yanında faşizme ve patriyarkal kapitalizme karşı direnişleriyle öne çıktılar. Feministler, insanlık zorlu bir dönemin içinden geçerken, doğal-insani yıkımın, felaketin eşiğindeki bir dünyada “gidişatı durduracak öncü güç” misyonuyla hareket ettiler. Türkiye’de de en güçlü ve kitlesel eylemler kadınlar tarafından gerçekleştirildi. 2019 yılında İstanbul’da 5-6 Ocak tarihlerinde “Haklarımız, hayatlarımız, kazanımlarımız bizim” diyen bine yakın kadının “Türkiye Kadın Buluşması”nı gerçekleştirmesi önemli bir adımdı. Saldırılar karşısında tek tek değil birlikte hareket etmenin yollarını bulmak, daha fazla temas noktaları oluşturmak ve ortak akıl yürütebilmek yönünde kararlar alındı. Yine bizde son yılların en kitlesel ve zorlayıcı eylemleri 25 Kasım ve 8 Mart feminist gece yürüyüşlerinde gerçekleşti. Sol-sosyalist siyasi hareketlerin krizi ve faşizmin yoğun kuşatması altına alınan Kürt hareketinin de sıkışmışlığına karşı yanıt üretemeyişi durumlarının yaşandığı bir süreçte tek canlı dinamik, kadın hareketi olarak gözüküyor. Kazanılmış hakların korunması ve kadın düşmanı politikaların boşa çıkartılması için çok farklı konumlardaki kadınlar bir araya gelebiliyor ve birlikte politika üretebilmenin, birlikte mücadele etmenin olanaklarını yaratmaya çalışıyorlar. Gençlerin ağırlıkta olduğu kadınlar sokaklara çıkıyor, dinamik eylem ve etkinliklerde bulunuyorlar. Hareketimizin sürekliliğine ve gücümüzü büyütecek kalıcı gelişimine dair henüz net şeyler söylenemez. Ama dünyadaki feminist dalganın seyri bizi de doğrudan etkilemeye devam edecektir. 21. yüzyılın feminist mücadelesi, faşist-baskıcı-totaliter iktidarları sarsacak etkileri açığa çıkartacaktır.
Feminist Grev Kadınların kazanımlarına ve haklarına yönelik 2000’li yılların başında başlayan 2010’lu yıllarda artan saldırılar karşısında dünyanın dört bir yanındaki feministler, daha örgütlü ve güçlü bir mücadele çizgisinin gerekliliğinin farkındaydılar. Bütün kadınları harekete geçirme olanaklarına sahip, patriyarkal kapitalizmi direk hedef alan, etkili, tehditkâr, zorlayıcı mücadele yöntemi olarak feminist grev, tüm dünyadaki feministler açısından büyük bir heyecan dalgası yarattı. Feminist grev, feminist mücadele tarihinin birikimleri üzerinden yükselen yepyeni mücadele alanı olarak kendisini gösterdi. Feminist greve bugünkü anlamını kazandıran süreci, 2016 yılında Polonya’da kürtajın yasaklanmasını öngören yasa tasarısına karşı kadınların ortaya koyduğu eylemlerle başlatabiliriz. 60 kentte, kadınların bakım işlerini, ev işlerini bıraktıkları, okulların boykot edildiği etkili bir grev oldu ve yasa tasarısı rafa kaldırılmak zorunda kaldı. 2016 yılı Ekim ayında yine İzlanda’da kadınlar, 1975 yılında yüzde 90 katılımla gerçekleştirdikleri kadın grevinden aldıkları ilhamla, ücret eşitsizliğine karşı greve gitti. 19 Ekim 2016’da da Arjantinli kadınlar, kadın cinayetlerine ve polisin Ulusal Kadın Kongresi’ne yönelik baskılarına karşı tüm ülkede bir saatlik grev gerçekleştirdi. Arjantinli feministlerin öncülüğünde 8 Mart 2017’de ilk “Uluslararası Kadın Grevi” çağrısı yapıldı. Bu çağrıya 60 ülkeden kadınlar katıldı. Bütün Latin Amerika greve dâhil oldu. Pek çok ülkede kitlesel eylemler düzenlendi. Klasik, çalışma yaşamı içinde ve sendikal zeminde gerçekleşen geleneksel grev dışında da bir grevin hayata geçirilebileceği ilk defa konuşulmaya başlandı. Burada vurgulanması gereken en önemli yan da kadın mücadelesinin uluslararası etkileşiminin açığa çıkarttığı gücün etkisi. Feministlerin başka ülkelerin feminist
mücadelesini takip etmeleri, onların deneyimlerinden öğrenmeleri ve aldıkları ilhamla özgül sorunlarını da göz ardı etmeden kendi yol haritalarını oluşturmaları, mücadelelerinin seyrini güçlendiriyordu. 2018 yılının 8 Mart etkinlikleri için 2017 yılında oluşturulan 8 Mart Platformları, grev ve grevi destekleyen eylemlilikler için çağrı yaptı. Bu çağrının kapsamında aynı zamanda “nasıl bir kadın grevi” olması üzerine önermelerin sunulması, tartışılması talebi de vardı. Pek çok ülkede, kadınların greve çıkmasının olanağı/olanaksızlığı, etkileri, kapsayıcılığı, alternatif oluşturabilme gücü üzerine sorgulamalar, tartışmalar, kadın örgütlerinin ve feministlerin gündemine girdi. Etkileşimli, zengin, yeni ve yaratıcı eylem formlarının olduğu, içeriğin mücadeleyi güçlendirici şekilde ele alındığı, yön verildiği dinamik bir mücadele hattı geliştirildi.
Kadın Grevi Değil, Feminist Grev! 2018 yılının 8 Mart’ında İspanya’da 8 milyona yakın kadının katıldığı grev gerçekleştirildi. İspanyalı feministler, İzlandalı, Arjantinli, Polonyalı, Amerikalı kadınların deneyimlerinden etkilenerek eylemlerine hazırlandılar ama “feminist içeriğin doğrudan hâkim olduğu bir grev” gerçekleştirmeyi hedeflediler. İçeriğin “Kadın grevi değil, feminist grev” olarak konması ve grevin başarılı olabilmesi için feminizm adıyla yaygın, koordinasyon içinde bir örgütlenmeye gidilmesi, feminist mücadele tarihimizde yeni bir deneyimdi. İspanyalı feministler bir yıl öncesinden, 2017 yılının 8 Mart’ından itibaren feminist grevin hazırlık sürecini başlattı. Eylemin parolası, “kadınların” grevi değil, “feminist” grev olarak belirlendi. “Kolektif feminist bilinç yaratmak” asıl mesele olarak hedeflendi. Kadınların üretim ve yeniden üretim alanındaki emeği üzerinden patriyarkaya, kapitalist sisteme, şiddete ve
51
52 PATRİYARKAL KAPİTALİST SİSTEME KARŞI EN GÜÇLÜ DİRENİŞ: “FEMİNİST GREV”
ayrımcılığa karşı mücadelesi temel alındı. Farklı düzeylerde olan, farklı ezilme biçimlerini yaşayan pek çok kadın, “Biz durursak, dünya durur” diyerek 24 saatlik grevi gerçekleştirdi. Milyonlarca kadının katılımının sağlandığı ve doğrudan feminist içeriğin hâkim olduğu İspanya’daki grev, büyük bir başarıyla sonuçlandı. 2019 yılında İspanya, feminist greve katılımın ve sokak eylemlerinin en yoğun yaşandığı ülkelerden biri oldu yine. Meydanlardaki eylemlere katılım, önceki seneye göre daha kitleseldi. 2019 yılında yine pek çok ülkedeki feministler grevi gündemlerine aldı; Arjantin, İtalya, Belçika, Yunanistan, Fransa, Almanya, İrlanda, İngiltere, İzlanda’da yerel özgünlükleri ile kadın grevleri ve feminist grevler yaşandı. İsviçre’de 14 Haziran 2019 tarihinde feminist grev gerçekleştirildi. En son İsviçre’deki grevi ve grevin içeriğini ele aldığımızda, feminist hareketin dünya çapında etkileşimini, politik gücünü ve yaratıcılığını bir kez daha görüyoruz. Feminist hareket, kadınların üretim ve yeniden üretim alanlarındaki emeğinin gücü üzerinden kitlesel, radikal, etkili ve sınırları aşan mücadele yöntemlerini geliştiriyor. Türkiye’de Feminist Grev Çalışma Gurubu içerisinde yer alan feminist aktivist, araştırmacı Selin Çağatay1, dört ana dinamik çerçevesinde günümüz feminist mücadelesini ve uluslararası feminist greve giden süreci açıklıyor. Birinci dinamik olarak, 80’lerde ve 90’larda oluşan, ağırlık merkezi olarak uluslararası fonla çalışan kadın kurumlarının yasal düzenlemelere odaklandığı dönemin (“devlet-ulus aşırı süreçler- STK’lar” üçgeni olarak tanımlıyor dönemi Selin Çağatay) kapandığını ifade ediyor. Bu dönemi, “feminist politikaya yeni eklemlenen kadınların devlete, fonlara ve STK’lara mesafeli durduğu, daha çok muhalif kamusal alanda ve yatay şekillerde örgütlendiği bir dönem” olarak tanımlıyor. İkinci ana dinamiğin sosyal medya
ile ilgili olduğunu belirtiyor. “Sosyal medya aracılığıyla hem çok büyük kitlelere ulaşmak, hem sermayeyi ve iktidarları da etkileyen, ses getiren kampanyalar örgütlemek, hem fiziksel olarak bir araya gelme imkanı olmayan kadınların birbirinin deneyimlerinden öğrenmesi ve birbirine değebilmesi, hem de başka ülkelerde başka kadınların ne gibi talepleri var, bunları öğrenmek mümkün oldu.” diyor. Patriyarkanın, neoliberalizmin, ırkçılığın, her türlü dinciliğin, çevre krizinin, transfobinin, homofobinin, ikili cinsiyet sisteminin vs. kadınların hayatlarını dolayımladığını sosyal medya aracılığıyla çok daha iyi fark ettiğimizi vurguluyor. Dönemin üçüncü ana dinamiğini, feminizmin muhalif hareketlerin içine daha güçlü ve kalıcı bir şekilde sızması olarak görüyor Selin Çağatay. “Özellikle sol-sosyalist hareketlere, ırkçılık karşıtı hareketlere, çevre hareketlerine, anti-militarist hareketlere yayılıyor feminizm.” belirlemesinde bulunuyor. Dördüncü ana dinamiği de tam bu üç dinamiğin örtüşmesiyle birlikte bir koalisyonlar döneminin yükselmesi olarak ifade ediyor. Bu konudaki düşüncesini, “(Ş)imdi güçlenmekte olan muhalif alanda Müslüman feministler de var, Barış İçin Kadın Girişimi oldu, Kürt kadın hareketiyle daha sıkı bir bağ kuruldu, son zamanlarda sol-sosyalist hareketten kadınlar feminist hareketin daha görünür bir bileşeni olmaya başladı.” sözleriyle dile getiriyor. Gülnur Acar Savran da feminist grevleri neden bu kadar çarpıcı ve heyecan verici bulduğunu şöyle açıklıyor2: “2017 yılında başlayan feminist grevlerin ayırıcı özelliği belki de, bu denli kitlesel feminist eylemlerde ilk kez kadınların somut gerçekliklerini tüm katmanlarıyla ve zenginliği içinde kapsamaya açık olmaları. Birbirleriyle bir ağ şeklinde ilişkilenen kadınlar kendi deneyimleriyle diğer kadınların deneyimleri arasında köprüler kurarak, yaşanan tekil sorunların nasıl birbirini beslediğini ortaya koyarak bütünlüklü bir patriyarkal
Feminist Grevlerde Yol Ayrımı mı? Sorumuza, bir başka soru daha ekleyelim: “Antikapitalist mücadeleye indirgenen bir feminist politikaya doğru mu?"
Feministler ve kadın hareketi, mücadeleye yeni stratejiler ve yeni içerikler kazandıran feminist grevi anlama, anlamlandırma, bir yandan uygulama geliştirme, bir yandan da yön verme çabalarının içinde. Bu hararetli süreçte doğal olarak farklı yönelişler açığa çıkıyor. Bizde de aynı durum söz konusu. 5-6 Ocak 2019 tarihlerinde İstanbul’da gerçekleşen Türkiye Kadın Buluşması’nda net olarak kendilerini ortaya koydu farklı yönelimler. Özellikle Emek Partili kadınlar, Türkiye Buluşması’nın ele aldığı gündemleri toparlayan sonuç metnine yönelik tartışmalarda, “8 Mart kadın grevi”nin bir gündem olarak yer almasına muhalefet geliştirdiler. “2017 yılında uluslararası çapta yapılan grev çağrısına Türkiye’den katılım göstermemek gerektiği” üzerinden görüşlerini savundular ve ortak eylemlerin bu kapsamda düzenlenmesine karşı çıktılar. Fulya Alikoç ve Sevda Karaca, “8 Mart’ta feminist kadın grevine esastan itirazlar” başlığıyla kaleme aldıkları 9 Şubat 2019 tarihli yazılarında, Feminist/Kadın Grevi’ne yönelik ideolojik ve politik karşı çıkış noktalarını kapsamlı olarak ifade ettiler.3 Yine Feminist Mekan’da 18 Ekim 2019 tarihinde gerçekleşen Cuma Buluşmaları’nda bu konuda önemli açılımlar sunuldu. “Feminist grevler, ulusötesi dayanışma ve patriyarkanın değişen biçimleri” başlığı altında Selin Çağatay, Filiz Karakuş ve Gülnur Acar Savran görüşlerini dile getirdi. Gülnur Acar Savran, feminist grevin önemini ve çarpıcı bulduğu yanları ifade ettikten sonra greve dair oluşturulan feminist politikaların barındırdığı bazı sorunları tartışmaya açtı. 2017 yılında ABD’de gerçekleşen feminist grevin örgütleyicisi olan Cinzia Arruzza, Tithi Bhattacharya, ve Nancy Fraser tarafından kaleme alınan “%99 İçin Feminizm: Bir Manifesto” kitabının yanı sıra catlakzemin.com sitesinde çevirisi yayınlanan Arjantinli feministlerle yapılan söyleşi ve yine aynı sitede yayınla-
53 PATRİYARKAL KAPİTALİST SİSTEME KARŞI EN GÜÇLÜ DİRENİŞ: “FEMİNİST GREV”
kapitalizm eleştirisine doğru yol alıyor, tekil sorunlarını bütünleştiriyorlar. Örneğin kürtajın yasaklanmasının kadınlara yönelik erkek şiddeti ve kadın cinayetleriyle, binbir veçhesiyle erkek şiddetinin kadınların karşılıksız bakım emeği ve içine sıkıştırıldıkları ücretli/ücretsiz emek kıskacıyla, düşük ücretli ve güvencesiz çalışmayla bağlantılarını kurarak grevde birbirlerine yer açıyorlar. Bu arada göçmen kadınların kendi özgül sorunlarıyla katılımları hareketin ırkçılık karşıtlığını aktif olarak üstlenmesine yol açarken, örneğin Latin Amerikalı yerli kadınların mücadeleleri, harekette ekoloji duyarlılığının feminist bir mesele olarak benimsenmesini ya da lbtq kadınlara yönelik şiddetin gündeme dahil olması homofobi ve transfobiye karşı duruşun güçlenmesini sağlıyor. Çeşitli alanlarda kapitalizm ile patriyarkanın işbirliği ifşa edilirken, giderek genişleyen bir yelpazede ırkçılığın, sermayenin, kamunun, kurumların patriyarkayı nasıl dolayımladığının örnekleri sergileniyor. Grevlerin bu kapsayıcılığının somut sorunlardan hareketle, somuttan soyuta, özelden genele bir devinim içinde kurulmuş olması çok önemli. Bu bize kolektif bir feminist öznenin nasıl kurulacağına ilişkin önemli bir bilgi sağlıyor. Öte yandan tamamlanmış, ucu kapalı bir program ya da perspektifle yola çıkmak yerine, buluşulan kadınların somut gerçekliğiyle kendi gerçekliğimiz arasında bağlantı kurabilmenin bizi daha dönüştürücü, daha radikal hedeflere götürebileceğini gösteriyor. Bu dinamizm bir yandan patriyarkal kapitalizme ilişkin tahlili boyutlandırırken bir yandan da içinde yaşadığımız toplumsal ilişkileri yıkma potansiyelimizi artırıyor.”
54 PATRİYARKAL KAPİTALİST SİSTEME KARŞI EN GÜÇLÜ DİRENİŞ: “FEMİNİST GREV”
nan “Feminist Devrime Dair 8 Tez” çeviri metninden yola çıkarak, burada sorunlu gördüğü yanları dile getirdi. Bu üç metnin içeriğini incelediğinde, “kadınların ezilmişliğinin, sömürüsünün, şiddete maruz kalmasının, doğrudan doğruya kapitalizmin dinamiklerinden türediği” tespitini sorunlu bulduğunu belirtti. Manifesto’yu kaleme alan üç yazar, dertlerinin “politik bir karmaşa döneminde feminist mücadelelere yeniden yön vermek” olduğunu ifade ediyorlar. Liberal feminizmi baş düşman ilan ederek “antikapitalist, ırkçılık ve sömürgecilik karşıtı; enternasyonalist, eko-sosyalist bir feminizm” vurgusunu öne çıkarıyorlar. Gülnur Acar Savran ise erkeklerden söz etmeyen, patriyarka tahlilinin yer almadığı bu metinleri sakıncalı buluyor. Sorunun yalnızca sermaye birikim dinamikleriyle açıklanmasını doğru bulmuyor. Manifesto4 ile ilgili yazısında da kendi görüşünü net ifade ediyor: “Bana kalırsa Manifesto bir yandan anti-emperyalizmden, ırkçılık karşıtlığından, anti-kapitalizmden hareket eden ve feminizmin geçmişteki kimi örneklerini bu ilkeler adına mahkûm eden soyut radikalizmiyle grevlerin taşıdığı çeşitliliği boğma riskini barındırıyor. Öte yandan da kadınların somut gerçeklikleri arasında bağlantılar kurmak yerine bu gerçeklikleri kendi kapitalizm tahlili içine yerleştirmeye çaba gösteriyor.” Gülnur Acar Savran, “feminist grevlerin kapitalizm ile patriyarkanın işbirliğine karşı isyan çağrısı olarak yol alması gerektiği” konusunun altını çiziyor ve bu konudaki düşüncelerini şöyle dile getiriyor5: “Oysa bana kalırsa feminist grevlerin asıl yeni ve heyecan verici yanı, patriyarkaya karşı mücadeleyle kapitalizme karşı mücadelenin, her ikisini de zenginleştirecek biçimde bir sentezini geliştirmeyi başarmış, içinde yaşadığımız patriyarkal kapitalizme karşı bugüne kadar yöneltilmiş eleştirilerden çok daha katmanlı bir eleştiriyi pratikte gerçekleştirmiş olması. Açıkçası
ben uluslararası feminist grevlerin yönünü Manifesto’nun yazarlarının değil, örneğin İspanya’daki grevde yankılanan kapitalizm ile patriyarkanın işbirliğine karşı isyan çağrısının belirlemesini umuyorum.” Kritik bir dönemin eşiğindeyiz. Bütün ezilenler lehine köklü bir değişimin, dönüşümün yaşanması adına girişilen mücadele yollarının henüz nereye evirileceği hakkında net bir şey söyleyemiyoruz. Giderek öfkesini burjuva siyasi iktidarlara yönelten, kapitalist sistemi sorgulayan kitlesel halk hareketleri yaşanıyor. En azından kısa vadede bu hareketlerin bir süreklilik kazanmaları, örgütlü güce dönüşmeleri, gelecek ufku anlamında kapsamlı bir program etrafında hareket edip edemeyecekleri konularında yine kesin konuşamıyoruz. Fakat bugün için çok bariz olan, kadınların, hem kitlesel halk hareketlerindeki yoğunluğu, dinamizmi, hem de patriyarkaya karşı verdikleri mücadelelerinin güçlü, yenilikçi ve yaratıcı olması. Feminist hareket, dayanışmayı artırmanın ve gücü büyütmenin yöntemlerini arıyor, politikalarını oluşturmaya çalışıyor. Geleceği belirlemede çok önemli bir potansiyel sergiliyor. Feminist grevler de yeni mücadele alanlarının geliştirilmesi, yeni siyasi hedeflerin yaratılması açısından kadınların gücünü gösteriyor.
1 https://www.karsimahalle. org/2019/04/07/selin-cagatay-meseleyihem-laiklik-kavramina-indirgemeyenhem-laikligi-disarida-birakmayan-birfeminist-politika 2 https://catlakzemin.com/%99-icinfeminizm-manifestosu-uzerine/ 3 https://teoriveeylem.net/2019/02/8martta-feminist-kadin-grevine-esastanitirazlar/ 4 https://catlakzemin.com/%99-icinfeminizm-manifestosu-uzerine/ 5 https://catlakzemin.com/%99-icinfeminizm-manifestosu-uzerine/
AKP’LI YILLARDA EMEK HAREKETININ GENEL DURUMU İrfan KAYGISIZ
55
AKP’nin 17 yıllık döneminde, çalışma yaşamı da diğer toplumsal alanlar gibi yeniden inşa edilmektedir. Bu dönemde, bir dizi yasal değişiklikle, emek ve sermaye arasındaki ilişkiler yeniden düzenlenmiş, sermayenin emek karşısındaki egemenliği arttırılmış, esneklik temelli, kuralsızlığı ve güvencesizliği artırıcı düzenlemeler yapılmıştır. Çalışma yaşamına yönelik temel yasalar, bireysel hakları düzenleyen iş kanunu ile kolektif hakları düzenleyen sendikal yasalar esaslı değişikliklere uğramıştır. İşçiler hiç olmadığı kadar esnek istihdam biçimleri ile çalıştırılırken, kuralsızlık kural haline gelmiş ve bu çalışma ilişkisi güvencesizliği derinleştirmiştir. Sendikal hak ve özgürlükler hem hukuksal düzenlemelerle hem de fiili uygulamalarla Cumhuriyet tarihindeki en olumsuz halini alarak kullanılamaz hale getirilmiştir. Özellikle son yıllarda kolektif haklarda zor ve rıza eşliğinde süregiden işleyişten esas olarak zor üzerinden inşa sürecine geçilmiştir. Zorun en açık ve sert yaşandığı dönem OHAL dönemi olmakla birlikte, bu politika sürecin tümüne egemendir. Aziz Çelik, AKP döneminde inşa edilen yeni çalışma rejimini otoriter esneklik, kamu kesimindeki toplu çalışma ilişkilerini ise otoriter korporatizm olarak tanımlamaktadır (Koray, Çelik, 2015). Ancak bu ikili yapıda korporatizm geri-
de kalırken otoriter yan öne çıkmaktadır. Baskı ve sindirmeyi hedefleyen, itaati öne çıkaran despotik bir emek rejiminin inşası sürmektedir. Emek alanındaki bu gelişim, Türkiye’deki siyasal gelişmelerin doğrudan sonucu olmakla birlikte, dünya özgülünde de kapitalizmin içinde bulunduğu krizi aşmak amacıyla giderek otoriter iktidarlara ihtiyaç duyduğu görülmekledir. Kapitalizmin dünya ölçeğinde süreci yönetmesini bir yolu da otoriter, despotik devlet yapılanmalarından geçmektedir. Nitekim, 1940’lı yıllarda olduğu gibi faşizmin dünya ölçeğinde yükselişi görülmektedir. David Harvey şöyle demektedir. Sorun şu ki, neo-liberalizm artık kitlelerin rızasını aramıyor. Meşruiyetini kaybetti. Neo-liberalizmin Kısa Tarihi'nde (2005), neo-liberalizmin devlet otoriterliği ile bir ittifak içine girmeden hayatta kalamayacağını işaret etmiştim. Şimdi neo-faşizmle bir ittifak yolunda ilerliyor, çünkü dünyadaki tüm protesto hareketlerinden gördüğümüz gibi herkes artık neo-liberalizmin halkın sırtından zenginlerin ceplerinin doldurulması olduğunu görüyor (bu, 1980'lerde ve 1990'ların başında bu kadar belirgin değildi) (Harvey David, 2019) Çalışma yaşamına dair yasalarda en köklü değişiklikler AKP hükümetleri döneminde yapılmıştır. 1475 sayılı İş Kanunu 2003 yılında yürürlükten kaldırılmış, yerine 4857 sayılı İş Kanunu çıkarılmıştır. 2012 yılında 2821 sayılı Sendikalar
AKP’LI YILLARDA EMEK HAREKETININ GENEL DURUMU
Giriş
56 AKP’LI YILLARDA EMEK HAREKETININ GENEL DURUMU
ve 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunları yürürlükten kaldırılarak 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu yürürlüğe girmiştir. Kamu emekçileriyle ilgili 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu da sendikal alana ilişkin yapılan yeni düzenlemeler arasında yer almıştır. Çalışma yaşamını düzenleyen bu üç temel kanun kolektif ve bireysel hakları geriye götürmüş, esneklik yasal zemine kavuşmuş, sendika kanunları eliyle de devlet denetiminde sendikal düzen sürdürülmüştür. Diğer taraftan, çeşitli dönemler iktisadi göstergelerde gözlenen bozulmaya karşılık, AKP hükümetlerinin çıkarmış oldukları “İstihdam Paketleri” ile, sermayedar sınıfa çok ciddi miktarlarda kaynak transfer edilmiştir. Bir tarafta, iş yoğunluğu ve temposu giderek artan ve düşük ücretlerle çalışan, çalışma ve yaşama koşulları kötüleşen işçiler, diğer tarafta ise son 17 yıldır istikrarlı biçimde büyüyen sermayedarlar ve bu sıçramanın sonucu elde edilen karlar söz konusudur.
AKP’NİN EMEK POLİTİKASI AKP Belgelerinde Çalışma Yaşamı AKP’nin ilk yıllarındaki belgelerine, hükümet ve parti programlarına bakıldığında çalışma yaşamına yönelik olarak, özelleştirme ve kamu personeline ilişkin açıklamalar dışında, işçi sınıfı ve sendikalara dair ayrıntı görmek pek mümkün değil iken, sonraki yıllarda emeğe yönelik politikalar daha açık biçimde ortaya konulmuştur. Bu durum, AKP’nin siyasal ve toplumsal yaşamdaki dönüşümüne, gücüne ve muktedir olma sürecine paralel olarak gelişmiştir. AKP’nin temel politikalarına her düzeyde her ne kadar neo-liberalizm içkinse de AKP’nin henüz yerleşik rejimle tam
uyum içerinde olmadığı dönemlerde işçi sınıfı ve sendikal harekete dair politikalarında da ürkeklik egemendir. Öte yandan, devlete egemen hale geldiği dönemlerde ise, gerçek politik yönelimi açığa çıkmakta ve bu da politik belgelerine yansımaktadır. AKP’nin 2002 Yılı Seçim Beyannamesinde, “AKP’nin yapısal reform programı” kapsamında, “Özelleştirmenin hızlandırılması ve yerli ve yabancı yatırımlar için ortamın iyileştirilmesi” yer alırken, KİT’lerle ilgili olarak da “Siyasi müdahaleler sonucu ekonomik rasyonelliğini yitirerek kamuya yük haline gelen KİT’lerin özelleştirilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir” denilmektedir. (AKP, 2002a) 19/11/2002-2/03/2003 tarihleri arasında görevde olan 58. Hükümet programında da KİT’lerin özelleştirilmesinde kararlı olunacağı belirtilmiş, yine programda kamu emekçileri ile ilgili olarak, “Kamu personelinin ücreti, yaptığı göreve ve başarılarına göre belirlenecektir” denilerek performansa bağlı ücretin sinyali verilmiş, Programın “Çalışma Hayatı” başlıklı bölümde ise, “İş gücü maliyetini azaltıcı ve istihdamı teşvik edici yasal düzenlemeler hızla tamamlanacaktır” denilmiştir. (AKP, 2017) AKP’nin “2023 Siyasi Vizyonu”nda, “Kamu personel rejimini yeniden ele alarak günün şartlarına ve geleceğin ihtiyaçlarına cevap veren yeni bir kamu personel sistemini hayata geçireceğiz” ibareleri yer almaktadır. (AKP, 2012) Esnekliğin temel bir politika olarak yer aldığı ve ayrıntıları ile formüle edildiği bir başka belge Ulusal İstihdam Strateji belgesidir. Ulusal İstihdam Strateji belgesinin yayınlanması ile politikalar ayrıntılandırılmış, öte yandan 61’inci Hükümet Programında esneklik temel bir politika olarak açık biçimde yer almıştır. Programda, “güvenceli esneklik” ve “kıdem tazminatının fona devrine” yer verilmiştir. Son olarak 2019 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programında:
EMEK HAREKETİ NEREYE? Türkiye’de sendikal hareket, başlangıcından itibaren önemli ölçüde kamu ağırlıklı bir yapıdaydı. Devlet tarafından kurulanları bir yana, diğer sendikaların da
“işin kolayına kaçarak” esas olarak devlet mülkiyetindeki sektörlerde örgütlenmesi, sendikal yaşamın daha fazla devlet denetimine girmesine zemin hazırlamıştır. Sendika yönetimlerinin devletçi ve resmi ideolojiyi aşamayan çizgileriyle sendikalar hükümetlerle iyi geçinme yolunu seçmiş, sorunları görüşmeler yoluyla çözme politikası, beraberinde tavizleri ve haklar için mücadeleden uzaklaşmayı getirmiştir. AKP döneminde ise, sendikal alan ve devlet arasındaki ilişkiler iç içe geçmiş, devlet güdümlü geleneksel sarı sendikacılıktan doğrudan devlet sendikacılığına geçiş söz konusu olmuştur. Siyasi, iktisadi ve sosyal alandaki hızla süren yeniden yapılanma önünde engel olabilecek siyasal alandaki muhalifleri çeşitli yöntemlerle tasfiye etme, içerme veya dışlama gibi yöntemler sendikal alanda da devreye sokulmuş; AKP döneminde sendikalar çeşitli yöntemlerle denetim altına alınmış, muhalifler tasfiye edilmiştir. Sendikalar, 80 sonrası dönemde hiç olmadığı kadar denetim altına alınmış, toplumsal ve siyasal etkisi zayıflamıştır. İşçi sınıfı ve sendikal yapılara karşı en yoğun hak kayıplarının yaşandığı bu dönem içerisinde sendikal hareketin önemli
57 AKP’LI YILLARDA EMEK HAREKETININ GENEL DURUMU
“Tedbir 122. Esnek çalışma biçimlerinin uygulamaya konulması amacıyla yürütülen çalışmalar tamamlanacaktır. Tedbir 128. Sosyal tarafların mutabakatıyla kıdem tazminatı reformu gerçekleştirilecektir.” hedefleri de yer almaktadır. İşçi sınıfının haklarını geriye götürecek politikaların belirtildiği en kapsamlı belgelerden olan Ulusal İstihdam Stratejisi’nin (UİS) hazırlıklarına Ekim 2009’da başlanmış 2010 Haziran ayında açıklanmıştır. Daha sonra, 2012 yılı Şubat ayında “Ulusal İstihdam Stratejisi Taslağı (2012–2023)” yayınlanmış, bu belgenin ekinde “Eylem Planları”na yer verilmiş ve ardından sektörel eylem planlarının eklendiği ikinci bir Strateji Belgesi açıklanmıştır. (Ulusal İstihdam Stratejisi, 2017) Özelleştirme ve esneklik temel bir politika olarak belirlenmiş, kıdem tazminatının fona devri, kamu personel rejiminde değişiklik yapılması, performansa bağlı ücret de sürekli gündemde kalmıştır.
58 AKP’LI YILLARDA EMEK HAREKETININ GENEL DURUMU
bir bölümü bütün olumsuzluklara, baskı ve saldırılara karşı sessiz kalmayı tercih etmiştir. Sendikal alanda bir dönem oluşturulan muhalif dinamik, örneğin Türk İş’teki Sendikal Güç Birliği etkisizleştirilmiş, Güç Birliği içerisinde yer alan bazı sendikaların yönetimleri ele geçirilmiş, diğerlerinin de sessiz kalması sağlanmıştır. Sendika merkezlerinin ele geçirilmesi yanında, şubelerin de etkisizliği, önemli mücadele dinamiği olan şubeler platformlarının devre dışı kalmasına yol açmıştır. Kuşatma hem merkezde hem de yerelde sürmektedir. Türk İş’in çeşitli müdahalelerle doğrudan AKP denetimine girmiş olmasına karşın, Hak-İş, ideolojik yakınlık nedeniyle her daim öz evlat olmuştur. MemurSen ve Hak-İş, kendisini AKP ile paralel söylem içine yerleştirmekten çekinmemiş, ideolojik yakınlığını gizlememiştir. Yeni dönemde, bazı sendikacılar bütün varlık gerekçelerini AKP’ye bağlamıştır. Durum öyle vahim hal almıştır ki, bir AKP’li, bir diğer AKP’li sendikacıyı şikayet noktasına varmıştır. AKP’li olduğu açıkça bilinen Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay’ın, asgari ücret tespit komisyonu toplantısında, “Böyle ne kadar gider? Önümüzdeki günlerde göreceğiz. Ne kadar gider. İşte gördük Fransa’da gitmediğini. Üç gün sonra bizim burada görür müyüz görmez miyiz? Bize bağlı” demesi sonrasında, Hak-İş Konfederasyonu'na bağlı Enerjiİş Sendikası Başkanı Mahmud Altunsoy savcılığa başvurarak, Atalay'ın bu sözleri ile hükümeti asgari ücret üzerinden açıkça tehdit ettiğini savunarak Atalay hakkında, “Suç işlemeye tahrik”, “Suçu ve suçluyu övme”, “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik”, “Kanunlara uymamaya tahrik” suçlarından suç duyurusunda bulunmuştur. (sendika.org, 2018) Sendikal hareketteki geri çekilme hali, sendika yönetimlerinin kirli iliş-
kilere girmelerine, yolsuzluklarına yol açmış, üstelik mali konularda çürüme meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Yükselen bir işçi hareketinin olmaması, otoriter sendika yönetimlerinin fütursuzca harcama ve yolsuzluk yapmasına zemin sağlamıştır. Örneğin, Türk-İş'e bağlı Tarım-İş Sendikası'nın son dört yılda 47 yurt dışı gezisi düzenlediği, sendikanın Başkanlar Kurulu toplantısının bile Ukrayna'nın başkenti Kiev'de gerçekleştirildiği, yurt dışında yapılan bu toplantıların sendikaya maliyetinin 550 bin dolar olduğu şeklindeki haberlere sık sık rastlanır olmuştur. Esas önemlisi, bu haberlerin çıkması sendika yöneticilerini utandırmamış, yapılanlar çeşitli gerekçelerle savunulmuştur. (tr.sputniknews.com, 2019a) Mali konulardaki çürümeye sendika yönetimlerini pervasızca elde tutma örnekleri eşlik etmiştir. (tr.sputniknews. com, 2019b) Bunlar tekil örnekler değildir. Bu gibi gelişmelerin basına yansıması sonrasında, hiçbir düzeyde tepki gösterilmemesi, “alandakiler” bakımından aslında yapılanların sıradan şeyler olduğu anlamına gelmektedir.
Sendikalaşma Düzeyi AKP’li yıllarda işçilerin örgütlenmesinde bir artış yaşanmıştır. Ancak, sendikalı işçi sayısındaki artış yapaydır, hormonludur. Artışın yapaylığının bir ayağı taşeron işçilerin devlet eliyle Hak İş’e bağlı sendikalara üye yapılması iken, diğer ayağı da sendikalaşan işçilerin ciddi bir bölümün toplu iş sözleşmesinden yararlanamamasıdır. 2015 yılında yapılan bir düzenleme ile, kamuda çalışan taşeron işçilerin toplu sözleşme yapması kolaylaştırılmış, taşeron şirketlerinin toplu sözleşmeden doğan “fiyat farkları” devlet tarafından ödenmeye başlanmıştır. Bunun ardından kamu taşeron işçilerinin sendikalara üyelikleri hız kazanmış ve sendikalı işçi sayısı görünür
Bu anlamda gerçek bir örgütlenme mücadelesinden ve sendikalaşmaktan söz edilemez. Nitekim sendika üyeliklerinin, taşeron işçilerle ilgili 2015 yılı ortasından sonraki düzenleme sonrasında gerçekleşmesi tesadüf olmasa gerekir. Tablo 1: Konfederasyonların Üye Sayısı1 (Ocak 2013-Ocak 2019) 2013-29 yılları arasında en düşük üye artışı Türk İş’e bağlı sendikalarda yaşanmış ve yüzde 37,5 oranında gerçekleşmiştir. Türk İş üye artış oranında genel sendikalaşma oranındaki artışın yarısına bile ulaşamamıştır. Bunda Türk İş’e bağlı sendikaların üyesi olan kamu işçilerinin giderek emekli olmasının yanında, yerel yönetimlerde taşeronların Belediye İş’e üye yapılamaması da etkendir. DİSK’e bağlı sendikaların üyesi sayısı yüzde 71,1 oranında, genel artış oranının altında artarken, Türk İş’ten daha yüksek bir oranda gerçekleşmiştir. Hak-İş’e baktığımızda ise, dönem içindeki üye artış oranının yüzde 310,8 olarak gerçekleştiğini görüyoruz. Bu dönem içinde toplam 857 bin yeni sendika üyesinin yüzde 60’ı Hak-İş’e bağlı sendikalara üye yapılmıştır. Hak İş bu dönemde olağanüstü büyümüş ve 166 bin olan üye sayısını 518 bin artırarak 648 bine ulaşmıştır. Bu büyümenin olağan olmadığı açıktır. Sendika üye sayılarındaki artışın kamu taşeronlarının sendikalara üye ol-
Tablo 1 TÜRK-İŞ Üye Sayısı
HAK-İŞ Üye Sayısı
DİSK Üye Sayısı
Diğer2
Toplam Üye
2013-Ocak
709.162
166.553
100.202
25.754
1.001.671
2019-Ocak
975.300
684.144
171.428
27.327
1.859.038
37,5%
310,8%
71,1%
6,1%
85,6%
Dönem
2013 ile 2019 yılları arası değişim
Kaynak: Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı istatistikleri,
59 AKP’LI YILLARDA EMEK HAREKETININ GENEL DURUMU
biçimde artmıştır. Sendikalaşmanın ve toplu pazarlık kapsamının arttığı işkollarına bakıldığında genel işler, savunma ve güvenlik ile büro işkolu ön plana çıkmaktadır. Kamu taşeron şirketlerin çok büyük bölümü bu işkollarında faaliyet göstermektedir. 16 milyon 254 bin işçinin sadece 1 milyon 859 bini sendika üyesi iken 14 milyon 395 bin işçi herhangi bir sendikaya üye değildir. 16 milyon 254 bin işçinin sadece 1 milyon 132 bini toplu iş sözleşmesi kapsamındadır. 15 milyon 122 bin işçi ise hiçbir sendikal korumaya sahip değildir. Turizm işkolunda işçilerin yüzde 98,4’ü, büro ve ticaret, eğitim işkolunda işçilerin yüzde 97,4’ü ve inşaat işkolunda işçilerin yüzde 97,2’si toplu iş sözleşmesi kapsamı dışındadır. 2013 ve 2019 arasında sendika üyeliğinde 857 binlik artış yaşanmıştır. 857 bin işçinin 517 bini Hak-İş’e, 266 bini Türk-İş’e, 71 bini DİSK’e üye sendikalara üye olmuştur. Aşağıda yerel yönetimlerde sendikaların üye sayısındaki değişimden de görüleceği üzere, bu tablo Hak-İş’in kamu taşeron işçilerinin ve kamu işçilerinin sendikalaşması sırasında siyasal iktidar tarafından korunup kollandığını göstermektedir. AKP eliyle kamu taşeronları ve özellikle yerel yönetimlerdeki taşeron işçiler Hak-İş’e bağlı sendikalara üye yapılmıştır. Artış esas olarak bundan kaynaklanmaktadır. (DİSK-AR, 2019)
Tablo 2 İşkolundaki Genel İş Hizmet İş Belediye İş Toplam İşçi Sayısı
Dönem
60
İşkolundaki örgütlülük oranı
2013-Ocak
655.417
41.466
51.079
41.314
133.859
20%
2019-Ocak
1.061.760
87.551
315.199
79.846
482.596
45%
62%
111%
517%
93%
261%
AKP’LI YILLARDA EMEK HAREKETININ GENEL DURUMU
2013 ile 2019 arası yüzde değişim
Kaynak: Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı istatistikleri masının kolaylaştırılmasının ardından gerçekleştiğini ve AKP eliyle yapıldığının en açık örneğini yerel yönetimlerde görmek mümkündür. Hak-İş’e üye sendikalara dönem içinde 518 bin işçi üye yapılırken, bunun 264 bini yerel yönetimlerdeki sendikası Hizmet-İş’e aittir. Hizmet İş sendikası 6 yıllık dönemde yüzde 261 büyümüştür. Tablo 2: Yerel Yönetimlerde Sendikalaşma (Ocak 2013-Ocak 2019)
Kamu Emekçilerinin Sendikalaşması Sendikal hayatın AKP’nin ideolojik yaklaşımına uygun biçimde dizayn edilişinin en açık örneğini Memur-Sen’de görmek mümkündür. AKP ile Memur-Sen arasındaki ilişki, Memur-Sen genel başkanının AKP milletvekili olması, MemurSen’in üye sayısındaki artışın hayatın ve dolayısıyla sendikal yaşamın da olağan
işleyişine aykırı olması ile sınırlı değildir. Bu iş birliği, zaman zaman AKP’nin kamu yönetimine dair politikalarının MemurSen tarafından da dillendirilmesi ve böylece kamuoyu meşruiyetinin sağlanması olarak da sürmektedir. Memur-Sen, dünyada bir ilki gerçekleştirmiş ve üye sayısı 2002 yılında 41.871 iken, 2018’de 1.010.298’e çıkmıştır. Artış oranı yüzde 2313’e olmuş, bir başka deyimle üye sayısını yaklaşık 23 kat artırmıştır. Kamu otoritesi devrede olmadan dünyanın hiçbir ülkesinde böylesi bir artışın gerçekleşmesinin mümkün olamayacağı ortadadır. Tablo 3- Kamu Emekçileri Konfederasyonlarının Üye Sayıları Dönem içerisinde KESK’te yüzde 44’lük bir erime yaşanırken, Kamu-Sen’in üye artışı ise yüzde 20’de kalmıştır.
Tablo 3 KESK Üye Sayısı
Kamu Sen Üye Sayısı
Memur Sen Üye Sayısı
Diğer2
Toplam Üye
2002 Yılı
262.348
329.065
41.871
25.754
1.001.671
2018 Yılı
146.287
394.423
1.010.298
27.327
1.859.038
-44%
20%
2313%
6,1%
85,6%
2002-2018 Yılları Yüzde Değişim
Kaynak: Çalışma Bakanlığı istatistikleri
BASKILAR VE YASAKLAR Siyasallaşan, Ayrımcı ve Dıştalayıcı Emek Rejimi
61 AKP’LI YILLARDA EMEK HAREKETININ GENEL DURUMU
Çalışma yaşamına dair en vahşi uygulama OHAL döneminde yaşanmıştır ve bu süreç hızı kesilmekle birlikte devam etmektedir. Sendikal haklar, KHK ile ve fiili uygulamalarla tümüyle askıya alınmıştır. OHAL sürecinde en ağır hak ihlali çalışma haklarından mahrum edilme şeklinde yaşanmıştır. İlki 23 Temmuz 2016 yılında olmak üzere 26 KHK çıkarılmıştır. DİSK’in “Olağanüstü Hal ve Çalışma Yaşamı: OHAL Emeğe Zararlıdır” raporuna göre bu dönemde: • Kamu görevinden ihraç edilenler 112.863 kişi. • İhraç edilen akademisyenler 5.602 kişi. • Çalışma izni iptal edilen özel öğretim kurumları çalışanları 22.474 kişi. • TMSF’ye devredilen şirket ve kuruluşlarda çalışan işçiler 44.888 kişi. • İşsiz kalan gazeteci (tahmini) 2308 kişi. (DİSK, 2017) Bu tabloya bakıldığında kamu ve özel 150 bine yakın işçi ve emekçinin işinden, geleceğinden edildiği görülmektedir. TMSF’ye devredilen şirketlerden kaç işçinin atıldığı bilinmemektedir. Özel sektörde çalışan ve KHK’larla bir anlamda el konulan, kayyuma devredilen 928 şirkette 44 bin kişi istihdam edilmektedir. (gazeteduvar.org, 2019) Ayrıca, çok sayıda kamu kurumundan hiçbir gerekçe göstermeden işten çıkarılan çok sayıda taşeron işçi ve sözleşmesi yenilenmeyen 4/C statünde çalışan kişiler bulunmaktadır. Bunların da tam sayısına ulaşmak olanaklı değildir. Dolayısıyla, işten çıkarılanların sayısı çok daha fazladır. Ayrıca, 50'nin üzerinde emekçi bu süreçte intihar etmiştir. OHAL döneminde en yaygın ve kap-
samlı ihlal edilen hak çalışma hakkıdır. Yüz elli bini aşkın kamu görevlisi somut bir delile dayanmadan, adil yargılanma yolları tıkanarak kamu görevinden çıkarılmış, emekli ikramiyelerinden mahrum bırakılanlar olmuş, pek çoğunun özel sektörde de iş bulmasını engelleyici uygulamalar hayata geçirilmiştir. Ayrıca ihraç edilenlerin pasaportlarına el konularak seyahat özgürlükleri ve başka bir ülkede çalışma hakları da ortadan kaldırılmıştır. KHK ile ihraç/işten çıkarma en bilinen uygulamadır. Buna ilave olarak Anayasa Mahkemesi, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu da kurum düzeyinde ihraç kararları almaktadır. Özel öğretim kurumlarında çalışırken yine KHK ile çalışma izni iptal edilen çalışanlar vardır ve sayıları 22 bin civarındadır. Ayrıca, kurum düzeyinde Yüksek Disiplin Kurulu kararıyla ihraçlar da yapılmaktadır. İhraçlar yanında, re'sen emeklilik de tasfiye yöntemi olarak uygulanmaktadır. Kamuda sözleşmelilerin sözleşmesi yenilenmeyerek de işten çıkarma yapılmakta; taşeron işçiler de kolaylıkla işten atılmaktadır. Taşeronların işten çıkarılması yaygın olarak belediyelerde uygulanmakla birlikte, diğer kamu kurumlarından da taşeronlar işten çıkarılmaktadır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 14 Temmuz 2017 tarihinde Ankara Ticaret Odası'nda düzenlenen 15 Temmuz ve İnsan Hakları Paneli”nde yaptığı konuşmada, “Diyorlar ki bu kadar kişi işinden oldu, ne olacak onlara? Gitsin özel sektörde çalışsınlar bize ne, devlet mi besleyecek bunları” şeklinde bir açıklama yaparak kamuda işten çıkarılmayı savunmuştur. (Erdoğan, 2017a) OHAL, sendika yöneticilerini işten atarak, onların yeniden sendika yönetimlerinde yer almalarını engelleyerek aynı zamanda sendikasızlaştırma, sendikaları kadrolardan mahrum bırakmak sonucu-
62 AKP’LI YILLARDA EMEK HAREKETININ GENEL DURUMU
nu da üretmektedir. KESK üyesi beş bini aşkın kamu emekçisi ihraç edilmiştir. İhraç edilenler arasında KESK yöneticileri ile KESK’e bağlı çok sayıda sendikanın genel merkez, şube yöneticileri ile temsilcileri de vardır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı işten atılan kamu emekçilerinin sendika yöneticisi olamayacağını belirtmiştir. 667 sayılı KHK ile Cihan-Sen ve Aksiyon-İş konfederasyonlarına bağlı 19 sendika kapatılmıştır. Cihan-Sen’in en son üye sayısı 22 bin civarında idi. Aksiyon-İş’in üye sayısı ise 30 bin civarındaydı. OHAL Kanunu’na göre değil, ancak 6356 sayılı yasa sendikaların yargı kararıyla kapatılmasını öngörülmesine karşın, 2 konfederasyon ve bağlı sendikaları kapatılmıştır. (667 sayılı KHK, 2016)
Grev Yasakları 1984-1995 arasında yıllık ortalama greve katılan işçi sayısı 60 bin civarında iken, bu sayı 1995-2000 yılları arasında 9 bin civarına, 2000’lı yıllarda ise 5 bin civarına gerilemiştir. Grevler hem yasaklamalar hem de sendikal politikalar nedeniyle işçi sınıfının “silahı” olarak yaygın ve etkili kullanılamamıştır. 1984-2002 döneminde yıllık ortalama greve çıkan işçi sayısı 40 bin 823 iken, bu sayı 2002-2017 döneminde 5693’e gerilemiştir. Benzer bir şekilde grevde geçen işgünü sayısı da azalmıştır. 1984-2002 döneminde yıllık ortalama grevde geçen işgünü sayısı 1 milyon 208 bin iken, 20032017 arasında bu sayı 227 bin civarına gerilemiştir. (DİSK-AR 2019) Grev yasaklamaları esas olarak OHAL döneminde uygulanmış olmakla birlikte, bu dönemle sınırlı değildir. OHAL’in bir fırsat olarak değerlendirildiği cumhurbaşkanı tarafından açık olarak ifade edilmiştir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Uluslararası Yatırımcılar Derneği
YASED’in 12 Temmuz 2017 tarihinde düzenlediği toplantıda yaptığı konuşmada, “Grev tehdidi olan yere OHAL'den istifade ile anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki hayır, burada greve müsaade etmiyoruz, çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız. Bunun için kullanıyoruz” demiştir. (Erdoğan, 2017b) Cumhurbaşkanı Erdoğan, MÜSİAD Genel Kurulu'nda da “Buna karşılık birileri hâlâ, ‘Efendim, olağanüstü hâl var’ diye sızlanıyor. Onların kimler olduğunu biliyorsunuz. Ben de diyorum ki, olağanüstü hâl girişimcilerimizin, yatırımcılarımızın önünü mü kesiyor, yoksa önünü mü açıyor? Eski olağanüstü hâlleri hatırlayın, fabrikaya girmezdin patron olarak, o günleri biz unutmadık. O olağanüstü hâllerin olduğu dönemlerde patron fabrikasına giremiyordu. Biz geldik, fabrikalarınızın kapısını açtık” demiştir. (Erdoğan, 2017c) OHAL döneminde 14 işletme/iş yerinden 23.820 işçinin grev hakkı erteleme adı altında yasaklanmıştır. Bu dönemde, grev yasağının kapsamı da genişletilmiştir. 22 Kasım 2016 tarihinde çıkarılan 678 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu değiştirilmiş ve grev yapılamayacak işlere ve durumlara “Genel sağlığı veya millî güvenliği, büyükşehir belediyelerinin şehir içi toplu taşıma hizmetlerini, bankacılık hizmetlerinde ekonomik veya finansal istikrarı bozucu nitelikte” işler de eklenmiştir. Bu iki sektör için daha önce Anayasa Mahkemesi bu işlerde grev yapılabileceğine ilişkin karar vermiştir. Bu değişiklikle, grev hakkı yeniden daraltılmış ve belediye toplu taşıma hizmetleri ile bankacılık işkolu “grev yasağı kapsamına” alınmıştır. (678 Sayılı KHK, 2016) OHAL döneminde Banka ve Sigorta İşçileri Sendikası (BANKSİS) tarafından Akbank için 2017 yılı Mart ayında alınan grev kararı yasaklanmıştır. Akbank grevi,
Tablo 4 Yıl
İş Yeri İşletme
1
2003
Petlas
2
2003
Şişecam
2004
4
2004
5
2005
6
2014
7
2014
8
2015
9
2017
10 2017 11 2017 12 2017 13 2017
Şişecam Pirelli, Good Year, Brisa Erdemir Madencilik Şişecam Çayırhan Çöllalar Kömür İşletmeleri MESS Grup TİS
Milli Güvenlik Milli Güvenlik Genel Sağlık ve Milli Güvenlik Milli Güvenlik Milli Güvenlik Milli Güvenlik Milli Güvenlik
Milli Güvenlik Milli Asil Çelik Güvenlik EMİS Grup TİS Milli (4 İşletme) Güvenlik Ekonomik Akbank Finansal İstikrar Şişecam Milli (7 İşletme) Güvenlik Milli Mefar İlaç Güvenlik
14 2018
MESS Grup TİS (179 İşletme)
15 2018
Soda A.Ş.
16 2019
İzban
Milli Güvenlik Milli Güvenlik Şehir içi ulaşım
İşçi Sayısı
İş Yeri İşletme Sayısı
Sendika
İşkolu
350
1
Petrol İş
Lastik
5000
1
Kristal İş
Cam
63 5000
6
Kristal İş
Cam
5000
3
Lastik İş
Lastik
400
1
T. Maden İş
Maden
5.800
6
Kristal İş
Cam
1500
1
T. Maden İş
Maden
15000
38
620
1
2200
4
14000
1
Banksis
Bankacılık
6500
7
Lastik İş
Lastik
500
1
Petrol İş
İlaç
130000
179
Birleşik Metal İş/ T. Metal Sendikası/ Çelik İş
Metal
542
3
Petrol İş
Lastik
343
1
Demiryol İş
Taşımacılık
Birleşik Metal İş Birleşik Metal İş Birleşik Metal İş
Metal Metal Metal
Kaynak: DİSKAR tarafından hazırlanan tabloya tarafımızdan iş yeri/işletme sayıları eklenmiştir.
AKP’LI YILLARDA EMEK HAREKETININ GENEL DURUMU
3
Gerekçe
64 AKP’LI YILLARDA EMEK HAREKETININ GENEL DURUMU
“ekonomik ve finansal istikrarı bozucu nitelikte görüldüğü” gerekçesi ile yasaklanan ilk grev olmuştur. Ancak bununla yetinilmemiş ve bir ilk daha yaşanarak grev yasaklama haberini yapmak da yasaklanmıştır. İstanbul 1. Sulh Ceza Hakimliği “Akbank’ın servet ve şöhretinin korunması”, “milli güvenlik”, “kamu düzeni”, “toprak bütünlüğünün korunması” gibi gerekçelerle Akbank grevine ilişkin yazılı, görsel ve internet medyasında, sosyal medyada her türlü haberin yapılmasını yasaklanmıştır. Dolayısıyla grev yasaklanmış, ancak yetmemiş, yasaklama haberini yapmak da yasaklanmıştır. (Evrensel, 2017) Grevler OHAL öncesi dönemde de yasaklanmaktaydı ve yasaklar OHAL’in bitmesi ile de sona ermemiş, sürmüştür. Tablo 4'de yer aldığı gibi AKP döneminde 16 ayrı Bakanlar Kurulu kararı ile, 254 işletme/iş yerinde toplam 192.755 işçinin grev hakkı yasaklanmıştır. Yasaklanan ilk grev 1 Temmuz 2003’te Türk İş’e bağlı Petrol-İş’in örgütlü olduğu Petlas Lastik Sanayi ve Ticaret AŞ’deki grevdir. Şimdilik yasaklanan son grev İzban için alınan grev kararıdır. Tablo 4: AKP Dönemi Grev Yasakları Yasaklamalar ile işçi sınıfının en önemli mücadele aracı olan grev silahı etkisizleştirilerek zaten eşitsiz olan ilişkiler tümüyle patronlar lehine işletilmiştir. OHAL döneminde sendikal haklarla ilgili kanunlarda da düzenleme yapılmış ve örgütlenme hakkı hukuksal olarak da daraltılmıştır. 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları ve Toplu Sözleşme Kanunu’na 682 sayılı KHK ile kamu sendikalarına üye olamayanlara “Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığında görevli subay, sözleşmeli subay, astsubay, sözleşmeli astsubay, uzman jandarma, uzman erbaş, sözleşmeli erbaş
ve sözleşmeli erler” ifadesi eklenmiştir. (682 sayılı KHK, 2017) Sendikal haklar yasalarla sınırlandırılırken, fiilen engelleme yanında mahkeme kararları yoluyla da kullanılamaz hale getirilmiştir. İşçileri üye yapan sendikacılara OHAL’le birlikte cezalar verilmeye başlanmıştır. Beks Çorap patronun şikayeti üzerine, Çerkezköy Sulh Ceza Hakimliği fabrikada örgütlenme çalışmaları yürüten Öz İplikİş Sendikası’nın Trakya Bölge Başkanı Mehmet Çakır’ın fabrikaya yaklaşmasını yasaklamıştır. 2007 yılında Horoz Lojistik firmasında örgütlenme çalışması yürüten TÜMTİS Ankara Şube yöneticileri patronun şikayeti üzerine gözaltına alınmış ve Özel Yetkili 11. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından tutuklanmıştır. Mahkeme sendikacılara üye sayısını çoğaltarak aidat gelirini artırdıkları gerekçesiyle hapis cezası vermiştir. Karar yine OHAL döneminde Danıştay tarafından da onaylanmıştır. 14 sendika üye ve yöneticisine 1 ila 6 yıl arasında hapis cezası verilmiş ve 3 sendikacı cezaevine girmiştir. (TÜMTİS, 2017)
YASALARDA DEĞİŞİKLİKLER VE GİRİŞİMLER Türkiye’de gerek bireysel gerekse toplu iş yasalarının gündeme getirilişi ve çeşitli dönemlerde değiştirilmesi esas olarak devletin işçi hareketini denetim altına alma amacından kaynaklanmıştır.
İş Kanunu Değişikliği 4857 sayılı yeni İş Kanunu ile bireysel iş ilişkileri düzenlenirken, esneklik temel yaklaşım olmuş, bir dizi esnek istihdam biçimi kanun maddesi haline getirilmiş ve böylece ucuz, denetlenebilir bir emek rejimi inşa edilmek istenmiştir. 10 Haziran 2003 tarihinde 1475 sayılı İş Kanunu bir maddesi dışında tümüyle yürürlükten kaldırılmış ve 4857 sayılı yeni
Özel İstihdam Büroları ve Kiralık İşçilik Özel İstihdam Büroları (ÖİB) İş Kanununa 2003 yılında girmiş ve sonraki yıllarda AKP’li hükümetlerin gündeminden düşmeyen hukuksal düzenleme konularından birini oluşturmuştur. Kiralık işçiliğin düzenlendiği 6715 Sayılı İş Kanunu ile Türkiye İş Kurumu Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 20.05.2016 tarih ve 29717 Sayılı Resmi Gazete'de yayımlanmıştır. Özel İstihdam Büroları aracılığıyla işçi kiralanması ile işçi için iş yeri kavramı olmamakta, örgütlenme hakkı ortadan kalkmakta, iş yerinde aynı işi yapan farklı statüde iki işçi grubu olmakta, çalışanlarla işsizler arasındaki rekabet artmakta, işçi simsarlığı yerleşmektedir. İşverenlerin işten çıkarma maliyetleri düşmekte, işçiler istenildiği gibi kullanılıp kapı önüne konulmaktadır. Bu tür bir ilişki çerçevesinde çalışan işçilerin uygulamada ihbar ve kıdem tazminatları ile izin hakları da yoktur. İşçinin belirli bir yer, zaman ve işte,
belirli bir işverene bağlı olarak çalışmasını sağlayan geleneksel anlayış kökten değiştirilmiştir.
Kıdem Tazminatını Fona Devretme Girişimleri İşçilerin 1937 yılından bugüne kadar kullandığı kıdem tazminatı hakkı, son yıllarda sermaye ve hükümetin boy hedefi haline getirilmiştir. Hem işçi sendikalarının mücadelesi hem de TİSK ve TÜSİAD gibi sermaye örgütlerinin bir bölümünün de karşı olması nedeniyle Fon Yasası çıkarılamamış, ancak bu girişimden de bir türlü vazgeçilmemiştir. Sermaye cephesi, özellikle kriz dönemlerinde kıdem tazminatının kendileri için taşınamayacak bir yük olduğundan, bu durumun da rekabeti ve istihdamı engellediğinden söz etmiştir. Sermayenin kıdem tazminatı sorununun çözülmesi talebi AKP hükümetinden karşılık bulmuş ve ilk defa bir hükümet programında kıdem tazminatına özel olarak yer verilmiştir. 61. Hükümet Programı’nda şöyle denilmektedir: “İşçilerimizin büyük çoğunluğunun alamadığı, işletmelerimizin üzerinde ödeme baskısı oluşturan, çalışma hayatının en önemli sorun alanlarının başında gelen kıdem tazminatı sorununu kazanılmış hakları koruyan ve bütün işçilerin kıdem tazminatlarını garanti altına alan bir fon teşkil etmek suretiyle, sosyal taraflarla istişare içinde çözeceğiz.” (AKP, 2011) Yine, son olarak 2019 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’nda, “Sosyal tarafların mutabakatıyla kıdem tazminatı reformu gerçekleştirilecektir.” denilmek suretiyle, bu hedeften vazgeçilmediği belirtilmektedir. Kıdem tazminatı, işçilere fazladan verilen bir ödeme değildir. İşçilerin ücretleri sadece çıplak ücretten ve/veya yan ve sosyal ödemelerden oluşmaz. İşçiler, ücretlerinin bir bölümünü çalışırken alırlar; SSK prim kesintisi, işsizlik sigortası kesintisi
65 AKP’LI YILLARDA EMEK HAREKETININ GENEL DURUMU
İş Kanunu yürürlüğe girmiştir. Bu kanunla güvencesiz çalışmanın en önemli hukuki dayağı oluşturulmuştur. Yoğunlaştırılmış iş haftası, bir başka deyimle denkleştirme, ayrıca telafi çalışması 4857 sayılı kanunla iş mevzuatına yeni girmiş bir terimdir. Bunun dışında, kısmi süreli çalışmanın bir türü olarak çağrı üzerine çalışma, geçici iş ilişkisi ve serbest zaman gibi birçok esneklik düzenlemesi getirilmiştir. Yine kıdem tazminatının fona devredilmesi bu kanunun geçici 6. maddesi ile düzenlenmiştir. Sonraki yıllarda fonla ilgili yasa çıkarma girişimlerine bu madde kaynaklık etmiştir. Bu yasa ile iş ve işçi bulma konusunda Türkiye İş Kurumu’ndan ayrı olarak Özel İstihdam Bürolarının kurulmasına da olanak verilmiştir. (İş Kanunu, 2003)
66 AKP’LI YILLARDA EMEK HAREKETININ GENEL DURUMU
gibi ödemelerin karşılığından ise daha sonra yararlanırlar. Bunların tümü ücretin parçalarıdır. Kıdem tazminatı da işçinin ürettiği ve karşılığı ödenmeden el koyulan değerin bir bölümünün işçiye daha sonra geri ödenmesidir; ödenmesi sonraya bırakılmış bir ücrettir. Kıdem tazminatı, işçinin işini kaybetmesi durumunda, o iş yerindeki bedensel yıpranmasının karşılığıdır. İş yerine yaptığı katkı dikkate alınarak, yeni bir iş bulmada karşılaşabileceği zorluklar göz önünde bulundurularak, işten çıkarılan işçinin işsiz kalacağı sürede ya da emeklilik durumunda belli bir parasal güvenceye kavuşması amacıyla yapılan bir ödeme türüdür.
Devlet Denetleme Kurulunun Görev ve Yetkileri Değiştirildi Başkanlık sistemine geçiş sonrası 15 Temmuz 2018 günü yayımlanan 5 numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle sendikaların da Devlet Denetleme Kurulu tarafından denetlenmesinin yolu açılmıştır. Kararnameye ile DDK'ya sendikaları denetleme ve yöneticilerini görevden uzaklaştırma yetkisi verilmiş olup DDK tarafından denetlenecek ve sendikalar ile meslek örgütlerinin seçilmiş yöneticileri görevlerinden uzaklaştırılabilecektir.
ÇALIŞMA KOŞULARINDA VE İSTİHDAMDA DEĞİŞİM Özelleştirme Özelleştirme AKP döneminde, önceki tüm yılları aratacak düzeyde gerçekleştirilmiştir. Böylece, hem kaynak ihtiyacı karşılanmış ve özel sektöre kaynak aktarılmış, hem de kamu personeli sayısının azaltılması sağlanmıştır. AKP öncesinde, 1986 ile 2002 yılları arasında 8.240 milyar dolarlık özelleştirme yapılmış, AKP’nin iktidara gelmesinin ardından hızlanan özelleştirmeler sonrası 2002 ile 2019 yılları arasında 61.711 milyar dolarlık özelleştirme yapılmıştır. Bu rakam bugüne kadar yapılan uygulamalardan sağlanan toplam gelirlerin yaklaşık yüzde 88’ini oluşturmaktadır. Grafik 1: Yıllar İtibarıyla Gerçekleştirilen Özelleştirme Uygulamaları AKP döneminde özelleştirme uygulamalarının ardından KİT’lerde istihdam hızla azalmış, buna paralel olarak taşeron işçi istihdamında istikrarlı bir artış görülmüştür. Kamu İktisadi Teşekkülleri’nde (KİT) 2000 yılında 434.655 kişi çalışırken, bu sayı 2005 yılında 159.702 kişiye, 2018 yılında ise 101.982 kişiye düşmüştür.
Grafik 1
Kaynak: 2019 Yılı Bütçe Gerekçesi
Grafik 2
67
Reel Ücretler Geriledi AKP dönemi, aynı zamanda sömürünün alabildiğine arttığı, reel ücretlerin verimlilik artışlarının çok gerisinde kaldığı ve gerilediği bir dönem olmuştur. 2009 yılı baz yıl olarak ele alındığında, 2017 yılında kadar olan dönemde ekonominin genelinde verimlilik artışının devam ettiğini, reel ücretlerin ise gerilediğini görüyoruz. Sanayi sektöründe verimlilik son yıllarda hızlı bir artış eğilimine girmiştir. Ücretler ise, 2016 yılındaki asgari ücret kaynaklı artıştan sonra yatay seyretmiş ve reel birim ücretler azalmıştır. Grafik 2: Reel Ücret, Verimlilik ve Reel Birim Ücret Düzeyi (2009-2017) Son dönemde verimlilik artışları de-
vam ederken reel ücretlerde gerileme görülmektedir. Bu grafik bize, işçilerin daha yoğun çalıştığını ancak, üretimden daha az pay aldığını, dolayısıyla daha fazla sömürüldüklerini anlatmaktadır. Öte yandan asgari ücret alan işçi sayısı da giderek artmaktadır. İşsizlik artışı ücretler genel düzeyini de etkilemekte ve asgari ücretle yaşamını sürdürmek zorunda kalan işçiler artmaktadır. 2017 yılı itibariyle asgari ücret altında ücret alanların sayısı 1,8 milyon ve asgari ücret alanların sayısı 6,7 milyon olmak üzere asgari ücret ve altında ücretle çalışanlar yaklaşık 8,5 milyondur. Tablo 5: Asgari Ücret Civarında Ücret Alan İşçi Sayısı (2017) (Bin)
Tablo 5
Kaynak: DİSK-AR, Asgari Ücret Gerçeği 2019 Raporu
AKP’LI YILLARDA EMEK HAREKETININ GENEL DURUMU
Kaynak: Ücretler ve İşgücü Verimliliğine Mikro Bakış (2018)
Patronlar Hiç Görmediği Kadar Teşvik Aldı
68 AKP’LI YILLARDA EMEK HAREKETININ GENEL DURUMU
Patronlar son yıllarda Cumhuriyet tarihinde görülmedik ölçüde teşvik almaya başlamışlardır. Ali Koç, hükümetten daha önce hiç görmedikleri kadar teşvik aldıklarını, ancak sadece teşvikin, yeterli olmayacağını söylemiştir: “Cumhuriyet tarihinin en önemli teşviklerini veriyor. Sanayiciye hiçbir dönemde böyle imkânlar sunulmadı.” (Koç, 2017) Alarko CEO’su Ayhan Yavrucu da mevcut teşvik yelpazesinin inanılmaz boyutta olduğunun ancak stratejik bir bütünlük arz etmediğinin altını çizmektedir ve “Ben hiçbir dönemde bu kadar teşvik görmedim.” demiştir. (Yorucu, 2017) Maliye Bakanı Naci Ağbal 2018 yılı bütçe sunuş konuşmasında, “Teşvik sistemini daha da etkinleştirdik, süper teşvik sistemini başlattık.” demiştir. (Ağbal, 2017) AKP, İşsizlik Sigortası Fonu kaynaklarına göz dikmekten geri durmamış 687 KHK ile 2017'de yeni istihdam edilen her işçi için işverenlere 773 TL destek sağlanmıştır. Bu desteğin 667 TL'si (yüzde 86'sı) İşsizlik Sigortası Fonu'ndan sağlanmıştır. 2017 yılında yapılan ve sermayeye teşvik verilmesi sağlanan bu düzenlemenin benzeri 2011 yılında da yapılmıştır.
İşsizlik Sigortası Fonu’nun bir önceki yıl prim gelirlerinin yüzde 30'unun, istihdamı artırmaya yönelik politika ve tedbirleri uygulamak, istihdamı koruyucu tedbirler almak, işe yerleştirme ve danışmanlık hizmetleri temin etmek amacıyla kullanılabilmesine ilişkin düzenleme yapılmıştır. Ayrıca Bakanlar Kurulu’na bu oranı yarı oranında artırabilme hakkı verilmiştir. İşsizlik Sigortası Fonu'ndan işverenlere yeni bir teşvik daha sağlanmış ve işçinin ücretinin de Fon’dan karşılanması sağlanmıştır. 447 sayılı İşsizlik Sigortası Kanunu'na yeni bir hüküm eklenmiş, yapılan değişiklik ile işverenlere daha önce sağlanan sigorta prim ve vergi desteğinin yanında asgari ücret tutarı kadar ücret desteği sağlanmıştır. İşverenlerin belirli koşullar altında yeni istihdam edecekleri işçilerin ücretlerinin asgari ücret kadar kısmı İşsizlik Sigortası Fonu tarafından ödenecektir.
Binlerce İşçi İş Cinayetinin Kurbanı Oldu Çalışma koşulların kötüleşmesi, esnek, kayıtsız istihdamın artması, işçi cinayetlerinin artmasını da beraberinde getirmiştir. AKP’nin 17 yıllık iktidarında binlerce işçi, iş cinayetlerinde yaşamını kaybetmiştir. Madenler, tersaneler, inşaatlar kitlesel
Grafik 3
Kaynak: İstanbul İşçi Sağlığı ve Güvenliği Meclisi
2012 yılında çıkarılan “İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu” hiçbir yaraya merhem olmamıştır. Kanun yürürlükteki yasa maddelerinin ayrı bir yasa metninde toplanmasından ibaret kalmıştır ve dolayısıyla içinde işçi lehine “yeni” olan bir düzenleme bulunmamaktadır. Kanunda korunmaya ilişkin yaptırımlar yer almamış, işverenleri, çalışanların iş güvenliğinin sağlanması ve sağlığının iyileştirilmesi konularında yükümlülük altına sokmamıştır. (Bakır, 2017) KHK zırhı bu defa da iş cinayetine getirilmiştir. TMSF tarafından el konulan inşaatta hiçbir tecrübesi olmadan görevlendirildiği asansör montajı sırasında yaşamını yitiren bir işçi ile ilgili olarak mahkeme, “hukuki, idari, mali ve cezai sorumluluğu doğmayacağı”na ilişkin KHK maddesini, “iş cinayeti” için uygula-
mış ve şirketin devredildiği kayyıma beraat vermiştir. (Cumhuriyet, 2019)
İŞÇİLERİN DİRENİŞİ DE BİTMEK BİLMEDİ 17 yıllık dönemde işçiler ve kamu emekçileri çeşitli eylem biçimleri ile yurdun dört bir tarafında çalışma koşullarının kötüleşmesine, düşük ücret politikalarına, esnekliğe ve güvencesizliğe yol açan politikalara karşı öfke ve tepkisini haykırmıştır. Bu süreçte grevlerden fabrika işgallerine yüzlerce eylem ve direnişe de tanıklık edilmiş; üretimi aksatan direniş ve eylemlerin sayısında artış yaşanmıştır. Grafik 4: İşçi Sınıfı Eylemleri (20132017) 2017’de 607 eylem gerçekleşmiştir. Bu eylemlerin 430’u iş yeri temelli eylemler olmuştur. 2017’de yıl içinde eylem sayısı bir önceki yıla göre neredeyse aynı kalmasına rağmen eylemlerin barındırdığı tekil eylem sayılarında artış gözlenmiştir. 2016’da 729 olan tekil eylem sayısı 2017’de 1313’e yükselmiştir. 2016’da vaka başına düşen eylem sayısı 1,2 iken 2017’de bu sayı 2,16 olmuştur. Bu artışta metal sektöründe gerçekleşen eylemlerin etkisi büyüktür. Diğer bir faktör ise KHK ile işten çıkarma sonucu gerçekleşen sürekli eylemlerdir. 2017’de günlük ortalama eylem sayısı 3,6’dır.
Grafik 4
Kaynak: Emek Çalışmaları Topluluğu
69 AKP’LI YILLARDA EMEK HAREKETININ GENEL DURUMU
işçi kıyımlarının mekanları olmuştur. Bu kıyımlar AKP döneminde “kader” ve “fıtrat” söylemleri ile meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Başbakan Tayyip Erdoğan Zonguldak'taki maden faciasıyla ilgili “Bu tür kazalar bu mesleğin kaderinde var.” demiş, (Erdoğan, 2010) Soma'da yaşanan maden faciasına ilişkin de “Bunun fıtratında bunlar var. Kaza olmayacak diye bir şey yok.” diyerek cinayetlerin üzerini örtmeye çalışmıştır. (Erdoğan, 2014) Grafik 3: İşçi Cinayetler (En Az)
70 AKP’LI YILLARDA EMEK HAREKETININ GENEL DURUMU
Eylemlerin yoğunlaştığı işkollarına bakıldığında esnek ve güvencesiz çalışmanın hâkim olduğu sektörlerde mücadelenin yükseldiği görülmektedir. Taşeronlaşmanın ve diğer esnek istihdam biçimlerinin yoğun yaşandığı işkolları olan yerel yönetimler, inşaat ve sağlık sektörleri son yıllarda direnişlerin en fazla gerçekleştiği sektörler olarak öne çıkmaktadır. İşçilerin iş yeri düzeyinde, daha yoğun ve daha fazla sömürüye, hak gasplarına karşı başkaldırmaya ve çeşitli eylem biçimleri ile tepkilerini sürdürmeye devam ettikleri görülmektedir. Özellikle “fiilî grev” olarak tanımlanan ve üretimi doğrudan etkileyen “iş yapmama” eylemlerinde de görünür artış yaşanmaktadır. Son yıllardaki en önemli işçi ayaklanması metal işçilerinin isyanıdır. 2015 yaz aylarına metal işçilerinin direnişleri “Metal Fırtına” damgasını vurmuştur. Marmara Bölgesi başta olmak üzere, çok sayıda ildeki 49 iş yerinde yaklaşık 60 bin işçi ayaklanmış ve büyük bir direniş yaşanmıştır. Bu direniş sırasında fiili grevler de yapılmıştır. Renault’da yapılan fiili grev 12 gün sürmüştür. İsyan, metal patronlarına olduğu kadar, Türk Metal Sendikasına da yöneliktir. İsyan sırasında yaklaşık 40 bin işçi T. Metal Sendikasından istifa etmiş; isyan, baskı, tehdit ve işten atmalarla bastırılmıştır. (Kaygısız, 2016b) 17 yıllık dönemde binlerce iş yerinden yüz binlerce işçi ve kamu emekçisi çeşitli eylem biçimleri ile öfkesini haykırdı, hakları için çeşitli yöntemlerle mücadele etti ve bu mücadele yükselerek sürüyor.
Sonuç 17 yıllık süreçte toplumsal yaşantımızın tüm alanlarında olduğu gibi, çalışma yaşamında da bir dizi önemli gelişmeye tanıklık edildi, ediliyor. Devlet yeniden inşa edilirken, sendikal alan da bundan azade bırakılmıyor. Emek piyasalarının zor üzerinden otoriter bir zeminde inşası
sürüyor. Bir yandan yasal değişiklikler, öte yandan da fiili müdahale ve iktidarın politik tutumu sendikaları da etkisiz kılarken, sendikalar işçi sınıfı mücadelesini geriletici rol üstlenir olmuşlardır. Emek piyasaları esneklik temelli yeni üretim ve yönetim tekniklerine teslim edilmiş durumdadır. İşçi sınıfının üretim süreci üzerindeki denetimi zayıflatılırken, sermayenin denetim ve egemenliği artmaktadır. Esnek istihdam biçimleri ile kuralsızlık egemen kılınırken bu durum beraberinde güvencesiz bir çalışma ilişkisini getirmektedir. Üretim sürecinin sermaye eliyle yeniden düzenlenmesi ile işçilerin daha fazla ve daha yoğun sömürüsü sağlanmaktadır. Sendikal hareket tümüyle etkisiz hale getirilmeye ve doğrudan devlet sendikacılığı egemen olmaya başlamış durumdadır. İktidar, kendi ideolojik eksenindeki sendikaları güçlendirmekten geri durmamakta, bunun için elinden geleni yapmakta ve tüm olanakları kullanmaktadır. Memurlar, Memur-Sen Konfederasyonuna bağlı sendikalara, işçiler ve özellikle de taşeron işçiler Hak-İş’e bağlı sendikalara üye yapılmaktadır. Bu hormonlu büyümeyi ile AKP yanlısı sendika ve konfederasyonlar tarihsel olarak en güçlü dönemlerini yaşamaya başlamışlardır. Bütün bu olumsuz gelişmelere karşın işçi sınıfının mücadelesi de sürmektedir. Yurdun dört bir yanına yayılan direnişler yaşanmaya devam etmektedir. Yasal grevler son yıllarda artarken, yasal grev dışı, üretimi de etkileyen direniş biçimleri de artarak sürmektedir. İş yeri bazlı eylemler kitlesel bir hal alırken, emek mücadelesinde iz bırakan önemli direnişlere tanıklık edilmektedir. Bu başkaldırı yalnızca direnişe geçen kesimler için kazanım yaratmamakta, kendi sınırlarını aşan sonuçlar üretmekte ve işçi sınıfı hafızasına da kaydedilmektedir.
2- Diğer kategorisi içinde bağımsız sendikalar ve diğer konfederasyonlar yer almaktadır.
Kaynaklar:
667 sayılı KHK (2016a), 667 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınan Tedbirlere İlişkin Kanun Hükmünde Kararname, Erişim Tarihi 10 Kasım 2017, http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/07/20160723.pdf 678 sayılı KHK (2016b), 678 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, Erişim Tarihi 10 Kasım 2017, http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/11/20161122-2.htm 682 sayılı KHK (2017a), 682 sayılı Genel Kolluk Disiplin Hükümleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, Erişim Tarihi 10 Kasım 2017, http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2017/01/20170123-1.htm 687 sayılı KHK (2017b), 678 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, Erişim Tarihi 10 Kasım 2017, http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2017/02/20170209-8.htm
2019 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı (2018), Erişim 14 Mart 2019, http://www.resmigazete.gov.tr/ eskiler/2018/10/20181027M1-1.pdf Akgündüz, Y.E, Aldan, A. Bağır, Y. K., Torun, H., (2018) Ücretler ve İşgücü Verimliliğine Mikro Bakış, Erişim 17 Mart 2019, http://tcmbblog.org/wps/wcm/connect/ blog/tr/main+menu/analizler/ucretler-isgucu-verimliligine-mikro-bakis Ağbal, N. (2017), Maliye Bakanı Naci Ağbal, 2018 Yılı Bütçe Sunuş Konuşması, Erişim Tarihi 3 Aralık 2017, http:// www.maliye.gov.tr/Documents/2018%20 Y%C4%B1l%C4%B1%20TBMM%20 Plan%20ve%20B%C3%BCt%C3%A7e%20 Komisyonu%20B%C3%BCt%C3%A7e%20 S u n u % C 5 % 9 F % 2 0 Konu%C5%9Fmas%C4%B1.pdf AK Parti (2002a), 2002 Genel Seçimleri Seçim Beyannamesi, Erişim Tarihi 20 Kasım 2017, http://m.akparti.org.tr/site/dosya/59647 AK Parti (2002b), AK Parti 58. Hükümet Programı, Erişim Tarihi 20 Kasım 2017, http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2002/11/20021129.htm AK Parti (2012), AK Parti 2023 Siyasi Vizyonu, Erişim Tarihi 20 Kasım 2017, http://m.akparti.org.tr/site/akparti/2023siyasi-vizyon AK Parti (2017), AK Parti Programı, Erişim Tarihi 20 Kasım 2017, http://m.akparti.org.tr/site/akparti/parti-programi Bakır, O. (2017), AKP iktidarının özeti: Yoğun sömürü, yüksek işsizlik, Erişim Tarihi 10 Kasım 2017, https://www.evrensel.net/ haber/312658/akp-iktidarinin-ozeti-yogunsomuru-yuksek-issizlik ÇSGB (2014), Ulusal İstihdam Stratejisi (2014-2023), Eylem Planları (2014-2016), Ankara Cumhuriyet Gazetesi (2019), İş cinayetine KHK zırhı, Erişim Tarihi 2019, http:// www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/1229775/is_cinayetine_KHK_zirhi.html DİSK (2017) Olağanüstü Hal ve Çalışma Yaşamı: OHAL Emeğe Zararlıdır, Erişim Tarihi 20 Kasım 2017, https://disk.org. tr/2017/07/birinci-yilinda-emegin-ohal-bi-
71 AKP’LI YILLARDA EMEK HAREKETININ GENEL DURUMU
1- Sendikalaşmaya ilişkin veriler Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (ÇSGB) tarafından yayımlanmaktadır. Ancak Bakanlık tarafından yayımlanan işçi sendikalarına dair istatistiklerde yer alan sendikalaşma oranlarının 2012 yılında yapılan yasa değişikliğine kadar gerçeği yansıtmadığı genel kabul görmektedir. Bu nedenle 2002 ile 2019 yılları arasına dair gerçekçi ve aynı sistematiği esas alan bir yöntemle karşılaştırma yapma olanağı yoktur. Buna karşın son yıllardaki gelişmenin bile sendikalaşmaya dair fikir vereceği düşünülmektedir.
72 AKP’LI YILLARDA EMEK HAREKETININ GENEL DURUMU
lancosu-ohal-emege-zararlidir/ DİSK-AR (2019), Sendikalaşma Araştırması (2013-2019) DİSK-AR (2018,) Asgarı̇ Ücret Gerçeğı̇ 2019 Raporu (2018), http://disk.org.tr/wp-content/uploads/2018/12/DISK-AR-2019-AsgariU%CC%88cret-Raporu-SON-1Aralik-2018.pdf Erdoğan, R.T. (2010), Erdoğan: Madenciliğin kaderinde var, Erişim Tarihi 20 Kasım 2017 http s : / / w w w. nt v. c om . t r / tu r k iye / erdogan-madenciligin-kaderindevar,mt6l1Ykfjk6Zog1jWdYjGA Erdoğan, R.T. (2014), Bu işin fıtratında kaza var, Erişim Tarihi 15 Kasım 2014. http://www.radikal.com.tr/turkiye/bu-isinfitratinda-kaza-var-1192125/ Erdoğan, R.T. (2017a), Erdoğan sert çıktı: Diyorlar ki bu kadar kişi işinden oldu, ne olacak onlara? Gitsin özel sektörde çalışsınlar bize ne, devlet mi besleyecek bunları? Erişim Tarihi 3 Aralık 2017 h t t p : / / w w w. h u r r i y e t . c o m . t r / e rdogandan-son-dakika-acik lamalariburaya-gelince-akibetinibiliyorsun-1862017-40520261 Erdoğan, R.T. (2017b), Erdoğan'dan itiraf: OHAL'le grevlere müsaade etmiyoruz, Erişim Tarihi 3 Aralık 2017 h t t p s : / / w w w. e v r e n s e l . n e t / h a ber/326078/erdogandan-itiraf-ohalle-grevlere-musaade-etmiyoruz Erdoğan, R.T. (2017c), “2017, Ekonomide Tarihî Bir Sıçrama Yılı Olacak”, Erişim Tarihi: 3 Temmuz 2017, https:// www.tccb.gov.tr/haberler/410/77459/2017ekonomide-tarih-bir-sicrama-yili-olacak. html Evrensel (2017), Mahkemeden skandal Akbank grevi kararı, Erişim Tarihi 20 Kasım 2017. https://www.evrensel.net/ haber/313749/mahkemeden-skandal-akbank-grevi-karari gazeteduvar.org. (2019), 928 şirketi kayyım yönetiyor, Erişim 20 Mart 2019, https://w w w.gazete duvar.com.t r/ ekonomi/2019/03/20/928-sirketi-kayyimyonetiyor/
gazeteduvar.org. (2018), BES'e yeniden zorunlu katılım getirildi, Erişim 27 Aralık 2018, https://www.gazeteduvar.com.tr/ekonomi/2018/12/27/bese-yeniden-zorunlukatilim-getirildi/ Gebze Kaymakamlığı (2016), Gebze Kaymakamlığı İlçe Olağanüstü Hal Bürosu Resmi Yazısı, Tarih: 21.11.2016, Sayı: 79465707-534-E.2935 Harvey D, (2019), Harvey: Neo-liberalizm neo-faşizmin istismarına açık kitle tabanı yaratıyor, Erişim 14 Şubat 2019, http:// siyasihaber4.org/harvey-neo-liberalizmneo-fasizmin-istismarina-acik-kitle-tabaniyaratiyor/82871?fbclid=IwAR0s9Tr0G-oMd k2tCz628SwrcUhMbxf6cbpt2WGkCXohny GgS0XXO7cS-6U İş Kanunu (2003), 4857 sayılı İş Kanunu, Erişim Tarihi 15 Kasım 2017, http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.4857.pdf Kaygısız, İ. (2016), Metal Fırtınaya Kapılan İşyerleri, DİSK-AR, Sayı 5 Kırklareli İ.J.K (2017), Kırklareli İl Jandarma Komutanlığı’nın Resmi Yazısı, Tarih: 21 Ekim 2017, Sayı: 58748922-0410-23321/ Asyş. Koç, A. (2017), Ali Koç: Hiç görmediğimiz teşviki aldık ama... Erişim Tarihi 3 Aralık 2017, https://www.gercekgundem.com/ ali-koc-hic-gormedigimiz-tesviki-aldikama-298554h.htm Koray, M., Çelik, A. (2015), Himmet, Fıtrat, Piyasa AKP Döneminde Sosyal Politika İçinde: Murat Özveri, AK Parti Döneminde İş Hukukunda Güvencesizliğin Kurumsallaşması: Aziz Çelik, AKP Döneminde Sendikal Haklar: Sendikasız-Grevsiz Kaynaşmış Kitleyiz: Kuvvet Lordoğlu, M. Hakan Koçak, AKP Döneminde İstihdam, İşgücü, İşsizlik. İstanbul: İletişim Yayınları, Resmi Gazete (2018a), Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi, Erişim Tarihi 12 Temmuz 2018, http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2018/07/20180710-1.pdf Resmi Gazete (2018b), Devlet Denetleme Kurulu Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi, Erişim Tarihi 15 Temmuz 2018, http://www.resmigazete.gov.tr/eski-
73 AKP’LI YILLARDA EMEK HAREKETININ GENEL DURUMU
ler/2018/07/20180715-2.pdf sendika.org (2018), Türk-İş’e operasyon sürüyor: Hak-İş, Atalay hakkında suç duyurusunda bulundu, Erişim 14 Aralık 2018, http://sendika63.org/2018/12/turk-ise-operasyon-suruyor-hak-is-atalay-hakkindasuc-duyurusunda-bulundu-522192/ TBMM (2003), İş Kanunu Tasarısı ve Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Raporu, Erişim Tarihi 15 Kasım 2017, https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem22/yil01/ss73m.htm TÜMTİS web sayfası (2017), İşçileri Üye Yapan Sendikacılara Ceza, Erişim Tarihi 29 Haziran 2017. http://tumtis.org/ v2/2017/0529/isci-haklarina-dort-koldansaldiri/ tr.sputniknews.com (2019), Tarım İş Başkanı, sendikanın Kıbrıs ve Ukrayna dahil 47 yurt dışı gezisi iddiasını yanıtladı, Erişim 04 Ocak 2019, h t t p s : / / t r. s p u t n i k n e w s . c o m / bidebunudinle/201901041036952916tarim-is-ilhami-polat-yurtdisi-gezi/ tr.sputniknews.com (2019a), Babadan oğula sendikacılık: Dok Gemi-İş Sendikası başkanı, oğlunu genel sekreter yaptı, Erişim 20.01.2019 h t t p s : / / t r. s p u t n i k n e w s . c o m / turkiye/201901201037190258-dok-gemi-isbaskani-oglunu-genel-sekreter-yapti/ Ulusal İstihdam Stratejisi (2017), “Ulusal İstihdam Stratejisi (2014-2023) ve Eylem Planları (2017-2019)”, Erişim Tarihi 21 Kasım 2017, http://www.resmigazete.gov.tr/main. a s px ? h om e = ht t p : / / w w w. re s m i g a z e te.gov.tr/eskiler/2017/07/20170707m1. htm&main=http://www.resmigazete.gov.tr/ eskiler/2017/07/20170707m1.htm Yorucu, A. (2017), Bu teşvikler nereye gitti diye soran yok... Erişim Tarihi 3 Aralık 2017, https://www.dunya.com/sirketler/ bu-tesvikler-nereye-gitti-diye-soran-yokhaberi-385354
BU SEFER ALEVLER İÇINDE John Bellamy FOSTER Yol Çeviri Kolektifi
75 10 Aralık 2018: Gündoğumu Hareketi eylemcileri önemli Demokrat Parti Kongre ofislerine akın ederek Yeşil Yeni Mutakabat üzerine komite oluşturulmasını talep eder. 19 Aralık 2018: Kongre’deki Yeşil Yeni Mutakabat destekçilerinin sayısı 40’a yükselir. 25 Ocak 2019: Thunberg Dünya Ekonomik Forumu’na seslenir: “Evimiz yanıyor… Evimiz ateşler içindeymiş gibi davranmanızı istiyorum. Çünkü yanıyor.” 7 Şubat 2019: Temsilci Ocasio-Cortez ve Senatör Edward Markey, Yeşil Yeni Mutakabat Tasarısı’nı Kongre’ye sunarlar. 15 Mart 2019: 125 ülkede gençlerin önderlik ettiği ve toplamda 1,6 milyon kişinin katıldığı yaklaşık 2100 iklim eylemi yapılır (Milano’da 100.000, Paris’te 40.000, Montreal’de 150.000) 15-19 Nisan 2019: Yokoluş İsyanı, Londra şehir merkezinin büyük bir kısmını işgal eder. 23 Nisan 2019: Thunberg, Kongre ve Temsilciler Meclisi’ne konuşma yapar: “Ne dediğimi duydunuz mu? İngilizcem iyi mi? Mikrofon açık mı? Çünkü merak etmeye başlıyorum.” 25 Nisan 2019: Yokoluş İsyanı eylemcileri Londra Borsası’nı kuşatıp, bedenleriyle girişleri kapatır. 1 Mayıs 2019: İskoçya ve Galler’den kısa bir süre sonra Birleşik Krallık Parlamentosu da İklim Acil Durumu ilan eder. 22 Ağustos 2019: Senatör ve Başkan Adayı Bernie Sanders, on yıllık süre içinde 16,3 trilyon dolarlık kamu yatırımı öneren şimdiye kadarki en kapsamlı Yeşil
BU SEFER ALEVLER İÇINDE
Bugün ekolojik devrimin başlangıcı gibi görünen bir duruma tanıklık ediyoruz, insanlığın daha önce hiç görmediği tarihi bir an. Naomi Klein’ın yeni kitabı “Alevler İçinde”de söylediği gibi, sadece gezegen yanmıyor, bunun karşısında devrimci bir çevre hareketi de alevlenerek yükseliyor. Aşağıdaki kronoloji geçen yıl Kuzey Amerika ve Avrupa’da iklim hareketlerine odaklanıyor –ancak belirtmek gerekir ki objektif (ve sübjektif) olarak tüm dünya bu sefer alevler içinde: Ağustos 2018: 15 yaşındaki Greta Thunberg İsveç Parlamentosu önünde greve başlar. 8 Ekim 2018: Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) 1,5ºC Küresel Isınma Özel Raporu’nu yayınlar. Rapor, “daha önce görülmemiş düzeyde geçiş sistemleri” ihtiyacına işaret etmektedir. 17 Ekim 2018: Yokoluş İsyanı eylemcileri Greenpeace Birleşik Krallık merkezini işgal ederek iklim değişikliğine karşı kitlesel sivil itaatsizlik eylemleri talep eder. 6 Kasım 2018: Alexandria OcasioCortez (Demokrat) Yeşil Yeni Mutakabat’ı (Green New Deal) savunan bir platform üzerinden kongre temsilcisi seçilir. 13 Kasım 2018: Gündoğumu Hareketi üyeleri Temsilciler Meclisi sözcüsü Nancy Pelosi’nin ofisini işgal eder, yeni seçilmiş Ocasio-Cortez de onlara katılır. 17 Kasım 2018: Yokoluş İsyanı eylemcileri Londra’da Thames Nehri üzerindeki beş köprüyü ulaşıma kapatırlar.
76 BU SEFER ALEVLER İÇINDE
Yeni Mutabakat planını açıklar. 12 Eylül 2019: Kongre’deki Yeşil Yeni Mutakabat destekçilerinin sayısı 107’ye yükselir. 20 Eylül 2019: 150 ülkede düzenlenen 2500’den fazla küresel iklim eylemine dört milyon kişi katılır. Sadece Almanya’da protestocuların sayısı 1,4 milyonu bulur. 23 Eylül 2019: Thunberg Birleşmiş Milletler’de konuşma yapar: “İnsanlar acı çekiyor. İnsanlar ölüyor. Ekosistemler bütünüyle çöküyor. Kitlesel bir yok oluşun kıyısındayız, tek konuştuğunuz para ve ekonomik büyüme masalları. Bu ne cüret!” 25 Eylül 2019: IPCC Okyanus ve Buzküre üzerine Özel Rapor’u yayınlar. Rapor, özellikle tropik bölgelerdeki düşük rakımlı birçok mega-şehrin ve ufak adaların 2050’ye kadar her yıl “olağandışı deniz seviyesi vakaları” yaşayacağını belirtiyor. Geçtiğimiz yılda gördüğümüz iklim değişikliği eylemlerindeki artış büyük ölçüde IPCC’nin Ekim 2018 raporuna bir yanıttı. Rapor, felaketlere yol açacak küresel 1,5 derecelik artıştan kurtulmak için makul bir şansımızın olmasını karbondioksit salınımının 2020’de zirve yapıp düşüşe geçmesi, 2030’a kadar %45 azalması ve 2050’ye kadar net sıfır karbon salınımına ulaşmamıza bağlıyor. Tahmin edilemeyecek sayıda insan, bir anda, uçurumun kıyısından dönebilmek için krizde olan Dünya Düzeni’nde, bu düzen kadar kapsamlı sosyoekonomik değişimlere başlanması gerektiğinin farkına vardı. Bu, aynı zamanda öncü bir Amerikan ekososyalist hareketinin adı olan “İklim Değişikliği Değil Düzen Değişikliği” söyleminin tüm küresel iklim hareketleri tarafından slogan edinilmesine yol açtı. Thunberg ve öğrencilerin iklim protestoları, Gündoğumu Hareketi, Yokoluş
İsyanı ve Yeşil Yeni Mutakabat’ın bir yıllık süre içindeki devasa yükselişleri, düzenlenen protestolar ve çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu milyonlarca iklim değişikliği eylemcileriyle birleşince gelişmiş kapitalist toplumlardaki çevre hareketlerinde büyük bir değişime neden oldu. İklim hareketleri çoğunlukla reformist yapıdaydı ve işlerin olağan akışını bozmadan, yapıyı sadece biraz daha iklime duyarlı bir yöne çekmeyi hedefliyordu. Halkın İklim Hareketi tarafından 2014’te New York’ta düzenlenen 400.000 kişilik iklim yürüyüşünün, iklim müzakerelerinin yapıldığı Birleşmiş Milletler binası yerine 34. Sokak ve 11. Bulvar’ın kesişimi gibi anlamsız bir yere yönelmesi de protestodan çok geçit töreni havası taşıdığını gösteriyordu. Bunun aksine iklim adaletine odaklanan Yokoluş İsyanı, Gündoğumu Hareketi ve İklim Adaleti İttifakı gibi oluşumlar doğrudan eylemi öne çıkarmalarıyla tanınıyor. Yeni gelişen hareket ise daha genç, daha cesur, daha çeşitli ve daha devrimci bir yapıya sahip. Gezegen için yürütülen mevcut mücadelede, sosyal ve ekolojik üretim ilişkilerinin dönüştürülmesi gerektiği anlayışı artarak kabul görüyor. Sadece devrimci bir düzeyde ve hızda yürütülen bir dönüşüm insanlığı kapitalizmin kurduğu tuzaktan çıkarabilir. Thunberg’in 15 Aralık 2018’te BM İklim Değişikliği Konferansı’nda dediği gibi “Eğer düzenin içinde çözüm bulmak mümkün değilse, belki de düzenin kendisini değiştirmeliyiz.”
Yeşil Yeni Mutabakat: Reform mu, Devrim mi? Ekolojik devrim mücadelesini geçen yılda önlemez bir güç haline getiren ise Yeşil Yeni Mutabakat oldu: iklim hareketiyle sosyal ve ekonomik adalet mücadelesinin birleşimini temsil eden, iklim değişikliğinin işçiler ve korunmasız top-
Yeşil Yeni Mutabakat adı altında toplanan tüm bu tasarılar, istihdamı arttırmaya ve yoksulluğu ortadan kaldırmaya yönelik hafif bir kaygı içerirken özünde reformist yeşil kapitalizmi savunan, Yeşil Keynesçilik, eko-modernizm ve korporatist teknokratik planlamanın tepeden inmeci çeşitlemeleriydi. lanan tüm bu tasarılar, istihdamı arttırmaya ve yoksulluğu ortadan kaldırmaya yönelik hafif bir kaygı içerirken özünde reformist yeşil kapitalizmi savunan, Yeşil Keynesçilik, eko-modernizm ve korporatist teknokratik planlamanın tepeden inmeci çeşitlemeleriydi. İlk Yeşil Yeni Mutabakat önerileri, bu açıdan, 1930’ların ortaları ve sonunda sanayi işçilerinin büyük isyanıyla güçlenen 1935-1940 arasındaki İkinci Yeni Mutabakat’tansa, Franklin Roosevelt’in 1933-1935 arasındaki korporatist ve şirket dostu yapıya sahip Birinci Yeni Mutabakat’ıyla daha fazla ortak noktaya sahipti. Önceki korporatist önerilerle keskin bir tezat oluşturan Yeşil Yeni Mutabakat’ın ABD’de geçen yıl hızla yayılan radikal biçimi, tarihsel esinini İkinci Yeni Mutabakat’ın dipten gelen isyanından alıyor. Bu dönüşümdeki esas güç ise 2013 yılında temelinde çevresel adalet bulunan çeşitli organizasyonların birleşmesiyle oluşan İklim Adaleti İttifakı’ydı. İklim Adaleti İttifakı şu anda 80’e yakın organizasyonu aynı çatı altında topluyor, bu oluşumlar düşük gelirli ve etnik toplulukları temsil ediyor, çevresel adalet ve [yeşil düzene doğru] adil bir dönüşüm için mücadele ediyor. Son derece önemli “adil dönüşüm” kavramının kökenleri 1980’lerde Petrol, Kimya ve Atom İşçileri Sendikası üyesi ekososyalist Tony Mazzocchi’nin, sonrasında Birleşik Çelik İşçileri tarafından da desteklenen radikal bir emek-çevresel adalet hareketi oluşturma çabasında bu-
77 BU SEFER ALEVLER İÇINDE
luluklar üzerindeki etkilerine odaklanan bir plan. Ancak Yeşil Yeni Mutabakat, doğuşunda radikal bir dönüşüm stratejisi değil, ılımlı ve reformistti. Yeşil Yeni Mutabakat ifadesi, Greenpeace Uluslararası Ekonomi Bölümü Eski Başkanı Colin Hines ve Guardian Ekonomi Editörü Larry Elliott’ın 2007’de yaptığı bir görüşmede köklerini saldı. Artan ekonomik ve çevresel sorunlar karşısında Hines, Yeşil Keynesçi harcamaları önerdi ve bunu Franklin Roosevelt’in ABD’de Büyük Buhran’a karşı sunduğu Yeni Mutabakat’tan hareketle Yeşil Yeni Mutabakat olarak adlandırdı. Yılın sonlarında Elliott, Hines ve İngiliz girişimci Jeremy Leggett da dâhil olmak üzere diğerleri, Birleşik Krallık Yeşil Yeni Mutabakat Grubu’nu kurdu. Bu fikir çevre politikası gruplarında hızlıca yayıldı. ABD’de şirket yanlısı New York Times yazarı Thomas Friedman bu terimi yeni bir kapitalist eko-modernist strateji olarak ileri sürmeye başladı. Barack Obama, Yeşil Yeni Mutabakat teklifini 2008 başkanlık kampanyasında sunacaktı. Ancak, Yeşil Yeni Mutabakat söylemini ve içeriğinden geriye kalanları, 2010 ara dönem seçimlerinden sonraya bıraktı. Eylül 2009’da BM Çevre Programı, sürdürülebilir bir büyüme planı içeren Küresel Yeşil Yeni Mutabakat raporunu yayınladı. Aynı ayda, Yeşil Avrupa Derneği, bugünlerde Avrupa Yeşil Yeni Mutabakatı olarak bilinen Keynesçi bir yeşil kapitalizm stratejisi olan Avrupa için Yeşil Yeni Mutabakat’ı yayınladı. Yeşil Yeni Mutabakat adı altında top-
78 BU SEFER ALEVLER İÇINDE
lunuyor. Ekonomik ve ekolojik mücadeleler arasındaki ayrımı aşmayı planlayan “adil dönüşüm”, halkların Yeşil Yeni Mutabakat mücadelesinde iklimin korunmasından da önce gelen esas ilke olarak yer alıyor. Yeşil Yeni Mutabakat, Jill Stein’ın 2012 ve 2016’daki Yeşil Parti başkanlık kampanyalarında ilk kez radikal bir taban hareketi stratejisine –veya Halk İçin Bilimler’in diliyle Halkların Yeşil Yeni Mutabakatı’na- dönüştü. Yeşil Parti’nin Yeşil Yeni Mutabakat’ı dört temele sahip: (1) istihdam hakkı, işçi hakları, sağlık hizmeti alma hakkı (herkes için Medicare) ve ücretsiz, federal devlet destekli yüksek öğrenim hakkı içeren bir Ekonomik Haklar Bildirgesi; (2) küçük işletmelere desteği, yeşil araştırmaları ve yeşil işleri teşvik eden bir Yeşil Dönüşüm; (3) ev sahibi ve öğrenci borçlarının ibra edilmesini, para politikalarının demokratikleştirilmesini, finans şirketlerinin parçalanmasını, bankaların devlet tarafından kurtarılmasına son verilmesini ve finans türevi araçların denetlenmesini içeren Gerçek Finans Reformu; (4) tüzel kişiliklerin iptal edildiği, Seçmen Hakları Bildirgesi’nin yasalaştığı, Ulusal Güvenlik Yasa Paketi’nin (Patriot Act) iptal edildiği ve askeri harcamaların %50 azaltıldığı bir Faal Demokrasi. Yeşil Parti’nin Yeşil Yeni Mutabakat’ının radikal (ve anti-emperyalist) bir yapıya sahip olduğu şüphe götürmez bir gerçek. Askeri harcamaların yarıya indirilmesi, diğer alanlardaki federal harcamaların arttırılması planının temelini oluşturuyor. Böylece Yeşil Parti’nin, Yeşil Yeni Mutabakat’ın kalbinde Amerikan imparatorluğunun ekonomik, finansal ve askeri yapısına yönelik bir saldırı yer alırken, ekonomiye yönelik planları ise 20 milyona yakın kişiye yeşil işler sağlayacak bir Yeşil Dönüşüm’e odaklanıyor. Yeşil Dönüşüm kısmı, ironik bir biçimde,
Yeşil Parti’nin Yeşil Yeni Mutabakatı’nın en zayıf parçasıydı. Ancak, Yeşil Parti bu noktada çevresel değişimi, eşdeğer öneme sahip toplumsal değişime bağlayarak bir yenilik getirdi. Ancak, radikal Yeşil Yeni Mutabakat’ın Amerikan siyasetinde aniden büyük bir etken haline gelmesi, Kasım 2018’de ara seçimleri kazanan Temsilci OcasioCortez’in önderliğinde Kongre’ye taşınmasıyla birlikte yaşandı. Ocasio-Cortez, 2016-17’de Standing Rock Kuzey Dakota’da büyük zorluklar altında yerliler önderliğinde yürütülen Dakota Boru Hattı karşıtı protestolara katıldıktan sonra seçimlere girmeye karar vermişti. Ocasio-Cortez, New York’un (Bronx ve Kuzey-merkez Queens’i temsil eden) 14. Kongre Bölgesi için yürüttüğü kampanya dâhilinde Gündoğumu Hareketi’nin Fosil Yakıt Parasına Hayır sözleşmesini imzaladı. Bunun sonucunda Gündoğumu Hareketi’nin desteğini alarak 10. döneminde olan Temsilci Joe Crowley’e karşı beklenmedik bir zafer kazandı. Ara seçimlerden bir hafta sonra Gündoğumu Hareketi tarafından Yeşil Yeni Mutabakat’a destek için Pelosi’nin ofisinde yapılan oturma eylemine Markey’le birlikte Kongre’ye Yeşil Yeni Mutabakat Tasarısı’nı sunacak olan Ocasio Cortez de katılmıştı. Ocasio-Cortez’in kampanyası Sanders’ın 2016’daki başkanlık kampanyasından fazlaca esinlenmişti. Sanders’ın kendisi tarafından demokratik sosyalist olarak adlandırılan kampanyası, seçimden kısa bir süre önce Ocasio-Cortez’in de katıldığı Amerika Demokratik Sosyalistleri (DSA)’nin yeniden doğuşuna sebep oldu. Başlangıcından itibaren, halkların Yeşil Yeni Mutabakatı birçok yönden ekososyalist bir karaktere bürünmüştü. Şubat 2019’ta Markey ve Ocasio-Cortez tarafından sunulan 14 sayfalık Yeşil Yeni Mutabakat Tasarısı’nda, iklim acili-
yetinin gerçekliği, ABD’nin bundaki sorumluluğuyla birlikte ortaya konulmuştu. Bu aciliyet, “bağlantılı krizler”le iç içeydi: ortalama yaşam süresindeki düşüş, maaş artışındaki duraklama, azalan sınıfsal hareketlilik, yükselen eşitsizlik, servet dağılımdaki ırksal ayrımcılık ve gelirlerdeki cinsiyet ayrımı. Önerilen çözüm ise “adil dönüşüm” ile net sıfır karbon salınımını sağlarken “milyonlarca iyi, yüksek ücretli
iş” yaratacak bir Yeşil Yeni Mutabakat’tı. Bu plan (teklifte “korunmasız topluluklar” olarak bahsedilen) “yerlilerin, beyaz olmayanların, göçmenlerin, sanayisizleşen toplulukların, nüfusu azalan kırsal toplulukların, yoksulların, düşük gelirli işçilerin, kadınların, yaşlıların, evsizlerin, engellilerin ve gençlerin, şu anda yaşadığı baskılara son vererek, bunların gelecekte yaşanmasını engelleyerek ve geçmişte
79
80 BU SEFER ALEVLER İÇINDE
yaşanan adaletsizlikleri gidererek adil ve eşitlikçi bir düzeni teşvik etmek” için tasarlanmıştı. Yeşil Yeni Mutabakat Tasarısı “on yıllık ulusal seferberlik” üzerine kurulu. Bu süreçte hedef, “ABD’deki enerji ihtiyacının %100’ünü temiz, yenilenebilir ve sıfır karbon salınımı yapan enerji kaynaklarıyla karşılamak. “Diğer tedbirlerin arasında ‘ulusal ve uluslararası tekellere’ karşı çıkmak; aile tarımını desteklemek; sürdürülebilir gıda düzeni kurmak; sıfır salınıma dayanan ulaşım altyapısı inşa etmek; toplu taşımayı teşvik etmek; yüksek hızlı raylı sistemlere yatırım yapmak; iklimle alakalı teknolojilerin uluslararası düzeyde paylaşılmasını sağlamak; korunmasız topluluklar, sendikalar ve işçi kooperatifleriyle ortaklıklar kurmak; çalışan nüfus için iş garantisi, mesleki kurslar ve yüksek öğrenim olanağı sunmak; tüm ABD nüfusu için yüksek kaliteli sağlık hizmeti sağlamak; kamunun toprak ve su kaynaklarını korumak. Yeşil Parti’nin Yeni Mutabakatı’nın aksine, Ocasio-Cortez ve Markey tarafından sunulan Demokrat Parti’nin Yeşil Mutabakat Tasarısı finansal sermayeye, ABD’nin askeri harcamalarına ve imparatorluğuna doğrudan karşı çıkmıyor. Tasarı’nın radikal yapısı, devasa bir seferberlikle iklim değişikliğine karşı mücadele etmek ve yeniden dağıtımcı ekonomi politikalarını da içeren adil dönüşümle korunmasız topluluklara destek olmakla kısıtlı. Sanders’ın 34 sayfalık Yeşil Yeni Mutabakat’ı işleri daha ileri götürüyor. Elektrik ve ulaşım ihtiyaçlarının 2030’a kadar %100 yenilenebilir enerji kaynaklarından karşılanmasını (bu ABD karbon salınımında %71 azalmaya tekabül ediyor) ve en geç 2050’ye kadar karbon bazlı enerji kaynaklarının terk edilmesini ön görüyor. Tüm bunları fosil yakıtların yerini alacak kaynakların ortaya çıkarılma-
sına 16,3 trilyon dolarlık kamu yatırımı ayırarak; işçi ve korunmasız topluluklar için adil dönüşüm sağlayarak; iklim değişikliği için olağanüstü hal ilan ederek; yeni mutabakat döneminin Sivil Koruma Kolları’nı yeniden etkinleştirerek; açık deniz sondajı, hidrolik kırma yöntemi ve dağ tepesi kömür madenciliğini yasaklayarak yapmayı planlıyor. Sanders, işçiler için adil dönüşümü garanti altına almak için, fosil yakıtların terk edilmesiyle yer değiştirmek zorunda kalacak tüm işçilere “beş yıla kadar maaş garantisi, işe yerleştirme yardımı, nakil yardımı, sağlık güvencesi ve önceki maaşa endeksli emeklilik” ve buna ek olarak konut yardımı öneriyor. İşçiler, masrafı tamamen karşılanmış dört yıllık üniversite eğitimini de içerecek şekilde, farklı kariyer yollarına yönelik eğitim alabilecek. Sağlık masrafları Herkes için Medicare ile karşılanacak. Korunmasız toplulukların güvenliği için çevre adaletinin ilkeleri takip edilecek. Etkilenen topluluklara, yerli toplulukları da dâhil olmak üzere, fon sağlanacak. Kabilelerin egemenliğine saygı duyulacak; Sanders’ın planı kabilelerin toprak erişimi ve geliştirilmesi programları için 1,12 milyar dolarlık bir öneriyi de içeriyor. Ek olarak, hükümet “büyük, kapalı hayvan besleme işletmelerinin ekolojiyi yenileyici uygulamalara geçmelerine yardımcı olmak için 41 milyar dolar ayıracak” ve bu aile çiftliklerine destekle birlikte yürütülecek. Fonlar birçok kaynaktan toplanacak, bunlar: (1) “çevreyi kirleten şirketlere ve fosil yakıtlardan gelir ve servet edinen yatırımlara yönelik vergilerde dev bir artışa gidilmesi” ve bununla birlikte şirketler tarafından “fosil yakıtlarla enerji üretimi sonucu ortaya çıkan kirliliğe yönelik cezaların arttırılması”; (2) fosil yakıt endüstrisine devlet desteklerinin durdurulması; (3) “bölgesel Güç Piyasası Kurulları tarafından toptan satılan enerji üretimin-
şimlerin boyutu, 1930’ların sonundaki İkinci Yeni Mutabakat’a kıyasla, sermaye güçleri için çok daha büyük bir tehlike arz ediyor. Rezervler de dâhil olmak üzere fosil yakıtlara yönelik yatırımların tamamen durdurulması, bunu doğuran zaruretle ve yol açacağı ekonomik değişimle birlikte düşünüldüğünde, tarihteki en yakın benzerini ABD’de köleliğin yasaklanmasında buluyor. Yapılan hesaplamalara göre köleler, 1860 yılında “ABD ekonomisindeki en büyük finansal varlığı oluşturuyordu, bu varlık tüm imalat ve demir yollarının toplamından değerliydi.” Günümüzde, fosil yakıt endüstrisi, ilişkili kollar ve altyapıya -buna bütün finans sistemi de dâhil- karşı çıkmak, işin devasa boyutu düşünüldüğünde servet ve güç üzerinde benzerine sadece köleliğin yasaklanmasında rastladığımız türden çatışmalara yol açacak ve bu sadece genel bir ekolojik ve toplumsal dönüşüm içerisinde düşünülebilir. İşte bu nedenle Amerikalılar Arası Kalkınma Bankası 2016’da yaptığı açıklamada fosil yakıtlardan çekilme mecburiyetinin enerji şirketlerine 28 trilyon dolar zarara mal olabileceğini duyurmuştu. Sermayenin başından beri bildiği gibi, bu değişimler tüm siyasi-iktisadi düzeni tehdit edecek. İnsanlar değişim için harekete geçtiğinde, kapitalist üretimin tüm metabolizması sorgulanacak ve yadsınacak. Enerji şirketleri, Klein’ın da yazdığı gibi, “trilyonlarca dolar değere sahip fosil yakıt rezervlerini toprakta bırakmaya mecbur kalacaklar.” İklim adaleti hareketinin fosil yakıt sermayesine ve yerleşik kapitalist düzene kafa tutabilmesi için büyük ölçekte bir toplumsal hareket ve sınıf mücadelesi şart; bununla birlikte üretim-enerji mekanizmalarında önemli değişimlerin oldukça kısa bir süre içinde hayata geçirilmesi gerekiyor. Şüphesiz, Yeşil Yeni Mutabakat tasarılarının hiçbiri, içinde bulunduğumuz
81 BU SEFER ALEVLER İÇINDE
den elde edilecek gelir” -bu ek gelir 2035’e kadar Yeşil Yeni Mutabakat’ı desteklemek için kullanılacak, sonrasında ise üretilen elektrik, tüketicilere işletim ve bakım ücretleri dışında bedava dağıtılacak; (4) küresel petrol kaynaklarının korunması için ayrılan askeri bütçenin kısılmasıyla; (5) istihdam artışından doğacak ek vergi kaynakları; (6) şirketlerin ve zenginlerin kendi ‘paylarına’ düşeni ödemesi. Sanders’ın Yeşil Yeni Mutabakat’ı Ocasio-Cortez ve Markey’in Meclis Tasarısı’ndan şu yönlerden ayrılıyor: (1) sera gazlarının salınımının azaltılması için kesin tarihler koyarak (bu ABD için, küresel karbon bütçesi dâhilinde diğer ülkelere konulan kısıtlardan, ABD’nin özel sorumlulukları nedeniyle çok daha büyük ölçekli); (2) fosil yakıt sermayesiyle doğrudan yüzleşerek; (3) adil dönüşümü açık bir şekilde genelde işçi sınıfı, özelde ise korunmasız toplulukların ihtiyaçları üzerine temellendirmesiyle; (4) Yeşil Parti’nin önceki Yeni Mutabakat tasarısına benzer biçimde yirmi milyon yeni iş hedefini belirtmesiyle; (5) açık deniz sondajı, hidrolik kırma yöntemi ve dağ tepesi kömür madenciliğini yasaklamasıyla; (6) ordunun küresel fosil yakıt ekonomisinin korunmasındaki rolüyle yüzleşmesiyle; (7) Yeşil Yeni Mutabakat için 10 yılda 16,3 trilyon dolarlık federal harcama şartını koymasıyla; (8) Yeşil Yeni Mutabakat’ı çevreyi kirleten şirketlerden toplanacak vergilerden destekle fonlamasıyla. Ancak Sanders planı, Yeşil Parti’nin askeri harcamaları yarıya indirme konusundaki cesur önerisinden kaçınıyor. Şu an öne sürülen halkların Yeşil Yeni Mutabakat stratejileri, sosyalist teoride devrimci reformlar olarak adlandırılan bir biçime sahip. Bunlar ekonomik, siyasi ve ekolojik güçlerin kökten değişimini vadedip ve sosyalizmden kapitalizme doğru değil, kapitalizmden sosyalizme doğru bir geçişe işaret ediyor. Öngörülen deği-
82
felaketten doğan vazifelerle başa çıkma, hatta bunları kavrama kabiliyetine sahip değil. Ancak temellerini oluşturan zaruret durumu, özgürlük ve sürdürülebilirlik hedefleyen küresel bir devrimci mücadelenin fitilini ateşleyebilir. Çünkü öngörülen değişikler kapitalizmin temel mantığına karşı çıkıyor ve bunları bütün toplum seferber edilmeden gerçekleştirmek mümkün değil.
rının büyümeden çok ekonomik ve sosyal yeniden dağıtımdan kaynaklandığı bilinmesine rağmen. Klein’ın da uyardığı gibi, Yeşil Yeni Mutabakat “iklim Keynesçiliği” yolunu izlerse hem gezegeni korumak hem de adil dönüşümü sağlamak açısından büyük bir hüsrana uğrayacaktır.
IPCC ve Azaltma Stratejileri Bunların hiçbiri tektonik bir değişi-
BU SEFER ALEVLER İÇINDE
Nesnellik kaplamasının ardında, bu Leviathan bilgisayar modellerinin kullanılması, karışık ve bağlamsal politikaları bağlamsal olmayan matematiksel formalizm ile değiştirerek iklim değişikliği azaltma analizini profesyonelleştirmiştir. Yine de radikal Yeşil Yeni Mutabakat stratejileri bazı yerleşik çelişkilere sahip, bunlar stratejilerin ekonomik büyüme ve sermaye birikimine odaklanmalarıyla ilgili. İklim değişikliğini stabilize etme çabası ciddi kısıtlamalar yaratıyor ve temel üretim yapısında değişiklikler gerektiriyor. Ancak mevcut tüm Yeşil Yeni Mutabakat tasarıları kaynakların doğrudan korunmasına veya toplam tüketimde azalmaları gidilmesine dair söz söylemekten büyük ölçüde kaçınıyor - ki acil durumlarda toplumun kısıtlı kaynaklarının eşitlikçi ve fiyat bazlı olmayan bir yöntem olarak karneyle dağıtılması (bu İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD’de bir hayli popülerdi) vb. önlemler tamamen gündem dışında. Hiçbiri var olan birikim düzenine yerleşmiş israfın boyutunu ve bunun ekolojik açıdan nasıl bir avantaja dönüştürülebileceğini dikkate almıyor. Bunun yerine, tüm tasarılar hızlı, katsal bir büyümenin veya sermaye birikiminin teşvik edilmesine dayanıyor -bunun gezegenin yaşadığı olağanüstü hali kötüye götürecek olması ve İkinci Yeni Mutabakat’ın asıl başarıla-
min yaşanmakta olduğunu reddetmek değildir. Yeşil Yeni Mutabakat stratejileri şu anda savunulmakta olan radikal IPCC liderliğindeki bilimsel politika sürecini, şimdiye kadar tüm sol-sosyal bakış açılarına aykırı olan iklim değişikliğiyle mücadele etmek için neler yapılabileceğive yapılması gerekenler açısından ayırma tehdidi altında bulunuyor. İklim değişikliğinin nedenleri ve sonuçlarının, siyasi müdahaleden nispeten bağımsız olan, bilimsel olarak tedavi edilmesinin aksine, IPCC'nin iklim değişikliğini hafifletmek için gerekli sosyal eylemlere yaklaşımı, büyük ölçüde mevcut politika -ekonomik hegemonyayla belirlendi. Dünya çapında karbondioksit salınımını azaltmaya yönelik stratejiler, kapitalist birikim ilişkilerinin neredeyse tüm tahakkümüne ve neoklasik ekonominin hegemonyasından büyük ölçüde etkilenmiştir. Bu tür azaltma senaryoları içine yerleştirilen kılavuz ilkeler, entegre değerlendirme modelleri (IAM'ler, enerji piyasalarını birleştiren büyük bilgisayar modelleri ve sera gazı projeksiyonlarıyla arazi kullanımı) ve paylaşılan sosyo-ekonomik yollar (büyük
sihirli mermiler yerine gerekli ölçekte uygulanabilir olmayan ve negatif emisyonlara dayanan icatlar içeren fütüristik teknolojiye başvurulmaktadır.47 Bu tür modeller, tek savunmanın piyasa verimliliği ve var olmayan ve/veya irrasyonel barok teknoloji olarak adlandırıldığı varsayılan felaket sonuçlara işaret etmektedir, çünkü bu yaklaşımların toplumun şu andaki üretici modu ile büyük ölçüde değişmeden ilerlemesine izin vermesi beklenmektedir. Bu nedenle, çoğu iklim azaltma modelinde, enerji üretmek için yakılacak büyük bir ölçekte yetiştirilen bitkileri (temel olarak ağaçlar), aynı zamanda atmosfere salınan karbondioksiti yakalayan ve bir şekilde sekestrasyonunu teşvik eden büyük miktarda karbon tutma ve depolama (BECCS) teknolojisi ile biyoenerji bulunur, tıpkı jeolojik ve okyanus sekastrasyonu gibi. Eğer uygulanırsa, bu bir veya iki Hindistan’a eşit miktarda toprak ve şu anda yaşanan su kıtlığına ek olarak, dünya tarımı tarafından kullanılan su miktarına yaklaşık bir miktar tatlı su gerektirmektedir.48 Böyle tamamen mekanik yaklaşımların arzulu bir şekilde tanıtılması bir kaza değildir. Bu raporların nasıl oluşturulduğuna ve hizmet ettikleri temeldeki kapitalist düzene derinlemesine gömülüdür. İngiltere’deki Tyndall İklim Değişikliği Araştırma Merkezi’nin önde gelen iklim uzmanı Kevin Anderson’ın sözleriyle: Sorun şu ki, 1,5-2ºC'lik bir taahhütte bulunmak, her yıl varlıklı uluslar için, mevcut ekonomik sistemde tipik olarak mümkün olduğu düşünülen oranların çok ötesinde, %10'dan fazla emisyon kesintileri talep ediyor. IAM'lerin önemli ve tehlikeli bir role sahip olduğu bu çıkmazı telafi ediyor gibi görünüyor. Nesnellik kaplamasının ardında, bu Leviathan bilgisayar modellerinin kullanılması, karışık ve bağlamsal politikaları bağlamsal olma-
83 BU SEFER ALEVLER İÇINDE
ölçüde teknolojik çerçevelere dayanan, her zamanki gibi 5 iş yolundan oluşan, önemli ekonomik büyüme ve resmi olarak tüm modellerde yerleşik olarak bulunan iklim politikası uygulamasının bulunmadığı paylaşılan sosyoekonomik yollar) gibi araçlarla dikkate alınan değişim parametrelerini büyük ölçüde kısıtlamaktadır. Alışılan iş kuruluşlarına tüm alternatifleri yansıtan kasten muhafazakar modellerin sonucu, ne yapılabileceği ve ne yapılması gerektiği konusunda gerçekçi olmayan değerlendirmelerin çoğalmasıdır.45 Genel olarak, IPCC sürecine dahil edilen azaltma senaryoları: (1) örtük olarak mevcut siyasi-ekonomik hegemonyayı sürdürme gereğini varsaymak; (2) sosyal ilişkilerde, çoğu var olmayan ya da olanaksız teknolojilere dayanan, teknolojik değişim lehine olan değişikliklerin önemini azaltmak; (3) arz tarafı, talep tarafı faktörleri yerine esas olarak fiyatla ilişkili ve teknolojik faktörler ya da emisyonları düşürmek için ekolojik tüketimde doğrudan düşüşler; (5) emisyon hedeflerinin aşılmasını sağlamak için negatif emisyonlara (atmosferdeki karbondioksiti yakalamak ve onu bir şekilde ayırmaya çalışmak) itimat etmek; (6) değişimin minimum halk katılımıyla yönetici seçkinler tarafından yönetileceğini varsayarak nüfusun büyük çoğunluğunu hesap dışı bırakmak; ve (7) ekolojik devrim olasılığını (gerçekten de gerekliliği) dışarıda bırakarak yavaş tepkiler ortaya koymak.46 Bu nedenle, iklim değişikliği ölçeği ve sosyoekolojik etkileri IPCC modelleri ve projeksiyonları tarafından iyi bir şekilde yakalanırken, bu zorluğu gidermek için gereken sosyal değişimin ölçeği IPCC tarafından kullanılan yüzlerce azaltma modelinde sistematik olarak indirgenmiştir. Piyasa fiyatındaki müdahalelerden (örneğin karbon ticareti gibi) ortaya çıkan
84 BU SEFER ALEVLER İÇINDE
yan matematiksel formalizm ile değiştirerek iklim değişikliği azaltma analizini profesyonelleştirmiştir. Bu profesyonel sınırlar içinde, IAM'ler, insan davranışının ekonomik bir yorumu [Ortodoks] ile vurgulanan, finansın ve teknolojilerin nasıl değiştiğine inanan basit iklim modellerini sentezler… Tipik olarak, IAM'ler serbest piyasa aksiyomlarına dayanan modeller kullanır. Bu modellerde yerleşik olan algoritmalar, ekonomik dengeye yakın marjinal değişiklikler olduğunu varsaymakta ve fiyatlardaki marjinal değişikliklerden kaynaklanan talepteki küçük değişikliklere büyük ölçüde dayanmaktadır. Paris İklim Anlaşması ise tam tersine, bugünün piyasa ekonomisinin dengesinden çok uzaklaşan ve toplumun tüm kesimlerinde derhal ve radikal bir değişim gerektiren bir azaltma mücadelesi oluşturuyor.49 Anderson’un vurguladığı gerçek şu ki, IPCC tarafından sağlanan ve ulusal planlara dahil edilen mevcut iklim senaryosu modellemesi ve projeksiyonların, neoklasik iktisadın genel denge analizinden elde edilen varsayımlara dayanması, kâr sisteminin gerekliliklerine dayalı olarak kademeli değişimler kavramlarını temel almasıdır. Etki azaltma senaryolarındaki bu tür hükümler, mevcut iklim acil durum bağlamında anlamsızdır ve gerekli eylemi engellemesi nedeniyle tehlikelidir, bunlar yüzünden var olmayan teknoloji tek kurtarıcı olarak görülür. IPCC tarafından 2018 raporunda dikkate alınan sayısız modelin tümü, çoğu teknolojik yöntemle değil aynı zamanda ağaçlandırma da dahil olmak üzere, karbondioksit azaltma (CDR) veya sözde negatif emisyonlar gerektirir.50 Gerçek şu ki, IPCC içindeki tüm azaltma yaklaşımının, Anderson, “1990'dan bu yana yaklaşık %70 oranında artmış olması” sonucuyla, projeksiyonlarına radikal biçimde karşı
çıkan bir sürece rehberlik eden “hızlandırıcı bir başarısızlık” olduğunu söylemektedir. Bu tür emisyonların etkileri birikimli ve doğrusal olmadığından, her türlü olumlu geri bildirimle, “emisyonları azaltma konusundaki devam etmekte olan başarısızlık, ekonomik sistemdeki ılımlı bir değişimin sistemin devrimci bir şekilde elden geçirilmesine yol açtı. Bu ideolojik bir durum değildir; Paris İklim Anlaşması’nın doğrudan bilimsel ve matematiksel yorumundan ortaya çıkar.”51 Gittikçe hızlanan iklim değişikliğini tanıyan IPCC, 2018 raporunda, talep tarafında dikkate alınacak hususları içeren iklim değişikliği azaltma yaklaşımlarının geliştirilmesini hafifçe teşvik etmek için önceki raporlarından ayırmaktadır. Bu, genellikle artan verimlilikle (tipik olarak, kapitalizm altında artan verimliliğin, birikim ve tüketimin artmasına neden olduğu iyi bilinen Jevons Paradox'u küçümsemekle birlikte) tüketimi azaltmanın yollarını bulmak anlamına gelir.52 Talep tarafı müdahalelerinin iklim değişikliğini ele almanın en hızlı yolu olduğunu gösteren birtakım azaltma senaryoları oluşturulmuştur ve hatta, bir model, 1.5ºC'nin altındaki hedefin, hedefi sadece biraz aşarak ve sözde negatif emisyon teknolojilerine güvenmeksizin, daha ziyade gelişmiş tarımsal ve ormancılık uygulamalarına (teknik olmayan bir karbondioksit azaltma biçimi olarak kabul edilir) bağlı olarak gerçekleştirilebileceğini ileri sürmektedir.53 Bu sonuçlar, ayrıca, tüm iklim politika müdahalelerini resmen hariç tutarken, önemli hızlı ekonomik büyümeyi resmen oluşturan IPCC azaltma modellerinin (IAM’ler ve SSP’ler aracılığıyla) son derece kısıtlayıcı varsayımları çerçevesinde elde edilir. Bu nedenle, Jason Hickel ve Giorgos Kallis gibi bazı radikal eleştirmenler tarafından, kâr ve büyümeye (bugün esas olarak % 1'in yararına olan) sınır koyarken, bolluğu ve
Çin, resmi olarak ekolojik medeniyet olarak adlandırılan şeyin yaratılmasına yönelik alternatif enerji teknolojileri geliştirmek için bugüne kadar herhangi bir ülkeden daha fazlasını yaptı. Arazinin sosyal mülk olduğu ve tarımsal üretimin çoğunlukla kolektif-komünal sorumluluk kalıntısına sahip küçük üreticilere bağlı olduğu tarım sistemi nedeniyle gıdada büyük ölçüde kendi kendine yeterli olmaya devam etmektedir. tüketimin gezegen ekolojik krizine yönelik herhangi bir çözüme karşı militan olduğu Yeşil Keynesçilik'e dönüş eğilimi ile sürekli tehdit altında olacaktır. Klein’ın Alevler İçinde’de söylediği gibi, Herhangi bir güvenilir Yeşil Yeni Mutabakat, yarattığı tüm iyi yeşil işlerdeki maaşların, yanlışlıkla artan emisyonlarla sonuçlanan yüksek tüketici yaşam tarzlarına hemen dökülmemesini sağlamak için somut bir plana ihtiyaç duyar. Herkesin iyi bir işi ve harcanabilir gelirinin çok olduğu ve hepsinin atılan çöplere harcandığı bir senaryo… İhtiyacımız olan şey, ekstraksiyondaki zorlu sınırları tanıyan ve aynı zamanda insanların yaşam kalitesini iyileştirmek ve bitmeyen tüketim döngüsü dışında zevk elde etmek için aynı anda yeni fırsatlar yaratan geçişlerdir.57 Ekolojik ve sosyal özgürlüğe giden yol, insan emeğinin sömürülmesine dayanan bir üretim tarzını ve doğanın ve halkların kamulaştırılmasını gerektirir; bu da sık sık ve ciddi ekonomik ve ekolojik krizlere yol açar. Tekel-finans sermayesi rejimi altında sermayenin aşırı toplanması, her seviyede atıkları sistemin korunmasıyla bütünleştirerek, sermaye için mantıklı olanın dünya halkı ve dünya için mantıksız olduğu bir toplum yarattı.58 Bu, dünyanın doğal maddi kaynaklarının israf edilmesini gerektiren, gereksiz ticari mallar üretmek için harcanan gereksiz emeğe ve insan hayatının boşa harcanmasına
BU SEFER ALEVLER İÇINDE
yeniden dağıtma politikalarını vurgulayan talep tarafı sosyopolitik bir yaklaşım, etki azaltma terimlerinde gösterici olarak çok üstündür ve tek gerçekçi çözümü oluşturmaktadır.54 Bu yüzden, radikallerin veya insanların Yeşil Yeni Mutabakat stratejilerinin yükselişinin temel bir erdeminin nedeni, gerçek uygarlık ile mümkün olanın ne olduğunu, insanlık medeniyetinin hayatta kalmasının tek temeli olarak dönüştürücü değişim sorusunu gündeme getirmeleri: gereklilik özgürlüğü.55 Burada, mevcut tarihsel koşullar altında ekolojik ve sosyal bir devrimin ekodemokratik ve ekososyalist diyebileceğimiz iki aşamadan geçmesinin muhtemel olduğunu kabul etmek önemlidir.56 Nüfusun kendi kendine harekete geçmesi, adil bir geçişle birleştirilen enerji alternatiflerinin inşasını vurgulayan, ancak genellikle herhangi bir sistematik üretim veya tüketim eleştirisinden yoksun bir bağlamda, başlangıçta ekodemokratik bir biçim alacaktır. Ancak nihayetinde, iklim değişikliğinin baskısı ve çeşitli toplulukların seferberliği ile teşvik edilen sosyal ve ekolojik adalet mücadelesinin, alınan ideolojinin örtüsüne nüfuz eden daha kapsamlı bir ekodevrimci görüşe yol açması beklenebilir. Yine de, tekel-finans kapitalinin hâkim olduğu bir dünyada radikal bir Yeşil Yeni Anlaşma inşa etme girişiminin halen devam ettiği gerçeği, sınırsız iş vaadi, hızlı ekonomik büyüme ve daha fazla
85
86 BU SEFER ALEVLER İÇINDE
neden oldu. Buna karşılık, insani üretim ve servetin ve yerin kendisinin bu boşa harcanan atıklarının kapsamı, günümüzde insan özgürlüğünü genişletmek ve sürdürülebilir bir ortamı güvenceye alırken bireysel ve ortak ihtiyaçları karşılamak için var olan muazzam potansiyelin bir ölçüsüdür.59 Mevcut iklim krizinde, karbondioksit emisyonlarının çoğunu üreten sistemin merkezinde emperyalist ülkeler vardır. Kişi başına en yüksek emisyonlara sahip olan ülkeler hâlâ bu ülkelerdir. Üstelik bu aynı devletler, küresel karbon emisyonlarını dramatik bir şekilde azaltmak için gerekli olan zenginlik ve teknolojiyi tekelleştirmektelerdir. Bu nedenle, zengin ülkelerin, dünyadaki iklimi dengelemek ve karbondioksit emisyonlarını yılda yüzde 10 veya daha fazla oranda azaltmak için daha büyük bir yük alması şarttır.60 Yokoluş İsyanı gibi dönüştürücü hareketlerin ani bir yükselişine yol açan, bu zorunluluğun, ulusların küresel gereklilikle birlikte, zengin ülkeler adına tanınmasıdır. Ancak uzun vadede, dünya çapında ekolojik dönüşümün ana itici gücü zaten emperyalist bir dünya sistemi ve bir bütün olarak zengin ve fakir ülkeler arasında artan bir uçurumun üzerine, gezegen krizinin en sert etkilerinin yaşandığı Küresel Güney'den gelecektir. Kapitalist dünya da şunu bilmektedir ki, devrim mirası en güçlü ve bu tür gerekli değişimin nasıl yapılacağına dair en derin kavramlardandır. Bu özellikle emperyalist dünya sisteminin sert saldırılarına rağmen ve küresel ekonominin hegemonik yapıları tarafından empoze edilen tarihi enerji bağımlılıklarına rağmen (Venezuela ve Bolivya'da) toplumlarını devrimcileştirmeye çalışan Küba, Venezuela ve Bolivya gibi ülkelerde belirgindir. Genel olarak, Küresel Güney'in, nüfusun maddi koşullarının eşit derecede ekolojik ve
ekonomik şekilde bozulmasından kaynaklanan bir çevre proletaryasının en hızlı büyümesinin yeri olmasını bekleyebiliriz.61 Bütün bunlarda Çin’in rolü çok önemli ve çelişkilidir. Dünyadaki ham maddeye en aç ülkelerden biri. Karbon salınımı ise, sadece kendisi olarak küresel ölçekte bir sorun teşkil edecek kadar büyük. Bununla birlikte, Çin, resmi olarak ekolojik medeniyet olarak adlandırılan şeyin yaratılmasına yönelik alternatif enerji teknolojileri geliştirmek için bugüne kadar herhangi bir ülkeden daha fazlasını yaptı. Arazinin sosyal mülk olduğu ve tarımsal üretimin çoğunlukla kolektif-komünal sorumluluk kalıntısına sahip küçük üreticilere bağlı olduğu tarım sistemi nedeniyle gıdada büyük ölçüde kendi kendine yeterli olmaya devam etmektedir. Açık olan şey, ekolojik medeniyetin yaratılması bakımından Çin devletinin ve hatta daha fazla Çinlinin şimdiki ve gelecekteki seçimlerinin, dünyanın uzun vadeli kaderini belirlemede kilit rol oynadığıdır.62 Ekolojik devrim, tüm kapitalist sistemin düşmanlığıyla karşı karşıyadır. En azından sermaye mantığına karşı çıkmak demektir. Tam geliştiği zaman, sistemi aşmak demektir. Bu şartlar altında, kapitalist sınıfın aşırı sağdaki destekçileri tarafından gelen tepkiler gerici, yıkıcı ve kontrolsüz olacaktır. Bu durum, iklim değişikliği ile mücadelede gerekli değişiklikleri yapma olasılığını ortadan kaldırmak için Donald Trump’ın yönetimi tarafından yapılan sayısız girişimlerde görülebilir, örneğin en başta Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmesi ve fosil yakıt çıkarımının hızlanması. Ekolojik barbarlık ya da ekofaşizm, mevcut küresel politik bağlamda hissedilir tehditlerdir ve kitlesel ekolojik isyan başa çıkılması gereken gerçekliğin bir parçasıdır.63 Sadece gerçek bir devrimci ve reformist olmayan mücadele, bu şartlar altında kendini ileriye götürebilir.
Dönüşümsel Değişim Çağı
87 BU SEFER ALEVLER İÇINDE
Sosyal bilimler literatüründe, egemen liberal ideolojiyi temsil eden toplumu, onu oluşturan bireylerin eylemlerinin basitçe oluşturduğu şekilde görmek yaygındır. Diğer, daha eleştirel düşünürler bazen bireylerin genel sosyal yapının ürünü olduğu yönündeki karşıt görüşü sunarlar. Üçüncü bir genel model, bireylerin toplumu etkilediğini ve toplumun da bireyleri etkilediğini bir tür ileri geri hareket gibi, bir yapı ve kurumun bir sentezi olarak görür. 64 Tüm bu ana akımın aksine, çoğunlukla gerçek toplumsal dönüşüm için yer bırakmayan liberal yaklaşımlar, Marksist teori, tarihsel-diyalektik yaklaşımıyla, eleştirel-gerçekçi filozof Roy Bhaskar, bireylerin varlığının ilk parametrelerini belirleyen belirli bir toplumda (üretim tarzı) doğduğu ve sosyalleştirildiği “dönüşümsel bir sosyal aktivite modeli” olarak adlandırdığı modele dayanır.65 Bununla birlikte, bu koşullar ve üretici ilişkileri, yaşamları boyunca koşullu yollarla değişerek istenmeyen ve öngörülemeyen sonuçlara, çelişkilere ve krizlere yol açar. Seçimlerini yapmayan, tarihi durumlarda yakalanan, hem kendiliğinden hem de örgütlü toplumsal hareketlerle hareket eden, sınıf ve diğer bireysel ve kolektif kimlikleri yansıtan insanlar, mevcut toplumsal yeniden üretim ve toplumsal dönüşüm yapılarını değiştirmeye çalışarak, radikal kopmalar ve devrimlerden oluşan kritik tarihi anlara ve yeni ortaya çıkan gerçeklere yol açmaktadır. Karl Marx'ın yazdığı gibi, “İnsanlar kendi tarihlerini yazarlar, ancak istedikleri gibi yazmazlar; Kendileri tarafından seçilen şartlar altında değil, geçmişten doğrudan karşılaşılan, verilen ve aktarılan şartlar altında yazarlar.” 66 Böyle bir dönüşümsel sosyal aktivite modeli, tarihte insanın kendini özgürleştirmesi teorisini desteklemektedir.
Mevcut sosyal ilişkiler, genel insani gelişmenin prangaları olurlar; fakat aynı zamanda emek ve üretim sürecinde (ya da Marx'ın insanlığın ve doğanın sosyal metabolizması olarak adlandırdığı süreçte) kriz ve dönüşüm dönemine yol açan, üretimin sosyal ilişkilerinin veya sınıf, mülkiyet ve iktidar ilişkilerinin devrimsel olarak değişmesine neden olan temel çelişkilere yol açarlar.67 Bugün, doğanın ve toplumun metabolizmasındaki ve üretimin sosyal ilişkilerinde, ancak gerçek bir tarihsel emsalin olmadığı bir biçimde bu tür çelişkileri görmekteyiz. Sonuç olarak, gezegensel ekolojik acil durum, sermayenin aşırı birikimi ve yoğunlaştırılmış bir emperyalist kamulaştırma ile üst üste gelmekte ve yeni bir çığır açacak olan ekonomik ve ekolojik kriz yaratmaktadır.68 Kârı elde etmeye devam etme amaçlı tüketimi teşvik etmek için yeni yollar bulmak üzere sermayeyi teşvik ederek küresel ekolojik krizi hızlandıran, sermaye birikimidir. Sonuç, sadece sosyoekonomik istikrarı değil, insan uygarlığının ve insan türünün kendisinin hayatta kalmasını tehdit eden bir gezegensel yok olma hâlidir. Klein’a göre temel açıklama basittir: “Marx'ın ‘yaşamın kendisinin doğal yasaları’ ile kapitalizmin ‘onarılamaz yarışı’ hakkında yazdığını” belirterek, “soldaki çoğu kişi, sermayenin doymak bilmez iştahlarını salıvermek üzerine kurulu bir ekonomik sistemin, yaşamın dayandığı doğal sistemleri boğacağını savunduğunu” vurgulamaya devam ediyor.69 Ve bu da tam İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşananlar oldu; ekonomik faaliyetlerin büyük oranda hızlanması, varlıklı kesimin aşırı tüketmesi ve bunların sonucunda ortaya çıkan ekolojik yıkım. Kapitalist toplum, doğanın egemenliğini uzun süre yüceltmiştir. Büyük pragmatist filozof olan William James, 1906 yılında “savaşın ahlaki eşdeğeri”
88 BU SEFER ALEVLER İÇINDE
olarak anılıyordu. Nadiren bahsedilse de, James'in ahlaki eşdeğeri, “Doğaya karşı ordunun bir bölümünü belirli bir yıllığına kurmayı” önerdiği yeryüzündeki bir savaştı.70 Bugün, bunu tersine çevirmek ve yeni, daha devrimci bir ahlaki savaş eşdeğeri yaratmak zorundayız; dünyayı fethetmek için bir ordunun toplanmasına yönelik değil, dünyayı insan yerleşiminin bir evi olarak kurtarmak için nüfusun kendi kendini harekete geçirmesine yönelik. Bu, ancak küresel kamuları diriltmeyi amaçlayan ekolojik sürdürülebilirlik mücadelesi ve temel eşitlik mücadelesiyle gerçekleştirilebilir. 23 Eylül 2019’da Birleşmiş Milletler’e konuşan Thunberg’ün sözleriyle, “İşte tam burada, şimdi yeter diyoruz. Dünya artık uyanıyor. Ve beğenseniz de beğenmeseniz de değişim gelmekte.” Bu sefer dünya alevler içinde.
*Bu yazı Monthly Review Kasım Sayısında yayımlanmıştır
DEVRİMİN ALEVİ: ROSA LUXEMBURG Volkan YARAŞIR
1918-1923 Alman Devrimi, tarihe “gerçekleşmeyen” devrim olarak geçti. 5 yılı kapsayan ve büyük alt üst oluşları içeren bu süreçte, Almanya’da aralıklarla yaşanan devrimci durumlara karşın, işçi kitlelerinin mücadelesine nüfuz edecek, bu mücadeleye yön verecek ve şekillendirecek güçlü ve yaygın bir devrimci partinin olmaması, devrimin yenilgisini kaçınılmaz kıldı. Kasım 1918 ve Ocak 1919 ayaklanmalarında, işçi ve asker konseylerinin kitleleri mobilize eden sürekli ve etkin bir güç olamaması, Kapp Darbesi sonrası oluşan koşulların lehte kullanılamaması ve yeterli düzeyde değerlendirilememesi, KPD-Almanya Komünist Partisi’nin Mart 1921 ayaklanmasında konjonktürden yararlanamaması, gücünü abartarak erken müdahale etmesi ve bu olumsuzluğun etkisiyle 1923’te tam tersi bir şekilde tereddütlü davranması, “gerçekleşmeyen” devrimin zeminlerini ördü. Alman Devrimi, reformizmin ihanetini, reform ve devrim arasında uzlaşma aramanın kaçınılmaz trajedisini göstermesi açısından derslerle dolu oldu.
Alman devrimci solu, sosyal demokrasiye karşı 1912’den beri ilkeli bir muhalefet sürdürmesine, bunu izleyen süreçte, 1914’te SPD- Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin ihanetinin açığa çıkmasına ve 1916’da bir grup -Spartakistler Birliği- oluşturmasına rağmen, SPD içinde kalarak, sosyal demokrasiden gerektiğinde kopamadı; disiplinli, ortak politikalara sahip devrimci bir partiyi zamanında oluşturamadı. 1918-1923 “devrim yılları” arasında, işçi hareketiyle bütünleşmiş reformizmin hegemonyasını parçalayacak, devrimci bir partinin olmamasının sıkıntıları şiddetle hissedildi. Alman Devrimi, devrimde öznel öğe ve iktidar sorununu yakıcı olarak ortaya koydu. Alman Devrimi’nin yenilgisi daha büyük bir yenilgiye kapı aralayarak, Hitler faşizmine giden yolu açtı. İşçi hareketinin paralize oluşu, sosyal demokrasinin ihaneti, kitlelerin yaşadığı demoralizasyon faşizmin iktidarının önünü açtı. Almanya devrim ve karşı devrim diyalektiğinin somutlandığı bir ülke oldu.
89 DEVRİMİN ALEVİ: ROSA LUXEMBURG
Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, SPD'nin ihaneti ve devrimci dalgayı bastırma talimatıyla 15 Ocak 1919'da katledildiler. Bu iki devrimci komünistin katli, reformizm ve devrimci çizgi arasındaki uzlaşmazlığı simgelemektedir. Rosa devrimci Marksizm’in en önemli simalarından biridir. Rosa yaşamı, ruhu, kimliği ve karakteriyle sarsıcıdır. Rosa, yüksek bir entellektüel kapasite, militan bir ruh ve yaşam sevinci demektir. Bugün hala ona Rosa diye seslenebiliyorsak boşuna değildir. O kızıl Rosa'dır, o arkadaş Rosa'dır. 19 Ocak'lar bu anlamda öfke ve mücadeleyi anlatır. Nazım'ın dediği gibi “...yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz.”
90 DEVRİMİN ALEVİ: ROSA LUXEMBURG
Bu yenilgi aynı zamanda Ekim Devrimi’nin gelişimini de etkiledi. Dünya devrimi yalıtıldı. Çünkü Ekim Devrimi dünya devriminin bir parçası, bir başlangıç noktasıydı. Ekim Devrimi bir dünya devrimi olarak gelişti, devrimci dalga kısa sürede Almanya, İtalya, Avusturya ve Macaristan'ı sardı. Özellikle Almanya'da gerçekleşecek bir devrim, dünya devrimini kapılarını aralayacak içerikteydi. Yenilgi bu manada son derece sarsıcı oldu ve sadece Almanya'yı etkilemedi. Ekim Devrimi'nin tamamlanmamış bir dünya devrimi olarak kalmasına yol açtı. Ekim Devrimi ulusal sınırlara hapsoldu. (1) “Gerçekleşmeyen” Alman Devrimi, her şeye rağmen gelişmiş kapitalist bir ülkede devrimin olanaklı olduğunu göstermesi açısından büyük önem taşıdı. Alman Devrimi’nin en önemli adı Rosa Luxemburg’tu. Onun ideolojik-teorik mimarisi aynı zamanda devrimin yoluydu. Alman Devrimi’nin her momenti Rosa’nın teorik gücünü geliştirdi. Konsepsiyon yeteneğini artırdı. Devrimci sürecin her momentinde Rosa Luxemburg’u görmek mümkündü. Rosa’nın ideolojik-teorik mimarisi bir yanıyla Alman Devrimi’nin anatomisi, diğer yanıyla Marksist teorinin önemli katmanları oldu.
Rosa Luxemburg: İhtilalin Kızı Rosa Luxemburg’un siyasal kimliğinin oluştuğu ve oturduğu dönem imparatorluklar çağına denk düşer. Hobsbawn açılımıyla bu çağ 1875’lerde başlar 1914’te sona erer. Kapitalizmin tranformasyonunu içeren bu süreç bir yanıyla kapitalizmin serbest rekabetçi döneminden emperyalizm çağına geçiş sürecini, diğer taraftan küresel düzeyde üst yapıda yaşanan büyük alt üst oluşları işaretler. Uluslararası işçi hareketinin giderek toplumsal maddi bir güç oluşunun koşulları da bu süreçte ortaya çıkar.
Bu dönem aynı zamanda 20. yüzyılın niteliğini oluşturan bütün olguların köklerinin ortaya çıktığı 40 yıllık bir kesittir. Rosa Luxemburg bu olağanüstü ve paradokslarla dolu yılların içinde entelektüel gücünü ve o mükemmel politik dehasını inşa etti. Yine aynı süreç, onu asi bir baş haline getirdi, kuşku ve eleştiriyi silaha dönüştürme yeteneği kazandırdı. Rosa’ya göre, sosyalizm engin bir yenilenme ve zenginleşme kaynağıydı. Gücünü ve derinliğini eleştirinin yıkıcı ve yaratıcılığından almaktaydı. Eleştirel ve analitik bir bakışın olmadığı, diyalektik yöntemin es geçildiği yerde dogmatizm ve statükoculuk kaçınılmazdı, bu da sosyalizmin yaşayan ruhunu kadavraya çevirdiği gibi onu gericileştiriyordu. Rosa Luxemburg Marx’ın “varolan her şeyi insafsızca eleştirme” yöntemini benimsedi. Sosyalizm düşüncesi içinde tartışılamayacak hiçbir konunun olmadığını ileri sürdü. Kişisel tarihinde de tüm kavramları, kurumları ve kişileri tartışabilecek ve eleştirebilecek teorik kapasiteye ve cesarete sahip olduğunu gösterdi. Sosyalizm mücadelesi içinde Rosa Luxemburg kadar eleştiriyi silaha dönüştüren, teorik yenilenmenin bütün risklerini kimliğinde taşıyan ve bunu salt bir teorisyen olarak değil, mükemmel bir pratisyen olarak da gerçekleştiren başka bir kimlik yoktur desek abartmış olmayız. Daha 1900’lerin başlarında, SDP’nin “görkemli” bir yapı olarak görüldüğü, Kautsky ve Bernstein'nın parti içinde tartışılmaz güç ve teorik etkiye sahip olduğu, sendikaların sosyal demokrasinin “kaleleri” olduğu koşullarda partinin niteliğini, kofluğu ve çürümüşlüğünü ilk tespit eden Rosa Luxemburg’tur. Rosa Luxemburg partinin, heybetli görünümünün altındaki hantallığı, bürokratik kastlaşmayı ve sistem tarafından ıslah edilişini teorik sezgileriyle çözümledi ve bütün siyasal riskleri göze alarak ilk ifade eden oldu.
91 DEVRİMİN ALEVİ: ROSA LUXEMBURG
Almanya Sosyal Demokrat Partisi ve II. Enternasyonal kapitalizmin transforme olduğu, işçi sınıfının ayrıcalıklı, aristokrat bir işçi sınıfına dönüştüğü koşullarda siyasal varlıklarını inşa etti. Aynı koşullar bu iki yapının ruhunu, reflekslerini ve politikalarını belirledi. SPD, Marksizm’in ihtilalci özünü rededip, sistem içi bir yapı haline geldi. Aslında SPD başından itibaren (işçi sınıfıyla ilişkili, Marksizm’den etkilenmiş bir parti olsa da) devrimci bir parti değildi. İdeolojik, teorik ve pratik sorunların yanında nesnel koşullar, mücadelenin seyri, sınıf dinamikleri ve dönemde yaşanan büyük alt üst oluşlar, Prusya devletinin yüksek manevra kabiliyeti ve sınıf mücadelesini bir düzeyde kontrol edebilme yeteneği, SPD'nin legalist, parlamentarist, reformist bir partiye dönüşmesinin zeminlerini hazırladı. Öyle ki reformizm partinin bütün ruhunu ve sistematiğini belirledi. Sendikalarda etkin örgütlenme, parlamenter başarılar tek politika yapma biçimi haline geldi. İşçi sınıfı devrimci dönüşümü sağlayacak kolektif bir özne olma özelliği es geçilip, bir seçmen olarak ele alındı. Ekonomik mücadele tek mücadele biçimi olarak görüldü. Parti bir nevi bürokratik heyulaya dönüştü. Bernstein bu durumu son derece ileri götürerek Marksizm revizyonunu açık bir şekilde savunmaya başladı. Kautsky her ne kadar parti içinde merkezci bir tutum sergilese ve en azından bir dönem Marksist argümantasyonlara bağlı kalsa da, indirgemeci ve devrimci özünü aşındıran tutum içinde oldu. Devrim ve reform sarmalında partinin ana klikleri reform içinde konumlandı. Bu bir sistem içileşme süreciydi ve bu siyasal konumlanış Prusya devletinin ve finans kapitalin tolerans sınırlarındaydı. Rosa Luxemburg partinin tartışılmaz vizyon sahibi olduğu koşullarda partinin niteliğini ve politikalarını net bir şekilde tartışmaya çalıştı. Kendisi bir statüko düş-
manıydı. Dönemin tartışılmaz isimlerine karşı aldığı tutum ve teorik tavır bu özelliğinin somut göstergesi oldu. Rosa Luxemburg, teorinin devrimcileştirilmesinin savaşçısıydı. Aynı zamanda eylemin teorileştirilmesinin savaşçısı olduğu gibi…
92
Sosyal Reform mu, Sosyal Devrim mi?
DEVRİMİN ALEVİ: ROSA LUXEMBURG
1890’lar Almanya’nın toplum ve devlet ilişkilerinde bir dizi değişimin yaşandığı yıllar oldu. Alman kapitalizmi, geç kalan bir emperyalist güç olarak dünya pazarlarında söz sahibi olmak için son derece atak ve agresif politikalar izledi. Alman kapitalizmi, 1873 durgunluğunu aşmasıyla birlikte, emperyalist amaçlar doğrultusunda Afrika’dan Büyük Okyanus havzasına, Osmanlı topraklarından Avusturya-Macaristan’a kadar geniş bir coğrafyada çok boyutlu hamleler yaptı. Bu coğrafyalarda ekonomik ve nüfuz alanlarını geliştirmeye amaçladı. Hızlı militarizasyon ve agresif dış politikaya uyumlu, ülke içi politikaları gündeme aldı. Aslında yapılan Alman kapitalizminin makro plana uygun bir restorasyon projesiydi ve bu noktada işçi sınıfının etkisizleştirilmesi ve atomize olması son derece stratejik önem taşımaktaydı. Bu yönde işçi sınıfını paralize ve amorfe edici politikalar Alman devleti tarafından son derece rafine bir şekilde hayata geçirildi. İşçi sınıfı içinde özellikle vasıflı işgücüne stratejik bir tavırla yaklaşılıp, farklı ücret politikaları uygulandı. Sendikaların önü bir noktada açıldı. Sendikaların temel örgütlenme alanı ve refleksleri ayrıcalıklı işçilerinin ihtiyaçlarına göre şekillendi. Sendikal bürokrasi bu sürecin en atak savunucuları oldu. Çünkü sendikal bürokrasinin varlık zemini emek ve emek arasında çelişki üzerinden biçimleniyordu. Finans kapitalin politikaları sendikal bürokrasiye güç kazandırdı. Sendikal yapılar
sınıfın devrimci enerjisini absorbe etmeye çalıştı. Finans kapital sınıf içinde rekabeti körükleyerek ve vasıflı işçilere ayrıcalıklı politikalar izleyerek sınıfın bu kesimini işçi sınıfından kopartarak, sınıfın bilincini kırmayı, sınıf kimliğini, eylem ve örgütlenme kapasitesini aşındırmayı hedefledi. Böylece işçi aristokrasisi ya da Engels’in ifadesiyle ayrıcalıklı işçiler yaratılıp, işçi sınıfının birleşik gücü parçalanmak isteniyordu. İşçi sınıfı içinde bir müddet sonra oluşan bu kast ya da aristokrat kesim, SPD’nin parlamenter çizgisiyle bütünleşti. Hatta SPD varlığını ve politikalarını aristokrat işçi sınıfına dayandırdı. Sosyalizm ve devrim artık bir söylem ve bir jargona dönüştü. Nesnel koşullar vurgusu, hatta sınıfın ahlaki ve psikolojik yapısı ve düzeyinin sosyalizmi olanaklı kılabileceği yönünde yorumlar yapılmaya başlandı. İlerlemeci bir tarih anlayışı partinin temel çizgisine dönüştü. Marksizm’in devrimci özü aşındırıldı, Marksizm bir sosyal analiz yöntemi olarak ele alındı. Bunun siyasal alana yansıması kapitalizmden bir kopuşu değil, saf bir reformizmi ifade etti. Bu eğilimin en önde gelen sözcüsü Bernstein’dı. 1896-1898 arasında Bernstein, Kautsky’nin yönettiği Die Neue Zeit gazetesinde “Sosyalizmin Sorunları”nı içeren yazılarıyla “yeni politik” açılımlarda bulundu. Bernstein, “Evrimci Sosyalizm” diye de tanımlanan temel görüşlerinde, kapitalist toplumun gelişiminin sınıflar arası çelişkiyi yumuşatacağını, kapitalizmi ehlileştireceğini ve sendikal mücadeleyle kapitalist sömürünün ortadan kalkacağını ileri sürmekteydi. (2) Rosa Luxemburg, Bernstein’ın tezlerine karşı çıkıp, parti yönetiminin de bu revizyonist görüşlere (bütün kuşkusuna rağmen) tavır almasını istedi. Çünkü Rosa, SDP üzerindeki Kautsky’nin ağırlığının farkındaydı. Her ne kadar Kautsky partinin örgütlülüğünü korumayı amaç-
ihtilalci ruhu arasındaki rezonansın altı çizildi. Anti-kapitalist kopuş ve sosyal devrim arasındaki diyalektiğin üzerinde duruldu.
Kitle Grevleri Rosa Luxemburg’un siyasal sistematiğinde kitle hareketi büyük önem taşır. Rosa, bu konuyla 1890’ların sonlarında ilgilenmeye başladı. Özellikle Belçika işçi sınıfının anayasal haklar elde etmek ve seçim sistemini değiştirmek yönünde, önce 1891’de daha sonra 1893’te, gerçekleştirdiği kitlesel grevler uluslararası düzeyde sarsıcı etkiler yaratmıştı. Rosa bu eylemler üzerine eğilerek önemli çözümlemelerde bulundu. Kitle grevlerini, proletaryanın özel savaş silahı olarak değerlendirdi. Kitle inisiyatifine büyük önem verdi. 1905 Rus Devrimi düşüncelerini daha sistematize etmesine yaradı. İşçi sınıfının iktidar mücadelesinin temel yönteminin, siyasal ve ekonomik nedenli kitle grevleri olduğunu belirtti. Rosa’ya göre, kitlelerin siyasal önderliğinin burjuvazinin elinde olduğu, devrimin kapsamının hükümet değişikliği ile sınırlı tutulduğu geçmiş burjuva devrimlerinde, barikat savaşları belirleyici mücadele biçimiydi. Ama işçi sınıfının, var olan siyasi iktidarı almak ve kapitalist sömürüyü sona erdirmek için yürüttüğü devrimci mücadelede ise temel mücadele biçimi kitle grevleriydi. Rosa için, kitle grevleri, işçi sınıfının kendini örgütleme kapasitesi ve faaliyetiydi. Aynı zamanda işçi sınıfını harekete geçirme ve şekillendirme anlamında doğal bir işlev görüyordu. Kitle grevleri devrimci hareketin kendiliğinden oluşan biçimiydi. Rosa için farklı Marksist çevrelerce yapılan kendiliğindencilik eleştirileri, Rosa'nın kitle grevleri ve sınıfın nesnel ve öznel şekillenme süreçlerine ilişkin tezleri ve düşünceleri kavranmadan ileri sürülen argümantasyonlar olarak dikkat çeker.
93 DEVRİMİN ALEVİ: ROSA LUXEMBURG
lasa da eylemsizliği savunuyordu. Rosa, Kautsky’nin sosyalizme bakışındaki problemleri daha o günlerde görüyordu. Rosa Luxemburg 1899’da yayımlanan Sosyal Reform mu Devrim mi? adlı çalışmasıyla Bernstein’ın revizyonist görüşlerine yönelik eleştirilerini dile getirdi. Böylece SDP içinde reformizm ile devrimci çizgi arasında en sert biçimde devam edecek mücadele net olarak taraflarını bulmaktaydı. Luxemburg bu çalışmasında, kapitalizmin çelişkileri, devrimci mücadele içinde sendikaların rolü, parlamentarizm, karma hükümetler, devrimci şiddet, açlık ve devrim gibi konuları inceleyerek işçi sınıfının kurtuluşunun sosyal reformlarla değil, sosyal devrimle mümkün olacağını savundu. Rosa’nın entelektüel yeteneklerinin konsantre ifadelerinden biri olan bu çalışma, onun çıkarsama gücünü ve eleştiri silahını kullanmadaki cüretini ortaya koydu. Rosa, SDP’nin hızla büyüdüğü ve herkesin bu büyüme karşısında büyülendiği koşullarda, partinin karşılaşacağı sorunları alenen gösteriyordu. Parti içinde sendikalara ve sendikacılara (sendikal bürokrasiye) yönelik eleştiri mahiyetinde hiçbir şeyin söylenemediği bir dönemde Rosa Luxemburg, sendikaları bir emek sisyphos’u olarak değerlendirdi: “Sendikalar, karın saldırısına karşı, emek gücünün savunma örgütü olmaktan başka bir şey değildir. Çalışan sınıfın kapitalist ekonominin baskısına karşı direnişini ifade eder.” Kısaca, Luxemburg sendikaların ancak ücret sistemini etkileyebileceğini, fakat ücretli emek sistemini değiştiremeyeceğini, yıkamayacağını belirti. Rosa'nın bu çalışması sendikal yapılara ilişkin literatürde ilk mesafeli duruş ve eleştirel yaklaşım olarak dikkat çekti. Ayrıca çalışmada sınıfın ehlileştirilmesi, kontrol altına alınması sürecini ve ekonomizm ile reformizmin bağını yetkin bir şekilde ortaya koydu. Devrim ve sınıfın
Çalışma, kapitalizmin hem sistem olarak ve hem de sistem içinde yer alan tek tek ülkeler arasındaki eşitsiz gelişim yasasını analiz etti ve ileri sürdügü zayıf halka formülasyonuyla devrimin güncelliğine vurgu yapıp, devrimin koordinatlarını değiştiren bir içeriktedir.
94 DEVRİMİN ALEVİ: ROSA LUXEMBURG
Rosa, geçmiş burjuva devrimlerinin ana hareket biçimi olan barikat savaşlarını da bu süreçte devrimci mücadele hattının bir anı olduğunu ifade eder. Ayrıca Rosa, Rusya’daki kitle grevlerini değerlendirerek, devrim döneminde işçi sınıfının siyasal mücadelesi ile ekonomik mücadelesinin birbirini etkilediğini ve beslendiğini belirtir. Birinin diğerinin doğuşunu ve yaygınlaşmasını sağladığı gibi, öbürünün de benzer şekilde etkide bulunduğunu ileri sürer. Bu bağın neden ve sonucu arasında sarmal ve değişken bir ilişkinin varlığına vurgu yapar. Bunun yanında Rosa, kitle grevlerinin işçi sınıfının örgütsel kapasitesini arttırdığı gibi, entelektüel gelişmesini de sağlayacağını söyler ve ek olarak kitle grevlerinin hazırlıksız ve zamansız gerçekleşen bir dizi ayaklanma sonucunda, yaşanan kısmi yenilgilerle olgunlaşan, işçi sınıfının devrimci ayağa kalkışını gösteren açık bir ayaklanma olduğunu ifade eder. Rosa işçi sınıfının sınıf mücadelesi içinde yaratıcı yıkıcılığına inanır ve sınıfın kurucu bir özne olarak devrimci mücadelenin taşıyıcı gücü olduğunun altını her fırsatta çizer. Kitle grevlerini bu manada anti-kapitalist mücadelenin en önemli hamleleri olarak değerlendirir. Kitle grevlerinin işçi sınıfını hem sınıf ve hem de kitle olarak nasıl kavradığını ve sınıfın yıkıcı enerjisini nasıl açığa çıkardığını analiz eder. Kısacası kitle grevleri işçi sınıfının mücadelesini devrimcileştiren temel momentlerdir.
Sermaye Birikimi 1873-1896 krizi kapitalizmin organik krizi olarak önem taşıdı ve kapitalist sistemin tranformasyonunu işaretledi. Kapitalist sistem, serbest rekabetçi dönemden emperyalizm çağına geçiyordu. 1903 krizi süreci daha hızlandırdı. Bu dönem Marksist literatürde önemli araştırmaları ve analizleri beraberinde getirdi. Finans kapitalle simgelenen emperyalizm analizleri bir anlamda devrim ve sosyalizm yaklaşımlarını da ifade ediyordu. En dikkat çeken çalışmalardan biri 1910'da yayınlanan Hilferding'in Finans Kapital adlı çalışmasıydı. SPD kuramcılarından biri olan Hilferding bu çalışmasıyla Marksist ekonomi kuramına önemli ve özgün bir katkı yaptı. Emperyalizmin temel parametreleri çalışmada ele alındı. Özellikle sermayenin merkezileşme eğiliminin yeni biçimlenişi üzerine analizler ve finans kapital tespitleri son derece önemli çıkarımlardı. Hilferding yüksek performans gösterdiği ekonomik analizlerinin yanında siyasal çözümleri ciddi problemliydi. Hilferding, SPD'nin genel siyasal yöneliminin dışına çıkamadı. Son derece zayıf ve reformist içerikte çözümlemeler yaptı. Buharin Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi adlı çalışmasını I. Paylaşım Savaşı devam ederken kaleme aldı. Buharin çalışmasında emperyalist özneler arası rekabet ve savaşın kaçınılmazlığı ve sermayenin uluslararasılaşmasının çelişkili doğasını analiz ediyordu. Lenin çalışmadan övgüyle bahsetti. Ve önsözü kaleme aldı.
denlerini ortaya koydu. Bu genişlemenin (sermaye ihracının) kapitalist ekonomik sistemin iç çelişkileri ve çatışkıları üstüne ne tür etkileri olduğunu çözümledi. Rosa, Sermaye Birikimi’nde emperyalizm karakterini ve niteliği üzerine son derece yaratıcı ve özgün çözümlemelerde bulundu. Kapitalizmin artı-değeri realize etmede kapitalizm dışında kalan üretim biçimlerine gereksinim duyduğunu, realizasyon sorununa çözüm bulmak için bu üretim biçimlerine nüfuz ederek onları dağıttığını açıkladı. Rosa, emperyalizmi dışsal bir değişken değil, daha çok biriktirme dürtüsüyle hareket eden kapitalist üretim biçiminin ayrılmaz parçası olarak gördü. Emperyalizmi tanımlamaya yönelik “ekonomik açıklamanın” kapitalizmin işleyiş mekanizması içinde mana kazanacağını belirtti. Rosa, kapitalizmi ve kapitalizm dışı üretim arasındaki ilişkileri ortaya koyarak, azgelişmişlik ve emperyalizm bağlamını kurdu. Emperyalizm ve militarizm arasındaki içkin ilişkiye de özel vurgu yaptı. Savaş ve emperyalizm ilişkini son derece iyi çözümledi, emperyalist özneler arasındaki çatışmanın kaçınılmazlığının altını çizdi. “Düzeltici savaşlar” vurgusu emperyalist savaşların pazar, ilhak ve işgal savaşları olarak analizinde temel argümantasyon olarak kullanıldı. Sermaye Birikimi adlı çalışmaya Marksist düşünürler farklı düzeylerde eleştiriler getirdi. Yine de bu eser “Kapital’in kategorik sistemini, yeni çağın ışığında ve dünya boyutunda yeniden düşünüp geliştirmede, en radikal ve özgün çabayı simgeledi.” (Rosa Luxemburg, Sermaye Birikimi; Belge Yay., 2004, s. 8.) G. Lukacs’a göre Luxemburg bu çalışmasıyla “… ipliğin ucunu Marx’ın bıraktığı yerden yakalayıp (emperyalizm) sorununu Marx’ın ruhuna uygun bir şekilde çözdü”. (age., s. 19)
95 DEVRİMİN ALEVİ: ROSA LUXEMBURG
Kautsky “ultra emperyalizm” kuramını, yeni savaş koşullarında yazdığı makalerde geliştirdi. Kautsky sermayenin ikili yapısı üzerinde durarak, sanayi sermayesinin serbest ticaretten yana bir yaklaşım içinde olduğunu, mali sermayenin ise devlet müdahalesinden yana olduğunu ileri sürdü. Emperyalist politikaların ardında mali sermayenin arzularının yattığını ifade etti. İşçi sınıfının emperyalist politikalara karşı sanayi sermayesinin ve serbest ticaretten yana politikalara dikkat etmesi ve tavır alması gerektiğini vurguladı. Ayrıca emperyalizm ultra-süper emperyalizme dönüşerek aralarındaki çatışma eğiliminin ortadan kalkabileceğini yazdı. Lenin'in 1916'da yazdığı Emperyalizm çalışması da dönemin analizini içeren bir başka çalışmadır. Çalışmada ağırlıkla her ne kadar iktisadi gelişme ve yönelimler analiz edilse de aslında çalışmanın politik muhtevası sarsıcıdır. Çalışma Lenin'in bütün yazılarında olan emperyalizm üzerine yazılmış (siyasal içerik ve çözümlemeleri içeren) diğer makalelerini içeren, emperyalizm üzerine notlar ya da defterlerle birlikte okunmalıdır. Çalışma, kapitalizmin hem sistem olarak ve hem de sistem içinde yer alan tek tek ülkeler arasındaki eşitsiz gelişim yasasını analiz etti ve ileri sürdügü zayıf halka formülasyonuyla devrimin güncelliğine vurgu yapıp, devrimin koordinatlarını değiştiren bir içeriktedir. Ve son derece sarsıcı bir kitaptır. Rosa'nın Sermaye Birikimi kitabı da bu konjonktürde kaleme alınan, bir başka çalışmadır ve Marksist ekonomi kuramına önemli bir katkıdır. Rosa Luxemburg 1913’te yayımladığı Sermaye Birikimi adlı kuramsal çalışmasıyla Marksist öğretiye önemli katkılarda bulundu. Luxemburg, bu çalışmasında sermaye birikimi üzerine klasik Marksist şemayı inceleyerek, bu şemaya bazı eleştiriler getirdi. Kapitalizmin, sömürge ülke pazarlarına doğru genişlemesinin ne-
1917 Ekim Devrimi
96
Ekim Devrimi sırasında tutuklu olan Luxemburg, Bolşevikleri ve Lenin’i yürekten destekledi. Bolşevik Parti’yi Rus ihtilalinin motor gücü olarak gördü. “Lenin’in partisi gerçekten devrimci partinin misyonunu ve görevini kavramış tek partiydi; ‘bütün iktidar proletarya ve köylülerin ellerine’ sloganıyla devrimin sürekli ilerlemesini güvenceye alıyordu. Bolşevikler bu sayede, Alman Sosyal Demokrasisi’nin üstüne kabus gibi çöken ‘halkın çoğunluğunu kazanma’ sorununu çözmüşlerdi… Ancak nasıl önderlik edileceğini, yani olayların nasıl ileri götürüleceğini bilen bir parti fırtınalı zamanlarda destek toplar.” (Peter Nettl, Rosa Luxemburg; Ataol Yay., cilt 2, 1996, s. 201)
Rosa, Rus Devrimi adlı çalışması Ekim Devrimi üzerine yazılmış en konsantre yazılar olarak dikkat çeker. Enternasyonal bir komünist olan Rosa Ekim Devrimi'nin ruhunu anlayan ve onun bir dünya devriminin başlangıcı olduğunu kavrayan ve Alman proletaryasının acil ve yakacı görevlerini ortaya koyan bu broşürü son derece önemli bir çalışmadır. Dönemin uluslararası sosyalist hareketin otoritesi kabul edilen Kautsky ise temel ve önemli çalışmalarından biri olan Proletarya Diktatörlüğü adlı kitabında Rusya koşullarının sosyalist devrime ve sosyalizm için uygun olmadığı üzerine vurgular yapmaktaydı. Rosa bu anlamda SPD içinde son derece özel bir yerde durmaktadır. Otoriteye kafa tutan ve mekanik materyalizmle arasına
Sadece böyle bir eleştirel analiz Alman kitlelerinin önüne geçilemeyen ataletini kırabilir. Hiçbir şey eleştiriden korkmak kadar yanlış olamaz.” (age., s. 20) Rosa, devrimin muhteşem günlerinde olağanüstü sezgi gücüyle önemli analizler yaptı. Öne çıkardığı temel konulardan biri devrimin giderek demokrasiyi devre dışı bırakması ve dejenere olma riskiydi. Sosyalist demokrasinin kitle inisiyatifine dayandığını ve yasaklarla işçi demokrasinin ruhunun zedeleneceğini vurguladı. Demokrasi ve siyasi hayatın canlılığının devrimin zenginliği ve devrimin yaşayan ruhu olduğunun altını çizdi. Yasakların olduğu ve kitle inisiyatifin olmadığı koşullarda bürokratikleşmenin kaçınılmaz olduğunu vurguladı. Rosa’ya göre, önemli olan devrimin tüm aşamalarında kitlelerin bizzat işin içinde olmaları ve daha önce burjuva iktidarında kullanamadıkları her türlü özgürlüğü sonuna kadar kullanabilmeleriydi. “Luxemburg, Lenin’den farklı olarak, parti yaşamıyla toplum yaşamını, partiyle devrimden sonraki toplumu ayırmıyordu; onun gözünde sosyalist devrim, sosyalizmin partiden bütün topluma genişlemesinden başka bir şey değildi.” (Peter Nettl, age, s. 207) Luxemburg, bir düzine aydının masa başında sosyalizmi kuramayacağını, sosyalizmin kitlelerin yaratıcı gücüyle inşa edileceğinin altını özellikle çiziyordu. “Evet, evet: Diktatörlük! Ama bu diktatörlük bir demokrasi uygulamasıdır, demokrasinin ortadan kaldırılması değildir. Burjuva toplumunun köklü haklarına ekonomik ilişkilerine yönelik güçlü ve kararlı saldırılarla örülüdür. Bu saldırılar olmadan sosyalist dönüşüm gerçekleştirilemez. Ama bu diktatörlük sınıf adına hareket eden küçük bir yönetici azınlığın değil, sınıf işi olmalıdır - yani kitlelerin aktif katılımıyla adım adım ilerlemelidir; kitlelerin doğrudan etkisine açık olmalı
97 DEVRİMİN ALEVİ: ROSA LUXEMBURG
net bir mesafe koyup, tarihin ve pratiğin karşısında materyalizmin esnekliği ve zenginliğiyle hareket edip, diyalektik yöntemi ustaca kullanmaktadır. “Savaş sırasındaki gelişmeler ve Rus Devrimi herkese göstermiştir ki, söz konusu olan Rusya'nın devrime hazırlıksız olması değil, Alman proletaryasının tarihsel görevini yerine getirmeye hazır olmamasıdır. Ve bu noktanın tüm boyutlarıyla anlaşılması Rus Devrimi üzerine yapılan eleştirel bir incelemenin temel anahtarıdır.” (Rosa Luxenburg, Rus Devrimi; Yazılama, 2018, s. 19) Rosa Bolşevikleri devrimci parti olarak görür ve selamlar. “Gerçek devrimci partinin yetkisini ve görevlerini yüklenen ve ‘Bütün iktidar işçilere ve köylülere’ sloganıyla devrimin geleceğini garanti altına alan Lenin'in partisiydi.” (age., s. 26) Ve Bolşevizm’in tarihsel rolünün altını çizer. “... Bolşevikler tamamlanmış, uzun erimli bir devrimci programı hayata geçirmeyi iktidarı almalarının temel amacı olarak belirlediler. Bu programla, önlerine bir hedef olarak burjuva demokrasisinin bir koruyucusu olmayı değil, sosyalizmi gerçekleştirecek bir proletarya diktatörlüğünü kurmayı koyduklarını da ilan ettiler. Böylece ilk defa sosyalizm hedefini pratik siyasetin doğrudan programı ilan ederek silinmez tarihi bir fark yarattılar.” (age., s. 26) Rosa, Ekim Devrimi'ne ve Bolşeviklere son derece olumlu yaklaşımının yanında uyarılar yapmayı ve olası risklerden bahsetmeyi unutmadı. Sözünü sakınmama karekteri Ekim analizlerinde kendini dışavurdu. Devrimci eleştiri silahı Rosa'nın karakteristik bir özelliğiydi. “Rus Devrimi'nin eleştirel bir gözle analiz edilmesinden, sırf devrime duyulan saygıyı ve devrimin çekici gücünü zayıflatabilir diye korkmak büyük hata olur.
98 DEVRİMİN ALEVİ: ROSA LUXEMBURG
ve tam bir halk etkinliğinin denetimine tabii kılınmalıdır; halk kitlelerinin artan siyasal eğitiminden doğmalıdır.” (Rosa Luxemburg, age., s. 56) Böyle olmaması durumunda devrimin asıl dinamosunu (kitleleri) kaybedeceğini ve toplumun ağır bir “uykuya çekileceğini” belirtti. Rosa, kitle inisiyatifine son derece önem vermekteydi. Ona göre devrimci işçi hareketinin eylem içinde yaptığı hatalar, en iyi merkez komitesinin yanılmazlığından daha değerliydi. Rosa’nın bu yaklaşımı kitlelerin gücünü abartma ya da kitle kuyrukçuluğu değildi. O kitlelerin örgütlü bir önderliğe ihtiyacı olduğunu savunuyordu. Ama bu önderliğin kitlelerle bütünleşen, kitlelerle soluk alıp veren ve kaynaşan bir niteliği olması gerektiğini vurguluyordu. Devrim her ne kadar parti liderliğinin dışında kendiliğinden başlayan bir hareket olsa da, “tüfeğin tetiği çekildikten sonra” başka bir evreye giriyordu. Rosa işte bu noktada “gelecek her yerde Bolşevizmdir” diyordu. Rosa ile Lenin arasında sınıf ve parti anlayışı üzerine yer yer farklı görüşler, sert tartışmalar olsa da burada dikkat edilecek en önemli nokta, Rusya ile Almanya’nın toplumsal maddi şartlarının farklılığı, Alman işçi hareketinin özellikleri, “gelişmişlik” düzeyi ve Rosa’nın SDP gibi bürokratik merkeziyetçi bir yapı içinde faaliyet yürütmesinin etkileri vardı. Rosa ulusal sorun üzerine ilginç tespitlerde bulundu. Polonya merkezli çözümlemelerinde, kapitalizm altında, ulusal bağımsızlık sloganının hiçbir ilerletici değeri olmadığını vurguladı. Ayrıca Bolşeviklerin milliyetler sorunu yaklaşımını da eleştirmekteydi. “Sınıflı toplumun kaba gerçekliğinin ortasında, sınıf çatışması en uç noktaya ulaşacak kadar keskinleştiğinde, kendi kaderini tayin hakkı burjuva sınıf iktida-
rının bir aracına dönüştürülüyor. Bolşevikler kendilerinin ve devrimin gördüğü zarardan yola çıkarak kapitalizmin hakimiyetinde ulusların kendi kaderlerini tayin etmesinin söz konusu olmadığını öğrenmeliydiler. Sınıflı bir toplumda, ulusun her sınıfı “kendi kaderini” farklı biçimlerde belirlemeye çalışır ve burjuva sınıfları için ulusal özgürlük sınıf hakimiyetine tamamen tabidir. Fin ve Ukrayna burjuvazisi, eğer ulusal özgürlük Bolşevizm'e bağlı ise, Almanya'nın vahşi yönetimini tercih etmek konusunda aynı fikirdeler.” (age., s. 35) Rosa’nın ulusların kendi kaderini tayin hakkı sloganı yerine önerisi şöyleydi: “… Bir devrim alanı olarak Rus İmparatorluğu’nun birliğini dişiyle tırnağıyla savunarak ve her türlü ayrılığa cephe alarak, imparatorluk alanı içindeki devrimci güçlerin sağlam birliği, dayanışma ve Rus Devrimi alemindeki bütün topraklarda yaşayan proleterlerin ayrılmazlığı için çalışmak.” (Tony Cliff, Rosa Luxemburg, Anadolu Yay., 1968, s. 86) Rosa toprak sorununa ilişkin olarak da önemli açılımlar yaptı. Rusya’da Ekim sonrası toprak sorununa ilişkin düşünceleri şöyleydi: Toprak mülkiyetinin köylüler arasında paylaşılmasının, kırsal alanda özel mülkiyetin gücünü artıracağını ve böylece gelecekte sosyalist dönüşümün önünde büyük engeller oluşabileceğini belirtti. “Lenin ve arkadaşlarının kısa ve kesin sloganına göre -‘Topraklara el koyunuz!’toprakların ele geçirilmesi, büyük toprak sahipliğinin birdenbire ve kaotik biçimde küçük köylülerin toprak sahipliğine dönüşmesine neden olacaktı. Bu durumda ortaya çıkan toplumsal mülkiyet değil özel mülkiyetin başka bir biçimi, yani büyük mülklerin orta ve büyük mülkler halinde bölünmesi veya görece gelişmiş büyük ölçekli üretimin firavunlar zamanından kalma teknik araçlar kullanılan ilkel küçük
O Keskin Bir Kılıç, Canlı Bir Devrim Aleviydi Rosa Luxemburg mükemmel bir beyindi. Devrimci savaşa üstün entelektüel yeteneklerini ve yüreğini koydu. İşçi sınıfının mücadelesini her şart altında geliştirmeye ve yükseltmeye çalıştı. Bu mücadelenin sistem içine çekilerek eritilmesine, sosyalizmin deforme edilerek kapitalizmin restorasyon aracına dönüştürülmesine karşı eylemin ve kuramın militanı oldu. Reformizme karşı, devrimin savunusu yaptı. Fabrikayla sokak arasındaki diyalektiği kurdu, sokağın ve fabrikanın manifestosunu yazdı. Spartakistler’in devrimi istediğini haykırdı. Eleştiri ve sözünü sakınmamayı silah haline dönüştürdü. Marksizm’in dogmatikleştirilmesine karşı, deforme edilmesine karşı devrimin kartalı gibi hareket etti. Yıktı ve yeniden yaptı. O, sosyalizm tarihinde bürokratizme, sekterliğe ve ikameciliğe karşı en ciddi uyarıları yapandı. Kitlelerin yaratıcı gücüne inandı ve kitlelerden öğrenmeyi esas aldı. “Sosyalizmin tepeden inme emirlerle” kurulamayacağını ve işçi demokrasisinin yaşamsal
önem taşıdığını belirtti. Tarihi insan eylemin bir sonucu olarak gördü. Rosa’ya göre kapitalizm, sosyalizmin bekleme odası ya da barbarizmin uçurum kenarıydı. 20. yüzyıl tarihi Rosa’nın bu düşüncesini bütünüyle doğruladı. “Ya sosyalizm ya barbarlık” şiarının bugün dünden daha anlamlı bir yerde durması boşuna değildir. O hep asi bir baş olarak kaldı. Burjuvazinin karşısında devrimin yılmaz savunucusu olduğu gibi, “yanılmaz otoriteler”e karşı da hiçbir zaman boyun eğmedi. Ona devrim ve işçi sınıfı yol gösterdi. O devrimin yolunu izledi. Rosa’nın bu otorite tanımaz tutumu ve eleştiriyi militanlaştıran tavrı, uzun dönem sol çevrelerin kendisine karşı mesafeli olmasına yol açtı. Rosa yok sayıldı. Rosa’nın sistematiği anlaşılmadan ve bilinmeden, Rosa üzerine spekülasyonlar yapıldı. Rosa’nın savaş açtığı dogmatizm, Rosa’nın düşüncelerinin kavranmasına da engel oldu. Fakat o, Lenin’in dediği gibi “devrimin kartalıydı”. Derin bir insan sevgisi, gerçeği bulma isteğinin sınırsız arzusu, cesaret ve özveri, militan mücadele Rosa demekti. Rosa, arkadaşı Sonia’ya (Karl Liebknecht’in eşine) hapishanede yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Her şeye rağmen görev başında, bir sokak çatışmasında ya da dar ağacında can vermek isterim.” Öyle de oldu. 1918 Aralığındaki Spartakist ayaklanma bastırıldı. Sosyal demokrat hükümet kazanmıştı. Bütün ısrarlara rağmen Rosa, Berlin’i terk etmedi. Spartakist kıyım başlamıştı. Rosa ve Karl Liebknecht bir müddet sonra tutuklandı. Cezaevine götürülürken askerler tarafından dipçik darbeleriyle katledildiler (15 Ocak 1919). Alman devriminin önderleri sosyal demokrasinin kurbanı olmuş-
99 DEVRİMİN ALEVİ: ROSA LUXEMBURG
işletmelere bölünmesidir.” (Rosa Luxenburg, age., s. 31) Fakat Ekim Devrimi’nin ilk on yıllık kesitinde yaşananlar Rosa’nın toprak sorununa ve milliyetler sorununa ilişkin temel açılımlarında yanıldığını gösterdi. Buna rağmen milliyetler sorununa ve toprak sorununa ilişkin geliştirdiği bir çok tezi de hayatın zengin pratiği içinde doğrulandı. Rosa'nın Rus Devrimi çalışması, Ekim Devrimi üzerine yürütülecek bir tartışmada, okunması gereken vazgeçilmez bir çalışmadır ve son derece erken bir dönemde devrimin diyalektiğinin kırılma dinamiklerini tespit etmesi ve uyarılarda bulunmasıyla dikkat çekmektedir.
100 DEVRİMİN ALEVİ: ROSA LUXEMBURG
lardı. Rosa yine haklı çıkmıştı. O, sosyal demokrasinin ihanetle sonuçlanan yönelimlerini yıllar önce tespit etmişti. Rosa’nın yakın arkadaşı Clara Zetkin’in onun ölümü üzerine yazdıkları hala manasını korumaktadır: “Rosa Luxemburg’ta sosyalist fikir, hem kalbin, hem beynin hiçbir zaman sönmeden yanan güçlü ve egemen bir ihtirasıydı. Bu şaşırtıcı kadının büyük amacı sosyal devrim yolunu hazırlamak, sosyalizme giden tarih patikasını temizlemekti. Devrim denemesi, devrim için çarpışmak onun en büyük mutluluğuydu. Bütün hayatını ve varlığını sosyalizme vakfetti… O, keskin bir kılıç, canlı bir devrim aleviydi.”
Dipnotlar: 1) Ekim Devrimi sonrası kıtayı saran devrimci dalga ve konsey deneyimleri için daha geniş bilgi için bakınız; Volkan Yaraşır, Uluslararası İşçi Hareketleri, Tümzamanlar Yayıncılık, 1997. 2) Bernstein’ın “Evrimsel Sosyalizm” adlı açılımları bir pratik vurguyu içermektedir. Bu, SPD’nin sistemle iç içe geçen, hantal ve statükocu, durgun “devrimi bekleyen” tavrına yönelik bir anlamda “eleştiridir”. Aslında Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin yaptığını tanımlamakta, sistemle uyumunu açıkça ifade etmektedir. Bernstein son derece pragmatik olarak kapitalizmi yıkmayı değil, kapitalizmi ehlileştirmeyi hedef alır. Ona göre “işçi sınıfını kalkındıracak ve devleti demokrasi anlamında dönüştürebilecek reformlar (için) mücadele” esas alınmalıdır. Bernstein’in teorileri özünde, işçi sınıfının devrimci gücünün nötrleştirilmesini ifade eder. Bu teori, sınıfın nesneler yığını haline getirilmesinin teorisidir.
Kaynaklar Berstein, Evrimsel Sosyalizm, Kavram Yay., 1991 Kautsky, Karl, İktidara Giden Yol, Yazılama, 2015 Kautsky, Karl, Proletarya Diktatörlüğü, Yazılama, 2008 Luxemburg, Rosa, Seçme Yazılar, Dipnot, 2013 Luxemburg, Rosa, Rus Devrimi, Yazılama, 2018 Luxemburg, Rosa, Sevgili'ye Mektuplar, Kaynak Yayınları, 1985 Luxemburg, Rosa, Spartakistler Ne İstiyor, Belge Yayınları, 2012 Luxemburg, Rosa, Sermaye Birikimi, Alan Yayıncılık, 1986 Luxemburg, Rosa, Kitle Grevi Parti ve Sendikalar, Z Yayınları, 1990 Luxemburg, Rosa, Sosyal Reform mu Devrim mi?, Belge Yayınları, 1984 Cliff Tony, Rosa Luxemburg, Anadolu Yayınları, 1968 Felsefe Logos, Rosa Luxemburg, Sayı 52, 2014 Nettl, Peter, Rosa Luxemburg, Ataol Yayınları, 1996
KAPITALIZM HAKKINDA SÖYLENMEYEN ŞEYLER Mehmet YUSUFOĞLU
101
değil, insanlara ikinci bir şans vermek, kendini istediği yönde geliştirme fırsatı vermektir, görüşünü savunuyor. Tartıştığı konuları açmadan önce ilginç bir örneğe de kısaca değineyim. Chang, hepimize inandırıcı gelen eğitim ile gelişmişlik arasındaki ilişki konusuna değinirken, Asya ekonomilerini incelediğinde bu ekonomilerin gelişmeleri öncesinde yükseköğrenim atılımı yapmadıklarını ve eğitim alanında çok daha ileri ülkelere nazaran oldukça hızlı büyüyebildiklerini anlatıyor. Üniversite mezunluğu ve ekonomik gelişme ilişkisine dair İsviçre gibi çok ters orantılı örnekler veriyor. Genel zekâ ve kendini organize etme yeteneğinin, belirli alanlarda edinilen üst düzey bilgiden daha önemli olduğunu, oysa eğitimin büyük bir sektöre dönüştüğü bir dönemde ABD, G. Kore ve Finlandiya’da verilen eğitimin, eğer ekonomik gelişme sağlamak için verildiği iddia ediliyorsa, boşa gittiğini iddia ediyor. Kitapta masaya yatırılan ve eleştirilen “serbest piyasacı” ve “küreselleşmeci” iktisadi önermelerin bazıları şunlar: - Serbest piyasa ve uluslararası serbest ticaret politikaları Türkiye gibi geç kapitalistleşen ülkeler için gelişmenin ana yoludur - İş güvencesi ya da yaşamak için yeterli işsizlik ücreti gibi sosyal devlet uygulamaları verimliliği düşürür.
KAPITALIZM HAKKINDA SÖYLENMEYEN ŞEYLER
Cambridge Üniversitesi profesörü Ha-Joon Chang’ın Türkçe’de “Kapitalizm Hakkında Size Söylenmeyen 23 Şey” ismiyle yayınlanan kitabı1, genel olarak doğal ve doğru kabul edilen liberal ekonomik argümanları sorguluyor. Bu sorgulamayı sade ve açık örneklerle, esprili bir dille yapıyor. Bu açıdan kitap, alternatif politik söylemin kurulması için önemli bir katkı anlamına geliyor. Chang’ın argümanları hem AKP’nin, hem de karşısında konumlanan serbest piyasacı eleştirmenlerin de sorunlu yaklaşımlarını tartışmak açısından faydalı. “Kapitalizm Hakkında Söylenmeyen 23 Şey” anti-kapitalist bir konumda değil. Ancak neoliberal politikalar ve neoklasik iktisadin varsayımlarını somut örnekler ve sağduyuya yönelik argümanlarla sorguluyor. Örneğin tarihsel verileri değerlendirerek “serbest ticaret politikaları gelişmemiş ülkeleri çok nadiren geliştirmiştir”, “Aslında tüm gelişmiş ülkeler, sanayileşene kadar korumacı dış ticaret politikaları uyguladı” temel fikrini önceki kitaplarında olduğu gibi araştırmalara referanslarla destekliyor. “Toplumda birileri zengin olsun, bu aşağıya yatırımlar ve harcamalar üzerinden yayılır” fikrini ise verilerle eleştiriyor ve bunun tarihte ancak bilinçli devlet düzenlemeleri ve müdahaleleri ile olabildiğini anlatıyor. Bir diğer bölümde işsizlik sigortası tembellere ve verimsiz çalışanlara para vermek demek
102 KAPITALIZM HAKKINDA SÖYLENMEYEN ŞEYLER
- Devletler piyasa müdahalelerinde yanlış şirketleri ve teknolojileri desteklerler, piyasa bilgisine sahip değildir. - Enflasyon her ne pahasına olursa olsun %10 altına hatta %5 altına düşürülmelidir. - Ulus ötesi şirketlerin ve sermayenin ulusal aidiyeti kalmamıştır ve postendüstriyel bir çağda yaşıyoruz. - Finansal serbestleştirme (deregülasyon) makro istikrar için önemlidir. - Zenginlerin daha zenginleşmesi zamanla tüm toplumu daha zenginleştirir
hale geldi. Yatırımların önünün açılması gerçekleşmediği gibi 2008 krizi gibi finansal büyük bir kriz de bu dönemde yaşandı. Oysa 1960’lar ve 1970’lerde Kore %20 enflasyon yaşarken %7 ortalamayla, Brezilya %42 enflasyon ile %4,5 ortalama ile büyüdü. Enflasyon canavarlaştırılarak, toplumdaki hiper-enflasyon korkusu kullanılarak kemer sıkma politikalarının önü açıldı. Finansal serbestleşme bu dönemin temel sloganıydı. Chang’ın ilgi çekici bir gözlemine göre, gittikçe söz sahibi olan finansal yatırımcılar için asıl olan şey şir-
Chang’ın ilgi çekici bir gözlemine göre, gittikçe söz sahibi olan finansal yatırımcılar için asıl olan şey şirketlerin kısa dönemli karları. İş gücünün kolayca işten çıkarılabilir olması ve güvencesizleştirme, sadece kar oranları ile ilgili değil, kısa dönemlileşen şirket sahipliği ve hızla dönüştürülebilen finansal yatırım tercihleri ile ilgili. (trickle down). Yazarın bu görüşlere eleştirilerinin bir kısmını, alt başlıklar altında kısaca özetlemeye çalışacağım. - Enflasyon korkusuna dayalı istikrar politikaları, güvencesiz hayatlar mı getirdi? Bilindiği gibi pek çok ülkede ekonomik politikalarda makro istikrar söylemi ve enflasyonla mücadele programları 1980’lerde başladı. Gerçekten makro istikrar diyerek yapılan uygulamalar ortalama enflasyonu düşürürken tüm dünyada bireysel yaşamları istikrarsızlaştırdı. İşsizlik, güvencesizlik, gelir adaleti sağlamayan bir istikrar neyin istikrarı olabilirdi ki? Büyümenin mi? Dünya açısından bakarsak o da olmadı. Düşük enflasyon yatırım, istihdam ve gelir dağılımında düzelme, gelirde alta doğru yayılma demekti, gerçekleşmedi. Aynı dönemde finansal krizler çok daha büyük kesimleri etkiler
ketlerin kısa dönemli karları. İş gücünün kolayca işten çıkarılabilir olması ve güvencesizleştirme, sadece kar oranları ile ilgili değil, kısa dönemlileşen şirket sahipliği ve hızla dönüştürülebilen finansal yatırım tercihleri ile ilgili. - Devlet hep yanlış tercihler mi yapar, kazanacakları seçemez mi gerçekten? Günümüzdeki liberal tezlerin temel argümanlarından biri “devletin ekonomiye karışmaması”, devletin tercihlerinin doğru olmayacağı çünkü örneğin kendi parasını harcamadığı, verimliliğin politik olarak temel hedef olamayacağı yaklaşımları. Chang bu konuda LG, Hyundai ve POSCO demir-çelik şirketi gibi örnekler ile devlet yatırımlarının ve doğrudan yönlendirmelerinin başarılı olabildiğini gösteriyor. Diğerleri bilindiği için, POSCO’yu (Pohang Iron and Steel Company) inceleyelim. Güney Kore demir cevheri olmayan, demiri ithal eden bir ülke olarak dev-
oran ise %1. Yani ABD, GSYİH’nın %4’ü kadar sanayi ürünlerinde dış ticaret açığı verirken bunun ancak %1’ini ihraç edilebilir hizmet sektörü ürünleriyle, yani bilgiye dayalı hizmet ürünleri ile kapatıyor. Geç kapitalistleşmiş ülkeler için, İngiltere ya da ABD’nin ulaştığı bu küçük oranları tutturmak bile çok zor. Bir de fiyatları dikkate almak gerek; saç kesimi ya da lokantaların verdiği hizmetler ucuzlamaz iken, sanayi malları ve bilgisayar gibi elektronik eşyalar ucuzladıkça ekonomilerin toplam üretim değeri olarak hizmet sektörü ağırlıklı görülmesi normal. “Bilgi ve hizmet ekonomisinin” sanayiyi geride bırakmasına bu nedenle de dikkatle yaklaşmalı. - Finans sektörünün verimliliğinin ve hızının azaltılması gerekiyor. Finansal varlıklar 1987’de dünya üretiminin 1,2 katı iken 2007’de 4,4 katına ulaştı. Aynı dönem için ABD’de finansal varlıklar yıllık üretimin 4 katından 9 katına çıkıyor. Finansal araçların çeşitliliği ve finans piyasalarındaki yeni ürünler, finansal aktörlerin kısa vadede “kendileri için” daha verimli yaptı, karlarını arttırdı. Ancak 2008 krizindeki gibi bu finansal varlıklar bütün sistemi daha kırılgan ve istikrarsız hale getiriyor. Bu varlıkların akışkanlığı, varlıklara sahip olanların çeşitli ekonomik ve politik değişikliklere hızlı yanıt vermesine neden olurken, düzenli yatırımlar için gerekli uzun vadeli kaynakların oluşmasının zeminini tahrip ediyor. Sabırsız, uzun vadeyi göze almayan bir birikmiş sermaye havuzu var. Chang, bu sorunu çözmek için gerçekten faydası ispatlanmayan ve opak finansal araçların engellenmesini ve “finansın verimlilik ve hızını düşürmeyi” öneriyor. Ülkeler arası sermaye hareketlerinin kısıtlanması, Tobin vergisi, elinizde olmayan hisseleri satmak anlamına gelen kısa satışların (short-selling) yasaklanması, spekülatif karlar için şirket hisselerini toplama-
103 KAPITALIZM HAKKINDA SÖYLENMEYEN ŞEYLER
let girişimi ile POSCO’yu kuruyor. Serbest ticaret teorilerine “aykırı” bir şekilde yapılan bu yatırımın bugün geldiği nokta dünya çelik üreticileri arasında dördüncülük. Yazar, Japonya ve Kore’den şirket örnekleri yanında; Singapur, Fransa, Norveç, Finlandiya, Avusturya’da doğrudan devlet yatırımlarının oldukça başarılı olduğunu ifade ediyor. Devletlerin şirketlerin kısa vadeli çıkarlarını uzun vadeli ulusal çıkarlara yönlendirecek müdahalelerini, yani basit teşviklerin ötesine geçecek şekilde yaptıkları önemli ve etkin müdahaleleri örnekliyor. - Asıl olan artık sanayi değil bilgi-hizmet ekonomisi mi? Gelişmekte olan ülkeler sanayi yerine bilgi teknolojilerine dayalı hizmet ihracatını mı hedeflemeli? Büyümenin aracı artık hizmet sektörü mü? Sanayinin ekonomilerde düşen payı gerçekten bu soruları akla getiriyor. Chang’ın bunlara yanıtı, “Hayır”. Zira hizmet sektörlerindeki ürünlerin uluslararası ticareti büyük oranda mümkün değil ve hizmet sektörünü kalkınma aracı yapmak ciddi dış ticaret açıkları demek olur. İkincisi bilgiye dayalı hizmet sektörü geliştirmek de iyi bir imalat ve sanayi temeline dayanıyor, öyle temelsiz geliştirilebilen bir şey değil. Örneğin uçak ya da radar üretmiyorsanız onların yazılımını ya da tasarımına dair fikirleri üretmek de kolay değil. Üçüncü olarak, hizmet sektöründe verimlilik artışlarının sanayiye göre daha yavaş olduğu kanıtlanmış durumda. Hizmet sektörünün büyümesi, mesela daha çok insanın lokantalarda ve kafelerde yemesi gibi nedenlerle oluyor ise, burada bir verim artışından bahsetmek doğru değil. Hizmet sektörünün önünü açıp, sanayi ürünlerini ithal ederseniz ortaya çıkan dış açığı hizmet sektörünün kapatması gerekir. Oysa bilgiye dayalı hizmet sektörünün dış ticaret fazlası İngiltere’de bile toplam üretimin (GSYİH) %4’ü. ABD’de bu
104 KAPITALIZM HAKKINDA SÖYLENMEYEN ŞEYLER
ya dayalı hasmane devralmaların (hostile takeovers) yasaklanması; peşin ödenmesi zorunlu miktarın arttırılması (margin requirement), şirket borçlanma oranlarının kontrolü bazı önerileri arasında. - Şeffaflık yeterli değil, karmaşıklığı azaltan düzenlemeler lazım Ekonomik modellerin karmaşıklığının ve kamusal kararların bilgisinin yetersizliğinin bir nedeni de finansal serbestleştirme sonrası iyice karmaşıklaşan finans piyasaları. Ekonomik kararların başarısı ekonomik süreçlerin anlaşılmasına ve müdahale edilebilir sistemlerin oluşturulmasına bağlı. Yazara göre düzenlemeler ve kısıtlamalar anlaşılabilir sistemleri oluşturmayı hedeflemeli. Karar almayı kolaylaştırmayı ve toplumsal anlaşılırlığı; piyasaları her konuda serbest bırakıp, ardından Türkiye’de de gördüğümüz gibi her ekonomi metnine “şeffaflık” yazarak sağlamak mümkün değil. Yeni finansal araçları, genel olarak finans sektörüne ve bütün olarak ekonomiye etkisinin belirlenemediği süre boyunca ya da olumsuz etkileri nedeniyle yasaklamak mümkün. Bir anlamda, ilaçların piyasaya çıkartılmasında olduğu gibi önemli kısıtlamalar gerekli. - Gelişmemişlik “girişim eksikliği” ile ilgili değil, mikro-kredi başarısız İleri kapitalist ülkelerin ekonomik dinamizmin hatta gelişmişliğinin “girişimcilik”, “yatırımcı kafası” ile bağlantılandırılmasını eleştiren yazara göre, Türkiye gibi geç kapitalistleşmiş ülkelerde girişimcilik ile ilgili bir sorun yok. Daha zor koşullarda ayakta duran, daha küçük sermayelerden başlayan çok sayıda girişim var. Ancak Chang’a göre ileri kapitalist ülkelerde girişimcilik daha kolektif, şirketler yakın sektörlerde olsa bile birbirleri ile çok daha fazla işbirliği yapıyorlar ve daha açıklar. Organizasyon ve işbirliği çok daha gelişkin. Kolektif olarak etkin kurum, organizasyon
ve işletmelerin kurulup yönetilmesinin önemini ortaya koyan yazar, mikro-kredi gibi uygulamaların başarısızlıklarını gösteren akademik çalışmalar ile bu görüşünü destekliyor.
Sonuç Yazar hem tarihsel örnekleri hem de alternatif ekonomik uygulama örneklerini, devletin ekonomik rolüne dayalı önermelerle tartışıyor. Dünya tarihinde farklı dönemlerdeki ekonomik gelişmeleri karşılaştırırken; döneme özgü dönemsel birikim koşullarını, teknolojik-coğrafi genişleme ve sıçramaları, birikim rejimleri ve düzenlemeleri dikkate almıyor. Böylece kapitalizmin temel dinamiklerine dair sistemli bir teorizasyondan kaçınıyor. Kapitalizm nasıl reforme edilecek, bu hangi koşullarda gerçekçi olur tartışmasına girmiyor. Heterodoks ve çoğul bir iktisadi tartışma zemininin önemini vurgulayarak, tekil başlıklara olguları öne çıkaran yanıtlar üretiyor. Chang, neoklasik iktisadi yaklaşımın bilinen görüşlerine karşı bulgularını açık ve etkili bir şekilde ifade ediyor. Teorik çerçeveler kurmaktaki çekincesini, sürekli tarihsel örnek ve gelişmelere referanslar vererek, serbest ticaret teorileri ve piyasacı yaklaşıma karşı, ustalıkla bir avantaja dönüştürüyor.
1- Ha-Joon Chang, 23 Things They Don’t Tell You About Capitalism, Penguin: 2011. Türkçesi: Ha-Joon Chang, Kapitalizm Hakkında Size Söylenmeyen 23 Şey, çev. Belgin Tupal, Say Yayınları: 2015.
LATIN AMERIKA NE YAPACAK? Ayşe TANSEVER
105 değiştirme yoluna girdiler. Latin Amerika halkları hoşnutsuzluklarını gösteriyorlar. Ama ne yapacakları belli değil. Kıtada güçler dengesi nasıl, ne yana doğru değişecek? Dünyanın merak konusu. Ve her an değişiyor. Biz de yazımızda kıtada son yaşananları anlatıp bir değerlendirme yapmaya çalışacağız. Ancak anlaşılır olma açısından ilk önce neoliberal politikaların kıtada son uygulamalarına genel bir bakış atacağız. İkinci bölümde tek tek ülkelerde son yaşananları mümkün olduğu kadar kısa özetleyeceğiz. Son bölümde devrimci güçler açısından genel bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.
I. Bölüm 1. Son Dönemde Neoliberal Politik Uygulamalar Kıta, Portekiz ve İspanyol sömürgesi olmaktan kurtulup hemen ABD kapitalist sömürü dönemine girdi. Kapitalist sistem içinde önce pazar ekonomileri, sonra o tıkanınca ordu ile darbeler, eğer yetmez ise bizzat ABD eliyle iktidar güçlerini devirmeler, yandaşları iktidara getirmeler sonra neoliberal politikalar ile sömürü sürdürülmeye çalışıldı. 2000 başlarından beri neoliberal uygulamalarla sömürü iyice vahşileşti. Gelinen noktada neoliberal politikaların ömrünü doldurduğunu söylemek yanlış değildir. Neoliberal iktidarların temel özelliği genelde tek parti olarak değil koalisyon içinde iktidar olmaktır. Tek bir parti ikti-
LATIN AMERIKA NE YAPACAK?
Kıtanın en güneyinde Uruguay’dan kuzeyde ABD sınırında Meksika’ya, Latin Amerika halkları ister sağ ister sol iktidar olsun bir hareketlilik içindedir. Kıtada bir belirsizlik hakim. Olaylar sanki kıtada yeni bir döneme girileceği ya da girildiğini anlatıyor. Uzun süre sivil ya da askeri darbelerle kapitalizm bu ülkelerde iktidarda kaldı. En tepede de ABD tüm iktidarları kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmeye ya da tutmayı sürdürmeye çalıştı, çalışıyor. Sosyalizm Asya kıtasında yenildi ama Castro Küba’sı hala iktidarda; sosyalizm yolunda kararlı bir şekilde ilerliyor. Onun etkisi çeşitli şekillerde kıtaya yayılmaya başladı. Venezuela’da Chavez ülkesini 21. yüzyıl sosyalizmi yoluna sokmaya çalıştı; Maduro mücadelesini tüm baskılara rağmen sürdürüyor. Daniel Ortega küçücük Nikaragua’da bir sol iktidar olarak ayakta durma mücadelesi veriyor. Bolivya’da yerli halklarla sosyalizmini kurma mücadelesini veren Evo Morales gerici bir darbe ile ülkesini terk etmek zorunda bırakıldı. Aynı süreçte kıtada sağ iktidarların bir kısmı devrildi. Brezilya, Arjantin, Ekvador gibi ülkelerde pembe denen sol iktidarlar başa geçti. Ama sonra onlar da bir şekilde iktidardan düştüler, neoliberal politikalar bu ülkelerde hakim olmaya başladı. Ama şimdi günümüzde kapitalizmin neoliberal politikalarının hüküm sürdüğü Ekvador, Şili, Arjantin, Brezilya, Peru, Paraguay ve son olarak da Kolombiya’da halklar sokaktalar, hoşnutsuzluklarını belirtiyorlar. Ya da seçimlerle iktidarlarını
106
darı hemen hemen yok olsa bile dışarıdan destek mutlaka almak zorunda kalınıyor. Koalisyonların başında da diktatör, faşist nitelikli liderler oluyor. Trump özelliğinde ağzı bol laf yapan demogojik liderler ortalıktadır. Bolsonaro bunların en tipik örneğidir. Orta Amerika küçük ülkelerinin hemen hepsi böyle liderlerle yönetiliyor. Emekli askerler, silahlı toprak
ve zamanındaki Başbakan Jorge Gras kurbanlar arasındadır. Morales, Maduro bile böyle suçlamalardan kaçamadılar. Üçüncü olarak neoliberal iktidar güçleri, karşılarında biriken halk öfkesini parçalamak ve söndürmek için çeşitli politik stratejiler geliştirdiler. Nasıl din ideolojisini kullanarak IŞİD’i yaratıp halkları böldüler, onun arkasına gizlendiler ise aynı
LATIN AMERIKA NE YAPACAK?
Gericilik, kendisine karşı olan entelektüelleri küçümseyip aslında entelektüel olmayan kişileri övmeye, öne çıkarıp desteklemeye başladı. Olmadık yeteneksizler ünlendi. Kültürü kendi çıkarları doğrultusunda kullandılar. Yalan sanki bir meziyet oldu. Duygular aklın önüne alındı. ağaları, milyarder, milyoner iş adamları ya da bunların profesyonel gerici politikacıları işi götürüyor. Arjantin’de Macri, Brezilya’da Eski Başkan Temer, şimdiki Bolsonaro, Şili’de Pinera hepsi zengin iş adamı, eski asker ya da toprak ağasıdır. Orta Amerika’da ise daha çok mafya ve uyuşturucu çeteleriyle bağlantılı liderler baştadır. Eski tek partili dönemlerden farklı olarak böylesi faşist, zengin liderler finans kapital güçlerinin çıkarlarına hizmet edecek politik ekonomik değişiklikler yaparak bir avuç insanı zengin etmeyi sürdürdüler. İkinci olarak, artık eskinin demokratik kurallarını bol bol çiğnemede beis görmüyorlar. Dünyadaki gazetecilerin öldürüldüğü ya da hapse tıkıldığı birinci bölge Güney Asya kıtası ikincisi ise Latin Amerika’dır. Sosyal hakları çiğnemek artık normlaştı. Yolsuzluklar işin olmazsa olmazıdır. Yolsuzluğa bir şekilde bulaşmamış sağ kanat politikacı göstermek neredeyse imkansızdır. Ayrıca suçlu olanlar güçlü de oluyor ve sol liderleri de sahte yolsuzlukla suçlamaları genelleşti. Brezilya’da Lula ve Dilma Rousseff, Arjantin’de Kirchner, Ekvador’da Correa
şeyi Latin Amerika kıtasında Hristiyanlık dinini kullanarak yaptılar. Kapitalist sömürünün çürüttüğü toplumlara karşı dinin ahlaki ilkeleri ile saldırmaya çalıştılar. Kürtajın yasaklanması, erkek şiddeti ve arkasındaki patriarkal mantık, LGBTIQ hareketine karşı olmayı din ile savundular. Bu politikanın bir yanı ters tepip feminist hareketi daha devrimcileştirirken diğer yandan da ona karşı bir halk kesimi de örgütlendi. Kiliseler yolsuz iktidarların övüldüğü, sivil milislerin yetiştirildiği alanlar oldu. Yer yer onları yoksul kitlelerin karşısına çıkarmaya başladılar. Buralar faşizmin kaleleri haline dönüşüyor. Bolsonaro ve Bolivya darbe lideri bu tiplere örnektir. Beyaz ırkın üstünlüğü ile faşist ideoloji yayıldı. Kıtanın yerli halklarına cephe alındı. (Biz yerli halk derken indegenous yani kıtanın Kolomb tarafından keşfi öncesi de kıtada yaşayan halkları kast ediyoruz.) Aynı şekilde gerici basında göçmenler, siyahiler karalanmaya çalışıldı ve onlara kriminal, yolsuz insanlar olarak kötü gözle bakılma ideolijisi işlendi. Yoksul halkların protestoları solun desteklediği kriminal çeteler olarak ilan edildi.
2. Uygulamanın Ekonomik Sonuçları Sonucu herkes biliyor. Dünyanın en zengin bölgesi Latin Amerika’da gelir dağılımı görülmedik düzeyde bozuldu. Halkın %1’i zenginliklerine zenginlik katarken %99 yoksullaştı. Baş nedeni kamu mülkiyetlerinin özelleştirilmesidir. Sosyal devlet kavramı rafa kaldırılmış, eğitimden sağlığa her şey özel hale getirilmiştir. Hatta Şili’de ilkokul eğitimi bile özelleştirildi.
Her yerde özel üniversiteler yaygınlaşdı. Devletin eğitim kalitesi düştü. Sağlık hizmeti de özel ellere devredildi. Parası olan okusun, doktora gidip ilaç alsın, yoksul cahil kalsın, hastalıktan ölsün anlayışı dayatıldı. Yaşlılar da ölü gezer oldu. Emeklilik kasaları özelleştirilerek zenginlere fon olarak devreye sokuldu. Öyle oldu ki Arjantin’de örneğin emeklilik fonları iflas etti ve emekli maaşları gene devlete ödettirilmeye çalışıldı. Ayrıca maaşların geç ödenmesi ya da korkunç rekorlar kıran enflasyonlara rağmen zam yapılmaması normlaştı. Şimdi Kolombiya halkları sigorta primlerinin arttırılmasına karşı sokaktalar. Monaterist politikalarla yani para oyunları ile de finanstan yana birçok düzenleme yapıldı. Yabancı para birimleri zenginlerin işine gelir şekilde düzenlendi. Onlara önceden sinyaller verilerek önlem almalarına yardım edildi. Diğer hepimizin bildiği uygulama, zenginlerin vergileri düşürülürken halktan alınanlar yükseltildi. Onlardan peşin peşin kesilirken zenginlere çeşitli ödeme kolaylıkları tanındı. Vergi yasaları zenginlerin yararına yeniden düzenlendi. Ayrıca birikimlerini yurt dışına kaçırmalarına göz yumuldu. Latin Amerika ülkelerinde hala çıkarım endüstrisi en baş gelir kaynağıdır. Yani hammadde ve tarım ürünleri ihracatı devlet bütçe gelirlerinin büyük kısmını oluşturur. İşlenmiş meta üretiminden gelir çok düşüktür. Bu dönemde yabancı çıkarımcı ya da tarım şirketine özel izinler verildi. Rüşvetler ile devlet toprakları, madenleri vs. yerli yabancı parayı verene satıldı. Ülkelerin doğa dengeleri bozuldu. Çıkarım sanayi yer altından çıkarılan topraklar ve maden artıklarının boş alanlara atılmasını ve çevre kirliliğini arttırdı. Yer altı suları madenciler tarafından kirletildi. Diğer yandan orman alanları, büyük ölçekli tarıma daha çok açıldı. Bunlar ülke için tüketilecek tarım ürünleri yeri-
107 LATIN AMERIKA NE YAPACAK?
Toplumda bölünme ve kutuplaşma giderek yayıldı. Günümüz vahşi soygununda halkın sevdiği, izlediği sinema, medya yıldızları, şarkıcılar ya da entelektüeller de siyasi görüşlerini açıklayıp taraf olmaya başladılar. Gericilik, kendisine karşı olan entelektüelleri küçümseyip aslında entelektüel olmayan kişileri övmeye, öne çıkarıp desteklemeye başladı. Olmadık yeteneksizler ünlendi. Kültürü kendi çıkarları doğrultusunda kullandılar. Yalan sanki bir meziyet oldu. Duygular aklın önüne alındı. Öyle hale geldi ki muhalif olanlara saldırmak, şiddet kullanmak bir hak, bir doğru haline geldi. Onların halk ile bağları çeşitli fitneler ile koparılmaya, tahrip edilmeye çalışıldı. Birçok ülkede militerleşme arttı. Polis ve kolluk kuvvetleri geliştirilip dövüş güçleri arttırılırken, ordunun devreye sokulması bir norm haline geldi. Hatta bazı ülkelerde bu güçlere dokunulmazlıklar tanındı. Örneğin Şili. Halka istedikleri saldırı, vahşeti uygulayabilirler. İşkence yapmaları haktır. Hatta son zamanlarda askeri eğitimi ilkokullarda ders olarak koyma önerileri geliyor. Böylece çocukları daha baştan dövüşe hazırlama, şiddeti bir norm haline getirme amaçlanıyor. Neoliberalizmin yarattığı yoksulluk sonuçları şiddet, ahlaksızlık, uyuşturucu, çeteleşme arkasına gizleniyor. Bunun vardığı son konağı ileride Orta Amerika bölümlerinde inceleyeceğiz.
108 LATIN AMERIKA NE YAPACAK?
ne dünya piyasalarında kolay satılabilecek soya, avokado vs. ürünleri yetiştirdiler. Ülke halkının beslenme ürünleri ekilmez oldu, pahalılaştı; halklar açlığa mahkum edildi. Büyük ölçekli tek ürün ekimi toprağın kendi kendini zenginleştirmesini engelliyor, çoraklaştırıyor. Bir süre sonra verimsiz hale getiriyor. Kullanılan kimyasal gübreler de ayrıca toprağı, üstündeki canlıları zehirliyor, kirletiyor. Daha geçen gün Brezilya’da milyonlarca arı bunlardan zehirlendi. Hayvan hapishanesi diyecebileceğimiz tesislerde suni yem ile yetiştirilen besi hayvanları hem doğa dengesini bozuyor hem de insan sağlığına zarar veriyor. Ormanların kesilmesi, üstünde yaşayan hayvan ve diğer bitki cinslerini yok etti. Doğa kirlendi. Tüm Latin Amerika’da bu olgular ve daha fazlası bu dönemde giderek arttı. Tarım ülkesi Arjantin’de, Kolombiya’da halklar karınlarını doyuramıyorlar. Yerli halklar ata topraklarından edildi ve ayaklanmalar yaşanmaya başladı. Brezilya, Arjantin, Peru, Şili, Ekvador, Meksika aklımıza gelenlerdir. Orta Amerika zaten başlı başına bir çıkarım ve tropik meyve sebze alanıdır. Tüm ülkelerde işçi ve emek yasaları kötüleştirilmiştir. Asgari ücretler düşürülmüş, tatil süreleri kısaltılmış, işten çıkartmalar işverenler için kolaylaştırılmış, çalışma güvenliği ve koşulları kötüleştirilmiş, tazminatlar kuşa çevrilmiştir. Sendikaların hak mücadelesi giderek kısıtlanmıştır. Hak aramalar neredeyse sıfır olmuş, eylemlere katılanların hemen işten atılmasını kolaylaştırıcı önlemler alınmıştır. Daha kasım ayı başında Brezilya’nın faşist lideri Bolsonaro kuşa çevrilmiş işçi yasasını meclisten geçirdi ve yüzbinler sokaklarda protestodaydılar. Devlet gelirleri zenginlere verilince bütçeler açık vermeye başladı, dışarıdan borç alarak sorunları çözmek için IMF’ye başvurmak gelenek oldu. Her ülke kemer
sıkmaya başladı. Devlet sübvansiyonlarının kesilmesi, hayatın pahalılaşması, işçi memur çıkarmalar, ücretlerin düşürülmesi herkesin ezberlediği senaryolar oldu. Her seferinde de “bir süre için zorluk çekilecek sonra nurlu ufuklar” aldatmacası yapıldı. Hayır, durum hiçbir zaman halklar için öyle olmadı. Ekonomiler düzelip sürekli bir istikrara ulaşılmadı. Uluslararası ekonomik değerlendirme şirketi Fitch’in Latin Amerika için yaptığı genel tahmin ekonomik büyümenin önümüzdeki yıl %1,9 değil aksine %0,7 olacağıdır. Neoliberal uygulamalar sonucunda ülke ekonomileri hiç de daha iyi büyümeyecektir. Kötüye gidiliyor. Onun için Ekvador, Kolombiya, Arjantin ve Brezilya’da halklar sokaklarda; IMF protesto ediliyor. Orta Amerika ülkelerinde ise durum çok daha yürekler acısıdır. Chavez’in ünlü lafının ne kadar gerçeği yansıttığı açıktır. “Neoliberalizm cehenneme giden yoldur.” Tüm Latin Amerika yoksul halklarının bir cehennemin içinde olduğunu söylemek yanlış olmaz.
II. BÖLÜM 1.Kıta Ülkelerindeki Son Protestolara Kısa Bakış Bu yıl Latin Amerika ülkelerinin birçoğunda seçimler vardı. O nedenle kıta genelinde çok canlı bir dönem yaşandı. Bir yandan neoliberalizm soygunu kitleleri sokaklara dökerken diğer yandan sağ güçlerin tekrar iktidar olmak için yalan dolan vaatleri hız kazandı. 2019, kıta için belirsizliklerle dolu hareketli bir yıl oldu. Kıtada solun umutlarını yükselten ilk olay, 2018 sonlarında kıtanın ikinci büyük ekonomisi Meksika seçimleriydi. ABD’li sosyalist Sanders ile yakın arkadaş olduğunu vurgulayan Andres Manuel Lopez Obrador kısaltılmış adıyla AMLO seçimleri kazandı. 89 milyon seçmenin %50
Obama’nın kaldırdığı yaptırımlar yeniden konuldu. Öte yandan Nikaragua Ortega rejimi sol çizgisini sürdürüyordu. Öyle pek ışıl ışıl olmasa da gene Orta Amerika’nın en istikrarlı ülkesi olma özelliğini koruyordu. Nisan 2018’de Trump eliyle orada bir darbe girişimi yapıldı. Ülke 3 ay boyunca çalkantılı bir dönem yaşadı. Ama sonunda yaz aylarında darbe bastırıldı. Sonuçta başta Nikaragua, arkasından Meksika kıtanın sol eğilimini güçlendirdi. Güney kıtadaki Venezuela ise ambargolar ve yaptırımlarda ‘dünya rekortmenidir’. Petrolünden yurt dışındaki paralarına, parası ödenmiş yiyecek maddelerinden ilaçlarına kadar her şeyine el konuldu. Tüm dünya ile bağları ve tüm gelir kaynakları kesilmeye çalışıldı. Bunlar yetmedi, Maduro’nun seçilmesi tanınmadı ve bildiğimiz gibi karşısına Guaido diye kimsenin o güne kadar tanımadığı biri ile ülke iç savaşa sokulmaya çalışıldı. Kuzeyden Kolombiya’dan darbe girişimleri yapıldı. Maduro’ya insansız hava araçları ile suikastler düzenlendi. Ordu isyana çağrıldı. Sokak olayları ile baskılar arttırıldı. Elektrik santrallerine sabotajlar ile ülke elektriksiz bırakılıp hayat durduruldu. Ama bütün bunlara rağmen Venezu-
109 LATIN AMERIKA NE YAPACAK?
üzerinde oyunu alarak başkan oldu. 1 Aralık’ta da koltuğuna oturdu. ABD’nin güney sınır komşusu ve yıllardır onun kuyrukçuluğunu yapmış bir ülkede AMLO’nun başkan olması çok büyük bir olaydı. AMLO ülkenin baş sorunu olan yolsuzluk, uyuşturucu çeteleri, yoksulluk, gelir dağılımındaki eşitsizlik ile mücadele edeceğini söyleyip “Adalet ile yöneteceğim ve sizi asla yarı yolda bırakmayacağım.” diyerek yalnız kendi halklarına değil tüm kıtaya umut oldu. Kendisine Meksika’nın Lula’sı gözüyle bakılıyor. AMLO Venezuela, Küba ve Nikaragua gibi ülkelerle dayanışma içinde, onlara destek vermektedir. Son olarak da darbe sonrası Bolivya lideri Evo Morales’e kucağını açarak politik sığınma hakkı tanıdı. Kıtada yeni bir pembe dalga umutları sol çevrelerde yeşermeye başladı. Meksika’da solun seçim zaferi önceden az çok belli olduğundan Trump bölgedeki diğer sol ülkelere baskıyı zaten arttırmıştı. Küba, Nikaragua ve Venezuela’yı “Tiranlar Troikası” olarak ilan etti. Küba’da halk meclisleri yeni anayasanın tüm maddelerini tek tek tartışıyordu. Ülkenin demokratik özelliği tüm kıtada ilgi ile izleniyor ve onlara neoliberalizm karşıtı bir bilinç aşılıyordu. Bunu bastırmak için ülkeye
110 LATIN AMERIKA NE YAPACAK?
ela hala ayakta duruyor. Venezuela’nın da bölge ilerici halklarına bir ışık olmasa bile direnç kaynağı olduğu söylenebilir. Meksika’da AMLO ve Nikaragua darbesinin bastırılması ile doğan umuda, Brezilya seçimlerini faşist Bolsonaro’nun kazanması biraz gölge düşürdü. Halkın neoliberal politikaların acısından perişanlığına hele hele bir Lula iktidarı yaşamış olmalarına rağmen Bolsonaro’nun seçilmesi sol çevrelerde büyük bir şaşkınlık, umutsuzluk, karamsarlık yarattı. Çok tartışıldı. Dersler çıkarılmaya çalışıldı. Kıtada AMLO’nun yarattığı umut karardı. Kıta solu umudunu yitirmişti ki ekim başlarında bir olay kıtaya bomba gibi düştü. Ekvador’da Lenin Moreno, IMF’den aldığı kredi karşılığında varılan anlaşma gereği benzine yapılan devlet sübvansiyonlarının kaldırıldığını açıkladı. Anlaşma gereği zaten 10 bin kadar memuru işten çıkartmıştı. Okullar ödeneksiz bırakılmış ve bazı devlet okulları kapatılmıştı. Kamu taşımacılığı her yere götürülemez olmuş; ülkede gıda yokluğu başlamıştı. Ülkenin belli başlı gelir kaynağı petrolde özelleştirme spekülasyonları nedeniyle kesintiler başlamıştı. Moreno’nun sübvansiyonların kaldırılacağı haberi bardağı taşıran son damla oldu. Daha o gün özel otobüs şöförleri ertesi gün için greve çıkacaklarını açıkladılar. Özel otobüs şoförlerine öğrenciler, arkasından memurlar ve halklar katıldı. En sonunda yerel halk örgütü olan CONAİE kırlardan başkente yürüyüşe geçti. Polis ve ordu güçleri ile çatışmalar günlerce sürdü. Moreno sokağa çıkma yasağı ilan etti ama işe yaramadı. Protestolar o noktaya tırmandı ki Moreno ve hükümet, başkent Quito’dan ülkenin ikinci büyük kentine taşınmak zorunda kaldı. Sonuçta Moreno protestocu güçleri diyaloğa çağırıp sübvansiyonları kaldırma kararını geri çekince olaylar duruldu ama bitmedi. Halklar 4.2 milyarlık IMF
kredisinin iptalini, Moreno’nun istifasını, parlamentonun dağıtılmasını istiyorlar. Kurulacak geçici bir hükümet ile 3 ay içinde yeni seçimler yapılmalıdır. Eski Devlet Başkanı Correa’nın başkanlık için aday olabilmesi sağlanmalıdır. Bu doğrultuda pazarlıklar sürdü. Moreno oyalama taktiğindedir. El altından IMF, ABD Merkez Bankası, Dünya Bankası gibi kurumlarla toplantılar yapılmakta ve kredi koşullarının tartışıldığı haberleri gelmektedir. Moreno saldırıya geçti. Olayların arkasında Bolivya lideri Evo Morales’in indigenous halkları kışkırttığını söyledi. Sonra ileri gelen 8 solcu lideri ve bir parlamenteri tutuklattı. Correa’yı olayları çıkartmakla suçladı. Bu gelişmeler karşısında CONAİE iktidar ile pazarlık görüşmelerinden çekildiğini açıkladı. Tüm sol örgütlere halk meclisleri kurma çağrısı yaptı. Moreno belki sübvansiyonları yeniden koydu ama adım adım saldırılarını sürdürüyor. Ülke şimdi bu aşamada duruyor. Sorunlar çözülmemiş ama her an patlamaya hazır. Ekvador halkının neoliberal uygulamalara başkaldırısı sol güçlerde yeni bir umut ışığı yaktı. Daha Ekvador’da olaylar durulmadan 7 Ekim’de ülkenin biraz güneyindeki “neoliberalizmin cenneti” olarak bilinen Şili’de öğrenciler ayaklandılar. Metro fiyatlarına zam yapıldığını duyunca istasyonları yakmaya başladılar. Özel metro şirketi korkusundan 150 km uzunluğundaki metro yolunu kapattı. Arkasından halklar olaylara katıldılar. Korkunç bir protesto ülkeyi sardı. Devlet daireleri, elektrik şirketi dahil birçok yer yakıldı ve yağmalandı. Acil durum ilan edilip ordu ayaklanmayı bastırmaya çağrıldı. Sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Kimse dinlemedi. Birkaç gün sonra metro zammı geri alındı. Zammın geri alınması olayları durdurmadı çünkü halk şöyle dedi: “Biz 30 pesoluk zamma karşı değil 30 yıllık eski
Ekim sonuna geldiğimizde olaylar tırmanmayı sürdürdü. Kırdan 10 bin kişilik bir merkez sol olduğunu açıklayan heyet başkente doğru 98 km’lik yolu yürümeye başladı. Hoşnutsuzluğun sırf kentlerde değil kırlarda da olduğunu anlatmak için yola çıktıklarını söylediler. Hemen arkasından İşçilerin Birleşik Merkezi’nin öncülüğünde 100 çeşitli örgüt Sosyal Birlik Yuvarlak Masası bayrağı altında ortak eylem kararı aldılar. “Süper Pazartesi” günü ülkenin en büyük protestosunu gerçekleştireceklerini açıkladılar. Kentlerde kendi kendine herkese açık ve 200 tane kent konseyi kurulmuş ve 10000 kişi sürekli halde ne yapacaklarını tartışmaya başladı. Her şey planlı ve örgütlü gelişiyordu. Süper Pazartesi günü saat 12:00’de tüm bu güçler kongre binasına yürüyüşe geçtiler, saat 17:00’de taleplerini açıkladılar: Pinochet’den kalma faşist anayasa değişecek; 675 dolarlık asgari ücret ve ona eşit emeklilik maaşı; emekliler ve öğrenciler için ücretsiz taşımacılık; polis ve istihbarat reformu; ölen ve yaralananların sorumlularının bulunması; eşitsizliği giderici sosyal reformlar yapılması. Bu baskı karşısında Pinera yeni anayasa yazılmasını kabul etti, Meclis’te görüşülecek, dedi. Ama halk buna da karşı çıktı. 2 milyonun üstünde insan sokakta, genel grev yapıldı ve hayat durdu. Bunun sonucunda alınan karara göre nisan ayında yeni anayasa konusunda referandum yapılacak. Halklara “Meclisten bir heyet mi yoksa halk temsilcileri ile mi yazılsın?” diye sorulacak. Ekim 2020’de anayasayı yazacak vatandaşların seçimi yapılacak ve 9 ay içinde de yeni anayasa yazılıp halk oylamasına sunulacaktır. Ama bu kararlara rağmen sokaklardaki canlılık her gün devam ediyor. Belirli kent merkezleri hala 24 saat halk denetimindedir. Ekvador’dan sonra neoliberalizmin bu “cennet” ülkesindeki olaylar sol güçler için bir umut oldu. Şili kıtaya “örnek”
111 LATIN AMERIKA NE YAPACAK?
diktatör Pinochet döneminin hala yaşıyor olmasına karşı ayaklandık.” Neoliberalizm kıta genelinde 1990’larda başlasa bile Şili’de 1970 sonlarında uygulamaya konulmuştu. Metro fiyatına zam bardağı taşıran son damla olmuştur. Zenginler için “neolibaralizmin cenneti” olan ülkenin halklar için nasıl bir cehennem olduğu tüm kıta halklarına ilan ediliyordu. Şili gelir dağılımı bozukluğunda Latin Amerika birincisidir. Kıtanın en pahalı taşımacılığı, sürekli artan elektrik fiyatları, kalitesiz ve özelleştirilmiş su, çevre kirliliği, hiçbir hak güvencesi olmayan işçiler, paraları olmadığı için okuyamayan gençler, maaşları ile geçinemeyen öğretmen ve memurlar, yoksulluk içinde can çekişen emekliler cehennem gerçekleridir. Şili, halkın %70’i borç içinde, yarınları olmayan insanların ülkesidir. Eski Pinochet döneminin adamlarından olan, milyarder Devlet Başkanı Pinera yoksul halklara karşı orduyu ve polisi imdada çağırdı. Özel yetkileri ve dokunulmazlıkları olan bu Pinochet dönemi güçleri halka çok kötü saldırdılar ve olaylar olayları kamçıladı. Pinera, 55 bin yeni polis alınması ve ordu güçlerinin daha sık kullanılmasına yönelik kararlar aldı. Bunlar halkların öfkesini daha da arttırdı. Çatışmalar şiddetlendi. Ulusal İnsan Hakları Enstitüsü’nün açıklamalarına göre polis kurşunla 26 kişiyi öldürdü, 232 kişi gözünü kaybetti. 1574 kişi ateşli silahlarla yaralandı. Tankların altında kalanlar oldu. %70’i cinsel şiddet iddiası olmak üzere 1100 işkence davası açıldı. 6000’in üstünde tutuklu var. Daha sonraki hafta bir milyon insan başkent sokaklarında yürüyünce Pinera bu kargaşalığı gidermek için bakanlardan bir kurulu görevlendirdi ama o da bir işe yaramadı. Halk, iktidarın ve Pinera’nın istifasını ve Pinochet döneminden kalan faşist anayasanın değiştirilmesini, özel silahlı kuvvetlerin dağıtılmasını istiyordu.
112
gösterilen bir ülke olduğu için tüm Latin Amerika halkları tarafından ilgi ile izlenir. Örneğin 2011 yılında eğitimin özelleştirilmesine karşı çıkan öğrenci olayları buradan tüm kıtaya yayılmıştı. Şimdi de neoliberal politikalara karşı protestolar kıtaya yayılma potansiyeli taşımaktadır. Kıtada yeniden bir pembe dalga mı başlayacaktır?
LATIN AMERIKA NE YAPACAK?
2. Bölgedeki Seçimler ve Sonuçları Uruguay, Arjantin ve Bolivya’da başkanlık ve parlamento, Kolombiya’da ise yerel seçimlere, sol umutların yüksek olduğu havada girildi. Çoğu yerde günlük protestolar yaşanıyor ve siyasi açıdan büyük bir canlılık, çalkantı vardı. Arjantin’de ikinci tur seçimlerinin bölgeye damga vurması bekleniyordu çünkü neoliberal politikalar ile ülke ilan edilmemiş bir iflastaydı. Devlet kasasında 50 milyon dolarla, 250 milyar dolarlık dış borç ve %55 enflasyon altında ne yapacağını bilemeyen bir ülke haline gelmişti. 2018 yaz aylarında IMF ile 57 milyar dolarlık kredi anlaşması ile dünya borç rekoru kırılmıştı. Para birimi sürekli değer kaybederek tek 1 dolar 60 pesoya eşitlendi. Bir ailenin geçimi için ayda 500 dolara ihtiyaç vardı ve ailelerin ancak %35,4’ü bu kadar kazanıyordu. Kıtanın bir numaralı tarım ülkesinin halkı hayatlarında ilk kez açlık ile karşı karşıyaydılar. (rakamlar Pepe Escobar, 31 Ekim 2019, globaltimes. org) Macri seçilirse yeni özelleştirmeler, işten çıkartmalar, büyük sosyal kesintiler yapacak, ücretler dondurulacak hatta azaltılacaktır. Ülkeyi bu duruma getiren neoliberal Macri’nin tekrar seçilmesine kimse şans vermiyordu. Ve sonuçta beklendiği gibi IMF anlaşmasına uymayacağını, onunla tekrar masaya oturulacağını söyleyen Fernandez ve yardımcısı Christina Kirschner seçimleri %8 fark ile kazandılar yani neoliberal
politikalar yenildi. Fernandez/Kirschner ekibi seçim öncesi halktan yana ya da dünyanın bildiği Peronist ilerici popülist politikalar uygulama vaadlerini verdiler. %8’lik fark yukarıda anlattığımız ekonomik felaket tablosu, halkların protestoları, öfkesini yansıtmıyor ve hayal kırıklığı, umutsuzluk yaratıyor. Farkın neden az olduğunu biraz açmak yerinde olacaktır. Birincisi, Macri’nin koalisyon ortağı olan parti çoğu kez onu frenlemiş; halk hoşnutsuzluğunun dikkate alınması gerektiğini sürekli vurgulamış ve sosyal harcamalar ve sübvansiyonların kesilmesine fren yapmıştır. Yani sağ kendi içinde birlik değildi ve bu halkları etkiledi. Diğer sağ güçlerin kentlerdeki tabanı Macri’ye oy vermeyi sürdürdü. Asıl destekçileri de tarım tekelleri idi. Orta sınıf halkların yüksek dış borcun ve dış yaptırım eksikliğinin IMF’yi bir mecburiyet gibi gördüğü düşünülebilir. Belki asıl neden, o çok çalkantılı 2008 yıllarından sonra iktidar olan pembe dalga temsilcisi Kirschner döneminden halkların çıkardığı sonuçtur. Hatırlardadır, 2000 başlarında Arjantin’de halklar kıtanın gelmiş geçmiş en büyük ayaklanması içindeydi ve sonuçta Kirchner büyük bir oy farkı ile iktidar olmuştu. Sol popülist bir ekonomi politika ile ülkeyi yönetti ve dış kredi kurumlarına borçları ödemeyerek tarih yazdı. Halk onun döneminde epey hak elde etti. Ama sonra ham madde fiyatları düştü vs. ve ekonomi yeniden bir dar boğaza girdi. Sonuçta 2015 yılında Macri neoliberal politikaları ile seçimleri kazandı. Yani son seçimlerde halkın bir kısmı Peronist ilerici popülist yönetimin gene tıkanacağı korkusu ile IMF reçetelerinin ülkeyi nihai olarak krizden çıkarabileceği umudunu taşımış olabilirler. Halkın bir kısmı birinci IMF reddi deneyinden sonra istikrarlı bir başarı olmadığından sanki onu bir kader olarak görmüştür. Yeni iktidar döneminde Fernandez/
vermeme anlaşması imzalayarak halklara gerçekler anlatılarak demokratik bir seçim yapılmasında anlaşmışlar. Uruguaylıların komşu ülkelere baktıklarında hayatlarından memnun oldukları düşünülebilir ama kamuoyu araştırmaları solun kaybetme riski olduğuna işaret ediyordu. Çünkü ülkede kalkınmada bir sınıra varılmıştır. Büyüme hızı artmıyor. Çevre kirliliği başlamış. Sular kirlenmiş. Halklar ekonomide bir değişiklik, ilerleme istemeye başlamış. Başka bir üretim modelinin gerekliliği düşünülüyor. Bir de kriminal olaylar başlamış, polislerin giremediği kırmızı alanlar oluşmuş ve Geniş Cephe buralara bir çözüm getirememiş. Bu ortamda sağ güçler artık 14 yıllık bu durağan ekonomi kısır döngüsünden kurtulmanın gerektiğini savunarak halk içinde sempati toplamışlar. Belki olayı şöyle koymak daha doğru olacaktır. Uruguaylılar eski bir gerilla olan Pepe Mujica ve arkadaşlarının döneminin eskidiğine inanıyor. Bu grup şimdi seksenli yaşlarına gelip aktif politikadan çekilmişler. Partiye iki genç sol nesil girmiştir. Geniş Cephe içindeki genç sol nesil başka bir yol istiyor. Çevre sorunları onlar için öncelik taşıyor. Başka bir deyişle iktidardaki sol cephe içindeki farklı görüşler çatallanmıştır. Şimdiye kadarki ılımlı sol ile gençlerin daha radikal bir sol görüş ayrılığı ülkeyi bir sol yol ayrımı noktasına getirmiş gözüküyor. Kıta ile karşılaştırıldığında cennet sayılabilecek ülke seçim öncesi bir belirsizlik içindeydi. 27 Ekim’de yapılan seçimlerde Solun Geniş Cephesi adayı Martinez oyların %39.2’sini alırken sağın Ulusal Parti adayı Lacalle Pou %28.6 aldı. Hiçbir aday %50 barajını aşamadığı için ikinci tura kalındı. İkinci tur öncesi sağ parti adayları aralarında Pou’yu destekleme kararı alırken sol Martinez de halkı 14 yılı riske atmama çağrısı yaptı. Bölgedeki kaosu göstererek, ülke bu duruma sürüklenmemeli, dedi.
113 LATIN AMERIKA NE YAPACAK?
Kirchner sol iktidar geçmiş deneylerinden mutlak dersler çıkartmışlardır. Onun ışığında başka bir sol çizgi çizebilirler. Fernandez sözünü verdiği pempe uygulamaları hatta gerekli olan daha da sol politikaları gerçekleştirebilecek midir? Arjantin seçim sonuçları bunu uygulamada zorluk çekebileceğine işaret etmiyor mu? Ayrıca eskisinden farklı olarak kıtada şimdi bir pembe dalga iktidarları yoktur. En önemli ülke Brezilya’da Lula iktidarda değildir. Şimdiki faşist lider Bolsonaro daha seçimler öncesi Fernandez seçilirse Arjantin ile sınırları kapatabileceğini, onu gerici kıta örgütlenmelerinden atacağı tehdidini yaptı. Venezuela gibi sol iktidarlar müthiş bir baskı altındalar. Fernandez destek arayışları içinde ilk dış ziyaretini o zaman iktidardan olan Bolivya lideri Morales’e yaptı. Onun çizgisini izleyeceği izlenimini verdi. Ama Bolivya’da şimdi darbeci bir iktidar var. Fernandez arkasından Meksika lideri AMLO’nun konuğu oldu. Belli ki kendine ilerici bir dış destek arayışı içindedir. Kıtadaki belirsiz dengede Fernandez/Kirschner ekibinin nasıl bir sol hat çizeceği dikkatle izlenmelidir. Arjantin’in güneyinde 2.7 milyon seçmenli Uruguay, başka dengede küçük bir ülkedir. Arjantin ile aynı gün devlet başkanlığı ve meclis seçimleri yapıldı. Uruguay 14 yıldır Geniş Cephe sol koalisyon ve karşısında parçalı bir sağ muhalefet ile yönetiliyor. Özel sektör ve dış yatırımlara dayalı bir ekonomisi var. Ne neoliberal ne de sosyalist diyebileceğimiz politik bir hat çiziyor. Arjantin ve Brezilya ile karşılaştırıldığında sol bir ülke. 14 yıldır istikrarlı bir ekonomik büyüme sağlamış; işsizlik oranlarının azaldığı; yolsuzluk, yoksulluk ve gelir dağılımı bozukluğunun pek olmadığı istikrarlı bir ülke. Latin Amerika’nın İsviçre’si denir. Sakin bir ülkedir. Seçimler öncesi sağ ve sol partiler arasında yapılan anlaşma bize pek ilginç geldi. Seçimler sırasında fake news yani halka yanlış haber
114 LATIN AMERIKA NE YAPACAK?
Ama sonuçta ikinci turu çok az bir farkla sağ güçlerin adayı Lacalle Pou kazandı. Ülke neoliberal politikalara adım atacak. Fakat bunun diğer ülke uygulamaları kadar vahşi olmayacağı tahmin ediliyor. Çünkü halkın bir sosyal adalet alışkanlığı var ve bu sağ güçleri muhalefette iken bile hep temkinki olmaya zorlamış. Pou solun çözemediği krimanal olaylara el atacaktır. Hatta ilk uygulamasında polisi buraya sokacağını söyledi. Bütçe açığı azaltılacak ama vergiler arttırılmayacaktır. Uruguay tıkanmış ekonomik dengesini şimdi daha dışa açık neoliberal politikalarla çözme yoluna çıkıyor. Uruguay küçük bir ülke olsa bile elbette kıtada sol politik çizgide belirli işlevi vardı. Sol güçler için kıta açısından bir mevzi kaybıdır. Arjantin’de sola kayan denge Uruguay ile biraz daha sağa kaymış gözüküyor. Sol güçlerin Uruguay burukluğuna Kolombiya seçimleri bir umut ışığı yaktı. Hele kasım sonunda bu ülkede yaşananlar sol adına tam bir milli piyango oldu. Ülkenin bir devrim eşiğinde olup olmadığı tartışılıyor. Arjantin ve Uruguay seçimleriyle aynı tarihlerde Kolombiya’da valiler, belediye başkanları, meclisleri ve muhtar seçimleri yapıldı. Seçimlerin en önemli belirleyicisi 2016 yılında FARC gerilla grubu ile imzalanan barış anlaşması oldu. Bu nedenle eskisine göre daha barış içinde, daha az bir baskının olduğu bir seçim gerçekleşti. Genelde iktidar, kent ve belediye başkanlıklarını elinde tutmaya çalışır; zengin tanıdık aile adayları bu mevkilere oturtulur, paramiliter güçlerle sol ve sosyal demokrat partilerin seçimlere katılması engellenir hatta öldürülürlerdi. Onlar da seçimlere girmeyi göze alamazlardı. Ama bu seçimlerde öyle olmadı ve farklı özellikli birçok yeni sol örgütlenmeler seçimlere katıldı. Bu kez özellikle kıyı kentlerinden birçok ilerici kooperatifler vesaire
de katıldılar. Eskisinden farklı olarak barış ortamında iktidar partisi dışında kazanma umudu doğmuştu. Ama gene de adaylar seçim alanlarında can yelekleri ve iktidar eğer isterse verdiği korumalar ile dolaştılar. Çoğu tehdit altında seçimlere katıldı. 200’e yakın sosyal lider öldürüldü. Ayrıca seçim sırasında birçok yolsuzluk ortaya çıktı. Bazı alanlarda seçmenlerin ya da gözlemcilerin bilgisayarda yok olduğu ya da silindiği görüldü, önceden işaretli oy pusulaları, bir seçim sandık alanında oy satın almak için kullanılacağı düşünülen 118 bin ABD doları bulundu. Seçim sonuçları ilginçti. Başkent ve sekiz başka kentte valilikleri sol parti adayları kazandı. Seçilen başkent Bogota Valisi eş cinsel olduğunu çekinmeden açıkladı. Yeni seçilen sol adaylar en büyük sorunun gelir dağılımı eşitsizliği ve yoksulluk olduğunu ve hedeflerinin bununla mücadele olacağını açıkladılar. Valilerin devlet başkanından sonra ikinci güçlü kişi olduğu düşünülürse bu Kolombiya için çok önemli bir gelişmedir. Sahil bölgelerinde de yeni kurulan birçok sol parti ya da grup adayları meclislere girdiler. Yerel seçim sonuçları şimdiye kadar ülkenin içinde bulunduğu savaş koşulları nedeniyle daha çok geleneksel parti adayları yerine şimdi daha çok soldan adayların kazandığını gösteriyor. İkinci olarak da halk şimdiye kadar tercihini daha çok kriminal olaylar, savaş unsurlarına göre belirliyordu ama şimdi kentin özel ve özellikle ekonomik sorunları öne çıkmıştır. Kırlarda da barış anlaşmasınca belirlenen toprak reformu ve köylüye verilmesinde anlaşılan krediler seçim sonuçlarına etki yaptı. İktidar bu sözünü yerine getirmediğinden de oralarda da çok sayıda sandalye kaybetti. Sonuçta Kolombiya’da ülke başında eskinin gerici iktidarı duruyor ama yıllardır ilk kez yerellerde oy, iktidar partisi
Çoğu kent ana yolları protestocular tarafından işgal altındadır. Feministler, savaş karşıtı gençler, indigenous, siyahi ve köylü halklar hepsi devlet şiddetine karşı alanlarını koruma mücadelesi veriyorlar. 14 günde üç genel grev yapıldı. İşçiler, öğrenciler ve köylüler Ulusal Grev Komitesi kurdular. Somut taleplerini belirlediler ve Duque’ye sundular. Buna göre vergi reformu ile ilgili yasa ve kararnamalerin iptali, emeklilik sistemi değişikliği, emek haklarındaki kayıpların iptali, ulusal polis ESMAD’ın dağıtılması, protestolar sırasında öldürülen 3 kişinin katillerinin bulunup cezalandırılmasını istiyorlardı. Ayrıca işçiler sosyal güvenlik sistemi hatta tüm kamu malları özelleştirilmelerinin durdurulması ve fracking (kayalardan yakıt çıkarımı) yasaklanmasını istiyorlar. Öğrenciler eğitimde varılan anlaşmaya uyulmasını dayatıyorlar. 2016 yılında FARC ile imzalanan anlaşmaya uyulması her kesimin baş talebi oldu. Duque iktidarı bu anlaşmayı çiğnemek ve sözünde durmamakla suçlanıyor. Tüm baskılara rağmen Duque grev komitesi ile direkt görüşmeyi kabul etmedi ve 26 Kasım’da “büyük ulusal uzlaşma toplantısı” düzenledi. Bakanlık yetkileri ve işveren çevreleri ile bir toplantı yapıldı ve grevcilerin değişiklik istekleri reddedildi. Aktivistler de yeniden protesto çağrısı yaptılar. Yazıyı kaleme aldığımız sıralarda da gösteriler tüm şiddeti ile devam etmekteydi. Çoğu kent ana yolları protestocular tarafından işgal altındadır. Feministler, savaş karşıtı gençler, indigenous, siyahi ve köylü halklar hepsi devlet şiddetine karşı alanlarını koruma mücadelesi veriyorlar. 14 günde üç genel grev yapıldı. Yukarıda yazdığımız gibi FARC ile yapılan 2016 barış anlaşmasının yarattığı ortam her ne kadar Duque tarafından tam olarak uygulanmasa da halkta yıllardır birikmiş, iç savaş nedeniyle öne çıkarıla-
115 LATIN AMERIKA NE YAPACAK?
dışına gitmiştir. Bunlar arasında yeniden yasallaşan FARC adayları, Yeşil Parti, indigenous ve Afrika kökenli halk grupları ve ilerici yerel örgütler sayılabilir. Bu ülke için çok büyük bir değişikliktir. Seçimin hemen ardından, telaşa düşmüş olsa gerek, Devlet Başkanı Ivan Duque, ekonomik “büyük paket” dediği reformları açıkladı. Emeklilik yaşı yükseltiliyor, gençlerin asgari ücreti düşürülüyor, sosyal harcamalar kısılıyor, işçilerin emeklilik ödentileri arttırılıyordu. Yeni bir vergi reformu getiriliyordu. Bütün bunlar hayat pahalılığının tavan yaptığı, 12.7 milyon Kolombiyalının günde 2 doların altında yaşadığı, gelir dağılımın korkunç derecede eşitsiz olduğu ülke için bardağı taşıran son damla oldu. Bir milyon üstünde kent halkı sokaklara döküldü. “Direniş direniş!”, “Artık yolsuz iktidar istemiyoruz!”, “Bu iktidar gitmeli!” sloganları ortalığı kapladı. Yollar kapatıldı, tencereler çalındı, yer yer kırma dökme yaşandı. 22 Kasım günü işçi sendikları genel grev çağrısı yaptı ve hemen arkasından bir genel grev günü daha ilan edildi. Ülke tarihinde görülmemiş bir ayaklanma içine girildi. İşçiler, öğrenciler, feministler ve halk kesimleri sokaklardaydı. Sonra kırlardan ünlü Minga denilen indigenous halkları, aynı Ekvador ve Şili’de olduğu gibi kentlere doğru yürüyüşe geçtiler. Duque, protestolara karşı sokağa çıkma yasağı ilan etti. Polis, ordu ve özellikle FARC gerillalarına karşı eğitilmiş paramiliter ESMAD güçlerinin kullanılması öfkeyi bastırmadı aksine arttırdı. Olaylar sürekli hale geldi. Askerler ve tanklar karşısında protestolar giderek arttı.
116 LATIN AMERIKA NE YAPACAK?
mamış neoliberal uygulamalara öfkenin yaygınlığını ortaya çıkarmış oldu. Hatta seçim zaferi sarhoşluğundan sol güçlerin bu kitle protestolarının içine giremediği yorumları bile yapılıyor. Zaten barış süreci sol eleştirileri pasifleştirmek için de devreye sokulmuştu. Çünkü neoliberal politikaların kentlerde başlattığı soyguna öfkenin kırdan FARC gerillaları ile birleşmesini uzun bir barış süreci ile engellemeyi amaçladılar. Şimdi hepsi ellerinde patladı. Kitleler kendileri kaderlerini ellerine alma dönemine girdiler. Kolombiya, Bolsonaro Brezilya’sı ile kıtanın en ABD uydusu, en gerici, baskıcı ve militer iktidarıdır. Latin Amerika ülkelerini sömürgeleştirmede ABD politikası olan “uyuşturucu ile mücadelenin” yürütme merkezidir. Venezuela ve Bolivya iktidarlarına saldırı, denetim, gözetleme buradan yapılır. Hatta ABD onu NATO üyesi yapmaya böylece de zaten var olan oradaki askeri üslerine AB desteğini sağlama mücadelesi bile verdi. Ülkedeki son olaylar ABD ve kıta gericiliği açısından büyük kayıp olacaktır. Ülkedeki çeteleri, paramiliter silahlı güçleri ile kitlelere karşı büyük bir direnç gösterecekleri kesindir. Kolombiya gelişmeleri kıta sağ sol dengesini çok değiştirme potansiyeli taşıyor. Çalkantılı bir ülkeye daha kısaca bakalım: Peru. Burası da inanılmayacak yolsuzlukların yaşandığı bir Latin Amerika ülkesidir. Trajikomik olaylar yaşanıyor. Neredeyse tüm devlet başkanları, bakanlar ve devlet personeli yolsuzluk yapmış. Brezilya’nın ünlü inşaat şirketi Odebrecht altyapı projeleri, yollar, köprüler, baraj ihalelerini almak ve kim bilir ne fırıldaklar döndürmek için her gelen devlet başkanına, üst düzey devlet yetkilisine rüşvet yedirmiş. 2016 yılında bunlar ortaya çıkınca da halklar sokaklara dökülürler ve yolsuzların cezalandırılması talebi ile ayaklanırlar. Seçimler yapılır.
Yeni meclis ve tüm yolsuzlukları ortaya çıkarmak üzere Martin Vizcarra, başkan seçilir. Ama aradan iki yıla yakın zaman geçmesine rağmen rüşvet soruşturmaları sonuçlanmaz. Onun üzerine Devlet Başkanı Vizcarra, yeni bir başsavcı seçilmesini ister ama meclis bunu yapmaz. Çünkü hepsi de rüşvete bir şekilde bulaşmışlardır. Sonunda Vizcarra, halkın yeniden sokaklara dökülmesi karşısında 2019 Ekim ayı başında meclisi feshedip yeni seçim kararı verdi. Ama meclis tersinden karar alıp Devlet Başkanı’nı görevden alıp Başkan Yardımcısı’nı başkan olarak seçti. Kılıçlar çekildi. Devreye ordu girdi ve Vizcarra yanında yer aldı. O zaman da yeni seçilen Başkan geri adım atıp istifa etti. İşte ülke bu durumda bir belirsizlik içinde yüzmekte. Vizcarra, ocak sonunda seçimleri yapacaktır. Peru’da dengeler değişecektir. Halkın son ayaklanmalarına bakılırsa yolsuzlukların peşini bırakmayacaklar. Komşuları Şili ve Ekvador ve son olarak Kolombiya’dan da etkilenecekleri düşünülürse, Peru neoliberal yozlaşmayı temizleyecek bir ülke olarak değerlendirilebilir. Şimdiye kadar yazdıklarımızı toparlarsak: Arjantin’de sol çizginin geçmişten de birikmiş zorlu bir yolu var. Uruguay umudu şimdilik sönmüş gözüküyor. Ekvador rölantide gidiyor. Ama eskinin Correa sol çizgisinin meyvesini yemiş halkların kolay kolay pes edeceği düşünülmemelidir. IMF anlaşmasının iptalinde kararlı görünüyor ve taleplerinin yerine getirilmesini öfkeyle bekliyorlar. Neoliberalizmin “cennet” ülkesi Şili’de hiçbir şey kesinlikle eskisi gibi kalmayacaktır. Yeni bir anayasa ile Pinera’nın istifası ülkeyi sol çizgiye oturtabilir. Kolombiya da aynı sol potansiyeli taşıyor. Bu durum bölgede faşist Bolsonaro Brezilya’sının giderek yalnızlaştığını gösteriyor. Ama onun da son uygulamaları ile halkın ancak %20 desteğine sahip olduğu unutulmamalıdır.
İçişleri Bakanı, Morales’i bir terörist olarak ilan edip tutuklanıp cezaevine konulması kararını verdi. Oysa Anayasa’ya göre, yardımcısı Alen Garcia’nın başkan olarak; Morales’in de onun yardımcısı olarak seçilme hakkı vardır. Ama bu elbette engellenecek ve seçimlere sağın beyaz lideri Carlos Mensa ve faşist, milyoner iş adamı L. Fernando Camacho aday olabilirler. Onların seçilmesi için her türlü oyunun oynanacağı kesindir. Yeni iktidarın neoliberal ekonomi politika uygulayacağından şüphe yoktur. Finans ve ekonomi bakanı olarak atanan J. Luis Parada, eskiden beri Morales ekonomi politikasına karşıydı. “Özel yatırım 14 yıldır engelleniyordu. Ulusal ekonomimizi özel yatırıma açmak için uygulamalara başlayacağız.” (pagina12.com, 15 Kasım 2019, Gustavo Veiga) Ekonomi artık özel sermayeye açılacaktır. Zaten darbenin iç ve dış destekçilerinin gözü ülkenin yakınlarda keşfedilen zengin lityum madenlerindedir. Yeni teknolojik elektrikli araba ve bunların bataryalarının yapılmasında çok ihtiyaç duyulan bu madenin çıkarımı için Morales çalışmalara başlamıştı. Çin’e de izin vermişti. Çin ve ABD arasındaki ticaret savaşını düşünürsek Çin’in devre dışı bırakılması olasıdır. Özellikle ABD’den bir takım şirketlerin bu çok değerli madene yatırımlar yapması gerçekleşecektir. Darbe iktidarı Morales’in ekonomi politikalarından neoliberal politikalara geçiş yapacaktır. ABD’nin Morales düşmanlığının baş nedeni onun özellikle indigenous halklarına kazandırdığı haklardır. Yoksulluk, işsizlik ve eğitim, sağlık vs. gibi sosyal haklar eskinin insan olarak bile sayılmayan halklarına verilmiştir. Birleşmiş Milletler Örgütü bile Bolivya’yı kıtanın sürekli kalkınan en istikrarlı ülkesi olarak kabul ediyordu. Darbe iktidarı halkların 14 yıllık kazanımlarını geri alma uğraşı verecektir. Bütün bu süreçte Bolivya sokakları çok
117 LATIN AMERIKA NE YAPACAK?
Kıtanın tam ortasında Bolivya dengenin belirleyicisi konumdadır. Kolombiya sol için bir milli piyango ise Bolivya, sağ güçlerin attığı “faullü” bir goldür. Trump iktidarının Venezuela, Nikaragua ve Küba’yı ablukaya alıp onları “Tiranlar troikası” ilan ederken neden Bolivya’yı içlerine almadığı bizi hep düşündürmüştür. Bunu Evo Morales iktidarının başarılı ekonomi politikalarına ve kitlelerin desteği ile yorumlamıştık. ABD’nin devirme mücadelesi hiç bitmedi ve Morales bunu sık sık ortaya çıkarıyordu. 20 Ekim seçimleri sonrası yaşanan olaylar ise ülkede neoliberal güçlerin başka tür bir hazırlık içinde olduklarını ortaya çıkardı. Ülkenin doğu kesiminde yaşayan eski İspanyol sömürge “çocukları” Venezuela Guaido’sundan daha “becerikli” çıktılar. Morales seçim sırasında ülkenin bir darbe içinde olduğunu açıkladı durdu ama kanımızca üstesinden gelinebileceğini düşündü. Uyarıları yaptı ama devreye ne ordu ne de polisi soktu, belki de halkı buna uyanık tutmaya çalıştı. Ve 10 Kasım günü yeni seçimlerden tam 20 gün sonra da ordunun “başına tuttuğu silah” tehdidi altında istifasını yazdı. Bolivya, Doğu Avrupa’da gördüğümüz renkli devrimlerin Latin Amerika’daki devamıdır. Anayasa’ya göre Morales’in yerini yine MAS üyesi olan Meclis Başkanı’nın alması gerekiyordu. Tehditlerle kaçmaya zorlandı. Meclis çoğunluğu MAS elindeydi, o nedenle çoğu üye meclis toplantı kapısında polis zoru ile alıkonuldu. Üç gün süren bu hazırlıklar sonunda muhalefet adayı İkinci Meclis Başkanı Jeanine Anez kendisini başkan ilan etti. Bir süre sonra da yanına 5 bakan seçti. Yeni bir seçim kurulu seçilecek; o da 48 saat içinde seçim tarihini açıklayacak. Mart sonlarında yapılması planlanıyor. Tek aday %50 çoğunluğu alamaz ise ikinci tur seçim yapılacaktır. Tüm partiler seçime katılabilecektir.
118 LATIN AMERIKA NE YAPACAK?
hareketliydi. İlk önce Morales’i istifaya zorlamak için beyaz gerici halklar büyük protestolara başladılar. Devlet daireleri, Morales yakınlarının evleri dahil birçok yeri yakıp yıktılar. Indigenous halklara saldırdılar, dövdüler, onları boyamak, saçlarını kesmek gibi komik duruma düşürdüler, şiddet uyguladılar. Yer yer silahlı ve paramiliter güçleri kullandılar. Bu baskılar sonucu yerli kültürü taşıyan, insancıl Morales “Bolivyalı kardeşlerime zarar gelmesini istemem.”diyerek istifa etti. Ancak o Meksika’ya iltica ettikten sonra olaylar başka şekil aldı. Indigenous halklar darbeye karşı olduklarını ve liderlerini geri istediklerini sokaklara çıkarak dile getirmeye başladılar. La Paz
kadın, çocuk, yaşlı kimsenin can güvenliği kalmamıştır. Sistemli bir şekilde insan hakları çiğnenmektedir. Bazı insanlar kaybedilmekte, ulu orta işkenceler, tecavüzler ve cinsel saldırılarla bir terör havası estiriliyor. Ayrıca ordu, polis dışında bazı terör grupları da saldırılara destek vermektedir. Morales’in “suç dosyası” oldukça kabarıktır. İnsan haklarının dünyadaki baş savunucularındandı. Dünyamızda çevre kirliliği ile ciddi anlamda mücadele eden ilk devlet başkanıdır. Dünyamızı toprak ana olarak ilan edip onun korunmasının önemini tüm dünyaya duyurmaya çalıştı. Suyun hava gibi bedava olmasının bir insan hakkı olduğunu BM’ye kabul ettirmeye çalıştı. Kristof Kolomb kıtayı keşfet-
ristof Kolomb kıtayı keşfettiğinde burada yaşayan halklar ve sonra esir olarak getirilen Afrika kökenli halklar hala ABD dahil tüm kıtada ikinci insan olarak sürekli aşağılanıyorlardı. Morales buna da el attı. Ülkesinde beyazların aşağılaması altında olan bu halklara da eşitlik sağladı. Ülkesini çok uluslu ilan etti. Bu da tüm kıta indigenous halklarında kendilerine güven ve direnç başlattı. sokaklarını işgal ettiler. Moralesçi işçi ve köylü sendikaları yer altında da savaşmaya hazır olduklarını açıkladılar. Bolivya kırsalından gruplar La Paz’a doğru yürüyüşe geçtiler ama yolları ordu güçlerince kesildi ve saldırıldı. Katliamlar yaşandı. Darbe iktidarı orduya saldırıda dokunulmazlık hakkı tanıdı. O nedenle onlar da katliamlar yapmaktan çekinmediler. Ancak uluslararası alanda tepki çekince bu hakkı geri çekildi. Yazıyı kaleme aldığımız sıralarda Arjantin’den giden insan hakları savunucuları darbe iktidarının indigenous halklarına karşı kullandığı şiddeti gözler önüne serdi. Şimdiye kadar 36 kişi ölmüş, binlerce yaralı ve tutuklu vardır. Erkek,
tiğinde burada yaşayan halklar ve sonra esir olarak getirilen Afrika kökenli halklar hala ABD dahil tüm kıtada ikinci insan olarak sürekli aşağılanıyorlardı. Morales buna da el attı. Ülkesinde beyazların aşağılaması altında olan bu halklara da eşitlik sağladı. Ülkesini çok uluslu ilan etti. Bu da tüm kıta indigenous halklarında kendilerine güven ve direnç başlattı. Kıta çapında yerli halk ayaklanmaları, protestoları, hak mücadeleleri giderek arttı. Koko yaprağını ABD’nin “düşman” ilan edip onun ticaretini yapmasına karşı savaş açtı ve bu bitkinin yararlarını tüm dünyaya anlatmaya, onu sanayi ürünü haline getirmeye uğraştı. Morales Venezuela, Küba, Nikaragua gibi sol iktidarlarla hep el ele emperyaliz-
Amerika’daki küçük ülkeler sanıyor olmalılar. Ya da başka çareleri olmadığından öyle olarak görmek zorundalar. Gerçekler inatçıdır.
3. Orta Amerika Orta Amerika’daki gelişmeler de kıta dengesi açısından önemlidir. Bölge bilindiği gibi yıllardır ABD’nin arka bahçesi olarak anılır. Buraları sanki ABD toprağı, kendi bahçesidir, istediğini “eker” istediğini “biçer”. Son zamanlarda dünyada aldığı çeşitli yenilgiler düşünülürse bölge artık ön bahçesi değerine yükselmiş olup yenilgiye karşı kanının son damlasına kadar savaşacağı bir yer haline gelmiştir. Güneyinde Meksika’daki son seçimler ve solcu bir lider olan AMLO’ nın başa geçmesini yazdık. Onun güneyinde ise küçük küçük ülkeler Guatemala, El Salvador, Nikaragua, Haiti, Honduras, Panama ve ABD’nin özel statülü bir eyaleti olan Porto Riko bulunur. Nikarauga’yı bunların arasından çıkarırsak hepsi ABD sömürgesi olarak onun tarafından oturtulan devlet başkanları ile yönetilen nam-ı diğer “Muz Cumhuriyetleri”dir. Halk protestoları ve arkasından askeri diktatörlükler ve ona karşı savaşlar bu ülkelerin genel kaderi olmuştur. Halklar varlarını yoklarını ABD ve Kanada ÇUŞ’lerine verirler, onlar tarafından soyulup soğana çevrilerek yoksulluk içinde yüzerler. Bu kaderi tersine çevirmek için onun devasa askeri gücü karşısında gerilla savaşları yaşandı ama Nikaragua dışında hepsi bastırıldı. Yoksulluk, açlık, işsizliğin, hiçbir sağlık hizmetinin olmadığı bu “cehennem hayatı” yaşanan ülkelerde çeteleşme, uyuşturucu gibi her türden kaçakçılık ayakta kalabilmenin tek yolu oldu. Protestolar, seçimler, gerilla savaşları bir sonuç vermez. Ya çete ya da göçten başka pek seçenek yoktur. En güncel olanlardan bir örnek Honduras. Halktan yana politikacı olan Zeleya, 2009 yılında toprak reformu için ana-
119 LATIN AMERIKA NE YAPACAK?
mi korkusuzca eleştirmekten, iki yüzlülüğünü tüm dünyaya göstermekten hiçbir gün geri adım atmadı. Morales şimdi Meksika’da sürgün hayatı yaşıyor ama son röportajında halkına karşı saldırılardan ne kadar üzüntü duyduğunu anlattı. O insan aşığı bir insandır. İktidarda gözü olmadığını, eğer halkının iyiliği için isterlerse ülkesine dönüp ömür boyu cezaevinde kalmaya hazır olduğunu açıkladı. Bolivya indigenous halkları liderlerini kaybetmek istemeyecek ve yasa dışı iktidarın ellerinden alacağı her hakkı sonuna kadar savunacaklardır. Yani ülke çok karışık, kanlı bir döneme giriyor. Darbecilerin yasaları çiğneyerek, polis ve ordu baskısı, dışarıdan ABD ve AB ülkeleri desteği ile seçimleri kazanması olasıdır. Kimilerine göre Güney Afrika gibi bir apartheid yönetimi kurulabilir. Beyaz halk indigenousları bir türlü kabul edememiştir. Ya da bir katliam yapabilirler. Ülke Libya gibi bir iç savaşa girebilir. Ama indigenousların direnişini küçümsememek gerekir. Onlar geçmişte Su ve Gaz Savaşları yaparak gerici iktidarı devirip Morales’i iktidara getirmişlerdi. Son Meksika ve Arjantin seçimleri ve Şili, Ekvador ve Haiti’deki neoliberal politikalara karşı ayaklanmalarla kıtada devrimci ilerici güçlerden yana gelişen kıta dengesi Bolivya darbesi ile birden sağdan yana değişiverdi. Ama Kolombiya’da olası bir iktidar değişimi bu kaybı fazlası ile telafi edebilir. Henüz son nokta konulmadı. ABD’nin ellerini bağlayıp beklemeyeceği açıktır. Tam bu yazı sırasında Dış İşleri Bakanı Mike Pompeo, Latin Amerika ülkelerine müdahale edeceklerini, ittifak içinde oldukları ülkeleri destekleyeceklerini, protestoların ayaklanmalara dönmesine izin vermeyeceklerini açıkladı. Yani dengeyi aleyhlerine değiştirebilecek her türlü olaya sivil ya da askeri olarak müdahale edebilirler. Bu ülkeleri de Orta
120 LATIN AMERIKA NE YAPACAK?
yasayı değiştirme vaatleri ile seçildi. Ama hemen bir darbe ile iktidardan alındı ve o günden beri Hernandez, devlet başkanlığı yapıyor. Kardeşi uyuşturucu ticaretinden elde ettiği gelirle onu destekliyor. ABD mahkemesi bile Hernandez ve kardeşinin ulusal polis yardımı ile 200 bin kilogram uyuşturucuyu ABD’ye taşıdığını belgeledi. Honduras ve Kolombiya’da kokain laboratuvarlarının olduğu kanıtlandı. Kriminal ağın bir ucunda Meksika’nın ünlü çete reisi El Chapo vardır. O da geçenlerde Hernandez’e 2013 seçimlerinde 1 milyon dolar rüşvet verdiğini itiraf etti. Honduras dünyanın en yolsuz iktidarı olarak ün salmıştır. 2013 yılından beri halk sokaklarda ve onu başlarından atmaya çalışıyorlar ama çeteler ve ABD varlığı o kadar güçlü ki koltuğunda hala oturuyor. Bölgenin diğer yoksul ülkesi Haiti’de halk açlık, hastalıklar, kötü beslenme ve yokluklar denizinde yüzer. Çoğu okuma yazma bilmezler ve çocukların 5 tanesinden ancak biri okula gidebilir. Her 4 haneden ancak bir tanesinin evinde temiz, sağlıklı çeşme suyu akar. Elektrik de her yerde yoktur. Çalışılacak bir işin zaten olmadığı ülkede kronik açlık yaşanır. Halklar 2000 başlarındaki seçimlerde IMF reçeteleri, neoliberal politikaları reddedeceğini açıklayan ilerici lider Aristide’yi başkan seçti. Hemen ABD komşusu Dominik Cumhuriyeti’nde paramiliter özel güç, ölüm mangaları yetiştirdi. Aristide destekçilerini öldürüp terörize etmeye başladılar. 2004 yılında da bu mangalar Başkanlık Sarayı’na girip Aristede ve ailesini yurt dışına gitmeye “ikna” ettiler. Fransız, Kanada ve Şili askerleri Haiti’yi işgal ettiler. 2016 yılında halkları savunan bir aday çıkma cesaretini gösteremediğinden seçimlere katılma oranı %18 oldu. Gerisi boykot etti. ABD uşağı Jovenel Moise de kazandı. Halk ayaklandı; araçlar, polis istasyonları yakıldı. İş yerlerine saldırıl-
dı. Devlet daireleri ve okullar kapandı. O günden beri hemen hemen her gün protesto yaşanıyor. Onlarca insan öldü, yüzlercesi yaralandı, bir o kadarı da tutuklandı. Bunlar yetmez gibi bir de 2010 yılında ülkeyi deprem vurdu ve 300 bin kişi öldü. O günden beri yaralar bir türlü sarılamadı. Hatta Moise uluslararası deprem yardımlarını cebine indirdi. Venezuela’nın Karayip yoksul halkları ile dayanışma çerçevesinde sürekli yolladığı petroller, halk yakıtsızlıktan yemek pişiremez olsa bile, satılıp Moise’nin banka hesabına yatıyor. Haitililer de müthiş bir ekonomik kriz yaşamaktan bıkmış, artık her gün sokakta. Şubat ayında birçok insan öldü. Halklar Moise’nin evini bile kuşattılar. Yazıyı yazdığımız sırada hala protestolar durulmamıştı ve durulacağı da yoktur. Ve basın yazmaz. Guatemala, 17 milyon nüfuslu küçük ama dünyanın en tehlikeli ülkelerinden bir tanesidir. Ülkedeki yolsuzluklar BM kurumları tarafından bile incelemeye alındı, komisyonlar kuruldu. Ancak Eski Başkan Jimmy Morales bu komisyonu bile dağıttı. Halkın %60’ı yoksulluk, açlık içinde yaşıyor. Dünyanın gelir dağılımında en eşitsiz, kötü beslenme ve bakımsızlık nedeniyle çocuk ölümlerinin en yüksek olduğu ülkedir. Tarım ülkesi ama iklim değişikliği nedeniyle artık insanlar karınlarını bile doyuramaz hale gelmişler. Aç yatar aç kalkar, iş bulamazlar. Akıl alır gibi değil, Haziran 2019 seçimlerinde, bir sürü başkan adayı arasından 5 tanesi öldürüldü. Tehditler, baskılar, öldürmeler artık devlet tepelerine kadar çıkmıştır. Bu yoksulluk, çürümüşlük, adaletsizlik içinden doğan çeteler terör estirirler ve insanlar da ülkeden kaçma yollarını ararlar. Cinayet oranında dünya liderliğine aday ülkelerinden biridir. Genel Orta Amerika tablosu kısaca şöyle çizilebilir: devlet başkanları tarafından tepeden yönetilen yolsuzluk ve uyuş-
4. Varılabilecek Son Konak Çeteleşme Bu küçük Orta Amerika ülke çetelerinin merkezi kuzeylerindeki Meksika’dır. Yılda 29 bin, yani günde 80 kişi çete kurbanıdır. Birkaç gün önce basında sayının 100 olduğu söylendi. AMLO kriminal olayları azaltma sözü ile iktidara geldi ama hemen işin zorluğunu gördü. Dünyaca ünlü çete lideri Guzman’ın oğlu güvenlik güçlerince yakalandı ama çete elemanlarının açtığı savaş sonrası savcı tarafından serbest bırakıldı. AMLO polisi de korumak gerektiğini söyleyerek kolluk kuvvetinin çete karşısındaki aciliyetine parmak bastı. Ayrıca “Kriminal kişiler bu işe girmekten başka çaresi olmayan çaresiz insanlardır, onları da korumak gerekir.” dedi. Eski Başkan Filipe Caldreon da 2006’da uyuşturucu çetelerinin üstüne orduyu yollayarak savaş açmış ama o günden beri çete öldürmeleri 3 kat artarak 200 bin can almış. Çetelerle savaş kolay bir şey değildir. Kendilerini tehlikede gördüklerinde her yere hatta askeri alanlara saldırıyor, subayları bile öldürüyorlar. Geçenlerde AMLO’ya göz dağı vermek için hapishaneye saldırıp 49 tutukluyu serbest bırak-
tılar. Çeteler ya da diğer adları ile bu suç kartelleri böyle devlete karşı “başarılı” olunca kendilerine katılan çaresiz insan sayısı da artıyor. On yılda çete sayısı 6’dan 37’ye çıkmış. Bütçelerinin yılda 29 milyar olduğu tahmin ediliyor. (rakam ve bilgiler englishaljazera.com, 2 Kasım 2019, Nicola Morfini) Adalet sistemi de bu konuda bir işe yaramıyor. Korkudan, cinayetlerin ancak %10’u şikayet ediliyor. Örneğin bir hakim bir operasyonda 2.5 ton uyuşturucu ve çok sayıda silah ile ele geçirilmiş 24 çete üyesini, “yanlış tutuklandıkları” gerekçesi ile serbest bırakıyor. Serbest bırakmayıp istifa da etse sonuç değişmeyecek, canından olacaktır. Çeteler devletten daha güçlüdür, devletin onları koruma gücü yoktur. Meksika iktidarı çetelerle nasıl savaşılması gerektiğini tartışıyor. İki tercih, saldırmak ya da barış anlaşması yapmak da sorunlarla dolu. Uyuşturucu çeteleri ile mücadele değişik bir iç savaş. Ülkenin her yerinde, kentlerde ormanlarda, kırlarda, çöllerde her yerde hücreler halindeler. Üyeleri hızla atomize oluyor sonra yeniden örgütleniyorlar. Sınır çizgisi olmadığından farklı bir savaş. Orta Amerika ülke liderleri de bu çetelerin bir uydusu, bir koludurlar. Halklar da canlarını korumak, yaşamak için topraklarından kaçmak, göçmek zorunda kalırlar. Çoğu için ABD’ye sığınmaktan başka yol yoktur. O nedenle görüyoruz, son günlerde kitleler halinde ABD sınırına dayandılar. Trump duvar örmeye çalıştı. Sığınma talebini reddetme gerekçesi için bir hileye başvurdu. Hiç utanmazca bu ülkeleri istikrarlı, şiddetin olmadığı, güvenli ülkeler olduğunu belgeleyen bir anlaşma imzalamaya zorladı. En başta Meksika; arkasından 26 Temmuz’da Guatemala, El Salvador; ekim ortasında da Honduras ile bu anlaşmalar imzalandı. Panama ile
121 LATIN AMERIKA NE YAPACAK?
turucu çeteleri; altta da yoksulluk, işsizlik; sağlık, eğitim vs. gibi sosyal hakları, hiçbir şeyleri olmayan insan kitleleri. Seçimlerle ya da protestolarla bir şey değişmez. Halktan yana biri çıkmaya cesaret edip seçilse bile ABD darbe ya da oradaki çeteleri ya da silahlı militer güçleri ile kendi adayını iktidara oturtacaktır. Bu uğurda kanlar dökülecektir. Adalet zaten aranacak bir şey değildir. Her şey kokuşmuştur. Orta Amerika ülkeleri uyuşturucu ticareti yapan kriminal çetelerin elinde yolsuzluk, şiddet, insan ticareti, kadın şiddeti, çocuk organlarının satılması ve aklınıza gelen en kötü şeyler bu ülke halklarının yaşadığı ortamdır.
122 LATIN AMERIKA NE YAPACAK?
de yakında imzalanacaktır. Uyuşturucu çetelerinin devleti bile yönettiği, astığı astık kestiği kestik ülkeler güvenlikli ülkeler oluverdiler. Anlaşma, söz konusu ülkelerden ABD’ye sığınmayı yasal olarak imkansız hale getirmektedir. ABD’ye gelmeden önce geçtikleri bu “güvenli” ülkelerden birine sığınma müracatı yapmak zorunda olarak ABD’den yasal sığınma istemeleri olanaksız hale geliyor. BM Göçmenler Yüksek Komisyonu UNHCR bu anlaşmalarla ABD’nin uluslararası iltica yasasını çiğnediğini belirleyip hukuksuz buldu. Ama ne yazar! Bu ülkelerin çürüme, çeteleşme sorunu nasıl çözülecektir? Birden olacak iş değildir. Sorun ilerici, halktan yana iktidarların başa geçmesi ve onların iş alanları, eğitim vs. gibi sosyal haklar getirmeleri sonucu halkın çete dışında bir yaşam olanağı bulabilmesi ile çözülebilir. AMLO böyle bir girişime başladı. Meksika söz konusu ülkelerde iş alanları açmada yardım fonu oluşturdu. ABD’yi de bu fona yardım yapmaya zorladı. Bunun iyi niyetli ufak bir girişim olduğu söylenebilir. ABD’nin baskısı, sömürüsü ve onun uyuşturucu vs. “ihtiyacı” sonlandırılmadan bu ülkelerin normal demokratik ülke olmaları olanaksız görünüyor. Konumuz neoliberalizmin Latin Amerika kıtasındaki durumu ve geri düşmekte olup olmadığıdır. Orta Amerika ülkelerindeki çeteleşme neoliberal politikaların vardığı, varacağı en son konaktır. Küçücük ülkelerin karşı çıkışlarını ABD tepeden bastırabiliyor. Belki Meksika’da başlayan neoliberal politikalara karşı duruş, dalga dalga kıtanın güneyinden gelebilecek ilerici iktidarlar ile birleşirse çetelere karşı savaş kazanılabilir. Neoliberalizmin halkları yozlaştırması ancak böyle son bulabilir. İsterseniz ufak bir öfke patlaması olarak bir ekleme yapalım. Bu kadar yolsuzluk, yoksulluk ve eziyet var ve Batı bası-
nı bunları yazmaz, hiç yok gibi davranır. Ama Venezuela’daki halkların yoksulluğu, göçü, Maduro’nun demokratik olmadığı yalanları, yalan haberleri yazılır çizilir. Oysa şu Orta Amerika iktidarlarındaki hiçbir liderin Maduro’nun eline su dökmesi imkansızdır. Hiçbir Venezuelalı, Orta Amerika halklarının acılarını yaşamaz. Küba ile ilgili bir şey söylemeye zaten gerek yok.
III. BÖLÜM 1. Pembe dalga ve sol eleştirisi Neoliberal politikalar Orta Amerika’da ölmüş, Güney’de de can çekişiyor! Ölünün gömülmesi Güney Amerika halklarının mücadelesine kalmıştır. Öyleyse güneydeki ülkelere devrimci bir gözle bakıp yanıttan çok soru sormaya çalışalım. Kesin bir yanıt vermek bizi aşar ama oradaki halk hareketlerinden bir takım gözlemler sergilenebilir. Güney Amerika halkları ne istiyorlar? İstedikleri açık, böyle yaşamak istemiyorlar. Güzel, harika! Şilili gençlerin söylediği gibi “Yaşanmaya değer bir hayat!”peşindeler. Peki bu nasıl olacak? Bu bir sistem sorunudur. Yaşadıkları neoliberalizmdi; demek ki onu istemiyorlar. Peki o halde bir zamanlar iktidara gelen pembe dalganın mı geri gelmesini istiyorlar? Yani sosyal demokrasiden biraz daha sola kaymış ilerici, halkçı, popülist bir yönetim mi? O da Arjantin ve Brezilya’da denendi. Ekvador’da Correa sosyalizme doğru bir yol tutturmaya çalıştı. Ama sonra yerine neoliberal güçler seçildiler. Yıllardır Che’lerin Castro’ların Küba’sı var. Sosyalizm yolunda yıllardır dimdik duruyor. Yeni dönemde Chavez’in Venezuela’da 21.yüzyıl sosyalizmi var. Sonra Bolivya’nın lideri Evo Morales’in Yerli Halklar Sosyalizmi var. Şu anda bir darbe olsa da seçim sonuçları aslında indegenous halk kitlelerinin onu istediğini
açıkladı. İçeride kalan Lula dışarıda olacak Lula’dan daha tehlikeli olacağından da serbest bıraktılar. Kapitalizmde hileler, yolsuzluklar, rüşvetler yapmak, yani insanları satın almak, rüşvet vermek çok olağandır. Herkes alışır ve rüşvet mübahlaşır. Lula, Kirschner gibi kişileri yolsuzlukla suçlayacak belgeler düzenlemek, onların rüşvet aldığı yalanını gene rüşvetlerle, sahte belgelerle yaratmak kolaydır. Bu kişiler neoliberalizmin rüşvet kurbanıdır. Böyle yolsuzluk suçlamaları ile halkı kandırdılar. Yani onların bir takım politik, ekonomik yetmezlikleri ve yanlışlıkları sağ güçler tarafından bu şekilde sömürüldü, halklar kandırıldı. Zaten mesele onları kandırmak değil mi? Birinci ders burjuvazi kar için, para için tüm hileleri yapar. Yapamadığı durumda Orta Amerika’daki gibi çeteleşir. İkinci olarak belki bu liderler yolsuzluğa bulaşmamışlardır ama iktidarları döneminde birlikte çalıştıkları herkesin süt beyazı olduğunu söyleyebilmek zordur. Gerek parti kadroları gerekse devlet memurları içinde böyle yolsuzluklar yapılmıştır. Venezuela devlet kadroları içinde bile böyle yolsuzluklara rastlanıyor. Eski Sovyetler Birliği lideri Gorbaçov’un hiç unutmadığımız bir lafı vardır. İnsanların binlerce yıl içine işlemiş özel mülkiyet sevdasını oradan çekip çıkartmak uzun bir sürecin işidir. Sonuçta pembe liderler suçsuz olsa bile parti ve devlet kadrolarında böyle yolsuzluklar yapılmadığı söylenemez. Küçük ya da büyük miktarlarla yozlaşma bu partilerin içine de girmiştir. Pembe politikacılar sağ ile koalisyon yaparak ya da onlara belirli sandalyeler vererek iktidara oturdular. Ekonomik güçlerinden korktukları için tavizler verdiler. Halk çıkarına yapılması gereken ekonomik uygulamalarda canlarını acıtmaktan çekindiler. Onların zenginliklerine el koymaya kalksalar bir takım kıtlıklar vs. olabilirdi. Canlarını acıtmayı hep ile-
123 LATIN AMERIKA NE YAPACAK?
ve savunacağını gösteriyor. Nikaragua’nın yine bu yollardan biri gibi görünen Sandinista yönetimi var. Kıtanın neoliberalizme hayır diyen halkları şimdi ne istiyor? Pembe dalga gibi sol popülizmi mi yoksa Küba, Venezuela, Bolivya ve Nikaragua gibi her ülkenin kendi koşullarına göre bir sosyalizm yolunu mu? Bu sorulara tek yanıt: Neoliberalizm istenmiyor. Yaşamaya değer bir hayat isteniyor. Nasıl olacak? Soru işareti. Yani ne açık açık yine pembe dalga diyebiliyorlar ne de kırmızıya doğru giden bir sistem. Pembeden pek memnun kalmadılar ama kırmızı da pek öyle yaşanmak istenecek gibi gözükmüyor. Oranın halkları da neoliberal ABD ve genel Batı güçlerinin baskısı altında güllük gülistanlık yaşamıyorlar. Macrilerden, Bolsonarolardan kurtulalım derken emperyalizmin başka şekilde baskı ve kan kusturması altında yaşamak doğrusu pek tercih edilesi de görünmüyor. Zaten ABD’nin onları her gün karalamasındaki amaç da bu değil mi? Şimdi halklar bu korkudan sıyrılma sürecine mi girecekler? Latin Amerika böyle bir geçiş döneminde. Yeni durumu anlamak için başka bir takım tespitler yapmak gerekiyor. İlk başta pembe dalga denilen Lula, Kirchner ve Correa döneminin neden bir ufuk olamadığını açmaya çalışalım. Neden devrildiler? Yanlış neredeydi? Bu konuda yığınla değerlendirme yapıldı ve biz tek tek ülkelerin ekonomi politik ayrıntılarına girmeden genel kaba bir takım tespitlerle yetineceğiz. İlk olarak Lula’nın yolsuzluk suçlamaları ile tutuklandığı ve Kirchner’in de aynı türden zanlar altından kurtulduğunu hatırlayalım. Kişisel olarak Lula’nın böyle bir yolsuzluk yaptığına biz inanmıyoruz. Kendisi de zaten kabul etmiyor hatta son mahkemeden savcının kendisini serbest bırakma önerisini reddederek, tamamen aklanmadan hücresinden çıkmayacağını
124 LATIN AMERIKA NE YAPACAK?
ri tarihlere attılar. Aynı şey Venezuela’da sık sık yaşanıyor. Örneğin halk yumurta bulamaz iken bazı depolarda yumurtalar çürüyor ve imha ediliyor. Burada rüşvet yok, rüşvetsizlik var. Bu korkular ilerici iktidarları sürekli olarak halkın gelecek çıkarı için gerekli asıl sol politik uygulamalardan alıkoydu. Pembe dalga politikacıları genelde bu korkular ile popülist ve günlük ekonomi politikalar uygulayabildiler. Bir örnek: Lula ve Kirschner toprak reformu yapma sözü ile geldiler. Hele Lula, Brezilya Topraksız Köylü Hareketi ile can ciğerdi. Ama reformu yapamadı. Ekonomi içindeki gücü buna yetmedi. Toprak ağaları daha güçlüydü. Bazı topraklar dünya gıda tekellerine satılmış ya da kiralanmış olduğundan uluslararası destekleri de vardı. Reforma karşı büyük baskılar yapıldı. Brezilya’da Bolsonaro sonuçta bu toprak ağları ve uluslararası toprak tekellerine verdiği sözlerle seçildi. Anlattık, Meksika lideri AMLO ülkesini çetelerden temizleme vaadi ile geldi. Ama yapamıyor ve bunu itiraf ediyor. Çok güçlüler diyor. Bu bir iç savaş desek değil. Değil desek gene değil. Özel bir durum. Pembe dalga iktidarları kim bilir ne tür baskılar altında, ne tür tercihler yapmak zorunda kaldılar. Belki tek suçları bunları halklara anlatmamak, anlatamamaktır. Anlatarak ne kadar anlaşılabilirlerdi, belli değildir. Her burjuvazi ile pazarlıkta mutlaka bir halk kitlesi karşımıza alınmaktadır. Her verilen taviz mutlak bir halk kesimini burjuvaziye teslim etmek anlamına gelebilir. Lula da bu dönemde topraksız köylüleri kent yoksullarına tercih etmiş görünüyor. Buradan pembe dalganın diğer yanlışına geçebiliriz. Halkları arkalarında örgütleyemediler. Eğer o olsa o zaman bu burjuva döküntülerine ve güçlerine tavizler vermek zorunda kalmazlardı.
Yollar tıkanıyor. Bu liderler halk gücü yaratmak zorunda olduklarını bilmiyorlar mıydı? Lula, yılların sendikacısıdır. Kirschner, Peronist bir gelenekten geliyor. İkisinin de halkla bağların önemini bilmemelerine imkan yoktur. Correa çıktığı yolu “vatandaş sosyalizmi” ilan etti. Ama iktidarda iken halktan kopuşlar yaşandı. Bunun çeşitli nedenleri vardır. Örneğin şimdi aşağıda anlatacağımız ekonominin karşısındaki sorunlar halklara nasıl anlatılacak, onlar nasıl bu konuda bilinçlendirilecektir? Hiç kolay olmayan bilinmezlikler içinde yüzmek zorunda kalınan anlar olabiliyor. Hoşnutsuzlukta belirleyici olan pembe iktidarların ekonomi politikalarıdır. Genelde burjuva ekonomilerin bir açmazda olduğu, bütçelerin açık vermeye başladığı, dış borçların biriktiği, sosyal hakların kısıldığı, işsizliğin arttığı, halkların yaşayamaz hale geldiği dönemlerde sol güçler bir umut oluyor ve iktidarı alıyorlar. Hatırlayalım, Arjantin’de 2000 başlarında halklar her gün meydanlarda, fabrikalar işgal edilmiş, ana yollar kapatılmış, limana giden kamyonlar, marketler yağmalanmaya başlamış, banka duvarları her gece çekiçlerle dövülüyordu. Tarihinin en büyük isyanı yaşandı. Böyle bir ülke devralınca acil olarak halkların günlük ihtiyaçlarının karşılanması ön plana çıkıyor. Tek kaynak kamu işletmeleridir. Bu gelirleri çeşitli sosyal programlarla halklara dağıttılar. Yani doğal olarak pragmatizm öne çıktı. Sonra dünyada ham madde fiyatları düşünce halka dağıtılacak sosyal kaynak tükendi. Pembe iktidar dönemlerinde dış yatırım zaten gelmeye korktuğundan yeni iş yeri yaratılamamış oluyor. İşsizlik, sosyal harcamaların kesilmesi vs. ile tekrar eski ekonomik sıkıntılara dönülmeye başlandı. Devlet bütçeleri açık verdi. Sonuç neoliberal politikaların halklara reva gördüğünden farklı olmadı. O zaman halklar şöyle düşünüyor: Bari gene sağ güçler gel-
sin de dışarıdan yatırım ve yardım alalım. Şimdi burada can alıcı bir noktaya, gelecek sol iktidarların çok iyi düşünmeleri gereken konuya geliyoruz. Nasıl, nereye yatırım? Sosyal hakları geliştirmenin sınırsız hale gelmesi hangi tükenmeyen kaynaklardan finanse edilecektir? Birincisi bu. İkincisi de yeni yatırım için finansal kaynaklar nereden sağlanacak ve nerelere yatırım yapılacaktır? Bir
dilerine boca ettiği yaşam biçimi modelini daha tadamadan vazgeçmeleri nasıl, hangi politikalarla yapılacaktır? Bu konu solun önünde duran, yanıtı henüz verilemeyen ya da teknik olarak verilse bile halklara nasıl anlatılacağı tam bilinmeyen bir konudur. Bolivya, Venezuela, Küba ve Correa’nın Ekvador’u hep bu yeni sürdürülebilir yatırım konusunda temkinli oldular.
de günümüzde iklim sorunu diye bir sorun ile karşı karşıyayız. Sol iktidarlar başa geçince ülkelerin kalkınma modeli günümüz iklim koşulları da dikkate alınarak nasıl olacaktır? Tüketim sorununa bakış açısı ne olacaktır? Çıkarım endüstrileriyle geçinen ülkeler doğanın verdiği zenginlikle geçinip gidiyorlar. Rantiye toplumlar aslında geri toplumlar olarak kalıyorlar. Bu kaynaklar tükenince ne olacaktır? Doğa tahrip oluyor. Sular kirleniyor. Çıkarım endüstrisine karşı olan Ekvador ilerici lideri Correa, Kanada petrol şirketini bu konuda BM’ye dava eden Correa bile, bir noktada indigenous halkların protestolarına rağmen genel halk çıkarı için, çıkarıma izin vermek zorunda kaldı. Bu gibi konular genelde önümüzde iktidar hedefi taşıyan sol güçlerin ana sorunlarındandır. Artık biliyoruz; dünya, ham madde kaynakları, çevre ve iklim sorunları nedeniyle kapitalizmin bize önerdiği tüketim anlayışını sürdürmemize imkan vermiyor. İktidar olunca peki ne yapacağız? Sürdürülebilir bir ekonomik model olmalıdır. Bu model nasıl kurulacak, planlanacaktır? Halklar bu konularda bilinçli mi? Halkların, yıllardır kapitalizmin ken-
Sonuç olarak pembe akım iktidarları ham madde fiyatlarının dünyada yüksek olduğu dönemlerde kaynakları halkların yaşam koşullarının iyileştirilmesine yatırdılar. Sonra düşmeye başlayınca da halkla bağlar zayıf olduğundan, bilinçleri geliştirilmemiş, olaylar anlatılmamış olduğundan ekonomik zorluklar başlayınca iktidarı tekrar neoliberal güçlere vermek zorunda kaldılar. En azından onlar büyüme, yeni yatırım diyorlardı. Hatta şimdi Arjantin’de bunca deneyden sonra halkların %40’a varan kısmı IMF ile bile gidilebileceğini, çünkü başka olanak kalmadığını düşünebiliyor. Ama pembe liderler halkların bilincinde gene de bir iz bıraktılar ve yeniden seçiliyor ya da Lula gibi seçilme potansiyeli taşıyorlar. Bu kez iktidarda ne yapacakları pek bilinmiyor. IMF olmayacak ama başka nasıl bir ekonomik model olacağı belli değildir. Seçim öncesi yine eskisi gibi halka sosyal haklar sözü verdiler. Kaynakları nereden bulacaklar belli değildir. Bu da onların nasıl bir sol hat çizeceklerine bağlıdır. Hepsi soru işaretleri ile doludur. Ayrıca o dönemde kıta iktidarların 2/3 soldu. Şimdi ortalık karışık. ABD’nin bir
LATIN AMERIKA NE YAPACAK?
Çıkarım endüstrileriyle geçinen ülkeler doğanın verdiği zenginlikle geçinip gidiyorlar. Rantiye toplumlar aslında geri toplumlar olarak kalıyorlar. Bu kaynaklar tükenince ne olacaktır? Doğa tahrip oluyor. Sular kirleniyor.
125
karış kaybetmeye gücü yok, gözü dönmüş bir durumda. Böyle bir baskı ortamında, sol iktidarların birbirleriyle dayanışmasında başarı ne kadar olacak göreceğiz.
2. Hoşnutsuz halk kitleleri
126 LATIN AMERIKA NE YAPACAK?
Latin Amerika halklarının hoşnutsuzluğu yıllardır hemen hemen her gün orada burada, şu ya da bu nedenle sokaklarda görülüyordu. Seçim sonuçları, Şili, Ekvador, Haiti ve şimdi Kolombiya protestoları kıtada bir sol iktidarlar döneminin başlayacağının işaretlerini veriyor. Bolivya umudu daha sönmedi. Ancak bu sol eğilimin, kitlelerde nasıl bir şey olduğunu biraz daha yakından incelemek yerinde olacaktır. Şimdi sokaklarda her kesimden halk kitleleri var ve genelde sağ, sol diye bir bölünme yok. Neoliberal politik uygulamalardan acı duyup karşı çıkanlar var. Din, kadın, işsizlik, sosyal hakların kısılması, kır politikaları onları sokaklara döküyor. Latin Amerika’da en öndeki örgütlenme feminist harekettir. O da eskiden farklılaşıp büyük bir değişiklik yaşadı. Eskiden erkek egemen topluma, partriarkaya karşı erkekleri hedef tahtasına oturtuyorlardı. Şimdi yaşadıkları acıların ana kaynağını kapitalist sistem olarak görüyorlar. Kadın örgütlenmeleri Latin Amerika halk protestolarının en başında yürüyor. Gençler de eskisi gibi sol eğitimden geçmemiş. Belki çoğu eski gençler gibi Lenin, Marks okumamış bile. Neoliberalizmin eğitimin özelleştirmesini yaşamış. Eğitim harcamalarının kısılması ve özelleştirilmesi gençlere bu politikalara karşı olmayı öğretti. Yoksulluk demek eğitimsizlik, eğitimsizlik yolsuzluk demektir. İklim değişikliği de ekonomik yapıyı, o güne kadarki yaşam biçiminin değişmesi gerektiğini gösterdi. Neoliberal politikalar kırlarda çıkarım endüstrilerinin talanını arttırdı. Eskinin kırdaki ağalık sistemine büyük ölçekli tarım da eklendi
ve kırların talanı arttı. Bu gençlerin çoğu kırlardan kentlere iş bulmaya gelen yoksul kesimlerin çocukları. Emekliler de fonlarının özelleştirilmesi, neoliberal finans politikalarının yarattığı enflasyon ile geçinemez hale geldiler. İktidar karşıtı gösterilere katılmaya başladılar. Sağlık, eğitim harcamalarının azalması vs. eğitimli orta sınıfları da geçinemez, kredi kartları borçlarını ödeyemez hale getirdi. Geleceklerini emniyette görmemeye ve sisteme karşı protestoya başladılar. Doktor, sağlık personeli, öğretmen grevleri neoliberal politika uygulanan her Latin Amerika ülkesinde görülmeye başladı. Buna çeşitli aydınlar ve sanatçılar da destek vermeye, taraf olmaya başladılar. Yazıları, şarkıları, esprileri, oyunları ve filmleri ile dile getiriyorlar. Eskiden işçi sınıfı sarı sendika yöneticilerince dizginlenirdi. Çalışanlar en azından bir işleri olduğundan kendilerini mutlu sayarlar, işsizler ordusuna katılma korkusu taşırlardı. Emek yasalarında çalışanlar aleyhine düzenlemeler; ücretlerine ve tazminat vs. gibi haklarına getirilen kısıtlamalar onları da grevlere ve sokaklardaki eylemlere destek vermeye yönlendirdi. Eskinin sarı sendika liderlerini dinlemez oldular. Bol bol grevler, genel grevler yaşanmaya başladı. Yeni AVM’ler, marka zincirleri ve kitlelerin tüketim gücünün azalması orta ve küçük esnafı da etkiledi. Onlar da sokakta yerlerini aldılar. Bütün bu kesimler kendi bilgileri, eğitim özellikleri ile gösterilere bir değişiklik katıyorlar. Şimdi sokaklarda, meydanlarda protestolara çıkan, güvenlik kuvvetleri ile dövüşenler bu halk kitleleridir. Artık orta sınıflar dahil kimse geleceğinden emin olamıyor. Farklı kimlikler eskiden ayrışırken şimdi başka noktalardan birleşiyorlar. Her konuda bir güvensizlik, korku var. İşini kaybedip yenisini bulamama korkusu, hayat pahalılığı, çocuklarını okutamama, üniversiteye yollayamama korkusu,
peşindeler. Acıların kaynağı olan bu iktidarlar gidecek, neoliberal politikalar uygulanmayacak ama bu iyileşmeye yetecek midir? Ayaklanan kitleler bunun bilincinde değil gibidir. Bunun bir düzen sorunu olduğunu, baştakilerin değişmesi ile düzelmeyeceğini, devletin tüm yapısının yenilenmesi gerekliliğini görmüyorlar. Ya da görüyorlar ama örnek bulamıyorlar. Var olan örnekler çekici değil. O ülkelerin sorunlarını anlamıyorlar. Bir örgütlenme içine girme gerekliliğini görmüyorlar. Ya da görüyor ama içine girebilecekleri bir sol örgütlenmeyi tanımıyor, ona ulaşamıyor, pratik içinde yüzmek, günlük işler içinde olmak baskın geliyor. Pratik daha kolay ve çekici. Kitleler can havli ile sokaklarda, meydanlarda protestolar, yürüyüşler ve toplantılar yapıyor. Onların protesto biçimleri ve eylemlerinde eskiden farklar da var. Eskiden protestolar, yürüyüşler bir bildiri ile önceden duyurulurdu. Onun için sahne kurulur, konuşmacılar belirlenir, konuşma hazırlanır ve duyup gelenler, ilgilenenler dinlerdi. Oysa şimdi kitleler genellikle kendiliğinden protestoya geçiyor. Birden toplanıyor, sokaklarda yürüyüş yapıyorlar. Sahne, konuşmacı yok. Halk herkese açık parti gibi meydanları işgal ediveriyor. İşten çıkanlar, oradan geçenler katılıyorlar ya da alkış vs. ile desteklerini gösteriyorlar. Herkes birbiri ile sohbet ediyor. Eğlenceli bile oluyor. Birkaç kişinin çıkıp ders verir gibi önceden hazırlanmış, sıkıcı, uzun, dinlenmeyen konuşmalar yapılmıyor. Çoğunlukla doğaçlama oluyor. Balonlar, renkli süsler, maskeler, aklına gelenin yazıldığı pankartlar meydanları süslüyor. Danslar yapılıyor, şarkılar söyleniyor, içiliyor, şakalar yapılıyor, gülünüyor, eğleniliyor. Böyle bir örgütlülük oluşuyor. Halkın öfkesi yaratıcılık olarak ortaya çıkıyor. Eskinin o asker disiplinli, ciddi protestoları yok. Var olan eski sol örgütler şunu söylü-
127 LATIN AMERIKA NE YAPACAK?
kredi borcu korkusu, hasta olma korkusu, yaşlanma korkusu, tüm toplumda yaygınlaştı. Bugün bunları yapabilseler bile yarın yapamayacaklarından korkuyorlar. Sonuçta şöyle bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Eskinin solcu gençleri ve aydınları düzenin gittiği bu yönü önceden görüyorlardı. Marks ve Lenin’leri okumuş ve düzenin teorisini, geleceğini anlamışlar; karşı çıkıyorlar ve kitleleri uyarmaya çalışıyorlardı. Hedef tahtasına emperyalizm ve onun temsilcilerini oturtuyorlardı. İktidarı değiştirmek, sistemi sosyalist yapma halkların çektiği acılara ilaç olacaktı. Acaba şimdi şöyle söyleyebilir miyiz? Marks ve Leninlerin, o gençlerin, öngördüğü günlerin içindeyiz. Kapitalist, emperyalist sistem doğası gereği kitleleri son durağına getirdi ve sistemi kilitlendi. Halklar da bunu günlük pratiklerinde yaşayarak öğreniyor ya da öğrendiler. Eski solcu genç ve aydınların yıllar önce öngördükleri nokta da yaşanıyor. Kitleler sanki bilinçleniyor. Halkların bilinçlenmesi okuyarak teoriden değil pratikten başlıyor ve sonra okumaya yöneliyor, kulaklarını gözlerini açıyorlar. Medyaya da güven duymuyorlar. Kıta ülkeleri medyasının %90’ları sağ, neoliberal güçlerin denetiminde. Kitleler hangi medyanın hangi çıkar gurubundan olduğunu artık biliyor. Boykot ediliyor. Eskiden fake news, yalan yanlış haber diye bir kavram mı vardı? Eskisi gibi her şeye körü kürüne inanmıyor, şüphe duyuyorlar. Bir de sosyal medya doğdu. Bu hem gerçeklerin daha kolay görülmesine hem de hızlı bir şekilde örgütlenmeye, haberleşmeye, fikir paylaşımına ve oluşturulmasına yardım ediyor. Devletlerin bu kanalları zor durumda kesmesi ya da fake sosyal medya haberleri yayması boşuna değildir. Ama eskinin sol örgütlenmelerinden gene bir farkları var. Acılarını dindirecek doğru ilacı bilmiyorlar. Hastalığı iyileştirecek değil sanki ağrıyı giderici ilacın
128 LATIN AMERIKA NE YAPACAK?
yorlar. “Bu kitleleri yönetmek imkansız.” “Bu kitlelere liderlik yapmak olanaksız.” Zaten kitlelerin sağ mı sol mu olduğu belli değil. Şili’de örneğin elde tutulan çala kalem yazılmış pankartlarda “Soldan ya da sağdan değiliz. Biz tabandanız!” diye yazıyor. Protestolarda dertlerini anlatıyor, yine kendileri gibi düşünen insanlarla yarenlik ediyorlar. Politik, teorik konuşmuyorlar. Bir lider yok. Bunlar Arjantin’de doğan horizontal yapılar. Yönetilmesi imkansız. Sorunlarını sahipleniyor, aralarında çözümler arıyorlar. Pasif seyirci değil aktif olarak protestocular. Şili’de, Ekvador’da görüyoruz sabah metroya zam yapıldığını öğrenen gençler birden metroları yakıyorlar. Kolombiya’da Duque, ekonomik paketini açıklar açıklamaz sokaktaydılar. Oradaki halklar da hemen katılıp destek veriyor. Sonra da öfke sönüp bitmiyor, aksine gelişiyor. Tüm ülkeyi sarıyor. Sosyal medyadan çağrılar, meclislerin kurulması, protestoların düzenlenmesi an meselesi oluyor. Sonra cesaretler, kendi güçlerine, kendiliğinden örgütlenmesine güvenleri artıyor. Eylemler sıklaşıyor, şiddetleniyor; öfke, katılım artıyor. Tüm kent halkı sokaklara dökülüyor, barikatlar kuruluyor. Düzen kalmıyor. Güvenlik güçleri saldırıya geçiyor. Göz yaşartıcı bombalar, tazyikli sular hatta son durumlarda gerçek kurşunlar kullanılıyor. Müthiş çatışmalar yaşanıyor. Protestolarda ölenlerin sayısı giderek artıyor. Yaralanmalar, tutuklanmalar, işkenceler yaygınlaşıyor. Sokağa çıkma yasakları, acil durumlar ilan ediliyor ama uyulmuyor, gene sokaktalar, gene çatışıyorlar. Baskılar onları yıldırmıyor. Korku duvarını aştılar. Şili, Haiti, Ekvador, Kolombiya ve darbe sonrası Bolivya bunun en son örnekleri. Önceleri zaten Arjantin, Brezilya da çokça yaşanmıştı. Bu tür protestolar, ayaklanışlar iktidar güçleri için de yeni, çözülmesi gerekli bir sorundur. Tutuklayıp, sorumlu tuta-
bilecekleri bir örgütlenme yok. Löse bir protesto gurubu var. Her gün bir şekilde karşılarına farklı kişiler çıkıyor. Protesto edenler her gün değişiyor. İşi olmayan bir yerlerden geliyor katılıyor. Sonra yok oluyor. Sorumlu bulunamıyor, zaten yok. Daha doğrusu iktidarın kendisi. Hem suçlu hem güçlü. Bu sistem değişimine halklar nasıl örgütlenecekler? Kolektif, örgütlü bir davranış nasıl belirlenip devreye sokulacak? Halklar kendiliğinden sol ve ilerici oldular ama bu yetmez. Bir strateji ve taktik etrafında örgütlenmeleri gerekiyor. Ama bu halklara anlatılamıyor. Onları örgütleyemiyorlar. Bildiriler yayınlanıyor, gerçekler anlatılmaya çalışılıyor ama örgütlemede büyük bir beceri yok çünkü sol kendisi de nasıl bir sistem bilemiyor. Ufuklar berrak değil.
Sonuç Kıta yeni bir dönem, neoliberalizmin gömüleceği günler içindedir. Kıtada farklı yönde gelişmeler yaşanıyor. Bolivya’da gerici darbenin yanında Şili’de, Ekvador’da, Haiti’de ve Kolombiya’da halklar ayaklanmış durumda. Arjantin’de sol kazanırken, Uruguay’da liberaller seçimleri kazanıyor. Bu farklı yöndeki gelişmelerin yarattığı karmaşanın altında bir temel gerçeklik yatıyor. Yeni faşizm bazı alanlarda yükselse de sağın Latin Amerika’da artık gideceği bir yol yok. Bu anlamda bir gelecek vadetmiyor. Fakat 21. yüzyıl sosyalizminin hatalarından öğrendikleri takdirde, Latin Amerika solunun yürüyecekleri bir gelecek var. Latin kıtasında aynı zamanda solun kendisi ile de hesaplaşması yaşanıyor.