Yaz 2019
YOL 3 Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Haziran 2019 İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni H. Özgür Özcan Sorumlu Yazı İşleri Müdürü H. Özgür Özcan Adres: Şehit Muhtar Mah. Kurabiye Sk. No: /4 Beyoğlu / İstanbul İletişim: 0535 922 82 68 www.yolsiyasidergi.org info@yolsiyasidergi.org /yolsiyasidergi @yolsiyasidergi
Basım Yeri: Akademi Matbaacılık Akademi Basın Yayın Org. Mat. San. LTD. ŞTİ. Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 230 Topkapı- İST Tel: 0212 493 24 67
içindekiler Dünyada Artan Gerilimler ve Türkiye’deki Kriz Mehmet YILMAZER
7
Sanayi Devrimi 4.0 Sermaye ve Ücretli Emek İlişkisinin Yeniden Şekillenmesi Mehmet YILMAZER
11
Krizler ve Sınıf Mücadelesi M. Sinan MERT
27
Endüstri 4.0 ve Proletarya: Gelecek Kimin? Volkan YARAŞIR
41
İşçi Hareketinin Krizi ve Yeni Örgütlenme Olanakları Bahar EKİNCİ
55
Sınıf Hareketinin Kurumları ve Sokak Sendikacılığı Mehmet AKYOL
63
Dönüşümün Sonuçlarını Mücadele Eden İşçiler, Kadınlar Belirleyecek Prof. Dr. Hacer ANSAL Söyleşi
71
Toplumsal Hareketlerden, Hareketteki ‘Diğer’ Toplumlara Raúl ZIBECHI Çeviren: Ayşe TANSEVER
79
Tarihsel Materyalizm 2019 Atina Konferansı Muzaffer KAYA
89
Merhaba sevgili okur, Ülkemizde faşizme karşı mücadelenin yeniden ivme kazandığı bir dönemeç işçi sınıfı bahsinde yoğunlaşmak, bilgi-hizmet sektörlerindeki yoğunlaşmanın sınıf üzerindeki etkilerini tartışmak, sınıfın kolektif aksiyon yeteneğini yeniden nasıl yükseltebileceği üzerinde düşünmek için doğru zaman mıdır? Kesinlikle öyle olduğunu düşünüyoruz. Hem ülkemizde hem de küresel ölçekte kapitalizmin bir istikrar sağlama ve rıza üretme sorunu ile karşı karşıya kaldığı açıktır. Kapitalizm her geçen gün yeni çelişkiler üretmekte ve bu çelişkilerle başa çıkmakta zorlanmaktadır. Pax-Americana hızla çökmekte, AB’nin geleceği tartışılmakta, son birkaç on yıldır küresel büyümenin motoru Çin ekonomisi tekleme sinyalleri vermektedir. Ticaret savaşları aslında Trump’ın çılgın projelerinden birisi değil, küresel güç dengelerinde yaşanan kaymanın getirdiği bir tezahürdür. Türkiye’deki kriz nasıl ülke dışından akan ucuz sermayeye dayalı bir birikim rejiminin sonunu simgelemekte ve bir dönemin kapanışı anlamına gelmekte ise küreselleşmenin bu ölçüde sorgulanması da son on yıllara damgasını vuran küresel servet biriktirme yollarının tıkandığını göstermektedir. Almanya kökenli bir yaklaşım olan Sanayi 4.0, akıllı ürünler, üretim yapan algoritmalar, 3D yazıcılar, tükenmeye yüz tutan meslekler gibi öne çıkan içerikleriyle esas olarak toplumsal ilişkiler üzerinde köklü etkiler yaratmaya aday. Bu sayımızda Mehmet Yılmazer, söz konusu gelişmenin sınıflar mücadelesi üzerindeki olası etkilerini kapsamlı bir biçimde inceliyor. “Sermaye ücretli emek ilişkisindeki değişim toplumsal yapıyı ve elbette sınıf mücadelesinin geleceğini köklü bir şekilde etkileyecektir. Bu sorular hala cevap beklemektedir. Henüz bir “formül” bulunabilmiş değildir. Bu durum insanlığın gelişim tarihi dikkate alındığında ilk rastlanan bir olgu değildir. Kapitalizmin ilk filizlenmesi ile Marksizm’in doğuşu arasında iki yüzyıla yakın bir zaman aralığı vardır. Bu zaman aralığından karamsarlığa kapılmanın bir anlamı yok.” (a.g.e) Marx’ın kapitalizm analizinde değişmeyen sermayenin, değişen sermayeyi giderek daha fazla alanda ikame etmesi iki uçlu anlamlandırılıyordu. Bir taraftan artı değerin gerçek kaynağı canlı emek gücünün kullanımının azalması sermayenin organik bileşimini büyüterek karların düşmesi yönünde basınç yaratırken diğer taraftan da çalışmanın toplumların yaşamındaki baş sorumluluk olmaktan çıkmasını muazzam bir bolluk ile birlikte mümkün kılarak komünizmin yolarını döşüyordu. Coğrafya üretici gücünün “bolluk” ile koyduğu sınırlar bir yana bugün sermaye iktidarının sarsılmadığı koşullarda “algoritmalar çağı” işsizliğin daha kitleselleşeceği, toplumların devasa kesimlerinin “faydasız” olarak damgalanabileceği tedirginliğini üretiyor. İnsanlığı teknolojik gelişme değil işçi sınıfının eşitlik ve özgürlük mücadelesi kurtaracak. “Bolluk ve çalışmanın bir zorunluluk olmaktan çıkması” ütopyası finans oligarşisinin mutlak hakimiyetinde bir distopyaya dönüşüyor. Bu sahneyi değiştirecek güç tüm ezilenleri sömürüye karşı, eşitsizliğe karşı mücadelesine kazanacak işçi sınıfı
5
6
olacaktır. Dolayısıyla sınıfın güncel örgütlenme problemlerini tartışan Bahar Ekinci, sınıfın kendisine örülen duvarları çatlattığı noktaları tartıştığı yazısıyla sayımıza katkıda bulunuyor. “Sınıf biraz da el yordamıyla başkaca da çaresi kalmadığı zaman mücadele yöntemlerini çeşitlendiriyor. Önemli olan bunlardan geleceğe dair öncü taktikler için ipuçları yakalayabilmektir.” Bu sayıda sınıftaki değişimleri tüm yönleriyle incelemeye çalışsak da özellikle Mehmet Akyol Hoca’mızın bir ödev olarak bizlere bıraktığı göçmen işçiler konusunda derinleşme konusunda eksikliğimizin bilincindeyiz. Bugün işçi sınıfının ortaya koyduğu tabloyu göç ve yersiz-yurtsuzluk kavramlarından bağımsız ele alabilmek imkansız. Aynı şekilde dönüşüm süreçlerini kadın bakış açısıyla da yeterince kapsamlı ele alamadık. Bu hem özeleştirimiz hem de gelecek sayılarda tamamlamamız gereken bir görev olsun. Hacer Ansal hocamızın da sayımıza sağladığı katkı çok değerli, kendisine bir kez de buradan teşekkür etmek isteriz. YOL, sağlam köklerine sımsıkı tutunurken “yeni” olanı kavrama noktasında elinden geldiğince komplekssiz, arayışçı, farkındalığı yüksek ve açık olmayı düstur edinen bir anlayışla hazırlanmaya çalışıyor. Umarız bu çaba, Türkiye’nin faşizmle mücadelesinde işçi sınıfının karşı hegemonya projesinin olgunlaşmasının, demokrasinin gerçek anlamda kazanılabilmesinin tek yolu olduğunu düşündürme noktasında başarılı olur. Hepinize iyi okumalar, gelecek sayımızda görüşmek üzere…
DÜNYADA ARTAN GERİLİMLER VE TÜRKİYE’DEKİ KRİZ Mehmet YILMAZER
7 Öte yandan, ABD Güney Çin denizine güdümlü füzeler taşıyan savaş gemisi Preble’yi yolladı. Ayrıca Amerika’da “Rus Çin iş birliğinin sonuçları” tartışılıyor. Yakın zamana kadar geçmiş anlaşmazlıklara dayanarak iki ülkenin iş birliğinin dayanıklı olmayacağına inanan politik çevreler bugün soruna farklı bir noktadan bakıyor: “Rusya Çin iş birliği Amerikan çıkarlarına bir tehdittir. Washington çok geç kalmadan davranabilir mi?” (Foreign Affairs, Mayıs 19) Sorun artık bu seviyede ele alınmaktadır. Trump’ın başlattığı gümrük savaşları Huawei ile yeni bir aşamaya sıçradı. Huawei’ye üretim desteği veren firmaları Trump kara listeye alacak. Bu haber üzerine “yarı iletken üretimi” yapan firmaların değeri borsada düştü. “Huawei’yi sınırlamak Çin’i tamamen Amerikan teknolojisinden bağımsız bir sistem kurmaya zorlar. Zamanla Çin ve Amerika ekonomileri dünyayı iki bölgeye ayıran dijital demir perde yaratma sürecinde birbirinden ayrışacaktır.” (ATimes, Huawei efsanesi yeni teknolojik soğuk savaşa bir girizgahtır, Maa Zhi Hong) Bütün bu gelişmeleri Pepe Escobar, “uygarlıkların çatışması olarak değil, uygarlığın krizi” olarak yorumluyor. (Pepe Escobar, ATime, 21 Mayıs 19) Huntington’un “uygarlıkların çatışması”nın basbayağı enerji savaşı olduğu artık yeterince ortaya çıkmıştır. O nedenle yaklaşan Amerika ve Pers uygarlıkları veya Amerika ve Çin uygarlıkları arasında bir savaş değildir. Escobar’ın
DÜNYADA ARTAN GERİLİMLER VE TÜRKİYE’DEKİ KRİZ
Trump yönetimi seçim sloganına uygun davranıyor. Amerika’yı yeniden “büyük” yapmak için adeta onun dünya liderliğini test ediyor. İran’la gerilimi yükseltirken aynı zamanda Çin’le de dalaşıyor. Suriye sorunu ise beklemede. Aynı anda bu kadar cephede gerilim yönetmek ABD’nin bilinçli bir tercihi mi? Yoksa şartlar mı zorluyor? Pompeo, İran için Avrupa ve Irak turuna çıktı. “Bir kere NATO’daki müttefikler sunulan hikâyeden hiç de heyecanlanmadı. AB’ye nükleer anlaşmaya verdikleri desteği çekmeleri telkininde bulunan Pompeo, Brüksel’de sanki duvara konuştu. Bir NATO askeri istihbarat yetkilisi, Pompeo’nun İran’ın artan tehditkâr eylemlerine dair brifingini, ‘Çok kötüydü; sıradan dedikodular, uydurma olduğundan şüphelendiğimiz kaynaksız şeyler ve füze yerleştirilmiş bir geminin fotoğrafları’ diye özetleyip ekledi: ‘Bizi aptal mı zannediyorlar?’” (Fehim Taştekin, Gazete Duvar) Pompeo Avrupa’yı ikna edemedi. Irak da ikna olmadı. Malum Suudi Arabistan ve İsrail, İran’ın yıkılması için en hevesli ülkeler. ABD bölgeye sanki savaş yığınağı yapıyor. Uçak gemisi, B-52 uçakları gitti. 120 bin asker söylentileri doğru çıkmadı, bölge tetikte. “Lanetli Pence-PompeoBolton üçlüsü” bir saldırı geldiği takdirde İran’ı yıkacaklarını söylüyorlar. (P. Koenig, Global Research, 17Mayıs19) İran ise sakin ve savaş olmayacağı vurgusunu yapıyor.
8 DÜNYADA ARTAN GERİLİMLER VE TÜRKİYE’DEKİ KRİZ
vurguladığı gibi uygarlık krizidir. Daha doğrusu kapitalizmin krizidir. İnsanlığın ilk en uzun süreli sosyalizm denemesi sona erince kapitalizmin o zamana kadar baskı altında duran bütün şeytani yanları ortalığa saçılmıştır. İlk on yıl, bazı hayallerle geçse de artık ekonomik tıkanma ve yeni faşizm kol kola yürüyorlar. Trump kaybetmekte olduğu dünya liderliğini yeniden diriltmek için inanılmaz zikzaklar ve çılgınlıklar yapıyor. Fakat ne yaparsa yapsın artık, insanlığa vereceği bir şey yoktur. Dün sosyalizme karşı yükselttiği “hürriyet” bayrağı ve refah devleti uygulamalarının onun ayrılmaz özellikleri olmayıp, dönemin dayattığı yönelişler
tejik olarak hangi duruma geldiğinin hesabını henüz soğukkanlı bir şekilde yapamıyor. Kendini hala iki binlerin başındaki konumda sanıyor. Oysa son on beş yılda gücü belli ölçüde erimiştir. Bunun iki önemli kanıtı İran ve Çin’dir. Irak işgalinin sonucu rakiplerine karşı stratejik bir üstünlük kurmak bir yana mevzi kaybetmiştir. Orta Doğu’da büyük projelerden elinde fazla bir şey kalmadı. Tersine bölgede İran ve Rusya’nın etkinliği artmıştır. İran engeli ortadan kalkmadan bölge için yeni bir strateji kurması da mümkün değildir. Bu nedenle İran, Körfez Savaşı’ndan beri Washington’un bölgede kaybettiklerinin somut kanıtıdır.
Trump kaybetmekte olduğu dünya liderliğini yeniden diriltmek için inanılmaz zikzaklar ve çılgınlıklar yapıyor. Fakat ne yaparsa yapsın artık, insanlığa vereceği bir şey yoktur. Dün sosyalizme karşı yükselttiği “hürriyet” bayrağı ve refah devleti uygulamalarının onun ayrılmaz özellikleri olmayıp, dönemin dayattığı yönelişler olduğu artık anlaşılmıştır. olduğu artık anlaşılmıştır. Şimdi elinde silah çantası pazarlamak için Orta Doğu’da dolaşıyor. Üstelik her malına karşı büyük rakipler ortaya çıkıyor. Fakat yine de silah ve informatik teknolojisinde hala belli bir gücü vardır. Ayrıca dolar hala dünya parasıdır. Fakat Çin, Rusya, İran ve Venezüella dolarla işlem yapmayı durdurdular, bu doların egemenliğine önemli bir darbedir. Trump görünüşe inanacak olursak bir yandan İran’a karşı savaş hazırlıkları yapıyor; öte yandan Çin’in sinirlerini bozmak için elinden geleni ardına koymuyor. Ancak bu yapılanların iyi düşünülüp hazırlanmış bir “büyük strateji” doğrultusunda atılan adımlar olduğunu düşünmek hatalı olur. Trump’ın lanetli üçlüsü ellerinden gelse dünyayı yakabilirler, ancak gelmiyor. Washington Irak işgalinden beri stra-
Çin ise ABD Orta Doğu bataklığında on yıldan fazla debelendiği sürede kendi çıkışını yaptı. Bir bakıma Çin de Orta Doğu bataklığının yan ürünü olarak gücünü büyütmüştür. Üstelik Çin, ABD’nin yüksek teknoloji imparatorluğuna göz dikmiştir. Washington bu rakiplerle aynı anda hesaplaşamaz. Öte yandan oyalandıkça mevzi kaybetmektedir. Amerika açısından sorunlar ertelendikçe daha karmaşık ve hatta çözümsüz hale geliyor. Trump yönetiminin zikzakları rastlantı değildir. Kendi gücü ile karşısındaki engellerin büyüklüğünü hesapladıkça yalpalıyor. Trump şahinleri etrafına topladı, ancak yine kesin kararlı adımlar atamıyor. Bu kararsızlığın ardında gücünün eriyiş gerçekliği yatıyor. Yine böyle günler büyük güçleri gözü kara
***** Gerilimin ve kaotik ortamın yükseldiği bir dünyada Türkiye daha az gerilimli değildir. Bu dünyadan Ankara’nın üzerine fırtına bulutları yaklaşmaktadır. Rusya ve
S-400 krizi, öte yandan İran-ABD gerilimin yaratacağı sorunlar ve elbette Suriye, daha doğrusu İdlip üzerinden bir fırtına yaklaşmaktadır. Bunlar uzun süredir biriken fırtınalar, artık esme gürleme zamanı yaklaşıyor. Dış politika sorunları, bazen özel olarak yaratılarak iç politika hesaplaşmalarında Saray tarafından çok iyi kullanıldı. Ancak bu manevra alanının sonuna gelindiği için Türkiye üzerine gelen “dış kaynaklı” fırtınaların artık yıkıcı etkileri yaşanacaktır. Saray bu konuda hemen bütün kredilerini tüketmiş görünüyor. Son seçimler buna bir kanıt oldu. Seçim ortamından çıkan sonuçları özetlersek: — Saray için politikalarını yürütmede kolaylık sağlayan beka sorunu artık doyum noktasına gelmiştir. Korku üzerine yapılan politika hem yıpranmış hem de ekonomik kriz gerçek korkular yaratınca beka sorunu gölgede kalmıştır. —Seçimlerin gösterdiği bir diğer konu başkanlık sisteminin oturmamış olmasıdır. Hukuki yapısı kurulmasına rağmen gündelik gidişi son derece sorunludur. Ayrıca ideolojik olarak da bir netlik kazanmamıştır. Meşruiyet kazanamayan sis-
9 DÜNYADA ARTAN GERİLİMLER VE TÜRKİYE’DEKİ KRİZ
olmaya iten baskıyı biriktirir. Amerika kaybetmekte olduğu konumunu tekrar kazanabilmek için adımlar atmaya hazırlanırken bu kez Atlantik’in karşı yakası destek vermeye hiç niyetli görünmüyor. Aslında bu gerilim Körfez Savaşı, Irak işgali yıllarından beri sürekli yaşanmaktadır, ancak artık bir kırılma noktasına yaklaşıyor. Amerika dünyada gerilimi yükselttikçe kaybettiği konumunu geri alabileceğini düşünüyor. Bunu Saddam öcüsünü yarattığında sürdürebildi, ancak Saddam’ın kimyasal silahlarının bir yalan olduğu ortaya çıktıktan sonra bu yol kapanmış görünüyor. Sonuç olarak, Amerika iyi hazırlanmış bir stratejiye sahip değildir. Yokuş aşağı kayışının hızı arttıkça, acele ve biraz da panikle adımlar atıyor. Bu adımlar Washington’u hesaplanmış bir hedefe götüremiyor. Sorunlar yumağında sarmalanıp zaman ve güç kaybediyor.
10 DÜNYADA ARTAN GERİLİMLER VE TÜRKİYE’DEKİ KRİZ
tem sürekli sorgulanır durumdadır. İstanbul seçimlerinin tekrarı sırasında yaşanan rezillikler düzenin keyfiliğini iyice gözler önüne sermiştir. —En önemli sonuç, 7 Haziran seçimleri ile hem devrimci ortamın canlanması hem de halklar arası dayanışmanın bir seviye kazanmasına vurulan darbe, devletin sınırsız zoruna rağmen yeniden yükselişe geçmiştir. Bu çok önemli bir sonuçtur. Halkların dayanışmasına indirilen darbe gerilemelere rağmen onarılmış ve yeniden canlanmıştır. —Bütün bunlardan bir önemli sonuç daha çıkıyor. Düzen ve siyasi temsilcisi Cumhur İttifakı ezmek istedikleri halkların dayanışmasının yeniden canlanışına mutlaka bir cevap vermeye çalışacaktır. O nedenle önümüzdeki dönem sürekli teyakkuzda kalmayı gerektirir. Ayrıca içinden geçtiğimiz dönem demokrasi güçlerinin yaygınlaşması ve sağlam örgütlenmesi için önemli bir fırsat sunmaktadır. Önümüzdeki günlerde gelişmeleri en çok etkileyecek olan, derinleşen ve artık bir çöküşe doğru yol alan ekonomik krizdir. Saray uluslararası finans kapitalin önüne oturmak istemiyor. O masadan büyük bir zararla kalkacağını ve siyasi efelenmelerin hepsinin buharlaşacağını biliyor. Ancak başka bir yol da bulamadığı için iç imkânları sonuna kadar tüketme yolunda. Para gelmeyince Merkez Bankası’nın ihtiyat akçesine el atmaya kadar iş varmıştır. Öte yandan hazine bonolarını satın almaları için bankalara baskı yapılıyor. Bunlardan bir sonuç çıkartılabilir. Yaklaşan çöküş çok kapsamlı ve derin olacaktır. Kriz bu noktaya gelince TÜSİAD’la bir gerilim yaşanması da kaçınılmaz hale geldi. “Sermayenin el değiştirmesiyle” güçlendiğini düşünen Saray, krizi fırsat bilerek “İstanbul sermayesini” daha da küçülteceğini sanarak çözüm için uluslararası finans kapitalin karşısına otur-
maktan kaçındı. Bağırıp çağırarak, devlet gücünü kullanarak ekonomiyi yönetebileceğini sanan Erdoğan, en son döviz spekülasyonunu engellemek için 100 bin dolarlık alışların bir gün sonra ödenmesi gibi anlamsız tedbirler aldı. Spekülasyon pazar ekonomisinin temel özelliğidir. İşler komutla yürümez. Doların yükselişini engellemek için alınan her tedbir sonunda Türk lirasına karşı güveni iyice dip noktalara çekiyor. Alınan sözde tedbirler günü kurtarmaktan başka bir anlama sahip değildir. Büyük yıkım için birikimi artırıyor.
SANAYİ DEVRİMİ 4.0
SERMAYE VE ÜCRETLİ EMEK İLİŞKİSİNİN YENİDEN ŞEKİLLENMESİ
Günümüzün en çok tartışılan konularından birisi “sanayi devrimi 4.0”dır. Konu daha çok “robotlar geliyor” seviyesinde ele alınıyor. Hangi işler yok olacak? Yapay zeka insana egemen olabilir mi? Bunlara ilave olarak özellikle son dönemde ortaya çıkacak sürekli işsizlik ve bu sosyal soruna bir çözüm olarak “herkese temel gelir” konuları da önemli tartışma noktası haline gelmektedir. Kapitalizm çok önemli bir değişim yaşamaktadır. Sıralamadan anlaşıldığı gibi daha çok üretim teknikleri ve enerji sistemlerindeki değişimler açısından ele alınan “devrimler”, buhar enerjisinden başlayarak günümüz informatik çağına kadar gelmektedir. Hepsi kapitalist üretim ve toplum yapısında önemli değişimler yaratmış olan bu devrimlerin bir yenisi ile daha karşı karşıyayız. Fakat son devrim kapitalizmin geleceği açısından önemli soru işaretleri ile birlikte gelişmektedir. Bu anlamda öncekilerden bazı nitelik farklarına sahiptir. Bazı yorumlar kapitalizmin sonuna işaret etmektedir. Gelişmeler böyle yorumlara yol açacak ölçüde radikaldir.
I. Sanayi Devrimi 4.0 Nedir? Bu yeni dönemi kapitalizmin kazandığı üç özellikle özetlemek mümkündür. Üretim yapısındaki değişime bağlı olarak kapitalist toplumun genel yapısındaki de-
ğişimdir. Kapitalizmin ilk dönemlerinde tarım hala ağırlıklı bir üretim alanıydı. Yeni doğan kentlerde ise manüfaktür üretim gelişmekteydi. Orta Çağ zanaatkarlarının büyük atölyelere toplandığı ve evlerde üretimin yapıldığı bir dönemdi. İş aletleri vardı, henüz makinalar yoktu. Buhar enerjisiyle birlikte makinalı-fabrika üretimi başladı. Böylece büyük bir toplumsal değişim yaşandı, nüfus kırlardan kentlere yığılmaya başladı. Büyük fabrikalarda sanayi üretimine göre yaşam ve toplumsal yapı şekillendi. 1970’lerde bilgisayarın üretim alanına girmesiyle başlayan 3. sanayi devriminin ardından 1990’lı yıllarla birlikte informatik çağına girildi. Üretim fabrikalardan bilgi ve hizmet sektörüne kaymaya başladı. Kırlardan kentlerde fabrikalara akan büyük nüfus kayması bu kez kentler içinde yer değiştirmeye başladı. Bilgi ve hizmet sektörü büyüdü. Gelişmiş ülkelerde, hatta önemli ölçüdeki gelişmekte olan ülkelerde istihdamın yaklaşık %17-20’si imalat ve tarım sektöründe iken hizmet ve bilgi sektörü genel olarak %70-80 civarındadır. Böylece kapitalizmin üretim ve toplumsal yapısı büyük bir değişime uğramaktadır. Değişime teknik üretici güç yönünden bakıldığında sanayi kapitalizmi yıllarından çok önemli farklar görülmektedir.
SANAYİ DEVRİMİ 4.0
Mehmet YILMAZER
11
12 SANAYİ DEVRİMİ 4.0
Büyük fabrika yıllarında üretim biçimi olarak Fordizm-bant sistemi egemendi. İşçiler bandın başında belirli hareketleri yaparak tüm ömürlerini geçiriyorlardı. Buharlı makinalarla başlayan iş gücünün nitelik yitimi Fordizm’le zirve noktasına çıkmıştır. Önceleri verimlilik artışına yol açan bant sistemi daha sonraları işçilerin aktif veya pasif direnciyle ömrünü doldurma noktasına gelmiştir. 1970’lerin sonlarına doğru Fordizm artık kapitalizm için verimli bir üretim sistemi olmaktan çıkmaya başlamıştır. Korkulan robotlar iş gücünü üretim bandından uzaklaştırmaya başlamıştır.
kineler almaktadır. Genetik mühendisliği hizmet (daha somut olarak sağlık) sektöründe büyük bir değişim yaratmaya adaydır. İnsanın genetik yapısı çözümlenirken çok fazla hayal kurulmuştu. DNA yapısıyla oynayarak insan fiziğini mükemmelleştirme projeleri hazırlanmaya başlamıştı. Ancak sorunun hiç de sanıldığı kadar kolay olmadığı ortaya çıktı. Genetik yapıya müdahalenin basit ve doğrudan sonuçları alınamıyor, bu müdahaleler başka değişimlere de yol açabiliyordu. Fakat önemli olan artık insan, kendi yapısına ilaçlar ve cerrahi müdahalelerden öteye müdahale imkanına sahip oluyordu. Bu, başlı başına
Günümüzde makina ve insan ilişkisini robotlardan daha kapsamlı ele almak gerekiyor. Pek çok yeni teknik gelişirken üçünü öne çıkartmak hatalı olmaz. Bunlar: Yapay zeka, nano teknoloji ve genetik mühendisliğidir. Önceleri ağır ve rutin işlerde yer almaya başlayan robotlar gelişerek “rutin ve öngörülebilir” işlerden iş gücünü dışlamaya başlamıştır. Artık robotlar gelecek mi sorusu değil, hangi alanlardan iş gücünü uzaklaştıracağı tartışılıyor. 1970’lerde üretimde 1000 civarında robot varken 2014 yılında 1,6 milyon robot çalışmaktadır. Üstelik Japonlar 24 parmaklı kuaför robot bile yapmışlardır. (1) Günümüzde makina ve insan ilişkisini robotlardan daha kapsamlı ele almak gerekiyor. Pek çok yeni teknik gelişirken üçünü öne çıkartmak hatalı olmaz. Bunlar: Yapay zeka, nano teknoloji ve genetik mühendisliğidir. Nano teknoloji bir yandan maddenin molekül yapısına müdahale ederek yeni elementlerin yaratılmasını sağlıyor, öte yandan mikroskobik robotlarla başta insan vücuduna cerrahi müdahaleyi imkân dâhiline getiriyor. Kapitalizmin ilk yüzyılının iş aletlerinin yerini inanılmaz yeteneklere sahip ma-
insanlığın geleceği için olumlu ve olumsuz yönlerde büyük etkiler yaratmaya aday bir gelişmedir. Bunların yanında sanayi 4.0’a damgasını vurmaya aday gelişme yapay zekadır. Öğrenebilen algoritmaların yapılmasına az zaman kalmıştır. Bugüne kadar makinalar insanın fizik gücünün yerini almıştı. Bilgisayarlarla birlikte zihinsel faaliyetlerin bir bölümü de makinalara geçmiştir. Fakat yakın gelecekte insanın öğrenme yeteneği de hiç değilse kısmen makinalara geçebilecektir. Bu durum kapitalizmin tarihinde sürekli yaşanan insan, alet ve makina ilişkisine yepyeni bir nitelik kazandıracaktır. Şimdiden avukatlık bürolarındaki yardımcıları yerinden eden, binlerce sayfa dosyayı ve kanun maddelerini inceleyebilen ve sonuç çıkartan programlar üretilmiştir. Bu konudaki tartışmalar magazin yönüyle daha çok insanı alt edebilecek algoritmaların yapılması üzerine yürümektedir. Bu yenilikler farklı
13 SANAYİ DEVRİMİ 4.0
bir gelişmenin de kapısını açıyor. İnsan ve yapay zekanın birlikte “çalışmasıyla” çok farklı bir üretim ve yaratım gücü ortaya çıkabilecektir. Sadece bu kadarı bile kapitalizmin yapısında belirleyici bir yere sahip olan üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki bağa çok farklı özellikler kazandırabilecektir. Devrimin ana rahmi olan bu ilişki ve çelişkiler son gelişmelerle nasıl bir değişime uğrayacaktır? Yaşamsal önemdeki soru budur. Kapitalizm dördüncü sanayi devrimi içinde ilerlerken onun bugününe yapışık bir diğer özelliğine değinmeden olmaz. Bu özellik, finansallaşmadır. 1970’li yılların ortalarında informatik çağına girilirken aynı zamanda finansallaşmaya doğru hızlı bir yönelişin yaşanması rastlantı değildir. II. Dünya Savaşı sonrası kurulmuş Bretton Woods düzeni ve tekelci devlet kapitalizmi ile yapılan sermaye birikim dönemi 70’li yıllarda ömrünü doldurduğu için yeni bir sermaye birikim dönemine geçiş zorunluydu. Kar oranlarında düşme,
petrol fiyatlarındaki sıçrama ile ortaya çıkan petro-dolar bolluğu ile uluslararası finans kapital, üretim dışına kaçarak spekülasyon alanları yaratmaya başladı. Tüm dünyada ama özellikle Londra, New York ve Tokyo borsalarının çılgınca büyüdüğü yılların hemen ardından kapitalist ülkelerdeki devasa emekli fonları da borsaya akınca sermaye birikiminde yeni bir dönemin kapısı açılmış oldu: Neoliberalizm, ya da daha fiyakalı ismiyle küreselleşme. 70’lerde finansallaşmaya kayışın bir diğer nedeni informatik çağının henüz fabrika kapitalizmine geçiş yıllarındaki buhar makinaları, demiryolları, oto sanayi gibi büyük sermaye yatırımlarını çekememesidir. Bu durum “yeni ekonomi”nin bir özelliğidir. “Yeni ekonomi”ye yatırım 1990’ların ortasında artmaya başlamış, kapitalizmin alın yazısı bir kere daha tekrar ederek fazla sermaye yatırımı sonucunda 2001’de Nasdaq indeksi 5000’den 800’e gerilemiştir. Balonun patlamasıyla “yeni ekonomi” ve “bunalımsız gelişim” hayalleri de çökmüştür.
14 SANAYİ DEVRİMİ 4.0
2014 yılında toplam sermaye içinde informatik sanayinin payı %5,5’dir. Ulaşım, petrol, altyapı sektörleri, imalat sanayinin toplam payı %13,8’dir. Buna karşılık finans, sigorta, emlak sektörünün toplam sermaye içindeki payı %73,6’dır. (2) Görüldüğü gibi “yeni sanayi”nin toplam sermaye içindeki payı henüz %5,5 iken toplam finans sermayesinin payı %73,6’a tırmanmıştır. Yeni tekniklerle sürekli artan üretim ve buna bağlı olarak kar oranları üzerinde sürekli artan baskı sermayeyi spekülatif alanlara kaydırmaktadır. 1950’lerde 40 saatle yapılan iş, 2014 yılında 11 saatte yapılabiliyor. Sonuç olarak, kapitalizmin bilgi-hizmet çağında çalışan nüfus fabrikalardan hizmet ve büro alanlarına kaymakta, toplum yapısı köklü değişim geçirmektedir. Öte yandan, gelişen teknikle insan ve makina ilişkisi hem köklü bir şekilde değişmektedir hem de tekniğin gücü kapitalizmin geleceği ile ilgili önemli tartışmalara yol açacak ölçüde hızlı artmaktadır. Son olarak, üretim yapısındaki değişimin de etkisiyle sermaye hızla spekülatif alanlara kaymakta, bu da zirveleşen eşitsizlik tartışmalarını ateşlemektedir. Bu yapısal değişim tüm toplumsal, siyasal ilişkileri etkilemekte eski değerler sistemini erozyona uğratmakta, henüz yenilerinin şekillenmesi yerine gidişe kaotik bir özellik kazandırmaktadır. Bu değişim fırtınası içinde tüm alanları ele almak yerine onların temelinde duran sermaye ve ücretli emek arasındaki ilişkilerde yaşanmakta olan değişimi irdelemekle kendimizi sınırlayacağız.
II. Sermaye ve Ücretli Emek İlişkisinin Kısa Tarihi Kapitalizmin ömrü içinde bu ilişki iki büyük değişim yaşamıştır; şimdi üçüncüsünün içindeyiz. Bunları bugün moda olan sanayi devrimleri sayısı ile değerlendiremeyiz. Sanayi devrimleri buharlı
makinalar ile başlar oysa kapitalizmin ondan önce yüz elli yıl süren bir manüfaktür dönemi vardır. O nedenle sermaye ücretli emek ilişkisini üç dönemde ele almak uygun olur: Manüfaktür kapitalizmi dönemi (16. yy. ortalarından 18. yy. sonlarına kadar); fabrika kapitalizmi dönemi ( 19. yy.’ın başlarından 1970’lerin sonrasına) ve en son yaşanmakta olan bilgi-hizmet kapitalizmi dönemidir. Bu dönem özellikle iki binli yıllarla hızlanmıştır. Manüfaktür döneminde, iş yeri henüz evler veya atölyelerdir. Henüz iş bölümü gelişmemiştir. Zamanla büyük atölyeler ortaya çıkmıştır. İşgünü kanunla belirlenmiş sabit bir uzunlukta değildir. İnsanın fizik gücünün sonuna kadar çalışılır. Kapitalizm henüz iş aletleri ile mutlak sömürü döneminde olduğu için işgünü ne kadar uzun olursa artı değer üretimi o kadar fazla olacaktır. Bu nedenle iş günü 16 saate kadar çıkmıştır. Ücret daha çok parça başınadır. İşçi henüz Orta Çağ zanaatkarlığından tam kopmamıştır. Zanaatı onun emeğinin niteliğini meydana getirir. Yeni dernekleşmeler vardır, güçlü işçi sendikaları yoktur. Çok sınırlı grevler vardır. Bu dönemde tarihe iz bırakacak işçi hareketi henüz ortaya çıkmamıştır. Fabrika kapitalizmi yılları bambaşkadır. Buhar enerjisinin bulunması ve makinaların ortaya çıkmasıyla ev işi ve atölyelerin yerini büyük fabrikalar almıştır. İş bölümü hızla gelişmiştir. Böylece iş gücü nitelik yitirmeye başlamıştır. Tam bu noktada 1800’lerin ortalarında “makina kırıcılar” hareketi başlamıştır. Emek niteliğini ve statüsünü yitirdikçe ilk düşman gördüğü makinalara saldırmıştır. Bu mücadele zamanla sermaye ve ücretli emek arasındaki mücadeleye evrimleşmiştir. Sendikalar bu dönemin ürünüdür. İş gününü sınırlama mücadelesi de bu dönemin en önemli hedeflerindendir. On altı saatten sekiz saate kadar geriletilmiştir. Bu gelişme aynı zamanda göreli artı değer
III. Bilgi-Hizmet Kapitalizminde Sermaye-Ücretli Emek İlişkisi Bu dönem otuz yılı aşkın zamandır yaşanmaktadır. Kendisi sürekli bir değişim içindedir. Günümüzde kapitalizmle ilişkili hemen tüm tartışmalar bu değişim süreciyle ilgilidir. Eski değer ve kalıplar sürekli buharlaşıyor. En göze batan değişim iş gücünün imalat sanayi alanından bilgi-hizmet alanına akmasıdır. Öte yandan ortalama ücretlerde sürekli bir gerileme yaşanmaktadır. Fabrika kapitalizmi döneminin güçlü ve büyük işçi sendikaları zayıflamaktadır. Hatta büyük mücadelelerle kazanılan iş günü “esnek” çalışmayla yeniden belirsiz hale gelmektedir. Fabrika döneminin en önemli kazanımı olan iş güvenliği hızla aşınmakta esnek çalışma adı altında güvencesiz bir çalışma ortamı her yere bulaşmaktadır.
Bu değişimin altında yatan nedir? En önemlisi gidiş hangi yöndedir? Bu sorulara bir cevap bulabilmek için bilgi-hizmet kapitalizminin özelliklerini çözümlemek gerekiyor.
Değişim Alanları İnformatik çağıyla birlikte üretim ve toplumsal yapı köklü bir değişim içindedir. Sermaye ücretli emek ilişkisindeki değişim toplumsal yapıyı ve elbette sınıf mücadelesinin geleceğini köklü bir şekilde etkileyecektir. Bu sorular hala cevap beklemektedir. Henüz bir “formül” bulunabilmiş değildir. Bu durum insanlığın gelişim tarihi dikkate alındığında ilk defa rastlanan bir olgu değildir. Kapitalizmin ilk filizlenmesi ile Marksizm’in doğuşu arasında iki yüzyıla yakın bir zaman aralığı vardır. Bu zaman aralığından karamsarlığa kapılmanın bir anlamı yok. Sınıf mücadelesinin şekilleniş ve büyüme yılları olan fabrika kapitalizmi döneminde mücadelenin bir ideolojiye kavuşması için kırk-elli yıl yetmiştir. Günümüzde değişim önemlidir, ancak değişimin hızı da önemlidir. Son çeyrek yüzyılda özellikle üretim teknik ve yapısı önceki dönemlere göre çok daha hızlı değişmektedir. O nedenle doğum sancıları çoktan kendini ortaya koymuştur. Anti küresel hareketlerden Arjantin ayaklanmasına, Bolivar devrimlerine, Arap isyanlarına, Occupy Wallstreet’den İspanya’da Öfkelilere ve Gezi isyanına akan yıllar doğum sancılarından başka bir şey değildir. Böyle olayların akışından düşünceler süzülecek ve yol gösterici güç seviyesine yükselecektir. a) Üretim Sürecindeki Değişimler: Meta üretimi dördüncü sanayi devrimi ile önemli bir değişime uğramaktadır. Buhar makinalarından elektrik motorlarına gelen süreçte kitlesel üretim gerçekleşti. Bant sistemiyle bu üretimin zirvesine çıkılırken aynı zamanda gelişiminin sınır-
15 SANAYİ DEVRİMİ 4.0
üretimini hızlandırmıştır. Sabit iş günü içinde teknik gelişmelerle daha fazla artı değer yaratılması kapitalizmin bu dönemde kazandığı özelliğidir. İşçi sınıfı büyük fabrikalara ve kentlere yığılmıştır. Daha doğrusu bu yığılmayla birlikte işçi sınıfı tarihsel şekillenmesini yaşamıştır. Bu dönem Taylorizm-Fordizm-bant sistemiyle kendi gelişiminin zirvesine çıkmış, iş gücü çok gelişkin iş bölümü ile niteliksizleşmiştir. Bant başında basit hareketleri tekrarlayan, adeta makinaların uzantısı haline gelmiştir. Bu dönem işçi sınıfı mücadelesinin en yüksek olduğu yıllardır. Devrimler yaşanmıştır. İşçi sınıfının ekonomik, sosyal ve siyasal haklarının geliştiği bir dönemdir. Sınıf mücadelesi toplumsal her gelişmeye damgasını vurmuştur. Marksizm bu dönemin başlarında doğmuş, ardından gelen mücadele yıllarına güçlü bir damga vurmuştur. Sosyalist sistemin ortaya çıkması insanlık tarihinde çok özel bir yere sahiptir. Sermaye ücretli emek ilişkisinde dünya adeta iki sisteme ayrılmıştır.
16 SANAYİ DEVRİMİ 4.0
larına da gelinmişti. Sanayi 4.0’ın sunduğu imkanlarla kitle üretiminden “hücre üretimine” geçiliyor. Çeşitli, tüketicinin isteklerine göre sürekli yenilenen ürünler II. Dünya Savaşı sonrasındaki kitle üretiminin yerini almaktadır. Üretim teknikleri sürekli yenilenirken ürün çeşitleri de zenginleşmektedir. Günümüzdeki meta üretimini bu nedenle meta yaratımı olarak nitelemek daha doğru olur. Sürekli yeni tekniklerle beslenmiş farklı üretim zengin bilgiyi ve yaratıcılığı
leştirmiştir. Günümüz kapitalizminde bilgiye ulaşımın çok kolay olduğu, dolayısıyla yeni sömürge savaşlarını gerektirmediği düşünülebilir. “Birinci ve ikinci sanayi devrimleri merkezileştirmeyi getirdi, üçüncü sanayi devrimi tersini dayatıyor.” (4) Burada devrim rakamları farklı olsa da söylenmek istenen İnformatik çağında merkezileşmenin tersine bir eğilim olduğudur. Bilgihizmet kapitalizmindeki bazı gelişmeler böyle hayaller yaratabiliyor. Google haz-
Üretim teknikleri sürekli yenilenirken ürün çeşitleri de zenginleşmektedir. Günümüzdeki meta üretimini bu nedenle meta yaratımı olarak nitelemek daha doğru olur. Sürekli yeni tekniklerle beslenmiş farklı üretim zengin bilgiyi ve yaratıcılığı gerektiriyor. gerektiriyor. Günümüz metasında niteliksiz canlı emeğin payı azalırken bilgi ve yaratıcılık taşıyan canlı emeğin payı artmaktadır. Meta yaratımı nedeniyle göreli artı değer üretimi yaratıcı emek üzerinde yoğunlaşmıştır. Hem yeni meta yaratımı hem de üretimin teknik yapısındaki sürekli değişim göreli artı değerin kaynağıdır. Fabrika kapitalizmi yıllarında göreli artı değerin kaynağı büyük oranda teknik değişime ve üretim sistemine bağlıydı. Bugün bu bileşim içinde meta yaratımının, yani yaratıcı emeğin rolü büyümüştür. Yaratıcılık genellikle sanıldığı gibi “ilham”a değil, yüzde 90’ı bilgi ve yoğun çalışmaya dayanır, ardından yaratıcılık -“ilham”- gelir. Bu gerçeklikten dolayı bugünün meta üretiminde “big data” belirleyici bir rol oynamaktadır. “Data: bilgi çağının ham maddesidir.” (3) Bu tespit çok doğrudur. Bütün insanlığın bilgi ve deney birikiminin düzenlenmiş halidir. Ancak “big data”ya ulaşım nasıldır? Bilindiği gibi ham maddeye ulaşım için sömürge savaşları emperyalizm dönemini başlatmıştır. Gelişmiş batı, üçüncü dünyayı sömürge-
retlerinden istediğiniz bilgiyi elde etmek için tuşlara basmak yeterli görünüyor. Ancak işin aslı böyle değildir. İnformatik çağının yeni yıldızları elbette oldu. Kişisel inisiyatiflerle mantar biter gibi yeni firmalar ortaya çıktı. Ancak bir gerçek daha vardır. “Bilgi ekonomisinde firmaların ölüm oranları yüksektir. Fortune’nin 500 firmasının 2000’den beri %51’i kapanmıştır.” (5) Ham madde için paylaşım savaşları gibi olmasa da bilgi tekelini elinde tutanlar küçük parlak firmaları hemen satın alarak “big data”nın bir merkezi ve sahibi olduğunu farklı hayallere kapılanlara hatırlatıyorlar. Elbette bilgi ekonomisinde yaratıcı girişimlerin toprağın üzerine çıkmasına ve filizlenmesine fırsat sağlayan bir ortam vardır. Ancak bu ortam tekellerin duvarları ile çevrelenmiştir. Bir gerçekliğe daha değinmek gerekiyor. “Big data” için eskinin sömürge savaşlarının tekrarlanmadığını söyledik. Ancak Trump dönemi Amerika’sının Çin’e bu konuda savaş açtığını da unutmamak gerekir. Henüz “gümrük savaşları” seviyesinde seyreden bu gerilim içinde oldukça fazla
zamanda teamwork’de gruplar üretimin örgütlenmesinde bilgi sahibi oluyorlar. İş yerindeki üretim bilgisinin bir bölümünü edinerek emek yeni bir nitelik kazanmaktadır. Hem bilgi işçisi olarak hem de yeni üretim biçimi olan teamwork ile üretimin örgütlenme bilgisini edinen emek, Fordizm döneminde yitirdiklerini farklı bir yönden yeniden kazanmaktadır. Bu durum sermaye ile ücretli emek arasındaki ilişkiye yeni bir özellik katmaktadır. Sermaye ücretli emek ilişkisinde günümüzde en çok konuşulan konu insan makina ilişkisinin yeni bir özellik kazanmasına odaklanmıştır. Burada söz konusu olan “robotlar geliyor” telaşıdır. Robotları gerçek boyutunda konuşabilmek için yapay zekanın da aynı kapsamda olduğunu dikkate alarak değerlendirmek gerekir. Gelişimin gösterdiği gibi robotlar ve informatlar (birbiri ile haberleşen robotlar) sadece “rutin ve öngörülebilir” işlerin yerini almakla kalmıyorlar “bilgi ve yaratıcı işçilerin” de rolünü alıyorlar. Böylece: -bürokrasi ve hiyerarşi kısmen yok olacaktır, -yönetimin rolü değişecek, grup (team) oluşturma ve projeleri en optimal yürütmeye odaklanılacaktır, -orta sınıfın erozyonu yaşanacaktır, -gelirler arasındaki eşitsizlik artacaktır. (6) Yukarıdaki tespitlerin odak noktası iş yeri bürokrasisini etkilemesi ve toplumsal olarak da orta sınıfın erozyona uğramasıdır. Yapay zeka ve robotlar artık sadece mavi yakalıların işlerine değil, önemli ölçüde beyaz yakalıların da işlerine göz dikmiştir. Dünya robot üretiminde lider ülke Japonya’dır. Dünyada üretimdeki 1,4 milyon robotun 310 bini Japonya’dadır. Dünya robot satışlarının %70’ini Japonya, Çin, ABD, Güney Kore ve Almanya tüketmektedir. Üretimde ise Japonya, Güney Kore ve Almanya liderdir. Pentagon
17 SANAYİ DEVRİMİ 4.0
patlayıcı madde taşımaktadır. “Big data”ya her gün yeni bilgiler katılmaktadır. Ancak bu bilgiler patent çitleriyle sürekli olarak çevrelenmektedir. Bilgi ekonomisinin gelişimi önceki dönemlerle karşılaştırıldığında nicelik ve nitelik olarak önemli farklılıklar taşımaktadır. Teknik yenilenmenin hızı kesinlikle artmıştır. Nitelik olarak ise günümüz kapitalizminde insan ile makinalar arasındaki ilişki yeni özellikler kazanmaktadır. Bu değişimlerin kaçınılmaz sonucu meta üretiminden meta yaratımına geçiştir. Metadaki canlı emeğin artık önemli bölümünü bilgi oluşturmakta, öte yandan cansız emeğin payı canlı emeğin aleyhine sürekli artmaktadır. İnsan makina ilişkisinde 20. yüzyıl kapitalizmindeki bant sisteminde insan adeta makinanın uzantısı haline gelmiştir. Bugün bilgisayar tekniğinde daha çok makina insanın uzantısı haline gelmektedir. Üretim sürecinde diğer önemli farklılık emeğin yeniden nitelik kazanmasıdır. Fordizm’in zirvesinde emek niteliksizleşti. Makina kırıcılar döneminde başlayan bu süreç Fordizm yıllarında en tepe noktasına tırmandı. Emek nitelik yitirdi, makinaların basit uzantısı haline geldi. Günümüzde ise emek belli alanlarda yeniden nitelik kazanmaktadır. Bunun bilgi alanında yaşanan yanı yeterince açıktır. Elbette bilgi sektöründe tüm çalışanların emeklerinin nitelikli olduğunu düşünmek hatalı olur. Bu sektörde de sadece bilgi ileten bilgi sektörünün bant işçileri vardır ve oldukça fazla sayıdadır. Öte yandan, bilgi üreten veya bilgiyi kısmen işleyen nitelikli bilgi işçileri de gittikçe artmaktadır. Emeğin nitelik kazanması farklı bir yönden de gerçekleşmektedir. Bant sistemi verimlilik artışının sınırına dayanınca üretimde teamwork’e geçildi. Bu çalışma tarzında işçiden kaslarından öteye kafa emeği de talep ediliyor, gündelik çalışma belli ölçüde yaratıcı nitelik kazanıyor, aynı
18 SANAYİ DEVRİMİ 4.0
destekli Google-DeepMind bilgisayarlara nasıl düşünüleceği öğretilmektedir. Öte yandan 2013 yılında 1300 cerrah robot ameliyat yapmıştır. Bu robotların tanesi 1,5 milyon dolardır. Her yıl bu alanda robotik süreçler %30 artmaktadır. 1 milyon ABD’li robotlar tarafından ameliyat edilmektedir. (7) Yazara göre “robotlar çağımızın köleleridir.” (a.y. s.36) Bütün bunlar kapitalizmin buharlı makinalardan beri yaşadığı süreçte insanmakina (ya da insan-teknik) ilişkisinde çok önemli bir nitelik farkına işaret etmektedir. Bir uçta bir cerrah yeteneğinde robotlar dururken öteki uçta “düşünebilecek” robotlar durmaktadır. Bu “üstün yetenekli” robotlarla ancak iş gücünün çok azınlık bir kesiminin ilişkide olabileceği çok açıktır. Bu küçük azınlığın gerek toplumsal yaşamda gerekse sınıf mücadelesi alanında nasıl bir rolü olabileceği sorulabilir. Bu sorunun henüz bir cevabı yoktur. Ancak sınıflar mücadelesi tarihinin gösterdiği gibi sınıf içinde yeni üretim teknik ve örgütlenmeleriyle bağlantılı olanların mücadelede önemli rolü oluyor. Bu hatırlatmadan öteye kesin öngörüde bulunmak hata olur. Teknikle ilişkinin bu seviyesi insanın soyut düşünme yeteneğinin alanını güçlendirecek ve yükseltecektir. Soyut dü-
şünce yaratıcı düşüncenin alt basamağıdır, böylece insanın düşünce gücünde kaçınılmaz bir gelişme hatta sıçrama olması büyük olasılıktır. İnsanlık binlerce yılda ancak Yunan Kent medeniyetleri döneminde soyut düşünce seviyesine çıkmıştır. Soyut düşünce yığınla somut birikimden bir genel kavrayışa sıçramaktır. Bir yanıyla soyutlama aynı zamanda bir buluştur. Elbette hiçbir gelişme tek yanlı ve yönlü değildir. İnformatik dünyasının “bilgi sığlığı” hatta “digital bunama” yarattığı biliniyor. Bilgi hem görsel hale geldi hem de olağanüstü hızlı akıyor. Buradan bir düşünce derinliği kazanmanın sanki alanı daralmaktadır. Böyle bir yan etkiye rağmen “big data” kaynağından bilgi seçme ve işleme yeteneği gelişmektedir. Üretimde meta yaratma sürecini destekleyen bu gerçekliktir. İnsanın teknikle ilişkisinde tekdüzelikten yaratıcı zenginliğe geçiş bilgi-hizmet kapitalizminin en belirgin yanı olma yönünde yürümektedir. Sonuç olarak, günümüz kapitalizminde meta yaratımında yaratıcı veya yenilikçi canlı emeğin payı artarken dünün bant sistemindeki rutin canlı emeğin yerini daha çok makinalar yani cansız emek almaktadır. Bu gerçeklikten dolayı sermaye ücretli emek ilişkisinde öne yaratıcı canlı emek çıkmakta, rutin emek sanki üretim
sürecinin dışındaymış gibi bir görünüm kazanmaktadır.
19 SANAYİ DEVRİMİ 4.0
b) Verimlilik ve Ücret Arasındaki Yeni İlişki: Thomas Kochan “bozulan sosyal anlaşma” tespitini yaparak, ABD’de verimlilik ile ücret artışı arasındaki doğru orantılı ilişkinin 1970’li yıllarda kırılmaya başladığını vurgular. Verimlilik artışı devam etmiş ve 1950’de 100 iken 2010’da 400 olmuş yani dört kat artmıştır. Fakat ücret artışları 1950’de 100 iken 1970’lerin sonunda 225’e yükselmiş, burada çakılıp kalmış ve 2010’da 200’e gerilemiştir. Ücret artışları 1970’lerin sonunda verimlilik artışından koparak gerilemeye başlamıştır. ABD’deki bu eğilim bütün kapitalist ülkeler için bazı zaman kaymaları ile geçerlidir. (8) Aynı zamanda sendikalar, liberalleşmeyle ve yıkıma uğrayarak iş gücü pazarında başarılı olamadılar ve %7-8 tortu işsizlik İsveç’te bile yeni normal oldu. (9) Verimlilik artışı ve ücret arasındaki ilişki uzaktan bakınca 19. ve 20. yüzyılda kapitalizmin “doğal” bir özelliğiymiş gibi görülür. Bunun böyle olmadığı aslında Marks’ın “Ücret, Fiyat, Kar” broşürünü yazdığından beri biliniyor. Ücret artışı daima verimlilik artışının arkasından ve sınıfın ekonomik mücadelesi ile gelmiştir. İşçi sınıfı mücadelesinin özgün bir dönemi olan 19. ve 20. yüzyılda süreç böyle yürümüştür. İşçi ayaklanmaları, devrimler ve özellikle Sovyetler Birliği’nin kurulması nedeniyle ücretler verimlilik artışını kovalayabilmiştir. Bu bağlantı 1970’lerin sonlarında kopmaya başlamıştır. Bunun tek nedeni sendikaların zayıflaması değildir. Aslında sendikaların zayıflaması bir sonuçtur. İki gelişmenin sonucudur. İnformatik çağı ile kapitalizmin yeni bir üretim biçimine geçişi bir nedendir. Öte yandan özellikle 1980’ler sonrası dünyada sosyalizmin gerilemeye başlaması ve 1990’da yıkılması ikinci önemli nedendir. Dolayısıyla verimlilik ve
ücret artışı arasındaki ilişkinin kopması dönemsel olmaktan çok yapısaldır. Yazının mantığı gereği bu kopmada sosyalizmin yıkılışının açık etkisinden çok kapitalizmdeki yapısal değişimin etkilerini irdelemeye çalışacağım. “Toplam ulusal gelirde emeğin payı düşüyor. 1947-2000 arası %64,3 iken 2010’da %57,8’e geriledi… Emeğin payı azalırken kapitalin payı otomatik olarak artmıyor. Ne sıradan emek ne de sıradan kapital değil, işçiler veya işverenler değil, fakat yeni düşünceler ve düşünceleriyle yenilikler yaratabilen insanlar, en nadir kaynak olacaklardır.” (10) Özellikle 1990’lı yıllardan beri meta içinde emeğin ve yatırımcının payı gerilerken dizayn yapanlar, mühendisler, stilistler, plancılar, stratejistler, mali uzmanlar ve yöneticilerin payı artmaktadır. Sıradan emekten ayrılan bu emek türü, yöneticiler bir kenara bırakılırsa, günümüzün “big data”dan yararlanmayı bilen bilgi işçileridir. Bu gelişme bir paradoksla birlikte yürür: “Üretkenlik artar, yeniliklerin seviyesi artar fakat aynı zamanda ortalama ücret azalır.” “Dördüncü Sanayi Devriminin şafağında olan şey, üretici çalışma ve gelirin yapısında topyekûn bir değişimdir. Bunun arkasındaki güçler: robotlaşma, informatik, yapay zeka, küresel rekabet nedeniyle maliyetlere aşırı odaklanma, artan bireyselliktir.” (11) Bilgi-hizmet kapitalizminde az sayıda bilgi işçisinin ücretinin arttığı biliniyor. Ancak bu sınıfın toplu pazarlığı ile değil, bireysel pazarlıklarla yürümektedir. Bu nedenle yaratıcı emeğin durumu çok kırılgandır. 19. ve 20. yüzyıldaki gibi arkasında güçlü bir sınıf örgütlenmesi yoktur. Sınıfın diğer geniş kesimi ise sürekli daha düşük ücretlere zorlanmaktadır. Sonuç olarak verimlilik artışına rağmen ortalama ücret sürekli aşağıya gitmektedir. Bu
20 SANAYİ DEVRİMİ 4.0
durum toplumsal üretimin 19. ve 20. yüzyıl kapitalizminde belli ölçüde homojen olmasına karşılık günümüz kapitalizminin ne ölçüde parçalanmış olduğunun da kanıtıdır. Üretimin yeni yapısı ve tekniği büyük işyerlerinin küçülmesini dayatıyor. Ayrıca taşeronlaşma yollarıyla işçi sınıfının gücü parçalanmaktadır. Böylece bireyselleşme yaygınlaşmakta, sınıfın kolektif davranış yeteceği zayıflamaktadır. Öte yandan, canlı emeğin sürekli ve artan hızda yeni tekniklerle tehdit altında olması en kalifiye bilgi işçisinin ücretini bile aşağıya çeken bir basınç yaratmaktadır. Bu gidişin en sağlam konumda görünen doktorları bile kaçınılmaz bir şekilde etkileyeceği öngörülüyor. Ücretleri baskı altında tutan diğer önemli faktör, “tortu işsizlik”in ya da fazla nüfusun gelgeç olmaktan çıkıp toplumsal bir katman haline gelmesiyle çalışanların bir işsizlik deniziyle her geçen gün daha fazla kuşatılmasıdır. Bütün bunların bileşik etkisiyle bilgihizmet kapitalizminde verimlilik artışı ile ücret artışı arasındaki bağ kopmuştur. Böylece çalışma ve gelir arasındaki olumlu bağ kapitalizmin yeni döneminde kopmakta olduğu için ücretli emeğin toplumsal yeri ve sınıf olarak varoluşu büyük bir anlam erozyonuna uğramaktadır. c) Üretim, Yaşam ve Zaman İlişkisindeki Değişim: 19. ve 20. yüzyılda bant sistemi egemen üretim biçimi olması nedeniyle iş gücü hemen hemen homojen bir yapıya sahipti. Günümüz kapitalizminde bu durum radikal bir şekilde parçalanmaktadır. Bu nedenle “4. sanayi devriminde işveren, işçi ve toplum arasındaki sosyal anlaşma (“social contract”) dramatik bir şekilde değişecektir.” (12) Bu değişim iki farklı yönde gelişmektedir. Bilgi işçileri için farklı, genellikle prekarya-güvencesiz geniş çalışan kitlesi
için çok farklı yönde değişmektedir. “Ronald Inglehart’ın araştırması (Michigan Üniversitesinde) değerlerde büyük bir dönüş gözledi-ekonomik gelişme konularından yaşam stili değerlerine, varoluştan kendini ifade etmeye bir dönüşüm…” gözlendi. Bu durum elbette “güvenli ekonomik seviyeye sahip olanlar arasında” geçerlidir. (13) Benzer tespitler günümüz için de yapılmaktadır. Dolayısıyla değerlerde dönüşüm sürekliliği olan ve derinleşen bir süreçtir. “Onlar yaşamak için çalışmıyorlar, onların işi onların yaşamları ve hobileridir ve bu nedenle iyi yaşam onların her gün rutin çalışmalarıyla ilişkilidir, emeklilikte ‘iyi yaşam’ onların stratejik hedefi değildir.” (14) 19. ve 20. yüzyıl kapitalizminde üretimde giderek artan iş bölümü ve tek düze bant sistemi egemen olduğundan işçi sınıfının geneli için değerlendirme yapmak mümkündü. 21. yy. kapitalizmi için artık bu mümkün değildir. Geçen dönemde işçi sınıf için iş ve yaşam çok ayrı hatta birbirini dışlayan kavramlardı. Fabrikada geçen süre işçi sınıfı için yaşamının dışında kalan, geçinmek için bir zorunluktu. Onun için yaşam fabrikadan veya iş yerinden çıktıktan sonra başlardı. Bugün sınıfın bir kesimi için iş ve yaşam birbirinin içine girmiştir. Çalışan işini iş dışında görünen zaman dilimine de taşır; ya da bireysel yaşamı aynı zamanda işini de kapsar. Bilgi, hizmet ve imalat sanayi iş kollarında çalışan iş gücünün bir bölümünde durum böyledir. Bilgi işçisi için durum çalışmanın doğası gereği böyledir. Hizmet sektöründe “yüz yüze” iş yapanlar için de iş ve yaşam alanları belli ölçüde iç içedir. İmalat sanayinde ise durum bant sisteminden teamwork’e geçince işçiden kaslarının dışında aynı zamanda düşüncesi de istenmektedir. Makinayla ilişkide daha yaratıcı olmak ve daha da ötesi üretim örgütlenmesinde bilgi ve ya-
Bilgi-hizmet kapitalizminde işçi sınıfının diğer ucu prekarya-“güvencesizler”dir. Günümüz kapitalizminde daha önceki yüz yılda kazanılmış, iş günü, ücret gibi sabitler değişmekte ve deforme olmaktadır. “Esnek çalışma” bu bozulmanın adıdır. genel nedenleridir. İşgücü de bir metadır, küreselleşme ile daha da yaygınlaşan nüfus göçü nedeniyle iş gücü sürekli baskı altındadır. “Manpower” işçi kiralama büroları bütün dünyada yaygınlaşmaktadır. İşçi kiralama büroları dün tarımda mevsimlik işçi kiralayan “çavuş”ların kentlerdeki karşılığıdır. Bu bürolarla kiralanan iş gücü bir dönem sahip olduğu sosyal haklara sahip değildir. Günümüzde niteliksiz emek güvencesiz yaşamın tam ortasındadır. Bant sistemi günlerinde iş gücü büyük oranda niteliksizleşmişti; buna karşılık uzun sınıf mücadelesi yıllarının ve üretim sisteminin sonucu olarak güçlü örgütlenmelere sahipti. Bu yapı 1970’lerin sonrasından itibaren erimeye başlamıştır. Günümüzde artık “esnek üretim” dönemin özelliği olarak yapısallaşmıştır. “Sonuç olarak, zamana bakış açısı uzun dönemli ve istikrarlı olmaktan kısa dönemli ve geçiciye doğru değişiyor. “Kişisel başarıya yol açan değişime isteklilik aynı zamanda sadakat, güven, bağlılık, başkaları için sorumluluk gibi değerlerin erozyona uğramasıyla da uyumludur.” (15) 1950’ler 60’lar Avrupa’sında bir fabrikadaki işçi ne zaman emekli olacağını, ne kadar gelirle yaşayacağını rahatlıkla öngörebilirdi. Günümüz kapitalizminde gelecek yıl ne olacağını kestirebilen işçi sayısı oldukça azdır. Sadece zaman kısa dönemli ve geçici hale gelmemiş bununla paralel olarak o günlerin değerleri de erimektedir. Genellikle işyerlerinde var olan güven, sadakat, bağlılık gibi değerler artık anlamını yitir-
21 SANAYİ DEVRİMİ 4.0
ratıcılıkla davranmak günümüz üretiminde ağırlık kazanan bir özelliktir. Sınıflar mücadelesi tarihinin gösterdiği gibi son üretim tekniğiyle yakın ilişkide olan, etkin üretim alanlarındaki işçiler daha bilinçli davranışlar göstermiştir. Günümüzde üretimle ilişkisi daha çok bilgi ve yaratıcılık üzerinden yürüyen, işi aynı zamanda yaşamını kapsayan ücretli emeğin, sermaye ile ilişkisinin farklı olacağı açıktır. Mücadelenin ücret alanı dışına çıkması büyük olasılıktır. Google çalışanları uluslararası bir davranışla iş yerinde kadına taciz konusunda eylem örgütleyebildiler. Mücadelenin daha farklı sosyal alanları kapsaması büyük olasılıktır. Hatta üretim organizasyonu konusunda yenilik getiren müdahalelerin olması işin yapısından dolayı kaçınılmaz görünüyor. Bilgi-hizmet kapitalizminde işçi sınıfının diğer ucu prekarya-“güvencesizler”dir. Günümüz kapitalizminde daha önceki yüz yılda kazanılmış, iş günü, ücret gibi sabitler değişmekte ve deforme olmaktadır. “Esnek çalışma” bu bozulmanın adıdır. Çalışma haftası, iş günü gibi sabit değerler artık hemen hemen yoktur. İşin yoğunluğuna göre çalışma veya boşa çıkma ve sabit iş anlaşması ile çalışmak yerine geçici kontratlarla çalışmanın en önemli sonucu toplu sözleşme düzeninin büyük bir erozyona uğramasıdır. Güvencesiz bir ortam bugünün kapitalizminin en ağır basan özelliğidir. Bu zehirli ortam sadece niteliksiz iş gücünü etkilemiyor, pek çok nitelikli iş gücü de aynı tehdit altındadır. Sürekli yenilenen üretim teknikleri, küreselleşme ile meta rekabetinin yoğunlaşması güvencesiz ortamın
22 SANAYİ DEVRİMİ 4.0
miştir. Geleceğin öngörülemediği, güvencesiz bir iş ve sosyal ortamda çalışmak ve yaşamak insanı önceki dönemlerden çok farklı şekillendirmektedir. Sınıfın bilgi işçiliği ucunda iş ve yaşam iç içe giriyor, hatta işleri onların yaşamları halini alıyor. Dünün kapitalizminde mesai veya vardiya bitiminde başlayan yaşam değil, işle birlikte kaynaşan bir yaşam artık insanları şekillendirmektedir. Öte yandan, sınıfın diğer ucunda güvencesiz, ekonomik olarak kötü bir ortam, geleceğin öngörülemediği bir zaman akışında çalışma eski anlamını yitirmektedir. 19. ve 20. yüzyılda kendini genellikle bir iş yerine ait olarak hisseden işçiler, günümüz kapitalizminde böyle bir algıdan yoksundurlar. Değerlerin böyle çözülmesi aynı zamanda çalışmanın anlamını değiştirmektedir. Bant sistemi günlerinde sıkıcı ve tek düze de olsa çalışma ve ücretin çok somut bir bağlantısı vardı. Üstelik sınıf mücadelesiyle bağlantılı olarak çalıştıkça ücretlerin artışı umudu birlikte büyürdü. Bugün güvencesizlerde çalışma ve ücret arasındaki bağ büyük ölçüde kopmuştur. Çalışma bu yönden anlamını yitirmektedir. Her şeyin gelgeç olduğu bir dünyada çalışmanın anlamı da silikleşmektedir. Güvencesiz iş dünyasında çalışma ve “geçim”in bağlantısı kopunca koşullar iş gücünü kölelik günlerine iterken, informatik çağının her yerde gezinen bilgisinin yardımıyla bu sürecin çok farklı yönlerden sorgulanması yönünde malzeme birikmektedir. Güvencesiz işçi yoksunluğun içindeyken öte yandan koşullarını tanıma ve bilinçlenme için eskiye oranla çok daha fazla imkana sahiptir.
Bazı Sonuçlar Sermaye ve ücretli emek arasındaki değişimlerin yarattığı bazı sonuçlara değinelim. Henüz başlangıç aşamasında olmalarına rağmen bu sonuçların gelgeç olmadığı söylenebilir. Nasıl derinleşeceği-
ni ise hem zaman hem de sınıf mücadelesi gösterecektir. 1-Emek değer yasasının sonuna mı gelindi? Bu görüş “otonomcular” olarak bilinen Hardt ve Negri’nin savunduğu bir tezdir. Onlara göre bu kanun “sönümlenme sürecindedir.” Elbette Hardt ve Negri bu düşüncede yalnız değillerdir. Özellikle yapay zeka tartışmalarıyla birlikte bu görüş yaygınlaşmaktadır. “Emeğe dayanan mülkiyet ve Marx’ın ‘katılaşmış emek’ kavramı zamanını doldurdu. Tokyo dışında bir fabrika 66 işçi (çalışan) ve 310 robotla her gün 300 Lexus üretiyor.” (16) Buradan emekle ilgili bazı sonuçlar çıkartılıyor. Üretimde bilgi ve bilgi işçiliğinin artmasından çıkartılan sonuçlar ilginçtir. İlk göze batan üretim sürecindeki doğrudan emek artık sırf denetleyici hale gelmiştir. Bu durum emek değer yasasını aşındıran bir rol oynamaktadır. İkincisi, doğrudan üretim robotlara kalınca emek değer yasasından “bilgi-değer yasasına” geçişin olduğu ileri sürülmektedir. Üretimde kas hareketlerinin payının azalması açık bir gerçekliktir. Fakat buradan emek değer yasasının ortadan kalkması sonucu çıkartılamaz. Öte yandan üretimde bilgi kullanmanın payının artmasından yeni bir yasaya-“bilgi-emek yasası”na geçiş sonucunu çıkartmak bilginin de emek olduğunu unutmakla mümkündür. Üretimde bilginin payının artışından bir diğer hatalı sonuç daha çıkartılmaktadır. Bilginin veya yaratıcı emeğin sermaye ile ilişkisinin Fordizm dönemdeki emeğin ilişkisinden farklı olduğu ortadadır. Ancak buradan da yaratıcı emeğin sermaye karşısında “özerkliği” sonucuna varmak başka bir yanılgıdır. Bu nitelikli emeğin sermaye ile ilişkisinin bant işçisinin ilişkisinden farklı olacağı açık olsa da buradan sermayeye karşı özerklik sonucu çıkartılamaz. “Big data” kendisi ne kadar büyüle-
yici görünse de onun günümüzde hala bir “sahibi” vardır. Bilgi işçisinin “yeteneğinin beyninde olması”, onun bir kapitaliste ait olmamasından hareketle “özerklik” sonucuna varmak mümkün değildir. Böyle bir değerlendirme makina kırıcıların günlerini hatırlatıyor. O zamanlarda zanaatkarların yetenekleri ellerinde ve beyinlerindeydi; makinalar geliştikçe yeteneklerini makinalara kaptırdılar. Bugün bilgi işçisi iki yönden tehdit altındadır. Yeteneği kendi mülkü olsa da onun gerçekleşmesi için üretim sisteminin içinde yer alması gerekir. Üretim sistemi ise hala sermayenin elindedir. Aynı zamanda yapay zeka insanın düşünme ve bilgi üretme yeteneği üzerinde gittikçe artan bir baskı yapmaktadır. Emek değer yasasının kalkması için emeğin pazarda satılan bir meta olmaktan çıkması gerekir. Dolayısıyla onu satın alacak sermayenin, aynı zamanda bütün bunların yaşam bulacağı pazarın da ortadan kalkması gerekir. Artı değer üretemeyen sermaye erimeye mahkumdur. Robotlar artı değer üretmez. Ancak bu kadar söylendiğinde sermayenin robotlara karşı olması gerektiği gibi bir sonuç ortaya çıkabilir. Üretimde ortalama emek miktarı üzerinden değer yasasının işlediği unutulursa “fazla işçi çalıştıran daha fazla artı
değer üretir” gibi ilkel bir sonuca varılır. Ortalama emek miktarı ise pazarda rekabetle oluşur. Metada ortalama emek miktarını aşağıya çekebilen kapitalist pazarda rekabet şansını arttırır, dolayısıyla artı değeri gerçekleştirme şansını arttırmış olur. Tokyo’daki Lexus araba fabrikasında neden “emeğe dayanan mülkiyet” ve “katılaşmış emek kavramlarının zamanı dolmuş” olsun? Evet robotların sayısı işçilerden çoktur. Ancak robotları denetleyen, programlarını yenileyen bilgi işçileri olmazsa o çok marifetli makinalar işlemezler. Bilgi çağında emek değer yasasına ne oluyor? Hiçbir şey değişmiyor mu? Yasa üretimdeki gelişmelere göre iki yönde sanki deforme olmaktadır. Birisi günümüz üretiminin çekirdeği olan bilgi yoğunlaşmasının olduğu alandır. Burada insan iş gücünün yerini robotlar ve yapay zeka almaktadır. Meta üretiminden meta yaratımına geçilen bu alanda sürekli yeni ürün yaratılması için yaratıcı emeğin rolü artmakta, fakat aynı zamanda metanın somut üretiminde ise robotların alanı genişlemektedir. Bu durum yüksek teknikli her üretim alanında böyle değildir. Bilgisayar, cep telefonu gibi üretim alanlarında robotlardan çok insan iş gücüne gerek vardır. Üretimin niteliği bunu dayatmaktadır. Robot ya da insan bu alanın temel özelliği
24 SANAYİ DEVRİMİ 4.0
metada yaratıcı ve yüksek nitelikli emeğin rolünün sürekli artmasıdır. Bu emek türü söylendiği gibi sermaye karşısında bir “özerklik” kazanmaz ama bir ayrıcalık kazanmaktadır. Fakat sürekli yaratıcı olmakla karşı kaşıya olan bu iş gücünün işi ve yaşamı iç içedir. Aynı zamanda günümüzdeki yeni bir iş hastalığı ile-burnout-karşı karşıyadırlar. İmtiyazları tek yanlı değildir, kullandıkları beyinlerini “yakmak” riski altındadırlar. Bu iş gücü ortalama emek üretkenliğinin sürekli üst sınırlarını zorlamakla karşı karşıyadır. Bu özelliklerinden dolayı emek ve ücret bağlantısı ortalamanın çok üstündedir. Diğer yön niteliksiz, kafa emeğinden çok kas emeğinin kullanıldığı ve günümüz kapitalizminde güvencesiz iş koşullarının bulunduğu alandır. İşçi sınıfının bu kesimi dünya düşünülürse okyanuslar kadar geniştir. Gelgeç işlerde çalıştıkları için, iç ya da dış iş gücü göçünün baskısı altındadırlar. Önceki yüzyıldaki gibi çalışma yılları ile artık “kıdem” almazlar. Sürekli işsizlik sınırında yaşarlar. “Çalışan yoksullar” kavramı günümüz kapitalizminin bu insanlar için yarattığı bir kavramdır. Ücretleri kıdemleri, çalışma saatlerinin fazlalığıyla doğru orantılı değildir. Esnek çalışma adı altında sürekli işsizlik uçurumunun kenarında çalışmak zorundadırlar. Dünya istatistiklerinde adları günde “bir doların altında kazananlar” olarak geçer. Bu kitle aslında güvencesizlerin en dip katmanıdır. Güvencesiz işçiler daha yaygın bir kitledir. Sınıfın bu kesiminde iş ve ücret bağı sürekli ücret aleyhine gelişmektedir. Bir bakıma toplam artı değer üretiminden prekaryanın aldığı pay azalmaktadır. Günümüz kapitalizminin yarattığı örgütsüzlük, niteliksiz iş gücünün artı değerden aldığı payı aşağıya çekmektedir. Öte yandan yaratıcı emek günümüz üretim sisteminin özelliklerinden dolayı imtiyazlı konumuyla artı değerden aldığı
payı arttırmaktadır. Emek değer yasasının zamanını doldurması gibi bir durum yoktur; meta yaratımının temel aktörü konumundaki yaratıcı emeğin üretimdeki yerinden dolayı imtiyazlı bir konumda olması günümüz gerçekliğidir. 2-Sürekli yenilenen teknik ve ortaya çıkan fazla nüfus: Dördüncü sanayi devrimi ile ilgili hemen her tartışmada makinaların her geçen gün insanların yerini almasının kaçınılmaz olduğu üzerine değerlendirmeler yapılır. Bu sorunun uzak bir gelecekte olmayacağı, yakın bir dönemin sorunu olduğu artık kabul görüyor. Üçüncü dünya ülkelerinde zaten aktüel bir sorundur. Çok yakıcı bir sorundur. Sadece bu ülkeler için değil gelişmiş batı ülkeleri için de giderek acil bir sorun haline gelmektedir. Gelişmiş ülkeler “temel gelir garantisi”ni tartışmaktadır. Hatta bu konunun yeni olmadığı 1973’lerde muhafazakâr politikacı Friedrich Hayek tarafından savunulduğu belirtiliyor. (17) “Kanada, Finlandiya ve Hollanda gibi ülkelerde küçük çaplı deneniyor ve planlanıyor.” (18) Bu konuda harekete geçirici etki süreklileşen işsizliğin yaratacağı ekonomik ve toplumsal zararlardır. Bu gelirin kaynağı, olası yararları ve zararları doğal olarak henüz bir sonuca varmamış tartışmalar seviyesindedir. Ancak kesin olan bir nokta vardır, yapılan tartışmalar konuya kapitalizmin içinden bakıyor. Makinalar kaçınılmaz bir şekilde insanların bir kesimini üretim alanından dışlayacaktır; buna çözüm bulunamayacaksa “temel gelir” tek çözümdür. Kapitalizmin sınırları dışına çıkılınca çok başka çözümlerin bulunabileceği açıktır. Kapitalizm temel gelir ile insanın kendini yaşatma ve gerçekleştirmesinin tek yolunun temel tüketim mallarına erişmesi olarak görüyor. Böyle bir varsayımın kapitalizm için yeterli ve doğru olmasında
3-Yeni sınıfsal şekillenme: Günümüz kapitalizminde iki gelişim içiçe yaşanıyor. Bir yandan ücretli çalışan sayısı artıyor; öte yandan ücretliler arasında katmanlar çoğalıyor. Tekrara kaçma pahasına iki kutbu vurgulamak gerekir. Bir yanda bilgi işçileri öte yanda prekarya, günümüz sınıf yapısının iki temel yapı taşıdır. İçerik aynı olsa da daha farklı sınıflandırmalar da yapılmaktadır. En üstte “%1’lik süper sermaye sahipleri”, sonra “ücretli elit” (bilgi işçilerinden yöneticilere kadar uzanan kesim), prekarya, çalışan yoksullar ve sosyal yardım ya da temel gelir alanlar. (19) Bu dizin bir gerçekliktir. Egemenleri bir kenara bırakıp “ücretliler”i ele alırsak onlar arasındaki tabakalaşmanın günümüz kapitalizminde çok çeşitlendiği görülebilir. Bir yanda bilgiyle ve üretim organizasyonu açısından nitelik kazanan iş gücü, öte yandan niteliksiz ve güvencesiz prekarya, sınıfın davranışına çok farklı özellikler katacaktır. Yazar Occupy Wallstreet, Öfkeliler, Arap isyanları, Gezi isyanı gibi hareketleri saydıktan sonra şu tespiti yapıyor: “Bütün bunlar yaratıcı sınıfta nihayet Marx’ın sınıf bilinci dediği şeyin gelişmesinin; kendisi için sınıf olma dinamik sorununun daha çok akademik olan kendinde sınıf sorununun yerini almakta olduğunun işaretleridir.” (20) Bütün bunlar yeni tarz bir sınıf mücadelesinin işaretleridir. Ancak bundan ötesiyle ilgili değerlendirme yapmak için çok erkendir.
SONUÇ Sermaye ve ücretli emek ilişkisi açısından günümüzün temel özelliği 19. ve 20. yüzyılda şekillenen yapının bütünüyle bozulmuş, ilişkinin yeniden kurulma sürecine girmiş olmasıdır. Bu yolda en belirleyici manivela insan makina (bilimden üretim tekniğine kadar her şey)
25 SANAYİ DEVRİMİ 4.0
yadırganacak bir yan yoktur. Ancak “fazla nüfus” sorununa bir çözüm olması mümkün değildir. 1960’lı yıllardaki Alman çalışma bakanının gelen Türk işçileri için “biz iş gücü istedik, ama insanlar geldi” açıklaması hatırlanmalıdır. Tüketim toplumunun bir alın yazısı olduğu mantığından bakmak, mevcut iş günü çerçevesi dışından bakarak çalışmanın çok daha az saatlerde olması mümkündür. Ancak bu durumda sermaye sahibi daha fazla insanla muhatap olacaktır. Robot köleler varken insanla uğraşmanın ne gereği vardır! “Temel gelir” kapitalizmin meta döngüsünün tamamlanması açısından bir çözüm olabilir, ancak insan açısından kesinlikle bir çözüm olmayacağı açıktır. İşgücü ile makinaları karşı karşıya getiren kapitalizmdir. Teknik yenilenmenin kapitalizmde temel hedefi sermaye birikimini arttırmaktır. Kapitalizm artı değer sömürüsü üzerine dayandığı için teknik ve insanı birbirinin karşıtı olarak konumlandırmak zorundadır. Üretim araçlarının özel mülkiyetinin kalktığı bir toplumda ancak teknik ve insan karşı karşıya gelmez, makina insan emeğinin uzantısı haline gelir. Robotlara karşı “temel gelir” kapitalizmin yarattığı toplumsal çürümenin üstünün geçici bir süre örtülmesi anlamına da gelir. İnsan tüketim yapan bir nesne değil, moral dünyasıyla birlikte kendini gerçekleştirmek isteyen bir varlıktır. Temel gelir ve fazla nüfus gerçekliği aslında kapitalizmin keskin bir tıkanma noktasına geldiğini kanıtlıyor. Üretim araçlarının, yani bugünkü adıyla bilim ve tekniğin özel mülkiyetine sahip bir avuç sermaye sahibi, insanlığın diğer kesimini sadece makinaların uzantısı haline getirmekle aslında onları bir anlamda yok oluşa sürüklemektedir. Dolayısıyla artık kapitalizme karşı mücadele aynı zamanda insanın varoluşu için mücadeledir.
26 SANAYİ DEVRİMİ 4.0
ilişkisinin yeniden belirleniyor olmasıdır. Fordizm’de üretim bandının ya da makinanın bir uzantısı haline gelen işçi, günümüzde tersi yönde bir ilişkinin kurulması mücadelesi içindedir. Ya da böyle bir mücadelenin filizlerini yakalayıp yükseltme adımlarını atmakla yüz yüzedir. Bilgi tekeli üzerinden mülkiyet sorunu, doğanın tahribi üzerinden tüketim çılgınlığı sorunu gündelik mücadelenin içinde aktığı bir ortamdır. Bu hava kesif bir şekilde solunuyor. Öte yandan hem robotlar ve yapay zekanın insanı ele geçirmesi sorunu üzerinden; hem de insanın üretim ortamının dışına itilmesi ya da güvencesiz iş koşullarıyla çalışmanın sosyal anlamını yitirmesi yönünden insanlığın bir toplumsal çürümeyle karşı karşıya olması gerçekliği üzerinden kapitalizmin varoluşu tartışılıyor. Buharlaşmış gibi görünen sınıf mücadelesi bu gerçekler üzerinden günümüzde yeniden şekillenme sürecindedir.
KAYNAK (1) Ross, Alec; “TheIndustries of theFuture”, 2016, (s.39) (2) Fuchs, Christian; “DigitalLaborandImperialism” (3) Ross, Alec; a.y. (s.13) (4) Rifkin, Jeremy; “The Zero MarginalCostSociety”; 2014; (s.64) (5) Johannessen, Jon-Arild; “TheWorkPlace of theFuture”; 2019, (s.29) (6) Johannessen, Jon-Arild; a.y. (s.33) (7) Ross, Alec; a.y. (s.16-32) (8) Aktr. Kochan, Thomas; “İnternationalLaborRelationsReview”, vol.66, 2013 (9) Streeck,Wolfgang; “How WillCapitalismEnd?”, New LeftReview, Mai-June 2014 (10) Brynjolfsson, Erik; McAfee, Andrew; “New World OrderLabor, Capitalandİdeas in thePowerLawEconomy”, ForeignAffairsJulyAugust 2014, (s.49) (11) Johannessen, Jon-Arild; a.y. (s.3) (12) Johannessen, Jon-Arild, a.y. (s.64) (13) Florida, Richard; The Rise of The Creative Class, 2011, (s.60) (14) Johannessen, Jon-Arild, a.y. 2019, (s.61) (15) a.y. (s.80) (16) Gates,Jeff; TheOwnership Solution, 1998 (17) Ford, Martin; The Rise of theRobots; 2016, (s.256) (18) Tegmark, Max; Life 3.0., 2017, (s.127) (19) Johannessen, Jon-Arild; (s.35) (20) Florida, Richard; The Rise of The Creative Class; 2011, (s.399)
KRİZLER VE SINIF MÜCADELESİ M. Sinan MERT
büyük çabasıdır. Neoliberalizmin bir toplum mühendisliği olarak en önemli işlevi de sınıf ve hatta toplum kavramlarını tedavülden kaldırma noktasında geliştirdiği saldırıya kazandırdığı momentumdur. Neoliberalizm, sınıfı çözme, eritme, görünmez kılma, tarihi ve toplumu bireyselliklere dönüştürme girişimidir. Bunu yaşamın tüm alanlarını ekonominin kazanma/kaybetme ilkesine göre yeniden tanzim ederek yapar. Kişinin kendisini, ilişkilerini de bir sermaye biçimi olarak algılamasını sağlamaya çalışır. Yaşanan yenilgiler, toplumsal adaletsizliğin değil kişisel sermayelerin yetersizliğinin bir ürünüdür artık. Her birey kendisini borsada fiyatlanan bir gayrimenkul olarak algılamaya zorlanır. “Her şey sermaye olduğunda, emek hem kategori olarak hem de kolektif biçimiyle, yani sınıf olarak kaybolur; yabancılaşmanın, sömürünün ve emekçiler arası birliğin analitik zeminini de beraberinde götürür” (Brown, 2017: 46) 1970’lerden 2008 krizine kadar bu konuda belli bir mesafenin kaydedilebildiği ise açıktır. Ancak 2008 krizinin yarattığı ve hala ortadan kaldırılamayan, giderek kalıcılaşan alt-üst oluş hali söz konusu mesafenin geriye doğru kat edilmeye başlandığının emarelerini ortaya çıkarıyor. Krizin giderek süreğenlik kazanması toplumların bağrındaki çelişkileri daha fazla görünür hale getiriyor, geleceksizleştirmenin mağdur ettiği kesimler mücadele etmeye başladıkça sınıflar yeniden görünürlük kazanıyor. Fakat yaşanan dönemin yarattığı tah-
27 KRİZLER VE SINIF MÜCADELESİ
İnsanlık tarihinin en önemli politik metinlerinden biri olan Komünist Manifesto, yaşamı tüm toplumların tarihini sınıf savaşımları tarihi olarak betimleyerek söze başlar. Burjuva çağının ayırt edici özelliği olarak ise sınıf karşıtlıklarının yalınlaştırılmasını vurgular. “Bütün bir toplum, iki büyük karşıt cepheye, birbiriyle dolaysızca karşı karşıya gelen iki büyük sınıfa, burjuvazi ile proletaryaya her geçen gün daha fazla bölünmektedir.” (Marx, 50: 2008) Sınıf kavramı, egemen sınıfların “aynı gemide olmayı” bir doğal halin sonucu olarak kavramamızı arzu eden mitsel organik toplum anlatısının anti tezidir. Millet ve ümmet kavramları, devletlerin varlığı olmaksızın bir arada duramayacak içsel çelişkilerle muzdarip modern toplumları ulus devlet ekseninde “çıkarları ortak bir bütün olarak” inşa etmenin kavramsal araçları olarak işlev görürken sınıf, gerçek anlamıyla bunların panzehiridir. Çıkarları ortak olan bütün anlatısını boşa düşürür, modern toplumların giderek şiddetlenen içsel çelişkilerini görünür kılar. Modern toplumun merkezinde yer alan iç çatışmanın tarifinin yapılabilmesi sınıf kavramına başvurmaksızın imkânsızdır. Sınıfsal ayrışma esas olarak sömürünün bir tezahürüdür, sömürü ise toplumların odağındaki en büyük günahtır. “Sınıf aslen sömürünün toplumsal yapıda bir yansıma biçimidir.” (Callinicos, 1998: 69) Bu günahın görünmez kılınması ise egemen sınıf ideolojisinin en temel amacıdır. Sınıfı ve çelişkiyi görünmez kılmak, temel çıkarı bu günahı sürdürmek olanların en
28
Bu yazının ana derdi siyasi olanın sınıfsızlaşmasının sebeplerini anlamaya çalışmak ve sınıfı yeniden sosyalist projenin merkezine etkin bir biçimde taşımanın yollarını tartışmaktır. Böylesi bir amaca tek bir yazı ile ulaşabilmenin imkânsız olduğu yeterince açıktır. Meselenin görünürlüğünü arttırmak ve farkındalık yaratmak şimdilik yeterli olacaktır.
KRİZLER VE SINIF MÜCADELESİ
ribatların geniş bir alana yayılmış olduğu da bir gerçektir. Bu tahribatlardan en dikkat çekici olanı ise sınıf kavramının politik olanın kavranılmasındaki etkisinin giderek azalmış olmasıdır. “… sınıf mücadelesi, en azından “kapitalist” ülkelerde ya onu övenlerin toplumsal olanın karmaşıklığı üzerindeki etkileri giderek azalır gibi olduğu için ya da -ki bu ikisi de bir arada gider- bizzat sınıflar, çoğunluğun pratiğinde ve siyasetin en çarpıcı biçimlenmelerinde görünür kimliklerini kaybettikleri için sahneden çekilmiştir.” (Balibar,2000: 197) Toplumsal olayların anlaşılması ve açıklanmasında “sınıf ”ın temel bir kavram, vazgeçilmez bir öğe olarak kullanımı azalmıştır. Politik olguların anlaşılmasında demokrasi, popülizm, diktatörlük, otoriterizm, yeni toplumsal hareketler kavramları bol miktarda kullanılırken bunların sınıfsal olgularla bağının kurulması için özel bir çaba içine girilmemektedir. Politik sonuçların ortaya çıkmasında sınıfsal mücadelelerin rolü görünmez hale gelmiştir. Bu durumun akademi odaklı “solcu” siyaset bilimi açısından olduğu kadar sosyalist politik örgütlerin ideolojik ve teorik üretimi açısından da giderek doğruluk kazanması ise hiç kuşku yok ki son derece şaşırtıcıdır. Bu sonucu, neo-liberal hegemonyadan ve sosyalist hareketin krizinden ayrı olarak düşünemeyiz. 2008 küresel krizinden bu yana sınıfın, devrimci ideolojilerin yeniden merkezine taşınamamasını nasıl açıkla-
yabiliriz? Fraser’ın söylediği gibi bunun sebebi “zamanımıza uygun kapitalizm ve kapitalist kriz kavrayışlarından yoksun” olmamız mıdır? (2014: 56) 20. yüzyılın kaderinde büyük rol oynayan işçi sınıfları, böylesi bir rolü bir daha oynayabilecekler mi? Sınıfın politik kapasitesindeki bu azalmayı açıklamak için daha ziyade yapısal, sosyolojik faktörleri mi yoksa kültürel, ideolojik etkenleri mi öncelikle hesaba katmalıyız? İşçi sınıfı kendisinden beklenen devrimci rolü sürekli oynayabilir mi yoksa bunu sadece büyük toplumsal altüst oluşların yaşandığı belli momentlerde mi gerçekleştirebilir? Bu yazının ana derdi siyasi olanın sınıfsızlaşmasının sebeplerini anlamaya çalışmak ve sınıfı yeniden sosyalist projenin merkezine etkin bir biçimde taşımanın yollarını tartışmaktır. Böylesi bir amaca tek bir yazı ile ulaşabilmenin imkânsız olduğu yeterince açıktır. Meselenin görünürlüğünü arttırmak ve farkındalık yaratmak şimdilik yeterli olacaktır. Bu çaba, bilinçlerdeki sınıfsızlaşmanın maddi ve ideolojik koşullarının tartışılması ile başlayacak ve orta sınıf kavramının analizi ile devam edecektir. İşçi sınıfını atalete iten orta sınıflaşma sürecinin 2008 sonrasında tersine dönmeye başlamasının yarattığı sonuçlar ele alınacak, kriz sonrası gelişen toplumsal hareketlerde orta sınıflar ve işçi sınıfı arasındaki ilişkilerin yarattığı önemli politik sonuçlar ele alınacaktır. Son olarak da sınıfın ve sömürünün politikanın merkezinde kendisine yer açabilmesinin
Sınıfsızlaşma Sürecinin Dinamikleri Siyasetin sınıfsızlaşmasında, sınıfı diğer ezilme biçimlerinden herhangi biri olarak resmeden post-Marksizm’in çok önemli bir rol oynadığının altı çizilmelidir. Post-Marksizm’in en olgunlaşmış temsilcileri olarak görebileceğimiz Laclau-Mouffe, ekonomik indirgemecilik eleştirilerini derinleştirerek toplumsal olanı anlayabilmemiz açısından temel öneme, ayrıcalıklı bir konuma sahip toplumsal karşıtlıkların var olduğu anlayışını terk etmemiz gerektiğini açıkça vazettiler. Bu anlayışa göre sınıfsal çıkarlar, söylem yoluyla kurulmadığı sürece önsel olarak mevcut bile değildir. Kapitalist toplumsal düzenin dayandığı özgül ilişki sermaye ile emek arasındaki sömürü ilişkisi değildir. Sınıfsal çelişki, toplumu saran çoklu çelişkiler yumağının bir parçasıdır ve onun
temeli değildir (Wood, 2011). Bugün güncel sosyalist politik mücadeleyi yürütenler post-Marksist olduklarını ısrarlı bir biçimde reddedeceklerdir, fakat sınıfsal çelişkinin diğer çelişkilerden sadece bir tanesi olduğu düşüncesi sanıldığının aksine birçok politik unsurun zihninde kök salmış bir haldedir. “Yeni toplumsal hareketler”in politize ettiği gençler sosyalizm kavramında bir demodelik olduğunu düşünmektedirler. Oysa sosyalist olmak sınıfsal çelişkinin diğer çelişkilerin üzerinde, onları üst belirleyen bir konumda olmasını gerektirir, herhangi bir kimliğin diğerine dair önceliğinin olmadığı bir görüş saygındır ama sosyalist değildir. Sosyalistler çokluğu kabul eder, bütün mücadelelerle etkileşim içindedirler ancak diğer çelişkilerin tetiklediği hareketlere sınıfsal çelişkiyi merkeze alarak yaklaşırlar. Diğer hareketlerle sınıf hareketini büyütecek yönde ilişkilenmeye çalışırlar. Sınıfsal çelişkinin diğer bütün çelişkilerin üst belirleyeni olduğu, diğer çelişkilerin ancak üretim ilişkileri ile uyumlaşabildiği oranda ayakta kalabileceği kabulü rafa kaldırılmışsa artık sosyalist bir konumdan bahsedebilme olanağı da ortadan kalkar. “Tahakküm merkezli sınıf kavrayışları toplumu anlama konusunda çoklu baskı biçimleri yaklaşımına doğru sessizce meyletmektedir. Bu görüşe göre toplumlar, her biri farklı bir hâkimiyet biçimine dayanan (toplumsal cinsiyet, ırk, ulus, ekonomik) ve bu biçimlerden hiçbirinin açıklayıcı üstünlüğünün olmadığı çoğulcu baskılar ile karakterize edilir. Bu durumda sınıf, birçok baskıdan sadece bir tanesidir ve sınıfın toplumsal ve tarihsel analizler için özel bir merkeziliği bulunmaz. Sınıfın belirli bir toplum içerisinde ne kadar önemli olduğu sorusu, tarihsel olarak olumsal bir sorudur.” (Wright, 2017:16) Çok yakında yitirdiğimiz ve sınıf konusundaki çalışmalarıyla saygıyı fazlasıyla hak eden E.O. Wright tahakküm yapılarını esas alan
29 KRİZLER VE SINIF MÜCADELESİ
devrimci bir anti-kapitalist programın inşasına, güçlü bir politik irade ile dövüştürülmesine ve popülarize edilmesine bağlı olduğu iddia edilecektir. Böylesi bir programın yokluğunda işçi sınıfının farklı öbeklerinin yürüttüğü ekonomik temelli mücadelelerin sınıfı, toplumun geleceğini inşa etmede kendi adına davranabilen bir aktör olarak inşa etme rolünü oynamakta yetersiz kalmaya devam edeceğinin altı çizilecektir. Servetin ve toplumsal zenginliğin, güvencenin ve onurun adaletli bir biçimde yeniden dağıtımını hedefleyen güçlü ve popüler bir programa sahip değilsek mücadelelerimiz somut bir birikim yaratmadan havalara savrulmaya devam edecektir. Toplumsal zenginliğin yeniden dağıtımını merkezine almayan bir demokrasi mücadelesi, bu koşullarda demokratik sonuçlar yaratma yeteneğini kaybetmiştir. Demokrasi gerçek temeller üzerinde yoksullar tarafından inşa edilecek ya da geçmişe dair hoş bir seda olarak kalacaktır.
30 KRİZLER VE SINIF MÜCADELESİ
önceki sınıf analizini bu gerekçeyle revize eder. Wright’ın özeleştirisinin temeli, Marksizm’in alâmetifarikası olarak da görebileceğimiz tahakkümün sömürüden kaynaklandığı açıklamasıdır. Sömürünün temel olduğu varsayımı terk edildiğinde, Foucault’da olduğu gibi Nietzcheci güç istenci teması kaçınılmaz olarak önce çıkar, iktidar salt yarattığı tatmin duygusu açısından talep edilen bir hastalık haline gelir. Bu eleştiriyi de yine kaçınılmaz olarak her türlü iktidara düşmanlaşma liberal tutumu takip edecektir, oysa sömürüyü ortadan kaldırmak için de iktidara ihtiyaç vardır. İktidarın sosyalleşmiş biçimlerinin 20. yüzyıl sosyalizmi tarafından kimi kısa kesitler hariç, istikrarlı bir biçimde ortaya çıkarılamamış olması bu gerçeği ortadan kaldırmıyor. Ancak tahakküm ile sömürü arasındaki ilişki rafa kalkınca, kendisinden kaynaklanan iktidar ile mücadele tek amaç haline gelir. Sömürünün tahakkümün temeli olarak anlaşılmaması, siyaseti toplumsal temellerinden kopartır, tarihin ve politikanın herhangi bir toplumsal
koşula dayanmayacak biçimde rastlantısallaştırılması, “indirgenemez, sadece kendisi ile açıklanabilen” bir olumsallık varsayımı da bu durumun ortaya çıkartacağı sorunlardandır. Laclau ve Mouffe için sosyali boydan boya kesen çoklu çelişkilerin nasıl eklemleneceği ve politik söyleme dönüşeceği tamamen olumsaldır, politik öznenin çelişkilerle kurduğu etkileşime bağlıdır. Siyasi kertenin aşırı öne çıkması, siyasetin sınıf ilişkilerinden özerkmişçesine bir görünüm alması sömürünün tahakkümü açıkladığı düşüncesini zayıflatıyor. Sosyalist düşünceden ziyade anarşizmi güçlendiriyor. Mücadele edenlerin kurtuluş teolojisinde eşitlikçi öğelerin yerini özgürlükçü temalara neredeyse tamamen terk etmesi ise hareketleri alt sınıflardan uzaklaştırıyor, mücadele edenlerin ise özgürleşme yanılsaması ile egemen sınıfların çeşitli fraksiyonlarıyla rahatlıkla iş birliği geliştirebilmesini mümkün kılıyor. (Fraser, 2017:61) Sömürünün kıyıya itilmesi hem sınıfların nesnel çıkarlara sahip oldukları
yegâne güç olarak tahkim etmesinin koşulları da bu süreçte gelişmektedir. Post-Marksistler kadar olmasa da sınıfın içinden geçtiği yapısal dönüşümleri asla gerçekçi bir zeminde tartışma mitsel bir öğe olarak kavrayan anlatının da sınıfsızlaşmış bilincin yaratılmasında önemli bir rolünün bulunduğunun altı çizilmelidir. Bu bakış açısına göre sınıflar konusunda Marx’ın değerlendirmelerini güncellememizi gerektirecek hiçbir husus yoktur zaten olması da mümkün değildir. “Dolayısıyla prekarya teorisyenlerinin iddia ettiği üzere güvenceli sendikalı vatandaşlık hakkıyla sosyal devletten faydalanan bir proleter tasviri Marksizm’in temel kaynaklarında mevcut değildir.” (Pelek, 2019:121). Marksizm’in temel kaynaklarında olmamak, gözümüzün önündeki bir gerçeğin aslında olmaması gerektiğinin gerekçesi olabilir mi? Marks’ın “sosyal devletten faydalanan bir işçiyi” tasvir edebilmesi mümkün müdür? Ancak Lenin’in 2. Enternasyonal’in içten çürümesini işçi aristokrasisi ile açıklaması aslında “Marksizm’in temel kaynakları” konusunda söylenenleri de yanlışlamıyor mu? Ya da Engels’in “İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu” eserinin önsözünde İngiliz sendikalarını “işçi sınıfı içindeki aristokrasi” olarak nitelemesi ihmal edilebilir mi? (Hobsbawm, 2012) Yazar, prekarya kavramına şiddetle itiraz etmektedir çünkü bu kavram, birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde “sınıf içi suni bir bölünmeyle maluldür”. Sınıflar fraksiyonları zihinlerde yaratılan vehimler değil, somut olgulardır, varlıklarının teklik görüntüsünü bozması yokluklarının delili olamaz. Sınıflar maddi varoluşları itibariyle yekpare değildirler ancak inşa ettikleri siyasi hegemonya ile kendi içlerindeki çatlakları aşabilir ve görünmez hale getirebilirler. Ancak bu ayrımların politik kurucu aktör tarafından görülmemesi, hegemonyanın inşasında gerek
31 KRİZLER VE SINIF MÜCADELESİ
iddialarının altını oymakta hem de Marksistlerin sosyal teoride sınıfa atfettikleri merkeziliği tedricen yıkıma uğratmaktadır. Son dönemin gözde konularından popülizm tartışmalarında da benzer bir “siyasetin sınıfsızlaştırılması” yaklaşımı açıklayıcı çerçeve olarak kullanılmaktadır. “Popülist momenti” yaratan esas olarak işçi sınıflarının düzenin merkez siyasetlerinden kopuşmasıdır, egemen sınıfların birincil politik partilerinin rıza üretme kapasitelerini bütünüyle kaybetmeleridir. Neoliberalizmin yarattığı tahribata karşı prekarya haline dönüşen işçi sınıfının güvence arayışıdır, Polanyici çifte hareketin ikinci fazının, piyasaların toplumsal olana yabancılaşmasının ortadan kaldırılması arzusunun bir sonucudur. Bu tarz gelişmelerden azade olarak görülen Almanya’da bile Merkel’in yaşadığı yenilgiler sürecin boyutlarını sergilemesi açısından önemlidir. Yine Fransa’da Macron’un oldukça kısa bir sürede selefi Hollande’dan beter duruma düşmesi de düzen siyasetinin eriyişinin bir başka işaretidir. Kimi liberal sol çevre tarafından ilk aşamada “ırkçı ve yabancı düşmanı” olarak lanse etmeye çalışılan Sarı Yeleklilerin yarattığı etki dikkat çekicidir. Alt orta sınıfların yaşam koşullarının giderek sürdürülemez hale gelmesinin ve prekaryalaşmış işçi sınıfıyla alt orta sınıfların ve güvenceli işçilerin yakınlaşmasının ve ortak hareket etmesinin bir örneği olarak değerlendirilmelidir. Popülizm tartışmasının önemli boyutu hem sınıfın kendisini yeniden siyasetin odak noktasına taşımasına hem de bu gerçekleşirken çoğu noktada bu hareketlenmeyi kapsayabilecek bir devrimci öznenin yokluğuna işaret etmesidir. Sermaye çevreleri popülizm kavramını işçilerin anti-kapitalist tepkilerini itibarsızlaştırmak için kullanmaktadır fakat bizim dumana değil de ateşin kendisine yoğunlaşmamız gerekiyor. Anti-kapitalist programın giderek kendisini sağ popülizmi yenebilecek
32 KRİZLER VE SINIF MÜCADELESİ
Sınıfsal düşüncenin zayıflamasında hiç kuşku yok ki işçi sınıfının üretim süreçleri içerisindeki merkezi rolünün zayıflaması da önemli bir etkendir. Güvencesizleştirme olarak da tarif edebileceğimiz prekaryalaşma, sınıfın örgütlenme ve toplu pazarlık yürütebilme olanaklarını ciddi biçimde sınırladı. Sermayenin önündeki tüm coğrafi engelleri ortadan kaldırırken işçi sınıfını ulusal sınırlar içinde hapseden küreselleşme de işçi sınıfının üretim koşulları üzerindeki denetimini zayıflattı. duyulacak taktik hamlelerin geliştirilebilmesini imkânsız hale getirir. “Marksizm farklılıkları, sınıf ayrımları içerisinde sert bir biçimde takdim eder. Fraksiyonlar, katman ve kategoriler toplumsal sınıfların ‘dışında’ veya ‘yanında’ değildir: Bunlar toplumsal sınıfların bir parçasını oluşturur.” (Poulantzas, 2010:283) Mücadelelerin kültürelleşmesi ve bir genel demokrasi mücadelesi kapsamı kazanması da bahsedilen iklimi desteklemektedir (Chibber, 2017). Örneğin Türkiye koşullarında faşizmin yükselişine karşı gelişen mücadelenin seyri bu açıdan oldukça öğreticidir. Politik aktörler, bu mücadele içerisinde aldıkları konum itibariyle değerlendirilmekte, sınıfsal tercihlerin faşizmin gelişimi açısından ne oranda belirleyici olduğu büyük oranda görünmez kılınmaktadır. Türkiye’nin son 30 yılına damgasını vuran temel iktidar kavgasının esas olarak cumhuriyetçi güçlerle siyasal İslamcılar arasında geçtiği anlatısı olan biteni anlamak açısından en çok kullanılan çerçeveyi sunmaktadır ve sınıflar/sınıf fraksiyonları arasındaki mücadeleleri görünmez kılmaya yaramaktadır. Oysa tüm bu yaşananları egemen sınıfların ve alt sınıfların kimi fraksiyonlarının birbirleri ile kurdukları ittifakların bir ürünü olarak okumak gerekmektedir. Devletin merkezinde mevzi elde etmek isteyen Anadolu burjuvazisi, 1980’ler sonrasında büyük kentlerde sayısı hızla artan prekarya başta
olmak üzere işçi sınıfının kimi kesimlerinin de desteği ile finans kapital-kentli üst orta sınıflar ittifakına yaslanan cumhuriyetçi güçlere karşı büyük oranda üstünlük sağlamayı başardı. İktisadi ölçekte finans kapitalin gücüne erişemeyen, elde ettiği tekelci karları büyük oranda devlet iktidarının sağladığı olanaklar sayesinde genişletebilen Anadolu burjuvazisinin kar hırsı Saray faşizminin en önemli toplumsal dayanağıdır. Oysa bütün çelişkilerin genel ölçekte siyasal İslam/Kemalizm ikiliğine dökülmesi, politik süreçlerde belirleyici olanın sınıfsal konumlardan ziyade ideolojik tutum ve tercihler olduğu düşüncesini daha da besledi. Siyasal mücadelenin bu biçimde kültürelleşmesi ise bilinçlerdeki sınıfsızlaşmayı daha da hızlandırdı. Sosyalist hareketler de hem devlet zoruyla hem de AKP’ye yönelik destek karşısında yaşanan etkisizlikten dolayı sınıf örgütlenmesinden uzaklaştıkça içine sıkıştıkları orta sınıf muhitlerde zihinsel olarak sınıftan kopmaya başladılar. İslamcı iktidarı destekleyerek ülkeye demokrasi getirmek isteyenlerle ulus devletin kurucu liderini bayraklaştırarak işçi sınıfı devrimciliği yapmaya çalışanlar bu zihinsel iklimden fazlasıyla etkilendi. Sosyalist toplumsal muhalefetin merkez mekânının Gazi Mahallesi, Okmeydanı yerine Kadıköy olması da bu dönüşümün bir başka ifadesidir. Sınıfsal düşüncenin zayıflamasında hiç kuşku yok ki işçi sınıfının üretim süreçleri
ortaya koydukları -bir sınıf olarak oluşturdukları- ekonomik varoluş koşullarında yaşadılar. (…) Ancak şimdiye kadar bu küçük köylüler arasında yalnızca yerel bir bağlılık vardı ve sadece çıkarlarının bir olması da birliği, ulusal birliği ve siyasal örgütlenmeyi doğurmuyordu, bir sınıf olarak oluşamıyorlardı.” (Marx, 2017:237) Bir sınıfın maddi olarak varoluş koşullarına sahip olmasına rağmen oluşamaması ile kastedilen nedir? Ulusal ölçekte kendisini var edemeyen ve bir siyasi örgütlenme yaratamayan bir sınıf Marx’a göre oluşamamaktadır. Bu durum da köylülerin ulusal siyaset sahnesinde kendi temsiliyetlerini yaratabilmesine engeldi, onlar “kendilerini temsil edemez ancak temsil edilebilirlerdi”. Marx’a bu analizi yaptıran Fransa, kırda küçük çiftçiliğin esas olduğu bir toplumdu, köylü ailelerinin birbirlerinden izole varoluşu onların “kendileri için sınıf ” haline gelemeyişlerinin koşulu olarak ortaya konmuştu. Tarihin belli dönemlerinde kimi sosyal sınıflar kendilerini temsil edecek yeterliliklerden mahrum kalabilmektedirler. Oysa köylülüğün Orta Çağ’ın birçok evresinde son derece önemli siyasi sonuçlar yaratmış isyanlara imza attığını, kendilerine Thomas Münzer benzeri heretik tarihsel önderler yarattıklarını de çok iyi bilmekteyiz. Köylülüğün genel olarak oynadığı devrimci rolün olanağından bahsetmek için Çin Devrimi’ni hatırlamak yeterlidir. Gerçekleşmesi öncesinde yaşananlar itibariyle belki de en köklü mücadelelere sahne olmuş bu görkemli devrimin gerçekleşmesinde köylülük son derece belirleyici bir rol oynayabilmişti. Demek ki köylülük tarihin kimi dönemlerinde elde ettikleri bir yeteneği belli tarihsel momentlerde yitirebilmektedir. Mutlaka ki sınıfların evrensellikleri her bir ulusal çerçevede kendi özgün koşulları içerisinde gelişir. Burada önemli olan sınıfın nesnel varoluşunun kimi zaman kendi adına davranışını imkânsızlaştıracak bir
33 KRİZLER VE SINIF MÜCADELESİ
içerisindeki merkezi rolünün zayıflaması da önemli bir etkendir. Güvencesizleştirme olarak da tarif edebileceğimiz prekaryalaşma, sınıfın örgütlenme ve toplu pazarlık yürütebilme olanaklarını ciddi biçimde sınırladı. Sermayenin önündeki tüm coğrafi engelleri ortadan kaldırırken işçi sınıfını ulusal sınırlar içinde hapseden küreselleşme de işçi sınıfının üretim koşulları üzerindeki denetimini zayıflattı. Üretim süreçlerinin dijitalleşmesi ve otomatik kontrolün üretimin birçok alanında kullanılması sermayenin etki alanını genişletti. Kol emeği sonrasında kafa emeğinin de fazlasıyla ikame edilebileceği koşulların yaratılması, güvencesizlik tehdidinin sınıfın çok daha geniş katmanlarına ulaşmasına yol açtı. İşçi sınıfının üretim ilişkileri ölçeğinde sermaye karşısında mevzi kaybetmesinin onun politik hegemonya inşa edebilme yeteneğinde de önemli eksilmelere yol açtığı görülmelidir. Ancak sosyalizmin ideolojik krizi ile birleşmese söz konusu gelişmeler bu kadar yıkıcı etkiler yaratmayabilirdi. Küreselleşmecilik eşliğinde hegemonyasını geliştiren sermaye, sosyalizmin yaşadığı krizin yarattığı olanaklarla da sınıfın önemli mevzilerini etkisiz hale getirdi, kamusal olanın değersiz olduğu düşüncesini yerleştirmeyi başardı. Ancak bu gidişin de son demlerine ulaşıldığı anlaşılmaktadır. 2008 krizi sonrasında özelikle kapitalist merkezlerde solun genel olarak canlanma belirtileri göstermesi, sosyalizmin giderek kamusal bir tartışmanın konusu haline gelmesi dikkat çekicidir. Herhangi bir sınıfın kendisini tarih sahnesinde temsil edemez hale gelmesi nasıl açıklanabilir? Marx’ın Brumaire’de köylülük üstüne yapmış olduğu analiz bu açıdan çarpıcı bir tartışmayı tetikleyebilir. “Şimdiye kadar milyonlarca aile yaşam tarzlarını, çıkarlarını ve kültürlerini diğer sınıflarınkinden ayırdıkları ve kendilerini bu sınıflara karşı duydukları düşmanlıkla
34 KRİZLER VE SINIF MÜCADELESİ
rol oynayabilmesidir. Benzer bir sürecin neoliberal hegemonya koşullarında işçi sınıfı için de gerçek haline geldiği söylenebilir. Üretim mekânlarının merkezi ve büyük ölçekte değil de parçalanmış ve dağınık ölçekte yapılanması işçi sınıfı için benzer sonuçlar doğurmuş mudur? PostFordizm tartışmalarında üretim ölçeğinin küçülmesinin işçi sınıfının örgütlenme ve sınıf olarak davranma kapasitesini zayıflattığına dair vurgular böylesi bir ön kabule dayanmaktadır. Sınıfın varoluşu mekâna bu oranda bağlı mıdır? Geçmişte aynı mekânda olmak, birbirinden haberdar olmak ve birlikte hareket edebilmek için bir zorunluluktu belki ama bugün insanların birbiriyle çok farklı biçimlerde konuşabildiği ve temas kurabildiği koşullarda bu hala böyle midir? Bu anlamda işçi sınıfının tarihsel rolünü kaybetmediği hatta daha da geliştirdiği iddiasını desteklemek için dünyada emeği ile geçinenlerin sayıca artış içerisinde olduğunu söylemenin de en azından Marx’ın yukarıda geliştirdiği değerlendirme açısından anlamı olamayacağı yeterince açıktır. Sayısal olarak proleterleşmenin giderek hızlanmış olması işçi sınıfının özerk davranma yeteneğini kaybetmediğini ispat edebilmek için kullanılabilecek bir veri değildir. Emek gücünden başka geçinecek bir üretim aracına sahip olmamak işçi bir bireyi açıklar ancak işçi bireylerin nicel birikimi her durumda sınıfsal varlık olarak kendisini var edemeyebilir. Sınıf olabilmek için bir toplam olarak parçalarının toplamından fazlası olabilmek gerekiyor. Burada sınıfların varoluşu açısından bir analoji kurmak adına 20. yüzyılın en önemli bilimsel sıçramalarından biri olan Kuantum Fiziği’nin bir dalı olan Kuantum Alan Teorisi’ne kısa bir göz atmak açıklayıcı olabilir. Kuantum Mekaniği’nin de kurucusu olarak anabileceğimiz Paul Dirac’ın öncülük ettiği yaklaşıma göre her madde parçacığı için bir alan mevcuttur.
Parçacıklar sadece evrenin belirli noktalarında bulunurken alanlar evrenin her bir noktasına yayılmış durumdalar. Alanların kendisi en düşük enerji seviyelerine, yani herhangi bir parçacığın olmadığı duruma denk geliyor. Örneğin elektron, bir noktadaki elektron alanının belli seviyede enerji ile temas etmesi sonucu bir üst enerji seviyesine geçmesi ile oluşuyor. Yani Kuantum Alan Teorisi’ne göre madde, alan ile enerjinin sentezlenmesi ile ortaya çıkıyor. Daha büyük kütleli bir parçacık için daha fazla enerjinin o parçacığın alanı ile temas etmesi gerekiyor. Yani parçacığın kütlesi aslında kendisini alandan üreten enerjinin şiddeti ile orantılıdır. Enerji ile etkileşemeyen bir taneciğin alanı kendiliğinden maddi bir gerçeklik kazanamıyor. Alanın maddeye kaynak olabilmesi “dışarıdan” bir enerji aktarılması ile mümkün olabilmektedir. Fiziksel olgularla sosyal fenomenler arasında birebir ilişkiler kurmak için son derece temkinli davranmak gerekse de kendiliğinden sınıfı en düşük enerjili temel hal olarak gördüğümüzde kendisi için sınıfın ortaya çıkmasının koşulunun sınıf alanı ile bir varoluşu mümkün kılacak büyüklükte bir enerjinin temas etmesinin gerekliliği olduğu anlaşılabilir. Bu analojinin bir diğer sonucu da sınıf kimliğinin benimsenmesinin, sınıf yapısının doğal ve zorunlu bir sonucu olamayacağı gerçeğidir. Sınıfı, sınıf mücadelesi mi kurar? Sınıf mücadelesi sınıfı görünür kılar var etmez. Bunu iddia etmek rüzgâr esmediğinde havanın var olmadığını iddia etmeye benzer. Kuantum alan teorisi analojisi, sınıfın “alan” olarak yaygınlaşmasının da sınıfın ispatının sınıf mücadelesi olduğu tezinin de aşılmasını mümkün kılıyor. Proleterleşme dalgası sınıfsal alanı büyütüyor ancak sınıfın maddi varlığı en az bunun kadar onu inşa etmek için harcanacak çabaya da bağlıdır. Devrimci siyasetin sınıfın inşasında oynaması gereken rol, bu ih-
ken dönemlerdir. “Görece homojen sınıf kimlikleri bir yazgının değil bir konjonktürün sonucudur.” (Balibar, 2000) Egemen sınıfların kendilerini tepede tutan üretim ilişkilerini yeniden üretebilmek amacıyla organize ettiği kurumsal yapıların görece istikrar üretebildiği dönemler, sınıfsal oluşumların enerjisini tüketerek onları statü gruplarına dönüştürme eğilimindeyken büyük altüst oluş dönemleri, eski güç dengelerinin yıkıldığı ve yenilerinin olgunlaşmaya başladığı dönemler sınıfsal yapıların belirginlik kazanması ve güçlenmesi açısından uygun olanakları sağlayan dönemlerdir. Egemen sınıfların geliştirdiği yönetsel aygıtların alt sınıfları etkisizleştirmekte etkin rol oynayabildiği, hızlı sosyal dönüşüm süreçlerinin ise bu kurumların bu kapasitesini zayıflattığı düşünülmelidir. Dolayısıyla sınıfsal süreçlerin analizinde teknolojideki ya da üretim örgütlenmesindeki değişimler tek etken olarak ele alınamaz, dönemin genel politik konjonktürü de sınıfsal oluşumların kaderi üzerinde belirleyicilik sahibidir. Bu yüzden benzer sınıfsal süreçler farklı konjonktürlerde çok başka sonuçlar yaratabilme potansiyeline sahiptir. “Her teknolojik yansıma ve ekonomik dönüşüm statünün sağladığı tabakalaşmayı tehdit eder ve sınıf konumunu ön plana çıkmaya zorlar.” (Dworkin ,2012:70) Sanayi kapitalizminden bilgi-hizmet kapitalizmine geçiş çağı böylesi gerilimler yaratabilir mi? Bunu hep birlikte mücadele içinde yaşayarak göreceğiz.
Çelişkili Sınıf Mevkileri Ya Da Orta Sınıflar Meselesi Orta sınıflar kavramına nasıl yaklaşmalıyız? Orta sınıfın, Marksistler açısından alerji duyulan bir kavram olduğu açıktır. Bunun en önemli sebebi orta sınıf diye tabir edilen kesimlerin önemli bir kısmının en geniş emekçi tanımı açısından işçi sınıfının parçası olmasıdır. Bunların işçi
35 KRİZLER VE SINIF MÜCADELESİ
tiyaç duyulan enerjinin temini açısından önemlidir. Kendiliğinden sınıfın kendisi için sınıfa dönüşebilmesi için gereken enerjinin kaynağı nedir? Aslında birçok farklı kimliğe sahip olan bir işçinin, öncelikle sınıfsal kimliği ekseninde var olabilmesi hangi koşullar altında gerçekleşebilir? “İşçilerin bir sınıf mı yoksa dine, etnisiteye, bölgeye, dile, ulusa, sektöre göre bir çeşit kolektivite mi oluşturacağı her daim tartışmalıdır. Sınıf yapısının sınıf oluşumuna dair çabaların oluşacağı maddesel çıkarların tabanını tanımlaması olasıdır ancak bu çabaların sonuçlarını özellikle belirleyeceği anlamına gelmez.” (Wright, 2017:43) Ekonomik mücadeleye katılmanın bir işçiyi kendisi için sınıfın bir parçası haline getirmesi, bu seviyede bir sınıf bilinci ile donatmasının hiçbir garantisinin olmadığını en iyi sınıf çalışması yürüten devrimciler takdir edecektir. Tabii ki bu süreçte işçilerin devrimcilerle teması esnasında yaşanan sıçramalar her zaman mümkün olmaktadır. İnandığı gibi yaşayan, kararlı ve kendisini ezilenlerin şanlı mücadele birikimi ile donatmış bir devrimci hiç kuşku yok ki olağanüstü bir dönüşüm enerjisini tetikleyebilir. Ancak bu tarz bireysel deneyimlerin bir sosyal sınıfı, kendisi için sınıf haline çıkarması mümkün değildir. Bir sosyal sınıfın kendisi için sınıf olarak sahneye çıkması genelde önemli sosyal dönüşümlerin ve alt üst oluşların yaşandığı dönemlere denk gelmektedir. 20. yüzyıla damgasını vurmuş devrimlerin genellikle görece pre-modern toplumların hızla kapitalistleşmesi sonrasında yaşanan büyük savaşlar sürecinde gerçekleşmiş olması bu açıdan dikkat çekicidir. Bir dönemin üretim ilişkilerinin bağlayıcı kurumsal çerçevesinin yıpranmaya başladığı, yeni kurumsal yapıların ise tam olarak istikrar kazanma şansı bulamadığı dönemler sınıf oluşumu açısından gereken enerjinin oluşabilmesi açısından üret-
36
sınıfı dışında konumlandırılabilmeleri için Weberyen statü kavramlarının, üretim ilişkileri ile doğrudan ilişkili olamayabilecek konumların kriter kabul edilmesi gerekmektedir. Bu yüzden birçok Marksist açısından orta sınıf kavramı işçilerin ortasına atılmış bir Truva atıdır. Ancak Lenin’in işçi aristokrasisi kavramını işçi sınıfının içinde gelişip serpilen ve kapita-
işçi hareketinin geleneksel tabanı olan sanayi sektöründe çalışan işçi sınıfından ziyade, 1960’lar ve 1970’lerde yeni toplumsal hareketlerin çekirdeğini oluşturmaya başlayan yeni orta sınıflardan oluşuyor.” (della Porta, 2017:45) Orta sınıflar kendi vasıfları aracılığı ile düzenden özerkleşebileceklerini düşündükleri için genelde özgürlük ve özerkleşme eksenli toplumsal
KRİZLER VE SINIF MÜCADELESİ
2008 krizi sonrasında orta sınıfların işçi sınıfıyla ittifak yapmasının olanaklarını zorlayacak gelişmeler yaşanmakta mıdır? Dünya geneli açısından bakıldığında 4. Sanayi Devrimi tartışmalarının da ortaya koyduğu üzere beyaz yakalıların vasıfsızlaşmasının hızlanacak olması, yakın bir geçmişe kadar elit meslekler olarak algılanan doktorluk, avukatlık gibi mesleklerin bile algoritmalar tarafından yürütülebilecek olması orta sınıfların geniş kesimlerinin işçileşme “tehdidi” ile karşı karşıya olduğunu göstermektedir. lizmle uzlaşmaya meyilli bir sınıf fraksiyonunu tarif etmek için kullanmasından beri görünürde emekçi, ancak nesnel olarak kapitalizmle sorunu olmayan işçi kesimlerinin varlığı da bir vakadır. Lenin, işçi aristokrasisinin varlığını emperyalist ülkelerin sömürgelerden elde ettiği artığın kısmen paylaşılması ile açıklamaktaydı. Bugün de özellikle iyi eğitim almış, kalifiye emekçilerin önemli bir kısmını orta sınıflar çerçevesinde ele alabiliriz. Bunlar genelde işçi sınıfının geniş yığınlarından ayrışabilmeyi bir bireysel başarı olarak algılayan kesimlerden oluşmaktadır. Düzen içerisinde kalarak, kendi vasıfları aracılığıyla yükselip tutunabileceklerini varsaymakta ve kolektif mücadelelerden uzak durmayı tercih etmektedirler. Sosyalist hareketin liberalleşmesi aslında kendisine orta sınıflar içinde yer bulmasının bir karşılığı, bir sonucudur. “Sol protestoların toplumsal tabanı değişti: Bugün bu taban,
taleplere yatkındırlar. Siyasi düşüncenin sınıfsızlaşmasında orta sınıfların düşünce kategorisinde işçi olmanın olumsuz bir karşılığa sahip olmasının da önemli bir etkisi vardır. Orta sınıflar açısından işçileşmek, cehenneme düşmekle aynı anlama gelmektedir. Poulantzas örneğin “yeni küçük burjuvazi”nin muhakkak işçi sınıfına dışsal olarak kabul edilmesi gerektiğini düşünür. Aksi durumda yegane devrimci sınıf olan işçi sınıfı, düzen içi olarak değerlendirdiği toplumsal sınıfların etkisiyle ideolojik tutarlılığını kaybederdi. Weberci statü kriterlerini kullanmamak için yeni küçük burjuvaziyi “üretken olmayan emek” statüsünde ele aldı. Ancak sınıfın politik kimliği açısından üretken olma veya olmamanın bir etkisi olacağını düşünmek gerçekçi görünmemektedir. Wright’ın orta sınıfları tarif ederken kullandığı “çelişkili sınıf mevkileri” ifadesi
mün basıncını kapitalist merkezlerdeki sınıf kardeşleri kadar yakından yaşamasa da Saray rejiminin kuşatıcılığı, kentli orta sınıfların siyasi muhalefete yatkın olması sonucunu doğurmaktadır. Özellikle devalüasyon sonrasında yurtdışında yaşamanın külfetinin artması bu kesimlerdeki sıkışmışlık hissini daha da arttırmaktadır. Bu sıkışmışlık hissi orta sınıfların normal koşullarda kendilerini çok uzak konumlandırmaya çalışacakları işçi sınıfıyla yakınlaşabileceği bir konjonktürü yaratabilir, tabii işçi sınıfının böylesi bir randevuya kendi karşı hegemonya projesi ile icabet edebilmesi durumunda böylesi bir yakınsama politik sonuçlar üretebilir. İşçi sınıfının kendisine düşen görevi yerine getirememesi durumunda ise orta sınıflar yüzlerini hızla “rol modelleri” finans kapitalin kendilerine sunduğu seçeneklere çevireceklerdir. İktisadi ve politik krizlerin açtığı fırsat pencereleri sonsuza kadar açık kalmaz. Orta sınıflar bahsinde Negri’nin “maddi olmayan emek” yaklaşımını hatırlamak anlamlı olacaktır. Negri’nin “maddi olmayan emeği” beyaz yakalı, vasıflı orta sınıfların ülküleştirildiği bir teoriye kapı açmaktadır. İşçi sınıfının çoğunluğunu oluşturmayan ama buna karşılık geçmişte sanayi işçisinin oynadığı role benzer biçimde sınıf içinde hegemonik bir pozisyon edinen “maddi olmayan emek” herhangi bir zaman dilimine ve herhangi bir özgün mekana hapsedilemeyeceğinden sermaye kontrolünden daha rahat kurtulabilir. Negri’nin tarif ettiği bu kesimler işçi sınıfının içinde değil genelde tüketim ve yaşama alışkanlıkları itibariyle orta sınıflara dâhil edilmesi gereken toplumsal kesimlerdir. “Sembolik analizciler, iyi eğitim almış ve formel üniversite eğitiminden sonra da iş üstünde deneyim kazanmış ve soyut sembollerle oynayarak sorunlara yeni ve geçerli çözümler üreten bir kesim. Reich’a göre üretimde değer yaratan bu
37 KRİZLER VE SINIF MÜCADELESİ
ise oldukça açıklayıcıdır. Orta sınıfların “çelişkili sınıf mevkileri” olarak değerlendirilmesi kimi özellikleriyle işçi sınıfıyla kimileri açısından ise sermaye sınıfıyla ortak özellikler sergilemesinden kaynaklanmaktadır. Bu nesnel varoluşları onları farklı konjonktürlerde farklı ana sınıflarla ittifak yapabilir durumda tutmaktadır. Bunlar, “hakim sömüren sınıfa bireysel olarak girebilme şansı yakalamak için sömüren pozisyonlarını kullanmaya çalışabilirler, hakim sömüren sınıflarla bir ittifak çabası içerisine girebilirler veya sömürülen sınıfla bir çeşit ittifaka gidebilirler.” (Wright, 2017:45) Kapitalizm açısından işlerin iyiye gittiği büyüme dönemlerinde orta sınıflar da genellikle ilk ve ikinci tutumlara sadık olurlar. Ancak “özellikle çelişkili mevkilerin bir ‘itibarsızlaştırılma’ süreci (vasıfsızlaştırma, proleterleştirme, otoritenin rutinleştirilmesi) içerisinde olduğu durumlarda açıkça net sömürülen olan çelişkili mevkilerdeki bu insanların çıkarlarının işçi sınıfı ile daha yakın olduğunu görmesi ve ortak örgütlülüğe girişmesi sık rastlanan olgulardır. 2008 krizi sonrasında orta sınıfların işçi sınıfıyla ittifak yapmasının olanaklarını zorlayacak gelişmeler yaşanmakta mıdır? Dünya geneli açısından bakıldığında 4. Sanayi Devrimi tartışmalarının da ortaya koyduğu üzere beyaz yakalıların vasıfsızlaşmasının hızlanacak olması, yakın bir geçmişe kadar elit meslekler olarak algılanan doktorluk, avukatlık gibi mesleklerin bile algoritmalar tarafından yürütülebilecek olması orta sınıfların geniş kesimlerinin işçileşme “tehdidi” ile karşı karşıya olduğunu göstermektedir. Türkiye’de ise orta sınıfların radikalleşmesi adını verebileceğimiz böylesi bir sürecin çok daha fazla tetikleyicisi vardır. Bu radikalleşmenin kimi tezahürleri başta Gezi Direnişi olmak üzere birçok önemli sosyal sonuç da şimdiden yaratmıştır. Türkiyeli orta sınıflar teknolojik dönüşü-
38 KRİZLER VE SINIF MÜCADELESİ
kesimin ulusa olan sadakati, yani geliri ve verimliliği düşük vatandaşlarına karşı dayanışma duyguları çok zayıf. Korumalı sitelerde yaşayan sembolik analizcilerin daha çok iletişimde olduğu kesimler ulus içinde veya dışında iletişim kurdukları meslektaşları.” (İnan, 2018:371) Bugün Zuckerberg, Gates, Bezos gibi dünyanın ne zengin adamları bu kesim içinden çıkıyor. Negri’nin maddi olmayan emeği ülküselleştirilmesi ve onun vasıfları sayesinde sermaye ilişkilerinden bağımsızlaşma kapasitesine kapitalizmin Ergenekon’undan çıkış (Exodus) payesi vermesi hiç de ikna edici değil. (Koşar, 2017) Sanayi 4.0 maddi olmayan emeğin en müstesna unsurları dışındakileri ikame etme, vasıfsızlaştırma kapasitesine sahip olabilir.
Anti-Kapitalist Mücadele Programına Karşı Hegemonya Kazandırmak Türkiye açısından bakıldığında orta sınıflarda egemen sınıftan uzaklaşma eğilimi ortaya çıkmışken işçi sınıfının bir karşı hegemonya projesi inşa edebilmesi mümkün olabilir mi? Politik krizin işçi sınıfı lehine çözümü böylesi bir konjonktürde mümkündür ancak bu olanağın hayata geçebilmesi işçi sınıfının kolektif aksiyon yeteneğinin gelişmesi ile mümkün olabilir. Böylesi bir karşı hegemonyanın inşa edilebilmesi ise kriz karşısında alternatif bir ekonomi programının ortaya konması ve dövüştürülmesi ile mümkündür. Burada önümüzdeki en büyük sorun, ekonomik taleplerin işçi sınıfının kimi haklarını savunmak noktasında kalması, üretim ilişkilerini dönüştürmeyi önüne hedef olarak koyan taleplerin ise radikalize edilerek, gerilim yüklenememesidir. Bunun en önemli sebepleri arasında işçi sınıfının ve daha da önemlisi sınıfa öncülük iddiasındaki politik kadroların özgüven seviyesinin ancak elindekileri
korumaya yetecek düzeyde olması bulunmaktadır. Bu açıdan bakıldığında “kıdem tazminatının korunmasını” amaçlayan bir mücadele “tüm işsizlere işsizlik sigortası” ya da “tüm işçilere ücretsiz su, elektrik, doğalgaz” taleplerinden çok daha gerçekçi bulunmaktadır. Bir diğeri ise sosyalist politika gündeminin sınıfsızlaşması ve genel demokrasi, seçim gündemleriyle aşırı doza maruz kalmış olmasıdır. Faşizm koşullarında bunun ötesine geçmenin zorluklarının büyük olduğu açıktır. Ancak sosyalistlerin anti-faşist mücadeleye de kendi renklerini verme gayretinden geri düşmemeleri esasa dair bir sorun teşkil etmektedir. Unutulmamalıdır ki bugün faşizm karşısında bir arada durmaya çalışan politik bloğun içerisinde de bir hegemonya mücadelesi devam etmektedir. Bir “çokluk”un içinde bulunduğumuz bir vakadır, ancak biz bu çokluğun uyumlu ve uysal bir bileşeni olmak niyetinde değiliz, başarmamız gereken işçi sınıfının güncel taleplerini ortaya çıkarmak, bunlara üretim ilişkilerini sorgulayan bir içerik kazandırmak ve sonrasında da bu programın kendisini kurucu bir mücadelenin temel aparatı haline getirmek olmalıdır. Bahsettiğimiz kurucu ekonomik programın temel teması, emeğin meta olmaktan çıkarılması olmalıdır. Yani emek gücünün üretilmesi için gereken metaların, toplumsal üretimi gerçekleştirmekle sorumlu emekçiye ücretsiz olarak sağlanması, emekçi olmanın maliyetlerinin toplumsallaşmasıdır. Böylece geçim araçlarının temini ile çalışma arasındaki zorunlu illiyet bağı tartışılır hale getirilecektir. Toplumsal ölçekte gerçekleşen üretimin bir parçası olan işçinin, işini kaybettiğinde geçim araçlarına sahip olamamanın tüm maliyetlerini bireysel olarak üstlenmek zorunda kalması hem kabul edilmesi mümkün olmayan bir adaletsizlik hem de işçinin terbiye edilmesinin ve örgütsüzleştirilmesinin en önemli
Demokrasiyi Açın! Demokrasinin açılması, yani siyasal alandaki hak eşitliği çerçevesinden iktisadi kaynakların da eşit paylaşımı üzerine kurulu bir biçimde yeniden kurgulanması demokrasinin yaşayabilmesinin yegâne zeminidir. Bu seviyedeki gelir-servet kutuplaşması ve güvencesizleşme koşullarında bildiğimiz liberal demokrasinin ayakta kalma şansı yoktur. İktisadi ve politik krizlerin bu düzeyde rezonansa gelmesi tarihte sık rastlanan bir durum değildir. Özellikle yakın dönemde bu çifte krizde kıvranma koşullarından toplumun önünde yepyeni seçeneklerin açılacağı bir uğrak noktasına ulaşılmıştır. Bu dönemde ortaya çıkan büyük olanak-
ları değerlendirmek ezilenlerin kurtuluşu açısından hem devasa bir fırsat hem de halklarımıza verdiğimiz devrim sözünün hayata geçirilebilmesi açısından bir zorunluluktur. Sıra dışı bir evrede, tarihin hızlandığı bir dönemde yaşama bilinci devrimci algının bu dönemde ayrılmaz bir parçası olmalıdır. İnsanın bir meta olmaktan çıkması, emek gücünün yeniden üretimi için gerekli metaların kamusallaşması ile mümkündür. Toplum bunu gerçekleştirebilecek kaynaklara fazlasıyla sahiptir. Dolar milyarderlerinin kasalarından fışkıran paralar insanca bir dünyanın inşa edilebilmesi adına kamulaştırılmayı bekliyorlar. Türkiye’nin sosyoekonomik ve politik sistemi gibi küresel kapitalizm de sosyalizmin eşitlik ve özgürlük projesi olmadan giderek yönetilmesi çok büyük bir yıkım gerektiren problemlerle yüz yüze. Sosyalistler sahip oldukları program ve birikimin ne kadar kıymetli olduğunu fark ettiklerinde sömürülenlerin önüne çok daha ciddi seçenekler koymayı başaracaklardır. Gencecik insanların işsizlikten yanıp kavrulmadığı bir düzeni kuracağız.
39 KRİZLER VE SINIF MÜCADELESİ
aracıdır. İşçi mücadelelerinin taleplerinin sadece çalışma koşulları ile ilgili olmaktan çıkarılıp yaşam koşullarıyla ilişkilendirilmesi bir zorunluluktur. Finans kapitalin üzerindeki vergi yükünün arttırılması ve bunların eğitim, sağlık, barınma, ulaşım gibi emekçinin kendisini yeniden üretmesi için gereken faaliyetlerin maliyetlerinin karşılanmasında kullanılması kurucu anti-kapitalist programın yine en temel ayağıdır. Sorun, üretimin bireysel karı değil toplumsalın ihtiyaçlarını önceleyerek yeniden kurgulanması için gereken kaynakların bulunmaması değil bunların özel ellerde birikmiş olmasıdır. İnsanlık tarihinin ulaştığı en büyük zenginlik seviyesi muazzam bir adaletsizlik ve sosyal-ekolojik tahribat eşliğinde gerçekleşmektedir. Bu koşullarda sürdürülmesi de mümkün değildir. Temel ihtiyaçların kapsamının genişletilmesi, bunu yaparken kadın ve gençlerin konumlarının da öncelikle göz önünde bulundurulması ve bunların temininin üretimde rol alan her işçi için güvence altına alınması, teknolojik gelişmeleri geleceği için bir güvencesizlik kaynağı olarak algılayan orta sınıflar açısından da cazip olacaktır.
40 KRİZLER VE SINIF MÜCADELESİ
KAYNAKÇA Callinicos, A. (1998) Tarih Yapmak, çev. Nermin Saatçioğlu, İstanbul: Özne Yayınları Balibar, E. ve Wallerstein, I. (2000) Irk Ulus Sınıf, çev: Nazlı Ökten, İstanbul: Metis Brown, W. (2017) Halkın Çözülüşü, çev. Barış Engin Aksoy, İstanbul: Metis Chibber, V. (2017) “Rescuing Class From the Cultural Turn”, Catalyst, 1/1, catalyst-journal.com, İndirilme Tarihi: 29.04.2019 Dworkin, D. (2012) Sınıf Mücadeleleri, çev: Utku Özmakas, İletişim: İstanbul della Porta, D. (2017) “Geç Neoliberalizmde İlerici ve Gerici Siyaset”, Büyük Gerileme içinde,der: H. Geiselberger, çev: Merisa Şahin, İstanbul: Metis Fraser, N. (2014) “Behind Marx’s Hidden Abode: For an Expanded Conception of Capitalism” New Left Review, II/86 Fraser, N. (2017) “İlerici Neoliberalizme Karşı Gerici Popülizm: Bir Hobson Seçimi”, Büyük Gerileme içinde, der: H. Geiselberger, çev: Merisa Şahin, İstanbul: Metis Hobsbawm, E. (2012) Lenin ve “İşçi sınıfı aristokrasisi”, www.muhalefet.org, İndirilme Tarihi: 18.05.2019 İnan, K. (2018) Bilgi Toplumuna Geçerken Teknolojik İş(lev)sizlik, İstanbul: İletişim Koşar, A. (2017) Negri, Sınıf ve Çokluk- Postmodern Özne arayışının eleştirisi, İstanbul: Kor Marx, K. (2017) Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev: Erkin Özalp, İstanbul: Yordam Pelek, S. (2019) “Bir sınıf kavramı olarak prekaryanın eleştirisi”, Praksis, 49, ss.103-124 Poulantzas, N. (2010), “Toplumsal Sınıflar Üzerine”, Poulantzas Kitabı içinde, der: James Martin, çev: Akın Sarı- Selime Güzelsarı, Ankara: Dipnot Wright, E.O (2017) Sınıflar Üzerine Tartışmalar, çev: Eren Karaca, İstanbul: Nota Bene Wood, E. M. (2011) Sınıftan Kaçış – yeni ‘hakiki’ sosyalizm, çev: Şükrü Alpagut, İstanbul: Yordam
ENDÜSTRİ 4.0 VE PROLETARYA: GELECEK KİMİN? Volkan YARAŞIR
41 daki sarsıcı değişiklikleri içeren bu tartışma, ağırlıkta teknolojik determinizm eksenli fütürist bir yaklaşımla ele alınıp, kapitalizme methiyeler üzerinden yürütülüyor. Gerçekten de endüstri 4.0 ve bu sürecin en önemli sonuçları olan yapay zeka, robotik ve kuantum bilgisayarlarının, kapitalist üretim tekniklerinde önemli değişimlere yol açacağı ortadadır. Tanım ve kategorizasyon bize ait olmasa da üçüncü sanayi devrimi diye ifade edilen ve 1970’lerden sonra içine girilen süreç bilgisayar ve robotik teknolojide, telekomünikasyon ve biyogenetikte önemli değişimleri içeren bir dönem olarak dikkat çekmiştir. Özellikle Türkiye’de 1990’ların başında, kapitalizmin yeniden yapılanma süreci, yeni üretim teknikleri (postfordizm, toyotizm, yalın üretim, esnek uzmanlaşma vb), bunun proletaryaya etkileri, proletaryanın yeni kompozisyonu ve alternatif teknolojiler sol kamuoyunun tartışma konularıydı. Endüstri 4.0 üzerine yürütülen tartışmalar bu tartışmaları yeniden alevlendirdi. Gerekli ve yerinde olan bu tartışmalar kapitalizmin yeniden yapılanma sürecinin incelenmesi, teknoloji ve kapitalizm ruhu arasındaki ilişkinin kavranması ve sürdürebilirlik problemi yaşayan kapitalizmin nasıl bir gelecek vaat ettiğinin anlaşılmasında yararlı olacaktır. Ayrıca konu, proletaryanın tarihsel rolüne ve proletaryanın yeni profiline ilişkin tartışmaları da besleyecektir. Bu makale, endüstri 4.0’ın ne manaya geldiğini, bugünkü somut yansımaları ve
ENDÜSTRİ 4.0 VE PROLETARYA: GELECEK KİMİN?
Sınıf mücadelesinin farklı momentlerinde, kapitalist transformasyonda yaşanan değişiklere de bağlı olarak, “proletaryanın kaderi”, bilimsel teknolojik devrimler, “kapitalizmin insancıllığı”, “büyük anlatıların” ve hatta “tarihin sonu” gibi tartışmalar gündeme sokuldu. Bugündeki farklılığa vurgu yapan ve farklı bir gelecek tasavvurunu içeren bu tartışmalar, başlangıçta beklenmedik bir etki yarattı. Ne var ki etkilerini kaybetmeleri uzun sürmedi. 1960’lı yılların en popüler konusu, Daniel Bell’in “İdeolojilerin Sonu” çalışmasıyla parlayan, ideoloji üzerine yürütülen tartışmalar oldu. Andre Gorz’ın “Elveda Proletarya’sı” ise 1980’lerin gündemine oturdu. Gorz, proletaryayı tarih sahnesinden çıkararak, neo-liberal kapitalizmin küresel yıkıcılığını es geçip, “geleceğin gündemini belirlemeye” çalıştı. “Hegemonya ve Sosyalist Strateji”nin yazarları E. Laclau ve C. Mouffe, 1985’ten sonra radikal demokrasi tartışmalarıyla gündem oluşturdu. Çalışmaları, proletaryanın kaderine ilişkin yorumları içerdi. Tek ve bütüncül bir öznenin miadını doldurduğunu, yeni bir sosyalist projenin ancak işçi sınıfının merkezde olmadığı, farklılıkların yarattığı sosyal hareketlerin, kültürel ve mikro mücadelelerin eseri olabileceğini ileri sürdü. Fukuyama “büyük çöküş” sonrası tarihin sonunu ilan ederek, kapitalizmin mutlaklığının altını çizdi. Bu sürecin sonundaki en yeni tartışma ise endüstri 4.0 ve yapay zeka üzerine yapılan tartışmalardır. Kapitalist transformasyon-
olası etkilerini, kapitalizm teknoloji ilişkisini ve kapitalizmin ruhuna yönelik çözümlemeleri, ayrıca gelişmelerin komünist bir ufukta oturacağı bağlamı ve 21. yüzyılda doğa, insan ve teknoloji ilişkisinin nasıl biçimlenmesi gerektiği üzerine düşünceleri kapsıyor. Özellikle kapitalizmin ölümcül bir sistem olarak yarattığı yıkım ve katastrof karşısında yeryüzü kardeşliği diye tanımlayabileceğimiz doğayla bütünleşmiş, onun yaralarını sarmış ve insan merkezli olmayan, canlı cansız tüm varlıkların kardeşliği içinde insanın mana bulduğu bir gelecek tasavvurunda teknolojinin yeri inceleniyor.
Endüstri 4.0 ve Diğer “Endüstri Devrimleri” Endüstri 4.0 tanımlaması ya da modellemesi aslında kapitalizmin gelişmesini teknolojik büyük sıçramalara bağlayan ve bunun üretim sürecine yansımalarını ele alan teknolojik determinist bir anlayışı ifade ediyor. Bu modellemeye göre, birinci endüstri devrimi buhar enerjisiyle simgeleniyor. Buharın bulunması (1763) ve üretimde kullanılmasının, modern kapitalist ilişkilerin zeminini yarattığı ileri sürülerek,
buhar enerjisi ve makinelerin kullanılması birinci endüstri devriminin en başat özelliği olarak belirtiliyor. Bu süreç aynı zamanda manüfaktür üretimin aşıldığı ve fabrika denilen, makinelerin bir organizasyon dahilinde çalıştığı ve entegre bir dev makine olarak faaliyete başladığı dönemdir. İkinci endüstri devrimi ise üretim sürecinde elektriğin yanında başta petrol olmak üzere fosil yakıtların ve içten patlamalı motorların kullanılmasını anlatmaktadır. Başka bir ifadeyle demir ve çelik endüstrisi ve makro fabrikalar ikinci endüstri devrimini simgeleyen temel olgular olarak dikkat çekmektedir. Üçüncü endüstri devrimi ise nükleer enerjinin kullanılması ve bilgisayar teknolojisinin üretim ve yaşamın her alanında kendini göstermesiyle simgelenmektedir. 1970’li yıllarla başlatılan bu süreç 2000’li yıllara kadar uzatılmaktadır. Robotik teknolojinin gelişimi, bu devrimin başat özelliği olarak ortaya konur. Bilimsel teknolojik devrimler olarak izah edilen bu süreç aynı zamanda endüstri 4.0 olanaklarını yaratmıştır. Hatta endüstri 4.0 bir manada üçüncü sanayi devriminin evrimini, iç gelişimini ve sıçramasını ifade eder.
Robotlar, Yapay Zeka ve “Akıllı Fabrikalar” Bilgisayar teknolojisinde yaşanan hızlı gelişmeler ve yazılımlarda görülen geometrik atılımlar üretimde otomasyonun etkinliğini artırırken, robotik teknolojinin kullanılmasını da beraberinde getirdi. Özellikle kuantum bilgisayarının gündelik hayata girmesiyle, klasik bilgisayarın fiziksel sınırının aşılması gündeme gelecek. Kuantum bilgisayarın işlem hızı, olağanüstü kapasitesi sıçramalı gelişmelerin önünü açabilecek. Yapay zeka tartışmalarının oturduğu zemin de burası. Yapay zeka kuantum bilgisayarının kullanılmasıyla çok vektörlü bir gelişme gösterebilecek. Yapay zeka bugün için farklı alanlarda kullanılıyor. Ağırlıkta bu kullanımın askeri sanayi, istihbarat ve güvenlikle ilgili alanlar olduğunu tahmin etmek zor değil. Bu alanda, IBM’in Deep Blue adı verilen bilgisayarının 1997 yılında dünya satranç turnuvası şampiyonu Kasparov’u yenmesi ve devam eden birkaç gösteri yanında, Google’ın Alpha Go adı verilen yapay zeka algoritmasının oynadığı Go oyununda, Çinli dünya şampiyonu Kei Je’yi yenmesi gibi dikkat çekmeyi hedefleyen adımlar atıldı. Ayrıca otomotiv sektöründe sürücüsüz araçlar üretilmesi, tıpta gelişmiş robotik teknolojinin kullanılması, merkez
ülkelerde üretim sürecinde özellikle otomotiv sektöründe robotik teknolojinin ciddi oranda devreye sokulması bizi yanıltmamalı. Bu pratikler aslında özellikle askeri-savaş sanayi ve istihbarat alanındaki gelişmeleri perdeleyen işlev görüyor. Kapitalizmin yapısal krizinin karakteristik özelliklerinden biri multi kriz özelliği taşımasıdır. Yani kriz sadece ekonomik bir kriz değil aynı zamanda bir ekolojik kriz, uygarlık krizi, siyasi-toplumsal kriz ve emperyal özneler arası hegemonya krizidir. 2007-08 krizinin, tarihsel kökleri 1970’lerin ortalarına dayanmaktadır. Bahsi geçen endüstri 4.0’daki gelişmelerin başlangıç tarihi de aynıdır. Süreç bir yanıyla kapitalizmin yeniden yapılanması sürecini ifade ederken, öte yandan emperyalist özneler arasında hegemonya krizinin nesnel zeminlerini örmüştür. Hegemonya krizinin ya da “savaşının” somut yansımasının askeri teknoloji alanında olması şaşırtıcı değildir. Bugün yapay zeka ve robotik teknolojideki gelişmeler başta ABD, Çin ve Almanya merkezlidir. Bu ülkeleri Japonya ve Rusya izlemektedir. Bu durum hegemonya krizinin bir yansıması olarak değerlendirilebilir. İnsansız tanklar, silahlı ya da silahsız hava araçları, hedefini kendi bulan akıllı füzeler, yine hedefini kendi belirleyen makineli tüfekler, insan faktörünün teknik bir ayrıntı olduğu savaş gemileri, robot askerler, otonom silahlar, üs korumayı amaçlayan nöbetçi dronlar daha bugünden üretilmiş, faaliyete sokulmuş durumdadır. ABD “Maven projesi” adı verilen projeyle, insansız hava aracı savaş programına entegre edilmiş insansız uçaklarla toplu gözetleme sistemi inşa etmektedir. Google’ın (bütün güvenirlik açıklamalarına karşın) yapay zeka teknolojileri yardımıyla zaten bilinen iç gözetleme, bilgi toplama, istihbarat çalışmaları için Pentagon ve CIA tarafından yararlanıldığı biliniyor.
43 ENDÜSTRİ 4.0 VE PROLETARYA: GELECEK KİMİN?
Endüstri 4.0 ya da dördüncü endüstri devrimi ise daha ilk evrelerini yaşadığımız iddia edilen; kendisini yapay zeka ve kuantum bilgisayarı gibi bilgisayar ve robot teknolojisinde önemli gelişmelerle dışa vuran ve bu bilimsel teknik gelişmelerin üretimde kullanılmasıyla olağanüstü hatta fantastik gelişmeler olabileceğinin ileri sürüldüğü “devrim”dir. Bu kısa ve genel özetten sonra endüstri 4.0 ile birlikte neler yaşandığı ve üretim sürecinde ve yaşamın farklı alanlarında nasıl sonuçlar yarattığına bakabiliriz.
44
Başta CIA olmak üzere birçok istihbarat örgütü yapay zeka aracılığıyla her veriyi ve bilgiyi toplamaya çalışıyor, yaptığı modellemelerle toplumum maksimum denetimini sağlayacak adımlar atıyor. Yapay zeka toplu gözetleme, kontrol etme yanında yeni savaş tekniklerinin geliştirilmesinde devreye sokuluyor.
ENDÜSTRİ 4.0 VE PROLETARYA: GELECEK KİMİN?
Ayrıca Google, Twitter, Facebook yapay zeka sistemlerinin sağladığı olanaklarla küresel bir sansür merkezi gibi faaliyet yürütmeye başladı. Bu amaçla daha önce orduda, istihbarat kurumlarında, poliste çalışmış binlerce kişiyi işe alması kontrol toplumu yaratmanın somut adımlarından biri olarak dikkat çekiyor. Facebook şirketi Al adı verilen yapay zekayla Facebook’un tüm içeriğini denetlediğini açıkladı. Başta CIA olmak üzere birçok istihbarat örgütü yapay zeka aracılığıyla her veriyi ve bilgiyi toplamaya çalışıyor, yaptığı modellemelerle toplumum maksimum denetimini sağlayacak adımlar atıyor. Yapay zeka toplu gözetleme, kontrol etme yanında yeni savaş tekniklerinin geliştirilmesinde devreye sokuluyor. 2018 Mart ayında 3 binin üzerinde Google çalışanı etik yaklaşımla bir deklarasyon yayınladı. Deklarasyon ABD’nin Orta Doğu ve Kuzey Afrika eksenli insansız hava araçlarıyla gerçekleştirdiği on binlerce insanın ölümüne neden olan imha programına Google’ın dâhil olmasını reddetmekteydi. Google çalışanlarının bu tavrı aynı zamanda yaşananların vahametini deşifre eden önemli bir gelişme oldu. Retina okuma, DNA gibi biyometrik veriler, mikroçipler özel izleme ve yüksek düzeyde kontrol etmenin birkaç örneğidir. AB bünyesinde kişisel bilgi bankasının oluşturulması, Echelon adı verilen Avustralya, Kanada, Yeni Zelanda, İngiltere ve ABD arasında (1990’ların başında)
imzalanan güvenlik anlaşmasıyla oluşturulan, uluslararası kontrol sistemi tüm iletişim araçlarının incelenip, kişilerin kültürel, sosyal, siyasal, entelektüel profilini çıkarmaktadır. Uzayın askerileştirilmesi yönünde yeni teknolojiler devreye sokulmaktadır. Yeni teknolojilerin yardımıyla savaş konseptinde önemli değişikler yaşanacaktır. Askeri uzay uçaklarıyla 45 dakika içinde dünyanın herhangi bir yeri rahatça vurulabilecektir. Ayrıca iklimlerin değiştirilmesi ya da manipüle edilmesini amaçlayan iklim değişikliği teknolojilerine ait projeler üretilmektedir. Bu katastrofik müdahaleleri çoğaltmak mümkündür. Robotik teknoloji ve yapay zeka bugün ağırlıkta savaş sanayi, istihbarat ve güvenlik alanında kullanılıyor. Ama giderek hayatın her alanının piyasalaştırılmasına bağlı olarak kendini her yerde gösteriyor. Beyin sinyallerini dijital verilere dönüştüren aletler, karşılaşılan kişi ya da şeyleri gözlüğe ve lense yansıtan düzenlemeler, insan sesini taklit eden, insan duygularını anlayan ve tepki veren aletler ilk akla gelen şeylerdir. Ayrıca robotik teknoloji ve yapay zeka, üretim sürecinde yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı. Sınıfın denetlenmesi, maksimum verimliğinin sağlanması ve çalışma alanında sınıfın bütünüyle kontrol edilmesini hedefleyen uygulamalar devreye sokulmuş durumda. Örneğin ABD menşeili dünyanın en büyük e -ticaret ve bulut bilişim şirketi olan Amazon’un
dır. Yapay zekanın ilaç ve tıbbi araştırmalarda devreye sokulması birçok hastalığın tespitini ve önlenmesini sağladığı gibi sağlık alanında önemli atılımların önünü açabilecektir. Benzer şeyler tarım ve gıda sektörü için de söylenebilir. Bankacılık sektöründe insansız bankacılık bugün gerçekleşebilecek bir olgu olmasına karşın, böyle bir adımın sosyal sonuçları ve müşterinin yönelimlerini etkileyecek riskler taşımasından dolayı devreye sokulmamaktadır. Perakende sektöründe de 2000 başlarından itibaren çipli hizmet uygulamalarına geçilmeye başlandı. İnsansız çağrı merkezleri, yine insansız sipariş alma hatları, yaygınlaşan online alışveriş platformları teknolojik gelişmelerin yansımaları olarak artık gündelik hayatımızın parçalarına dönüşmüş durumdalar. Bu ve benzeri gelişmeleri birçok sektörde görebilmekteyiz. Bu gelişmelere ilişkin özellikle yapılan iki yorum makalenin eksenini belirlemektedir. Birincisi böylesi bir sürecin nötr bir süreç olarak okunması, insanlığın geleceğine ilişkin son derece olumlu bir tablonun çizilmesidir. Kapitalizmi ve kapitalist sistemin işleyiş ruhunu es geçen, örtük veya açık onaylayan ve olumlayan bu yaklaşım teknolojik fütürist argümanlarla ifade edilmektedir. Bu yaklaşımın en dikkat çeken argümanlarından biri yeni sanayi devrimiyle artık üretim biçiminin değiştiğini, işçilerin varoluş zeminlerinin ortadan kalktığını, üretimde yer alacaklara ise artık işçi denilemeyeceğini, üretimin bileşim sisteminin yaratacağı muazzam olanaklarla robotlar tarafından gerçekleştirileceğini ileri sürmektedir. Bağlantılı olarak makineleri yapan makinelerle bir gelecek vizyonu oluşturulmaktadır. Diğer bir yorum ise teknolojik gelişmeler ve üretici güçlerde yaşanan değişimlerle birlikte kapitalizmin bugün ulaştığı aşamaya bağlı ve kapitalizmin kompleks karakterinin bir sonucu olarak, prole-
45 ENDÜSTRİ 4.0 VE PROLETARYA: GELECEK KİMİN?
depolarında yapay zeka uzun zamandan beri kullanılıyor. İşçilerin tüm faaliyetleri, çalışma alanında ne yaptıkları, neyle uğraştıkları ve kaç defa tuvalete gittikleri sayılıyor. Bir vardiya da 25 kilometre yürümek zorunda olan işçiler, bu yürüyüşü tamamlamadan dinlenemiyor. Böylesi bir tutumun gerçekleşmemesi halinde ise şefler tarafından anında uyarılıyorlar. Her şeyden önce ciddi bir iç yıkım anlamına gelen bu durum, işçilerin çalışma saatleri içinde bütünüyle denetlendiklerini bilmelerinden kaynaklanan bir oto kontrol sistemi kurmalarına yol açıyor. Benzer uygulamaları uluslararası ulaşım şebekesi şirketi olan Uber ve bir nakliye ağı olan Lyft şirketi de kullanmaktadır. Yapay zeka aracılığıyla sürücülerin daha yoğun ve uzun çalışması hedeflenmektedir. Bu adımların yanında yapay zeka ve robotik teknolojinin entegre edilmesiyle bir çok sektörde otomasyonun derinleşeceği ve çalışanların bu dalga karşısında işlerini kaybetme olasılığının arttığı bir konjonktürün içindeyiz. Akıllı fabrikaların tartışıldığı zemin de burasıdır. Son derece az ve ağırlıkta beyin iş gücüne dahil, kalifiye işçinin çalışacağı bu fabrikalarla işçi sınıfının yoğun bir işsizlik anaforuna gireceği vurgulanmaktadır. ABD’de 2035 yılına kadar yapılan işlerin yarısının yapay zeka ve robotik teknoloji aracılığıyla ortadan kalkacağı yönünde araştırmalar mevcuttur. Aslında bu durum bir başka yönüyle yeni teknolojilere bağlı yeni işlerin doğacağına ilişkin bir veridir. Yapay zeka ve robotik teknolojinin yapı, inşaat, tıp, tarım, sanayi, sağlık, ilaç sektöründe kullanılmasıyla birlikte çok önemli adımlar atılmaktadır. Bu alanlarda otomasyonun yaygınlaşması ve derinleşmesi önemli değişimlere yol açmaktadır. Örneğin eklemeli üretim diye tanımlanan 3 boyutlu baskının, inşaat sektöründe yaygınlaşmasıyla sektörde kullanılan emek miktarında önemli düşüşler yaşanmakta-
46 ENDÜSTRİ 4.0 VE PROLETARYA: GELECEK KİMİN?
taryanın bırakın kolektif bir özne olma özelliğini, varlığının bile ortadan kalktığını ileri süren, kökleri eskiye dayanan Batı solunda etkili olan bir siyaset felsefesi kurgusudur. Postmarksist ve postmodernist yaklaşımlar temel olarak öznesiz bir tarih, toplum, gelecek anlayışı üzerinden kendilerini ifade etmektedir. Örneğin postmarksist cenahta bir yere sahip ve radikal demokrasi tezlerinin yaratıcısı olan Laclau ve Mouffe, çalışmalarında sınıfın ancak ideolojik olarak kurulduğunu iddia etmekte, sınıf temelli bir çözümlemenin sosyalizm için geçerliliğinin ve manasının kalmadığını ileri sürmektedir. Bu noktada kapitalizm ruhu, kapitalizm teknoloji ilişkisi üzerinde durmak ve kapitalist işleyiş yasalarını belirtmek ve iddia edildiği gibi proletaryanın tarih dışılığına ve ideolojik bir kurgu ve kuruluşuna yanıt vermek gerekiyor. Aynı şekilde proletaryanın kapitalist sistem içinde stratejik konumunun altını çizmek, kapitalizm ve proletarya arasında ontolojik ilişkiyi açıklamak ve proletaryanın yeni kompozisyonu üzerinde durmak, küresel düzeyde yaşadığı demografik yoğunlaşma alanlarını kısaca tespit etmek önemli olacaktır.
Kapitalizm Teknoloji İlişkisi, Kapitalizm Ruhu ve İşleyişi Kapitalizmin en karakteristik özelliği teknolojiyle kurduğu bağdır. Kapitalizmi, kapitalist uygarlığı bir makine uygarlığı olarak tanımlayabiliriz. Makine kapitalizmin bir nevi ruhu gibidir. Başta doğanın ve insanın bu uygarlıkta yeri yoktur. İnsan ve doğa iki ayrı sömürgeleştirme alanıdır. Kapitalizmde insan ancak iş gücü olarak piyasa bulunduğunda manalıdır. Doğa ise hazır ham maddedir, kaynaktır, enerjidir, yüreği söküp alınan, öldürülendir. Kapitalizm ölümcül bir sistemdir. Sermaye birikimi ve artı-değer, kapitalizmin ontolojisini oluşturur. Sermaye birikimi
ve genişletilmiş yeniden üretimi, kapitalist ilişkilerin genişletilmiş yeniden üretimidir. Kapitalist üretimin amacı; artı-değer elde etmek olan meta üretimidir. Artıdeğer olgusu kapitalizmin, bir başka manada kapitalist üretimin varlık zeminidir. Bundan dolayı kapitalizm ücretli emeğe dayanan bir dünya sistemidir. Marx, emeğe özgü bir meta piyasasının doğuşunu kapitalizmin en ayırt edici özelliği olarak görür. Sermaye birikimi ve artı-değer üzerinden varlığını sürdüren kapitalist sistem, manik bir karakterde sürekli kar dürtüsüyle hareket eder. Kar için üretim, sistemin temel karakteridir. En başta teknolojik yenilikler ve bu yeniliklerin ortaya koyduğu sonuçları nötr bir tavırla ele alan ve kapitalizmi nötr bir sistem olarak gösteren yaklaşımların, kapitalizmin çıplak ruhu karşısında hiçbir manası yoktur. Kapitalizmin en karakteristik özelliği antagonist bir çelişkinin ürünü olması ve her an antagonist çelişkiyi yeniden üretmesidir. Yani kapitalist sistemde teknolojinin nötr ya da sınıflarüstü mahiyeti olamaz, çünkü sistem kar ve sürekli kar üzerinden kendini kurar. Teknoloji karı sürekli kılmanın ve artırmanın bir aracıdır. Ayrıca teknoloji sermayeye, karın güvenliğini sağlayacak olanak sunar. Çünkü kapitalist sistemde emeğin ücretli emek haline dönüştürülmesi, emeğin tahakküm altına alınması sistemin özünü oluşturur. Yapay zeka ve robotik teknolojinin bir taraftan bütünleştirilmiş bir tarzda üretim alanında sınıfın tam kontrolü için kullanılması, diğer taraftan denetim toplumunun yaratılmasında bu teknolojik yeniliklerin etkin olarak devreye sokulması şaşırtıcı değildir. Sistemin tabiatına uygundur. Yapay zeka ve robotik teknolojinin üretimde etkin kullanımının akıllı fabrikalar, insansız fabrikalar gibi yeni gelişmelerin önünü açacağı, bu durumun endüstri ilişkilerinde bir paradigma değişikliğini
mantığıyla artı-değer kaynağı olan işçinin emeğini (yani canlı emeği) üretimin dışına atar, yerine makinelerde simgelenen cansız emeği koyar. Emek kapitalist üretim için sadece bir girdidir. Sermaye yatırımını cansız emeğe yapar. İşçileri aç ve işsiz bırakır. Cansız emeğe yatırım yaparak teknolojisini yeniler ve rekabet gücünü artırır. Bu nokta, yani işçinin aç ve işsiz bırakılması emek sermaye arasındaki antagonizmanın bir yansıması olurken, rekabet için cansız emeğe yatırım yapılması da sermaye-sermaye arasındaki çelişkinin tezahürüdür. Yıkıcı rekabete dayanan ve piyasanın acımasız kuralları karşısındaki her kapitalist şirket ayakta kalmak için, rekabetini sürdürebilmek ve hatta rakibini saf dışı edebilmek için en ileri üretim teknikleri kullanmak ve sermaye birikimini artırmak zorundadır. Çünkü toplam artı-değerden pay elde etmesi ancak yeni üretim teknikleri kullanmasıyla olanaklıdır. Bu durum kapitalizm teknoloji ilişkisini ve sistemin teknolojiyle içkin karakterini ortaya koyar. Ya da kapitalist sistemle teknolojinin karşılıklı belirlenim içinde olduğunu gösterir. Endüstri 4.0 ve yapay zeka tartışmaları da bu eksenin bir parçasıdır. Ve sistemin temel motivasyonu kar elde etmek ve karı maksimize etmenin yeni konjonktürdeki teknolojik biçimlenişidir. Kısaca kapitalist sistemde teknoloji
47 ENDÜSTRİ 4.0 VE PROLETARYA: GELECEK KİMİN?
beraberinde getireceği vurgulanmaktadır. Bağlantılı olarak iş kavramı ve işin niteliğinin değişmesi yanında işçinin niteliğinin değişmesi kaçınılmaz bir olgu gibi ifade edilmektedir. Daha açık bir ifadeyle işçi sınıfının tarihsel olarak varlığını ve rolünü tamamladığı ileri sürülmekte, yeni “iş” alanlarında çalışacakların ise artık işçi sınıfı değil, yeni bir toplumsal kategori ya da postmodern bir olgu ya da çalışan konumuna geleceği vurgulanmaktadır. Kapitalist sistem doğası gereği kar, daha fazla kar mantığıyla hareket eder. Sermaye özellikle nispi artı-değeri (yani emeğin verimliliği artıran teknik yenilikler uygulanmasıyla çoğaltılan artı-değeri) artırmak için sürekli mekanizasyona gider. Teknolojik yenilikler yapar. Bu süreç canlı emeğin kullanımını, cansız emeğin kullanımına oranla giderek azaltır. Canlı emek cansız emeğe tabi olur. Marx Grundrisse’de bu süreci şöyle anlatır: “Büyük sanayi geliştikçe [...] Emek üretim sürecinin içsel bir ögesinden çok, üretim sürecinin denetçisi ve düzenleyicisi konumunu almaya başlar. [...] İşçi üretim sürecinin başlıca faktörü olacak yerde, sürecin kenarında duran bakıcı haline gelir. [...] İş bölümü aracılığıyla, işçinin işlevleri giderek o ölçüde mekanik hale getirilir ki, belli bir noktada artık mekanizma onun yerine geçebilir.” Kısaca sermaye kar maksimizasyonu
48 ENDÜSTRİ 4.0 VE PROLETARYA: GELECEK KİMİN?
hiç “masum” bir şey değildir ve sınıfsal tahakküm ve sömürünün vazgeçilmez parçasıdır. Kapitalist sistemde sermayenin temel motivasyonu artı-değeri ve sermaye birikimini maksimize etmektir. Sermaye, emeği nesneleştirdiği oranda, artı-değerin ve sermayenin birikiminin maksimizasyonunu sağlar. Karın varlığıyla ancak kendini var edebilen kapitalist sistem, paradoks gibi gözükse de karın kaynağını ya da ona kaynaklık yapan canlı emeği sürekli üretim dışına atar. “...Canlı halkalar yerini, demirden halkalara bırakır.” Ya da Deleuze-Guattari’nin ifadesiyle, sermaye canlı emek tüketen bir kar makinesidir. Karın kaynağını artı-değer oluşturur. Artı-değeri de yalnızca canlı emek üretir. Yani işçi sınıfı yoksa kar da yoktur. Karın olmadığı bir kapitalizm en fazla fantastik bir kurgudur. Makine, otomasyon, mekanizasyon, robotik teknoloji, yapay zeka adını ne koyarsanız koyun kısaca teknolojik gelişmeler tek başına artı-değer yaratmaz, “yaratacağı” şey canlı emeğin daha fazla artı değer üretmesini sağlamaktır. Makineleşme işçinin kendisi için çalıştığı zaman olan gerekli emek zamanını düşürür, kapitalistin el koyduğu fazla emek zamanının uzamasını sağlar. Yani makine ve robotik teknoloji ya da yapay zeka gibi kompleks makine ve teknolojiler özünde artı-değeri büyütme işlevi görür. Altını bir daha çizmek gerekirse, artı-değeri yalnızca ve yalnızca işçi sınıfı yani canlı emek üretir. Makineler de emek gibi üretkendir. Fakat emeği müstesna yapan ve sermayenin varlığı için tahakküm altına alınmayı koşullayan şey, toplumsal ilişkilerin eşitsizliğinden kaynaklanan, iş gücünün kullanım değeriyle, değişim değeri arasındaki farktır. Her üretken sürecin sonunda işçi kendini yeniden üretirken, kapitalist sermaye birikimini sağlar. Artı-değer işçi sınıfının artan sömürülü-
şünü ve sömürü üzerinden artan sermaye birikimini belirler. Artı-değerle, sermaye birikimi arasındaki bu organik ve yaşamsal bağ, kapitalizmin varlık zeminlerini kurar. Kapitalist birikimin tarihi eğilimini oluşturur. Kapitalist üretimin sebebi ve amacı artı-değer üretimidir. Marx, kapitalist üretim “... tarzının mutlak kanunu artı-değer ve kar yaratmaktır” der. Artıdeğer kapitalist toplumda meydana gelen bütün süreç ve fenomenleri açıklamayı ve analiz etmeyi sağlayan temel kavram olarak karşımıza çıkar. Değişik versiyonlarda “elveda proletarya, merhaba robotlar” diyenlerin kavramadığı yer burasıdır. Ya da kapitalizmin ruhu ve işleyiş yasalarıdır. Kapitalizm en temel karakterinden biri “canlı emeğe” yaşamsal ihtiyaç duymasıdır. Artı-değer, kapitalist üretim tarzının mutlak yasasıdır. Artı-değer yasası aynı zamanda kapitalizmin ortaya çıkma, gelişme ve yok olma yasasıdır. Yine bu konuyla bağlantılı olarak yapay zeka ve robotik teknolojinin üretim sürecinde yoğun bir şekilde devreye sokulmasıyla birlikte birçok işin ortadan kalkacağına ve işsizliğin daha da yoğunlaşacağına ilişkin vurgudur. Bunun bir adım ilerisi işçi sınıfının yerini robotların alacağına yönelik açıklamalardır. Evet, teknolojideki bu son derece önemli gelişmeler kapitalizmin doğasına uygun olarak kitlesel işsizliği ve sefaleti derinleştirebilir. Bazı işlerin devre dışı kalmasına yol açabilir. Ama bu gelişmeler ve daha önceki tarihsel veriler işçi sınıfının sonunu değil, tam tersine giderek büyüdüğünü göstermektedir. Çünkü teknolojik gelişmeler kapitalist toplumdaki mülkiyet ilişkilerine bağlı olarak asla bir boş zaman yaratmak için ya da yıpratıcı, tehlikeli, rutin işlerin sonunu getirmek için değil, sermayenin tahakkümünü artırmak, toplumu denetlemek ve aynı anlama gelmek üzere sermayenin güvenliğini sağlamak için ve karı artırmak ve yeni ölüm makineleri yaratmak
%85,7, Belçika’da %85,6’dır. Küresel güney diye ifade edilen coğrafyada ise muazzam bir proleterleşme süreci yaşanmaktadır. Özellikle neo-liberal kapitalizmin yıkıcı etkileri ve sermayenin küreselleşme süreci tarihin en büyük proleterleşme dalgasına yol açmış, “modern” bir çitleme hareketi gibi sonuçlar yaratmıştır. Dünyanın fabrikalaştığı, özellikle ülkelerin atölyeleştiği bu süreçte, küresel güney proletaryanın yeni aksını oluşturmaktadır. Proletaryanın kompozisyonunda değişikliklerle kendini dışa vuran bu süreç finans kapitalin sistematik mülksüzleştirme, yoksullaştırma, işsizleştirme, esnekleştirme
Bir de şunu eklemek gerekir ki, teknolojideki muazzam atılımlara rağmen işçi sınıfını sayısında görülen olağanüstü artış ve çalışma ve yaşam koşullarının olağanüstü kötüleşmesinin arasında bir çelişki yoktur, bu durum kapitalizmin ruhu ve işleyişiyle ilgilidir. Örneğin Bangladeş’te tekstil işçileri küresel markalara üretim yapmaktadır. Çalışma saatleri 16 ila 18 saattir. Aldıkları ücret ise aylık 30 dolardır. pitalizmin canlı emeğe ihtiyacı vardır ve bu ihtiyaç ontolojik bir ihtiyaçtır. Canlı emeğin tümüyle üretim süreci dışına çıkması demek, artı-değer üretiminin, kar için üretimin ve bunun dolayımlarının ortadan kalkması demektir. Bu durum, daha öz ifadeyle, kapitalizmi kapitalizm yapan ögelerin yok olması anlamına gelir. Tarihsel olarak işçi sınıfı kitlesi teknolojideki devasa gelişmelere rağmen olağanüstü boyutta büyümektedir. Metropollerde fabrika işçilerinde görülen azalma, yüksek vasıflı ve beyin iş gücünde görülen artış ve yer yer görülen sanayisizleşme yönünde düzenlemeler değişik spekülasyonlara yol açsa da metropoller dahil kolektif işçi sınıfının toplum içindeki oranları olağanüstü bir boyuta ulaşmıştır. Örneğin Almanya’da bu oran %88,4, İngiltere’de
ve güvencesizleştirmesiyle bir arada yürütülmüştür. Ve süreç bütün yıkıcılığıyla devam etmektedir. Bugün dünya çapında işçi sınıfının sayısı 3,5 milyarı geçiyor. Marx’ın devrimci kuramı inşa ettiği koşullarda, proletaryanın küresel düzeyde sayısı 50 milyon civarındayken, bugün sadece Güney Kore’de proletaryanın sayısı 50 milyona ulaşmıştır. Bir de şunu eklemek gerekir ki, teknolojideki muazzam atılımlara rağmen işçi sınıfını sayısında görülen olağanüstü artış ve çalışma ve yaşam koşullarının olağanüstü kötüleşmesinin arasında bir çelişki yoktur, bu durum kapitalizmin ruhu ve işleyişiyle ilgilidir. Örneğin Bangladeş’te tekstil işçileri küresel markalara üretim yapmaktadır. Çalışma saatleri 16 ila 18 saattir. Aldıkları ücret ise aylık 30 dolar-
49 ENDÜSTRİ 4.0 VE PROLETARYA: GELECEK KİMİN?
için devreye sokulmaktadır. Marx’ın, Grundrisse kitabında canlı emeğin üretimin içsel ögesi olmaktan çıkmaya başladığını ve yerini makineye bıraktığından söz etmiştik. Bu adım her ne kadar iş gününün kısaltılması yönünde bir basınç yaratsa da sermaye süreci ters yönde işletir. İnsan emeğine gereksinim azaldıkça işsizlik büyür. Çünkü sermaye makineleri işçinin daha az çalışması için değil, işçinin daha çok, daha yoğun çalışması ve kendine daha fazla tabi olması için kullanır. Bu nedenle kapitalizmin gireceği her formasyona ya da teknolojik yenilenme ve mekanizasyona rağmen ka-
50 ENDÜSTRİ 4.0 VE PROLETARYA: GELECEK KİMİN?
dır. Hindistan işçi sınıfının 2016’da 150 milyon, 2019 Ocak ayında 200 milyon işçinin katılımıyla gerçekleştirdiği genel grevler modern köleliğe karşı bir ayağa kalkıştır. Finans kapital teknolojik tüm olanaklarına rağmen üretimi ucuz iş gücü “cennetlerinde” yapmaktadır. Ve yapmaya devam edecektir, çünkü finans kapital en ucuz iş gücünü kullanmayı ve en yoğun sömürüyü gerçekleştirmeyi “arzular”. Bu gerçeklik kapitalizmin doğası ve ontolojisiyle ilgilidir. Yapay zeka ve robotik teknolojideki gelişmelerin bazı yansımalarına ilişkin şunlar söylenebilir: Kapitalist sistemde otomasyon, teknolojik yenilenme ya da cansız emeğe yapılan yatırım, sermayeyle sermaye arasında yıkıcı rekabetin sonucuysa da bu süreç kaçınılmaz olarak krizleri tetikleyen bir faktör olarak karşımıza çıkar. Üretilen metanın piyasada satılması sistem için bir zorunluluktur. (Bunun kırılması krizleri tetikler). Robotların malı satın alamayacağı ise ortadadır ama robotların üretim sürecinde etkin kullanımı işsizliği yığınlaştırıcı bir etken olacaktır. Aç ve işsiz kalmış yığınların da malı alma şansı yoktur. Hatta iddia edildiği gibi işçi sınıfının ortadan kalkması üretilen me-
tanın yığılmasından başka anlam taşımayacaktır. Çünkü işçi bir sermayedar için işçiyken, diğerleri için müşteridir. Kapitalistler için asıl mesele üretilen metanın piyasada satılması ya da artı-değer döngüsünün tamamlanmasıdır. Ve sermaye birikiminin olmazsa olmaz koşulu, sadece daha fazla canlı emek sömürmek değil, bu sömürüyle gasp edilen artı-değerin pazarda kara dönüşmesidir. Yapay zeka ve robotik teknolojinin gelişimi bazı işlerin ortadan kalkmasını ve mahiyetlerinin değişimini beraberinde getirecektir. Kapitalizmin gelişim süreci teknolojik yenilenmelere bağlı benzer sonuçlar doğurdu. Fakat her yeni teknolojik gelişme momenti yeni iş sahalarının önünü açtı. Yakın süreç en azından teknoloji yoğun alanlarda beyin iş gücünün daha fazla devreye girmesine yol açabilir. Kısaca yapay zeka ve robotik teknoloji yapılan özel vurguları ya da dördüncü sanayi devrimi gibi argümantasyonları sınıfsal eksenin dışında ele almak spekülasyona yol açtığı gibi kapitalizmi meşrulaştıran bir içeriğe sahiptir. Teknolojik olarak son derece önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Ne var ki kapitalist sistemde teknolojinin kullanımı nötr ya da masum
bir süreç değil, kapitalist sömürünün yoğunlaştırılması, karı maksimize etme, başta sınıfın ve toplumun denetim altına alınması, kontrol toplumunun yaratılması ve savaş anlamına gelmektedir.
Yeryüzü Kardeşliği ve “Alternatif Teknoloji”
51 ENDÜSTRİ 4.0 VE PROLETARYA: GELECEK KİMİN?
Kapitalizm ve teknoloji üzerine solda bugün zengin tartışmalar yapılıyor. Ağırlıkta yapılan yorumda, teknolojinin tek başına nötr, sınıfsal ve militarist içerikten yoksun bir olgu olduğu, asıl olarak teknolojinin kimin tarafından ve ne amaç için kullandığının önemli olduğu vurgulanıyor. Bir özel mülkiyet diktatörlüğü olan kapitalist sistemde ise sistemin doğası gereği teknolojinin sınıf tahakkümünün ve iktidarın içselleştirilmesine yarayan, ayrıca karın maksimizasyonunu hedefleyen bir araca dönüştüğü ifade edilerek, bu durumun son derece negatif ve katastrofik sonuçlar doğuracağı ileri sürülmektedir. Fakat kapitalizmin aşıldığı koşullarda teknolojinin bugün ulaştığı aşama itibariyle komünizmin nesnel zeminini ciddi olanak hazırladığı, insanın özgürleşme ve özneleşmesinin temeli olan “boş ve hoş zaman” yaratacağı belirtilmektedir. Bu genel tanım, içinde bazı doğru noktalar taşısa da 21. yüzyılda doğanın ve insanın sömürgeleştirilmesinin geldiği aşama dikkate alındığında yetersizdir. Kapitalizm sürdürebilirlik özelliğini yitirmiştir, ölümcül bir döngü içine girerek hem dünyanın hem de dünyada yaşayan tüm canlı ve cansız varlıkların yok oluşunu hazırlamaktadır. Özellikle son 50 yıllık süreç doğanın olağanüstü sömürgeleştirilmesinin önünü açmış, beraberinde eko-ölümün zeminlerini yaratmış, iklim krizi geri döndürülemez noktaya ulaşmış, klima katastrof artık olası bir tehlikeden öte yaşanmakta olan bir vakaya dönüşmüş, yeryüzündeki milyonlarca canlı türü ortadan kalkmış durumdadır. Kapitalizm
insana açlık, yoksulluk ve geleceksizlikten başka hiçbir şey vaat edememektedir. 2018 yılı Birleşmiş Milletler verilerine göre dünyada 821 milyon insan gerçek bir açlık içindedir, diğer taraftan 672 milyon kişi obezite sorunuyla uğraşmaktadır. Dünyada 2 milyar insan ise yıkıcı bir yoksulluk içindedir. Öte yandan dünya servetinin yarısı sadece 26 kişinin elindedir. Kapitalizm, tarihinin gerçek anlamda en parazit ve en asalak dönemi içindedir. Emperyalist-kapitalist sistemin bugün ulaştığı asalaklaşma boyutuyla, dünyanın ve dünyadaki tüm canlı ve cansız varlıkların yaşadığı yıkım ve yok oluş arasında paralellikler vardır. Evet, kapitalizm bir kar makinesi olarak, öldürerek “yaşayan” bir sistemdir. Ve gelinen aşama korkunçtur. Artık ölümün tüm yeryüzünün gerçek hakimi olacağı bir eşikteyiz. Böylesi bir konjonktürde ya da 21. yüzyılda, sosyalizm tasavvurumuzu ve komünizm ufkumuzu bir yandan yaşanmış tüm sosyalizm pratiklerinden ve yenilgilerden ders çıkartarak geliştirmeliyiz. Diğer yandan tarihin her aşamasındaki özgürlük ve eşitlik mücadelesinden beslenerek, ezilenlerin devrimci eğilim ve arzularıyla arzularımızı bütünleştirip, Marx’ın “doğa, insanın organik olmayan bedenidir” ve “insan doğanın parçasıdır” anlayışıyla, insanın olduğu kadar doğanın yani “bedenimizin” de yıkımına ve sömürgeleştirilmesine karşı, yeryüzü kardeşliğini inşa etmeliyiz. Marksizm’in pozitivist yorumunda ya da ilerlemeci tarih anlayışında doğa insanın insanlaşma sürecinde bir fetih alanı olarak görülür. Felsefe tarihinde bunun en açık ifadesini Rönesans’ın temellerini oluşturan düşünürlerinden biri olan Francis Bacon’da rastlarız. Bacon doğanın denetim ve egemenlik altına alınmasını, fethedilmesini bir insanlık merhalesi olarak ele alır. Düşünsel sistematiğini bunun üzerinden kurar. Descartes ise aklın ta-
52 ENDÜSTRİ 4.0 VE PROLETARYA: GELECEK KİMİN?
hakkümünün ilk ifadeleri olarak “Bizler doğanın efendileri ve sahipleri haline gelmeliyiz” demiştir. Kapitalizm sınıflı toplumların en konsantre ve en kompleks yapısına sahip olma özelliğiyle doğayı bir fetih, yağma ve talan alanına dönüştürdü. Yaratıcı yıkıcılık diye ifade edilen, bugün yaşadığımız katastrofik sürecin önünü açan kapitalist sistem hem doğanın hem de insanın insan üzerindeki efendiliğini inşa etti. Marx teorinin kuruluş konjonktürüne bağlı olarak bu konuda, bazı talihsiz tanımlamalar yapsa da bir bütünsel sistematik olarak Marksizm, doğanın diyalektiğini kavrayan, doğa insan uyumunun altını özellikle çizen bir teoridir. Engels kapitalist yıkıcılık karşısında doğanın öç alacağından söz eder. Marksizm’de özel bir ekoloji teorisi olmamasına rağmen, ekolojik teorinin öncülleri, ön açılımları mevcuttur. Emeğin ve doğanın sömürülmesi ve sınıf tahakkümü arasındaki diyalektik bağ Maksist sistematikte mevcuttur. Bu mevcudiyeti 21. yüzyılda geliştirmek, derinleştirmek ve bir devrim perspektifi ve gelecek tasavvuru içinde programlaştırmak, 21. yüzyıl devrimcilerinin ve 21. yüzyılın Bolşeviklerinin işidir. Bu noktada bu makalenin sınırları dâhilinde çok öz olarak teknoloji üzerine yapılan eleştirilere ve komünizm ufku üzerine üç siyasi kimliğe değineceğim: Murray Bookchin, John Zerzan ve Hikmet Kıvılcımlı. Bookchin, bir komünalist ve ekolojist- anarşist olarak teknolojiye mesafeli bakar. Teknolojiyi bütünüyle reddetmeyen Bookchin, teknolojinin özgür toplumun önkoşullarını sağlayabileceğinden söz eder. Ancak teknolojinin doğayla uyumlu olmasını önkoşul olarak ileri sürer. Ve sadece yerel malzemeyi sağlayacak ve asgari kirliliğe yol açacak eko-teknolojiler olması gerektiğini ekler. Ekolojik sorunlara hükmetme ve hiyerarşi temelinde yaklaşan Bookchin, devrimin iktidarı ele
geçirmek değil, iktidarı dağıtmak olduğunu ileri sürer. Sınıf yerine hiyerarşiyi, sömürü yerine hükmetmeyi koyar. Sınıfların kalktığı toplumlarda bu olguların tezahür etmesinin tesadüfi gelişme olmadığını belirterek, merkeziyetçiliği, endüstriyel üretimi, cinsiyetçiliği, hiyerarşiyi ve temsili demokrasiyi sorgular. Sömürü ve tahakküme karşı ekolojik, ademi-merkeziyetçi, bireylerin aktif bir özne olarak ve birebir dahil olduğu kendi kendini yöneten kentlerden söz eder. Bookchin’in düşünsel sistematiğine bir dizi eleştiri getirebiliriz ama özellikle özgürlük ve ekoloji ilişkisi üzerine tezleri, insan, doğa ve teknoloji ilişkisi üzerine açılımları perspektif açıcı ve bizi besleyecek ve zenginleştirecek niteliktedir. Anarko-primitivist John Zerzan, teknolojinin nötr bir şey olduğu iddiasına karşı gelerek, teknolojiyi bir tahakküm aracı olarak değerlendirir, ayrıca uygarlık ve teknoloji arasında paralellik kurarak modern toplumun bir uygarlık patolojisi içinde olduğunu ileri sürer. Uygarlığın özünde konsantre bir yabancılaşmayı taşıdığını belirten Zerzan, teknolojinin de doğanın yıkımını beraberinde getirdiğini söyler. Doğanın tahakküm altına alınmasının bizzat insanın tahakküm altına alınma sürecinin bir yansıması olduğunu ifade eden Zerzan, insanlığın paleolitik çağda, 2,5 milyar yıl yabancılaşma ve tahakküm içermeyen, doğayla bütünleşik, eşit, ilkel bolluk, duygusal bilgelik ve cinsel eşitlik içinde yaşadığını belirtir. “Makinelerin Alacakanlığı”nı reddedip,” ilkele” dönüşü ya da gelecekteki “ilkeli” yani başka bir yaşamı, paleolitik çağdan beslenerek kurmak gerektiğini ileri sürer. Zerzan’ın radikal uygarlık ve teknoloji eleştirisini, teknolojiye ve makinelerle ve doğanın yıkımıyla özdeşleşmiş uygarlığa karşı bizim mesafeli durmamız için ciddi bir uyarı olarak görmek gerekir. Hikmet Kıvılcımlı ise katmanlı içeriğe
Bu zengin kaynaklar bize 21. yüzyılda, 21. yüzyılın devrimcileri olarak kapitalizmin ölümcül döngüsüne karşı başka bir şey yapma şansı vermekte ve sorumluluğumuzu artırmaktadır. Artık dünyadan ve bu dünyadaki tüm canlı ve cansız varlıklardan sorumlu olduğumuz bir devrimcilik dönemindeyiz ve bir gelecek tasavvuru içinde olmalıyız. yeniden kuran, yeryüzündeki canlı cansız tüm varlıkların kardeşliği için kavga veren devrimciler olmalıyız. Teknolojinin kullanılmasını ise kapitalizmin bugüne kadar doğada yaptığını yeniden onarmak, yaraları yapabiliyorsak sarmak için, yeryüzü kardeşlerimizden özür dilemek için kullanmalıyız. Yani okyanusları artık bir ülke büyüklüğüne gelmiş plastik adalarından arındırmak için, dağların kalplerinde açtığımız yaraları onarmak, gökyüzünü temizlemek, taşın ve tüm canlıların huzurunu sağlamak için kullanmalıyız. Böylesi bir teknoloji insan merkezli olmayan, tahakküm içermeyen, doğayla uyumlu eko-teknolojik mahiyette alternatif bir teknolojidir. Yani salt insana “boş ve hoş zaman” sağlayacak bir teknoloji değil, tüm canlılara ve cansızlara saygı duyan ve özen gösteren bir teknolojidir bahsedilen, özgürleşmeyi bu kapsamda ele almak ve derinleştirmek gerekiyor. Ve bu tanımlamalar var olandan hareketle bir izahtır. Eğer ki teknoloji denilen şey doğanın sömürülmesini, doğayla insan arasında yabancılaşmayı, tahakkümü yaratıyorsa teknolojiyi de reddetmek bizlerin görevidir. Çünkü başka bir dünya en başta reddetmek, doğayı ve tüm canlı cansız varlıkları incitmemek üzerinden inşa edilebilir. Bu insanın doğaya ve yaşama borcudur. Ve gelecek, yaşamın ve bu yaşamı inşa edecek proletaryanındır.
ENDÜSTRİ 4.0 VE PROLETARYA: GELECEK KİMİN?
sahip tarih teziyle, yazılı olmayan tarihteki komün ya da tarihsel dinamiklere, özgürlük ve eşitlik mücadelesi ve deneyimlerinin önemine vurgu yapar. Ayrıca, komün rezervi üzerinde durur ve komün gücünün proletaryanın gerçekleştireceği sosyal mücadeleyle bağının altını çizer. Böylece komünizmin ufkunu aralar. Kıvılcımlı ile benzer bir şekilde, Bookchin de “Köylü İsyanlarından Fransız Devrimine” çalışmasında kapitalizm öncesindeki 400 yıllık süreçte, ezilenlerin özgürlük arayışını, tutkusunu, arzularını ve insanlığın kolektif bilinçaltına bıraktıklarını inceler. Bu zengin kaynaklar bize 21. yüzyılda, 21. yüzyılın devrimcileri olarak kapitalizmin ölümcül döngüsüne karşı başka bir şey yapma şansı vermekte ve sorumluluğumuzu artırmaktadır. Artık dünyadan ve bu dünyadaki tüm canlı ve cansız varlıklardan sorumlu olduğumuz bir devrimcilik dönemindeyiz ve bir gelecek tasavvuru içinde olmalıyız. Çernobil vakası bizim ufkumuzun sınırlılığını gösteren bir trajedidir. Ve bu trajedinin bir izahı yoktur. İnsanın doğanın bir parçası ve doğanın insanın organik olmayan bedeni olduğunu bilerek, doğanın ve insanın sömürgeleştirilmesine karşı anti-kapitalist bir mücadeleyi örgütlemeli, bugünden başlayarak karıncalarla, nehirle, ağaçlarla, rüzgarla, yağmurla, taşla, balıklarla, gökyüzüyle yeryüzü kardeşliğini inşa etmeliyiz. Bunu ancak komün rezervlerine dayanarak yapabiliriz. İnsan merkezli bir gelecek yerine doğayla insanın uyumunu
53
54 ENDÜSTRİ 4.0 VE PROLETARYA: GELECEK KİMİN?
KAYNAKLAR Marx, Karl. Kapital; Cilt I, Sol Yay., 2011, Ankara. Marx, Karl. Kapital; Cilt III, Sol Yay., 2011, Ankara. Marx, Karl. Grundrisse, İletişim Yay., 2018, İstanbul. Zerzan, John. Gelecekteki İlkel, Kaos Yay., 2000, İstanbul. Bookchin, Murray. Özgürlüğün Ekolojisi, Ayrıntı Yay., 1994, İstanbul. Laclau,E.Mouffe,C. Hegemonya ve Sosyalist Strateji, İletişim Yay., 2004. Bookchin, Murray. Köylü İsyanlarından Fransız Devrimine, Dipnot Yay., 2012, Ankara. Korkut Boratav, Kapitalizm Akrep Gibi Kendini Sokuyor, https://www.gazeteduvar. com.tr/ekonomi/2017/10/13/korkut-boratavkapitalizm-akrep-gibi-kendini-sokuyor/ (erişim 20.04.2019) Andre Damon, Kapitalizm ve yapay zeka devrimi, https://www.wsws.org/tr/articles/2018/04/07/pers-a07.html (erişim 20.04.2019) Çağdaş Çavuşoğlu, Makineler ve işçiler; dünyayı robotlar mı yönetecek? – 2, https://teoriveeylem.net/2018/06/makineler-ve-iscilerdunyayi-robotlar-mi-yonetecek-2/ (erişim 20.04.2019) Çağdaş Çavuşoğlu, Makineler ve işçiler; dünyayı robotlar mı yönetecek? – 1, https://teoriveeylem.net/2018/04/makineler-ve-iscilerdunyayi-robotlar-mi-yonetecek-1/ (erişim 20.04.2019) Mehmet Yılmazer, Dördüncü Sanayi Devrimi ve İşçi Sınıfı, https://www.yolsiyasidergi. org/dorduncu-sanayi-devrimi-ve-isci-sinifimehmet-yilmazer (erişim 20.04.2019) Peter Taaffe, Robotlar Kapitalizmin Sonunu Mu Getirecek?, http://www.sosyalistalternatif.com/robotlar-kapitalizmin-sonunu-mugetirecek-peter-taaffe/ (erişim 20.04.2019) Dr. Cengiz Başkaya, Yapay zeka neler getiriyor, neleri götürecek?, https://www.gazeteduvar.com.tr/bilim/2018/11/04/yapay-zeka-neler-getiriyor-neleri-goturecek/ (erişim
20.04.2019) Arif Koşar: “Kapitalizmde robotların tüm işleri devralması mümkün değil”, https://journo.com.tr/arif-kosar-robotlarin-isleri-devralmasi-mumkun-degil (erişim 20.04.2019) Nazlı Bülay Doğan, Makine Kırıcılıktan Yapay Zeka Korkusuna Otomasyon Distopyaları, http://www.guvenlicalisma.org/19582makine-kiriciliktan-yapay-zeka-korkusunaotomasyon-distopyalari-nazli (erişim 20.04.2019) Robot Teknolojisi, Yapay Zeka ve Emek Cephesi Açısından Mücadele Olanakları, http://isyandan.org/makaleler/robot-teknolojisi-yapay-zeka-ve-emek-cephesi-acisindanmucadele-olanaklari/ (erişim 20.04.2019)
İŞÇİ HAREKETİNİN KRİZİ ve YENİ ÖRGÜTLENME OLANAKLARI Bahar EKİNCİ
55 İşçi hareketinin krizini anlamak için kapitalizmin yapısal dönüşümüne bakmak gerekiyor. Gelişen sanayii ve kar oranlarının düşme eğilimi sonucu sermayenin üretim alanından hizmet sektörüne ve spekülatif alana kayması bu dönüşümün önemli bileşenlerindendir.Üretim alanındateknolojinin gelişimiyle çok daha az insan emeği gerektirmesi ise işsizliğin kalıcılaşması sonucunu yaratıyor. Bu durumun niceliksel olarak daha da artması bekleniyor. İşgücünün niteliksel dönüşümü ile önümüzdeki yıllarda ağırlığın kol emeğinden büyük oranda kafa emeğine kayacağı açıktır. Kapitalizmin yapısal dönüşümünün bir sonucu da sınıfın parçalanmasıdır. Neoliberal politikaların git gide tüm dünyada yaygınlık kazanması sınıfı pek çok açıdan parçalı hale getirdi. Büyük fabrikalarda benzer koşullarda beraber yapılan üretim parçalı hale geldi. Sınıf içinde kalıcı işi olanlar ayrıcalıklı hale geldi. Sınıf büyük oranda güvencesiz, gel-geç taşeron işlerde birbirinden kopuk ve farklı koşullarda çalışıyor. Hatta önemli bir kısmı çalışamıyor. Kalıcı işsizlik ve parçalanmışlık sınıf mücadelesinin seyrini etkileyen önemli gelişmelerdir. Emeğin parçalanmışlığı küresel bir meseledir. Tüm dünya çapında baktığımızda karşımıza ülkeden ülkeye, bölgeden bölgeye paramparça olmuş sınıf gerçeği çıkar.
Reel sosyalizmin yıkılışının ve bölge savaşlarının yarattığı yıkımla ülkelerini terk eden emekçiler dünyada oradan oraya kitlesel bir şekilde savrulmaktadır. Geçiş yollarında ve gittikleri yerlerde sınıfın yapısını ve burjuvaziye karşı konumlanmasını doğrudan etkilemektedirler. Göç yollarında kitlesel şekilde hayatlarını kaybetmeleri bir çeşit sınıf katliamıdır. Aş, iş ve onurlu bir yaşam için yollara düşen emekçiler yollarda katledilmektedir. Gittikleri ülkelerde işgücünün pazarlık gücünü zayıflatan bir etken olarak görülmektedirler ve bu yüzden ortak sınıf mücadelesine katılımları zorlaşmaktadır. Kültürel farklar da biraraya gelişi hayli güçleştirmektedir. Çocuk emeği sömürüsü ve günümüzdeki durumu başlı başına ele alınmalıdır. Dünya çapında önemli bir sorun da çocuk emeği ve bu emeğin sınıf mücadelesine katılımıdır. Bizde bu durum en yaygın şekilde tarım işçiliğinde ve stajyer öğrencilerin emek sömürüsünde yaşanmaktadır. Tarım işçilerinin durumu başlı başına vahimken çocuk tarım işçilerinin durumu kadın tarım işçilerininki gibi çok daha vahimdir. Çocuklar bu alanda işçi olarak bile görülmüyor, ebeveynleriyle birlikte oradan oraya sürükleniyor, emekleri çok ucuz hatta karşılıksız ve maalesef pek çoğu iş cinayetlerine kurban gidiyorlar. Stajyer işçiler ise çok ciddi bir emek sömürüsüne uğruyorlar. 14 saate varan mesailerle üç kuruşa çalışıyor; her türlü hak gaspına, taciz ve mobinge maruz kalıyorlar.
İŞÇİ HAREKETİNİN KRİZİ ve YENİ ÖRGÜTLENME OLANAKLARI
Kapitalizmin Yapısal Dönüşümü ve Krizi
56
Kadın emeği daha da enformelleşiyor, ucuzluyor, yok sayılıyor. Yeniden üretim sürecinde yok sayılan ve bedavaya getirilen emek, kapitalizmin önemli bir sömürü alanı olarak orda öylece duruyor. Hatta yoksulluk arttıkça yeniden üretim alanı genişliyor, kadın emeği daha da sömürülüyor. Kadınlar en kötü işlerde daha ucuza çalıştırılıyor, parça başı iş alanında her türlü kayıttan uzak Orta Çağ koşullarında çalıştırılıyor. 1800’lü yılların “eşit işe eşit ücret” talebi maalesef 21. yüzyılda güncelliğini hala koruyor. Kapitalizmin yapısal dönüşümü sonucu kapitalist merkezlerde kafa emeğinin ağırlığı ciddi oranda yükselirken bir taraftan da dünyanın pek çok noktasında esnek çalışmayla enformel alan büyüyor, kadın emeği daha da esnekleşiyor ve görünmez kılınıyor.
Örgütsüzlük Neoliberal politikalar sonucu esnek
çalışma, taşeronlaştırma ve örgütsüzleştirme saldırılarıyla sınıf mücadelesi daha da geriletilmiştir. Son 20-30 yılda tüm dünyada sendikalaşma oranında ve grevlerde düşüş var. Mesela ABD’de sendikalaşma oranı %10, Türkiye’de %13,86. Türkiye’de kayıtsız işçileri, göçmen işçileri, işçi bile sayılmayan kadınları da düşündüğümüzde bu oran ciddi olarak düşecektir. Türkiye’de sendikalaşma oranı özelikle 90’lardan sonra düşmüştür. Türkiye’de özellikle kamuda sendikalaşma oranı yüksekti. 90’dan sonraki 20 yıl içinde özelleştirmeler sonucu kamuda kadrolu işçi istihdamı azaldığı için sendikalaşma oranı da düştü. Aynı zamanda işkolu barajı getiren yasalarla örgütlenmeye saldırı boyutlandırıldı. Aslında bu durum tüm dünyada yaşanan kapitalizmin yapısal dönüşümüne sınıf mücadelesinin uyumu krizi olarak da adlandırılabilir. Buna ilave olarak son 15 yılda rejime bağlı bir kriz olarak görebile-
Ücretlerin düşüklüğü, uzun mesai saatleri, mobing en sık karşılaşılan sorunlar. Örgütsüzlüğün geldiği seviye iş cinayetlerinde artışta kendini çok açık olarak gösteriyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin (İSİG) açıkladığı rakamlara göre 2019’un ilk dört ayında en az 545 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. 70’li yılların en aktif sınıf mücadelesi döneminde doğru düzgün gündem olmayan iş cinayetleri, günümüzde mücadelenin ilk sıralarında yer almak durumundadır. İlkel kapitalizm dönemini aratmayan koşullarda çalışmaya mahkûm edilen sınıf, pek çok ileri haktan önce yaşama hakkı mücadelesi vermek zorunda kalmaktadır. İş cinayetlerinin yaşanmasında örgütsüzlük birincil sorundur. Örneğin Nisan 2019’da yaşanan iş cinayetleri sonucu hayatını kaybeden 145 işçinin yüzde 98’i sendikasızdır.
Sarı, Korporatif Sendikalarla Mücadele, Nasıl? Var olan sendikalar en iyi niyetli yaklaşımla sınıf mücadelesinin, hele şu günlerde sınıf içinde biriken öfkenin önünde baraj görevi görüyor. Barajın arkasında biriken suyun kendine akacak kanallar bulması gibi sınıf mücadelesi de mutlaka yeni yollar bulacaktır. Bu yolların neler olacağı, sınıfın kendini hangi yeni örgütlenme modelleriyle ortaya koyacağı önümüzdeki günlerin önemli mücadele konularından olacaktır. Hele kayıtsız, esnek çalışma ve taşeron sistemi ekonomik krizle birleşince yıllardır yaptığımız enformel çalışmaya enformel örgütlenmeler tartışması mücadelede daha somut kanallar bulabilir. Sendikaların şu anki durumu bir neden değil sonuçtur. Sadece sarı sendikacılara küfrederek sınıf mücadelesini büyütemeyiz. Tabi ki var olan anlayışla hesaplaşmak kaçınılmazdır. Ancak yeni yollar aramadan, mücadeleyi büyütmek için boylu boyunca sınıfın içinde yer al-
57 İŞÇİ HAREKETİNİN KRİZİ ve YENİ ÖRGÜTLENME OLANAKLARI
ceğimiz korporatif sendikalar olan Hak-İş ve Memur-Sen’in varlığı Türkiye’de sınıf mücadelesi krizinin önemli bir ayağı olarak görülmelidir. Türkiye’de sınıf sendikacılığının krizini anlamak için 12 Eylül önemli bir köşe taşıdır. Sermaye lehine düzenlemeleri içeren 24 Ocak kararlarını uygulamak, sınıfın tüm örgütlenmelerini dağıtmak ve devrimci mücadeleyi bastırmak için yapılan darbenin başarısını on yıllara yayılan zaman diliminde görebiliriz. Bu darbe sayesinde neoliberal politikalar uygulanabilmiştir. Türkiye işçi sınıfının ciddi deneyimler biriktirdiği bir dönemle mücadele ve tarih bilinci bağı kesilebilmiştir. Darbe sonrası 89 Bahar eylemliliklerinin son noktası olarak Zonguldak maden işçilerinin sarı sendikacılar tarafından Mengen’den geri çevrilmesiyle bir dönem kapanmıştır ve asıl bu tarihten itibaren hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Sınıf mücadelesiyle bağı darbede büyük oranda kopan yeni kuşaklar bu tarihten sonra sendikacıların işçiyi sattıkları ön kabulüyle yetişecektir. Haksız olmayan bu tespit alternatif sınıf örgütlenmeleri yaratılamadığında örgütsüzlüğü meşrulaştıran ve sermayenin elini güçlendiren bir durum yaratmıştır. Geldiğimiz konakta sınıfın örgütsüzlüğü o seviyede ki, işçiler var olan haklarını dahi bilmiyor, bilse de kullanamıyor, koruyamıyor. Özellikle son yıllarda tepeden tırnağa yaşanan keyfileşme ve hukuksuzluk, hakların artırılmasına değil ancak, var olan hakların korunması ve kullanımına odaklanmaya yol açmıştır. Son yıllarda yaşanan işçi eylemlerine baktığımızda sendikalı olduğu için işten atılan ve direnen işçiler sıkça görülüyor. Anayasal bir hak olan sendika üyesi olmak, işveren tarafından direk kapının önüne konulmaya yol açıyor. Ücretlerini, tazminatlarını almadan işten atılmalar, işçilerin her gün yaşadıkları gerçeklikler.
58 İŞÇİ HAREKETİNİN KRİZİ ve YENİ ÖRGÜTLENME OLANAKLARI
madan sendikacıları yerden yere vursak ne olacak? Yazının başında da yer aldığı gibi şu anda sendikalı işçi oranı yüzde 14 bandında. Geri kalan yüzde 86 nerede? Kayıtsız, göçmen, ev işçisi kadın işçileri de düşünürsek yüzde 90’dan fazlası nerede? Sınıfın çok parçalı ve düzenin borçlandırma batağında olduğu bir gerçek. Klasik sendikal örgütlenmeler sınıfın bir arada ve benzer koşullarda çalıştığı dönemlerin ürünü. Şu anki duruma baktığımızda nasıl kapitalizm geriye dönmüş ve vahşi kapitalizm koşullarında işçileri çalıştırıyorsa işçiler de belki de ilk dönem örgütlenmelere dönmeli… Dayanışmanın ön planda olduğu örgütlenmeler,
alan, sınıfın işyeri ve yaşam alanlarında aynı anda kuşatıldığı çalışma tarzına güzel bir örnek olarak ele alınabilir. Ana parolası, güvencesizlerin güvencesi olacağız. Çalışma ve yaşam alanı aynı olan sınıfın ciddi bir devrimci iradenin de varlığıyla neler yapabileceğine iyi bir örnek. Tamamen kayıtsız ve güvencesiz koşullarda, merdivenaltı işyerlerinde hak gaspına uğrayan işçiler mahallenin devrimcilerine başvurur önce. Yasal hiçbir hakkı olmayan işçiler yetkisini gücünden alması gerektiğini pratiğin içinde öğrenir. Başta devrimcilere zamanla kendine güvenir. Yüzlerce işçinin sorunu çözülür. Sokak Sendikası zamanla kendine bir ilkeler manzumesi oluşturur. En önemli ilke; sorunu olan işçinin, kendi
Sınıfın çok parçalı ve düzenin borçlandırma batağında olduğu bir gerçek. Klasik sendikal örgütlenmeler sınıfın bir arada ve benzer koşullarda çalıştığı dönemlerin ürünü. Şu anki duruma baktığımızda nasıl kapitalizm geriye dönmüş ve vahşi kapitalizm koşullarında işçileri çalıştırıyorsa işçiler de belki de ilk dönem örgütlenmelere dönmeli… çalışma koşullarının vahşiliğine karşı en insani ihtiyaçların karşılanması için örgütlenme… Sınıf mücadelesi onca yol aldı, deneyim biriktirdi denebilir haklı olarak. Tüm bu deneyimlerin üstünden atlamak için değil, var olan durumun vahametini ortaya koymak için bir gönderme yapma ihtiyacı duyuluyor. Enformel örgütlenme örneği olarak Sokak Sendikası verilebilir. Dergimizin bu sayısında şu anda aramızda olmayan ama ürettikleriyle hala bizimle yürüyen Mehmet Akyol yoldaşımızın aynı konulu tamamlanmamış bir yazısı olacak. O yazıda daha detaylı bir değerlendirme var. Konu enformel örgütlenmelere gelmişken değinmeden geçemeyeceğim. Sokak Sendikası yetkisini gücünden
sorunu çözülürken ya da sonrasında başka bir sınıf kardeşinin sorununu çözmek için hareket etmesidir. Sokak Sendikası’nın en önemli sorunu kalıcı bir örgütlenmeye dönüşememesi oldu. Sendikayı yaymak için oluşturmaya çalışılan işçi meclisi kalıcı olamadı. Sorunu çözülen işçilerin büyük bölümü sonrasında sendikada etkili roller almadı. Belki de bu tarz örgütleri (meclis tarzı) çok kalıcı kurgulamak doğru değil. Sorunlar ekseninde kitlesel bir araya gelişler uzun bir dönem daha çok kalıcı yapılara dönüşmeyecek gibi görünüyor. Bu durumun benzerini Gezi Direnişi sonrası oluşturulan forumlarda yaşamıştık. Görkemli bir ayaklanmanın ardından halk örgütlenmesi modeli olarak ortaya çıkan forumlar bir süre sonra sönümlenmişti.
Bu modelin en çok görüldüğü Latin Amerika’da bu tarz örgütlenmelerin kaderi ülkeden ülkeye farklılık gösteriyor. Arjantin’de 2000’de yaşanan ekonomik iflasla başlayan halk ayaklanmalarının ürünü olan halk meclisleri bir süre sonra sönümleniyor. Bolivya’da Su Savaşları ve Gaz Savaşları döneminde oluşturulan benzer örgütlenmeler sayesinde halk iradesi iktidara taşınabiliyor. Venezüella’da da Chavez iktidara gelince halk örgütlenmelerini oluşturmaya ve yaygınlaştırmaya çalışıyor. Düzenli toplanan, tıkır tıkır işleyen, kararlar alan ve uygulayan bir yapı tezahür etmek hayalcilik olur. Önemli olan sınıfın şu anki pozisyonuna uygun örgütlenme modellerinin ipucunu yakalamak ve örneklerini yaratmak. Bu örnekler tek tip ve kalıcı olmayabilir. Sınıfın sorunlarını çözme iradesini açığa çıkarması ve
sınıf bilincini geliştirmesi en önemli koşul olmalıdır. Farklı örgütlenme deneyimlerine örnek olarak bağımsız bir sendika olan BATİS’e (Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası) de mutlaka değinmek gerekiyor. BATİS’in en önemli farkı klasik sendikalar gibi sektör ayrımı yapmaması. Hakların korunması ve geliştirilmesini esas alarak çalışan bir sendika olması. Toplu sözleşme yetkisi olmasa dahi üye sayısı yer yer 5 bine kadar çıkmıştır. Yetkisini gücünden alan bir anlayışla fiili eylemlerin ardından takım sözleşmesi yaptığı işyerleri olmuştur. İşçilerin var olan haklarının korunması ve geliştirilmesi ana hedefi olmuştur. Hukuk dayanışması bir dönem mücadelesinin önemli bir ayağını oluşturmuştur. Kurulduğu yer olan Bursa’da on yılların mücadele birikimi ve deneyimi BATİS’te cisimleşmiş, 1 Mayıslarda kitlesel korte-
59
60 İŞÇİ HAREKETİNİN KRİZİ ve YENİ ÖRGÜTLENME OLANAKLARI
jiyle dikkat çekmiştir. (2019 1 Mayıs’ında da 300 kişilik korteji ve ayrı programıyla dikkat çekmiştir.) BATİS’in Trakya ayağı da farkını ortaya koyan bir çalışma disiplini göstermektedir. İşyerlerinde yaşanan İSİG ihlallerini tespit ve mücadele konusunda özgün ve sonuç alıcı bir çalışma yaptı. BATİS’in sektör ve yetki ayrımı yapmadan sınıf mücadelesini büyütme yaklaşımı sonucu ulaşılan işçilerle yapılan çalışma sonucunda işyerlerindeki İSİG ihlalleri tespit edildi. Bu işyerlerine sorunları içeren ihtarlar çekildi. Konuyla ilgili BATİS Trakya’nın hazırladığı broşürden aldığımız bilgiye göre; “2013 yılında 2 adet, 2014 yılında 16 adet işyerine ihtarname düzenledik. Bunlardan 14 tanesi tekstil boyahane, 3 tanesi metal iş kolunda ve 1 de gıda iş kolunda. 4 başvurunun sahibi kadın işçi ve 14 başvuru erkek işçiler tarafından yapılmış. Başvurulan işyerlerinin 2 tanesinde işyerinde yetkili sendika var.” (…) “İhtar sonucu işyerlerinin yaptıkları İSİG düzenlemeleri: … Bir işyerinde işçiler 1 hafta ücretli izne çıkarılarak fabrika komple bakımdan geçirildi. Birkaç fabrikaya ehliyetli forklift operatörü alındı. … İSİG eğitimleri verilmeye başlandı. Eğitimlerden biri şeflere yönelik “mobbing” eğitimi oldu. … Hemen hemen her işyerinde makine aksamları elden geçirildi. 12 saat düzeni çalışan fabrikalar ihtarlardan sonra 8 saat çalışma düzenine geçti. İş elbiseleri yenilendi ve soğuk bölümlerde çalışanlara ekstra donanımlar sağlandı. İSİG kişisel koruyucu donanımları verilmeye başlandı, bazılarında yenilendi. Birkaç fabrikada İSİG kurulu işçi temsilcisi seçimleri yapıldı. 18 fabrikanın yarısında kayıt dışı ödemeler kayıt içine girdi. … Bir işyerinde yapılan şikayet sonrası 20 kamyon çöp ve atık fabrikadan çıkarılarak işçilerin rahat nefes alması sağlandı, periyodik temizlik başladı.”
Bölgesel bir çalışma olmasına rağmen özellikle sınıfın önemli bir sorunu olan İSİG konusunda yapılanlar mücadelenin geleceği açısından önemli ipuçları sunmaktadır.
Sınıf Mücadelesinin İdeolojik Sorunu Sınıf mücadelesinin krizi sosyalizmin ideolojik krizinden bağımsız düşünülemez.Binbir emekle örgütlemeye çalıştığımız Sokak Sendikası gibi taktiklerin gelip bir yerde tıkanmasının emekçiler üzerinde ideolojik hegemonya kuramamamızla da doğrudan ilgisi vardır. Reel sosyalizmin yıkılışından sonra neoliberal politikalar postmodern ideolojinin katkısıyla daha da rahat uygulandı. İdeolojilerin sonunun geldiğini savunan bu burjuva ideolojisi emekçilerin geleceğini belirleme ve örgütlenme hakkına saldırdı. “Anı yaşayın” sloganıyla yaşanmaz bir hayat emekçilere dayatıldı. Sınıf çelişkilerinin üstünün örtüldüğü kimlik siyasetinin öne çıktığı bu dönem bitmiş değil. Kavramsal olarak postmodernizm daha az anılır olsa da postmarkist yaklaşımlarla sınıfın varlığı tartışılır hale gelmiştir. Özellikle 4. Sanayi Devrimi’yle makinaların ve robotların sınıfın yerini alacağı öngörüsünün desteğiyle de mücadelenin ekseni sınıf çelişkilerinden çok kimlik çelişkilerine oturtulmaya çalışılıyor. Kimlik çelişkilerinin (ulusal, cinsel vb) varlığı inkâr edilemez tabii. Ancak asıl sorun, ana çelişkinin örtbas edilmesidir. Bu sorunun bir diğer noktasında Ortodoks yaklaşımlar duruyor. Sosyalizmin uygulayıcıları sorunluydu, deyip teorik sorunlarını örtbas edenler ve sınıfın yapısı hiç değişmemiş gibi hareket edenler de sonuç alamıyorlar. Sınıfın parçalandığını görmezsek her bir parçanın çelişkilerine uygun model geliştirmez eski modellerle her parçaya seslenmeye çalışırsak sonuç alamayız.
Ayrıca geniş işsiz yığınları görmez ya da bu durumun eskisi gibi gelip geçici olduğu ezberiyle hareket edersek sınıfın tek mücadele yöntemi olarak “üretimden gelen gücünü kullanması, şalteri indirmesi”ne odaklanırız ki bu yöntem tek başına günümüzde sınıfın genel mücadele çizgisini ifadeden uzaktır. ve kalıcı işsizlik girdabında gücünü farklı yöntem ve örgütlenme modelleriyle ortaya koyması gerektiğine dair örnekler olarak ele alınmalıdır. Bu eylem biçimlerinin çok düşünülüp masa başlarında alınan kararlarla bulunmadığını da bilmek gerekir. Sınıf biraz da el yordamıyla başkaca da çaresi kalmadığı zaman mücadele yöntemlerini çeşitlendiriyor. Önemli olan bunlardan geleceğe dair öncü taktikler için ipuçları yakalayabilmektir. Üretimin dışına atılmış işçilerin (işsizlerin) tüketim kanallarını tıkayarak mücadeleyi yükseltmesi önemli bir ipucu olarak duruyor. Bir diğer önemli konu düzenli bir işte çalışabilme ayrıcalığına sahip işçilerle işsizlerin ittifakının kurulması mücadelesidir. Meselenin ideolojik arka planında işçi-köylü ittifakının, kırların büyük oranda boşaltılmasıyla yerini işsiz-işçi ittifakına bıraktığını görmek gerekir. İşsiz yığınların yıkıcılığıyla işçilerin yapıcılığının sınıf mücadelesinde buluşturulması henüz pratiklerini açığa çıkaramadığımız bir öngörü olarak duruyor. Kimi analistlerin “çekirdek işçi” dediği, 4. Sanayi Devrimi’nin hız almasıyla daha da ayrıcalıklı hale gelecek olan sınıf katmanının üretimi planlama yeteneği sosyalizmin inşası açısından son derece önemlidir. Sınıf mücadelesinin şimdiki seviyesi bu kesimi kapsamaktan uzaktır. Bu kesim ancak sosyalizmin insanlığın geleceği için yegâne kurtuluş olduğunun ikna edici bir şekilde ortaya konmasıyla örgütlenebilir gibi görünüyor. Bu kesimin elde ettiği ayrıcalıkları riske atması ancak kapitalizmin
61 İŞÇİ HAREKETİNİN KRİZİ ve YENİ ÖRGÜTLENME OLANAKLARI
Ayrıca geniş işsiz yığınları görmez ya da bu durumun eskisi gibi gelip geçici olduğu ezberiyle hareket edersek sınıfın tek mücadele yöntemi olarak “üretimden gelen gücünü kullanması, şalteri indirmesi”ne odaklanırız ki bu yöntem tek başına günümüzde sınıfın genel mücadele çizgisini ifadeden uzaktır. İşsizliğin kalıcı ve her geçen gün artmakta olduğunu bilerek mücadele yöntemlerimizi gözden geçirmemiz gerekiyor. Fabrikalarda hücreler oluşturmaya ve gün geldiğinde şalteri indirmeye endeksli sınıf mücadelesi verenler maalesef ki uzun yıllardır bir arpa boyu yol alamamışlardır. Yeninin izini sürenler açısından da sınıfın yapısal dönüşümünü karşılayacak örgütlenme modelleri bulmak gerekiyor. İşsizlerin eylem ve mücadele modeli olarak Arjantin’deki İşsiz İşçiler Hareketi önemli bir yerde durmaktadır. İşsizliğin açlık ve yoksullaşma anlamına geldiği yalın gerçeği üzerinden bir araya gelen geniş kitleler “şalteri indirme” hakkına sahip değilse ne yapacaktı? Arjantin’de üretimden gelen gücünü kullanamayan geniş kitleler kente giden ana arterleri keserek uyguladığı eylem planıyla taleplerini hayata geçirebildi. Bizde de Tekel işçileri benzer bir mücadele yöntemiyle hareket etti. İşten atılmışlardı, üretimin dışındayken eylem yöntemi Ankara’nın merkezine çadırlar kurarak gündemi belirlemek oldu. Bu örnekler üretimi durdurarak gücünü ortaya koyabilme şansı olan işçilerin bu eksende örgütlenmesi gerektiğinin üstünü örtmesin. Sınıfın parçalı durumda
62 İŞÇİ HAREKETİNİN KRİZİ ve YENİ ÖRGÜTLENME OLANAKLARI
tüm insanlığın sonunu hazırlayan vahşi yüzünün deşifre edilmesi ve sosyalizmin umut olarak örgütlenmesiyle mümkün olacaktır. Geniş işsiz yığınların örgütlenmesi süreci de daha az zorlu değildir. Kendi yaşam alanlarında çürümeye terk edilen bu kesimlerin en başta yaşam alanlarında geniş dayanışma ağları kurularak örgütlenmesi zorunludur. Dayanışma ağlarının, adalet ve ekonomik ağlarla kuşatılması ise mücadelenin dönüştürücü ayaklarıdır. 3. Dönem stratejik yaklaşımıyla varoşlarda uzun yıllar yürüttüğümüz bu eksendeki çalışma; AKP belediyelerinin dilencileştirme yaklaşımıyla dayanışma çalışmamızı sınırlandırması, çetelerin mafyalaşmasına karşı direniş hattını güçlendiremememiz, devletin faşistleşme sürecinde kurumlarımızı kapatması ve öznel sorunlarımız nedeniyle hız kaybetse de sınıfın hem işyerleri hem de yaşam alanları üzerinden örgütlenmesi gerektiği tespitimiz gerçekliğini koruyor. Önümüzdeki günlerde mahalle çalışmalarımız dönemin de olumlu havasından yararlanarak canlanacak gibi görünüyor. Bu canlanma sürecinde, yıllardır biriktirdiğimiz deneyimlerle hareket edeceğimiz, tıkandığımız noktalarda daha uyanık olacağımız, sınıfı yaşam alanlarında ve işyerlerinde eşgüdümlü bir şekilde örgütlemek için hareket edeceğimiz açıktır. Bu süreçte yakaladığımız ipuçlarının üzerine daha kararlı ve topyekûn gitmemiz gerektiği ortadadır. Geçiş süreçlerinde alternatifin örgütlenmesi, öncü taktiklerin ipuçlarının yakalanıp sivriltilmesi son derece önemlidir. Alternatifin ete kemiğe bürünmesi ve umut olarak ortaya çıkarılması önümüzü açacaktır. Alternatifin ne olduğunu bulmak ancak emekçilerle bağlarımızı artırmak ve güçlendirmekle mümkündür.
SINIF HAREKETININ KURUMLARI VE SOKAK SENDIKACILIĞI Mehmet AKYOL
Bugüne kadar sınıf mücadelesinin siyasal ve ekonomik mücadele kurumları üzerine yapılan tartışmalar hala derine inmiş değil. Sınıfın nitel ve nicel değişmelerine denk düşen örgüt biçimleri hala el yordamı ile bulunuyor. Bu konuda dişe dokunan bir tartışma ise ufukta görünmüyor. Ekonomik mücadele alanı konusunda bir tartışma başlatmak için bir ön tespit gerekli. Ekonomik alan denince akla ilk gelen sendikaların başarılarının altında sürekli olarak bir politik yapılanma olduğu çoğu kez unutulur. Bu nedenle sendikaların içinde bulundukları krizden çıkmaları öncelikle politik örgütlerin güçlenmelerine bağlıdır, tespiti yapılmalıdır. Ekonomik alan denince sendikaların yanı sıra geçmişte kooperatif, dayanışma kasaları gibi kurumlaşmalar yaratıldığı bilinir. Sınıfın sorunlarına cevap vermek konusunda sendikaların bu tür kurumlara öncülük ettiğide. Ancak günümüzde özellikle sınıfın yapısının giderek daha
heterejon hale gelmesi ile sendikaların hem kendi yapılarını buna denk hale getirmeleri, hemde diğer kurumlaşmalar artık hayati bir hale gelmiştir. Her iki alanda önümüzde duran sorunlar ve bunun çözüm yolları nelerdir?
Sendikaların Nerede Durmakta? Resmi rakamlar meydanda, çalışanların neredeyse üçte biri sigortalı/kayıtlı olarak çalışıyor. Bunların ise onda birinden daha azı sendikalara üye. Üyelik için noter şartının kaldırılması sendikalara yeni bir imkan getirmemiş gibi gözükmekte. Tam tersi yeni yasa sendikaların önünü daha da tıkamakta. Hemen hemen her sendikanın başının üstünde bir işkolu barajı satırı sallanmakta. Yeni torba yasası ile üç sendikal federasyonunu üyesi sendikaların yetki barajlarının tedrici olarak %3’e çıkarılmasını iptal etti. Başka bir deyişle bir federasyona bağlı iseniz işkolu barajınız %1’de kalacak, değilseniz %3. Yeni yasa çıktıktan sonra görüldü ki
63 SINIF HAREKETININ KURUMLARI VE SOKAK SENDIKACILIĞI
Bu yazıyı 6 Ekim 2016’da aramızdan ayrılan Mehmet Akyol yoldaşımız hazırlıyordu. Yazı tamamlanmamıştı, Sokak Sendikası’nın öncüleriyle tekrar ele alınmayı gerektirecek şekilde ham haldeydi. Yoldaşımızın hastalığının ardından hızla aramızdan ayrılması nedeniyle yazının üzerinde son bir çalışma yapılamadı. Ancak bu sayıda tartışmak istediğimiz çerçeveye ufuk açması temennisiyle, çalışmaya bu ham haliyle yer vermeyi uygun gördük. Bu vesileyle hayatının her anını mücadele için dolu dolu yaşayan, ölüm döşeğindeyken “Nereden çıktı bu hastalık, daha çok işimiz vardı.” diyerek kafasındaki projeleri hayata geçiremeyeceğinin kaygısını yaşayan yoldaşımızı bir kez daha özlemle anmak isteriz. Mücadele=hayat diyen tüm yoldaşlarımıza duyduğumuz sonsuz saygıyla…
64
Gerek bu durum gerek malum sendikacılık anlayışı sendikaların kendi dertleri ile uğraşmaktan sınıfın dertlerine zaman ayıramama (!) sonucunu doğurdu. Elbette geleneksel olarak sendikaların, en azından sınıfın bir bölümü için bir gereklilik olmaya devam ettikleri açık. Ancak bu sendikaların kendi örgüt anlayışını değiştirmeleri zorunluluğunu ortadan kaldırmamakta.
SINIF HAREKETININ KURUMLARI VE SOKAK SENDIKACILIĞI
işkolu barajı, işkolu sayısının 20’ye düşürülmesi ile neredeyse eskiyi aratır bir durum yaratmakta. Geçiş döneminde %1 olan baraj pek çok sendikayı yetkisiz hale getirmişken, bunun 2018’de %3’e çıkması sonucu bütün sendikaların barajın altında kalmasına neden olacaktı. Sorun, bağımsız sendikalar için bir hilkat garibesi eşitsizlik yaratılarak şimdilik çözülmüş durumda. Gerek bu durum gerek malum sendikacılık anlayışı sendikaların kendi dertleri ile uğraşmaktan sınıfın dertlerine zaman ayıramama (!) sonucunu doğurdu. Elbette geleneksel olarak sendikaların, en azından sınıfın bir bölümü için bir gereklilik olmaya devam ettikleri açık. Ancak bu sendikaların kendi örgüt anlayışını değiştirmeleri zorunluluğunu ortadan kaldırmamakta.
Sigortasızların Sendikası Yasaların belirlediği sendika anlayışının yanı sıra yeni tip sendikalara ihtiyaç ortadadır. Herşeyden önce sigortalı/kayıtlı çalışmayanların sendikal örgütlenmeleri nasıl olmalıdır, sorusuna elle tutulur bir cevap gereklidir. Yasaların belirlediği sınırlar içerisinde sigortasızların sendikal mücadeleye katılımı için akla ilk gelen cevap, sendikaların e-devlet üzerinden üye olma yerine doğrudan sendikalara üye olmalarını sağlayacak bir örgütlenme anlayışı, bir tüzük değişikliği olanağını araştırılmalıdır. Bu durumda sendikalarda iki ayrı türden sendika üyesi ortaya çıkacaktır. Tü-
zük bu anlamda bu farklılığı ortadan kaldıracak bir anlayışa sahip olmalıdır. Baraj derdine düşmüş olan sendikalar bu tür örgütlenmeleri bir yük olarak göreceklerdir. Ancak bu durumun sendikalara yeni bir imkan yaratacağıda unutulmamalıdır.
Sendika Aidatı Öte yandan sigortasızların ayrı bir sendikal örgütlenme modelide tartışmaya açılmalıdır. Özellikle bağımsız sendikalar için bu yeni bir perspektiftir. Bunun önündeki engel olarak görülen sendika aidatı artık bir çözüme kavuşturulmalıdır. Mevcut durumda sendikalar e-devlet üzerinden üye kazanmakta, işkolu barajını aştıktan sonra, toplu iş sözleşmesi yaparak işveren üzerinden sendika aidatlarını ödemekteler. ABD gibi ülkelerde ‘Chek-off ’ sistemi olarak adlandırılan bu sistem, sendikaları maddi açıdan işveren tam bağımlı hale getirdiğinden, AB ülkelerinde daha çok karma sistemler ortaya çıkmıştır. Esası, sendika aidatının bir kısmının işveren üzerinden tahsili, geriye kalanının işçinin kendi ödemesidir. Bu durum işçi ile sendika arasında daha yakın bir ilişki ortaya çıkarmaktadır. Ülkemizde sendikal hareket, aidatın sadece toplu iş sözleşmesine bağlanmasını aşmak zorundadır.
Diğer Tip Sendikalar Ülkemizde biraz el yordamı biraz taklitle ortaya çıkan kadın, gençlik, işsiz ve emekli sendikaları üzerinde neredeyse hiç
tartışma yapılmıyor. Gerek ülkemizde gerekse de diğer ülkelerdeki deneyler biriktikçe bu konuda artık bir derlenip düzenleme aşamasına gelinmektedir. Esas olarak bu kurumların mevcut sendikal düzenin dışında kaldıkları ortadadır, ancak varlıkları bir gerekliliktir. Sorun örgütlenme ve mücadele yöntemlerinin geliştirilmesidir. Bu alanın aktörlerinin bir araya gelerek sorunları masaya yatırmayı ve ortak çözümler üretmeyi gündemlerine almaları gereklidir. Çalışanların haklarını korumayı amaçlayan, genelde yerel veya bir konu ile sınırlı kalan çeşitli adlarda ki işçi kurumları içinde benzer şeyler söylemek mümkündür. Bu çerçevede ‘Sokak Sendikacılığı’ kavramı da tartışılmalıdır. Mücadelenin yarattığı özgür alanlarda, yasaların sınırlamalarını aşarak yürütülen hak mücadelesinin kamuoyunda meşruluğu ilan edilmelidir.
Her Alanda Kurumlaşma Sınıfın bütün ekonomik sorunlarını sendikaların üzerine yüklemekten vazgeçerek her alan için kendine özgü kurumlaşma gerçeği kendini dayatıyor. Örneğin işçi sağlığı, iş güvenliği artık sendikalara bırakılmayacak kadar toplumsal önem kazanmış durumda. Çalışanların mesleki öğreniminden tüketim kooperatiflerine kadar bir dizi sorun için benzeri şeyler söylemek mümkün. Bu tür kurumlaşmalar için daha cesur olunması, daha az acaba soruları sorulması lazımdır.
Neden Sokak Sendikacılığı İşçi sınıfının doğduğu günlerde çalışanların hiçbir hakları bulunmamaktaydı, vahşi kapitalizm sınıf üzerinde hiçbir sınır tanımadan satacak işgücünden başka bir şeyi olmayanları istedikleri gibi kullanıyorlardı. Deyim yerinde ise kapitalizm
65
66 SINIF HAREKETININ KURUMLARI VE SOKAK SENDIKACILIĞI
bugüne kadar geçirdiği her aşamada bu tür bir düzeni hayalinde yaşattı. Ancak işçiler bir araya gelerek hak mücadelesine başladılar. Öncelikle tek tek işyerlerinde, dinlenme araları haklarından daha fazla ücret, aynı ücretle daha az çalışma gibi haklarını kazanmaya başladılar. Bu hakların yaygınlaşması sonucu bu haklar yasal hale gelmeye başladı. Çalışanların sendika ve benzeri örgütlerinin ortaya çıkması ile toplu iş sözleşmeleri aracılığı ile bu haklar daha sistemli
düzende sınıfın zorunun da meşrulaşacağı açıktır. Merdivenaltı, sigortasız, güvencesiz bir ortamda, çalışanlar ertesi gün işe geldiklerinde işyerinin ortadan kaybolduğunu görüyorlar. İşten çıkarılanların ücretleri ödenmiyor. Mahkeme ve sendikalar bunlarla nasıl mücadele edebilir? Bu durumda gene kayıtdışı bir sendika oluşması gerektiği düşüncesi İstanbul’un bir mahallesinde ortaya çıktı. Böyle bir kuruluşun oluştuğunu duyan çevredeki işçiler hemen başvurulara başladılar.
Sokak Sendikası’nı oluşturanlar ilk başta adeta yepyeni bir dünyaya girmiş gibi oldular. Gelen sorunlar o kadar değişik ki her seferinde yeni bir şey öğrenir oldular. Geçen zaman içerisinde sorunu halleden işçinin bir sonraki sorunu ortaya çıkana kadar ortadan kaybolduğu görüldü. hale geldi. Ancak bu süreç tek taraflı işlemedi, sınıfın her yenilgisi sonrası bu haklar tekrar geri alınmak istendi. En son 89’da duvarın çöküşü ile dünyanın her yerinde bu geri gidişler yaşandı, sınıf artık yeni haklar yerine mevcut hakları için mücadele vermek zorundaydı. Yukarıda belirtildiği gibi kendini biraz güçlü hisseden işverenler vahşi kapitalizm özlemlerine denk düşen uygulamaları gündeme getirdi. İşte Sokak Sendikacılığı, işçi haklarına göz diken, mevcut yasal hakları hiçe sayan işverenlere karşı sınıfın öz savunma kurumları olarak anlaşılmak durumundadır. Bu tür işverenlere karşı yasal mücadele imkânları çok sınırlıdır, mahkeme kararlarını bile dinlemeyen işverenlerden yasal hakları almak neredeyse imkânsız hale gelince sınıf olarak meşru zeminde iş başa düştü diyerek mücadele etmek gerekir. Bunun içinde sınıf zoru çoğu hallerde kaçınılmaz hale gelir. Hele kayıt dışılığı meşrulaştıran bir
Sokak Sendikası’nı oluşturanlar ilk başta adeta yepyeni bir dünyaya girmiş gibi oldular. Gelen sorunlar o kadar değişik ki her seferinde yeni bir şey öğrenir oldular. Geçen zaman içerisinde sorunu halleden işçinin bir sonraki sorunu ortaya çıkana kadar ortadan kaybolduğu görüldü. Sorunlar düzenli olarak üç kişilik mahkeme heyetine gelmekte, bu üç kişiden biri kurumdan, diğer ikisi mahalle sakinlerinden seçilmekte. Bu durumda prensipler oluşturulmaya karar verildi. Gelen sorunlar bir komisyonda görüşülmekteydi. Burada ilk tartışmalar yapıldı ve şu prensiplerde görüş birliği sağlandı. 1. Müdahale edilecek konular sadece sınıf sorunları olacak. 2. Gelen sorunun halledilmesi için sorunu getiren işçiye, bir sonraki işçinin sorunun çözümüne katılma şartı getirildi. Bunu kabul etmeyenlerin sorunlarına bakılmadı. 3. Sorun kurulan bir mahkemede işçi ve işverenin katılımı ile görüşülmekte.
Basına Yansıyan Bir Örnek Bir gazetede yer alan “Sendika sokakta, sokak sendikada” adlı haberde şunlara dikkat çekiliyor: İstanbul Okmeydanı Mahallesi’nde emekçiler canlarına tak eden kayıtsızlığa karşı Dayanışma Evi adı altında ‘Sokak Sendikası’nı kurdular. Mahalledeki merdiven altı işyerlerinin kayıtdışı çalıştırdığı, güvencesiz, mevsimlik işçiler ve göçmen işçiler sorunlarını ortaklaştırıp kendi deneyimleriyle sorunlarına çözüm arıyorlar. Bu, bürokrasinin, başkan ve sekreterlerin olmadığı, mahalle sakinlerinden oluşan bir sendika. Güvencesizlerin öz savunması olarak nerede bir hak gaspı varsa hep birlikte patronun kapısına dayanıyorlar. Hak-
larını almadan o işyerinden ayrılmıyorlar. İşveren gece makinaları kaçırmasın diye nöbet bile tutuyorlar. Tüm bunların yaşandığı Okmeydanı Mahallesi Dayanışma Evi’nin çalışanı Orhan Köklü ile konuştuk. Kapıya Dayanıyoruz Mahalledeki herkesin yaşadığı hak gaspının bu fikrinin doğmasına neden olduğunu ifade eden Köklü, süreci şöyle anlattı: “Bu mahallede merdiven altı bir sürü tekstil atölyesi ve kayıtsız işyerleri var. Buralarda çalışanlar bu mahallenin çocukları, kadınları yada mevsimlik olarak Kürt illerinden gelenler ile göçmen işçilerdir. Hepsinin ortak özelliği kayıtdışı, güvencesiz, gündelikçi olarak çalıştırılıyor olmalarıdır. Yaşadıklarını paylaştılar. Her seferinde çeşitli kriz dönemlerin mağdurları olduk. Ve haklarımızı da hiçbir şekilde ispatlayamıyorduk çünkü işyerleri kayıtlı değil. Mahkemeye gittiğimizde işyerinin kaydına rastlanmıyor. Hangi sendikaya gittiysek ilgilenmediler. Çünkü sigortamız yok. Tüm bunlar üst üste gelince Sokak Sendikası fikri ortaya çıktı.” Köklü, yaşadıkları deneyimleri ise şu ifadelerle aktardı: “2009 yılında bir arkadaşımız çalıştığı işyerinde alacağını 8 ay boyunca alamadı. Patron da mahallemizde tanınan birisi. Önce bu patronun geceleri barlarda, pavyonlarda eğlendiğini tespit ettik. Ardından o işyerinde çalışanların aileleriyle birlikte patronla konuşmaya gittik. Patronun ailesiyle görüştük. Yaşamını deşifre ettik. En sonunda bize bir ödeme planıyla geri döndü. Yine 180 TL’lik bir alacağı için sokak ortasında işveren tarafından dövülen bir ablamızın yaşadıkları var. Dayak yiyen kadınla birlikte işyerinin bulunduğu sokaktaki esnafı gezdik, işverenin diğer işçilerine anlattık ve işyerinin kapısında ayrılmadık. İşveren bir saat sonra parayı getirdi ve bütün esnaftan özür diledi. Daha birçok benzer örnekler var.”
67 SINIF HAREKETININ KURUMLARI VE SOKAK SENDIKACILIĞI
Burjuva mahkemelerini takmayan işverenler bu mahkemeye gelmekteler. Bunun nedeni kurumun mahallede yarattığı gelenek. İşveren gelmezse doğrudan cezalandırılacağını bilmekte. 4. Bu prensipler mahalleye duyuruldu, ısrarlı olma ve sınıfın meşru zorunu kullanma hakkı savunuldu. 5. Bürokrasi olmadığı için sorunlar kestirmeden çözülmekte. 6. İşveren karara uymazsa haciz yolu ile işçinin alacağı tahsil edilmekte. Haciz sorununa çözüm getirilen işçilerle birlikte yapılmakta. Karşılaşılan zorlukların başında oluşturulması amaçlanan Sokak Sendikası Meclisi’nin sürekli hale gelememesi bulunmakta. Mahalledeki her işletmeden bir işçinin katılımı ile oluşacak bu meclis sürekliliğin garantisi olacak. Ancak işyerlerindeki istikrarsız istihdam bu amacı zorlaştırmakta. Başka bölgelerde benzer deneyler yapılamadı bu nedenle oldukça yerel kaldı. Yanlış ve eksik alınan kararlar oldu. Benzer şekilde bazı siyasi çevrelerin işverenden yana tavır koymaları ile karşılaşıldı.
68 SINIF HAREKETININ KURUMLARI VE SOKAK SENDIKACILIĞI
Amed’in Sokakları Örnektir Deneyimlerden yola çıkarak güvencesizlerin resmi sendikasının kurulması için çalıştıklarını sözlerine ekleyen Köklü, Amed’in (Diyarbakır), Colemêrg’in (Hakkari) ve Venezuela sokaklarının kendileri için ön açıcı olduğunu söyledi. Köklü, şöyle devam etti: “Bütün dünya deneyimlerinden yararlanıyoruz. Venezüella’yı takip ediyoruz. Kürt illerindeki Demokratik Özerklik sistemini yakından takip ediyoruz. Gençlik, köy, işçi, kadın meclisleri gibi biz de batı illerinde örgütlemeye çalışıyoruz. Bizim için stratejik bir yaklaşımdır. Komünal bir yaşam tarzı benimsediğimiz bir çalışma sistemidir. Yozlaşmayı, çeteleşmeyi, parçalanmışlığı dayatan sisteme karşı stratejik bir karşı mücadeledir.” 2013 yılında yapılan “Güvencesizler Konuşuyor” adlı bir tartışma toplantısı ile ilgili diğer bir haber ise konunun ülkemizde hangi düzeyde tartışıldığını gösteriyor. Haber şu şekilde, Güvencesizler, model örgütü tartıştı TMMOB Mimarlar Odası’nda yapılan “Güvencesizler konuşuyor” forumu sona erdi. Tekstilden, inşaata, tersaneden, ev işçisine kadar birçok iş kolundan foruma katılan işçiler sorunlarını konuştu, örgüt-
lenmenin önündeki engellerin kaldırılması ve model örgütlülük için düşünce ve önerilerde bulundu. İşçiler işçilerin var ettiği sendikaların yeniden kazanılması vurgusunda bulundu. Anadoluda Yaşam Kooperatifi, BATİS, Bir Umut Derneği, Çalış Der, Dayanışma Sendikası, Devrimci Sendikal Birlik, Ev Eksenli Türkiye HOME.net, Ev işçileri Dayanışma Sendikası Girişimi, Göçmen Dayanışma Ağı, İMECE Kadın dayanışma Derneği, İşsiz ve Güvencesiz Çalışanların Sendikalaşma Girişimi, Katılımcı Sendikal İnisiyatif, Limter İş, Sosyal Araştırmalar Vakfı, Sosyal Haklar Derneği, Sosyal-İş, Tekstil Sen ve Yeni Demokratik Sendikal Birlik’in bir araya gelerek gerçekleştirdiği “Güvencesizler konuşuyor” forumu işçilerin önerileri ile son buldu. Forumun bu bölümde ilk söz alan işten atılan taşeron PTT işçisi Rıza Soylu, güvenciz çalışan işçilerin çalışma yaşamında yaşadığı sorunlardan ve baskılardan bahsetti. İşçilerin örgütlenmesinin önündeki en büyük engellerin taşeronlaştırma ve özelleştirmeler olduğunu söyledi. İşten atmalara karşı çalıştıkları yerde tepki örgütledikleri için işten atıldıklarını ifade eden Soylu, 13 gündür direnişte olduklarını hatırlattı. Soylu “Güvencesiz çalışan işçilerin hiçbir yasal
SOKAK SENDİKACILIĞI ÖRNEKLERİ ARTIRILMALI Eğitim Emekçileri Derneği’nden Uygar Özdemir, sözleşmeli güvencesiz çalışan öğretmenlerin yaşadıkları sorunlardan bahsetti. Özdemir, “Dernek sınırları bunu örgütlemeye yeterli değildir. Buna karşı alternatif perspektifler sunmalı, işçi sınıfı deneyimlerinden öğrenmeliyiz. Sınıf eksenli bir siyaset yapılmalı. İşçilerin kurtuluşu kendi ellerindedir” dedi. Konfeksiyon işçisi Soner Esen, güvencesiz oluğu için ücretlerini aylarca alamadıklarını, bunu talep ettikleri zaman hemen kapı önüne konulduklarını söyle-
di. En son Sokak Sendikası’na başvurarak bir yılda alamayacakları ücretleri hemen alabildiklerini dile getiren Esen, çalıştığı Okmeydanı’nda 100 metre karelik bir alanda 10 taşeronun bulunduğunu, bunlarda çalışan 200 işçinin sadece 9 tanesinin sigortalı olarak çalıştığını vurguladı. Esen, Sokak Sendikacılığı gibi örgütlenmelerin çoğaltılması önerisinde bulundu. SENDİKALARI PATRONLARA BIRAKMAYACAĞIZ Havacılık iş kolunda çalışan kaptan Bahadır Altun, Hava-İş sendikasında yürüttükleri muhalefet nedeniyle dışlandıklarını söyledi. Güvensizliği sistemin dayattığını ifade eden Altun, güvenceliler ile güvencesizleri örgütleyen ayrı ayrı kurumların bunlar arasındaki ayırımları da körükleyeceğini dile getirdi. Hepsini bir yerde örgütleyebilecek bir yapının oluşturulması ve bundaki temsiliyetin işçi meclisleri şeklinde oluşturulacak yapılar ile sağlanması gerektiği önerisinde bulundu. Altun, “Bir bebekten katil yaratan bu sistemin kendisi. Şuanki sistem ve sendikalar bu sendika patronlarını oluşturuyor. Biz niye bu yapıları patronlara hediye edelim. Bu işçileri bölen bir şey, onun için bu yapıları bunlara bırakmayacağız. Bunun için bunları yok etmek zorundayız, amatör sendikacılığı özendiren bir yapı şeklinde profesyonelce çalışabilmeliyiz” diye konuştu. Altun, bütün örgütlenme biçimlerinin reddetmektense mümkün olduğunca bunların işlevlendirilmesine önem verilmesi gerektiğini kaydetti. SENDİKALARI İŞÇİLER YENİDEN KAZANMALI Konfeksiyon işçisi Orhan Köklü, güvencesiz işçilerin başvurabileceği ya da haklarını savunabileceği şuanda mevcut bir kurumun bulunmadığına dikkat çekti. Sendikaların buralarda örgütlenmesi gerektiğini söyledi. Güvencesizlerin gücünü sokaktan alan bir harekete ihtiyacı olduğu-
69 SINIF HAREKETININ KURUMLARI VE SOKAK SENDIKACILIĞI
haktan yararlanmadıklarını geleceklerinin patronların ya da müdürlerin iki dudağı arasında olduğunu söyledi. Fiili meşru mücadelenin dışında alternatifleri olmadığını söyledi. 228 gün boyunca TÜBİTAK önünde işe geri dönme mücadelesi verdikten sonra mahkemeyi kazanan Aynur Çamalan, genel grev genel direniş şiarıyla günlerce TEKEL işçileriyle birlikte sokaklarda eylem yaptıklarını, taban olarak bu greve katıldıklarını söyledi. Üyesi oldukları Tez Koop İş sendikasının bu greve destek kararı almasına rağmen üyelerine rapor ya da başka bahaneler bulup bu şekilde katılmaya çağırdığını ifade etti. Buna karşı çıkan işçiler işten atıldığı gibi sendika tarafından terk edildiğini dile getiren Çamalan, “İşe geri dönmek için iş yeriyle mücadele ettiğim gibi, sendika bürokrasisine de karşı da mücadele ettim. Biz o sendikalar içerisinde mücadele etmeliyiz. Var olan sendikalar içerisinde bu yapılarının değişmesi için elimizden gelen mücadeleyi vermemiz gerekiyor” dedi. Sermayenin neoliberal birikimleri ve saldırılarına karşı, sınıf sendikacılığı anlayışıyla işçilerin ve onların örgütleri olan sendikaların kendi kimliklerine yeniden kavuşturulması gerektiğini söyledi. Sınıfın gündelik taleplerini ve bilincini sosyalist bir içerikle bağlamak gerektiğini ifade etti.
70 SINIF HAREKETININ KURUMLARI VE SOKAK SENDIKACILIĞI
na dikkat çeken Köklü, sokaklarda kadın meclisleri, halk meclisleri, işçi meclisleri şeklinde örgütlenmelere gidilebileceği önerisinde bulundu. Hasan Diler, sistemin yapısal kriz içinde olduğunu ve bunun için işçilere azgınca saldırdığını dile getirdi. “İşsizlik daha da çoğaldı, kafa kol emeği arasında bir silikleşme söz konusu, hizmet sektöründe bir çoğalma ve bir farklılaşma söz konusu. Günümüzde sendikalar işçi sınıfının önemli örgütlenme merkezleri. Burada bir sorun var işçi sınıfı paramparça olmuş, işçi sınıfını nasıl bir araya getireceğiz sorusuna cevap verebilmeliyiz” diye konuştu. Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu adına konuşan Erkan Arslan, Türkiye’de bulunan işyerlerinin yüzde 98’inin 50 kişinin altındaki işletmeler olduğunu söyledi. Arslan “İşçiler sendikaları terk ediyor. İşçi sınıfı tarihini yazan sendikaları işçiler yeniden kazanmalıdır. Sendikaları terk edemeyiz, bürokratlara bırakamayız. Manevi ve maddi ayrımcılığının sendikalardan kaldırılması gerekiyor. Sendikalardaki temsilcilerin seçimlerle gelmesi gerekiyor” diye konuştu. Sadiye Çil, ev eksenli çalışma hakkında bilgi verdi. Hiçbir iş yerine bağlı olmadan çalışan kadınları örgütlemek için yaptıkları çalışmalarla 28 ilde örgütleme başardıklarını söyledi. Ev eksenli çalışmanın İLO’nun 177. sayılı tavsiye kararında yer aldığını kaydeden Çil, bu işçi haklarına Türkiye’nin buna imza atmadığını bunun için mücadele edilmesi gerektiğini söyledi. Tekstil Sen adına konuşan Huri Vayiç, dünyada yaşanan neoliberal ekonomik koşullar ile bir yandan özelleştirmeler bir yandan ise taşeronlaştırmanın yaygınlaştırıldığına dikkat çekti. Belediyelerde, inşaatlarda, tersanelerde, tekstilde, bunun alanlardaki yaygınlığına yönelik örnekler verdi. Türkiye’de 6 milyon kadının sadece yüzde 18’inin güvenceli olduğunu, toplumun yarısını oluşturan kadınların örgütlülük düzeyinin çok
düşük olduğunu söyledi. Vayiç, “Sermaye sınıfı kendini F Tipleriyle, polisiyle sağlamlaştırıyorsa bizim de kendi siyasetimizi sağlamlaştırmamız, iktidar perspektifiyle hareket etmemiz gerekiyor. Birçok şeyi ortaya koyduk bunlar yetmez bunun için harekete geçmek gerekiyor” dedi. Sınıf eksenli sendikacılığı muhakkak yapmak zorunda olduklarını söyleyerek konuşmasını bitirdi. İşçiler, her türlü güvencesizleştirmeye karşı, sigortasız, sendikasız, esnek çalışmayı önlemeyi hedefleyen, iş saatlerinin düşürülmesi esasına dayanan, herkese iş talebi içerisinde mücadelenin çeşitli şekillerde verilmesi, kayıt dışı çalışmanın önüne geçilmesi, sendikal örgütlenmelerin önündeki engellerin kaldırılması için birlikte mücadele edilmesi şeklinde önerilerde bulundu. İşçilerin ve onların örgütlülüklerinin başta işçilerin birlikteliğini ve geleceğini karartan esnekleştirme, kuralsızlaştırma, taşeronlaştırmaya karşı politikalar geliştirmesi gerektiği vurgusunda bulundular.
Sonuç Yukarıda ki örneklerde görüldüğü gibi geleneksel sendikacılık günümüzde sınıfın sadece bir bölümünü örgütleyecek durumda. Bunun için bile kendi iç örgütlenmelerini yeniden düzenlemek ve örgütlenme anlayışlarını değiştirmek zorundalar. Sınıfın diğer bölümünün örgütlenmesi için de Sokak Sendikacılığı gibi oldukça orijinal örgütlenme modelleri yanı sıra pek çok model pratik mücadele içinde denenmekte. Bu deneyler ısrarla izlenmeli, irdelenmelidir, hazır bir reçetenin olmadığı aşikardır. Sendikalarla bu tür örgütlenmelerin ilişkileri ise tartışmaya açılması gereken öncelikli konulardan biridir. Devrimci Turizm İş Sendikası tarafından hayata geçirilmeye çalışılan ‘İşçi Meclisi’ tipi örgütlenmeler bu açıdan ilginç bir deney olacaktır. Sokak Sendikacılığı tartışmalarının önünü açacak olan bu perspektiflerdir.
DÖNÜŞÜMÜN SONUÇLARINI MÜCADELE EDEN İŞÇİLER, KADINLAR BELİRLEYECEK Söyleşi
Merhaba hocam. Bugün genel olarak 4. Sanayi Devrimi ve bunun işçi sınıfına, kadınlara etkisini konuşmak istiyorum. Maddi olmayan emek ile maddi emek arasındaki çelişki nereye gidecek? İşçi sınıfı ilişkileri nasıl olacak? Sanayi 4.0’ı en son teknolojilerin üretim sürecine dahil edilmesi gibi çok kısa bir şekilde açıklayabiliriz. Dijitalleşme olarak nitelenen 3. Sanayi Devrimi ile farkı, üretim sürecindeki tüm elemanların tek tek birbiriyle internet aracılığıyla bağlantıya geçmiş olması. Yani hepsi birbirleriyle iletişim halinde. 4. Sanayi devriminin anahtar kelimesi iletişim diyebiliriz. Üretim sürecindeki bütün tedarikçi firmaların ve firmanın içindeki bütün bölümlerin birbirleriyle iletişim halinde olmasına Sanayi 4.0 diyoruz. Çok daha geniş, günlük hayatımıza da girmiş haline de Internet of Things (IoT) yani ‘nesnelerin interneti’ deniliyor. Sanayi 4.0’da, üretimde tam bir entegrasyon var. Hem bütün üretim zincirindeki firmalar arasında yatay bir entegrasyon, hem de firmanın içindeki bölümler arasında dikey bir entegrasyon var. Birbiriyle sürekli iletişim halinde olan makineler sürekli veri üretiyor ve bu veriler sürekli olarak analiz ediliyor. Dolayısıyla, süreç sürekli kendini optimize edebiliyor. Sanayi 4.0’a, Alman-
ya’daki sanayinin durumuna bağlı olarak Bosch, Siemens, Mercedes gibi sanayi devlerinin ortaya çıkardığı bir proje diye bakmak mümkün. Çünkü Almanya’da sanayinin ekonomi içindeki payının epey düşmüş olduğunu ve sanayicilerin de bir çıkış, ya da yeni bir sınai atılım olarak, yeni bir üretim modunu Sanayi 4.0’ı başlatmış olduğunu söyleyebiliriz. Amerikalılar hiç Sanayi 4.0’dan bahsetmiyorlar mesela, onlar gelişmeleri hep IoT’den olarak niteliyor. Kamuoyuna daha çok ‘robotlaşma’ şeklinde geçen bu süreç robotların üretimde daha aktif bir şekilde rol alması ve kimi mesleklerin ikamesini de beraberinde getirecek. Taylorizm sanayi işçisinin denetim altına alınması, işyerindeki sermayenin denetimini arttırması anlamında bir atılımdı sermaye açısından. 4. Sanayi Devrimi’ ni de, özellikle Hard ve Negri’nin bahsettiği, üretim maliyetlerinin önemli bir kısmını oluşturan maddi olmayan, yaratıcı emeğin bir tür denetim altına alınmasına dönük bir hamle olarak değerlendirebiliriz. Mesela avukatlık, cerrahlık ve hizmet sektörünün çok geniş katmanlarındaki başka birçok mesleğin yazılımlar, algoritmalar tarafından ikame edil-
DÖNÜŞÜMÜN SONUCLARINI MÜCADELE EDEN İŞÇİLER, KADINLAR BELİRLEYECEK
Prof. Dr. Hacer Ansal ile sanayi 4.0 üzerine konuştuk.
71
72 DÖNÜŞÜMÜN SONUCLARINI MÜCADELE EDEN İŞÇİLER, KADINLAR BELİRLEYECEK
mesi gibi bir durumla karşı karşıyayız. Bu, bir yandan sınıf içindeki parçalanmayı artıracak. Çünkü yine de nitelikli emek olacak, özellikle bu yazılımları yapabilenler açısından. Örneğin Silikon Vadisi gibi yerlerde çalışan insanlar… Ama bir yandan da geçmişte orta sınıf diyebileceğimiz, üst sınıflarla daha yakın iletişimi olan kesimlerin de güvencesizlik korkusunu daha fazla taşıyacağı ve toplumda diğer emekçi kesimlerle yaklaşacağı bir moment de yaşayacağız gibi gözüküyor. Bunun sonuçlarıyla ilgili sizin öngörüleriniz neler olabilir? Bir kere Sanayi 4.0’ın işçi sınıfına etkisinin işsizlik olacağı kesin... Elektronik sektöründe yeni yeni iş alanları açılacağı ileri sürülüyorsa da çalışanlar arasında kesin olarak inanılmaz bir bilgi hiyerarşisi ortaya çıkacak gibi gözüküyor. Yani bilgiyi ve bütün bu teknolojiyi yöneten, yazılımları üretenlerle diğer çalışanlar arasında... ICT yani iletişim ve bilişim teknolojisi sektöründe şimdiden tahmin bile edemeyeceğimiz yeni meslekler çıkacak deniyor...Ama bu sektör her şeyi kontrol altında tutuyor olacak gibi duruyor. Bazı araştırmalara göre, onun dışındaki mesleklerin %50’ye yakınının yok olacağı yönünde. Bütün bu teknolojiyi, üretim sürecini, günlük yaşamı belirli bir kesim kontrol altında tutacak diyebiliriz. Onun içinde, bir yanda bunlar, bir yanda mesleğini kaybetme korkusu yaşayanlar ama bir yanda da işsizler olacak diyebiliriz sanıyorum. Yani toplumun çok büyük bir kısmı da gereksizleşecek gibi… Kesinlikle. Yapılan çeşitli araştırmalarda inanılmaz bir verimlilik artışı ortaya çıkacak deniyor. Evet, tabi ki çıkaracak; ama diğer yandan büyük bir işsizlik de çıkaracak. Peki bütün bu üretilenleri kim tüketebilecek? Talep nereden kaynaklanacak? Talep eksikliğinden kaynaklan bir
kriz de öngörülüyor. Bu da kapitalizmin ciddi bir krizi anlamına gelir. Bu konuda devletlerin epeydir konuştuğunu duyuyoruz, bu sorunun üzerinden nasıl gelebiliriz diye. Hatta 1980’lerden beri biliyoruz, G13 arasında falan tartışma konusu bu. Aslında global bir çözüm düşünülmesi gerekiyor ama devletlerin hiçbirinin çıkarına uygun gelmiyor bu. Her devlet kendi çıkarına göre hareket etmeye çalışıyor. Dolayısıyla genel bir adım atmaya girişilemiyor. Global bir düzenleme için global düzeyde bir kuruluş olması lazım, yaptırımı olması lazım ki bütün bu üretim sürecini, üretim-tüketim dengesini sağlayabilsin. Mevcut Dünya Bankası veya IMF gibi yapıların şimdilik bu tür düzenleme için yeterli olmadığı açık... Dolayısıyla henüz global olarak bu soruna çözüm bulunabilmiş değil. Onun için benim öngörüm sınıf mücadelesi, sınıf çelişkisi, işsizliğin de ötesinde devletler arasında ciddi bir çıkar çatışması, sosyal sınıflar arasında inanılmaz bir çatışma çıkması. Bunu kapitalizm nasıl halleder? Belki de yine bir tür sosyal devlet düzeni ile... Bilemiyorum kapitalist sistem nasıl bir çözüme gidecek ama öyle bir çözüme doğru gitmek zorunda gibi gözüküyor. Biliyorsunuz, yurttaş maaşı, vatandaşlık geliri gibi şeyler konuşuluyor. Öyle bir şey yapmazlarsa, kapitalist ekonomik sistemde işsizlik sürdürülebilir bir şey değil diye düşünüyorum... Aslında Marx’ın komünizm koşullarıyla ilgili öngörüsü aşırı bolluk, verimlilikteki aşırı yükselme, malların değerinin neredeyse sıfırlanmasıydı. Emek-değer teorisi açısından bakıldığında robotlar tarafından üretim yapılan koşullarda malların değeri de böyle bir sıfırlanmaya doğru gidişte. Çünkü malın yeniden üretim maliyetleri korkunç bir biçimde düşüyor. Ama Marx’ın bu öngörüsü gerçekleştiğinde aynı zamanda örgütlü, toplumun en önemli gü-
73 DÖNÜŞÜMÜN SONUCLARINI MÜCADELE EDEN İŞÇİLER, KADINLAR BELİRLEYECEK
cünü oluşturan bir işçi sınıfı olacaktı ve işçi sınıfı bu koşullardan da yararlanarak komünizmi ve tam eşitliği organize edecekti. Bu bir “ütopya” idi. Ama şimdi sermaye iktidarının, tekelleşmenin iyice aşırılaştığı koşullarda; teknolojinin de böylesi tek elde toplandığı bir dünyada aslında bu bir distopya! Sizin bundan önceki konuşma ve yazılarınızda vurguladığınız bir yön var. Biz burada teknolojik determinizmle karşı karşıyayız. Yani 4. Sanayi Devrimi ile ilgili genel metinlerde teknolojinin doğrudan, başka hiçbir faktörün etkisi olmaksızın bir takım sonuçlar yaratacağından bahsediliyor ama politikanın kendisiyle, toplumun kendisiyle nasıl yönlendirilebileceği pek tartışılmıyor. Bu konuda toplum ne diyecek, sınıf ne diyecek, işçiler ne diyecek, sendikalar ne diyecek diyorsunuz. Bu çok önemli bence. Çünkü son kertede bunların sonuçlarını belirleyecek olan şeyler politik müdahaleler. Bizim de Yol’un bu sayısında tartışmak istediğimiz tam da bu. Aktör ve özne kim olacak? Bu yeni sınıfsal bileşim nasıl inşa edilecek? Evet, bütün dinamikler devreye girecek ama politik müdahaleler için gerekli örgütlenmenin nasıl olacağı pek öngörülemiyor. Mevcut durumdaki hareketliliğe baktığımızda nasıl bir karşı çıkış olacak, nereden ortaya çıkacak? Kapitalizmin farklı farklı kriz alanları var ve bu krizlerin tüm mağdurlarını bir araya getirebilecek bir örgütlenme yok mesela şu an. Beni bu süreçle ilgili biraz karamsarlığa sürükleyen şey de bu. Mesela bir çevre krizi var ki adeta top yekün global bir felakete sürükleniyoruz. Kadın mücadelesi var, ırkçılığa maruz kalanlar var, çevreciler var, işsizler var. Bunlar nasıl bir toplumsal muhalefet ortaya çıkaracak ve nasıl bir dönüşüme doğru bizi yönlendirecek? Öngörmek benim için şu anda çok zor ama böyle gitmesi de mümkün değil. Çevre
74 DÖNÜŞÜMÜN SONUCLARINI MÜCADELE EDEN İŞÇİLER, KADINLAR BELİRLEYECEK
meselesiyle ilgili mesela bütün dünyaya yayılmaya başlamış olan çocukların, genç insanların eylemleri var. Böyle bir bilinçlenme insana çok iyi geliyor. İşçi sınıfı bilinçlenmesiyle ilgili olarak ise, gelecek için işçi sınıfı demekte bile zorlanıyorum. Çünkü daha ziyade işsizler sınıfı olacak sanki artık. İşçi sınıfı ICT sektöründe çalışan; evet, hala emeğini satarak geçinen ama bütün teknolojik gelişimlerin kontrolünü elinde bulunduran bir katman olacak gibi...Bu katmanı ben işçi sınıfı olarak nitelemekte zorlanıyorum doğrusu. Orada biraz Weber bakışı yani statü kavramı devreye giriyor. Çünkü onlar aslında biraz üst sınıflarla rabıta halinde. Geçenlerde mühendislerin konumuyla ilgili bir arkadaşla konuşuyorduk. Mühendisler sermayenin ajanı olarak düşünülür genel olarak literatürde. Ama Türkiye’deki mühendislerin konumu ise hiç öyle olmadı. Çok farklı dinamikler söz konusu. Evet, mesela YTÜ’den öğrenci bir arkadaş o zamanın asgari ücreti olan 1400 liraya bir iş teklifi almıştı. Mekatronik Mühendisi bir öğrenci 2500 liraya iş bulduğu için bana muazzam bir mutluluk içerisinde geldi. Dolayısıyla orada da büyük bir vasıfsızlaştırma var, sermayenin sınıfa saldırısı olarak. 4. Sanayi Devrimi bu saldırının kapsamını da genişletiyor. Benim de ümidim aslında bu vasıfsızlaştırma kapsamının gelişmiş olması. Yani daha önce orta sınıf içerisinde yer alan kesimleri de radikalleştiriyor olması. Kol ve kafa emeği arasındaki ayrım giderek anlamsızlaşıyor ve işçi sınıfı hem kafası hem kolu çok güçlü olan bir şeye dönüşüyor. Evet, üretim içerisindeki rolü zayıflamış durumda. Eskisi gibi grevler yaparak üretimleri kilitleyebilecek durumda değil ama bir
yandan da bileşimi giderek zenginleşiyor. Ama işçi sınıfının mücadele gücü, üretim birimlerinde çok büyük sayılarla bir arada olmaktan kaynaklanıyordu. Fordizm’in getirdiği büyük işletmelerdeki işçilerin sendikalaşması ile ortaya çıkan bir güç birliği... Sendikalaşma giderek ortadan kayboluyor ve artık o kadar az sayıda işçi var ki... Bence yeni örgütlenecek olan kesim artık işçi sınıfı değil işsizler olacak sanki. Esas hareketlilik oradan çıkacak. O kadar az sayıda, belli bir sektörde toplanmış, bütün her şeyi kontrol eden kesimden herhangi bir müdahale beklemek zor geliyor bana. Dolayısıyla hakikaten tüm bu gidişattan mağdur olan kesimlerden ve işini kaybeden insanlardan çıkacak ne çıkacaksa. Ama işin bir de şöyle bir boyutu yok mu hocam? Batı’da birçok ülkede sanayi işçisi azalırken üretimin Doğu Asya’ya kayması meselesi var. Çin’de milyonlarca işçinin çalıştığı fabrika kentler var mesela. İşte şimdi Sanayi 4.0 ile birlikte o da geri çekiliyor. Merkeze geliyor. Artık Uzak Doğu’ya ihtiyaç yok çünkü. Doğu’ya oradaki ucuz emeği sömürmek için gidiyordu. Ama artık ucuz emeğe ihtiyaç kalmıyor. Almanya biraz da bunun için yaptı zaten Sanayi 4.0’ı. Tüm üretim Almanya’da yapılacak. Hem hiç durmayan hem de enerji tasarrufu yapan makineler var. Mesela, tır şoförleri yasalara göre günde 8 saat ara vermeden maksimum 11 saat çalışabiliyor. Ama sürücüsüz tırlar 24 saat, optimum hızı sürekli koruyarak, dolayısıyla enerji maliyetlerini de %70 oranında kısarak gidebiliyor. Dolayısıyla Sanayi 4.0 ile birlikte sizin ucuz emekle baş edebilmeniz giderek zorlaşıyor. Mesela bu durum Türkiye’deki sanayicileri de fena halde endişelendirmekte... Avrupa ama özellikle de Alman sanayiine tedarikçi firma konumunda idi
Her şeye egemen olacak ICT sektöründe olabildiğince fazla insanın eğitilmesi ve bilgi hiyerarşisini mümkün olduğunca kırmaya çalışmak lazım. Örgütlenmenin zeminini de güçlendirecek bir şey aslında. Bana kalırsa sendikalar, sol belediyeler ve meslek örgütlerine düşecek iş. Gerçekten iletişim sektörüne hazırlıklı hale getirmek gerekiyor insanları.
1990’lı yıllarda Türkiye’nin Latin Amerikalaşması sürecini değerlendirmiştik. Brezilya favela’larının İstanbul’a taşınması, toplumun bir kesiminin güvencesizleşmesi ve toplumun dışına itilmesiyle ilgili ne yapabiliriz diye düşündüğümüzde gidip bu varoşlarda örgütlenme meselesi üzerinde yoğunlaşmıştık ve Dayanışma Evlerimiz vardı. Mahallelerde sendikaları ikame edecek örgütler yaratmaya çalışıyorduk. Birbirine iş bulma, eğitim dayanışması, toplumun daha eğitimli kesimlerinin mesela doktorların gelip mahallelerde sağlık dayanışması yapması tarzında bir örgütlenme modelimiz vardı ve bu son derece başarılıydı. Ama bunun rakibi İslamcılar oldu. Belediyeleri aldıktan sonra bu işi bizden çok daha büyük paralarla ve çok daha kapasiteli bir şekilde yapmaya başlayınca, aslında bizim strateji olarak yani düzeni değiştirecek, emekçileri düzenin merkezine getirecek bir projenin parçası olarak düşündüğümüz şeyi İslamcılar yaptı. Ama bu Anadolu burjuvazisini İstanbul zenginlerinin yanına getirdi. Şu anda da sınıf örgütlenmeleri açısından sıkıntılar yaşıyoruz ama krizler sosyalizmi enteresan bir şekilde daha tartışılır hale getiriyor.
Amerika’da mesela Alexandria Occasio Cortes AOC, Bernie Senders kampanyası, Fransa’da Gilet Jaune’lar… Her yerde sol sosyalist programlar konuşuluyor. Mesela İtalya’daki 5 Yıldız Hareketi’nin ve faşizan partinin koalisyonu şu anda vatandaşlık geliri uygulaması getiriyor. Dolayısıyla toplumun bir kesiminin bir dönem artık demode olan sosyalizmle ilgili talepleri yeniden ciddi bir şekilde tartıştığını görüyoruz. Baktıkça şaşırıyorum mesela Amerika’da bizden çok daha canlı bir sosyalizm tartışması var. Çok büyük bir nüfus yalnız...Orada bu sosyalizm tartışması ne kadar yaygın olarak yapılabiliyor??? Aslında ben genel olarak iyimser bir insanım ama bu gelişmeler karşısında çok iyimser olamıyorum. Umarım ben yanılırım. Ne tür önlemler alınabilir? Bu konuda tek düşünebildiğim şey, her şeye egemen olacak ICT sektöründe olabildiğince fazla insanın eğitilmesi. Bu bilgi hiyerarşisini mümkün olduğunca kırmaya çalışmak lazım. Mümkün olduğu kadar çok insanı o alanda söz ve kontrol sahibi yapmaya çalışmak lazım. Örgütlenmenin zeminini de güçlendirecek bir şey aslında. Ha bunu kim yapacak? Firmalar yapmaz bunu. Niye öyle bir hizmet versin ki? Bana kalırsa sendikalar, sol belediyeler ve meslek örgütlerine düşecek iş. Gerçekten iletişim sektörüne hazırlıklı hale getirmek gerekiyor insanları. Bilgi hiyerarşisini ancak bu şekilde kırabiliriz. Marksist Emek süreci üzerine çalışan birisi olarak sosyalist toplumda da bu hiyerarşiyi nasıl
DÖNÜŞÜMÜN SONUCLARINI MÜCADELE EDEN İŞÇİLER, KADINLAR BELİRLEYECEK
Türkiye . Ama Almanya’da Sanayi 4.0 ile gerçekleştirilecek üretimin maliyetinin çok daha aşağısında gerçekleştirilebilirse ancak Türkiye tedarikçi bir konumunu koruyabilecek. Yoksa yok! Bitti.
75
76 DÖNÜŞÜMÜN SONUCLARINI MÜCADELE EDEN İŞÇİLER, KADINLAR BELİRLEYECEK
yok edeceğiz meselesine kafa yormamız gerektiğini düşünüyorum. Rahmetli Nail Satlıgan ile tartıştığımız nokta da buydu. O Taylorizm, Fordizm işçi sınıfı lehine kullanılabilir, verim artışı ile birlikte daha kısa süre çalışılabilir, insanlar geri kalan zamanda kendilerini geliştirebilir, yönetime katılabilir diyordu. Ben de kapitalist teknolojiler işçi sınıfı lehine kullanılamaz, çünkü bu tür üretim kapitalist toplum yapısını yeniden üretir, üretimde bilgi hiyerarşisi olduğu sürece eşitlikçi bir toplum ortaya çıkarmak mümkün değil diyordum. Eşitlikçi bir toplum yaratmak istiyorsak, Sovyetler’dekinden farklı olarak, o hiyerarşiyi, bilgi hiyerarşisini nasıl yok ederiz üzerine kafa yormamız lazım. Şimdi gerekli önlemler alınmazsa, o hiyerarşi uçurumu giderek büyüyecek Sanayi 4.0’la birlikte. Toplumun farklı güç merkezlerinden oluşur olması lazım. Sonuçta yaşadığımız sosyalizm deneyiminin en önemli sorunu tek bir güç merkezinin yukarıdan aşağı olması ve iktidarı dengeleyebilecek, onunla baş edebilecek, ona karşı bir reaksiyon verebilecek bir toplumsal tabanın olmaması. Aslında özyönetim örgütleriyle yani “Sovyetlerle” devlet arasında ya da parti arasında bir karşılıklılık olmadığı durumda böyle bir sonuç çıkması kaçınılmaz. Halbuki Chavez’in ilk başlarda tartışmaya çalıştığı şey buydu. Bolivarcı alternatif bir ekonomi olacak. Düzen de var ama onunla rekabet, mücadele içerisinde dinamizmini kaybetmeden gidecek. Devlet nedir ve nasıldır? Bunları tartışmak lazım. Devleti belki de ortadan kaldırmak gerekiyor. E tabi devlet zaten teorik olarak ortadan kalkması gereken bir şey. Ama o da hep çok daha sonraya bırakılması gereken bir konuymuş gibi dü-
şünülüyor. En baştan düşünülmesi gerek bence. Mesela benim ta baştan Leninist parti örgütlenme biçimine itirazım var. Baştan hiyerarşik bir örgütlenme biçimi ortaya çıkarıyor. Dolayısıyla oradan çıkacak bir devletin de hiyerarşik ve eşitsiz bir toplumu yaratacağını öngörmek mümkün. Daha baştan her tür hiyerarşiye karşı çıkacak, bütün hiyerarşileri ortadan kaldıracak bir örgütlenme düşünmemiz lazım bence... Orada benim tek düşündüğüm özyönetim aygıtlarının gücünün kaybedilmesinin önüne geçilmesi. Çünkü savaş koşullarında küresel anlamda tehditlerin olduğu bir zamanda devletin bir anda ortadan kalkmasını beklemek çok gerçekçi olmayabilir. Ama önemli olan devletin içeride kendisini dengeleyebilecek araçları ortadan kaldırmaması. Bizim yaşadığımız deneyimin en büyük handikabı o. Her şeyi bilen ve her şeyin üstünde tek bir parti, neredeyse bütün toplumu kurgulayabileceğini ve her şeyi planladığı gibi yürütebileceğini düşündü. Şimdi bilgi hiyerarşisine kafayı takmış diye düşünebilirsiniz ama öyle İngiltere’de işçi partisinin birkaç parti toplantısına katılmıştım. Ki İngiltere’deki işçi sınıfı gerçekten bilinçli, diğer bir çok ülkeye kıyasla. Ama öyle örgütlerde şöyle oluyor: Baştaki liderlik her şeyi biliyor, her şeyi zaten düşünmüş, kararlaştırmış ama güya oylama yapıyor. İşçi de bakıyor; çok saygı duyduğu, bilgisine güvendiği bir insan elini kaldırıyorsa o da kaldırıyor. Siz karar verin; biz oylayalım, onaylayalım havasındalar. Bu bilgi hiyerarşisinden kaynaklanıyor ve gerçekten demokratik, eşitlikçi bir toplum yaratma açısından çok sağlıksız, üstesinden gelinmesi zorunlu bir durum bu... Bu
hiyerarşinin
mağdurlarından
feministlere düşüyor bence. Hem firmalardaki mevcut durumu değiştirmek için hem de kadınların kendilerinin de içselleştirdiği ataerkil anlayışa karşı çok ciddi mücadele vermek gerekiyor. 80’lerde yaptığım bir araştırma nedeni ile Elektronik Mühendisliği’nden mezun olan teknoloji şirketlerinde çalışmakta olan kadın arkadaşlarla konuşmuştum. Birincil vazifesini ev işleri ve çocuk olarak, çalıştığı işi de ikincil, üçüncül iş olarak görüyor. Mümkün olduğu kadar iş yerinde az çalışıp, eve dönüp oradaki görevlerini yerine getirme var kafasında. Dolayısıyla hardware kısmında kadın çok az idi, çünkü orada işler daha yoğun, daha fazla çalışılması, sıklıkla mesaiye kalınması vs. lazım. Ama kadınlar software- yazılım- kısmında kalıp 9-5 çalışmayı tercih ediyorlar ya da buna mecbur bırakılıyorlar. Cinsiyet eşitliği açısından Amerika’da en iyi konumda olduğu bilinen firmalarda bile, mesela Apple şirketinde, teknik işlerde çalışan kadın oranı %20. En iyisi bu, öyle düşünün! Twitter’da ise bu oran sadece %10. Dünyanın en büyük 11 teknoloji firmasında teknik işlerin %85’i erkeklere ait. Yani genel olarak kadınların durumu daha da vahim... Kadınların özellikle de ICT sektöründe nasıl yer alabileceğine dair yeni şeyler üretmemiz lazım. Bu sistem içinde kadınların ICT sektöründe var olabilmeleri için devlet politikaları ile uygun teşviklerin geliştirilmesi zorunlu bence. Ama gene söyleyeceğim, bu iş feministlere düşüyor, bu konuda sıkı bir feminist mücadele verilmesi gerek...
77 DÖNÜŞÜMÜN SONUCLARINI MÜCADELE EDEN İŞÇİLER, KADINLAR BELİRLEYECEK
biri de kadınlar. Çünkü bu hiyerarşilerin tepesinde genelde erkekler oluyor. Sizin bu konudaki vurgularınız da çok önemli. Son gelişmeleri kadınlar açısından değerlendirmek gerekirse o konuda neler söylemek istersiniz? 4. Sanayi Devrimi’nin kadınların çalışma yaşamına katılımını nasıl etkileyeceğini inceleyen 2016 Dünya Ekonomik Forumu’nun Endüstride Cinsiyet Ayrımı Raporu’na göre, gelecek 5 yıl içinde 3 milyon kadının işini kaybetmesi bekleniyor ki bu sürenin üç yılı neredeyse geçti bile... Ayrıca, Dünya Ekonomik Forumu raporunda Sanayi 4.0 dönüşümüne bağlı olarak açılacak yeni işlerde, teknik alanlarda çok az varlık gösteren kadınların ateş hattında olacağı ikazında da bulunuluyor. Her şeyi kontrol eden, geleceğin sektörü olarak kabul edilen ICT sektörüne baktığımızda ise, toplumsal cinsiyet eşitliği açısından sicilinin çok kötü olduğunu görüyoruz. Kadın çalışan çok az, en vasıfsız işlerden olan çağrı merkezlerindeki kadın çalışanlar dahil edilerek bakıldığında bile kadınlar ancak % 18, en fazla % 25 oranında. Tüm dünyada üniversitede okuyan her 1000 kadından sadece 29’u bilişim veya ilgili bir alandan mezun oluyor ve bu 29 kadından sadece 4’ü bilgi ve iletişim teknolojileriyle ilgili bir işe girebiliyor. Bu vahim tabloda zaman içinde bir gelişme var mı diye baktığımızda, o da yok. Hatta, daha da kötüsü, Amerika’da 1980’de Bilgisayar Bilimlerinde kadınlar toplam mezunların %36 ‘sını oluştururken, 30 sene sonra, 2010’da bu oran %18’e düşmüş. Türkiye’de de durum farklı değil maalesef. ICT için gelecek o sektörde falan deniyor ama Türkiye’de de bu sektörde kadınlar fazla varlık göstermiyor. ICT sektörüne eleman yetiştirecek üniversitelere baktığımızda kadın akademisyen olarak da kadın öğrenci olarak da durum çok kötü, seneler itibari ile de olumlu bir gelişme gözlenmiyor. Gerçekten bu konuda iş
TOPLUMSAL HAREKETLERDEN, HAREKETTEKI ‘DIĞER’ TOPLUMLARA Raúl Zibechi
Çeviren: Ayşe TANSEVER
Günümüz Latin Amerika sosyal hareketlerinin durumunu incelemek için, 2005’de Bolivya’daki ikinci gaz savaşı ve Evo Morales’in seçim zaferi ile sona eren bir önceki mücadele dönemindeki temel halk mücadelelerini gözden geçirmeliyiz. Temel mücadeleler haritası seçim senaryolarında sağ kanat ilerlerken solun geri çekilişine karşı neler yaşandığı konusunda bir fikir verecektir. Aşağıdaki tabloda görüleceği gibi, 2005’ten başlayarak yeni sosyal aktörler ortaya çıkarken diğerleri dağılmıştır. Sonuç olarak, temelinde, özellikle aşağıdan yerli halklar, yani siyahlar, melezler, köylüler ve kent halk kesimlerinin ya da benim toptan los de Abajo dediğim halkların dışlandığı, bölgenin yeniden sömürgeleştirilmesi anlamına gelen enerji çıkarım modelinin sağlamlaştırılması yatmaktadır. Arjantin’de önceki mücadele döneminde önemli bir rol oynayan Piqueteros gibi hareketler, artık etkin değil ya da dağıldı. Brezilya’daki Topraksız Köylü Hareketi ulusal siyasi gündem üzerindeki etkisini kaybetti. Mapuche hareketi ve Zapatismo gibi diğerleri mücadelelerini yeniden yapılandırmış veya yoğunlaştırmış, özellikle açık ocak madenciliği gibi çıkarım modeline ve soya monokültürüne karşı kolektif direniş eylemleri, mücadeleleri artmıştır.
Aşağıdaki temel mücadeleler tablosunda görüldüğü gibi Zapatismo dışında hiçbir sosyal aktörün önceki dönemdeki gibi gerçek bir ulusal kimliği yoktur ama lokal eylemler zaman zaman ulusal ve küresel yankı bulmaktadır.
2005 Sonrası Temel Mücadeleler EZLN La Otra Meksika 2005 6. Selva Lacandona Deklarasyonu Oaxaca Commune Meksika 2006 yerli ve kent halkı/kadınlar Minga por la Vida Kolombiya 2008 yerli, siyah ve halklar Baguazo Peru 2009 Amazon yerli halk isyanı Gasolinazo Bolivya 2010 halk-yarı ayaklanma Parque Indoamericano Argentina 2010 konut için kent sakinleri Mapuche grevleri Şili 2010 tutukluların serbest bırakımı açlık grevi Eğitim mücadelesi Şili 2011 okullar ve halk kesimleri TIPNIS Yürüyüşü Bolivya 2011 kentsel destekli yerli halklar Cherán Meksika 2011 mafyalara karşı kentteki yerliler Conga Direnişi Peru 2012 Cajamarca’da madenciliğe karşı kuşatma
TOPLUMSAL HAREKETLERDEN, HAREKETTEKI ‘DIĞER’ TOPLUMLARA
1 Bölüm
79
80
eylemi Haziran Günleri Brezilya 2013, 353 kent ve kasabada 20 milyon sokakta Tarıl Grevi Kolombiya 2013 çiftçi, nakliye işçileri, öğrenciler Acampe Malvinas Arg. Arjantin 2013 ve Monsanto’ya karşı kamp ve eylemler Ayotzinapa Meksika 2014 kayıplara karşı kitlesel hareket Ni Una Menos Arjantin 2015 300.000 Buenos Aires, Şili/Uruguay Bütün mücadele ve direnişleri sıralamak imkansız olduğundan tablo eksiktir. Peru’daki Konga madenine karşı direniş, tüm ülkede uluslararası mega maden çıkarım şirketlerine karşı çok sayıda mücadeleye yol açarken, 2012’deki çatışmadan sonra Celendín da (Cajamarca) ise hala önemini koruyor. Genel olarak direniş hareketleri bu süreçte zaman zaman yaygınlaşsa bile bölgenin tümüne yayılamamıştır. Sosyal hareketlerin bu yeni dönemdeki bazı özelliklerini vurgulamak gerekli görünmektedir ama temelde hala böl-
gesel seviyede kaldığı unutulmamalıdır. Hareketlerin bu yeni evresi hem enerji çıkarım modelinin hegemonyasıyla eş zamanlı hem de ona karşıdır yani iki mantık arasında mücadele yaşanır: sömürgeci maden çıkarımı ve anti kapitalist mantık ile birbiriyle iç içe geçmiş anti sömürgecilik ve anti partiarkalizm. İlk özellik, hareketler direnirken aynı zamanda da yaratmaktadırlar. Büyük bir olasılıkla günümüz dönemin temel özelliği budur. Direndikleri gerçeği açıktır ve tüm hareketlerin her zamanki dinamiği olduğundan ayrıca açıklamaya gerek yoktur. Ancak oldukça özel bir durum vardır: enerji çıkarımı yapılan toplumlarda, aşağıdaki halkların herhangi bir değeri yoktur ve bu nedenle yerleri olmayıp sadece tabi rol oynarlar. İşte bu nedenle hem bu yerelde hem de acilen kendilerini güvende ve korunaklı hissedebilecekleri, kaçıp “soluklanabilecekleri” ve mümkünse kendilerini denetleyip savunabilecekleri alan yaratmaları gerekir. Aynı gerekçelerle de kadın grupları sa-
Bu alanlarda kadınlar egemen dünyanın hiyerarşik, ataerkil, sömürgeci ve kapitalist ilişkilerinin yeniden üretilmediği alanlar yaratabilirler. Burada eski dikey yapıyı kaldırıp birbirini tamamlayıcı, karşılıklı ilişkilere kendilerini açarlar ve bu süreçte doğa, diğer insan ve insan olmayanlarla farklı ilişkiler kurabilirler. özelliği eğitim, öğretim, sağlık ve bazen de üretim gibi yaşamı sürdürmek için gerekli uygulamaların bazılarını örgütlemeye öncelik vermeleridir. Bu uygulamalar, halk ve topluluklarının örmeye başladığı muazzam bir dokunun tek tek lifleri gibidir. Ama devlet ve sermaye bu dokuyu, çok uluslu çıkarımcılara bu alanlara girme izni verip yardım ederek ya da devlet baskısı uygulayarak çözmeye çalışır. Meksika’da Acapatzingo öz yönetimindeki 5000 kişinin yaşadığı mahalle sakinleri, devlet hizmetini yağmur suyu depoları ve kendi kuyularıyla destekleyerek kendi özerk su hizmetlerini örgütlediler. Topluluk tam olarak kendi karnını doyurabilme özerkliğine sahip olmasa da birkaç büyük bahçe projesiyle sebzelerini yetiştiriyor ve bunun yanı sıra da bir okulları, sağlık merkezleri ve bir topluluk radyoları var. Tam özerklik yolunda ilerliyorlar ve yeni olasılıklar araştırıyorlar ama bunlara rağmen toplum, “başka bir dünya” olmaktan hala uzaktır. Bununla birlikte, bu “diğer dünya” henüz kurulmamış olsa da topluluğun uygulamaları anlamında vardır. Kapsamlı ve pek kalıcı olmasa da zaman zaman bu uygulamaların kendi “devlet dışı kurumları” da vardır. Zapatista İyi Hükümet Konseyleri, Cauca’daki cabildos, Cherán “kamp ateşleri” veya 2006 ayaklanma aylarında kurulan Oaxaca barikatları bunlara örnektir. Kurtarılmış fabrika meclislerinde ve birçok bölgede çeşitli karar verme biçimleri de örnek olarak eklenebilir. Bunlara “kurum” demek biraz özelliklerinin özünü boşaltıyor, çünkü gerçekte bu ör-
81 TOPLUMSAL HAREKETLERDEN, HAREKETTEKI ‘DIĞER’ TOPLUMLARA
dece kadınlar için alan yaratırlar. Erkeklerin algılarının aksine, onlar bu alanları ideolojik nedenlerle veya kırgınlıklarından yaratmazlar. Bu alanda kadınlar sorgulanmadan açıkça konuşabilir ve kendilerini kız kardeşleri arasında rahat hissedebilirler. Bu öz denetim altındaki alanlar onlara maddi ve sembolik bir güven duygusu verir. Bu alanlarda kadınlar egemen dünyanın hiyerarşik, ataerkil, sömürgeci ve kapitalist ilişkilerinin yeniden üretilmediği alanlar yaratabilirler. Burada eski dikey yapıyı kaldırıp birbirini tamamlayıcı, karşılıklı ilişkilere kendilerini açarlar ve bu süreçte doğa, diğer insan ve insan olmayanlarla farklı ilişkiler kurabilirler. Bu alanlarda eğitim ve sağlık pazar mantığı ile değil insanları ve toplulukları güçlendirici şekilde çalışır. Buraları mistisizm, dans, müziğe zaman ayrılan ve doğanın değerinin bilindiği alanlardır. Bu uygulamalar yalnız Brezilya Topraksız İşçi Hareketi ve Zapatistalarda değil sisteme karşı davranan Mexico City’deki Acapatzingo topluluğu ve bölgedeki öz yönetimi olan kolektif guruplar gibi kentsel demokratik alanlarda da görülür. Zapatismo olayı dışında bu “diğer dünya” hiçbir yerde bir bütün değildir. Zapatismo, öz yönetimli okul ve kliniklerden kimyasal maddenin kullanılmadığı tarıma, iktidar ve adalet güçlerinin denetiminden özerk alanları savunmanın düzenlendiği 30’dan fazla özerk belediye içinde gruplaşmış yüzlerce topluluktan oluşan, diğer bir dünyadır. Ancak sosyal hareketlerin en yaygın
82 TOPLUMSAL HAREKETLERDEN, HAREKETTEKI ‘DIĞER’ TOPLUMLARA
gütlenmelerde komün sağ duyusu devreye sokulmaktadır. İkinci özellik, aileyi kadınların etrafında dönecek şekilde hareketlerin merkezine yerleştirerek, topluluk ve yeniden üretimin çift merkezli oluşudur. Topluluk, insanların direneceğinin varsayıldığı bir politik biçimdir ve bunu yaparken işgal ettikleri alanı değiştirerek dünyayı da değiştirirler. Topluluklar baştan kolektif uygulamalarla doğmaz mücadele ve direnişin ürünüdürler. Direnme ve birer kolektif üyesi olarak ayakta durma sürecinde, insanlar bizim toplumlar diye
turuldu. Hareket kendi geleneksel kural ve uygulamalar ile Hükümet Konseyi seçti ve böylece de komün örgütlenme biçimi yeniden uygulamaya sokulmuş oldu. Hareketin ilk günlerindeki anlaşmalar hayatta kalma stratejilerini içeriyordu: ilk olarak, topluluk üyeleri acil bir durum dışında bölgeyi terk etmeyecektir ve bu durumda da riski kendisi göze alma durumundadır; ikincisi, bölgenin etrafında ve stratejik giriş noktalarında kontrol noktaları olarak barikatlar kuruldu ve kamp ateşleri yakıldı; üçüncüsü, tüm toplum sakinlerden sokak köşelerinde toplanma-
Bu kapsamlı açıklama hareketin üç yönünü gözler önüne sermektedir: komün yapı (komün örgütlenmesinin yeniden canlandırılma biçimleri), kadınların (ve gençlerin) merkezi rolü ve yeniden üretime vurgu. adlandırdığımız ilişkiler bütününü yeniden yeniden yaratırlar. Bu noktada, E.P. Thompson’nun sınıf kavramı yol gösterici olabilir: sınıf mücadelenin bir ürünüdür, karşı karşıya duran iki boksör gibi daha önceden yoktur. (Thompson, 1989). Latin Amerika’da halk mücadelelerinin son yarım yüzyılda, yerli halklar, siyahlar, melezler, kent ve kır yoksulları arasında çok sayıda topluluk oluşumuna hizmet ettiğini kabul edebiliriz. Örneğin Meksika Cheran’da, küçük P’urhépecha kasabasının sakinleri, bölgelerindeki ortak ormanın yüzde 80’ini kesen mafyalardan korumak için geleneksel p’urhépecha örgütlenme modeline göre ayaklandılar. 15 Nisan 2011 günü şafak vakti bir grup kadın ve genç silahlı kriminal güçlere karşı çıkmaya ve onları bölgeden kalıcı olarak kovmaya karar verdi. Topluluk bugünü “Yeter!” dedikleri bir an olarak hatırlıyor. Toprakların yeniden düzenlenmesi, güvenlik ve adaletin sağlanması için bir öz savunma sosyal hareketi oluş-
ları, kamp ateşleri yakıp tetikte durmaları istendi. Havai fişekler ortalığın sakin olduğu ya da harekete geçme alarmı vermek için iletişim aracı olarak kullanıldı. Ayrıca herhangi bir olayda derhal karşılık verebilmeyi zorunlu kılan bir yasa çıkarıldı. Böylece direniş ve korunma stratejisi olarak kavşaklarda kamp ateşleri yakıldı. En baştaki anlaşmalara göre örgütlendiler ve süreç kendiliğinden başladı. Komşular mutfak malzemeleri, masalar, sandalyeler, doğaçlama banklar getirdiler, bir sunak inşa ettiler, üstünü geçici çatı ile kapattılar ve kamp ateşi alanını tahtalarla çevirerek belirlediler. Başından sonuna kadar kamp ateşlerini sürekli yanık tutmak, yiyecek hazırlamak ve çocuklarla ilgilenmek için kadınların katılımı olmazsa olmazdı. Ayrıca strateji belirlenmesine de katıldılar ve topluluğun geleceği için dualar ettiler. Çocuklar gece gündüz yanan kamp ateşi etrafında oyun oynadılar, yemekler yediler ve akrabaları ve anne babalarından durumla
lumsal hareketlerdir. Kadın ve çocukların önceliği vardır. Böylece hareketler ataerkil karşıtı hale gelir. Yani çok sayıda kadın ve genç bulunması otomatik olarak ataerkilliği ortadan kaldırmaz aksine komünal ve kolektif eylemin öneminden kaynaklanır. Bu toplumun günlük hayattaki yeniden üretimi kontrol etme biçimlerinden biridir. (Tzul, 2015) K’iche’ Maya sosyoloğu Gladys Tzul, komünal çalışmalara dayanan toplumlarda, yeniden üretimi örgütleyen domestik toplum alanı ile kamu yaşamını
Kolektif, komün çalışması demek yalnız maddi meta üretimi değildir, cenaze törenlerinden meclis kutlamalarına kadar her şeyin üretimidir. Komünal yaşam, ulusal veya uluslararası düzeyde diğer topluluklarla ittifaklar kurmaya ve yeniden üretimi sağlayan direniş mücadelelerine katılmaya da katkıda bulunur. ayrılmasının imkansız olduğudur. Hareket Cherán’ı oluşturan dört barrios’da (gecekondu bn.) yaktığı 240’den fazla ateş ile kendi alanını yeniden belirliyor ve bu şekillenmekte olan topluluğun kontrolü altına aldığı bir alan demektir. Aynı zamanda, kamp ateşleri komünal ve feminin alanlardır: topluluk ateşin etrafından bir araya gelip birliktelik oluşturur, eşitler olarak toplanırlar, birlikte pişirip yerler ve doğal olarak kadınların, aile-topluma dayalı alanında çocuklar ile birlikte vakit geçirirler. Erkekler katılıyor olsa da bu temel olarak, oluşturucu kucaklayıcı ve içine alıcı, feminin bir alandır. Üçüncü özellik, kadınların ve gençlerin rolünün giderek artmasıdır. Bu, 15 yıl öncesindeki kadınların ve gençlerin hareketlerde önemli bir rol oynadığını söylemekten farklı bir şeydir. Bu özellik elbette ki doğal olarak öncekinin üstüne kurulur çünkü onlar yeniden üretime dayalı top-
düzenleyen politik toplum arasında bir ayrım olmadığını söylüyor. Tzul ikisinin de karşılıklı olarak birbirini destekleyip beslediğini açıklıyor. Batı sınıflı toplumlarında olduğu gibi siyasi alan domestik alana tabi değildir, çünkü topluluklarda, komünal hükümet aracılığıyla iki alan arasında bir tamamlayıcılık düzeyi yaratılır. “Yerli komünal hükümet, toplumda hayatın yeniden üretimini güvence altına alan politik örgütlenmedir. Burada k’ax k’ yani komünal eylem bu komünal hükümetler sisteminin üstünde durup ürettiği ve herkesin katıldığı bir temel dayanaktır.” (Tzul, 2015: 133) Kolektif, komün çalışması demek yalnız maddi meta üretimi değildir, cenaze törenlerinden meclis kutlamalarına kadar her şeyin üretimidir. Komünal yaşam, ulusal veya uluslararası düzeyde diğer topluluklarla ittifaklar kurmaya ve yeniden üretimi sağlayan direniş mücadelele-
83 TOPLUMSAL HAREKETLERDEN, HAREKETTEKI ‘DIĞER’ TOPLUMLARA
ilgili hem haber aldılar hem de olaya katıldılar. (Velázquez ve Lepe, 2013: 63) Bu kapsamlı açıklama hareketin üç yönünü gözler önüne sermektedir: komün yapı (komün örgütlenmesinin yeniden canlandırılma biçimleri), kadınların (ve gençlerin) merkezi rolü ve yeniden üretime vurgu. Bunlar gündelik yaşamı oluşturucu iç içe girmiş üç özelliktir. Kamp ateşi, yani ona belirli bir yer ayrılması, hareketin yerleşik hale gelmesi demektir. Buradan çıkarılan sonuç toplum-yeniden üretim-kadın üçlemesinin çözülüp
84 TOPLUMSAL HAREKETLERDEN, HAREKETTEKI ‘DIĞER’ TOPLUMLARA
rine katılmaya da katkıda bulunur. Tzul ayrıca ataerkilliğe karşı direnişin merkezinde yer alan bir özelliğini daha gözlemliyor: komün olarak birlikte çalışmak, kadınları dışlayan ataerkil mirasın baskısını etkisizleştirme olasılığını arttırıyor. Tzul “Diğer topluluklardan gelen ve akrabalık ilişkileri olmayan erkek ve kadınlar, k’ax k’ol yaparken kademeli olarak kendi akrabalıklarını da üretiyorlar” diye açıklıyor. (Tzul, 2015: 137) Kolektif çalışma komün yaşamını yarattığı için topluluklar vardır. Kolektif işler toplumların yeniden ürettiği, yarattığı ve komünün devamını sağlayan sosyal ilişkilerdir. Bu nedenle kadınların ve gençlerin rolü çok önemlidir ve nicel bir sorunun ötesine geçer. Yeniden üretim üretimden daha güçlüdür: insanlar ve doğa ile çevre arasında güçlü bağlar kurulur. Bu anlamda yeniden üretim bizi kapitalizmin yol açtığı yıkımdan kurtarabilir. Dördüncüsü, ön cephe aktörleri olarak ovada yaşayan siyah ve yerli halkların, kendilerinin de söylediği gibi, bu işi halk sektörlerinkinden farklı kendi tarzlarında yaptıklarını belirtmeliyiz. Siyahi kahramanlık özellikle Kolombiya ve Brezilya’da görülüyor. İki ülkede de on yıllardır Afrika kökenli örgütlenmeler burada vardı ancak direniş mücadelelerinin ön saflarına son on yılda geçtiler. 1990’lardan bu yana Kolombiya Pasifik sahilinde güçlü bir varlık gösteren Siyahi Topluluklar Davası (PCN, İspanyolcadan kısaltma ile), her birinin komün konseyleri ve taban örgütleri olan 120 etnik ve yerel bir örgütlenme ağıdır. Kültürel bir hak olarak toprakları ve onun ortak mülkiyet hakkı için mücadele veriyorlar. PCN bölgesel Palenque’ler olarak örgütlenmiştir ve en yetkili organı Meclistir, altında Ulusal Palenques Konseyleri bulunur. Bölgesel siyahi örgütlerden biri Cococauca (Cauca Pasifik Kıyısı Siyah Halk
Toplulukları Konseyler Koordinasyonu, İngilizceden kısaltması ile) dokuz komün konseyi ve dört taban örgütlenmesinden oluşur. Konseyler onların “öz iktidarları”, yerel iktidar ya da bir etnik otoritedir. Uzun bir geçmişe dayalıdır ve kendi toprakları üzerinde kolektif mülkiyet hakkı elde edip üzerinde kendi kültür ve dünya görüşlerine dayalı bir otorite sağlamalarına hizmet etmiştir. Bu anlamda eğitimci Ricardo Montaño “bugün artık Siyah, bir köylü değil, toprak alanı olan bir Siyahtır” diyor. (Ricardo Montaño ile bir söyleşiden, 11/15/2016) Kolombiya’nın siyahi toplulukları, ülkedeki silahlı çatışmadan özel olarak çok acı çekmişlerdir; yerinden edilen yaklaşık 7 milyon kişinin üçte biri Afro-Kolombiyalıdır. Ayrıca maden çıkarımından da çok acı çektiler. 2008’de, Sinalcorteros’taki 10.000 şeker kamışı kesicisi çalışma koşullarına karşı greve gitti ve Valle del Cauca’da sekiz fabrikayı işgal ederek kamış kesiminde daha iyi ücret talep ettiler. Şeker kamışı kesicileri sosyal güvenliklerini, iş aletlerini ve giysilerini kamış alanlarına gidiş dönüş yol paralarını kendi ceplerinden ödemelerine rağmen asgari ücretin biraz üstünde kazanıyorlardı. İş kazaları her yıl yaklaşık 200 şeker kamışı kesicisini çalışamaz duruma getirmektedir. Afro-Kolombiyalılar değirmenlerde savaşırken, Halk Mingaları (komün çalışması) Amerika Birleşik Devletleri’nin öncülük ettiği FTAA’yı (Amerika Serbest Ticaret Alanı, İngilizce kelimelerinden bn.) ve Alvaro Uribe hükümetinin diğer önlemlerini reddeden 2004’deki yerli halklar mandatını yeniden gündeme oturttular. Yaklaşık 10.000 yerli, özelliklede CRIC (Cauca Bölgesel Yerli Konseyi) ve ACIN’de (Kuzey Cauca Komün Konseyleri Birliği) gibi guruplar Minga’yı düzenlediler. Cali’ye ve daha sonra Bogota’ya yürürlerken de grevde olan kamış kesicileri kendilerine katılıp destekleyince bu
iki halkın da tarihinde eşi görülmemiş bir eylem oldu. Bir ACIN afişinde şöyle yazıyordu: “Hepimiz şeker kamışı kesicileriyiz, hepimiz yerli halklarız.” Kolombiya’daki siyahi eylemler 2008’den bu yana vardı ama özellikle 2013 grevinde köylüler, yerliler, Afro-Kolombiyalılar, öğretmenler, öğrenciler, kahve üreticileri, kamyoncular vs. arasında ittifak ile gerçekleşen Tarım Zirvesi’nden sonrası daha da öne çıktı. 2016 yılında, FARC gerillaları ile yapılan barış görüşmeleri sırasındaki diğer kırsal kesim grevindeki siyahi aktivistler Pasifik’teki Buenaventura Limanı’nı abluka altına almak gibi cesur olduğu kadar sembolik bir eylem yapınca güçleri gözler önüne serildi. 2000’lerin ortalarında Brezilya’da, daha genç ve feminin, daha özerk ve daha mücadeleci yeni bir siyahi hareket şekillenmeye başladı. Bunlardan ilki, Başkent Birinci Komando karteline (PCC İspanyolca adının baş harfleri) yapılan saldırıya karşılık olarak 20.12.2006 tarihleri
arasında askeri polisin 500 yoksul genci öldürmesinin intikamını almak için São Paulo çevresinde oturan kadınların polis karakoluna ve araçlarına saldırısıdır. Birkaç eyalet kadınlarından oluşan Mayıs Anneleri ve destek veren STÖ ve yoksul siyahi favela (gecekondu) gençleri ile birlikte baskı kurbanlarını desteklemek ve suçluları ortaya çıkartmak için çalışan küçük ama aktif bir örgütlenmedir. Lula’nın iktidar olduğu 2003 yılından sonra saldırılarda ölen siyahi oranı neredeyse %40 artarken, beyazlarınki %25 düşmüştür. Brezilya’nın kent favelaları ve çevre bölgelerinde özellikle kadınların öncülük yaptığı çoğu ortaokul ve üniversite eğitimi almış onlarca yeni nesil militan guruplar doğmuştur. İçlerindeki 2013 Haziran Hareketi öne çıkar. En önemlilerinden biri de Rio de Janeiro’nun Maré favela kompleksinden Ocupa Alemão’dır. Solun favelalarla olan ilişkisindeki önderlik özelliğine karşı çıktıkları gibi STÖ’leri de eleştirmekten hiç kaçınmazlar. Kültürel, boş vakit değerlendirme ve
85
86 TOPLUMSAL HAREKETLERDEN, HAREKETTEKI ‘DIĞER’ TOPLUMLARA
ekonomik faaliyetler yürütme yanında kültürel ve politik direnç tarihi anlatarak siyahi bilinci yükseltirler. Kendilerini, politik ve ekonomik otonomi örneği olarak değerlendirdikleri quilombo ve palenque isyanlarının mirasçıları olarak görüyorlar. “Reaja ou Seja Morta, Reaja ou Seja Morto” - “Karşı çık ya da öl, Karşı çık da öl” kampanyası, 2005 yılında Bahia’da doğdu ve her yıl Siyahi Halk Soykırımına Karşı Mücadele Yürüyüşü düzenlerler. Bu yürüyüş muhtemelen güçlü özerklik duygusu, radikalizmi ve devletle iş birliğini reddetmesi nedeniyle siyahi hareketinin en önemli ürünüdür. Ülke genelindeki diğer gruplarla ve siyahi kadın hareketleriyle bağlantı kurarlar. Kısmen kampanyanın kendi inisiyatifi kısmen de İşçi Partisi (PT) hükümetinin sosyal katılım politikalarından da faydalanarak son yıllarda giderek büyüdüler. Brezilya siyahi halk mücadelesi Mayıs Annelerinden Evsiz İşçiler Hareketi’ne (MTST İspanyolca baş harflerden), favelalarda şekillenen kolektiflerden çeşit çeşit siyahi kadın guruplarına kadar birçok kuruluşla temsil edilmektedir. Ovalardaki yerli hareketi ne kadar güçlü olduğunu Peru Amazon ormanlarında 2009 Bagu isyanı ve Bolivya’da 2011 TIPNIS’i koruma yürüyüşünde gösterdi. Bunlar, ulusal ve uluslararası düzeyde büyük yankı bulan, ülkede maden çıkarımının arttırılmasına karşı iki direniş eylemidir. Kentler ve ülke nüfusunun büyük çoğunluğu yerli halkların talepleriyle dayanışma göstererek kampanyanın uzun süre ulusal siyasi gündemde kalmasını sağladı. Peru’da yüzlerce yerli halk ve polisin öldüğü ya da kaybolduğu Wampis ve Baguá polisi arasındaki silahlı çatışmadan sekiz yıl sonra 1,3 milyon hektarlık orman alanını ÇUŞ maden çıkarımına karşı savunmak üzere 85 Wampis toplumlarından 300 temsilci otonom bir özerk yöne-
tim kurdular. Özerk bölge hükümetinin ilk başkanı ve 80 milletvekilini seçtiler. Bundan aylar önce de Morona ve Santiago nehirlerine yakın bölgelerdeki 120 topluluk temsilcisi, Wampis Ulusu Bölgesel Hükümetinin Özerklik Statüsünü onayladı. Hükümetin kurulması için bir komisyon belirledi ve bölgenin biyolojik koridorunun bir projesini sunmuştu. O zamanlar Quechua lideri Hugo Blanco’nun belirttiği gibi, Peru sosyal hareketlerinin davranış biçiminde bir değişim gözleniyor ancak Wampile açısından bir özyönetim kurulması 1970’lerde başlayan uzun bir yolun sonucu gibidir. Diğer ova halkları da çeşitli biçimlerde maden çıkarımına karşı direnç göstermede önemli rol oynuyorlar. Belo Monte’de mega-baraja karşı mücadele Brezilya’daki en önemli direnişlerden biridir. Direniş kırk yıl önce barajın inşası ile birlikte başladı. Mücadele, yerli halkları, sosyalist hareketleri, Rio Xingu kıyısında oturanları harekete geçirdi ve kalkınma politikalarının en radikal eleştirilerinden birini başlattı. Belo Monte, hem çevresel etkisi hem yetkililerin konuyu yerli topluluklarına hiç danışmama saygısızlığı göstermesi açılarından hem de yol açtıkları zararlardan Brezilya İşçi Partisi (PT) hükümetlerinin büyük bir olasılıkla en büyük hatalarından biri olarak tarihe geçecektir. En ilginç olaylardan biri de “ülkede maden çıkarım alanlarının ve vahşi kapitalizmin yaygınlaşmasına karşı en dayanıklı direniş çekirdeği haline gelmiş” Bolivya ova halklarının olayıdır. (Tapia, 2013: 103) 30’dan fazla halk ve kültürler 1980’lerde bölgesel etnik topluluklar meclisleri içinde birleşmeye başladılar ve daha sonra 1982’de oluşturulan Bolivya Yerli Halkları Konfederasyonu’na (CIDOB, İspanyol baş harfleriyle) katıldılar. Üretim ve sosyal yeniden üretim alanları olarak tasarladıkları bölgelerinin yeniden inşasına başladılar. Dahası, bunlar her kültür
arasında EZLN, Kolombiya Cauca’da Nasa-misak Yerli Muhafızları, Guerrero Komün Polisi ve Peru’nun köylü devriyeleri sayılabilir. Devletten yardım istemeden ya da bölgelerinde devlet müdahalesine izin vermeden onlarca yıldır öz savunma yeteneklerini geliştirmekteydiler. Genel olarak, bunlar başlangıçta yerli topluluklar tarafından yaratılan, ancak daha sonra köylüler ve kentsel sektörler tarafından benimsenmeye başlayan öz savunma ve iktidar biçimleridir. Dış saldırılara karşı korunma ile sınırlı kalmazlar aynı zamanda bölgelerini denetler, adaleti sağlarlar. Dahası öz savunma, toplulukları
Genel olarak, bunlar başlangıçta yerli topluluklar tarafından yaratılan, ancak daha sonra köylüler ve kentsel sektörler tarafından benimsenmeye başlayan öz savunma ve iktidar biçimleridir. Dış saldırılara karşı korunma ile sınırlı kalmazlar aynı zamanda bölgelerini denetler, adaleti sağlarlar. Bazı ülkelerde, ova halkları, kapitalist yayılmacılığa karşı direniş merkezleri haline gelip mücadeleyi ulusal düzeye taşımak için diğer hareketlerle birleşme yeteneği gösterdiler. Tapia deyişiyle, “ahlaki direnişin çekirdeği haline geldiler ve ayrıca bir anlamda da yerli halklar alanlarının, soverinetelerinin, öz yönetim biçimlerinin politik proje ve fikirleri barındırması anlamında da entelektüel yönelişin merkezi oldukları söylenebilir.” (Tapia, 2013: 105) Beşincisi, örgütlü halklar kendi iktidarlarını, kendi adaletlerini ve hepsinden önemlisi kendi savunma veya öz savunma biçimlerini yaratırlar. Hem kırsal hem de kentsel bütün kıtada kolektif öz savunma deneyimlerinin birçok örneği vardır. Bu savunma biçimi halklar ve hareketler için zaman zaman ortak bir anlam kazanmıştır. En öne çıkanları
ve direnenlerin yapılarını ve maddi temellerini güçlendiren bir eğitim sürecidir de. Birçok durumda topluluğu maden çıkarımına karşı savunurlar. Örneğin Cajamarca köylü devriyeleri nehir kaynaklarını çok uluslu şirketlerin yol açtığı kirlilikten korumak için devriye gezerler. Guerrero Topluluk Polisi’nin gelişim süreci dikkate değer. Topluluk Polisi Bölgesel Koordinatörlüğü (CRAC-PC), 1995’de kriminallere karşı korunmak amacıyla kuruldu. Başlangıçta, suç oranlarını yüzde 90 ila 95 oranında azaltmayı başaran 28 topluluktan oluşuyordu. (Fini, 2016) İlk başta suçluları Cumhuriyet Savcılığına teslim ediyorlardı, ancak yakaladıklarının saatler içinde serbest bırakıldıklarını görünce bölge meclisi 1998’de sanığın avukat veya para cezası ödemeden, kendi anadilinde konuşabileceği Adalet Meclisi’ni kurma kararı aldı.
87 TOPLUMSAL HAREKETLERDEN, HAREKETTEKI ‘DIĞER’ TOPLUMLARA
için anayasal meclis oluşturan özyönetim alanlarıdır ve yalnız eyalet içinde yasal eşitlik değil “farklı halklar ve kültürler arasında da eşitlik” talep ederler. (Tapia, 2013: 96) Ova halkları Bolivya’da çok kültürlü olma ufkunu açmıştır. Hem çeşitliliği hem de çoğulculuğu temsil ettiklerinden “tutarlı çoğul azınlık” olarak 2011 Ağustos ve Ekim ayları arasında ülkede yerli toprakları savunmada en büyük ulusal seferberlik olan TIPNIS Savunması Yürüyüşü’nde belirleyici bir rol oynadılar ve Bolivya’da demokratik güçlerin eklemlenmesinde ulusal ölçüt haline geldiler.
88 TOPLUMSAL HAREKETLERDEN, HAREKETTEKI ‘DIĞER’ TOPLUMLARA
Topluluk adaleti mahkum olan kişinin “yeniden eğitilmesini” ve mahkeme taraf olan iki aileyi ve toplum yetkililerini uzlaştırmayı hedefler. Bu adaletin cezalandırıcı bir yapısı olmadığından amaç gözetim altındaki bireyi dönüştürmektir ve suçluların “yeniden eğitimi” çalışarak topluma hizmet etmekten ibarettir. Yerel toplum meclislerinin ortak kararı ile Topluluk Polisinin en yüksek otoritesi, CRAC-PC’ye ait yerel bölgelerde herkese açık meclistir. Meclisler “koordinatörleri ve komutanları atarlar ya da görevlerini yerine getirmiyorlarsa yetkisini geri alırlar. Ayrıca zor ve hassas konularda adaletin verdiği karara ya da örgütü etkileyecek önemli olaylara göre de karar verilir.” (Fini, 2016) Eyalet polisinin aksine, CRAC-PC’nin hiçbir zaman dikey veya merkezi bir komuta zincir yapısı olmamıştır. Komün yetkililerinin elindeki güç başka türlü anlaşılır. Bizim devlet olmayan güç dediğimiz budur. Devletin halklara karşı şiddeti ve uyuşturucu kaçakçılığı arttıkça ve devlet aygıtı meşruluğunu yitirdikçe Toplum Polisliği hem Guerrero eyaletinde hem de ülkenin tamamında önemi arttı. 2013 yılına gelindiğinde Guerrero’nun 81 belediyesinin 46’sında öz savunma gurupları kuruldu ve 20.000 silahlı vatandaş görev yapmaya başladı. (Chavez, 2015) Topluluk polisi ve öz savunma grupları arasındaki farklara dikkat edilmelidir. Öz savunma, suç olaylarına karşı kendini savunmak için silahlanan vatandaş gruplarıdır, ancak milis üyeleri, Topluluk Polisinden farklı olarak, ait oldukları toplum tarafından atanmazlar. Ayrıca, Topluluk Polisinden farklı olarak, öz savunma grupları, yaptıklarından sorumlu değildir ya da topluluk kurallarına uyma sorumlulukları yoktur. (Hernández, 2014) Bununla birlikte, öz savunma grupları 1994 Zapatista ayaklanması ile genişlemiş 2009 Ostura Manifestosu ile tanınmış ve 25.
Ulusal Yerli Halklar Kongresi’ne katılan dokuz Meksika eyaleti tarafından yerli halklar ve toplumlar tarafından onaylanmış ve yerli halkların öz savunma hakkı olduğu kabul edilmiştir. Artık böyle kitlesel bir boyuta ulaşınca öz savunma guruplarını belirli bir sosyal kesimin değil toplumun bütününün savunma grupları olarak görmek gerekir. Katlanarak genişleme, yalnızca Guerrero eyaletinde değil, aynı zamanda “ülkenin üçte birinden fazla yerinde öz savunma gruplarının patlamasının kaydedildiği” ulusal ölçekte gerçekleşti. (Hernández, 2014: 7) Açıktır ki olgu bu seviyelere çıkıldığında orijinal kılavuz ilkeleri ile uyumsuzluklar gösterebilir. Yeni gurupların CRAC-PC’tekine benzer düzeyde toplum denetimi olmayabilir ve farklı adalet ve ceza biçimleri uygulayabilirler. Savunma gruplarının genişlemesi daha derin bir şeye işaret eder: toplum artık yaşam ve bölge savunmasını kendi eline alır ve otonomluğunu inşa etmek için o çevrenin kültüründen beslenir, köylü/ yerli halklar modelini izler hale gelir. Artık savunulan kırsal ya da kentsel alanda var olan “diğer dünya”dır. Kolektif olarak seçtikleri yaşam biçimini savunuyor olduklarından artık onlar sadece yerli halk ya da diğer kesimlerin öz savunma gurupları değil hareketteki “diğer toplumlar” olmuştur diyoruz. Kentlerde öz savunma konusunda deneyimiz daha azdır ancak birkaç örnek olarak Buenos Aires’te bazı “sefalet kuşağı” bölgelerinde veya Mexico City’deki Francisco Villa Halk Bağımsız Örgütü’nün konut topluluklarını verebiliriz. Retiro kasabasında (villa 31 bis) mücadele veren Kadınlar Evi alanını, Corriente Villera Independiente ve Halk Hareketi La Dignidad yarattı. Burası maço şiddetine karşı hazırlanma, tartışma, kolektif yaşamı sürdürme ve savunma alanlarıdır. Kadınların Mücadele Evi, bir oluşum alanı, tartışma,
tirme süreci” olarak nitelendirdiği orijinal birikim arasında önemli farklılıklar vardır. Avrupa deneyinde üreticilerin vahşi sömürüsü sonucu üretim ve üretim araçları arasında bölünme yaşanır ve ücretli emek yani doğmakta olan endüstride çalıştırılacak “özgür proleterler” doğar. (Marx) Bu sömürü sürecinden sermaye-emek ilişkisi ortaya çıkar. Ama Latin Amerika’da sömürü yoluyla el koyma başka biçimlerde gelişti. Yerli halklar madenlerde ücretsiz çalışmaya zorlandılar ve siyahi halklar kıtalarından zorla sökülüp alındılar ve köleleştirildiler. Buralarda Avrupa’nın “özgür emekçisi” yoktur. ÇUŞ ve tarım şirketlerinin yeni sömürgeciliğinde sömürülenler, o sömürülen siyahiler, yerli halklar ve melezlerin torunlarıdır. Meksika uyuşturucu savaşında öldürülen ya da kaybolan 150.000 kişinin büyük çoğunluğu kadın, yerli halk ve yoksuldu. Kıtanın işgali sırasında olduğu gibi proletaryaları olmayan bir kapitalizm ile karşı karşıyayız. Kendine tabi kılmayı isteyen ve yalnızca beyaz üst-orta sınıfları tanıyan bir soykırım sistemi var. Bu modelde, yeni sömürgecilik kıtanın fethine direnen aynı aktörlerle yani kent ve kır yoksulu ile karşı karşıyadır. Bu nedenle maden çıkarımına karşı mücadeleler sömürgeciliğe karşı direniş ayaklanmalarıdır. Maden çıkarımına karşı mücadele, toprakların savunulması, egemenlik ve toplumların öz yönetiminin savunulması olarak sömürgeciliğe karşı mücadelelerdir. Yeni sömürgeci maden çıkarımı insanlara karşı bir savaştır ve ulus devleti polis devleti haline döndüren kalıcı bir özel durumu kurmadıkça ilerleyemez. (Zibechi, 2014) Son olarak, mücadelelerin anti- kapitalist, anti-sömürgecilik ve anti-patriarkal gibi farklı direniş ağlarını birbirine bağladığını anlamak gerekir. Tarihin bu aşamasında, kapitalizm, halka karşı savaşmak için sömürgeci özellikler üstlenir, kadın-
89 TOPLUMSAL HAREKETLERDEN, HAREKETTEKI ‘DIĞER’ TOPLUMLARA
hayatta kalma için toplu bir örgütlenme ve maço şiddete karşı savunma alanı olarak yaratıldı. Kadınların öz savunma grupları, “örgütlenme aracı olarak bir araya geliyor, bazı durumlara karşı çözüm arayışları üretme yanı sıra danışmanlık hizmeti” veren atölyeler düzenliyorlar. (Mujeres en Lucha, 2014: 117) Öz savunma grupları, cinsiyetçi şiddet vakalarını tespit eder ve mağdurlarla dayanışır ve kadınlar isterse saldırganı kovarlar. Mexico City Acapatzingo topluluğunda, 500 kişilik ailenin güvenliğinden vatandaş tugaylarınca denetlenen ihtiyat komisyonları sorumludur. Mahalleleri sürekli gözlerler ve silahlı kişilerin hatta polisin bile girmesine izin vermezler. Ayrıca yerel şikayetler ve sorunlar komisyonlara getirilir ve gerekirse çözüm için topluluk meclisine götürülür. Altıncı özellik, hareketlerin güçlü bir sömürge karşıtı tutum sergilemesidir. Bu özellik göreceli olarak yeni yeni algılanmaktadır ve maden çıkarımının altında yatan yeniden sömürgeleştirme ve beş yüz yıldır sömürülen yerli halkların hareket içinde var olmalarının önemi ile ilgilidir. Madencilik, çıkarım endüstrisindeki en acımasız özelliktir ve sömürgeciliğin “kökenlerine dönüşünün” trajik belirtisidir. (Machado, 2014) Bölgelerin dikey ve otoriter devlet işgalini sermayenin yararına yeniden inşa etmek olan günümüz modeli, toplulukları yerlerinden atmak için askeri müdahaleyi gerektirir. Bu yağmalama ile birikim yapma modelinde sorun orada yaşan halkların üstesinden gelinmesidir. Toprakların işgali ardından ÇUŞ ve yeniden sömürgeleştirilen ulus devletler arasında asimetrik bir ilişki kurulur. Sömürge modeli tamamlandıktan sonra maden çıkarımı dikey ve yerel ekonomilerden ayrışmış kendi ekonomisini yaratır. Bununla birlikte, bu maden çıkarımı ile David Harvey’in “tasfiye yoluyla birik-
90 TOPLUMSAL HAREKETLERDEN, HAREKETTEKI ‘DIĞER’ TOPLUMLARA
ları ve gençleri güdümü altında tutmanın en basit yolu olarak ataerkilliği benimser. Hareket içinde olan toplumlar bu ölüm sistemine karşı direnmektedirler. Ama bu “diğer” toplumlar bunu parçalanmış sosyal hareketler yani, işçiler, kadınlar, siyahiler ve yerli halklar vs. gibi değil, harekete geçirilmiş heterojen sosyal ilişkilere dayalı toplumlar olarak yaparlar. Yaşamlarını sürdürebilmek, yaşamı yeniden üretebilmek için eski yerlerinden hareket ederler yer değiştirirler. Ramor Ryan’un İngilizce’ye çevirisinden dilimize çevrilmiştir. Uruguaylı yazar Raúl Zibechi Güney Amerika’daki en çok tanınan siyasi analistlerden biridir. 9 Ekim 2017
TARIHSEL MATERYALIZM 2019 ATINA KONFERANSI Muzaffer KAYA
91 talizmin tarihinde aynı eğilimin yüzyılın başında finans kapital ve emperyalizmin ortaya çıkmasına yol açtığını söyleyen Lapavitsas, 1980’lerden itibaren başlayan ikinci dalga finansallaşmanın dünya üzerinde yükselen siyasi otoriterliğin başlıca sebebi olduğunu belirtti. Emperyalist ülkeler dışında, bu sürecin “bağımlı finansallaşma” olarak yaşandığının altını çizen Lapavitsas, iktidara gelecek sol partilerin ekonomide alacağı ilk önlemlerden birisinin ekonominin finansallaşma sürecini tersine çevirmek olduğunu (definancialization) savundu. Aynı panelde konuşma yapan Michael Roberts, 2008 krizinin daha önceki büyük krizler gibi sermayenin kar oranlarının düşme eğilimden kaynaklandığını savunurken, bu tespite salondan itirazlar da geldi. Marksist değer kuramı üzerine çalışmalarıyla bilinen Michael Heinrich, krizi kar oranlarının düşme yasası ile açıklamanın istatistiksel verilerin toplanış biçiminin yarattığı bir yanılsama olduğunu iddia etti. Ayrıca Marx’ın 1875’ten itibaren, kar oranlarının düşme yasasına hiç referans vermemesinden yola çıkarak, Marx’ın ekonomi teorisinde bu yasanın merkezi bir yer tutmadığını iddia etti. Strateji tartışmasının yapıldığı panellerde, Avrupa solunun temel tartışma başlıklarından birisi olan Avrupa Birliği konusu tartışmaların odağına oturdu. Costas Lapavitsas ve Panagiotis Sotiris gibi Yunanistanlı Marksistler, Syriza deneyiminden hareketle, Avrupa Birliği ölçeğinde bir sol dönüşümün mümkün
TARIHSEL MATERYALIZM 2019 ATINA KONFERANSI
2004’ten bu yana düzenlenen Londra merkezli Historical Materialism (tarihsel materyalizm) konferansları bir süredir dünyanın diğer şehirlerine yayılmaya başladı. Daha önce Londra dışında New York, Sydney, Toronto, Montreal ve Beyrut’ta yapılan konferanslar dizisi, bu yıl ilk kez Rethinking Crises, Resistance and Strategy (kriz, direniş ve stratejiyi yeniden düşünmek) başlığı ile Atina’da organize edildi. 2-5 Mayıs 2019 tarihleri arasında Panteion Üniversitesi’nde gerçekleşen konferansa 1000’in üzerinde aktivist ve akademisyen katıldı ve 400’den fazla sunum yapıldı. Konferans akademik bir toplantı olmanın ötesinde, çoğunlukla genç politik aktivistlerin yer aldığı ve ağırlıklı olarak Avrupa radikal solunun temel sorunlarının ve Marksist teorinin tartışıldığı verimli bir buluşma oldu. Bu yazıda, sunum yapmak üzere katıldığım ve bazı oturumları takip edebildiğim konferans hakkındaki gözlemlerimi ve izleme fırsatı bulabildiğim bazı tartışmaları aktaracağım. Ağırlıkla Güney Avrupa ülkelerinden akademisyen ve aktivistlerin katıldığı toplantıda ekonomik kriz, sol strateji, toplumsal cinsiyet ve kadın özgürlük mücadelesi ve göçmen sorunu önemli yer tuttu. Ayrıca Kürt hareketi ve Türkiye konulu oturumlar da mevcuttu. Ekonomik krizin tartışıldığı panelde, Yunanistanlı Marksist akademisyen ve siyasetçi Costas Lapavitsas yaşanan krizin asıl olarak kapitalizmin finansallaşmasının bir sonucu olduğunu belirtti. Kapi-
92 TARIHSEL MATERYALIZM 2019 ATINA KONFERANSI
olmadığını ve Avrupa’da sol stratejinin birlikten ayrılma yönünde olması gerektiğini savundular. Bir tür “sol-Brexit” öneren bu yaklaşımdaki konuşmacılar, neo-liberal ekonomik dönüşümün AB kurumları üzerinden üye ülkelere dayatıldığından hareketle, halk egemenliğinin ancak ulusal ölçekte gerçekleşebileceğini vurguladılar. Enternasyonal dayanışmanın önemini kabul etmekle birlikte, küresel kapitalizme karşı mücadelede ilk adımın ulus devlet aygıtının halk tarafından ele geçirilmesi olduğunun altını çizdiler. Bu yaklaşım, ağırlıkla Güney Avrupa radikal solundan katılanların düşüncelerini temsil ediyordu. Bunun tersi olarak, örneğin Almanya solunda böyle bir yaklaşım hâkim değildi. Strateji konusunda derli toplu bir sunumu Panagiotis Sotiris yaptı. On tezde özetlediği radikal sol stratejide; günümüzde demokratik devrimin aynı zamanda
anti-kapitalist olmak zorunda olduğunu, ayaklanmalarla uzun süreli örgütlenme mücadelesini birlikte düşünmek gerektiğini, sol parti ve hareketlerin ötesinde sol cepheyi bir “tarihsel blok” olarak örgütlemek gerektiğini, alt sınıfların öz örgütleri aracılığıyla süreklileşmiş bir ikili iktidar mücadelesi tasarlamak gerektiğini, yeni bir enternasyonal oluşturma zorunluluğunu, sol örgütlerin kendilerini deneyim birikimi ve umut laboratuvarları olarak görmesi gerektiğini vurguladı.¹ Crisis/recomposition of the Left (Kriz/ Solun yeniden derlenmesi) başlıklı oturumunda Yol dergisi yazarlarından Mert Büyükkarabacak, Why can’t the Left develop a counter hegemonic project during the economic crisis period? (Ekonomik kriz dönemlerinde Sol neden karşı-hegemonik bir proje geliştiremiyor?) başlıklı sunumunda günümüzde sosyalist sol için alternatif ekonomi politikasının ana hatlarını
2000’lerin başında sosyal hareketlere damgasını vuran yataylık ve parti yapısının gereksizliği düşüncesi epey güç kaybetmiş görünüyordu. Parti örgütleriyle otonom hareketler arasındaki ilişki ve çelişkiler önemli bir tartışma başlığını oluştururken, sol legal partilerin salt seçim süreçlerine odaklanarak bir “seçimmakinesine” dönüşmesi de eleştirildi. bir başlık ise elbette Kürt hareketiydi. Kürt hareketine ilişkin sunumlar ağırlıkla Rojava ve radikal demokrasi kavramı üzerineydi. Türkiye’deki güncel duruma ilişkin tek oturum olan Turkey: Authoritarian statism and subaltern struggles (Türkiye: Otoriter devletçilik ve madun stratejileri) başlıklı oturumda Ümit Akçay, Svenja Huck ve Hazal Hurman’la birlikte konuşmacı olarak katıldım. Akçay Türkiye bağlamında bağımlı finansallaşmanın krizini ele alırken, Hurman Terörle Mücadele Kanunu mağduru Kürt çocuklarının hikâyesini anlattı. Ben, Türkiye’de neoliberal otoriterizme karşı mücadelenin ana öznesi haline gelen HDP’nin kuruluş sürecini ve günümüze kadarki stratejilerini özetledim. Huck ise 2019 belediye seçimlerde HDP’nin Batı illerinde “AKP’ye kaybettirme” stratejisini sorgulayan bir konuşma yaptı. Ardından CHP ile ittifak ya da CHP’nin desteklenmesi salondaki ana tartışma konularından birisi oldu. Konferansta yeni çıkan kitapların yazarlarıyla sohbetlerin yapıldığı oturumlar da düzenlenmişti. Bu çerçevede Yunanistanlı Marksist teorisyen John Milios’un yeni çıkan The Origin of Capitalism as a Social System (Bir sosyal sistem olarak kapitalizmin kökenleri) adlı kitabı üzerine bir söyleşi gerçekleşti. Kapitalizmin kendisinden önceki toplum düzenlerinden temel farkının, sermaye ve ücretli emek ilişkisinin hâkim sömürü biçimi haline gelmesi olduğuna işaret eden Milios, kapitalizmin ilk kez 14. Yüzyıl sonunda
TARIHSEL MATERYALIZM 2019 ATINA KONFERANSI
ortaya koydu. Aynı oturumda Syriza’nın başarısızlığının parti yapısıyla ilişkisi ve bir ideoloji ve pratik olarak Corbynism’in potansiyeli ve sınırları tartışıldı. Örgüt sorununun tartışıldığı konuşmalar sınırlı sayıdaydı ve strateji tartışmasından farklı olarak kesin önermelerin yapılamadığı bir konuydu. 2000’lerin başında sosyal hareketlere damgasını vuran yataylık ve parti yapısının gereksizliği düşüncesi epey güç kaybetmiş görünüyordu. Parti örgütleriyle otonom hareketler arasındaki ilişki ve çelişkiler önemli bir tartışma başlığını oluştururken, sol legal partilerin salt seçim süreçlerine odaklanarak bir “seçim-makinesine” dönüşmesi de eleştirildi. Kapitalizm ve göçmenlik konusundaki tartışmalar konferansta önemli bir yer tutmakla beraber net stratejik sonuçlar çıkarılabildiğini söylemek mümkün değil. İzleyebildiğim kadarıyla, tartışmalar konunun sol açısından ne kadar önemli olduğunu vurgulamanın ötesine geçemedi. Ancak Atina’daki anarşist bir inisiyatifin, kullanılmayan büyük bir otel binasını (City Plaza) işgal ederek yaklaşık 400 mültecinin yaşadığı bir komüne dönüştürme süreci, heyecan ve ilham uyandıran bir deneyim olarak tartışıldı. Konferansta ağırlıklı yer tutan bir diğer başlık toplumsal cinsiyet ve kadın özgürlük mücadelesiydi. Bu oturumlara katılım hem görece daha yüksek hem de tartışmalar daha canlıydı. Marksist feminizm perspektifinden çok sayıda sunum yapıldı. Canlı tartışmaların olduğu diğer
93
94 TARIHSEL MATERYALIZM 2019 ATINA KONFERANSI
Venedik’te hâkim bir sosyal düzen olarak ortaya çıktığını belirtti. Milios’a göre, sermaye sahipliği ve ücretli emek ilişkisi kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda da görünmekle birlikte, bu toplumlarda emek-sermaye ilişkisi pre-kapitalist toplumsal sistemlerin gözeneklerinde marjinal pozisyonda kalmıştır. Öte yandan, kapitalist üretim biçimini insanlık tarihinin gelişiminde kaçınılmaz bir aşama olarak görmemek gerekir. Kapitalist toplum, yani kapitalist üretim ilişkisinin hâkim sömürü ve tahakküm ilişkisi olduğu toplum düzeni, otonom (ayrı ama birbiriyle ilişkili) tarihsel gelişmelerin belli bir zaman ve mekânda çakışmasıyla ortaya çıktı. Milios’un perspektifinde, sömürgeci Venedik kent devletinin Cenevizlerle savaşı sırasında, savaş ekonomisinin zorunlukları içerisinde ücretli emek (üretim araçlarından ve kişisel bağımlılıklardan “özgürleşmiş” emek) ve sermaye ilişkisi tarihte ilk kez toplumdaki temel üretim ilişkisi haline geldi ve tüm üst yapı ku-
rumları bu kapitalist üretime göre yeniden şekillenmeye başladı. İlk olarak Akdeniz kentlerinde ortaya çıkan kapitalist sosyal düzen daha sonra ortaya çıkan Atlantik kapitalizmini ile etkileşim halinde gelişimini sürdürdü. Katılabildiğim diğer bir kitap tanıtım toplantısı ise Michael Heinrich’in Almanca basılan Marks ve Modern Toplumun Doğuşu (2018) adlı biyografik çalışması üzerineydi. Geçen yıl yayınlanan ilk cilt, Marx’ın 1841’e kadarki düşünsel evrimini yaşantısındaki olaylarla birlikte ele alıyor. Heinrich, Mark’ın düşünsel kaynaklarını açıklarken Alman felsefesi, Fransız sosyalizmi ve İngiliz ekonomi-politiğine 19. Yüzyılın edebi romantizm akımını da eklemek gerektiğini belirtti. Marks’ın çok sayıda şiir yazdığını ama bunların çoğunu imha ettiğini belirten Heinrich, yine de 300 kadar şiirinin bugüne kaldığını, ancak Marks’ın edebi yönünün yeterince bilinmediğini söyledi. Marx’ın düşünsel evriminin detaylı bir incelemesini yapan
1-Sotiris’in konuşmasının yazılı hali için: https://socialistproject.ca/2019/05/thestrategic-question-revisited-ten-theses/
95 TARIHSEL MATERYALIZM 2019 ATINA KONFERANSI
Heinrich, Marx’ın genç ve olgun Marx olarak ayrılması yerine entelektüel hayatı boyunca pek çok kopuş yaşadığının belirtmenin daha doğru olacağını söyledi. Marx’ın özellikle 1870’lerden itibaren, yaşamının son on yılında, tarihin determinist yorumundan giderek uzaklaştığını belirten Heinrich, örneğin Kapitalin önsözünde diğer ülkelerin İngiltere örneğini takip edeceği ifadesini, 1872’deki Fransızca baskı için yazdığı önsözde sanayileşen ülkelerin benzer sosyal dönüşümleri yaşayacağı biçiminde değiştirdiğini belirtti. Son olarak oturumların arasındaki molalar ve akşam buluşmaları farklı coğrafyalardan Marksistlerin tanışması ve bağlantılar kurması için iyi bir fırsat oldu. İçinde bulunduğumuz kritik konjonktürde Tarihsel Materyalizm konferanslarının daha da yayılması ve dünyanın her yerinde sürmekte olan özgürlük ve eşitlik mücadelelerine katkı sunması dileğiyle. Son bir iyi haber olarak, “Tarihsel Materyalizm 2020” konferanslarından birisinin Resisting the Far-Right in the Global Context (Küresel bağlamda aşırı-sağa karşı direniş) 10-12 Nisan tarihlerinde Ankara’da ODTÜ kampüsünde yapılmasının planlandığını belirtelim.