Kış 2019 “AYNI GEMIDE OLMAYANLAR” KRIZE BAKIYOR: FAŞIZMI EZMEK IÇIN ANTI-KAPITALIST MÜCADELEYE!
Angelo Tasca “Faşizmin Oluşum ve Gelişiminin Genel Şartları”, Faşizm ve Kapitalizm, Ayrıntı Yayınları, s. 119
SİYASİ DERGİ
“Bizim doktrinimiz olgulardır’ diye haykırıyordu 1919 Ekim’inin faşist kongresinde Mussolini. Bu formül sadece bir taktik fikri açıklamaktan ibaret kalmayıp, doğrudan doğruya her şeyin ‘iktidar hırsına’ bağlandığı bir dünya görüşünün yansısıdır. Her şeyden önce bu noktada, faşizm ile sosyalizm uzlaşmaz biçimde çelişirler. İnsanlığın kaderi, bu çelişmenin çözümüne sıkı sıkıya bağlıdır. İki felsefenin uyuşmazlığı gibi görünebilir bu, ama aslında felsefe ile felsefenin inkarı arasındaki çelişki söz konusudur burada.”
Değişen Dünya Dengeleri ve Türkiye
Faşizmin Yeniden Yükselişi
Mehmet YILMAZER
“Aynı Gemide Değiliz” Kriz ve Faşizm Tartışması
Mehmet YILMAZER
Kış 2019
l
10 TL
M. Sinan MERT
“Yeni Ekonomi Programı, IMF’siz Bir IMF Programıdır” Röportaj Prof. Dr. Korkut Boratav
Yıkım Çağında Sanat ve Kültürle Kendi Yolumuzu Bulmak
Tekelci Sermaye Saldırıyor: Tepeden Sınıf Mücadelesi James Petras
“AYNI GEMIDE OLMAYANLAR” KRIZE BAKIYOR: FAŞIZMI EZMEK IÇIN ANTI-KAPITALIST MÜCADELEYE!
Devrimci Hareketin Açmazları ve Çıkış Yolları Tartışmasına Dair Bahar EKİNCİ
Alevi Hareketinde Kriz Sezgin KARTAL
Zeynep KORU
Arjantin Ekonomik Krizi ve Dersler Ayşe TANSEVER
Üniversitenin Yol Kavşağı: Kavramsal ve Kurumsal Kriz Söyleşi Emre Tansu KETEN
Kış 2019
YOL 3 Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Ocak 2019 İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni H. Özgür Özcan Sorumlu Yazı İşleri Müdürü H. Özgür Özcan
Adres: Şehit Muhtar Mah. Kurabiye Sk. No: /4 Beyoğlu / İstanbul İletişim: 0535 922 82 68 www.yolsiyasidergi.org info@yolsiyasidergi.org /yolsiyasidergi @yolsiyasidergi
*Kapak: Barge Haulers on the Volga, İlya Repin
Basım Yeri: Akademi Matbaacılık Akademi Basın Yayın Org. Mat. San. LTD. ŞTİ. Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 230 Topkapı- İST Tel: 0212 493 24 67
içindekiler Değişen Dünya Dengeleri ve Türkiye Mehmet YILMAZER
7
“Aynı Gemide Değiliz” Kriz ve Faşizm Tartışması M. Sinan MERT
19
“Yeni Ekonomi Programı, IMF’siz Bir IMF Programıdır” Röportaj - Prof. Dr. Korkut BORATAV
33
Faşizmin Yeniden Yükselişi Mehmet YILMAZER
39
Tekelci Sermaye Saldırıyor: Tepeden Sınıf Mücadelesi James PETRAS Çeviren: Ayşe TANSEVER
49
Devrimci Hareketin Tartışmasına Dair Bahar EKİNCİ
55
Açmazları
ve
Çıkış
Yolları
Alevi Hareketinde Kriz Sezgin KARTAL
63
Üniversitenin Yol Kavşağı: Kavramsal ve Kurumsal Kriz Söyleşi - Emre Tansu KETEN
69
Yıkım Çağında Sanat ve Kültürle Kendi Yolumuzu Bulmak Zeynep KORU
75
Arjantin Ekonomik Krizi ve Dersler Ayşe TANSEVER
81
Merhaba emekçileri sizlere bu yeni sayıyla bir kez daha Merhaba, diyor. 2007-2008 krizinden çıkış için emperyalist merkezlerin bulduğu en etkin yöntem, piyasaları muazzam bir döviz bolluğu ile yüklemek olmuştu. Trilyonlarca dolar, hem küresel talebi ayakta tutmak hem de doları ucuzlatarak, ABD’nin dış ticaret açığını azaltmak adına küresel piyasalara pompalandı. “Yükselmekte olan piyasalar” olarak anılan küresel sermaye hareketlerine bağımlı orta büyüklükteki ülkelerden birçoğu bu dönemde zokayı yuttu. Ucuz döviz kaynaklarının bolluğu bu ülkelerde bir zenginleşme olarak hissedildi. Kendilerini dev aynasında gören ülkeler bir ekonomik mucize yaratmakta olduklarına hiç tereddütsüz inandılar. Emperyalist devletin engellediği sermaye değersizleşmesi ile şişen finansal kaynaklar, “yükselmekte olan” piyasaların özellikle konut ve inşaat sektörlerini şişirerek dağın taşın betona çevrilmesinde başrolü oynadı. Türkiye de bu sayede 2008’deki çöküş sonrasında 2013’e kadar hızla büyüdü. AKP, ucuz dövizin sağladığı büyüme ve satın aldığı rıza sayesinde devlet içindeki hesaplaşmada üste çıktı. 2007 krizi sonrasında söz konusu akış olmasa Türkiye ekonomisinin büyüyemeyen hali, AKP’nin bu üstünlüğü elde etmesini mümkün kılmazdı. AKP’nin 2013 yılında “tasfiye süreci bitti, inşa süreci başladı” tespitini yaptığı günlerde ucuz döviz balayının sonuna gelinmişti. FED’in ucuz döviz saçma politikasının sona ermesi aynı zamanda açıkça yeni bir rejim inşası niyeti ile birleşince Türkiye toplumu bu gidişe çok sert bir tepki verdi. Gezi İsyanı, hem şuursuz betonlaşmaya hem ekonomideki bozulmaya hem de siyasal İslamcı bir ajandanın geniş kesimlerin direncine rağmen dayatılmasına verilmiş bir reaksiyondu. Müzakere sürecinin yarattığı olanaklar ve Rojava’daki gelişmeler, devlet içindeki siyasi krizin derinleşmesi ile birlikte halklarımıza bir devrimci-demokratik dönüşümü inşa etme olanağı sağladı. 7 Haziran 2015 seçimlerinde bu moment kendisini en güçlü haliyle sergiledi. Düzen güçlerinin bu olanağı boğmak adına başlattıkları çökertme, püskürtme harekatı bugün anayasanın fiilen ilga edildiği, belediye harcamalarının bile Saray’dan belirlendiği bir diktacı, tek-adam rejimine evrildi. Bu sayımızda okuyabileceğiniz James Petras çevirisi aslında bu hikayenin tüm dünyada finans kapitalin bir karşı taarruzunun yansıması olduğunu ortaya koyuyor. Ancak egemenlerin yakasını kriz bir türlü bırakmıyor. “Verin yetkiyi göstereceğim faizle nasıl mücadele edilirmiş?” vaatlerine inat %24’lük bir Merkez Bankası faizi tüm ekonomiyi felç etmiş durumda. İç talebin çökmesi sonrasında düşen cari açık ve %24 gibi dudak uçuklatıcı bir faizin doları 5.30’a çekmesi bir “dengelenme” olarak anlatılıyor. Oysa arka planda, şirketlerin borçlarının bir biçimde toplumun üzerine nasıl yıkılabileceğinin hesapları yapılmaktadır.
Krizler, doğurgan süreçlerdir. Düzen güçleri krizi faşizm ile aşmak niyetindeyse halkın da ezilenlerin de bu süreci bir özgürlük ve eşitlik olanağı olarak görmesi hem meşrudur hem de zorunludur. Kapitalizm dünyanın her yerinde yıkım ve adaletsizlikten başka hiçbir şey vaat edemeyecek noktada. Ancak bu coğrafyada yaşamın her veçhesi bir krize dönüşmüş durumda. Eğitimden ekonomiye, sağlıktan spora, kültürden dış politikaya gerçek bir dekadans içerisindeyiz. Ankara’da yaşanan en son tren katliamında “sinyalizasyon sistemi olmazsa olmaz değildir” denebilmiş olması bu çökme halinin seviyesini çok açık bir biçimde sergilemiyor mu? Toplumun ayağa kalkma şansı, bu krizde “aynı gemide olmadığını” ilan edebilenlerin cüret, inat ve maharetinden kaynaklanabilir ancak! “Tek adamın çizdiği politika çemberi içinde kalmak çürümek ve giderek yok olmak demektir. Dışarıda ve içerideki gelişmeler tek adamın manevra alanını her geçen gün daraltmaktadır. Ancak çember kendiliğinden kırılmayacaktır. İnsanlara geleceği kurabilecekleri güvenini verebilmek, Saray’ın korku politikalarına karşı cesaret kazandırmanın tek yolu olarak görünüyor.” (M. Yılmazer, “Faşizmin Yeniden Yükselişi”) Ilya Repin’in kapağımızdaki resmi, Rusya’da çarlık rejiminin yarattığı adaletsizliğin çarpıcı bir tablosunu ortaya koyuyor. O resimde gözlenen bitmişlik ve çaresizlik hissinin sadece birkaç yıl sonrasında nasıl da tüm dünya ezilenlerine bir umut fişeği yakabilmiş olduğunu hatırladığımızda yaşama pembe gözlüklerle mi bakmış oluruz? Hayır. “Aynı gemide olmadığını” ilan edenler olduğu müddetçe umut olacak. Sosyalistlerin bu dönemde en önemli görevi kendi krizlerini aşarak kapitalizmin krizine yanıt üretmek ve “aynı gemide olmayanları” bir araya toplamaktır. YOL, kendisini, bu zorlu görevin yükünü omuzlama iradesi gösterenlere anlamlı, ipucu üreten, ısrarcı olma inancı yükleyebilen bir mecrası olarak ortaya koymaya çalışıyor. Umarız bu niyetimizi sayfalarımıza yansıtmayı başarabilmişizdir. Gelecek sayımızda, Nisan ayında buluşmak üzere!
DEĞİŞEN DÜNYA DENGELERİ VE TÜRKİYE Mehmet YILMAZER
******
Dünyada yeni bir güç dengesi oluşmaktadır. Duvarın yıkılışından sonra ortaya çıkan güç dengesinde ABD “süper güç” konumundaydı. Ancak bu tablo Irak işgalinin bir batağa dönüşmesiyle değişmeye başladı ve 2008 kriziyle birlikte yeni güçlerin sahneye çıkmasıyla tablo 90’lı yıllara göre köklü değişimlere gebe hale geldi. Trump’la birlikte değişen dengelerin özellikleri daha da belirginleşiyor. Günümüz güç kaymasının özelliklerden en önemlisi, ağırlığın Uzak Doğu’ya, Pasifik Bölgesi´ne kaymasıdır. Büyük güçler arasındaki bugünkü ilişkilere bakıldığında Çin ve Rusya’nın ilişkisi göze batan bir gelişmedir. Çin ekonomik büyüklük ve yüksek tekniği yakalamada oldukça hızlı bir gelişim gösteriyor. 19772011 arası Çin 25 kat büyümüştür. Hala dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisidir. Yüksek teknikteki bazı zayıflıklarını 2023 ve 2035 programlarıyla aşmayı hedefliyor. Öte yandan, Rusya özellikle Sibirya üzerinden büyük bir enerji ve ham madde kaynağına sahiptir. Aynı zamanda Sovyetler Birliği döneminden kalma birikimiyle silah tekniğinde gelişkin bir seviyededir. Çin ve Rusya’nın ilişkisi en başta ABD’yi ancak genel olarak diğer büyük güçlerin hepsini rahatsız etmektedir. Bu nedenle bu işbirliği sürekli bir tehdit altındadır. Uzak Doğu’ya güç kayması yeni bir gelişmeye yol açmaktadır. Japonya, II. Dünya savaşı sonrası zorlandığı konumdan çıkma adımları atmaktadır. Bunun ABD desteği olmadan gerçekleşmesi mümkün
DEĞİŞEN DÜNYA DENGELERİ VE TÜRKİYE
Son yaşanan Cemal Kaşıkçı olayı dünyanın rezilleşmesinin artan kanıtlarından birisi oldu. Koca koca devletler dünyanın gözü önünde oyun oynuyorlar. Herkesin elinde bir pazarlık kozu, kayıp cesedin ardından perde arkalarında didişiyorlar. Öte yandan Amerikan Merkez Bankası 2008 krizinde piyasaya sürüp batamayacak kadar büyük finans kuruluşlarını suyun üstünde tutuktan sonra, piyasaya sürdüğü trilyonlarca doların bir kısmını yakarken, parasının değerini yükselterek dünya birikmiş sermayesini bir kez daha kendine çekiyor. Böylece üçüncü dünya ülkelerinin kanı çekilmiş oluyor. Dünyanın yoksul kutbunda ise değişik bir gelişme var: Honduras’dan yola çıkan yoksullar ülkelerinin darbe sonrası yaşanmaz hale geldiğini söyleyerek Amerika’ya yürüyüşe geçtiler. Trump hemen “orduyu sınıra yığarım” tehdidini savurdu. 2008 krizi bir türlü atlatılamadı, üstelik yeni bir dalga bekleniyor. Dünyanın zirvelerinde bu duruma karşı bir hazırlık görünmüyor, ancak dünya yoksulları arasında kaynamanın yükseldiğine dair belirtiler var. Dünya 2008 krizinden beri artan bir belirsizlik içinde ilerliyor. Üç yönden bakarak dünyanın nereye gittiğini kestirmeye çalışalım. Güçler dengesindeki değişimlerin yarattığı sancılar; ekonomik krizdeki durum ve dünyanın ideolojik görünüşü yaşanan belirsizliğin çerçevesini belirlemeye yarayabilir.
7
8 DEĞİŞEN DÜNYA DENGELERİ VE TÜRKİYE
değildir. Duvar yıkıldıktan sonra Tokyo kendi inisiyatifiyle böyle bir adıma kalkıştığında Washington tarafından engellenmişti. Çin “tehdidi” büyüdüğü için ABD artık Japonya’nın yolunu açma niyetindedir. Diğer bir gelişme Hindistan’ın dünya güç tablosunda görünür hale gelmesidir. Birçok çelişkiyle yüklü olan Hindistan güçlü bir sanayiye ve dijital teknolojiye sahiptir. Günümüzün diğer önemli özelliği ABD’nin güç kaybıdır. Bu nedenle Washington dünyada sürekli gerilimi yükseltme eğilimindedir. Irak işgalinden beri bu politika devam ediyor. Yeterince başarılı olmadığı için Obama yıllarında bu stratejiden vazgeçme adımları atan ABD, Trump ile yeniden saldırgan bir politika içine girmiştir. Bugüne kadar uluslararası ilişkilerle kurulan yapıyı bozma adımları atan Amerika, kendi çıkarlarını bunda görüyor. İran’la yapılan nükleer anlaşmadan çekildikten sonra şimdi de Rusya ile yapılan orta menzilli füze anlaşmasından çekilmeye hazırlanıyor. Bu, nükleer silahlanma yarışının yeniden başlatılması anlamına geliyor. ABD dünyayı en güçlü olduğu alanda rekabete zorluyor. Hem silahlanmada çok yüksek tekniğe sahip, hem de büyük bir bütçesi var. Dünyayı, özellikle Rusya ve Çin’i silahlanma yarışına çekebildiği takdirde bu ülkelerin kaynaklarının tükenmesine yol açarak kendi konumunu yeniden güçlendirmeyi amaçlıyor. Bir diğer kutup AB, son yıllarda belirgin bir değişime girmiştir. 2008’deki kriz Avrupa’nın güneyini güçlü bir şekilde vurmuştur. Yunanistan, İspanya ve Portekiz ekonomileri dip noktalara gerilemiştir. Hala bu daralma devam ediyor. Ayrıca İtalya da adım adım benzer bir alın yazısına doğru ilerliyor. AB İtalya’nın 2019 bütçesini reddederek bir ilke imza attı. İtalya’daki “popülist” koalisyon Brüksel’e
itiraz etti. Sürecin nasıl gelişeceğini göreceğiz. Çekişme Yunanistan’la yaşanana benzer bir noktaya gelirse bu AB içinde büyük bir kriz demektir. Bu tabloya eklenmesi gereken bir şey daha var: Trump’ın AB’yi silahlanma için daha fazla harcama yapmaya zorlaması Atlantik’in iki yakasındaki gerilimi yükseltmiştir. Başta Almanya ve Fransa artık Avrupa’nın kendi başının çaresine bakma zamanının geldiğini vurguladılar. Irak işgali günlerinden beri gerilen Atlantik’in iki yakası arasındaki ilişkiler Trump Amerika’sıyla daha kötü noktalara ilerlemektedir. Dünya güçler dengesi farklı kutuplara ayrıldıkça Avrupa’nın üzerinde çeşitli gerilim hatları oluşmaktadır. En bilineni Rusya ile ilişkisinde yaşanmaktadır. “Ukrayna sorunu” denen şey budur. Öte yandan, Çin’in Avrupa’daki yatırımları arttıkça dengelerde yavaş ama ilginç gelişmeler olmaktadır. Avrupa’daki yatırımları 2015 yılında 20 milyar Euro iken, 2016’da bu rakam 36 milyara çıkmıştır. 2017’de ise 30 milyar dolardır. (1) Doğu Avrupa’nın AB ve NATO tarafından paylaşımının üzerinden yıllar geçti. Bugün bu paylaşımların muhasebesinin yapıldığı günlerden geçiyoruz. Örneğin, Çek Cumhuriyeti, Çin’in Avrupa’daki “batmayan uçak gemisi” olmak istemektedir. Macar Başbakan Orban, Alman işverenleri ile yaptığı bir toplantıda Orta Avrupa’nın ciddi altyapı sorunları olduğunu belirtmiş,“eğer AB mali destek sağlamazsa, Çin’e yöneleceğiz” tehdidini savurmuştur. (a.y. s:18) Sonuç olarak, ne AB’nin çekirdeği ne de dış halkaları dünyada oluşan yeni güç gerilimlerinden uzakta kalabiliyor. Çin dünyanın her parçasına istikrarlı adımlarla yayılıyor. Bunun sonucu olarak yeni gerilim hatları oluşuyor. Çin ve Rusya’nın dünya güçler dengesinde yukarı seviyelere çıkmaları, et-
bugüne kadar yaşananlardan farklı değildir. “Bu çalışmanın sonucu, birincisi, mali teşviğin resesyonla mücadelede önemli bir araç olmasıdır. “Ve ikincisi, ekonomik yavaşlama süresince yapılan borçlanmaların maliyetinin daha önceleri tahmin edilenden anlamlı bir şekilde daha az olabileceğidir.” (2) Kapitalizmin “yaklaşan durgunluk”a önerebileceği yeni bir çözüm yoktur. Mali teşvik, o günlerdeki adıyla “quantitative easing” ya da para basımından başka elin-
Çin ve Rusya’nın dünya güçler dengesinde yukarı seviyelere çıkmaları, etkisini her tarafta göstermektedir. Ancak günümüzde I. Dünya Savaşı öncesi oluşan tarzda katı bir saflaşma henüz yoktur. Tam tersine saflaşmalar yumuşak ve geçirgendir. Bunun en tipik örneği uzun zaman olmayan Japonya ve Çin görüşmesidir. Üstelik görüşmekle kalmadılar para takası (swap) anlaşması imzalayarak dolara karşı bir pozisyon almış oldular. Dönemin özelliği her tarafa yayılan bir gerilim, Ortadoğu, Uzak Asya, Latin Amerika ve Afrika; ancak kutupların henüz keskinleşmediği, geçirgen güç ilişkileri. ****** Güç savaşları, özellikle 2008 sonrası, aynı zamanda bir ekonomik kriz ortamında yaşanmaktadır. Aradan on yıl geçmesine rağmen kriz aşılamamıştır. Üstelik yeni kriz dalgasının gelişmekte olan pazarlardan (Arjantin, Brezilya, Türkiye) ve dünya ekonomisinin lokomotifi Çin’den gelebileceği üzerine beklentiler vardır. Ne yapılacaktır? Yaklaşan krize karşı kapitalist merkezlerin henüz ortak bir tavrı yoktur. The Ekonomist “Yaklaşan Durgunlaşma” sayısında özel dünya ekonomisi raporu hazırlamıştır. Raporun varmak istediği sonuç,
de bir aracı olamayan kapitalizm, ikide bir 1930’lardaki kötü dersleri hatırlatıyor. Bunlar “altına hücum” ve gümrük duvarlarının yükseltilmesidir. Bugün henüz yoğun bir altına hücum yoksa da belirgin bir dolardan kaçış vardır. Trump’ın başlattığı “gümrük savaşları” ise devam ediyor. The Economist: “Bugün, küresel ekonomi için en büyük tehlike politiktir.” tespitini yapıyor. Çünkü “küreselleşmeden nefret eden bir adam yönetimdedir” diyerek Trump’ı işaret ediyor. “Bilinmeyen şey, dünya liderlerinin jeopolitik yıkımı engellemek için acilen bir tutum almakta yeterince güvenli ve kararlı olup olmadıklarıdır.” (a.y. s.12)
9 DEĞİŞEN DÜNYA DENGELERİ VE TÜRKİYE
kisini her tarafta göstermektedir. Ancak günümüzde I. Dünya Savaşı öncesi oluşan tarzda katı bir saflaşma henüz yoktur. Tam tersine saflaşmalar yumuşak ve geçirgendir. Bunun en tipik örneği uzun zaman olmayan Japonya ve Çin görüşmesidir. Üstelik görüşmekle kalmadılar para takası (swap) anlaşması imzalayarak dolara karşı bir pozisyon almış oldular. Dönemin özelliği her tarafa yayılan bir gerilim, Ortadoğu, Uzak Asya, Latin Amerika ve Afrika; ancak kutupların henüz keskinleşmediği, geçirgen güç ilişkileri.
10 DEĞİŞEN DÜNYA DENGELERİ VE TÜRKİYE
Yıllardır kuralsızlaştırma, özelleştirme, merkez bankalarının bağımsızlığı gibi konularda nutuklar atan neoliberalizmin savunucularının bugün tehlikenin “politik” olduğunu itiraf etmeleri ilginçtir. 1980’li yıllarda kendi neoliberal hedeflerini dünyaya tek ekonomik doğru olarak dayatan Washington ve Londra, bütün bu yıllarda ekonomik kararlarla siyasal kararları serbest pazarın kutsallığı nedeniyle birbirinden ayırma aklını verip durdular. Ancak gün geldi kendilerini bir zamanlar dediklerinin tam tersini yapar durumda buldular. Dün neoliberal ekonomi politikaların uygulanmasını dünyaya dayatan Amerika ve İngiltere böyle yaparak nasıl politik davrandıysa; şimdi de tersini yaparak politik davranıyorlar. Ekonomi ve ekonomik çıkarlar “teknik” bir konu değildir, sınıfların çıkarlarına ve güçlerine göre şekillenir. 1980’lerde ABD özgür dünyanın tartışmasız lideriydi, üstelik Duvar yıkıldıktan sonra rütbesi süper güce yükselmişti. Bu gücüyle dünya ekonomi politikasını belirlemekte güçlük çekmemişti. Bugün kapitalist dünya 2008’de girdiği krizden çıkamazken ve aynı zamanda uyguladıkları ekonomi politika tıkandığı ve özellikle ABD ve İngiltere’nin artık çıkarlarına hizmet etmediği için yeni bir kararın eşiğine gelip dayanmıştır. Fakat bugün sorun ya da “en büyük tehlike” “politiktir”. Çünkü dünya kapitalist sistemini bu krizden çıkarmak için tek bir hedefe yönlendirecek ağırlıkta bir büyük güç yoktur. Güçlerin çıkarları aynı hedefte birleşmiyor. Aslında 80’li yıllarda da birleşmiyordu; ancak ABD’nin zoru dünya kapitalist sistemine bir yön verecek güçteydi. Bugün o güçte değildir. Üstelik yeni bir ekonomi politika belirginleşmemişken küreselleşmeden nefret eden Trump dünyaya yön vermeye çalışırken, zücaciyeci dükkânındaki fil gibi davranarak alışıldık dünya kurumlarını yıkıp dağıtıyor. Dün-
yanın geleceği, liderlerinin “yıkımı engellemek için yeterince kararlı davranıp” davranmayacaklarına bağlıdır. Sözün özü dünyanın geleceği büyük güçlerin ortak bir hedefte buluşup buluşamayacaklarına bağlıdır. Bu noktada gerçekten “tehlike” başlıyor; çünkü güç merkezleri ayrı hedeflere yöneliyorlar. Bu durum yaşanmakta olan ve derinleşecek ekonomik krizin aşılmasını zorlaştırıyor. Herkes kendi çıkarları doğrultusunda çıkış arıyor. Merkezlerdeki “para bolluğu” dünyaya borsa spekülasyonu, özel kredi, tahvil alımı, özelleştirmeler yoluyla yayıldı; spekülasyon “türev ürünler” gibi saçmalıklara varınca büyük bir krizle çöktü. Bu spekülasyon ağılıklı süreç dünyada yaşanırken ona paralel olarak başka bir süreç de işlemekteydi. Ucuz Çin malları dünyaya yayılmaya; sadece bu mallar değil yüksek teknik gerektiren İnformatik Çağının ürünleri de Çin’den hızla piyasalara akmaya başladı. Son dönemde ise büyük bir sermaye fazlasına sahip olan Çin, kendi çıkarlarını da dikkate alarak gelişmekte olan ülkelerde alt yapı inşaatları için yatırımlara yöneldi. ABD ve İngiltere’nin başlattığı mali spekülasyon ağırlıklı sözde yatırımlar tıkanınca Çin’in rekabet gücüne sahip ürünlerinin pazarlarda yayılma alanı genişledi. Çin neredeyse yüksek teknoloji ürünü olan gelişkin devreler, yarı iletkenler gibi bazı alanlar dışında Amerika’nın hem iç pazarında hem de genel olarak dünyada kendi rakiplerini zorlamaya başladı. Tıkanan spekülasyon ve kaybedilen rekabet gücüyle zayıflayan Amerikan ekonomisi sonunda Trump liderliğinde gümrük savaşlarında karar kıldı. İngiltere bir zamanlar dünyanın atölyesi iken “serbest ticaret” parolasını dilinden düşürmezdi. 19.yy sonu ve 20. yy başı rakipleri yükselince serbest rekabet parolası geri plana itilmekle kalmadı yük-
ve bazı nitelik değişimlerine uğradığı bir dönemin içindeyiz. İdeoloji sorununa iki açıdan bakmak mümkündür. Genel olarak, kapitalizmin yapısal dönüşümü açısından; özel olarak ise, Duvar’ın yıkılışından sonra yaşanan ideolojik kaosun güç savaşlarına nasıl bir nitelik verebileceği seviyesinden bakılmalıdır. Kapitalizmin yapısal dönüşümü açısından soruna bakıldığında en göze çarpan gerçeklik şudur: Hızlı ve çarpıcı bilimsel ve teknik gelişmelerin yaşandığı bir dönemden geçerken aynı zamanda insanlık bir ideolojik yoksunluk içindedir. Bu bir çelişkidir. Ancak uydurma olmayan,
Kapitalizmin yapısal dönüşümü açısından soruna bakıldığında en göze çarpan gerçeklik şudur: Hızlı ve çarpıcı bilimsel ve teknik gelişmelerin yaşandığı bir dönemden geçerken aynı zamanda insanlık bir ideolojik yoksunluk içindedir. Bu bir çelişkidir. Ancak uydurma olmayan, yaşamın içinden gelen bir çelişkidir. Yaşanan sadece bilimsel ve teknik gelişme değildir; bu gelişmelerin bugüne kadar gelen düzen ve toplumsal yapı üzerindeki köklü, sarsıcı etkileri bildik değerler sistemini erozyona uğratırken, yerine hemen yenisi gelemiyor. Yeni sosyal değerlerin doğumu sancılı ve zorlu bir süreçtir. sonunda piyasada yerini alırlar. Bu gidişin yolu ancak zorla, savaşlarla kesilebilir. ****** Dünya, büyük güçler arası paylaşımın konusu olduğu zaman ideolojik temel de önem taşır. İdeolojinin, paylaşımın veya güç savaşının çıplak, bayağı gerçekliğini bir meşruiyet görüntüsü ile sarmalayan, aynı zamanda gücün yarattığı acıları yumuşatan, onun kullanımına kitleleri ikna eden bir rolü vardır. Güç savaşlarının gittikçe yükseldiği
yaşamın içinden gelen bir çelişkidir. Yaşanan sadece bilimsel ve teknik gelişme değildir; bu gelişmelerin bugüne kadar gelen düzen ve toplumsal yapı üzerindeki köklü, sarsıcı etkileri bildik değerler sistemini erozyona uğratırken, yerine hemen yenisi gelemiyor. Yeni sosyal değerlerin doğumu sancılı ve zorlu bir süreçtir. Bugün feodalizmin kapitalizmle çözülmesine benzer bir şekilde, sanayi kapitalizminin bilgi ve hizmet kapitalizmine doğru sancılı bir değişimi yaşanıyor. Bu değişim sosyal yaşam ortamlarını, iş koşullarını, gündelik alışkanlıkları,
11 DEĞİŞEN DÜNYA DENGELERİ VE TÜRKİYE
selen rekabet sonunda I. Dünya Savaşı’na gelip dayandı. Amerika’nın gidişi de farklı değildir. Mali sermaye spekülasyonuna dayalı neoliberal sermaye birikim modeli çökmüş; yenisi henüz inşa edilememiştir. Güç parçalanması gerçeğinden dolayı da inşa edilmesi, yani bir büyük gücün dünya kapitalizmine rota vermesi artık imkânsızdır. Trump gümrük savaşlarıyla rakiplerinin gücünü düşürme ve pazar alanını daraltmayı hedefliyor. Daha önceki deneylerden bilindiği gibi, bu uygulama sadece geçici bir süre rakipleri etkileyebilir, rekabet gücüne sahip mallar eninde
12 DEĞİŞEN DÜNYA DENGELERİ VE TÜRKİYE
kültür ve sanat ortamlarını güçlü bir şekilde etkiliyor. Bunun en çarpıcı örneği General Motors Amerikası’ndan Walmart Amerikası’na geçiştir. 50 yıl önce Amerika’nın en büyük işvereni General Motors iken ortalama saat ücreti 30 dolardı, bugün en büyük işveren olan Walmart (dev AVM zinciri) Amerika’sında saat ücretleri 8 dolardır.(3) Trump’ı iktidara getiren işgücünün niteliksizleşmesinin yaygınlaşması ve genel yoksullaşmadır. Yeni teknik işgücünü üretim alanının dışına iterken, öncekilerden farklı olarak işsizliği süreklileştiriyor. Böylece gelişmiş kapitalist ülkelerde bile “fazla nüfus” ortaya çıkıyor. Bu fazla nüfus gelişmekte olan ülkelerde zaten epeydir artan bir hızla kentlere birikiyor. Güç savaşlarının özellikle Ortadoğu ve Afrika’daki etkileri büyük nüfus hareketlerinin yaşanması olmuştur. Aynı akım Latin Amerika’dan ABD’ye doğru da yaşanıyor. Dünyanın gidişatına bakıldığında, gelecekte Pasifik bölgesinde veya Güney Çin Denizi’nde gerilim yaşanması büyük olasılıktır. Dünya nüfusunun yığıldığı bu alanlarda bir göç dalgası harekete geçerse etkilerinin neler olacağını kestirmenin mümkün olmadığı bir deprem yaşanacağı kesindir. Temelinde yeni üretim teknik ve biçimlerinin yattığı bu alt üstlük bildik değerleri, ideolojik yapıları köklü bir şekilde sınavdan geçirmektedir. Yeni gelişimlerin yarattığı en belirgin toplumsal değişim işgücünün niteliğini büyük ölçüde sıradanlaştırırken, çok küçük bir azınlığın niteliğini yükseltmektedir. Bu nedenle toplumdaki gelir uçurumu çok büyümektedir. Uçurumun bu ölçüde büyümesinde aynı zamanda kapitalizmin finansa kaymasının da tartışılmaz bir etkisi vardır. Ancak yeni teknik gelişimlerle hizmet ve bilgi sektörünün büyümesinin yarattığı yeni toplumsal yapı Amerika’da General Motors günlerinden Walmart günlerine
geçişle çok çarpıcı bir şekilde gözler önüne serilmiştir. İşgücünün niteliksizleşmesinin yaygınlaşmasının yanında diğer bir toplumsal değişim tüm dünyada ortaya çıkmakta olan fazla nüfustur. Refah devletlerinin erimesiyle ortaya çıkan fazla nüfus ve ücretli emeğin nitelik ve örgüt kaybı ile önceki elli yıl süren “büyük uzlaşma” da bozulmaktadır. Dünyanın geri ülkelerinde fazla nüfus devasa kentlerde öylesine büyük bir yığınak meydana getirmektedir ki, bu olgu tek başına dünya kapitalist sistemi içinde biriken bir patlayıcı maddedir. Bu aynı zamanda büyük bir toplumsal çürüme anlamına gelmektedir. Böyle bir ortamda siyasi ve ideolojik değerler kaçınılmaz bir şekilde bataklıktaymış gibi yok olup gitmektedir. Bilim ve teknikte önemli gelişimlerin altüst ettiği bir dünyada var olan değerlerin kaosa girmesi bir anlamda doğaldır. Önemli olan bu toplumsal çözülmelerin hangi yöne gelişeceğinin ipuçlarının ortaya çıkmasıdır. Yaşanan güçler savaşından henüz böyle bir yön ortaya çıkmamıştır. Kapitalist merkezlerde ekonomide iki gelişim iç içe yaşanıyor. Bir yanda mali spekülasyon veya “hayali ekonomi”; öte yandan teknik gelişimlerin hızla yol aldığı “gerçek ekonomi”…Bu iç içe yapı klasik kapitalist davranış ve değerleri erozyona uğratıyor. Öte yandan, bir kaç yüzyıldır katılaşmış iş günü ve iş koşulları yeni üretim teknikleri nedeniyle eriyor. Dolayısıyla onun yaratığı sosyal yaşam da deforme oluyor. Yine bir yandan bilgi büyük bir güce sahip olurken onun mülkiyeti küçük bir azınlığın elinde kalmaya devam ediyor; aynı zamanda en azından bilginin bir bölümü de çatlaklardan sızan yağ gibi dağılıyor, kolay elde edilebilir hale geliyor. Bütün bunlar fabrika kapitalizmiyle şekillenmiş hiyerarşik toplum yapısını bozuyor. Ancak yerine ne geleceği, post
mayı taşıyamadı. Bu başarısızlığın siyasal bedelleri bugünlerde hakların önüne gelmektedir. Bolivar Devrimleri’nden faşizme geri dönüş dönemine girilmiştir. Bu tablo dünya genelinde farklı biçimlerde yaşanmaktadır. Örneğin Avrupa’da Syriza, Podemos deneylerinden sonra hava kararmaya başlamıştır. İsveç’de bile faşizme doğru gidiş görülmektedir, üstelik “İsveç Demokratları” adı altında aşırı sağ oylarını %17’ye yükseltmiştir. Elbette bu gidişe en büyük cesareti veren Trump Amerika’sı olmuştur. Özellikle Sosyalist Sistem’in var olduğu yıllarda üçüncü dünyada askeri darbelerle faşizmin inşasında çok maharetli olan Amerika, artık faşizmi kendi ülkesine taşımanın yollarını açmıştır. Trump ve Brezilya yeni başkanı Bolsonaro ikilisi bu gelişmede yeni bir basamağa işaret etmektedir. Böylece yozlaşmış ve tarihsel olarak bir tıkanma içinde olan burjuva demokrasileri, hiç değilse dünyanın bir parçasında 21. yüzyıl sosyalizmi parolasıyla doğrudan demokrasiye doğru bir yükseliş yaşayamayınca açık bir çürüme süreci içine yuvarlandılar. Bu anlamda dünyada henüz sonuçlanmamış büyük bir mücadele sürmektedir. Küreselleşmeye karşı yükselen doğrudan demokrasi dalgası gerilemeye başlayınca, tırnaklarını henüz tam göstermeyen bir faşizm dalgası yükselişe geçmektedir. Bu anlamda yeni bir paylaşım mücadelesinin hızlanmaya başladığı günümüzde ideolojik tablo oldukça karanlıktır. Üstelik saflaşmada, çok katı ve değişmez olmasa da, bir tarafta “özgürlük heykeli”ni rezillikleriyle görünmez hale getiren Trump Amerika’sı, öte yanda ise büyük bir ekonomik gelişme içinde olan ancak doğrudan demokrasi konusunda herhangi bir işaret taşımayan, katı hiyerarşik yapısıyla Çin durmaktadır. Saflaşmanın bu ideolojik görüntüsü yoğun sisli bir ortam yaratmaktadır. Kapitalizm genel olarak köklü bir
13 DEĞİŞEN DÜNYA DENGELERİ VE TÜRKİYE
modern düşlere kapılmayacaksak, henüz sisli bir havanın gizleri altında kalmaya devam ediyor. Bugün yaşanan ideolojik kısırlığın altında bir de Duvar sonrası yaşanan sürecin özel bir yeri vardır. Sosyalist Sistemin çöküşü aynı zamanda sosyalizmin siyasi ve ideolojik temellerine bir darbe olmuştur. Ancak ideolojik savrulma bununla kalmamış, insanlığın geleceğini tasarlamaktan vazgeçmeyi vaaz eden postmodernizm her tarafa yayılmıştır. Aynı zaman aralığında “zafer kazanan” kapitalizm ve onun siyasi ideolojik temeli olan liberal demokrasinin yıldızı da parlamıştır. Bu parıltılı yıllar uzun sürmemiş iki binli yılların başlarında yıpranmaya başlamış, 2008 krizi ile sönüşe geçmiştir. Kapitalizm, Sosyalist Sistem yıkıldıktan sonra dünyanın yeniden paylaşılmasına “Küreselleşme” adını verdi. Bu paylaşıma tüm dünyada yükselen anti küresel hareketler büyük bir direnç gösterdiler. Bu direnç daha sonra 21. yüzyıl sosyalizmi hedefine dönüştü. Bu hedef yıpranan ve çürüyen burjuva demokrasisine karşı doğrudan demokrasiyi öne çıkartan yanıyla insanlığın geleceği için önemli bir adım ve çağrı oldu. 21.yüzyıl sosyalizmine çağrı ve pratik adımlar yeterince güç kazanamayınca son dört beş yıldır dünya ideolojik tablosu karanlık bir görünüm kazanmıştır. 21. yüzyıl sosyalizmi bir yanıyla burjuva demokrasilerinin tükenişinin bir işaretiydi. Özellikle Latin Amerika ülkelerinde burjuva demokrasileri öylesine yıpranmış ve yozlaşmış durumdaydı ki, bu ülkelerde “temsili demokrasi”ye karşı büyük bir öfke birikmişti. Bu öfke kendini Arjantin’de 2001 isyanı, Venezuela ve Bolivya da devrimler olarak gösterdi. Komünler yoluyla doğrudan demokrasi denemeleri yaşandı. Ancak hemen hemen onbeş yıldır yaşanan pratikle komünler, çürüyen burjuva demokrasisinden öteye siyasal yapılan-
14 DEĞİŞEN DÜNYA DENGELERİ VE TÜRKİYE
yapısal değişim içindedir. Böyle bir değişim bir kaç yılın işi olamayacağı için insanlığı uzun ve sancılı yıllar bekliyor. Feodal dünyadan kapitalist dünyaya geçerken önce yola çıkan ve hızlı değişim yaşayan ülkelerle, arkadan gelenler uzun çekişmelerden sonra I. Dünya Savaşında topyekun bir hesaplaşma içine girdiler. İngiltere ve daha sonra Amerika’nın liderliğinde yaşanan sancılı ve savaşlı yıllar iki farklı sistemin, sosyalizm ve kapitalizmin soğuk savaş düzeni ile bir uzlaşmaya vardılar. Öte yandan, kapitalizmin sosyal yapısı içinde de sınıflar arası bir “büyük uzlaşma” ile geçici bir dengeye varıldı. Otuz yıldan beri bu dengeler tümüyle alt üst oluyor. Kapitalizm yeniden bir yapısal değişim sancısı içindedir; ancak bu değişimi sürükleyecek güçte bir liderlik yoktur. Bu durum hem yapısal değişimin hem de güç dengelerinin yeniden inşasının ne ölçüde sancılı ve zorlu olacağının çok açık bir kanıtıdır. Değişimin sancısını ve dehşetini arttıracak diğer konu ideolojik zemin ve siyasal sistem olarak ortada diğerlerine üstün olan bir toplumsal yapının olmamasıdır. Çeşitli tipte burjuva demokrasileri, aynı zamanda farklı sosyalizm deneyleri insanlığın önünde belirgin bir ağırlık oluşturmuyor. Şüphesiz kapitalizm ve onun siyasal-ideolojik yapıları pratik olarak bir ağırlığa sahiptir; ancak onların bile ne ölçüde yıprandığını önce 21. yüzyıl sosyalizmi dalgasının, onun başarısızlığı ile faşizmin yükselişi göstermektedir. Bu yıpranma ve çürüme nedeniyle temsili demokrasi kendi içinden bir kez daha faşizmi üretiyor. Çünkü çok küçük bir azınlık olan finans kapital zümrelerinin egemenliğinin devamı artık temsili demokrasiler içinde belli ölçüde tehdit altındadır. Böyle bir ideolojik ve siyasal bataklıkta gerçekleşecek olan güç savaşlarının nasıl büyük felaketler getireceğini ön
görmek yanlış olmaz. Bataklığın insanlığı yutmasını engelleyebilecek bugün için iki olgu vardır: İlki, önceki paylaşım savaşlarının yarattığı bilinç yeniden büyük yıkımların yaşanmasının önünü kesebilir. İkinci olarak, silahların yıkım gücünün savaşta bir galip ortaya çıkmasını engelleyecek ölçüde dehşetli seviyelere gelmiş olmasıdır. Yeni bir topyekun savaşın galibi olmayacaktır. Duvar yıkıldıktan sonra dünyada yaşananlara baktığınızda yaşanan bölgesel savaşlar insanlığı adım adım uçurumun kenarına getirmektedir. Büyük bir yoksullaşmanın, yozlaşmanın birikmesi ve aynı zamanda insanlığa bir davranış çerçevesi oluşturan tüm değerlerin çürümesi sonrasında dünya neden bir çılgınlığın eşiğine gelmesin! Kapitalizmin yapısal değişimiyle birlikte yaşanan güç savaşlarının öncekilerden çok farklı olacağı açıktır. Bir anlamda devletler veya sistemler değil tümüyle insanlık bir sınavdan geçecektir.
Türkiye’de Kriz, Derinliği ve Özellikleri Dünya böyle iken Türkiye de sıradan değil çok derin bir krizin içinde yol almaktadır. Krizin başlıca iki ayağı var. Siyasal düzen başkanlık sistemi adı altında faşizme doğru yol alıyor. Büyük gerilimlere gebe bu gidişin henüz suyun üstüne çıkan yanı çok sınırlıdır. Diğer ayak ekonomik krizdir. Bu kriz rant ekonomisi uygulamasıyla yaratılan büyük bir borç yığınağının artık çevrilemez hale gelmesiyle patlamıştır. Bugün yaşananlar çöküşü erteleme çabalarıdır. Her gün çeşitli indirimler açıklanıyor, iflaslar konkordatolarla erteleniyor. Böylece krizin yıkım gücü artıyor, dalgalar erteleme duvarlarının ardında birikiyor. Ertelemelerin yarattığı tehlike bankaların üzerine doğru geliyor. 2008 krizinde Amerika para basma yo-
Erdoğan her şeyi çok açık söylemiş. Ancak Anadolu sermayesinin yıllar içinde ekonomideki yeri %8’i ve ihracattaki payı da %11’i aşamadı; üstelik başlarda üretime ağırlık veren sermaye sonra hızlı sermaye dönüşünden dolayı inşaat sektörüne kaydı. 1994 yılında MÜSİAD üyeleri arasında inşaat sektöründen 398 firma varken, 2013’de bu sayı 1114’e sıçramıştır. Güçlü bir sermaye Erdoğan iktidarı için “çok önemli bir güven kaynağı” olacaktı. Ancak henüz olamadı. AKP iktidarı ekonomide en başta inşaat sonra enerji ve silah sanayine yöneldi. Ağırlık inşaat sektöründedir. Bugünün krizine baktığımızda inşaat ve enerji sektörü iflasın eşiğine gelmiştir. Silah sanayi ise kapalı kutudur, ayrıntıları bilinmiyor. Bir on on beş yılda bir ülkede -kabile devleti değilse- sermayenin el değiştirmesi zordur, hatta imkânsızdır. Erdoğan 2010’larda bu hedefine çok yakın olduğunu düşündü, ancak 2018’de krizli günler gelip çatınca tablonun böyle olmadığı ortaya çıktı. 2018 yazında yaşanan dolar çılgınlığı ve ekonominin tıkanması Erdoğan’ı “yeni bir kurtuluş savaşı” başlatma noktasına getirdi. Sermaye ülkeyi terk etmeye başladı, Saray’a göre “dış güçler, içerideki işbirlikçileri ile birlikte ekonomiye saldırı başlattılar”, kriz filan yoktu, tamamıyla dış güçlerin oyunuydu. Bu sancılı günlerde Yeni Şafak’ta İbrahim Karagül’ün yazısı dikkat çekiciydi. “15 Temmuz, Cumhuriyet tarihimizdeki en ağır saldırıydı. Darbe girişimi değil iç savaş ve imha saldırısıydı… “Şimdi aynı çevreler ekonomi üzerinden vuruyor. Aynı saldırıların yeni bir aşaması. Kimse tereddüt etmesin, çok ciddi bir “Karşı Darbe” gelecek. En büyük temizlik ekonomide, sermayede, ekonomi bürokrasisinde yaşanacak. Türkiye bütün saldırılardan zaferle çıktı, bütün saldırılardan sonra o alanı millileştirmeyi bildi.
15 DEĞİŞEN DÜNYA DENGELERİ VE TÜRKİYE
luyla “batamayacak kadar büyük” finans kurumlarını kurtardı. Ancak ekonomi genel olarak zehirlendi. Rekabet gücü kazanamadıkça ekonomi bir türlü hız alamadı, sonunda Trump’la birlikte iş gümrük savaşlarına gelip dayandı. Türkiye’nin para basmak gibi bir yolu yok. Uluslararası piyasalardan daha yüksek faizle bazı krediler alabiliyorlar. Onun dışında “bedelli askerlik” , “imar barışı”, İş Bankasına göz dikme gibi yollardan para toplamaya çalışıyor. Konkordatolarla dönmeyen kredilerin baskısı bankalara yükleniyor. Saray, yıllardır inşaat ve rant ile beslediği, büyüttüğü sermayenin yıkılmasını engellemek için çırpınır duruyor. Neden? “Sermayenin el değiştirmesini” başarmak için! Erdoğan 2010 yılı sonuna doğru ATV de yaptığı bir programda çok açık hedefini ortaya koymuştur: “Sıkıntımız şurda, İstanbul sermayesi her nedense para kazanma konusunda bizimle anlaşıyorlar ama siyasi olarak anlaşamıyorlar. Siyaseten sizi destekleyemeyiz diyorlar. İşte anayasa çalışmalarında çağırdık konuştuk. İstedikleri bazı konuları gerçekleştirdik. Anayasayı sizinle oluşturuyorsak buna sahip çıkacaksınız. 2001’de sahip çıktıkları halde şimdi sahip çıkmıyorlar. İstanbul sermayesi Anadolu sermayesini aralarına istemiyor. Sivrilenleri almak istiyorlar, orada da seçici davranıyorlar” “Sermaye ciddi anlamda el değiştirmeye başladı. Anadolu sermayesinin yaptığı ihracat çok büyük. Bir Konya’da Kayseri’de dünyaca ünlü markaların parçaları üretilmeye başlandı. Belki bundan rahatsız oluyorlar. Sermayenin yayılmasından rahatsız olmamak lazım. Türkiye kazansın, Türk milleti kazansın. İstihdamda da sıkıntımız kalmayacak. Fakat isteseler de istemeseler de Türkiye’de artık sermaye ciddi manada el değiştirmeye başladı. Bu bizim için çok önemli bir güven kaynağı.” (4)
16 DEĞİŞEN DÜNYA DENGELERİ VE TÜRKİYE
“Yeni durumda ekonomik çevrede köklü değişiklikler yaşanacağını, sermaye yapısında ciddi el değişimleri olacağını, dışarıdan müdahaleye ortam oluşturan sermaye çevrelerinin zayıflayacağını, çok güçlü bir millileşme dönemine girileceğini söyleyebilirim.” (5) Henüz İ. Karagül’in dediklerinin hiç birisi olmadı. Saray’ın kafasının ardında yatanlar, özlediği hedefin başkanlık sistemi için “güven kaynağı” olacak şekilde “sermayenin el değiştirmesi” olduğu biliniyor. Bunun için denetimden uzak Varlık Fonu yaratıldı, yine Türkiye Ekonomi Bankası kapalı kutu haline getirildi. Hatta Saray İş Bankası’na göz dikti, ardından sıranın Şişe Cam’a geleceği söyleniyor. Saray’ın bütün bu zorlamalarına rağmen herkesi FETÖ’cü yapıp kutsal özel mülkiyete dokunamadığı için henüz sermaye Erdoğan’a “güven verecek” ölçüde el değiştirememiştir. Üstelik son krizle birlikte AKP yıllarında beslenen bazı sermaye gurupları iflasın eşiğine gelmiştir; hatta iflas etmelerine rağmen çeşitli yollarla bunlar erteleniyor. Türkiye sadece son günlerde etkileri görülmeye başlayan bir ekonomik kriz içinde değildir, tüm Cumhuriyet rejimi krizdedir. Başkanlık sistemine geçişle siyasal yapı, ideolojik zemin köklü bir değişime uğramaktadır. Harran Üniversitesi rektörünün “Erdoğan’a itaat etmek farzdır” açıklaması da gidişin en özlü işareti olmuştur. Siyasal yapının değiştirilmesinde 15 Temmuz darbesinin büyük bir rolü olmuştur. Her taşın altında bulunan FETÖ bahane edilerek toplumun bütün nefes boruları tıkanmıştır. Bugünlerde ekonomik kriz, daha doğrusu kriz kabul edilmediğine göre “dışarıdan yapılan ekonomik saldırılar” bahane edilerek “sermaye yapısında ciddi el değiştirmeleri” sağlayacak müdahalelerin
yapılabilmesi için “başkanlık sistemine” fazlasıyla gerek vardır. Saray, sadece siyasi yapıyı değiştirmekle kendini yeterince güvende göremiyor. Fakat işin en zorlu yanı da budur. Erdoğan nasıl ki, faiz konusunda Londra’da kendi görüşünü savununca dolar bir günde uçuşa geçmişti; ekonomik krizi “fırsata çevirerek” sermaye yapısına müdahale etmeye yeltenirse dolarla birlikte pek çok ekonomik gösterge de uçuşa geçecektir. Saray, ekonomik krizi sermaye yapısında değişimi zorlamak için ne ölçüde“fırsat” olarak değerlendirebilecektir? Bunu kriz derinleştikçe göreceğiz. Ancak Sarayın “tek adam” rejimine en çok bu konuda gerek duyacağı açıktır. Sistem değişikliğinin en zorlu yanı budur, bu bilek güreşi bir sonuca ulaşmadıkça başkanlık sistemi ülkeyi yönetmekte hep zorluk yaşayacak ve düzenin yönetilemez özelliği varlığını sürdürecektir. Saray hem İstanbul sermayesi hem de Batı dünyası ile çatışma içinde olduğu takdirde ayakta duramayacağını anlamış durumdadır. ABD ile Brunson uzlaşması, Almanya ile yapılan görüşmeler bu gerçekliğin itiraflarıdır. Ancak buradan Saray’ın bunlarla olan çelişkilerinin sona erdiği anlamı çıkartılamaz. Saray bu çelişkileri çözemedikçe “tek adam” iktidarı kurmuş olsa bile kendini “güvende” hissetmeyecektir. Krize karşı bir “kurtuluş savaşı” ilan etmekle 16 yıllık iktidarında en kritik sürece girmiş oluyor. Bu sürecin, ikide bir köpürtülen FETO ve “terörle mücadele” ile yönetildiği gibi yürütülmesi imkansızdır. Dönemin diğer özelliği faşizmin üst yapısının hukuki olarak kurulmuş olmasına rağmen tabanının yeterince sağlam olmadığı gerçekliğidir. Böyle bir gerçekliğe rağmen aşağıdan tek adam düzenine karşı yeterince tepki yükselmiyor. Haziran seçimlerine giderken ortaya çıkan umut seçim sonuçları sonrası hızla kayboldu.
nümüzde tüm toplumsal kanallarda bir gerilimin biriktiği açıktır. Ancak kendisine çıkış yolları bulamadığı ölçüde bu gerilim çürüyebilir. Mahalli seçimlere giderken patlak veren “cumhur ittifakı”ndaki çatlak ortalığa temelsiz beklentiler saçtı. Saray ve Bahçeli hemen ittifakın kutsal yanına vurgular yaparak olası bir derinleşmenin yolunu tıkadılar. Bu durum, görünenin altında nasıl bir birikimin olduğunun iyi bir kanıtı olmuştur. Böylece bir gerçek daha göz önüne çıkmaktadır. Bu birikim bugüne kadarki yollardan toprağın üzerine çıkartılamıyor. Farklı cesur ve yaratıcı yolların bulunması geleceği yakalamak için şarttır. Köklü değişimlerin yaşandığı, fakat bu değişimlerin yarattığı gerilimlerin tümüy-
Son günlerde “siyasetin bittiği”, “psikolojik olarak hasta bir toplumunun” ortaya çıktığı tespitleri yapılıyor. Siyasetten bir uzaklaşmanın olduğu, hatta sandığa gitmeme tepkilerinin ortaya çıktığı bir gerçektir. Siyasal kırılmaların ortaya çıkamaması anlamında “siyaset bitmiştir.” Bu gerçeklikten dolayı ortada uzun zamandır bayağı polemiklerden öteye bir şey yoktur. Siyasetten soğumanın belki de en somut kanıtı “gezi kuşağının” ülkeyi terk etmesidir. Geçen yıl bu sayı 250 bini aşmıştır. sidir. Geçen yıl bu sayı 250 bini aşmıştır. Saray kurduğu mekanizmalarla her şeyin üzerini örtüyor. Yaşananların açıklanması için ortada komplo teorilerinden başka bir şey yoktur. Çoktandır beklenen ekonomik krizi bile dış güçlerin komplosuna havale eden Saray, işi atlattığını sanıyor. Enerji üreten siyasal kırılmaların yaşanamamasının doğal sonucu çürümelerin derinleşmesi ve yaygınlaşmasıdır. İktidar çürüdüğü gibi sözde muhalefet de çürüyor. Bu tablodan tek yönlü bir çöküş çıkmayacaktır. Her şeyin demagojiye boğulduğu gü-
le örtüldüğü bir Türkiye üzerinde dünyadaki gidişin etkileri neler olabilir? Bu konuda en önemli etkinin ekonomik alandan gelmesi kaçınılmazdır. Paranın bol olduğu yıllar sona erdi, dolayısıyla gelişmekte olan ekonomilerin -Hindistan, Arjantin, Venezuela, Brezilya gibi ülkeler de bu tablonun içindedir- bir krize doğru gittikleri artık açık bir gerçektir. Türkiye de bu tablonun içindedir, özellikle bölgedeki sorunlardan dolayı Amerika ve Avrupa ile sorun yaşamaktadır. Türkiye’ye hem sıcak paranın hem de doğrudan yatırımların %70’leri geçen büyük çoğunluğu
17 DEĞİŞEN DÜNYA DENGELERİ VE TÜRKİYE
Cumhuriyetin siyasal ve ideolojik yapısındaki köklü değişim; aynı zamanda ekonomik tıkanmanın yarattığı gerilim ile ortaya çıkabilecek siyasal kırılmalar yaşanmadı. Seçim sonuçları genel sağ zeminin biraz daha yaygınlaşmış olduğu gerçeğini ortaya çıkardı. Son günlerde “siyasetin bittiği”, “psikolojik olarak hasta bir toplumunun” ortaya çıktığı tespitleri yapılıyor. Siyasetten bir uzaklaşmanın olduğu, hatta sandığa gitmeme tepkilerinin ortaya çıktığı bir gerçektir. Siyasal kırılmaların ortaya çıkamaması anlamında “siyaset bitmiştir.” Bu gerçeklikten dolayı ortada uzun zamandır bayağı polemiklerden öteye bir şey yoktur. Siyasetten soğumanın belki de en somut kanıtı “gezi kuşağının” ülkeyi terk etme-
18 DEĞİŞEN DÜNYA DENGELERİ VE TÜRKİYE
Batı’dan gelmektedir. Saray iktidarı ile ortaya çıkan düzen uluslararası sermayeye güven vermekten uzaktır. Bazı bankalar yüksek faizle yeni krediler bulabildiler, ancak bu sorunun çözümü anlamına gelmediği gibi yakın geleceğin iyice ipotek altına alınmakta olduğu anlamına geliyor. Çok sancılı bir döneme artık girilmiştir. Ekonomik alanın bir de orta vadeli yanı vardır. Yaklaşan ekonomik sorunların bir diğer yanı dünyada yaşanan bilimsel ve teknik alandaki büyük rekabettir. Bu alanda Türkiye hiç yoktur. Rant ekonomisiyle gününü gün eden Türkiye yakın gelecekte önemli sorunlarla karşı karşıya kalacaktır. Sanayinin ithal edilen tekniğe bağlı, tarımın iflasın eşliğinde olduğu, ayrıca kaliteli işgücü ve eğitimi açısından büyük sorunların yaşandığı Türkiye’de geleceği yakalama şansı gittikçe yok olmaktadır. Güç savaşlarının hızlandığı dünyada Ankara esas olarak dış politikayı iç politikanın basit bir aracı haline getirerek bugünlere geldi. Şimdi dünyada yeni güç tablosunun inşasının zorlu günleri yaklaşırken Ankara arada yalpalayarak geçirdiği günlerin sonuna geliyor. Ankara’nın şanslı göründüğü tek alan Saray’ın sultanlık kurma çabasıyla dünyadaki “popülizm”in yükselişinin belli bir paralellik taşımasıdır. Fakat bunun bir avantaj olduğu çok tartışmalıdır. Ankara’da keyfilik arttıkça sermaye akışı ile ilgili sorunlar artıyor. Uluslararası sermaye Saray’daki Sultan’a güvenemiyor. Türkiye’deki sistem değişikliğinin ortaya çıkardığı gerilim, dünyadaki güç savaşlarının gerilimiyle büyüyebilir. Saray’ın bunu iç politikaya “dış düşmana karşı kurtuluş savaşı” gibi sunma olanağı her geçen gün azalıyor. Orta vadeli hiçbir stratejik hedefi olmayan Ankara, güç savaşlarının girdabında çok zor günlere yaklaşıyor.
(1) The Economist, Ekim 6, 2018, s.18 (2) The Economist, Ekim 13, 2018, s.10 (3) Ronald Inglehart, The Age of Insecurity, Foreign Affairs, May-Jun 2018 (4) Hürriyet Gazetesi, 11 Eylül 2010 (5) İbrahim Karagül, Yeni Şafak, 14 Eylül 2018
“AYNI GEMİDE DEĞİLİZ” KRİZ VE FAŞİZM TARTIŞMASI M. Sinan MERT
19
Marksizmde Kriz Tartışmaları Ekonomik krizler, sermayenin çelişkili doğasının en açık biçimde ortaya çıktığı dönemlerdir. Değerin üretilmesi ile gerçekleşmesinin, yani metanın üretilmesi ile satılmasının birbirinden ayrı etkin-
likler olması, bu ikisinin birbirini takiben gerçekleşmesinin hiçbir zorunluluk içermemesi krizleri kapitalizmin tarihsel gelişimin doğal bir parçası haline getirir. Sermaye bir ilişkidir, bu ilişkiyi P-M-P’ olarak tarif edersek krizler esas olarak M-P’ evresindeki kopukluğun bir sonucudur. Sermaye bir değerlenme sürecinden bağımsız düşünülemeyecekse kriz, bu sürecin kesintiye uğramasıdır (Clarke,1990:3). Değerin üretilmesine rağmen gerçekleşememesi, yani metanın alıcı bulamaması krizlerin temel olgusudur. M aşamasında donup kalan sermaye, P’’ye dönüşmeyi başaramayınca değersizleşme riski ile karşı karşıya kalır. Kapitalizmin kendisinden önceki üretim biçimlerinden farklı olarak genişleyen yeniden üretim karakterine sahip olması hem üretici güçleri sürekli olarak geliştirme mecburiyetinde kalmasını hem de büyüme ile arasındaki takıntılı ilişkiyi açıklar. Marksist kriz teorilerini üç ana başlık altında toplamak gerekirse bunları aşırı üretim, eksik talep ve kar oranlarının düşme eğilimi başlıkları altında derleyebiliriz. Krizin esas olarak üretilen değerin gerçekleşmesi sorunu olduğu düşünüldüğünde aşırı üretim ve eksik talep vurgularının öne çıkması rahatlıkla anlaşılabilir. Üretimin aşırılığı ile talebin yetersizliği sermaye ilişkisinin önündeki en büyük sınır ve engeldir. Sermaye döngüsü içerisinde işçiye emek gücü karşılığında ödenen değerin, döngü sonucunda ortaya çıkan değerden küçük olması daha Sismondi gibi erken, ütopik sosyalistler zamanın-
“AYNI GEMİDE DEĞİLİZ” KRİZ VE FAŞİZM TARTIŞMASI
2007’de başlayan küresel kriz konjonktürünün 3. dalgası “yükselmekte olan piyasaları” vuruyor. Kırılgan yapısıyla Türkiye ekonomisi, bu evrenin öne çıkan “model ülkesi” görünümünde. Bu yazıda, öncelikle Marksist kriz teorileri tartışmalarını gözden geçirerek kapitalizmin eksik tüketim/aşırı üretim sarmalına kalıcı çözüm bulamadığının altı çiziliyor. ABD’de başlayan krizin ana öğeleri hatırlanarak krizlerin büyük sermaye değersizleşmeleri yaşanmadan atlatılmasının temel olarak ezilen sınıfların güçsüzlüğünden, sosyalist hareketlerin kendi krizlerine yanıt bulmakta zorlanmalarından ve devletlerin krizlerin faturasını emekçi sınıflar üzerine yığabilme kapasitesindeki artıştan kaynaklandığı tespit ediliyor. Buna rağmen krizlerin gelir dağılımında bir düzeltme ile sonuçlanmamasının “popülist moment”in en önemli sebebi olduğu gösteriliyor. Son olarak ise Türkiye’deki krizin oluşma koşulları ortaya konduktan sonra sosyalistlerin faşizmin güvencesiz emekçiler üzerindeki hegemonyasını çözmek için krizi hangi araçlarla karşılayabileceği tartışılıyor ve anti-faşist mücadelenin emekçilerin yaşam koşullarına dokunmaksızın başarılı olamayacağı özeleştirel sonucuna varılıyor.
20 “AYNI GEMİDE DEĞİLİZ” KRİZ VE FAŞİZM TARTIŞMASI
dan beri farkında olunan bir olguydu. “Toplam tüketim hacmi, şimdi metanın kullanım değerinin ve dolayısıyla meta değerinin sınırıdır.”( Marx, 2012: 377) Ancak kapitalizmin dinamizmi, karşısına çıkan bu tarz engelleri aşma konusunda sergilediği pratikten kaynaklanmaktadır. Üretici güçlerin sürekli olarak geliştirilmesi eğilimi de değerin realizasyonunun önündeki engellerin aşılması güdüsünden kaynaklanmaktadır. Örneğin yeni pazarlar arayışı tam da bu engelleri aşma çabasının bir örneği olarak sermayenin en önemli tarihsel arayışlarından birisi olarak öne çıkmıştır. Emekçilerden kaynaklanan talebin yetersizliği sorunu, Rosa Luxemburg tarafından en aşırı sonuçlarına vardırılmış ve söz konusu eksik talebin ancak kapitalizm dışındaki üretim tarzlarına sahip toplumlardan kaynaklanan talep ile tamamlanıp aşılabileceği sonucuna vardırılmıştır. “Sermaye kapitalist olmayan toplumların yardımı olmadan birikemez, diğer taraftan bunların kendi kendisiyle yan yana devam eden varlığını da hoş göremez.” (Luxemburg, 2004: 316) 20. yüzyılın ilk yıllarında hala inanılması mümkün olan bu tezin bugün hiçbir anlamda kabul edilemeyeceği açıktır ancak sermayenin ken-
di dışına yayılma ihtiyacını vurgulaması açısından hala önemli bir ilham kaynağı olarak değerlendirilmelidir. Kapitalizmin coğrafi gelişimle doğru orantılı büyüme eğilimi tarihsel bir vakıadır. Sosyalist bloğun 1990’larda çözülmesi ve Çin’in devasa bir kapasite olarak dünya ekonomisine katılması böylesi durumlara verilebilecek son belirgin örnektir. 1990’da 22,54 trilyon dolar olan dünya ekonomisinin toplam büyüklüğü 2017’de 80,68 triyon dolara ulaşmıştır. Coğrafi genişleme sermayeye birçok açıdan devasa bir manevra kabiliyeti kazandırmaktadır. Benzer bir bakış açısı ile düşünen Harvey, sermayenin krizini başka coğrafyalara ihraç edebilmesinin kendisine büyük bir esneklik kazandırabildiğini vurgular. Engels’in Konut Sorunu kitabında sermayenin işçilerin barınma sorununu çözmesinin mümkün olmadığı ancak sorunu farklı mekanlara kaydırarak zaman kazanabildiğini vurgulamasından yola çıkan Harvey, 1997 Doğu Asya krizinden bu yana yaşanan krizleri farklı coğrafyaları dolaşan tek bir kriz olarak anlatır. (2010) Finansal sistemin hem birikim açısından olağanüstü bir büyüklüğe ulaşması hem de sürekli yeni araçlar yaratarak yaşamın tüm alanlarına sızması sermayeye krizini coğrafi olarak öteleye-
1929 krizi sonrasında özellikle 1945’te 2. Dünya Savaşı’nın sona ermesini takiben başlayan ve 1970’lere kadar devam eden kapitalizmin altın yıllarında Keynesyen tezlerin hegemonik hale gelmesi sonrasında Marksistler arasında hem eksik talep hem de aşırı üretim tezlerine dönük tepkisel bir tutum gelişti. Çünkü Keynes, aslında büyük oranda bu eksik talep yorumundan yola çıkarak devletin eksik talebi tamamlayarak krizleri sonsuza dek tarihe gömebileceği sonucuna ulaştı. Savaşta yaşanan muazzam değersizleşmenin yarattığı sermaye ihtiyacı, büyüme oranlarını tarihi zirvelere çıkarırken sosyalizmin de yarattığı ilhamla devletçi-karma ekonomiler en azından bir süreliğine kapitalizmin kriz sorununu çözmüş gibi göründüler. Bu dönemde Marksistler arasında kar oranlarının düşmesi kapitalist krizin temel sebebi olarak görülmeye başlandı. Oysa kar oranlarının düşmesi, kapitalist krizlerin sebebinden ziyade sonucu olarak değerlendirilmelidir. Örneğin 2007’de ABD’de patlayan finansal kriz öncesindeki iki yılda ABD’de kar oranları artmıştı. “Üretim sektörü, yatırım için gereksinim duyduğu kaynaklara kar, nakit akışı ve ucuz kredi biçimlerinde derhal erişebilmekte, konut dışı gerçek yatırımlar da yeni yüzyılın ilk senelerindeki düşük düzeylerden sonra toparlanmakta, 2004 ile 2008’in ilk çeyreği arasında ortalama %6.7’lik bir yükseliş eğilimi kaydetmekteydi. Kar ve yatırımlarda, ancak finansal çöküşün ardından bir düşüş baş gösterecekti.” (Panitch ve Gindin, 2011: 29) Krizin temel sebebini anlamak istediğimizde dikkat kesilmemiz gereken nokta P-M-P’ evresinin ikinci aşamasıdır, bu evrede ortaya çıkan kesintiler şirketlerin karlarının düşmesinden gerçekleşmez ancak bunun tersi doğrudur. Yani kar realizasyonu sorunu giderek piyasanın birçok sektörünü etkisi altına aldığında, karların düşmesi de kaçınılmaz olacaktır. 1970 kri-
21 “AYNI GEMİDE DEĞİLİZ” KRİZ VE FAŞİZM TARTIŞMASI
bilmesinin yanı sıra zaman içerisinde de erteleyebilme olanağı sağlamaktadır. FED ve Avrupa Merkez Bankası’nın 80 trilyon dolarlık GSMH üreten dünya piyasalarına 10 triyon dolarlık ucuz para dağıtarak krizi “yükselmekte olan piyasalara” transfer etmesi de bu çerçevede anlaşılabilir. Engels’in Anti-Dühring’de krizin temel sebebini eksik talep değil aşırı üretim olarak değerlendirmesi de daha ziyade polemik açısından bir anlam taşıyor gibi görünmektedir. “Öyleyse eksik tüketim binlerce yıldan beri devam eden tarihsel bir olgu olduğuna, oysa pazarın üretim fazlalığı sonucu olan bunalımlarda patlak veren durgunluğu ancak elli yıldan bu yana duyulur bir duruma geldiğine göre, yeni çatışmayı yeni aşırı üretim olayıyla açıklamak için, bay Dühring’in tüm bayağı iktisat yavanlığı gerek.”(Engels,1995: 409) Engels’in, bu vurguyu yaparken bolluk krizlerinin kapitalizm ile birlikte ortaya çıktığını vurgulaması önemlidir, üretici güçlerin gelişimin çok daha sınırlı olduğu kapitalizm öncesi, hatta manifaktür döneminde bolluk krizlerine rastlanmaz (Yılmazer,2007). Fakat eksik tüketimin krize yol açmadığı söylenen dönemlerde genişleyen yeniden üretime dayalı kapitalizm de hakim üretim tarzı değildi dolayısıyla da bu örnek kapitalizmin eksik tüketim talebine girmeyeceğini kesin olarak göstermez. Olgunun anlaşılması açısından eksik talep ile aşırı üretim Sweezy’nin de vurguladığı gibi aynı madalyonun iki yüzü gibidir (1946: 83). Krizin esas olarak değerin realizasyonu ile ilgili bir sorun olduğu kabul edilecekse, üretim sürecinde artı değeri kuşanarak ortaya çıkarılan metanın yeniden paraya dönüşmesini engelleyen en temel faktör olarak eksik tüketimin görülmesi kaçınılmazdır. Kar oranlarındaki düşme sermaye açısından bir sorundur ancak değerin realize edilmesi kronik olarak imkânsız hale gelmediği sürece öldürücü krizlere yol açamaz.
22 “AYNI GEMİDE DEĞİLİZ” KRİZ VE FAŞİZM TARTIŞMASI
zini değerlendirirken burjuvazinin politik iktisatçıları ile Marksistlerin aynı noktaya yoğunlaşması dikkat çekicidir. 1970’lere gelindiğinde devletin ekonomide kapladığı alanı ve işçi sınıfının pazarlık gücünü karlarını sıkıştıran engeller olarak gören sermaye bu engelleri aşabilmek için neoliberalizm aracılığıyla bir karşı saldırıya geçmişti. Dolayısıyla sermayenin karlardaki düşmeyi bir başat sorun olarak görmesi anlaşılabilir. Ensesinde devrimin korkutucu nefesini giderek daha az duymaya başlayan ve özgüveni artan sermaye temsilcileri, 1970’lerle birlikte emekçile-
nomi mantığına bağlı kalarak yürütülmüş kimi faaliyetler de sermaye ilişkisine yeniden içerildiğinde sermaye ilişkisine canlılık kazandıran “dışarısı” rolünü oynayabilmektedir. Marksistlerin krizin kaynağı olarak karların düşmesine yoğunlaşması ise Marx’ın temel önemde gördüğü kar oranlarının düşme eğilimi yasasına bağlanabilir. Bu yasa, kapitalist gelişimin çelişkili doğasını çok çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır. “Bir yandan tüm engelleri aşarken, bir yandan da kendine özgü spesifik engeli üreten sermaye, bu nedenle
Kar realizasyonu sorunu giderek piyasanın birçok sektörünü etkisi altına aldığında, karların düşmesi de kaçınılmaz olacaktır. 1970 krizini değerlendirirken burjuvazinin politik iktisatçıları ile Marksistlerin aynı noktaya yoğunlaşması dikkat çekicidir. 1970’lere gelindiğinde devletin ekonomide kapladığı alanı ve işçi sınıfının pazarlık gücünü karlarını sıkıştıran engeller olarak gören sermaye bu engelleri aşabilmek için neoliberalizm aracılığıyla bir karşı saldırıya geçmişti. rin 20. yüzyıl boyunca elde ettikleri tüm kazanımları süpürmeye yönelik bir hamle geliştirdiler. Kamusal ekonomi, sermaye açısından giderek fethedilmesi gereken bir dışarısı haline gelmişti ve özelleştirmeler ile bu alanlar tekrar büyük oranda sermayenin değerlenme alanları haline getirildiler. Neoliberalizmin doğuş hamlesi olarak nitelenebilecek 1973 Şili darbesi sonrasında en dikkat çekici icraatlardan birisinin emeklilik sisteminin özelleştirilmiş olması unutulmamalıdır. Sermaye açısından kapitalist üretim biçimi dışındaki alanların varlığı sadece pre-kapitalist üretimin egemen olduğu coğrafyalarla sınırlı değildir. İşçi sınıfı ve sermaye arasındaki güç dengesinin bir ürünü olarak ortaya çıkan kamusal ekonomiler ya da geleneksel olarak ortaklaşmacı bir eko-
canlı bir çelişkidir.”(Marx; 2012: 395) Üretici güçlerin sürekli olarak geliştirilmesi için rekabet, tek tek şirketler açısından dönemsel tekelci karlar yaratarak büyük bir üstünlük yaratmasına rağmen toplamda sermayenin organik bileşimini sürekli olarak arttırarak sermayenin kar oranlarının düşmesi yönünde güçlü bir eğilim yaratır. Sermayenin organik bileşiminin artması, değişen sermayenin (işgücünün) üretim sürecinden oransal olarak dışlanması anlamına gelmektedir. Değerin üretilmesinde esas rolün değişen sermayede olması ise -sömürü oranları bu düşmeyi telafi edecek oranda artmadığı sürece- sermayenin organik bileşiminin artmasının kar oranlarının azalması anlamına geleceğini ortaya koyar. Sermaye bu eğilimin gerçekleşmesini engellemek, kar oranlarını yük-
ran Yılmazer, 2007: 250) Bu açıdan her ne kadar bütün krizler aşırı üretim ya da eksik talebin bir biçiminden kaynaklansa da spesifik bir zaman ve mekanda ortaya çıktıklarında kendilerine özgü yönler taşırlar. “Tek bir ülkede krizlerin tarihinden… [ya da] kapitalizmin belli bir evresine özgü olan, belki de tamamen rastlantı eseri meydana gelmiş belli görüngülerden yola çıkarak, krizlerin değişen karakteri hakkında genel yasalara ulaşmak imkansızdır.”(Hilferding,1995) Krize toplumsal ölçekte ezilenler adına bir üretmek ihtiyacındakilerin bu spesifik yönler üzerinde yoğunlaşmaları ve mücadele programlarını da genel sözler yerine bu özgün boyutları hesaba katarak üretmeleri bir zorunluluktur. Kendisi bir Marksist olmamasına rağmen Marx’ın Kapital’in ikinci cildinde geliştirdiği “yeniden üretim şemalarını” kullanan Tugan-Baranowsky’nin Orantısızlık Teorisi de kapitalist krizleri açıklamakta önemli yaklaşımlardan biri olmaya devam etmektedir. Marx, bahsedilen başlık altında toplam üretimi, Üretim Araçları ve Tüketim Araçları üretimi olarak iki büyük kesime ayırır. (2012: 378) Böylece, artıdeğer üretimini genişletmek üzere üretim araçlarına sürekli yeni yatırımlar yapmak eğilimindeki kapitalistlerin Üretim Araçları alanındaki yatırımları eksik talebi ikame edecek bir kaynak olarak devreye girer. Böylece eksik talebi ikame edecek olan alanın aslında kapitalist üretimin kendi içerisinde olduğu anlaşılır, bu durumda eksik talep ancak sermayenin toplam üretimin iki farklı alanına orantısız bir biçimde yönlendirilmesi durumunda mümkün olabilir. Böylesi bir orantısızlığın ortaya çıkmadığı durumda ise kapitalist üretim hiçbir sınırı olmaksızın genişlemeye devam edebilir. “Eğer toplumsal üretim bir plana göre örgütlenseydi üretimi idare edenler talebin tam bilgisine, emek ve sermayeyi üretimin bir dalından diğerine
23 “AYNI GEMİDE DEĞİLİZ” KRİZ VE FAŞİZM TARTIŞMASI
seltebilmek için sömürü oranlarını arttırmak gibi bir tarihsel zorunluluk ile karşı karşıyadır. Bu açıdan üretkenlik artışları büyük oranda nispi artı değer artışları üretir. Üretkenlik artışları, yani değerin birim başına giderek daha az emek-gücü ile üretimi işgücünü giderek daha büyük bir hızla üretim sürecinin dışarısına çıkarır. Günümüzde oldukça geniş bir tartışma konusu haline gelmekte olan 4. Sanayi Devrimi olgusu sözü edilen dışlamayı, vasıflı emeğin birçok kategorisini de içine katarak genişletme perspektifine sahiptir. Şimdiye kadar ki otomasyon süreçleri daha ziyade vasıfsız emek gücünü ikame ederken ve Fordist üretim yapısına uyumluyken, yapay zekaya ve öğrenen makinelere dayalı 4. Sanayi Devrimi projesi, sadece proleter yığınları değil görece ayrıcalıklı orta sınıfları da tehdit edecek biçimde kafa emeğini de yoğun bir biçimde ikame etmeyi hedeflemektedir ve bu anlamda post- Fordist bir üretim yapısının ihtiyaçları ile de uyumludur. Böylesi bir üretim dönüşümünün yaşanması ise kapitalizmin geniş toplumsal kesimleri sosyal anlamda “gereksizleştirmesi”nin çapını daha da büyütecektir. Değerin realizasyonunun böylesi koşullarda gerçekleşebilmesini sağlama ihtiyacı ise sermayedarları bile kaygılandırmaktadır. “Vatandaşlık geliri” tartışmasının bu kapsamda gelecekte daha da yaygın bir biçimde yürütüleceği tahmin edilebilir. Marx kar oranlarının düşme eğilimi yasasını “tüm ekonomi politiğin çözümünü aradığı en önemli sorun” olarak tespit ederken onu daha ziyade kapitalizmin çelişkili doğasını deşifre etmek için kullanır. Somut krizlerin analizinde ise kullanmaz. “Tüm gerçek bunalımların son nedeni daima sanki yalnızca toplumun mutlak tüketim gücü onun sınırını oluşturuyormuşçasına gelişen kapitalist üretim gücüne karşılık yığınların sınırlı tüketimi ve yoksulluğunda bulunur.”(Marx, akta-
24 “AYNI GEMİDE DEĞİLİZ” KRİZ VE FAŞİZM TARTIŞMASI
yönlendirecek kadar güce sahip olsaydı o zaman ne kadar düşük tüketim olursa olsun meta arzı talebi asla geçemezdi.”(akt, Clark, 2007: 48) Tugan’ın yaklaşımı kapitalizmin eksik tüketimle ilgili engelleri aşma kapasitesini vurguladığı için önemlidir. Talep-Arz, Üretim-Tüketim, Üretken Sermaye-Üretken Olmayan Sermaye, Sanayi- Finans arasındaki orantısızlıklar krizlerin ortaya çıkmasında etkin olmaktadır. Ancak krizlerin temel sebebi olarak bilgisizlikten ve kötü yönetimden kaynaklı bir aşırı sermaye yığılmasını vurguladığı için Tugan’ın tezi sosyal demokrat ya da Keynesyen düzenlemeci-piyasacı yorumlara daha uygun görünmektedir. (Milios ve Sotiropoulos, 2007) Hilferding de benzer bir orantısızlık tezinden yola çıkarak krizleri açıklamaya çalışmıştır ancak onda orantısızlıklara yol açan 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan tekellerdir. (Hilferding, 1995) Tröstlerin ve tekellerin gücü, sermayenin üretimin orantılı bir biçimde büyümesini garanti altına alacak bir biçimde dolaşımını engeller, belli üretim alanlarını yeni sermaye girişlerine kapatır. Tekellerin bu gücü emperyalizme ve sermaye ihracına da yol açtığı gibi aynı biçimde yurtiçi üretimde de arz ve talebin birbirine denk geleceği bir durumun ortaya çıkmasına da engel olur. Tekeller her ne kadar ekonomiyi düzenleyici bir rol oynasalar da bunu üretimin sürekliliğini sağlamak için değil de kendi karlarının sürekliliğini sağlamak amacıyla yaptıklarından orantısızlıkları giderek büyüterek daha büyük ve şiddetli krizleri tetiklerler. Değişmeyen sermayenin oransal olarak büyümesi de genel olarak sermayenin farklı alanlar arasında akışkanlığını zayıflatarak orantısızlıkların ve kriz koşullarının derinleşmesinde etkili olur. Hilferding, kapitalist ekonomilerin gelişiminde tekellerin ne kadar sarsıcı sonuçlar yarattığına dikkat çekmesi anlamında büyük bir adım atmıştır. Bu açıdan
Tugan’ın krizlerin kaynağını bilgisizlik ve yönetişim eksikliği olarak gören sosyal demokrat teorisine göre Marksizm içi gerçek bir katkı olarak görülmelidir. Hilferding’in finans kapital tahlili de hem Lenin’in hem de Kıvılcımlı’nın egemen sınıf tespitlerinin atasıdır. Fakat bu tahlilde bankalara atfedilen birleştirici ve şemsiye rol bugün belli oranlarda zayıflamıştır. Finansal piyasaların aşırı çeşitlenmesi, büyümesi ve karmaşıklaşması sermayenin çok farklı kesimlerinin içi içe geçmesine yol açmıştır, şirketlerin finansman olanaklarının sadece bankalarla sınırlı olmaktan çıkmış olması bile aslında bankaların 20. yüzyılın başındaki merkezi rolünü sarsmış görünmektedir. Finans sektörünün ve borçlanabilme olanaklarının büyümesinin krizleri ötelemekteki rolü üzerinde tartışma başlatan isim ise Alman sosyalist hareketinin lanetli ismi ve reformizmin babası Bernstein olmuştur. Bernstein, tekellerin oluşumunu kapitalist üretimin rasyonelleşmesinin bir aşaması olarak görür, işçi aristokrasisinden doğan orta sınıfın tüketim düşkünlüğünün eksik talep sorununu hafifleteceğini, finans sektörünün büyümesinin ve borçlanma olanaklarının artmasının da tüketimi destekleyerek krizlerin yıkıcılığını hafifleteceğini öngörür. Bernstein bu bakış açısını genel olarak devrimin olanaksızlığı ve gereksizliği yaklaşımını güçlendirmek için kullanır. Rosa Luxemburg ise Bernstein’a en şiddetli bir biçimde itiraz eder ve krizden kaynaklanan “kapitalist çöküş teorisinin … bilimsel sosyalizmin köşe taşı” olduğunda ısrarcı olur. Onun böyle düşünmesinde Engels’in proletaryanın mücadelesi açısından krizlere çok önemli bir değer atfetmesinin belirleyiciliği büyüktür. Krizin kapitalist üretim açısından kaçınılmazlığı tezi bazı zihinlerde kapitalizmin kendi krizi ile yıkılacağı beklentisine dönüşmüştür. Babel’in 1891’deki SPD kongresinde “burjuva toplumu ken-
yol açmamışlarsa devrimleri tetiklemediler. Birikim rejiminin tıkanmasından kaynaklanan iktisadi krizler, devletlerin gözetiminde yeni birikim mimarilerinin ortaya çıkması ile aşılabildi ki bunlar da daha ziyade reformist ve düzen içi dönüşümlerin sonucunda mümkün olabildiler. Dolayısıyla üretici güçlerin aşırı gelişiminin burjuvaziyi nefessiz bırakarak çökerteceği katastrofik krizler ile ilgili bir beklentinin gerçekleşmediği ortadadır. Gramsci öncesi İtalyan Marksizminin önemli isimlerinden Labriola’nın vurguladığı gibi “Yıllar öncesinin coşkun, ateşli ve erken umutları, şimdi ekonomik ilişkilerin aslında daha karmaşık bir direnç, siyasi mekanizmaların da daha büyük bir hüner sergilediği gerçeğiyle yüz yüze gelmiş durumda.”(akt. Panitch ve Gindin, 2012: 17) 1970 krizi sonrasındaki toparlanmanın zayıflığını vurgulayarak uzun süreli kriz teorileri ise krizi süreklileştirerek kavramı da büyük oranda işlevsizleştirmektedirler. “Kapitalizmin adeta alınyazısını okumaya dönüşen uzun dalga çözümlemelerinin sonunda gerçekleri zorladığı açıktır.”(Yılmazer, 2007: 261). Sürekli faşizm tahlilinin faşizm ile ilgili bilinci tahrip etmesi gibi sürekli kriz teorileri de krizin belli anlarda yoğunlaşan, patlamalı gelişimlerini gözden kaçırmaya eğilimlidir. Ezilenlerin kapitalizm ile mücadele etmesi için krizin yaratacağı koşullara ihtiyaç duyduğu tezi üzerine de düşünmeye değer. Bu bakış açısı, kapitalist üretim biçiminin emekçiler açısından her halükarda kriz anlamına geldiğini unutur görünmektedir. Kapitalizm büyüme ve canlılık dönemlerinde de hem insanlık hem de ekoloji açısından yıkım üretmeye devam etmektedir. Kapitalizm, olağanüstü bir gelir adaletsizliğini yeniden üretmek üzere devlet zoruyla çarkı döndürülen bir üretim tarzıdır. İşçilerin ve ezilenlerin
25 “AYNI GEMİDE DEĞİLİZ” KRİZ VE FAŞİZM TARTIŞMASI
di yok oluşuna o kadar çok çaba harcıyor ki bizim sadece zaten elinden düşen iktidarı alabileceğimiz anı beklememiz gerekiyor” demesi bu beklentinin hangi boyutlara ulaşabildiği açısından dikkat çekicidir. (akt, Clark; 2007: 42) Krizin imkansızlığı ve krizin kaçınılmaz yıkıcılığı tezlerinin benzer politik sonuçlara yol açabilmesi çarpıcıdır. Alman sosyal demokrasisinin devrimci kanadının sembolü Luxemburg’da krizin kaçınılmaz yıkıcılığı ile devrimci genel grev tezleri yan yana durmaktadır. Proletaryanın zaferi için iktisadi kriz gibi bir etkene ve onun burjuvaziyi “aşırı büyüyen üretici güçlerin ağırlığı altında tamamen yok olacağı noktaya hızla yaklaştır”masına gereğinden fazla rol atfedilince proletaryanın zaferi ve insanlığın kurtuluşu için iktisadi krizin tetiklediği bir genel grev de yeterli görülebilmektedir. Oysa kapitalizm, krizlerini salt iktisadi yöntemlerle aşmamaktadır ve bu aşma konusunda da hiç kuşku yok ki en önemli güvencesi devlet olmaktadır. İktisadi krizin sadece iktisadi bir konu olarak ele alınmasına dair hatalara günümüzde de sıkça rastlanmaktadır. Devlet adı verilen örgütlü zorun muadili ise asla kendiliğinden sınıf hareketleri ya da grev gibi özünde iktisadi mücadele olan araçlar yeterli olamaz. Alman sosyal demokrasisinin savaş sonrasında içine düştüğü halin ortaya çıkmasında krizle ilgili iki yanlış tutumun bir oranda etkili olduğu düşünülebilir. Paris Komünü’nden başlayarak devrimsel dönüşümleri tetikleyen esas gelişme iktisadi krizlerden ziyade yaygın ve geniş ölçekli savaşlar oldu. Savaşlar devletlerin toplumsal yaşamı yeniden üretme kapasitelerini büyük oranda zayıflattığı için büyük çaplı toplumsal dönüşümlere de olanak sağlamaktadır. İktisadi krizler ise büyük toplumsal çalkantılar üretmelerine rağmen eğer küresel düzenin yeniden üretiminden sorumlu devletlerin birbirilerini yıprattıkları geniş çaplı çatışmalara
26 “AYNI GEMİDE DEĞİLİZ” KRİZ VE FAŞİZM TARTIŞMASI
kapitalizmle mücadele etmeleri için kriz gibi bir gerekçeye ihtiyaçları yoktur. Güçlü sınıf örgütlerinin olmadığı koşullarda işsiz kalma korkusunun yükseldiği kriz günlerinde işçi sınıfının harekete geçmesinin ekstra zorluklarla yüklü olacağı da unutulmamalıdır. “Küresel kriz sonrası döneme bakacak olursak (yani 2010’dan bu yana) küresel ortalama ücret artışlarının küresel büyüme oranının gerisinde kaldığı gözüküyor. Bu gözlemin tek istisnası 2013 ve kısmen de 2012. 2017’de ise ücret artışı, küresel ekonominin büyüme hızının neredeyse yarısı düzeyinde kalmış durumda. Reel ücretlerdeki durgunluk, bir yönüyle küresel düzeyde gelir dağılımındaki çarpıklığın işgücü piyasalarındaki yansımasını belgeliyor.” (Yeldan, 2018) İktisadi kriz ile sınıf mücadelesi arasında koşulsuz bir doğru orantı kurmanın yanlışlığının diğer bir sebebi ise iktisadi krizlerin işçi sınıfı örgütlülüğünü yıkıcı sonuçlar üretme kapasitesidir. Yükselen işsizlik, artan güvencesizleşme ve giderek zorlaşan geçinme koşulları emekçileri örgütlenmek ve mücadele etmek yerine kişisel sorunlarda boğulmaya ya da daha kötüsü atalete sürükleyen ve tam tersine düzene örgütleyen patronaj ağlarına takılmalarına yol açabilmektedir. İktisadi krizin işçi sınıfının mücadele kapasitesini arttırabilmesi kendiliğinden gerçekleşmez ancak kararlı ve güçlü bir sınıf örgütünün sonuç alıcı mücadeleleri, umut veren bir programı ortaya koyması ile mümkün olabilir. Krizlerin kimi koşullarda kendiliğinden karşı çıkışları sayıca arttırabileceği neredeyse kesin olsa da bunların politik sonuçlara yol açabilmesi güçlü politik örgütlerle desteklenmesi ve yaygınlaştırılması ile mümkün olabilir. Krizle ilgili yürütülen tartışmalarda bu tarz Lapalis’in doğruları sık sık unutulabilmektedir.
2007 Krizi: 10 Yıl Öncesinde Ne Oldu? 2007-2008 küresel krizinin ortaya çıkmasında ABD’deki subprime mortgage borçlarının geri ödenemez hale gelmesinin tetikleyici rol oynadığı hatırlanacaktır. Sürekli büyüyen finansal sermaye geliştirdiği yeni araç ve yöntemlerle toplumsal yaşamın bir çok alanında etkinliğini geliştirmektedir. ABD’de normal şartlarda bankalardan ev almak için borçlanması mümkün olamayacak yoksullar, gölge bankacılık sistemi ve borçlanmaların seküritizasyonu sonrasında borç alabilir duruma getirilmişlerdir. (Lapavistas, 2010) Yoksulların borçlanabilmesi geniş kesimlerde zenginleşme duygusu yaratarak rıza üretiminde önemli bir rol oynadığı gibi aynı zamanda aşırı biriken finansal fonlara da yeni değerlenme alanları açmıştır. Yoksulların ev satın alıcısı haline gelmeleri, düşük segmentli konutlara olan talebi arttırmış, talep artışı ise evlerin fiyatlarını arttırarak hem konut sektörüne yatırım patlamasına hem de evleri değerlenen yoksulların daha da fazla borçlanabilmesine yol açmıştır. Böylece, finansın bir sel gibi akmaya başladığı her alanda ortaya çıkan bir ekonomik balon burada da karşımıza çıkmıştır. Enflasyonu dizginlemeye çalışmak için faiz yükselten FED bu balonun patlamasına yol açan süreci başlatmıştır. “FED’in resesyondan çıkmak ve ekonomik büyümeyi desteklemek üzere 2000-2004 yılları arasında uyguladığı düşük faiz politikası, 2004’ten itibaren bu sefer enflasyonun yükselişini önlemek için son buldu ve FED 2004-2006 arasında faizleri çok sert bir şekilde 5 kat arttırdı.” (Akçay ve Gürgen, 2016: 91) Hızla düşen konut fiyatları, yüksek borçluluk altında kıpırdayamaz hale gelen yoksullar, düşük segmentli konutlara kredi finansmanı sağlayan gölge bankacılık sisteminin geri ödenmeyen borç dağının altında çökmesi 2007-2008 krizinin tetikleyicisi oldu.
de faiz oranları, sadece bankalar ile borçlu şirketler arasındaki sınırlı bir ilişkinin konusu olmaktan çıkıp özellikle alt sınıflar nezdinde yaratılan sanal refah hissinin sürdürülebilmesinin de en önemli anahtarı haline gelmektedir. Finansallaşmanın, gelirlerin ve servetlerin yeniden dağılımı gerçekleşmeksizin toplumların tüketim kapasitesini arttırabilme yeteneği sermaye açısından “eksik talep” bariyerini aşmanın bir diğer önemli yolu olarak öne çıkmasını sağlamaktadır. Kapitalizmin finansallaşma çağında Descartes’ın ünlü sözü, “Borçlanabiliyorum öyleyse varım” haline dönüşmüştür. Özellikle güvenceli bir işin sağladığı sabit gelir, düzenli borçlanabilme olanağı yarattığı için alt sınıflar açısından önemli bir ayrıcalık haline gelmiştir. Borçluluğun bu oranda artabilmesinde ve alt sınıflara doğru yayılmasında riskli borçlara bile bir seviyede güvence sağlayabilen seküritizasyon (güvencelileştirme) yöntemlerinin ve türev piyasaların yaygınlaşmasının önemli bir rolü vardır. Artık geri ödenmeme riski yüksek borçlar bile türev piyasalarında yüksek getirili kağıtların kaynağı olarak alınıp satılabilen metalar haline geldiler. Emekçileri büyük bir güvencesizlik içine itmeyi kar oranlarını arttırmak ve yoksulları yönetmek için bir araç haline getiren sermaye kendi alacaklarını güvenceli hale getirmek için bir çok finansal yeni enstrümanın icadına imza attı. “Finansal inovasyon sürecinin en somut ürünü ise bireysel ve kurumsal borçların metalaştırılarak yeniden alım-satım konusu haline getirilmesi anlamına gelen menkul kıymetleştirme işlemleri idi.”( Akçay ve Güngen, 2016: 33) Son dönemlerde basında sık sık rastladığımız bankaların geri dönmesi riskli ve gecikmeli alacaklarını topluca satmaları menkul kıymetleştirmenin en açık örneklerinden bir tanesidir. Kredilerin güvencelileştirilmesi çok daha yüksek riskli kredilerin de bankalar tarafından görece
27 “AYNI GEMİDE DEĞİLİZ” KRİZ VE FAŞİZM TARTIŞMASI
2007-2008 krizi sonrasında finansallaşma olgusu kriz tartışmalarının merkezine oturdu. Finans hareketleri ölü bir bedenin içerisine yaşam üfleyen İsa gibi durgunluk yaşayan herhangi bir ülkeyi, şirketi ya da sektörü büyük bir hızla canlandırabilmekte ve bunları 1001 gece masallarının masalsı uçan halısına bindirerek göz kamaştıran dünyevi zenginliklerin ulaşılabilir ve üretilebilir olduğu yanılsamasını üretebilmektedir. Finansın bu “bütün olasıları imkansız, bütün olanaksızları da ihtimal dahilinde” haline getirebilen doğası aslında post-truth adı verilen gerçeklik ötesi bilinç durumlarının da en önemli maddi zeminini oluşturmaktadır. Bütün zenginlikler bir banka kredisinin onaylanması kadar uzaktadır. Finansallaşma reel sektörlerdeki kar oranının düşüklüğünden dolayı üretime girmeyen sermayenin bir anomi, çürüme ya da verimsizlik belirtisi olan aşırı birikiminin bir sonucu olarak görülebilir. Bunun yanı sıra, kapitalizmin müzmin eksik talep/aşırı üretim ikilemine yanıt üretebilecek bir boyuta sahip olduğu da görülmelidir. Finansallaşma, sermaye sınıflarına sahip oldukları sermayenin mülkiyetini kaybetmeksizin kullanım hakkını geçici süreliğine devretme olanağı tanımaktadır. Paranın fiyatı olan faizler düşük bir seviyede tutulabildiği oranda ise söz konusu kullanım hakkının yoksullar için maliyeti de giderek düşebilmektedir. Bu mekanizmanın genişletilerek hane halkı borçluluğunun artmasının sağlandığı -Türkiye’de hane halkı borçlarının GSYİH’ya oranı da 2003-2013 arasında 8 kat artarak %3’ten %23.8’e yükselmiştir. (Kabalay, 2018:68)- , bankaların en önemli gelir kaynağının giderek hane halkları olmasının bu sayede mümkün olduğu böylece de gelir dağılımı bozulmaya devam ederken alt sınıfların tüketiminin genişletilmesine dayanan birikim rejimlerinin en önemli öğesi finansallaşma olmaktadır. Bu birikim rejimin-
28 “AYNI GEMİDE DEĞİLİZ” KRİZ VE FAŞİZM TARTIŞMASI
daha düşük bir ihtiyatla dağıtılabilmesini sağladı. Krizlerin kapitalist gelişme içerisindeki en önemli fonksiyonu sermaye değersizleşmesinin sağlanmasıydı. Sermayenin aşırı birikimi, sermayenin organik bileşiminin yükselmesine benzer bir etki yaratarak sermayenin karlı yatırım alanlarının kapanmasına yol açıyor, bir süre sonra ise sermayenin bu engeli aşma yönündeki tüm çabaları başarısızlıkla sonuçlanır hale geliyordu. İşte böylesi momentlerde ortaya çıkan krizler, özellikle yeterli verimlilik sağlayamayan ve geri kalmış teknolojilere dayalı yapıları ortadan kaldırıyor, bunların boşalttığı üretim alanları ise yeni sermaye yatırımlarının yüksek karlılık oranları ile gerçekleşmesini temin ediyorlardı. 1929 krizi sonrasında yaşanan 2. Dünya Savaşı böylesi bir sermaye değersizleşmesinin belki de tarihsel olarak zirve örneği olabilecek bir sonuç yarattı. 1945-1970 evresini kapitalizmin altın çağı haline getiren bu köklü sermaye değersizleşmesinin muazzam derinlikteki boyutlarıydı. Kapitalizm kendisine dünyanın neredeyse yarısını kapatan sosyalizmin tarihsel ilerleyişine rağmen kendi coğrafyasında büyük bir sıçrama sağladı. Fakat Yılmazer’in (2007) vurguladığı gibi sermaye değersizleşmesinin bu boyutlarda yaşanması 1970 sonrasındaki küresel krizlerde yeterince açık bir biçimde gözlenmiyor. “Finans kapitalin oluşmasının yarattığı en doğal sonuç, tekellerin ekonomik gücünün Smith’in ‘görünmez el’inin yerine geçtiğidir”. (275) Tekellerin devasa ekonomik gücü krizlerde “yıkılmasına müsaade edilemeyecek kadar büyük” sermaye gruplarını ortaya çıkardı, ancak bunların iktisadi gücü devletler eliyle siyasi bir güce dönüştürülemese değersizleşmenin önüne geçemezdi. Devletler, krizlerde devreye girerek şirketlerin borçlarını kamulaştırmayı, devlet bütçesine yazmayı en önemli görevleri biliyorlar.
Krizlere çözümün bu şekilde bulunması ise bir kader değil ancak krizin faturasının şirketler tarafından ödenmesi noktasında ezilenlerin yeterince tepki örgütleyememesi ile alakalı bir durum. Sermayenin değersizleşmesinin önüne geçilmesi ise finansallaşmanın güçlenmesini sağlayan en önemli etken haline geliyor. Değersizleşemeyen sermaye finans sahasına park ederek burada birikiyor. Sermaye değersizleşmesinin engellenmesinin ekonomiyi sürekli bir resesyon içine sürüklediği tipik örnek olarak Japonya verilebilir. Devlet ile tekeller arasındaki ilişki zarar etmekte olan şirketlerin batmasını engelliyor, piyasada bir çok zombi şirket mevcut, sonuç olarak da ülke yıllardır %1’den daha fazla büyümüyor. Dünyanın en büyük üçüncü ekonomisi olan ve 1990’ların sonlarında ABD hegemonyası için en büyük tehdit kaynaklarından birisi olarak görülen Japonya 2018 yılının ilk çeyreğinde %0.6 küçüldü. “2010-2017 yılları arasında7 yılda Japonya’da enflasyon yıllık ortalama olarak %0.7 olurken Japonya Merkez Bankası’nın yıllık ortalama faizi %0.3 olarak gerçekleşmiş. (Eğilmez, 2018) Görüldüğü gibi değersizleşmenin engellenmesi reel faiz oranının negatif olarak uygulanmasına yol açmış. Türkiye’ye akan yabancı sermayenin bir kısmı sıfır faizle borçlanıp %7-8 getiri garantisi sunan Türk tahvillerine yatırım yapan Japonlardan kaynaklanıyor. Finans kapitalin aldığı önlemler sermaye değersizleşmesinin önüne geçmekle birlikte genel ölçekte kapitalizmin genel ölçekte sorunlarını daha da kronik hale getiriyor. Lehman Brothers’ın çöküşünün 10. yıldönümünde en çok tartışılan konunun yaklaşmakta olan finansal kriz olması da bu durumun bir göstergesi olarak değerlendirilmeli. Piyasalarda geniş çaplı bir tedirginlik hakim, ABD’de gerçekleşen ve şirketler büyük kolaylıklar sağlayan vergi indirimlerinin büyüme ve işsizlik rakamlarına yaptığı doping geçici
bu sahte cennetle ilgilidir. Hane halklarının borçluluk oranında yaşanan 8 katlık artışın yarattığı borçluluk zenginliği etkisi şimdi faiz oranlarının %20’leri aşmasıyla yerini bir cehenneme bırakmakta. Sahte cennet yaratılırken bunu kendi başarıları zannedenler üretimci alt yapısı tarımdan sanayiye bir çok alanda tahrip edilmiş ülkeden yaşanan sermaye çıkışlarını bir uluslar arası komplo olarak yansıtma çabasında pek mahirler.
Kriz Türkiye’de Türkiye’de 2018’de yaşanan döviz şoku şirket borçluluğunun ulaştığı anormal ve sürdürülemez boyutlarla ilgilidir. Ülkeye 2000’lerin başından bu yana çeşitli saiklerle akan milyarlarca dolarlık sermaye ülkenin üretim altyapısını geliştirecek bir biçimde yatırımlara yönlendirilmemiş, tam tersine kamu ihale yöntemlerinde yapılan ardı arkası kesilmez düzenlemeler sonrasında yandaş sermayenin büyütülmesi için devasa ve verimsiz mega projelerle har vurup harman savrulmuştur. Ucuz döviz günleri ülkenin üretim altyapısını çökertmiş, birçok tarım ve sanayi ürünü içeride üretilmek yerine ithal edilir olmuştur. Ekonomi yönetimi yerel seçimlere gidilirken piyasalarda likidite darboğazı yaratarak ve Merkez Bankası politika faizini %20’nin üzerine çıkararak dövizi aşağı çekmeyi hedef haline getirmiştir. Faizdeki aşırı yükselme iç talepte frene basılmasına bu da cari açığın pozitife dönmesine yol açmıştır. Türkiye’nin cari fazla verdiği her dönemde ciddi bir ekonomik küçülme yaşadığı çok iyi bilinen bir gerçektir. Enflasyon oranlarının maniple edilerek düşürülmesi sonrasında Merkez Bankası’nın faizlerde indirime gidebileceğinin konuşulması bile Aralık ayının ilk haftasında dövizin yeniden hızla yükselme yönünde bir eğilim sergilemesine yol açtı. Eğer dünya konjonktüründe yüksel-
29 “AYNI GEMİDE DEĞİLİZ” KRİZ VE FAŞİZM TARTIŞMASI
olacakmış gibi görünüyor. 2017’de %5.2 olarak gerçekleşen dünya ticaretinin büyüme hızının 2017’deki %5.2’den 2019’da %3.4’e gerilemesi bekleniyor. Bir süredir dünya ekonomisinin büyüme motoru olarak görülen Çin’de büyümenin %6’ya kadar gerileyeceği hesaplanıyor. Krizlerden çıkış momentinin son derece sönük kalmasının en önemli sebebi ise krizlerin sermaye değersizleşmesi sağlayan ve gelir dağılımını görece düzelten sonuçlar yaratmaması, bunun yerine ABD ve AB merkez bankalarının küresel piyasaları düşük faizli paraya boğarak talebi arttırmayı denemiş olmaları. Bu paranın merkezlere geri çağrılması ve eş zamanlı küresel düzendeki hegemonya krizini daha da açıkça akıllara getirecek biçimde ABD ile Çin arasında sadece Trump’ın çılgınlığı olarak açıklanamayacak bir ticaret savaşının başlaması küresel ölçekte “piyasaları” geriyor. Dünya piyasalarına şuursuzca pompalanan dolarlar, sağ popülist – neo faşist liderlerin yoksullardan rıza devşirmesine yol açan politikalara olanak sağladı. 2009 yerel seçimlerinde oy kaybeden Erdoğan, “krizin teğet geçmesini” sağlayan FED fonları olmasa devlet içindeki mevzi kazanma savaşını kazanmasını sağlayan yoksulların rızasını temin edemezdi. 2013’te FED’in faiz yükseltme moduna geçmesi ile Türkiye’de siyasi sürecin ısınması, Gezi ile bir devrimci momentin oluşması, HDP’nin bir demokratikleşme seçeneği yaratması ve bu gelişmelerin bir devlet ittifakı eliyle faşizme geçişle karşılanması arasında bir bağlantı vardır. Bu bağlantı komplo yazıcılığında post-truth standartlarını dahi fersah fersah aşan yandaş medya kalemşörlerinin belirttiği gibi bir manipülasyon değil tam tersine dışarıdan akan ucuz döviz ile yaratılan bir sahte cennetin çökmesinde aranmalıdır. AKP iktidarının ballandıra ballandıra anlatmayı pek sevdiği ekonomik başarısı büyük oranda içeriye akan ucuz dövizin yarattığı
30 “AYNI GEMİDE DEĞİLİZ” KRİZ VE FAŞİZM TARTIŞMASI
mekte olan piyasalara dönük sermaye hareketlerini hızlandıracak ve yeniden ucuzlatacak bir gelişme olmazsa Türkiye’nin içine düşmüş olduğu durgunluk bir birikim rejimi krizi yönünde ivmelenecektir. Bu bir birikim rejimi krizidir çünkü ülke ekonomisinin temel değer üretme mekanizması haline dönüşmüş ucuz dış kaynak + mega altyapı yatırımları + inşaat + düşük faizli borçlanmaya dayalı yüksek iç talep = yüksek büyüme denklemi sürdürülemez bir noktadadır. 2-3 çeyrek üst üste yaşanacak bir ekonomik daralmanın işsizlik oranını %20’lere taşıması ise sürpriz olmayacaktır. Yüksek döviz maliyetlerinden dolayı enflasyon ve resesyonun eş zamanlı yaşanması stagflasyonist eğilim-
tedir ancak sol genel olarak derinleşen ekonomik türbülans koşullarına rağmen ön alıcı hamlelerle politik gündemi belirleme olanağı bulamamaktadır. Faşizmin egemen sınıfların ortak tercihi olmasını sebepleri bugünden bakıldığında çok daha iyi anlaşılmaktadır. Finans kapital, alt sınıflardan kaynaklanacak bir demokrasi ve yeniden paylaşım talebi karşısında görüntüde “muhalif ” olduğu -artık böylesi bir görüntünün varlığından dahi bahsedilmesi zordur- Anadolu sermayesinin siyasi diktatörlüğü ile her açıdan uzlaşmakta beis görmemektedir. Genel olarak sol ve devrimci siyasetin mücadele dinamiklerini geliştirebilmek adına kriz koşullarını sağlıklı bir biçimde
Feodalizm esas olarak toprak üzerine dayanan bir ekonomiydi ve yeni fetihlerle yaşayabiliyordu. Fethedilecek toprak kalmayınca ya da imparatorluklar burun buruna gelince sistem çökmeye başladı. Kapitalizm de işgaller yaptı, ancak onun esas işgali meta ve sermaye ihracıyla yapılandı. Üretim kapitalizmle birlikte topraktan kente geçti. Tarım bile sanayi makinelerinin işgaline uğradı. Üretim sistemi olarak feodalizme, toprağa geri dönüş imkânsızdı. leri güçlendirecektir. Böylesi bir momentten çıkış için ise sermaye açısından ücretleri daha da baskılamak, iç talebi kısmak ve ihracata yönelerek büyümeyi sağlamaktan başka bir seçenek bulunmamaktadır. Böylesi bir tercihin derinleşmesi ise Erdoğan’ın işçi sınıfının çeşitli katmanları içerisindeki desteğinin daha da eriyeceği anlamına gelir. Erdoğan’ın neo-popülist siyasi bloğu özellikle Anadolu sermayesi ile güvencesiz işçiler arasında bir çeşit ittifaka dayanmaktadır. Türkiye’de yürütülecek bir anti faşist mücadelenin özellikle bu bloğun çatlatılması yönünde hamleler yapması bir mecburiyettir. Kriz dinamikleri bu açıdan birçok olanak biriktirmek-
değerlendirebildiğini söyleyebilmek pek de mümkün değildir. Bunda son iki yıldır daha da şiddetlenen baskı sürecinin çok büyük bir etkisi olduğu açıktır. Devlet, toplumsal mücadelenin gelişebileceği çok küçük bir alan bıraktığında dahi bunun kendisini çok zorlayacak bir momentumun oluşmasına imkân sağlayacağının farkındadır. Yeni havaalanı işçilerinin direnişine dönük kapsamlı saldırı bunun göstergesidir. Fakat solun genel anlamda kriz konusundaki etkisizliği sadece baskı koşulları ile açıklanmaya kalkılırsa gereğinden fazla iyimser bir değerlendirme yapılmış olacaktır. Söz konusu olan kapitalizmin
da. AKP ile Bolşevikler arasında kurulan zorlama benzerlikler bilinçlerdeki sıra dışı yarılmanın sadece küçük bir örneği. Krizi gerçek bir kamusal ekonomi programı tartışmasını büyütmek için değerlendirmeliyiz. Bu noktada en temel talebimizin ise çalışana güvence ve yeniden paylaşım üzerine kurulması bir zorunluluktur. Güvence sorunu, neo-liberalizme karşı mücadelenin koçbaşıdır. AKP’nin de kendisini ezilenler nezdinde bir biçimde yeniden üretmesinin anlaşılabilmesi için ısrarla bu noktaya dönmek zorundayız. Su, elektrik, doğalgaz, barınma, ulaşım, eğitim ve sağlığın bir vatandaşlık hakkı olarak vergilerle finanse edilmesi, ekilmeyen toprakların yoksul köylüler tarafından ekilmesi için destek sağlanması, iflas eden şirketlerin işçi denetiminde çalışmaya devam etmesi için destek verilmesi, satılamayan konutların kamulaştırılması ve sosyal konut olarak asgari ücretle çalışan işçilere sunulması, yaşlılıkta gerçek bir güvence sağlayan bir emeklilik sistemi güncel taleplerdir. Fransa’yı birkaç haftadır neoliberalizme karşı küresel direnişin merkezi haline getiren Sarı Yelekliler’in de 42 talebi arasında bu benzeri taleplere rastlamak mümkündür. Sol eğer bu taleplerin toplumsal karşılık bulamayacağı için ısrarla arkasında durulamayacağını düşünüyorsa çok güçlü bir varoluşsal kriz ile karşı karşıya bulunduğunu fark etmelidir. Marks, kapitalist krizlerin temel sebebinin son kertede üretim anarşisi olduğunu, üretimin toplumun kendisi tarafından denetim altına alınmasının tek gerçek çözüm olduğunu, gerçek demokrasinin siyasal/ekonomik ayrımını aşarak halkın iradesini toplumsal yaşamın tüm veçhelerine hâkim kılarak mümkün olduğunu söylerken haksız mıydı yoksa?
31 “AYNI GEMİDE DEĞİLİZ” KRİZ VE FAŞİZM TARTIŞMASI
krizi ile ezilenlerin ideolojik, örgütsel ve politik krizinin çakışmasıdır. Bu çakışma dünyanın her yerinde merkez siyasetlerin hızla çözülmesine yol açan konjonktürün doğrudan solun büyümesine ve yaygınlaşmasına yol açmadığı bir özel momenti yarattı. Sağ popülist ve faşist hareketler de aslında bu çakışmadan yararlanmakta, ırkçı ve milliyetçi sloganları neo-liberalizmin ya da elitlerin/zenginlerin bir tür eleştirisiyle birleştirerek alt ve orta sınıfların öfkesini “çalmaktalar”. Düzenin köklü bir eleştirisi ve dönüşümünü hedefleyen hareketler ise kapitalizmin ekonomi-politikasını merkeze alan ve bunun alternatifini yaratan bir program üretmek yerine daha çok demokrasicilik veya çok kültürcülük diye tabir edebileceğimiz bir alanın sınırlarından dışarı çıkamıyorlar. Solun en güçlü olması gereken ekonomi-politik eleştirisi konusunda en genel söylemleri yeniden üretmek dışında bir pratik sergilenemiyor. Bunun Türkiye’deki yansıması ise seçimciliktir. Türkiye’de sol ve devrimci muhalefet bir süredir etkisiz bir yalnızlık ile seçimler dışında politik araç üretemeyen bir seçeneksizlik arasında sıkışmış durumda. Ekonomik kriz bile ancak yerel seçime olası etkileri üzerinden tartışılabiliyor. Faşizmin “kriz” kelimesinin kullanılmasını bile yasaklamaya dönük tutumu yeterince teşhir edilemiyor. Sol adına yıkımı hazırlayanın bizatihi kapitalizmin kendisi olduğu, kar amaçlı, serbest piyasacı bir ekonominin tek seçenek olmadığı konusunda yeterli siyasi faaliyet yürütülemiyor. Krizin sebebi olarak faşizmin antidemokratik uygulamaları gerekçe gösterilerek aslında kapitalizm ile demokrasinin uyumlu olduğu gibi tamamen yanlış bir bilinç üretilebiliyor. Neredeyse sol adına konuşanların bir kısmı Merkez Bankası bağımsızlığını savunmaya, sermaye akımlarının kesilmesini Erdoğan’ı demokratik açılıma ikna etmek için kullanmaya aklını yatıracak kadar şirazeden çıkmış durum-
32 “AYNI GEMİDE DEĞİLİZ” KRİZ VE FAŞİZM TARTIŞMASI
KAYNAKÇA Akçay, Ü. ve Güngen, A. R. (2016) Finansallaşma Borç Krizi ve Çöküş Küresel Kapitalizmin Geleceği, Ankara: Nota Bene Yılmazer, M. (2007) Kapitalizmde Yapısal Dönüşüm- Manifaktürden ‘Sanayi Ötesine’, İstanbul: Alaz Clarke, S. (2009) Marx’ın Kriz Teorisi, İstanbul: Otonom Clarke, S. (1990) “The Marxist Theory of Overaccumulation and Crisis” Science and Society 54(4), 442-467 Marx, K. (2012) Grundrisse – Ekonomi Politiğin Eleştirisi için Ön Çalışma? , İstanbul: İletişim Engels, F. (1995) Anti-Dühring, Ankara: Sol Luxemburg, R. (2004) Sermaye Birikimi, çev: Tayfun Ertan, İstanbul: Belge Harvey, D. (2010) The Enigma of Capital and the Crises of Capitalism, New York: Oxford University Press Sweezy, P.M. (1946) The Theory of Capitalist Development, New York: Oxford University Press Panitch, L. ve Gindin. S. (2012) “Kapitalizmde Krizler ve Bu Defaki Kriz”, Socialist Register 2011, çev: U. Haskan, 15-35, İstanbul: Yordam Hilferding, R. (1995) Finans Kapital, çev: Yılmaz Öner, İstanbul: Belge Marx, K. (2012) Kapital 2. Cilt, çev: Mehmet Selik, İstanbul: Yordam Milios, J. ve Sotiropoulos, D. (2007) Tugan-Baranowsky and effective demand, Science and Society, 71(2), 227-242 Yeldan, E. (2018) “Küresel Ücretler ve Güvencesiz İstihdam”, Cumhuriyet, 5 Aralık Lapavistas, C. (2010) “Financialisation and capitalist accumulation: structural accounts of the crisis of 2007-9”, Research on Money and Finance Discussion Papers 16 Kabalay, B. (2018) “Borçlandırma ve Kriz: Güvenlik, Üretim ve Tüketim”, Ayrıntı Dergi, 28, 58-69
“YENI EKONOMI PROGRAMI, IMF’SIZ BIR IMF PROGRAMIDIR” RÖPORTAJ: Prof. Dr. Korkut BORATAV
Küresel piyasalarda ucuz para bolluğunun azalması “yükselen piyasalar” adı verilen yarı bağımlı ülkelerde zincirleme bir krize yol açacak mı yoksa Türkiye ve Arjantin arızi örnekler olarak mı değerlendirilmeli? ABD ve Çin arasında başlayan ticaret savaşları küresel ölçekte bir resesyonu tetikleme potansiyeline sahip mi? Kapitalizmin küresel krizi değerlendirmeleri ve olası sonuçları hakkında ne söylemek istersiniz? Uluslararası likiditenin daralması, emperyalizmin çevresinde yer alan ve dış bağımlılık dereceleri yüksek olan ekonomileri olumsuz etkileyecektir. Finans kapital, “yükselen piyasalar” diye de adlandırılan ekonomilerden en “kırılgan” olanlarından çıkmaya başlamıştır. Ancak bu etken, henüz 1998-2001’deki veya 2008’deki boyutlara ulaşmadı. Arjantin ve Türkiye’den sert çıkışlar, bu iki ülkeyi krize sürükledi. Bugünkü belirtilere bakarsak, bu örneklerin yaygınlaşmasından ziyade, “kırılgan” çevre ekonomilerinin durgunlaşması gündemdedir. ABD-Çin ticaret savaşının, küresel bir resesyona dönüşmesi bugünkü tabloya göre sadece bir “potansiyel”dir. ABD’nin Çin üzerindeki baskısına Çin’in tepkisi, “ılımlı, uzlaşmacı ve savunmacı” kaldı. Trump’ın korumacı-milliyetçi saldırısını “küreselleşmeci” söylemi sahiplenerek karşıladı. Ne var ki, AB de Trump’ın Çin’e
karşı başlattığı ekonomik saldırının bazı öğelerine katılmaktadır: Çin sermayesinin teknolojide öncü sektörlere girmesini frenlemekte; Kuşak ve Yol projesinin Avrupa’yı kapsamasını frenlemeye çalışmaktadır. Çin, kapitalist dünya sisteminde ABD’nin hegemonik konumunu tehdit etmeye başlamış; ancak bu konuma geçecek ekonomik ve askerî güce ulaşmamıştır. Ticaret savaşının Çin’in büyüme hızını bir miktar aşağı çekmesi ve Çin pazarına bağımlı olan (başta ham madde ihracatçıları olmak üzere) “Güney” ekonomilerinde durgunlaşma ve daralmaya yol açması beklenmelidir. Bu düzeyde kalan gerilimler, bence kapsamlı bir krize dönüşmez. Buna karşılık, ABD yönetimi ticaret savaşını soğuk savaşa döndüren adımlar atarsa, Çin’in ekonomik ve siyasî tepkileri kapsamlı bir bunalımı tetikleyebilecek boyutlar kazanabilir. Çin rezervlerinde bir trilyon dolara ulaşan ABD tahvilleri, etkili bir ekonomik karşı saldırı silahıdır. Bu türden bir ekonomik savaş, Çin’i “piyasacı ve açık” seçeneklerden uzaklaştıracaktır ve Çin’e yüksek derecede bağımlı olan uluslararası şirketleri sarsacaktır. Dünya ekonomisinin bir bunalıma sürüklenmesinin en kestirme güzergâhı açık savaş olasılıklarının tırmanması olacaktır. Yeni Ekonomi Programı ile IMF raporları arasındaki benzerliklere yazılarınızda sıkça referans verdiniz. Sizce
33 “YENI EKONOMI PROGRAMI, IMF’SIZ BIR IMF PROGRAMIDIR”
Hocaların hocası, iktisat duayeni Prof. Dr. Korkut Boratav ile ‘Yükselen Piyasalar’ın krizini, ABD-Çin Ticaret savaşlarını, ekonomik krize karşı AKP hükümetinin uygulamaya başladığı Yeni Ekonomik Programın niteliğini ve krize karşı ‘sol’ bir programın önceliklerini konuştuk.
34 “YENI EKONOMI PROGRAMI, IMF’SIZ BIR IMF PROGRAMIDIR”
yeni rejimin krizi yönetme tarzı ile 2001 krizinin yönetilmesi arasında nasıl bağlantılar kurulabilir? Örneğin vurgunculuk, istifçilik eleştirileri krizin sorumluluğunu dışsallaştırma olanağı sağlıyor hükümete. Krizi doğrudan ABD müdahalesi ile açıklamak da buna benzer bir tutum. Albayrak uluslararası sermayeyi teskin etmeye çalışırken Erdoğan yine içerideki sahnede rolünü oynamaya devam ediyor. Erdoğan Albayrak ikilisi ile Erdoğan Şimşek ikilisi arasındaki nüanslar nelerdir? Türkiye ekonomisi 2001 krizine 1998’de başlatılan bir dizi IMF programının bir aşaması içinde (ve o nedenle) girdi. Kriz yönetimi de revizyondan geçmiş
rüldüğü için Şimşek’in görevi Albayrak’a devredildi. Erdoğan, IMF seçeneğini niçin reddetti? Bu kararın, seçim arifesinde IMF’den desteğin yıpratıcı olmasına dayandığını sanmıyorum. Faşizme geçiş ortamındayız. İktisat tartışmalarında egemen söylemin iktidar tarafından biçimlendirilmesi güç değildir. Medya kontrol altındadır. Soruda değinilen “dış komplo, vurguncular, ekonomik ihanet…” temaları rahatlıkla kullanılır ve IMF programına saygınlık kazandırılabilir. CHP yönetiminin IMF’ci eğilimleri de malumdur. Ayrıca, “aykırı belediyelere kayyum seçeneği” peşinen açıklandığına göre yerel seçimler niçin önem taşısın?
Bu programın klasik bir IMF programından tek farkı, IMF kredisinin ve uygulama aşamasında IMF denetiminin olmamasıdır. Albayrak, bu eksikliği McKinsey denetimi ile gidermeyi denedi. Erdoğan bu denetimi iptal etti. Nedenini yukarıda açıkladım: YEP’te mega-projeleri de içeren kamu yatırımlarında ve özel sektör teşviklerinde büyük boyutlu kısıtlamalar yer almaktadır. IMF programına devredildi. 2001 krizinde bankaların özel dış borçları Hazine’ye devredildi; yani devletleştirildi. IMF’nin devlete açtığı krediler de ekonominin dış yükümlülüklerinin pürüzsüz sürdürülmesini sağladı. Makroekonomik dengesizlikler de emek gelirlerine yüklenen parasal ve (“faiz dışı bütçe fazlası” hedefleyen) malî kemer sıkma ile giderildi. IMF programlarının beş yıllık sonucu yoksullaşmadır: 2002’de dolar veya sabit TL ile hesaplanan kişi başına milli gelir 1997’nin altındadır. Türkiye bugün benzer nedenlerle krize sürüklendi. Mehmet Şimşek ekonomi yönetiminde olsaydı Cumhurbaşkanı’na IMF’ye gitmeyi önerirdi. Bu öneri öngö-
IMF seçeneğini dışlamanın ana nedeni bence, bu programlarda bütçe açığının sıkı denetim altına alınmasıdır. Cumhurbaşkanı bu alanda özerkliğinin sınırlanmasını kabul edemez. Nitekim 2009 krizi sırasında Erdoğan, IMF ile kredi müzakerelerini başlatmış; kamu maliyesinin denetimi önerilince (dış ortamdaki düzelme belirtilerini de fırsat görerek) bunları yarım bırakmıştı. Ne var ki, Mehmet Şimşek’in görevden alınması, dış finans çevrelerinde tedirginlik yarattı; faiz lobisi söylemi ve artan enflasyona rağmen TCMB faizlerinin değişmemesi Ağustos’ta döviz krizini tırmandırdı. Albayrak Eylül başında Londra’da büyük finans şirketlerinin yö-
neticileri tarafından “eğitildi” ve “IMF’siz bir IMF programı” kararlaştırıldı. Bu “program” iki aşamada oluştu. Önce TCMB faizleri %24’e çıkardı. Bir hafta sonra da Albayrak, Nisan 2018’de IMF’nin Türkiye raporunda yer alan tüm kemer sıkma ve yapısal reform önerilerini içeren “Yeni Ekonomi Programı”nı (YEP veya OVP’yi) ilan etti. 2019-2021’i kapsayan bu programın ilk dilimi 2019 bütçesini türetmiştir. Bu programın klasik bir IMF programından tek farkı, IMF kredisinin ve uygulama aşamasında IMF denetiminin olmamasıdır. Albayrak, bu eksikliği McKinsey denetimi ile gidermeyi denedi. Erdoğan bu denetimi iptal etti. Nedenini yukarıda açıkladım: YEP’te mega-projeleri de içeren kamu yatırımlarında ve özel sektör teşviklerinde büyük boyutlu kısıtlamalar yer almaktadır. Astronomik rantların yaratılmasını, paylaşılmasını, siyasi olarak denetlenmesini mümkün kılan bu öğelerde, dışsal bir denetim kabul edilemez. AKP’nin birikim modelinin stratejik öğesini oluşturan bu alanlarda Cumhurbaşkanı’nın hareket serbestliği kısıtlanamaz. Kemer sıkma programının bu öğeleri denetlenmediği için uygulanmayacaktır. Kredi taksitlerine de bağlı olmadığı için müeyyidesi de yoktur. Bu çerçeve ile, finans kapitalin sıcak para musluklarını gevşetmesi ve yabancı banka kredilerinin fazla ağır olmayan şartlarda “döndürülmesi” umuluyor. Tepkilerini izliyoruz. Mümkündür ki, “IMF’siz IMF programı”nın “kaçamakları”nı fark edecek ve geri kalan öğelerini (TCMB faizleri ve “yapısal uyum” gibi hedeflerini) kısmen yeterli bulacaklardır. Ekonominin küçülmesi, artan işsizlik, enflasyon karşısında eriyen emek gelirleri, sosyal güvenlik sisteminin aşındırılması ise kesinlikle gündemdedir. Türkiye’deki krizi bir birikim re-
jimi krizi olarak değerlendirebilir miyiz? Bu krizin 2001 ve 2008 kriziyle ilişkisi, benzer ve farklı yönleri hakkında neler söylenebilir? AKP aşağı yukarı hep uzun vadeli dış kaynak koşullarında yönetti. Yeni koşullara nasıl ayak uyduracaklarını düşünüyorsunuz? Türkiye 1989’da sermaye hareketlerine sınırsız (ve iki taraflı) serbestlik getirdi ve böylece uluslararası finans kapitalin küreselleşme gündeminin en stratejik öğesini kabul etmiş oldu. Ancak, bu “kabul”, (Asya ve Latin Amerika’daki bazı ülkelerin aksine) tam teslimiyet biçim aldı ve üç olumsuz sonuca yol açtı: Birincisi, ekonominin dışsal/yapısal kırılganlıkları fazlasıyla arttı. İkincisi, kısmen de bu nedenle, ekonominin büyüme, durgunlaşma, küçülme/kriz dinamikleri tamam e n y a -
35
Bu programın sol alternatifi elbette vardır ve iki sınıfsal farklılık içermektedir: (a) Finans kapitalin sınırsız taleplerine karşı sermaye hareketleri denetlenmelidir. (b) Emek gelirleri enflasyona karşı ve sosyal harcamalardaki aşınmaya karşı korunmalıdır.
36 “YENI EKONOMI PROGRAMI, IMF’SIZ BIR IMF PROGRAMIDIR”
bancı sermaye hareketleri tarafından belirlenmeye başladı. Üçüncüsü, uluslararası finansal ortamdaki olumsuz gelişmeler 1994, 2001, 2008-9 ve bugün, Türkiye’de krizlere yol açtı. Bu özellikler, bir birikim rejiminin dışsal boyutudur. Kaynak tahsisinde yatırımlar ile rant oluşum-paylaşım mekanizmalarının bütünleşmesi birikim rejiminin AKP’ye özgü içsel boyutu ile ilgilidir. Önceki soruda bu hususa değindim. Emek/sermaye karşıtlığını yöneten öğelerin de eklenmesi, birikim rejiminin bütünü oluşturur. Düzene ekonomi politikası önermektense işçi haklarının korunmasına yoğunlaşmak gerektiğinden bahsettiniz yazılarınızda. Sizce burada öncelikle nasıl bir hat oluşturmalı sınıf hareketi? Toplumsal muhalefet, sınıf üzerindeki hegemonyanın zorlandığı koşularda sizce hangi taleplere öncelik vermeli? Cumhurbaşkanı’nın imzasıyla yürürlüğe giren ve bugünlerde görüşülen bütçenin “IMF’siz bir IMF programı” olduğuna işaret ettim. Bu program hayata geçtiğinde, Cumhurbaşkanı için stratejik öncelik taşıyan malî disiplin öğeleri uygulanmayacak; ancak neoliberal reçetenin iki öğesi korunacaktır: TCMB sıkı para (enflasyonu aşan faiz) politikası izleyecek; dengesizlikler (enflasyon ve cari açık) emek gelirlerini ve sosyal harcamaları aşındırarak sağlanacaktır. Bu son uyum, YEP’in sosyal harcamalardaki kısıntı ve yapısal uyum hedeflerinde somut olarak yer almaktadır. Bu programın sol alternatifi elbette
vardır ve iki sınıfsal farklılık içermektedir: (a) Finans kapitalin sınırsız taleplerine karşı sermaye hareketleri denetlenmelidir. (b) Emek gelirleri enflasyona karşı ve sosyal harcamalardaki aşınmaya karşı korunmalıdır. Sermaye hareketlerinin denetimi, (“kirli devlet borçları” söz konusu değilse) Hazine’nin dış yükümlüklerini kapsamayabilir. Buna karşılık, yabancı sermayenin iki tür alacağının “ödenmesini” siyasî iktidarlar engelleyebilir. Birincisi, yabancı sermayenin (hisse senedi, tahvil, mevduat, gayrimenkul gibi) TL’li varlıklar üzerinden elde ettiği getirilerin dövize çevrilerek ülke dışına transferi engellenebilir. Siyasî iktidarlar, geçmişte bu doğrultuda hukukî bir yükümlülük altına girmiş olamaz ve sözü geçen kısıntı mülkiyet haklarını ihlal de etmemektedir. Kazançların ulusal para ile derlenmesi, kullanılması, tüketilmesi, gerekirse Türkiye içinde yatırılması serbesttir. İkincisi, devletin Türkiyeli şirket ve bankaların dış borçlarını güvence altına alması kabul edilemez. Pratikte bu uygulama, borçlu ve alacaklı arasındaki ilişkinin özel hukukun (borçlar, ticaret, icra-iflas yasalarının) genel kuralları içinde düzenlenmesi anlamına gelir. Yabancı bankaların, Türkiye’deki özel şirket, banka ve kişilere açtıkları kredilerin ödenememesi riskini peşinen dikkate almış olmaları; risk primlerini faizlerine, kredi koşullarına, tahkim kurallarına taşımış olmaları gerekir. Sonunda, alacaklılar kayıplarını sineye çekmeli; borçlular da temerrüde uğramanın, iflasa sürüklenmenin maliyetini üstlenmelidir. Özel sektörün dış kredi
Son olarak Çin ile ilgili bir soru sormak istiyoruz. Çin’i yakından takip ettiğinizi biliyoruz. Özel mülkiyete tam anlamıyla ipleri kaptırmamış olsa da yoğun işçi sömürüsüne, hatta işçi sınıfı içindeki ayrımları kullanarak “hukou” gibi, işçilerin bağımsız örgütlenmelerini engelleyerek kapitalist bir kalkınma modeli uygulayan bir Komünist Parti sizce tarihin bir anomalisi mi? Çin bildiğimiz Asyalı bir kalkınmacı devlet mi yoksa Çin karakterli bir sosyalizm mi var ortada gerçekten ÇKP’nin iddia ettiği gibi? Çin toplumunu nitelendirecek uygun kavramı, ben devlet kapitalizmi olarak görüyorum. Sistem, sosyalist devrimin ideoloji ve mülkiyet alanlarında tarihsel mirasının önemlice öğelerini barındıran bir özgünlük de içermektedir. Bu düzen, iktisat politikaları açısından “kalkınmacı devlet” yakıştırmasına da uymaktadır. Şi Cinping yönetimi, burjuvazinin ve özel sermayenin ÇKP kadrolarını yozlaştırıcı etkilerini önlemek, en azından frenlemek üzere kapsamlı bir yolsuzlukla mücadele programı uygulamaktadır. Bir yandan sermayenin ve kapitalizmin doğasına aykırı; bir yandan da Marksist öğretinin üretim biçimi ile devlet arasındaki belirleyicilik tezi ile uzlaşmayan bir çaba
olarak yorumlanabilir. Öte yandan “Çin’e özgü sosyalizm” söyleminin son ÇKP Kongresi’nden sonra ısrarla sürdürülmesi ve Marksist-Leninist öğretinin vurgulanması, halk sınıflarında sosyalizmin itibarının süregeldiğini göstermektedir. ÇKP, Marx’ın yüzüncü doğum yılını kapsamlı törenlerle kutladı; öğrencilerde Marx’a dönük ilginin artmasına katkı yaptı. Sonuçta, üniversitelerde sayıları artan Marksist dernekler, işçilerin hak mücadelesini destekleyen eylemlere katıldılar. Marx ve Mao öğretisinin artan itibarının, salt söylem düzeyinde de kalsa, ÇKP’nin “Çin’e özgü sosyalizm” sloganı ile birlikteliği, bence, Çin’in geleceği açısından iyi bir şeydir.
37 “YENI EKONOMI PROGRAMI, IMF’SIZ BIR IMF PROGRAMIDIR”
ödemelerine döviz tahsisi kuralları da getirilebilir; uygulanabilir. Emek gelirlerinin ve sosyal güvenlik sisteminin enflasyon ve kriz ortamında korunmasını sağlayacak önlemler bilinmekte; tartışılmaktadır. Enflasyona kısa dönemli endeksleme sağlayan eşel mobil yöntemleri genelleşmeli; işsizlik sigortası kapsam ve uygulama olarak genişletilmeli, başta kıdem tazminatı olarak geçmiş kazanımlar ödünsüz korunmalıdır. Parlamenter muhalefetin etkisizliği ortamında bu savunma önlemleri, sendikaların, meslek örgütlerinin, solda yer alan tüm parlamento dışı partilerin ortak görevidir.
FAŞİZMİN YENİDEN YÜKSELİŞİ Mehmet YILMAZER
39 rüzgar döndü, tablo değişti, aşırı sağ veya popülizm dünyada önemli mevziler kazandı, artık ufukta biriken bulutların ne yağdıracağı belli oldu, dünya yükselen bir faşizm gerçeğiyle yüz yüzedir. İnsanlık faşizmle kapitalizmin büyük bunalım günlerinde tanıştı. Faşizm iki büyük dalga olarak yaşandı. İlki, klasik faşizm yılları Ekim Devrimi sonrası Avrupa’yı sarmıştır ve esas olarak II. Dünya Savaşında Sovyetlerin büyük kahramanlıkları ile yıkılmıştır. İkinci dalga, başta Latin Amerika olmak üzerine üçüncü dünya ülkelerinde yeni sömürgecilik yıllarında yaşanmıştır. Türkiye de bu dönemin içine girer. Üçüncü dalga henüz başlamadı, ancak işaretleri var. Son on yıldır kapitalist merkezlerde faşist siyasal parti ve hareketlerde açık bir yükseliş vardır. Bu gidiş Macaristan ve Polonya’da siyasal iktidara tırmanma noktasına kadar geldi. Ancak en son Trump ve Brezilya’da Bolsonaro’nun iktidara gelmesiyle çok kullanılan deyimiyle “popülizm” kavramı artık yaşananları nitelemekte yeterli değildir. İnsanlığın karşısında yükselen bir faşizm vardır.
Klasik Faşizm Yılları Günümüzde yükselişe geçen faşizmin özelliklerine gelmeden öncekilerden çıkartılan dersleri hatırlamakta yarar vardır. İnsanlığın faşizmle tanıştığı yıllar iki dünya savaşı arasındaki karmaşık, devrimlerin yaşandığı, bunalımlı yıllardır. İlk dalga İtalya’da 1920’li yıllarda Mussolini ile başladı. Almanya’da insanlık tari-
FAŞİZMİN YENİDEN YÜKSELİŞİ
Artık popülizm kavramını bir kenara bırakıp, yükselen faşizm gerçekliğini kabul etme zamanı geldi. Bu gerçekliğe göre hazırlık yapılmazsa insanlığın yaşadığı önceki deneylerin sonuçlarının tekrarlanması alın yazısı haline gelebilir. Trump ara seçimlerde büyük bir darbe almadı. Senatoda çoğunluğu korudu, Kongrede ise Demokratlar sadece iki sandalye fazla alabildiler. Bolsonaro Latin Amerika’daki dengeleri faşizm lehine değiştirmek için elinden geleni yapacaktır, buna şüphe yok. Avrupa’da dengeler nasıl değişecektir? Bir iki yıla kalmaz tablo biraz daha netleşir. İnsanlık bugüne kadar iki büyük faşizm dalgası yaşadı. Büyük acılarla ve derslerle yüklü bu faşizm dönemleri yakın zamana kadar sanki tarihin karanlık sayfalarında kalmış, bir daha tekrarlanması imkânsız olaylar olarak kavranıyordu. Öyle ki liberal demokrasiler tarihin son basamağı olarak sunuldu, insanlığın geri kalanı o hedefe ulaşmak için çalışacaktı. Bu hayal yirmi yılda yok oldu. Görüşün sahibi şimdilerde “sosyalizmin gerekliliğinden” söz etmeye başladı. Avrupa’da epeydir yükselen “aşırı sağ” ya da Doğu Avrupa’da Macar lider Orban gibilerin ortalığa çıkması tehdidin seviyesinin algılanmasında güçlü bir etki yapmamıştı. Aynı yıllarda Avrupa’nın güneyinde neoliberalizme karşı güçlü isyanlar yaşanıyordu. Hatta Ortadoğu’da Arap isyanları başlamıştı. Neoliberalizme karşı iki binlerin başında olduğu gibi yeni bir güçlü rüzgâr esiyordu. Aradan yedi sekiz yıl geçtikten sonra
40 FAŞİZMİN YENİDEN YÜKSELİŞİ
hindeki en büyük katliamların yaşandığı günlere gelindi. Ardından İspanya ve Portekiz’deki uzun faşizm yılları yaşandı. Avrupa’nın batısında Hitler faşizminin yıkılmasından sonra otuz yıl daha yaşayan Franco ve Salazar faşizmi tarihe bir de bu uzun ömürlülükleriyle geçtiler. Aslında bu yıllarda İngiltere adası hariç Avrupa’da hemen her ülkede faşizm bir biçimde etkin olmuştur. Hatta İskandinavya’ya kadar tırmanmıştır. Tarihteki olaylardan çok bugün hatırlanması gereken dersler açısından o döneme bakılırsa önemli ortak noktaların olduğu hemen görülebilir. İtalya’da I. Dünya Savaşı sonrası yıllar büyük kriz ve karmaşanın egemen olduğu bir dönemdir. İki yıl gibi kısa bir sürede dört hükümet kurulup dağılmıştır. İşsizlik yoğundur. İtalya diğer Avrupa ülkelerine göre daha geriden gelmiştir; kapitalizmin gelişimi onlara göre zayıftır. Ekonomi krizdedir ve işsizlik çok yoğundur. Sovyet devriminin etkisiyle fabrikalarda işçi konseyleri kurulmuş, yükselen işçi hareketi iktidarları zorlamaktadır. Bu gerçekten dolayı faşizmin iktidara gelmesinden önceki yıllara “iki kızıl yıl” denmiştir. Bütün bu yıllarda PSİ en güçlü partidir. 1919 Kongresinde üç ana fraksiyona ayrılmıştır. Ağırlık Serrati’nin liderliğindeki Maksimalistlerdeydi. “Proletarya diktatörlüğünü” sözde savunmalarına rağmen, ilginçtir Mussolini’ye PSİ böyle görünmüyordu. Bu yıllarda PSİ’den ayrılan Mussolini politik ortamı şöyle değerlendirir: “Seçimlerdeki muazzam zafer yalnızca, sosyalistlerin yetersizliğini ve zayıflığını gün yüzüne çıkardı. Onlar da, reformculara ve devrimcilere benzer şekilde kudretten yoksunlar. Ne parlamentoda ne de sokakta harekete geçiyorlar. Bir partinin, büyük bir zaferin hemen ertesinde, gücünü uygulamak üzere boş yere bir şey arar haldeki görünüşü ve ne reformu ne de devrimi
uygulamak istememesi bizi eğlendiriyor. Bu bizim intikamımız ve umduğumuzdan da erken gerçekleşti!” 1 1919 seçimlerinde önemli bir zafer kazanmasına ve o günlerin İtalya’sının en güçlü partisi olmasına rağmen Sosyalist Partinin, “büyük bir zaferin hemen ertesinde, gücünü uygulamak üzere boş yere bir şey arar haldeki görünüşü ve ne reformu ne de devrimi uygulamak istememesi” yükseliş için hazırlanan Kara Gömleklileri eğlendirmektedir. 1919’da sayıları 17 bin olan Mussolini’nin Kara Gömleklileri sallantılı yıllardan sonra 1921’de 310 bine sıçramıştır. Klasik faşizm günlerinin tipik bir özelliğidir, bunalım, karmaşa ve hatta umutsuzluk ortasında faşist milislerin gücünün sıçramalı büyümesi. 1920 yılı kitlesel grevler, ünlü Fabrika Konseyleri’nin işgal eylemleri ile geçmiştir. İşgal fabrikalarında üretime devam edilmiş; eylemlere 1,3 milyon işçi katılmış, adeta “kısa bir devrim” yaşanmıştır. Kızıl Yıllar bir devrim provasıydı; ancak hiçbir zaman iktidarı hedeflememekle, oyalanmakla tarihsel bir hata işliyorlardı. PSİ bu büyük eylemleri iktidara yönlendirmeye cesaret edemeyince 1920 Eylül’ünde işçiler arasında yaptığı bir referandumla eylemlere son verilmesini bizzat işçilere onaylatır. Burada işçi sınıfı mücadele tarihinde önderlik ve kitle ilişkisinin en zavallı örneği yaşanmıştır. Önderlik, kritik dönüm noktalarında “kararı” kitlelerin kararsız ortamına bırakmak değil, başka bir basamağa sıçrama cesaretini yığınlara verebilmektir. Eylemlerin böylece sona ermesinden sonra PSİ hızla kitlesinden kopmuş, 1921 Livorno kongresinde Parti bölünmüştür. Aynı yılda Mussolini’nin silahlı çeteleri hızla büyüyordu. Napoli’den Roma’ya yaptığı yürüyüşle Mussolini 1922’de iktidarı almıştır. Kıta Avrupa’sının ilk faşist iktidarı oldukça uzun sürmüş, ancak II. Dünya savaşı yıllarında yıkılmıştır.
Bu yıllar Komünist Partisinin Alman Sosyal Demokratlarını (SPD) “sosyal faşist” olarak nitelediği, yükselen faşizme karşı ortak atılacak adımların kalmadığı, Komünistlerle Sosyal Demokratların keskin bir kopmaya uğradığı tarihsel olarak kritik bir dönem olmuştur. 1933 seçimlerinde Hitler birinci parti olmasına rağmen tek başına iktidar olacak seviyeye gelememişti. Cumhurbaşkanı Hinderburg Hitler’in yolunu açtı. Ancak Hitler’in normal yollardan yürümeye niyeti yoktu. Şubat 1933’de ünlü Reichtag (meclis) yangını bütün siyasi havayı değiştirdi ve “sivil özgürlükler” yasaklandı. Bu da yetmedi, Hitler 1934 Haziranı’nda SA şefleri, Von Kahr gibi kendi rakiplerini bir gecede katlederek tasfiye etti. Artık sıra iktidarını sağlamlaştırmak ve kitlelerin beyinlerini dondurmak için 1938 Kasımı’nda Kristal Gece’de Yahudilerin katliamına gelmişti. 1929 yılında Clara Zetkin Komüntern’e sunduğu raporda şu önemli tespiti yapmıştı: “Faşizm, proleter devrimini gerçekleştirememiş proletaryanın çekmeye mahkûm olduğu cezadır.” 1918 ve hemen sonrasında Bavyera, Hamburg ve Berlin’de ayaklanmalar yaşanmış, belli bir süre devrimci dalga egemen olmuş, ancak
41 FAŞİZMİN YENİDEN YÜKSELİŞİ
Avrupa’da I. Dünya savaşı sonrası devrimin eşiğine gelen diğer ülke Almanya’ydı. 1918-1920 arası devrim denemeleri yaşanmıştır. Kasım 1918’de İşçi, Asker ve Çiftçi Konseyi Bavyera Cumhuriyetini ilan etti. SPD “vatan savunması” adı altında II. Enternasyonalin çöküşüne varacak ihanet yoluna çıkmıştı. Rosa ve Liebnecht liderliğinde Spartakistler Bavyera devrimine öncülük ettiler. Bu yükseliş karşısında SPD iktidar ortaklığından çekilmek zorunda kaldı. Ancak hiçbir zaman devrimi desteklemedi. Devrim yenilgiye uğrayınca Kasım 1919’da Rosa ve Liebnecht katledildi. Komünist Partisinin devrim çabaları 1920’lere kadar sürdü. Bu tarih Alman devrimi için bir dönüm noktası oldu. 1929’da büyük bunalımın Almanya’yı adeta yıkıma uğratmasına rağmen örgüt gücünü ve önderliğini yitiren Alman işçileri bunalımda bir yükselişe geçemediler. 1932’de çöküş iyice derinleşti, ekonomi %41 küçüldü. Bu yıllar faşizmin yükselişe geçtiği bir dönem oldu. Hitler’in partisi 1928’de %2,6 oy alırken 1930’da %18,3’e sıçradı. 1932 seçimlerinde Hitler %37,4’e yükselirken SPD %21,6’ya geriledi. Komünist Partisi az olda olsa gelişti, %14,6’ya vardı.
42 FAŞİZMİN YENİDEN YÜKSELİŞİ
ardından yenilgi gelmiştir. Alman Sosyal Demokratları (SPD) bu süreçte sürekli devrimi yatıştırmaya çalışmış, daha da ötesi partiden kopan ve Spartaküs ligini kuran liderliğin tasfiye edilmesinde rol oynayarak ihanetlerini en üst noktaya çıkartmışlardır. Bu süreçte çöken II. Enternasyonalin en güçlü partisi Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nden (SPD) Alman Komünist partisi kopmuştur. Alman Komünist Partisi için SPD “sosyal faşist” olarak görüldüğü için bütün ilişkiler kopmuştur. Komünternin bu yıllardaki “sınıfa karşı sınıf ” politikası da kimi ittifakların yollarını tıkamıştır. Alman Sosyal Demokratların devrim korkusu onları düzen partilerine hizmete itmiş, böylece güçten düşen işçi hareketi önündeki görevleri yerine getirememiştir. Faşizmi yatıştırmaya çalışan SPD sonunda Hitlere yem olmaktan kurtulamamıştır. İtalya’da Mussolini’nin yükselişi karşısında PSİ’nin yaptıklarının benzerini Almanya’da SPD yapmıştır. Yoğun siyasi ve ekonomik kriz, proletarya güçlerinin faşizmin yolunu açmıştır. Klasik faşizm döneminin diğer önemli örneği İspanya’dır. İspanya deneyi diğerlerinden iki yönden yarılır. İspanya’da 1930’lu yıllarda çok zayıf bir burjuva devrimi yaşanır. Avrupa’da derebeyliğin en güçlü olduğu ülkedir. Bu temel yapıdan dolayı henüz işçi hareketi oldukça zayıftır. Öte yandan, İspanya’da faşizmin tırmandığı iç savaşa Avrupa’daki güçler de doğrudan katılmışlardır. Alman ve İtalyan faşizmi Franko’yu aktif olarak desteklemiştir. Henüz İspanya’da liderliğin kesin olmadığı zamanda Hitler yardımlarını doğrudan Franko’ya yapmıştır. Devrimci ve Cumhuriyetçilerin cephesinde ise Sovyetler Birliğinin desteklediği “uluslararası tugaylar”la Avrupa’nın her ülkesinden insanlar iç savaşta yer almıştır. Elbette bu savaşta Fransa ve İngiltere’nin ikiyüzlü, öldürücü “tarafsızlığı” unutulmamalıdır.
Haziran 1931 seçimlerinde Cumhuriyetçiler ve sosyalistler kazandı ve İspanyol feodalizmine karşı çok zayıf da olsa bir hareket ortaya çıktı. Fakat bu çıkış o kadar zayıftı ki, derebeylik güçleri atağa geçerek 1933’de seçimleri kazandılar. İşçi sınıfına tanınan hakların geri alınması karşısında İspanya tarihine geçen Asturya isyanı yaşandı. Bu isyan Fas’tan toplanan lejyonlarla kanlı bir şekilde bastırıldı. Franko’nun yıldızı bu katliamda parlamıştır. Fakat bu bastırma yükselen devrimci hareketin tümüyle ezilmesi anlamına gelmiyordu. Şubat 1936 seçimlerinde Halk Cephesi iktidarı kazandı. Ancak iktidar devrimi derinleştirmek için hiç cesaretli olmadı. Hatta ABD, İngiliz ve Fransızlara hoş görünmek için hükümette sosyalist ve komünistlere yer verilmedi. Bu nedenle beklediklerini bulamayan köylüler hükümete rağmen toprak işgallerine başladılar.(2) Bu gidiş sağ güçleri ürküttü ve 1936 Temmuzu’nda çoktandır hazırlandıkları iç savaşı başlattılar. İspanya iç savaşındaki hata neredeyse İtalya ve Almanya’da yaşananların aynısıydı. Faşizm tehdidini Komünist partisi dışında ciddiyet alan siyasal güç yoktu. Başlarda İspanya’nın hemen hemen yarısını Halk Cephesi güçleri ele geçirmişti. Bu dengeyi değiştiren Franko’nun Almanya’nın desteğini kazanması ve Fas’tan topladığı askerlerle iç savaşa müdahalesidir. İç savaşta kırılma noktası Barcelona’nın kaybedilmesiyle yaşandı. Anarşistler iktidardan uzak durunca sonuç bin ölü ve binlerce yaralı ile kenti faşizmin işgali oldu. Katalonya İspanya’nın sanayi ve ticaret merkezlerinden birisiydi. Anarşistler İspanya’da en önemli siyasal güçtüler. CNT sendikası ve FAİ siyasal örgütlenmesiyle 1 milyonun üzerinde güce sahiptiler. Ancak yükselen faşizmi ciddiye almamak ve İspanya’nın sanayi bölgesi Katalonya’da iktidardan uzak durmak gibi yaşamsal hatalar yapmalarıyla iç savaşta ölümcül bir dönüşe neden oldular.
yu basıp Franko faşizmin ünlü “yaşasın ölüm!” sloganını atmışlardır. 40 yıl bir ülkeye ölüm vaat edenler sessiz sedasız eriyip gitmiştir. Ancak bugünlerde olanları hatırlarsak gerçekten eriyip gittiklerine inanmak zor… İnsanlık faşizm deneyini iki dünya savaşı arasındaki bunalım, devrim ve ayaklanmalar döneminde yaşamıştır. II. Dünya Savaşında Sovyetlerin faşizmi yenişi Batı dünyası tarafından görmezden gelinir. Sanki zaferi Amerika kazanmıştır! Kızıl Ordunun Berlin’e dayanması Almanya ve İtalya’yı çökertmiştir. Bu dönemde Doğu Avrupa ülkelerinde de devrimler
İnsanlık faşizm deneyini iki dünya savaşı arasındaki bunalım, devrim ve ayaklanmalar döneminde yaşamıştır. II. Dünya Savaşında Sovyetlerin faşizmi yenişi Batı dünyası tarafından görmezden gelinir. Sanki zaferi Amerika kazanmıştır! Kızıl Ordunun Berlin’e dayanması Almanya ve İtalya’yı çökertmiştir. Bu dönemde Doğu Avrupa ülkelerinde de devrimler yaşanmış, o ülkelerde iktidara gelen faşizm de tasfiye edilmiştir. Fakat Batı dünyası İspanya ve Portekiz’e dokunulmasını istememiştir. Bütün bu yaşananlar burjuva demokrasileri ile faşizm arasında nasıl bir geçirgenlik olduğunun tarihsel kanıtları olmuştur. çek yüzlerini göstermiş oldular. Klasik faşizm örneklerine Portekiz’deki Salazar iktidarını da eklemek gerekir. İspanya iç savaşı sırasında bir politik darbe ile iktidara gelen Salazar faşizminin ömrü İspanya gibi 1975’lere kadar sürmüştür. Portekiz sömürgelerindeki devrimler Salazar rejiminin 1974’deki yıkılışına sebep olan Karanfil Devrimi’ne yol açmıştır. Ancak İspanya’da faşizm Franko’nun eceli ile ölmesiyle çözülmüştür. Fakat çözülme sırasında bile bazı subaylar parlamento-
yaşanmış, o ülkelerde iktidara gelen faşizm de tasfiye edilmiştir. Fakat Batı dünyası İspanya ve Portekiz’e dokunulmasını istememiştir. Bütün bu yaşananlar burjuva demokrasileri ile faşizm arasında nasıl bir geçirgenlik olduğunun tarihsel kanıtları olmuştur. “Soğuk savaş” yıllarında kapitalist dünyanın liderliğini üstelenen Amerika sözde “özgür dünya”nın lideri olduğu iddiasındadır. Fakat bu iddia hiçbir zaman faşizme karşı tutarlı bir mücadele anla-
43 FAŞİZMİN YENİDEN YÜKSELİŞİ
İç savaştaki yenilgi elbette sadece anarşistlerin iktidardan uzak durma tavrına bağlanamaz. Cumhuriyetçiler ve sosyalistler faşizmin yükselişini kavrayamadılar, bunun sonucu kararsızlık ve örgütsüzlük oldu. Fakat en önemlisi iç savaşa Almanya ve İtalya’nın müdahalesidir. Doğu’da Moskova’da Sosyalizm yükselirken Kıta Avrupa’sında faşizm yaygınlaşıyordu. İtalya ve Almanya’da doğrudan faşizm iktidar olmuştu, ancak diğer Avrupa ülkelerinde de Sosyalizm tehdidine karşı faşizme destek artıyordu. İspanya iç savaşının sonrasına doğru ABD, İngiltere ve Fransa Franko’dan yana tavır alarak ger-
44 FAŞİZMİN YENİDEN YÜKSELİŞİ
mına gelmemiştir. İberya yarım adasında faşizm dünyanın gözü önünde otuz yıl daha yaşamıştır. Ayrıca Avrupa’dan kaçan faşist kadrolara Amerika ve Kanada kucak açmış; bir kısmı da Latin Amerika’ya yerleştirmiştir. Faşizm ve burjuva demokrasileri arasındaki bu geçirgenlik klasik faşizm döneminden çıkartılması gereken en önemli derstir. Hitler faşizminin Sovyetler Birliği’ni yıkmasını dört gözle bekleyen Batı dünyası, Sosyalizmin faşizm karşısında zafer kazanmasıyla paniğe kapılmış, Stalin’in her görüşmede ısrarla vurguladığı “üçüncü cephenin” açılması Kızıl Ordu Berlin’e yaklaşırken ancak gerçekleşmiştir. Klasik faşizm yıllarından sonra Batı dünyasında “bir daha asla” sloganları çok sık duyuldu; sanki yaşanan bir kaç delinin tarihte yarattığı istisnaydı; tekrarlanması mümkün değildi. Daha da öteye giderek Batı düşünce sistemi Hitler ve Stalin’i aynı kefeye koyan muazzam bir kampanya yürüttüler; uzun yıllardır Batı dünyasında yaşayan hemen her insan, faşizmi değil, iki şeytanı lanetlediler: Hitler ve Stalin! O nedenle şimdilerde güçlenen “aşırı sağ” partilere şaşırıyorlar!
Faşizmin İkinci Büyük Dalgası II. Dünya savaşının bitimiyle klasik faşizm döneminin kapanması, faşizmin yeryüzünden silinmesi anlamına gelmedi. Tam tersine Ekim Devrimi ve Sosyalist Sistemin kurulmasıyla birlikte ulusal kurtuluş savaşları hemen tüm dünyaya yaygınlaştı. Klasik sömürgecilik yılları sona erdi, ancak sömürgecilik son bulmadı. ABD liderliğinde yeni sömürgecilik dönemi başladı. Kimi istisnalar dışında 1945’ler sonrası tüm dünyada devrimci dalga yükselmiştir. Çin, Küba devrimleri ve Vietnam’ın zaferi bu dalganın yükselmesinde doğrudan etki yapmıştır. Hatta Avrupa’daki “1968 devrimi” de bu dalga içinde sayılmalıdır.
Emperyalist dünya, Sovyetler Birliği’ni Alman faşizmine yem etmek için uğraşmış ancak bu vahşi hesap tam tersi sonuçlar yaratmıştır. Devrimler dünyaya yayılmış, ortaya Sosyalist Sistem çıkmıştır; aynı zamanda 1961 yılı sonrasında iki bloğa mesafeli duran ancak Sosyalizme sempatisi olan Bağlantısızlar Hareketi kurulmuştur. Hindistan, Mısır (o günkü adıyla Nasır liderliğinde Birleşik Arap Cumhuriyeti), Küba, Cezayir, Yugoslavya Hareket içindeki yüz ülkenin önde gelenlerindendir. 1960’lar sonrası dünyada Bağlantısızlar Hareketi önemli bir ağırlığa sahipti. Dünyadaki bu genel yükselişin tek tek ülkelerdeki karşılığı çeşitli seviyelerde emperyalizme karşı mücadeleler oldu. O günlerin dünyasında mücadelelerin çarpıcı şekilde yükseldiği bir nokta, Ortadoğu’da Filistin Hareketi ve Latin Amerika’da çeşitli gerilla hareketlerinin ortaya çıkmasıdır. Latin Amerika özellikle önemlidir. Amerika’nın arka bahçesi klasik sömürgecilikten sonra yeni sömürgeciliğin laboratuarıydı. Fakat aynı zamanda Latin Amerika’da çeşitli renklerde ilerici, devrimci hareketler, 1930’lu yıllardan sonra 1960’ların sonrasına kadar, arada kesintiler yaşamakla birlikte, genel olarak yükseliş göstermiştir. O günlerin dünya güçler dengesinde böyle bir gelişme Amerika’nın liderliğindeki Batı dünyası için katlanılamaz bir durumdu. Sosyalist Sistemin varlığı koşullarında dünya çok çarpıcı süreçlerden geçiyordu. Latin Amerika, Uzak Doğu, Ortadoğu ve Afrika kıtasında halklar ayaktaydı, çünkü önlerinde Ekim Devrimi, Çin Devrimi, Vietnam zaferi ve Küba devrimi gibi güçlü örnekler vardı. Bu yükselişe karşı en önemli karşı adım Brezilya’daki askeri darbe ile atıldı. Brezilya’da 1964 yılında darbe oldu. Şili’de 1973 ve Arjantin’de 1976 yılında… Latin Amerika’nın bu en büyük ülkelerinde yükselen sol hareket o
ye gidemedi. O dönemin Dış işleri sekreteri Henry Kissinger “ekonomiyi bağırtın” talimatını vermişti. Allende sonuna kadar direndi, halkı mücadeleye çağırdı. Ancak karşı devrim yaklaşırken halkı silahlandırmamanın Allende iktidarının önemli bir hatası olduğu daha sonraları çok tartışılmıştır. Pinochet liderliğindeki faşizm on binlerce insanı katletti. Uçaklardan okyanusa atılarak yok edildiler. Şili faşist yönetimi ancak Sosyalist sistemin yıkıldığı 1990’lı yıllarda Pinochet’in kenara çekilmesiyle sona erdi. Arjantin’deki askeri darbe de benzer bir hikâyeyi içerir. 1976 darbesinden önce beş darbe yaşanmış, 1973 yılında Peronist parti seçimleri kazanınca politik tutuklular ve gerillalar serbest bırakılmış, kısa kesintiye uğrayan sol yükseliş yeniden hız kazanmıştır. 1973 Haziranı’nda Peron Arjantin’e dönmüş ve Peron efsanesinin son yılları yaşanmaya başlanmıştır. Muazzam karşılama sırasında çatışma çıkmış 13 kişi ölmüştür. Peroncular sağ ve sol olarak parçalanmışlar, Peron’un uzlaştırma çabaları sonuç vermemiştir. Peron iktidarı yıllarında gerilla eylemleri yeniden başlamış, büyük grevler yaşanmıştır. Peron ölünce iktidar iyice dağılmıştır. Peron’un karısı bu gidişi engelleyememiştir. 1976’da General Videla verdiği ültimatomlardan sonra iktidara el koymuştur. Şili’deki gibi on binlerce katliam, okyanuslara ceset yağması Arjantin’de de yaşanmıştır. Kayıpların anneleri Plaza de Mayo’da yıllarca buluşarak Arjantin faşizmine karşı direnişin sembolü olmuşlardır. 1983 yılında iyice sıkışan faşist iktidar ömrünü uzatmak için Falkland adalarını İngiltere’den almayı deneyerek işgal etmiştir. Fakat bu tiyatroya Londra çok sert cevap vermiş, binlerce mil uzağa donanmayı yollayarak Falkland adalarını geri almıştır. Bu yenilgi cuntanın sonunu getirmiştir. Bu yıllarda Latin Amerika’da Uruguay,
45 FAŞİZMİN YENİDEN YÜKSELİŞİ
günün dünya dengelerinde önemli değişikliğe yol açabilirdi, yangın Amerika’nın tüm arka bahçesini sardığında ise büyük bir devrimci dalganın yolunu açardı. Washington’un böyle bir gelişmeye katlanamayacağı çok açıktı. Sonuç olarak faşizmin ikinci dalgasının adımları Brezilya ile 1964 yılında yayılmaya başlamıştır. 1930’lar sonrası Latin Amerika’da kapitalizm hızla gelişmeye başladı. Sürükleyici güç ise Washington’un başlattığı yeni sömürgecilikti. Sınıf saflaşmalarının keskinleştiği, ekonomik ve politik krizlerin sık yaşandığı bir coğrafyaydı ve genel olarak solun yükseldiği dönemlerdi. Brezilya’nın tarihinde 1946’da iktidara gelen Vargas sol bir rol oynamıştır. Daha doğrusu Arjantin’in Peron’u gibidir. Bu yıllar sık sık krizler yaşanmaktadır. 195164 arası 7 devlet başkanı gelip geçmiştir. Darbe öncesi son devlet başkanı Goulart solda ve Sosyalist dünyaya yakın durmaktadır. Goulart yabancı firmaların kar transferlerine sınırlama getirmiş ve Komünist ülkelerle ilişkileri geliştirmiştir. Bu gidiş 1964 darbesiyle sonlanmıştır. Önceleri ordunun bir kesimi darbeye katılmış, 1964-68 arası sallantılı yıllar olmuştur. 1968 sonrası ise 1985 yılına kadar toplam 21 yıl işkence ve zulümle yüklü askeri yönetim yaşanmıştır. Goulart 1.ordu isyan ettiğinde 2. orduyu kazanmaya çalışmıştı, ancak Brezilya’lı generaller iyi bir Amerikan eğitimi almışlardı. Bir kaç yıllık yalpalamadan sonra ordunun tamamı askeri darbeye katıldı. Askeri darbe yıllarında MR-8 gerilla hareketi ortaya çıktı, ancak 1971’de tasfiye edildi. Brezilya’daki darbe Latin Amerika’da solun yolunu kesemedi. Şili’de dört kez seçimlere katılıp kaybeden Allende sonunda Halk Birliği olarak Kasım 1970’de iktidarı kazandı. 1971 yılında Latin dünyasının sevgili oğlu Fidel Castro Şili’yi ziyaret etti. Halk Birliği iktidarı köylüye toprak dağıttı, madenleri millileştirdi, fakat daha öte-
46 FAŞİZMİN YENİDEN YÜKSELİŞİ
Paraguay, Peru, Ekvador’da da darbeler yaşanmıştır. Sonuç olarak 1930’lardan beri aralıklarla da olsa yükselen ilerici, devrimci dalga 1970’lerin ortalarına gelindiğinde hızını kaybetmişti. 1979 Nikaragua Sandinist devrimi dalganın son halkası oldu. Washington, bu devrimi paramiliter güçlerle yıpratmak için muazzam bir çaba gösterdi. 1990’da Sosyalist Sistemin yıkılışı Sandinist iktidarın da sonu oldu. Bu dönemin hikâyesini Amerika’nın icraatları için Uzak Doğu’da Endonezya’daki 1965’lerde binlerce komünist partilinin katledilmesini, Filipinlerde askeri darbe örgütlenmesini, elbette Türkiye’de 1971 ve 1980 darbelerinin örgütlemesini belirterek tamamlayalım. Bu hikâye o dönemde yaşananların önemli bir bölümü ancak tamamı değildir. Hikâyenin Türkiye tarafı esas olarak Latin Amerika’dakilerle benzerlik içindedir. Ancak darbelerin şiddet ve derinliği Latin dünyasındaki kadar değildir. Örneğin 12 Mart 1971 askeri darbesi kısa sürede geri çekilmiş, devrimci mücadele yükselmeye devam etmiştir. Ancak Şili’deki 1973 darbesi 1990’a kadar sürmüştür. Türkiye için 1980 askeri darbesi yıkıcı olmuş, devrimci mücadelenin önemli ölçüde yolunu kesmiştir. Faşizmin ikinci dalgası “iki kutuplu dünyada” geri ülkelerde ilerici, devrimci mücadelenin yükselişine karşı askeri darbeler olarak ortaya çıkmıştır. Bir olgu klasik faşizm yılları ile hemen hemen aynıdır. Hedeflerine varamayan, yeterince güçlü adımlar atamayan ilerici ve devrimci hareketlerin yarattığı düş kırıklığı, öfke ve yılgınlığın ardından faşizm gündeme gelmiştir. İtalya ve Almanya örneğinde olduğu gibi faşizmin yaygın bir kitlesel taban kazanması ikinci dalgada yoktur. Genellikle Washington güdümlü askeri darbelerle faşizm yukarıdan aşağıya inşa edilmiştir.
Son Dalga: Kaynakları ve Gücü Son on beş yıldır dünyada ilginç gelişmeler yaşanıyor. Popülizm adı altında faşizm yükselmektedir. İtalya’da %4,4 den%27’ye; Almanya’da %0,1’den %12,6’ya yükselmiştir. İsveç’te bile %0,34’den %12,93’e çıkmıştır. AB genelinde artış %6’dan %15’e varmıştır. Klasik faşizmin Avrupa’ya bir daha geri dönmeyeceği düşünülürdü. Hatta bu olgu tarihte bir istisna olarak algılandı. Burjuva demokrasilerinin utancı faşizm dehşetinin üstünü örtmek için II. Dünya Savaşı sonrası Batı dünyasında Stalin ve Hitler sürekli aynılaştırıldı. Böylece “uygarlık ve demokrasinin beşiği” Batı dünyasının günahı azaltılmış oluyordu. Bugün “şaşırtıcı” olan bir daha geri dönmeyeceği düşünülen faşizmin kapitalist merkezlerde yükselişe geçmesidir. 1950’ler sonrası faşizm adeta geri ülkelerin kusuru olarak algılanmıştı. Üçüncü dünya ülkelerinde neredeyse darbe yaşanmayan bir yıl ve ülke yoktu. Zaman akıp neoliberal yıllara gelinince tablo değişmeye başladı. Avrupa’da faşist partiler yükselirken, hatta Doğu Avrupa’da Macaristan ve Polonya’da iktidara gelirken bu gelişmeler ciddiye alınmadı. Ancak kapitalizmin kabesinin başına Trump’ın geçmesi durumun ciddiyeti için bir işaret oldu. Irkçı ve faşist söylemleriyle başlarda ciddiye alınmayacak birisi olarak algılanan “Trump vakası”nın, zamanla dünyada bir derinliği olduğu ortaya çıktıkça, faşizmin yükselişi biraz daha ciddiye alınmaya ve kaynakları yoğun bir şekilde tartışılmaya başlandı. Günümüz tablosuna bakılınca faşizmin önceki iki dalgası ile paralellikler oldukça azdır. 1920’ler ve sonrasında büyük bunalım ve Avrupa’da patlak veren ayaklanmalar ve devrimler yaşanıyor; güçlü devrimci hareketler Ekim Devrimi’nden aldıkları cesaretle burjuva iktidarları zor-
arttırdı. Bu özellik 60-70’li yıllardan çok önemli bir farklılıktı. Refah toplumlarının verdiği güven ve rahatlık buharlaşmaktaydı, yerini belirsizlik, kaos ve güvensizliğe bırakıyordu. Böyle durumlarda önceki tarihsel dönemlerde sınıf mücadelesi yükselir, sol akımlar yaygınlaşırdı. Bugünün dünyasında olaylar tam da böyle akmıyor. Sürekli artan işsizlik, belirsizlik ve güvencesizlik “radikal sağı” da güçlendiriyor. (3) ABD’de Trump’ın yükselişinin altında böyle bir zemin vardır. ABD’de bilgi ve hizmet sektörünün büyümesiyle yaşanan “sanayisizleşme”, aynı zamanda neoliberalizmle yatırımların bir bölümünün diğer ülkelere kayması çalışma yaşamında güvencesiz bir ortam yarattı, ücretleri aşağıya çekti. Bu gelişmeler başka ülkelerde olduğu gibi Amerika’da da iki farklı gelişmeye yol açtı. Bir yandan aşırı sağ güçlenirken öte yandan Sanders gibi sosyalistlerin de güç kazanmasına yol açtı. Duvar yıkıldıktan sonra yaşanan politik gelişmeler de bugünlerin bir anlamda hazırlayıcısı olmuştur. İki süreç iç içe yaşandı. Bir yandan sosyalizm hedefi silikleşirken ortalığı postmodernizm kapladı; öte yandan küreselleşmeye karşı güçlü bir anti-küresel hareket ortaya çıktı. Anti küresel hareket geleceği iyi tanımlayamadığı ölçüde çözülür. Ardından Latin Amerika’da neoliberal uygulamalara karşı isyanlar başlar. Bu isyanlar 21. yüzyıl sosyalizmini inşa etme iddiasına kadar yükselir. İlginç ikili iktidar deneyleri yaşanır ve yaşanmaya devam ediyor. Neoliberalizmin yarattığı yıkımlara karşı Avrupa’da, Amerika’da yaygın eylemler yaşanır. Bu gidiş içinde son güçlü dalga Arap isyanları olur. Ardından küreselleşmeye karşı yükselen dalga durulma ve gerileme dönemine girer. Bir yandan Duvar’ın yıkılması ile gelecek ufkunun bulanıklaşması; öte yandan “başka bir dünya mümkün” arayışlarının yıpranma,
47 FAŞİZMİN YENİDEN YÜKSELİŞİ
luyorlardı. 60’lı yıllar ve sonrasında ise dünyada yükselen bir ulusal kurtuluş savaşları dalgası vardı. Bu gidişin yolu askeri darbelerle kesilmeye çalışıldı. Bugün sosyalist sistemin yıkılışından sonra dünyada bir devrim ve sosyalizm tehdidi görünür ufukta yoktur. Böyle bir durumda yükselen dalganın ortak bir zemini var mıdır? Olaylara kabaca bakınca Macaristan’daki durum ile Amerika’daki, Brezilya’daki ve Türkiye’deki durumların ortak yanları yokmuş gibi görünüyor. Gerçekten bu ülkeler çok farklı özellikler taşıyor. Buna rağmen hangi ortak yanlar bulunabilir? Günümüz dünyası özellikle 90’lı yıllardan beri coşkulu bir neoliberalizm ve küreselleşme dalgası yaşadı. Duvar yıkıldıktan sonra neoliberalizm hız kazandı ve başlarda insanlığa yeryüzü cenneti vaat edildi. Ancak bu vaatler 2008 bunalımı ile çöktü. Bu çöküş hemen her ülkeyi belli bir yönden vurdu. Bu olayla birlikte kapitalist dünyada başka bir değişim de yaşandı ve hala yaşanıyor. Büyük teknik gelişmeler çalışma koşullarını, toplumsal yaşamı önemli ölçüde değiştiriyor. Değişim yelpazesi çok geniş olmakla birlikte konumuz açısından en önemlisi çalışma ve yaşam koşullarındaki değişimdir. 1960-70’lerin kapitalist dünyasında çalışma koşulları ve yaşam, adeta sonu baştan belli bir film gibi akıyordu. Filmin sonunda mutlu bir emeklilik vardı. Bant sisteminin değişmesi, esnek çalışma koşulları, grup çalışmasına geçiş uzun yıllar sabit kalmış çalışma koşullarını neredeyse altüst etti. Esnek çalışma aynı zamanda geleceğin belirsizleşmesi demekti. Toplumda çalışma koşullarının değişimi nedeniyle artan bir güvensizlik oluşmaktaydı. Güvencesiz çalışma koşulları artmaya, böyle çalışan işçilere prekarya denilmeye başlandı. Geleceğin çalışan insanlar açısından büyük belirsizlikler taşıması toplumdaki gerilimi
48 FAŞİZMİN YENİDEN YÜKSELİŞİ
tıkanma noktasına gelmesi artık başka bir siyasal zeminin oluşmakta olduğunun işaretleri olarak görülebilir. Fakat bu tıkanmanın günümüz faşizminin yükselişine ne ölçüde ivme verdiği aslında tartışılması gereken bir konudur. Bunun en keskin yaşandığı yer Latin Amerika’dır. Venezuela, Bolivya ve Ekvador’da Bolivar devrimleri duraklama içindedir. Ancak devrim yılları boyunca yoğun komün örgütlenmeleri ile sorunlarla mücadele adımları atılabildiği, kitleler devrimin geliştirilmesinin içine çekilebildiği için buralarda henüz Brezilya gibi bir sonuç ortaya çıkmamıştır. Bre-
Afrika’dan Avrupa’ya göçmen dalgaları faşizmin yükselişinde hiç şüphesiz belli bir etki yaratmıştır. Ancak gelişmeleri açıklamakta yetersizdir. Bu akımlar yeni değildir. Bugünün farkı nedir? Artık gemide yer kalmamıştır… Bütün Batı dünyasında esen rüzgâr bu aynı şarkıyı söylüyor. Refah devletleri eriyor, hatta eridi gitti; kapitalizmin geleceğine dair derin bir güvensizlik ortaya çıkıyor. Başta ABD olmak üzere tüm Batı dünyasında aynı güvensizlik derinleşiyor. İklim değişikliğinin getirmekte olduğu felaketler, bunun kadar önemli olan robotların ve yapay zekânın
Bugünün farkı nedir? Artık gemide yer kalmamıştır… Bütün Batı dünyasında esen rüzgâr bu aynı şarkıyı söylüyor. Refah devletleri eriyor, hatta eridi gitti; kapitalizmin geleceğine dair derin bir güvensizlik ortaya çıkıyor. Başta ABD olmak üzere tüm Batı dünyasında aynı güvensizlik derinleşiyor. İklim değişikliğinin getirmekte olduğu felaketler, bunun kadar önemli olan robotların ve yapay zekânın insanın yerini alması korkusu gelecekle ilgili karamsarlıkları yoğunlaştırıyor. zilya İşçi Partisi, halk örgütlenmelerinin yaratılıp yaygınlaştırılması ve sorunların içine katılmasının sağlanmasında çok geride kalmasının, hatta böyle net bir yönelişinin bile olmamasının günahını bugün Bolsonaro gibilerinin yolunun açılmasıyla ödüyor. Bolsonaro sadece faşizmi överek iktidara gelmemiştir, yolsuzluklara karşı savaşı öne çıkartarak bir yaygınlık kazanmıştır. Günümüzde faşizmin yükselişinde anti-küresel hareketlerin başarısızlığının, 21. yüzyıl sosyalizminin tıkanmasının belli bir rolü olsa da, özellikle kapitalist merkezlerdeki yükselişin açıklamasında yeterli değildir. Kapitalist merkezlerdeki yükselişin en basit açıklaması göçmen akınlarıdır. Latin Amerika’dan kuzeye,
insanın yerini alması korkusu gelecekle ilgili karamsarlıkları yoğunlaştırıyor. Neoliberalizmle birlikte çalışma ve yaşam koşullarını şekillendiren değerlerin erimesi, toplumsal eşitsizliğin kapitalistleri bile korkutacak noktalara tırmanması, toplumsal çürüme, para tanrısının hiç olmadığı ölçüde yükselmesi, kutsal tapınakların insanların cebine sığacak kadar küçülmesi, bunların tümü geleceği bir kâbusa dönüştürmektedir. Kapitalizm, insanlığın gelecek ufkundan sosyalizmi sildiğinde kendi ömrünü sonsuza kadar uzatacağı yanılgısına düştü. Oysa böyle yapmakla kendi içindeki canavara tüm özgürlüğünü tanımış oluyor, bu anlamda kendi ölümünü yakınlaştırıyordu. İnsanlık geleceğinden kopmanın, anı
yaşamanın bedelini ödemekle karşı karşıyadır. Ötesi olmayan bir yol kavşağına doğru sürükleniyor.
Dalganın Neresindeyiz?
49 FAŞİZMİN YENİDEN YÜKSELİŞİ
Türkiye’de faşizmin yükselişi bu dünyada gerçekleşiyor; dolayısıyla onunla ortak yanları vardır. Değerler sisteminde çökme ve çürümede belki de dünyada en hızlı ilerleyen ülkelerden olabiliriz. Dış güçlerin ve onların içerideki ortaklarının bizi yıkmaya çalıştıkları konusunda yaratılan korku ve düşüncelerin dumura uğratılması, politikanın yürüdüğü tek eksen olarak kalmıştır. Bu eksene her karşı çıkış “vatan hainliği” olarak suçlanıyor. Gelecek için bir kapı açabilmek ve faşizmin yükselişinin yolunu kesebilmek bu kısır çemberi cesaretle kırmaktan geçiyor. Tek adamın çizdiği politika çemberi içinde kalmak, çürümek ve giderek yok olmak demektir. Dışarıda ve içerideki gelişmeler tek adamın manevra alanını her geçen gün daraltmaktadır. Ancak çember kendiliğinden kırılmayacaktır. İnsanlara geleceği kurabilecekleri güvenini verebilmek, sarayın korku politikalarına karşı cesaret kazandırmanın tek yolu olarak görünüyor.
(1) Diktatörlüğe giderken: İtalyanların Öyküsü, Sheri Berman, sendika.org; 7.06.2018 (2) İspanya’da Neler Oluyor? , Hikmet Kıvılcımlı, 1936 (3) Understanding the Rise of the Radikal Right, Mario Candeias, Globalresearch, 10 Nov.2108
TEKELCI SERMAYE SALDIRIYOR: TEPEDEN SINIF MÜCADELESI James PETRAS
Çeviri: Ayşe TANSEVER
51 Bankacılar, tarım-işletmeleri elitleri, ticari mega iş sahipleri, sanayiciler, emlak ve sigorta patronları ve onların finans danışmanları, ‘yönetici sınıf ’ elit üyeleri hep birlikte özel, kamu çalışanları ve ücretliler dahil küçük ve orta boy iş yeri sahiplerine (‘halk sınıfları’) boylu boyunca saldırıya geçtiler. Ücretler, emekli maaşları, sağlık hizmetleri, çalışma koşulları, iş güvenliği, kiralar, ipotek, eğitim masrafları, vergilendirme alanlarına saldırılar aile ve hane bireylerini baltalamayı hedeflemektedir. Tekelci sermaye, gelir ve kar dağılımına meydan okuyarak iş yeri üretimini etkilemeye çalışan politik sosyal örgütlenmeleri zayıflattı ya da ortadan kaldırdı. Kısacası yönetici sınıflar tepeden bir ‘sınıf
Tarihsel İçerik Sınıf mücadelesi, kapitalist sınıf çıkarlarının ilerleme ve gerilemesinin başlıca belirleyicisidir. İkinci Dünya Savaşı sonrası halk sınıfları gelirleri, yaşam düzeyleri ve iş yeri temsilinde istikrarlı gelişmeler yaşadı. Bununla birlikte, 20. yüzyılın son on yılında, yeni “neo-liberal” kalkınma politikaları yaygınlaştıkça, iktidar ve halk sınıfları arasındaki iktidar dengesi değişmeye başladı. Her şeyden önce, devlet işverenler ve işçi sınıfı ilişkilerinde arabuluculuk yapıp uzlaştırmadan çekildi: Devlet şirketlerden aldığı vergileri düşürdü ve emeğin politika, kar ve gelir paylaşımında oynadığı rolü ortadan kaldırmaya odaklandı.
Sınıf mücadelesi, kapitalist sınıf çıkarlarının ilerleme ve gerilemesinin başlıca belirleyicisidir. İkinci Dünya Savaşı sonrası halk sınıfları gelirleri, yaşam düzeyleri ve iş yeri temsilinde istikrarlı gelişmeler yaşadı. Bununla birlikte, 20. yüzyılın son on yılında, yeni “neo-liberal” kalkınma politikaları yaygınlaştıkça, iktidar ve halk sınıfları arasındaki iktidar dengesi değişmeye başladı. mücadelesi’ yolu ile sömürü ve baskılarını arttırdılar. Yazımızda halk kitlelerinin sınıf mücadelesini zayıflatan ya da tersine çeviren bu tepeden sınıf mücadelesini geliştiren sosyo-politik koşul, yöntem ve araçları belirlemeye çalışacağız.
Devlet gücü ve gelirinin yoğunlaşması hem bölgeden bölgeye farklıydı hem de ülkelerde farklı tartışmalara yol açtı. Ayrıca, sınıf mücadelesi dengesindeki değişimleri yansıtan karşı-dönemsel eğilimler düz bir çizgide ilerlemiyor. Avrupa’da Kuzey ve Batı Avrupa ülke egemen sı-
TEKELCI SERMAYE SALDIRIYOR: TEPEDEN SINIF MÜCADELESI
Giriş
52 TEKELCI SERMAYE SALDIRIYOR: TEPEDEN SINIF MÜCADELESI
nıfları, kamu işletmelerini özelleştirdiler, sosyal refah maliyetleri ve ek ödenekleri düşürdüler ve sınır ötesi kaynakları yağmaladılar ancak devlet tarafından finanse edilen refah sistemine dokunamadılar. Latin Amerika’da, halk sınıflarının gücü, gelir ve refahının artması ya da azalması, sınıf ve devlet mücadelesinin sonucuna bağlıydı. ABD’de ise egemen sınıfın devleti, iş yerini ve sosyal harcamaların dağıtımını tam olarak ele geçirdiğine şahit olundu. Kısacası, 20. yüzyılın sonunda egemen sınıf, sınıf mücadelesinde üstün bir rol oynamaya başladı. Yine de aşağıdan sınıf mücadelesi varlığını sürdürdü ve bazı yerlerde yani Latin Amerika’da halk sınıfları geçici de olsa devlet gücünden pay alabildiler.
Halk Gücü: Tepeden Sınıf Mücadelesi Sınıf mücadelesinin inişli çıkışlı eğrisine en güzel örnek Latin Amerika’dır. İkinci Dünya Savaşı arkasından 1940’ların sonlarında, halk sınıfları örgütlenme ve demokratik haklar elde ettiler, halktan yana reformlar yapıldı. Guatemala, Arjantin, Uruguay, Brezilya, Meksika, Venezüella önde gelen örneklerdir. 1950 başlarında ABD emperyalist “soğuk savaş” ile Guatemala, Peru, Arjantin, Venezüella ve Brezilya’da bölge egemenleri ile sınıf işbirliğine girerek askeri darbeler biçiminde şiddetli bir sınıf savaşı başlattılar. O sıralar tarım ve maden ihracatına dayalı ekonomi dayatan ABD destekli asker-işveren yöneticileri sınıf mücadelesini bastırdı. 1950’ler ABD çok uluslu şirketleri ve Pentagon tasarımlı bölgesel askeri ittifakların gelişimi için “altın çağ” oldu. Fakat aşağıdan sınıf mücadelesi tekrar yükseldi ve ilerici, halktan yana ulusal endüstriyel koalisyonlar kuruldu. 1960’lı yıllarda başarılı Küba sosyalist iktidarı ve Latin
Amerika’nın hemen hemen her yerinde onun izleyicisi devrimci sosyal hareketler ortaya çıktı. 1960’ların başlarındaki devrimci halk sınıfları isyanları, 1964-1976 yılları arasında; Brezilya (1964), Bolivya (1970), Şili (1973), Arjantin (1976), Peru (1973) ve diğer ülkelerde ABD desteği ile iktidarları ele geçiren ordu güçlerinin halk kurum ve iktidarlarını alaşağı indirmesiyle bastırıldı. 1980’lerin başındaki ekonomik krizler, ordunun rolünü azalttı ve ABD gözetiminde bir seçim karşılığında egemen sınıfların neo-liberal bir gündemi uygulamalarının kararlaştırıldığı “müzakere edilmiş bir geçiş” dönemine girildi. Doğrudan askeri yönetimden yoksun olan egemen sınıf mücadelesi, merkez sol politik elitleri kendine ortak ederek halk sınıfları mücadelesini susturmayı başardı. İktidar güçleri halk sınıfları üzerinde neoliberal gündem uygulasalar bile bir hakimiyet hem kurmadı hem de kuramadılar. 21. yüzyılın başında alttan sınıf mücadelesinde yeni bir patlama dönemine girildi. Üç olay birbiri ile kesişti: 2000 yılı küresel krizler, bölgesel finansal çöküşleri yarattı ve bu sanayi üretimini çökerterek, kitlesel işsizlik yarattı. Sonuçta kitlelerin doğrudan eylemleri ve neo-liberal iktidarların çöküşü hızlandı. 21. yüzyılın ilk on yılı boyunca neo-liberalizm geri çekilişteydi. Halk sınıfları mücadelesi ve toplumsal hareketlerin yükselişi neo-liberal rejimleri alaşağı etti ama egemen sınıfları yerinden edemedi. Bunun yerine, melez merkez-sol politik rejimler iktidar oldular. Halk sosyal hareketleri, merkez sol partiler ve neo-liberal iş çevrelerinden oluşan yeni bir güç dengesi kuruldu. Ondan sonra gelen on yıl boyunca, bu sınıf ittifakı büyük ölçüde dünya hammadde fiyatlarındaki patlama sayesinde refah programlarını finanse eden, istihdamı arttıran, yoksulluk azaltma programlarını
Neo-Liberal Yeni Düzen Neo-liberal “Yeni Düzen” çeşitli özellikleri ile eskisinden önemli farklılıklar taşır.
İlk olarak, Yeni Düzen altında neo-liberal programlar sadece ‘piyasa disiplinine’ ve devlet destekli programlara değil, son derece baskıcı liderlere dayanıyordu. Otoriter politik rejimler neo-liberal sistem değişikliklerin sağlamlaştırılması, korunması ve finansal desteklenmesi için bir temel oluşturdu. İkincisi, Yeni Düzen siyasal olarak, yönetici sınıf elitleri, mülk sahibi ve profesyonel üst orta sınıf tutucu gurupları ve daha aşağıda kişisel ve ekonomik olarak kendini güvensiz hisseden hareketli alt orta sınıflar ve eski sosyal düzenden kopanların koalisyonuydu. Üçüncüsü, Yeni Düzen, doğrudan siyasi müdahaleye çağrı yapan demagog bir liderlik tarafından yönetildi. Bunlar toprak sahibi silahlı milisler, solcu işçileri korkutmaya gönüllü lümpen sokak savaşçıları ( özel gangsterler), topraksız köylüler ve işsiz sendikacılar tarafından desteklenen emekli aktif asker ve polis memurlarıydı. Dördüncüsü Yeni Düzen elitleri, kitleleri, ‘marjinal grupları’ (eşcinseller, farklı renkten olanlar, feministler, göçmenler, vb.) aile, millet ve din düşmanları olarak hedefe koyup harekete geçirdiler. Beşinci olarak, Yeni Düzen halk hoş-
53 TEKELCI SERMAYE SALDIRIYOR: TEPEDEN SINIF MÜCADELESI
uygulayan ve altyapı yatırımlarını genişleten politikalar uyguladı. Post-neo-liberal rejimler, halk sınıflarının liderlerini yanlarına alıp egemen sınıfın siyasi elitlerini bıraktı ama tekelci sermaye sınıfının stratejik yapısal konumuna dokunmadı. Halk sınıf mücadelesinin yükselişi merkez-sol politik elit tarafından söndürülürken iktidar sınıfları zaman kazandı ve iktidardaki bu merkez sol ve tutucu ittifak güçlerine rüşvetler vererek yağlı devlet kontratları ile iş anlaşmaları yaptılar. Hammadde fiyatlarındaki patlama sona erince merkez sol sosyal refah ve alt yapı inşa programlarını bitirmeye zorladı. Büyük sermaye liderleri ve merkez sol elitler arasındaki ittifak çatladı. Gelen ekonomik durgunluk neo-liberal politik elitin tekrar iktidara gelmesine yol açtı. Büyük sermaye iktidar sınıfı bir önceki zayıf ve uzlaşmacı neo-liberal rejimlerinden ders çıkartmıştı. Şimdi neo-liberal Yeni Düzenin güçlenmesini engellemekte olan halk örgütlenmeleri ve demokratik kurumları dağıtacak otoriter ve olası cazgır politik bir lider aradılar.
54 TEKELCI SERMAYE SALDIRIYOR: TEPEDEN SINIF MÜCADELESI
nutsuzluğunu; yolsuzluk, ahlaksızlık ve sokaklarda asayişin sağlanamamasına yöneltti. Yeni Düzen, neo-liberal iktidar elitlerin, önceki seçim düzeni (‘demokrasi’) politik, sosyal ve ekonomik kurumları ve kurallarının yok edilmesini sürdürme üzerine kurulmuştur. Tek kelimeyle, tekelci sermaye sınıf mücadelesini yukarıdan yürütürken herhangi bir kısıtlama, düzenleme, yükümlülük olmadan tüm iktidar gücüne sahip olmak istediler ve serbest piyasa ‘reformları’ ile ilgilenmediler. Neo-Liberal “Yeni Düzen”in Geleceği Otoriter Yeni Düzen, ABD Başkanı Trump ve Brezilya Başkanı Jair Bolsonaro gibi güçlü patronlar kazandı. Arjantin, Orta Amerika, Avrupa, Asya ve Orta Doğu’da neo-liberal müttefikleri var. Onlar geleneksel müttefiklerini siyasi-askeri zorbalık ile öte yandan dinamik rakiplerini ekonomik savaşlarla ve kitleler içindeki yandaşlarını ise ulusal ihtişamın yüceltilmiş bir vizyonunu içeren güçlü mesajlarla kucakladılar. Başlangıçta, iş elitleri ceplerin doldurur, borsalar yükselir, vergiler düşürülür ve devlet sübvansiyonları da kitleler arasında ‘sıranın kendilerine geldiği’ umudunu ve mutluluğunu yayar. Kârlar ve polis devleti yasa ve düzeni, zengin orta sınıf ile iş çevresi elitlerini birbirine bağlar. Dövüşken halk sınıflarının moralleri ise başarısız liderler, sosyal hareketler ve sendikaların sınıf mücadelesinden geri çekilmesi ile bozulur ve halklar ne yapacaklarını şaşırırlar. Oysa otoriter tekelci sermaye neo-liberallerinin bir uluslararası ittifakı, bir küresel, bölgesel ve ulusal güç vizyonu vardır. Ancak ilerlemelerini sürdürebilmek için dinamik bir ekonomik büyüme ve dönemsel ekonomik krizlerin üstesinden gelebilmeleri gereklidir. Ayrıca aşağıdan
yükselen mücadeleyi kırmak için de eski düşmanların gerçek yüzü deşifre olduğundan yapay düşmanlar bulmak durumundadırlar. Yukarıya doğru tırmanan hareketli orta sınıfın ortaya saçılan yolsuzlukları taraftarlarını hayal kırıklığına uğratır. Polis ve ordunun keyfi baskıları, genellikle gecekondulardaki uyuşturucu satıcılarından öteye orta ve işçi sınıfı mahallelerinde gasp ve sindirmeye doğru yaygınlaşır. Otoriter Yeni Düzen, genellikle ‘içsel çürüme’, aşırı kar tutkusu ve yetkileri kötüye kullanma yoluyla çökmeye başlar. Taraftarları haksız ayrımcılığa başlayınca sağ retorik kendini yemeye başlar. Yönetici sınıf kendi otoriter şok birlikleri yerine teknokrat, serbest pazardan yana ve yumuşak burjuva politikacılar aramaya başlar. Sol ve merkez-sol, sokak protestolarında yeni nesil taraftarlar ve hazır oportünist politikacılarla ittifaklar kurmaya çalışır. Yeni bir politik döngü şekillenir ama yeni bir sınıf mücadelesi doğacak mıdır? *Bu yazı Axis of Logic sitesinden alınmıştır.
DEVRİMCİ HAREKETİN AÇMAZLARI VE ÇIKIŞ YOLLARI TARTIŞMASINA DAİR Bahar EKİNCİ
için de belki de liberallerin içinde olduğu duruma tersinden ulaşma gibi bir sorun vardı. “Gelecekte” kuracağımız sosyalizme kadar var olan sorunlar erteleniyordu. “İktidarı alınca” nasıl olsa çözeceğiz denilen meseleler aslında sosyalizmin güncel sorunlarıydı. Kadın sorunu, kimlik sorunu (Kürt sorunu), ekoloji vb iktidarı alınca çözülecekti, o zamana kadar tek yapmamız gereken emekçilere sosyalizm propagandası yapmaktı. Güncel-acil denen meseleler bizi ana hedefimizden saptırmamalıydı. Bu mantıkla da aslında sosyalizm Kaf Dağı’nın ardına atılıyordu. Çok uzaktı, hatta oraya nasıl gideceğimizi bir türlü bulamıyorduk. Reel sosyalizmin yıkılışının dünya emekçi halkları için anlamı ne yazık ki geleceksizlik ve ufuksuzluk oldu. Post modernizm, dünyanın her yerinde “anı yaşayın” sloganıyla ezilenlerin örgütlü hareket etme ve geleceğini kurma iradesini elinden almanın felsefesini üretti ve yaygınlaştırdı. Reel sosyalizmin yıkılışıyla teori alanında tam bir kısırlık yaşandı. Sosyalizmin uygulanamaz bir “ütopya” olduğunu söyleyenlerle sosyalizmin pratisyenlerinin tek sorumlu olduğunu söyleyenlerin arasındaki skalada farklı yaklaşımlar gelişti. Asıl olarak iktidar kavramını tartıştıran Post-Marksistler en çok itibar görenler oldu. Sosyalizmin yıkılışının ardından bizim yaklaşımımız bahsedilen iki yakla-
DEVRİMCİ HAREKETİN AÇMAZLARI VE ÇIKIŞ YOLLARI TARTIŞMASINA DAİR
Devrimci harekette kriz 3. Dönem stratejisini ortaya koyduğumuz günden bugüne aşılabilmiş değil. Belki de içinde yaşarken krizli gidişi olağan görmeye başladık. 3. Dönem stratejisini ortaya koyduğumuz 90’lı yılların ilk yarısında devrimci hareket ciddi bir kriz yaşıyordu (biz de dâhil). Bazı yapılar bölünüyor, bazıları tamamen legalize oluyor, hatta bazı yapılar tamamen yok oluyordu. O dönemde dile getirdiğimiz gibi asıl mesele objektif koşularda açığa çıkan muazzam değişime ayak uyduramamakta daha doğrusu koşulları kavrayamamakta yatıyordu. Hatırlayalım: 90 yılında reel sosyalizm büyük bir gürültüyle yıkılmıştı. Kapitalistlerin bayram ettiği geniş emekçi halkların ise büyük bir moral yitim yaşadığı yıllar kapısını aralamıştı. Sosyalizmin yıkılışına Marksist çevrelerden verilen tepkiler de pek iç açıcı değildi. Bir kesim zaten sosyalizm ütopyaydı deyip işin içinden çıktı. Dogmatik bir kesim de teori doğruydu pratikte uygulayanlar problemliydi, diyerek kolaycılığa kaçtılar. Sosyalizmi tekrar ütopya dağlarının ardına atanlar liberal duruşlarına, konformist yaşamlarına kafaları rahat tatlı tatlı dalabildiler. Pratisyenlere fatura kesenlerin ise işi daha “zordu”. Pratikte sosyalizmi “doğruca” uygulama iddiası bu hareketlerin önünde önemli bir sorundu. Ama onlar
55
56
şımdan da uzak oldu. Sosyalizmin özellikle 70 yıllık pratiğinin son elli yılında teorisi ile pratiği arasındaki bağ koptu. Özellikle SSCB’de Kirov suikastının ardından yaşanan süreç ve 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı gerçeği Komünist Parti’nin her türlü eleştiriyi bir saldırı olarak ele alması ve savaş koşullarında yaşanan ciddi öz savunma bilinci bürokratikleşmeyi
bir sorun olarak durmaktadır. Günümüzde devrimin kapitalizmin iç gerilimlerinden örgütleneceği gerçeğiyle ezberci yaklaşımlara mesafeli olmak gerekiyordu. Örneğin demokratik halk devriminin işçi-köylü ittifakıyla gerçekleşeceği stratejisi kapitalizmin feodalizmle tam hesaplaşamadığı, toprağa dayalı üretimin azımsanmayacak bir seviyede
DEVRİMCİ HAREKETİN AÇMAZLARI VE ÇIKIŞ YOLLARI TARTIŞMASINA DAİR
Sosyalizmin yıkılışının ardından bizim yaklaşımımız bahsedilen iki yaklaşımdan da uzak oldu. Sosyalizmin özellikle 70 yıllık pratiğinin son elli yılında teorisi ile pratiği arasındaki bağ koptu. Özellikle SSCB’de Kirov suikastının ardından yaşanan süreç ve 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı gerçeği Komünist Parti’nin her türlü eleştiriyi bir saldırı olarak ele alması ve savaş koşullarında yaşanan ciddi öz savunma bilinci bürokratikleşmeyi kangrenleştirdi. Ama asıl sorunu devrim sürecinde üretici güçlerin gelişginliği ve üretimi toplum için yapan ve planlayan sınıfın yaratılmasında yaşanan çıkmazlar olduğunu tespit ettik. kangrenleştirdi. Ama asıl sorunu, devrim sürecinde üretici güçlerin gelişkinliği ve üretimi toplum için yapan ve planlayan sınıfın yaratılmasında yaşanan çıkmazlar olarak tespit ettik. Özellikle 1917 Bolşevik Devrimi’nin feodalizmle kapitalizmin gerilimlerinden ve savaş koşullarından yol bularak gerçekleşmesinin kapitalizmin kendi iç gerilimiyle gerçekleşmesi beklenen devrime göre yapılan “hazırlıklar”, “üretimin planlanması” vb konuların tekrar gözden geçirilmesini gerektiriyordu. Mesela, NEP dönemi bunun yapıldığı bir dönemdi. Sosyalizmin teorisi ile pratiğinin bağının kopmasının bedeli reel sosyalizmin çöküşü oldu. Reel sosyalizmin çöküşünün yarattığı ideolojik tahribata teori ve pratikte yeterince güçlü cevap üretememek, dünya devrimci hareketinin önünde hala önemli
olduğu ve geniş yoksul köylülerin toprak talebinin öne çıktığı zamanlarda ve yerlerde geçerliydi. Ülkemizde köylü nüfusun 1950’lerde %70’lerde olduğu (Bunun içinde Kürdistan da var. O mesele de köylücü hareketlerin stratejisi açısından başından beri sıkıntılıdır.) bu rakamın günümüzde %30’lara düştüğü gerçeğinden baktığımızda köylü nüfusun kentin varoşlarında yarı işsiz-güvencesiz kesimi oluşturduğunu, işçi-köylü ittifakının varoşlardaki güvencesizlerle güvenceli işçiler arasında kurulacağını söylüyoruz. Bu gerçeklikle baktığımızda zamanında bile ciddi sorunlar (Kürdistan gerçeğine bakış, işçi sınıfının varlığına bakamama (!) gibi) barındıran köylü merkezli stratejiler günümüzde daha ciddi sorunlarla yüz yüzedir. (Burada SMF’nin yaptığı stratejik değişikliklere değinmek gerekir. SMF ka-
Strateji Yenilikleri (3. Dönem, 21. yy sosyalizmi vs) Biz bu süreçte 3. Dönem Stratejisi adıyla stratejik değişikliğe gittik. Bu değişikliğin ana gerekçesi başta kapitalizmin yapısal dönüşümüyle objektif koşularda açığa çıkan değişikliklerdi. Özellikle sermayenin üretimi planlama ve işgücü istihdamında yarattığı gerilim, kalıcı işsizlik, güvencesizlik gibi nedenlerle devrimin öncü gücünün yapısında açığa çıkan değişim önemli bir etkendi. Sınıfın parçalanması, işsiz işçiliğin kalıcılaşması, dışlanmışların ciddi bir kesimi oluşturması devrimin öncü gücünü nerede ve hangi araçlarla örgütleyeceğiz sorusunu açığa çıkarıyordu. Bu soruna cevabımız sistem dışına itilen, varoşlarda yaşayan geniş güvencesiz kitlelerin devrimin vurucu gücü olarak örgütlenmesi, üretimin planlanmasında işçi sınıfının öncü rol üstlenmesiyle ve ikili iktidar odakları oluşturarak üretim alanından, paylaşıma, adalete, ekonomiye kadar sosyalizmin nüvelerini kapitalizmin içinde inşa etmeye başlamaktı. Bizim açımızdan varoş çalışması ciddi deneyleri biriktirdiğimiz bir süreç olmuştur. Ancak güvencesizlerin örgütlenmelerinin zenginleştirilmesi ve kalıcılaştırılması, işçi sınıfının örgütlenmesinde nitelik olarak üretimi planlayan seviyenin açığa çıkarılması ve sınıfın içi
ittifakının oluşturulması iddiasının henüz çok gerisindeyiz. 96’dan 2000’li yılların ortasına kadar neredeyse on yıllık bir pratikle Dayanışmaevleri, Sokak sendikası, meclisler ve adalet mekanizmasının önemli bir dinamiği olarak Direnişçi Gençlik taktikleriyle azımsanmayacak bir pratik sergiledik. Bu arada başta Venezuela olmak üzere Latin Amerika ülkelerinde yaşanan ikili iktidar deneyleri bizi epey heyecanlandırdı. Bu deneyimleri gidip yerinde görerek de 21. yüzyıl sosyalizminin pratik uygulanışına şahitlik ettik. Ancak gerek teori ve pratik alanında kendi sınırlarımız, gerek 21. yüzyıl sosyalizminin başta Venezuela’da yaşadığı kriz yolumuzu açma, yaşanan tıkanıklıkları aşma ve 3. Dönem Stratejisi’ni ilerletme açısından önümüzde engel olarak durmaktadır.
2000 Yılların İlk Yarısının Dayanılmaz Hafifliği 2000’li yıllar Türkiye siyasi tarihinde özel olarak üzerinde durmamız gereken yıllardır. AB süreci diye nitelendirdiğimiz özellikle 2007 1 Mayıs Taksim zorlamalarına kadar olan süreç liberalizmin ve postmodernizmin hâkim ideoloji olduğu yıllardır. AKP’nin iktidara geldiği ilk yıllarda vesayete karşı yaklaşımları, AB sürecinin görece hızlanması, mücadele alanında sivil toplumcu yaklaşımın güçlenmesi, sınıf eksenli mücadelenin yerini kimlik eksenli mücadeleye bırakışı belirleyici oldu. Neredeyse her gün basın açıklamasından basın açıklamasına koşan devrimci siyasetlerde bu dönem ciddi ideolojik deformasyonlar yaşandı. Bu dönemde örgütlenen devrimci kadrolar neredeyse hiç gözaltı deneyimi yaşamadan şekillendi. Aslında AKP bu dönemde vesayete karşı “demokrat” görüntüsü altında neoliberal politikaları uygularken sağ popü-
57 DEVRİMCİ HAREKETİN AÇMAZLARI VE ÇIKIŞ YOLLARI TARTIŞMASINA DAİR
pitalizmin varlığını kabul noktasında önemli bir adım atsa da Kürdistan gerçeğini kavrayışlarında değişiklik olmadığı gibi kapitalizmi tanımlama noktasında sıkıntılarının sürdüğünü şu cümlede net bir biçimde görebiliriz: Emperyalist dünyanın bir parçası olan “Türkiye/Kuzey Kürdistan’da, yarı sömürge komprador tekelci kapitalist sosyo-ekonomik yapı hüküm sürmektedir.” http://www.sosyalistmeclisler.org/smf-programi/)
58 DEVRİMCİ HAREKETİN AÇMAZLARI VE ÇIKIŞ YOLLARI TARTIŞMASINA DAİR
list politikalar ve İslam ideolojisiyle de geniş kitleleri kendine “bağlıyordu”. Ve biz sosyalistlerin bu süreçte “kafası çok karışıktı”. Bir yanda yetmez ama evetçiler Türkiye’nin AB sürecinde AKP iktidarıyla demokratikleşeceği rüyasını görüyordu. Bir kesim AKP’nin İslam ideolojisine karşı laikliği savunayım derken CHP zeminine düşüyordu. Bizler de “Ne darbe ne şeriat” diyerek 3. seçeneği örgütlemeye çalışıyorduk. Ama parçalı ve zayıftık. Bu zaman diliminin başında Aralık 2000’de yaşanan cezaevi operasyonu ve ölüm orucu süreci devrimci hareketin iradesinin kırılmasında önemli bir basamak olmuştur. Önemli mevzilerimizden biri “Hayata Dönüş” operasyonuyla elimizden alınmakla kalmamış devletin bu önemli saldırısına taktik esneklikle yaklaşılamadığı için süreç büyük bir moral yitime yol açmıştır. Devrimci hareket bu operasyonun yarattığı yıkımı ele alıp dersler çıkaracağına birbirine saldırarak içinde bulunduğu krizde daha da diplere yuvarlanmıştır. Bu dönemde Kürt Hareketi’nin yaşadığı stratejik dönüşü ele almazsak tablo çok eksikli olur. Kürt Hareketi’nin önderi Abdullah Öcalan’ın 1999 yılında uluslar arası bir komplo ile yakalanmasıyla Kürt Hareketi önemli bir kavşağa geldi. Daha doğrusu öncesinde başlayan süreç belirginleşti. 90’lı yıllarda yaşanan topyekûn savaş ve bu yılların başında reel sosyalizmin çöküşüyle hareket, kritik evrelerden geçti. Bayrağından orak-çekicin çıkarılmasıyla başlayan süreç 1999 yılında stratejik dönüşle noktalandı. Demokratik Cumhuriyet kavramı ile birleşik-bağımsız-sosyalist Kürdistan’dan geri dönüş yaşandı. Bağımsızlık yerine, demokratik Türkiye içinde eşit yurttaşlık savunusu öne çıkartıldı. Ateşkes ilan edildi ve gerilla güçlerinin sınır dışına çekilme kararı verildi. Geri çekilme yaşanırken Kürt Hareketi büyük kayıp verdi, 500 kadar
üst düzey yönetici katledildi. Mücadele talepleri anayasa değişikliği, anayasal vatandaşlık, ana dilde eğitim, demokratik özerklik, siyasi genel af şekline büründü. Yaşanan uzun süreli ateşkes ve beklentilerin karşılanmamasıyla hareket 2005 yılında ciddi bir krize girdi. Osman Öcalan’ın öncülüğünde bir grup hareketi Amerikancı çizgiye çekmek istedi. Ancak başarılı olamadı. Uzun ve sancılı bir hesaplaşmanın ardından O. Öcalan çizgisi tasfiye edildi. 1999’dan 2005 yılına kadar Kürt Hareketi’nin yaşadıkları sadece Kürt siyasetini etkilemedi. 80 darbesinin ardından 84 atılımıyla Türkiye Devrimci Hareketi’ne de moral veren bir hareketin yaşadıkları bizleri de yakından etkiledi. AB sürecinde liberal siyasetin ön aldığı yıllarda bir de Kürt Hareketi’nin yaşadığı stratejik dönüş ve kriz bu coğrafyada moral değerlerde ve devrimci iradede ciddi bir kırılma yarattı.
Gezi’ye Giderken 2000’li yılların ilk yarısında yaşanan liberal-sivil toplumcu ama geniş kitlelerin desteğinden yoksun mücadele yıllarının kırılma noktası 2007 başında yaşanan Hrant Dink’in cenaze töreni oldu. Yüz bini aşkın bir kitlenin katılımıyla gerçekleşen yürüyüş ve cenaze töreni toplumda içten içe bir kaynama olduğunun göstergesiydi. Aynı yılın 1 Mayıs’ında ciddi bir kitlesellikle Taksim’in zorlanması ve katılımın gençlik, taleplerin özgürlük ağırlıklı olması Gezi’nin işaretlerini veriyordu. AKP hükümetinin devletleşme sürecinde ideolojik olarak İslamlaşmaya verdiği hızla “dindar nesil” çıkışı, iktidar ortağı Gülen cemaatinin şifre skandalı, yaşam biçimlerine müdahaleler geniş kitlelerde ciddi kaygılarla özgürlük talebinin öne çıkmasına neden oldu. Aslında aynı yıllarda neoliberal politikalarla yoksullaşma, işsizlik, güvencesiz
mişlerdi. Daha genç kuşaklar ise (şifre eylemleriyle sokağa çıkan liseliler vs) daha çok tazeydiler ve maalesef ki önceki kuşaklardan tarih bilincini devralamamışlar ama tarihi kendinden başlatma hastalığını olduğu gibi almışlardı. Gezi Direnişi bu ülkenin en onurlu direnişiydi. Ancak devrimci hareket açısından geriye ne kaldı diye baktığımızda direnişin boyutuyla çok orantısız bir tablo görürüz. Ne ciddi bir kadro akışı ne stratejik yenilik ne de örgütlenme taktiği olarak bir ilişkilenme olamadı. Gezi’de sokakları kuşatan gençlik çok renkliydi, cesurdu ama devrimci değildi. Devrimci hareketten
Bizler açısından iki halkın mücadelesinin buluşma zemini olan HDP 7 Haziran’da estirdiği hava, elde ettiği başarı ve “Yeni Yaşam” programıyla aynı zamanda önemli bir siyasi varoluş-örgütlenme zemin olarak değerlendirilmek istendi. Ancak bitmeyen seçim girdabında ve Kürt Hareketi’nin ağırlıklı güç olma durumuna karşı bizim tarafın bir türlü büyüyememesi nedeniyle bu hedefin örgütlenme ayağı eksik kaldı. sürecinde ayak bağı istemediğini ortaya koydu. 2013’te 1 Mayıs’ın tekrar yasaklanmasıyla Taksim zorlamaları tekrar kitlesel şekilde yapıldı. 1 Mayıs’ın üzerinden 1 ay geçmeden Gezi Direnişi patlak verdi. Bu ülkenin görmediği muazzamlıktaki halk isyanının ana gündemi yine özgürlüktü. Gezi Direnişi’nde biz nerdeydik dersek. En önde barikatlarda ama kitlenin ruh halini yakalamaya çalışma ve örgütleme konusunda pek de önde değil. Devrimci hareket 2000’li yılların ilk yarısının rehavetini üzerinden atamamıştı henüz. Bu yıllarda örgütlenenler direnişlerin kuşağı değildi, daha eskiler de direnişlerin yenilgiyle sonuçlandığına defalarca şahitlik et-
uzak, sosyalizme inanmayan, ömür boyu çilekeş bir devrimciliğe mesafeliydi. Tabi ki bu tespitleri bir kuşağı mahkûm etmek için değil devrimci hareketin Gezi gençliğinden ne kadar uzak olduğunu anlatmak için yapıyoruz. Latin Amerika’da da 21. yüzyıl sosyalizmi yolunda ilerleyen halklar eski devrimci örgütlere mesafeli, ancak orada yeni hareketler kendi yolunu açma ve ilerleme konusunda epey yol alırken sosyalizm meselesiyle de hesaplaşmaya çalışıyorlar. Mücadelelerini kalıcı örgütlerle garanti altına alma konusunda ciddi bir bilinçleri var. Gezi Direnişi’yle kalıcı örgütlenmeler yaratamasak da 2014 Cumhurbaşkanlığı
59 DEVRİMCİ HAREKETİN AÇMAZLARI VE ÇIKIŞ YOLLARI TARTIŞMASINA DAİR
çalışma ciddi oranda artmasına rağmen AKP sağ popülist politikalarla yoksulların içinde rıza üretmeye devam edebildi. Bu durum da öfkenin sınıfsal fay hattından çok özgürlükler alanında birikmesine neden oldu. Gezi Direnişi’ne doğru gelirken 1 Mayıs Taksim zorlamaları önemli işaret fişekleridir. 2007-8 ve 2009’da zorlamalarda ciddi bir kararlılık ve kitleselliğin açığa çıkmasıyla 2010-11 ve 12’de 1 Mayıs yasal olarak Taksim’de yapılabildi. Hatta 2012 1 Mayıs’ında bir milyon kişinin Taksim’e çıkması AKP’ye önemli bir “uyarı” oldu. “Liberalizmi terk eden” AKP 2013’de tekrar Taksim’i yasaklayarak devletleşme
60 DEVRİMCİ HAREKETİN AÇMAZLARI VE ÇIKIŞ YOLLARI TARTIŞMASINA DAİR
seçiminde Selahattin Demirtaş’ın %10’a çok yakın bir oy almasıyla ve bu sonucun ortaya çıkmasında etkili olan ateşkes sürecinin de katkısıyla HDP’nin siyasette öne çıkacağı yıllar başlıyordu. 7 Haziran’da HDP’nin %13 oy alıp 80 vekil çıkarması sistemin bütün ayarlarını bozdu. Halkların mücadelesinin buluşmasının cisimleştiği kurum olarak HDP bu tarihten sonra AKP-Saray rejiminin en büyük düşmanı olacaktı. 7 Haziran’ın sonuçlarının yok sayılması, savaş ilanıyla 1 Kasım seçimlerine gidilmesi ve seçim sonuçları HDP’yi sarssa da yıkamadı. Ancak savaş ilanı ve ardından gelişen demokratik özerklik mücadelesi HDP’nin siyaset yapma alanını epey daralttı. Bizler açısından iki halkın mücadelesinin buluşma zemini olan HDP 7 Haziran’da estirdiği hava, elde ettiği başarı ve “Yeni Yaşam” programıyla aynı zamanda önemli bir siyasi varoluş-örgütlenme zemini olarak değerlendirilmek istendi. Ancak bitmeyen seçim girdabında ve Kürt Hareketi’nin ağırlıklı güç olma durumuna karşı bizim tarafın bir türlü büyüyememesi nedeniyle bu hedefin örgütlenme ayağı eksik kaldı. Aslında ilginç bir durumdu bu. 6 milyon oy alan ve bu oyların 1,7 milyonunu batıdan alan (bunların azımsanmayacak kısmı Kürt oyu olsa da) bir partinin sosyalist bileşenlerinin örgütlenme sorunları olması absürd bir durum olarak okunabilir. HDP’ye oy veren “Türkler”i sosyalistler neden örgütleyemiyordu? HDP’ye batıdan doğru verilen oyların programa mı yoksa stratejik olarak AKP’yi zayıflatmaya mı verildiği tartışması, meseleyi tam olarak netleştirmeye yetmiyor. Asıl mesele sosyalistlerin kendi programları ve taktikleriyle ne kadar kalıcı örgütlenmeleri olduğundaydı. Bir yönü de hangi programla kitlelere gittiğimizdeydi. “Yeni Yaşam” programının ne kadar anti-kapitalist olduğu HDP içindeki sosyalistlerin ne
kadar güçlü olduğuyla doğrudan bağlantılıdır. Bir ittifak partisinde tabi ki gücün oranında programa etki edersin. Ama biz sosyalistler ortak bir tutum belirleyip en azından anti-kapitalist program önerilerimizin HDP’de içkinleştirilmesi mücadelesini bile veremedik. Bu zaafımızdaki en önemli etken Kürt Hareketi’nin etki alanında olma durumudur. Bu durumun en önemli nedenlerinden biri Kobane Direnişi’yle başlayan süreç ve Rojava devriminin yarattığı dünya çapındaki etkidir. Hemen yanı başımızda yaşanan devrimin bizi de etki alanına alması kaçınılmazdı. Ancak ayrı programı ve stratejisi olan devrimci özneler tarafında bu devrimle ilişkilenme biçimi böyle mi olmalıydı meselesi tartışmalıdır. Devrim süreciyle ilişkide IŞİD gibi faşist çetelere karşı savunmada enternasyonalist dayanışma içinde olmak önemli bir görevdir. Ya da devrimci bir öznenin kendi hedefleri açısından belli yapılanmalarını inşa etmek için bu coğrafyada bulunması çok anlaşılır ve gereklidir. Tıpkı geçmişte 68 devrimci kuşağının Filistin Direnişi’yle ilişkilenme biçimi gibi. Ancak henüz devrimci hareketin örgütlenmesi çok zayıfken “birleşik devrim” tespitleri üzerinden neredeyse stratejik ayrılıkları yok sayarak aynılaşmak ve Rojava Devrimi’ne desteği Rakka hamlesine katılmaya kadar götürmek maalesef devrimci hareketi büyütmediği gibi son günlerde Suriye’deki savaşta güçler dengesinin oturmaya başlamasıyla devrimci güçlerin bölgedeki varoluşu sorunlu hale geldi. Türkiye devrimci hareketinin stratejik dağınıklık yaşadığı bu süreçte ne HDP gibi bir partideki olanaklar ne de Rojava Devrimi’nin moral gücü bizim büyümemize hizmet etmedi. Kürt Hareketi’nin merkezkaç etkisinde kendi hedeflerimizden uzaklaştık. 2014’den 2018’e 4 yıl boyunca yaşanan seçim süreci, sosyalistler açısından seçim-
tekrar uygulanabilir bir proje olduğuna geniş kitleleri inandırmak zorundayız. Belki de bu sürece kendimizi inandırarak başlamalıyız. Sosyalizmin sorunlarını tartışma ve çıkış yolları bulma konusunda her zamankinden daha şanslıyız. Kapitalizmden kopan geniş kitleler mutlaka yollar arayacak. Üretim sorunlarına dair, tüketim meselesi ve ekolojinin tahribine dönük, daha yaşanılır bir dünyanın inşasına dönük yollar aranacak. Bu arayışlarda sosyalistlerin öncülük yapabilmesi yeniyi doğru kavraması ve duruş noktasında net olmasıyla orantılıdır. Yeniyi kavramamız kadar geniş kitlelerin içinde bulunmamız yani örgütlenmemiz de yakıcı bir sorundur. Geniş kitlelerin içinde olmadan yeni mücadele dinamikleriyle buluşmadan yeniyi de inşa
Kapitalizmin dünya çapında yaşadığı krizin ekonomik ve siyasal sonuçlarını daha net göreceğimiz fırtınalı bir sürece hazırlıklı olmalıyız. Kapitalizm ideolojik olarak geniş kitlelerde ciddi olarak güvensizlik ifade etmektedir. rasi mücadelesinde önemli bir misyonu vardır. Ama her şeyimiz değildir. Hele 24 Haziran seçimlerinden sonra geniş kitlelerde parlamenter düzene karşı ciddi bir güvensizlik oluşmuşken siyasetin akacağı farklı mecralara yığınak yapmak, geleceği kazanmak için son derece önemlidir. Kapitalizmin dünya çapında yaşadığı krizin ekonomik ve siyasal sonuçlarını daha net göreceğimiz fırtınalı bir sürece hazırlıklı olmalıyız. Kapitalizm ideolojik olarak geniş kitlelerde ciddi güvensizlik yaratmıştır. ABD’de yapılan bir araştırmada gençlerin %60’ı sisteme güvenmediğini ifade ediliyor. Fransa’da Sarı Yelekliler’in eylemleri sisteme ciddi bir öfkenin biriktiğini gösteriyor. Ancak kapitalizme güvenmeyen kitlelerin gözünü diktiği bir ufuk da yok. Sosyalizmin ideolojik olarak
edemeyiz. AKP-Saray rejiminin son hızla faşizmi inşa ettiği günlerden geçerken iktidarın daha önce en güçlü olduğu iki noktaya gözlerimizi dikmeliyiz. Ekonomi ve ideolojik alan. İktidarına geniş yoksul kesimlerde rıza üretirken ekonomik alanda gerek patronaj ilişkilerini gerekse de sosyal yardımları çok iyi değerlendiren rejim bir sınıra gelip dayanmıştır. Ötelenen ama başa çıkılamayan ekonomik krizin geniş kitlelerde yansımasının ne boyutta olacağını tam kestiremiyoruz. Ama iktidarın daha önce en güçlü olan bu yanının en zayıf yönü olmaya aday olduğu ortadadır. Bu noktada sınıfla temasın artırılması son derece önemlidir. Ayrıca sınıfın önünde tıkaç olan düzen içi sendikal anlayışla hesaplaş-
61 DEVRİMCİ HAREKETİN AÇMAZLARI VE ÇIKIŞ YOLLARI TARTIŞMASINA DAİR
lerin anlamı konusunda önemli bir deformasyon yarattı. “Parlamento burjuvazinin ahırıdır” sekterliğinde değiliz elbette hiç öyle de bakmadık. Ama sonuç itibari ile burjuva seçimler adı üstünde düzen içi mücadele alanıdır. (Hele 7 Haziran’dan sonra yaşadığımız tüm seçimlerin faşizmin inşasına hizmet eden, rıza üreten anti demokratik ortamda yaşandığını da hatırlayalım…) Düzen içi mücadele alanları düzen dışı mücadele alanlarıyla ve geniş örgütlülüklerle kuşatılmazsa reformize olmaya mahkumdur. 7 Haziran seçimlerinden bugüne yaşadığımız süreç bunu bize acı bir şekilde göstermektedir. O günden bugüne faşizmin inşasına şahitlik ediyoruz. Tekrar etmekte sakınca görmüyorum HDP önemli bir mevzidir ve hala demok-
mak ve sınıf mücadelesinin akacağı farklı kanallar bulmak da önemli bir görev olarak önümüzde durmaktadır. Bu noktada tarihsel deneyimlerimizi ve son 20 yıldır güvencesizleri örgütleme çabalarımızı önemli bir avantaja çevirebiliriz. Bu pespaye rejimin en güçlü noktalarından biri de İslam’ı ideolojik olarak kendine çok iyi zırh edinebilmesiydi. Ekonomik olarak tuttuğu kesimleri bu ideolojiyle manevi olarak da kendine bağlı tuttu. Yani hem maddi hem manevi dünyada kitleleri örgütleyebildi. Ancak her iki noktada da sınırlarına gelip dayanmış durumda. AKP tabanındaki gençlerde Siyasal İslam’a mesafe artıyor. İktidarın ikiyüzlülüğü kör göze batar hale gelince gençler arasında Deizm inancı yayılıyor. Faşizm kendi tabanında bile derin ideolojik kafa karışıklığı yaşarken ideolojik mücadele her zamankinden daha anlamlı ve örgütleyici olacaktır.
ALEVİ HAREKETİNDE KRİZ Sezgin KARTAL
Tarihe Kısa Bir Bakış Aleviler, Osmanlı’dan devralınan cumhuriyeti ne kadar sahiplense de öteki olmaktan kurtulamadılar. Sistemler değişip toplu göçler yaşansa da bazı toplumlar varlığını gittikleri coğrafyalarda sürdürüyor. Kavram olarak 19. yüzyılda karşımıza çıkan “Alevilik”, bir anda ortaya çıkmadı. Yüzyıllar içinde çeşitli toplulukların yaşamı kavrama ve aralarındaki ilişkilenme biçimiyle zamanla üst kimlik haline geldi. Alevi kimliği içinde toplanan taifeler Marx’ın “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf tarihidir” tarifi ile bire bir örtüşüyor. Özellikle İslam coğrafyasında şekillenen Alevilik, zenginliğin, gücün ve zorbalığın sahipleriyle sürekli çatışma halinde oldu. Özellikle incelenmesi gereken Karmatiler’in “Madem mülk insanoğluna ait değil, Allah’ındır diyoruz. O halde biz de Allah’ın kulları olarak o malları ortaklaşa kullanma, onu kimsenin özel malı yapmama ve herkesi ondan eşit oranda yararlandırma hakkına sahibiz.”1 sözü
Aleviliğin kimyasını oluştururken aynı zamanda sınıfsal bir savaşımın da temel noktasına işaret etmektedir. Haksızlığa ve baskıya isyan bayrağını çeken Mazdekler, Babekler, Karmatiler, Babâi-Vefâi vb. topluluklar uzun süren ciddi direnişler ve yenilgilerle tarihte yer edinirken nüanslarına rağmen birleşmek tarihi zorunluluk halini aldı. Deyim yerindeyse “İslamiyet’e direnmiş, uyum sağlayamamış, yaşam koşulları çerçevesinde geleneksel değerlerinden vazgeçmek istememiş toplulukların birbiriyle entegre olduğu, Ocak / Dede eksenli, adı Alevi olmasa da Kızılbaş, Bektaşi, Âşık taifesi”ne2 dönüşmüştür. Alevi tarih yazımı bakımından önemli bir yere sahip olan XVI. Yüzyıl, ayaklanmalarla doludur. Bunların başında Şahkulu, Kalender Çelebi, Bozoklu Şeyh Celal ayaklanmaları gelir ki hepsinde yoksulluğa ve zulme “artık yeter” vardır. İsyanların örgütlenmesi yine gelecekte Alevi ismiyle anılacak toplulukların ocak ve dergahları üzerinden gerçekleşmiştir. Pirler, şeyhler ve dervişlerin toplum üzerindeki etkisi ve sistematik ilişkisi ise padişahlardan daha fazla olmuştur. 1511’de Şahkulu ayaklanması da toplumda muazzam bir karşılık bulur. Topraksız köylülerden, toprağını kaybeden çiftçilere, haksızlığa uğramış sipahilere kadar halkın yoğun katılım sağladığı, “Devlet ve iktidar bizimdir” sloganıyla örgütlenen Şahkulu isyanında da sınıfsal özellikler görürüz. Aynı zamanda İslam’ı kabullenmeyip cenneti ve cehennemi dünyada saymak gibi usçu tutum içinde olanlar Emeviler, Abbasiler ve Osmanlı İmparatorluğu’nda
63 ALEVİ HAREKETİNDE KRİZ
Her ülkede demokrasi mücadelesinin parçalarını kimliği, inancı, kültürü, cinsiyeti, emeği vd. tanınmayan ya da hakları kabul edilmeyen kesimler oluşturur. Türkiye’de demokrasi mücadelesinin önemli bileşenleri arasında şüphesiz Aleviler de yer almaktadır. Yazımız Alevi hareketinin içinde bulunduğu krizi konu alacak. Fakat Alevi hareketini ele alırken toplumun politik hattını, inanç-kültürünü ve değişim konaklarını tartışmaya katkı sağlaması açısından irdelemeye ihtiyaç var.
64 ALEVİ HAREKETİNDE KRİZ
çatışmalar sonucu kendi yaşamsal örgütlenmelerini de kurmak zorunda kalmıştır. Özellikle “16. yüzyıldan itibaren Aleviler Sünni Osmanlı toplumu içinde adeta paralel bir toplum kurmak zorunda kalmışlardı. Dahası, sadece ana toplumsal gövdeden kopmakla kalmamışlar aynı zamanda devletle ilişkilerini de neredeyse koparmışlardı. Zira Osmanlı devleti Alevileri kendi dini-politik düzeninin ana düşmanı olarak kodlamış, Yavuz Sultan Selim döneminde köklerini kazımaya kalkışmış, kısa süre sonra bunun mümkün olmadığını anlayınca gözden ırak yerlerde yaşamalarına göz yummaya başlamıştı. Ancak Osmanlı hukuk sisteminde (ki İslam hukuku yani Şeriat ve eski töre/ kanun geleneğinin özgün bir karışımı idi) Alevilik (Kızılbaşlık) meşru kabul edilmediğinden yok sayılıyordu. Bunun pratik hayatta anlamı şudur: Bir Alevi kendi inanç ve kimliği ile hukuksal bir kişiliğe sahip olmadığından, hukukun korumasının tamamen dışında kalıyordu. Yani herhangi bir kişi Alevi bir bireyin malını gasp etse veya canına kastetse, kurban Osmanlı hukuk sisteminin koruması altında olmadığından saldırgan hiçbir cezai müeyyideyle karşılaşmıyordu. Hemen anlaşılacağı üzere, Alevilerin Osmanlı dünyasındaki durumu ve hukuki konumu kötünün en kötüsüydü. Bu bakımdan gayrimüslimler çok daha iyi bir konumda idiler. Zira onlar millet sistemi içinde hukuken tanımlanmış ve temel hakları koruma altına alınmıştı.”3 Bu bağlamda tarihin tartışmasız etkileyici güçleri yenilmelerine rağmen yok olmayıp kendi yollarını açarken, Osmanlı’nın kimliksizleri Aleviler öyle yada böyle Atatürk cumhuriyetiyle “vatandaş” sayılmışlardı. Bu vatandaşlık onları dağların eteklerinden indirmeye yetmediği gibi zaman içinde inmek istediğinde yeni sistemin reflekslerinin nasıl eskinin tekrarı şeklinde çalıştığını
görmüş oldu. Fakat Alevileri cumhuriyetle buluşturan koşul sadece vatandaş kabul edilmeleri değil, yol önderlerinin Osmanlı yıkılırken Kurtuluş Savaşı’na örgütlenmeleridir. Tabi burada Aleviliğin derli toplu örgütlenmesini sağlayan ocak sistemini göz ardı etmemek gerekir. Cumhuriyetin kuruluşunda Alevilerin rol oynaması ocaklar üzerinden olmuştur. Atatürk ocakların etkisini görmüş olacak ki, 22-23 Aralık 1919 tarihinde Hacı Bektaş dergâhını ziyaret ederek Çelebi Cemalettin Efendi ile görüşür. O görüşmede Atatürk’ün yanında olan Mazhar Müfit Kansu görüşmeye ilişkin anılarında şu cümleleri sarf edecekti; “Çelebi Efendi derhal vaziyeti kavradı ve adamlarına lazım gelen talimatı vereceğini vaat etti. Paşa’nın, vaziyet ve giriştiğimiz mücadele hakkında verdiği tafsilat, Çelebi’nin nazarı dikkatini celbetti. Hatta Çelebi, daha ileri giderek, cumhuriyet taraftarlığını ihsas ettirdiyse de, Paşa, zamanı olmayan bu mühim mesele için müspet veya menfi bir cevap vermeyerek, gayet tedbirli bir suretle müzakereyi idare etti. Anlaşılıyor ki Cemalettin Efendi cumhuriyete taraftar; hele Salih Baba, hür fikirli, çok ileri bir zat.” Dergâha yapılan ziyarette gerçekleşen toplantıda Alevilerin Kurtuluş Savaşı’nda yer almaları talep edilir. Atatürk Hacı Bektaş’tan ayrılmadan dergâhın postnişini bütün Alevilere Kurtuluş Savaşı’na katılma çağrısı yapar. Cumhuriyet’in kuruluşunda birçok halk gibi etkin rol oynayan Aleviler daha sonra Osmanlı’da gördükleri politikalarla yüz yüze kalacaktı. Nitekim 30 Kasım 1925’te yürürlüğe giren Tekke ve Zaviyeler Kanunu ile Alevilere ait çok sayıda dergâh ve türbeleriyle birlikte Hacı Bektaş dergâhı da kapatılmıştır. Hatta Atatürk’ün 1919 dergâh ziyaretinde toplantıya katılan heyet içinde yer alan kimi isimler sonraki yıllarda sürgün edilmiştir. Cumhuriyet dönemi otoriterlikte
leriydiler. Devletin hiçbir olanağından, “adalet”inden vs. yararlanmadığı gibi yurttaş sayılıp kimlik verilmiyordu. Türkiye Cumhuriyeti içinde takiye yapmak zorunda kalsa da kimi haklardan faydalanma imkânı buldu. Fakat burada Osmanlı ile Türkiye Cumhuriyeti’ni birbirine benzetmemek gerekir. İkisi de “ret ve inkâr ediyor” demek eksik yaklaşım olur. Devletin sınırlarının küçülmesi, üretim ilişkilerinin topraktan sanayiye geçişi, dergâh ve ocakların kapatılması yüzyıllardır süregelen örgütlü (tarikat) yapısını değiştirmeye, bozmaya başlamıştır. Cumhuriyet, Alevilik çatısı altında birleşen toplulukları derleyip toparlayan ocak sistemini kesmek için yoğun çaba harcamıştır. Zira devletin merkezi otoritesinin hâkim olması için bu yapılanma dağıtılmak zorundaydı. Dersim dâhil birçok katliamın kodlarında bu politika yer almaktadır. Sıkça tekrarlanan “devletin bekçileri” Aleviler yakın döneme kadar kimliğini
65 ALEVİ HAREKETİNDE KRİZ
Osmanlı’ya benzerdir; diğer yandan tek din, tek mezhep, tek millet yapısı daha ön plana çıkar. Burada “eşit yurttaş, laik devlet” parolası propaganda aracı olmaktan öteye gidebilmiş değildir. Aksine TürkSünni devlet yapısı benimsenirken bütün vatandaşların bu ulus kimlik ve inanca mensup olduğu politikası izlenir. Çıkarılan tedip, tenkil, tehcir, tekke ve zaviyeler ve benzer yasa ile yaratılmak istenen Türk-Sünni devletin karakteri belirlenirken aynı zamanda katliam ve sürgünlerin yasal güvencesi oluşturulur. Genç Cumhuriyet’te umduğunu bulamayan Aleviler, Osmanlı’da mesken edinilen dağların eteklerine sır olup dönüş yapmaya mecbur kalırlar. Şimdi akla sık sorulan şu soru gelebilir; “O zaman Aleviler neden devleti ve Kemalizm’i sahiplendiler?” Bu sorunun fazlaca cevabı olabilir. Fakat en önemlilerinden birine cevabı yukarıda alıntıladığımız Rıza Yıldırım veriyor. Aleviler Osmanlı’nın kimliksiz-
66 ALEVİ HAREKETİNDE KRİZ
saklamayı yeğledi. Tarihsel birikimin öğrettiği “sır olma” Sivas ve Gazi katliamları ile anlamını yitirmişti. Her nereye giderse gitsin, kendini ne kadar saklarsa saklasın ak taş ardında karayılanı bulan ölüm Alevileri de buluyordu. Kentlere ve Avrupa’ya akın eden Aleviler kendilerine en yakın buldukları sol sosyalist mücadelenin içinde yer alarak özgüven kazandılar. Her ne kadar yükselen sınıf mücadelesini önceleyip, inanç ve kimlik sorununu geri tutsalar da bir dizi örgütlenme faaliyetlerini 60’lı yıllarda başlattılar. Devlet Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel’in “Camileri Alevilere açalım!” sözüne bir gazetede karşı çıkan “Alevilerin, camide mum söndürmeyeceklerini kim garanti edebilir?”4 yazısı Alevileri hareketlendirmede etkili oldu. Dernekler kurup etkinlikler organize ederek hızlı bir örgütlenme faaliyetine giriştiler. Kurulan her dernek kapatılsa da örgütlenme ısrarından vazgeçilmedi. Alevi hareketi kentlere yığılan Alevi toplumunun ortaya çıkan sorun ve ihtiyaçlarına çözüm üretmek zorundaydı. Özellikle camilere alınmayan cenazeler ve cem yapmanın imkânlarını yaratma zorunluluğu giderek kendini daha fazla ortaya koydu. Ve bazen satın aldıkları, çoğunlukla da işgal edilen yerlere kendi imkân ve olanaklarıyla cemevleri inşa ettiler. Avrupa’ya göç eden Aleviler Türkiye’ye göre daha hızlı örgütlenip, buradaki mücadelenin önünü açtı. Alevilerin hak talebi mücadelesi uluslararası ölçekte görünür kılınarak, Türkiye’de özgüven kazanılmasına katkı sunuldu.
Vazgeçilemez Bir Talep: Eşit Yurttaşlık! Alevi örgütlenmesinin politik parolası çok etkili oldu. Eşit yurttaşlık temelinde; cemevlerine yasal statü, zorunlu din eğitiminin kaldırılması ve Diyanet İşleri’nin
lağvedilmesi talebi son derece toparlayıcı ve sınırlarını da net çizen bir politikaydı. Buna zamanla devlet tarafından el konulan dergâh ve kutsal sayılan yerlerin iade edilmesi de eklendi. Her çıplak zor Alevi toplumuna bir şey öğrettiği gibi devlete de öğretiyordu. Devlet önceliğine şiddeti aldıkça Aleviler politikleşiyor, devletle arasına mesafe koyuyordu. Bu mesafenin önüne geçmek için kentli Alevilerin örgütlülüğünü çalıp kendi kontrolüne almayı hedefine koydu. Aleviler örgütlenecekse, cemevine gidecekse devletin gözetiminden ırak olmayacak yerler kurulmalıydı. Nitekim aileden devletin hizmetkârı olan Malatyalı İzzettin Doğan’a Cem Vakfı kurdurtuldu. Bu vakıfın Alevilerin denetim altında tutulmasının ötesinde asimilasyonunda etkili rol oynanması sağlandı. Birçok Alevi Kurumu, devletle giriştiği mücadelenin yanına bu vakfı da ekledi. Bu kurumun faaliyetleri, ortaya sürdüğü “Alevi” fikriyatı devletin zorunu aratır nitelikteydi. Sanki dünya tasavvurundan dolayı Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı zulmünü yaşamamış gibi devletin resmi ideolojisine göre bir Alevilik tanımını yaymaya çalıştılar. Bir nevi minaresiz camilerin mimarı oldular. Alevilerin yukarıda sıraladığımız taleplerinin mücadelesini veren kurumların başında da Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri (PSAKD) geliyordu. PSAKD Alevilerin gündelik ihtiyaçlarını (cenaze, lokma, cem vb.) karşılamaktan ziyade politik ve kültürel taleplerin öne çıkarıldığı sokak örgütü rolünü üstlenmişti. 2000’lere gelindiğinde Türkiye’nin AB’ye girme hayaliyle çıkardığı uyum yasalarından Alevi örgütlenmeleri de faydalandı. Hem cemevleri hem de farklı isimler adı altında örgütlenmeler hızlandı. Devlet çeşitli isimler adı altında kurulan cemevleri ve kurumları engelleyemediğini anladığında yapısında değişimi zorladı. Bilhassa sol sosyalist güçler ve Kürt hareketiyle
Alevi Hareketi Çözülüyor mu? Bugün Türkiye’de Alevi toplumunu sokağa çıkaran ve “temsiliyetini” üstlenen üç kurum (PSAKD, HBVAKV ve AKD) bir de çatı örgütü (ABF) var. Bu kurumların her birinin farklı özellikleri ve edindikleri misyonlar var. PSAKD (Pir Sultan Abdal Kültür Derneği), Alevilerin taleplerini politikleştiren, sokağı etkin kullanan hareketin motor gücü rolündedir. HBVAKV (Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı), daha çok hizmete ağırlık
veren, cemevi faaliyetini önceleyen bir kurumdur. AKD (Alevi Kültür Dernekleri), Alevi hareketi içinde en çok şube ve cemevine sahiptir. Mevcut genel başkanı (D. Demir) sayesinde devletle ilişkileri son derece gelişkindir. Hatta öyle ki devletin koruma polisi ve trafikte geçiş üstünlüğüne sahip araç tahsis ettiği, Davutoğlu, Soylu ve bakanlarla özel ilişkisi açık olan bir isimdir. Gezi isyanı, 6-7 Ekim Kobani direnişi ve Suriye savaşı Alevileri de fazlasıyla etkiledi. Alevi kurumları bu dönemlerde sokak hareketliliğinden doğan politik hattın gerisinde kaldı. Doğal olarak Alevi kitlesi yönünü cemevlerine değil AKP ile mücadeleyi yükselten politik hatta döndü. Kaldı ki Alevi hareketi (cemevleri) politika üretmede yetersiz kaldı. Ne kentlerde çözülen inanç sistemine çare oldu ne de yeniyi sağlıklı inşa edebildi. Üstüne AKP’nin despotik faşizan yanıyla karşılaşınca bocalamaya başladı. Asıl kırılma Türkiye’nin içine girdiği yeni politik atmosferde, 2015’in ikinci yarısında oldu. Sürekli patlayan bombalar, tekrarlanan seçimler ve üzerine gelen 15 Temmuz darbe girişimi… Son üç yılda yaşananlar Alevi hareketini inanılmaz ölçüde yıpratarak örgütlülüğünü deforme etti. Hareket kendini toparlayıp önünü açmak yerine ivmenin düşmesine engel olmadı. Kurumların yönetimlerine seçilenler politika üretmek yerine günü geçiştirmeyi, süreci zararsız atlatmayı tercih ettiler. Bu aynı zamanda kurumların içinin boşalmasının da önünü açtı. Darbe girişimi sonrası sokağı yasaklayan, örgütlülüğü engelleyen OHAL kanunları Alevi kurumlarına da yansıdı. AKP tekçilik ve tasfiye adına ne yapıyorsa Alevi kurumları da kendi içinde onu yapmaya çalıştı. Kurumları tekelinde tutmaktan, kayyum atamaya değin her türlü anti demokratik uygulamayı hayata geçirdiler.
67 ALEVİ HAREKETİNDE KRİZ
mesafeli durduğu sürece örgütlenmelere göz yumabilirdi. Böylece cemevlerinde yükselen parola “burada siyaset konuşulmaz” oldu. Aslında siyasetin alası yapılırdı yapılmasına da, bu kapının devrimcilere kapatılması için üretilen bir argümandı. Nitekim başarısız olduklarını söyleyemeyiz. Sol sosyalistlerin olmadığı ya da sınırlandırıldığı cemevi ve kurumlar CHP’nin bürolarına dönüştürüldü. Yöneticileri bürokratlaşıp toplumun örgütlenmesini öncelemediler. Belediyelerden tutalım milletvekilliğine değin kişisel ikballer öncelik halini alırken, sokak mücadelesini bırakmayan kurumlar taleplerin görünür olması için muazzam emek harcadılar. Bilhassa İstanbul’da yüzbinlerin katıldığı mitingler herşeyden önce Alevi toplumuna özgüven kazandırmış, kimliğini açıkça ifade etmesinin önünü açmıştı. Ancak hareket, mücadeleyi geliştirse de hem Alevi toplumu hem de örgütlülüğünü çözecek gelişmeler karşısında politika üretememiştir. Gelinen aşamada camiler kadar olmasa da her geçen gün sayıları kontrolsüzce artan cemevlerinde “nasıl bir Alevilik” öğretildiği, kimin hâkim olduğu bilinmez halde. Bazı cemevlerinin (Cem Vakfı’na ait olmayanlar da dahil) asimilasyon yuvalarına döndüğü bilinmekte. Alevi örgütlerinin merkezlerinde oluşan otoriter yapılar, toplumla ast üst ilişkisi geliştirmekteler.
Roller Değişti
68 ALEVİ HAREKETİNDE KRİZ
Darbe öncesi birkaç ilde Gülen Cemaati ile Cem Vakfı’nın (İzzettin Doğan) temelini attığı Cami-Cemevi projesinin Erdoğan-Gülen kavgasıyla son bulması devletin İzzettin Doğan’la çalışmasını da sınırlandırdı. Devlet kendine yeni İzzettin Doğan’lar bulmalıydı ki AKD (ve başkanı) Hızır gibi yetişti. AKD başkanı, devletle geliştirdiği ilişkiyi saklamayan hatta bunu meşru görüp savunan biridir. Şuan PSAKD, HBVAKV ve ABF yönetimlerinin oluşmasında bu kişinin yoğun çabaları vardır. Bunu rahatlıkla devletin (ve AKP’nin) hanesine yazabiliriz. AKP, Alevilerin sokak mücadelesini benimseyen örgütlülüğünü pasifize etmek için ciddi hamleler yapıyor. 2018 yılı içerisinde çok sayıda girişimleri oldu. Bunlar bakanlar düzeyinde ziyaretler, maddi yardımlar, çalıştaylar, konferans ve etkinlikler şeklinde gerçekleşti. Özellikle ziyaretler Alevi hareketinde uzun yıllar mücadele etmiş, sola yakın duran kimi kurum ve dedelere yapılarak ciddi tartışmaların açılmasına neden oldu. Devlet, hareketi düşürmek için en üst düzeyden “satın alma”yı hedeflemektedir. Bu gerçekleşmese bile yaptığı hamleler, hareketin iç tartışma ve gerilimlerini hararetlendirmiştir. Üstüne bir çete liderinin cemevi ziyareti, tartışmaların tuzu biberi olmuştur. Devlet, Alevi hareketinin ortasına küçük dokunuşlar yaptı ve burada dağınıklığın yarattığı tartışmaları gördü. Hazır böyle bir fırsat yakalamışken hareket kendini toparlamadan sonuç almak için bu çizgiyi sürdürecektir. Alevi hareketinde gözden kaçırılmaması gereken önemli bir nokta: Dün uğruna mücadele edilen cemevleri güç ve nüfuz sahibi oldu, bugün kendini hareketin üzerinde görüyor. Bir nevi güç zehirlenmesi yaşıyorlar. Bu durumu aşamadığı
oranda da bölünme ve tasfiyelerin kaçınılmaz olduğunu not düşmek lazım. Tam da devletin istediği gibi; birlikte, yekpare duran bir Alevi hareketi değil; dağınık, belediyelerin kırıntılarına tamah edecek, her biri kendi iktidar adacıklarını kurmuş cemevleri! Bugün Alevi hareketinde yaşanan krizin temelleri 1925’li yıllarda tekke ve zaviyeler yasasıyla yüzyılları bulan Alevi örgütlenmesinin ana unsurlarını yasaklayarak atıldı. Geçmişin öğrettiği değerler ve yaşama biçimi günümüze değin belli ölçülerde kendini muhafaza etti. Fakat dergâh ve ocaklarda yetişen dede, mürşid ve pirleri fikren besleyen, denetleyen örgütlülüğü ciddi zarar görmüş oldu. Bugün kurumları dâhil olmak üzere Alevilere Yol önderliği yapan kişileri denetleyen, sorgulayan (Dar’a çeken) bir mekanizma yok. Ve şimdi bu organizma kendini bütünün üzerinde görüyor, toplumun da biat etmesini bekliyor. Kentlerde çözülen Aleviliğe bugün demokratik kurumlarını da eklemeliyiz. Bu çözülüşü durdurmaktan öte, kendi içinde mücadeleyi esas alan, Osmanlı’nın hiçbir padişahına kılıcını çekmekten çekinmemiş, devrimci, Kızılbaş özünü öne çıkarmak gibi bir görev ve sorumlulukla karşı karşıya olduğunu görmek gerekir. Dün mücadelenin ağırlığı düzene karşı verilirken bugün kendi içindeki düşkünleşmeye fazlasıyla yönelmek durumunda. Son söz yok olmamanın anahtarı Pir Sultan Abdal’ın; “Bin kez budadılar. Yine çiçekteyiz işte, Yine meyvedeyiz…” 1) Hamdan Karmat 2) Kimlik Mücadelesinde Alevilik-Erdoğan Aydın syf 134 3) www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2018/11/22/ riza-yildirim-geleneksel-aleviliki-anlatti-alevilerkemalizm-ve-sosyalizm-icinde-asimile-oldular/ 4) Alevi Örgütlenmeleri ve Alevi Kimliği-Lütfü Kaleli
ÜNİVERSİTENİN YOL KAVŞAĞI: KAVRAMSAL VE KURUMSAL KRİZ SÖYLEŞİ Emre Tansu KETEN
Toplumsal düşünüşün temel yapı taşı olan üniversiteler uzun zamandır sermayenin gereklerine uygun olarak sanayileştirilmiş üniversiteler halini aldı. Bir giriş olması açısından, bu sürece nasıl geçildi? Üniversitelerin piyasalaşması meselesinin yalnızca Türkiye için değil uluslararası anlamda bir geçmişi var. Üniversiteleri, kabaca, Amerikan üniversite modeli ve Avrupa üniversite modeli diye ikiye ayırabiliriz. Avrupa üniversiteleri sosyal bilimlerin daha ağırlıklı olduğu, teorinin önem taşıdığı, toplumsal sorunlara yaklaşması beklenen, ‘Aydınlanma’ ürünleridir. Bu aydınlanmanın fikirsel taşıyıcılığını üniversiteler yapar. Ama Amerikan modeli çoğunlukla ampirik, pratik odaklı, “işe yarar” bilgiler üzerine kuruludur. Her şey kısa odaklı projeler ya da şirketler içindir. Bir projecilik aslında Amerikan üniversite modeli sistemi. Dünyada bu model daha çok tutmaya, daha çok uygulanmaya başlamıştı. Avrupa Birliği de bunun için
Bologna Süreci başlattı mesela yirmi sene önce. Bunun amacı da çok netti aslında. Kar eden üniversite, karlılık düşünen üniversite, toplumsal sorunları, felsefi sorunları, sosyal bilimlerin dertlerini çok da umursamayan, daha proje odaklı üniversite tahayyülü oluştu. Avrupa modeli üniversitelerin yaygın olduğu yerlerde de giderek -hele de Bologna sürecinin başlamasından bugüne- bu modele doğru daha fazla geçildi diyebiliriz. Türkiye’ye yansımalarının bu tarihten epey önce başladığını biliyoruz. Bologna süreci Türkiye’ye de geldi tabii ki. Ama tam anlamıyla işledi diyemeyiz. Burada üniversitenin piyasalaşması kendi mecrasında aktı biraz. İlk önce özel üniversitelerin sayısının katlanarak büyümesiyle, bunların birçoğunun diploma fabrikası halini almasıyla. Sonrasında ise köklü devlet üniversitelerinde teknokentler kurulması ve sanayi-üniversite işbirliği anlaşmalarının yapılmasıyla.
69 ÜNİVERSİTENİN YOL KAVŞAĞI: KAVRAMSAL VE KURUMSAL KRİZ
Dünyada bir yandan neoliberal ekonomi politikalarının eğitim sistemleri üzerindeki etkisiyle birlikte bilimsel düşüncenin gelişmesi için üniversitelerin gerekli olup olmadığı tartışılırken diğer yandan siyasal otoriterleşmenin akademi ve akademi dışındaki araştırmalara yönelik saldırısı artıyor. Üniversiteler egemen ideolojiyle uyumlu akademisyenlere muazzam imkanlar sunarken eleştirel yaklaşıma sahip olan bilim insanlarını üniversitenin dışına itiyor. Gündelik hayatın bile dışına atma çabasının yoğun olarak yaşandığı ülkemizde bu akademisyenlerden biriyle, Emre Tansu Keten’le buluştuk. Emre Tansu Keten, Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde araştırma görevlisiyken KHK ile ihraç edildi.
70 ÜNİVERSİTENİN YOL KAVŞAĞI: KAVRAMSAL VE KURUMSAL KRİZ
Özellikle teknik üniversitelerde… Evet, teknik üniversitelerde özellikle. Direkt şirketlerle… Örneğin Arçelik para yatırıyor, üniversite Arçelik’e özel araştırma yapıyor. Bu araştırma biçimi çok yaygınlaştı. Buna ek olarak Amerikan modeli üniversitenin yaygınlaşmasını özel üniversitelerde çok iyi görebiliyoruz mesela. Özel üniversiteler için kart basma zorunluluğu, makale yazma zorunluluğu veya öğrenciyi yani aslında müşteriyi memnun etme zorunluluğundan bahsediyoruz. Projeler üzerinden sanayi ile işbirliği yapma buralarda daha çok gerçekleşiyor. Üniversitelerin ders programlarına baktığımızda bile nasıl karlılık üzerinden hareket edildiğini görebiliriz. Veya her yılın haziran ayında yayınladıkları reklamlara bakalım. Hepsi iş bulmak, daha iyi bir iş bulmak, en hızlı biçimde daha iyi bir iş bulmak üzerine kurulu reklamlar. Yani öğrencinin varlığını kariyer üzerinden düşünüyor sadece. “Sen boş bir Tabula Rassa’sın ve kariyerinle her şeyi önüne koyman lazım. Biz burada sana her şeyi vereceğiz. Ve çok işe yarar bir insan olarak piyasaya çıkacaksın.” diyor ama burada üniversiteyi üniversite yapan eleştirel bilgi üretme vasfı bir şekilde yok oluyor, sadece karlılık için üretim yapan bir üniversite kalıyor. İkincisi de entelektüel emeğin proleterleşmesi diye bir şey var. Aslı Vatansever ve Meral Gezici Yalçın’ın önemli bir çalışması vardır, “Ne Ders Olsa Veririz” başlıklı. Kitapta ‘hoca’lığın değişimini çok iyi anlatıyorlar. Eskiden hocanın öğrenciyle ilişkisinde merkezi bir konumu ve usta-çırak yaklaşımı vardı. Bu elbette eleştirilmeli ve alternatif pedagoji düşünülmeli. Ama eskinin daha geleneksel hoca profili değişiyor. Artık sabah okula girerken kart basıyor, derse girerken kart basıyor, çıkarken kart basıyor, haftanın beş günü sabah sekizden beşe kadar mesai yapıyor. Koca profesörler mesela meydanlarda üniversite tanıtım
stantlarına gidip üniversiteye öğrenci avlamaya çalışıyor. İşte ‘hoca’ dediğimiz şey böyle böyle proleterleşiyor. Entelektüel emeğin ayrıksı bir vasfı kalmamaya başlıyor. Entelektüel emek aslında bir meta haline gelmeye başlıyor. Profesör metasını satıyor ve öğrencisine bağlı olmak zorunda. Çünkü parasını öğrenci veriyor. Burada hocalar ve öğrencilerden bahsetmişken üniversitelerin ikili niteliğine de vurgu yapmak gerekiyor. Yani eğitimin ilk aşamalarında öğrencilerin sisteme uyum sürecini kolaylaştırma işlevi varken üniversiteler sistemle bu bağı güçlendirme ve bu sistemi aksatmayacak işçiler yaratma üzerine kurulu. Yani sanki sadece bir kurum. Ama diğer yandan da bir sivil toplum alanı. Çünkü öğrenciler, akademisyenler ve üniversite personelleri var. Toplumsal değişim dinamiklerinden biri olan öğrenci hareketi üniversitelerden doğuyor. Bu yönüyle beraber başka birçok kurumda olmayan toplumsal yaşama dair tartışmalar var. Bir yandan en güçlü ideolojik aygıtlardan biriyken diğer yandan iktidardan ve kapitalizmden bağımsız olma derdi ve iddiasını nasıl bir ilişki içinde ele almak lazım? Üniversiteler devletin ideolojik bir kurumudur. Başka başka sıfatlar yüklememek gerekiyor. Devlet kuruyorsa kendi ideolojik aygıtı olarak kuruyor ve orda kendi ideolojisine yönelik eğitim-öğretim veriyor. İnsanları bir şekilde ideolojik olarak şekillendirmeye çalışıyor. Ama elbette bir yandan bu ideolojik etkiyi güçlendirmeye çalışırken tam tersine solun güçlendiği zamanlar da oluyor. Örneğin özellikle 60’lar ve 70’lerde öğrenci sayısının kitleselleşmeye başladığı dönemlerde üniversiteler egemenlerin kurmak istediğinin tam tersi kurumlar haline geldi. Dediğin gibi böyle bir kamusal alan olarak üniversite aslında politikleşmeyi ve egemen ideolojinin gösterdiği istikametin tam tersine
Üniversiteyi nasıl ve nerden savunmak gerektiği meselesi özellikle ihraçlar sonrasında çok tartışılıyordu. Tamam, üniversiteden atıldık. Peki şimdi yeni akademiler yaratarak dışarısı için mi mücadele etmeliyiz yoksa bir yandan o üniversitelere dönme mücadelesi verip bir yandan oraları dönüştürmeye devam mı etmeliyiz? Bir etkinlikte ihraç edilen akademisyenlerden biri “Bizim daha önce içerisi-dışarısı diye tartışmalarımız yoktu. Hepimiz o üniversiteler içindeydik ve oraları dönüştürmeye
çalışıyorduk. Şimdi yine orda olmalıyız çünkü öğrencilerimiz hala o üniversitedeler” demişti. Biz üniversiteden atıldık ama üniversitenin dışında oluşturulan dayanışma akademileri, özgür akademiler üniversiteden çok bağımsız dememek gerekiyor bence. Bu akademileri üniversitelere dönmenin bir aracı olarak kullanmak gerekiyor. Akademi kamuda yapılır. Çünkü kamusal ve kamu için bir faaliyettir. Bunu sonuna kadar savunmak gerekiyor. İdari özerklik tartışmalı bir konu olsa da bilimsel özerkliği sonuna kadar sahiplenmek gerekiyor. Bu politik de bir tavır aslında. Yani bilimsel özerkliği savunmak üniversiteyi kutsal bir mekanmış gibi ele almak anlamına gelmiyor. Üniversitenin o bağımsız, kamucu tarafını savunmak halkın yararına olan bir şey. Ezilenler açısından üniversitelere dair tartışmalar sürerken egemenler de burayı asla ihmal etmiyor. Tüm iktidarların baskısının en yoğun yaşandığı alanlardan biri olan üniversitelere bu dönemdeki saldırı neden bu kadar yoğun ve kitlesel bir biçimde gerçekleşti? Günümüzü 1980’le kıyaslayabiliriz, 1402’liklerle. 12 Eylül top-
71 ÜNİVERSİTENİN YOL KAVŞAĞI: KAVRAMSAL VE KURUMSAL KRİZ
gitmenin ‘tehlikesi’ni barındıran bir yer. Ki 68’de böyle oldu. Üniversiteler ezilenler açısından avantajlı kurumlar yani. Egemenler de bunun farkında. Bunun farkında olmayarak da, tamamen saf bir ideoloji koyduklarında da ona üniversite diyemezler zaten. Şimdi medya nasıl? “Medya: dördüncü kuvvet” diye liberal bir tez var. Neden medya tarafsız ve bağımsız gözükmek zorunda? Sözü değerli olsun diye. Mesela şu an Sabah’ı kimse okumuyor. Doğan Medya satılmadan önce daha etkiliydi çünkü en azından bağımsız gözüküyordu ama AKP’yi savunuyordu. İşte üniversitenin de böyle bir rolü var. Üniversitenin sözünün dikkate alınması için bağımsız, özerk görünmesi gerekiyor. İdeale yakın bir üniversite anlayışına gelirsek de bunun sorumluluğu var. Mesela Onur Hamzaoğlu hocanın Kocaeli’de yaptığı araştırma Dilovası halkının zehirlendiğini ortaya çıkardı. İşte bu bilimin görevi. İnsanların yaşadığı tehlikeleri ortaya çıkarmak bilimin görevi. Ve bunu sen ancak kamu kaynaklarıyla yapabilirsin. Yani Kocaeli Üniversitesi’nin Onur Hamzaoğlu’na verdiği kaynaklar olmasa Onur Hoca bu araştırmaları yapamayacaktı. Boş vakit olmasa, maaş almasa, bunları yapamayacaktı. İşte, her şeyden öte, üniversitenin bu kamucu tarafını sahiplenmek gerekiyor.
72 ÜNİVERSİTENİN YOL KAVŞAĞI: KAVRAMSAL VE KURUMSAL KRİZ
lumsal bir projeydi, AKP bunu çok iyi devam ettiriyor. Ama 80 projesi, dönemi açısından yine de kısmi kaldı. 12 Eylül’de darbecilerin üniversiteye dair projeksiyonu neydi? Türk dili dersi koydular, İnkılap dersi koydular, üniversiteyi sağa çektiler ve solcuları temizlediler. Mesela o dönem Aydınlar Ocağı sağcıların üniversite örgütlenmesi gibidir. Sağcıların Aydınlar Ocağı’nın referansıyla doçent-profesör olduğu bir dönemdir. Sonrasında YÖK kuruldu, özel üniversiteler açıldı, Doğramacı dönemi yaşandı falan ama yine de o mayayı tam bozamadılar ve 80’lerin sonunda öğrenci hareketi yeniden ortaya çıktı, tıpkı işçi hareketi gibi. 2000’lerin başına geldiğimizde solun etkisi yeniden
ve solcu akademisyenlerin daha görünür olduğu, daha çok ürettiği, üniversitenin yüzü olduğu bir dönemde bu insanları atarak üniversiteyi ele geçirmeye çalıştı. Ama istemediği ‘unsur’ları atarak istediği kurumları yaratamaz. Mesela medyayı ele geçirdi. Ama medya diye bir şey kalmadı. Şöyle bir fark var. Sen bir medya alanını ele geçirirsin ama o medya olarak kalmaya devam eder. Ama kendi yazarlarınla, kendi gazeteciliğinle. Ama bunların ele geçirdikleri yerde ellerinde medya kalmıyor. Aynı şekilde üniversiteyi de polisiye yöntemlerle devlet gücüyle ele geçirmeye çalışıyor. Çünkü bilimsel olarak tartışabilecek, solcuları zorlayıp iyi işler yapabilecek kadroları yok. Başarısızlar akademik
Sadece üniversiteler saldırıya uğramadı elbette, kültürel hakimiyetini kurmak istediği her yer bu saldırıdan payını aldı. Sol düşüncelerin hakim olduğu ve solcu akademisyenlerin daha görünür olduğu, daha çok ürettiği, üniversitenin yüzü olduğu bir dönemde bu insanları atarak üniversiteyi ele geçirmeye çalıştı. Ama istemediği ‘unsur’ları atarak istediği kurumları yaratamaz. güçlendi üniversitelerde. Hatta üniversitelerde solun etkisi AKP’nin toptan saldırısına kadar hissedilir düzeydeydi. Zaten ‘o’nun dert ettiği o sol. AKP’nin şu an yaptığı büyük bir dönüşüm projesi, büyük bir ideolojik proje. Bu kadar insanı üniversiteden atmak! Çünkü üniversiteye dair yeni bir şey kuruyor kendine ve bu şey de kültürel iktidar alanı. Medyayı nasıl ele geçirdiyse üniversiteyi de öyle görüyor, tiyatroyu da öyle görüyor, sinemayı da öyle görüyor. Bu aslında tek bir yerden yönetilen, tek amaçla yapılan bir yıkım gibi. Sadece üniversiteler saldırıya uğramadı elbette, kültürel hakimiyetini kurmak istediği her yer bu saldırıdan payını aldı. Sol düşüncelerin hakim olduğu
olarak, medyada olduğu gibi, sinemada olduğu gibi. Elinde kalan şey üniversite değil. Elinde kalan sadece partinin “akademisyen kolları”ndan AKP üyelerinin çalıştığı devlet daireleri. En azından sol değerlerin aktarılmadığı hocaların olmadığından eminler. Bu onlar için yeterli… Tabi tabi, eğitim bir şekilde devam etsin, üniversite tabelaları oldukları yerde dursun, gençler diploma almaya devam etsin diye bakıyorlar yalnızca. Geçen diyor ya “Niye en iyi 500 üniversite arasında Türkiye’den üniversite yok?” diye. Cevabı baştan belli bir soru aslında. Çünkü, başarılı bir üniversite başarılı olmaya devam
Neo-liberalizm, kapitalizmin yaşadığı bir krizden, onun yeni bir yöntemi olarak doğmuştu. Ve kendini belki de en bariz şekilde gösterdiği yerlerden biri üniversite olmuştu. Kapitalizmdeki değişimle uyumlu olarak önce kendisini kamudan tamamen ayırmaya başlıyor, sonra şirketleşiyor. Kapitalist kriz mutlaka toplumsal bütün alanları dönüştürüyor. Şimdi kapitalizmin yeni krizlerine gebe olduğu bugünlerde, bu krizin akademideki krizi tetikleyecek yönleri nasıl olur? Öncelikle Türkiye için ekonomik krize nasıl karşılık vereceklerini gördük. Kamusal harcamaların hepsini kısmak, milletin kursağından almak, vergileri artırmak… Kamusal giderlerin en çok kısılacağı yerlerden biri de üniversiteler olacak. Mesela
bir süredir 657 sayılı kamu emekçilerini bağlayan yasanın değiştirilmesi meselesi konuşuluyor. 657’nin içeriğinin değiştirilmesi yani güvenceli memurluğun ortadan kaldırılması gündemi var. Akademisyenler yalnızca 657’ye tabi değil, onları bağlayan bir dizi başka madde daha var. Çünkü üniversite çalışanı memur olmamalı. Memur, emir alan demektir. Ama akademisyenler 657 maddesi ile bağlanınca bu seni disiplin soruşturmasına da açık hale getiriyor. Normalde devlet üniversitelerinde çalışma ortamı dünya üniversitelerine göre Türkiye’de çok daha iyiydi. Kütüphane izni gibi hakları vardı akademisyenlerin. Şimdi bunlara göz dikiyorlar. 657’yi çok güvencesiz bir hale getirerek seni işten atabilir. Yazdığın makaleden de atabilir. Ben şimdi diyelim üniversitede çalışıyorum ve AKP medyası ile Sabah gazetesi üzerine makale yazacağım. Yazamam, atılırım çünkü. Bir güvencem olmayacak! Yani üniversitede çalışan emekçiyi, eğitim emekçilerini parayla ‘terbiye edecek’ bir yöntem. Krizi de bahane edip 657 ile bütün güvenceleri ortadan kaldırarak hem kamu harcamalarını kısabilir hem de üniversiteyi kontrol etme noktasında çok işine yarayacak bir şey. Yine krizle beraber akademisyenler işsiz kalabilir. Özellikle özel üniversitelerde. Birileri işten çıkarılacaksa kimlerin çıkarılacağı bellidir şu dönemde. Ya da sokak aralarına kadar açılan bir sürü özel üniversite batabilir. Türkiye’deki ekonomik krizin dışında dünya genelinde de üniversitenin krizinden bahsedebiliriz. Üniversiteler kavramsal olarak da kurumsal olarak da kriz içinde. Üniversitenin üniversite olmasını tehdit eden bir kriz aslında bu. Üniversite dediğimiz şey bir yol kavşağında şu an. Kavramsal anlamıyla yaşayacak mı yani eleştirel düşünce ve toplumsal çıkarların öncelendiği üretim yaşamaya devam mı edecek yoksa üniversite başka bir şeye dönüşüp bir aparat haline mi gelecek? Böyle ciddi bir kriz
73 ÜNİVERSİTENİN YOL KAVŞAĞI: KAVRAMSAL VE KURUMSAL KRİZ
etsin ama ben ona ufak dokunuşlarla, kendi kadrolarımı araya serpiştirerek üniversitelerde uzun vadede güçlenmeye çalışayım gibi bir düşüncesi yok. Yeter ki benim siyasi amaçlarım gerçekleşsin, ben kültürel iktidar mücadelesini devlet eliyle sürdüreyim, onları susturayım üniversite bitiyorsa bitsin” Başarısızlık umurlarında değil. İhraçlar da tamamen bunla ilgili. Barış için akademisyenler bildirisi çok değerli bir bildiri, değerli bir müdahale o dönem. Ama biz öyle bir metne imza atıp rastgele atılmadık. Biz zaten başka bir akademik tahayyülü taşımaya veya yaratmaya çalışıyorduk. Demin bahsettiğim kamucu, toplumun çıkarlarını ön plana koyan, eleştirel bilgi üreten bir üniversite. Bizim akademiden-üniversiteden anladığımız bu ve bunu hakim kılmaya çalışıyoruz. İhraçlar, bu tahayyülü üniversiteden koparıp atmaya çalışan bir hamle oldu. Yani sonuç itibariyle imza olmasa, başka bir bahaneyle biz yine atılırdık. Çünkü bizleri istemiyor. Solun, eleştirel düşüncenin üniversitelerdeki gücünü kırmak istiyor.
74 ÜNİVERSİTENİN YOL KAVŞAĞI: KAVRAMSAL VE KURUMSAL KRİZ
noktasında üniversite. Üniversite demek toplum için bilgi üretme faaliyeti demektir. Toplum için bilgi üretmeyen üniversite kavramsal bir kriz yaşıyor demektir. Çünkü öz ile biçim uymuyor burada. Başka bir aparat haline geliyor. Üniversitenin hali hazırda var olan krizi dünyadaki başka krizlerle de birleşerek “üniversite” adını hak etmeyen bir yere doğru gidiyor. Tabii ki bu gidişatı belirleyecek olan, tıpkı diğer tüm siyasal ve toplumsal başlıklarda olduğu gibi, işçi sınıfının mücadelesi olacak. Fransa’da ortaya çıkan Sarı Yelekliler gibi, neo-liberal tiranlıklara yönelik başkaldırılar, neo-liberalizmin üniversite üzerindeki saldırılarına da bir cevap olmak zorunda kalacak.
YIKIM ÇAĞINDA SANAT VE KÜLTÜRLE KENDI YOLUMUZU BULMAK Zeynep KORU
Dünyanın yeniden sancılı, gerilimli, zorlu ve kaotik bir döneminin yaşandığı günlerden geçiyoruz. Neo liberalizmin iflasıyla birlikte çıkış yolu bulamayan kapitalizmin krizi derinleşiyor. Yapısal değişim ve dönüşüm gücünü sergileyemeyen bir sistemin krizi var önümüzde. Eski güçler dengesinin sarsıldığını ve yıprandığını, yenisinin kurulamadığını görüyoruz. Küresel güç merkezleri arasında rekabetin kızışması, ticaret savaşları, içe kapanma, ırkçılığın yükselişi tüm dünyada yaşanıyor. Burjuva demokratik iktidarlar faşist, baskıcı, totaliter rejimlere doğru gidiyor. Eşitsizlik derinleşiyor, istikrarsızlık egemen oluyor, gerilimler ve çatışmalar hemen hemen her yerde yaşanıyor. Ekolojik yıkımın sonuçları şimdiden pek çok felaketin yaşanmasına sebep oluyor. Fransız iktisatçı Michel Beaud “eşitsizliğin aşırılaştığı bir dönem” vurgusu yaparak insanlığın artık üçe ayrıldığını söylüyor: “Oligarşiler, lüks ve bolluk içinde yaşayanlar ve asgari ihtiyaçlarını karşılayamaz durumdaki geniş nüfus kitlesi.” Beaud, artık kapitalizmin 500 yıllık tarihinin sonuna geldiğine işaret ederek insanlığın önünde
iki ana yol olduğu belirtiyor: “Karanlık, yıkıcı, otoriter gidiş ya da doğayla uyumlu bir insan toplumu yaratmak.” Yani “Ya sosyalizm ya ölüm” gerçekliği kendisini bir kez daha yakıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Kapitalizm ve onun siyasi ideolojik temeli olan liberal demokrasi, 2000’li yılların başından itibaren yıpranmaya başladı; 2008 yılında açığa çıkan ve şimdi daha da derinleşen ekonomik krizi ile yıkılış sürecine girdi. Kriz karşısında çözümsüz kalan egemenler, 2010’larda yükselen halk ayaklanmalarının yarattığı tehditlerin etkisiyle dünya genelinde otoriterleşmeyi derinleştiriyor. Emekçi kesimlerde biriken öfkenin sistemi tehdit edecek noktaya taşınmaması için onları kendi içlerinde birbirleriyle rekabet haline sokmaya çalışıp tepkilerinin yönünü değiştiriyor. Emekçiler arasında eşitsizlik ve farklılık (eğitimli-eğitimsiz, güvenceli-güvencesiz gibi) keskinleştiriliyor. İşçilerin, sorunlarının kaynağını bu farklılıklarda ya da dışarıda, dış düşmanda görmesi sağlanmaya çalışılıyor. 3. Havalimanı işçilerine yönelik saldırıdan biliyoruz ki en ufak sınıfsal tepki şiddetle bastırılıyor, eylemlerin içeriği yapay söylemlerle boşa düşürülmeye çalışılıyor. Ezilenlerin sınıf örgütleriyle buluşmasının engellenmesi için her türlü baskı mekanizması devreye sokuluyor. Krizin kalıcılaşması, çatışmalar, hukuksuzluk ve şiddet birbirini besliyor,
YIKIM ÇAĞINDA SANAT VE KÜLTÜRLE KENDI YOLUMUZU BULMAK
“Puslu havalarda bilginin toplumsal kılınabilmesi için edebiyatın, sanatın, filmin, yaşayan kültürün birer bilgi alanı sunduğunu keşfetmek mümkün olabilir…” Tül Akbal
75
76 YIKIM ÇAĞINDA SANAT VE KÜLTÜRLE KENDI YOLUMUZU BULMAK
yeniden üretiyor. Siyasal alandaki açmazı ayrıca belirtmek gerekirse, parlamenter sistemin geldiği noktayı her seçim döneminde deneyimliyoruz. Ergin Yıldızoğlu, Faşizmi Düşünmek adlı yazısında “Faşizmin, kapitalizmin bugünkü ‘durumunun’ içinde yeniden yükselmeye başladığını, ancak, 1930’lardakine benzer bir ‘görüntü’ sunmayabileceğini” ifade ediyor. Yıldızoğlu yazısında muhalefetin susturulması için artık sadece fiziki şiddet kullanılmadığını ifade ederken, saldırıların günümüze özgü yanını, kapsamını ve genişliğini şu cümlelerle ortaya koyuyor: “Muhalefetin kendini ifade etme olanaklarının, hatta yaşama alanlarının yok edilmesi yeter. Aynı yöntem parlamenter sistem için de geçerlidir. Parlamenter sistemin ortadan kaldırılması, partinin devletin yerine geçmesi gerekmez. Güçler ayrılığının, seçimlerin ve parlamentonun işlevsizleşmesi, idari ve ekonomik kararların, yasa yapma pratiğinin bir merkezde birleşmesi yeterlidir.” Meclis’in nasıl çalışmaz kılındığını, yasama erkinin her geçen gün nasıl sınırlandırıldığını yaşıyor, görüyor ve tanık oluyoruz. Belirsizlik, kaos ve derinleşen ekonomik kriz, toplumsal değerlerde de büyük bir aşınmamın yaşanmasına yol açıyor. İnsanlığın değerlerini belirleyen, değiştiren, dönüştüren, etkileşen üretim sistemi çok hızlı değişiyor. Bir yanda devasa boyutta bilimsel ve teknolojik gelişmeler oluyor, üretim sistemi, üretici güçler akıl almaz süratte değişiyor, öte yanda toplumsal yapı, yaşantılar, akıl ve düşünüş bu hızda ilerlemiyor, değişmiyor. Gelecek 20 ya da 30 yıl sonra üretim sistemi nasıl olacak, üretici güçler ne konuma gelecek, kimse tahminden öteye belirgin bir şey söyleyemiyor. Eski değerlerin yaslandığı toprak kayıyor ama yeni değerlerin oluşumuna yol açacak zemin oturtulamıyor. ****
Siyasal, ekonomik, toplumsal olarak yaşanan bu kaos halindeki belirsizlik atmosferi, entelektüel ortam açısından da zor ve karmaşık bir dönemin yaşanmasına neden oluyor. İktidarın güdümünde olmayan sanatçılar, düşünürler, aydınlar açısından baskı, kuşatma, ezme, ötekileştirme, itibarsızlaştırma ve yaşam alanlarının yok edilmesi had safhada yaşanıyor. Resmi sanat kurumlarına çekidüzen veriliyor, eski kadrolar tasfiye ediliyor. Muhalif pek çok sanatçı açlıkla sınanıyor, işinden ediliyor. Sanat eserleri, repertuarları gözden geçirilip, sansür uygulanıyor. Devlet Tiyatroları’nda sahnelenen eserlere müdahale ediliyor, yasaklanıyor. Barış için imza atan ve açıklamalarda bulunan sanatçı, akademisyen ve aydınlar hedef alınıyor, susturulmaya çalışılıyor, tehdit ediliyor. Olağanüstü Hal bahane edilerek eğitim ve sanat kurumları kapatılıyor, KHK ihraçlarıyla çok sayıda kişinin görevine son veriliyor. Gözaltı ve tutuklamalar da yaygın olarak yaşanıyor. Kolektif ve sistematik bir tasfiye mekanizması çalıştırılıyor. Sadece fiziki baskı mekanizmaları devreye sokularak değil, sanat ve kültür alanını kendi ideolojisiyle ikame etme girişimiyle de iktidar muhalif düşünce üretimine yoğun basınç oluşturuluyor. Kültürün, bütün iktidarların kendi çelişkilerinin üstünü örtmek için son derece önem verdikleri alan olduğu bariz bir gerçeklik. Kemalist rejimde de kültür politikaları yeni Türk ulus-devletinin yukarıdan aşağıya inşa sürecinde önemli bir yer sahipti. Ulusal ortak bir tarih yaratma amacıyla ulusallaşma ve batılılaşma odaklı kültür politikaları araçsallaştırılmıştı. Homojen, seküler ve modern bir Türk ulus-devleti yaratmak amacıyla kültürel zemin yaratılmaya çalışılmıştı. Şimdiki iktidar kendini “Kemalist, batıcı, elitist kültürel hayata karşı ‘yerli ve milli’ kültürün hayata geçirilmesi” söylemi üzerinden üretiyor, buradan besleniyor.
sası olan, çok satan sanatçılarla ilişkilenme, ticari getirisi yüksek “sanat projeleri”, kültür kurumlarının, binalarının rant getirecek şekilde işlevlendirilmesi sermaye güdümündeki politikalara örnektir. Düşünceyi, düşünenleri topluma sürekli bir düşman olarak gösteren, ‘kültür’ü bir aksesuar olarak sermayenin hizmetine sunan bir devlet olma hali gerçekleştiriliyor. Esas olarak AKP’nin entelektüel düşmanlığının günümüz dünyasındaki tüm otoriter rejimlerin genel tavrından ayrı düşünemeyiz. Tanıl Bora; Sol, Sinizm, Pragmatizm kitabındaki Defter Şerhi yazısında günümüzdeki faşist ideolojinin temel yönelişinin entelektüel üretime karşı olduğunu vurgular:“Neo-liberalizm çığırının anti-entelektüalizmi, düşüncenin iktisadî aklın emrinde sınırsızca ve belirtik olarak araçsallaşmasını ifade eder. Bu dönemin düşünce üretiminin ideal modeli, think-tank’lerdir. Entelektüel arka planın varlığını ‘sezdirerek’ ya da ‘aksesuar olarak’ göstere göstere kullanarak opsiyon değerlendirmesi sunan pratik bilgi notu, düşünceyle alışverişin en rağbet gören formatıdır. Neo-liberalizmin eşitsizlikleri derinleştiren, tutunamayanları dışlayıp kriminalize eden sert dünyasında, reaksiyoner (milliyetçi, faşizan) popülizmler de, ‘ince düşünme’yi hakaret kabul eder, ‘erkekçe’ tavır koyan teferruatsız sözler is-
Tüm bunlar yaşanırken entelektüel çabamız ne durumda? Bunalımdan ne kadar etkileniyor? Entelektüel ortam, zamanın gereklerini yerine getirebilecek bir nitelik sergileyebilecek mi? Gidişata direnç geliştirebilme dinamiklerini ne kadar taşıyor? Edebiyat, sinema, sanat, içinde bulunduğumuz yıkıma etki edebilecek mi? Bütün bu soruların cevapları net olarak verilemeyebilir ama bu toprakların hiç de azımsanmayacak oranda direnme dinamiklerini açığa çıkartacak bir potansiyel gücü bağrında taşıdığını unutmamamız gerekiyor.
77 YIKIM ÇAĞINDA SANAT VE KÜLTÜRLE KENDI YOLUMUZU BULMAK
AKP, son birkaç yıldır, en zayıf kaldıkları alan olarak ilan ettikleri kültürel hayata dair bir dizi hamleye girişti. Sadece 1983 ve 1989’da olmak üzere tüm cumhuriyet tarihi boyunca iki kez düzenlenen Milli Kültür Şura’sının üçüncüsünü 2017 yılı Mart ayında gerçekleştirdi. Şura’da Tayyip Erdoğan, temel yönelişlerini ilan etti. “Seçimle, sandıkla, oyla iktidarı değiştirebilirsiniz. Ancak bir de seçimle değiştiremeyeceğiniz kültürün iktidarı var. Kültür iktidarı olmak için çok daha çalışmaya, alın teri dökmeye ihtiyacımız var. Kültür emperyalizmine karşı yerli ve milli değerlerimizi evrensel bir dille yeniden keşfetmeli ve yeniden inşa etmeliyiz.” Yerlilik millilik içeren manevi değerlerin kazandırılması, ‘devletin ve milletin bekası’ için aile kurumunun güçlendirilmesi, çocukların gençlerin modern hayat biçimine karşı korunarak resmi ideoloji doğrultusunda yetiştirilmeleri… Siyasi iktidarın yalnızca dini referanslı muhafazakâr politikaları yüzünden kültürel alana yöneldiğini düşünmek çok eksik bir bakış açışı olacaktır. Kapitalist AKP’nin emperyalist sistemle bağımlı halini, sermaye düzenine göre konumlanmasını göz ardı edersek, laik kültürle yerli-milli-dini-geleneksel kültür arasındaki dar karşıtlığa sıkışmış oluruz. Kültür ve turizmin aynı bakanlıkta birleşmesi, piya-
78 YIKIM ÇAĞINDA SANAT VE KÜLTÜRLE KENDI YOLUMUZU BULMAK
terler. Sıradan/küçük adamı, o mahrumiyeti, darlığı, ince düşünecek hali olmayışı içinde yücelten, güzelleyen söylemiyle anti-entelektüalizm, faşist ideolojinin ana geçitlerindendir.” Tam da anti-entelektüel karakterde bir rejimin kuruluş aşamalarını yaşıyoruz. Entelektüel düşmanı otoriter bir sistemin hayata geçirilmeye çalışıldığını belirtmiştik. AKP iktidarının kendi tabanını konsolide etme yöntemlerinden birisinin de “eleştirel düşünce ortamına karşı düşmanlaştırma politikası” olduğunu eklemekte fayda var. “Kanmamış kin” ve “hırsla” kendilerine saldırıldığı demagojisini yaygın olarak kullanıyorlar. Muhalif aydınların, totaliter eğilimler, şiddet ve diktatörleşme üzerinden AKP’yi ve İslamcılığı itibarsızlaştırdıklarını ve iktidardan uzaklaştırma çabaları içine girdiklerini belirtiyorlar. Bir yanıyla baskı uygulayarak, susturmaya çalışarak, saygınlığını yok ederek muhalif düşünce ortamının söz ve etkinlik alanlarını kapatıyorlar, bir yanıyla da kendi ideolojik hegemonyasının tesisine hizmet edecek sözde “entelektüel üretim” ortamı yaratmaya çalışıyorlar. Tüm bunlar yaşanırken entelektüel çabamız ne durumda? Bunalımdan ne kadar etkileniyor? Entelektüel ortam, zamanın gereklerini yerine getirebilecek bir nitelik sergileyebilecek mi? Gidişata direnç geliştirebilme dinamiklerini ne kadar taşıyor? Edebiyat, sinema, sanat, içinde bulunduğumuz yıkıma etki edebilecek mi? Bütün bu soruların cevapları net olarak verilemeyebilir ama bu toprakların hiç de azımsanmayacak oranda direnme dinamiklerini açığa çıkartacak bir potansiyel gücü bağrında taşıdığını unutmamamız gerekiyor. Yeni dönemin kriz ve baskı ortamında bazı edebiyatçıların, sanatçıların kendi ruhlarını sarmalayan umutsuzluğu, karamsarlığı eserlerinde ya da sözlerinde
yansıttıklarına da tanık oluyoruz. İnsanlığın gidişatı hiç iyi değil, kötülük aşırılaştı, en alt sınıflar için yıkım olacak, insanlık değerleri kalmadı, birey olarak var olmak baskı altına alınıyor, geleceksiz bir toplum haline geldik, travma ve kronik depresyonlar yaşıyoruz... Baskıcı dönemlerde çaresiz, bezgin, yılgın, umutsuz ‘aydın’ olma hali. Tanıl Bora’nın ifadeleriyle kapitalizmin ve sağcıların kötülüklerini sayıp dökerek rahat eden konformizmi, aleni bir muhafazakârlığa dönüşebilen sinizmi üretmeye müsait zamanlardan da geçiyoruz. Buradan Tül Akbal’a kulak verirsek zihnimiz tazelenecektir. Kendisi, sinema, kültür ve medya alanındaki çalışmalarıyla düşünce ufkumuzun en yetkin aydınlatıcılarından olup barış bildirisine imza attığı için işine son verilen bir akademisyenimiz. Öncelikle Akbal’ın Barış Akademisyenleri Davası’ndaki beyanından alıntılayalım: “Bilimsel bilgiyi, sorgulamayı ve eleştirel bakışı şiddetli bir saldırıyla nefret nesnesine ve odağına dönüştürme çabasıyla ve ‘suçlulaştırılması’yla alakası büyük. Bunun bilinçli bir politika olarak uygulama bulduğu tarihsel dönemlerin de maalesef ve ne iyi ki akıbetleri bellidir. Yani dinamikler, diyalektik meselesi.” Ta 1994 yılında kaleme aldığı “Zaman Mekan: Kuram ve Sinema” yapıtındaki ifadeleri ise şu an yaşadıklarımızın tarihimizde biricik olmadığını nasıl da ortaya koyuyor: “Bu yolculukta hem bilgi hiyerarşisinden yani, bilgi otoritesinden biraz uzaklaşmak hem de yaşananların, deneyimlerin toplumsal bilgisini kat kat peçeler altından çekip çıkarmak, puslu havalarda bilginin toplumsal kılınabilmesi için edebiyatın, sanatın, filmin, yaşayan kültürün birer bilgi alanı sunduğunu keşfetmek mümkün olabilir. Özellikle de bilgi ile ilişkilerimizin hem zemininin, hem hissiyatının, hem de oluş biçiminin değişmekte olduğu iklimlerden geçerken...”
büyük sıkıntılar yaşadığını biliyoruz. Benzer şekilde entelektüellere ve düşünceye hem devletin hem de sermayenin büyük saldırısı ve bunlar karşısında kitlelerdeki sessizlik hali yaşandı. Son 40 sene coğrafyamızın doğusundan batısına bu gidişata dur diyecek düşünsel ortamları da yaşadık, toplumsal dinamiklerin mücadelesini de. Düz bir çizgide ilerlemiyoruz, inişli ve çıkışlı gidiyor ama tekrar altını çizelim; bu topraklarda azımsanmayacak ölçüde potansiyel gücümüz mevcut. Tarihsel bir dönemin eşiğindeyiz. Büyük yapısal dönüşüme etki edebilmek için zorlu bir yol yürümemiz gerektiği anlaşılıyor. Yeninin kurucu unsuru olmak, insanlığın kurtuluşu adına olmazsa olmazımız. Bu karmaşa, kaos içinde akıllarımızdaki tek net ve kesin düşünce sosyalist geleceğin kurulmasının bir zorunluluk olduğu, aksi halde doğal-insani yıkımın, felaketin eşiğindeyiz. Sosyalizmin örgütlülüğünün ve etkisinin zayıf olması da bir gerçekliğimiz. Ama tüm zamanlarda hiç olmadığı kadar ortak, devrim ve sosyalizm söyleminde buluşuyoruz. Gidişatı anlamamız gerektiğini, sürece yönelik müdahil olunmasının önemini, aciliyetini, ihtiyacını hep bir ağızdan daha çok dile getirir olduk. 27 Mart Dünya Tiyatro Günü için yazılan ulusal bildiriyi kalem alan Zehra İpşiroğlu’nun yazdıklarına kulak verirsek zihinlerimizin gücünü görebiliriz: … Çünkü ben öyle bir ülkeden geliyorum ki tiyatronun insanca yaşayabileceğimiz barışçıl ve demokratik bir toplumu savunma gizilgücünün ne kadar değerli olduğunu biliyorum. Acaba benim tiyatro ustalarım bana bu yolda ne söylüyorlar? Diyelim ki bir tiyatro yazarı, yönetmeni ya da oyuncuyum. Yaşamın akışındaki acıları, çatışmaları, haksızlıkları yüreğimde hissediyorum. Nefreti, şiddeti, yalanları, hile ve komploları
79 YIKIM ÇAĞINDA SANAT VE KÜLTÜRLE KENDI YOLUMUZU BULMAK
Kaotik iklimi tersine çevirebilmek adına düşünsel üretim ortamının gerçekleşmesi... Geçmiş zamanlarda benzer iklimin yaşandığı dönemler, karamsarlığa kapılmanın boşuna olduğunu gösteriyor bizlere. Dönemimizin özgünlüğünün ve farklılıklarının da hakkını vererek geçmişe bakmak bulanık düşünceleri bir parça aydınlatabilir. 1930’lar Avrupası’nda da faşizmin yükselişinin getirdiği çaresizlik ve bunalım hali vardı. Yine o dönemin ardından gelişen düşünsel üretim alanına baktığımızda çoğu yazarın, sanatçının dönemlerinin sorunlarını işlediklerini ve işlerken de büyük bir toplumsal sorumlulukla değişim ve dönüşüme hizmet ettiklerini görüyoruz. 19’uncu yüzyıl çarlık Rusya’sının günümüz Türkiye’sindeki otoriter kültürden eksiği yoktu. Rusya’daki bu dönemde, otoriter sistem içinde üretebilen ve topluma öncülük etmeye çalışan pek çok yazar ortaya çıktı. O dönemin edebiyatı, hala neredeyse hepimizin yaşamı anlamlandırma ve eyleme çabamızı etkiler. 20 yılını Mussolini faşist rejiminin hapishanelerinde geçiren Gramsci’den feyz alırsak, organik aydın olma zamanı… Tıkanmış, çaresiz, bezgin, yılgın, olayları tarihe havale eden aydınları eleştirir, yerine ezilen kitlelerle organik bütünlük içindeki aydınları koyar.Böyle bir gerçekliği bir kez daha üstüne basa basa dile getirmenin yerini ve zamanını yaşıyoruz. Ezilen kesimlerle organik bir şekilde bağlı ve bu kesimlerin yaşadığı problemleri gören, çözümleyen, harekete geçen ve müdahil olan aydın olma hali… Kesinlikle dönemimizin özgün sistematik zorlu baskı koşullarını basite indirgemeden 12 Eylül sonrası düşünsel ortamda yaşanan ruh haline bakmak, yine tarihsel bilincimizin yolumuzu aydınlatmasına yarayabilir.1970’lerin yükselen kitlesel hareketiyle bütünleşen düşünce ortamının, 12 Eylül darbesi ertesi yıllarda
80 YIKIM ÇAĞINDA SANAT VE KÜLTÜRLE KENDI YOLUMUZU BULMAK
görüyorum. Savaşın, sömürünün, sürgünün, adaletsizliğin, acının, yokluğun yarattığı bir karmaşa içinde yitip gitmek üzereyim. Çaresizlik mi? Hayır, ben tiyatrocuyum ve yaşamı bir yerinden yakalayabilirim, anlamak için çaba harcayabilirim, yaşamı okuyabilirim. Ama bu benim ülkemde hiç de kolay değil, çünkü yaşam çoğu zaman bütün acı, gülünç ve absürt yanlarıyla sanatı kat kat aşıyor. Bunu her gün yeniden ve yeniden yaşıyorum. Tam bir şeyi yakaladım dediğimiz anda olaylar öyle bir kasıp kavuruyor ki ortalığı, sözcüğün bittiği yerde buluyoruz kendimizi. Bir dönemin büyük oyunları da karanlığında gizlenen birer masalı andırmıyorlar mı? Öyleyse önemli olan bu masalı yeniden keşfetmemiz mi? Evet, benden önce yaşamış büyük ustalar var bana yol gösterecek, yazdıkları oyunlar yüzyılları aşıp, bugünlere gelmiş. Onlar acıyı, hüznü anlatıyorlar, karşı koymayı, direnmeyi. Onlar umudun sesi... Yazar, yönetmen ya da oyuncuysam onlardan da öğrenecek çok şey vardır mutlaka. Tiyatro, yaşamla arasındaki bu kıl payı kesişmeyi yakalamışsa mucizeler yaratabilir. İyi ama, nasıl? Bu acaba nasıl bir toplumda yaşadığımıza mı bağlı? Tüketim toplumunun uyuşukluğu içinde donup kalmışsak, tiyatro krizini aşmak için gerekli olan, DarioFo’nun alaycı sözleriyle, ‘cadı avı’ mıdır; tiyatrocuların korkmaları, sarsılmaları mıdır? Öyleyse baskıcı toplumlarda tiyatronun işi daha mı kolay? Böyle bir ayrım yapılabilir mi? Hayır, çünkü tüketim de, baskılar da bütün ülkelerde farklı dozlarda yaşanıyor. Eşitsizlik giderek artıyor, demokrasi anlayışı çöküyor, savaşlar ortalığı yıkıp yakıyor, yaşadığımız dünya kıyasıya harap ediliyor. Kendi ülkemdeki sorunlar başka ülkelerde yaşananlarla girift bağlantılar içinde gelişiyor. Öyleyse aslolan bütün sınırları aşan
bir duyarlılık, empati, dayanışma duygusu ve direnme gücü değil mi? Tabii yürekten inanmak da gerekiyor yapılan işe, her tür dayatmaya karşı koyarak özgün olmak, anlamaya çalışmak ve yaşamın bunca kargaşalığı içinde kendi yolunu bulmak. Bu başarılmışsa mutlaka aynı heyecan, aynı duyarlılık, aynı sorgulayıcı bakış izleyicide de uyanacaktır. Şimdi bir oyun izleyeceğiz... Ne hissedeceğiz, ne düşüneceğiz? Acaba hüzünlenecek miyiz yoksa gülecek miyiz? Hoşumuza gidecek mi izlediklerimiz, yoksa anlamsız mı gelecek, neden? Kafamızdaki duvarları yıkacak mı, bize yeni bir güç, yeni bir umut verecek mi? Oyunun sonunda bütün bunları bizlere yaşatan tiyatrocuları büyük bir heyecan ve sevgiyle gönülden alkışlayabilecek miyiz? Şimdi söz izleyicide. “Savaşın, sömürünün, sürgünün, adaletsizliğin, acının, yokluğun yarattığı bir karmaşa içinde yitip gitmek üzereyim. Çaresizlik mi? Hayır, ben tiyatrocuyum ve yaşamı bir yerinden yakalayabilirim, anlamak için çaba harcayabilirim, yaşamı okuyabilirim.” diyen pek çok sanatçımız var, yolumuzu bulmada bizle etkileşim halinde. Yeter ki akıllarımızı, ruhlarımızı kemirmesin, esir etmesin yılgınlık rüzgârı… Ve tarih boyunca defalarca söylendiği gibi bugün de tekrar haykıralım: “Çaresizlik mi? HAYIR!”
ARJANTİN EKONOMİK KRİZİ VE DERSLER Ayşe TANSEVER
81
Arjantin Deneyi Arjantin kimilerine göre Latin Amerika’nın Brezilya’nın ardından ikinci, kimilerine göre de üçüncü büyük ekonomisidir. Kıtada zaman zaman kapitalist kalkınmaya örnek bir ülke olarak gösterilir. Ekonomisi 1980’li yıllarda kapitalist merkezler ile boy ölçüşecek derecede ge-
lişmişti. Genel olarak bir tarım ve hayvancılık ülkesi olarak bilinse de gelişkin bir sanayi gücüne sahiptir. Arjantin 1816 yıllarında İspanya sömürgesi olmaktan kurtulduktan hemen sonra kapitalist ekonomilerle kaynaşmaya başlar. İlk sermaye akını o zamanların ABD’si olan İngiliz finans gruplarından gelir ve ülke dıştan gelen kredilerle kapitalist yolda kalkınmaya başlar. Böylece ekonomisi kapitalizmin krizlerine açılır. Kapitalist dünyanın 1929 büyük krizinden de nasibini alır. Yerli burjuvalar krizi iyi yönetemezler, halklar çok acı çeker. Ekonomisi küçülür ve sıkıntılar başlar. 1940’lı yıllarda da borç batağına saplanırlar. O dönemde iktidarda olan sosyal demokrat Peron, başta IMF’ye bağlanmayı reddeder. Peron isminin dünyadaki ünü de bu başkaldırıdan kaynaklanır. Ne yazık ki sonunda baskılara dayanamayıp 1953 yılında borçları tamamen öder. Yani Arjantin daha 1953’de Peron iktidarı döneminde IMF’ye baş kaldırmayı denemiş ama becerememiştir. Uluslararası finansla ilişkiler tekrar kurulmuştur. Aradan 20 yıl geçmeden 1970’li yıllarda yine bir ekonomik kriz gündeme gelir, borçların ödenmesinde zorluklar başlar. Bu kez burjuva iktidarları halk isyanını bastıramaz. Tüm Latin Amerika kaynamaktadır. ABD eliyle bir askeri darbe yapılır ve cunta iktidarı ele geçirir. Latin Amerika’da sonradan kayıp on yıl olarak hatırlanacak askeri cuntalar dönemi başlar. Halk öfkesi kan akıtılarak, silah zoru ile baskı altında tutulur. Yalnız
ARJANTİN EKONOMİK KRİZİ VE DERSLER
Dünya ülke ekonomileri yeniden bir küresel krize girecek mi girmeyecek mi tartışması uzun süredir yapılıyor. IMF dâhil pek çok uluslararası kurum ve finans uzmanı, dünyada üretilen GSMH ile borçlanma oranlarına bakıldığında krizin eşinde olduğumuzu söylüyorlar. 2008 krizinden sonra oluşturulan korumaların kendisini tükettiği dile getiriliyor. Ağustos sonu ABD Merkez Bankası FED’in faiz oranlarını yükseltmesi sonrasında krizin belirtileri ortaya çıktı. Türk lirası birden %50’lere yaklaşan oranda değer kaybetti. Kriz sırf ülkemizi vurmadı. Aynı günlerde Hindistan, Endonezya, Güney Afrika Cumhuriyeti ve Arjantin’ de de benzeri hatta daha kötüsü yaşandı. Arjantin zaten bir yıldır krizde idi ve IMF’ye başvurmuş, Haziran ayında IMF tarihinin en büyük yardım paketi onaylanmıştı. Birçok açıdan Arjantin’de yaşanan ile ülkemiz ve diğer gelişmekte olan ülkelerde yaşananlar arasında benzerlikler var. Arjantin bu konuda zengin bir deneye sahiptir. O nedenle bu ülke deneyini mercek altına almak içinde bulunduğumuz krizden çıkmak için olmasa bile ondan dersler almak açısından önemlidir.
82 ARJANTİN EKONOMİK KRİZİ VE DERSLER
Arjantin’de 30 bin insan öldürülür ya da “ortadan kaybolur”. IMF reçeteleri bu kez askeri cunta diktatörlükleri ve zulmü ile halka dayatılır. Uluslararası sermaye ve ordu arasındaki bağlar gelişir. Bu işbirliğinden ordu mensupları ceplerini doldurmaya başlar ve yolsuzlaşırlar. Askeri diktatörlük döneminde de dış borç rekorlara koşar. Sonuç yine ekonomik kriz ve dış borçların ödenememesidir. Borç bedeli yine halklara yüklenmeye başlayınca halk hareketleri yükselir. Halk isyanları ile diktatörlükler tüm kıtada yavaş yavaş devrilirler. Arjantin’de 1983 yılında askeri diktatörlük alaşağı edilir ve Raul Alfonsin iktidar olur. Onun dış
lara nasıl yansıdığını tahmin etmek zor değildir. Her krizdeki gibi kemer sıkmalar, açlık, yoksulluk vs. vs. Şunu ama vurgulamakta yarar vardır. Alfonsin döneminde yani daha 1990’lara gelmeden Arjantin IMF kemer sıkma politikalarına hayır demeyi bir kaç kez denemiş ve başarılı olamamıştır. Kemer sıkma politikaları korkunç bir hiperenflasyon yaratır. Halk hergün sokaklarda protestodadır. Açlıktan süpermarketleri yağmalamaya başlarlar. Ülke idare edilemez duruma gelir ve Alfonsin iktidarı bir kaç yıl sonra devrilir. Yerine kim gelir dersiniz: Carlos Menem. Yıl 1989. Menem adını belki duyma-
Sonuç malum: Ekonomik kriz derinleşir. Arjantin 1930’lardakinden daha derin bir krize, daha can alıcı bir ekonomik durgunluğa girer. Bu durgunluğun halklara nasıl yansıdığını tahmin etmek zor değildir. Her krizdeki gibi kemer sıkmalar, açlık, yoksulluk vs. vs. Şunu ama vurgulamakta yarar vardır. Alfonsin döneminde yani daha 1990’lara gelmeden Arjantin IMF kemer sıkma politikalarına hayır demeyi bir kaç kez denemiş ve başarılı olamamıştır. borçları nasıl ödeyeceği, ya da ödeyip ödemeyeceği merak konusudur. O da ilk önce Peron gibi ödememe eğilimindedir. “Borç borçtur ödeyeceğiz ama bize altı aylık süre tanıyın, halkım bir nefes alsın, ekonomi kendine gelsin sonra ödeyelim” der. İlk önce anaparayı sonra faizleri ödeyelim diye bir orta yol da öne sürer. Uluslararası finans güçleri kabul etmez ve IMF’ye gidip anaparayla faizleri birlikte ödemesini diretirler. Alfonsin dış baskılara boyun eğer ve IMF’nin dayattığı kemer sıkma politikalarını uygulamaya başlar. Sonuç malum: Ekonomik kriz derinleşir. Arjantin 1930’lardakinden daha derin bir krize, daha can alıcı bir ekonomik durgunluğa girer. Bu durgunluğun halk-
yan yoktur. Çünkü devlet başkanı Menem IMF’nin sevgili çocuğu olur. IMF onu tüm dünyaya bir kahraman olarak tanıtır. Tüm IMF toplantılarında baş konuşmacı yapılır. Bir süper star haline getirilir. Bir örnek olarak allanır pullanır. Çünkü o kimsenin o güne kadar yapmadığını belkide yapamayacağını yapar. IMF’den değil yine uluslar arası ve yerli sermayeden para bulur. Hem ülkesini borçtan kurtarır hem de ekonomiyi canlandırır. Nasıl diyeceksiniz. Borçlu bir ülkesiniz ve halkın protestosu öte isyanından IMF’ye gidemiyorsunuz. Böyle ülkeye kim para verir? Ama Menem, onları ikna edecek bir politika bulur ve yabancı yatırımcılar gelir. Ülke borç batağından kurtulur ekonomi canlanır.
İşsizlik %25’lere çıkar. Halkların öfkesi son noktadadır. Bu kez orta sınıf bile varını yoğunu kaybetmiştir. Onlar da çorba kuyruklarında karınlarını doyurmaya çalışırlar. Tüm halk tek vücut birbirine destek vermeye başlar. Sokaklarda protesto eksik olmaz. İşsiz işçiler grev yapan işçilere katılırlar. Kentlerin ana giriş yolları kapatılır. İhraç yiyecek taşıyan kamyonlar, süpermarketler yağmalanır. Genel grevler, iflas eden fabrikaların işgalleri başlar. İşçiler belki ürünler satılabilir umudu ile var olan hammaddeleri işleyip fabrikayı ayakta tutmaya, yönetmeye başlar. Orta sınıflar mahalle meclisleri kurup geleceklerini tartışırlar. İşsiz işçiler de kendi meclislerini kurarlar. Bürokratlar, politikacılar rehin alınmaya başlar. Halklar sokakta siyasetçilerin hiç birine güvenmediklerini ilan ederler. Ülke tam bir kaos ortamında yönetilemez duruma gelir. IMF, iktidarın halk isyanını bastırabileceği inancını kaybeder ve 2001 Aralık ayında kredileri keser. Ekonomi bakanı bankaları kapamak zorunda kaldı. Halklar bu kez bankaların demir, korunaklı duvarlarını bile baltalarla kırıp yağmalamaya çalıştılar. Hatta o günlerde bankaların çelik duvarlarına vurulan çekiç seslerinin 24 saat susmadığı tüm kenti inlettiği söylendi. Halkın elinde para kalmaz. Takas başlar. Takas değer tabloları belirlenir. İhtiyaçlar var olandan ihtiyacı olana takas edilir. Polis müdahalesi halk isyanını bastırmaya yetmeyince ordu devreye sokulur. Silahlar, bombalar kullanılır. Onlarca protestocu öldürülür ama halk isyanı bastırılamaz. Halk başkanlık sarayının önünde isyanda, saraya girecek, devrim olacak söylentileri yayılır. Bu söylentiler ve kitle gösterileri karşısında devlet başkanı Rua istifa ederek sarayının damından helikopterle kaçmak zorunda kalır. 10 gün içinde 5 yeni devlet başkanı seçilir ve sonra istifa ederler. Son başkan, IMF’ye borçla-
83 ARJANTİN EKONOMİK KRİZİ VE DERSLER
Menem’in politikası o günlerde finans güçlerinin yeni modası “anı, şanı” ile yeni liberal politikadır. Yeni sömürgeciliği en iyi şekilde ülkesinde uygular. Eski sömürgeciliğin asker, ordu, silah ile yaptığını o finans oyunu ile yapıverir. Ülkenin taşına toprağına varana kadar her şeyini özelleştirir ya da satar. Devlet işletmelerini, madenleri, petrolleri, bankalarını, emeklilik, işsizlik fonlarını vb her şeyi... Hatta o dönemde kaldırım taşlarını bile özelleştirdiği bilinir. Ülkede ne varsa yerli yabancı, parası olan herkese satarak elde ettiği paralarla ülke borcunu öder. IMF ve dünya finans çevreleri de Arjantin’in özelleştirmelerini harika bir kalkınma reçetesi olarak tüm dünyaya örnek olarak gösterirler. Burjuvazi ise Arjantin’in nesi varsa yok pahasına alma yarışına girer. Menem, uluslararası finans ve sermaye çevrelerinin “gözde çocuğu” olmasın da kim olsun! Bu kadar özelleştirme sonucu elde edilen paralar borçları öder ödemesine ama devletin sağlık, eğitim, yaşlılara maaş ve bakım gibi sosyal görevlerini yapmasına ve ileriye yönelik yatırımlara yetmez. 1998 yılına gelindiğinde yani 8 yıl sonra ekonomi yine tıkanır. Zaten Güney Asya, Rusya, Brezilya, Türkiye krizleri başlamıştır. Arjantin ekonomisi de yeniden derin bir krize girer. Artık elde avuçta bir şey kalmamış o zengin ülke beş kuruşa muhtaç, yoksul bir ülke haline gelmiştir. Uluslararası finans güçlerine işte böyle elini versen kolunu alamazsın. Kaçıncı kriz, kaçıncı borç alış, kaçınca soyuluş ve kaçıncı IMF reçeteleri... Hep aynı kısır döngü. 2000-2001 yıllarında ülke, tarihinin en derin krizine girer. Yatırımcılara verecek, satacak mal mülk, güvence kalmamıştır. Arjantin halkları geleceklerini sonuna kadar tüketmiştir. IMF nazlanmadan kemer sıkma politikaları koşulu ile yardım elini uzatır. Ülke resesyondan depresyona girer.
84
Kısaca özetlersek ülke İspanya’nın klasik sömürgecilerini kanlı savaş ile attıktan hemen sonra ABD başta olmak üzere uluslararası finans kapital güçlerinin yeni sömürgeciliği altına girer. Yıllarca kalkınma, kapitalist merkez ülkeler seviyesine gelme hayalleri ile soyulur. Borçlar, krizler, IMF reçeteleri ve yine krizler… IMF’ye hayır sesini yükseltme… Sonra yine boyunduruk…
ARJANTİN EKONOMİK KRİZİ VE DERSLER
rın ödenmeyeceğini açıklayınca olaylar durulur. Seçim kararı alınır. Ülke iflasını ilan eder. Kısaca özetlersek ülke İspanya’nın klasik sömürgecilerini kanlı savaş ile attıktan hemen sonra ABD başta olmak üzere uluslararası finans kapital güçlerinin yeni sömürgeciliği altına girer. Yıllarca kalkınma, kapitalist merkez ülkeler seviyesine gelme hayalleri ile soyulur. Borçlar, krizler, IMF reçeteleri ve yine krizler… IMF’ye hayır sesini yükseltme… Sonra yine boyunduruk… Aynı dönemde tüm kıta karışıktır. Venezuela’da Chaves, Bolivya’da su savaşları, isyanlar, Kolombiya’da iç savaş, Şili’de ve her yerde halk ayaklanmaları, devrimci durum vardır. Anti-Emperyalist hareket yüksektir. Kıtada devrimler beklenmektedir. Sosyal Forumlar yapılmaktadır. Bir tanesinde Chaves 21.yy sosyalizmini kurtuluş olarak ilan eder. Yeni bir umut yükselir. Uluslararası sermayeye karşı halkların iktidarı şiar olur.
Kirchner’ler ile Sosyal Demokrat Çözüm Arjantin yeni bir döneme girer. 2003’de seçimler yapılır ve Nestor Kirchner başkan seçilir. Bir kaç yıl sonra da ölür ve yerine eşi Cristina Kirchner geçer. Bu nedenle 2003-2015 yılları arasına Kirchner dönemi denir. Ordu ile baskı olanağını yitiren burjuvazi halk muhalefetini bastıramayınca bu kez Kirchner sosyal demokrasisi ile uzlaşmaya başlar.
Kıtanın kendisi zaten böyle “pembe” bir dönemdedir. Yeni liberal politik yıkımın doğurduğu halk muhalefeti finans kapital güçlerine böyle bir dönemi kabul etmekten başka seçenek bırakmamıştır.
IMF ve Finans Kurumları ile İlişkiler: IMF, Arjantin’e dayatmasını önce yumuşatır ama kıta genelindeki devrimci durumun yüksekliği karşısında koşullarını yumuşatmasının bir işe yaramayacağını anlar ve geri çekilir. Arjantin, tarihinde 8 kez iflasını ilan eden, şimdi 200 milyar dolarlık borcu ile dünya borç rekortmeni bir ülkedir. Arjantin iktidarı alacaklılar ile masaya oturur ve bu borçların yolsuzluklar, para oyunları ile alçakça yapılmış olduğunu savunur. Ülkenin eline geçen para ve bu paradan elde edilen yatırımın yarattığı değer ile alakası olmadığı iddia edilir ve belgelenmeye çalışılır. Kredi verenlerin %92’si alacaklarının %70’inin ödenmemesini kabul ederler ve anlaşma imzalanır. Sonuçta da borç miktarının 3’te 2’si ödenmez. Ancak alacaklılardan bir tanesi karşı çıkar. “Paul Singer’in Elliott Management şirketi on yıl boyunca Arjantin’e 1,3 milyar dolarlık alacağını ödetmek için saldırganca davranır. Arjantin’in 48 milyon dolara aldığını iddia ettiği bonolar için Elliot 300 milyon dolar ister. Yani çoğu kredi sahibinin %70 kayıpla ödentileri kabul etmesine karşı Elliot Management %600 kar talep etmektedir.”1
nı ödemesi doğrultusunda karar verir. Kirchner’in bunların hileli borç olduğu iddiasını kabul etmez ve “ekonomistleriniz, bakanlarınız ülkeyi iyi yönetememiş”, yani “kendi beceriksizliğiniz” kararını verir. Kirchner iktidarı boşuna uğraşmış olur. Oysa yüksek dış borçlu ülkelerden olan Ekvador ve İzlanda hiç mahkemeler ile uğraşmadan borçlarının faizlerini ödememe kararı alırlar. Ekvador lideri Rafael Correa borcun yolsuz ve despot eski iktidar tarafından alındığını ve ancak %30’unu ödeyeceğini açıkladı ve böyle yaptı. İzlanda referandum ile sorunu halkına götürdü ve büyük bir çoğunlukla borçların ödenmemesi kabul edildi. Bağımsız komisyonlar ile bankaların hileleri ortaya çıkarıldı. Sonuçta iki ülke de borç faizlerini ödemediler ve dünya finans kapitali bu konuda bir şey yapamadı. Borçları gerektiği gibi ödemediği için Kirchner hükümetinin dış finans kurumlarından yeni para, kredi bulabilme yolu kapandı. Arjantin kendi yağı ile kavrulma dönemini yaşayacaktı. Ülke borçları konusunda IMF, 2000 yılında borçların yeniden yapılandırma mekanizması SDRM kurulmasını önerir. Bu sistem ile ülkelerin devalüasyonlar, enflasyonlar vs ile borçlarının ödenemez duruma gelmesine karşı önceden bir hazırlık yapılması sağlanacaktır. Ama finans çevreleri hemen reddederler. Sonra 2014 Davos toplantısında IMF başkanı Lagarde, bu konunun uluslararası bir anlaşmaya ihtiyaç duyduğunu açıklar. Ama finans çevreleri bu konuda bir değişiklik değil dünya finans sisteminin daha merkezileşmesinden yanadırlar. Günümüzde kullanılan SWİFT (Society of Worldwide Interbank Financial Telecommunication) sistemi bunun için geliştirilir. 1970 sonlarında kurulmuştur ama 2000’den sonra giderek yaygınlaşır. Dünyanın önde gelen bankaları yaptıkları transaksiyonları anında birbirlerine ileterek varlıklarını
85 ARJANTİN EKONOMİK KRİZİ VE DERSLER
Elliott Management ABD mahkemesinde dava açar. Mahkeme alacaklı doğrultusunda karar verir ve tüm borcun ödenmesini ister. Bu kez Arjantin uluslararası iflas mahkemelerine başvurarak bu borçlanmanın ne kadar ahlaksız, yok pahasına yapıldığını ispata çalışır. Olayı uluslararası örnek haline getirip aynı durumdaki ülkeleri arkasında örgütleme amacındadır. Bu tür borçlanmanın haksızlık, finansal jenosit, katliam ve terör olduğunu anlatmaya çalışır ama hepsi boşunadır. Ülke ekonomistlerinden Adrian Salbuchi araştırma yapar ve 1976 yılında Arjantin’in borcunun 6 milyar dolardan daha az ve ülke GSMH’sının küçük bir oranı olduğunu hesaplar. Sonra gelen cunta dönemi maliye bakanının bir kaç yıl içinde güçlü uluslararası özel bankalarla yapılan bir dizi spekülatif yasadışı anlaşmalar ile borç bir kaç yıl sonra 46 milyar dolara çıkmıştır. Mahkemeler borç davalarında nasıl özel şirketlerin tüm mal varlıklarına el konulup satışına karar verebiliyorsa aynı şekilde ulusal devlet borçlarının da ödenmesi için mahkemeler ülke toprakları ve mal varlıklarına el koyma kararını verebilir mi? Hayır. Bir ülke iflasının yasal zemini yoktur. Ülkeler, şirket mal varlıkları gibi satılamazlar. Sadece IMF gibi yapısal bir takım düzenlemelere gidilebilir. Buna rağmen finans güçleri tartışmaya başlarlar ve Arjantin’in verimli toprak ve mineral zengini Patagonya bölgesinin satılması konu olur. Japonya ve çeşitli şirketler o topraklar üzerinde projeler bile geliştirirler. Aslında bu finans kapitalin gerçek yüzünün dünya halkları tarafından anlaşılması olacaktır. Eskiden askerlerle sömürgeleştirilen ülkeler için şimdi dış krediler ve borçlar yolu ile sömürgeleştirme ve işgalinin uluslararası hukuku hazırdır. Tahmin edileceği gibi uluslararası mahkeme de Arjantin’in borçları-
86 ARJANTİN EKONOMİK KRİZİ VE DERSLER
biraz daha güvence altına alırlar. 2015 yılında 200 ülkedeki 11.000’in üstünde finans kurumu birbirine Brüksel merkezlerinden bu SWİFT sistemi ile bağlıdır. Her hangi bir üye bankada yapılan uluslararası işlem anında buraya bildirilir. Tüm dünya banka ve borsalarının para transferleri tek merkezden denetlenmeye başlar. Bilgisayarlar ile günde 15 milyon banka transaksiyonunu denetliyorlar. Böylece herhangi bir finans kurumunun bir diğerinin aleyhine kredi vermesi engellenebilir. Yaptırımlar koyarak çıkarlarını koruyabilirler. Ülkelerin başka kaynaklardan kredi bulmaları ve başka mekanizmalar kullanabilmelerinin önü kapatılır. Sonuçta bu mekanizme ile Arjantin gibi herhangi bir borçlu ülke borçlarını ödemede başka bir finans kurumu bulmak ya da başka bir şekilde para transferi yapmak isterse derhal duyulacaktır. Finans kapital güçleri böylece kendi içlerinde bir ortaklık ve denetim mekanizması kurmuşlardır.
Ekonomik Uygulamalar: Kirchner, iktidara gelir gelmez ekonomideki durgunluğu aşmak için para birimi Peso ile Dolar arasındaki bağı koparıp serbest dalgalanmaya bıraktı. Tabi Peso hemen değer kaybetti ama ekonomistlere göre başka yapacak bir şey yoktu. Ekonominin bu yeni para değeri üzerinden tekrar bir raya oturması gerekiyordu. Derhal finans krizi derinleşti ve ekonomi daraldı. Kirchnerizm olarak bilinen ekonomik uygulama, devlet eli ile yerli burjuvazinin desteklenmesi, onların yatırım yapıp iş yeri açmasının teşvik edilmesidir. Belirli inşaat şirketlerine devlet fonları verilir ve yoksullara konutlar yapılır. Alt yapı tesislerine yatırımlar gerçekleşir. Üretken yatırımlar, ihraç edilebilecek ürünler üretenlere fonlar ayrılır. Devlet enerji, gaz, haberleşme, taşımacılık alanlarına sübvansiyon uygular. Bu sübvansiyonlardan halk yararlansa bile daha çok burjuvazinin
kar devşirmesi kollanır. Ekonomik canlanma ile yeni iş alanları açılır ve ekonomi canlanmaya başlar. Kıta genelinde böyle, yerli burjuvazinin desteklendiği, uluslararası sermaye çevrelerinin dışlandığı bir ekonomik hat vardır. Kirchner politikaları yürütmede zorluk çekmez. Kendine diğer kıta ülkelerinden destek bulur. Hatta o dönemde Latin Amerika yerli burjuvalarının ABD iş çevrelerini dışlayan Mercuso pazarını AB gibi bir ortak pazar topluluğu haline getirme planları geliştirilir. Halkın yoksulluğunu giderici bir dizi önlem alınır. “2010-2011 yıllarında emekli fonları millileştirildi ve aylıklar iki katına çıkarıldı. Kötü beslenmeye karşı evrensel çocuk sağlık programları yaratılarak kötü beslenme ve okula gidememe sorunu önlenmiş oldu... On yıl içinde Arjantin’de ücretler ve maaşlar reel olarak %50’nin üzerinde arttı”2 İşsizlik fonu ve Menem’in özelleştirdiği ya da yerli yabancı sermaye çevrelerine sattığı bazı kamu işyerleri yeniden millileştirilerek çalışanlar tekrar devlet kadrolarına alındı, çalışma koşulları düzeltildi, gelirleri arttırıldı. Çeşitli sosyal harcama alanları yaratıldı. Petras alıntısında belirttiğimiz çocuk sağlık programları bunlardan bir tanesiydi. İşsiz ve çocuklu, geliri olmayan her aileye ayda 150 peso ödenmesi yapıldı. Sağlık konusuna da önem verildi; çocuk ölümleri yarı yarıya düştü. Bu politikalarla, halkın hem açlıktan kurtulmaları hem de harcama yapmaları sağlanarak ekonomi çarkları döndürülmeye çalışılmıştır. Bu önlemlerin ekonomik sonuçlarını başka bir yazıdan özetlemeye çalışalım: “Sosyal harcamalar, 2002 yılında Milli hasılanın %15’inden 2009 yılında %23.4’üne çıkmış, ayrıca ekonomi sürekli büyüdüğünden nominal değer olarak bakıldığında 3 kat artmıştır. Yoksulluk 2/3 düşmüş, aşırı yoksulluk da aynı şekilde azalmıştır. Gelir dağılımı bozukluğu
yeni bir ekonomik çıkış ihtiyacında olan ekonominin dış ilişkilerini düzelterek taze kan verme vaadinde bulunmuştu. Halk da buna kandı diyelim. Kirchner’in sosyal demokrat uygulamaları gidebileceği kadar gitmiş ve tıkanmıştı. Dünyada da kapitalizm kriz günlerine doğru yol alıyordu. Küreselleşme tıkanma noktasına doğru gidiyor, korumacı önlemler filizleniyordu. Latin Amerika sosyal demokrasisini besleyen hammadde fiyatlarındaki yükselme tersine dönmüş, bütün gelişmekte olan ülkelerin kalkınma hızlarında düşüşler başlamıştı. Artık Latin Amerika’da yüzyıl başında başlayan“pembe” dönem tıkanmaya, sosyal demokrasinin zemini zayıflamaya başlamıştı. Kıta genelinde ABD’nin ilerici Venezuela, Bolivya, Küba gibi ülkelere uyguladığı baskılar, karalamalar, yaptırımlar hatta açık saldırı tehditleri artmıştı. Gelişmeleri, çeşitli askeri tehditler, ekonomik yaptırımlar, muhalefet güçlerini desteklemeler türünden bin bir burjuva sahtekârlık ile engelleniyordu. Latin Amerika halklarına örnek olmamaları için elden gelen yapılıyordu. Halkları örgütlemeyen sosyal demokrat dalga da gücünü kaybetmeye, yeniden gücünü toplayan finans kapital güçleri tarafından ezilmeye başlanmıştı. Brezilya, Ekvador gibi ülkelerde bunu çok iyi gözlemliyoruz. Arjantin’de de Macri bu dalgadan sol maskesi takarak galip çıktı. İktidar olur olmaz da sol maskesini attı.
Macri ve Yeni Liberal Politikalara Geri Dönüş Macri iktidarı Kirchner’den az bir dış borç ama %17’lerde seyreden yüksek sayılabilecek bir enflasyon devraldı. 2003’den beri ekonominin istikrarlı gelişiminin ardından yaşanan tıkanıklıkları açmak için Macri ülkeyi tekrar uluslararası finans ve sermaye güçlerine açmaya çalıştı. İktidara gelişinin ikinci ayında Kirchner iktidarı-
87 ARJANTİN EKONOMİK KRİZİ VE DERSLER
düzeltilmiş, işsizlik 2001’ deki %8.4’den 2011’lerde %8 seviyesine inmiştir.”3 Genel olarak ekonomik büyüme verilerine bakalım: “Arjantin ekonomisi IMF’nin verilerine göre 2002-2011 yılları arasında %94 büyüdü. Bu dönemdeki Batı yarım kürede ve dünyada görülen en hızlı büyümedir.”4 Ama Kirchner iktidarı boyunca ekonomideki bu iyileşme hep enflasyon ile birlikte yaşandı. Ekonominin canlanmaya başladığı 2007-2008 yıllarında düşmeye başladı ama sonra 2011 yıllarında tekrar yükseldi. Hem iç hem de dış pazarların etkisi ile indi, çıktı. Enflasyonun zararları biliniyordu ve bu nedenle sürekli tartışıldı. Bir ikilem yaşandı. Acaba ekonomik büyüme uğruna dış borç alınmadan enflasyon göze alınmalı mıydı? Ve başka yol da olmadığından büyümek için enflasyonla yaşandı. Büyüme, enflasyon, resesyon sonra tekrar iyileşme sonra yine enflasyon, yine resesyon kısır döngüsü içinde gidip gelindi. Böyle bir kısır döngünün; dış borç, borç krizi ve ardından halkların kemer sıkması politikası karşısında tercih edilebileceği savunuldu. Finans kapitalin iktidar güçleri 20012002 döneminde halk muhalefetini bastıramayınca sosyal demokrasi ile uzlaşmaktan başka yol bulamadı ama onları da rüşvetler vs ile kendi cephesine çekmeye çalıştı. Yeni liberal politikaların yarası biraz sarıldıktan sonra tekrar saldırıya geçti. Fırsatını bulunca bu yolsuzluklarla onları korkutmaya, iktidarı yeniden ele geçirmeye soyundu. 2015 yıllarında yeni seçim dönemine gelindiğinde C. Kirchner halkların %50 sinin desteğine sahipti, tekrar seçilebilirdi ama anayasal olarak üçüncü dönem başkanlık yapmasının önü tıkalı olduğundan yerine Daniel Scioli’yi aday gösterdi. Ama Scioli, Macri karşısında seçimleri %3 oy farkı ile kaybetti. Macri, hem Kirchner sosyal politikalarını sürdürme hem de
88 ARJANTİN EKONOMİK KRİZİ VE DERSLER
nın ödemediği 4,65 milyar dolarlık borcu ödeyerek ülkenin dış sermaye ile 15 yıldır süren uzlaşmazlığını sonlandırdı. Peso’yu devalüe etti ve ülkeden para kaçmasını önlemek için de faiz oranlarını yükseltti. Zenginlerin gelir vergisi dilimlerini düşürdü ve yatırım kolaylıkları tanıdı. Kirchner iktidarının dışarıya para kaçırmayı engelleyici yasalarını kaldırarak onlara güvence vermeye çalıştı. Sonuçta iç ve dış finans kapital güçleri ile arayı tekrar düzeltti. Peso hemen %40 değer kaybetti. Enflasyon düşmek yerine aksine %25-30’lara tırmandı. Ödenmesine karar verilen yabancı kredi borçları böylece pahalandı ve bütçe dengesi bozularak açık vermeye başladı. Yeni yatırımlar yapılamadı. Yabancı sermaye de gelmedi. Bu ekonomik kriz durumunda sermaye gelip yatırım mı yapar? Ekonomik canlanma olmadığı gibi aksine durgunluk başladı. Peki, kriz durumunda ne yapılacağını artık ezberledik: Sosyal harcamalarda kesinti. Kirchner iktidarının elektrik, su, taşımacılık, gaz vs. yaptığı sübvansiyon-
ları kıstı; eğitim, sağlık bütçelerini azalttı. Memur maaşlarını dondurup işten çıkartmalara başladı. Bunlar yetmedi, emekli maaşlarını düşürdü. Arkasından emek yasasında çalışma koşullarını zorlaştırıcı önlemler almak için tasarı hazırlandı. Hem çalışma saatleri uzatılacak hem de iş güvenliği azaltılacak, işten çıkartmalar kolaylaştırılacaktı. Kichner iktidarının çizdiği hattı sürdürme sözünü yerine getirmeyip tam %180 derece ters dönüp onun tüm sosyal politikalarını sildi süpürdü. Bütün bunlar halkın öfkesini yükseltti. Protestolar başladı. Sokaklar ısındı. Huzursuzluk arttı. Sonuçta 2018 Nisan ayında Macri, IMF’nin kapısını çalmaktan başka çıkar yol görmedi. IMF bildik kemer sıkma, bütçe açığını sıfırlama koşulu ile 50 milyar dolarlık, kurumun o güne kadarki en büyük yardım paketini imzaladı. Kredinin ilk dilimi ülkeye girer girmez peso tekrar yarı değerini kaybetti. Hemen o günlerde FED, bizim ekonomimizi de vuran, faiz oranlarını yükseltme kararını açıkladı.
Bizdeki Duruma Ne Kadar Benziyor Değil mi? Enerji, gaz, taşıma ücretlerine yeni zamlar geldi. İlginç bir uygulama da konutların harcadığı enerji faturalarına geçmişe dönük getirilen zamdır. Peso değer kaybının enerjiye getirdiği zam eylül ayında halka geriye dönük olarak yansıtıldı. Geriye dönük enerji faturası zammının başka bir ülkede uygulaması görülmüş müdür bilmiyoruz. Yılsonuna kadar ödenmesi zorunlu oldu. Delinin aklına taş düşürmeyelim. Bu yıl peso %100 değer kaybetti. Enflasyon Eylül ayında %42’ye yükseldi. Ekonomi son çeyrekte %4,2 daraldı. Her şey pahalandı. İnsanların alım gücü düştü ve ekonomi daralmasını sürdürdü. (6) İşçi çıkartmalar yalnız kamu kesiminde yaşanmıyor. Ekonomideki durgunluk fabrikaları kapatıyor ya da üretim kısılarak işçi çıkartılıyor. Son dönemde çıkarılanların sayısı 40 binlere yaklaşmış. Emek yasası ile asgari ücret zaten dondurulmuş birçok hak askıya alınmıştı. Resmi kayıtlara göre işsizlik 2018’in ikinci yarısında %9,6’a çıktı. Bunların çoğu genç kadınlardır. Yarı zamanlı çalıştırmalar, işinden memnun olmayanlar giderek arttı. Peki, eğitim, sağlık ve enerji harcamalarından, çalışanların maaşlarından kesinti yapılıyor da askeri harcamalardan yapmak akıllara geliyor mu dersiniz? Hayır, gelmiyor. İktidar korkuyor. Askeri fonun bir kısmı kolluk kuvvetlerine aktarıldı. Bir de gerektiğinde ordu gücünün kentlerde kullanılabilmesi yasalaştırıldı. Macri iktidarı halk protestolarının artacağını hesaplayarak şiddet gücünü arttırdı.
Sokaklar Isınıyor: Macri iktidarının uygulamaları halkları Şubat 2018’den beri sokaklara döktü. İlk olarak, eğitim personeli sokaklara döküldü. Şubat başında eğitim harcamalarında yapılan ilk kesintiye karşı 400 bin kişi
89 ARJANTİN EKONOMİK KRİZİ VE DERSLER
Sermaye ABD’ye doğru kaçmaya başladı ve Arjantin parası, pesonun değer kaybı %100 oldu. Peso’nun değer kaybı karşısında para kaçışını önlemek için, yine bizdeki gibi, faiz oranları yükseltildi. Arjantin %60 faiz oranı ile dünya birincisi oldu. Eylül 2018’de faiz %70’lere tırmandı. Paranın değer kaybını önlemek, Merkez Bankası’nın çıkardığı tahvil ve bonoları finanse etmek için IMF’den alınan ilk yardım miktarı olan 7 milyar dolar piyasaya sürüldü. Tüm bu önlemler ile 63 milyar dolarlık dış borç 141 milyar doları geçti.5 Eylül sonrası bu yaşananlar, IMF ile varılan anlaşma gereği sıfırlanan bütçe açığını yeniden eksiye düşürdü. Haziran kesintilerinin üstüne bir daha kesinti yapmak zorunda kalındı. Bizde Erdoğan’ın yaptığı gibi bakanlık sayısı 22’den 10’a indirildi. Macri seçimlerde arkasına aldığı toprak ağalarına da yönelerek ihraç ettikleri tarım ürünlerinin her bir dolarından 4 peni karşılığı peso vergi alma kararı verdi. Memur çıkartma işlemi hızlandırıldı. Macri döneminde 36 binin üzerinde memur işsizler ordusuna katıldı. Yaz başında eğitimden 43 milyon dolar kesilip emekli ve enerji fonuna aktarılmıştı, Eylül’de eğitim ve sağlık harcamalarından 12 milyonluk bir ek kesinti daha kabul edildi. Teknoloji, araştırma kurumları bağımsızlıklarını kaybedip zaten harcamaları kesilmiş olan üniversitelere bağlandı. Eğitim harcamalarındaki kısıntılar sonrası okullarda durum ne oldu? Okullardaki ısınma ve beslenme harcamaları azaltıldı ve altyapı yenilenmeleri durduruldu. Öğrencilere verilen öğle yemekleri sandviçe indirildi. UNICEF, Arjantin’li çocukların %40’nın açlık içinde olduğunu tespit etti. Halkın %25’inin açlık sınırının altında yaşadığı açıklandı. Öğretmen ve profesör maaşları kuşa çevrildi. Emekli maaşlarında yeniden kısıntılara gidildi. Orta sınıfın bile alım gücü eridi.
90 ARJANTİN EKONOMİK KRİZİ VE DERSLER
sokaklarda protesto yaptı. Öğretmenler 3 hafta grevdeydiler. Macri’nin kürtaja karşı yasa önerisi on binlerce kadını sokaklarda gösteri yapmaya yöneltti. Bu dönemde kadınlar her bir protestoya kitlesel olarak katılmaya başladılar. Temmuz ayında profesörler ve öğrencilerin üniversiteleri işgal eylemleri dikkatleri çekti. Dersleri kent merkezlerinde yapmaya başladılar. Macri aylar süren görüşmeler sonucunda profesörlere az bir zam vermek zorunda kaldı. Halk öfkesi şimdiye kadar suskun olan muhalefeti yüreklendirdi. Çeşitli halk hareketleri aralarında görüşmelere başladılar. Emekli maaşlarına yapılacak kesinti de halk kesimlerini bir araya getirdi. Enflasyon ve zamlar nedeniyle emekli maaşları, emeklilerin zorunlu ihtiyaçlarının ancak %40’ını karşılayacak düzeydedir. Kesintinin kongrede görüşülüp kabul edildiği
noktası oldu. Bu olaydan sonra sendikalar genel grev çağrısı yapmaya zorlandılar. Ülke güçler dengesinde bir değişme oldu. Genel grev açıklamaları ardı ardına geldi. Ağustos sonlarında 3. genel grev, işçi sendikalarını daha fazla birleştirdi, aralarındaki işbirliği arttı. Yeni genel grev hazırlığı başladı. Macri, BM’de aynı Erdoğan gibi, Arjantin ekonomisinin iyi gittiğini anlatarak yabancı sermayeyi ülkesine çağırdığı gün, sendikalar 4. genel grevlerini yaptılar. Abartmasız ülke felç oldu. O güne kadar bir araya gelemeyen sendikalar bir araya geldiler. Toplam 200 binin üstünde sendikalı çalışan grevdeydi. Telekomünikasyon çalışanları, demir yolu sendikası işçileri, taksiciler, her düzeyde öğretmenler, kamu çalışanları, metro ve havacılık çalışanları, Dışlanmış İşçiler Hareketi, çöp taşıyan işçiler….vb hepsi grev yaptılar. Çoğunluğu göçmen işçiler-
Arjantin dünyanın üçüncü büyük tarım üreticisidir. Çok verimli topraklara sahiptir. Hatta ülkenin 450 milyon insanı doyurabileceği iddia edilir. Tarım ürünleri ve hayvancılık ülkenin baş ihraç kaynağıdır. Macri de zaten bu tarım lobisini arkasına alarak, onlara pek çok vaatler vererek seçimleri kazandı. gün emekliler Kongre binası önünde büyük bir gösteri gerçekleştirdiler. Ama ona rağmen yasa kabul edildi. Arjantin sendikaları eskiden beri çeşitli iktidar güçlerinin denetimi altında, iktidar çizgisine karşı çıkmayan kimisi Peronist kimisi Kirchnerci olarak bilinirler. Macri de bazı sendikaları kendi denetimine almış, ufak tefek protestolarla işçilerin öfkesini boşaltmaya çalışıyordu. Ancak öğretmenler, kadınlar ve arkasından emeklilerin protestoları sendikaları halktan yana eylemlere zorladı. Haziran ayında IMF ile anlaşma imzalanması halkı daha da öfkelendirdi ve bu bir kırılma
den oluşan işportacılar bile katıldılar. Bu örgütlülük karşısında Merkez Bankası Başkanı istifasını açıkladı. Gelinen aşamada IMF kemer sıkma politikalarından geri adım atılmadan ya da en azından bir takım haklar alınmadan işçilerin örgütlü mücadelesinin durulması olanaksız görünüyor. Kasım ayı içinde de yeni bir genel grev kararı alındı. Ancak şunu söylemek gerekir ki işçilerin mücadelesi IMF’nin kemer sıkma politikalarının kaldırılması, en azından yumuşatılması seviyesindedir. Ama bu talep ülkenin içinde olduğu güncel ekonomik krizden ya da kısır döngü halinde sürekli
oluşan krizlerden kurtulmaya yeter mi? İşçi sınıfından başka şeyler beklenmiyor mu? Sendikal seviyede taleplerin ötesine geçilebilir mi? Halk sokağa çıkıyor ancak talepler neyi hedefliyor? Şimdi biraz da kırları gözden geçirelim.
Kırlar ve köylülük:
91 ARJANTİN EKONOMİK KRİZİ VE DERSLER
Şimdiye kadar Arjantin kırlarından söz etmedik. Oysa bilindiği gibi proletarya ve köylülük ilerici bir iktidar için el ele vermelidirler. Kriz durumundan kırlar nasıl etkilenmişlerdir? Tek kelime ile şöyle özetlenebilir: Bizim kırlarımız nasıl etkilendi ise Arjantin kırlarında fazlası vardır eksiği yoktur. Arjantin dünyanın üçüncü büyük tarım üreticisidir. Çok verimli topraklara sahiptir. Hatta ülkenin 450 milyon insanı doyurabileceği iddia edilir. Tarım ürünleri ve hayvancılık ülkenin baş ihraç kaynağıdır. Macri de zaten bu tarım lobisini arkasına alarak, onlara pek çok vaatler vererek seçimleri kazandı. Arjantin kırlarında kapitalistleşme verimlilik nedeniyle çok eskiden başlamış. Hatta sürülebilir toprakların %56’sı endüstri tarımına ayrılmış. Belli başlı ürünler soya, mısır, arpa, meyve ve sebze dışında hayvancılık da gelişkindir. Soya üretimi son yıllarda iki nedenle zarar etmeye başlamış. Birincisi asıl alıcı olan Çin kendisi soya yetiştirmeye başlamış. İkinci olarak bu ürün ticareti uluslararası gıda tekellerinin eline geçmiş. Buna bir de son yıllarda kuraklık eklenince soya satışından ülke çiftçisi zarar etmeye başlamış. Arjantin kırlarındaki 2 milyon insanın %72’ si aile tarımı ile geçiniyor. Tarım, hayvancılık, balıkçılık geleneksel üretim biçimi ile organik tarım olarak yapılıyor. Macri uygulamaları ile bu kesim şimdi ölüm kalım savaşı veriyor. Kırların kapitalistleşmesi aile çiftçiliğini öldürüyor. Öte yandan topraklar iç değil dış talebe
göre ekiliyor ve üzerinde yaşayan halkların karnını doyurması göz ardı ediliyor. Kendi kendini besleyen, doyuran bir ülke olmaktan çıkıyor. Öte yandan tarım ürünlerinin ara girdilerinin dünyaya bağlanması artıyor. Tohumdan gübreye, ilaçlamada kullanılan maddeler ya dışarıdan alınıyor ya da ülkede üretilse bile ara maddelerinin çoğunluğu dışarıdan geliyor. Büyük tarlaların sürülmesi için traktörler ve tarım araçları kullanılıyor. Bunların anlamı ise kırların boylu boyunca uluslararası tohum, gübre, ilaç, yem vs. tekellerin pazar alanına girmesi demektir. Bu durumda ülke para birimi değer kaybedip, yabancı paralar değer kazanınca küçük köylülüğün tohum, gübre, ilaç, yem dışında enerji, mazot, benzin harcamaları çok pahalanıyor. Öte yandan gıda tüccarları bu masrafları dikkate almadan kendi kârlarını arttırmak istedikleri için kırdaki üretici iflas ediyor. Yani bir ürünü üretme maliyeti onu satarak elde ettiklerini karşılamıyor. Çoğu iflas ediyor. Köylülüğün, ertesi yıl üretmeyi bırakalım karnını doyuracak parası kalmıyor ve ekimden çekiliyor. BM temsilcisi Türk asıllı avukat Hilal Elver’in Eylül sonundaki gözlemlerine göre kırlarda çorba kuyruklarına giren kesimler artmış. Kır insanı bile öğün atlamaya başlamıştır. Yarı aç yarı tok yaşıyorlar. Bunların bir kısmı kentlerde buldukları temizlik, çöp toplama gibi işlerde çalışmaya başlamışlar. Ama bu da karınlarını doyurmaya yetmiyor. Düşünebiliyor musunuz, 450 milyon insanı besleyebilecek bir ülke kırları, kendi 44 milyon insanının karnını doyuramaz hale geliyor. Kriz sonrası 3 milyon insan kırlarda açlık ile yüz yüzedir. Kentlerdeki orta sınıf da meyve sebze alamaz duruma gelmiştir. Köylüleri aç bırakma pahasına ucuza alınan tarım ürünleri kentlerde orta sınıfın alamayacağı düzeyde fahiş fiyatlara satılmakta ve o
92 ARJANTİN EKONOMİK KRİZİ VE DERSLER
kesim de açlığa mahkum edilmektedir. Bir Arjantinli fırıncının sesine kulak verelim: “Bir torba un bir kaç ay içinde 300 pesodan 1000 pesoya çıktı. Fiyatları nasıl düşük tutacağımızı bilmiyoruz. Kapatmayı düşünüyoruz. ... Buğday fiyatları, dolar fiyatı artınca artıyor ve biz halklar dolar kazanmıyoruz.”7 Sanki bizim ülkemizdeki fırın sahibi konuşuyor değil mi? Bu konuşan tahıl ihracatçısı bir ülkedeki fırıncı. Sol çevreler kırlarda da köylülüğü örgütlemeye çalışıyorlar. Bir kaç kamyon ile aile tarımı yapanların ürünlerini her gün kentlere getirip satmaya başlamışlar. Yani üreticiden alıcıya direkt satış. Alıcı orta sınıf halk, kamyonların geleceği noktada 2 saat önceden ucuz meyve sebze almak için kuyruğa giriyormuş. Ülkede aile tarımı yapanlara halk ekonomisi deniyor. Dışlanmış İşçiler Hareketi adlı bir hareket kurmuşlar. İşçi Konfederasyonu’na bağlı Halk Ekonomisi Sendikası olarak örgütlenmeye başlamışlar. Bu harekete bağlı işçiler şubat ayından beri başlayan protestolara katılıyorlar. Hatta 40 bini bulan sayılarla protestolara katılıp kentlere yürümüşler. Eyalet meclisinden acil yiyecek çağrısı yapmasını istemişler. İşsiz işçiler hareketi, feminist kadın grupları ve yerli halk örgütlenmeleri de bunlara destek veriyor. Bu örgütlenmeler aracılığı ile kendi sorunlarını çözücü girişimlerde bulunuyorlar. Bir gıda ürünü işleme, depolama, paketleme tesisi kurma çabaları var. Açlığa karşı bir mahalle mutfağı kurmuşlar. Sorunlarını alttan kendi kendilerine çözmeyi, kolektif çalışmayı, dayanışmayı öğreniyorlar. “Toprağın ne yapacağı az çok tahmin edilebilir ama pazarınki asla bilinmez” diyorlar. Artık sermaye gücü ile belirlenmeyen bir dünyada yaşamak istediklerini ve bu dünyayı kurmak için mücadele ettiklerini söylüyorlar.8 Krizler sadece sanayi üretimini ve
çalışanları değil kırları da köylülüğü de yakından etkiliyor. Onlar da kendi içinde örgütlenmeye ve işçilerle birlikte davranmaya başlıyorlar. Kent proletaryası ile köylülük bir araya gelmeye adım atıyorlar.
Sol Muhalefet: Bu kaçıncı kriz! Sekiz kez IMF’ye gidilmiş ve iki kez meydan okunmuş ama geri adım atılmış. Halk muhalefeti bastırılamayınca askeri darbe olmuş ve 30 binin üzerinde insan ölmüş. Sonra Menem ile dış sermaye güçlerine ülke boylu boyunca açılmış ve bu kez 2001 krizi yaşanmış. Artık bastırılamayan halk isyanı bu kez Kirchner iktidarının IMF’ye hayır demesi ile yatıştırılmıştır. Halklar ilk kez yabancı sermaye girişi olmaksızın kendi burjuvalarının sosyal demokratik uygulamaları ile krizden çıkmışlar. Macri ile yeniden yabancı sermaye peşine takılma ve yine IMF dayatmaları. Bu işin sonu ne olacak? Halklar yine sokakta ve “IMF’ye Hayır!”, “Borçlar ödenmesin!”şiarları. Yıl 2018 ve yine eskisi gibi bir kilitlenme. Ama bu kez protestolar 2001 seviyesinin daha gerisinde görünüyor. Arjantin solu ise 2001 krizinden daha örgütlü olduğu iddiasındadır. Halk hareketleri içinde örgütlenmeye, ortak taktikler üretilmeye ve bir strateji çizilmeye çalışılıyor. Arjantin kongresinde Macri’nin sağ politikaları karşısında eskinin Peroncuları ve Kirchnerciler var. 2015 yılında bu sosyal demokrat yoldan kalkınmanın sonuna gelindi. Şimdi kıta genelinde yeniden yeni liberal politika uygulama dönemine girildi. Üç yıl içinde de yeniden tıkandı. O nedenle sosyal demokrasinin kuyrukçuluktan başka kendilerine özgü bir politikaları yok. Dünyadaki sosyal demokrasinin açmazı içindeler. Venezuela, Bolivya, Küba ve Nikaragua gibi sosyalist yol diyen ülkeler büyük bir ABD ve AB baskısı altındalar, bir örnek olarak kıta halklarına umut yaratamıyorlar. Halklar bu doğrultuda ör-
sı, emekli gelirlerinin derhal arttırılması, asgari ücretin alım gücüne göre yeniden ayarlanması ve işsizliği önlemek için çalışma saatlerinin tüm işçiler arasında bölüştürülmesi. Aynı zamanda dış ticaretin devlet tekeline alınması ve işçilerin yarattığı zenginlik üstünde parazit gibi yaşayan toprak sahiplerinin ilgası acil plandadır.... ‘Bağımsız bir Anayasa Meclisi için mücadele etmeliyiz!’”9 FIT, Sol İşçi Cephesi’nin mutlaka başka planları vardır ama bizim ulaşabildiğimiz bu kadar. Tüm solun güçlerini birleştirmesi elbette ülkenin içinde bulunduğu bu krizden çıkması açısından çok önemlidir. Zaten tüm dünyada sol cephenin günümüz sorunu bu birlikteliği sağlamaktır. Aynı bayrak altında burjuva güçlere karşı ortak mücadele etmek ilk koşuldur. İkinci olarak, bir işçi iktidarı ya da ilerici güçler iktidarı talebi olmazsa olmazdır. Merkez bankasının ve dış ticaretin de bu işçi iktidarı denetimine alınması talebi yerindedir. Yerli yabancı sermaye ve finans çevrelerinin kendi çıkarlarını yürütmelerine karşı ihtiyaç duyulanbir zorunluluktur. Böylece para kaçırmalar ve yolsuzluklar engellenebilir. Fakat ülkedeki diğer ekonomik sorunlar nasıl çözülecektir? İşsizliği, enflasyonu önlemek ve üretimi canlandırmak için neler önerilmektedir. FIT’in bu sorunlarla ilgili ne düşündüğünü bilmiyoruz ama ülkenin ekonomistlerinden öneriler vardır. Dünya ekonomisinin borçlar nedeniyle bir küresel krize doğru gittiği yolunda tehlike çanlarını IMF ve Dünya Bankası yetkilileri de çalıyorlar. Arjantin de bu ülkelerden biridir ve yapacakları dikkatle izleniyor. Bizim gibi ülkeler açısından da önemlidir. Ellen Brown “İflas Ettirerek Sömürgeleştirmek” adlı yazısında Arjantinli ekonomi profesörü Salbuchi’nin çeşitli araştırmalara dikkat çekerek şu soruyu sorduğunu yazıyor.10 Ellen Brown’ın yazı başlığı aslında ko-
93 ARJANTİN EKONOMİK KRİZİ VE DERSLER
gütlenme zorlukları içindeler. Sol güçlerin politikaları bu nedenle baştan inmeli. Son seçimlerde Arjantin Sosyalist İşçi Partisi (PTS), İşçi partisi (PO) ile ittifak yaparak 3 milyon oy almış ve kongrede sol kanadı oluşturuyor. Macri’nin IMF ile uzlaşmasına karşı çıkıyorlar. Yeni bir genel seçim, yeni bir meclis kurulması gerekliliğini savunuyorlar ama bunu kongreden geçirme umutları yok. Sokakta halkı protestolara örgütleme ve sürekli genel grevlerle gerici iktidarı baskı altında tutma taktiğini uyguluyorlar. Ülkede oluşan birçok ilerici hareket ve sol güçlerle bağlantılı olarak çalışıyorlar. Kadınlar, öğretmenler, profesörler, üniversite öğrencileri, işsiz işçiler ve küçük köylülük içinde çeşitli sol örgütlülükler son olaylarla ortak bir zeminde birleşip cephe kurdular: İşçiler Sol Cephesi (FIT, İspanyolca kısaltması bn.) Eskinin işgal fabrikalarında eylem yapmış militan işçileri cephe içinde çalışıyor. Cephe taraftarları ailelerini ve dostlarını cephenin görüşlerine ikna etmeye uğraşıyorlar. Mahallelerde, okullarda meclisler kurulmasına ön ayak oluyorlar. Buralarda çeşitli iktidar politikalarını tartışıyorlar. Çeşitli devrimci konuşmacılar geliyor ve halkın sorularını yanıtlıyorlar. Genel greve hazırlık yapıyor ve iktidar politikalarını durdurmaya çalışıyorlar. Ayrıca Syrizia ve Podemos’u reformistlikle ve düzen partileri ile anlaşmakla suçluyor, kendilerini daha solda görüyorlar. Troçkist ağırlıklı FIT’e göre tüm solun desteklediği ortak yeni bir parti ile seçimlere gidilip yeni bir halk meclisi seçilmelidir. Böyle bir meclisin içinden çıkacak işçi hükümetinin ülke sorunlarına yanıt verebileceği görüşündeler. Önlerine koydukları acil planı, Sosyalist İşçi Partisi’nin Kongredeki üyesi ve FIT sözcüsü Nicolas Del Cano şöyle açıklıyor: “..Kamu borcunu ödemenin reddedilmesi ve tek bir devlet bankası kurulma-
94 ARJANTİN EKONOMİK KRİZİ VE DERSLER
nunun ana fikrini anlatıyor. Borçlandırıp sonra iflas ettirerek bu ülkeler sömürgeleştiriliyor. Öyleyse şu soruyu sormak yerindedir. Bu kısır döngüden söz konusu ülkeler nasıl çıkabilirler? Bu arayış giderek daha çok sayıda insana şu soruyu sorduruyor. Neden iktidarlar yabancı para birimleri ile borçlanıyor sonra da on yıllar boyu küresel mega bankacılara borçlu hale geliyorlar? Bu işin başka yolu yok mu? İşte Salbuchi’nin yanıtı: “İktidarların ihtiyaç duydukları parayı direkt kendilerinin basması doğru bir sağduyudur. Ama ‘para basmak’ politik olarak karşı durulması zor çığlıklar koparır. İktidarların kendi kamu sahipliği altındaki bankalardan para almaları da aynı etkiyi yaratacak başka bir seçenektir. Kamu bankaları aynı özel bankalar gibi kredi verebilirler ama özel olanların aksine bu bankalar kar ve faiz gelirlerini tekrar ekonomiye aktarırlar. Onların görevi kamuya hizmettir ve karları buraya gidecektir. Böyle iktidarların kendilerinin ya da kamu bankaları yolu ile bastıkları paralarla fon yaratmaları geçmişte Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada, Almanya, Çin, Rusya, Kore ve Japonya tarafından başarılı şekilde uygulanmıştır.”11 Bu öneri ekonomi çevrelerinde tartışılmıştır. Bizim gibi uluslararası sermaye kıskacında, sömürüsünde olan ülkeler açısından dikkate alınmalıdır. Hatta bu öneri bir adım daha ileri götürülüp eski döviz borçlarının yerel para birimleri ile geri ödenmesi de bir çözüm olarak düşünülmelidir. İktidarlar geçmişe yönelik olarak da alacaklı tarafa bunu dayatabilirler. Ya da bundan sonra bu koşullarla borçlanabilirler. Dolar dayatmasına karşı günümüzde başka seçenekler de geliştiriliyor. Örneğin kripto paralar. Bunlar piyasada uzun süredir varlar. Örneğin Venezuela, ABD yaptırımlarından kurtulmak için arkasına ülke altın zenginliğini alarak Petro adlı
kripto para ile ticaret yapmaya başladı. Artık dış ticaretinde dolar kullanmıyor. Hatta yazıyı kaleme aldığımız sıralarda IMF bir açıklama yaptı. Günümüzde devlet borçları dünya ekonomisi açısından büyük bir tehlike haline gelmiştir. Kripto paralar tehlikelidir ama devletlerin dış borçlanmaları daha da tehlikelidir.12 Yani küresel ekonomi büyük bir risk altında. Krizden çıkmak için de ülkeler çeşitli kaçış, çözüm yolları geliştirmeye çalışıyorlar. Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF) raporuna göre küresel borç 2018 başında 247 trilyon doları geçti, yani GSMH’nın %318’ne eşitlendi.” Bu korkunç bir rakam ve tarihsel rekorudur. Dünyanın en borçlu ülkesi de ABD’dir. Dolar hâkimiyeti ile bu yükü kaldırabileceğini düşünüyor. Bizi daha çok ilgilendiren gelişmekte olan ülkeler borcuna bakarsak: “2009 Küresel Finans Krizinden beri gelişmekte olan ülke dış borcu 40 trilyon doların üstüne yükseldi. Uluslararası Finans Enstitüsü(IIF)’ne göre 26 büyük gelişmekte olan pazarın toplam borcu, 2008’deki GSMH’nın %148’inden 2017 Eylül ayında %211’ine yükseldi.”13 Borçları geri ödemek için ucuz kredi bulma dönemi de, FED’in son faizleri yükseltmeye başlaması ile olanaksız hale geldi. Öte yandan bu ülke para birimleri değer kaybetti ve ihracat gelirleri daraldı. Peki, nasıl ödeyecekler borçlarını? O zaman bu borçlu ülkelerin borçlarını kendi para birimleri ile ödemeleri küresel açıdan hem doğru bir seçenektir hem de kaçınılmaz hale gelmektedir. Tabii sermaye çevrelerinin ellerinde dolar, avro vs gibi değerli paralar yerine Türk lirası ya da peso ile ne yapacakları sorunu onları korkutacaktır. Ama gelişmekte olan ülke paraları değer kaybettikçe kapitalist sermaye de kendi pazar alanını kaybetmektedir. Yani finansın kar ettiği dönemde sermaye zor duruma düşmektedir. Eğer onlar da pazarlarını kaybetmek yerine geliştirmek is-
gerçekleşebilir. Ayrıca arkasında da güçlü bir halk direnişi gerekecektir. Ancak böyle günlerin yaklaşmakta olduğu öngörülebilir. Halklar 2008 krizi sonrası kendilerine dayatılan kemer sıkma politikalarına çoğu yerde karşı çıktılar ve böyle bir örgütlenme ve protesto deneyimi kazandılar. Yeni gelecek krizde daha kolay harekete geçebilirler. Şimdiden bunların hazırlıklarını yapmalıyız.
Sürdürülebilirlik ve Sonuç: Dünya bir borç krizine giriyor. Yani hem borçlu ülkeler borçlarını ödeyemez duruma gelecekler hem de alacağını tahsil edemeyen, “zor” durumda kalan sömürücüler ne yapacaklar? IMF ve DB dayatmalarına karşı bir direnç giderek örgütleniyor. Yeni bir dünya güçler dengesine doğru gidiliyor. O nedenle bir dünya savaşından sık sık söz edilir oldu. Halkları örgütlemek sırf iktidar güçlerine karşı örgütlenme ile olamaz. Onlara yeni hedefler göstermek, buna hazırlamak gerekir. Kalkınma sorunu ne olacaktır? Dünya güçleri hep kalkınma vaatleri yapmadılar mı? Ancak biz sizi kalkındırırız demediler mi? Halklar bir “para veren” olmadan nasıl gelişecekler? Onlara aşılanan geri kalma korkusundan nasıl kurtulacaklar? Halklara nasıl bir yol gösterilecek? Bu konuyu başka açıdan ele almak, “Kalkınma” lafları üzerinde biraz daha düşünmek gerekiyor. Kapitalizmin, kalkınma, kalkınma ve yine kalkınma şiarı var. Hep daha fazla kalkınmak peşinde koşma dayatılıyor. Kalkınma demek mutluluk demektir. Mutluluk kalkınmak ile eş anlamlaştırılmış. Kalkınmanın ikiz kardeşi de tüketmek oluyor. Kalkınmak daha fazla, daha modern, daha güzel ve gelişkin olanı almak yani tüketmektir. Kalkındıkça bunlara sahip olacağız, daha fazla tüketeceğiz. Kapitalizmin her gün daha fazla kalkınma ve tüketme hırsı ve bunun en iyi
95 ARJANTİN EKONOMİK KRİZİ VE DERSLER
tiyorlarsa para spekülasyonunun bir sınırı olması gerekir. Sonuçta gelir dağılımının bu kadar çarpık hale geldiği küresel ekonomide, borçların ödenmemesi yalnız ulusal değil uluslararası bazda da bizce geçerli bir seçenekten öte zorunluluk haline gelecektir. Ama bu ele alınması gereken başka bir konudur. Borçların yerel para birimleri ile ödenmesi olayı dışında dünya finans kurumlarının para oyunları ile ülkeleri devalüasyona zorlamaları ve yerel paraları pula çevirmelerine karşı, ülkelerin aralarında dolar, avro dışında kendi para birimleri ile ticaret yapmaları da bir seçenek olarak artık sık sık kullanılıyor. Çin, Rusya, İran bu konuda epey yol aldı. Çin yuan ile petrol anlaşmaları imzalıyor. Ülkemiz de geçenlerde Rusya ile bazı ticari malları kendi para birimleri ile yapma konusunda anlaştı. Arjantin de dost çevre ülkeleri ile böyle bir işbirliğine, ticarete girebilir. Günümüzde artık dünya ticaretinin sadece %65’i dolar ile yapılıyor. Yani %35’i başka para birimleri ile. Eğer borç krizi dünya ekonomisini yeniden derin bir krizine sokacaksa o zaman dolar dışı para birimlerinin devreye sokulması krizi önleyici bir işlev bile görebilir. Gelişmekte olan ülke iktidarları uluslararası finans kurumlarına karşı böyle bir direnişe geçmelidirler. Gelişmekte olan borçlu ülkelerin bu doğrultuda işbirliği yapması herkesin hayrına bir seçenek gibi gözüküyor. Zaten son günlerde kur savaşları ve Bretton Woods’a benzer bir anlaşma ihtiyacı, uluslararası finans ve sermaye çevrelerinde tartışılmaya başlandı. Ancak şunu da aklımızdan çıkartmamalıyız: Şimdiki iktidarlardan böyle bir politika beklemek ölü gözünden yaş beklemek gibidir. Arjantin iktidarının borç krizine böyle bir çözüm getirmesi elbette beklenemez. Bu olsa olsa yukarıda sözünü ettiğimiz halk iktidarlarının kurulması ile
96 ARJANTİN EKONOMİK KRİZİ VE DERSLER
yaşam biçimi olduğu ideolojisi artık ömrünü doldurmaktadır. Çevre, iklim, dünya yer altı ve üstü zenginlikleri açısından kalkınma hevesinin bir sınırı olduğu ortaya çıktı. Gelişmekte olan ülkelerin borç krizi, kapitalizmin kendisinin bu sömürü modelini sürdüremeyeceğinin işaretidir. Küreselleşen dünyada artık borçlanan ülkeler demek merkez pazarlarının da tıkanması demek. Halklar her geçen gün uluslararası sermaye ile kalkınmanın bir modern sömürü olduğunu anlıyorlar. Arkasından krizler ve IMF, DB kemer sıkmaları geldiğini çokça yaşayıp öğrendiler. “Kalkınamayacak mıyız, modern merkezlerin seviyesine yükselemeyecek
biçiminin artık örnek alınmaması gerekir. Batı merkez ülke toplumları kendi topraklarının onlara tanıdığının ötesinde başka ülkelerin zenginliklerini sömürerek, onlarınkini kısıtlayarak yaşıyorlar. Eğer biz sömürüye karşı isek o zaman Batı toplumu yaşam modelini örnek olarak almama durumundayız. Yani tüketimimizi kendi ulusal olanaklarımıza göre sınırlamalıyız. Topraklarımızın bize verdiğiyle, kendi kafa kol emeğimizle, atalarımızın söylediği gibi ayağımızı yorganımıza göre uzatarak yaşamalıyız. Eskinin yerel politikalarına, pazarlarına, yerel paralara dönebiliriz. Uluslararası ilişkilerimizi de bu doğrultuda kurmalıyız. Ti-
Eğer biz sömürüye karşı isek o zaman Batı toplumu yaşam modelini örnek olarak almama durumundayız. Yani tüketimimizi kendi ulusal olanaklarımıza göre sınırlamalıyız. Topraklarımızın bize verdiğiyle, kendi kafa kol emeğimizle, atalarımızın söylediği gibi ayağımızı yorganımıza göre uzatarak yaşamalıyız. Eskinin yerel politikalarına, pazarlarına, yerel paralara dönebiliriz. Uluslararası ilişkilerimizi de bu doğrultuda kurmalıyız. Ticareti de benzer çıkarı ve benzer politik hedefleri olan dost komşular ve ülkeler arasında gerçekleştirmek uygun olacaktır. Güçlünün zayıfı ezdiği kapitalist ticaret değil, komşuyu da kollayan eskinin ticaret anlayışına dönmeliyiz. miyiz” diye düşünmekten bu işin nereye varacağını sorgulamaya, alternatifler düşünmeye başladılar. Günümüz doğa, ekonomik koşulları artık daha modern, daha doğru bir kalkınmayı dayatıyor ve bunun adı da sürdürülebilir kalkınmadır. Her ülkenin kendi doğasını koruyarak, yer altı ve üstü zenginliklerinin elverdiği şekilde bir kalkınma yolu seçmesi, tutturması gerekiyor. Bizlere hedef ve örnek gösterilen tüketimin zirvesindeki kapitalist toplum yaşam
careti de benzer çıkarı ve benzer politik hedefleri olan dost komşular ve ülkeler arasında gerçekleştirmek uygun olacaktır. Güçlünün zayıfı ezdiği kapitalist ticaret değil, komşuyu da kollayan eskinin ticaret anlayışına dönmeliyiz. Bizim bildiğimiz iki ülke, Küba ve Bolivya günümüzde sürdürülebilir bir kalkınma modelini uyguluyor. Başka ülkeleri sömürmeden kendi yağları ile kendi doğalarını koruyup geliştirerek kalkınmaya çalışıyorlar. Öyle kapitalistleşme, kapitalist
konusu Arjantin’e dönersek onların yıllardır yaşadıklarından çıkarılacak en büyük ders budur. Arjantin’in yukarıda yazdığımız Kirchner iktidar dönemi dış borç alınmadan yaşanan bir dönem miydi? Bir anlamda öyledir. Ama Kirchner iktidarı kendi yerli burjuvaları ile ittifak içinde yaptı bunu. Kalkınma hedefini sürdürülebilirlik doğrultusunda örgütlemedi. Halkları bu doğrultuda örgütleyip geliştirmedi. Yani sosyal demokrasi ile kalkınmanın önü de tıkalıdır. Sürdürülebilir kalkınma modeli öyle basit bir model değildir. İleriye dönük iyi düşünülmesi, iyi hesaplanması gereken çok verili bir plandır. Kapitalizmin kar hırsını taşımadan geleceğe yönelik ülkenin yer altı ve üstü zenginlikleri üstüne yatırımlarla, gelecekte oluşacak işbölümünü de öngörmeye çalışarak bir kalkınma planı yapmaktır. Günümüzde emperyalist sömürünün hakim olduğu bir dünyada bu yolu şimdiden doğru tutturmak hiç kolay değildir. Sol güçlerin önündeki sorun basit değildir. Kirchner iktidarı böyle bir modeli seçmedi. Aynı şekilde Brezilya da seçmedi ve şimdi yine burjuvazinin zulmü ile karşı karşıyalar. Bizim ülkemiz liderleri de krizden çıktık, çıkıyoruz şiarları ile yeniden “Büyük Türkiye” ideallerini, umudunu tırmandırıp halkı yeniden bu krizler, sömürüler yoluna itiyorlar. Arjantin deneyinden bu sevdadan vazgeçilmesi gerektiği dersi çıkarılmalıdır. Ama bu akıl başka bir dünya görüşünü gerektirmektedir. Halkların krizlerden çıkma yolunun başka bir kalkınma ve dünya görüşü olduğunu anlamaları, şimdiye kadar kendilerine kurdurulan düşlerden ayılmaları gerektiğini anlamaları kolay değildir. Önümüzdeki dönem onları hazırlamak açısından çok önemlidir. 2008 dünya krizinden sonra halklar kemer sıkmalara karşı direnç gösterdiler. Arap baharları, biz %99’uz protestoları halkların şimdi
97 ARJANTİN EKONOMİK KRİZİ VE DERSLER
ana yurtlardaki gibi bir yaşam biçimi diye dertleri yok. Ellerinden geldiğince, halklarının teknolojik bilgisi, geçmişten atalarının yüzyıllardır geliştirdiği kültür ve deneyiyle ve onları sayıp koruyarak, başka halkları sömürmeden, ulusal işbölümü ve karşılıklı yardımlaşma çerçevesinde gelişiyorlar. Gelir dağılımında dengesizlikler yaratmadan, herkesin az çok eşitlendiği bir ekonomik kalkınma modeli uyguluyorlar. Belki kapitalist dünya insanının üretim seviyesine ulaşamıyorlar, onların şaşalı yaşam düzeyinde yaşamıyorlar ama aç, açık insan yok. “Burn out” olmuyorlar. Sağlıkları, eğitimleri güvence altında, emperyalizmin saldırısını saymazsak, yarınlarından korkmuyorlar. Çocuklarına ve yaşlılarına iyi bakıyorlar. Doğalarını koruyorlar. Ayaklarını yorganlarına göre uzatıyorlar. Yani sürdürülebilir bir kalkınma modelini benimsemişler ve ondan dolayı mutlu olarak yaşıyorlar. Kapitalist bir modelde gözleri yok. Yine kalkınıyorlar. Bolivya lideri daha dün Arjantin’deki konuşmasında BM raporlarına göre geçen yıl olduğu gibi bu yılda kıtanın en hızlı kalkınan ülkesi olacaklarını açıkladı. Hatta komşuları Arjantin yıllardır kapitalist kalkınma peşinde olmasına rağmen halkların yaşam kalitesi Bolivya ve Küba kadar değildir. Yazımızda bu ülkede ne kadar insanın aç ve yoksul, geleceği olmayan insan olduğunu anlattık. İki madde halinde özetleyelim: Birincisi gelişmekte olan bir ülke olarak uluslararası sermaye ve finans ile kalkınma demek onlar tarafından sömürülmek, dengesiz gelişmek ve ekonomik krizlere açık olmak demektir. Onlar bir verirse on alırlar. İkinci olarak bu model günümüzde ömrünü doldurmuştur. Sürdürülebilir bir kalkınma modeli seçilmelidir. Bu modeli halklara anlatmak durumundayız. Halkların gözündeki perdeyi kaldırmalı, sürdürülebilir kalkınmanın tek kurtuluş yolu olduğuna ikna etmeliyiz. Yazımızın
98 ARJANTİN EKONOMİK KRİZİ VE DERSLER
daha örgütlü olmaya hazır olduğu umudunu veriyor. Sol güçler vakit kaybetmeden yaklaşmakta olan krize karşı direnişleri kaldığı noktadan tekrar canlandırıp yükseltmeye hazırlanmalıdır. Arjantin deneyi bizlere, borç ile kalkınma sevdasının yanlışlığı kadar halkların bilinçlenmesi sürecinin aşamalarını göstermesi açısından önemlidir. Halklar öyle birkaç kriz acısı ile doğru yolu bulamıyorlar. Sol güçler bunun bilincinde olarak, bıkmadan, yorulmadan gerçekleri göstermeye çalışmalıdır. İçine girilmekte olan popülizmin yükseldiği süreçte bu görev daha zorlu hale geliyor.
Alıntılar Dizini: (1) https://ellenbrown.com/2014/08/12/cry-forargentina-fiscal-mismanagement-or-pillage/ (2) http://axisoflogic.com/artman/publish/Article_63975.shtml (3) http://cepr.net/publications/reports/theargentine-success-story-and-its-implications (4) Ay. http://cepr.net) (5) https://www.telesurenglish.net/opinion/ Expert-Economist-to-teleSUR-ArgentinaNeeds-to-Quit-IMF-End-Austerity-to-FixEconomy-20180924-0018.html (6) (rakamlar) https://socialistaction. org/2018/10/19/argentine-workers-stage-nationwide-strike-against-austerity-measures (7) http://www.globalissues.org/ news/2018/09/24/24528 (8) https://www.counterpunch.org/2018/09/12/ the-struggle-of-small-farmers-in-argentinascrisis/ (9) http://www.leftvoice.org/From-the-Workers-and-Left-Front-to-a-Unified-Party-of-theWorkers-and-the-Left nicolas Daneri 14 Ekim 2018 (10) https://www.commondreams.org/views/2014/08/25/colonization-bankruptcy-highstakes-chess-match-argentina (11) ay. (12) http://www.atimes.com/article/imf-cryptorisky-but-rising-world-debt-riskier/ (13) http://www.ipsnews.net/2018/09/anotherglobal-financial-crisis-developing-countries/