D ü ş ü n c e ve D a v ra n ış B irb irin d e n
Değişen Dünya Dengesi ve Devrim Sorunu
Kaypakkaya'da Sınıflar Tahlili (Yeni Demokrasi Eleştirisi)
A y rılm a z
Devrimci Sol Eleştirisi
Sosyal Anlamlı Askercil Taktik Elemanları
S ah ibi ve Sorum lu Ya zıiş le ri M ü dü rü : Ihsan Özal Y ö n e tim Yeri ve Y azışm a A d re s i: Piyerloti Caddesi Silahtar Mektep So kak Ahmet Bostancı Han No 11/11 Çemberiitaş-İSTANBUL
İçindekiler Değişen Dünya Dengesi ve Devrim Sorunu............................................ 7 Devrimci Sol Eleştirisi............................. 33 Kaypakkaya'da Sınıflar Yapısının Tahlili ve Devrim Sorunu.......................................... 65 Sosyal Anlamlı Askercil Taktik Elemanları.................... 107
m em aoa flJ ıııllı
J I
■
Öncelikle özür dileyerek başlıyoruz. Belirttiğimiz süreden biraz geç bir biçimde çıkmanın sıkıntısıyla yeniden karşınızdayız. Gelelim yeni sayımıza. Bu sayımız gene diğer sayılarımızdaki gibi teorik yoğunlukta. Yazarlarımızın polemikleri ve dünya de ğerlendirmesi diğer sayılarımızdan daha üst nitelikli bir biçimde yer almaktadır. Mehmet Yılmazer arka daşımızın Değişen Dünya Dengesi ve Üçüncü Dün yada Devrim Sorunu'nu irdeliyor. Hüseyin Ali Kemal arkadaşın Devrimci Sol eleştirisi, İbrahim Kaypakkaya'nın sınıflar yapısının tahlilin eleştirisi Barış Doğanay arkadaştan ve Dr. Hikmek Kıvılcımlı'nın Oportunizm Nedir? adlı kitabından sosyal anlamlı as kerdi taktik ve strateji adlı makalesini yayınlıyoruz. Üç ay sonra yeniden buluşmak dileğiyle.
YOL
THKP/CEPHE ELEŞTİRİSİ MEHMET YILMAZER
ÇIKTI BÜTÜN KİTAPÇILARDA
YOL 7
DEĞİŞEN DÜNYA DENGESİ VE DEVRİM SORUNU Mehmet YILMAZER Sosyalist sistemin çöküşü ve dünya güçler dengesinde önce ki konumunu yitirişi devrim sorununa yeni bir yaklaşımı zorunlu ha le getiriyor. Kaba görünüşüyle dünya sanki 1917 öncesine dön müştür. Güçlü emperyalist merkezler, geniş yeni sömürge ülkeler ve kapitalizmi restore etmek için kan teri döken eski sosyalist ül keler... Bu tablo insanlığın önüne üretici güçlerin gelişmesi açısın dan hangi imkanlar koymaktadır: Zirvede gelişiyor görünen emper yalist merkezler; eleklerde ise üretim ilişkileri ve sosyal sistem ola rak tıkanan geri kapitalist ülkeler; fakat aynı zamanda toplumsal mülkiyetin kendini “devlet mülkiyeti” olarak ortaya koyduğu, dur gunlaşan ve bozulan, sosyalizme geriye dönüş çabalârarı dünyada birbire zıt ve çok güçlü anaforların yaşandığını gösteriyor. Ezbere konuşmayacaksak “kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı” çehresini bütünüyle değiştirmiştir. Eski nakaratların ve for müllerin tekrarı bilinçleri doyurmamakla kalmıyor, yeni süreçlere karşı uyanıklığı körelteceği için doğrudan gerici bir işlev görüyor, Sosyalizm için mücadele ederken kişilerin hatta siyasi eğilimleri amaca “ihanetinden” söz etmek mümkündü. Ancak yüz milyonları aşan ulusların geriye dönüş sancılarını “İhanetle”, “döneklikle” açık lamak sosyal olaylara tek yanlı ve idealistçe bir yaklaşım olur. Do layısıyla nasılki dünyada sosyalist devrimler ve sosyalizmin, inşa çabaları “tarihin bir rastlantısı” değilse, şimdi geriye dönüş sancıları da yalnızca ve basitçe “ihanet” ya da “döneklik” değil, sosyal bir gerçekliktir. Dünyamız birbirine zıt sosyal yönelişlerin ortasında gö rünüyor. Geri kapitalist ülkelerin önemli bir kısmında sistemin tıkanışı ve sosyalizme yöneliş çabaları; öte yandan bozı/lan ve çürü yen sosyalizmden kapitalizme geriye dönüş sancıları, dünyanın emperyelist merkezler dışında kalan kısmını kucaklıyor. Bu koşullarda ve dünyadaki bu denge değişiminde ülkelerdeki devrim sorununa nasıl yaklaşmalıyız! Bugünün verilerinden hare ketle sorunu tartışmadan önce devrimler tarihinin Marxs-Enrgels’le
YOL 8- Değişen Dünya Dengesi birlikte başlıyor yıllarından Sosyalizmin çöküşüne kadar uzanan dönemine bir göz atalım. MARX-ENGELS’DEN SOSYALİZMİN ÇÖKÜŞÜNE KADAR DEVRİM KOŞULLARI Bu yılları başlıca üç ana döneme ayarabiliriz. ilki, ‘ kıtada topyekün devrim’in beklendiği Marxs-Engels yıllarıdır. Marks ve En gels kendi dönemlerinde Avrupa kıtasında (Ingiltere adası dahil) eşzamanlı bir devrim öngördüler. O dönemde bir tek ülkede devrim düşünülmedi. Bu öngörü, dönemi için bir gerçekliği yansıtıyordu. Kapitalizm Avrupa kıtasında birbirine yakın tarih aralıklarında ve birbiri hızlandırarak eşzamanlı geliştiği için Mars-Engels'in kıta ça pında bir devrim öngörmesi dönemin koşullarına denk düşüyordu. Nasılki burjuva devrimleri Avrupa kıtasında birinden diğerine taşındı ise, ardından işçi hareketleri de aynı yolu izlediler. 1840’lar Avrupasında işçi sınıfı mücadelesi kapitalist ülkelerin sınır çizgileri içinde tecrit olmadı. Bütün kıtayı sardı ve işçi sınıfı tarih sahnesine bir tek ülkede değli, bütün kıta Avrupa’sında eşzamanlı olarak çıktı. Bu somut gerçeklikler ister istemez o dönem devrimcilerinin görüşleri ni şekillendirdi. Kapitalizm serbest rekabetçi yılları aynı zamanda kıtada topyekün devrimin beklendiği yıllar oldu. Marks-Engels’in yaşadığı yıl larda Avrupa’da tek ülkede devrim olmadı, ancak kıta çapında bir devrim de gerçekleşmedi. İkinci dönem, kapitalizmin emperyalizm aşamasıyla başlar, i kinci dünya savaşında sosyalist sistemin doğuşuyla biter. Kapita lizm henüz Avrupa kıtasının batısıyla sınırlı iken onun ülkelerdeki gelişimi azçok birbirine yakın süreçler izledi. Fakat, tekelci kapita lizm yıllarında dünyanın kaynaklarının paylaşımı dönemi başladığın da, kapitalizmin tek tek ülkelerdeki “eşitsiz gelişimi”, onun gelişim kanunu oldu. Lenin, bu objektif gerçekliğe dayanarak 1915 yılına gelindiğin de eşitsiz gelişim temelinde tek tek ülkelerde devrimin mümkün ol duğunu öngördü. Dünya 1850’lerden bambaşka bir konuma gelmiş ti. 1900’lerde iyice şekillenen tekelci kapitalizm, dünyayı paylaşma yoluna çıkarken kaçınılmaz bir şekilde bu korkunç paylamış savaşı sırasında devrimlerin yolunu döşeyecek çelişkileri biriktirdi, dünya
YOL 9 ölçüsünde çatlaklar yarattı. Emperyalist merkezlerin kendi aralarındaki mücadelesi, kapi talizmin dünya ölçüsünda yaygınlaşma süreci onun eşitsiz gelişi mini öne çıkarttı. Bu ise ülkelerin koşullarını birbirine benzemez ha le getirdi, aralarındaki gelişim konaklarını başkalaştırdı. 1917 devrimi tek ülkede devrim tezinin pratikdeki doğrulan ması olmuştur. Ancak bu doğrulanma henüz gerçekliğin bir yüzü i çindi. Lenin dahil, Rus devrimcileri kendi ülkelerindeki bir devrimi daima Avrupa’da arkalarından gelecek bir proleter devrimine bağla mışlardır. “Batıda ardımızdan bir proletarya devrimi gelmedikçe za ferin sürekli olamayacağını ve devrimimize doğru yaklaşımının yal nızca uluslararası bakış açısından mümkün olduğunu sürekli olarak kuvvetle vurguladık.."(1) Dolayısıyla 1917 devrimi ve Bolşevik iktidarı tek ülkede devri min mümkün olduğunu kanıtı olmuştu, ancak henüz “zaferin sürek li” olmasının bir kanıtı değildi. O günlerin koşullarında Rus devrimci leri zaferin sürekliliğini Batı’da bir proletarya devriminin patlaması koşuluna bağlamışlardı. Buna en yakın ülke ise Almanya idi. Pratik bu öngörüye doğrulamamıştır. Alman devrimi yenilgiye uğramış, Sovyet iktidarı kapitalizm denizinde bir ada gibi kalmıştı. Fakat öte yandan 1920'nin sonuna gelindiğinde üç yıllık iç savaş ve emperyalizmin saldırıları karşısında Sovyet iktidarı yaşama gü cünde olduğunu kanıtlamıştır. Böylece o güne kadar tecride açıkça öngörülmemiş olan bir olgu pratikte gerçekleşmekle kalmıyor zafe rin sürekliliği sağlanmış oluyordu. Sovyet iktidarının yaşamasında Rusyanın dev bir ülke olması ve öte yandan emperyalist merkezlerin savaşta yorgun düşmesi bir nedendir. Fakat zaferi salamlaştıran bu koşullar sürekliliği”de sağlanmış oluyordu. Sovyet iktidarının yaşamasında Rusya’nın dev bir ülke olması ve öte yandan emperyalist merkezlerin savaşta yorgun düşmeleri önemli bir nedendir. Fakat zaferi sağlamlaştıran yalnızca bu koşul lar değildir. Kendisi bir devrimle iktidara gelememiş de olsa, Avrupa proletaryasının iki dünya savaşı arası yıllardaki mücadelesi Sovyet iktidarına yaşam kaynağı olmuştu. Sovyet iktidarı kapitalizm deni-
YOL 10- Değişen Dünya Dengesi ziyle çevrelenmişti, ancak aynı zamanda batı proletaryasının dolaylı desteği ve coşkulu bir sempati ağıyla da kuşatılmıştı. Bu gerçeklik, günümüz devrimlerinin yaşaması için de hayati bir önem taşımaktadır. Fakat kapitalizm kendinin zayıf düştüğü bir momentte yaşama şansı bulan sosyalizme yeni ve köklü bir saldırı başlatmadan duramadı. Kapitalizm, Sosyalizme -Sovyeletr Birliği ne- topyekün bir saldırıya geçebilmek İçin başlatmadan duramadı. Kapitalizm, Sosyalizme -Sovletyer Birliği, topyekün bir saldırıya geçebilmek için Alman faşizmi ölçüsünde hayvanlaşmaktan başka bir yol bulamadı. Tek ülkedeki sosyalizm Faşizmin haçlı seferiyle yok edilememekle kalmadı, sosyalizm bir tek ülkenin sınırlarını a şan, ülkeler grubunu kucaklayan yeni bir sistem oldu. Böylec dev rim sorunu yeni bir çehre kazanmış oluyordu. Üçüncü dönem, İkinci Dünya savaşı bitiminden günümüze ka dar uzardı. Sosyalist sistemli varlığı koşullarında tek tek ülkelerde devrim sorunu artık açık ve kesin bir imkan haline gelmiştir, hele Küba gibi Amerikan emperyalizminin bunun dibindeki bir ülkede devrimin zafer kazanması yeni dünya dengesinde tek tek ülkelerde başarılı devrimlerin objektif zeminini iyice pekiştirmişti. Böylece sosyalist sistemin şekillenmesiyle birlikte dünya da yeni bir süreç daha yaşanmaya başlamıştır. Emperyalizmin sömü ründen kurtulmaya çalışan ama sosyalizme “bağlantısız ülkeler" ancak sosyalist sistemin varlığıyla birlikte olanaklı hale gelmiştir. Dolayısıyla sosyalizmin varlığı geri kapitalist ülkelerle emperyalist merkezler arasındaki ilişkiyi etkilemiş, klasik sömürgecilik dönemi son bulmuş yeni sömürgecilik dönemi başlamıştı. Çin, Küba, Vietnam devrimlerin eski sömürge ülkelerin alınyazısında tayin edici bir role sahiptir. Emperyalist ülkelerden birisinin kesin egemenliğinde yaşamak böylece geri ülkeler için alın yazısı olmaktan çıkmıştır. Sosyalist sistemin şekillenmesiyle dünyada 1940’lara kadar egemen olan düzen kökten bir değişime uğramıştır. Sosyalizmin bir grup ülkede gerçeklik oluşu dünya ölçüsünde sos yalizme bir yönelişten önce yaygın sömürge kurtuluşu dönemini açmıştır. Ulusal kurtuluş savaşları 1975'lere kadar dünya devrimci sürecine damgasını vuran bir gerçeklik olmuştur. Bu dönem gerek radikal mücadeleler ile emperyalizmden "bağımsızlaşmak”, gerek
YOL 11 se dünyadaki genel sürecin baskısı sonucu kapitalist anayurtların eski sömürgelerine görünüşte de olsa “siyasi bağımsızlık" vermesi biçiminde yaşanmıştır. Bu ülkelerin -bir kaç istisna hariç- diğer hepsinde, Sovyetlerin öne sürdüğü gibi “kapitalist olmayan yol" dan sosyalizme bir gidiş değil, ger ¡üretim ilişkilerinden bir bakıma üçüncü dünyaya özgü yollardan kapitalizmin geliştirilmesi yaşanmıştır. Geri ülkeleredeki sosyalist özlem ve sloganlarla yüklü geçiş dönemi bir otuz yılı almış, 1970’lerde sosyalist sloganların altındaki kapitalist öz kendini ortaya koydukça dünyadaki sosyal süreç de yeni bir döneme girmiştir. ikinci dünya savaşı sorası yaşanan dönemde 1970’ler bir dö nem noktası olmuştur. Bunu bugün daha iyi görebiliyoruz. 1970'li yıllar iki sistemi arası bir güç dengesinin kurulduğu ve ulusal kurtu luş savaşlarının tarihsel olarak son konağının yaşandığı yıllar ol muştur. Devrimci yükseliş süreci tepe noktasına gelip bir dengede durgunlaşmaya dönüşmüştür. Onbeş yılı aşkın denge yılları 1985 sonrası hızla bozulmuş ve sosyalist sistemin çöküşüyle sonuçlan mıştır. Denge ya ileriye ya da geriye doğru bozulacaktı, yaşadığını zı tarihsel süreçte bu denge geriye doğru bozulmuştur. Geriye doğru bir devriliş ilk elden devrimci güçler açısından kötü sonuçlar doğurmuş olsa da, aynı zamanda her iki sistem için de ve özellikle sosyalist sistem içinde ne kadar çürümüş yozlaş mış yan varsa onları da açığa vurmuştur. İnsanlık tarihinin geleceği açısından bataklık durgunluğunun ve iğrenç çürümüşlüğün bir fırtı nayla altüst edilmesi yeni taze güçlerin açığa çıkması açısından hem bir kaçınılmazlık hem de bir şanstır. 1970'lerde nükleer bir yıkım tehlikesiyle kurulan KapitalizmSosyalizm dengesi bir yandan karşılıklı kazanılmış mevzilerin da yanıklılığını sınavdan geçirirken, öte yandan tutucu durgunluğuyla yeni güçlerin yolunu tıkıyor, sosyal gelişimi çürütüyordu. 'Eski ka pitalizm sosyalizm dengesi mi, yoksa yaşadığımız geriye devriliş yılları mı insanlığın devrimci gelişiminin çıkarlarınadır' sorusu tarih sel materyalizm açısından bir saçmalıktır. Hiç şüphesiz ki eski den ge koşullarında tek tek ülkelerdeki devrimci gelişimler sosyalizmin maddi ve moral desteğiyle beslenebiliyorlardı. Fakat aynı zamanda
YOL 12- Değişen Dünya Dengesi kapitalizm-sosyalizm dengesinin yarattığı tutucu durgunluk, dünya devrimci sürecinde radikal eğilimleri değil sürekli uzlaşmacı, refor mist eğilimleri besledi. Sovyetlerin "barışçıl* dengesi devrimci güç lerin çürütüldüğü geniş bir sosyal bataklık yarattı. ‘ Denge’ , yapısı gereği tutucudur, durağandır. Ancak doğada ve sosyal yaşamda dengeler bir geçiş süreci olarak kaçınılmazdır da. Son devrilişler eski dengenin hemen ve ilk elden devrimci geli şimler lehine bozulmaması anlamında bir geri adımdır. Fakat insanlı ğın tarihsel gelişimi dikkate alındığında ileri bir adımdır da. Devrimci güçleri çürüten dengelerin bozulması, sancılı süreçlerin içinden geçerekte olsa yeni taze sosyal güçleri sınıflar mücadelesinin içine çekecektir. Olaylara biraz daha yakından baktığımızda bir paradoksla karşı karşıya olduğumuz görülür. Sosyalist sistem, kapitalizmin güçlü olduğu bir tarihsel momentte değil, üçüncü dünyada yeni sö mürgeciliğin iflas işaretlerinin yükseldiği; üstelik bu ülkelerde mücadelerin ulusal kurtuluş sayfasının kapanıp sosyal kurtuluş say fasının açıldığı, yani mücadelenin sosyal bilinç olarak bir basamak daha yükseldiği bir tarihsel momentte çökmüştür. Bu paradoksun anlamına ve yaratabileceği sonuçlara gelmeden sosyalizmin çözü lüşüyle birlikte ortaya çıkan “Kuzey-Güney çelişkisine" değinelim. KUZEY-GÜNEY ÇELİŞKİSİ Sosyalizm-Kapitalizm dengesi kapitalizmin lehine bozulanca “doğu-batı çelişkisinin" yerini “kuzey-güney çelişkisinin” aldığı iddia ediliyor. Kaba görüntüyle yetinilirse Kuzey (zengin emperyalist ül keler) ve güney (yoksul, geri kapitalist ülkeler) çelişkisinin öne çık tığı bir gerçekliktir. Eskiden bu çatışma kapitalizm-sosyalizm den gesinin sınırında yaşanıyor ve bir geri ülkedeki iç mücadele ya da bölgesel çatışma ve savaşlar bu dünya dengesinin kesin izini taşı yordu. Şimdi bu denge bozulduğuna, üstelik sosyalizm çözülüşe uğradığına göre dünyadaki çatışmalarda nasıl bir saflaşma şekille necektir; Kuzey-Güney çelişkisi tezini Türkiye’de en öne çıkartan D. Perinçek ve Teori dergisi oldu. Aslında Perinçek için zaten dünya da bir sosyalizm olgusu yoktu. Sovyetler Birliği de ‘ emperyalist* ül kelerden birisiydi. Dolayısıyla bir ‘emperyalist” ülkenin güçten düş-
YOL 13 mesi neden kuzey-güney çelişkisini öne çıkartsın? D. Perinçek kendi mantığıyla tutarlı davranmıyor. Bu davranışıyla aslında, Sos yalizmdeki gerçek çöküşün 1980'lerde başlayıp derinleştiğini ken disi de dolaylı olarak kabul etmiş oluyor. Konumuza dönersek, Perinçek Kuzey-Güney çelişkisini nasıl temellendirmektedir? “Çağımızda devrim bir ülkenin kendi içindeki sınıfsal hesap laşmaların meyvası değildir. Devrim, Marx zamanında ülke içi he saplaşmalardan çıkıyordu. Bugün devrim, emperyalist hakimiyet zincirin bir ülkede kırılmasıdır... Bu bakımdan ezilen ülke burjuvazi* lerinin, emperyalist sömürüyü zayıflatarak kendi işçilerinin sömürü sünden aldıkları payı büyütmeleri, dünya devrimi açısından olumlu dur... Meseleye salt işçi-kapitalist çelişmesi açısından bakarsak o layı anlayamayız. Çünkü burada zayıflayan, doğrudan doğruya ka pitalizm değil, emperyalizmdir." (2) Sınıflar savaşını Marx döneminde bırakan D. Perinçek, dünya devrimci sürecini emperyalizm ile ezilen ülke burjuvazilerinin müca delesine indirgiyor. Perinçek hiç şüphesiz dünyaya kendi burjuva gözlükleriyle bakıyor. Daha 1970'lerdeki AL-AK Aydınlık bölünme sinde, AK Aydınlık sayfalarında sınıflaşmaya karşı çıkan, “milli cep he" politikasını öne süren, Türkiye'de devrimi toprak ağalarına karşı toprak devrimine indirgeyen Perinçek, çok kişinin sandığının tersi ne o günlerdeki çizgisinde tutarlı bir şekilde yürümektedir. Emper yalizme ve loprak ağalarına karşı burjuvazi ve işçi sınıfını bir tek “milli cephede” eritmeyi özleyen D. Perinçek'in Sosyalizm düşman lığı boşuna değildi. Sosyalist sislemin varlolduğu koşullarda her u lusal kurtuluş hareketi sosyalizme yönelme şansı taşıyordu. Ufku burjuva devriminden öteye gidemeyen Perinçek ulusal kurtuluş ha reketlerinin önünden sosyalizme yönelme “tehlikesini* kaldırmak i çin, dünyadan sosyalist sistemi kaldırıverip onu emperyalist ilan etmesi boşuna değildir. Şimdi sosyalizmin gerçekten çöküşü koşullarında sınıflar sa vaşının Marx döneminde kaldığını daha cesaretle ilan edebiliyor. Oysa hangi ulusal kurtuluş mücadelesi aynı zamanda bir iç (sınıf sal) hesaplaşmadan geçmeden adım alabilmiştir? D. Perinçek ken di konumun gereği sınıflar mücadelesi gerçekliğini örtüp, ‘ emperya-
YOL 14- Değişen Dünya Dengesi lizme karşı” mücadeleyi öne çıkartıyor. Oysa 1920’ler sonrası hızla nan ulusal kurtuluş savaşları dünya ölçüsündeki sınıflar savaşının (emperyalist merkezler Sovyetler Birliği arasında) zemininde geliş tiler ve kaçınılmaz bir şekilde bu saflaşmanın izlerini taşıdılar. D. Perinçek'in ikinci önemli tesbiti geri ülkelerde kapitalizmin durumuyla ilgidir. ‘ 19. yüzyılda, en son 20. yüzyılın başlarında ka pağı kapitalist ülkeler kategorisine atan attı. Atamayanlar, ezilen ülkeler safında kaldı ve artık bu kapı kapandı. Yani emperyalizm ça ğına girildikten sonra kapitalizme yetişme, onlardan biri olma şansı kalmadı.” (a.y) “Ezilen ülkeler” kapitalist değil midir? Büyük çoğun luğu kapitalisttir. Onların emperyalist merkezler ölçüsünde geliş memesi ayrı konu, kapitalist üretim ilişkilerine sahip olmaktan ayrı bir konudur. Hatta kimi "ezilen” kapitalist ülkeler emperyalist niyet ler taşımakla kalmıyor, kendi çapında bunun pratiğini zorluyorlar. D. Perinçek saflaşmayı sınıflar gerçekliğine göre değil, ülkelerin geliş me durumuna göre yaparak, dünyada egemen olan gerçek müca dele zeminini örtüp bulanıklaştırıyor. D. Perinçek; Kuzey-güney çelişkisiyle ilgili üçüncü önemli tesbiti sürecin ana karakteri üzerine... yapar. “Ama süreç, emper yalizmin lehine değil, ezilen dünyanın lehinedir. Sömürgelikten ba ğımsız devletlere doğrudur süreç.”... “Çünkü uluslaşma süreci da ha bitmedi, milli kurtuluş savaşları ve bağımsızlık mücadeleleri bit medi. Bunlar, yalnızca proletaryanın değil milletin programı... dün yanın geri alanları millet olmaya doymadan, burjuvazinin rolü bütü nüyle bitmez" (a.y.) “Ezilen dünyada” “sömürgelikten bağımsız devletlere” akan süreç tarihsel olarak tamamlanmıştır. Klasik sömürgecilik 1920’lerde çökmeye başladı ve bu süreç 1970'lere gelindiğinde tarihsel ola rak sona ermiştir. Bazı ulusların “bağımsız devlet" haline gelmemiş olmaları süreç içinde istisnadır, gelişimin ana özelliğini yansıtmaz. Latin Amerika, Asya ve Afrika'da artık “bağımsız devletler” çoğun luktadır. Bu tesbite, aslında bağmışız görünen devletlerin büyük bir ço ğunluğunun emperyalizme çeşitli yollarla bağlı olduğu biçiminde iti raz edilirse, tamda bu noktada geri ülkelerdeki mücadelenin yeni kazanmakta olduğu özelliğe geliriz.
YOL 15 Kandi ülkemizden örnekliyelim. 1965’lerde devrimci mücadele ‘ Amerikan işgaline karşı halk savaşı' parolası zemininde yüksel mişti. Ancak yıllar aktıkça Türkiye’de gerçek hedefin uluslararası sermayeye bağlı Türkiye finans-kapitali (ya da tekelci sermaye) ol duğu kavrandı. Bizlerin yaşadığını biraz erken ya da geç diğer geri kapitalist ülkelerde büyük çoğunlukla yaşadılar. Konuya “milli kurtuluş savaşları ve bağımsızlık” açısından yaklaşılmış, ister istemez proletaryanın değil “milletin programı" ö ne çıkartılır. Perinçek, “dünyanın geri alanları millet olmaya doya madan, burjuvazinin rolü'nün bitmeyeceğini iddia ediyor. “Millet ol maya doymak” ne demek? Örneğin biz de dünyanın geri alanı için deyiz. Perinçek'e göre hak “millet olmaya" doymadık mı? Perinçek, geri ülkelerdeki süreci en az elli yıl geriden alıyor... Artık bugüne kadar verilen biçimiyle “bağımsızlık savaşları" dönemi tarihsel olarak kapanmıştır. Genç uluslar genç burjuvazileriyle dün yadaki yerlerini aldılar. Kimisi emperyalizmin yeni sömürgecilik ağ larıyla sıkı sıkıya kuşatıldı, kimisi biraz daha bağımsız kalabildi, ya da bazıları eski sosyalist ülkelerde ilişki yürüttüler. Süreç böyle bir noktaya geldiği içinde geri kapitalist ülkelerde artık mücadelenin a na karakteri ulusal kurtuluş değil, ülke egemen burjuvazisini hedef leyen sosyal kurtuluşa dönüşmektedir. Özetlersek, D. Perinçek kuzey-güney çelişkisinin temeline emperyalizme karşı milli kurtuluş savaşlarını koyarak sürecin ger çek karakterini ilkeleştiriyor. Ancak Perinçek kendi mantığı açısın dan çok da haksız değildir. Perinçek'e göre kuzey-güney çelişkisi nin odaklaştığı noktayı aktarırsak tablo tamamlanmış olacaktır: “Dünyada bunalımın odaklaştığı bir alan var. Haritada Kuzeyden Güneye doğru inersek; Sovyetler Birliğinin Avrupa kısmı, Estonya, Letonya Litvanya Ukrayna ve Moldavya gibi Sovyet Cumhuriyetle ri, Doğu Avrupa ülkeleri, Yugoslavya ve Arnavutluk, karadenizin Doğu kıyısında Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’ı kapsayan kafkas Cumhuriyetleri, Türkiye “Kürtlerin yaşadığı bölge, İran, tüm Ortadoğu ve Mısır bu bunalımlı ortamı oluşturuyor.” (3) Anlaşılıyor, Perinçek Sovyet Cumhuriyetlerine “Kuzeye" (“Sovyet emperyalizmine") karşı “milli kurtuluş savaşı” verdirtiyor. Ancak bu arada güneyin sürekli kaynayan bölgelerini -Latin Ameri-
YOL 16- Değişen Dünya Dengesi ka, Afrikanin güneyini unutuyor. Krizin gerçekten ortaklaştığı Kör fez, Orta-Doğu bölgesinde ise ‘ milli kurtuluş savaşı* veren Filistin ve Kürt halkı dışındaki ülkeler için bu süreç çoktan yaşanıp aşılmış tır. Filistin ve Kürt sorunu ise bir ölçüde dönemlerinin gerisinde kal mış ulusal kurtuluş savaşlarıdır. Öte yandan özellikle PKK deneyi Perinçek'in milli kurtuluşta hala burjuvaziye misyon yükleyen görü şünün en canlı inkarıdır. Aşiret ilişkilerinden ve kişiliksizleşmiş bur juva kesimlerden kopuşmaktadıkça Kürt ulusu bağımsızlık kazanamayaaktır. Filistin örneği de, Aralatın burjuva reel politikerliğinin na sıl artık iflas noktasına dayandığını göstermektedir. Kuzey-Güney çelişkisini emperyalist merkezlere karşı ulusal kurtuluş savaşlarına indirgemek, dünyadaki bugünkü gerçekliği yansıtmaz.. Böyle bir yaklaşım mücadelenin seviyesini olduğun dan çok gerilerde görmek olur. Klasik sömürgecilikten kurtulma an lamında ulusal kurtuluş savaşları dönemi artık yerini yeni sömürge ciliğin iflasıyla sosyal kurtuluşa sıçramaya bırakıyor. Eğer olaya D. Perinçek'in mantığıyla yaklaşılırsa geri ülke bur juvazilerinin kendi ölçülerinde emperyalist pay kapma savaşlarına alet olmak kaçınılmaz olur. Irak olayında yaşandığı gibi.. Süreç “sö mürgelikten bağımsız devletlere" doğru değildir, bu süreç dünya öl çüsünde ana hatlarıyla tamamlanmıştır. Şimdi süreç ‘ bağımsız dev letlerin* kendi burjuvazilerinden kurtulma sürecidir. “Kuzey-güney çelişkisini" kaba görüntüden kurtarmak için Kuzey'e ve Güney'e biraz daha yakından bakmalıyız.
YENİ GÜÇLER DENGESİ VE “ÜÇÜNCÜ DÜNYA" 1980'lerde özellikle Amerika’da politika üreten merkezler yeni bir yaklaşım içine girdiler ve bu yaklaşım yoğunlaşarak bugüne ka dar geldi. Temel mesaj açıktır: ulusal güvenliğe artık yalnızca askeri koşullardan bakılmaz; ekonomik güvenlik ve sanayide rekabet gü cü de hayati önemdedir.’ (4) Aynı konuya Japon finans-kapitali de şöyle yaklaşıyor. ‘ Askeri karşıtlıktan ekonomik rekabete dönüşle birlikte Ja-
YOL 17 ponya'nın topyekün ticaret ilişkilerinde ulusal bir stratejiye ihtiyacı vardır. “Uluslar arasındaki çelişkiler artan bir şekilde ekonomik yapı da olacaktır. Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte ticaret ve yatı rım üzerine çekişmeler kaçınılmaz bir şekilde yükselecektir. Önü müzdeki birkaç yılda Amerika’daki Japonyaya saldırganlık çok da ha tehlikeli olacaktır..” (5) Emperyalist merkezlerdeki (Kuzey deki) tartışmaların odaklaştığı nokta “askeri güvenlik” ve “ekonomik güvenlik” üzerinedir. Soğuk savaşın sona erişiyle birlikte sürecin karakterinin askeri karşıtlıktan ekonomik rekabete dönüştüğü genel kabul gören bir yaklaşımdır. Emperyalist merkezler arasındaki bu tartışma ve yeni yaklaşımlar aslında yalnızca Sosyalizmin çzöküşüne ve ‘ soğuk savaşın sona erişine' bağlanmamalıdır. Sosyalizmin çözülüşü bu yöndeki tartışmaları iyice öne çıkarmış, ancak bizzat çöküş bu ye ni eğilimlerin yaratıcısı, yani sebebi değildir. Bu tartışmaların nedeni doğrudan emperyalist merkezler arasındaki ilişkide yatmaktadır. “Askeri güvenlik” kavramının yanında “ekonomik güvenlik" kavramının yer alması ya da dünyada çelişkilerin askeri almaktan çıkıp ekonomik karaktere, büründüğü görüşlerinin kaynağında 1970 lerden beri kapitalist anayurtlardaki yaşanan değişim yat maktadır. İkinci dünya savaşma kadar ekonomik ve askeri güç daha çok Ingiltere'de toplanmıştı. Bu 1940'lar sonrası Amerika'ya geçti. Amerika hem ekonomik hem de askeri olarak emperyalist kampın öncüsü oldu. 1970'lerle birlikte bir yandan Amerika'nın tek liderliği sarsılırken öte yandan emperyalizm içinde ilk kez askeri ve ekono mik güç bir tek ülkede toplanmak yerine ayrı ayrı ülkelere dağılma ya bağlamıştır. Amerika hala askeri olarak tartışmasız en güçlü ül kedir, fakat ekonom ik rekabet gücü olarak Japonya ve Almanya’nın gerisinde kalmaktadır. Sony'in başkanı Kaio Morita ile birlikte bir rapor hazırlayarak Pentagon'u telaşlandıran Shintoro Ishıhara şöyle diyor: “Kısaca, Japonya'da üretilen yeni nesil kompüter çiplerini kul lanmaksızın Birleşik Devletler Savunma Departmanı kendi nükloor
YOL 18- Değişen Dünya Dengesi silahlarının kesinliğini garantileyemez. Eğer Japonya VVashington'a artık Birleşik Devletlere kompüter çipleri satmayacağı söylemiş ol saydı Pentagon bütünüyle çaresiz kalırdı. Daha da öteye, eğer Ja ponya kompüter çiplerini Birleşik Devletler yerine Sovyetlere sat mış olsa global askeri denge tamamiyle altüst olurdu”(6) Amerika artık askeri alanda da Japonya'nın nefesini ensesin de hissetmektedir. “Askeri güvenlik", “ekonomik güvenlik tartışma sının temeline emperyalizm içindeki bu ayrışma yatmaktadır. Dünyanın bugünkü koşullarında çelişkiler askeri zora uğrama dan, ekonmik rekabet zemininde çözülebilir mi? Dünyada gerçek ten askeri dengelerin yerini ekonomik rekabet alabilir mi? Komü nistler açısından soruyu böyle sormak hiç şüphesiz ki yanlış olur. Emperyalizm koşullarında, sosyalizm çözülse bile, dünya çapında sömürünün teminat altında tutulması için askeri zor kaçınılmazdır. Ekonomik rekabeti askeri zor izlemeden edemez. Fakat yukarıda sözü edilen tartışma bir gerçekliğin ifadesidir. Son elli yılda Kapitalizm Sosyalizm arasındaki askeri dengede başı çeken Amerika ve Sovyetler büyük askeri harcamaların bedelini e konomik çöküntü ile ödemektedirler. Bu gerçeklik, yanı urlaşan si lah sanayi uğruna üretimin diğer alanlarının ihmali, kaçınılmaz bir şekilde gündeme askeri güvenlik-ekonomik güvenlik tartışmasını getirmiştir. Emperyalizm içindeki bu güç yarılması “Kuzey" içindeki temel sorundur. Silah ve üretim gücünün bir kaç ülke arasında bu çatallanması Kuzey'in eskiden Sosyalizme karşı belli ölçülerde sağla nan taktik birliğinin artık korunabilmesinin çok zor olduğunu göster mektedir. Körfez krizi sırasında ortaya çıkan sözde “birlik" aslında derin çatlaklar üzerine oturmaktadır. Almanya enerji sorununda git tikçe körfeze bağımlılığından kurtulurken; Japonya bizzat Irak ve Suudi Arabistan'da yeni teknikli yatırım anlaşmalarıyla körfezde ü retici olmaya soyunmuştu ki, krizle bütün bu dengeler ABD tarafın dan altüst edildi. Silah gücü ‘ekonomik rekabet gücünün’ yolunu kesti. Özetlersek, Kuzey içinde Amerika, Ekonomisinin yapısı gere ği askeri üstünlüğünü kolayca ekonomik rekabete terketmeyecektir. Öte yandan Japonya ve Almanya askeri zor olmaksızın ekono-
YOL 19 mik üstünlüğün korunamayacağını bilerek askeri alanı doldurmaya yöneleceklerdir. Emperyalist merkezlerdeki bu güç yarılması onlar arasındaki çelişkiyi arttıracak ve emperyalizmin doğası gereği askeri ve eko nomik gücün tek elde toplanması süreci yaşanacaktır. Bu çelişki nin somut süreçte nasıl çözümleneceğini kestirmek elbette ki ne gereklidir ne de mümkündür. Ancak dünyanın daha önceki yaşadığı deneylerden hareketle bu çelişkinin emperyalist merkezler arasın da klasik bir savaşa varması oldukça güçtür. Bu çelişki en büyük ihtimalle kendini üçüncü dünyadaki çatışmalarda ortaya koyacak tır. İkinci dünya savaşı sonrası şekillenen denge ve 1970’larda varılan konum 1970’lerden itibaren değişmeye başlamıştı. Dünya, emperyalist merkezler arasında yeniden paylaşılmaktadır. Bu süre cin en sıcak yılları 1980’lerden beri yaşanmaktadır. Bu yeniden paylaşımın öncekilerden farkı düya ölçüsünde emperyalist merkez ler arasında bir savaşa varmamış olmasındadır. Silahların bu kıya met dengesinde topyekün bir savaş imkansız görünüyor. O zaman merkezler arasındaki bu gerilim üçüncü dünyaya taşınacak ve ora da açığa vuracaktır. Bu noktada, çelişkinin diğer kutbu olan Güney'e bir göz atalım. Bugün hem Sovyetler’ Birliğinde hem de Em peryalist merkezlerde üçüncü dünya korkusu vardır. Sovyet dış politika dergisi şu tesbiti yapıyor: “Dünyanın gelecekteki düzeni önemli ölçüde ücüncü dünya daki gelişen eğilimlerce belirlenecektir. Sovyet-ABD nükleer çeliş kisinin bitmesiyle birlikte dünya ölçüsündeki en büyük tehlikenin gelişmekte olan ülkelerin çözümlenmemiş sosyal ve ekonomik problemlerinden geldiği kabul edilmektedir”(7) Bu tesbit bir gerçek liktir. Ancak çözüm için söylenenler tam bir zavallılık örneğidir. Ya zar üçüncü dünyanın sorunların ‘ serbest pazar ekonomisi ve de mokrasi” ile çözülebileceğini ileri sürmektedir. Sovyetler kendisi serbest pazar ekonomisine yönelirken, üçüncü dünyaya başkasını önermezdi. Öte yandan, üçüncü dünyanın tek tek ülkelerinin 1970’larda olduğu gibi sosyalizme yönelip ‘ hür dünyadan' kopma tehlikesi kal madığına göre aynı üçüncü dünya korkusunun emperyalist mer-
Y O L 20- Değişen Dünya Dengesi közlerde güçlenmesinin nedeni nedir? ‘ Sovyetlerin çöküşünden önce bile Pentagon, silah sanayini ayakta tutmak için yeni düşmanlar arıyordu. Sovyet tehlikesinden sonra yeni adayların üçüncü dünyadan olması sürpriz değil. Bir grup terörist, bir diktatör, ‘ çılgın adamlar* ya da uyuşturucu kaçak çıları öne sürebilir..'(8) Hiç şüphesiz ki yalnızca silah sanayini ayakta tutmak için ye ni düşmanlar yaratarak, bu taktiği besleyen objektif bir zemin yok sa kısa sürede yenilgiye uğrayacak bir yöneliş olurdu. Ancak ABD konumuyla, yani ekonomik ve siyasi yapısıyla eski dengeleri temsil ediyor. Onun üçüncü dünya korkusu, bazı ülkelerin kapitalizm zin cirinden kopup hemen sosyalizme yönelme tehlikesinden kaynak lanmıyor, daha çok üçüncü dünyanın önemli ülkelerinin kendi ege menlik alanından çıkıp Japonya ya da Almanya'nın egemenlik alınına girmesinden kaynaklanıyor. Fakat öte yandan bütün emperya list merkezleri üçüncü dünyadaki kapitalist ekonomilerin ani bir çö küş ihtimali de korkutmaktadır. Kapitalizm-Sosyalizm dengesinde üçüncü dünya ülkelerinden birisine saldırı "komünizm tehdidi” örtüsüne sarılabiliyordu. Dolayı sıyla şimdi her olayın kendi özelliği daha açıkça ortaya çıkacaktır. Üçüncü dünya emperyalizmin utancıdır. Kapitalizm-Sosyalizm den gesinin donuklaştırdığı bu gerçeklik artık en özgür biçimde dünya insanlığının gözü önüne serilecektir. Ve üçüncü dünyanın sorunları arlık emperyalizmin iki yüzlülüğünü sık sık açığa vuracaktır. Al-Sabah'ı Kuveyt'teki sarayına yeniden yerleştiren ABD, soykırıma sü rüklenen Kültlerin “yardımına” gitmeden edemedi. Emperyalizm yüz yıllık sömürüsünün bedelini ödemeye zorla nıyor. Üçüncü dünya korkusunun altında yatan gerçeklik budur. Tam bu noktada ikinci dünyanın (eski sosyalist ülkelerin) korkusu nun dayandığı sefil temele gelelim. Bugüne kadar üçüncü dünya dovrimleri Sovyetler içni bir yüktü. Şimdi bu yükleri sırtından at makla kalmıyor, çürüyen ekonomik ve sosyal yapının canlandırıl masında emperyalizmin maddi kaynaklarına bel bağlayan eski sos yalist ülkeler, bu kaynakları zoraki bir şekilde üçüncü dünyaya çe kecek alt üstlüklere korku ile bakıyorlar. Gerek emperyalizm ve gerekse eski Sosyalist ülkeler açsıın-
YOL 21 dan üçüncü dünya korkusunun anlamı bir noktada ortaklaşıyor; o da eski statükonun korunmasıdır. "Yeni düşünce’ , statükonun ko runması ve ancak sarsıntısız küçük adımlarla değişitirilmesinin teorisiydi. Fakat olaylar, özellikle sosyalist dünyada öylesine hızla alt üst oldu ki, eski dengelerin korunması imkansız hale geldi. Bu yeni süreç ister istemez üçüncü dünya korkusunu arttırmıştır. ÜÇÜNCÜ DÜNYA VE DEVRİMLER Üçüncü dünya ve devrim sorununa günümüzde yeniden yak laşırken, emperyalizmin yeni sömürgesi bu ülkelerde devrimi bir ve ri, otomatik olarak gerçekleşecek bir olgu olarak ele alamayız. Hele dünyada altüst olan dengelerden sonra konuya yeni yaklaşımlar kaçınılmazdır. Emperyalizmin üçüncü dünya korkusu bir gerçekli ğin ifadesi ise de, bu korku bu ülkelerdeki devrimlerin kaçınılmaz habercisi değildir. Dünya’da burjuva devrimlerinden sonra genel olarak iki tip devrim gerçekleşti: 1917 ile tarihi sahnesinde yerini alan ekonomi de ve siyasi alanda henüz burjuva anlamda pek çok görevle yüklü proletarya devrimleri ve geri ülkelerde gerçekleşen sosyalizmle ittitakı deneyen ulusal kurtuluş savaşları, ikinci tip devrimler özce he nüz burjuva olmalarına rağmen dünyanın o günlerdeki dengesin den dolayı sosyalizme yönelmeyi denediler. Fakat bu yöneliş pek çoğu için başırısızlıkla sonuçlandı. Gelecek günler dünya devrimci sürecinin önüne hangi özde devrimler çıkaracaktır; Emperyalist merkezlerde ve gelişmiş diğer kapitalist ülkeler de yakın gelecekte devrim imkanı yoktur. Yüzyılı aşkın sınıf müca delesi deneyi bir gerçekliği açıkça ortaya çıkarttı. Emperyalist sö mürü ile kendi topraklarında sınıf hareketinin amaçlarını yumuşatabilen, hareketi reforme eden ülkelerde devrim potansiyeli sönümlendirilebilmiştir. Ingiltere tarihinde güçlü işçi hareketleri yaşanma sına rağmen, devrim sancısı hiçbir zaman yaşanmamıştır. Güneş batmayan imparatorluk sömürge halkların yaşamı pahasına kendi toprağında sınıf mücadelesini sönümiendirebilmiştir. Ancak henüz Ingiltere ölçüsünde sömürge edinememiş ve ayrıca kapitalizmin gelişmesinin daha hızlı yaşandığı Almanya, Fransa, İtalya gibi ülke lerde 1910-1940'lar arasında devrim hep kapıda beklemiştir. Özel-
YOL 22- Değişen Dünya Dengesi tikle Almanya’da devrimin kazanmasına ramak kalmıştır. Bu yıllarda Avrupa'nın geri Olkesi orta g e liş m iş lik te k i Rusya'da devrim başarıya ulaştı. Proletaryanın kısa bir zaman sü recinde, bir elli yılda iki önemli merkeze yığıldığı Rusya'da Çarlıkla Burjuvazi neredeyse aynı zaman sürecinde yıkıldı. Yirminci yüzyı lın ilk yarısındaki sınıf mücadelesi ve devrim deneyleri kapitalist a nayurtlardaki burjuvaziyi ölüm tehdidiyle eğitti. Yirminci yüzyılın i kinci yarısında kapitalist dünya içinde sosyalizme alternatif “refah devletleri' kuruldu. Ancak bu “refah devletleri' üçüncü dünya ülke lerinin yoksullaştırılması pahasına kurulabildi. Emperyalist merkez ler kendi topraklarındaki devrim enerjisini üçüncü dünyada devrim potansiyelini yükseltme pahasına geriletebildiler. Bu gerçeklerden dolayı gelişmiş kapitalist ülkelerde proletar ya ve halkaların bilinci daha yüksek seviyelere çıkabildiği ölçüde yaşadıkları düzeni değişikliğe zorlayabilir ya da doğrudan yıkabilir ler. Batı'da sınıf savaşı deyim uygunsa doğrudan düzene yönel mekten çıkmış dolaylı bir konuma indirgenmiştir. Düzeni ve egemen zümreleri hedef alan radikal sınıf hareketi neredeyse yoktur. Batı proletaryası ve halkları sırf kendi ülkesinden hareketle kapitalizme karşı köktenci bir şekilde yönelen bir mücadeleye kalkışamaz. Dünya ölçüsünde kapitalizme bakabilecek bilinç seviyesine yük seldiği ölçüde kendi ülkesinde sınıflar savaşını geliştirebilir. Bu an lamda Batı'da (Kuzey'de) sınıflar savaşı dolaylı hale gelmiştir. Doğ rudan kendi ülke gerçeklerinden hareketle değil, daha çok kapita lizmin dünya ölçüsündeki durumundan hareketle batı proletaryası nın kendi ülke finans kapitaline yönelmesi gerçekliği, pek çok in sanda sınıflar savaşına “elveda" edildiği yanlış bilincini yaratmıştır. Batı proletaryası ve halkları kendi ülkelerindeki üretici güçle rin gelişmesinin üçüncü dünyada pek çok ülkede üretici güçlerin çürütülmesi pahasına gerçekleştirdiğini yeni sömürgeciliğin kriziyle birlikte daha iyi kavramaya zorlanacaklardır. Üçüncü dünyadaki her olayın devrimler, felaketler, Saddam gibi ‘ çılgın adam'ları bu yöndeki bilinçlenmeye “yardım" edecektir. Bu noktada esas sorun, batı proletaryasının bilinçlenmesinde sosyalizmin çözülüşünün oynayacağı olde odaklaşmaktadır. Sos yalizmin mevcut seviyesinin batı proletaryası açısından çoktandır
YOL 23 zaten bir çekiciliği kalmamıştı. Gerçeklik böyle olmasına rağmen Sosyalizmin bir sistem olarak varlığı Batı finans-kapitalinin üzerin de sürekli bir baskı oluştur. Batı’daki sosyal haklar, burjuvazinin bir lütfü değil, Sosyalizm korkusunun somut bir ürünüdür. Kuzey'de 1980’lerde başlayan bir süreç, bu sosyal halkara el atılması, adım adım geri alınması süreci Sosyalizmin çözülüşünden sonra hızlana cak, Batı finans-kapitali bu konuda daha pervasız hale gelecektir. Batı proletaryası Sosyalizmin varlığının kendi yaşamı açısın dan anlamını ancak böyle bir süreç içinde belli bir ölçüde kavraya bilir. Öte yandan eski denge koşullarında üçüncü dünya olayların dan Batı proletaryasına yansıyan bilinç başlıca iki özelliğe sahipti. İlki, üçüncü dünya halklarının sorunlarının çözümünde yükün sırf sosyalist sisteme düştüğünü sanan ya da bu ülkelerdeki sorunların kaynağında Sovyet-Amerikan kutuplaşmasını gören batı proletar yası kendi bencil kabuğunda uyuşmayı gündelik çıkarlarına uygun gördü. İkinci olarak kapitalizm-sosyalizm kutuplaşması üçüncü dünya ülkelerindeki sorunların kendi özgül yanlarını örttü, her çe kişmeyi dünyaya kapitaliz-sosyalizm zemininde bir çatışma olarak yansıttı. Bu tür bilinç yansımasının temeli artık kalmamıştır. Kapitalist anayurtlardaki halk, üçüncü dünya sorunlarına “Rus tehdidi" histe risinden kapuşarak bakabilecek, o zaman da aynada kendi bencil uyuşuk görüntüsünü görerek, “refah toplumun" uykusundan uyanabilecektir. Sosyalist sistemin varlığı hiç şüphesiz ki dünya devrimci güç leri için sağlam bir dayanak noktasıydı. Fakat sosyalizm dünyadaki sosyal gidişe ayak uyduramadığı ölçüde bilinçleri donuklaştıran bir rol oynamaya başlamıştı. Bu anlamda, Sosyalizmin çözülüşü, yeni bir kalite kazanabildiği ölçüde, dünyadaki sosyal bilinçlenmeye hız verecektir. Sosyalizmin çözülüşünden doğan güç kaybı, sancılı bir süreçle Batı proletaryasının sınıflar mücadelesi alanına yeniden çıkmasıyla bir ölçüde karşılanabilir. Sonuç olarak, yeni sömürgecilik imkanları sürdüğü müddetçe kapitailst anayurtlarda devrim mücadelesi sönük ve silik kalacak; proletarya meta fetişizminin köpürme noktasına geldiği bu toplum-
YOL 24- Değişen Dünya Dengesi larda insan üretici gücünün böylesine bayağılaşmasına bilinçle kar şı durabildiği ve aynı ramanda kendisinin geri ülke halklarının yok sulluğa itilmesi pahasına ‘ refah içinde* yaşayabildiğini, dolayısıyla kendi burjuvazisine suç ortaklığı ettiğini kavrayabilidği ölçüde sınıf mücadelesini yükseltebilecektir. Kuzey’in proletaryasının önümüzdeki süreçte en iyimser ön görüyle rolü bundan öteye geçemez. Devrimin ve devrim sancıları nın Sosyalizmin çözülüşünden sonra da üçüncü dünya ülkelerinde yoğunlaşacağı açıktır. Yeni dünya dengesinde geri kapitalist ülkelerde tek tek dev rimler mümkün müdür? Bu ülkelerin gelişme seviyelerindeki farklı lık, emparyalist merkezlere bağımlılıklarının farklı farklı olması tek tek ülkelerde devrimi mümkün kılmaktadır. Ancak böyle devrimlerin başarıyla amaçlarına ulaşması mevcut dünya dengesinde düne o ranla olağanüstü güçlüklerle karşı karşıyadır. Yalnız kaldığı oranda ezilme tehlikesiyle yüzyüzedir. Dünyanın sancılı bölgeleri Orta-Doğu, Uzak-Asya, Latin Ame rika, Afrikanin özellikle orta ve güney kuşağındaki bir ülkedeki dev rim bölgeselleşmediği ölçüde yenilgiye mahkum edilebilir Artık dev rimler hazır bir Kapitalizm-Sosyalizm dengesi ortamında gerçekleş meyecek, o nedenle yaşayabilmek için emperyalizme karşı dış itti faklarını her devrim kendi gücü ve enerjisiyle yaratmak zorundadır. Bunun da bugünden bolirlenebılecek bir formülü yoktur. Emperya lizmin gen ülkelordoki dovrimlere saldırılarını engelleyebilecek baş lıca iki güç görünüyor. İlki, devrimin gerçekleştiği ülkenin bulundu ğu bölgodokı halklardır; diğeri, ise emperyalist anayurtlardaki halk lardır. Emperyalizmin insanı aptallaştırıcı propagandasına ve geri ül kelerdeki hala ilkel sosyal yapılara rağmen, 20. yy insanlığın bilinç lenmesinde dev bir adım olmuştur. Ekim devrimi, iki emperyalist yağma savaşı, ulusal kurtuluş savaşları, Çin ve Vietnam zaferi in sanlığın bilincinde derin izler bırakmıştır. Son bilimsel teknik geliş melerle dünya iyice küçülmüştür. Kapitalizm-Sosyalizm genel dengesi bozuluncu, eskiden bu genel dengenin çerçevesinde şekillenen bölgesel dengeler artık kendi dinamiklerini öne çıkartacaklardır. Dünyanın küçüldüğü ko
YOL 25 şutlarda başlıca bölgelerdeki ülkenin sorun ve çfcarlan aşırı içiçe girmiş, birbirinden koparılmaz hale gelmiştir. Dolayısıyla dünyanın krizli bölgelerinde bilinçlenmeye itiliyorlar. Sosyalist sistemin varlığı koşullarında emperyalizme karşı biraz da pragmaktik çıkarlarla ül kelerin sosyalizmle ilişkileri onlara bazı avantajlar sağlayabiliyor du. Bu koşul ortadan kalktıktan sonra çeşitli emperyalist merkezle rin çıkar çatışmaları arasında bunalcak ülke halkları ne azından böl gesel seviyede emperyalizme karşı ortak davranış yolları aramalı dırlar. Bir ülkenin emperyalizme karşı zaferi, bölge halklarının derin sempati ve desteği ile kuşatıldığında ayakta kalma şansı artacak tır. Öte yandan, Amerika Vietnam'ın rövanşını Körfez’de olmuş gibi görünse de, bu olay emperyalizmin bir üçüncü dünya ülkesin deki devrime müdahalesinin ne ölçüde zor olduğunun da bir kanıtı olmuştur. Böyle müdaheleler Kuzey'deki proletarya ve halkları es kiye oranla daha hızlı bilinçlendirecektir. Batı'da halkların bilinç ve davranışını yükseldiği ölçüde emperyalizmin saldıganlığın sınırlan dırılabilecektir. Eski Sosyalist ülkelerin somut bir gelişim karşısında nasıl ta vır alacağını bugünden kestirmek imkansızdır. Onları devrimlerin “dış yedek gücü” olarak dikkate almak artık mümkün değildir. An cak sosyalist ülkelerdeki gelişim henüz ilk konağında, yani sosya lizmin tıkanan ve çürüyen yanlarından kaçınırken kapitalizmle ta nışmak içiçe girme konağındadır. Ardından iki sistemin daha ger çekçi karşılaştırılabileceği ve yeni yönelişlerin, sentezlerin doğabi leceği ikinci konak gelecektir. Şimdi yaşanan süreçte emperya lizmle kesin uzlaşmayı hedefleyen eski sosyalist ülkeier, ikinci ko nağı yaşarken değişik yönelişlere girebilirler. Bu anlamda dünya devrimci sürecinde hiç değilse bir kaçı yeniden yerlerini alabilir. Yaşadığımız günlerde devrime hazırlık eskiye oranla çok daha devasa sorunlarla boğuşmak zorundadır. Sosyalist sistemin çözül mesi büyük boyutlarda bir güç kaybına yol açmıştır. Bu son derece açıktır. Ote yandan sosyalist sistemin varlığı ve çoğu zaman uygu ladığı hatalı politikalar gerçek bir güce dayanmayan siyasi eğilimler yaratmış, bunları yapay bir şekilde şişirmiştir. Sistemin çöküşüyle birlikte böyle siyasi güçler de yok oluşa uğramışlar ya da çok cılız laşmışlar, daha doğrusu gerçek boyutlarına kavuşmuşlardır. Dün
YOL 26- Değişen Dünya Dengesi yanın mevcut dengesinde şekillenip güçlenecek devrimci eğilimle rin artık yapay büyüme ve şişme imkanları olmayacak, bütünüyle kendi güçleriyle zorlu adımlar atabildikleri ölçüde gelişebilecekler dir. Bu durum yanılgılı görüntüler kaldıracak, çürümüş “devrimci’ e ğilimleri tasfiye edecek gerçek devrimci güçleri sınıflar mücadelesi alanına sürecektir, yaşadığımız yıllar, dünya devrimci güçlerinde al tüstlük ve yenilenme yılları olacaktır. Bu olağanüstü yıllar, sancılı ve zorlu adımlarla yüklüdür. Dünya 1917 öncesine dönmedi, dönemez de. Sosyalizmdeki gerileme, sosyalizm mücadelesinin insanlığa kazandırdığı değerleri sıfıra indiremez. Sosyalizm, "Rus lehlidi" çarpık görüntüsünden kurtulduktan, “tehlike” olmaktan çık tınlar sonra belki de dünya halklarının gözünde daha rahat vce esnekçe kavranıp değerlendiri lebilecek, o zama da kapitalizm için gerçek tehlike haline gelecek tir. Son olarak üçüncü dünya korkusundan çıkpı gelebilecek devrimlerin özüne değinelim. Geri kapitalist ülkeler nasıl bir gelecekle yüzyüzedirler? Ulusal kurtuluş savaşları dönemi tarihi olarak kapandıysa gelecek günlerde mücadelenin sosyal ve sınıfsal karak teri ne olacaktır? Konuya girmeden, Sovyetlerdeki “ulusal kurtuluş savaşları na" değinelim. Perinçek ve benzerleri bu olgudan hareketle dünya daki sürecin “sömürgelikten bağımsız devletlere” doğru olduğunu i leri sürmüştür. Kapitalist dünyada bu mücadelenin ana dönemi akıp geçmiştir. Filistin ve Kürdistan kendi özgül koşullarından dolayı ulu sal kurtuluş savaşı anlamında hala dünyanın gündemindedir. Ve kesinlikle dünya devrimci sürecini geliştiren mücadelelerdir. Sovyetlerdeki ulusal sorun ise bugünkü yapısıyla gerici bir ö ze sahiptir.. Sovyetlerin zengin cumhuriyetleri “bağımsızlık” ya da bir önce Batı ile ilişkileri bağımsızca geliştirmek, fakir cumhuriyetle ri ise federasyon içinde kalmak istiyorlar. Çok açıkki, buralarda bambaşka bir süreç yaşamıyor. Kapitalizmin restorasyonu süreci derinleşirse, eski sosyalist ülkelerdeki ulusal çıkar çatışmaları da şiddetlenebilir. Ancak kapitalizmin çiğ gerçekleriyle yüzyüze gelin dikten sonra sosyalizmin kalitesi yükseltilebilirse ulusal çıkar ça tışmaları sönümlenebilir.
YOL 27 Sovyetler “bağımsızlaşacak” kimi cumhuriyetler en son tahlil de kapitalizm ırmağına katılan yeni bir derecik olurlar. Bu tarihsel geriye dönüş insanlığın geleceğine yeni bir şey kazandırmış olmaz. Esas olarak dünyaya yön verecek mücadele alanı geniş geri kapi talist ülkeler denizinde kopacak fırtınalardır. Geri kapitalist ülkeler arasındaki temel farklılıklara gelmeden emperyalizmin bu ülkelerle ilişkisinin adı olan yeni sömürgeciliğin durumuna değinmeliyiz. Borçlandırma, montaj üretim ya da birkaç alana yoğunlaşan üretim biçimleriyle yeni sömürgelerdeki ekonomi tıkanma noktasına gelmiştir. Çeşitli mekanizmalarla sermaye mer kez ülkelere çekildiği için, yeni sömürgeler sürekli bir sermaye ye tersizliği içindedirler. Bu durum üretimi kısırlaştırmakta, spekülas yonu artırmaktadır. Sonunda bu döngü, borç kriziyle duraklamış, “yeni arayışlar" başlamıştır. Henüz emperyalist merkezlerde kesin leşmiş bir çözüm ya da ağırlıklı bir yeni yöneliş ortaya çıkmamıştır. Göründüğü kadarıyla Amerika eski tarzı sürdürmekte direnirken, Japonya yavaş yavaş yeni teknikli yatırımlarla geri kapitalist ülke lere açılmaya hazırlanıyor. Olaylar hangi zikzaklı yolu izlese izilesin yeni sömürgecilik i lişkileri kapitalizmin mantığı gereği başlıca iki yönde gelişecktlr. Ka pitalist anayurtlarda 1970’lerde hızlanan son teknikle üretim araç larının yenilenmesi süreci geri ülkelerde önümüzdeki yıllarda yay gınlaşacaktır. İkinci yanı, geri ülke kurlarındaki kapitalizm öncesi i lişkilerin tasfiyesinin hızlanması olacaktır. Bu gelişmelerin üçüncü dünyada nasıl fırtınalar yaratacağını önümüzdeki günler göstere cektir. Bu süreç farklı gelişme aşamalarında oldukları için üçüncü dünya ülkelerini çok farklı yönlerde etkileyecektir, bunun en genel bir tablosunu çıkarabilmek için geri kapitalist ülkeleri durumlarına göre tasnif etmeye çalışalım. Üçüncü dünyanın ekonomik ve sosyal gelişme açısından en gerileri güney ve uzak Asya ile orta ve güney Afrika ülkeleridir. Bu ülkelerde kır nüfusu toplam nüfusun yüzde 70-90’ını meydana geti rir. Dolayısıyla feodal hatta ilkel kabile ilişkileri bu ülkelerin sosyal yaşamında hala ezici bir ağırlığa sahiptir. Kapitalizmin gelişmesi bu bölgelerde önce “köylü savaşlarım” öne çıkartabilir. Bu çatışmaların
YOL 28- Değişen Dünya Dengesi ideolojik görünüşü ise dini ya da geleneksel düşünce biçimleriyle içiçe geçebilir. Bu bölgelerdeki mücadelem sosyalizme yönelmesi genel olarak dünyada sosyalizmin durumuna, ancak daha çok Çin, Vietnam ve Kuzey Kore'de sosyalizmin gelişmesine bağlıdır. Sos yalizmin yıkılış ve geri çekilmeler yaşadığı günümüzde bu bölgeler deki köylü savaşları daha büyük bir ihtimalle kapitalist gelişmeye hız verecek sonuçlar doğurabilir. Yine bu bölelerde bazı ‘ gelişmiş* adacıkları belirtmeden geçmiyelim. Uzak Asya'nın yaklaşık 400 milyonu bulan nüfusu içinde yalnızca toplam 65 milyona ancak varan Güney Kore, Singapur, ve Tayvan'da kır nüfusu ortalama yüzde 20'ye gerilemiş, dolayısıyla bu ülkelerde mücadelerin karakteri köylü özelliklerinden sıyrılmıştır. Güney Asya'da diğerlerine göre bir ölçüde gelişmiş olan, Hindis tan'da bile yüzde 70 nüfus hala kırlarda ve kastların içindedir. Hin distan bir ölçüde Türkiye'nin 1950'li yıllarına benzer bir gleşime için dedir. Orta ve güney Afrika'da ise “gelişmiş'' olarak yalnızca ırkçı Güney Afrika Cumhuriyetinden söz edilebilir. Burada mücdaele ırk çılığa karşı yükseliyor. Ancak siyahlar aynı zamanda işçi sınıfını meydana getirdiği içni buradaki mücadele sınfsal bir öze de sahip tir. Özetle bu “gelişmiş" adacıkları unutmamak kaydıyla güney ve uzak Asya ile orta ve güney Afrika'da kapitalizm en geri seviyesin dedir, dolayısıyla gelişmesiyle ilk elden köylü haraketlerini yüksel tebilir. Orta gelişmişlikteki üçüncü dünya ülkeleri daha çok orta-doğu, kuzey Afrika ve orta Amerika'dadır. Bu ülkelerde nüfusun yüz de 40 ile 70’si şehirlerdedir. Petrol zengini rantiye Ortadoğu ülkele rini bir kenara bırakırsak, diğerlerinde mücadele sınıf karakteri ka zanma yolundadır. Geri ülkelerin en ilerileri ise Meksika dahil Latin Amerika ülke lerinin büyük çoğunluğudur. Bu ülkeler de nüfusun yüzde 70'inden fazlası şehirlere yığılmıştır. Latin Amerika ülkeleri köylü kökenli mü cadele dönemini 1960'iarda geçtiler, artık bu ülkelerde mücadele iş çi sınıfı öne çıkmaksızın ileriye adım atamaz. Türkiye'de son on yıl lık gelişmesiyle bu ülkelerin konumuna hızla yaklaşmıştır. Üçüncü dünya'ya bu genel özelliklerini dikkate alarak bakar-
YOL 29 sak, yeni sömürgeciliğin krizi bu ülkelerde başlıca iki yönlü mücadeheye hız verebilir. Birisi, henüz kırsal özelliklerinden sıyrılmamış ve son tehlike kapitalizmin gelişmesine yol açacak köylü kökenli mücadele; diğerisi ise kapitalizmin gelişmesinin yoğun bir proleter leşmeye ve işsiz lümpenliğe yol açtığı, bu çürümüş kapitalizmi he defleyen işçi sınıfı temelinde mücadeledir. Mücadelenin ileri cephesi hiç şüphesiz ki ¡kincidir. Hangi dal ga öne çıkar hangi bölgede nasıl yayılır bu konuda tahminler yap mak boşuna olur. Ayrıca zaman zaman birbirinin içine girecek fakat özce yarı bu iki mücadele büyük bir ihtimalle tek tek ülkelerde ya da bölgeler de kendi karakterini çıplak bir şekilde ortaya koymadan önce baş ka pekçok sosyal olguyla örtülecektir. Önümüzdeki dönemde üçüncü dünyanın ileri cephesinde mi, yoksa geri cephesindemi mücadelenin patlak vereceğini kestirmek boşa spekülasyon olur, fakat dünyadaki gidişe etkide bulunabile cek, ona yeni özellikler katabilecek mücadele ancak yeni sömür gecilik zincini karıp sosyalizme yönelecek olan ileri cephedeki bir mücadeleyle mümkündür. Ulusal kurtuluş savaşlarıyla başlatılan a dım sosyal kurtuluşla taçlandırılmadın Güney böyle bir adımını eşeğindedir ve böyle bir adım atabildiği ölçüde Kuzey’e “korku" verebi lir. Güney in tarihsel olarak böyle bir eşiğe geldiğ i mementte Sosyalist sistemin çözülmesi tam bir paradoks ya da talihsizlik de ğil midir? Sosyalist sistemin varlığı koşullarında böyle bir mücadele da ha çabuk adamlar atamaz mıydı. Hiç şüphesiz ki, Sosyalist sistemin varlığı, bazen hatalı da ol sa yaptığı yardımlar geri ülkelerdeki mücadelelere hız vermiştir. Fa kat “barışçı! geçiş ve kapitalist olmayan yol' tezleri bu ülkelerdeki mücadelede ortamını sürekli zehirlemiş, uzlaşmacı güçleri besle miştir. Dolayısıyla Sosyalist ülkelerin uzun yıllardır, izlediği taktik, üçüncü dünya ülkelerindeki mücadelelerin yalınlaşıp, yükselmesini bu anlamda engellemiştir. Öte yandan bu gün Sosyalist ülkelerde ortaya çıkan, sorunların kanıtladığı gibi, herşeye rağmen üçüncü
YOL 30- Değişen Dünya Dengesi dünya ülkelerinde mücadele yükselseydi böyle bir gelişmeyi sos yalizm eski gücü ve kalitesiyle göğüşleyemezdi. Çünkü Sosyaliz min zaafı yalnızca bir güç yetmezliğinden kaynaklanmıyor. Sorun yalnızca bu olsaydı daha ileriye atılmak için sosyalist sistemin dü zenli bir geri çekilişi mümkün olurdu. Böyle başlayan süreç çöküşe ve tam bir karmaşaya varmıştır. Bu büyük altüstlükten sonra tarihsel süreç bir bakıma tersine dönmüştür. Yakın zamana dek ezilen halkların mücadelesine des tek veren Sovyetlere, yeni bir mücadele dalgasıyla geri ülke halkla rı yardım edecektir. Olayların mantığı sürecin böyle bir dönüş yaptı ğını gösteriyor. Sosyalizmin baş arış ızlıkarı geri ülkelerdeki devrimci yönelişi bozguna uğratmayacak mıdır? Devrimci çözümlerin gündemden çıkması için Sosyalizmin ba şarısızlıkları yetmez, geri ülkelerde kapitalizmin başarılı olması ge rekir. Böyle bir gelişim sağlanmadıkça, yığınlar ve devrimci öncüler Sosyalizm deneyinin hatalı yanlarından kaçınarak, kapitalizmin tasfiyesini gerçekleştirebilir. Kapitalizm üçüncü dünyada da “refah toplumları” yaratamaz mı? Eğer emperyalist merkezlerdeki kendini artarak üreten tüketim histerisi insanca bir sadeliğe dönüştürülebilirse; dev silah yatırım ları sınırlı savunma seviyesinde tutulursa; bunların mantık sonucu üçüncü dünyadan sermaya aktarımı durulsa, geri ülkelerde refah'a ulaşabilir. Fakat o zaman kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkar. Sosyalizmin gerileyiş i karşısında sevinç çığlıkları atan kapita lizm, bu kuru çığlıklardan öteye fazla bir şansa sahip değildir. Geri ülkelerin müzminleşmiş ekonomik krizleri tepe noktasına çıktığında devreye sokulan askeri darbeler, artık eskisi kadar kullanışlı değil dir. Emperyalizmin imkanları tükenmese de daralmaktadır. Eğer dünyadaki dengeler bizi yanıltmıyorsa, nasıl ki 1917 devrimi ve yeni güçler dengesi, ulusal kurtuluş savaşlarının yolunu açtıysa, benzer bir şekide yeni sömürgelerin emperyalizmin zinci rinden kopuşmaları gerileyen Sosyalizme yeni bir ivme katacaktır. SONUÇ Dünyadaki çelişki Kuzey-Güney prizmasından geçince sınıf sal özünü yitirip zengin ve yoksul uluslar çatışmasına dönüşüyor.
YOL 31 Oysa geri kapitalist ülkelerdeki egemen zümrelerin, Kuzeyin ege menleriyle temelde bir çelişkileri yoktur. Çoğu uluslararsı FinansKapital yumağının bir parçası olmuştur. Geri kapitalist ülkelerdeki egemen zümrelerin Kuzeyin Finans-kapitaliyle çatışmaya girmesi ancak bu ülkelerde sınıflar savaşının yükseldiği, gelişmelerin yeni çözümler dayattığı momentlerde olabilir. Geri ülke egemen zümrele rinin Kuzeyin finans-kapitalinden “daha fazla pay" kopartması da ancak işçi sınıfı ve halkın yükselen zoruyla mümkün olur. Paradoks gibi görünse de Kapitalizm-Sosyalizm dengesi ko şullarında 1917 devriminden 1970’lere kadar Emperyalizm ve sö mürgeleri arasındaki çelişkinin özü ulusal kaldı. Kapilalizm-Sosyalizm dengesinin Sosyalizm aleyhine bozulduğu günümüzde ise em peryalizm ve yeni sömürgeleri arasındaki çelişkinin sınıfsal özü ö ne çıkıyor. Dün geri ülkelerde emperyalizme karşı doğrudan mücadele veriliyordu. Bugün bu mücadele dolaylı hale geldiği ölçüde ulusal ö zünden sıyrılıp sınıfsalbir öz kazanıyor. Geri kapitalist ülkelerde iş çi sınıfının öne çıkışı emperyalizmin tek tek ülke devrimlerine saldı rısı karşısında mücadele cephesini yaygınlaştıracak imkanları art tırmaktadır. Günümüzdeki güçler dengesi “dünya devrimi" çığlıklarını yük seltebilir. Ancak bu genel parola son tahlilde ülkelerdeki özgül mü cadele koşullarından kaçışa kılıf oluyor. Dünya devrimci süreci hep ve daima tek tek ülkelerden kopan devrimlerle akacaktır, bu devrimlerin yaygınlaşması, birbirini izlemesi somut koşullara bağlıdır. Ancak dünyanın yeni koşulları en azından bölgesel devrimci örgüt lenmeleri hızla yaratmayı gerektiyor, Biçimini ve politik zeminini böl ge koşullarının belirleyeceği bu örgütlenmeler uygun koşullarda güçleri bölgenin en kritik ülkesine yığmak gibi önemli roller üstlene bilir. Şimdiden bu konuda abartılı politik deklarasyonlar ilan etmek yerine, pratik bağları güçlendirmek için adımlar atmak en uygunu dur.
YOL 32- Değişen Dünya Dengesi
1-
LENİN, CHt31.
2- D. Perinçek, Teori, Kas-Ar.1990 3- D. Perinçek, Teorit, Şub.1991 4- Foreign Affairs Spring 1990 5- S. İShihara, The Japon That Car Soy No
6-
“
*
7- Entennational Affairs, Şubat 1991 8- World Poliey Journal, Wirier 1990-91
YOL 33
DEVRİMCİ SOL ELEŞTİRİSİ H ü s e y in A li K E M A L Türkiye’de sınıf savaşımı önümüzdeki günlerde yeni ve keskin dönemeçlere ilerliyor. Her dönemeci allatıp devrim yolunda şaşmaz adımlarla ilerlemek Türkiye gerçeğini doğru kavramaktan geçiyor. Gerçeğin ekonomi yüzü Türkiye kapitalizminin tarihi oluyor ve bu tarihi yanlış öğrenmek-öğretmek devrim müdahalesinin içeri ğinde, biçiminde ve sınırlarında ister istemez sapmalar doğuruyor. Bu yazıda THKP-C önderi Mahir Çayan'ın Türkiye kapitalizmine iliş kin kavrayışına kısaca değindikten sonra Devrimci-Sol'un bakışını irdeleyeceğiz. THKP-C önderi Mahir Çayan “Kesintisizler"de toplanan Türki ye kapitalizmine ilişkin analizlerini Ulusal Kurtuluş Savaşı'ndan başlatıyor. “Feodal-komprador devlet mekanizması parçalanmış yerine, tek parti yönetimi altında küçük-burjuvazinin diktatörlüğü e gemen kılınmıştır..." Ekonomik plandaki yönetimi ise özetle şudur: Özel mülkiyet ve karı temel alan, kendi sınıfsal ve ekonomik örgüt lendirmesini genişleten, giderek de “milli burjvazi” sınıfını yetiştir meye yönelik “ k ü ç ü k ü re tim e daya n an , özünde boş b ir m illi e kon o m i” (abç) yaratılmıştır.1 Çayan, Cumhuriyet yönetimi nin milli kapitalizmin gelişmesi için devletin bütün imkanlarını kul landığını “Ancak gittikçe gelişen politik ve ekonomik plandaki kü çük-burjuvazinin örgütlenmesinin giderek ticaret burjuvazisi ile iş birliği içinde olan ve devletin imkanlarını bu alanda kullanan bir “ b ü ro k ra t b u rju v a z i” (abç) oluşturduğunu"2 yazarak ilginç bir saptamaya ulaşır, iş Bankası'nın kuruluşunu buna örnek olarak gösteren Çayan, şöyle devam eder: “Giderek Cumhuriyet yöneticilerinin bir kesiminin bürokrat burjuvazi haline dönüşmeleri ticaret burjuvazisi ve eşrafla birlikte ekonomik yatırımlar yapmaları başlangıçta “ekonomide özel k ar t el l eş me ve t rös tl eşme ye yabancı s er maye yar dımlarına ve işbirliğine karşı olan devlet” (abç) üzerinde politik gücünü yavaş yavaş arttırmayı doğurmuştur. Yavaş yavaş
YOL 34- Devrimci Sol Eleştirisi bu konuda meclisten imtiyazlı kanunlar çıkartılmış, yabancı serma ye ile "işbirliği” gelişmiş ekonomide reformist-burjuvazi ile bürokratburjuvazi işbirliği sonucu tekelleşmeye doğru gidilmeye başlanmış tır. Aslında “sanayii ellerinde tutan" (abç) İş Bankası gru bunun büyük yatırımlara burnunu sokup tekel elde etmesi, bunun yanında perde arkasında bir şirket kurup o fabrika mamullerim ithal edip yüksek tuttuğu fabrika fiyatları ile piyasaya sürmesi reformistburiuvazinin İş Bankası içindeki bir kanadının sivrilmesine ve tekel leşmesine giderek yol açmıştır. “Türkiye’de tekelci burjuva zinin uç vermeye başlamasında en etkin grup İ ş Ban kası grubu olmuştur” (abç)3 Anlaşılıyor ki, Çayan'a göre önceleri bürokrat burjuvazi doğu yor (1923-32 evresi), ardından bürokrat burjuvazi ticaret burjuvazi si ve de yabancı tekellerle işbirliği yapıp tekelci burjuvaziye doğru dönüşmeye başlıyor (1932-42 evresi) ve daha sonra savaş yılların da Marshal-Truman yardımları paravanası altında Amerikan emper yalizmi ülkeye iyice giriyor. (1942-50 evresi), “Küçük burjuva milli ekonomisi emperyalist istismara cevap verecek şekilde değişikliğe uğramış (1950-71 evresi) oluyor. “Emperyalist tekellerle baştan bü tünleşmiş olarak doğan yerli tekelci buruvazinin gerçek anlamda gelişip yaygınlaşması bu devrede (1950-71 ler) olmuştur".4 Türkiye gerçekliğimiz doğru kavranamayınca Ulusal Kurtuluş Savaşının önderliğine küçük burjuvazi getiriliyor ve diktatörlüğü i lan ediliveriyor! Özünde anti-emperyalist olan Ulusal Kurtuluş Sa vaşı ister istemez tüm ulusu kapsayan sınıf ve katmanları müttefik kılmıştı; komprador burjuvazi hariç. Müttefikler ise eşraf, ayan, tefeci-bezirganlar, kısmi de olsa sanayiciler, işçiler ve köylüler ıdı. Emperyalizm 1915'de İstanbul’u işgal edip ardından Anadolu’yu parsel parsel işgal etmeye başlayınca, canı daha fazla yanmaya başlayan eşraf-ayan ve tefeci-bezirganlarımız anti-emperyalist ek sene giderek daha hızla girmeye başlamışlardır. Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri ve ardından Kuvayi Milliye hareketi ekonomi temelinin siyasi şekillenmesinin birer ifadeleri oluverirken “devlet sınıfımız” 1919-19 Mayısıyla Kurtuluş Savaşının “yürütücü gücü” olarak sah neye çıkmıştır. Erzurum Sivas Kongreleri birer tesadüf değildir. 500
YOL 35 yıllık Osmanlı devlet geleneğinden güç alan devlet yöneticilerimiz Seyfiyelerimizden (Kılıçlılar) Harbiyeli Mustafa Kemal, ittihat Terakki'cilerin yani Jön-Türklerin onyıllarca uğraşıp didindikleri milli burju vaziyi yaratma misyonunun kendisiyle devam ettiğini ve bunun için de “çalınacak kapının" hangisi olduğunu biliyordu T.C. kurutana ka dar Osmanlı içinde de, sorunlar hep Gordion düğümüne döndüğün de bir kılıç darbesiyle vurucu gücünü öne çıkaran Kılıçlılarımız pısı rık Anadolu burjuvazisi-eşraf, ayan, tefeci, bezirganlarımız-nin ön derlik edeceği ulusal kurtuluş savaşının "yürütücü gücü" olmaya çoktan aday oluvermişlerdi. Çünkü “devlet ve millet elden gidiyor du, memleketi kara bulutlar kaplayıvermişli”, Kılıçlılarımızın müda hale etme günü gelip de çatıvermişti. Yüzyılların gelenekli Kılıçlımızı, bir anda kapitalist ekonominin küçük burjuva kategorisine indirgeyiveren Mahir Çayan, kendi mantığıyla şaşmaz bir şekilde ona diktatörlüğünü de kurdurup ve ardından bir hilkat garibesi “bürokrat burjuvaziyi" vücuda getiriveriyor! Cumhuriyet yöneticilerinin bir kısmının bürokrat burjuvaziye dönüşüp ardından ticaret burjuvazisi ve eşrafla birlikte ekonomik yatırım yapmaya başladıklarını yazan Çayan, bunun "devlet üzerin de politik gücünü yavaş yavaş arttırdığını” belirtir. Yani bürokrat burjuvazi, ittifaklarıyla küçük burjuva diktatörlüğüne, yanı devlete karşı politik gücünü arttırmaya başlamıştır. Devlet, yani küçük bur juva diktatörlüğü kendi küçük üretime dayanan ekonomisine darbe vurmamak için! kartelleşme ve tröstlemeye ve ayrıca yabancı ser maye yardım ve işbirliğine karşıdır! Önce burdan başlayalım ardın dan İş Bankası gibi Cumhuriyet ekonomik-politikasına damgasını vuran gerçekliğin nasıl yanlış kavrandığını görelim: Tarih 1923 Şubat-Mart ayları. Ne tesadüftir ki! Cumhuriyet ilan edilmeden önce onun tüm ekonomik politik hattını belirleyecek İz mir İktisat Kongresi yapılır. Kongredeki şu sözler Mustafa Kemal'e aittir “Zannolunmasın ki ecnebi sermayesine düşmanız: Hayır bizim memleketimiz geniştir. Çok emek ve sermayeye ihtiyacımız var. “Kanunlarımıza riay e t şartıyla” (abç) ecnebi sermayelerine lazım gelen teminatı vermeğe her zaman hazırız. “Kemal Atatürk'ün
YOL 36- Devrimci Sol Eleştirisi buna benzer görüşlerini daha sonraları İnönü ve dönem bakanları dile getirirler. Emperyalizmin “OsmanlI ülkesini müstemleke (sömürge)” haline getirdiğini bilen yönetici kadro emperyalizmle “eski ta rzd a ” bir işbirliğine karşıydı o kadar. Kendini, ittihat Terakki’den devraldıkları milli burjuvaziyi yaratmaya hasreden devlet yöneticilerimiz nasıl ki “ülkeyi sınıfsız” ilan etmişlerdi, “köylüyü mil letin efendisi” yapıvermişlerdi; ülkede serbest rekabet cehenne minde yaşayamayacağını bildiği vurguncu asalak karakterli tefeci bezirganlarımızın birden tekel tahtına oturmasını değil engellemek, tam tersine hızlandırdı. Bunu daha sonra ayrıntısıyla göreceğiz. Şimdi dönelim iş Bankası gerçekliğine. Hint Müslümanlarından gönderilen yardımın 250 bin lirası Atatürk tarafından bir alana yatırılmak istenir. Atatürk’ün ilk akıl hocası kayınpederi “bir ihracatithalat şirketi" kurmasını önerir, ne de olsa kendi işi de budur ve bu olaydan faydalanabilir. Atatürk daha sonra Celal Bayar'a danışır. Bayar bu alana yatırımın pek yararlı olamayacağını, bunun yerine bir banka kurabileceklerini dile getirir. Atatürk ikna olur ve 250 bin lira “başlangıç" yaratacak sermayeyi kendisi, geri kalan 750 bin li rayı ise dönemin eşraf ayan, tefeci-bezirganları sağlar. CHP yöne ticilerinin bir kısmı-1 misi Anadolu burjuvazisinden, kimisi devlet yöneticisi-da bankaya ortak olur. Bayar, anılarında bank.ı kurulma dan önce onun "s a n a y i k u ru lu ş la rın a o rta k olm asını p la n la d ığ ın ı"5 belirtir. Bayar'ın planı adım adım hayata geçer ve iş Bankası madencilik, tekstil, cam, şeker, ihracat, ithalat gibi bir çok alanda yatırımlar yapmaya: sanayi ile son derece canlı ilişkiler ku rup banka-sanayi sermayesi sentezleşmesinin kubbesi oluverir. Başlangıçta 1 milyon lira sermayeli, 2 şubeli kurulan banka kısa sü rede gürbüzleşip 1926'da sermayesini 2 milyona, İttihat Terakkiciler tarafından Osmanlı döneminde kurulan İtibar-i Milli Bankası'nı yutarak 1927’de 4 milyona ve 1938’lerde 5 milyon liraya çıkarır. 1938’de 5 milyon lirayla o dönem Türkiye’de faaliyet gösteren tüm bankaların toplam sermayesinin yüzde 50’sine sahip olur. Ziraat Bankası ile birlikte mevduatın yüzde 70’inin üstünde bir bölümünü kontrol eder hale gelir. Birçok sanayi sektörüne yaptığı yatırımlarla bankacılık alanın daki tekel konumunu sanayi alanında da pekiştirir. Daha sonra tek rar değineceğimiz gibi bugün 371 milyar lirayla tüm bankalar içinde
YOL 37 sanayi ortaklıkları bakımından 1 numara olur, fş Bankası bunu 1924'lerden itibaren attığı dev adımlarla sağlamıştır. Öyle dev adım lar ki Emperyalist Avrupa ülkelerinin bir çoğunda hiç bir bankanın sağlayamayacağı hızda sermaye birikimini 10*15 yıl gibi kısacık bir zamana sığdırabilmiş ve Cumhuriyete hükmetmeye başlamıştır. Türkiye’de o dönem atılan birçok sanayi adımın arkasında dolaylı veya dolaysızca İş Bankası bulunuyordu. Mahir Çayan ve daha sonra ayrıntısıyla irdeleyeceğimiz Devrimci Sol, iş Bankasfnın sa nayi, müteahhitlik, ihracat-ithalat işleriyle içli dışlı olduğunu yazı yor, hatta Çayan “tekelci burjuvazinin uç vermeye başlamasında en etkin grup İş Bankası grubu olmuştur” diyerek daha da ileri gidi yor. Ama tüm bu söylenenlerin ardından ortaya çıktığını iddia ettik leri ise hilkat garibesi “bürokrat burjuvazi” oluyor. Oysa, gerçekliğe bu derece teğet değip geçmemek gerekirdi! Ama, kişilerin veya ör gütlerin “ e lle rin d e o lm a d a n " dünyaya bakış tarzlarıyla doğru dan bağlantılı olarak İş Bankası gerçekliğini farklı anlamaları kaçı nılmazdır. Ulusal Kurtuluş Savaşında yürütücülük yapan Kılıçlıları mıza nasıl küçük burjuva diktatörlüğü kurduruluyorsa, kimi bürok ratların da İş Bankası ortaklığı İçinde yer alması bürokrat burjuvazi yi yaratıyor! Bankanın kuruluş sermayesi bile, baştan farklı sermayelerin bıraraya gelip domuztopu olmalarının ilk aşamasıdır. Sermayeler burada birleş ip güçlenirken sanayi ve her türlü alana yaptıkları yatı rımlar bürokrat burjuvaziyi değil banka-sanayi sermayesinin orga nik ilişkisinden doğan FİNANS KAPİTALİ döllenmiştir. Bundan son ra çocuğun doğması, büyümesi, delikanlı ve gençlik dönemlerini hep beraber Türkiye kapitalizminin tarihinde izleriz, iş Bankası’nın öncülük ettiği, finans-kapital kervanına daha sonraları bir çok dev let ve özel banka sanayi ortaklıkları canlı ilişkisiyle katılacaktır: 1930'larda Etibank, Sümerbank 1940'larda Akbank, Yapı Kredi Bankası, Garanti Bankası, Pamukbank ve Ağabey iş Bankasından sonra dünyaya yeni finans-kapitalist kardeşler doğar ve bunlar Türkiye'nin egemeni haline gelirler. Şimdi de 1923'lü yıllardan özel likle 1950’li yıllara kadarki kapitalist gelişmenin ana hatlarına baka lım: İÇ DİNAMİK Mi, DIŞ DİNAMİK Mİ? Mahir Çayan ve mirasçılarından Dev-Sol'un genel değerlendir-
YOL 38- Devrimci Sol Eleştirisi melerinde kapitalizmin tarihi gelişimini dış dinamik eksenine yerleş tirmek ağırlıktadır: “Bu ülkelerdeki (Türkiye ve benzeri ülkeleri kastediyor-bn) emperyalist hegemonya bağımsız bir milli burjuvazinin gelişmesine engel olduğundan ülke kapitalist bir ülke olsa bile, "varolan ka pitalizm kendi iç dinamiğiyle gelişm ediğinden" (abç) çarpıktır, emperyalizme göre biçimlenmiştir. Emperyalist hegemon ya toplumun kendi içi dinamiği ile gelişmesine engel olduğu için ül ke alt yapı ilişkilerinden üst yapısına kadar milli bir kriz içindedir."6 veya”... Ancak gelişen yerli burjuvazi iç dinamikle değil, emperya lizmle baştan bütünleşmiş olarak gelişmiştir...” 7 Son olarak da “Ar tık geribıraktırılmış ülkelerdeki oligarşik devlet aygıtı, mevcut üre tim ilişkilerini-buna ülkedeki kapitalizm iç dinamikle gelişmediği için “ e m p e ry a lis t ü re tim iliş k ile r i" (abç) demek yanlış olmayacaktır-uzun bir süre koruyabilecek seviyeye gelmiş, bu ülkelerdeki halk kitlelerinin özellikle geniş emekçi yığınlarının tepkileri pasifize edilerek, bu tepkiler ile oligarşi arasında suni bir denge kurulmuş tur”8 cümleleri kapitalist gelişmeyi emperyalizm eksenine dayandı rıyor. Aynı yaklaşım daha da geliştirilmiş olarak Dev-Sol’da da var * dır: “Kapitalizmin kendi iç dinamiğiyle geliştiği ülkelerde ticari ser maye sanayileşmeye yöneldi. Uzun sömürge yıllarından sonra, geri üretim biçimleri içinde bocalayan ülkelerde ise sermaye birikimi a ğırlıkla devlet eliyle sağlandı.” Bir başka paragrafda ise şu görüşle re yer veriliyor: “..Zira tekelci burjuvazi, ABD emperyalistleri tarafından des teklenmesine karşın iktidarı tek başına ele alabilecek kadar güçlü değildi.” “ Ülkede kapitalizm kendi iç dinamiği ile değil, daha baştan emperyalizmle bütünleşerek gelişmiştir” ( a b ç ) '8 1923'lerden itibaren kapitalist gelişmeye bakıp özellikle em peryalizmle yeniden sıkı ilişkilerin kurulmaya başlandığı 1850’li yıl lara kadar geçen sürede iç dinamlk-dış dinamiklerin nasıl işlediğini görelim. Yukarıda da belirttiğimiz gibi İzmir İktisat Kongresinde Cum-
YOL 39 huriyet ekonomik-politikasının tüm ana hatları çizilirken emperya list sermayaye de "b ir ro l" verilmiştir. Zaten, hem Atatürk ve diğer yönetici kadrolar emperyalizmle bağların tamamen kesildiği bir du rumu düşünmüyorlardı hem de Anadolu burjuvazisinin önderi tefeci-bezirgan sermaye üretimden uzak asalak-vurguncu yapısıyla emperyalizmin asalak-vurgunculuğundan uzak duramazdı. Ama sorunu yöneticilerin veya sınıfların niyetleriyle açıklarsak bu koskaca bir subjektivizm olurdu. Soruna; yani iç-dış dinamiklerin işle yişini ancak Tükiye'nin içindeki tüm gelişmeleri dünyada gelişme lerle sentezleştirdiğimizde anlayabiliriz. Kemalizm Ulusal Kurtuluş Savaşı ile komprador burjuvaziyi tasfiye etmiş, kendi iç pazarına sahip sömürü düzenini geliştirebil mesi için burjuvaziye tüm olanakları sağlamaya çalışmıştı. 1923 1929 dönemine “ lib e ra l d ön e m " denmesinin altında yatan şey işte budur. Kurtuluş Savaşı sona erdikten sonra burjuvaziye "b ı ra k ın ız y a p s ın la r, b ırakınız g e ç s in le r” politikasıyla, alanda istediği gibi at koşturmasına zemin hazırlamıştır. Bir yandan liberal politikayla burjuvazinin artık bir şeyler yapmaya başlayacağı bek lenirken, öte yandan da İş Bankası gibi adımlarla "k ıs m i o la ra k ” müdahalelerde bulunulmuştur. 1923-29 yılları ekonomik göstergele rine baktığımızda tarım, sanayi, milli gelir artışında önemli gelişme ler sağlanmıştır. Sınai üretim yüzde 8,5, tarım üretimi yüzde 16,2 ve yıllık Gayri Safi Yurt İçi Hasıla (GSYİH) yüzde 10,9 artmıştır. Ra kamlardaki sıçrama sanki kapitalizmde hızlı bir sınaileşme tempo suna girildiği izlenimini veriyor. Oysa bu aldatıcıdır. Savaş öncesi yani Osmanlı döneminden kalma sanayi ve tarımsal yapı savaş sonrasının getirdiği hızla 6 yılda kendisini yeniden üretmiştir, yani atıl kapasitelerini kullanmıştır, o kadar, ithalatın genel yapısından da daha sonraki dönemlerle karşılaştırıldığında hızlı bir sanayileş me temposuna girilmediğini gösteren veriler vardır: 1924 yılında Türkiye'nin ithalatı içinde yatırım malları yani makinelerin toplam it halat içindeki payı yüzde 4 iken bu 1929'da yüzde 9’a çıkmıştır. Tü ketim mallarının payı ise yüzde 66 dan yüzde 51'e kadar gerilemiş tir. “ ith a l ikam esi s ü re c i” zayıf da olsa başlamıştır ama esas tempoya 1930’lardan sonra girilecektir. Hızlı bir tempoya girilmemesinin nedenlerini ise kısaca şöyle açıklayabiliriz: Savaştan çıkış, Lozan Anlaşmasıyla ithalattan alı-
YOL 40- Devrimci Sol Eleştirisi narı gümrüğün 1929 yılına kadar yüzde 3 tutulmasının zorunlu kılın ması, Kürt-Kürdistan, Musul-Kerkük gibi iç sorunlar, tefeci-bezirgan, sermayenin üretimden kopuk asalak-vurguncu karakteri, Os manlI borçlarının devlet harcamalar üzerinde yaratacağı olumsuz luklar. İç dinamik faktörlerini açalım. Bunların belli kanallardan işleJ meye devam ettiğini ve 1930'lardaki devletçi kapitalist gelişmenin önünü açtığını görüyoruz: İzmir iktisat Kongresi ile işçilerin sendi ka kurma, grev hakkı gibi tüm ekonomik-demokratik hakları yok sa yılmıştır. Bu, sanayide artı-değer birikimini sağlarken, köylünün ü rününü iç-dış piyasalara pazarlayan tefeci-bezirganlarımız önemli bir spekülatif birikim yapmaya devam etmişlerdir. Müteahhitlik hiz metleriyle devletin milyonerler yetiştirmeye başlaması da ticari ala na yönelik sermaye birikiminin önemli bir manivelası olmuştur. Bir diğer sermaye birikim kanalı İş Bankası olmuştur. Başta iş Banka sı, Ziraat Bankası olmak üzere yerli bankalarda toplam mevduat 1924'de toplam mevduatın yüzde 22’si iken (yabancıların payı yüz de 78) 1929'da bu yüzde 43'e yükselmiştir, (yabancıların payı yüz de 57). Aynı dönemde bankalar tarafında açılan kredide yerli ban kaların payı 1924'de yüzde 47 iken (yabancıların payı yüzde 53), 1929’da yüzde 53'e çıkmıştır (yabancıların payı yüzde 47). Aynı dö nemde dolaşımdaki para 12 milyon lira iken 1924’de yerli-yabancı tüm bankalardaki toplam mevduat 76 milyon liradan 211 milyon lira ya, kredi hacmi de 123 milyon liradan 204 milyon liraya yükselmiş tir. Bankalardaki toplam küçük cari hesapların yaklaşık yarısı 1924'de yerli bankalarda iken 1929’da toplam 59 bin 600 hesabın 53 bin 200’ü yerli bankalarda ve özellikle İş Bankası’ndadır.11 iç dinamik faktörlerinin 1929 yılı sonrası etkinlikleri ise çok çarpıcı bir liberal dönemi sona erdiren iç ve dış koşullar devletçi ka pitalist gelişmeyi, yani devlet eliyle kapitalistleşme sürecini hızlan dırmıştır 1929’a gelindiğinde emperyalizmin dünya çapında yaşadı ğı kriz onun kolunu kanadını kırmış, “ahtapotça kolların/'bir çok yer den çekmek zorunda kalmıştır. Dış faktör olarak Lozan Anlaşması nın getirdiği yüzde 3’lük gümrük vergisi zorunluluğu 1929 ‘da; yani dünya bunalımıyla tesadüfi olarak aynı tarihte sona ermiştir. İçte yeni sınai yatırımlara parababalarının gösterdiği ilgisizlik, bazı iç sorunların kısmi olarak çözümü, yukarıda belirttiğimiz birçok ser maye birikim kanallarının da bir yandan işleyişiyle birlikte düşünül-
YOL 41 düğünde 1929'lar sonrası önemli bir kapitalist genişlemenin koşul larının “olgunlaştığı" anlaşılır. 1930-39 dönemi genişlemesi hangi kaynaklarla finanse edilmiştir. Emperyalizmin buradaki etkinliği za yıftır. Bunu birazdan tekrar ayrıntılı olarak ele alacağız. O halde ge nişlemenin finansmanı içeriden sağlanmıştır. Bunu açalım. Bankalardaki mevduat ve kredi hacmindeki çok çarpıcı geliş menin rakamlarını aktarmaya devam edelim. 1929'larda dünyada yaşanan kriz Türkiye’nin ihracat-ithalat dengesinden vurmuş; bu e konomide belli bir durgunluk yaratmıştı. Buna rağmen bankalardan açılan kredinin GSYİH'ya oranı 1930-39 dönemi boyunca yüzde 0,15 gibi 1950'lere kadar ulaşılamayacak bir seviyedeydi. Ayrıca bankalardaki mevduat ve kredi dağılımında yeril bankaların payı da üst düzeye çıktı. 1938 yılında toplam mevduatta yerli bankaların payı yüzde 78'e kadar yükselirken 1924’deki yüzde 22'lik oranı fer sah fersah aşmıştı. Aynı gelişme bankalardaki kredi dağılımında da oldu. Yerli bankalar banka kredilerinin 1924 de yüzde 47'sini, 1929 yılında yüzde 54'ünü ve 1938’de yüzde 75'lni kontrol etmeye başla dı. 1930-39 dönemindeki bir diğer çarpıcı gelişme ithalatın yapı sındaki değişmeydi. Yine 1938 yılında ithalat içinde tüketim malları nın payı yüzde 20'lere kadar gerilerken,'ara malların payı yüzde 41’e ve yatırım mallarının payı yüzde 23'lere yükseliyordu. Bu gös tergeler, 1929’a kadar atıl kapasitelerini dolduran sınainin, 193039'da kaydettiği büyük gelişmeyi açıklamaktadır 1930-39 arasında sınai üretim her yıl ortalama yüzde 11,6 artarken, tarımsal üretim yüzde 5,8 ve GSYİH da toplam yüzde 6,8 artırıyordu. Sınai üretim deki artış o kadar önemliydi ki, bu dönem sağlanan büyüme Cum huriyet tarihinin rekoru oldu ve hala geçilemedi. Sanayideki bu ge nişleme önemli sermaye birikim kanallarını da beraberinde genişlet ti. Bir kere 1927'de genişletilen Sanayii Teşvik Yasası ile kapitalist kuruluşlara üretim araçları ithalatından vergi bağışıklığı, ürettiği ü ründen 5 yıl gibi vergi bağışıklığı, bedava arsa, ucuz faizli devlet kredisi sağlıyor üretimde tekel konumu, işçilerin sendikasız-grevsiz sömürü koşulları yüzde 318’lere varan sömürü oranları, birikimi sıçratıyordu. Yine aynı dönemde devletin gelir yapılanmasına baktı ğımızda 1930-1940 yıllarında gelirin yüzde 77'si (yıllık ortalama) ge lir ve dolaylı vergilerden sağlanmıştır. Bu ise işçi-emekçilerin tüm
YOL 42- Devrimci Sol Eleştirisi sömürü koşulları yetmiyormuş gibi ücretlerinden kesilen vergilerle kapitalizmin dolaylı olarak yeniden finanse edilmesidir. Devlet fideliğinde kapitalist yetiştirme tarzı tutmuştu. Devlet bir yandan kapitalistlere her karlı alanda sermayesiyle ortak oluyor, onu teşvik ediyor “dikensiz gül bahçesiyle” eşsiz sömürü koşulları yaratıyordu. Öte yanda onun girmeye cesaret edemeyeceği; özel likle alt yapı yatırımlarına giriyor, kapitalizmi genişlemesine ve de rinliğine geliştirmenin yolunu açıyordu. Tüm bunlar serbest reka betçi bir ortamda yapılmadı. Celal Bayar bir tekstil fabrikasının açılı şında “açılan fabrikaların karşısına rakip dikmeyecek lerini” ilan ederken12 bunu vurguluyordu. İster istemez açılan fabrikalar kendi alanlarında tekel oluveriyorlardı. Nasılsa Lozan an laşmasının zorunlu gümrük vergisi şartı sona ermiş, yeni vergile meyle sanayiye gerçek anlamda koruma duvarı yükselmiştir. Araş tırmacı Orhan Kurmuş’un hesaplamalarına göre Lozan sonrası gümrük tarifesi ile ortalama koruma oranı yüzde 45,7'ye yükselmiş tir.12 Tekelci kapitalizmin, tüm bu koşullara karşın gelişmemesi ola naksızdı. 1923’de teşvikten yararlanan şirket sayısı 1509, 1931’de 2300’dur. 1932 yılında şirket sayısında belirgin bir düşüş göze çar par. 1932’de teşvikden yararlanan şirket sayısı 1473'e, 1933'de 1397’ye gerilemiştir. 1935 ve 1937 yıllarında bu sayı sırasıyla 1161 ve 1116’ya düşmüştür. Şirket sayısındaki bu azalma, esasen ser mayenin merkezileşmesinden kaynaklanmaktadır. Azalan şirket sayısına karşılık 1931’de toplam şirketlerin sabit sermayeleri, yani değişmeyen sermaye değeri 55 milyon lirayken, bu 1935'de 62 mil yon liraya çıkar. Şirket sayısı 281 adet azalmış, şirketlerin sermaye yapıları güçlenmiş şirket başına çalışan işçi sayısı da artış göster miştir. Çalışan işçi sayısı ortalama 47 kişiden 72 kişiye çıkmıştır. 1939 yılında yapılan başka bir istatistik olayın daha ayrıntısını gös teriyor. Sanayi ve Teşvik Yasasından yararlanan şirket sayısı 1144’dür. işletmelerin ürettikleri değer yıllık 341 milyon liradır, işlet melerin sayıca yüzde 10’u yani 113’ü tüm üretimin yüzde 73’ünü kontrol ediyor ve tüm işçilerin yüzde 73’ünü çalıştırıyor.14 Zamanı biraz daha ileriye; 11 yıl sonraya kaydırdığımızda da farklı tabloyla karşılaşmayız; tüm imalat sanayiinde yapılan istatis-
YOL 43 tikler tekelci yapıyı daha da berraklaştırmaktadır. 1950'de 103'ü ka mu, 2515’i özel büyük kapitalist kuruluşlar ve 79 bin 713’de özel küçük kapitalist işletmeler olmak üzere 82 bin kapitalist kuruluş is tatistiklerde görünür. Tüm işletmelerin yüzde 3,2'si olan kamu ve ö zel büyük kapitalist kuruluşlar tüm işletmelerin ürettiği katma değe rin yüzde 78,3'ünü kontrol etmekte işçilerin ise yüzde 70,6’sını ça lıştırmaktadır. Zamanı 1960, 1970, 1980, 1990’lara kadar uzatsak da karşımıza çıkacak olan yine tekeller, yine tekellerdir. Diyalektik olarak değişen geçmişe göre sanayi üretimine hükmeden şirket sa yısındaki azalma yani finan- kapitalin, dolaysız olarak tekellerin iri leşmesidir. Bunun en iyi göstergesi, Türkiye'nin en büyük 500 sa nayi kuruluşunun Türkiye toplam sanayi üretiminin yüzde 60'ından fazlasını kontrol etmesidir. 500 büyük sanayi kuruluşu tüm sanayi kuruluşların sayıca yüzde değil binde 4’üdür.15 Evet 1930’lardaki gelişmeler tekellerin nasıl doğup geliştikleri ni açıkça gösteriyor. Sanayideki bu açık tekelleşme özellikle altya pının ciddi bir sıçrayışa uğratıldığı bir dönemde doğmuştur. 1923’de karayolu uzunluğu 13 bin 900 kilometre İken 1945'de 20 bin kilo metreye çıkmış; aynı dönemde demiryolu ağı 4100 kilometreden 7500 kilometreye kadar yükselmiştir. “ D em irağlarla ö rd ü k a n a y u rd u ” sloganı T e ke lle rle ö rd ü k a n a y u rd u ’na dönmüştür! Tekellerin banka-sanayi sarmalından çıktıklarını daha önce belirt miştik. 1924'lerde başlayan bu süreç olanca hızıyla devam etmiş it hal ikameci kapitalist genişleme doludizgin sürerken flnans-kapital de iyice şekillenmiştir. Aynı dönemde; 1923-1939 yılları arasında dış dinamiklerin ka pitalist gelişme üzerindeki etkileri nedir? Şimdi buna bakalım. Dış dinamikler başlıca emperyalist sermaye yatırımları, dış ti caret dış borç ilişkileridir. Kemalizmin emperyalist sermayaye karşı tutumuna değinmiştik. Cumhuriyetin ilanından sonra OsmanlI döne minden kalan ama uygulanamayan Chester projesi (limanlar, demir yolu yapımı, petrol işletmeciliği) TBMM'de yeniden onaylandı. Baş ka bir anlaşmayla tarım makinaları ve gereçleri ithalatı bir Amerikan grubuna veriliyordu. Bu anlaşmalarla Türkiye’ye 400 milyon liraya yakın bir sermayeninin gireceği bekleniyordu. Ama Musul-Kerkük bölgesi Misak-ı Milli sınırları dışında kalınca tüm hesaplar suya düş
YOL 44- Devrimci Sol Eleştirisi tü .16 1924’de yine yabancıların Türkiye'de belediye sınırları içinde taşınmaz satın almalarına olanak sağlayan yasa çıkarıldı, yabancı şirketlerin yüzde 49'luk paya sahip olabilmeleri ve sanayi teşvik yasasından yararlanmaları da getirilen kolaylıklar arasındaydı. 1923-29 dönemine baktığımızda kurulan 71 milyon lira sermayeli a nonim şirketlerin sermayesinin yüzde 43'ünün yabancı sermayeli kuruluşlar olduğu ve bu yabancı sermayeli şirketlerdeki sermaye nin yüzde 75’inin de yabancıların elinde olduğu görülür. Yıllara göre baktığımızda ise 1929'a kadar artan sermayenin 1930'lardan itiba ren giderek azaldığı ortaya çıkar. 1926’da, gelen sermaye miktarı 6,5 milyon lira, 1927'de 5,3 milyon lira, 1928’de 8,1929'da 12 mil yon lira. Gelen para 1930'da bıçak gibi kesilir. 1930'da 1,2 milyon li ra, 1931'de 0,8 milyon lira, 1932'de 4,2 milyon lira ve 1933’de 1,1 milyon lira. Emperyalizmin dünya bunalımının etkileri açıkça görülüyor. Yukarıdaki satırlarda bankalardaki mevduat ve krediler kontrolünde yeril bankaların payının nasıl arttığını görmüştük. Bu hem çıkarılan bazı yasalarla yerli bankaların kollanması, hem yabancı bankaların yavaş yavaş alanı terketmesl hem de dünya bunalımından kaynak lanıyordu. OsmanlI'dan devraldığı ekonomik yapıyı 1929'lara k a dar fazlasıyla değiştiremeyen Cumhuriyet yöneticileri em peryalist sermayeye karşı tutumlarını da “gel, ama yasalarıma uyum göstor''lu dile getiriyorlardı. Emperyalist sermayenin zayıf laması daha da belirginleşti. Hem dünya ekonomik bunalımı hem de arlık defalarca kar elde etmiş olmanın verdiği rahatlıkla emperyalist sormayo millileştirmelerde “alan razı, satan raz/” hesabı direnç gös termedi. 8 şirket demiryolu ve limanlar sektöründe, 12'si belediye hizmetlerinde, 2’si imalat sanayi ve 2'si de madencilik alanında top lam 24 şirket 154,7 milyon lirayla millileştirildi.17 Emperyalizmle olan ilişkilerin bir başka boyutu dış ticarettir. 1939'lara kadar OsmanlI'dan devraldığı dışa açık yapısını sürdüren Cumhuriyet ekonomisi 1930’lardan itibaren “ iç e kapanmaya" başlar, ihracatın ve ithalatın payı da yüzde 15'den yüzde 7'ye geri lemiştir. İçe kapalı yapı devletten devlete ihracat, klearing anlaş maları ve ithal ikamesi süreciyle baş baş a gidince 1930-1939 döne minde (1938 hariç) Türkiye dış ticaret fazlası veri bu da bir Cumhu riyet dönemi rekoru olmuştur.
YOL 45 Dış borçlanmada da benzer zayıflama eğilimleri 1930’lara denk düşer. OsmanlI borçlarını saymazsak Cumhuriyet yöneticileri nin bir çok dış borç bulma girişimleri sonuçsuz kalmış ve en nihayet bu konuda ilk borç veren ülke SSCB olmuştur. 8 milyon dolarlık kre di daha çok Sümerbank'a kullandırıldı. Daha sonra ise Ingilizler Ka rabük Demir Çelik Fabrikasının yapım ihalesini alır ve 3 milyon ster linle ihaleyi finanse ederler. Ekonominin tüm bu saydığımız para metrelerinde görülen manzara şudur: Dış dinamik açısından emperyalist sermaye-ister doğrudan yatırım, ister doğrudan kredi vermek şeklinde olsun-1930’lardan iti baren başlayan devlet kapitalist gelişiminin-genlşlemenin içinde et kin olamamıştır. İç ve dış koşulların toplamından çıkan bu gerçek iç dinamik belirleyiciliğini öne çıkarmakta ve 1940-50’li yıllara kadar e konominin temel karakteristiklerinin oluştuğu bu süreçte sermaye birikiminin iç dinamiklerle içe dönük büyümesinin ağırlık kazandığını kanıtlamaktadır. Bu konuda son olarak, Türkiye’nin 1929-1950 yılında katettlğl mesafeyi, kendisine yakın diğer ülke gelişmeleriyle karşılaştırdığı mızda daha iyi anlayabileceğimiz rakamlara bakalım. Türkiye'nin Gayri Safi Yurt içi Hasıla (GSYİH)’sı 1929-1938 döneminde yüzde 61 artarken, aynı dönemde Hindistan’ın GSYİH’sı yüzde 9, Mısır’ın yüzde 17, Yugoslavya'nın yüzde 13 ve Yunanistan’ın ise yüzde 13 artmıştır. 1929-1950 yıllarına yani 21 yıllık genel gelişmeye baktığı mızda ise şu tablo karşımıza çıkmaktadır: Türkiye'nin GSYİH'sı yüzde 83, Hindistan'ın yüzde 21, Mısır'ın yüzde 59, Yugoslavya'nın yüzde 30 artarken Yunanistan’ın yüzde 12 azalmıştır. 1950’LER SONRASI Finans-kapital 2. Emperyalist savaşa kadar iyice şekillenmiş, maddi temeli tekeller giderek tüm alanlara yayılmaya başlamıştır. Savaş yılları onun için yeni bir spekülatif birikim kaynağı olmuştur. 1950'lere kadarki birikimin savaş sonrasında katlanması gerekiyor du. Ekonomi temelinde iyice güçlenirken, artık “devlet vesaye tinden” kurtulup tahtına oturmalıydı. O yıllar dünyanın sosyalistemperyalist kamplara bölündüğü ve soğuk savaşın başladığı yıllar dır. Türkiye’nin tercihi tabii ki emperyalist kamp olacaktır. Hem finans-kapitalin siyaseti artık doğrudan kendisinin yapması hem
YOL 46- Devrimci Sol Eleştirisi de uluslararası finans-kapitalle buluşma isteği Çok Partili dönemi gündeme getirdi. Finans-kapitalin sözcüsü Celal Bayar hazırlatılan parti programını kendi elleriyle İsmet İnönü'ye götürür ve onayı alın dıktan sonra DP kurulur. Parti programı CHP'den farklı değildir. “ At d e ğ iş ik liğ i" gerekiyordu; Cumhuriyet döneminin dizginsiz sömü rü koşullarının tüm faturası CHP'ye çıkarıldı, DP iktidara geldi. DP’nin izlediği ekonomik politika taktik olarak tarımdan meta, in san, sermaye kaynaklarını daha fazla transer etmek idi. Bunun sonucunda 1946-53 döneminde tarımsal üretim her yıl ortalama yüzde 13.2, sınai üretim ise yüzde 9,2 arttı, 1954-1961’de ise Cum huriyet kapitalizminin hem uzun yıllar içe kapanmasının ardından dışa açılması, hem de yeniden dış borç girdabına girmeye başlama sıyla başlayan tıkanıklıkla tarımsal üretim artışı ortalama yüzde 1.8'e geriledi, sınai üretim artışı ise yüzde 4,3’de kaldı. Bu genel tarihi gelişmeleri ve özellikle Türkiye'nin emperya lizmle girdiği ilişkinin anlamını Dev-Sol nasıl açıklamaktadır. “Emperyalizm, yerli işbirlikçi sermayeyi “ m o n ta j n ite l i kİ i abç) orta ve hafif sanayie yönlendirirken getirdiği geri, modası geç miş teknik bilgi ile onu denetimi altına aldı... Ülkemizdeki tekeller, emperyalist ülkelerdeki örneklerinden farklı olarak kendi doğal evri mini geçirmeden emperyalizmin ve devletin destekleriyle yaratıl mışlardır. “ Başta 1950-60 a ra s ın d a ” (abç) kurulanlar olmak ü zere emperyalizm ve devlet desteği olmadan ayakta kalanlar pek yoktur."18 "Ç arpık k a p ita liz m in ” (abç) gelişmesi kentlerde “montaja dayalı” sanayi tesislerindeki artış, hızlı bir kentleşmeyle birlikte ye ni sosyo-kültürel sorunları da birlikte getiriyordu”!20 ve son olarak: “Ayrıca, suç ortaklığının yatırım yaptığı alanlar ciddi sektörler olmaktan uzaktır. Emperyalist tekellerle geliştirilen bu ilişki “ ça r pık b ir k a p ita lis t y a p ı” (abç) ortaya çıkarmıştır. Ülkemizde "s ü re k li yaşanan"(abç) krizin kaynağı burasıdır. Yani işsizlik, enflasyon, zamlar, devalüasyonlar, sanayinin çarpık gelişimi ve montaj sanayinin varlık sebebi emperyalizm ve onunla girişilen bu ilişkilerdir.”20 Dev-Sol savunmasının, Türkiye’nin emperyalizmle yeniden
YOL 47 flörte başladığı 1950’lerdeki gelişmelerinden çıkardığı ders Montaj sanayii, çarpık kapitalizm, sürekli kriz ve yine sanki 1950’li yıllara kadar bir şeyler yaşanmamış gibi, her şeyi bir anda yoka çevirerek emperyalizmle Türkiye kapitalizminin milatını b aşlat maktır ! Savunmada, tıpkı Kemalizm değerlendirmesinde olduğu gibi abartılar, olayları sentezleştirmek yerine ayrı ayrı olgularmış gibi ele almak, yerli sermayedarlarımızı cılız gördüğünden emperyalizm di namiğini her şeyi başlatan konuma getirmek mantığı işliyor. Önce bazı kavramları yerli yerine oturtalım, ardından 1950’ler sonrası em peryalizmin yeni yönelişlerinde Türklye-emperyalizm ilişkilerini gö relim. Finans-kapitalin sermaye birikimini sıçratacağı yeni alanlar 2. Emperyalist savaştan sonra özellikle tarım ve sanayidir. Tarımdaki Prusya tipi; yani kaplumbağa hızıyla gidişatı bir süre için olsun hız landırmak gerekir. Bunun için öncelikle tarım makine-ekipmanlarının hızla devreye girmesi, kredilerin genişlemesi ve kırlarda mülksüzleşmenin derinleşm esine gidilir. Tarım m akine-ekipm anları Türkiye’de üretilmemektedir. Bunun yolu öncelikle bunları ithal et mektir. Finans-kapital ithalattan bir kez vurgununu vurduktan sonra sıra bunları üretmeye gelmiştir. Bunun da ilk evresi p a rç a la rın g e tir ilip m onte e d ilm e si id i Genellikle tüketim malları sanayiinde özelde dayanıklı tüketim mallarında örneğin buzdolabı, çamaşır makinesi gibi mallarda da aynı süreç başlatılır. Montaj sanayii tüm imalat sanayiinin alt sektörleri incelenirse bunun sade ce madeni eşya ve makine teçhizat alt sektöründe uygulanabilece ği görülür. Bu da bu sektörlerin özelliğinden ileri gelir. Finans-kapi tal 1950'lerde tüm sanayii içinde yüzde 8 gibi bir katma değer payı na sahip madeni eşya ve yüzde 8 gibi paya sahip makine-teçhizat sektörlerinde kimi ürünler için bu yöntemi uygular ama hızla da “y e rM le ş tirm e y e ” gider. Tamamen montaj buzdolabı, otomobil vb., ürünler 1950’li yıllarda tarihe gömülür. Bugün bu ürünlerin bü yük bölümü yüzde 90-100 arasında yerli üretilmektedir. 1950’lerde montajla başlayan buzdolabı üretimi şimdi Türkiye dışına sıçrıyor. Koç Cezayir'de buzdolabı ve televizyon üretemeye başlıyor. Koç’un Tofaş'ı Mısır’a teknoloji satıyor ve “Tofaş teknolojisiyle” Mu rat 131 model otomobiller Mısır’da üretilmeye başlanıyor! Nereden
YOL 48- Devrimci Sol Eleştirisi nereye... Bir döneme özgü üretim yöntemi Dev-Sol tarafından tüm ekonomik yapıya ve tüm zamanlara uyarlanıyor. O zaman da orta ya Türkiye Sanayi montaj sanayii mantığı çıkıveriyor. Aynı mantık, 1950 lerde hızlanan mülksüzleşme sürecini; mil yonların şehirlere göçünü, kırların ıssızlaşmasını çarpık kapitalizm olarak değerlendiriyor. Kapitalizmin en basit anlaşılacak işleyiş ya sası ilkel sermaye birikimi: bu da kır ve kent emekçilerinin mülksüzleştirilmesidir. Bu süreç olmazsa olmaz bir şekilde tüm ülkelerde; ülkenin orijinallikleri, iç-dış koşulların bileşeni olarak işler. Türkiye’de de bu yaşanmıştır, yaşanmaktadır başkaca bir şey de ğil! Sürekli kriz tespitinin eleştirisine geçmeden önce bir alıntı da ha yapıp emperyalizmin 1950 sonrası stratejisinin nasıl "ç a rp ık k a v ra n d ığ ın ı’’ görelim: “1950’lere kadar iç ticaret, emperyalist firma acentacılığı, mü teahhitlik vb. üretim dışı sektörlerde ilk birikimini sağlayan burjuva zi, 1950'lerden sonra uluslararası tekellerle girilen ilişkiler ve gün den güne artan bütünleşme ile birlikte "sanayii a ğ ırlık lı”(abç) faaliyetlere yönelmiştir. Bu sanayi, ağırlıkla dayanıklı-dayanıksız tüketim malları alanını kapsar, makine-teçhizat ve girdi yönünden dışa bağımlıdır.”21 Daha önceki paragraflarda finans-kapitalin doğuşunu, sana yiye yatırımı vb., süreçleri tek tek irdelemiştik. Dev-Sol, savunma da ısrarla burjuvazinin 1950'li yıllar öncesinde üretimdışı faaliyetle re yöneldiğini ve sanayi yatırımlarını emperyalizmle başlattığını ya zıyor. Bununla da kalmıyor sanayiinin yüzde 10'u civarındaki bir bö lümünü alıyor bunu “bütün sanayi yapıyor, buradaki geliş meleri tüm sektörlere yayıyor. Her şey emperyalizmle başlıyor ve bitiyor! Ne mantık! Emperyalizmin 2. Emperyalist savaştan sonra girdiği evre kavranamayınca, Türkiye gerçekliği de onunla başlatılınca "tarih alt-üst oluyor” ABD, savaşdan galip çıkmıştır ve İngiliz Emper yalizminin yürüttüğü jandarmalık misyonunu devralmıştır. Sosyalist sistemin varlığı emperyalizmi SSCB'nin çevresini ekonomik ve si yasi açıdan tahkim etme gereğini doğururken, elinde bulundurduğu
YOL 49 dev sermaye birikimi, klasik sömürgeciliğin bitişi onu yeni sömür gecilik ilişkilerini yaratmaya zorlamıştır. Ekonomik planda dünyanın yeniden paylaşımı için tüm alanların-kıta, bölge ülke, kapitalize edilmesi gerekir. Emperyalizm 1950'lere kadar zaten meta ve sermaye ihracı yöntemleriyle bir çok bölge, ülkeye girmiştir. Yeni dönemde bunlar sürecekti ama burada klasik sömürgeciliğin bitişi yeni sömürgeciliğin başlangıcı olarak bir başka sermaye türünün: üretken sermayenin devreye girmesini gerektirmektedir, Emperyalizm böylece kapitalizmin üç sermaye türünü: Meta-sermaye, Para-Sermaye (krediler..) ve sonuncusu; üretken-sermaye (yatırımlar.,)yi evrenselleştirmeye başlamıştır. Bu nun en belirgin kanıtı çokuluslu şirketler (ÇUŞ)dir. “Birinci dünya savaşından önce 122’si Amerikan kökenli, 60'ı Ingiliz kökenli ve 167’si de diğer Avrupa ülkelerine ait olmak üzere yabancı ülkelerdeki yavru firmaların sayısı 350'yi bulmaktaydı. Bi rinci Dünya savaşından önce sayıları ancak 350'ye varan yavru fir maların sayısı 1968’de 27 bini geçmiştir'22 ÇÜŞ sayısı arttıkça dünya ölçeğindeki üretken sermaye yatı rımları da patlama gösterir. ABD’nin 1914’de doğrudan ve dolaylı yatırımları 3,8 ve İngiltere'nin de 18,3 milyar'dolar iken ABD'nin 1967'de yatırımı 59,5 milyar dolar.a ve 1971’de 86 milyar dolara yük selir. Ingiltere'nin ise 1967’de 17,5 milyar dolarla önemli bir gelişme göstermezken, 1971'de 24 milyar dolara çıkmıştır. ÇUŞ’lar doğrudan-dolaylı sabit sermaye yatırımlarını arttırırken bir çok faktörü: u cuz emek, iç pazarda tekel koşulu vb., faktörleri gözönüne alırlar. Yatırıma gittikleri ülkeye; pazarın büyüklüğü, önemine göre geri teknoloji-ileri teknoloji, az-çok sermaye taransfer ederler. ÇUŞ'ların sayıca artışı emperyalizmin üretken sermaye faktörüyle “ tüm ül k e le rd e ” devreye girmesine yol açar. Emperyalizmin bu; yeni sö mürgeciliği geliştirme yöntemi tabii ki kapitalizmin en temel dürtüsü olan karlılığa göre yönelişlere girer. Emperyalist ülkelerin karşılıklı olarak birbirlerine yaptıkları yatırımların toplam yatırımlarda ağırlık kazandığı verilerden ortaya çıkarken, gelişmekte olan kapitalist ül kelere ve azgelişmiş kapitalist ülkelere yapılan yatırımlar toplam i çinde azalmaktadır: Tablo 1
YOL 50- Devrimci Sol Eleştirisi Kümülatif doğrudan yatırımların coğrafi açıdan dağılımı 1967
1971
1979
105
158
259
Gelişmiş Ülkeler (%)
69
72
74
Azgelişmiş Ülkeler (%)
31
28
26
TOPLAM (Milyar Dolar) Coğrafi dağılım (%)
Kaynaklar: Fide! Castro Dünya Bunalımı Tablo 1'de görüldüğü gibi emperyalist sermayenin yatırıma yö nelişi ağırlıkla sayısı 15-20'yi bulan emperyalist ülkelere olmaktadır. Bir de bu ülkelerde yaşayan insanların alımgüçlerinin yaşam stan dartlarının yüksek olması, tüketimin yani pazarın muazzam büyük lüğü emperyalist sermayenin emperyalist ülkeler arasında doğru dan yatırıma girmesine yolaçmaktadır. Bugün emperyalizmin eko nomik liderliğini yürüten Japonya'nın ABD’de 100 milyar dolara ya kın sabit sermaye yatırımına yönelişini başka türlü açıklamak: veya ABD ÇUŞ’larının Ingiltere'deki otomobil endüstrisinin yüzde 50'sinden fazlasını, Almanya'da, petrol sektörünün yüzde 40’ını, Fran sa'da telgraf, telefon elektronik, istatistik araçları sektörlerinin yüzde 40'tan fazlasını kontrol etmesini23 anlamak güçleşir. Demek ki, sabit sermaye bakımından böyle bir tablo çıkıyor karşımıza. Pe ki, para-serçıayede yani kredilerde nasıl bir tabloyla karşılaşabiliriz acaba? Rakamlara bakalım: Tablo 2 Azgelişmiş ülkeler farklı sermaye akışları (%) 1 97 0
1980
1982
Resmi kredi
32
25
23
Özel kredi
39
45
51
Doğrudan yatırım
8
15
14
Kaynak: FideI Castro Dünya Bunalımı Ne kadar çarpıcı! Basite indirgeyecek olursak azgelişmiş ül
YOL 51 keler her 100 dolarlık emperyalist doğrudan yatırımdan 26 dolarlık pay alırken, kredilerde her 100 doların 74 doları payına düşmekte dir. Bu gerçeği daha çıplak görebilmek için son bir tabloya daha yer verelim: Tablo 3 Çeşitli gelişmekte olan ülkelerde yabancı sermaye stoku (Milyar dolar) Sabit serm. yat.
Mevcut toplam dış borç
Ülkeler
1973
1983
(1983 sonu itibariyle)
Arjantin
2,5
5.7
40,7
Brezilya
7,5
23,6
87,4
Şili
0,5
3,0
17.4
Kolombiya
ı.b
2,4
10,7
Hindistan
1,8
2,5
26,2
Endonezya
1,7
6,9
32,6
Sabit serm . yat.
Mevcut toplam dış borç
Ülkeler
1973
1 983
(1983 sonu itibariyle)
G. Kore
0,7
1,4
40,4
Malezya
1.2
7,1
13,4
Meksika
3,1
12,8
90,0
Nijerya
2,3
3,8
17,1
Filipinler
0,9
3,0
24,9
Singapur
0.6
7,3
0.6
Güney Afrika
8,4
17,1
17,4
Tayland
0.5
1.4
13,7
Türkiye
0,4
1.3
17,5
YOL 52- Devrimci Sol Eleştirisi Petrol üreticisi olmayan gelişmekte olan ülkeler toplamı
7
138
668,6
Kaynak: Ayşe Semiha Baban Türkiye’de Yabancı Sermaye Sanayi Kongresi’ne sunulan tebliğ- 1987 Dünyadaki genel gelişme karakteri Türkiye’yi de etkisi altına almadan edemezdi. Türkiye'nin Güney Kore-Kuzey Kore savaşın dan sonra stratejik önemi artınca o ana kadar kaç kere başvurup da giremediği NATO’ya girişi kolaylaşır ve Marshall Yardımfna Tür kiye'de dahil edilir. Emperyalizmin Türkiye'yle ekonomik-siyasi iliş kilerinin yeniden derinleşmesi beraberinde borçlanma, yatırımlar, üsler, devalüasyon gibi olguları da getirir. Uluslarası finans-kapital Türkiye'yle yeniden sıkı-fıkı olurken karşısında yerli finans-kapitali bulur. 6224 sayılı yasayla yabancı sermayeyi teşvik yasası çıkarı lır, petrol üretimi konusunda İzinler çıkarılır. Bunun yanında dış borç, o dönem tüm bize benzeyen ülkelerin kullandıkları "u c u z f i nan sm a n " yöntemidir. Emperyalizm savaştan çıkmış, dev serma ye rezervlerini yatıracağı alanlar aramaktadır. Kredi faizlerinin u cuzluğu da özellikle bizim gibi ülkelerde 1980'lere kadar ömrü süre cek bir dış borçlanma furyası başlatır. 1950'lerden 1990'lara baktı ğımızda 40 yıllık dönemde Türkiye'ye açılan kredilerin Türkiye'deki toplam sabit sermaye yatırımlarını katladığı görülür.
Yıllar İtibariyle gelen emperyalist sermaye Tablo 4 Türkiye’de emperyalist sermaye Dönemler
Sermaye miktarı Kümülatif (milyon dolar)
1954 öncesi
2,8
1954-1979
225,3
1980-1983
695,2
1983-1987
1 415,4
YOL 53 2110,6
1980-1987
Emperyalist kuruluşların Türkiye'ye geliş tarihi Dönemler
Firma sayısı
1954 ve öncesi
8
1955-59
14
1960-69
46
1970-79
12
1980-86
530
Kaynak: YASED-Yabancı Sermaye Koordinasyon Derneği Yayınları Tablo 4’de görüldüğü gibi 1980'lere kadar Türkiye’ye gelen ya bancı sermaye tüm çabalara, tüm teşviklere rağmen patlama yapa mamıştır. Ama aynı dönemde Türkiye’nin borçlanması rekor düzey de artmıştır. Buna geçmeden önce bir kaç noktaya daha dikkat çe kelim. Yabancı sermaye yatırımlarının ülkedeki toplam sabit serma ye yatırımlarına oranı oldukça düşüktür. 1962’de bu, yüzde 0,4 dür. 1970’de yüzde 0,4’lerde kalmaya devam ederken, 1980'li yıllarda yüzde 2,5-3 seviyelerine çıkabilmiştir. Yani Türkiye'de yapılan her 100 liralık sabit sermaye yatırımının en üst düzeye çıktığı 1980'li yıl larda 2,5-3 lirası yabancı sermayeyle yapılmıştır. Yine makro dü zeyde bakacak olursak Türkiye'ye yapılan yatırımların emperyalist sermayenin dünyada yaptığı yatırımlar içindeki payı yüzde 0,7’dir. Gelişmekte olan ülkeler kategorisine baktığımızda ise Türkiye’nin aldığı pay yüzde 1,6 olmaktadır. Şimdi gelelim sabit sermaye yatırımı-dış borç ikilemine Tablo 5 Türkiye'nin dış borçlan ve yabancı sermayeye yatırımları 1965-1986 Milyon Dolar Yıllar
Toplam dış borçlar
Yabancı Sermayo
(birikimli)
yatırımları (hor yıl)
YOL 54- Devrimci Sol Eleştirisi 1965
986
11.6
1970
1 816
9,0
1973
2 576
67,3
1980
16 277
97,0
1987
40 895
536,5
Kaynak: YASED
Tüm bunlar Türkiye’de e m p e ry a liz m g e rç e k liğ in i yatırım larda değil dış borçlarda aynı zamanda teknikte ve askeri ittifaklar da aramamız gerektiğini anlatır. Finans-kapital uluslararası işbölü münün bir parçası olarak kapitalistleşirken bugün artık bir devrim programı sorunu olan tekniği yaratamadı, yaratmadı. Finans-kapital tekniği yaratamayınca yerinde duracak değildi. Yoluna devam et mek için teknik gerekiyordu: bunu lisans, know-how anlaşmaları, joint-venture gibi yöntemlerle para ödeyerek, ortak olarak transfer etti. Kapitalizmde üç sektörden biri olan üretim araçları yani makine üreten makineler sektörünü yaratamadı: Ne sermayesi buna elver di, ne karakteri buna uygundu, ne emperyalizmin genel gelişimi bu na izin verebilirdi! Emperyalizm geri teknik mi satıyordu, onu satın alacaktı? Dış borç batağı ve teknik tuzaklar finans-kapitalin k a ç ı n ılm a z te r c ih le r i oldu. Montaj sanayiyle başlayan ortaklıklar dönemi Türkiye’ye milyarlarca doların yatırım için gelmesine yol aç madı. Ülkedeki kapitalist gelişme: tekellerin derinleşmesi, finanskapitalin yeni yeni kuşaklarla egemenliğini perçinlemesi sürecinde emperyalizm doğrudan yatırımlardan çok, kredi-teknik ikilemi ile Türkiye’nin üzerine yeni sömürgecilik ağını ördü. Emperyalizmin üretim devresindeki söz sahipliğini -doğrudan yatırımlarla- daha yakından görebilmek için yeniden bazı rakamlara dönelim.
Tablo 6 Türkiye’nin 500 büyük sanayi kuruluşunda yaban cı sermayeli kuruluşların payı (% )
Y <) İ 1*>
I
1 9 88 (% ) Üretimden satış
17,7
Brüt katma değer
14,9
Bilanço karı
26,0
İhracat
21,4
Kaynak: YASED Dev-Sol savunmasında emperyalizmi yanlış yerlerde arıyor! Yanlış arayış ve buluşu sonunda ise yanlış çözümlere ve ister iste mez abartmalara varıyor. Bu yanlış çözümlerden bir diğeri de yuka rıdaki alıntılardan hatırlayacağımız gibi sürekli krizdir. Emperyaliz min “ s a n a y i k a y d ırm a ” çerçevesinde bizim gibi ülkelerde yaptığı yatırımlarda geri teknik kullanması veya satarken geri tek nikleri satmasının yol açtığı gelişmeleri mantık olarak Dev-Sol şura ya vardırıyor: Geri teknik yoğun sömürüyü gerektiriyor, sonunda emperyalizm kurduğu çarpık ilişkilerle montaj sanayiyle yoğun sö mürünün ancak yoğun baskı koşullarıyla yanılabileceği bir yapıyı Türkiye’ye getiriyor. Teknik geri olunca üstelik emperyalizmin III. bunalım dönemini yaşadığımıza göre Türkiye’nin ekonomide sürekli krizde olması; ülkede devrimin objektif koşullarının hazır olması; ül kenin sürekli -belli düzeylerde değişen- milli kriz içinde olması kaçı nılmazlaşıyor! Evet bu mantık silsilesiyle varacağımız çözüm de ister iste mez Çayan'da olduğu gibi Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi. (PASS) Oysa, emperyalizmi hangi bunalım dönemini yaşarsak ya şayalım, hangi teknikle hareket edersek edelim her şeyden önce kapitalizmde kapitalist yasalar geçerlidir. Ve eğer kapitalizm kapi talizm olarak -emperyalistleşmeyle kapitalizmin temel yasaları de ğişmez- hala kalıyorsa onun krizleri de sürekli değildir, "devreseldir”: “Modern sınai yaşam birbirini izleyen ılımlı faaliyet, gönenç, a şırı üretim, bunalım, duraklama dönemleri halini alır... her sınai çev rimde metaları ucuzlatma amacıyla ücretferi zorla emek-gücünün değerinin altına düşürme çabalarının ortaya çıktığı bir döneme gelinir”24
YOL 56- Devrimci Sol Eleştirisi K. Marx, kapitalizmi çözümlerken bu sonuca ulaşıyor. Kapita lizm emperyalizme ulaştıktan sonra da aynı yasa işlemeye devam eder. Emperyalizmle, kapitalizmin tüm çelişkileri daha da ağırlaşır; yoksa dünyada devrimin objektif koşullarını yaratmaz: Tekelci kapitalizmin kapitalizmdeki bütün çelişkileri ne denli ağırlaş/rdığı herkesçe bilinmektedir. Çelişkilerdeki bu ağırlaşma, dünya mali sermayesinin kesin zaferiyle açılmış olan geçici tarihsel dönemin en büyük itici gücü olmuştur.”25 ve “..Ancak bu çürüme e ğiliminin, kapitalizmin hızlı gelişmesini önleyeceğini sanmak yanlış olur. Önlemez. Emperyalist dönemde bazı sanayi kolları, burjuvazi nin bazı katmanları, bazı ülkeler, bu eğilimlerden birini ya da ötekini, küçük ya da büyük ölçüde gösterirler. Genel olarak kapitalizm es kiye göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir.”26 Emperyalizmin bilimsel teknik devrimle nasıl bir gelişme gös terdiği, bir Japonya, pasifik bölgesi ülkelerindeki genel gelişmenin diğer kapitalist anayurtlara göre: büyüme, istihdam, ihracat yatı rımlar vb., parametrelerle nasıl daha pozitif olduğunu her gün gaze te haberlerinden bile rahatlıkla görebiliyoruz. Bunalımı emperyaliz me sürekli kılmak; demek ki kapitalizmin yasalarının işleyişi açısın dan ve onun varlığını sürdürmesi açısından olanaksızdır. Diyalektik materyatist yönteme başvurduğumuzda doğada ve toplumların ge lişme yasalarında bir şeyin sürekli olamıyacağını anlarız. Süreklilik, bir statiklik-durağanlık demektir bu da diyalektik değil metafiziktir! Kapitalizmin yaşadığı krizler sermaye birikiminden kaynakla nır. Kapitalistin her zaman istediği şey artı-değer’oranını yükselt mek, daha fazla kar elde etmektir. Artık değeri arttırmanın iki yolun dan; mutlak ve nispi artı değer arttırma yolundan birini tercih eden kapitalist ister istemez bir süre sonra birikimde tıkanıklarla yüzyüze gelir. Bu öncelikle kullanılan tekniğin geri veya ileri artık ömrünü doldurmasından ileri gelir. İşçi sınıfının yükselttiği mücadeleyle artıdeğerin pastasından daha büyük dilimler almaya başlaması, enflasyonist süreç, dünya çapında yaşanan rekabet, ülkenin genel yapılanmasından kaynaklanan darboğazlar-döviz, nitelikli işgücü, teknik vb..-; tüm bunlar sermaye biriminde azalışa yol açar. M-P-MP devresinde başgösteren yavaşlama piyasada malların daha u zun süreli, bazen büyük stoklarla satılmasını gündeme getirir. Zin
YOL 57 cirin bir halkasında meydana gelen kopma ardı ardına tüm diğer hal kaları da etkisi altına alır. Bu genel döngü "sürekli kriz içinde değildir.” Türkiye gibi ülkelerde “ ağırlıkİl” olarak -Çünkü Türki ye imalat sanayiinin kullandığı tekniğin yüzde 20'ye yakını uluslara rası standartlarda ileri teknolojidir- ikinci teknolojiler kullanılsa bile sermaye birikiminin sadece bu faktörden dolayı sürekli krizde oldu ğunu öne sürmek ne sınıf mücadelesini, ne kapitalist sermayenin dönem dönem yaşadığı altın yılları açıklamak olanaklıdır. Türkiye’de 10 yılda bir başgösteren ekonomik-politik krizlerin öncesi ve sonra ları vardır. Bu bize Türkiye ekonomisinin krize yakalanma süresini göstermekte: yaklaşık 5,5 yıllık devrelerle sermaye birikiminin kriz nöbetine tutulduğu her iki kapitalist refah dönemi arasındaki süre nin ise yine 1924-1987 yılları arasında 5,4 yıl olduğu görülmektedir. (Doç. Süleyman Özmuçur -Boğ. Üniversitesi- Türk ekonomisinde eğilim, dalgalanma, referans tarihlerini belirlenmesi üzerine bir de neme -1923-1987) Kriz nöbetlerini atlatan finans-kapitalin kriz son rası yaşadığı altın yıllarda; en yakın örnek olarak 1980'den sonra en fazla 1987 sonlarına kadar sürebilmiştir. Ama aradaki bir yedi yıllıık dönemden sonra altın yılların en güzel göstergesi olarak finans-kapital “ her kriz döneminden sonra olduğu gibi irile ş m iş tir .” Koç, bir kaç milyar dolarlık yılllk cirodan 1990 yılında 7.8 milyar dolarlık ciroya, Sabancı da keza aynı dönemde devleşe rek 4-5 milyar dolarlık bir ciroyo erişmiştir. Türkiye'de 1980'lerde sanayi üretiminin yüzde 35'lere yakın bölümünü kontrol eden 500 büyük sanayi kuruluşu 1990'larda yüzde 60'a yakın bölümünü kon trol eder hale gelmiştir. Finans-kapital yaşadığı altın birikim yıllarıyla-sanayide, bankacılıkta, ihracat-ithalatta ve diğer sektörlerdedevleşmişve sayıca daha aza düşmüştür. OLİGARŞİ VE İŞÇİ SINIFI “1960 sonrası montaj sanayinin hızlı gelişimi, iç pazara dönük yatırımlardaki artış işbirlikçi tekelci burjuvazinin güçlenmesini de beraberinde getirmiştir. Artık işbirlikçi tekelci burjuvazi oligarşi için de etkin bir güç haline gelir..." “Oligarşinin “tek bir vücut" olduğu sanılmamaJıdır. Çünkü oligarşik azınlık da kendi içinde farklı çıkar gruplarından, farklı hedef leri ve farklı programları olan sömürücülerden oluşmaktadır... 1950'lerden 1980 tere gelindiğinde 1950'lerde oluşan oligarşik yapı-
VOli 5K- Devrimci Sol Klcşlirisi ılnıı lıorhnııgl bir koslmin tasfiye edilmediğini sadece güç dengelerlndo değişmeler olduğunu görüyoruz. Ancak işbirlikçi tekelci bur juvazi güç kazanırken diğer kesimlerin (Savunmaya göre diğer ke simler: prekapitalist sınıfların en irilerinden oluşan tefeci-tüccar ve büyük toprak sahipleri-bn) güç kaybına uğradığı ekonomik ve siya si hayatta eski etkinliklerini yitirdikleri de bir gerçektir.”27 Dev-Sol’un mantığı yine konuşuyor: Türkiye'de kapitalizmin 70 yıla yakın tarihi gelişimi içinde tekelci burjuvalarla, prekapitalist sınıfların en irileri tefeci-bezirganlarla büyük toprak sahiplerinin arasındaÇİN ŞEDDİ vardır. Bunlar bir avuç ve yanyana olmalarına rağmen ne ilginçtir ki birbirlerinin etkinliklerini kırmaktan başkaca bir ilişki içine girmemektedirler! Tıpkı serbest rekabet dönemindeki ticari, sınai ve toprak burjuvazisi gibi bunların; oligarşinin farklı ka natları vardır ve Türkiye’deki her ekonomlk-politik çalkalanışta ka natlar arası savaş yaşanmaktadır! Zaten darbelerin mantığında bunlar değil midir belirleyici olan?!!! Tarihin akışını bu derece tersten ve metafizik yorumlamak ola bilirdi. 1924’lerden itibaren iş Bankası’nın nasıl sınai yatırımlarla içli-dışlı olduğunu, bunun daha sonra kurulan bankalarca da yeniden üretildiğini İş Bankası kubbesinde tefeci-bezirganlarımız eşraf-ayanlarımızın nasıl domuz topu olduğunu gördük. Tarih bize bunları gösteriyor. Hiç mi gözümüze iş Bankası gerçeği batmıyor? Hiç mi şu meşhur holdinglerimizin faaliyet gösterdiği alanları tek tek irde lemek içinizden gelmiyor? Hiç mi etrafınıza bakmıyorsunuz? Kim bu büyük toprak sahipleri, tefeci-bezirganlar? iktidar bunlar mı? Tabii ki hayır! Görülemiyorsa biz gösterelim: Türkiye’de tekellerin maddi gerçeklik haline gelişlerini 1930, 1950'li yılların istatistiklerinden göstermiştik. Şimdi de sıra, kökü Cumhuriyetin o g ö rü le m e y e n ta rih le rin d e bulunan bankaların sanayi kuruluşlarına ortaklıkları na bakalım: Tablo 7 Türkiye’de bankaların sanayi kuruluşlarındaki iştirakleri (Milyar TL) Özel Bankalar
YOL 59 371 İş Bankası Pamukbank 170 188 Yapı Kredi Garanti 110 Akbank 102 Kamu B ankaları 300 Etibank 131 Sümerbank Vakıfbank 69 Emlak Kredi 57 Ziraat 44 Kaynak: Para ve Sermaye Piyasası dergisi 1988 Haziran Türk Bankalar Birliği raporu. Not: 1988'de bankaların sanayideki iştirakleri 1 trilyon 730 milyar liradır. 1980'de bu 29 milyar liradır. 1980-88 yıllarında iştirak artışı yüzde 5865 ya da 58 kattır (cari fiyatlarla). 1988’de Türk Ban kacılık sisteminde iştiraki bulunan 40 bankanın 1,7 trilyonluk işti rak toplamının yüzde 80‘ini yukarıdaki 10 banka kontrol etmekte dir! Görüldüğü gibi I ş Bankası 371 milyar lirayla başı çekmektedir. Etibank, Sümerbank, Yapı Kredi Bankası, Pamukbank, Akbank, Zi raat Bankası vd.. bankalar hepsi Cumhuriyet dönemlerinde faaliye te geçmişlerdir -Ziraat Bankası Osmanlı döneminde kurulmuştu- E ğer hala banka-sanayi sermayesinin bu capcanlı içiçe girişinin finans-kapitali yaratmadığını göremiyorsanız yani hala bir avuç te kelci burjuva, bir avuç tefeci-bezirgan, toprak sahibi arıyorsanız şimdi de şunu okuyun: 1990 yılı hesaplamalarına göre Koç Holdingin cirosu 24 trilyon liradır. Koç, bu korkunç ciroyu -ki Tükiye milli gelirinin yaklaşık yüz de 10'udur- imalat sanayi, tarım sektörü, hizmet sektörü: bankacı lık, turizm, ulaştırma, ihracat-ithalat, sigortacılık alanlarından sağ lamıştır. Sabancı’ya bakalım: yine karşımızda kapitalizmin tüm sek törlerine ve alt sektörlerine hükmeden bir finans-kapitalist 1990 ci rosu 14 trilyon lira Eczacıbaşı, Kuvayı Miliyeci Karamehmet'ler ve diğerleri. Koç 1990'da39 bin işçi, Sabancı 33 bine yakın işçi çalıştı rırken her iki finans kapitalistnin ihracatları da toplam 1 milyar doları geçti... Türkiye milli gelirin yüzde 70-80’ini kontrol eden finans-ka-
YOL 60- Devrimci Sol Eleştirisi pital hazretlerimiz karşınızda duruyor, eğer hala oligarşi diyorsanız o anladığınız, oligarşi değil MALİ OLİGARŞİDİR. Bir avuç de mek olan ve Yunanca oligark kelimesinden gelen oligarşi sözcüğü ancak mali oligarşi yani maddi temeli tekeller olan ve banka-sanayi sermayesinin sentezleşmiş yapısını anlatan bir şekilde anlaşılabilir. Tefeci bezirganları ise iktidarda değil finans-kapitalin kırdaki ayağı olarak görmeli. Ekonominin hükümdarları ister istemez iktida ra hükmediyor tefeci-bezirganlar onun: kurdun sofrasındaki kırıntı larla besleniyor. Dev-Sol Savunma’da işçi sınıfının yapısını da montaj sanayii ne bağlamayı ihmal etmiyor: “Kendi iç dinamiğiyle gelişmeyen sanayiinin’ istihdam ettiği iş çi sınıfı çoğunlukla köylülükle bağlarını koparmamıştı. Gecekondu bölgeler de “ y a rı-k ö y y a rı-k e n t” görünümüyle barındırdığı in sanların sosyal durumunu yansıtıyordu. İşçi sınıfı saflarında “ yarıiş ç i, y a rı-k ö y lü ” (abç) özellik onun bilinç ve örgütlülüğünü o lumsuz yönde etkiliyordu.. Henüz “kendisi için sınır olamamış işçi sınıfı en küçük demokratik-ekonomik istemleri karşısında devletin zoru ve şiddetini görerek siniyordu. Köylü özelliklerinden kurtula maması da bunu pekiştirdi.” “Ağır sanayiinin gelişmemiş olması proletaryanın sağlam bir çekirdekten yoksunluğu demekti.. SSK raporlarına göre 1984 yılın da 335 İşyerinde 500-995 arası; 182 işyerinde ise 1000'den fazla işçi çalışmaktadır. Bu rakamlar Türkiye işçi sınıfının fabrikalardaki yoğunlaşmasının yüksek olmadığını, genel olarak da orta düzeyde bir yoğunlaşma olduğunu göstermektedir”28 Türkiye kapitalizmini uzunca bir süre yarı feodal, yarı-kapitalist gören siyasi eğilimin mirasçısı bir hareketin işçi sınıfına yarı-işçi yarı-köylü damgasını vurmasında şaşılacak bir şey yok! 15-16 Haziran'da yüzbinlerce işçi kendiliğinden de olsa yarattığı eylemlilikle Türkiye'yi sarsarken o dönemin küçük burjuva sosyalistlerinin işçi sınıfının varlığını tartışmaları gibi Türkye'de a ğır sa n a y i yo k d i y e ! proletaryanın sağlam bir çekirdekten yoksun olduğunu söyle mesi de garip kaçmıyor! Burjuvazinin eti neyse butu o! Türkiye’de montaj sanayii mi var! Montaj sanayiinin işçileri de demek ki böyle
YOL 61 oluyor! Kısaca değinecek olursak; Türkiye’de işçi sınıfının Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın saptamalarına göre 1930’da sosyal bir sınıf olduğunu görüyoruz. 1930'da 300 bin olan sanayi proletaryası sayısı, 1955’de 1 milyon 123 bine, 1965’de 1 milyon 474 bine ve 1988’de 3 milyon 130 bine çıkmıştır. Türkiye'de sanayi-tarım-hizmet sektörle rindeki ücretliler sayısı 1930-1985 dönemlerinde yani 55 yılda yüz de 610 artarken, Türkiye’nin nüfusu yüzde 260 artmıştır. 1930’da her 46 kişiden biri sanayi proleteri iken 1988'de her 17 kişiden biri sanayi proleteri olmuştur.29 işçilerin büyük mü, küçük mü işletmelerde yoğunlaştığını da tekrar kısaca hatırlatalım. 1939 istatistiklerinde -yukarıdaki parag raflarda ayrıntılı anlatılıyor- 1114 işletmeden 113’ünde işçilerin yüz de 73’ü çalışmaktadır. 1950'de toplam kapitalist işletmelerin yüzde 3,2’sinde toplam işçilerin yüzde 70,6'sı çalışmaktadır. Gelelim 1970 ve 1980’lere: 100 ve üstü işçi çalıştıran ve toplam kapitalist işlet melerin yüzde 0,4’ü olan fabrikalarda Türkiye imalat sanayiinde ça lışan tüm işçilerin yüzde 47,3'ü (1970) ve yüzde 48,7’si (1980) ça lışmaktadır.30 Büyük fabrikaların hem de bir avuç fabrikanın yüzbinlerce işçiye hükmetmesi Dev-Sol'a göre yeterince yoğunlaşma olmuyor herhalde?! İşçilerin yarı-işçi, yarı-köylü olduğu edebiyatı ise 1980'ler ön cesinde yaygın bir bakıştı. Türkiye'de yaşanan her darbe finanskapitalimiz gerçekliğini yeterince göstermiyor mu? İşçi sınıfımızın i çinde yaşıyoruz, onun köyle bağını acaba yaşamdan mı dile getiri yoruz, yoksa bakışımızın bir uzantısı olarak yani anlamak istediği miz gibi mi anlıyoruz? Türkiye'de imalat sanayii kuruluşlarında yapılan araştırmalar işçi sınıfının kuşaklar yarattığını gösteriyor.1 38 işletmede yapılan araştırmaya yanıt veren işçilerin “babanızın mesleği nedir” sorusuna verdiği yanıt yüzde 24 “sanayide işçi" olmuştur. Sü reç bir yandan baba işçi-çocuk işçi-torun işçi zincirini yaratırken di ğer yandan mülksüzleşmenin sürdüğünü gösteren bir delil olarak işçilerin yüzde 39'u baba mesleği olarak çiftçiliği göstermiştir.31 Belki bunlarda yeterli değil. Tam da toprakla bağın olup olmadığını anlamamız için Demiryol-iş Sendikasının yaptığı araştırmaya bak
YOL 62- Devrimci Sol Eleştirisi mamız gerekecek. Araştırmada işçiler "to p ra ğ ın ız va r mı” soru suna yüzde 95 gibi çok yüksek bir oranda hayır demişlerdir. Eğor yarı-işçi yarı-köylülük varsa 15-16 Haziran direnişleri, 1979 Tariş, Gültepe, 1989 Nisan Bahar direnişleri, 1990 Madenciler direnişi, metal-tekstil işçilerinin direnişi ve tüm Türkiye'yi sarsan eylemlilik leri kim yaptı? Herhalde köylü işçiler. Ama bu da olmaz. Ancak, devrimde kendisi için sınıf olan işçi sınıfının bu örgütlülük ve politik seviyesini görmek istiyorsunuz, göremeyince de “işte, köylü işçiler" diyorsunuz ve devrimde fiili ön cülüğü elinden alıyorsunuz. SONUÇ YERİNE Dev-Sol Türkiye kapitalizmi tarihini çözümleyeme çalıştıkça olmadık sonuçlara: dev aynasında emperyalizm, montaj sanayii, cüce aynalarda işçi sınıfı, kapitalizm görüyor. Her karşı devrim sal dırısından bir parça ders çıkarmasını beceren küçük burjuva sos yalizmin bu konuda da en azından modernleşmeye çabalaması ge rekir, beklenirdi!...
YOL 63
Başvurulan Kaynaklar: 12-
M. Çayan Kesintisizler “
s. 354
“
s. 355
3-
*
‘
s. 356
4-
“
*
s. 357
5- Banka ve Ekonomik Yorumlar dergisi sayı: 1986 Eylül. C. Bayarla söyle şi. 6- M. Çayan Kesintisizler
s. 321
7- a.g.e.
“
s.331
8- a.g.e.
“
s. 335
9- Dev-Sol Savunma Derleyen Dursun Karataş 10-
“
“
“
*
s. 230 “
s.250
11- Yahya Tezel Cumhuriyet Döneminin iktisadi Tarihi 12- Banka ve Ekonomik Yorumlar dergisi sayı: 1986 Eylül. 13- Korkut Boratav Türkiye İktisat Tarihi s. 36 14- Çağdaş Yol sayı: 9 Türkiye'de Proletarya 15- İstanbul Sanayi Odası (ISO ) istatistikleri.. 16-
Yahla Tezel a.g.e.
s. 168
17- Yahya Tezel a.o r______ s-176__________________________________ 18- Dev-Sol Savunma
s. 256
19-
“
“
s. 253
20-
‘
“
s. 284
21-
“
*
s. 585
22- Cevdet Erdost Sermayenin uluslararasılaşması s. 145 23- Çağdaş Kapitalizmin Bunalımı Paul Sweezy s. 177 24- K. Marx Kapital 1
s. 464
25- Lenin V.l. Emperyalizm
s. 150
26-
s. 150
“
"
27- Dev-Sol Savunma
s. 593
28-
s. 605-607
■
29- Çağdaş Yol
‘
sayı: 12 Türkiye'de proletarya
YOL 64- Devrimci Sol Eleştirisi 30- ■ ' * 31- “ * * 32- DeroiryoUş Sendikası demiryol-lşkolu işçileri araştırması
YOL 65
KAYPAKKAYA’DA SINIFLAR YAPISININ TAHLİLİ ve DEVRİM SORUNU (Yeni Demokrasi Dergisine Gecikmiş Bir Yanıt) Barış D OĞAN AY Türkiye sosyalist hareketinde 60’lı yılların sonları, ülkedeki sosyal sınıflar yapısının özellikleri ve devrimci strateji sorunları ü zerindeki tartışmaların yoğunlaştığı bir dönem oldu. Kapitalist geliş menin özellikle 50'lerdeki sıçramalarıyla biriken sınıf çelişmeleri ve bunun toplumsal bilinç üzerinde yarattığı ilksel sonuçlar 27 Mayıs’ın yukarıdan etkileriyle gerçekleşen göreli demokratik açılı mın sağladığı olanaklarla suyüzüne vurmaya başladı. Alt sınıfların hızla boşalışa uğrayan tepki ve hoşnutsuzlukları, önceki onyılların suskunluğu altında pratik bakımdan dar ve güdük kalan sosyalist hareketin canlanmasına, giderek genişleyen kitlesel dayanaklar kazanmasına yol açtı. Kırların geleneksel yapısındaki çözülmenin şehirlere taşıdığı mücadele potansiyelleri, işçi sınıfının saflarını genişletip eylem gü cünü yükseltirken, şahlanan devrimci geleneğiyle öne fırlayan ay dın gençliğimiz, sosyalist hareketin saflarına akmaya başladı. Top lumsal mücadelenin büyük kentlerdeki gelişimi, feodal kabukların çatlayıp dökülmesinden doğan derin farklılaşmaların şoku altındaki “köylülük" üzerinde de etkilerini duyurmakta fazla gecikmedi. Güç lü feodal kalıntıların uyuşturucu baskısı altında inmelenmiş kırların suskunluğu, modern sınıf ilişkilerinin özgürleştirici alanına girmeye zorlayan köylü kitleleri arasında başgösteren taze kıpırdanışlarla bozuldu. Proletarya sosyalizminin zor koşullar altında kazandığı teorik birikim ve siyasal deneyimin büyük ölçüde üstünü örten bu geliş meler, devrimci hareketin saflarında ister istemez yeni ve kendi ne özgü şekillenmeler yaratmak durumundaydı. İşte 60’lı yılların strateji tartışmaları, kapitalist sınıf savaşımına ya da geleneksel
YOL 66- Yeni Demokrasi Eleştirisi tepkilerden modern devrimciliğe yeni yeni adım atan toplumsal güç lerin, üzerine bastıkları tarihsel ortamı tanım a, kendi tepkilerini tanımlayarak bilinçli bir savaş düzenine o turtma ihtiyacından doğmuştur. Doğal olarak, bu durum, en eski sosyalizmin kırk yıl önce ele alarak çözümlediği sorunların ye ni baştan (sosyalist harekete yeni katılan genç kuşakların bilincin de sanki ciddi olarak ilk kez) ortaya konulmasına neden oldu. Kapitalist gelişmenin çözücü etkisi karşısında yıkıma uğrayan küçükburjuvazi, tepkilerini sosyalizme, işçi sınıfı ile ittifaka yönele rek ortaya koyarken, kendi toplumsal karakterinden kaynaklanan gerilik ve ilkelikleri de sosyalist harekete taşımadan edemedi. Ka pitalizmin ülke ölçüsünde yarattığı sonuçların b ü tü n s e l etkisiyle ciddi olarak h e n ü z karşı karşıya gelen küçükburjuva mantığı, kır lardaki farklılaşma ve kente göçün sınıf savaşına yansıyan ilk el den sonuçlarını çıkış noktası alarak kapitalist ilişkilerin köksüzlüğü sonucuna vardı. Kapitalist buhranların üretici sınıflar üzerindeki yıkıcı etkileri nin kırdaki pre-kapitalist kalıntıların varlığıyla birleşmesi, kapitalist dönüşümün sancılarını uzatıp yoğunlaştırarak, yığınlar için dayanılamaz hale getirmektedir. Artık, gerçek iktisadi konumuyla bir meta üreticisi olan köylü (bir avuç ayrıcalıklı kır zengini dışında) vergi ve fiyat kıskacında ezildikçe, üretim gücünü yitirmektedir. Tekeller e gemenliğinin yarattığı bu ortamda yüksek tefeci faizi ve toprak ran tı, bütün dehşetiyle köreltici etkisini duyuruyor. Yüzyıllardır küçük üretmenlerin kanını emerek büyük toprak mülkiyetiyle içiçe geçmiş tefeci-bezirganlık, modern tekelci ekonomi koşullarında dayanıl maz vurgunculuk olanaklarına kavuşmuştur. Bu durum, geçmişin acılarıyla yüklü köylü bilincinde, yeni kılıklara bürünmüş eski düş manı (kapitalizmin tekelci gelişimine uyarlanmış pre-kapitalist ka lıntıları) doğal olarak öne çıkarmaktadır. Prusya tipi gelişmenin ağır sonuçları karşısında mücadeleye yönelen deneyimsiz ve sakıngan kır küçükburjuvasının, hergün yüzyüze geldiği “tali" güçlerin gerisinde gizlenen belirleyici İlişki yi doğrudan doğruya görememesi veya kendi gündelik yaşamında ağır basan görüngülerin baskısı altında, kapitalist ilişkilerin gerçek karakterini kavrayamaması, son derece anlaşılır bir şey olmalıdır. 60'lı yıllarda mücadeleye yönelen küçükburjuvazinin pratik bilincin
YOL 67 de kapitalizm, henüz silik bir imgeye sahiptir. Köylünün gündelik yaşamında öne çıkan derebey kalıntıları, tarihten gelen şartlanma ların katkılarıyla, -sosyal ve iktisadi ilişkilerin bütünlüğü açısından bakıldığında- abartılı bir önem kazanmaktadır. Onların kapitalist ya pı içindeki konumları kavranamadığından modern ilişkiler silikleş mekte, olduğundan daha sınırlı, bize özgü olmayan, köksüz ve dışarlak bir görünüm almaktadır. Küçükburjuvazi proletarya saflarına doğru İtildikçe, devrimci tepkilere eğilim gösterdi. Ama bu süreç, proleterleşme korkusuyla mücadeleye zorlanan küçükburjuvaların modern sınıflar savaşına karşı duydukları gerici tepki ve önyargıları da açığa çıkartmıştır. Hatta, yeni proleterleşen ve sınıf mücadelesinde henüz istikrar ka zanamamış unsurların proleter yaşam koşullarına karşı gösterdik leri tepkiler de küçükburjuva önyargıların proletarya saflarında etki sini duyurmasına neden olmuştur. 60'lı yılların yaygın u lu s a l ku tu lu ş ç u lu k eğilimi, sınıl savaşına karşı önyargılı, proleterleşmek ten ürken küçükburjuvıı/inin kapitalist ilişkileri ülke dışına taşıma ve egomun sııııtl.ırıı kıııçı ınücadeleye-onları emperyalizmin basit işbirlikçi araçlarımı lıııllrıjeyıp, ulus-dışına iterek-kendini ikna etme güdülerine dayandı. Dünya ölçüsünde ulu ..il kurtuluş mücadelelerinin sosyalizme akışından etkilenen ve M.ıoculuğun güçlü ideolojik esintilerine ka pılan küçükburjuva aydınları (MDD), modern sınıflar ortamına itilen küçükburjuvazinin bu kendiliğinden eğilimlerini teorileştirmekten ö teye gidemedi. Pratik küçükburjuvaların gündelik yaşamında öne çıkan derebey kalıntıları, T ü rk iy e ö lç e ğ in d e devrim hedeflerinin tasarlanması sözkonusu olunca, teoride abartılı bir önem kazandı lar. Devletçilik döneminin sessiz birikiminden sonra yaşanan on yıllık hızlı dönüşümün sınıf savaşına patlama etkisiyle yansıyan so nuçları, kırdaki çözülme ve bunun yaydığı etkilerin geçici olarak mücadelenin pratik ağırlık noktasına oturmasına, küçükburjuva ta bakaların öne çıkmasına yol açtı. Henüz sınıflar savaşındaki ger çek yerlerine oturmamış bu dinamiklerin anlık biçimlerini mutlaklaş tıran (devrim durumu tesbitleri hatırlansın) pragmatist küçükburju va mantığı, toplumsal ilişkilerin bütünsel yapısını çözümlemede kır ları merkez alan bir teorik yaklaşımı benimsedi. Bu tutum, dev
YOL 68- Yeni Demokrasi Eleştirisi rimci strateji sorunlarına, yükselen sınıflar ve onların temsil ettiği modern üretim ilişkileri açısından değil, çözülen, kılık değiştiren güçler ve onların bugüne taşıdığı geleneksel bilinç formları açısın dan yaklaşmak olarak özetlenebilir. Kapitalizmin kırlarda yaratf^ı sınıfsal potansiyelleri kavraya mayan, köylülüğü geri feodal koşulların bütünüyle devrimci çıkarla ra sahip homojenik kitlesi olarak gören bu anlayışın tam bir tanımla nışını Kaypakkaya’nın şu sözlerinde bulabiliriz: “Feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme niçin baş çeliş medir? Birden fazla çelişmenin bulunduğu bir süreçte, bunlar ara sından bir tanesi diğer çelişmelerin gelişmesini tayin ve onlar üze rinde tesir icra eder. Bu çelişme baş çelişmedir. Feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme, ülkemizde hem burjuvazi-proletarya çelişmesi üzerinde, hem de emperyalizm- Türkiye halkı çelişmesi üzerinde belirleyici ve yönetici bir rol oynar. Feodalizm çözüldüğü ölçüde proietarya-burjuvazi çelişmesi ortaya çıkar ve keskinleşir. Öte yandan, emperyalizmin geniş köylük bölgelerdeki sosyal da yanağı feodal güçlerdir. Bu nedenle, feodalizmle halk yığınları ara sındaki çelişmenin çözümü, emperyalizmi de önemli bir dayanağın dan yoksun bırakır, emperyalizmle Türkiye halkı arasındaki çeliş menin gelişmesinde ve çözümünde tayin edici bir rol oynar. ” Kay pakkaya. Seçme Yazılar, s. 98) MDD hareke den gelen, ana kavramlarını ondan alan Kaypakkaya'nın buradan ulaştığı sonuç, önümüzdeki devrimin a n tie m p e ry a lis t b ir to p ra k d e v rim i olarak tasarlanmasıdır. Ayrın tılardaki farklılıklara rağmen, aynı kökten gelen Cephe ve Ordu ha reketleri de, ana teorik yaklaşımlarında Kaypakkaya ile aşağı yu karı aynı bakış açısında birleşmektedirler. Ancak Narodnik özellik ler laşıyan bu üç hareket arasında, teorik kavramlarındaki çok net kırsal belirlenimleri, kararlı gündelik örgütsel yönelimleri, kadrosal karakteri ve mücadelenin gündelik sorunları karşısındaki coşkusal tutumu dolayısıyla köylü devrimciliğine en çok eğlimli bulunanı, Kaypakkaya'nın önderliğindeki TKP-ML olmuştur. O yüzden biz, demokratik devrimi köylülüğe dayalı bir toprak devrimi olarak algıla yan küçükburjuva anlayışlar içinde en tam kavramsal vurgulara sa hip olan Kaypakkaya'nın görüşleri üzerinde duracağız.
YOL 69 TÜRKİYE'DE BURJUVA DEVRİMİNİN ÖZELLİKLERİ Kaypakkaya’nın Türkiye'de sınıflar yapısına bakışı, MDD'nin izlerini taşımaktadır. Ülkemizin sosyal yapısı, işbirlikçi komprador burjuvazi, toprak ağalığı ve tefeci-bezirganlığın egemenliğindeki yarı-sömürge ve yarı-feodal bir yapı olarak tanımlanır. Kurtuluş Sa vaşıyla gerçekleşen burjuva devrimi Türkiye’nin sınıflar yapısında hiçbir değişiklik yaratmamış, emperyalist işgalin kırılması ve sul tanlığın kaldırılmasıyla, “sömürge, yarı-sönürge, yarı-fedoal yapı"nın yerine “yarı sömürge, yarı-feodal yapı” geçirilmiştir. 50 yıl lık gelişim, varolan iktisadi yapı üzerinde niceliksel birgüçlenme o larak açıklanırken, burjuva devrimiyle gerçekleşen politik dönü şümler ve sonraki politik gelişmeler, komprador burjuvazi ve toprak ağalığının farklı klikleri arasında uluslararası güç dengeleri tarafın dan belirlenen iktidar değişimleri olarak açıklanmaktadır. Ancak, burjuva devriminin çözümlenmesinde Kaypakkaya, Kemalizmin sınıfsal karakterini belirsizleştiren “asker-sivil aydın zümre" yaklaşımlarından uzaklaştığı kadar, Kemalizmi “anti-emperyalist küçükburjuva radikalizmi" olarak açıklayan Cephe ve Ordu tezlerinden de ayrılmaktadır. Kemalizmin anti-emperyalist, devrimci özelliklerini abartan bu görüşler içinde en gerici ve açıktan açığa kuyrukçu sonuçlara varanı, onu “milli burjuvazinin devrimci kanadı nın ideolojisi “olarak gören ve M. Kemal’i “partimizin önderi” ilan e den PDA’nın yaklaşımlarıdır. PDA tezlerine göre, Kemalist kadrola rın önderliğinde iktidarı ele geçiren milli burjuvazi, dışa karşı antiemperyalist bir siyaset izleyerek, devletçilik uygulamalarıyla kapi talizmi geliştirirken, kapitalist sınıf içinden sivrilen “işbirlikçi büyük burjuvazi”, iktidarı kendi eline almış ve devrimi durdurarak, ülkeyi yeniden emperyalist bağımlılık koşullarına itmiştir. PDA'nın bu tez leri, M. Kemal’in ölümüyle ülkeyi “1919 öncesine kaydıran” klasik MDD tezlerinin silik bir tekrarından ibarettir. PDA'nın gerici anlayışına karşı devrimci bir zeminde mücadele yürüten Kaypakkaya, Kemalizmin burjuva karakterini vurgularken, küçükburjuva devrimciliği üzerindeki Kemalist etkilerden kesin bi çimde sıyrıldığını ortaya koyuyordu. O'nun 60 sonrası devrimci ha reket içindeki asıl önemi de buradan gelmektedir. Salt ilkesel belir lemeler çerçevesinde doğruluk taşısa ve Leninist formüllerin tekrar edilmesiyle yetinse bile, Kürt sorunu üzerindeki olumlu yaklaşımı
YOL 70- Yeni Demokrasi Eleştirisi nın anahtarı da burada yatmaktadır. Kaypakkaya, Stalin'in Kemalist hareketin ‘ işçilere ve köylüle re, bir toprak devrimi imkanına karşı” geliştiği yolundaki sözlerini tekrarlarken, son derece haklıdır. Ancak, bu noktadan sonra sığ ve yavan saptamalara yönelmekte, burjuva gelişimin çalkantılı seyrini tam bir mizansene dönüştürmektedir. “Kemalist devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağaları nın, tefecilerin, az miktardaki sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir. Yani devrimin önderleri, Türk komprador büyük burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfıdır. Devrimde milli karak terdeki orta burjuvazi önder güç olarak değil, yedek güç olarak yer almıştır.’ (s. 140) Kurtuluş Savaşından sonraki sınıflar yapısı ise şöyle tanımla nır: “Sosyal alanda, eski milli azınlıklara mensup komprador bü yük burjuvazinin ve eski bürokrasinin, ulemanın hakim mevkiini, milli karakterdeki orta burjuvazi içinden palazlanan ve emperya lizmle işbirliğine girişen yeni Türk burjuvazisi, eski Türk komprodor burjuvazisinin bir kesimi ve yeni bürokrasi almıştır. Eski toprak a ğalarının, büyük toprak sahiplerinin, tefecilerin, vurguncu tüccarla rın bir kısmının hakimiyeti devam etmiş, bir kısmının yerini yenileri almıştır. Kemalistler, bir bütün olarak, milli karakterdeki orta sınıfın çıkarlarını temsil etmemekte, yukardaki sınıf ve zümrelerin menfa atlerini temsil etmektedir’ (s. 141) Kaypakkaya’nın Kemalizmi bir komprador burjuva eğilimi ola rak görmesine yol açan nelerdir? Herşeyden önce, “Kemalizmin Türk ticaret burjuvazisi ve top rak ağalığına dayanması, onların çıkarlarını temsil etmesidi’dir. Bu yüzden, Kemalist hareket “bir toprak devrimi imkanına karşı” geliş miştir. İkinci olarak, Kemalizmin emperyalizme karşı yürütülen mü cadeledeki kaypak ve tutarsız tavrıdır. İtilaf devletlerine karşı veri len savaşta Sovyet desteğine dayanılmış, ancak Bolşevik devriminin Kafkaslarda kazandığı güç karşısında paniğe kapılan burjuva hükümet, gündelik yönünü emperyalizm ve Sovyet cephesi arasın
YOL 71 da değişen bölgesel-askeri güç dengelerine göre belirleyen karar sız ve uzlaşmacı bir tutumu benimsemiştir. Emperyalizme karşı mü cadelenin kendi insiyatifinden çıkıp Bolşevizm öncülüğünde bir proleter devrimine dönüşmesi olasılığından korkan burjuvazi, sınıf düşmanlarından sakınırken, milli düşmanına ikiyüzlüce elini uzat maktan çekinmemiştir. Sınıf kardeşliği, her zaman olduğu gibi, milli düşmanlığa ağır basmıştır. Bu yüzden Kemalizm, içerden gelen Sovyet Cephesinde yer alma istemlerini sinsi ya da açık oyalama ve provokasyonlarla bastırmış, emperyalizmle bütün köprüleri at mak yerine, iki cephe arasında fırsatçı denge politikaları izlemeyi yeğ tutmuştur. Daha Kurtuluş Savaşı yıllarında ortaya çıkan bu tu tum, Lozan'da belirgin bir niteliğe bürünmüştü. “Yurtta sulh, cihan da sulh" parolası altında yürütülen denge siyaseti, içerde burjuva egemenliğinin güçlendirilmesine bağlı olarak, emperyalizm yönün de karar kılmıştır. Üçüncü olarak, devrimin halkçı ve proleter karaktere dönüş mesinden duyulan korkuyla, cılız işçi örgütleri ve sosyalist hare ketler bastırılmış, komünistlere ve Kürt halkının ulusal istemlerine karşı katliamlara varan vahşi bir terör uygulanmıştır. Bir kısım ağa ların gerici tepkilerine rağmen, emperyalizme karşı mücadeleye sa mimice katılan Kürt ulusu üzerinde, Batı'dan öğrenilen sömürgecilik yöntemleri acımasızca uygulamaya sokulmuştur. Böylece, burju vazinin emperyalist özlemleri, daha başından açığa vuruyordu. An cak, bu özlemler, o günkü koşullarda, Misak-ı Milli sınırlarına daral mak zorunda kaldı. Bunların sonucunda, ulusal kurtuluş, gerçek bir iktisadi kurtu luşa dönüştürülememiştir. Bu imkanı yaratabilecek asıl güçler olan işçi sınıfı ve köylülüğün örgütsüzlüğü ve bağımsız siyasi talepler i leri sürmekten uzak bulunmaları, bu yüzden yeni doğmuş komünist hareketin zayıf kalışı, burjuvazinin devrimi kolayca piç edebilmesi ne yol açtı, iktidar yapısındaki değişimlerle meydana gelen politik devrim, derin etkili bir sosyal devrime dönüştürülmediği gibi, Kurtu luş Savaşı yıllarının karmaşık iç ve dış etkiler altında gerçekleşen ve Cumhuriyetin ilanından sonra ancak birkaç yıl sürdürülen de mokratik açılımları boğulup soysuzlaştırıldı. Bizzat Kuvayı Milliye öhderlerinin “endüstri-sulh-toprak" parolasıyla ifade ettikleri sosyal dönüşümler, devrimci bir yoldan, halk yığınları lehine sancıları ılım-
YOL 72- Yeni Demokrasi Eleştirisi landırılarak değil, Prusya tipi gerici gelişme yolundan ağır, dolam baçlı, cehennemcil bir yöne sokuldu. Emekçi sınıfları olduğu kadar idealist genç subayları ve aydınları da hayal kırıklığına uğratarak pasitize eden devrimin bu biçimde boğuluşu, egemen politika katla rında da, değişen iç ve dış koşullara bağlı olarak, 12 Mart’a kadar sürüp gelen sürtüşme ve çatışmalara kapı aralamış oldu. Ama bütün bunlar, Kurtuluş savaşının öncülüğünü, Kaypakkaya'ya göründüğü gibi, komprador burjuvazi ve toprak ağalarının yürüttüğünü mü göstermektedir? Bunu söylemek sosyalizm bilimi nin kavramlarını aşırıca zorlamak olur. Kaypakkaya ve ardıllarının sık sık tekrarladıkları gibi, komprador burjuvazi, devrimci bir sınıf değildir. Hatta bir sınıf bile değildir. Varlık nedenlerini emperyalist nüfuz koşullarında bulan yarı-modern nitelikteki aracı bir zümredir. Ortada, halkçı bir devrime kıyasla sınırlı açılımlar yaratmakla kalmış olsa bile, bir burjuva devrimi bulunuyor. Öyleyse, bir devrimin dev rimci olmayan sınıflar tarafından yönetildiğini söylemekle, herşey birbirine karıştırılmış olmaktadır. Kurtuluş Savaşında öncülüğü yürüten güçler, komprador bur juvalar ve feodal ağalık değildi. Mücadeleyi yöneten Müdafaa-i Hu kuk Cemiyetleri (sonradan CHP), birer burjuva örgütleriydi. Ancak, toprak ağalığı ve tefeci-bezirganlığı da bünyelinde toplayan bu ör gütlere, sınıf karakterini kazandıran güç, savaş yılları boyunca çe şitli vurgunculuk yöntemleriyle sermaye biriktirerek palazlanan milli nitelikteki Anadolu burjuvazisidir. Bu Anadolu burjuvazisi, “başta tefeci-bezirganlar, toprak ağaları ve çok az sayıda modern denebi lecek işletme sahibi kapitalistken oluşuyordu. M. Yılmazer’in Çağdaş Yol’un 8. sayısında yayınlanan Kaypakkaya'nın görüşleri ile ilgili yazısından tırnak içinde aktardığımız bu belirlemeye, TKP-ML önderinin görüşlerini savunmakla tanınan Yeni Demokrasi dergisinin yazarları, “burjuva olmayan burjuvalar", deyimiyle itiraz ediyor, (sayı: 31) Bu itiraz, Kaypakkaya’nın, kendi görüşlerini doğrulamak için çok sık başvurduğu Stalinin ve Sovyet yazarı Şnurov’un, milli burjuvazinin yapısına ilişkin açıklamalarına getirdiği yorumla da çakışmaktadır. Gerçekte ise, Kaypakkaya'nın “doğru" yorumlamaya çalıştığı Şnurov’un açıklaması, Kıvılcımının konuyla ilgili görüşleriyle uygunluk taşıyor:
YOL 73 “...Devrimin başına Türk ticaret burjuvazisi geçti. Türkiye ta rım memleketi olduğu için, tüccarların başlıca alışverişi tarım ürün leri üzerine idi. Böylece ticaret burjuvazisi, ağalar ve büyük toprak sahipleri ile sıkı bağlar kurdu. Her Türk köyünde ağa ve toprak sa hibi, aynı zamanda köylü ürünlerinin belli başlı alıcısı ve satıcısı idi. Bu ağaların bazen un değirmeni, yağ veya kuru meyva işleyen ima- ■ lathaneleri ve diğer ufak tefek teşebbüsleri oluyordu. Ağalar aym zamanda tarım Lininlerini toptan satın alan büyük ticaret firmaları nın acenteleri durumundaydılar." (aktaran: İ.K., s. 116) Kaypakkaya, “...Şnurov yoldaş, toprak ağalarını ve tefecileri de “burjuva’ kavramı içinde düşünmektedir. (...) Burjuva kavramı nın bu şekilde kullanılışına, Stalin yoldaşta ve Dimitrov yoldaşta da rastlamaktayız." diyor, (s. 117) Dahası“bu şekilde kullanılış”a Le nin yoldaşta, hatta Engels'te de rastlayabiliriz. Lenin’in Rusya’da kapitalist iç pazarın oluşum sürecini değerlendirdiği, Rusya’da Ka pitalizmin Gelişimi adlı dev eserinde, feodalizmden kapitalizme ge çiş sürecinde binbir görünüm altında ortaya çıkan, sayısız gündelik iç bağlarla birbirine bağlı bu türden karmaşık biçimlere ait yüzlerce örnek sunulmaktadır. Verimli topraklarını az-çok modern yöntemler le işleten kır burjuvaları (bunlar, yanlızca sertliğin kaldırılmasından sonra palazlanan kulaklar değil, aynı zamanda ve hatta en güçlüleri, feodal aristokrasinin üyeleridir), verimli olmayan topraklarını yoksul köylülere kiralamakta, küçük köylü ve zanaatçıya faiz kar şılığında borç vermekte, köylü ürünlerinin alım-satım işleriyle uğ raşmakta ve yeni yeni gelişen manüfaktür ve imalathaneleri ellerin de bulundurmaktadırlar. Aynı şekilde, daha 1525'1e, “ılımlı” reform cu Martin Luther'in temsil ettiği burjuvaların n asıl burjuvalar oldu ğu, 1600’!ü yıllarda Ingiltere'nin köylü-zanatçılarını ev proleterlerine dönüştüren tüccarların, henüz tohum halinde bulunmakla birlikte ne türden bir ilişkiyi temsil ettikleri sorulabilir? Burada, iki ayrı tarihsel döneme ait farklı iktisadi biçimler bir a rada varolabilmekte, binlerce gündelik bağla içiçe geçmiş buluna bilmektedir. ilkel sermaye birikimi veya feodalizmden kapitalist İliş kilere geçiş sürecinde, son derece çeşitli görünümler altında karşı mıza çıkan bu ara biçimler ya da geçit tiplerinde iki farklı ta rihsel ilişki biçimini birbirinden kesin olarak ayırdedebilmek ne mümkün, ne de gereklidir. Bunu ancak teorik soyutlama düzeyinde
YOL 74- Yeni Demokrasi Eleştirisi elde edebiliriz. Gerçek durumlarda ise, bu iki farklı ilişki türü ve bunların iç-içe geçmesinden doğan melez biçimler, çoğu kez aynı sömürücü bireylerde temsil edilmektedirler. Kesin olarak bilinmesi gereken şey şudur: Ayrı tarihsel çağla ra ait ilişkilerin birarada varoluşu, tamamen diğer bazı maddi etken lere bağlı olmak üzere, şu veya bu kadar süren bir dönem için ge çerli olabilir. Çünkü pratik birlikte varoluş biçimleri, onların birbirleri ni dıştalayan özelliklerini ortadan kaldırmaz. Tam tersine, bu çeliş kinin birliğin yarattığı gerilim, kendisini, toplumsal yaşamın bütün katlarında duyurmadan edemeyecektir. Bizim için esas olan, bu çe lişkin birlikteliğin varoluş koşullarını belirleyen yön, bizzat çelişki nin çözümünü de k e n d in d e ta ş ıy a n yöndür. Bu yönün gelişkin lik derecesi, ikinci dereceden genel bir sorundur, onun varlığını or tadan kaldırmaz. Siyasal açıdan ise sorun, çözümün h a n g i b i çimde gerçekleştirileceğidir: Burjuvazinin tercih ettiği tedrici ve dolambaçlı yoldan mı, yoksa proletarya ve kır yoksullarının doğru dan müdahalesiyle, devrimci bir yoldan mı? Çelişkilerin varlığı, on ları çözebilme yeteneğine sahip olan güçleri de gerektirir. Bizde Kurtuluş Savaşını güden burjuvazinin, Lenm ’ in Rusya’dan örneklerini sunduğu burjuvalardan nitelikçe pek farkı bulunmaz. Anadolu burjuvazisi içinde yer alan toprak ağalan ve tefeci-bezirganlar, saf pre-kapitalist ilişkileri temsil etmezler. Çeşitli yollardan bireysel sermaye birikimi gerçekleştiren, burjuva özellik ler, eğilimler edinen unsurlardır. Sözü edilen milli ticaret burjuvası, geniş-çaplı ticaret yapabilme gücüne kavuşan bezirgandır. Aynı zamanda, büyük bir iktisadi bölgenin üreticilerini faizcilikle haraca bağlar. Burjuva toprak ağası, sermaye sahibidir. Bir kısım toprakla rını kendisi işletir veya ticaret yapar veya imalathanesi bulunur. Kaldı ki, daha OsmanlI’nın son dönemlerinde ticari limanlara yakın olan ve verimli topraklara sahip bulunan Aydın-İzmir yöresi ve Çu kurova’da, bazı toprak ağaları, modern yöntemlerle, dış-pazara yö nelik kuru üzüm, incir ve pamuk üretimine geçmiş bulunuyorlardı. Kurtuluş Savaşının en canlı merkezleri de, hiç tesadüf değil, kapi talist ilişkilerin kısmen geliştiği bu bölgeler oldu. Hacı Ömer Saban cılar, bezirgan Vehbi Koç’lar, Atatürk’e Türkiye tarımının modemleştirilmesiyle ilgili sunduğu raporla yıldız parlayan babadan kalma üçbin dönümlük çiftliğe sahip Adnan Menderes’ler, bu burjuvazinin ü-
YOL 75 yeleriydi. Yoksa, Kurtuluş Savaşı'ndan hemen sonra Adıyaman'da bile banka kuranlar, n a s ıl burjuvalar veya tersi nasıl tefeciler ve toprak ağaları olabilirdi? Kendiliğinden görülebir ki, Anadolu burjuvazisi, gerçek anlam da modern bir burjuva sınıf da değildi. İçinde modern burjuvaların sayısı pek azdı. Henüz o lu ş u m h a lin d e bulunan bu burjuvazi (çünkü Anadolu'nun birçok yerlerinde kapitalist ilişkiler, çok geri ve ilkel biçimlerde var olabilirdi) “üst tabakalar” arasından doğmuştu. Girişimcilik niteliği oldukça zayıftı; doğuştan asalak özelliği ağır ba sıyordu. Burjuvalarımızın kendi bireysel kökenleri ve ülkemizdeki köklü bezirgan sermaye gelenekleri, başka türlüsüne izin vere mezdi. Üretime karşı ilgisi zayii olan Anadolu burjuvazisi, feodal i lişkiden kapitalist ilişkileri geçiş çoğu kez aynı kimselerin şahsında gerçekleştiği için feodalizmden keskin bir kopuşu temsil etmez, böyle bir yeteneği taşıyamazdı. Kuşkusuz cesareti de. Bu yüzden, piyasa koşullarına uygun davranış gösterirken, geleneksel sömürü biçimlerini terketrnemiş, tersine, mümkün olduğunca pazar koşulla rına bağlamayı kendi karakterine daha uygun bulmuştur. Taşra “üst tabakalararı’nın bazı kesimlerini burjuvalaşmaya yönelten, onların doğasından gelen dönüşme yeteneği, kesinlikle değildir. Zaten, hiçbir yerde, hiçbir zaman, tefeci-bezirgan sermaye ve feodal arazi mülkiyeti, kendiliğinden burjuva özellikler edinmek durumunda bulunmamıştır. Buna yol açan şey, tarihsel koşulların ve bu koşulların etkin güçleri olarak devrimci sınıfların baskısıdır. Bizde, bir kısım toprak sahiplerini ve antik sermayedarları ilkel sermaye birikimine iten, kapitülasyonların gelişen etkileri olmuştu. Liman kentlerinden kısmen Anadolu içlerine doğru yayılan pazar i lişkileri, toprak sahiplerini, giderek artı-ürünü pazara sürmeye zor ladı. Bu durum, bezirgan sermayeyi de kapitalist dolaşım ağına doğru yöneltmiştir. Kuşkusuz henüz doğal ekonomi koşullarının a ğırlık taşıdığı ve pazar ilişkilerinin ülke çapında derinlik kazanama dığı bu süreçte, gelişime ayak uydurabilenler, ancak taşranın en i ri unsurları olmuştur. Fakat, ne ciddi bir sanayileşme hareketinin baskısıyla yüz yüze geldikleri, ne de alt sınıfların devrimci bir zo ruyla karşılaştıkları için, asalak özelliklerini sürdürmüşler, modern girişimciliğe uzak durmuşlardır.
YOL 76- Yeni Demokrasi Eleştirisi Anadolu burjuvazisini bir tür feodal burjuvazi olarak da ta- , nımlayabiliriz. Engels’in deyimiyle, kapitalist ilişkilerin yeni yeni fi lizlendiği ilkel koşullarda, burjuvazi, henüz bir feodal zümre du rumundaydı. Eski üretim ilişkileriyle, yeni üretici güçler arasındaki çatışma daha olgunlaşmadığı için, burjuvazi, kendisini feodal gele neklerden ayırabilmiş, devrimci bir sınıf olarak ortaya çıkabilmiş de ğildi. Bizim, taşra üst tabakaları arasında oluşan burjuvalarımız da, geleneksel eşraf-ayan zümrelerinin dışında değildiler. Onları için den geldikleri feodal ayrıcalıkları terketmeye zorlayan hemen hiçbir etkiyle karşılaşmadılar. Bu bakımdan, Anadolu burjuvazisini devrimci tutum almaya zorlayan şey, üretim koşulları içindeki girişim konumları değil, em peryalist işgal koşulları oldu. Emperyalist işgal altında, sahip ol dukları konumu yitireceklerini gören bu güçler, Kurtuluş Savaşına katıldılar. Ancak, Kurtuluş Savaşını örgütleyen ve doğrudan doğ ruya yürüten unsurlar bunlar olmadı. Köylü halkın işgale karşı gösterdiği ilk, dağınık tepkilerini örgütleyenler, İstanbul’dan Anado lu’ya geçen yurtsever aydınlar ve OsmanlI ordusunun devrimci genç subaylarıydı. Tanzimat’tan beri Avrupa devrimlerinin yükselttiği burjuva ide allerle yetişen, modern kapitalizme eğilimli aydınlar, dayanacakları sınıf temelini, Anadolu’daki en güçlü ve ayrıcalıklı konumların dan gelen doğal örgütlülüğe sahip bu unsurlarda buldular. Asya burjuvazisinin yaygın temelini oluşturan köylülük, bizde siyasal a çıdan edilgin bir durumdaydı. Ve OsmanlI’nın köklü devletçilik gele neğini taşıyan öncü kadroların halk girişimciliğine karşı önyargılı tu tumları dolayısıyla, köylü yığınları içinde sosyal geriliğin küflendirdi ği dinamizmi açığa çıkartma gibi bir eğilimleri yoktu. Onların bu poli tik önyargıları kitlelerin devrimci atılımlarından ürken pısırık burjuva lar ve büyük toprak sahipleriyle rezonans bulmalarına yol açtı. A nadolu burjuvazisine cesaret veren, onları siyasal olarak örgütle yip önderliğe yükselten güçler, 1908 devriminin ikinci kuşağını o luşturan devletçi genç kadrolardı. Anadolu burjuvazisi a dına devrimci subayların yürüttüğü Kurtuluş Savaşını, İngiliz-Fransız işgalinden dolayı çıkarları zede lenen komprador burjuvazinin Almancı kanadı da destekledi. Fa kat, emperyalist sermayenin geri ülkelerdeki acentalığını üstlenen
YOL 77 burjuvazinin bu kesimi, ulusal bağımsızlık gibi bir siyasi ufka sahip olamazdı. Onların ufku, bir emperyalist grubun nüfuzuna karşı, başka bir emperyalist ülke ya da grubun çıkarlarını desteklemekten öteye gidemezdi. Nitekim, o yıllarda çok sınırlı bir oy farkıyla yenil giye uğratılan mandacılık eğilimlerinin dayanağını oluşturan ke simler de bunlardı. Mandacılık anlayışının yaygın etkisi bizde zayıf ve pısırık bur juvazinin ulusal dinamiklere karşı ne ölçüde güvensiz bulunduğu nun da açık bir göstergesi sayılabilir. Genç subayların örgütçü ye teneği ve Sovyet hükümetinin güçlü desteği olmasaydı, bu karar sız burjuvazinin önderliğinde Kurtuluş Savaşının başarıya ulaştırı labilmesi olanaksızlaşacak^ Buna, emperyalist savaş makinesi nin yıpranmasından ve asıl ilginin Sovyet devleti üzerinde yoğun laşmasından kaynaklanan avantajları da eklemek gerekir. Kurtuluş Savaşında önderlik, mandacılık eğilimlerinin yenilgi ye uğratılması, ingilizler tarafından desteklenen feodal isyanların bastırılması (ki, bu gerici güçler karşısında Kemalistler, komünistle rin samimi desteğini hep yanlarında buldular), komünistler ve halkçı güçlerin tasfiyesiyle, tamamen burjuvazinin elinde toplanmıştır. Burjuva devriminin rotası da, ancak o zaman belirginleşebildi. Burada şunları anmakta yarar var: Burjuva devrimini yürüten kadroların, dayandıkları sosyal güçlerden daha ileri siyasal pers pektiflere sahip olduklarını söyleyebiliriz. Kurtuluş Savaşı sonra sında uzun zaman süre giden “tek adam” ve “milli şef” üslubu ya da bir avuç yönetici kadronun “diktatoryal" yetkisi, aynı zamanda ön cü kadroların, dayandıkları sosyal güçlerin sinsi ve kaypak özellik lerine karşı duydukları güvensizlikten kaynaklanmıştır. Cumhu riyet hedefinin son ana dek gizli tutulması, hilafetin kaldırılması için uygun koşulların beklenilmesi, laikliğin ilanından sonra bile dinsel kurumların sıkı bir denetim altına alınması, Kemalist önderlerin, da yandıkları güçler karşısında ne ölçüde temkinli adımlar atmak zo runda kaldıklarını göstermektedir. Üst tabakaların burjuva siyasal yapı içinde örgütlenmesi, bi linçlice burjuva hedefleri benimseyen siyasal önderliğin temkinli ikna politikalarıyla mümkün olabildi. Toprak ağalığı ve tefeci-bezirganlığın kimi kesimlerinin burjuva uygulamalara karşı gösterdikleri
YOL 78- Yeni Demokrasi Eleştirisi direnç, z o r yoluyla bastırıldı. Bu sınıfların gerici eğilimleri, laiklik parolasıyla b a skı ve denetim altına alındı. Kemalizmin s iyasal gericilik eğiliminin iyice açığa vurduğu, faşizan uygulamaların a ğır bastığı 30'lu ve 40'lı yıllarda bile, egemen güçlere dayatılan Türkçe ezan, Köy Enstitüleri girişimleri gibi ilerici politik uygulama lar, egemen güçler ve onların politik vasileri arasındaki açı farkını ortaya koyan paradoksal gerilim noktaları olmuştur. Ancak, öncüle rin niyetleri ne olursa olsun, sonucu tayin eden, egemen gücün çı karlarıdır. Kemalistlerin z o rla m a la rın a rağmen devrimin gelişimi, burjuvazinin davranış yeteneğiyle sınırlı kalmıştır. Kemalizmin toprak ağalarının çıkarlarını temsil etmesi, Prusya tipi kapitalist gelişme biçimiyle tanımlandığı ölçüde doğruluk taşır. Yoksa, Kemalist liderlerin toprak ağalığını salt toprak ağalığı olarak kabul etmedikleri çok açıktır. Türkiye'nin Bismarc’ları olarak Kema list önderler, köylülük tarzında bir kapitalist gelişmenin değil, top rak ağalığının kapitalist gelişme yönündeki çıkarlarına sözcülük et tiler. Atatürk’ün, daha ilkokul çağlarındayken hafızalarımıza yerleş tirilen traktör üzerindeki fotoğraflarından hatırladığımız modern çift çilik girişimleri, büyük arazi sahipliğini kapitalizme t e ş v ik e tm e k amacını taşıyordu. “Şapka devrimi”, “harf devrimi" uygulamaları, devlet kuruluşlarının düzenledikleri balolar vs., toprak ağalığının b u rju v a yaşam ta rz ın a , b u rju v a düşü n üş b iç im in e yöneltilmesiydi. Aç yığınlar için gülünçlüğe varan bu devletçi önderlik biçimleri, zaman zaman, şapka giymeyen bir ilin topa tutulması gibi trajik boyutlar kazandı. İşte, Kemalizmin emperyalizmle uzlaşmaya yatkınlığı, toprak ağalığına dayanarak kapitalizmi geliştirme eğili minden kaynaklanıyordu. Onun, Çin Devrimi'nin Çan-Kay-Şek'ine benzeyen özelliği, Kaypakkaya’dan çok önce, alaylı bir dille, “Çankaya-eşeğizm” olarak belirtilmişti. Kaypakkaya'nın Kemalizmi bir komprador burjuva eğilimi ola rak görmesi, bir "toprak devrimi imkanfmn yok edilmesine karşı gösterdiği tepkidir. Yoksul köylünün demokratik devrimin boğulma sına karşı gecikmiş tepkisidir. Ama düzdür. Kurtuluş Savaşını, yal nızca emperyalist işgalin ortadan kaldırılması olarak kavrar; Os manlI'dan burjuva toplumuna geçiş olarak görmez. Kemalizm, bir kez “özünden karşı devrimci" sayılınca, burjuva devriminin yarattığı “sınırlı” açılımlar ve “CHP'deki bazı ilerici özellikler", devrime “yedek
YOL 79 güç" olarak katılan “milli-orta burjuvazice yüklenir. Ancak, somut olarak tanımlanmamış bu “orta burjuvazinin, bağımsız devrimci ta lepler öne süremediği, “büyük burjuvazinin çeşitli kliklerinin kuyru ğundan ayrılamadığı halde, nasıl olup da ilerici uygulamaları daya tabildiği açıklanamadan kalır. Kaypakkaya ve ardıllarının kavrayamadıkları şey, proleter devrimleri çağında, burjuva devimlerinin nasıl karşı-devrim süreç lerini kendi bünyelerinde taşıyabildikleridir. Kapitalizmin feodalizm karşısındaki devrimci rolü, sosyalizm düşmanlığıyla sınırlıdır. Al man birliğini sağlayan devrimci Bismarc, anti-sosyalist yasanın de mir yumruklu uygulayıcısı, Paris Komünarlarının acımasız celladıdır. Monarko-faşist Şah rejiminin devrilmesine öncülük eden Iran Burju vazisi, yığınların devrimci istemlerini boğmaktan çekinmeyen gerici bir yüze sahiptir. Ancak, burjuva devriminin daraltılmış sonuçların dan, Kurtuluş Savaşımızın yığınsal “temeli köylülüğün altedilmesinden duyulan öfkeli tatminsizlik, Kemalizmin geri, eğilimlerini komprador burjuvaziye yükleyerek, devrimin “sınırlı” açılımlarını na sıl olup da gerçekleştirdiği bilinmeyen “milli-orta burjuvazimi temize çıkartamak sonucunu doğuruyor. Mao’dan yaptığı alıntılarla milli burjuvazinin ancak sınırlı bir devrimci role sahip olabileceğini tekrarlayan Kaypakkaya, Kema lizmin sınırlı devrimciliğini yetersiz bularak, p r a tik te milli burjuva zinin rolünü a b a rtm ış olmaktadır. Bu, sınıflar mücadelesini “milli” ve “gayrı-milli" sınıfların çatışması olarak kavrayan, proletaryanın sınıf çıkarlarını emperyalizme karşı mücadele içinde eriten MDD’ci küçükburjuva mantığının tipik bir v e rs iy o n u d u r. Kapitalizmin bi ze özgü yapısını göremeyen, kapitalist ilişkileri “emperyalizmin ba sit bir uzantısı” olarak kavrayan küçükburjuva mantığı,dışsal bir emperyalist güce ve onun egemenlik aracına dönüşerek ulusal çı karlara ihanet etmiş işbirlikçi güçlere karşı bir mücadeleyi hayal et mektedir. Böyle bir kavrayışın sınırları içinde kalındığı sürece, “u lus” yerine “halk" kavramını geçirmek, hiçbirşeyi değiştirmez. Yeni Demokrasi yazarı Zaloğlu Ayşe, Çağdaş Yol’un bu yön deki eleştirilerini, aynen eleştirilen görüşleri tekrarlayarak yanıtlı yor. Yılmazer'i “yetenek testi’ nden geçiren ve “çakarlığı” bulunma yan bir “geri’ olduğuna karar veren yazar, Zaloğlu Rüstem'in kılıç çekişi gibi parlayan öfkesiyle, Yılmazer'in “pespayelerini bakınız
YOL 80- Yeni Demokrasi Eleştirisi nasıl çürütüyor: “Gerçekten de Kaypakkaya sınıfların siyasal reaksiyonlarını gündeme gelen siyasal gelişmelerin niteliğini emperyalizm He olan ilişki ve çelişkilerine göre değerlendirmektedir." “Kaypakkaya olayları sınıfların siyasal reaksiyonlarının cinsi ni emperyalizm karşısındaki tutumuyla ölçmektedir. Zat-ı alileriniz sınıfların siyasal reaksiyonlarının niteliğini hangi ölçütler çerçeve sinde değerlendirmektedir acaba” Heyhat! “O öylesine tezlere sarılmıştır ki, kağıtlar bu pespaye tezleri taşımak zorunda kaldığından ızdırap çekmektedir. Tabii bu ızdırap onu hiç de ilgilendirmemektedir, (sayı: 26) Yeni Demokrasi yazarının Ahmet Mithat üslûbuyla yönelttiği şikayete, kağıtlarımıza daha büyük ızdıraplar çektirmek pahasına “ilerlemenin diyalektiğimin “kaçınılmaz kıldığı" Marksist bir yanıt ve receğiz. Sorun, tam da s ın ıfla rın s iy a s a l re a k s iy o n la rın ı em p e ry a liz m e ka rş ı tu tu m la rıy la ta n ım la m a k ta yatmaktadır. Bayanlar, baylar! Bu mantıkla gidip BAAS partisine katılan bir dev rimciye hiçbir söz söyleme hakkınız bulunamaz. Sınıfların siyasi re aksiyonlarını tanımlamanın yegane ölçütü emperyalizme karşı tu tumlarıysa, proletaryanın çıkarlarını emperyalizme karşı mücadele içinde belirsizleştirmek kaçınılmaz olur. Proletaryayı burjuvazi ve küçukburjuvazinin kuyruğuna takmış olursunuz. Sınıfların siyasi reaksiyonlarını belirleyen, onların birbirleri karşısındaki d u ru m la rı ve ç ık a r la rıd ır. Emperyalizme karşı gösterdikleri tepkiler, tepkilerinin aldığı somut biçim ve ulaşmayı hedefledikleri sonuçlar, bunun birer ürünü olarak ortaya çıkacaktır. Yoksa, burjuvazi emekçi sınıflara duyduğu aşkla emperyalizme karşı çıkmaz ya da burjuvazinin emperyalizme karşı mücadelede yer alması onu proletaryanın dostu haline getirmez. Proletarya, emperyalizm karşı mücadelede kendi bağımsız amaç ve hedeflerini gözden kaçırdığında burjuvaziye yem olmaktan kurtulamaz. Böyle bir durumda, proletaryanın tepkisi devrimcidir ama sosyalist değil. Burjuvazinin emperyalizm karşısındaki tutarsızlığı, kapitalist karakterinden, proletaryaya duyduğu düşmanlıktan gelir. Feodal
YOL 81 kalıntılarla açık bir çatışmaya girmekten ürken burjuvazi, emperya list işgal karşısında devrimci tutumlara zorlanabilir. Ve hiç şüphe siz, proletaryanın emperyalizme karşı mücadeledeki kararlı tutu mu, şu veya bu nedenden değil, çıkarlarının özel mülkiyetin orta dan kaldırıldığı bir toplumda bulunması dolayısıyladır. TÜRKİYE’DE SINIFLAR YAPISI: KOMPRADOR BURJUVAZİ Mİ, FİNANS-KAPİTAL Mİ? Kaypakkaya Stalin ve Şnurov’un Kurtuluş Savaşına önderlik eden burjuvaları “milli burjuvazi “ şeklinde tanımlamasının, onların Türk kökenli olmasından kaynaklandığını, yoksa bu burjuvaların komprador niteliği taşıdığını belirtir. Komprador burjuvazi, emperya list sermayenin sömürgelerdeki acentalığını yürüten, yaratılan de ğerlerin kapitalist anayurtlara aktarılmasına aracılık ederek ulusal sermaye birikimini engelleyen unsurlardan meydana gelir. Serma yenin komprador niteliği, onun özünden değil, birikim sürecinde oy nadığı rolden kaynaklanmaktadır. Doğal olarak, burada, sermaye darın ulusal kökeni önemini yitirir. Ancak, OsmanlI ticaretine ege men olan ve ana dolaşım mekanizmasını tekelinde bulunduran un surlar, azınlık uluslar arasından yetişmiş burjuvalardı. Türk kökenli taşra sermayedarlığı ise, bu liman burjuvazisi dışında kalan, kapi talist dolaşımda belirleyici olamayan unsurları ifade ediyordu. Ger çekte, uluslararası meta trafiğinin kesintiye uğradığı savaş yılların da birikim yaparak burjuvalaşan bu unsurlar, bütün burjuva ulusal kurtuluş savaşlarında görüldüğü gibi, ulusal pazar üzerindeki ya bancı egemenliğinin kendi aleyhlerine doğru gelişen bir biçim alma sından dolayı mücadeleye yöneldiler. Fakat, Anadolu burjuvazisi, komprador burjuva egemenliğini tasfiye ederken ülkenin üretim ya pısında hiçbir değişikliğe girişmedi. Toprak ağalığı kırdaki varlığını koruyordu. Üreticilerin girişim yeteneğini güçlendiren dış ticaret ve kredi sistemini millileştirme yönünde devrimci adımlar atılmadı. Yal nızca, eskiden komprador burjuvazinin sahip olduğu ayrıcalıklı te kel mevkiine yerleşmekle yetinildi. Anadolu sermayesinin, komprador burjuvazinin tasfiyesiyle boşalan egemenlik kanallarına yerleşmesi, eski gelişmelerin teker rür ettirilmesinden ibaret midir? Hayır. Dış ticaretin esas olarak dev letleştirme yoluyla yabancı sermaye karşısında güçsüz kalan milli serm ayenin denetimi altına alınması, geniş-çaplı sanayiin
YOL 82- Yeni Demokrasi Eleştirisi örgütlenmesi ile iç iktisadi bütünlüğün sağlanması söz konusu ol madan, eski acentalık ilişkileri, iktisaden zorunlu olan meta dolaşı mının sürdürülmesindeki önemini yitirmeyecektir. Bu durum, yalnız ca burjuvazinin istek ve eğilimleri açısından değil, kapitalist geliş menin İçsel zorunlulukları açısından, bağımsızlık savaşına katılan emekçi sınıfların istekleri ve eğilimleri açısından da değerlendirilme lidir. Kaldı ki, ulusal güçleri arkasında toplayarak, emperyalist işga line son vermiş ve kendi siyasal egemenliğini kurmuş bulunan hiç bir ülkenin burjuvazisi, ulusal pazar üzerindeki yabancı nüfuzunu olduğu gibi korumayı tercih edecek kadar ahmak sayılamaz. Hatta bu, bizde olduğu gibi, ulusal kurtuluş savaşının sonuçlarından ya rarlanan komprador burjuvalar için de geçerlidir. Hiçbir ülkenin bur juvazisi, yabancı sermayeye karşı özünden sevdalı veya özünden milli çıkarlara bağlı değildir. Burjuvazi, yabancı sermaye ile ilişkileri ni kendi varlık ve gelişme imkanlarına göre değerlendirecektir. Ve Türkiye burjuvazisi, Bolşevik devriminin güçlendirdiği uluslararası devrim ortamında olduğu kadar, emekçi sınıfların anti-emperyalist isyanında da kendi ulusal egemenliğinin imkanlarını bulmuştur. Yoksa, bırakalım dün işbirliği eğilimi içinde bulunduğu yabancı ser mayeye karşı cephe almayı, burjuvazi, çıkarını gördüğünde anasını bile satmaktan çekinmeyecektir. Görünen odur ki, milli burjuvazi, siyasal egemenliğini kurmak la ülke pazarı üzerinde doğrudan hakimiyetini sağlayabilmiş değil di. 1850’lerden beri Türkiye pazarına egemen olan yabancı şirket ler, 1929 yılına kadar yürürlükte kalan eski gümrük tarifelerine da yanarak at koşturmaya devam ediyordu. Ulusal Kurtuluş mücade lesinin Bolşevlzm yönüne akmasından ürken Kemalist burjuvazi, emperyalizmle bütün köprüleri atmaya cesaret edememişti. Lo zan’daki eski gümrük tarifelerine ilişkin tavizler, OsmanlI borçları nın olduğu gibi devralınması, yabancı şirketlere ait mal varlıklarının zoralımına çarptırılmasından uzak durulması, burjuvazinin d e v rim c i b ir kopuşu göze alamadığını göstermektedir. Eski gümrük tarifeleri, ancak kapitalizmin dünya krizinden ya rarlanılarak kaldırıldı. Bir dış ticaret şirketiyle yabancı sermayeye karşı rekabet edem eyeceklerini anlayan K em alistler, İş Bankasfnda sağlanan birikimle, “millileştirmeler"e geriştiler. İş Ban kası, kurulur kurulmaz, zor durumdaki itlbar-ı Milli Bankasını ve İtti-
YOL 83 had-ı Milli Sigorta Şirketini yutuyor, Kozlu maden yatakları ve Erga ni bakır işletmelerinin imtiyazlarını devralıyordu. Almanların imtiya zında bulunan demiryollarının millileştlrilmesiyle gelişen süreç, Etibank'ın maden işletmeciliğini tekeline almasıyla güçleniyordu. Millileştirmelerin yabancı hisseleri satın almak yoluyla gerçek leştirilmesi, pek tabii emekçi sınıfların derisi yüzülerek yapılan biri kimin koşullarını ağırlaştırmıştır. Ancak, millileştirme yöntemlerinin bu gerici karakteri, onun sanayi yatırımlarının önkoşullarını sağla yan iktisaden olumlu niteliğini yok edemez. Bu durumda komprador burjuvazinin nasıl olup da, kendi varlık koşullarını ortadan kaldırma dan millileştirmelere ve büyük kamu sanayii yatırımlarına girişebildi ği, açıklanması gereken bir sorun olarak kalmaktadır. Üstelik, dev letçilik döneminin modern sanayi yatırımları, yabancı sermaye ile i lişkileri sınırlandıran yoğun korumacılık önlemleri altında, büyük öl çüde Sovyet kredisi ve teknik yardımına dayanarak gerçekleştiril miştir. O halde, Sovyet hükümetleri, kendi ülkesini yeniden emper yalizme peşkeş çeken komprador burjuvaziyi güçlendirmeyi göze alabilecek kadar ileriye gidebilen bir ahmaklar güruhu muydu, bay lar? Sakın ola ki, Kruşçev'in “kapitalist olmayan yol" tezlerinden çok önce Sovyetler Birliği, emperyalist özellikler kazanmış bulun masın! Acaba Stalin'in toz kondurulma^ önderliğindeki Komüntemrn’e bağlı olan revizyonist TKP, Kemalist iktidara yasadışı ko şullardan dayattığı güçle Bolşevik hegamonyasına yol açan Sov yet yanlısı komprador burjuvaların sözcüsü müydü? Yeni Demokra si yazarları, teorik kavramların içeriğini bu kadar zorlamak yerine biraz daha düşünmek durumundadırlar. Kurtuluş Savaşını tamamlayan Türkiye, iktisadi kalkınma so runuyla yüzyüze geldiğinde geniş-çaplı sanayiin örgütlenmesi açı sından birikim koşullarının varolan geriliği tüm çarpıcılığıyla belirgin lik kazandı. Türkiye'nin seramye kaynakları ilkel ve yetersizdi. Sa nayileşme ve pazar ağının genişletilmesi için zorunlu olan altyapı ve ulaşım şebekesi oldukça sınırlıydı. Prekapitalist köklerine aşırı ca bağımlı bulunan zayıf burjuvazi, böyle yüksek maliyetli, rizikolu bir sanayileşme hamlesine atılabilecek iktisadi güce de, girişim ye teneğine de sahip değildi. Devleti, yukarıdan müdahalelerle serma ye birikimini hızlandırmaya, kapitalist gelişmenin öncülüğünü üst lenmeye zorlayan koşullar bunlardı. İlk yılların karmaşık yön arayışı
YOL 84- Yeni Demokrasi Eleştirisi içinde iş Bankasının kuruluşu ile başlayan süreç, 1929 bunalımının baskısı karşısında güçsüz ekonomiyi gümrük duvarları arkasına çekerek, koyu devletçilik uygulamalarına vardırıldı. “Devletçiliğimizin ana hedefi, sermaye birikimini yoğunlaştı rarak, zayıf kapitalist sınıfın te m e lle rin i güçlendirmekti. Burjuva zinin siyasi gericiliği, bu sonuca feodal kalıntıların tasfiyesi yolun dan, özgür rekabet koşullarında ulaşılmasını olanaksız kılmıştı. Ge riye kalan tek seçenek, prekapitalist sermayeyi b u rju v a la ş tırm ak olacaktı. Bu doğrultuda atılan ilk somut adım, 1925te İş Bankası’nın kuruluşu oldu. Ardından diğer devlet bankaları ve şirketler sökün etti. Türkiye’nin sınırlı kapitalist sermayesi, devletin koruyu cu şemsiyesi altında, tefeci-bezirgan sermaye ve toprak ağalığının en irile ş m iş kesimleriyle sentezleştirilerek, ilk şekillenişini on yıl gibi kısa bir süre içinde tamamlayan ve sonraki gelişmelere damga sını vuran bir fin a n s -k a p ita l zümresi yaratıldı. Lenin’in, finans-kapitalin tarihsel oluşum sürecini çözümleyen ve aramızda geçerliliği tartışma götürmez bulunan tezlerinin kaba mutlakçı bir yorumundan harekel eden Yeni Demokrasi yazarları, çoğu sosyalistlerimiz gibi, geri ülkelerde finans-kapital egemenliği nin imkansızlığını belirterek Kıvılcımlı'nın tezlerine karşı çıkmakta dır. Hele tefeci bezirganlık ve toprak ağalığının finans-kapital ege menliği biçiminde kapitalizme çekilmesi, hiç bir gerçek veriye da yanmayan basit akıl yürütmelerle peşinen reddedilmektedir. Biz, bu yazıda, geri ülkelerde finans-kapital oluşumunun ay rıntılı bir teorik çözümlemesine girmek niyetinde değiliz. Üzerinde durmak istediğimiz asıl nokta, prekapitalist sermaye ile kapitaliz min, bu iki farklı tarihsel formasyonun, h a n g i k o ş u lla rd a kay naşma eğilimine sahip bulundukları ve bizde bu kaynaşmanın aldığı özel b iç im le r olacaktır. Yeni Demokrasinin 31. sayısında yayınlanan bir yazıda, adı belirtilmeyen yazar, Marx’ın Kapital'inden yaptığı uzun alıntılarla, pre-kapitalist sermayenin tarihsel özelliklerini aktarıyor. Türkiye'de kapitalizm-öncesi ekonomi ve toplum biçimleriyle, özel olarak da antik yapıların modern süreçler üzerindeki etkileriyle somut ve de rinlemesine ilgilenen ilk bilim adamı Kıvılcımlı olmuştur. Tezleri karşı sında takınılan tutum ne olursa olsun, adı bu alandaki çalışmalarıy
YOL 85 la anılan bir devrimcinin öğrencilerine tefeci-bezirgan sermaye üze rine ders vermeye kalkışmak, ukalalık değilse, tereciye tere sat mak sayılır. Tefeci-bezirgan sermayenin gücüyle kapitalist üretim arasın da ters orantılı bir İlişkinin bulunduğu bilinir. Yeni ticaret yollarının keşfiyle küçük üreticileri meta üretimine yönelten bezirgan serma ye, komünal örgütlenmenin dış kabuğunu çatlatıp iktisadi eşitsiz likleri yoğunlaştırarak, kaçınılmaz biçimde tefeciliğin zeminini yara tır. Bezirganın "ikiz kardeşi” tefeci sermaye ise, haraca bağlanan emekç^sınıfların üretim gücünü iyice kırıp zayıflatarak, iktisadi ve sosyal dinamizmi köreltir, üretim temelini ilkelleştirir. Geri üretim koşulları ve kişisel bağımlılık İlişkileri içinde üretici güçleri boğan bu antik sermaye tekeli, kapitalistleşme imkanlarını baltalayarak ege menliğini sürdürür. Tarihsel temelini küçük köylü ve zanaatçı üretiminde bulan pre-kapitalist sermaye biçimleri, üretim ilişkileri içinde doğrudan doğruya rol oynamazlar. Yani kapitalizm öncesi toplumda, serma ye, “bir üretim tarzına" sahip değildir. Toplumsal üretim in boşluklarında hareket imkanı kazanır. Ancak, köreltici, asalak niteliğiyle Rapitalist girişimciliğin en büyük düşmanı olan tefeci-bezirganlık, sermayenin üretime ilgisini zayıflatan modern tekelcilik koşullarında, kendi spekülatif karakte rine uygun özellikleri keşfetmekte gecikmeyecektir. O zaman, dün ya ölçüsünde kapitalizmin egemen biçimi olarak tekelcilik, geri ül kelerde dayanacağı yegane temeli tefeci-bezirgan sermayede bul maktadır. Bu ayrı tarihsel dönemleri temsil eden sermaye biçimleri arasındaki kaynaşma yeteneği, kapitalizmin bir toplumsal eğilim o larak üretken yeteneğini yitirdiği üst, çöküş aşamasına özgü bir durumu yansıtır. Doğallıkla, bu kaynaşma, daha ileri bir toplumsal formasyonu oluşturan modern tekelciliğin zemininde gerçekleşmek zorundadır. Bu durum, toplumsal gelişmenin sancılarını yoğunlaştı rarak, uzun bir süreç içinde, kapitalist dolaşım ağına çekilen tefe ci-bezirgan sermayeyi modern küçük meta üretiminin çözülüşüne bağlı olarak sermaye biçimlerine dönüştürecektir. Bizde tefeci-bezirgan sermayeye modern nitelik kazandırıl ması, en iri ve en etkin bireysel sermayelerin devlet girişimi ile
YOL 86- Yeni Demokrasi Eleştirisi .urulan bankalara ve büyük şirketlere çekilmesiyle başladı. Çoğu kez anlaşılmayan temel konu, finans-kapital oluşumunda tefecibezirgan sermayenin oynadığı bu roldür. ilkin tefeci-bezirgan sermaye, bir sınıf veya bütünsel bir ikti sadi kategori olarak bu oluşuma katılmamıştır. Sınırlı kapitalist ser maye ile bankalarda kaynaştırılan unsurlar, en iri bireysel serma yelerdir. Yoksa, tefeci-bezirgan sermaye, bir sınıf olarak varlığını korumaktadır. İkincisi, bu s e n te z le ş m e y e katılan bireysel sermayeler, tamamen yeni bir karakter kazanmış, dolayısıyla eski pre-kapitalist niteliklerini yitirmiş durumdadırlar. Finans-kapitalin antik ve modern sermayedarların ittifakı olarak kavranıldığını varsayan "eleştiri le r” , tepeden tırnağa yanlıştır. Üçüncüsü, tefeci-bezirgan sermaye ve sermayedar niteliği kazanmış toprak ağalığının en kodaman kesimleri, bu yöne kendili ğinden akmış değildir. Batı’da yaşanan klasik gelişmenin tersine, bizde finans-kapital, yukarıdan aşağıya, devlet müdahale leriyle oluşturulmuştur. Kuşkusuz, süreci yönlendiren siyasal güçler, bir finans-kapi tal zümresi yaratmak konusunda bilinçli hedefler gütmüyorlardı. Onların bilerek hedefledikleri şey, burjuva sınıfsal oluşumları hız landırarak kapitalizmin temellerini güçlendirmekti. Dünyada kapita lizmin egemen biçimi ve bizde sermayenin tarihsel kökenlerinden kaynaklanan eğilimleri arasında gerçekleşen uyum gücü, bizzat tecrübeyle desteklenen pragmatik sezgilerle yönlendirildi. Geri toplumsal üretim koşullarında bulunan ve egemenliğini kökleştirmek isteyen kapitalist sermaye, emperyalist rekabetin kendi üzerindeki baskısını devletin korumacı önlemlerine sığınarak hafifletmeye çalışacaktır. Ulusal sermaye, yabancı banka ve şir ketlerin baskısına karşı, kendi güçlerini ulusal banka ve şirketlerde yoğunlaştırarak, hareket yeteneğini yükseltebilmektedir. Uluslara rası rekabetin geri ülkeler üzerindeki etkileri, daha ilk aşamalarda, kapitalizmin tekelci biçimlere bürünmesine yol açmakta, bizde ol duğu gibi sermayenin tekelci eğilimlerini açığa çıkartarak, gelişim koşullarını tekelleşme yönüne doğru itmektedir. Emperyalizmin e gemen olduğu dünyada kapitalizme yeni giren ulusların serbest re
YOL 87 kabetçi aşamayı bütün koşullarıyla yaşama şansı kalmamıştır. Kapitalist kalkınmanın temeli sanayileşmedir. Sermayenin kendi doğasında taşıdığı eğilimler ne olursa olsun, kapitalist sınıfın ulusal hakimiyeti, asıl kaynağını sanayileşmeden almaktadır. Genç uluslar Avrupa’da manüfaktür üretimin uzun süreli yayılışından elde edilen birikimin ürünü olarak doğan modern sanayiye d o ğ ru d a n d o ğ ru y a ulaşmak zorundadır. Bu durum, birikim sürecini hızlandır mayı gerekli kılar. Avrupa’da özgür rekabetin yol açtığı üretim yoğunlaşması, sermayenin merkezileşme eğilimini güçlendirerek, yatırım gücünü yükseltmişti. Tekelleşme, bu merkezileşme eğiliminden çıkmıştır. Çok geri bir ülke olan Türkiye’de ise ilişki bir bakıma tersine dönüş tü. Yoğun üretim koşullarının elde edilmesi, sermayenin daha baş tan m e rk e z ile ş tirilm e s in i zorunlu hale getirdi. Tekeller, iktisadi gelişimin kendiliğinden sonuçlarıyla a ş a ğ ıd a n y u k a rıy a geliş medi. Devlet müdahalesiyle y u k a rıd a n a ş a ğ ıy a oluşturuldu. Dağınık para-sermayeleri b a n k a la r ve ş irk e tle rd e toplanarak, yatırıma yöneltildi. Kuşkusuz, modern toplumda en büyük para sahibi devlettir. Devlet, para kaynaklarını vergi gelirlerini artırarak yoğunlaştırdığı gibi, borçlanma yöntemleriyle genişletir. Ancak, bizde de sermaye birikiminin asıl yönünü oluşturan bu biçim, üreticilerin girişim gücü ve yeteneğini kırarak gerçekleşmektedir. İkinci olarak, az sayıdaki modern işletmeciler de az çok birikmiş para-sermayeye sahiptirler. Varolan sınırlı iktisadi güçleri bakımından üretim kaynaklarını denet leme imkanına sahip olamayan bu unsurlar, devletin sağladığı teş vik ve ayrıcalıklarla tekelci mevkiye kavuşmuşlardır. Fakat, serma yenin bireysel girişim yeteneğini zayıflatan ayrıcalıklar, birde hazı ra konma yolundan elde edilince teknik yaratıcılık büsbütün orta dan kalkmış olur. Üçüncü olarak, para-sermaye, tefeci-bezirganların ve büyük toprak sahiplerinin ellerindedir. Ancak, pre-kapitalist biçim taşıyan bu para-sermaye de, tarihsel doğası gereği, üretken yatırımlara ilgi duymamaktadır. Bankalar ve devlet şirketlerinde bir leştirilerek, yatırıma yöneltilen ve birbirinden farklı b irik im ta rz la rın a sahip olan para-sermaye kaynakları bunlardır. Bankaların topladığı mevduatlarla genişletilen para-sermaye, kamu yatırımları altında yoğunlaştırılan artı-değer sömürüsüyle çoğaltılır.
YOL 88- Yeni Demokrasi Eleştirisi Batı'da ayrı kategorik özelliklere sahip bulunan ve tekelleş menin sonucu olarak te k le ş en banka ve sanayi sermayeleri, sa nayi sermayesinin yok denebilecek kadar cılız olduğu ve sanayi leşmenin bankaların doğrudan denetimiyle geliştirildiği Türkiye’de, daha baştan tek biçim kazanmışlardır. Rekabetçi gelişme çağında, kapitalist üretimin dağınık önko şullarını bireysel girişim yeteneği, ticari zekası ve çeşiktli üretim dallarındaki uzmanlığıyla bir araya getiren kapitalist, sermayenin e gemen karakter olarak bankalar ve anonim ortaklıklar biçiminde ör gütlendiği tekeller çağında üretimden bütünüyle koparak basit bir hisse senedi sahibine, kapitalist ekonominin uzmanlaşma alanla rındaki farklılaşmayla gelişen iç kategorik belirlenimlerinden sıyrıl mış bir para-sermayedara dönüşür. Para spekülasyonunun başlıbaşına, yaygın bir yatırım faaliyeti haline geldiği, üretimin gündelik pratik koşullarını kendine tabi kıldığı bu ortamda, para-sermayeyi meta-sermayeye, meta-sermayeyi yeniden para-sermayeye dö nüştürenler, üretim araçlarının k o lle k tif sahipleri durumundaki ka pitalist ortakların kendileri değil, onlarla çeşitli yollardan organik bağıntı içine sokulmuş profesyonel uzmanlar olmaktadır. Bireysel kapitalistin üretim sürecinde zorunlu olan örgütleyici, düzenleyici, yürütücü rolünü, para-kapitalisti temsil eden, ama kendisi bizzat kapitalist olması gerekmeyen, bu amaçla eğitim görmüş, uzman laşmış ücretli elemanlar yerine getirmektedir. Rekabetçi dönemde genel olarak kapitalist üretimin zorunlu koşulunu oluşturan, dolayı sıyla da iktisadi nitelik taşıyan kapitalistin bireysel özellikleri, bü tün önemini yitirmiş bulunmaktadır. Sermayenin anonim ortaklıklarda (günümüzde bankalar da bir anonim ortaklık biçimini taşır) toplanması, farklı birikim tarzlarına sahip bulunan sermayelerin tek bir sermayeye, bir ortaklık ser m ayesine dönüşmesi, adı üzerinde anonimleşmesi, sermayenin bireysel özelliğini belirsizleştirerek toplumsal işlevini açığş çıkart makta, guçlendirmektedir. Bu, ortaklığa katılan, birleşerek tek bi çimli bir sermayeye dönüşen farklı bireysel sermayelerin birikim tarzlarını önemsizleştirir ya da ancak, sermayenin yeni karakterini belirleyen değil ama genel toplumsal eğilimlerine pratik etkide bulu nan bir yan faktöre indirger. Prekapitalist dönemlerin para beylerini modern çağın parababalarına dönüştüren tarihsel özellik budur. Or-
YOL 89 taklığa katılan tefeci, bireysel olarak üretim ortamında en küçük bir yer edinmemiş, ama onun bireysel etkinliği dışında işlev gören para-sermaye, bir üretim tarzına kavuşmuş, mali karakterli kapitalist sermayeye dönüşmüştür. Niye tefeci-bezirgan sermaye, kapitaliz me can atmasın. Türkiye’de modern tekelcilikle prekapitalist sermaye arasın daki evrensel özellik taşıyan kaynaşma eğilimi para-sermayenin en b ü y ü k le ri katında d o ğ ru d a n se n te ze dönüştürülmüş, ay nı eğilim, iç pazarın genişletilmesi, kapitalist ilişkilerin kırlara yayıl ması sürecinde bütün tefeci-bezirganlığın acenta-bayii ağları içine çekilmesiyle, a şağıya doğ ru örgütlenmiştir. Finans-kapitalin kır lardaki egemenliğini dayandırdığı güç, tefeci-bezirganlıktan başka sı değildir. Tefeci-bezirgan sermayenin kırlardaki egemenliğiyle finanskapitalin ulusal ölçekte tamamlanan egemenliği arasındaki birbirini bütünleyen doğrusal İlişki, geri ülkeyi egemenliği altına alan emper yalizmle komprador burjuvazi arasındaki ilişkiye benzetilebilir. Geri ülkenin geleneksel üretim ortamı ve sosyal yaşam biçimleri açısın dan yabancı, dışsal bir güç olarak beliren emperyalizm, kendi ege menlik koşullarını, yerli sermayenin geleneksel egemenlik meka nizmaları üzerine kurmaktadır. Ancak, bu mekanizmayı olduğu gibi korumak yerine, onu kendi çıkarlarına uyarlamak durumundadır. Doğal olarak, emperyalist nüfuzun giderek derinleşmesine yol a çan bu süreç, yerli sermayenin en iri, manevra gücü en yüksek un surlarıyla başlatılarak aşağıya yayılır. Ülkenin en büyük tüccarları, yabancı şirketlerin a c e n ta la rı şeklinde örgütlenerek, kapitaliz min ağlarına çekilirler. Varlık koşullarını emperyalist nüfuzun gelişti rilmesinde bulan komprador burjuvazi, emperyalist ilişkinin kendisi ni değil, gerilik koşullarını yeniden üreten emperyalist nüfuzun ya yılmasını sağlayan aracı oluşturmaktadır. Komprador burjuvazi, hem geri ülkede kapitalist ilişkilerin yayılışını sağlar, hem de yaratı lan değerlerin anayurtlara kaçırılmasına aracılık yaparak, kapitalist gelişme imkanlarını yok eden, üretim koşullarını inmelendiren top lumsal geriliği dayanılmazlaştıran bir rol oynar. Benzer şekilde, henüz kırların geleneksel yapısına dışsal, ya bancı kalan finans-kapital, kırlardaki iktisadi egemenliğini tefecibezirganlığı büyük şirketlerin Anadolu bayileri şeklinde örgütleye
YOL 90- Yeni Demokrasi Eleştirisi rek, pre-kapitalist sermayeyi kapitalist pazar ağına yönelterek de rinleştirdi. Bu durum, pre-kapitalist ilişkilerin saflığını tümüyle orta dan kaldırmıştır. Kırda sanayi mallarının dağıtımını sağlayan, küçük üreticinin metaını pazarına süren, dolayısıyla meta üretiminin yay gınlaştırılmasında aracılık yürüten bezirgan, kapitalizme dönük bir işlev kazanmış olmaktadır. Ama, varlık koşullarını ortaçağ kalıntısı küçük üretim yordamında bulan bu sermaye, aynı zamanda küçük meta üretiminin çözülüşünü engelleyerek, gelişme koşullarını geri ye çekmekte, toplumsal gerilikleri yeniden üreterek pre-kapitalist rolünü de sürdürmektedir. Finans-kapital, kapitalist sermayenin merkezileşme eğilimini temsil etmektedir. Oysa, özellikle kırlarda yaygın temeli oluşturan küçük üretim, kendi geleneksel doğasında ilkel ve dağınık üretim koşullarım barındırmaktadır. Biri kapitalizmin ultra-modern biçimleri ni oluşturan, öbürü ilkel birikim sürecinin gelişiminde, ortaçağ ko şullarındaki dönüşümü, kapitalist ilişkinin filizlenişİni belirten iki zıt kutbu ifade etmektedirler. Bizde, kapitalizmin yukarıdan aşağıya gelişi, kapitalist gelişmenin birbirinden farklı evrelerini bütün çelişki ve çatışmalarıyla aynı anda yaşamamıza neden oldu. Kırlarda ilkel birikim süreci, finans-kapitalin baskısı altında hızlandırıldı ve pek tabii ki, birikim sürecinin.koşulları, kapitalizmin ultra-modern biçim lerinin belirleyiciliği altında örgütlendi. 1950’lere kadar şehirlerde İktisadi egemenliğini kurmuş bulu nan finans-kapital, ticaret hacmini genişletmek, dış pazarın tıkan ması ve iç pazarın darlığı yüzünden gerileyen yatırımların önünü aç mak, daralan sermaye birikimini yoğunlaştırmak için kırlardaki ege menliğini derinleştirmek durumundaydı. Bu yüzden önceki yıllarda, büyük şirketlerin ortakları haline getirilen toprak ağaları, yüksek o ranlı kredi ve teşviklerle modern çiftçiliğe yöneltildi. İlk örnekleri 1930’larda Şekerbank ve Sümerbank’ın öncülüğünde gerçekleşen bu yönelişler, 1950'li yıllarda Marshall kredi planıyla desteklenerek hızla yoğunlaştırılmıştır. Amerika’dan ithal edilen traktörlerle büyük toprakların modern tarım yöntemleriyle işletmeye açılışı, yarı-feodal ortakçılık ilişkilerini daraltır, yoksul köylüleri tarlalardan sürerken, otlakların ekili alan haline getirilmesi, tarımsal üretimin başlıca kolu olan hayvancılığı geriletti. Finans-kapital, modern okimo açılan bü yük tarımsal işletmelerle, oskidon kırda zayıf kalan tomollıırinl bir
YOL 91 dereceye kadar güçlendirdi. Bu, kırlara açılma sürecinin, üst tabakaların kapitalist dönü şümünü yoğunlaştıran egemen yönünü belirtmektedir. Öbür yan dan, ülke çapında ancak kısmen pazara açılabilen ve hala büyük ölçüde geleneksel yöntemlerle ekim yapmakta olan küçük üretici ler, tefeci-bezirganların öncülüğünde pazar için üretime zorlanmış tır. İki sermaye biçimini ülke düzeyinde kaynaştıran, pre-kapitalist kalıntıları kapitalist şartlar içinde örgütleyen bu süreci şöyle tanımlayabiliriz: Geleneksel yöntemlerle tarım yapan küçük üreticilerin pazar koşullarına uyum sağlayabilmesi, modern tarımsal girdi kullanımının yaygınlaştırılmasıyla mümkün olmaktadır. Aynı zamanda, tarımda kapitalizmin gelişimi kırların tüketim mallarına yönelik talebini de yükseltmektedir. Bu durum, tarımsal hammadde üretimindeki artış la birlikte düşünüldüğünde, kırda meta dolaşımının yoğunlaşması, bezirganlığın yürüttüğü geleneksel dağıtım mekanizmalarının geliş tirilip modernleştirilmesi sorununu öne çıkartmaktadır. Devlet tara fından karayolları yapımının hızlandırıldığı bu dönemde, tefeci-bezirgancılığın manifaturacılık biçiminde sürdürdüğü ilkel dağıtım şe bekesi, bayilik ağına dönüştürülerek kısmen mpdernize edilmiştir. Aynı dağıtım ağı, köylü mallarının alımında da dayanılan başlı ca mekanizmayı oluşturmaktadır. Geleneksel tüccar, büyük şirket lerin köylü nezdindeki aracısına dönüşmüştür. Tarımsal malların alımında, küçük üreticinin karşısına geleneksel çirkin yüzüyle çıkan tefeci-tüccar, büyük şirketler karşısında yüzünü kapitalizmin mak yajıyla tazeleyen kart geline benzemektedir. Lenin'den hatırlanacağı gibi, küçük üretici, kendi metaınıuzak pazarlara doğrudan doğruya sürebilme imkanına sahip değildir. Ü reticinin aynı zamanda tüccar haline gelmesiyle gerçekleşen kapi talist özellik, sermayeye sahip bulunmayan ya da ancak küçükçaplı üretim masraflarını karşılamaya yetecek kadar sermayesi o lan köylü açısından erişilmesi güç bir hevestir, iç ticareti üretici halk yararına düzenleyen kooperatifçilik, bizde sürekli engellene rek, engellenemezse yozlaştırılarak, sendikacılık gibi, hatta ondan daha beter ürkütücü bir görünüm kazanmıştır. Köylü mallarını paza ra sürerek meta üretiminin yaygınlaşmasını sağlayan, bu yüzden
YOL 92- Yeni Demokrasi Eleştirisi kapitalizmin önbirikim sürecinde olumlu rol oynayan tüccar serma yesi, üretim masraflarını karşılamak için sermayeye ihtiyaç duyan köylüyü borç kıskacına alarak, ticaret ve tefeciliği birleştirmekte, alım fiyatlarını düşürmekte, üretim maliyetlerinin yükselişini kışkırt maktadır. Meta üretiminin yaygınlaşması, para-sermayenin dolaşımını da hızlandırıcı etki yaratacak, modern girdilerin zorunlu olarak ar tan kullanımı, üreticilerin para-sermayeye duydukları talebi yüksel tecektir. Üretim girdilerinin fiyatlarındaki yüksek oranlı artışlar, bu talebi daha da şiddetlendirir. Yüksek faizli banka kredisinden temi nat gösteremediğinden yararlanamayan küçük köylü, tefecinin ku cağına itilir. Kapitalist gelişmenin küçük meta üreticileri üzerindeki yoksullaştırıcı etkisi, tefecilerin vurgunculuk imkanlarını alabildiği ne genişletmekte, banka kredisi kullanan tefeci sırtını finans-kapitale dayayarak sömürü gücünü artırmaktadır. Dolayısıyla, banka faiz oranlarındaki artışı tefeci, faizlerindeki yükselişi kışkırtmakta dır. Nasıl, bezirgan sermaye, kırda meta dolaşımına aracılık ederek, dağınık küçük meta üretimi üzerinde finans-kapital hakimiyetini güçlendirmiş oluyorsa, halkın “köy bankası" adını verdiği tefecilik de, köylülüğün yarattığı değerlerin bankalara aktarılmasına aracılık ederek aynı sonuca varmaktadır. Demek ki, Yeni Demokrasi yazarlarının söylediği gibi modern kredi sistemi "bir yanda", tefecilik "öbür yanda" değildir. İkisi iç-içe geçmiş durumda ve karşılıklı birbirlerini beslemektedirler. Daha 1929 yılında bile, bir devlet kuruluşu olan Ziraat Bankası'nın “ser mayesinin yarısından fazlasını Anadolu'da çiftçimizi istismar eden zahireciler kontrol etmektedir." (Bu sözleri aldığımız haberin 1929 yılında Cumhuriyet gazetesinin hangi nüshasında yayınlandığını bulamadık.) Tarım Kredi Kooperatiflerinin nasıl bir tefeci yemliği ha line getirildiği, köylülerimiz tarafından çok iyi bilinir. O halde, örgüt lenmemiş sermaye piyasası olarak adlandırılan tefecilik, gücünü örgütlenmiş sermaye piyasasından almakta, bankalar ve şirketle rin dolayımından geçmektedir. Hele hele, banka şubelerinin en kü çük kasabalara dek yayıldığı, borsa faaliyetlerinin bankalar yoluyla Anadolu’lu yatırımcfmn “ayağına görüldüğü” günümüzde tefecinin sahip olduğu para-sermaye, bütünüyle kapitalist dolaşım sürecine katılmakta, dolaşımdaki para-sermayenin farklı işlevleri, üretim or-
YOL 93 tamında oynadığı rollerin farklılığından gelmektedir. Pre-kapitalist sömürü biçimlerinin kırdaki kalıntılarından yola çıkarak, onların bugün han g i k o ş u lla rd a ve n asıl varoldukları nı çözümlemeden “feodalizmin belirleyiciliği" sonucuna ulaşmak, ü retim ilişkilerini olduğundan çok g e ri d ü z e y d e görmektir. Aynı şekilde egemen sermaye yapısının komprador özellikte olduğunu i leri sürmek de, kapitalist üretim ilişkilerini hafife almaya, emperya lizmin ülkedeki varlığını ise olduğundan fazla genişletip abartmaya götürür. Kaypakkaya ve ardıllarının “komprador burjuva" saydığı güç leri, bütün işletmeler içinde binde dörtlük bin azınlığı oluşturmaları na rağmen, toplam üretimin %60’ından fazlasını gerçekleştirmekte, istihdam hacmi içindeki payları % 40'lar düzeyinde bulunmaktadır. Teknik yaratıcılık taşımayan, spekülasyona ve hazır yiyiciliğe eği limli olan bu sermaye, üretim ilişkilerinde güçlü bir temele sahiptir. Türkiye'nin bütün iktisadi, politik, kültürel, dinsel ilişkilerine ege men olan bu bir avuç azınlık, iktisadi olarak doğrudan ya da dolaylı biçimlerde emek kitlesinin çoğunluğunu kendi emrinde tutmakta, resmen bütün emek kitlesini gütmekte, sömürü koşullarını tartış masız belirlemektedir. Türkiye’de egemen olan sermaye, emperyalizmin basit bir iş birlikçisi sayılamaz. Tersine, uluslararası sermayenin bir parçasını oluşturmaktadır. Finans-kapital, yabancı sermayenin acentası de ğil, o rta ğ ıd ır. Çokuluslu şirketlerle acentalık, mümessillik bağları nın varlığı, bu ilişkiyi “komprador" ilişki olarak tanımlamak için ye terli olamaz. Çünkü aynı türden ilişkilere Batı'lı şirketler arasında da bol bol rastlamak mümkündür. “işbirlikçilik” kavramı, gündelik ajitasyonda sakınca yaratma yabilir. Ancak, devrim stratejinin belirlenmesinde temel rolü oyna yan bir kavrama dönüştürüldüğünde yanlış sonuçlara kapı açar. Çünkü, herşeyden önce, “işbirlikçilik" bilimsel değil, ahlaki bir ta nımlamadır. Kapitalizmin özünde varolan işbirliği eğiliminin kavranıl masını güçleştirerek, “işbirliği” yapamayan sermayeleri temize çı kartma tehlikesini taşır. Kapitalist sermayenin uluslararası niteliğiy le ortaya çıktığı, bu niteliğin her geçen gün daha çok terinleştiği gü nümüzde, sermayenin işbirliği yapmama olanağının da bulunduğu-
YOL 94- Yeni Demokrasi Eleştirisi nu kendiliğinden varsayar, dolayısıyla kapitalizmin “işbirlikçi” ke simlerinin hedefe konulması, “devrimin hedeflerini emperyalizmin ülkedeki varlığına kadar daraltan, buna karşılık ittifak güçlerini milli burjuvaziye kadar genişleten” bir ulusal kurtuluş stratejisine yol açmaktadır. Finans-kapital, emperyalist değer aktarımından komisyon a lan basit aracı değildir. Yabancı sermayeye kapıları açarken, ülke kaynaklarını peşkeş çekmekten çok kendi sömürü olanaklarını yoğunlaştırmay^amaçlar. “buyrun, bütün kaynaklarımız emrinize ha zırdır. Bana vereceğiniz küçük bir komisyon karşılığında istediğiniz gibi yiyebilirsiniz” demez. “Sömürü olanaklarımı geliştirmek istiyo rum. Ancak bunun için sahip olduğum araçlar yetersiz kalmaktadır. Gelin, kaynaklarımı birlikte harekete geçirelim, birlikte yiyelim” der. Öncelikle kendi çıkarlarını düşünür. Bu çıkarları tehlikeye düşüre ceğine inandığı dayatmaları kabul etmez veya pazarlık gücünü kul lanmaya çalışır. Genellikle, emperyalist dayatmaların kabullenilme si, zaman zaman emperyalist devletlerle çıkan anlaşmazlıkların son duruşmada emperyalizmin lehine çözülüyor olması, pazarlık gücünün zayıflığından başka birşeyi göstermez. Ortaklığın koşulları, ortaklığa katılanların karşılıklı güçleri tara fından belirlenmektedir. Ortaklık, ilişkilerdeki eşitliği varsaymaz, tersine eşitsiz ilişkilerin ürünüdür ve rekabetin sınırlarını çizer. Dün yanın en zengin yüz adamı içine giren Koç'lar ve Sabancı’lar, dün yanın en büyük bankaları arasında yer alan Türk bankaları, Batı’daki dostlarından, kardeş kurumlarından nitelikçe farklı hiçbir yan ta şımazlar. Bağımlılık, sermayenin türüyle değil ülke ekonomisinin iş leyişiyle, onun dünya ekonomisinde aldığı yerle tanımlanırsa anlam taşır. Yoksa, Daivva, Hyundai gibi dünyanın en büyük çok-uluslu şirketleri arasında yer alan devler, ekonomisi bizden daha az ba ğımlı olmayan Güney Kore kökenlidir. Emperyalizmi dıştan dayatılan bir ilişki olarak kavrayan, Tür kiye kapitalizmini bu dışsal ilişkinin basit bir uzantısına indirgeyen, iç siyasal gelişmeleri açıklamakta uluslararası belirlenimleri kabaca öne çıkartan küçükburjuva anlayışların tersine, emperyalizmin ül kemizdeki varlığı, tekeller egemenliği olarak içse l bir karakter ta şımaktadır. Gümrük duvarları arkasına çekilerek, yoğun devlet ko rumacılığı altında güçlendirilen egemen sermayenin uluslararası ka-
YOL 95 pitalizmle bütünleşmeye yönelik eğilimleri, özünde onunla aynı ka rakteri taşımasından kaynaklanmaktadır. Öyleyse, emekçi yığınların “tam bağımsızlık” istemini “millici sınıflar'la, “gayri-milli sınıflar” arasındaki çatışmaya indirgeyen, sınıflararası çelişkileri belirsizleştiren, devrimin hedeflerini yabancı kapitalistler ve onların yerli işbirlikçilerine daraltan küçükburjuva milliyetçi anlayışlar karşısında proletarya, anti-emperyalist müca deleyi finans-kapital egemenliğine karşı yürüttüğü sınıf mücadele siyle açıklar. Küçükburjuvazinin emperyalist bağımlılık koşullarına karşı gösterdiği tepkileri, sınıf mücadelesine yöneltmeye çalışır. Gerçekte milli karakterini yitirmiş olan tekel dışı burjuvalarla ittifakı vurgulamaz. Aksine devrimci küçükburjuvaziyle ittifakını güçlendi rerek orta tabakaları t e c r ite yönelir. Türkiye'de a s g a ri h e d e fi tekeller egemenliğine son vermekle (bu, emperyalist nüfuzun bü tün biçimlerini ortadan kaldırmak demeklir) belirlenen proletaryanın stratejisi, “milli burjuvazinin sol kanadfnı halk iktidarına razı etmeyi değil, onu diktatoryası altına almayı amaçlar. İktidardaki proletar ya, dış ticareti ve kredi sistemini millileştirerek, yabancı sermaye i le kurulacak ortaklıkları devlet tekeline alarak, burjuvaziyi dünya kapitalizminden tecrit etmek durumundadır. Sosyalizmin kuruluşu na giden başka bir yol yoktur. • Devrimin hedefini “iş b irlik ç ile r”le sınırlarsanız, “ milli burjuvazinin sol kanadı’’yla belki anlaşabilirsiniz, ama kapitalist iliş kileri proletaryanın iktidar sopası altına sokmaktan yola çıkan bir devrimi amaçlayanların, burjuvazinin bütün kesimleriyle aralarında ki sınırı çok kesin biçimde çizmiş olmaları gerekir. Bu sınır kalın çiz gilerle belirtilmeden, burjuva ilişkilerin iktidardaki proletaryanın si yasal egemenliği altına alınması imkansızdır. “Milli burjuvazinin sol kanadfnı ittifak gücü olarak gören demokratik devrim kavrayışınız "kapitalizm çerçevesinde” mi kalmaktadır? Yoksa, bu devrimin anti kapitalist hedeflere n a sıl yöneltileceğini işçi sınıfına açıklamak durumundasınız. “HAKİ M ÜRETİM TARZI”: YARI-FEODAL İLİŞKİLER Mİ, KAPİTALİZMMİ? Kaypakkaya’nın görüşlerini açımlamaya çalışan Yeni Demok rasi yazarları, Türkiye kırlarında hala feodal ilişkilerin belirleyici ol-
YOL 96- Yeni Demokrasi Eleştirisi duğunu, ancak, sınıfların egemenliği ülke düzeyinde sonuçlara yol açtığından dolayı devlet içinde örgütlenen feodal yapının kentsel ilişklleri de egemenlik altında tuttuğunu ileri sürüyor. Fedoal ilişkilerin belirleyici olduğu yarı-feodal bir “üretim tarzfndan söz e d iliyor. Burjuvazinin iktidarı ele geçirmesiyle bir ülkenin kapitalist sa yılamayacağı, asıl sorunun “hakim üretim biçimini saptamak” oldu ğu belirtiliyor. Kapitalist ilişkilerin iktisaden belirleyici olması, kapitalist sını fın iktidarından ayrı düşünülemeyecek bir sorundur. Kapitalizm, en geri biçimleriyle bile eski üretim ilişkilerini çözen, daha ileri bir üre tim biçimini ifade etmektedir. Yani, üretim koşullarını giderek daha fazla belirlemesine yol açan bir tarihsel üstünlük taşımaktadır. A ma, siyasal iktidara feodal sınıfın egemen olduğu durumda, burju vazi üretim güçlerini kendi çıkarları yönünde düzenleyebileceği a raçlara sahip olamayacaktır. Emek kitlesinin çoğunluğu burjuva egemenliği altına alındığı, toplumun burjuva çıkarları zemininde örgütlendiği ölçüde, bölgesel gelişme dereceleri ne olursa olsun, kapitalist yapının belirleyicili ğinden söz etmek gerekir. Burada, “emek çoğunluğunun denetim altına alınması”ndan anlaşılması gereken şey, Yeni Demokrasi ya zarının düşündüğü gibi, iktisaden faal nüfusun çoğunluğunu prole terlere dönüştürmek değildir. Hele hele, açıkça söylenmemiş olsa da, üretken yatırımlardaki darlığın vurgulanmasıyla sezdirilen istih dam hacminin çapı hiç değildir. Nüfusun çoğunluğunun ücretliler haline getirilmesi,kapitalizmin ancak uzun dönemde gerçekleştire bileceği bir durumdur. İstihdam hacmi ise, iktisadi konjonktürün dalgalanmalarına göre daralıp genişler. Anlatılmak istenen şey, e sas olarak, burjuva hukukunun egemenliğidir, iktisadi ilişkilerin burjuva hukukuna göre düzenlenmesidir. Burjuvazinin henüz feo dal hukukun egemenliğine bağımlı olduğu durumlarda kapitalist üre timin önkoşulları serbest bırakılmış, burjuvazinin kullanımına hazır hale getirilmiş olmayacaktır. Burjuvazi, bunu kendisi özgürleşerek ve emek kitlesini “özgürleştirerek” sağlar. Onun için, siyasi iktidarı ele geçirir. Toplumsal ilişkilerin tanımlanmasını siyasi iktidarın sınıf yapı
YOL 97 sından kesin biçimde ayırdedebilen bir anlayışla, proletaryanın ikti dar olduğu, sosyalist hukukun egemen bulunduğu, ama iktisadi ya pının henüz bütünüyle sosyalist özellikler taşımadığı, beş çeşit ü retim tarzını bir arada yaşayan Lenin'in Rusya’sını nasıl tanımlaya cağız? Proletaryanın henüz kollektivizasyona girişemediği, kendi iktidarı altında kapitalizmi geliştirdiği NEP döneminde, kapitalizm hakim üretim tarzı sayılmalı ve Sovyetler Birliği, kapitalist ülke ola rak mı tanımlanmalıdır? Siyasi iktidarı elinde bulunduran veya ikti dar blokunu yöneten sınıf, gelişmenin yönünü b e lirle y e n sınıftır. Adı belli olmayan Yeni Demokrasi yazarı, hakim üretim tarzı nın -yarı feodalizm” olduğu yönündeki kanıtlarını, artı-değer üretimi yanında faiz ve rantiye gelirlerinin bulunduğunu, sınai karın faiz ve rantlar tarafından sınırlandırıldığını, ücretli emek sisteminin “küçük meta üreticileri ve başka biçimlerde bulunan feodal emekle birlikte varolduğunu, kapitalist rekabet ve feodal mülkiyet tekelinin, kredi sistemiyle tefeciliğin yanyana bulunduğunu vs. söyleyerek sıralı yor. Pre-kapitalist yapıların bir kalıntısı olan tefeci-tüccar serma yesinin bugün hangi koşullarda var olduklarını ve bu koşulların kim ler tarafından belirlendiğini incelemiştik. Diğerlerine bakalım. Artı-değer üretiminin faiz ve rant gelirleriyle yanyana bulun ması, yarı-feodal yapıya mı işaret etmektedir? Kesinlikle hayır. Faiz getiren sermaye, üretim ortamında oynadığı rol bakımından iki ayrı biçim almıştır. “Nuh nebiden kalma” sermaye biçimi olarak tefecilik, küçük üretim koşullarına özgüdür. Paranın kendi başına varolan bir meta görünümüyle karşımıza çıktığı bu para ticaretiyle biriken ser maye, kendisine ait bir üretim tarzına sahip değildir. Giderek feodal mülk sahiplerini de haraca bağlayan tefecilik, varlığını esas itibariy le küçük meta üreticilerinin kanını emerek, üretim koşullarını daral tarak sürdürür. Onun en önemli özelliği, faiz oranlarının aşırı yük sekliğidir. “Modern tefecilik” denilen kredi sistemi ya da banka sermaye si ise, faiz getiren sermayenin evriminden doğdu. Ama faiz getiren sermayenin pre-kapitalist biçimi olan eski tefeciliğe karşı geliştiril di. Para-sermaye tekelini elinde bulunduran tefecilik, yüksek faizle manüfaktür ve ilkel sanayi kollarını da denetim altına almaya yönel
YOL 98- Yeni Demokrasi Eleştirisi miş, giderek artı-değer üretiminden alınan paya dönüşen faiz gelir lerinin yüksekliği sınai karın birikimini daraltan bir rol oynamıştır. Modern kredi sistemi, tefeciliğin para-sermaye tekelini kırmak, faiz getiren sermayeyi sanayi sermayesine boyun eğdirmek, ona tabi kılmak için kuruldu. Düşük oranlı faiz karşılığında sağlanan borç lanma, sanayicilere, kendilerine ait olmayan sermayayi de kullana rak üretim güçlerini yükseltme olanağını sağladı. Artık para-sermayeyi kullanmanın karşılığı olarak ödenen faiz, işçinin ürettiği artıdeğerden alınan sermaye kirasından başka birşey değildir. Faiz ge tiren sermayenin kapitalist niteliği, artı-değer üretimine katılmasın dan gelir. Kapitalizmde faiz, artı-değerin bir bölümüdür. Rantiye gelirlerine gelince... Rantın temeli, toprak üzerindeki özel mülkiyet haklarıdır. Tarih boyunca görülen üç rant biçimi içeri sinde (emek-rant, ürün-rant, para-rant) kapitalizme geçişin önko şullarını yaratan tek biçim, para-rant olmuştur. Para-rant, toprak rantının sermayeleştirilmiş biçimidir. Piyasada para dolaşımını arttı rır, doğal üreticileri ürünlerini satmaya, dolayısıyla giderek meta ü retimine zorlar. (OsmanlI'da görüldüğü gibi, üreticileri tefecinin ku cağına düşürüp, derebeyleşmeyi azdıran tersine sonuçlar da yara tabilir.) Doğada hazır bulunan bir üretim nesnesi olan toprağı üretim aracı haline getirerek metalaştırır. Kiracının toprağa uyguladığı, ancak sözleşme süresi boyunca tüketemediği, toprak mülkiyetine eklenerek, arazi sahibine bırakıl mış sermaye, toprağın değerini arttırır. Kira bedelini yükseltir. Top rak rantı, hem önceden beri mülk sahibine ait bulunan toprağın kul lanımı karşılığında ödenen kirayı, hem de toprak sahibinin kiracıdan karşılıksız olarak aldığı bu sermayenin kullanımına karşılık olarak ö denen faizi içermektedir. Toprak rantının faiz oranlarıyla belirlenme sinin nedeni budur. Kapitalist rantı, önceki rant biçimlerinden ayıran en önemli yan da burasıdır. Kapitalist üretim koşullarında toprak rantı, arazi sahibinin artıdeğer üretiminden aldığı bir paydır. Toprak rantının, artı-değerin bir bölümüne dönüşmesi, büyük arazi sahiplerini asalak niteliklerini koruyarak kapitalistleştirir. Feodal toprak mülkiyeti, toprağın sermayeleştirilmesiyle kapitalist mülkiyet biçimine kavuşmuştur. An cak rantların, toprak üzerindeki tekelci mülkiyet koşullarından kay naklanan yüksekliği, üretken sermayenin birikimini daraltan ve sa-
YOL 99 nayileşme hızını yavaşlatan olumsuz etkiler yaratmaktadır. Bu du rum, burjuvazi ve yoksul üreticileri büyük arazi mülkiyetini parçala maya yöneltse de, özel toprak mülkiyetini kaldırmaya cesaret ede meyen kapitalist sınıf, rant yoluyla toprak tekelini güçlendirmeklen kaçınamaz. Sonunda en büyük sanayici ve tüccarlarla, en koda man toprak sahipleri bankaların kasalarında sentezleşirler. Yani finans-kapitali oluştururlar. Artık, artı-değer, kapitalist sınıfın değişik zümreleri arasında eskisi gibi paylaşamayacaktır. Sınai karın oldu ğu gibi faizler ve rantların da kaymağını finans-kapital yemektedir. Ülkemizde yaşanan da bundan başkası değildir. Demek ki, Yeni Demokrasi yazarının artı-değer üretimi ile faiz ve rantiye gelirlerini birbirinden apayrı şeyler olarak ele alan, günü müzdeki faiz ve rant gelirlerinden feodalizmi çıkarmaya çalışan an layışı baştan aşağı yanlış ve zorlamalara dayalıdır. Faiz gelirleri i çinde prekapitalist sömürü ilişkilerine tekabül edeni, bir tek tefeci liktir. O da yalnızca tarımda ve artık bazı bölgelerde varlığını koru maktadır. Ücretli emek sisteminin küçük meta üretimiyle birlikte varol ması da, kırda feodalizmin kanıtı olarak ileriye sürülemez. Bir kez, küçük meta üretimi ve tefeci-bezirgan sermaye, tek başlarına feo dal ekonomi kategorileri sayılamazlar. En yaygın özelliğine kapita lizmin ilkel gelişme aşamalarında ulaşan küçük meta üretimi, genel likle sınırlı biçimlerde bulunsa da feodalizmden önce de vardı. Do ğal üreticilerin pazara yönelişiyle güçlenen küçük meta üretimi feo dal bir kategoriyi değil, feodalizmin kapitalizme doğru çözülüşünü belirtir. Küçük meta üreticisi feodal emekçi olamaz. Kaderi piyasa fiyatlarına göre belirlenen bir kapitalist ya da proleter adayıdır. Diğer yandan ücretli emek sistemiyle küçük meta üretimi, iç-içe bulunmaktadırlar. Küçük meta üreticisinin kısmen emek kirala yabilmesi ya da kendi emeğini başkalarına kiralamak zorunda bu lunması, bu gerçekliğin en somut göstergesidir. Orta köylülüğün hali vakti yerinde kesimleri ve yarı-proleter yoksul köylülük, küçük üretimin kapitalist ilişkiye dönüşürken yarattığı ara kategorilerdir. Küçük meta üreticilerini feodal emekçiler sayan anlayış, man tık sonucuna vardırıldığında kapitalizmi, işçi ve işveren arasındaki kişisel ilişkiye indirger. Oysa kapitalizm, herşeyden önce bir pazar
YOL 100- Yeni Demokrasi Eleştirisi ilişkisidir ve kapitalist pazar ilişkileri kûçûk üreticileri burjuva bir kategori haline getirerek (adı üzerinde küçük burjuva) iki modern sınıfa doğru ayrıştırır. Bugün Türkiye'nin bütün köşelerinde küçük üretim, çoktan pazar koşullarına yönelmiş bulunmaktadır. Bunun doğal sonucu o larak, tarımsal üretim, sanayiin büyük bir pazarı haline gelmiştir. Entansif yöntemlerle tarım yapabilen kapitalist azınlık için, tarım da bir “sanayi'' dalı olmuştur. Aynı şekilde tarıma dayalı sanayi kolları da, tarımsal üretimin en büyük alıcısı durumundadır. Bunun en somut göstergelerinden biri, tarımda bölgesel işbö lümü, uzmanlaşma ve modern girdi kullanımının artmasıdır. Kapita lizmin gelişimi, çiftçiyi doğal üretim koşullarından çıkarmıştır. Yok sul üreticiler modern girdileri kullanamaz, pazara artık mal süremez hale geliyorlarsa ve burada üretimin doğal koşulları sermayenin ye rini alıyorsa, bu feodalizmden değil, kapitalist rekabet ve bunalım lardan kaynaklanmaktadır. Günümüzde bir köylü işletmesinin doğal üretim şartlarına doğru itilmesi demek, işletmenin iflasa sürüklen miş olması demektir. Burada feodal emekten değil, ancak proleter i lişkiden söz edebiliriz. Yeni Demokrasinin feodal emek saydığı ka tegori, kırların bu yarı-proleterleridir. Yazınız açısından en önemli olanı ise kapitalist gelişmenin en doğal sonucu olarak kırlarda yaşanan sınıfsal farklılaşmadır. Feo dalizmin doğal üretim koşullarında yaşayan homojen köylülüğü, bu gün artık yerini modern sınıflara bırakmıştır ve kırlardaki yoksullaş mayla birlikte bu hala devam eden bir süreçtir. Bugün bile küçük meta üreticilerini feodal emekçiler sayarak köylülükle feodal kalıntılar arasındaki çelişkileri devrimin tayin edici süreci gören Kaypakkaya ardılları, kırlardaki farklılaşmayı ısrarla gözden kaçırmaya devam etmektedirler. “Anti-emperyalist bir top rak devriminin “temel gücü" sayılan “köylülük", bugün birbirinden farklı çıkarlara sahip bulunan ve değişik davranış eğilimleri göste ren sınıf ve tabakalara parçalanmıştır. 1973 rakamlarına göre kırda toprak tekeli-olarak adlandırılan kapitalist ağalık, tarımsal nüfusun yüzde1,1’ini oluşturmasına rağ men toplam ekilebilir toprakların yüzde 27,2'sini elinde tutmaktadır. Bu rakam, bütün yoksul köylülerin sahip oldukları toprağın bir bu-
YOL 101 çuk katı fazladır. Bu kesim, modem üretim ve yarı-feodal ortakçılık biçimlerini bir arada sürdürmektedir. (Bugün kiracılık biçimleri içinde ortakçılık yüzde 0,5 düzeyine daralmıştır.) Tarımda kapitalist sınıf, girişimci tarım burjuvalarıyla birlikte e le alındığında kırsal nüfusun ancak yüzde 4,8'ine ulaşmakta, ama işlettikleri toplam alan toprakların yüzde 40'ını geçmektedir. Kırda, 1-20 dönüm toprak işleyen ve neredeyse bütün ailele rin yarısını oluşturan yoksul köylülük ( yüzde 45,3), ekili alanların yüzde 7,4'ünü işlemektedir. İşletmesi sürekli açık veren bu sosyal tabaka, düzenli mevsimlik işçiliğe çıkmaktadır. Orta köylülük, bütün aileler içinde yüzde 24,7’lik bir yere sa hiptir. İşlediği toprak miktarı ise, ekili alanların toplamı içinde %38,7’dir. Ancak, bu aileler içinde 100 dönümden daha az toprağa sahip olan üçte iki çoğunluk, bütün orta köylülüğün işlediği alanın yarısından azını işleyebilmektedir. Yoksul köylülüğün saflarına doğru itilen bu kesim içinde de mevsimlik işçiliğe çıkış, günümüzde gözle görülür bir gelişme kaydetmeye başlamıştır. 1980 yılına ait rakamlar ise, toprak dağılımı açısından farklı laşma boyutlarının daha da çarpıcı hale geldiğini göstermektedir. 1 20 dönüm arasında toprak işleyen işletmelerin toplam içindeki oranı yüzde 30,2'ye bütün topraklar içindeki payı ise yüzde 4,2’ye gerile miştir. Buna karşılık ortalama işletme alanı yüzde 10,7'den, yüzde 8,5'e düşmüştür. Bu rakamlar, 1973-80 arasında en az 300.000 yoksul köylü ailesinin proleterleştiğini belirtmektedir. Kalanlarsa yoksullaşmanın son sınırına dayanmıştır. Orta köylü işletmeleri ise 13 yılda 388 bin artmasına rağmen işlenen ortalama alanda (51.100)'lük dilim için 76'dan 65,5'e, (101200)'lük dilim için 160 dönümünden 128,6 dönümüne doğru bir geri leme söz, konusudur. Orta ve yoksul köylülük 1980'de kırsal işletmelerin yüzde 93,6'sını oluşturmasına karşın toprakların ancak yüzde 65’ini işleyebilmekte, kar burjuvaları ve büyüktoprak sahipliği ise, yüzde 6,1'lik bir azınlığı (1980 istatistiklerine göre kır burjuvalarının sayı sında oransal bir artış söz konusudur) temsil ettikleri halde toprak ların yüzde 35'ini işletmektedirler. (Rakamlar K. Yılmaz'ın ‘ Köylü
YOL 102- Yeni Demokrasi Eleştirisi Hareketinin Maddi Temelleri" adlı kitabından ve M. Yılmazer’ln “Kır da Kapitalizmin Gelişimi" başlıklı yazısından alınmıştır.) Açıkça söylenebilir ki, kırda yüzde 1,1’lik bir azınlığı oluşturan toprak tekeli dışında, kalan bütün köylülüğün çıkarları devrimde de ğildir. Birçok durumda toprak tekeliyle kaynaşmış, bankalarla sıkıfıkı bulunan tarım burjuvazisi, bugüne dek kırda karşı-devrimin ye dek gücü rolünü oynamıştır. Demokratik devrimin kırdaki öncüleri, tarımsal nüfusun yarısı nı bulan proletarya ve yoksul köylü kitleleri olmak durumundadır. Orta köylülüğün üçte iki çoğunluğunu oluşturan ve yoksul köylülü ğün saflarına iteklenen kesimler de(bunlara küçük köylülük denile bilir) devrimci tutumlara ilgi göstermektedir. Ama, banka kredisin den yararlanan, makina ve yaygın modern girdi kullanabilme imka nına sahip olabilen artı-değer sömürüsüne az-çok katılabilen orta köylülüğün hali-vakti yerinde kesimleri ise, reformcu bir karaktere sahiptirler. Burjuvalaşma eğilimini taşıyan bu kesimlerin şikayetleri, topraksızlık ve tefeci faizleri değildir. Bunlar, banka faizleri ve yatı rım maliyetlerinin yükselmesinden, toprak rantları ve fiyat kıskacın dan yakınmaktadırlar. Proletaryanın köylülüğe yönelik stratejisi, büyük arazi sahip leri ve kır burjuvalarına karşı, yoksul ve küçük köylülükle ittifak, or ta köylülüğün ta ra fs ız! aştırılm ası olmalıdır. Kırdaki farklılaşma nın bu derinleşmiş seviyesini gözardı eden “temel güç köylü lük" sloganı ise, kır zenginleri ile geniş yoksul tabakalar arasında ki zıtlaşmayı, bunların çıkarlarındaki farklı yönelişleri b e lirs izle ş tirm ektedir. Bu kavrayış, proleterleşmenin seviyesini ve işçi sı nıfının kırda üzerine dayanabileceği sınıfsal potansiyelleri g iz le m e kte, sınıfın devrimdeki önderlik rolünü z a y ıfla tm a k ta d ır. Tek yanlı olarak Türkiye'nin geriliklerine yönelen abartılı vurgularla devrim potansiyelleri açığa çıkartılmış olmaz. Tam tersine, proletar yanın gücünü olduğundan zayıf göstererek kırdaki sınıf potansiyel lerinin, demokratik devrimin derinliği ve işçi sınıfının azami hedefleri açısından taşıdığı önemi gözden kaçırarak, gerici bir anlam kaza nır. Feodal kalıntıların abartılması, proletaryanın sahip olduğu maddi gücün önemini azaltmaktadır. Bu mantıkla proletaryanın ön-
YOL 103 cülük yeteneğinin açığa çıkartılması, sınıfın devrimci özgüveninin güçlendirilmesi, onun saflarındaki küçükburjuva köklerinden gelen geri eğilimlere, alışkanlıklara ve önyargılara karşı mücadele edile bilmesi imkansızlaşır. Köylülüğün pratik siyasal ilgilerini, işçi sınıfı nın gerisinde bulunan kendi konumlarına hapseder. Kır yoksulları nın proletarya öncülüğüne yöneltilmesini güçleştirir. Köylülüğün he deflerini işçi sınıfına tabi kılmak, işçi sınıfının hedeflerine y a k ın la ş tırm a k yerine, sınıfın öne çıkışını geciktirir, proletaryanın siya si ufkunu köylülük hedeflerine doğru çeker. Küçük burjuvazinin devrimci demokrasiyle beliren azami hedefleri ile proletaryanın sosyalist amaçları arasındaki fa rk ı, teorik olarak soyutça ifade etse bile, mücadelenin somut sorunları içinde ortaya koymaktan kaçınır. Nitekim, Kaypakkaya ve ardılları, bu farklılıkları demokratik devrimden sonra ortaya çıkacak sorunlar olarak görmekte, prole taryanın kendini diğer sınıflardan ayırması ve bütün kapitalistlere karşı sınıf savaşının yükseltilmesini devrim sonrasına ertelemekte dirler. Feodal kalıntıların abartılması ve demokratik devrimin bir top rak devrimine indirgenmesi, sınıf mücadelesinin zeminini daraltan ve proletaryanın siyasi ufkunu demokratik devrimle sınırlandıran bir sonuç doğuracaktır. Proletarya açısından sınıf mücadelesinin ana vuruş yönü derebey kalıntıları değil, tekeller e g e m e n liğ id ir. Kaldı ki, derebey kalıntıları bizzat tekeller egemenliğinin bünyesi içine çekilerek örgütlenmiştir. Proletarya, sosyalizmin inşasına te k e lle rin ta s fiy e s iy le başlamak zorunda bulunuyor, işçi sınıfının önümüzdeki devrim için asgari hedef olarak önüne koyduğu bu sorun, toprak ve köylü so rununun da düğüm noktasını oluşturmaktadır. Kırda bu düğüm sos yalizme gidişi amaçlayan güçler için b ü yü k a ra z ile rin m illile ş tirilm e s i ile çözülebilir. Millileştirilen verimli büyük topraklarda ku rulacak olan z ira a t k o m b in a la rı, kollektivizasyon politikalarının yegane temelini oluşturacaktır. Proletarya kırdaki maddi gücünü ve propaganda üstünlüğünü buradan alacaktır. işçi sınıfı sosyalizmi, yoksul köylülüğün topraklandırılması sorununu, toprağın millileştirilmesi zemininde kavramaktadır. Köy lüye dağıtılacak topraklar, boş duran hazine toprakları ve büyük a razi sahiplerinin kendileri tarafından işletilmeyen arazileridir. An-
YOL 104- Yeni Demokrasi Eleştirisi cak, dağıtılacak toprağın köylülerin mülküne mi, yoksa tasarrufuna mı verileceği, program açısından boşlukta bırakılan bir noktadır. Bu sorun esas olarak pratikte, proletaryanın köylü kitleleri üzerindeki eğitici, yöneltici etkisiyle çözülebilecektir. Sosyalizmin inşasını amaçlayan proletarya, kırdaki rekabet koşullarını küçük üreticileri üretim kooperatiflerinde örgütleyerek kendi yönüne akıtmak durumundadır. Köylülüğün kooperatiflere cezbedilebilmesinin en somut yolu ise kredi ve teknik desteği ola caktır. Ziraat •kombinalarının örgütlü teknik önderliği altında üretim kooperatifleri, kırda sosyalizme geçişin, köylülüğün sosyalizme yöneltilmesinin ana kaldıraçlarını oluşturacaktır. Demokratik devrim uygulamaları sosyalizm hedefleriyle bir leştirilecekse, proletaryanın toprak sorununun çözümüne yaklaşı mı bu olmalıdır. Oysa, büyük arazi mülkiyetini feodal tekel sayan, kır yarı-proleterlerini feodal emekçiler olarak gören Yeni Demokrasi yazarları, böyle bir çözüm yöntemine oldukça uzak! : ulunmaktadırlar. Bu kavrayışın mantıksal sonucu, kapitalist 1 • m işletmeleri nin parçalanması, küçük mülkiyetin g ü ç len d irilm es i, prole taryanın kırdaki tem ellerinin yıkılmasıdır. Bu durumda bi le, yoksul köylülüğün toprak istemi karşılanmış olacaktır. Ama, proletarya kırda hangi güce dayanarak insiyatif kazanabilecek, toprak reformunun sonuçlarını kollektivizasyon politikalarına nasıl yöneltebilecektir? Kazara, Yeni Demokrasinin görüşlerini benimse yen bir parti iktidara gelmiş olsa, bu mantıkla ya küçükburjuva de mokrasisinin parlak bir temsilcisi haline dönüşür ya da kendisinin güçlendirdiği küçük mülkiyet tarafından “kırlardan kuşatılarak” ikti dardan uzaklaştırılır. Yoksa, bu tür sorunlar, “bankaların millileştirilmesi” gibi, prole tarya partisinin programında yer verilmesine gerek bulunmayan “ayrıntılar” mıdır? Bu “ayrıntfları çözümleyemeyen bir güç, iktidarı hayal bile edemez.
YOL 107
SOSYAL ANLAMLI ASKERCİL TAKTİK ELEMANLARI
Dr. H ikm et KIVILC IM LI Son yılların önde giden devrimcileri, hep ve yalnız “stareji” ü zerinde tartıştılar. Bu eğilim işin kolayına kaçmaktı. Aslında birkaç cümle veya sayfa ile özetlenebilecek ve doğrusu, yanlışı epey u zun süre sonra ortaya çıkabilecek olan strateji kesiminde söyle nenleri olaylar hemen yalanlıyamazdı. Taktikse onun zıddı idi. Söy lenir söylenmez uygulanması gerekirdi, uygulanır uygulanmaz, olaylaria çarpılıverirdi. Onun için bütün “stratejilerimiz (sevkülceyşçilerimiz) en bilgincil titizlikle günün, her günün kaçınılmaz görevle riyle ilgili Taktiğe yan çiziyorlardı. Bu nankör görevin hiç değilse üzerinde en az durulan, ama günün en yakıcı konusuyla ilgili bulunan birkaç problemini azıcık ayrıntılarıyla ele almak gerekti. O yakıcı ve yanıcı problemlerden bi ri, görebildiğimiz kadarıyla: Taktiğin biçimleri, momentleri ile onlarla insanın, özellikle şef insanın ilişkileri çevresinde toplanıyor. Bir sü rü eğilim, örneğin “disiplin"-yahut “demir disiplin“, ‘ kömür disiplin“ gibi genç ruhları trans (vecd) halinde donduran terminolojilerle orta lığı kasıp kavuruyorlar. Problemi en alfabetik biçimiyle koymazsak anlatamıyacağız. Onun için, bir başka devrimcinin klasikleşmiş koyuşuna uymaktan daha yararlı yol bulamadık. Sosyal savaşa bakarak son derece ba sit ve mekanik olan askercil taktikten yararlandık. Askerlik güzelsanatında bile vazgeçilmez sayılan elemanların, devrimci artistlerce ibret kaynağı olacağını düşündük. OBJEKTİF STRATEJİ - SÜBJEKTİFTAKTİK Strateji planı uzun etütlerle savaş dışında, taktik davranış sı cak ateş içinde yapılır. Strateji: Tez (dost) - Antitez (düşman) ob jektifliği statükosuna dayanır. Taktik: Sentez (zafer) uğruna her an değişen sübjektif dinamizme dayanır. Kaynak: Alman Genelkurma
YOL 108-Sosyal Anlamlı Askercil Taktik Elemanları y inin Truppenführung' adlı Talimatname maddeleridir. Strateji, eski deyimiyle Sevkülceyş (orduların yönetilişi) bü yük önem ve öncelik taşımakla birlikte, ana çizileriyle daha çok ob jektif savaş şartlarının düzenlenmesidir. Daha doğrusu ordu varsa, ve savaşa tam hazırlanmış ise, o varlığa ve hazırlığa göre sevk edi lir (cepheye gönderilir). Taktik, asıl cephede yapılan somut savaşın, ve cephe gerisin de yapılan uzun hazırlıkların yönetilişidir. Objektif olarak varolan or duların, cephe gerisinde manevralarla hazırlanması, strateji içinde Taktik'tir; cephede doğrudan doğruya sıcak savaş ateşi içinde yö netilmesi Taktik içinde Taktik'tir. Strateji ne denli önceden az çok belirli ortamda belirli planla güdülen objektif ve bir kerteye dek soyut sayılabilirse; Taktik en az o denli önceden hiç kestirilemiyecek, her zaman ve her yerde sık sık parola ve biçim değiştirecek, oldukça sübjektif ve son kerteye dek somut savaş güdümüdür. Bir ülkenin belirli ekonomik, sosyal, politik ve ilh. gibi coğrafyacıl ve tarihcil şartları ortamında verili olanakları objektif olarak ne iseler, o ülke ordularının genel strateji planı o şartlara göre azçok soyut olarak peşin peşin çizilebilir. Bu bakımdan strateji kalın çizili bir kanevaya benzer. O kaneva içine gerekli savaş parola ve biçim lerinin çiçeklerini, peyzajını özellikle işlemek, ateş hattına gerçek ten veya taslak olarak girmiş güçlerin sübjektif düşünce ve davra nışlarına bağlıdır. Strateji, bir merkezde tepeleşmiş bir avuç azlık genelkurmay organınca yuvarlak ve kaba çizgileriyle planlanır. Bu bakımdan strateji planları uzun Tarih, Coğrafya, Ekonomi, Politika, Kültür ve ilh. etütlerinin son derece derinliğine araştırılıp incelenmesine da yanmakla birlikte, uzaktan bakanlar için : ‘ Bunda bilemiyecek ne var?* dedirtecek kadar kolayca çiziştirilivermiş gibi görünür. Ama strateji bir edebiyatçı esinlemesi, (Sehl'i mümteni" (ulaşılamaz ko laylık) değildir. Onun için, her önüne gelen, görünüşe aldanıp, masa başına oturdu mu, dört beş çizg iyle en anıtsal S tra te jiy i döktürüveririm sanır. Ve döktürür de. Rastladı ise, ne ala. Tutmadı mı, en güçlü orduları kaz gibi avlatır.
YOL 109 Taktik'in öyle harita ve masa başında uyduruluverecek yanı hiç yoktur. Taktiğin yeri ateşin içidir. Orada her güç, kendisinin ve karşısındakinin (düşmanın) bütün olanaklarını bir anda sezip kavra yarak, yıldırım kararlarla en etken davranışı başarmak zorundadır. Çünkü o an içinde ya dost güçler, ya düşman güçler, ya yakacak, yahut yanacaktır. İşin akademik eleştiriye, uzun tartışmalara ta hammülü yoktur. Onun için her orduda: iyi strateji ustaları gibi, iyi taktik uzman ları ayrılabilir. Diyalektik düşünce ve davranış için böyle mutlak “uz manlık” ayrılıklarına gerek yoksa da, skolastik veya metafizik dü şünce ve davranış metotlu derebeyi yahut burjuva savaş ilgilileri a rasında böyle bir “işbölümü" yapmak ve geliştirmek kaçınılmaz ol muştur. Proletarya Politikası'nda öyle skolastik “strateji” lerin, yahut metafizik “taktisyen” uzmanların üreyip kendi dallarında asılı kal maları gerekmemelidir. Çünkü S tarateji diyalektiğin Tez ile Antitezlerinin doğru konulması ise, taktik diyalektiğin sentez'ine varılmasıdır. Tez (dost) Antitez (düşman) güçlerinin stratejik - ob jektif gerçekliği ve statükoları ne olursa olsun, savaşın zafere u laşması sentezini gerçekleştirecek olan taktik tutumlardan zerrece ayrılması en büyük yanılgıları getirir. Aşağıdaki açıklamalarda, bile bile hep : Alman Genelkurmayı nın (Truppenführung” Askerdi Birliklerin Güdümü adlı talimatname sinden yararlanılır. Parantez içindeki rakamlar, o Talimatname met ninin oldukları gibi çevrilen madde numaralarıdır. TAKTİK BİÇİMLERİ Sınıflar dövüşünün askerdi savaştan öğreneceği çok şey vardır, sosyal devrime harp, siyasi mücadeleye muharebe, Ekono mik mücadeleye Müsademe denilebilir. Her üç alanda Taktik : aslın da Taarruz (saldırı) ile Ricat (gerileme) biçiminde özetlenir. Müdafaa (savunma) ya taarruz, yahut ricat için bir geçit davranış olur. Hepsi de sınıflar çelişkisinin “yamanca yorumu" sayılır. Askercil aksiyon üç ölçüde çarpışma tanımlar: 1 - Harp (laguerre : savaş): bunun eylemi strateji ile belirlenir. Devrim gibidir.
YOL 110-Sosyal Anlamlı Askerdi Taktik Elemanları 2 - Muharebe (La battlle : savaşma) : önemli ordularla bir yer de yapılır. 3 - Dövüş (le coımbat : müsademe) : önemsiz birliklerle birçok yerlerde yapılır. Son iki ölçüde çatışma baştanbaşa : Taktik konusuna girer. Muharebe': Siyasi mücadeleye, Dövüş : Ekonomik mücadelelere benzetilebilir. Asker dilinde bunların hepsine : “Hasımla karşılaşma sonucu çıkan silahlarla şiddetli izah (yamanca yorum)” (38.) denir. Sosyal dilde “izah” yahut “yorum” un anlamı.ile Harp-Muharebe-Dövüş öl çüleri üzerinde durmayalım. Yalnız, hangi anlam ve ölçüde olursa olsun, savaşma ve dövüşlerin ne denli oynak ve kıvrak, nasıl her an çelişkili olduğunu ve çelişkilerin durmaksızın birbirine geçtiğini daha basitçe kavramak için, askerdi taktik alanda kaç türlü çatış ma biçimi bulunduğunu özetlemek ilginç ve öğretici olacaktır. Savaş Taktiğinde başlıca dövüş biçimleri : 1 - Taarruz (Tattaque : saldırı) 2 - Takip (la poursite : kovalama) 3 - Müdafaa (la defensiye : savunma: Verteidigung) a) Statik müdafaa (la défensive statique) b) Geciktirici aksiyon (l’action retardataire) c) Dövüşün kopuşması (la rupture du combat) 4 - Ricat (la retraite : gerileme). Bu 7 türlü Taktiğe yakından bakarsak, hepsini birden iki zıt bi çim döğüşe indirgeyebiliriz : 1. Taarruz (Saldırı) : hemen her zaman Takip’le (kovalama ile) taçlanır. Takip, Taarrruzun sonucudur. Müdafaa (Savunma) : genel biçim ve özel üç biçimi ile bir geçit dövüşü taktiğidir. Alınan sonuca göre: ya taarruz, yahut ricat ile sonuçlanır. 2. Ricat (Gerileme) : Müdafaa biçimlerinden hiçbirisi, taarruza
YOL 111 kapı açamayınca gereken dövüş biçimidir."Taarruzdan müdafaaya geçiş elegeçmiş yerleri koruyarak, yahut, gerekirse düşmandan u zaklaşarak yapılır. Kuvvetlerin mevzilenmeleri değiştirilir ve hazır güçler çekilir.” (44). TAARRUZ Taarruz (saldırı) : sayıya pek bakmadan var güç ve enerji ile zafer için yapılır. Takip (kovuşturma) aralıksız, duralaksız, kesin sonucu az kayıpla alır. Taarrruzun biçim ve yordamları (Cepheden Kuşatıcı-Yan - sınırlı ve ilh.) olur.
TAARRUZ (Saldırı): - “Düşmana karşı, onu yere sermek amacı ile açılan taarruz, düşmana aksiyonun kanununu dikte eder. " (39). Belli doğrultuda: Hareket - Ateş - Vuruş, saldırıdır. Bu tanımlamaya göre taarruz : düşmanı toptan yok etmek için yapılır. O nedenle : “Taarruzda bir başarısızlık olanağı, Taarruzu ye rine getirme enerjisini önceleyinden sınırlandırmaya hiç bir zaman götürmemelidir.” Taarruz, var güç ile, her ne olursa olsun, olanca e nerjiyle yürütülür. . Ancak : “Özel durumlarda taarruzun hedefi sınırlandırılabilir.” “Baskın basanındır” diyen atasözünün anlamı şudur: ‘Taarruzda sayı üstünlüğü her zaman başarının gerekli şartı değildir." “Taarruz sırasında şefin ve erbirliğinin üstünlüğü en iyi değer lendirilmiş bulunur.' (39) Böylece, dövüşün son amacı Taarruzdur, zafer onunla sağla nır. Takip (Kovalama, Kovuşturma) : “Zaferin meyvalarını topla mak için yapılır.” “Daha önceki dövüşler sırasında düşmanın yok edilişi elde e dilememişse, Takip onu gerçekleştirmeye bakar." Takip nasıl olur? “Yalnız ardı arası kesilmez, hatta duralama o lanağı vermez bir Kovalama : karar için yeni bir dövüşmeden doğa-
YOL 112-Sosyal Anlamlı Askercil Taktik Elemanları cak yeni kayıpları ekonomize (tasarruf) eder.* (40). Taarruzun : Alından (cepheden), Kuşatıcı, Yan, Sınırlı hedefi vb. biçimleri ve yordamları vardır. SAVUNMA Savunma (Müdafaa) güç yetersizse, düşmanı dilenen yere çekmek ve sonunda taarrruza geçmek için yapılır. 1) Statik Savun ma : En iyi tutunulacak yerde düşman taarruzunu kırar; 2) Gecikti rici savunma (Direnç) : Kesin savaşa girmeksizin, düşmana çok, kendine az kayıp verdirir. SAVUNMA.- 1) “Kendi güç yetersizliği başka alternatif bırak madığı zaman”; 2) "Hasma dövüşülecek yeri dayatmak” için; 3) “Başka nedenlerle, savunma daha yararlı görünürse.” Sa vunmaya girişilir. Savunma “Hasmı bekler” . Bu bekleyiş elleri kolları kavuşturup kadere boyun eğmek değildir. Tam tersine : 1) “Komuta, savunmayı zaman içinde sınırlandırabilir." ♦
2) “Zafer ancak müdafaa bir taarruzla sona ererse kesin olur." Savunma : Hasmı ve Yeri iyi kollayıp bütün ateş gücünü kul lanmakla olur. Başlıca iki türlü müdafaa vardır: Statik Savunma : “Düşmanın taarruzunu kırmak için yapılır. Bu amaçla taarruz belirli bir yerde ve son haddine dek en iyi tutunulabilecek yerde kabul edilir.” Geciktirici Savunma (veya Direnç : Widerstand) : “Düşmanı geciktirmiye çalışır. Düşmana alabildiğince ağır kayıplar verdirerek, savunucu ciddi bir dövüşe kendini kaptırmıyarak, o amaçla, hasmın saldırısından ve yer bırakmaktan vaktinde kaçınmalıdır.” (41). “Geciktirici direnç”, Müdafaaya yeterli güç bulunmadı mı, yapılır. O sıra kumanda merkezileştirilir. (475). RİCAT Ricat (gerileme) : 1) Kopuş ma (ruptür) ; çoğu belli yere, dövü şerek çekilme, yeni dövüşten sakınılarak çekilmedir. 2) Tam ricat: yeni dövüşlerden ve zaiyattan sakınarak çekilmedir.
YOL 113 RİCAT (GERİLEME).- iki derecede uygulanır. Birinci derecesi : Dövüşün Kopuşması, ikinci derecesi: doğrudan doğruya Ricat’tır. Dövüşün Kopuşması (ruptür): Bir savunma biçimi sayılır. Ger çekte : gerilemenin belirli bir biçimidir. Dövüşün Kopuşması, “dövü şü şimdi bulunduğu mevzide sona erdirmeye veya fasılalandırmıya çalışır. Maksat, daha elverişli şartlar içinde, başka bir yakın mevtide savaşı sürdürmektir. Bu son halde, çoğu kez, dövüşerek o mevziye geri çekilinir.” (42). Ricat (Gerileme) : “43. Erbirliklerini yeni dövüşlerden sıyrıltmak için yapılır. Bu amaçla mücadele fasılalandırılmalı ve e rirlikle rinin geri çekilmeleri sağlanmalıdır.” Her iki davranış ta gerilemedir. Ruptür : Savaşarak belli mev zilere çekilmedir; Ricat: dövüşü keserek belirsiz yere doğru çekil medir. Görüyoruz: Taktik en şaşırtıcı kıvraklıkta zeka, deney, enerji ister. “At, kim farkına varacak?” denemez. Yanılgı dakikasında in sanı çarpar. Stratejilerimizin taktiğe sokulmayışları ondan olsa ge rektir. TAKTİK GÜZELSANATINDA : YARATICI HÜRLÜK ve KİŞİLİKLİ BİLİM Savaşın güdümü demek olan taktik güzelsanatında: (Hürriyet + Yaratıcılık + Bilim + Kişilik) bilinci her birim ve tek erden beklenir. Askercil Savaşın yerine politik mücadeleyi önerince, strateji planı yanında taktik düşünce ve davranışların ne büyük anlam ve önem kazandığı kendiliğinden anlaşılır. Çünkü strateji, orduda bir a vuç Genelkurmay’ın bilgi - görgü - anlayış ve enerjisine kalmış bir plan iken; Taktik, ordunun ayrı ayrı her tamcüzünün, her biriminin, en büyük liderinden en küçük erine dek her kişinin bilgi - görgü - an layış ve enerjisini son kerteye dek en rasyonel (akılcıl) biçimde kul lanmasını buyurur. Taktiğin, ne denli bilim, görü, anlayış ve enerji istediğini belirt mek için en basit bir askercil elkitabına biraz toptan bakmak yeter. Adı geçen Alman Ordu Direksiyon Şefliğinin 17 Ekim 1933 günlü
YOL 114-Sosyal Anlamlı Askercil Taktik Elemanları emriyle yayınlanmış Truppenführung (H. Du. 300) : Silahlı kuvvetle rin güdümü eseri, 1939 yılı Fransızca tercümesinin ikinci baskısını yapmıştır. Böylesine evrenselce önemsenmiş bir Güdüm’ün Girişi şöyle başlar: *1. Savaşın güdümü bir güzel sanattır; hür ve doğurucu bir ey lemdir ve bilimcil tabanlar üzerine yaslanır. Kişiliğin en tam gelişimi ni pek çok ister.* Lütfen dikkat edelim. Prusya [Yunker (Ağa) - Banker - Asker] tutuculuğunun en azgın askercil (millitarist) başı, savaşın güdü münde, buyuru: “körü körüne itaat’ prensibinden önce bilime daya nan ‘ hür + doğurucu (bereketli)” güzelsanat sayıyor. Ve “Kişiliğin en tam gelişimini’ birinci madde yapıyor. Demek: ister askercil, is ter sosyal olsun savaşı yapan insan ise, orada taktiğin özü ne aşi ret veya tarikat müritliği yanut ‘ Haşan Sabbah" müritliği, ne de ■gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım" diyen “beyinsiz işgüzarlık" tır. Burjuva militarizminde (Körükörüne itaat” kimler içindir? Bili yoruz. Savaşı güdenler için değil, savaşta güdülenler içindir “güdü lenler" deyince, ordu hiyerarşisinde bunun anlamını bilmiyen yok tur. Öyleyken, güdücü kadronun her basamağında, ‘ Şıh hazretleri nin kerametine” gözü kapalı boyun eğen kullar değil: önce bilimini ve bilincini temel yapmış, son derece kişiliği gelişkin, hür ve doğu rucu savaş artistleri isteniyor. Böyle olmazsa, yapılacak en ‘dahi yane’ strateji planlan, uygulanması havada kalmış yuvarlak ukala lıklardan öteye geçemezler. KİŞİLİK : STATİK - DİNAMİK KARAKTER Kişiliğin statik karakteri: Ruh ve beden direncidir. Kişiliğin di namik karakteri: kararlı, aktif girişim, inceleme ve yararlanma yara tıcılığıdır. Kişilik sayının ve tekniğin eksiğini karşılar. Her iki karak ter kıvrak (beden-irade) eğitimiyle edinilir. Kişilik, savaş taktiği açısından başlıca 2 noktada toplanır: 1 • Karakter direnci : kişiliğin aşınmaklığını sağlar. Buna statik karak ter diyebiliriz. 2 - İnsan değeri : kişiliğin yaratıcılığını sağlar. Buna Dinamik karakter diyebiliriz. Modern ordular gibi Modern partiler de bir avuç tarikat müritle
YOL 115 rinin tekkesi değildir: En az 10-100 binlerden örgütleridir. Ve bir ge nel kurala uyar: Savaşçıların sayıları ne denli kalabalık ise, küçük birliklerin, hele tek tek savaşçıların kişilikleri, sonuç almada o denli büyük önem taşır. 1. STATİK KARAKTER.- Askerdi savaş için şöyle özetleyenir ve nedenlenir: *5. Savaş, her tek kişinin moral (ruh) ve fizik (beden) dirend güçlerini en çetin sınava uğratır. Onun için, savaş zamanı, karakter niteliklerinin zekadan çok değeri olur. Barış zamanı hiç göze çarpmıyan nice kişi vardır ki, savaş alanında kabarlıyla kendini göste rir.* Bu nedenle, elbet hem zekasını, hem beden ve ruh dayancını üstün tutan kişilik istenir. Ama, en küçük ateş sınavında bin bir ikircilik ve pısırıklık geçirip, kaçamaklı tatlı su kurnazlığı yapar kişiden se, moral ve beden gücünü yitirmiyen aşınmaz karakter dirençli ki şilik önerilir. Kimi “Parlak zeka" ların, dayanıksızlıkları, savaş ala nında büsbütün tavsatıcı olur. 2. DİNAMİK KARAKTER :- Gerek askercil, gerek sivil, siyasi savaş insanlar için, insanlarla ve insanlar-tarafından yürütülür. O nedenle, modern mücadelelerde, teknik üstünlük tek başına yeterli sayılmaz. O tekniği değerlendirecek olan güç canlı, zeki ve yaratıcı olan insandır. *10. Tekniğe rağmen insanın değeri kesinkes olur; dağınık dü zenli kavgalarda insanın önemi artar. “Savaş alanının boşluğu: aktif (feal), inisiyativi (girişim gücü) olan, her durumu ınceliyen ve kararlıca, cessurca işleyip ürünlendiren, başarının her tek kişiye bağlı olduğu kanısı ile dopdolu bulunan bir savaşçı ister.* Dinamik karakter, herşeyin tek insanda başladığına inanmış: 1 - Aktif, eylemci (Feal), 2- Girişimci (Teşebbüs kaabiliyetli); 3- Uyanık (durumu her an inceliyen); 4- Etken (net'ıce almada kararlı ve cessur)..
YOL 116-Sosyal Anlamlı Askerdi Taktik Elemanları olmaktır. Dinamik karakterin edinilmesi anadan doğma olmaz; eğitimle gelişir. Askerler için olduğu gibi Devrim erleri için de dinamik karak terin edinilmesi, kütüphane fareliği, yahut muhallebici çelebilikle sağlanamaz. 1 - “Beden terbiyeleri, idmanlar alışkanlığı": Beden tembelliği, ruh tembelliğidir. 2 - “Kendi kendine karşı sert davranış": Tatlı canına kıyamıyan, savaşçı olamaz. 3 - “İrade gücü": Kendisine, ve keyfine gücü yetmiyenin, düş manına da gücü yetemez. 4 - “Kendine güven ve cür"et": Kendine güvenen atılganlık, frensizlik değil, iradeli yiğitliktir. Devrim taktiğine girişen her sosyalist: 1 ve 2 nci maddeyle bedenini, 3 ve 4 üncü maddeyle ruhunu güçlendirirse, o zaman ger çekten devrimci, “en acıklı durumların üstesinden gelen insan" olur. O zaman, değer üstünlüğü sayıca azlığın eksiğini tamamlar. “Bir değer üstünlüğü, savaşmada, bir sayıca aşağı oluşu tela fi eder. Dövüşte değerlilik ne denli, çoksa savaş o denli enerji ve kıvraklıkla güdülür." (11) TAKTİK ÇELİŞKİLERİ VAKTİNDE YAKALAYIP KULLANMAK Taktik en som diyalektik çelişkilerin dönüştüğü alandır. En ö nemsiz belirti, ansızın en kesin karar ister. Çabuk durum yargılayışıyla en esaslı olanı yakalamak gerekir. Ciddi nedensiz karardan dönmemek kadar, yanılgı olunca yeni karar almayı da bilmelidir. Savaşın güdümü: savaş aksiyonu (eylemi) içinde taktikleşir. Aksiyon gibi taktik te hiç durmaksızın değişen ve çelişen ilişkiler kompleksidir. Her an değişen biçimleri vaktinde sezip, ölçmek ve kullanmak taktiğin birinci şartıdır. “2. Savaş aksiyonu boyuna evrim geçirir. Yeni muharebe araçları.ona daima tekrar yenilenen biçimler verir. O biçimlerin orta ya çıkışları zamanında önceden görülmeli, etkileri elifi elifine tahmin ve takdir edilmeli ve çarçabuk kullanılmalıdır." ‘44. Dövüşün iniş çı
YOL 117 kışları, çoğu kez bir döğüş biçiminden ötekine geçişi gerektirir." Bununla birlikte, karşımızdaki de insanoğludur, edeceğini giz ler. Onun için en ufak sezintiden en büyük sonuçlar hesaba katıl malıdır. Gene de taktik sürtüşmesiz ve yanılgısız olunmaz. “3. Savaş durumları sonsuz bir çeşitlilik gösterir. Bu durumlar çoğu kez ve ansızın değişiverirler ve ancak seyrek olarak öncileyinden (a priori) önceden görülebilirler. Çoğu kez hiç ağırlığı olma yan (faktörler belirlendirici bir etki yaparlar. Hasmın bağımsız irade si dost iradeye karşı çıkar. Sürtüşmeler ve yanılgılar hergünkü o laylardır.” O yüzden kimi kuralları ezberleyip tekerlemek softalığının hiç sökmiyeceği alan Taktik alanıdır. Bu alanda hiç unutulmıyacak şey: çevre şartlarını gözden kaçırmamak ve en karışık durumda en basit eylemi mantıkla ve emniyetle uygulamaktır. “4. savaş güdümünün öğretimi tüzükler (Talimatnameler) içine tümüyle sokulamaz. Tüzüklerin verdiği prensipler, çevre şartlarına adapte edilmelidirler.” "Mantıklıca güdülen basit bir eylem, amaca en emince vardıra caktır." • En az yanılmak için tek yol önyargı ile davranmamak, Karşı güçlerin prensip ve metotlarını öğrenmektir. "33. Hasımın harekatı güdüş prensiplerini ve dövüş metotlarını tanımak kararın alınışını etkileyebilir ve dövüşün güdümünü kolay laştırabilir; bu güdüm önceden edinilmiş fikirle yapılmamalıdır.” “Ge nel kural, durumun kararsızlığıdır.” (36). Böylesine değişken, oynak olan taktik alanda “karar” yok mu dur? vardır. Durum çoğu kez kararsız da olsa, yoklama üzerine ka rara varılır. “37. ... Karar bütün güçlerle, net bir hedef gütmelidir... Bir yol karar alındı mı, pek ciddi sebepler bulunmadıkça, karardan uzakla şılmamak, caymamalıdır. Bununla birlikte, Savaşın nmçıkları sıra sında, kararda inatçılaşmak bir yanlış haline gelebilir. Yeni bir kararı gerektiren çevre şartlarını ve anı ölçüp biçmek, harekatı gütmenin güzelsanatını teşkil eder."
YOL 118-Sosyal Anlamlı Askercil Taktik Elemanları ‘59. Her karardan önce bir ‘ Durumun yargılanması' (Beurtei lung der Lage) yapılır. Bu yargılama ve tartma çabuk bir zihin işi, basit ve mantık çil gözden geçirişler ister, ve bunların hepsi esaslı olan şeyle sınırlandırılmak gerekir.' ŞEFLİK TOPLULUĞU ve KARAKTERİ Şeflik : ‘ şefler topluluğu” içinde sağlam (Bilgi + Deney + Moral + İrade + Yiğitlik) eğitmenliğidir. Taktik ‘durum muhasebesinde' ve yoklayış misyonlarından sonra kararı kim alacaktır? “Şef Kişilikleri". Dikkat edelim : askercil savaş kadar matematik ve oldukça mekanik kurallı ve herşeyi te pedeki tek kişi sivriliğinde toplıyan bir alanda bile “şef” kavramı tekşef değil, ‘ şef kişilikleri” diye bir kollekt şefler topluluğu) konulur: “6. Orduların olduğu gibi silahlı birliklerin (trup) de güdümü ye tenekli şefler kişiliklerini gerektirir” denir. Askerlikte “şef” doğrudan doğruya politikada “militan" ın karşı lığı olan “subay” dır. "7. Subay, bütün alanlarda bir şef ve bir eğiticidir.” Herşeyin “körükörüne itaat" e dayandırıldığı askerlikte bile “şefliğin ne anlam taşıdığını, en militarist, en şoven Prusya Ağala rının taktik prensipleri sırasında, izlemek, herhalde kimi hotzotçu ‘ sosyalist şefler” için öğretici olur. Askercil şeflik şartlarını dağınık maddelerinden bir araya toparlarsak iki bölüme ayırabiliriz : 1 Şefin kendi kaliteleri, 2 - Emrindeki insanlarla ilişkileri. ŞEFLİK KALİTELERİ.-Kısaca şöyle sıralanır: 1 - ‘ Yüksek bilgili” olmak. 2 - Derin tecrübeli olmak. 3 - Moral değer taşımak. ı
4 - Nefsine hakimlik (ne yaptığını bilirlik) : Düşman önünde se rinkanlılık ve kararlılık. 5 - Büyük yiğitlik - cür'etlilik. Ancak, askerlikte bile bu meziyetler tek yanlı sayılır. Eğer şef
YOL 119 asıl insanlarla olan ilişkilerinde gerekli karakterlerinde samimi değil se: sadece patavatsız bir atak, hatta yarım manyak durumuna çar çabuk düşebilir. İNSAN İLİŞKİLERİNDE ÖRNEK ve YOLDAŞ OLMA UYANIKLIĞI Şef : insan tanır ve dürüst olursa sürükleyici rolü iki şarta bağlanır: 1 - Örnek (serinkanlı, kararlı, cüretli) olmak, 2 - Yoldaşlık : iyi kötü şartları paylaşıp yüreğe girmek.
İNSANLARLA İLİŞKİLER.- Şefin insanlarla ilişkilerinde birinci kertede karakteri iki ana noktada derlenir : 1 - İnsanları tanımak; 2 - İnsanlara dürüst (hakgüder : doğru) davranmak... Yani, insanı tanımak, onun zaaflarıyla oynamak için değil, kuvvetlerini geliştirmek için olur. Şefin İnsanlarla bütün öteki ilişki leri aşağı yukarı bu iki ana kaynaktan çıkar. İnsanı tanımak ve anla mak ile dürüst davranmanın uygulamada pratikçe gerçekleşmesi i ki yönde işlenerek karşılıklı güven yaratmalıdır. Karşılıklı güvencin iki yolu vardır: A. ÖRNEK olmak birinci yoldur: ‘ Subayın ve şef katlarında yeralmış askerlerin kiş içil tavırları ve emsal oluşları, birlik (trup) üzerinde kesin bir etkinlik taşır. Düş man karşısında serinkanlılık, kararlılık ve cür'et eseri ve belgesi ve ren şef, birlik insanlarını kendisiyle birlikle sürükler.” Ancak, bu meziyette, işaret ettiğimiz gibi, şefin kendi yönün de aranacak kaliteler arasına girer. B. YOLDAŞ olmak İkinci ama, en az örnek olmak kadar önemli şeflik karakteridir. Bunu, Alman militarizmi bile o kısa sert gösterişli (Spartiate!) konuşmasında anlata anlata bitiremez : ‘ Ama, der, şef dediğin, astlarının kalblerine giden yolu da bul malıdır ve astlarının duygularını ve düşüncelerini anlayışla karşıla yarak güvençlerini kazanmalıdır; öyle ki, bu yönde harcıyacağı yü-
YOL 120-Sosyal Anlamlı Askencil Taktik Elemanları rekten ilgi ve titizlik hiçbir zaman uykuya dalmalalıdır." (8) “12. Şefler, birlik insanlarıyla bir arada yaşamalı ve tehlikeleri, yoksunlukları, şenlikleri, acıları onlarla paylaşmalıdır. Ancak ve yal nız bu yoldan şefler kendi yargılamaları ve takdirleriyle, birlik insan larının dövüşkenlik değerleri ve ihtiyaçları üzerine bir kanıya varır lar. “insan yalnız kendi kendisinden sorumlu olmaz, fakat arka daşlarından da sorumludur. Kim daha güçlü yapıda ise, kim daha becerikli, kabiliyetli ise, o toy ve zayıf olanları öğretip gütmemelidir.” “İşte böyle temel esaslardandır ki, şefle insan arasında oldu ğu gibi, birliğin insanları arasında da bir o denli önem taşıyan hakiki yoldaşlık duygusu doğar.” Burjuva Ordusunda ve savaş gibi kıran kırana ateş çizgisinde bile karşılıklı güvenç'in şartı bu olunca, Politika, hem de proletarya politikası alanında alaturka ağalık, paşalık, beylik, efendilik, paşidahlık taslamaların nelere varacağı kendiliğinden anlaşılabilir. KUMANDA ÜSTÜNLÜĞÜ : TEMKİNLİ SORUMLULUK GÜVENİDİR Komuta üstünlüğünde önceden-duru görüş, bağımsız-sağlam, karar, enerjik-azimli yapış temkinliliği; objektif durumu hesaba katan sorumluluğu üzerine alma girişimi ile ataşı bir yürümelidir. Ne temkin : pozdur, ne sorumluluk : kendi başınalıktır. Güvenç yaratış üstünlüğün özüdür. Savaş “zafer" için yapılır. Zafer: (Kumandanın üstünlüğü + E rin dövüşken değeri) ile sağlanır. “Zafer için emniyetli taban : Komutan'ın üstünlüğü ile birlik in sanlarının dövüşken değeri’dir.” (11) Komuta üstünlüğü ne demektir? Herşeyden önce “yetenekli (competente) şef kişilikleri” demektir. Şefin kişilikli ve yetenekli ol duğu nereden anlaşılır? Bizim gibi derebeği artığı geri ülkelerde: poz ve çalım en yaygın “kişilik" ve “yetenek” sayılır. Gerçekte poz ve çalım, kişilğin ve yeteneğin aldatıcı paravanası bile süreklice o lamaz. Komuta üstünlüğünü sağlıyacak kişilik ve yetenek, bir sıra:
YOL 121 Görüş - Karar - Yapış içinde gösterilen temkinlilik ve Sorumlulukla belli olur. 1) G örüş’te üstünlük : 1) Duru görenin; 2) Önceden görenindir. 2) Karar'da üstünlük : 1) Bağımsızca karar verenin 2) Sıkıca sağlam karar verenindir. 3) Yapış'ta (icra'da, yürürlüğe geçirişte) üstünlük 1) Eneri gösterenin; 2) Azimlilik gösterenindir. Askerdi olsun, Sosyal olsun : savaşın kendisi bilinen kıvrak lıkta, kimidüşer, kimi kalkar. Görüşte, kararda, yapışta yeteneğin başlıca şartı ikidir : 1 - Temkinliliği bırakmamak, 2 - Sorumluluktan korkmamaktır. Savaşın gidişi ve şansı ne olursa olsun, Temkinli o luş, aslında sorumdan korkmamaktır. Onun için.g örüşü, kararı, Ya pışı doğru ve sağlam olan Komuta hiç temkinini bozmaksızın her türlü sorumluluğu gözünü kırpmadan üzerine alır. Sorumluluk deyince ne anlaşılır? Objektif durumu ve ilişkileri hiçe sayarak aklına eseni paşa keyfi için yapıverme patavatsızlığı değildir. “9. Her şef, her türlü durumlarda, kendisine düşen sorumlulu ğu üzerine almaktan korkmaksızın, herşeyi tüm kendi kişiliği ile ö demelidir. Şefin en asil kalitesi sorumluluklar duygusudur.” “Bununla birlikte, genel durumu hesaba katmaksızın, kendi başına otoritesi ile bir takım kararlar almak, yahut emirlere harfi harfine uymamak ve itaatin yerine ayrıcalı kurumluluğu geçirmek anlamında sorumluluk taslamıya kalkışılamaz. Bağımsızlık, hoşuna gideni gelişigüzel yapmıya çevrilmemelidir. tersine, büyük başarı ların tabanı sarihçe belirli sınırlar içinde kalan girişim gücü (inisiyativ) dir."
YOL 122-Sosyal Anlamlı Askercil Taktik Elemanları DÖĞClŞ«ENLİK DEĞERİ Dövüşkenlik değeri, savaş örgütünün köşetaşı disiplin : Kar şılıklı güven temeline dayanır. Disiplin uzun eğitim ve öğretimle ha zırlanır; yersiz güç israfından sakınarak korunur, vakit geçirmeyen bütün gücüyle aksiyonlar beslenir. Döğüşkenlik değeri ne demektir? İlk bakışta, dövüşkenlik değeri denildi mi göz önüne bir tek şey gelir; Disiplin. Yalnız Disiplin nedir? İşte savaş düzenleri içinde en iyi anla şılması gereken şey, disiplinin ne olduğudur. “Disiplin, ordunun kubbesini tutan köşetaşıdır. Disiplin kesin kes korunması herkes için hayırlı bir şey olur." (13). Bunca önemi olan disiplin neye dayanır? Bütün mesele orada dır. Disiplinin neye dayandığı sorulunca iki şey akla g elir: 1 - Disiplin temeli nedir? 2 - Disiplin nasıl korunur? I. DİSİPLİNİN TEMELİ.- Çok basitçe bir tek şeye dayanır : Karşılıklı Güven! “Güçlükler ve tehlike içinde disiplinin en emniyetli tabanı kar şılıklı güvendir." (7). Karşılıklı güvencin ne olduğunu ve nasıl kurulduğunu “Şeflik ve Karşılıklı Güvenç” konusunda ayrıntılarıyla gördük. O konuyu her disiplin sözünü ağzına alanın bir daha ve bir daha gözden geçir mesi gerekir. II. DİSİPLİNİ KORUMA.- deyince başlıca 3 elemanı içine a lır: A - Disiplini kurmak (Hazırlık) B - Disiplini aşındırmamak (Ekonomi) C - Disiplini geliştirmek (aksiyon).. Disiplin karşılıklı güvenç temeli üzerinde doğmak için yukarıki üç biçime göre kurulmalı, aşındırılmamak, geliştirilmelidir. A. Disipli-
YOL 123 ni Kurmak.- Uzun hazırlık çalışmalarıyla başarılır. *13. Bir savaş birliği, uzun bir eğitim ve öğretim yoluyla değil de sırf yüzeyde kalan (üstünkörü) (sathice) birleştirilmiş ise, vahim anlarda, ve beklenmedik hadiselerin baskını altında kolayca ayağı nı yerden keser. Onun için, savaş başlar başlamaz, Birlikte moral ahengin (manevi derlitopluluğun) ve disiplinin düzeltilip korumasına olduğu gibi öğretime de kesin önem verilmesi gerekir. ‘ Her şef, disiplin gevşekliğini, kaytarmaları, laçkaları, panikle ri ve başka her türlü etkileri bütün ve hatta en enerjik araçlarla ara vermeksizin şiddetlice cazalandırmak zorundadır.” B. Disiplini aşındırmamak.- Kurulu disiplini olmıyacak, değ mez, vakitsiz işlemlerle yokuşa vurdurmak boşuna harcar ve aşın dırır. “14. Birliğin gücü kesin anlarda yapılacak büyük çabalar için sapasağlam muhafaza edilmelidir.” “Dövüş içinde güçlerin harcanışı güdülen amaçla orantılı bu lunmalıdır. Gerçekleşemiyecek şeyleri ısrarla istemek, komutaya karşı olan güvence ve birliğin iyi maneviyatına zarar verir." C. Disiplinin Gelişmesi.- Hareketle olur, eylemle beslenir. Dur mak, herşey için olduğu gibi, Disiplin için de ölümdür. Aksiyon, in sanların tümünü, güçlerinin her çeşidiyle, bütün verimleri ve sürükleyicilikleriyle akın ettirmektedir. “15. En genç askerden beri, bütün basamaklarda, her türlü beden, ruh, zeka g ü ç l e r i m e kendiliğinden harekete geçmesi ısrarla istenmelidir. Her yanı tutarı bir Aksiyonda birliğin veriminin tüm kapasitesini değerlendirmenin, ve tehlikeli saatlerde bile yiğitlikleri ni muhafaza edecek, kararlılık güçlerini koruyacak, ve cesurca ey lemler içine, daha zayıf arkadaşlarını da sürükliyecek insanlar elde etmenin tek yolu ve çaresi budur.” “Böylece, azimli ve kararlı aksiyon savaş zamanı ilk aranacak şeydir. En yüksek şeften en genç ere dek her kişi, her zaman şuna inanmış olmalıdır: Aksiyonsuzluk ve zaman yitirimi, araçları seçme de yapılacak yanlışlardan daha vahim ve ağır yanılgıları teşkil e der."
KAPİTALİZM EMPERYALİZM EKONOMİ POLİTİK NOTLARI ÇIKTI... BÜTÜN KİTAPÇILARDA
Direniş y a y ın la r ı
ün
%•*