Yol Ağustos 1993 Sayı 5

Page 1

Yıl:2 Sayi:5 Fialı:20.000TL Ağuslo993

Demokratik Devrim İmkanları Açısından 1980 Sonrası Gelişmelere Bir Bakış

Üretim Sürecinin Yeniden Yapılandırılması

Sendikal Koruculuğu Nasıl Yıkacağız?

Türkiye Devrimci Hareketinde Tasfiye Süreçleri

Sol içi Çatışmalarda Devrimcilerin Tutumu Üzerine


YOL Siyasi Dergi


fchroo ¿ÇllAityilu. Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü “ ^ » t i ! /s7îj;;t*__ Adres: Çıngıraklıbostan sok. Demir apt. 19/21 Aksaray-İstanbul ,Fratt:20 QQ0Tl=-¥art Dış>- 8 DM 5 S*— ~~~» Sşbaftkasr~Aksafây BasküıSerler Matbaası


.

İçindekiler Demokratik Devrim imkanları açısından 1980 sonrası gelişmelere bir bakış............................................. 5-100 Sendikal Koruculuk Nasıl Yıkılacak?...............101-128 Türkiye Devrimci Hareketinde Tasfiye Süreçleri................................................129-152 Üretim Sürecinin Yeniden Yapılandırılması....153-166 Sol İçi Çatışmalarda Devrimcilerin Tutumu Üzerine..........................167-176


YOL 5 DEMOKRATİK DEVRİM İMKANLARI AÇISINDAN 1980 SONRASI GELİŞMELERE BİR BAKIŞ Mehmet YILMAZER 1. Bölüm: Ekonomik Durum 1992 ortalarında TÜSİAD tarafından yaptırılan bir araştırmada, 90'ların sorunu olarak öne çıkartılan konulardan ilk sırayı "sanayide yeniden ya pıla n m a " (1) almaktadır. 12 Eylül'ün de hedefi buydu. Geçen on yıla rağmen demek ki hedefe vanlamamıştır. Üstelik ekonomi yeni, derin bir tıkanış içindedir. 12 Eylül'den kısa bir süre önce "devlet 35 sente muhtaçtır'1dedirten ekonomik durum; aynı Demirel e bugün "binmişiz bir alamete gidiyoruz kıyamete" dedirtmektedir 92 başlarında umut saçan koalisyon, 1993’e "kıyamet" haberleriyle giriyor. Türkiye 50 milyar doları aşkın dış borç ve IIO trilyonu aşan iç borçla yüzyüze olduğuna göre I2 Eylül yıllarında borç yenmiştir. Şimdi, tıkanan ekonomide sorun yine aynıdır: "Kaynak yetersizliği"! Bu örtülü deyim leri anlaşılır hale getirmek istersek, devlet ve finans-kapital yeniden sermaye kıtlığı ile yüzyüzedir. I2 Eylül sermaye birikimini işçi, memur ve köylüyü olağanüstü yoksullaştırarak yaptı. Yine bu yıllarda, Türkiye "güvenli" hale gelince bir miktar yabancı sermaye aktı ve uluslararası piyasalardan kredi sağlayabildi. Şimdi bu "kaynakların" tümü I985‘lerdeki kadar kolay elde edilebilir değildir. Epeydir öne çıkan ama birtürlü adımı atılamayan iki konu: KİTlerin özelleştirilmesi ve verg i reformu mevcut tıkaniştan çıkışta yakalanacak halka olarak sunuluyor. Bunlar gerçekleştirilebilir mi? Gerçekleştirilirse bir çıkış yolu olabilir mi? Fınans-kapital sanayide yeniden yapılanm a isterken, neyi amaçlıyor? Bu sorulara cevap verebilmek ve Demokratik Devrim imkanları


YOL 6- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış açısından bazı sonuçlar çıkarabilmek için, geride bıraktığımız on yıla bugünlerin gözüyle yeniden bakalım.

Ekonomi yapısal değişikliğin neresinde? v

A 12 Eylülün birinci hedefi "ihracata yönelik bir sanayi" yapılandırmaktı. On yılda bir krize giren Türkiye ekonomisi her seferinde aynı sorunla yüzyüze geliyordu. Borcu borçla ödeyen ekonomi sonunda IMF’nin acı reçetelerine boyun eğiyordu. Türkiye sanayiinin ihtiyacı olan yatırım ve ara malları için dolar; doları elde etmek için ihracat ge­ rekliydi. 1960'larla birlikte gelişen "ithal ikamesi"ne dayanan ekonomik yapı işleyebilmek için sanayiinin her ana dalında yabancı teknik ve aramallarına gereksinim duyuyordu. Bu bağımlılık her seferinde ekonomiyi borç kıskacına sokmakta, her kıskaçtan ise ancak uluslararası finans kapitale daha büyük tavizler vererek çıkılmaktaydı. Uluslararası finans kapitalin Türkiye ekonomisini denetimi böylece basamak basamak koyulaşmıştır. "İhracata yönelik sanayii" hedefi de T.Özal'ın yaptığı bir keşif değil, bizim gibi "ithal ikamesi"ne dayalı ekonomilerin sonunda gelip dayanacakları bir konaktır. Latin Amerika, bu konağa 1970'lerde dayanmıştır. O yıllar "Brezilya mucizesi" dillerden düşmezdi. 1980'lerde ise, uluslararası sermaye çevrelerinde bir ölçüde Türkiye popüler olmuştur. Bizde de yaşanan uluslararası finans-kapital açısından bir "mucizedir". Aynı mucizeyi içerde, kızgın tavada kavrulan halklarımız bambaşka yönlerden yaşamaktadır. "İhracata yönelik sanayi"nin bizdeki durumuna gelmeden bu olgunun dünya ekonomisi açısından anlamına değinmeliyiz. Bu adım, "ithal ikamesine" dayalı ekonomilerin atmak zorunda oldukları bir adımdır. İthal ettiği yatırım ve ara mallarıyla gelişmiş merkezlere bağlanan ekonomi, bizzat bu tekniği yenileyebilmek için hatta ekonominin en temel girdilerini sağlayabilmek için dolar bulmak zorundadır. Doları ise, dış kredi olarak elde etmenin sınırlarına dayanılınca, mal ihracatıyla elde etmekten başka yol kalmamaktadır. Bu ise, dünya ticaretinde bir genişlemeyi gerektirir. Türkiye, dünya pazarındaki


YOL 7 payını büyütmedikçe ihracatını arttıramaz. Emperyalizme bağımlı ülkelerin kaçınılmazca ihracata yönelmeleri, dünya kapitalist pazarı açısından yeni sorunlar yaratır. Dünya pazarındaki ülkelerin birbiri aleyhine kavgası yoğunlaşacak; aynı zamanda dünya ticaret hacminin genişlemesi gerekecektir. Üçüncü dünya ülkelerinin böyle birbiri ardısıra dünya pazarına girmeleri bazı önemli sonuçlar yaratmaktadır. Birincisi, bazı sanayi kolları üçüncü dünyaya akmaktadır. Daha çok emek yoğun alanlardaki sanayi, işgücünün ucuz olduğu ülkelere yönelmekte, burada sınıflar savaşını kızıştırarak başta "avantaj" olan ucuz işgücü gderek pahalanmaktadır. İkinci olarak, ucuz işgücü avantajının azalmasıyla birlikte ve uluslararası piyasalarda rekabet edebilmek için bu ülkelere en son teknik-sınırlı ölçülerde de olsa- uzun yıllar beklemekten gelmektedir. Üçüncü olarak, bu ülkelerin mali sistemi 1960'larla kıyaslanmayacak ölçüde uluslararası finans merkezlerinin doğrudan kontrolüne girmektedir. Dördüncü olarak, bu ülkelere dayatılan meta ve sermaye için serbest dolaşım, aynı ölçüde meta olan işgücüne tanınmamakta, mallar için kalkan sınırlar insanlar için yükselmektedir. Sonuncu olarak, bu gelişim, kapitalist merkezlerle üçüncü dünya ülkeleri arasında ara halkalar yaratmakta, bazı üçüncü dünya ülkelerini gelişmiş ülkelere yaklaştırmaktadır. Bu sözde yaklaşımın uzun ve sancılı yollardan katedildiği açıktır. Fakat bunun kadar açık olan diğer yön, üçüncü dünyanın kendi içinde keskin saflaşmalara uğramış olmasıdır lurkiye'nin konumunu bu açıdan değerlendirmeden önce 1980 onrasında yaşanan ve yaşanamayan değişimlere bakalım. Bu konuda, çok sözü edildiği için "ihracat"tan başlamalıyız. Sonra tm uç göstergelerin ardındaki gerçeklere ulaşabiliriz. İhracatta, ı, irim ürünlerinden "imalat sanayi" ürünlerine doğru kesin bir dönüş ı |i ırçekleşmiştir. 1973 de toplam ihracat içinde tarımın payı %63,2'den l ■ıiifi'de %20,1 'e gerilerken, imalat sanayinin payı %32,5’den %76,7'ye yükselmiştir. (2) İhracatta üçüncü kalem olan madencilikte önemli I hi değişim olmamıştır. İhracatta artışın, pek çok teşvikle gerçekleştirildiği artık bilinen


YOL 8- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış bir hikayedir. Dönemsel değişiklikler yaratan teşvikler sonsuza dek süremeyeceği için önemli olan ekonomideki yapısal değişimdir. Sırf ihracatın görünen rakamlarına bakıldığında yanıltıcı bazı sonuçlara varmak mümkündür. İmalat sanayi ürünlerinin ihracattaki payının artması neye denk düşmektedir? Dönemin politikacıları övünçle "Türkiye, 1975'te 890 mal çeşidini 80 ülkeye ihraç ederken, 1987yılında 3800 malı 123 ülkeye ihraç etmeye başlamıştır"(3) diyebilmektedir. Bir "gelişme" olduğu açıktır. Onun karakterini yakalayabilmek için bir adım daha ileriye gi­ delim. "1980'li yıllarda giderek hızlanan tempo ile dokuma, giyim, deri, cam ve gıda sanayi" ürünleri ihracatında artış yaşanmıştır. Dokuma-giyim alanında 1980 sonrası net ihracat/üretimoranında yaklaşık dört kat bir artış olmuştur. İhracat artışında dokuma- giyim sanayi öncü hale gelmiştir. Hemen hemen aynı oranda ikinci artış deri sanayi alanında yaşanmıştır. Camdaki artış iki kat, gıda sanayi net ih­ racat/üretim oranlarındaki artış ise 1,5 kat seviyesinde kalmıştır. (4) İhracat artışını sürükleyen dört ana sektör budur. Türkiye sanayinin kanserli alanları olan ara ve yatırım malları sanayilerine geçince tablo tamamiyle değişmektedir. Ara mallardan kağıt sanayinde ekonominin ithalatçı konumu 1,5 kat kötüleşmiş; demir dışı metaller alanında ise kötüleşme 2,5 kat olmuştur. Yatırım malları sanayine gelince, 1980 sonrası hemen hiçbir düzelme olmamış, ekonominin net ithalatçı durumu devam etmiştir. Elektrikli, elektriksiz makinalar ve meslek bilim aletleri alanında ithalat artarak devam etmiştir. "Madeni eşya hariç, bütün mühendislik sanayilerinde net ithalatçı olma durumu giderek kökleşme eğilimindedir." (5) İhracat yönünden baktığımızda 1980 sonrası ekonomideki değişim dokuma-giyim, deri, gıda gibi birkaç alanda sınırlı kalmıştır. Bu görüntüden öteye gidebilmek için ekonomide yapısal duruma bakmalıyız.


YOL 9 SANAYİDE YAPISAL DURUM Ekonominin genel yapısal değişiminde 1980 sonrası çarpıcı bir gelişme olmamıştır. Toplam üretilen değerde tarımın payı göreli olarak azalmaktadır. Bu göreli azalma hızı 1970-80 arasında diğer dönemlere göre biraz yavaşlamıştır.

Tarım Sanayi Hizmet

Tablo 1 Toplam üretimde Sektör Payları (%) 1970 1980 1990 1960 17,4 37,5 25,9 22,3 15,7 21,7 28,7 23,3 52,4 46,8 54,4 53,9

Öte yandan dikkat çeken yön, Türkiye gibi bilgi teknolojisinde geri olan bir ülkede hizmet sektöründeki şişme, pratikte bankacılık ve ticarette bir artışa denk düşer. Sanayi sektöründe bir artış, beraberinde spekülasyon "sanayinde" de bir hızlanışı getiriyor. Bu genel değişimin yanında imalat sanayiin iç yapısındaki gelişmeler önem kazanmaktadır. Tablo 2de görüldüğü gibi imalat sanayi yapısında sınırlı bazı değişimler yaşanmıştır. İmalat sanayi içinde göreli olarak tüketim mallarının payı azalırken ara mallarının payı yükselmiştir.

Tüketim malları Ara mallar Yatırım Malları

Tablo 2 İmalat Sanayi Bileşimi 1989 1976 45,4 36,1 47,8 40,3 16,1 14,3

Bu tablo sanki ihracattaki gelişimle ters düşmektedir. Dokuma-giyim sanayinin içinde bulunduğu tüketim malları alanı, ihracattaki gelişmeye rağmen göreli olarak ara mallarının gerisinde kalmıştır. Buradan ihracatta sürükleyici sektörolarak görünen tekstil alanındaki üretim artışının, imalat sanayi toplami içinde bir yapısal değişim görünümünü yaratabilecek seviyede olmadığı ortaya çıkar. İhracat .ııtışı henüz sanayi yapısının bilinen oranlarında çarpıcı bir değişime


YOL 10- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış yol açamamaktadır. Ara mallarındaki artışa gelince, bu alanda deri ve kimya ürünleri dışında göreli olarak artan iki kalem, taş toprak ürünleri ve demir çeliktir. Bunun anlamı ise çok açıktır. "Konut-yatırımlarının toplam yatırımlar içindeki payı %25'e çıkmıştır. Son 10yılın getirdiği kentleşmenin kaçınılmaz sonucu olarak konut yatırımlarında büyük bir artış var" ( 6)

Türkiye'nin dağı taşı bina olup nasıl kentleşme ve sosyal yaşam özellikle son on yılda deforme olduysa, kaçınılmaz bir şekikde ekonomik yapı da benzer biçimde bozulmaya uğramıştır. "İhracat seferberliklerine" rağmen, ekonominin rakamlarınakonut patlamasının sonuçları yansımakladır. İşte bir "yapısal değişim"! Ara malları sanayi söz konusu olunca, 1980 öncesi yaşanan j bir değişime dikkat çekmeliyiz. " 1980'e gelindiğinde ise, devlet sanayii esas olarak ara mallara yönelm iştir ve kamu kesiminde sağlanan üretim değerinin 2/3'si bu alt-kesimde yığılmıştır. Böylece, devlet sanayii, ekonominin diğer alanlarına ve öncelikle özel sektöre temel girdileri sağlama işlevi yüklenmiş ve bu nedenle K irle rin fiyat politikası çok önemli bölüşüm ve kaynak tahsisi sonuçları yaratan kritik bir karar ve çekişme alanı haline gelm iştir. " (7) Devlet sanayi içinde ara mallarının payı 1963'de %36,5 iken 1980'de bu oran %64,5'e tırmanmıştır. KIT'lerin özelleştirilmesi tartışmaları bu gerçeklikten bağımsız değildir. "KİT, ilk kuruluş yıllarında temel tüketim malları üreten sanayilerin kurulmasını üstleniyordu. Özellikle dokuma, içki ve tütün sanayiinde ilk KİT önemli üretim artışları sağılıyordu. Daha sonra 1950'li ve özellikle 1960'h yıllarda, KIT'in ara mallan denilen kağıt, çimento, demir-çelik gübre ve petro-kimya üretimine yöneldiği görülüyor.” (8)

İlk aşamada, Osmanii artığı kapitalistlerin yeteneği ticaretle sınırlı iken, devlet, tüketim malları sanayiinde yol açmıştır. Bu süreç şimdi ikinci aşamasına dayanıyor. Palazlanan finans kapital ara malları


YOL 11 sanayiind edevletin açtığı yoldan yürüyecektir. İmalat sanayinde bir yapısal değişimden söz edilecekse o da budur. Yoksa ihracattaki tekstil "patlamasını" rakamların dilinde, bir konut patlaması olmamışa çevirebilmektedir. Bir anlamda sanayi yapısında köklü bir kayma, değişim yaşanmamıştır. Fakat tüketim malları sanayiinden sonra, ara mallan sanayiinde devlet sermayesinin tasfiyesi önemli bir yapısal değişim olacaktır. Bunun henüz sancıları yaşanıyor, pratik adımlarsa oldukça yavaş atılmaktadır. İhracat teşvikleriyle geçen on yılda, sırf parasal uygulamalarla yönetilen sanayide önemli bir yapısal değişim yaşanmamıştır. Devlet ya da özel sektör oluşuna bakmaksızın sanayinin üç ana sektöründe tüketim malları, ara mallar, yatırım malları- belirgin bir kayma olmamıştır. İhracat değil, inşaat patlamasından dolayı ara malları sanayiinde 7 puanlık bir artış gerçekleşmiştir. Bu sözde artış, burjuva iktisatçıların bile tatmin etmemiştir. "Üretken yatırımlar düşüyor, bu arada tarım yatırımlan da düşüyor. Üretken olmayan yaytırım lar ise artıyor" (9) Türkiye, Güney Kore'ye çok özeniyor, 1950'lerdeki "Küçük Amerika" hayali Menderes'le birlikde Yassıada'da ipe çekilince geriye Kore örneğine razı olmak kalmışır. Fakat Kore sanayi içinde, yatırım malları sanayiinin payı %31'dir. Türkiye'nin tam iki katıdır. Finans kapital, yatırım mallan sanayiini geliştirmek biryana ara malları sanayiinde devlet sermayesini ucuza kapatmaya uğraşıyor. Böyle bir "yapısal değişim" yaşanacağa benziyor; yaşansa da bu değişim ekonominin tıkanma noktalarına bir çare olabilir mi? Bu soruyu cevaplamayı da bölümün sonuna bırakarak, sanayi yapısında değişim için önemli göstergeler olan sabit sermaye yatırım eğilimine ve verimlilikteki değişime bakalım. 12 Eylül, Türkiye ortamını sermaye için ideal hale getirmiştir. Bu koşullarda üretim tekniğini yenilemede hangi adımlar atılabilmiştir? Katma değerden sabit sermaye yatırımlarına ayrılan payın yıllara göre değişimi (Tablo 3) incelenince ortaya beklenenin tam tersi hır manzara çıkmaktadır.


YOL 12- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış Tablo 3 İmalat Sanayi Yatırım Eğilimi 1971

1975

1980

1983

1985

100,0

187,6

58,8

75,2

146,2 103,3 93,5

1987 1989

(1991 Petrol-iş Yıllığı) Yatırım eğilimi yalnızca 1985'le 1970 seviyesini aşmıştır, 1980 sonrasının diğer yıllarında 1970 seviyesinin altında kalmıştır. Askerlerin tüm gayretine rağmen nazlı sermaye imalat sanayi alanında yatırıma dönüşmemiştir. Artan ihracatın karşılanması iki yolla olmuştur. Atıl kapasiteler kullanılmıştır. "Kişi başına üründe 1981-86 yıllarında kaydedilen toplam % 30,7lik artışın hemen hemen tümü kapasite kullanımındaki artışların sonucudur. Halen Türkiye imalat sanayimdeki kapasite kullanım oranlarının alışılmışın çok üstündeki düzeylere yükseldiği ve yatırım hacminin 1970lere göre gerilediği hatırlanırsa, 1987'den sonra 1980-86'dakine benzer bir gelişme hızı beklenmemesi ge re kir."(10) 12 Eylül'ün sağladığı "güvenlik" şimdilik yalnızca atıl kapasiteleri harekete geçirebi Imişti r. İhracat artışının karşılandığı ikinci yol "iç talebin kısılmasıdır". "Türkiye’de gerçekleştirilen ihracat artışı" yeni kapasite yaratılmasından değil, atıl kapasitenin kullanıım ve iç talebin kısılması suretiyle gerçekleştirilmiştir." Atıl kapasite kullanımı ve iç talebin kısıtlanmasıyla arttırılan ihracat sanayide bir yapı değişimi sonucunu doğurmamıştır. "Mali teşvikler, vergi iadesi, vergi istisnaları... ihracatın pazarlama yönünü teşvik ediyor, üretim yönünü teşvik etmiyor" (11) İmalat sanayi yatırımlannın iç dağılımına bakılınca durumun özellikleri daha iyi ortaya çıkmaktadır.


YOL 13

Tablo 4 İmalat Sanayi Sabit Sermaye Yatırımları (1987 Fiyatlarıyla) (milyar TL) 1976

1978 1980

1982 1984

1986 1988

Kam u

Tüketim malları 339 302 289 251 198 Sınai ara malları 1249 1254 1464 1155 741 Mühendislik 141 123 104 Sanayi 132 153

107

94

591

227

71

38

Özel

Tüketim Malları 536 Sınai ara mallar 912 Mühendislik Sanayi 451

381

220

289

419

479

453

866

689

684

778

793

775

430

199

203

319

431

506

Toplam 3619 3387 3002

2705

2559

2472 2093

Yatırımlarda genel olarak gerilemenin yanında, bazı eğilimler özellikle dikkat çekicidir. Devlet tüketim mallan alanından hızla çekilmektedir. Yatırım miktarı 1976'dan 1988'e 3,5 kat gerilemiştir. Bundan da ilginci, ara malları sanayiine sermaye yatırımının ise daha hızlı bir gerileme göstermesidir; 1976'dan 1988'e kadar sabit sermaye yatırımı 5,5 kat düşmüştür. Daha önce tesbıt edilen "yapı değişiminin" burada da bir kanıtına rastlıyoruz. Devlet tüketim malları sanayiinden zaten çekilmiştir. O nedenle bu alandaki yatırım rakamlarının düşük olması bir bakıma doğaldır. Fakat 1980'lerle yeni bir süreç başlamıştır. Devlet ara malları sanayiindeki yerini de özel finans kapitale terketmeye başlamıştır.


YOL 14- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış Özel sektör açısından rakamlar, 1980 sonrasının yeni yatırım dönemi olmadığını, atıl kapasitelerin kullanılmasıyla yetinıldığini bir kere daha doğrulamaktadır. Yatırımlardaki gerileme, tüketim malları ve ara malları alanında hemen hemen aynı orandadır, 1,2 kat bir gerileme olmuştur. Mühendislik sanayiinde (yatırım mallan sanayi) devlet yatırımlarında 3,5 kat bir gerileme gözlenirken; özel sektörde bu alandaki yatırımlar 1978 sonrası sürekli düşmüş, 1986'da yeniden bir kıpırdama olmuştur. Eğer bu veriler yanıltıcı değilse devlet bu alandan da bir çekilme sürecine girmiştir. Bilindiği gibi 1980 sonrası devlet yatırımları biraz da ortak pazar standartlarını tutturma kaygısıyla "enerji, haberleşme, ulaşım ve belediye alt yapılarında" (12) yoğunlaşmıştır. Sonuç olarak, 1980 sonrası süreçte imalat sanayiinde hemen hiçbir teknik yenilenme yaşanmamıştır. İhracattaki tekstil öncülüğü başlıca iki temele dayanmış, rekabet gücünü teknik yenilenmeden değil, ihracat teşvikleri ve 12 Eylülün yoksullaştırdığı ucuz işgücünden almıştır. 1988'ler sonrası ise, bu iki sözde avantaj her geçen yıl erimiştir. O nedenle, TÜSlAD'ın 1992 ortasında yeniden eski hedefi tekrarlaması gündemin önüne "sanayide yeniden yapılanma"y ı çıkartması boşuna değildir. Tüm çalışanlar başına gerçek katma değer oranına bakılarak hesaplanan verimlilik. 1980 sorası ucuzlatılan işgücü sayesinde biraz kıplrdamıştır. Verimliliğin yıldan yıla değişiminde 1970'i 100 kabul edersek, 1980'de verimlilikteki değişme 90,2'dir. Bir gerileme vardır. 1984'te 105,1'e doğru bir kıpırdanış olmuştur. 1989'da 154,4’e varmıştır. Bu rakamlar açıkça, "Türkiye'nin 1980'liyılardaki uzmanlaşma yöneliminin beceri ve sermaye yoğun ürünler doğnıltusurıda olmadığının somut belirtisidir Bir başka deyişle, Türkiye teknolojisi görece basit ve kaba olan sektörlerde uzmanlaşmıştır ve uzmanlaşmayı bu doğrultuda sürdürmektedir :"(13) Bu veriler ışığında, "yapı değişikliğinin neresindeyiz?" sorusuna,


YOU 5 bizzat fi nans kapital tarafından verilen cevapları daha açık biçimde yorumlayabiliriz. ' Uygulanan model, mevcut sanayi yapısını dış pazarlara yöneltmekte başarılı olmuş, ancak söz konusu atılımı sürekli kılacak yatırım hamlesini beraberinde getirememiştir. 19801i yılları yatırım performansı açısından başarılı yıllar olarak nitelendirmek güçtür. Sınai mallan ihracatının yapısındaki durgunluk ve sınırlı değişim, ihracata dönük sanayi kesimlerinde yeterli düzeyde yatırım yapılamamış olması ile yakından ilgilidir. 1990 ların başında ihracata yönelik sanayileşmenin daha zor bir aşamasına gelm iş bulunuyoruz. "(14) 1990'lar ihracat yönellik sanayileşmenin "daha zor bir aşaması" olacaktır. Aslında gerçek sorunlar şimdi başlamaktadır Teşviklerle yaratılan ihracat artışı artık sanayi yapısında bir değişim ile temeflendrilmezse ekonomi daha elerin yapısal bir "borç krizi"yle yeniden yüzyüze gelecektir. Aslında böyle bir krizin içine son birkaç yıldır girmiştir. 1988'de ekonomideki durumu değerlendirirken espirili üslubuyla A.Savaş Akat şöyle di­ yordu: ”Kapalı ekonomiden, ihracat yapan bir ekonomiye geçiş dönemi pahalı fiyatı olan bir şeydir. İşte bu fiyatı Batı ödemiştir. Bunu unutmayın. İkincisi, petrol üretici ülkeler ödemiştir; iki senede 3 milyar dolar bir faturayı da onlar ödemiş oldular. Üçüncüsü de Türkiye içindeki faturasını da çalşanlar ödedi; bunu çok net görmek lazım. Çalışanlar, artık yavaş yavaş bunu ödemeyeceklerini çeşitli biçimlerde ifade etmeye başladılar; yani toplumda genel bir direnme havası seziliyor Restructing 500 sene sürmez, üç sene beş senedir. 5 sene doldu tamam. Yaptın yaptın, yapamadın yapamadın, pam uk eller cebe indi artık.” (15) "Pamuk ellerin cebe inmesi" gerektiği anda, Türkiye'de sınıflar savaşı başka yönden esmeye başlamıştır. " 1987yılı birçok açıdan dönüm noktası olarak ortaya çıkmaktadır. 1980'li yılların yapısal uyum politikalarından olumsuz olarak etkilenen gruplar olarak nitelendirebileceğimiz 'ücretli kesim', 'tarım kesim i' ve bir ölçüde 'küçük sanayici kesim i' milli gelirden daha yüksek


YOL 16- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış bir pay alabilmek için tekrar harekete geçmişler ve giderek önemli bir baskı tabanı oluşturmuşlardır... 1987'den sonra, 1970'H yıllar düzeyinde olmasa bile, istikrarsız b ir siyasal ortamın ve bölüşüm sorunlarının tekrar gündeme gelmesi, ekonomiye temel makro dengelerin sarsılması yoluyla yansımış, enflasyon ve kamu açıklan ciddi boyutlara ulaşmıştır." (16) "Yapısal değişim" çığlıkları atan finans kapitalin mantığında hiçbir değişim yoktur. Tam sanayide bir yapısal değişime girişmek üzereyken, "ücretli kesim", Tarım kesimi" ve "küçük sanayici kesimi" baş kaldırmıştır! On yıl öncesinin kısır döngüsüne yeniden dönülmüştür! Hiç şüphesiz aynı yolu bir kere daha yürümeye kimse niyetli değildir. 12 Mart finans kapitale 3-4 yıllık bir "sessiz" dönem sağlayabilmişti 12 Eylül ise 8-9 yıl, taşları bağlamış, köpekleri insanlarımızın üzerine salmıştır. Neden bu dönemde yapılan sermaye birimi, sanayi yatırımlanna akmayıp inşaat, ticaret, bankacılık alanlarına akmıştır? Türkiye finans kapitali uzun vadeli çıkarlara kendini disipline edemeyecek kadar hazıryiyici bir geleneğe sahiptir. Aynı zamanda, böyle uzun vadeli program ları henüz taşıyam ayacak kadar

güçsüzdür. 1987'deki dönüşün, yapısal değişimi engellediğini söylemeye çalışan finans kapital sözcüleri, bu dönemde neden imalat sanayi yatırımlarının artmadığına cevap vermeye kalkışmıyorlar. O noktada, kendi rezilliklerini anlatmak zorunda kalırlardı. Bu düğüm noktasında bir gerçeklik ortaya çıkmaktadır. Finans-kap'ital, kendi ekonomik çıkarları için gerekli adımları ataıken kaçınılmaz bir şekilde işçi sınıfı ve halk yığınlarıyla çatışacaktır. Çünkü her kriz yeni sermaye birikimiyle aşılabilir; kriz içinde sermaye birikiminin yığınlar açısından anlamı ise yoksullaşmadır. Aynı zamanda her krizin aşılması finans-kapitalin kendi kendisiyle hesaplaşmasını da gündeme getirir. Bu hesaplaşma, halk yığınları zoraltında tutulduğu müddetçe genellikle yeteri rasyonellikte yapılamaz. Yığınların tepkisinin olmadığı ortamda, düzende spekülatif eğilimler artar. Öte yandan, yığınlara


YOL17 uygulanan zordan kaynaklanan, gelecekte bir fırtına beklentisi, her türlü uzun vadeli yönelişi köreltir. Bu kısırdöngünün mimarı tekelci finans kapitaldir. Karlar spekülatif alanlara kaydıkça üretim daralır, bu ise düzenin kalıplarını kıracak sınıf savaşlarına kapı açar. 1987 dönüşünden dert yanan finans kapital, aslında kendi spekülatif özünden bir türlü kopamadığını bir kere daha ilan etmiş oluyor. Kendisiyle hesaplaşma yeteneğini gösteremeyince, "ücretli kesim", "tarım kesimi" ve "küçük sanayici kesimi"nin "milli gelirden daha yüksek bir pay alabilmek için tekrar harekete geçme"sine tahammül edemiyor. "Yapısal değişirrî'de tıkanma noktası finans kapitalin kendi özünde yatmaktadır. Halk yığınlarından her seferinde yeniden "bir şans daha" istemesiyle, kendi değişim şansını daraltıyor. "Pamuk eller cebe" inemeyip, her seferinde yığınların cebine girdikçe yapısal bir değişimin ancak bir d e vrim le başarılabileceği daha iyi ortaya çıkıyor. Sonuç olarak, ekonomi henüz bir yapısal değişim yaşamamıştır. Sanayide yeniden yapılanmadan kasıt, parasal teşvik ve zor altında tutulan ucuz işgücü avantajından çok, "yeni teknolojiler uygulayan yatırımlar demek olan bir gelişme" (M ) olduğuna göre, bu henüz 1990'ların sorunu olarak durmaktadır.

GERÇEKLEŞEN DEĞİŞİMLER NELERDİR? 12 Eylül le başlayan süreç kendi koyduğu hedefe henüz varamamıştır. Türkiye henüz "ihracata yönelik bir sanayiye", yani rekabet gücü taşıyan bir sanayiye sahip değildir. Buna rağmen, Türkiye ekonomisinde 12 Eylül'le birlikte hiçbir değişme olmamıştır demek tam bir körlük olurdu. Çok önemli değişmeler olmuştur. Bu değişimleri iki ana başlıkta toplamak mümkündür. İlki, finans kapitalin kendi iç yapısında yaşanan değişimdir: diğeri şehir ve kır ekonomi ilişkilerindeki değişmedir Finans kapitainkend iç yapısındaki değışimbirkelimeyleözetlenebiSrse: rantiyeie şm e d ir. y 1979'da 100 olan banka karları 1987'de 1310 olmuştur. On yıl


yol 18- 80

Sonrası Gelişmelere Bakış

geçmeden 13 kat artmıştır. Bir başka açıdan bakıldığında 1977'de gayri-safi hasıla içinde ancak % 0,8 olan reel faiz gelirleri, 1987'de %14,1'e tırmanmıştır. Bu oran, tüm kır gelirlerinin gayri-safi hasıla içindeki payı olan % 17,6 ile karşılaştırılırsa, korkunçluğu anlaşılır. Gerçek faiz gelirleri on yılda 17,6 kat artarak, tüm tarımın milli gelirden aldığı paya yaklaşmıştır. Faiz gelirlerinin 12 Eylül sonrası moda olan bankerlere gitmediği açıktır. Onlar, büyük finans kuruluşları ile orta halli halk tabakaları arasında basit aracılardır. Bu rantıyeleşmeye karşılık sanayiden elde edilen kar oranları aynı derecede parlak değildir. "Karlılık oranlarında da -bu 100 büyük firmadan bah­ sediyorum- 1979 yılından 1986 yılına kadar 500 firma içinde yer almış firmalarda karın öz sermayeye oran 1979da 46,23 iken, 1986da 32,93'e düşüyor" (18) 1980'lar boyunca sanayide bir türlü yatırım olmamasının en önemli nedenlerinden biri kar oranlarında düşmedir. Kar kitlesinde artış olmuştur, fakat kar oranlarında bir artış olduğu şüphelidir. Teknik yenilenme ve avantajlı yeni dış pazarlar olmadığına göre, kar oranını etkileyebilecek tek faktör ucuz işgücü kalıyor. 1980 sonrası işçi çok ucuzlatıldı, ama buna karşılık para kiralamanın maliyeti arttı. Ege sanayicilerinde E.Faralyalı şöyle diyor: "Şu anda Türkiyedeki işletmelerde faizin payı emeğin aldığı payın iki katına ulaştı. İş ve re n le r zam artı faiz kıskacına girm işlerdir." Eski TÜSİAD başkanı Cem Boynerdeaynı konudan şikayetçidir: "Hükümetin, kaynakları önemli ölçüde rant sektörüne, rantiye sınıfına kaydırdığı kanaatindeyim. Sanayici sanayicilik yapmaktansa, kaynaklarını sanayiden ticaretten çekip rant sektörüne yatırmayı tercih etmiştir. " (19) Dünya finans kapitalinin, özellikle 1970'lerde girdiği bu eğilim, doğrudan yatırım yerine faiz vurgununu tercih etmek, benzer biçimde Türkiye'de de yaşanmaktadır. Böyle bir şey ancak mali kaynakların


YOL19 tekelci yapıda olmasıyla mümkün olabilir. Türkiye'de, finans kapitalin tarihi eskidir. Ancak göze batar ölçüde palazlandığı yıllar ise 1965'ler sonrasıdır. 1980’lende ise spekülasyonunu tüm ekonomiye yayabilecek boyutlara varmıştır. Ekonomide ilk önemli değişim budur. Finans kapitalin rantiyeliği öncesiyle kıyaslanmayacak boyutlarda artmıştır. Şüphesiz, ekonominin mantığı açısından, artı değer üretilmedikçe, paylaşım olmaz. Faiz, artı değerden para sahibinin aldığı paydır. Günümüzde yeniden "kaynak yetersizliği" çığlıklarının atılmasının bir nedeni de budur. Zayıf üretim temeli üzerinde, 50 milyar doları aşkın dış borcun ve 110 trilyondan fazla iç borcun sırf faiz ödemeleri, "kaynakların" tükenmesine neden olmaktadır. İkinci ö n e m li d e ğ iş im , ş e h ir-k ır e k o n o m ik iliş k ile rin d e yaşanmıştır. İç ticaret hadleri tarım aleyhine 1977'den itibaren bir bozulmaya uğramıştır. 1989'a gelindiğinde bu bozulmada bir düzelme olmamıştır. "Bu dahi tek başına olağandışı bir gelişmedir; zira önceki tüm dönemlere ilişkin bulgular, iç ticaret hadlerinde beş altı yıllık bozulmaların benzer süreli düzelmelerle telafi edildiğini göstermekte iken, 1977'yi izleyen fiyat çöküntüsü 10-12 yıl sonra hala telafi edilmiş değildir.

Tablo 5 Yıllar 1970 Ticaret hadleri 100

1977 97,2

1980 62,7

1985 63,3

1987 61,0

Gerçekten de Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye köylüsü bu derecede ağır ve uzun süreli bir diğer fiyat şoku ile karşılaşmamıştır. 1978-89 dönem i ile karşılaştırılabilecek tek dönem büyük buhranı izleyen 1930'lu yıllardır.” (20) Bü büyük vurgunun sonucu olarak 1977-89 döneminde tarım yapılan yatırımlar %56 oranında gerilem iştir." Son yıllarda zengin köylülerin giderek artan oranlarda tarım dışına kaynak aktardıklarını bunların minibüs alımı, dükkan açma biçimlerinde ulaştırma ve ticaret sektörlerine yatırımlar ya da kasabada gayrı menkul edinme biçimleri


YOL 20- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış içinde ortaya çıktığını gösteriyor. " (ay) 1980 sonrası olanları fiyat çöküşü açısından Boratav 1930'lu yıllarla karşılaştırıyor Bu yönde, kırlardaki ikinci büyük altüstlüğü sergileyebilmek için nüfus göçünü de 1950'lerle karşılaştırabiliriz. Tek parti döneminde şehir nüfusu neredeyse oran olarak %25'lerde, 23 yıl boyunca, sabit kalmıştır. Toplam yıllık nüfus artışı (%2,3) ile şehirlerin nüfus artışı (%2,5) hemen hemen aynı oranda sey­ retmiştir. 1950'lerle birlikte kır yaşamında bir fırtına başlamıştır. 1960'a gelindiğinde şehirlerde yaşayanlar %31,9'a ulaşmıştır. Daha ilginci aynı on yıllık dönemde toplam nüfus yıllık artış oranı %3,2 iken, şehirlerdeki yığılma %6,9'lük bir hızla yaşanmıştır. Şehirlere göç nüfus artış hızını 2,2 kat aşmıştır.

Tablo 6 Yıllar 1927 1950 1960 1970 1980 1990

Şehir Nüfusu(%) 24,2 25,0 31,9 38,5 43,9 59,0

Şehir Nüfusu Yıllık Ariış(%) -

2,5 6,9 5,5 4,3 7,0

Toplam Nüfus Yıllık Artış (%) 2,3 3,2 2,8 2,6 2,6

(DİE 1923-1990 İstatistikleri) Sonraki yıllarda, 1980'e kadar şehirlere göç devam etmiş fakat yıllık artış hızı yavaşlamıştır. 1960-70 arası şehirlerde yıllık artış %5,5; 1970-80 arası ise %4,3 olmuştur. 1980'le birlikte, 1950'lerdekinden daha hızlı bir nüfus depremiyle yüzyüzeyiz. 1980-90 arası yıllık nüfus artış hızı aşağı yukarı aynı oranlarda, %2,6 seviyesinde kalırken; şehirlerin artış oranı %7'ye sıçramıştır. Şehirler, genel nüfustan 2,7 kat hızlı büyümüştür. 1990'larla birlikte artık Türkiye nüfusunun yarısından fazlası (%59,0) şehirlerde


YOL 21 yaşamaya başlamıştır. İnşaat sektöründe neden bir patlamanın yaşandığı anlaşılıyor. Bu büyük nüfus göçünün anlamı nedir? Tek sözcükle, yeni para ve fiyat politikalarıyla küçük ve orta köylülüğün bir bölümünü iflas ettirilerek, kırlardan şehirlere (finans kapitalin banka merkezlerine) oldukça radikal bir biçimde sermaye transferidir. Cumhuriyet tarihinde ikinci büyük nüfus altüstlüğünün yaşanması kapitalizmin genel gelişiminde yeni bir basamağın çıkıldığının işaretidir. İlkinde, kırda kapitalizmin durgun gelişimi son bulmuş, sancılı bir yoldan da olsa tek parti dönemiyle kıyaslanmayacak ölçüde bir hız kazanmıştır. Aynı zamanda finans kapital k irv e kasabalardaki tefeci bezirgan sermayeyi bu gelişimin aktörü haline getirmiş, bunları bayiler ağı ile de kendine bağlamıştır. İkinci gelişimde, sınıfların ittifakı anlamında yeni bir gelişme yoktur. Ancak kırda sermaye birikimini sağlamaya yardım eden bu arada orta köylülüğün de ekonomik durumuna cılız bir şekilde de olsa etkisi olan taban fiyatı, düşük faiz uygulamalarına son verilerek, kırdaki saflaşma iyice hızlandırılmıştır. Öte yandan, taşra burjuvazi.si, Suudi sermayesinin de yardımıyla daha fazla palazlanmıştır Batı yaşamına tutkun finans kapitalin hemen dış halkasında İslam geleneklerine tutkun taşra burjuvazisi daha güçlü bir şekilde dizilmektedir. Sonuç olarak, kırlardaki bu ikinci önemli altüstlük, bir yandan iç pazarın daha fazla genişlemesi sonucunu yaratırken, öte yandan s ın ıfla r sa fla ş m a s ın ı da ü lke n in en ücra k ö ş e le rin e kadar taşımaktadır.

TÜRKİYE'DE KAPİTALİZMİN GELİŞMESİ AÇISINDAN BAZI SONUÇLAR Dünya kapitalizmiyle ilişki açısından ele alındığında, Türkiye kapitalizmi "dışa açılmanın" üçüncü adımını atmıştır. İlki, 1950 lerde dış ticareti liberalize ederek başlamıştı. 1960'larla "ithal ikameci sanayi" adımlarına gelindi. Şimdi, "ihracata yönelik sanayi" parolasıyla yürünüyor. Bu, uluslararası finans kapitalle kenetlenmenin son adımıdır. Henüz son derece sınırlı ölçülerde atılabilmiş olsa da gelişmeler


YOL 22- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış tümüyle bu yöndedir Tüıkiye henüz yatırım malları sanayiinde büyük ölçüde kapitalist merkezlere bağlıdır, dünyanın mevcut koşullarında başka bir seçeneği de yoktur. Dün, döviz temini için tarım ürünleri ihraç eden Türkiye, dünyadaki yeni işbölümüne göre tarım ürünlerinin yanında bazı sanayi ürünlerini de ihraç etmek duıumundadır. Bağımlılığın özünde bir değişim yoktur; bağlayan iplerin rengi ve biçim i değişmektedir. Temel gerçeklik böyle olmasına rağmen, tablonun tamamı bu kadar değildir Uluslararası pazarla ilişkisi tarım ürünlerinden, sanayi ürünlerine bir değişim gösterince kaçınılmaz bir şekilde Türkiye ekonomisi, 1960'larda olduğundan çok daha dakik biçimde nabzını, dünya ekonomisinin gidişine göre ayarlamak zorundadır; böyle bir bağlantı ise, kapitalist gelişmede hızın artmasına denk düşer. Bu gidişin ekonomik ve sosyal sonuçları aslında henüz olmamıştır. Yaşadığımız günler yeni dönemin önemli sonuçlarının alındığı günler olacaktır. Türkiye'de kapitalizmin gelişmesi açısından en önemli sonuç, kapitalizmin gelişme yollarına ilişkindir: "20. yy Türkiye iktisat tarihinin bir diğer ilginç öğretisi, iktisat politikalarının üzerinde iki ayrı çizginin açık veya kapalı biçmde, fakat sürekli olarak, bir çatışma ve hesaplaşma içinde bulunmalarıdır... Bu çizgilerden birisi, dışa açık, entegrasyonca ve serbest piyasaya dayalı; d iğ e ri ise korumacı, ulusal, müdahaleci-devletçipolitikalardan oluşm aktadır" (21) Bu "iki çizgi" 1 9 4 6 ,1 9 5 4 ,1960'larda kendini ortaya koymuştur. Son olarak ise, 1980'deaynı şey gerçekleşmiştir. 1980'lerin öncekilerden farkı, son on yıllık gelişimle kapitalizmin iki gelişim çizgisinin tek bir zeminde erimesi olmuştur. Bu iki çizginin çekişmesinin temelinde, kapitalizm öncesi üretim ilişkilerin karşı alınacak tavır yatmaktaydı. Bunun bizdeki karşılığı, büyük toprak sahipliği ve tefeci-bezirgan sermayeydi. "Devletçi" çizgi, her zaman değişse bile zaman zaman bu ilişkilerin tasfiyesinde radikal yolları denemeye niyetlenmiş, fakat hiçbir zaman esaslı bir adım atmayı başaramamıştır. Her askeri daıbede bir "toprak reformu"


YOL 23 krizinin yaşanması bundandır. Sözde "serbest pazarcı" çizgi ise, eski üretim ve mülkiyet ilişkilerinin hiçbir radikal değişime uğratılmasına katlanamayıp, değişimin zaman içinde "devlet müdahalesi" olmadan yaşanmasını istiyordu. Türkiye kapitalizmi esas olarak bu yoldan gelişmiştir. Çekişmenin kaynak aldığıikinci temel ise sermaye birikimi sorununa dayanıyordu. Yüzyıllardır, ticaret ve tefecilikten başka iş alanı tanımamış sermaye, Cumhuriyet sonrası da aynı içgüdüyle davranıyordu. "Devletçilik" hem daha hızlı sermaye birikimine koyuldu, hem de bazı üretim alanlarına yatırımı yöneldi. Özel finans kapital hem devletçilikle beslendi, hem de sermaye birikiminin dağılımında daha etkin olabilmek için sürekli hır çıkardı. Yine bu iki çizgi siyasi alanda en büyük gürültüyü laiklik konusunda koparttılar Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan Serbest Fırka denemesi; 1946'da Mecliste "toprak reformu" tartışmalarında Menderes'lerin CHP'den kopması; 1950’de DP'nin seçim zaferi; 27 Mayıs hareketi; bunun yatıştırılmasına karşı T.Aydem irin liderliğinde Harb Okulu isyanı; CHP içinde Ecevit hareketi; 9 Mart girişimi; 12 Mart darbesi; 12 Martla Karaosmanogiu ile birlikte 11 bakanın N Erim hükümetinden .lyrılması ve en son 12 Eylül darbesi kapitalizmin iki gelişim yolundan kaynaklanan sürtünmelerinin izlerini daima taşımıştır. 12 Eylülle başlayan süreç daha doğrusu kapitalist gelişimin hu ikinci önemli sıçraması, Cumhuriyetin ilk yıllardından beri gelen hu çekişme zeminini yok etmese bile olaylara izini vuran derinliğini i ırtadan kaldırmıştır. 12 Eylül'de hiçbir şekilde toprak reformu tartışması olmamıştır. İkinci büyük nüfus göçünden anlaşılacağı gibi, "reform" t 'rusya tarzının derinleştınlmesiyle yapılmıştır. Bu süreç esas olarak ı J40'larda başlar. Savaş, kırlarda yoğun bir sermaye birikimine fırsat y ıratır Buradan hız alan gelişim 1950’lerde DP hareketi olarak iktidara ■ililince, kırda kapitalizmin gelişimi önemli bir hız kazanır. 19601ar 1 1970'lerde toprak işgalleri, Köy-Koop hareketi, Ecevit CHP'yle y ı ..anan süreçte hiç değilse orta köylülük konumunu biraz güçlendirmiştir.


YOL 24- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış 1980'lerle birlikte, 1930'lar seviyesindeki fiyat-faiz makasıyla kırlarda 1950’lerden sonra ikinci büyük altüstlük yaşanmış; küçük ve orta köylülük yaygın bir çöküşe uğramıştır. Öte yandan, büyük toprak sahiplerinin finans kapitalle kaynaşması daha modern kapitalist zeminlere varmıştır. Bu gelişim kırda toprak sorununu çözmese de çelişki eski biçimlerinden biraz daha sıyrılıp, kapitalist üretim biçiminin yapısına evrimleşince bu gelişim derinleşince, egemenler seviyesinde kapitalizm in iki yolundan kaynaklanan çekişme silikleşmiştir. Sermaye birikimi konusunda, finans kapital güçlendikçe, önceki yıllarda tartışılabilir görünen egemenliğinin tartışılmaz olduğu anlaşıldıkça, bunun ordu içindeki yansımasıyla birlikte, 12 Eylül'ün ilk gününden itibaren finans kapitalin ekonomi politikalarını yürütmüş, herşey ihracat teşvikleri, ihracat imtiyazları, krediler bir avuç tekele pervasızca sunulmuştur. Kapitalizmin son on yıldaki gelişimiyle, Cumhuriyetin ilk yıllarından sarkıp gelen, kapitalist gelişimin iki yoluyla ilgili çekişme, burjuva partileri seviyesinde arlık bir anlama sahip değildir. Bu gerçekliğin bir sonucu olarak, birkaç yıl önce TÜSlAD'ın önünden resmi geçit yapan partilerin programları arasında anlamlı bir farklılık olmadığı, finans kapital tarafından keyifle açıklanmıştır. Kapitalist gelişim, finans kapital egemenliğini her kafaya çakıp, her göze batırınca bırakalımburjuva partileri arasındaki nüans daralmasını, dünün "yüce" komünist partileri ve devrim "yolcuları" bile bu açı daralmasının arasında sıkışıp, kemiklerini ezdirdiler. "Toprak reformu", "devletçilik", "planlı kalkınma" gibi parolalarda kendini gösteren nüanslar artık eski yaşam kaynaklarını yitirmişlerdi; son on yılın ekonomik gidişi toprağı başka türlü sürmüştür. 1990'larla birlikte sorunun zemini esas olarak değişmiştir. Bütün burjuva partilerin benimsediği yeni hedef: "Sanayide yeniden yapılanma"dır. Tarım mı, sanayi mi ya da "ithal ikamesi"mi "ulusal sanayi”mi gibi nüanslar bugün bir anlam taşımıyor. Hedef az çok belirgin olmasına rağmen, hedefe gidiş yollarında aynı ölçüde aç

!

j


YOL 25 daralması henüz yoktur. 12 Eylül'ün finans kapital açısından misyonu bu hedefi çeşitli sınıf ve tabakalara benimsetmesiyle sınırlı kalmıştır. On yılın sancılarına rağmen hedef henüz uzaktadır. 'Yeniden yapılanma" sorunu kapitalizmin bilinen kısırdöngüsüne bir kere daha girmeden edememiştir. Sermaye kıtlığı yine gündemin birinci maddesidir. Üstelik, A.Savaş Akat'ın belirttiği gibi bugün, dış kredi avantajı, petrolfiyatlanndageriye kayma, işçi ve köylünün silah zoruyla yoksullaştırılması gibi olanaklar eskisi ölçüsünde yoktur. Sermaye birikimi için yeniden eski yolların tekrarlanması, "sonuncu" olduğu söylenen 12 Eylülden sonra hiç değilse günümüz açısından başvurulacak bir yol gibi görünmüyor. Bu yoldaki ihtimalleri yazının diğer bölümlerine bırakarak, ekonominin öne çıkarttıklarını çözümlemeye çalışalım. "Kaynak yaratma" için bugün iki yöneliş öne çıkmış; KİT'lerin özelleştirilmesi ve yeni vergi düzeni ekonominin baş sorunları olmuştur. Türkiye'de kapitalizmin gelişminde bugüne kadar motor misyonu üstlenmiş KIT'ler şimdi sermaye birikiminin önünde engel olarak lanetleniyor. Olayın bir politikacıların ağzından çarpıtılarak yansıtılan görünüşü; bir de ekonominin kendi mantığı açısından görülmesi gereken yanı vardır. KIT'ler "zarar ettiği" için, özelleştirilerek ekonomiye yük olmaları engellenecektir. Tüm KIT'ler içinde sürekli zarar edenler haberleşme ve ulaşım alanlarındadır. Diğerleri son on yıldır sürekli "kar" etmektedir. Ancak karlan rasyonel çalışmalanndan çok, tekel konu mu nda uygulad ıklan zamlardan kaynaklanmaktadır. KİTler zamlarla zarardan kurtulsalar da, büyük çoğunluğu sanayiye ara malı ürettiği için onun uluslararası piyasalarda rekabet gücünü zayıflatmakta, ülke içinde ise yükselen fiyatlarla iç pazarı daraltmaktadır. Sorunun özü, ara malları sanayinin teknik yenilenmesi verimlilikte uluslararası düzeye ayak uydurabilmesidir. Burada özelleştirme ıızerine yapılan demagoji önem kazanır. Dünya deneylerinde de görüldüğü gibi, sermaye verimli çalışmayan işletmelere hiçbir zaman ı tekli olmayacaktır. O nedenle, özelleştirmenin sınırı en verimli işleyen


YOL 26- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış KIT'lerden öteye gidemez. Böyle bir adımla da KIT'lerin ekonomiye getirdikleri "yükden" kurtulamaz. Bu konuda söylenen binlerce sözün yanıltıcılığından kurtulabilirsek, Türkiye finans kapitalinin gelişme seviyesi açısından ortaya bir tek basit gerçeklik çıkmaktadır: Tüketim mallan sanayiinden sonra ara malları sanayiinde de el değiştirme yaşanacaktır. 1980'lere kadar yaşanan süreç daha çok tüketim malları alanında özel finans kapitalin geişmesı olmuştur Pazargenişlemesi ve sermaye birikiminin yoğunlaşması eğilimi gündeme ara malları sanayinin devir teslimini getirmiştir. Zorluklarıyla, sancılı iniş çıkışlarıyla bu süreç yaşanacaktır. İşçi tasfiyesi, teknik yenilenme maliyetleri gibi sorunlar ilk göze çarpanlardır. Bu görünenlerin altında, derinlerde ise esas olarak Türkiye kapitalizminin gelişiminde devletin gelenekcil rolündeki değişim sancısı yatmaktadır. Devletçilik geleneğiyle yoğrulmuş bürokrasinin -en üstünde bakanlıkları durur- gücü K irlerden kaynaklanır. Hala, sadece imalat sanayiindeki -enerji, ulaştırma, haberleşme vb. dahil değil- katma değerde K irlerin payının %38 olduğu düşünülürse devletçi mantığın değişiminin güçlükleri anlaşılabilir. Devlet ekonomiyi verimli hale getirmek için kendini küçültmek zorundadır, fakat ekonominin mantığı açısından doğru olan bu adım, sosyal sınıflar piramidinden geçerken neredeyse tanınmaz hale gelir, bozulur. O nedenle ulaşılacak hedefte birlik, yürünecek yoldaki ayrılığı engelleyemez. Gelenekcil devlet yapısında, onun davranış ve alışkanlıklarında 80 sonrası bazı değişiklikler olmuşsa da, esas fırtınalı değişimler bundan sonra yaşanacaktır. Kapitalist gelişimin önemli ilk sıçraması olan 1950'lerdeki değişimin bedelini finans kapital politikacıları ipe çekilerek ödediler; ikinci değişim sancısında henüz böyle bedel ödeyen yoksa da bu olmayacak anlamına gelmez. Ara malları sanayinin özelleştirilmesi, devlet eliyle biriktirilen sermayenin "zarar ediyor" çığlıkları arasında, finans kapitale devredilmesi demektir. Her yağmada hır çıktığı gibi bu paylaşımda da sancılar yaşanacaktır. t

Vi î (

j f ;

i ı


YOL 27 İkinci konu vergi sorunudur. Türkiye'de vergilerin %70'ini çalışanlar öder. Bu yetmez, on yılda bir silah zoruyla ücretler aşağıya çekilir. Türkiye kırlarından hemen hemen vergi alınmaz. Bunun küçük köylü için bir "şans" olduğu düşünülmesin, b atık küçük işletmeler her koşulda vergi dışı kalacaktır. Onların üstünde yükselen sosyal piramitten vergi alınmaz. Uluslararası kapitalizmle daha yakın temas, kapitalist ekonominin temel disiplinlerinin işlerliğini gerektiriyor. Bunlardan en önemlisi vergi düzenidir. Masraflarını karşılamak için ikide bir özel sermayenin kaynaklarına, dolaylı yollardan el atmasını engellemek için bir yandan devlet küçülürken, öte yandan vergi hacmi art­ malıdır. Bu konuda TÜSİAD ve Odalar Birliği arasındaki kapışma anlamlıdır. Devlet açısından vergi disiplini için iki alan kalmıştır; birisi kırlar, diğeri ise bizzat finans kapitaldir. Bu alanlara yapılacak vergi saldırıları bugüne kadar yapılmış zımni anlaşmaların bozulması anlamına gelir ki, KIT'lerin özelleştirilmesinden bile daha zorlu bir ko­ nudur. Sonuç olarak, Türkiye ekonomisi "sanayide yeniden yapılanma"nın maliyetleriyle yüzyüzedir. Bunu sağlayabilmek için ise, rasyonel işlemeyen her alan, sermayenin buharlaşmasına neden olan her türden eski uygulama gündemin önlerine tırmanacaktır. Eriyen eski çekişme zemini, kendini şimdi yeniden yapılanmayla ilgili uyg u la m a la rd a göstermektedir. TÜSİAD yeniden yapılanma için "strateji yokluğu"ndan yakınmaktadır. Stratejiden kasıt, uluslararası pazardan rekabet şansına sahip olanların beirfenmesi ve güçlend rilmesidir. Bu konuda Japonya ve G.Kore örneği finans kaptale çekici gelmektedir. Böyle bir yönelişin Türkiye kapitalizmi çerçevesinde, finans kapital içinden bile ne büyük dirençler göreceği açıktır. Fakat dönem, uluslararası pazarda "şehitler" vermeyi gerektiriyor. Sanayide yeniden yapılanma finans kapitalde iç gerilimler yaratmadan gerçekleşemez. Bu nedenle, önümüzdeki günler bu temelde yeni saflaşmaların yaşanacağı günler olacaktır. ANAP 1987'lere kadar yapısal değişimi zorladı, ancak ortaya


YOL 28- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış çıkan gerilimlere dayanamayıp 87 sonrası klasikleşti. O nedenle, DYP'den farklı görünemedi. Şimdi finans kapital tüm kurumlarıyla yeni bir kalkışa hazırlanıyor.

Sonuç Koalisyonun yıldızı T.Çiller ekonominin bugünkü tıkanış noktasını "Genç Demokratlar Kulübü”nde yaptığı konuşmada çarpıcı bir şekilde şöyle açıklıyor: "Savunma hariç olmak üzere 50 milyar dolar civarında" dış borç; "110 trilyon TL civarında" iç borç vardır. Bu koşullarda enflasyon nasıl düşürülür? "Peki bunun formülü var mı- Evet bunun formülü çok belirgin biçimde var.. Öyle illa kamu iktisadi teşekküllerini de kapayıp, öyle işçileri de 700 bin işçiyi de kapı önüne koyalım şeklinde de değildir." "Borç alacaksınız bu borcu ödemek en azından bu faizi ödemek için b ir üretim yapm anız gerek, yani satılabilir bir m al üretmeniz lazım" "Makro düzeyde yani dünya düzeyinde satılabilir m al nedir? Satılabilir mal herhalde yol değildir." (22) Çiller, bu sözlerle 1987 sonrası ANAP iktidarlarını azarlarken, geçenlerde Demirel, Bolu dağını delecek tünel inşaatını başlatırken yine öğünçle gerdan kırıyordu. Demek ki, Türkiye ekonomisi 12 Eylül'ün yarattığı bütün fırsatlara rağm en yeterince "dünya düzeyinde satılabilir m a l" üretemiyor! 12 Eylülün gerçekleştirdiği "yapısal değişimin" Çillerin ağzından en iyi özeti budur.

2. Bölüm: Politik Durum 1990'lar Türkiye'si pek çok değişime gebe ve değişim sancıları gittikçe sıklaşıyor. 12 Eylül'ün kurduğu siyasi yapı çoktandır aşınmış durumda, fakat henüz yerine şekillenebilecek bir yapı kendini ortaya koyabilmiş değildir. 2. Cumhuriyet tartışmaları, A.Menderes’in siyaset sahnesine çıkma hazırlıkları, CHP başkanlığında yıldızlaştırılan Baykal'ın hemen


YOL 29 kararıp solması, burjuvazinin saflarında henüz yeni dengelerin kurulamadığını göstermektedir. 12 Eylül siyasi yapısını bozan ve zorlayan Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesi dışında inatçı, kendini sürekli düzene daylatan bir siyasi güç öne çıkamamıştır. Yükselip geri çekilen işçi hareketleri henüz böyle bir nitelik kazanmamış, 12 Eylül'ün kalıplarını bazı yönlerden zorlaşa da karakterce bir değişikliğe uğratamamıştır. 12 Eylül'ün siyasi sınırlamalannı, hatta daha öteye giderek Cumhuriyetin değişmezmiş gibi görünen kalıplarını zorlayan esas olarak Kürt hareketi olmuştur. Bu noktada, zorlanan değişimin boyutlarını ve güçlerini sağlam bir şekilde değerlendirebilmek için olaya tarihi gelişim açısından ve Türkiye'nin içinde bulunduğu "yeni dünya düzeni" yönünden bakmak gereklidir PKK'nin devletle yürüttüğü savaş ve dönem dönem yükselen yoğun eylemlerinin değişim içinde rolleri ancak bu genel çerçeveden bakılınca daha iyi kavranabilir. 12 Eylül içindeki ilk genel seçimlere gidilirken, 1983 Haziran'ında "T. Özai Türkiye finans kapitalinin geleceği, Turgut Sunalp geçmişi, Hüsamettin Cindorukise bugünüdür. "(Kıvılcım, Haz.1983) demiştik. Finans-kapitali geleceğe götürecek olan T.Özal aradan geçen yıllar içinde misyonunu tüketti ve bayrağı" istemeye istemeye yeniden Demirel'e teslim etti. Finans kapitale göre, "1986'ya kadar olujnlu ne yapmışsa, T.Özal sonraki yıllarda hepsini bozmuştur." Bu yetenekli finans kapital politikasına 1986'dan sonra becerisine ne olmuştur? Yaptığı "iyi" şeyleri daha sonraları neden bozmak zorunda kalmıştır? Burada "kusur" ne Özal'da ne de ANAP'da aranmalıdır. 12 Eylül'ün insanlara nefes aldırmayan zoru, beş altı yıllık birikimden sonra derinliklerden, sosyal yaşamın yüzeyine çıkmayı yoklayan halkın öfkesi karşısında, kontrollü bir biçimde de olsa geri çekilmeye başladığı noktada, Özal'ın finans kapital için "iyi" işler yapma yeteneği de sönmeye başlamıştır, işçi sınıfının mücadelesiyle ücretlerde kısmı artış; "ihracat seferberliği" uğruna kısılan iç tüketime yumuşak tempoyla da olsa yeniden hız


YOL 30- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış verilmesiyle "ekonominin makro dengeleri" yeniden bo­ zulmuştur. Hangi anlamda? Ekonomi politika uygulamalarındaki 1986 sonrası dönüş, esas olarak kısa vadede finans kapital karlarına olumsuz bir etki yapmamış, tam tersine kar kitlesini arttırmıştır; bunun yanında henüz uluslararası pazarda rekabet gücü sağlayacak bir yapısal değişim yapamadan, yeniden ithalatı azdırıp, borç kıskacını sıkacak bir kısır döngüye ekonomiyi soktuğu için finans kapitalin uzun vadeli çıkarları yönünden "ekonominin dengeleri" bir kere daha bozulmuştur. Bu noktada Özal'ın yeteneği de, tarihi misyonu da tükenmiş, o da finans kapitalin "geleceği" olmaktan çıkmış, günü kurtaran politikacısı haline dönüşmüştür. Politik olarak Özal, Kürt sorununda, laiklik konusunda sivil politikacılarla Ordu ilişkisinde cumhuriyetin alışılmış kalıplarını zorlamıştır. Kürt sorununda bütün politikacıları olduğu gibiözal'ı da konuşturan PKK’nin mücadelesidir. Ordu ve sivil polikacılar ilişkisinde ise, Özal’ın çıkışları, aslında olağandışı görünse de Cumhuriyetin yapısında varolan güçler oluşumunun bir bakıma olağan pazarlığı, her özgül momentte tekrarladıkları bilek güreşidir. Bu güreş rasgele yapılmaz, genellikle finans kapitalin sıçrama yaptığı konaklarda tekrarlanır ve hiç şüphesiz eski dengelerde bazı kaymalar yaşamrj 12 Eylül ekonomi uygulamalarıyla Türkiye finans kapitali değil 1950’lerle, 1970 lerle bile kıyaslandığında önemli bir gelişme göstermiştir. Türkiye finans kapitalinin ilk büyük gelişimi yaşanınca Adnan Menderes nasıl devletçi gelenekten güneşin altındaki yerini istemişse; 1980’lerdeki ikinci büyük sıçramadan sonra benzer biçimde Özal da politikada Ordunun yerini, sivil politikacıların yanından ardına taşımak istemiştir. İlki ipe çekilmiş, İkincisi politikanın önünden sahne gerilerine itilmiştir.

"1. CUMHURİYETİN" KALIPLARI VE KALIPLARIN KI­ RILIŞI ” 1. C um huriyetin ilk orijinal kalıpları "tek parti" düzenidir. Kenan Evren böyle bir düzene dönüşü özleyip denediyse de, ilkinin ömrü


YOL 31 bir çeyrek yüzyıl olabilmişken, ikinci denemenin ömrü beş yılı geçmemiştir. Bunu söylerken tek parti döneminin ünlü "Serbest Fırka" denemesini unutmuyoruz. Kurtuluş Savaşının hemen sonrasında, düz mantıkla Cumhuriyet kurucularının siyasi itibarının yüksek olması gerektiği bir dönemde, "Serbest Fıkra" denemesi gerçekliğin böyle olmadığını acı acı göstermiştir. Bu deneyden sonra Kemalizm, "gericiliğe" karşı kantarın topu gibi geniş bir memur kadrolaşması ve Ordu ile ağırlık kurmuştur. " 1. Cumhuriyetken ilk sapma 1950’lerde "çok partililiğe" geçişle yaşanmıştır. Neden böyle bir geçiş yaşanmıştır? Geçişte rol oynayan güçler nelerdir? Son olarak böyle bir dönüşümle hangi eski kalıplar zorlanmış ve tasfiye edilmiştir? Değişimi ya da cumhuriyetin ilk kuruluş kalıplarını zorlayan ülke içi koşullara gelmeden, o günün dünyasına değinmeliyiz. 1950'lerde dünyada yepyeni dengeler kurulmuştu, Türkiye bu dengelerden etkilenmeden edemezdi. Sosyalizme karşı, "hürriyet" bayrağını yükselten kapitalist Batının, Türkiye'nin kulağına çok partili yeni bir düzene geçişi fısıldadığı sır değildir. Böyle olmasına rağmen Batının bunu demokrasi aşkından yaptığını sanmak tam bir siyasi saflık olur. Bugün "insan haklan" bayrağını en iki yüzlüce elinde taşıyan emperyalist Batı, Sosyalizme karşı soğuk savaşı "özgürlük, demokrasi"çığlıklarıyla başlatmıştı; komünizm tehlikesine karış "özgürlük" uğruna sonraları faşist askeri yönetimler desteklendi. Batının, Türkiye'ye yönelirken demokrasiden çok kendi etkisini nasıl arttırabileceği ve hangi yollardan teminat altında tutabileceği önem taşıyordu. Bu noktada, CHPye ve liderlerine yeterince güvenemezdi. İkinci Dünya Savaşı yıllarında ilk önemli palazlanmasını yaşayan finans kapital, devlet vesayetinden özgürleştikçe ABD ve Batının, Türkiye'deki etkisi çok daha hızlı ve zahmetsiz kurulabilirdi. Batının çok partili demokrasiden muradı, iktidar tekelinin yüzlerce yıllık geleneğin taşıyıcısı devletçi zümrelerin elinden alınmasıydı. Dünyada yeni dengelerin işlemeye başladığı 1945'ler sonrasında, Türkiye eski "tarafsız" görünen, aşırı ihtiyatlı dış politikasını bir yana


YOL 32- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış bırakıp, daha aktif olmaya zorlanıyordu. İnönü bunu yapamazdı. Menderes ise çok fazlasıyla "aktif" bir dış politikaya yönelince, bölgede tam bir kimlik değişimine uğramıştır. Menderes hükümeti iktidara gelir gelmez ayağının tozuyla Kore'ye asker yollamış, böylece tüm Batı dünyasına "sizin istediğinizden de fazlasını vermeye hazırım" sinyalini ulaştırmıştır. Özal pek çok yanıyla Menderes'e benzemekle birlikte, onun şanssızlığı sosyalizmin yıkılması olmuştur. Emperyalist güç merkezleri çatallanınca, Menderes'in yaptığı gibi güç dengelerini adeta bakkal terazisiyle kabaca tartmak yetmiyor; dünyanın yeni koşullarında hassas eczacı terazileriyle iş yapmak kaçınılmazlaşmıştır. Türkiye egemenlerinin yeni koşullara uyum yapması zaman alacaktır. Bugün Ortadoğu'da ve İslam Dünyasında rol almaya soyunan Türkiye, 1950'lerde kendini bu dünyadan kararlı bir şekilde koparmıştır. 1952'de Mısır'da krallığı deviren Nasırdevrimine karşı çıkmış, Süveyş Kanalı çatışmalarında Ingiltere'nin yanında yer almış; Fas, Tunus, Cezayir bağımsızlık savaşları karşısında Fransa'nın safını tutmuştur. 1950'lerin ortalarında ünlü Bağdat Paktı ile Türkiye Ortadoğu'da gericiliğin en koyu temsilcisi konumuna gelmiştir. Arap Birliği hareketinin karşısında, emperyalizmin radikal bir sözcüsü olmuştur. 1950'ler sonrası gelişen dünya dengesinde Türkiye bölgede çok hızlı bir emperyalizm yardakçılığına soyunmuştur. Emperyalizme böylesine kölelik, Türkiye'yi öte yandan umduğunu bulamadıkça sekterleştirmiş, büyük umut bağladığı Bağdat Paktı, Irak Kralının Nasır yanlısı bir askeri darbeyle 1958'de tasfiye edi Imesiyle çökünce, Menderes Irak'ı işgale yeltenmiştir. Tek parti döneminin dış politikadaki ihtiyatlı durgunluğundan sonra Menderes döneminin dış ilişkilerini bir fırtına olarak tanımlamak abartma olmaz Fakat DP iktidarı, bu fırtınasının altında kalıp ezilmiştir. Türkiye, 1950lerde kararlı birşekilde kopuştuğu Islamve Arap dünyasıyla bugün ilişkilerini yeni dünya koşullarında tazelemek ve güçlendirmek istiyor. Menderes iktidarı, iç politikada Kemalizmin patlama sübabı olan laikliği oldukça açık biçimlerde zorlayıp, dinin itibarı nı yeniden


YOL 33 iade ederken; bölge politikasında ise tam tersi bir tutumla İslam dünyasının karşısında olmuştur. Dün, ulusal kurtuluşçu konumları deneyen Arap dünyası, emperyalizme karşı tutum lar temelinde bölünmeye uğramışken; bugün bu eski zemin erozyona uğrayınca Petrol dolarları ve emperyalizme yakınlık zemininde yeni şekillenmelere uğramıştır. 1950'lerle karşılaştırıldığında, Türkiye'nin dış poitikası hala Menderes iktidarının gözü kapalı emperyalizm yanlı politikasının izlerini taşısa da onun kaba bir tekrarı olamazdı. "1. Cum huriyetin ilk kalıplarını zorlayan 1950'ler dünya dengesi, Türkiye'yi ihtiyatlı ve durgun bir dış politikadan adeta göz kapalı, emperyalizmin istediğinden de daha öteye gden, tam bir Batı yardakçılığına getirmiştir. Türkiye finans kapitalinin kulağına demokrasi fısıldayan emperyalizm, Menderes iktidarıyla kendine itaatkar bir köle kazanmış oluyordu. Tek partililikten, DP dönemine geçişte hiç şüphesiz esas nedenler ülke içi koşullarda yatmaktadır. Tek parti diktatörlüğü, esas olarak Cumhuriyet burjuvazisinin ilk önemli sermaye biriktirme dönemidir. Bu birikim işçi ve köylü yığınları aleyhine gerçekleştirildiği için ve bu yıllarda en küçük siyasi kıpırdanma Kürt isyanları ve komünizm tehlikesi gerekçesiyle süreki ezildiği için; üstüne İkinci Dünya Savaşı'nın yarattığı olağanüstü koşullar da eklenince, yirmi beş yılın birikimi artık eski kalıplarda tutulamaz hale gelmiştir. Türk burjuvazisinin,

"artık had safhaya varmış olan halkın hoşnutsuzluğunu demokratik yollara yönlendirerek, olası patlamaları önleme kaygısı" (1) Şark'ın binlerce yıllık geleneğine uygun olarak sürecin başında adeta bir siyasi mizansen havasında gelişmiş, olayların bentlerden kurtulup akmaya başlamasıyyla birlikte ise, onlarca yılın birikimi bulabildikleri yollardan toplumsal yaşamın her alanında kendini çeşitli biçimlerde açığa vurmuştur. Yıllardır biriken tepkiyi emmek için, basitçe çok partili bir siyasi yaşama geçildiğini sanmak büyük yanılgı olur. Biriken hak hoşnutsuzluğuna, devlet sınıflanmn cevabı epeydir uyutulan 'toprak reformu"nu yeniden


YOL 34- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış gündeme getirmek olmuştur. Tek parti dönemine, büyük toprak sahipliğine sınırlı bir darbe vurarak son vermeyi deneyen Kemalist devlet sınıflarının karşısına, DP kurucusu olacak kadrolar, "hürriyet ve demokrasi" çığlıklarıyla çıkmışlardır. "Toprak reformu"nu tutması gereken köylülüğün, tam tersine DP'nın daha az somut "hürriyet" parolasını tutması yadırganabilir. Böyle düşünmek, ekonomiyle siyaseti basitçe aynılaştırmak ve Türkiye köylüsünün tek parti döneminde edindiği kendi pratik deneyini dikkate almamak olur. CHP, ne derse desin, kara yığınlar onu inşa ettiği düzenin sınırlarıyla tanımış ve özdeşleştirmiştir. Ekonomik ve siyasi gelişimin, tek parti döneminin sınırlarını zorladığı noktada ise, yığınların kulağı genellikle yeni seslere daha açık hale gelir Cumhuriyet burjuvazisinin ilk sermaye biriktirme dönemine denk düşen tek parti dönemi, artık biriken sermayenin akmak istediği kanallara engel haline gelince aşılmak zorundaydı. Değişimi zorlayan güçler hangileridir? Bu konuda Cumhuriyet tarihine bakıldığında birbirinden farklı iki dönemin yaşandığı hemen görülecektir. "1 .Cum hunyefın yapısından ilk "sapma" olan 1950'lerde, geniş işçi ve köylü yığınları seçim meydanlarında kendini en coşkulu biçimde gösterse de, henüz kendi bağımsız politik varlıklanyla siyaset sahnesinde yer almazlar. 50'lerdeki değişimi zorlayan esas olarak egemen zümreler arasındaki güç kaymasıdır. Yığınların öfkesi, tepkisi bu güç değişiminin kanallarına akıtılmıştır. Oysa 60'lar sonrası dönemde egemen zümrelerin açtığı kanallara akmayan kendi bağımsız yollarını arayan yeni siyasi güçler şekillenmiştir. Cılız Türkiye burjuvazisini yıllardır vesayet altında palazlandıran, toplumsal yapımıza güçlü bir tarihsel miras olarak gelen devlet zümreleri ile yeterince semirdiğini görüp ekonomi ve siyasette vesayet bağını koparmak isteyen finans kapital arasındaki önemli politik ve ekonomik sonuçlar doğuran ilk büyük çatışma 1950'lerde yaşanmıştır. Düz mantıkla bakıldığında, biri diğerinin varlık nedeni olan iki egemen zümrenin çatışması anlamsız ya da yersiz bulunabilir. Pratik yaşamda


YOL 35 ise olaylar düz mantığa göre akmıyor; tarihsel köken olarak farklı olan ve biri geliştikçe diğerinin yaşam alanını daraltan bu iki egemen zümre, özellikle 1950 ve 1960 dönemlerinde kıyasıya bir çatışma yaşamışlardır Ne zaman ki, işçi sınıfı mücadele alanında hissedilir biçimde yerini almış, bu iki egem en züm renin ilişkisi başka bir yapıya bürünmüştür. "Hürriyet" sloganlarıyla iktidara gelen DP'nin sonraki icraatı biliniyor. Çok kısa sürede tek parti diktatörlüğü günlerine adeta geri dönülmüştür. İlk çıkışıyla o dönemin komünistlerinin önemli bir bölümünü bile yanıltan Menderes, neredeyse ilk politik icraat olarak 1951 Komünist tutuklamalarını gerçekleştirmiştir. Kendisine oy vermediği için Malatya ilini ikiye bölen, Kırşehir ilini ilçe haline getiren, "Vatan Cephesi" kurup hergün radyolardan "cephe" üyelerinin listesini okutan DP iktidarı CHP'nin tüm malvarlığına el koyup, kapatma girişiminde bulununca çoktandır hazırlam ış olduğu sonunu aceleleştirmiş oldu. Bugünün Türkiye’sinden bakılınca devletçi zümrelerle, finans kapital arasındaki çatışmanın ulaştığı seviye ve gerilim anlamsız görülebilir; oysa o günün Türkiye gerçeğinde finans kapitalin güneşin altındaki yerini isteyişi başka türlü olmazdı. 12 Eylül’de generaller, ilk seçim mizansenini örgütlerken T.Sunalp ve partisini tıpkı tek parti döneminin mantığıyla finans kapitali yeniden devletçiliğin vesayeti altına alabilmek için politika alanına sürdüler. Köprülerin altından çok sular aktığı için T.Sunalp’ın partisi değil iktidar olabilmek, daha seçim alanlarındayken yarıştan elendi. K.Evren’in en güçlü olduğu dönemde, diğer partilere yıldırımlar yağdırmasına rağmen, finans kapital, apoletlilere güçlerinin sınırını hatırlatmıştır. 1946’larda hızlanan sürecin bugün bazı geri dönülmez sonuçları olmuştur Bu sonuçlara varılması ise hiçbir zaman düz, pürüzsüz bir gelişimle değil, yatışıp şiddetlenen çatışmalarla yaşanmıştır. 1950’ler döneminde hızlanan çekişmenin odaklaştığı noktaların hiçbirisi henüz Türkiye gündeminden tam anlamıyla sı-


YOL 36- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış linmemiştir. Ekonomik alanda KİTlerin yağması o dönemlerden beri gündemdedir. Fakat 1950'ler Türkiye'sinde ordunun yanında birde sivil "memurin ordusu" devlet zümrelerinin geleneğiyle bağlıydılar. O nedenle, KİTlerin yağması bugünkünden çok daha fazla boyutlarda "bürokrasi" içinde direnç yaratmıştır. Siyasi planda ise, ordu ve bürokrasinin sivil hükümetle iktidar ve güç mücadelesi yine günümüz kadar genel temel politik konu olmuştur. Menderes kasketli köylüden aldığı oya fazlaca güvenip ordunun iktidar alanını daraltınca, hatta bazı konuşmalarıyla açıkça orduyu aşağılayınca, kendi sonunu hazırlamış oldu. Bugün bir ara çok tartışılan Genel Kurmayın Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanmasını Menderes kendi döneminde gerçekleştirmiştir. (2) Ardından gelen 1960 darbesi ise Genel Kurmayı Bakanın altından alıp, tüm bakanların önüne yerleştirmiştir. Bu değişmelerin protokol sorunu olmadığı açık, Cumhuriyetin hiyerarşisinde herkes gücü ölçüsünde yer al­ maktadır. 1950‘lerle başlayan Cumhuriyetin yapısındaki ilk değişimler, birkaç ana noktada toplanmaktadır. Cumhuriyetin tek parti döneminin devletçi kalıpları ekonomide ve siyasette terkedilmiş, ancak DP finans kapitalin gücünden öteye adımlar atma yanlışına düşünce 27 Mayıs Hareketi, bunları devlet sınıfları lehine onarmıştır. Kemalizmin laiklik silahı esasında OsmanlI artığı tefeci bezirgan sermayenin ekonomik değilse bile siyasi etkinliğini sınırlamak için kullanılagelmiştir. Finans kapital gelişip etkisini kırlara da yayınca laiklik silahının artık tek parti dönemindeki gibi kullanılması imkansız hale gelmiştir. Finans kapitalle tefeci bezirganlığın 50 lerde gerçekleşen ittifakı, özünde laikliğin tek parti döneminde varolan siyasi m isyonunun içini boşaltm ış, onu bir kalıba, biçim e in ­ dirgemiştir. Cumhuriyetin kuruluştaki yapısında ilk önemli değişim olan 1950 lerle başlayan süreç, Olayların ilginç gelişimiyle sanki çıkış noktasına geri dönmüştür. Devlette ve siyasette, geleneksel devlet sınıflarının


r

YOL 37 tekeline karşı başlayan DP hareketi başka yollardan giderek yeni bir tek parti diktatörlüğüne varmıştır. Kölenin özgürleştiğinde "efendi" olmaktan başka bir yol bulamadığı gibi, DP de "hürriyet" çığlıklarından sonra CHP'nin tek parti diktatörlüğünü kendi üslubunca tekrarlamaktan başka yol bulmadı. Bu tıkanmayı, 1960 27 Mayıs hareketi aşmıştır. 1960'larla birlikte, aslında 1950'de başlayan esas süreç: finans kapitalin devlet vesayetinden kopuşması devam etmiştir. Öte yandan 60 hareketi finans kapitalin 50 çıkışının bir rövanşıdır, egemenliği ancak devlet sınıflarının bünyesinde uzlaştırılabildiği ölçüde yürütebileceği yolunda finans kapitale yapılmış bir uyarıdır. 1950'lerde Menderes liderliğindeki hareket, devlet vesayetinden kopuşmanın ardına nasıl geniş köylü yığınlarını aldıysa, 1960 da devlet sınıfları, finans kapitalin bu gücüne karşı, özellikle şehirlerdeki küçük burjuva tabakaları ve işçi kitlelerini arkalarına almışlardır Finans kapitalin 1950 çıkışından sonra devletçiliğin 1960'daki tepkisiyle birlikte Türkiye siyaset tarihinde yeni bir dönem açılmıştır. Bu döneme kadar, esas olarak yukarıdan egemen zümreler arasındaki güç kaymalarıyla değişime uğrayan düzenin kurumlan, 60’larla birlikte aşağıdan işçi sınıfı ve halk hareketleriyle değişime zorlanmaya başlamıştır. Devlet sınıfları ve finans kapital ilişkisinde Cumhuriyetin kuruluşundaki yapılar 1950'lerle birlikte hızla değişikliğe uğrarken, öte yandan halkın devlet karşısındaki konumuyla ilgili alışılmış mantık ve yapılar da 1965'ler sonrası değişmeye başlamış; "sınıfsız imtiyazsız kitleyiz" anlayışı fiilen sınıflar savaşıyla tasfiye olmuş, işçi sınıfı, sosyalizm gerçekliği sosyal umacılar olmaktan çıkmıştır. 1977'ler de bir ölçüde, esas olarak 1985 sonrası yine Kürt halkının mücadelesiyle Cumhuriyet döneminin çok önemli bir yapı taşı yerinden oynamış, yılların "Doğu sorunu"nun aslında "Kürt Sorunu" olduğu en kör göze batar hale gelmiştir.

12 Eylül neden ”2.Cumhuriyet"e kapı açtı? "2.Cumhuriyet" deyimi yalnızca politik ortamdaki son birkaç yıldır

tartışmaların odaklaştığı konuları betimlemek için kullanılacaktır,

.


YOL 38- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış yoksa herhangi bir pratik sürecin karşılğı değildir. 12 Eylül siyasi olarak 1960 hareketinin tam karşıtı oldu, onun açtığı bütün yollan kapadı, düzen "bor gelen bütün kanunları daraltıp sıkılaştırdı. 12 Eylülcüler tek parti dönemine bir siyasi dönüşü özlediler, fakat akan yıllar düzen için böyle bir geriye dönüşü imkansız hale getirmiştir.31960'lar sonrası finans kapitalle devletçi zümrelerin çekişmesi yavaş yavaş değişime uğramıştır. Hele sınıf mücadelesi yükselip 1979'da bir tepe noktasına varınca egemen zümrelerle arasındaki ilşiki 1950-60'lardan oldukça başka bir yapıya girmiştir. Kapitalizmin daha hızlı gelişim temeli üzerinde, istemeyerek de olsa devletçilik finans kapital çekşimesi sınıflar savaşına yol döşemiş, onun hızlanmasında etkili olmuştur. Bununla birlikte, sınıflar savaşı yolu bir kez açılınca egemen zümrelerin çekişme alanından taşmış, kendi kanallarını yaratmış, 1980'lere kadar sürekli yükselen bir seyir izlemiştir. 12 Eylülde finans kapitalle devlet sınıfları arasında bir çekişme aramak boşuna olur. Tam tersine, o güne kadar görülmedik bir uyumla, işçi sınıfına ve halka karşı savaş açılmıştır. Bununla birlikte iki başlıca egemen zümre arasındaki her türlü sürtüşmenin eriyip yok olduğunu söylemek de bir o kadar yanılgı olur. 12 Eylül'ün öncekilerden farkı, 1950 ve 1960 deneyinden ders çıkartan egemen zümrelerin, yükselen sınıf mücadelesi karşısında, herhangi bir taktik çatallanmaya düşmemeleridir. Oysa 27 Mayıs ve 12 Mart'ta finans k a p ita lle d e vle t s ın ıfla rı ö n e m li s a y ıla b ile c e k a y kırılıkla ra düşmüşlerdir. 12 Eylül'ün başlarında sağlanan uyumun; öte yandan 1990'larda yeniden su yüzüne çıkan bazı çelişkilerin temelinde yatan nedir? 12 Eylül'de 12 Marttaki gibi bir "9 Mart" olayının yaşanmamasının ebetteki tek nedeni yükselen sınıf savaşına karşı egemen zümrelerin taktik birliği değildir. 1979 la 1969'u kıyaslayınca 1970'ler sonrası sınıf savaşının öncesine göre çok daha yüksek olduğu ve daha radikal yolları zorlamaya başladığı -İzmir Gültepe ve Çorum'da kısmı barikat savaşları gibi- hemen görülebilir. Devrimin şiddetlenmesi


YOL 39 karşı devrimi de yetkinleştirir. 12 Eylül devrimcilere karşı yürüttüğü operasyonlarda, 12 Mart'ın yaptığı hataların hiçbirini tek­ rarlamadı. Devlet sınıfları ile finans kapitalin 12 Eylül'deki uyumunu yalnızca işçi sınıfı ve halka karşı yürütülen savaşla açıklamak yeterli olmaz. 1950 ve 1960'da birbirine zıt yönde yaşanan tepkiler, finans kapital açısından yeterince uyarıcı olmuş, bilindiği gibi hiç değilse, ordu üst katları ekonomik ve siyasi bazı kurumlaşmalarla finans kapital egemenliğinin çatısına alınmıştııf. Bu tam bir erime ve sentezleşmeden çok, devlet sınıflarının gelenekcil davranışlarını törpüleme, aşındırmadır. Bu gerçeklik, 1960'lar sonrası kurumlaşmaya başlayan ORKO vb. kuruluşlarla ekonomik olarak, Milli Güvenlik Kurul'u biçiminde de siyasi olarak yaşanmaya başlamıştır. Finans kapitalin orduya bu yaklaşımı yirmi yıl gibi bir sürede önemli sonuçlar vermiştir. İktidar odağındaki bu gelişmenin hiç şüphesiz bir de kapitalizmin gelişim temelinde bir karşılığı vardı. Türkiye'de kapitalizm geliştikçe, daha önceleri varolan gelişmenin iki yönü arasındaki çekişmelerde, bir gelişim yönü lehinde azalmaya, erimeye başlamıştır. Devletçilik uygulamaları ve toprak reformunda odaklaşan çekişmeler, aslında Kemalizmin Cumhuriyet öncesi egemen sermaye biçimlerine karşı tutumundan kaynak almıştır. Özel finans kapital gelişip, bir bakıma kapitalizmin "Prusya Volu"nu tutunca, uzun sancılı yıllarla eski sermaye biçimleri finans kapitalle birlikte evrimleşmiştir Bunun ilk sıçramalı gelişimi 1950'lerde yaşanmıştı; ikinci sıçramalı gelişim ise 1980'lerle yaşanmaya başlamıştır. 12 Eylül'e gelindiğinde, ekonomik gidişle ilgili devlet sınıfları ve finans kapital arasında herhangi bir sürtüşme yaşanmadan uygulamaya geçilmiştir. Uyumun temelinde yatan en önemli gerçeklik budur. Kapitalizmin gelişim seviyesi, onun gelişme yollarıyla ilgili egemen zümreler arasındaki önceki çekişme noktalarını eritmiştir. Ekonomik yapı açısından söz konusu sorunlar tümüyle yok olmasa da eski ağırlıklı yönlerini yitirmişlerdir. 1990'lara gelindiğinde ise, 12 Eylül'ün ilk yıllarındaki uyum kaybolmuş,


YOL 40- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış gerek sivil finans kapital poltikacıları arasında gerekse ordu ile ilişkilerde aniden önemli gerilimler yaşanmaya başlanıştır Bu konuda ülke içindeki nedenlere gelmeden önce, dünyadaki son g e lişm e le rin Türkiye egem enleri üzerindeki etkilerini ir­ deleyelim. Sosyalizmin varlığı koşullarında Türkiye dış politikası son derece basit birdenkleme dayanılıyordu. Çöküşle birlikte eski tek bilinmiyenli denklemin yerini çok bilinmiyenli yeni bir sistem almıştır. 1950'lerde Cumhuriyetin kalıpları ilk kez önemli ölçüde zorlanırken dünya yepyeni bir dengeye oturmaktaydı. Türkiye, DP iktidarıyla bu denge içinde büyük bir hız ve telaşla NATO saflarında yer almak için adeta çırpınmıştı. Ardından "Tınman yardımları'Yıa ödenen bedel olarak "ticarette liberalleşm ekle birlikte bilinen süreç açılmış oldu. Bugün "2.Cumhunyet" tartışmalarının yapıldığı sırada, dünya bambaşka bir görünüme sahiptir. İşin finans kapitali zorlayan yanı eskisi gibi koşarak gidilip katilini lacak açık kesin bir saflaşmanın henüz oluşmamasıdır. Tüm dünya "yeni bir düzene" doğru ağır ve sancılı bir şekilde yol alıyor. Bu durum, Türkiye açısından hem ekonomik yönelişlerde hem de Genel Kurmayın kasalarında duran askeri stratejilerde önemli değişimler yaratmıştır. Dünyanın yeni yönelişinde Türkiye'yi ilgilendiren iki önemli yan vardır. 80'lerin sonuna kadar egemen olan denge içinde Türkiye ekonomik ilişki lerde daha çok Avrupa'ya özellikle Almanya ve İsviçre'ye askeri ilişkilerde ise Amerika'ya bağlı konumdaydı Sosyalizme karşı bir tek emperyalist cephenin olduğu koşullarda ekonomik ve askeri ilişkilerdeki bu farklı ülkelere bağlılıkönemü hiçbir sorun yaratmamıştır. Sosyalizmin çöküşüyle birlikte hızlanan emperyalist yeniden paylaşım dönemindeyse, ekonomide Almanya'ya, silahta Amerika'ya bağlılık önemli sancılann nedeni olacaktır. Errpeıyalizmin ilk paylaşım döneninde, OsmanlI egemenleri Ingiltere ve Almanya'ya göre sataşmışlardı. Günümüzde yeni bir paylaşım dönemi açılırken güç değişmelerinin yaratacağı sancılarTürkiye finans kapitalini de etkileyecektir. Geçen Newroz da Alman tanklarının Kürdistan da kullanılmasına karşı Kohl


YOL 41 hükümetinin gösterdiği tepki insanlık sorunundan değil, yeni egemenlik çekişmesinden kaynaklanmıştır. Yine Körfez savaşı sırasında Özal'la Genel Kurmayın çekişmesinin altında yeni dünya düzenine hızla ayak uydurmayı deneyen Özara karşı hala eski dengelere koşullanmış devlet sınıflarının direnci yatmaktadır. Yine dünyadaki yeni saflaşmanın iç politikaya yansıması T.Özal'ın pervasızca "tek süper güç Amerika" çığırtkanlığını yapmasına karşılık, Mesut Yılmaz'ın sessizce yüzünü Almanya'ya dönmesinde kendini göstermektedir. Dünyadaki değişimin Türkiye’yi ilgilendiren diğer yönü, finans kapitale Ortadoğu ve Karadeniz'in kuzeyinden Balkanlara uzanan alanda yeni girişim şansları yaratmasıdır. Bu konuda kısa dönemde önemli yönelişlerin olması imkansızsa da, böyle çeşitli ihtimallerin varlığı, stratejik hedefler belirleme konusunda Türkiye egemenleri içinde bazı çekişmelere neden olabilir. Özetle, dünyadaki güçler dengesinin tümüyle alt üst olması ve pek çok gelişim ihtimallerinin ortasında yer almak Türkiye finans kapitalini daha geniş ufuklu stratejik yönelişler belirlemeye zorlayacaktır. Eski dünya dengesinde davranış ne kadar basit ve tek yanlı idiyse, yeni dünya dengesinde o kadar karmaşık ve tek yönlüdür. Bu durum ekonomik ve askeri seviyelerde egemen güçleri yeni belirlemelere zorlayacak, bu zorlanmalar ise yeni çekişmelerin kaynağı olacaktır. Bu tespit, Türkiye ortamında akıp giden siyasi gerçekleri daha çaplı kavrayabilmek, olaylara bakışı eski basitliğinden kurtarabilmek için gereklidir, yoksa yeni durumun egemen katlarda yaratmaya başladığı çekişmelerin devrimci mücadeleye etkisi apayrı bir konudur. Devlet içindeki her çekişme, işçi sınıfının mücadelesine yaramaz. Somut koşullarda cevap bulunabilecek sorunları gereksiz bir şekilde teorize etmek, hareketle taktik alanda yanılgılara sürükler. 1990'larda devlet içindeki sürtüşmelerin ve yaşanan siyasi krizin ülke içindeki nedenlerine gelince, önce yazınını. Bölümünde açıkladığımız ekonomik temele kısaca yeniden göz atalım Sosyal demokratlar dahil burjuva partilerin programlarının birbirine çok yaklaştığını: "Devletçilik", "Karma Ekonomi", "Liberalizm" ya


YOL 42- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış da "Çağdaş Reformlar", "Toprak Reformu" temelindeki çatışmaların erozyona uğradığını tespit etmiştik. Ekonomideki gelişim burjuva partiler arasında bir açı daralması yaratırken, aynı zamanda öne çıkan yeni sorunlar temelinde eskisinden farklı çatışma noktaları ortaya çıkmaktadır. 12 Eylül, ekonomiyi ihracata yöneltse de, sanayi yapısını dünya pazarında az çok istikrarlı bir yer tutabilecek ölçüde geliştirememiştir. Gündemdeki sorun yine "sanayide yapısal değişim". Bunun için ise finans kapital ilk olarak "sanayide stratejik öncelikler" belirlemesi ni; ikinci olarak bu alanların devletçe desteklenmesini, yani değişim için gerekli sermayenin temin edilmesini istiyor. Özellikle, Japonya ve G.Kore örneklerinden etkilenen belli üretim ve hizmet alanlarında stratejik öncelikler seçilmesini isteyerek finans kapital, aslında kendisi için hiç de kolay olmayan bir yönelişe dünya pazan tarafından itilmektedir. "Öncelikler"in belirlenmesi ve uygulanması finans kapital ve genel olarak sermaye içinde kaçınılmaz gerilimler yaratacaktır. Türkiye finans kapitalinin yapısı ve alışkanlıkları dikkate alındığında böyle bir yönelişe uyumyapmasınıı çok sancılı bir süreç gerektirdiği açıktır. R.Koç'un "bir yılı konuşarak geçirdik" demesinin altında yatan neden budur. Koalisyon hiçbir açık yöneliş yapamamıştır. İkinci, esas koşula, sermaye birikimine gelince konu daha da çatallanmaktadır. İşçi sınıfının ve çalışan halkın on yılda bir canına okunarak sermaye biriktirmenin imkanları giderek daralmaktadır. Bu amaçla, KIT'lerin özelleştirilmesi, yeni vergi düzeni tartışmalarının ardında ekonomik işleyişi rasyonalize etmek ve devleti küçültmek yatmaktadır. Burada da, sermayenin ve devletin kendine yönelmesi gerçekliği ortaya çıkmaktadır. Bugüne kadar on yılda bir çalışan insanların aşırı yoksullaştırılmasıyla tazelenen sermaye biriktirme uygulamasının, aynı yol yine mutlak olarak imkansız olmasa da, sınırlarına gelinmiştir. Devletin küçülmesi deyince akla, memur, polis ve ordu harcamalarının kısıtlanması gelir. Devletin memurlar dışında, ordu ve polis harcamalarını kısması bugün için mümkün değildir. Buradan, derinleşen siyasi krizin ve 2. Cumhuriyet tartışmalarının


YOL 43 aşağıdan vuran nedenine geliriz. 12 Eylül faşizmi, 27 Mayıs'ın politik anlamda tam bir tasfiyesi, 80'ler koşullarında Cumhuriyetin ilk aşılan kalıplarına dönüş oldu. Böyle geriye dönüşler geçici olarak mümkün olsa da, 12 Eylül ün tek parti dönemi özlemleri tutmadı; gelişen sınıf ve ulusal mücadele ile yıprandı, hırpalandı. 12 Eylül'ün "demokrasi programlarıyla” 1987'ler sonrası ortaya çıkan fiili durumu birbirine karıştırmak tam bir siyasi körlük olur. Faşizmin "demokrasi programından" hareketle onun "çözüldüğü" sonucuna varan siyasetler şimdi Alevi dergahlarında semah söylüyorlar. Faşizm, bugüne kadar dünyanın hiçbir ülkesinde kendi evrimiyle çözülmemiştir. Faşizm ancak devrimle ya da aktif eylemliliklerle tasfiye edilebilir i 12 Eylülden bugünlere gelirken, onun kendi evrimleşme programının özü, Cuntanın kanunlarıyla kurumlaştırılan faşizmin uygulayıcılarının sivilleştirilmesinden ibaretti. Hiçbir şey aynı kalamayacağı için 12 Eylül faşizmi de hem yukarıdan kendi mimarları tarafından revize ediliyordu, fakat esas olarak aşağıdan Kürt ulusal mücadelesi ve işçi hareketiyle darbeleniyordu. Bu süreç 1987'den sonra hızlanmış, 1991 sonlarına doğru bir tepe noktasına tırmanmıştır. Halk hareketinin bu yükseliş günlerinde 12 Eylül faşizminin getirdiği bazı hukuki yapılar işlemez hale gelmiştir. Buna rağmen, esas olarak hala 12 Eylül hukuk düzeni devam etmektedir. Kürdistandaki ulusal mücadelenin yarattığı sonuçlarla, işçi hareketinin yaratığı sonuçlar henüz çok farklıdır. Kürdistan'ın önemli bir bölümünde bugün ikili iktidar vardır. Devlet, Kürdistanda iktidarını yürütmekte her geçen gün daha fazla zorlanıyor. Yürütülen bütün karşı propagandaya, korucu sistemine, köy ve kasaba baskınlarına rağmen devlet, PKK'nin halklaşmasının engelleyememiş, böylece mücadele tecrit edilmiş bir gerilla savaşı biçiminde kısırlaşmamış, tam tersine bazı alanlarda fiilen iktidar haline gelmiştir. İşçi hareketi ve devrimci hareket açısından ise ilk sonuçlar çok farklı bir zemindedir. Yükselen öğrenci, işçi ve memur hareketi,


YOL 44- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış 12 Eylül düzenine bazı gedikler açmış, fakat ne bu gedikler süreklileşip, derinleşebilmiş ne de yaygınlaşıp Eylül faşizmini nefessiz hale getirebilmiştir. Devlet, açık zor yanında bazı manevralarla; Ş.Denizergibi parıİttiği uşaklarının aracılığıyla, hatta D.Perinçekgibi işçi dalkavuğu tiplerin yarattığı sarhoşlukla halk hareketi ile devrimci hareketin buluşmasını engellemiş; anti-terör yasasıyla devrimcilerin sokaklarda infaz edilmesini meşrulaştırmıştır. 141,142'yi kaldırarak komünizm propagandasından artık korkmadığını ilan etmiş, buna karşılık en küçük devrimci zor uygulamasını idamlar ve fiili infazla ödüllendirmiştir. Finans kapital, halk hareketini devrimci öncülerden uzak tutabildiği ölçüde, bu hareketleri yönlendirebileceğini, yatıştırabileceğini son yirmi yılın sınıflar savaşı deneyinden iyice öğrenmiştir. Fakat en az bu kadar kesinlikte, onların ekonomik ve politik zeminini yok etmedikçe bu hareketlerin her seferinde yeni biçimlerde tekrar kendini ortaya koyacağını da öğrenmiştir. İşte bu noktada, ekonomik ve politik olarak Eylül düzeninin, tıkanma noktasına dayandığını tesbit etmeliyiz. Kürt sorunu canlılığından hiçbir şey yitirmemiş; işçi hareketi istikrarsız bir gidiş izliyor olsa da, onu motive eden ekonomik ve siyasi nedenler çözülmemiş ya da en azından önemli ölçüde yumuşatılamamıştır. CMUK gibi yasalar halka alay eden "reform" karikatürleridir Aşağıdan vuran bu güçlü dalga, yukarda "2.Cumhuriyet" tartışmalarına kapı açmıştır 12 Eylül, yapmayı özlediğinin tam tersi sonuçlara yol açmaktadır. Elbette ki isteyerek değil, on yıldır uyguladığı zorla, sistemin esneme paylarını yok ettiği için şimdi düzen biraz daha derinlerden esnemeye zor­ lanıyor. Düzenin geldiği bu sıkışma noktasında, Özal, Kürt sorunu için "federasyon" lafını ortaya atmış; koalisyon kurulduğunda ”devrim gibi reformlar (E Özkök) ilan etmiş, fakat bunların tümü laftan öteye gidememiştir. Gidemezdi de Yine siyasi krizin bir yan ürünü olarak, bazı idari reformlar (valilerin tasfiyesi, başkanlık sistemi vb.) Genel Kurmay'ın Savunma Bakanlığı'na bağlanması, hatta yeniden darbe söylentileri ortalığı kaplamıştır


YOL 45 Tüm bunlar 12 Eylül faşizminin koyduğu kalıplardan da öteye giden, Cumhuriyetin idari sisteminde önemli değişikliklere yol açabilecek yenilikler gibi görünüyor. Bunları söz seviyesinde de kalsa, ortaya dökenin Kürt ulusal mücadelesi ve işçi hareketi olduğu açıktır. Burada şu açık farklılığı bir kere daha vurgulayalım. Kürt ulusal mücadelesi Cumhuriyetin kurumlarını sarsıp, darbelerken, işçi hareketi henüz 12 Eylül'ün getirdiği faşist kurumlaşmayı hırpalıyor. 1970'lerde kazandığı mevzilerden çok gerilere püskürtülen işçi hareketi, 1987 sonrası mücadelesiyle yeniden eski mevzilerine ulaşmaya çalışıyor. Kürt ulusal mücadelesi ise, Kürt halkını bugüne kadar hiçbir zaman sahip olmadığı yükseklikteki mevzilere taşımıştır İşin politik olarak ilginç olan yanı, 80 öncesi sınıflar savaşı ortamında, yükselen mücadele sosyal-demokrasiyi dillendirirken, 80 sonrası aşağıdan vuran dalga, sosyal-demokrasiden çok T.Özal ın şahsında "muhafazakar" politikacıları dillendirmiştir. 1960'lardan itibaren yükselen işçi hareketi, önce 80 yaşındaki İnönü’ye "ortanın solu" lafını telaffuz ettirmiş, daha sonra da Ecevit'e "toprak işleyenin, su kullananın" parolasını attırmıştır. 12 Eylül sonrası ise, Kürt ulusal hareketinin yükselmesiyle tüm alışılmış şemalar değişmiş; Ecevit gibiler Türkeş’in dilini kullanmaya başlarken, ÖzalTederasyon" önerisiyle Cumhuriyetin en dokunulmaz tabusuna burjuvazinin ağzından ilk kez yepyeni bir yaklaşım ortaya atmıştır. Bu noktada durup, sözlerin parlaklığından öteye siyasi güçler dengesi açısından söylenenlerin anlamını irdeleyelim. Ecevit, iktidar olduğu halde, toprağı işleyene suyu kullanana veremedi ve bu yeteneksizlik aslında "sosyal demokrat" CHP’nin siyasi sonu oldu. T.Özal, iktidardayken Kürt sorununa ciddi bir yaklaşım getirmedi, "sorumsuz Cumhurbaşkanı” olunca dillendi Bu ölçüdeki verilerden bile şu sonuca varabiliriz: 80 öncesinin sınıflar savaşı deneyinden sonra sosyal-demokrasininfinans kapitale rağmen bir "sosyal” reformu gündemleştirme misyonu kalmamıştır. Eğer reform yapılacaksa onları da fınans kapitalin siyasi eğiimleri gündemleştirip uygulayacaktır. Sınıflar savaşının dehşetli korkusu sosyal demokrat


YOL 46- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış yüreklere öylesine sinmiştir ki, bir zamanlar belli ölçülerde kendilerinin harekete geçirdiği halk hareketi, beklediklerinden çok öteye gidince, günümüz sosyal demokrasisi tipik bir statükocu yapı ka­ zanmıştır. Finans kapital ise, 12 Eylül'le biraz daha palazlandıktan sonra olaylara eskiye oranla daha esnek bakabilme gücüne ulaşmıştır İçinden geçtiğimiz momentte ise, ekonomik gidiş sermaye birikimini arttırabilmek için devletin küçülmesini dayatıyor; öte yandan, Kürt hareketi ve işçi sınıfının baskı altında tutulması ise devletin büyümesini gerektiriyor Bu çelişkiyi, birtek şey, mücadeledeki güçlerin durumu çözmeye yeteneklidir. Siyasi ortamdaki her türlü spekülasyon bir yana, finans kapital tüm taktik yönelişini, Kürt hareketinin etkisini Kürdistan'la sınırlamaya yoğunlaştırmıştır. Devlet bunu sağlayamadığı an, mevcut dengelerde önemli kaymalar yaşanabilir Bunun için, işçi ve halk hareketinin şovenizm bariyerlerini aşarak mücadele seviyesini ücret zamlarından öteye yükseltebilmesi gerekiyor. Gelişen olaylar, Eylül düzeninin koyduğu kalıpları, yani zamanla Cumhuriyet'in kuruluşundan beri gelen alışılmış yapıları zorluluyor. Türkiye on yılda bir girmeden edemediği krize, bir kere daha, fakat oldukça başka yollardan yeniden girmiştir. Düzenin zorlandığı değişimin iki yönü birbirine karıştırılmamalıdır. Birisi, esasolarak egemen zümreler arası güç kaymasından kaynaklanan yukarıdan; diğeri tüm halk güçleriyle egemenler arasındaki yeni dengelerden kaynak alan aşağıdan zorlanan değişimlerdir. Finans kapital, kendi gelişim tarihinde, her önemli sıçrama yaptığında devlet sınıflarıyla ilişkisine yeni bir şekil vermeyi denemiştir. 80'ler, Türkiye finans kapitalinin gelişiminde önemli bir basamak olmuştur. Bunun iki egemen zümrenin ilişkisine yansıması çok doğaldır. Ancak bu yansıma, sancısız düz bir yol izlemiyor. 12 Eylül'ün ilk yıllarında, Paşalar apoletlerindeki gücü mutlak sanıp, finans kapitali siyasi olarak yeniden vesayet altına almak için T Sunalp ve partisini öne sürdüğünde, 83 seçimlerinde ANAP'ı


YOL 47 yıldızlaştırarak parababaları, Paşalara güçlerin sınırım hatırlatmıştır. Daha sonraları, T.Özal genel Kurmay Başkanı için ordu hiyerarşisine rağmen kendi tercihini yaparak bir kere daha orduyla ilişkiye yem bir çehre kazandırmayı denemiştir. Öte yandan, Kurdıstan'dakı mücadele iyice yükselince, bu sefer ordu finans kapitale gücünü hatırlatmış, Genel Kurmay'ın yeri üzerine tartışmalar kesilmiştir. Finans kapital her önemli gelişim konağında, Ordu'yu "batılılaşma" amacının bir sonucu olarak, klasik burjuva demokrasılerındekıne benzer bir konuma itmek istiyor. Tarihsel geleneğin ötesinde Ordu, vakıf ve şirketleriyle, KIT'lerle olan bağlarıyla devasa bir ekonomik g ü ç tü r Ekonomik koşullar ve silah tekniğindeki gelişmeler; ayrıca orduların köylü çücuklarının eğitildiği "okul" olma döneminin burjuva düzenlerinin ilk gelişim periyotlarına denk düşmesi; zamanımızda ise bu amatör, ulusal ruhun yerini profesyonel yaklaşımın alması, ordu yapısında önemli değişimleri gündeme getirmektedir. Fakat bu yapı değişiminin oldukça sancılı bir süreç oluduğu çok açıktır. Diğer önemli yukarıdan değişim konusu, valilik sistemiyle yürüyen devletin merkezi yapısının esnetilmesi üzerinedir. Gerçi bu konudaki tartışm alar sürerken, hükümet tam tersi yönde, valilerin yetkilerini arttıran yeni bir kanun çıkartarak ilk cevabı veımiştir. Sorunun derinliklerinde neyin yattığını çıkartarabilirsek, gündelik, pragmatik yaklaşım ufkundan kurtulabiliriz. Ekonomik ve sosyal gelişimin sonucu, 1930'lar hatta 1960'lar Türkiyesi ile kıyaslandığında ülke çapındaki dengesizlikler azalmak yerine göreli olarak artmıştır. Kürt halkı açısından durum üstünde yeni bir şey söylemeyi gerektirmeyecek ölçüde açıktır. Bunun yanında, Batı Anadolu ile diğer bölgeler arasındaki açı hızla artmıştır. Bu olgu sırf Türkiye'ye özgü bir sorun da değildir. Dünyada kapitalizmin gelişmesi genel olarak benzer sonuçlar doğurmaktadır. Sonuçta, gelişkin bölgeler, nüfus yığılmasıyla da birlikte, daha fazla kaynağa gereksinim duydukları için, geri bölgelerin yükünü merkezi devlet aracılığıyla daha fazla taşımak istemiyorlar. Bizde de, İstanbul'a daha özerk bir yapı kazandırılması tartışmaları, giderek "seçilmiş


YOL 48- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış valiler' düşüncesine kadar vardı. Ancak, siyasetçilerden ve bürokrasinin önemli bir bölümünden büyük direnç gördü. Ekonomik ve sosyal farklılaşmanın bu kadar derin olduğu bir ülkede, merkezi devlet yapısının esnetilmesi, egemen sınıflar açısından büyük risklertaşımaktadır. Merkezi devletin daha esnek bir yapıya bürünmesi, ülke seviyesinde gelişimin büyük uçurumlar taşımadığı koşullarda mümkündür. Buna rağmen, nüfus ve gelişim şehirlere yığıldığı ölçüde, gelişmiş bölgelerin merkezi devleti esnemeye zorlaması devam edecektir. Gerek finans kapital devlet sınıfları ilişkisinin, gerekse merkezi devlet yapısının seçilmiş valilerle esnetilmesinin gündeme tırmanmasının altında egemen zümreler arası güç kaymalar yatmaktadır. Finans kapital geliştikçe ve uluslararası kenetlenmesi arttıkça, rasyonel işlemeyen her yapıya yönelecektir; fakat çiğ ekonomik mantığın sınırı sosyal ve sınıfsal dengelerin başladığı yerde durur. Tüm halk güçleriyle egemenler arasındaki denge, 1987den sonra hızlanan mücadele sürecinde finans kapital aleyhine değişime uğramıştır. Aşağıdan zorlayan halk güçleri, düzeni, örgütlenme, propaganda özgürlüklerinin genişletilmesi ve Kürt halkının ulusal haklan yönünden zorluyor. Bu zor karşısında, egemen sınıfların -aralarındaki çatlak sesler çıksa da -ortak taktiği, reformlara yönelmek değil, önce devrimci güçleri ezmek ya da yeterince zayıflattıktan sonra, "reformlann" sınırlannı belirleme insiyatiflni elde tutarak bazı değişimlere yönelmek biçimdecir. Finans kapital, işçi hareketi ve ulusal mücadeleyi daıbelemeden siyasi değişimlere yönelirse, reform sınırlarını kendisinin değil, halk güçlerinin belirleyeceğini iyi bilmektedir. İşçi hareketiyle devrimci hareketi buluşturmamak için devrimci örgütlenmelere karşı sistematik ola ra k uygulanan zorun, Kürt ulusal hareketine karşı ilan edilen "topyekün savaş"ın altında yatan temel mantık budur. Mevcut güçler dengesinde, henüz bu konuda son sözler söylenmemiştir. Ancak, gelişmelerin çok açık gösterdiği gerçeklik şudur ki, Kürt ulusal mücadelesi, bölgesinde ikili iktidar yaratmasına rağmen, düzenin genel yapısını etkileme gücü s ın ırlıd ır Kürt hareketine d o st b ir işçi hareketi yükselmedikçe, düzen tam bir yol kavşağına itilmiş


YOL 49 olmayacaktır. Kürt ulusal mücadelesinin yarattığı etkiyi silah gücüyle kırmaya çalışan devlet, bu konuda zorlandıkça ortaya "siyasi çözüm" yanlıları dökülebilir. Bugüne kadar ünlü pragmatizmiyle sahnenin önünde T.Özal yer almış; onun yıpranma payı yükseldikçe, sahne arkasında Aydın Menderes benzer bir misyon için hazırlanmaktadır. Sopa ve havuç politikasında, havuç gösterenlerin bir misyona sahip olabilmeleri İçin, uzatılan havucun çekiciliğine kapılacak kitleler gereklidir. 1978'de 2. MC iktidarı çöktükten sona Ecevit, böyle bir misyonla hükümet oldu . Onun yatıştırmalarının etkisi altına çok geçici olarak giren işçi hareketi, yeniden -elbette çok daha radikal devrimci pa­ rolalarla- toparlanm aya çalışırken faşizm, 12 Eylül vuruşunu yaptı. Kürdistan'da Özal'ların yatıştırabileceği bir güç görünmüyor O nedenle finans kapital zor poBtikasıyla PKK’yi zayıflatmaya çalışırken, bulabilirse reformist güçleri canlandırmaya çalışıyor. Eğer böyle güçleroıtaya çıkarsa, Özal ya da benzerlerinin "siyasi çözüm" manevralannın bir misyonu olabilir. Havuca uzanacak eller bulunmazsa, havuç politikasının herhangi bir işlevi olmaz. Mücadelenin bugünkü durumunda, Kürdistan'da gelişmelere sağlam örgütlülüğüyle PKK yön vermekte, öncüsüz kendiliğinden bir hareket yok denecek kadar azdır. Saflaşma keskinleşmiştir; diğer uçta devlet yanlılarının koruculuk örgütlenmesi vardır. O nedenle, devletin insiyatifini yükseltecek birsonuç doğuracak "siyasi çözüm" manevraları için alan oldukça dardır. Aynı şey tüm Türkiye için söylenemez. İşçi ve halk hareketi satılık sendikacıların ya da dönekleşmiş eski devrimcilerin etkinliğinde kaldığı müddetçe, devletin "siyasi çözüm" demagojileri için Tüıkiye'de geniş b ir alan vardır. Kürdistan'daki mücadele yükselmesine rağmen bölgeden tecrit edilirse, Türkiye devrimci hareketi halk hareketini yükselterek siyasi iktidarların manevra alanını daraltamazsa; Türkiye ve Kürdistan'daki halk güçleri siyasi güçler dengesinde bugünkü ulaştıkları konumlarını koruyamazlar. Çok şey, devrimi Ankara'dan batıya taşımaya bağlıdır.


YOL 50- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış Sınıflar Savaşının Özellikleri Açısından 1960 Sonrası Gelişmelerin Kritiği 1980 sonrası sınıflar savaşının gelişimine baktığımızda, kendimizi kaba görüntülerin ötesinde mücadelenin özelliklerinde odaklaştırırsak, önceki yirm i yıllık dönem den oldukça farklı yönlerinin olduğu görülebilecektir. 12 Mart sonrası, sınıflar savaşı 70 öncesinin basit bir tekrarı değil ama, her bakımdan devamı olmuştur. 12 Mart, sanki mücadelenin enerjisini yükseltmek için bir bent oldu; biriken potansiyel 1974'den sonra hızla akmaya başladı. 1980 sonrası. Kürt ulusal mücadelesi tarihindeki en örgütlü, kararlı savaşı başlatırken, işçi sınıfı açısından aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Sınıf. 1987de 12 Eylül'e karşı ilk önemli eylemliliğini yükseltmiş, Zonguldak işçilerinin yürüyüşüyle birtepe noktasına tırmanmasına rağmen, eylemliliklerin sonuçları 80 öncesi mücadelelerle bir benzerlik taşımamıştır. Sınıf hareketindeki kıpırdanışa rağmen devrimci hareket gelişmemiş, hatta 1990'larda açık bir çürümeye girmiş; işçi hareketleriyse ekonomik ve sendikal zemini aşamamıştır. Oysa, 1980 öncesinde sınıf ve kitle hareketiyle devrimci hareketin gelişmesi az çok bir paralellik taşımıştır. 1987'lerde benzer bir gelişim olmuşsa da çok kısa sürmüş, sınıf savaşının Eylül öncesine benzer yollar izlemeyeceği ortaya çıkmıştır. Bunu, yalnızca devrimci hareketin aldığı yenilgiye bağlamak olaya aşırıca tek yanlı yaklaşmak olurdu. 1990'lar Türkiye’sinden, önceki yılların sınıflar savaşı pratiğine baktığımızda, mücadelenin aşamalarını 10 yılda bir gelen kriz ve askeri darbeler düzleminden tanımlamanın artık yeterince aydınlatıcı olmadığı görülmektedir. 1960-71 arası, 1971-80 ve 1980 sonrası sınıflar mücadelesinin önemli basamaklarıdır. Fakat bu dönemlerin birbirinin basit devamı olduğunu düşünmek yanıltıcı olur. Nasıl ki, Türkiye'de sınıflar savaşı tarihinde 1960'lar bir dönüm noktasıdır; kendi öncesinden sadece nicelik yönden değil, nitelik açısından da farklılıklar taşır, 1920-30'lardaki mücadelenin basit bir devamı


YOL 51 değildir; tıpkı böyle 80'lerdeönceki yirmi-yirmi beş yıllık mücadeleden farklı özelliklere sahiptir. Bu özellikleri irdelemek, demokratik devrim stratejisini etkileyen bir yönünün olup olmadığını açığa çıkartmak ve özellikle taktikler açısından konuyu en dikkatli biçimde çözümlemek gereklidir. Bugünden baktığımızda sınıflar savaşı tarihini başlıca iki döneme ayırm anın o la y la ra daha iyi ve sağlam a çıkla m a g etireceği anlaşılmaktadır. Birinci dönem, 1980'lere kadar gelen, esas olarak sınıfların birbirinden kopuşmasıyla karakterize edilebilecek olan dönemdir. İkinci dönem ise, 1980'lerin ortalarından sonrasını kapsar, esas olarak kopuşun sınıflann daha bilinçli olarak biribirine karşı konumlandığı, fakat dönemin şimdilik ağır basan özelliği açısından, birbirleriyie uzlaşma aradığı bir dönemdir. Sınıflar kopuşmasıyla karakterize edilebilecek döneme baktığımızda

İki ana eğilim dikkat çekmektedir. Kopuşmayı hızlandıran kapitalizmin gelimesidir, İkinci Dünya Savaşı yıllarında iyice yoğunlaşan sermaye birikimiyle Türk burjuvazisi 1950'lerle birlikte gelişim temposunu hızlandırmıştır Temeldeki bu hareket çok geçmeden kendini siyasal alanda hissettirmiş ve özellikle 1960'larla birlikte Türkiye'nin siyasi çehresi öncesiyle kıyaslanamayacak ölçüde başkalaşmıştır. Kapitalizmin hızla gelişimiyle birlikte, o güne kadar imtiyazsız ve sınıfsız bir kitle" olarak CHP içinde ve çevresinde kümelenen sınıf ve tabakalar kendi siyasi talepleriyle, ayrı örgütlenmeleriyle sınıflar mücadelesi ortamına çıkmışlardır. Bu ayrışma, kopuşma döneminde iki ana eğilimden söz etmiştik. Birisi, Türk burjuvazisini vesayeti altında tutan gelenekcil devlet sınıflarıyla, palazlanan finans kapital arasındaki egemenlik ilişkisiyle ilgilidir. İlk kopuşma bu iki zümre arasında yukardan yaşanmış, kendini DP-CHP bölünmesiyle ortaya koymuştur. Finans kapital geliştikçe, ekonomiyi eline aldıkça siyasi yaşamdaki yerini de kaçınılmaz bir şekilde almak için davranışa geçmiştir. Egemen zümreler arasındaki bu kopuşmanın anlamı çok


YOL 52- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış açıktı: Cumhuriyetin ilk yıllarında son derece cılız olan burjuvazi, devletçilik yoluyla tam birtekeld egemenlikle palazlandıkça iki zümre arasında yeni dengeleri ifade etmeyen eski siyasi ilişki sistemi değişmek zorundaydı. Bu süreç birbirine zıt karakterli 1950 ve 1960 olaylarıyla yaşanmıştır 1960 sonrası devlet sınıfları ve finans kapital arasındaki ilişki yeniden tanımlanmış, esas olarak finans kapitalin belirleyiciliğinde ekonomik ve siyasi yeni kurumlaşmalarla, devletçi geleneğin "sınıflar üstü" davranışları aşınmış, finans kapitalin çıkarlarıyla düzenli bir uyuma sokulmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla, sınıflar savaşının kopuşmalarla karakterize edilebilecek birinci döneminde ilk fırtınalı çekişme yıllarından sonra yukarıda, devlet sınıfları ve finans kapital arasında bir uyum Orko, Oyak, Milli Güvenlik Kurulu gibi yapılarla bir bütünleşme yaratılmaya çalışılmıştır. Bu dönemdeki ikinci ana eğilim, 1965'lerle birlikte iyice belirginleşen, egemen zümreler dışındaki tüm sınıf ve tabakaların hem birbirlerinden kopuşmaları, hem de egemen finans kapitale karşı konum almalarıdır. Bu dönem tüm toylukları, saflıkları ve kendine özgü canlılığıyla 1965-80 yıllarını kapsar. 1987 çıkışı "eski günleri" kısmen tekrarlamaya yeltendiyse de, bunun mümkün olmadığı hemen anlaşıldı. Bu yılların sınıflar kopuşmasına yukardan aşağıya bir göz atarsak, Cumhuriyeti kuran ve yılların iktidar partisi CHP, bu süreçte, Paşasının ağzından "ortanın solu" bir politika ilan etmiştir. Finans kapital tarafından terk edilince, CHP orta tabakaların, tekel dışı burjuvazinin siyasi çıkarlarını dile getirmeye başlamıştır. Bu siyasi çizgi Ecevit tarafından en uç noktasına vardırıldıktan sonra, bu sefer tersi ne bir evrimleşme içine girmiştir."Halk sektörü", "işletmelere işçi katılımı", 'toprak işleyenin, su kullananın" parolalarıyla "Ak günlere" siyasi program platformunu ilan eden Ecevit CHP' sinin gidişi 1978'le birlikte yön değiştirmiştir. Cumhuriyetin tek parti yıllarında irili ufaklı tüm burjuvazi ve dönemin itibarlı memurve öğretmenleri tümüyle Kemalizmin "zafer arabasına koşulmuştu". 1960 lara gelince, devletin imkanlarından yararlanma umutlarını yitiren, finans kapital dışı kalan burjuvazi CHP'nin çatısında


YOL 53 kendini ortaya koydu ve sola doğru eğildi. Çünkü o yıllarda hem dünya hem de Türkiye hızlı adımlarla sosyalizme yöneliyordu. Bu yıllar, kırk yılın devletçi Paşasına "ortanın solu", ardından Şair Ecevit'e de "demokratik sol" sloganlarını attırdı. Küçük burjuva tabakaların bir bolümu'CHP saflarında toplanmasına rağmen, diğer önemli bir bölümü anti-emperyalizm ve sosyalizm parolalarıyla, finans kapital politikalarından kesinlikle kopuştular. O dönemler için bu politika başlıca AP'de temsil ediliyordu. Küçük burjuva tabakaların sosyalizmi savunmalarına rağmen, devletçilik geleneğinden ve Kemalizmden aynı ölçülerde kopuştuklarını söylemek mümkün değildir. Buna rağmen, Cumhuriyet tarihinde ilk kez bu ölçüde küçük burjuva tabakalar bağımsız örgütlenme özlemleriyle sınıflar mücadelesi içinde yer alıyorlardı. Tek parti döneminde ve 1965'lere kadar daha çok CHP çevresinde yer almış olan aydın gençlik ve kasabalarda canlanan politik yaşamla öne çıkan taşra gençliği, büyük bir tutkuyla sosyalizm özlemlerine yönelmiştir. Tüm bu olaylar kapitalizmin hızlı gelişim temposuyla, düzenle küçük burjuva tabakalar arasındaki eski bağları kopardığını kanıtlıyordu. Gelecek, anti-emperyalizm ve sosyalizm parolalarıyla dile getirilse de henüz oldukça kaba ve bulanıktır. Aynı süreçte, proletaryanın mücadelesi de oldukça ileri noktalara sıçramıştır. Türk-lş eliyle devletle sürekli uzlaşık tutulmaya çalışılan işçi hareketi, 1967'de DİSK'i yaratmıştır. İşçi sınıfı siyasi olarak, daha Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren düzenle bir kopuşma yaşamış olsa da daha sonraları bunun önemli politik sonuçları olmamıştır Sınıfın, kendini en görmek istemeyen gözlere bile batırdığı yıllar esas olarak 1968'ler sonrasıdır. Sonuç olarak, tek parti döneminin "sınıfsız, imtiyazsız kitlesi" kapitalizmin gelişim hızı artınca, kaçınılmaz kopuşmalara uğradı: Egemen zümre finans kapital örtülerinin ardından sıyrılarak daha göze batar hale gelirken; tekel dışı burjuvazi "demokratik sol", küçük burjuvazi ve proletarya "anti emperyalizm" ve "sosyalizm" bayraklarıyla sınıflar savaşındaki saflarını tuttular.


YOL 54- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış Cumhuriyet tarihindeki, sınıfların bu ilk köklü ayrışma dönemi hiç şüphesiz kendine özgü ve tekrarlanamaz özelliklere sahiptir. Her ilk kopuşmada yaşandığı gibi, dönemin siyasi davranışlarına radikallik egemendir. Sınıfsal dengeler değişirken, eski alışılmış anlayış ve kalıplar gelişmelerin önünde engele dönüşünce, siyasi taktik ve davranışlara bir sekterlik, radikallik egemen olmuştur. 19501er ve 60'lardaki egemen zümrelerin birbirlerine karşı tutumlarında; 1969'larya da 1977’lerde devrimci örgütlenmelerin kendi aralarındaki ilişkilerde ve aynı zamanda düzene tavır alışlarında sekterlik, hamlık, esneme yokluğu hemen göze çarpar. Her yeni bir şey söylediğine inanan insanın coşkulu bir sekterlik taşıması gibi, sınıf ve tabakalar da tek parti döneminin vesayetinden ilk kopuşmalarında benzer bir ruh hali yaşamışlardır. f Bu dönem aynı zamanda sınıfsal güçlerin, ilk kez devletçiliğin dar dehlizlerinde değil bambaşka bir ortamda, açık savaş alanın da karşılıklı ağırlıklarını denedikleri bir dönem olmuştur. Kemalizmin ölü terazisinde, yüzlerce yıllık Bizarıtizm alışkanlıklarıyla yapılan siyasi güçler mücadelesi, daha özgür bir ortama kavuşunca önceki her kalıbı yadsıyan biçimlere bürünmüştür. Güçler birbirlerini hareketsiz dar kalıpların ölçülerinde değil, canlı gerçek boyutlarında tanımaya başlamışlardır. Bu tanıma ve kavrama yılları kaçınılmaz biçimde hamlıklarla birlikte yaşanmıştır. A. Menderes, "Ben iki bin

Harbokulu öğrencisinin değil, milyonlarca köylünün oylarıyla iktidara geldim" derken nasıl devlet sınıflarının gücünü kavramada hayati bir yanılgıya düştüyse; "öncü savaş'la "suni denge"nin bozulacağını uman devrimciler de düzenin dayanak noktalarını anlamada çok önemli yanılgılara düştükleri için yenildiler. Böyle dönemler muazzam öğretici özellikler taşır ve ancak doğru öğrenen siyasi güçler kendilerine gelişim yolları yaratabilirler, diğerleri bu önemli öğrenme savaşının kurbanları olarak tarihe geçerler. Bu dönemin diğer önemli özelliği; sınıflar kopuşması yaşayan güçlerin siyasi hedeflerini, tutacakları yolu ve genel taktiklerini belirledikleri ateşli siyasi tartışmaların yaşandığı bir süreci içermesidir. Hiç şüphesiz


YOL 55 bu daha çok düzenden kopuşmaya yönelen güçler için geçerildir. Fakat 1960'laryeni bir sanayi stratejisinin belirlendiği yıllar olduğu için, finans kapital içinde de yoğun tartışmalar yaşanmıştır. Devrimci hareket açısından, bu yıllar strateji tartışmalarını ve genel taktiklerin belirlenip uygulanmasını kapsar. Bu süreç mutlak olarak bitmemiştir, fakat 1980'ler strateji belirlemekten çok, geçen dönemle yoğun bir hesaplaşmayı kapsamaktadır. Taktikler ve mücadele biçimleri açısından bu dönem zengin deneyler içermesine rağmen, henüz ülke koşulları yeterince tanınmadığı için çok açık toyluklar, hatta safi ıklar taşımaktadır. Bir Dev-Genç'in neredeyse bir siyasi parti konumuna zorlanması; 12 Mart'ta devrimci coşkudan başka hemen hemen hiçbir hazırlığı olmayan gerilla mücadelesi girişimleri; daha sonraları devrimci hareketin faşist milislere silahlı mücadele taktik alanına sıkıştırılması, böyle hataların ilk akla ge­ lenleridir. Son olarak, bu dönemin canlı akışkan yapısına denk düşen özellik, istikrarsız siyasi örgütlenmeler ve oldukça sık yaşanan "bölünmelerdir Sınıf ve tabakalar kendilerini adeta bütün nüanslarıyla dile getirme yarışına girmiştir. Finans kapital partilerinde biraz daha sınırlı ölçülerde kalan bu olgu, orta tabakalardan proletaryaya kadar uzanan kesimde biraz da bıktırıcı bir çeşitlilik yaratmıştır. ***

1980 sonrası yılların özelliklerini daha iyi kavrayabilmek için, hemen öncesinden başlamakta fayda var. 1960'larda hızlanan biçimde finans kapitalden kopuşan orta tabakalar 1978'lerde sınıflar savaşı iyice yükselip kendilerini devrim ve faşizm ikilemi arasında bulduklarında, finans kapitalle uzlaşma yolunu seçtiler. 1978'deki Ecevit hükümeti bu uzlaşmanın açık politik adımı olmuş, sonraki bütün süreçte CHP elinde dilekçe Demirel'le siyasi ittifak arayışı içinde olmuştur Sos yal-demokratlarımız sınıflar savaşının 1965-79 döneminden t.,111 da kendilerine özgü bir ders çıkartmışlar; işçi sınıfının mücadele mı Tariş-Gültepe barikatlarına kadar yükseltmesi karşısında lım ne pahasına finans kapitalle uzlaşmayı seçmişlerdir Bu politik donu*


YOL 56- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış 12 Eylül'ün ilk dönemi nde de, sonraki yılarda da esas olarak değişmemiştir. Böylece, daha 12 Eylül'e gelmeden -ama hemen öncesinde- orta tabakaların 1960'larda hızlanan sınıfsal kopuşma süreci geniş bir yay çizerek, hiç şüphesiz eskisinden çok farklı siyasi biçimlerde yeniden finans kapitalin genel politik hattı ile buluşmuştur. 1973'lerde seçim programında finans kapitali sinirlendirecek ölçüde "tekelci sermaye’’ye vurgu yapan Ecevit, 1990'larda TÜSlAD'la görücüye çıkmıştır. Orta tabakalardaki bu evrimleşme, burjuva sosyalistleri içinde hemen etkisini göstermiş, 12 Eylül'ün uzun ve istikrarlı zoru da eklenince, ANAP'la bile uzlaşabilecek noktalara gerileyip, siyasi olarak erimişlerdir. Küçük burjuvazinin önemli bir bölümü, işçi sınıfı yenilip gerileyince, radikal parolalarını terketmiş düzen içi konumlara çekilmiştir. İşçi sınıfı gerek siyasi gerek sendikal seviyede sağlam bir örgütlülüğe sahip olmadığını göstermiş, DİSK'in bir küçük "teslim ol" çağrısıyla kendini yerlere atması karşısında önemli bir güven hırpalanması yaşanmıştır. Bu tesbitlerin hemen hepsi sınıflar savaşında halk güçlerinin yenilgi yaşadıkları dönemlere özgüdür ancak sorun burada bitmiyor. Yenilginin üzerinden uzun bir dönem geçmesine ve hele Kürt ulusal mücadelesinin son beş yıldır çok büyük adımlar atmasına karşılık, işçi sınıfı ve devrimci hareket hala güçlü adımlar atamamıştır. Bunu yalnızca yenilgiyle açıklamak yeterli olamaz. Sınıflar kopuşmasından ortaya çıkan enerji devrim basamaklarına yükseltilememiştir. Uzun mücadele döneminde sınıflar karşılıklı olarak güçlerini daha iyi kavramışlar, bu konuda varolan ham kavrayışlar yerini daha ihtiyatlı yaklaşımlara terketmiştir. Bu özellikle işçi sınıfı ve küçük burjuva tabakalar için fazlasıyla geçerlidir.

12 Eylül sonrası sınıflar savaşının yeni özellikleri: Bazı siyasi sonuçlura varabilmek için, mücadeleni Eylül sonrası basamaklarını gözden geçirelim. Sınıf ın ilk eylemi bağımsız sendikalar hareketi olmuştur. 1983'lerde başlayan bu süreç daha sonra 1987'de ilk açık işçi eylemlerinin


YOL 57 hazırlayıcısıdır. Bağımsız sendikalar hareketi 12 Eylül'ün, DİSK tabanını zorla Türk-lş'e yöneltme gayretlerine karşılık, işçilerde kendiliğinden oluşan direncin bir örgütlenmesi oldu. Devletçe darbelenmesinden dolayı, fazla bir misyona sahip olamadı. Buna rağmen, 1987’deki ilk işçi direnişlerinde bu hareketin önemli bir payı vardır. 1987 çıkışının, işçi sınıfının, 12 Eylül öncesinin sınıflar savaşı deneylerini yaşamış öncü kesimi tarafından başlatılması raslantı değildir. Bu yıllar devrimci harekette de gelişme yılları olmuştur. Sınıf hareketinin 12 Eylül sonrasına özgü mücadele biçimleriyse 1989 bahar eylemlilikleridir: Açlığın sınırında olmasının gücü ve meşruluğu ile, çok geniş bir katılımla ve son derece esnek, yumuşak eylem biçimleriyle 89 bahar eylemleri işçi sınıfının mücadele tarihinde kendine özel bir yer edinmiştir. Bu eylemler karşısında eli kolu bağlanıp "yumuşayan" devlet hemen ardından gelen 19891 Mayıs gösterilerine ise neredeyse panik ölçüsünde karşı çıkmış, 20 bini aşkın polisi Taksim'e yığmıştır. Devletin bahar eylemlilikleri karşısında esnemesi, buna karşılık 1 Mayıs'a gerektiğinden de fazla zor uygulamasının nedeni neydi? 1 Mayıs’ın ertesi günü Tercüman gazetesi şu sevinç çığlıklarını atmıştı: "İşçilere bravo. Bozulan gelir dağılımı, günlerdir

süren toplu sözleşme gerilimi ve eylemler... Birde 1 Mayıs uğruna yürümek için hazır bir ortam, ama işçiler akıl hocaları'na kan­ madılar..." 12 Eylül sonrası işçi hareketiyle devrimci hareketin buluşması açısından 1989 yılı önemli bir momentti. Devlet bütün gücüyle yüklenerek bu buluşmayı engelleyebilmiştir. Öncü işçilerin başlattığı 1987 direnişleri, aynı sırada devrimci harekette yaşanan toparlanış ve bu sürecin 1989 bahar eylemlilikleriyle zenginleşmesi kıvılcımla yanıcı maddeyi yanyana getirmesine rağmen, devrimci öncülerin sınıfla buluşamaması gelişimi olumsuz yönde etkilemiş, 91'lerde derinleşecek çürümeler için zemin oluşturmuştur. Aralarına devrimci almamaklar öğünen Zonguldak işçileri, yürüyüşün üzerinden bir yıl geçmeden kendilerine karşı sendika kongresinin polislerce korunduğunu gördüler. Türk VValesa'sı Ş. Denizer "canlarım"


YOL 58- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış çoktan bayağı sendikal çıkarlar için satmıştı. 1989 Mayıs'ında, "akıl hocalarına kanmayan" işçiler, Denizer gibi kaşarlanmış işçi satıcıları tarafından sık sık kandırıldılar. Düzen her türlü yolu kullanarak, sınıf hareketiyle devrimci hareketin buluşması için en uygun moment olan 1989-90 yılını boşa çıkartmıştır. Hareketi 1992'de çürüme noktasına vardıracak geriye sayışta bu momenti kaçırış önemli bir yer tutar. Diğer önemli olgu, Kürt ulusal hareketinin gelişmesi karşısında Türkiye devrimci hareketinin durumudur. Kürdistan'da kurtuluş savaşı gerilla mücadelesinin yanında serihildanlarla iyice kitleselleşince devlet bilinçli olarak Türkiye'de şovenizmi körüklemeye başladı. Halkların buluşmasını engellemek için kan teri döken egemen sınıflar, saldırılarını "topyekün savaş" ilanına kadar vardırdılar. Topyekün savaşın gerilla güçlerine saldırıdan öteye diğer önemli hedefi Kürdıstan devriminin Türkiye'ye uzanmasını engellemekti. Devletin bu saldırılarının boşa çıktığı söylenemez. Devlet son iki yıldır yoğunlaştırdığı baskı ve yoğun propaganda savaşıyla bırakalım sıradan insanlarımızı, devrimci hareketin önemli bir bölümünü de nötralize edebilmiştir. D. Sol'dan, Partizan a, TDKP'ye kadar uzanan PKK'nin yeterince "anti-emperyalist olmadığı" yollu eleştiriler tam da bu etkinin dışa vuruş biçimlerinden başka bir şey değildir. Özetlersek, Eylül sonrası mücadelede 1989-90 işçi hareketiyle devrimci hareketin buluşmasında yitirilmiş bir moment; 1991-92 ise Kürt ulusal kurtuluş mücadelesiyle Türk devrimci hareketinin geniş ve sağlam bir ittifak kurabilmesi için en uygun momentti. Böylesine önemli taktik fırsatlar şimdilik yitirilmiş görünüyor. Bu genel değerlendirmeden sonra 12 Eylül sonrası sınıflar savaşının kendine özgü yanlarına değinelim. İlki, hareketin kendini toparlayıp yeni döneme hazırlanışıyla ilgilidir. Türkiye devrimci hareketi yeterince bilincine çıkartmamış da olsa, 1960 ve 1971 sonrası mücadele yollannı kendi bilek gücüyle açmamış, kendi dışından yapılan uvertürlerin ardından davranmıştır. 1960 larda yol açan, 27 Mayıs ve 21 Şubatla ordu gençliği olmuştur. O nedenle


YOL 59 60‘lar sonrası devrimci harekette ordu gençliğinin, Kemalizmin derin izleri vardır. 12 Mart sonrası, halk hareketinin yolunu Ecevit CHP'si açmış, devrimci hareket açılan yoldan güçlenmiştir. Bu orijinal gelişim ise. kendini, özellikle burjuva sosyalistlerinin üzerinde güçlü bir CHP etkisi biçiminde tüm mücadele dönemi boyunca göstermiştir. 12 Eylül'ün ilk yılları geçtikten sonra bilinçli ya da bilinçsizce biraz da eski alışkanlıkların güdüsüyle yine bir yol açıcı beklenmiştir Mücadelenin on yıllık periyodlarının açılışını hep kendi dışındaki güçlerde gören Türkiye devrimci hareketi, 12 Eylül'de de bu beklentisini açığa vurmuş; fakat gelişmeler eski yollardan akmamıştır En zavallı içgüdüyle, 1983 yılında Demirel'in Çanakkale'den Time dergisine sızdırdığı mektubun peşine düşülmüştür. Bu çıkışın arkası gelmemiş de olsa, beklenti sol çevrelerde derinleşerek devam etmiş, ANAP'la flört etmeye kadar varmıştır. 12 Eylül sonrası neden öncekilere benzer bir yol açıcı çıkamamıştır? Bu gerçekliğin temellerinde, sınıflar kopuşması döneminin kapanmış olması yatar. Devlet sınıfları ve finans kapital arasındaki çekişme, daha doğrusu iki güç arasındaki ilişkinin kapitalizmin gelişmesiyle yemden tanımlanması sırasında yaşanan sürtüşmeler 1960'lara kadar va rm ış; kendi istekleri dışında işçi hareketine zem in hazırlamıştır Öte yandan, finans kapitalden kopuşmasının en gerilimli yıllarını yaşayan CHP, 12 Mart'tan çıkışta bir misyona sahip olmuşsa da kendi açtığı yoldan giden yığınların Partinin önüne geçmeye başladığını gördüğünde CHP için başka bir süreç başlamıştır. Bu deneylerden çıkacak sonuç açıktır. Genel olarak burjuvazi, ya da daha kesin konuşmak gerekirse, finans kapital, geleneksel devlet sınıfları ve tekel dışı burjuvazi 1950-80 arası sınıflar savaşından önemli bir ders çıkartmışlar; kendi sürtünmelerinin devrime kapı açabileceğini iyice kavramışlardır. Bu nedenle, 80 sonrası düzen içi hiçbir siyasi eğilim ya da Parti, Eylül kurumlarını karşısına alarak bir çıkışa soyunmamıştır.


YOL 60- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış 12 Eylül sonrası devrimci hareket kendi yolunu açmakla yükümlüydü. Bu aynı zamanda düzenle kalıntı seviyesinde olsun tüm bağları ve beklerıtilen terkederek olabilirdi. Oysa süreç, beklentilerin terkedilmesi şöyle dursun koyulaşıp, önemli siyasetleri felç etmesi yönünde işledi. Türkiye devrimci hareketi böyle sallantıların içindeyken PKK'nin Ağustos 1984 çıkışı bulanık olan tabloyu aydınlattı, süreçleri netleştirdi. Eylül faşizmi içinde bileğinin hakkıyla kendi yolunu açmaya en güzel örnek oldu. Bu çıkış, hiç şüphesiz sosyal demokrasinin soyunmaya niyetlendiği demokrasi manevralarını suya düşürüp, onların korkularını arttırdı. Öte yandan ANAP'la bile ilişkiye hazırlanan solun bir kesiminin çürüyüşünü, düzen saflanna savrulmasını hızlandırdı. Kendi iç dinamiğiyle ilk çürüme belirtilerine karşı devrimci bir tasfiyeyi gerçekleştirmesi gereken Türkiye devrimci hareketi, bu yeteneği gösteremediği için çürüme derinlere inebilmiş hareketin gövdesinin büyük bir bölümünü felç etmiştir. Sonuç olarak, 1980'lere kadar Türkiye devrimci hareketi gücünün bir kısmını dolaylı yollardan da olsa düzen içi bazı sınıf ve zümrelerin davranışlarından almış olduğu için, Eylülle tam bir kopuşma gerçekleşince çıplak gücünü ilk kez bu kadar açık görmüş ve kavramış oldu. Kendi yolunu açmak için enerjik bir hazırlığa girmesi gerekirken eski yollarda, eski beklentilerle oyalandı. İkinci özellik, devletin zorunun ve devrimci harekete karşı taktiklerinin yetkinleşmesiyle ilgilidir 80 sonrası karşımızdaki devlet 1977'lerin hele 1965'lerin devleti değildir. Egemen zümreler aynıdır, ancak egemenliklerini yürütme biçimleri çok değişmiştir. Buna karşılık PKK dışındaki devrimci güçlerin mücadele yöntemlerini yetkinleştirdiklerini söylemek mümkün değlidir. 19651er devrimci mücadelenin çocukluk günleriydi denebilir. "Ordu gençlik elele" sloganlarının atıldığı, "toplum polisi” denen zor aracının yeni yeni kullanıldığı günlerdir. Mücadele yükseldikçe devletin halka karşı örgütlenmesi de değişmiştir. 1960-70'ler dönemi kitle gösterileriyle karakterize edilebilir. Devlet bu gösterilere genellikle polis gücüyle, polisin yetmediği yerde ordu ile karşı koymuş; bunların


YOL 61 yanında dinci ve faşist bir kitleyi de devrimci yığınların üzerine sürmüştür Ancak bu dönemde silahlı çatışmalar henüz enderdir. Esas olarak 12 M art içinde başlayan bu süreç 1977'ler sonrası iyice hızlanmışın Devrimci hareketin, 1973-80 arası yükselişi o noktalara varmıştır ki, polis gücü örgütlü dernekler biçiminde Pol-Der ve Pol-Bir olarak ikiye bölünmüş; siyasi tartışmanın olmadığı askeri okul ve birlik kalmamıştır. Devlet özellikle 1975-80 yıllarından önemli dersler çıkartmış, Eylül sonrası kendi iç örgütlenmesine yeni biçimler getirmiştir. Devletin çıkarttığı en büyük ders, devrimci hareketle, gelişiminin tepe noktasında dönem dönem -on yılda bir- hesaplaşmak yerine, her gün her adımda hesaplaşmayı seçmiş olmasıdır. Bunun için Devlet, Polis ve Ordu içinde yeni örgütlenmeler yapmış üniversite, gecekondu semtleri "terörizmin yatağı” ilan edilmiş, açık ya da gizli polis tarafından işgal edilmiştir. Kitleler devlet zoruyla yalnızca "önemli" olaylarda değil, neredeyse herkıpırdanışlarında yüzyüze gelmişler; ayrıca böyle terörize edilmiş ortamda muhbirler, işveren işbirlikçileri lümpen-mafya çeteleri sıradan insanlara karşı eskiye oranla daha c e s u r d a v ra n m ış la r, h a lk ın ö fk e s in i iç e rd e n k u şa tm a ya çalışmışlardır. Özetle, devlet zorunu dakikleştirmiş ve yetkinleştirmiştir. PKK hareketi, Kürdistan'da devlet zorunun nasıl felce uğratabileceğini açıkça göstermiştir. Bu, savaşı ciddiye almak, yeni koşulları kavramak, teknik araç-gereç ölçüsünde değilse de, örgütlenmede, örgütlü gücü seferber etmede, taktiklerle güç biriktirip, yeni taktiklere sıçramada en az devlet kadar yetkinleşmekle mümkündür. Her türlü eski alışkanlık ve beklenti hareketi çıkmaza götürür. Üçüncü özellik, ilk ikisinden çıkan bir sonuçtur; kendiliğinden yığın hareketleri misyonlarını tamamlamıştır. Bu tesbitten kendiliğinden hareketlerin imkânsızlaştığı anlaşılmamalıdır Tam tersine böyle hareketler mümkündür, 12 Eylül sonrası da 87-92 arası oldukça yoğun bir şekilde yaşanmıştır Anlaşılması gereken, kendiliğinden yığın hareketlerinin eskisi gibi devrimci hareketin gelişmesine yol


yoi

(12- HO Sonrası Gelişmelere Bakış

uymamasıdır. 1987-89 yılları arasında az çok 80'ler öncesine benzer bir gelişme yaşandı, bununla birlikte eskisi gibi devam etmeyeceği hemen anlaşıldı. Kendiliğinden işçi gösterileri nicelik olarak 80 öncesini çok aşmasına rağmen olaylar devrimci mücadelede henüz bir nitelik yaratmamıştır. 80 öncesinde en yüksek grevci sayısı 84 binde kalırken, 1992'de bu sayı ikiye katlanmış 166 bine çıkmıştır. Buna rağmen devrimci harekette paralel bir yükselme yerine, 90 la birlikte gerileme, hatta açık çürüme yaşanmaya başlamıştır. Kendiliğinden hareketlerin misyonunun tamamlanması ya da çok sınırlı hale gelmesinin nedeni artık sır değildir. 1989 1 Mayıs'ı sonrasında "işçilere bravo" biçiminde sevinç çığlıkları atan finans kapital, yığınlan ve devrimci hareketi ayrı ayrı kuşatmasının sonuçlarını alabildiği için keyifleniyordu. On yıla yakın süre yığınlara "terörist" aşısı yapılmış, sınıf içinde düzenin örgütlenmesi daha aşağılara kadar indirilmiş, böylece kendiliğinden eylemlerle devrimci öncülerin buluşmasının önüne düzen tarafından eskiye oranla daha sık dokunmuş bir perde örülmüştür. Yığınlarla buluşma konusunda devrimciler tarafından yapılan hatalar sonraki bölümün konusu olduğu için burada ayrıca değinmeyeceğiz. Bu bölümde konumuz daha çok düzenin sınıflar savaşına vermeye çalıştığı yeni biçimlerdir. Bu gerçeklik karşısında, propaganda ve eylemlerle 12 Eylül düzeninin yığınları nasıl kuşatma altına aldığını onların bilincine çıkartmalıyız. Dördüncü özellik, sınıfın yapısal değişiminden gelmektedir. 1960-80 arası sınıf savaşının yetiştirdiği nesil sadece savaşın yıpratması anlam ında değil, düzenle bağları açısından da bir değişim e uğramıştır. Kapitalizmin 1950 sıçrayışının sonucu büyük şehir varoşlarındaki gecekondulara yığılan işçi sınıfı, 60-80 arası sınıf savaşının yürütücüsü oldu. İşçi sınıfının bu nesli 12 Eylül ün yalnızca zor ve şiddetiyle yüzyüze gelmedi, aynı zaman "gecekondulara tapu tahsis belgesi"


YOL 63 rüşvetiyle düzen içine çekildi. T.Özal hükümeti 1988 yılında iki buçuk milyondan tazla gecekondu tapusu dağıtmıştır. Ve 80 sonrası ihracat patlaması değil k o n u t patlaması olduğunu hatırlarsak düzenin artan rantlarından bir kesimine işçi sınıfının da ortak edildiği anlaşılabilir. Gecekondular "terörizmin kaynağı" olmasaydı, düzen belki de böyle bir rüşvet vermezdi. Yirmi yıllık sınıf savaşının sonunda işçi sınıfınınn 1950 sonrası ilk nesline düzen "tapu belgesi" aracılığıyla uzlaşma elini uzatmıştır. İşçi sınıfının kapitalizmin 80 sıçramasıyla şehirlere yığılan ikinci nesli, henüz sınıflar savaşına yeni ısınmaya çalışıyor. 89 bahar eylemlilikleri bu ısınma hareketlerinin en yaygını oldu. Buna rağmen ikinci neslin içine geldiği koşullar oldukça farklıdır. Bir yandan eski -az çok aristokratlaşmış- çekirdeğin ihtiyatlı hantallığı ile; öte yandan sürekli artan işsizliğin baskısıyla iki yönden preslenen işçi sınıfının ikinci nesli, kendi mücadelesinin eskinin bir tekrarı olmayacağını seziyor. İlk neslin varoşlara yığıldığı Türkiye’de, henüz kapitalizm "meşru" değil, zenginlik "a y ıp lı. Kapitalizm öncesinden kalma bir gelenek de olsa, ortak davranış refleksi güçlüydü. 1980'ie birlikte, "iş bitiricilik" ve "köşeyi dönme" en meşru davranış haline geldi. Sınıf bilinci, bireycileşme, dine sarılma, arabesk kültürle kadercileşme biçiminde erozyona uğradı. İşçi sınıfının 1950 sonrası ilk nesli devrimci bir gelişime yol açtı; ikinci nesil ise, 12 Eylül zorunun "iş bitirici" bencilliğiyle ve soysuzlaşmalarla emilmeye çalışılıyor. Burada her şey devrimci hareketin davranış yeteneğine bağlıdır. Bu barut yığını düzeni sarsacak, hatta yıkacak biçimde patlatabilirde; düzen tarafından arabeskin nemli dehlizlerinde çürütülebilir de. Özetle 1960-80 arası sınıf savaşını yürüten işçi sınıfının bir kesimi düzenin bazı rüşvetleriyle atalet içine çekilebilmiştir. Nesilden nesile deney ve enerji aktarımı 12 Eylül'ün uygulamalarıyla önemli ölçüde engellenmiştir. Bu hem zor yoluyla, hem de ekonomik uygulamalarla yapılmıştır. 1987 çıkışı işçi sınıfının bu eski çekirdeğini temsil ediyordu;


YOL 64- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış 89 bahar eylemleri ise yeni neslin eylemleridir. O nedenle, sınıf mücadelesinin radikal seviyelere yükseltilmesi için devrimci hareketin elinde eskiden devraldığı kolaylıklar hemen hemen yoktur. KencSIğinden eylemliliklerin, 80 öncesi yolları izlemesi hiç de kolay değildir. Sınıfın güvenini kazanmış örgütlülüklerle bu basamak çıkılabilir. 80 sonrası mücadelede, 80 öncesinin alışkanlıklarıyla sınıfa yönelmek hata olur. Aristokratlaşmış işçi çekirdeği yeni, oynak sınıfın daha hareketli kesimleriyle kuşatılmalıdır. Beşinci özellik, devrimci hareketteki yapısal değişimden gelmektedir. Bu iki yönden böyledir. 12 Eylül, 12 M artla kıyaslanmayacak ölçüde devrimci öncüleri tasfiye etmiştir. Sadece fizik olarak değil, moral olarak tasfiye edebilmiştir. Örneğin, Cephe hareketinin liderleri 12 Mart'ta önemli ölçüde fizik olarak imha edilmesine rağmen, hareket gelişebildi; 12 Eylül’de D.Yol'un lider kadrosu imha edilmemesine rağmen hareket hala sürünmekten kurtulamadı. Bu nedenle devrimci hareket, gelen kuşaklara devrimci değerleri aktaramadı. Düzenin zoru bunları değersizleştirdi, genel olarak harekette bir moral zayıflama yaşandı. Diğer yönden, hareket yeni koşullara göre kendi örgütlenme vetaktikienni yetkinleştirmek yerine eskinin tekrarından öteye gidemeyince, geriye kalan kadroların erime ve aşınmasıyla yüzyüze geldiler. Son olarak, sınıflar savaşı 89'dan beri yeni, bambaşka bir dünyada verilmektedir. Bir çekim merkezi olan Sovyetler Birliği artık yoktur. Bu gerçekliğin işçi sınıfı mücadelesini etkilediğini ayrıca kanıtlamaya gerek yoktur. Sınıf savaşının ufkunu daraltan bu durum, yalnızca propaganda ile çok sınırlı ölçülerde aşılabilir. Dünya bu konuda yeni devrimler yaşamalıdır. Bu gerçekliğe rağmen sınıf mücadelesi içinde yapılacak çok şey var. Propagandamızın sivri ucunu. Sosyalizmin genel tanımlamalarından çok ülke gerçekliklerimizin yığınlara daha çarpıcı, detaylı anlatılmasına çevirmeliyiz. Düzenin tıkanma noktalannın iyi deşifre edilmesi, Sosyalizmin propagandasını genellikten, soyutluktan kurtarabilir. Şüphesiz dünyadaki son durumun sınıf savaşına etkisi sırf olumsuz


YOI yönde değildir; aşırı abartmalarla insanlarımızın düşüncusırıı b.ır.k ı altına alan komünizm umacısının ortadan kalkmasıyla emperyalizm ve kapitalizmin komünizm tehlikesiyle dolaylanan baskısı artık gözler önüne daha açıkça sergilenecektir Sonuçlandırırsak, 12 Eylül koşulları sınıflar savaşına bazı yeni özelllikler getirdiği için bunları dikkate almadan yapılacak taktik yönelişler sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Eylül'ün en belirgin yönelişi, sınıfları uzlaşmaya zorlamasıdır. Elbette, tek parti dönemi 1990'lar Türkiye'sinde tekrarlanamazdı; fakat hiç değilse sınıflar savaşının şiddeti düzenin temellerini darbelemeyecek ölçülere geri çekilebilirdi. Eylülün sistemli zoru ve kapitalist üretim ilişkilerindeki 80 sonrası sıçramak gelişim finans kapitalin egemenliğini diğer sınıf ve tabakalara daha açık bir şekilde kanıtlaması sonucunu doğurmuş; bu gerçeklik 60'ları n tersine doğrudan ya da dolaylı olarak finans kapitalle uzlaşma yönelişlerini belirgin hale getirmiştir. Demirel'le İnönü'nün koalisyon kurabildiği; eskinin "sınıf sendikacılığı" sözünü ezbere de olsa söyleyenlerin şimdi "çağdaş sendikacılık"bayrağını sallamaya başladığı birTüıkiye'deyiz Ezberlenmiş hiçbir eski formül bu koşullarda geçerli olamaz. Benzer koşullara Latin Amerika işçi sınıfı 1970'lerde itilmişti. Zora ve kısmi ekonomik gelişmeye dayanan uzlaşma hayalleri 80'in sonuna doğru yaygın sınıflar savaşıyla dağıldı; böyle olmasına rağmen mücadele sonuç alıcı noktalara hala tırmanamamıştır Türkiye'de, Eylül düzeni sınıflar seviyesinde zoraki bir uzlaşma zemini yaratmaya çalışırken, 80 sonrasının en köklü kopuşması ulusal alanda yaşandı. Kürt halkı, Türk sömürgeciliğine karşı güçlü bir savaş yükselterek, Eylül faşizminin tüm hayallerini yıktı Bu şimdilik birbirine zıt yöndeki gelişim, finans kapitale bir yaşama şansı yaratıyor. Sınıflar savaşının da yükselm esiyle bu yaşama alanı iyice da ralacaktır. Bu gerçekliği görmeyen, kof ajitasyona dayalı yaklaşımlar sınıflar savaşının yeniden yükseltilmesi görevini hafife alacaklar;onu derinliklerinden harekete geçiremeyip yüzeysel kalacakları İçin, davranışları vrı hazırlıkları kısa öm ürlü olmaya, çabuk nefessiz kalmaya mah


YOL 66- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış kumdur.

Sınıflar savaşının yeni koşullarının yarattığı bazı yanılgılar: 12 Eylül faşizminin kafalarda yarattığı ik önemli yanılgı sınıf gerçekliğinin örtülerek, yerine "devlet-sivil toplum" çelişkisinin geçirilmesi olmuştur. Böylece orduya karşı tüm siviller "finans kapitalden kırdaki köylüye kadar" kutsanıyordu. Ordunun darbesiyle çarpılan aydın beyinler,

"Türkiye Cumhuriyeti'nin çok sık içine düştüğü rejim bunalımlarının" nedenini "Türk Silahlı Kuvvetlerinin siyasal-toplumsal alanda işgal ettiği özel konuma" bağladılar. (4) Olayı böyle tersine koyuş, Türk burjuvazisinin tarihinden gelen asalaklğını, bu nedenle devlet eliyle beslenmek zorunda kaldığını gizlemekle kalmıyor, sınıflar savaşı ■yükseldikçe sivillerin orduya çağrı yaptığını da görmezlikten ge­ liyor. Şu ya da bu politikacının Ordu'ya karşı çıkmış olması fazla bir anlam ifade etmez. Finans kapital, kendi iktidarı zaafa uğrayınca politikacıları kaderleriyle başbaşa bırakarak orduya el altından çağrı yapmıştır. Orduya karşı çıkma adına finans kapitale teslim olan bu mantık 12 Eylül sonrası özellikle aydınlar ve küçükburjuva tabakalar arasında önemli bir yaygınlık kazandı. Bu kapıdan bir kez girenler, yıllar aktıkça kapitalizmin sağlam savunucuları haline geldiler.

"Özelllikle 1980 yılının Anavatan Partisi ve ondan önce gelen Özal'ın başlattığı bir takım yapısal değişikliklerle sanıyorum bu eski devletçi model büyük ölçüde aşıldı. Ben kendim kapitalizme karşı bir insanım ama Madem ki bunun ciddi bir alternatifini bugünden yarına oluşturacak durumda değiliz, o zaman hiç değilse adam gibi bir kapitalizmle yaşayalım." (5) Kapitalizme karşı olmaktan "adam gibi bir kapitalizme" razı olmak arasında demek ki sıçranamayacak bir uçurum yok! Sınıflar savaşının yorgunluğu ve ardından gelen 12 Eylül zoru, bu kapanması mümkün olmayan uçurumu, esnek aydın beyinlerinde sıkıştırıp yok etmiştir. Kelimelerin parlaklığına kanılmazsa, "devrim hemen şimdi" sloganı da Belge'nin "adam gibi kapitalizm" yoluna çıkar. "Devrime" mevcut


YOL 67 düzen içindeki konum ve örgütlenmelerde "demokratik ve sosyalist ilişkileri" hemen kurarak başlama, iktidar hedefini binlerce parçaya bölüp yok ettiği için kapitalizmi reforme etmekten başka bir sonuç doğurmaz. Bu slogan kapitalizme tam bir teslimiyetin göz boyayıcı örtüsüdür. Devrimi "hayatın pekçok alanına hemen yaymak" sınıflar savaşı seviyesinde devrime hazırlanmaktan vazgeçmektir. Düzenin her alanında yapılması gereken dönüştürücü günlük çalışmayı "devrim" olarak ilan etmek özünde devrimi düzenin dehlizlerinde yok etmektir. Ama küçük burjuvazi böyle konuşur. 12 Eylül, bazı kafalarda düzenin yıkılmaklığı düşüncesini yaratmıştır. Bunu açıkça itiraf edenler "adam gibi kapitalizm" özlemlerini dile getirirken sinik, yenik, ikiyüzlü küçük burjuvazi ise itiraf edemediğini dolaylı yollardan anlatmaktadır. Eylül düzeninin yarattığı diğer bir yanılgı demokrasi alıklığıdır. Batı demokrasilerinin bugünkü durumunu sadece yüzeyden kavrayarak, onu soyut bir sistem olarak algılamak, sınıflar mücadelesindeki güçler dengesinden koparmak tam bir küçük burjuva rüyasıdır. Sınıflar mücadelesinden onun bir sonucu olarak çıkagelen askeri daıbelerden yorgun cüşen küçük burjuvazi,böyle altüstfciklerin yaşanmayacağı bir demokrasi özlemektedir Bunu isterken batıda demokrasilerin, işçi sınıfının uzun soluklu bir mücadelesiyle kazanıldığını unutup aynı şeyi Türkiye'de burjuvaziye dilekçe vererek elde edebileceklerini umuyorlar Eylül sonrası için en tipik yanılgı ANAP ve demokrasi arasında kurulan ilişkidir. Finans kapitalin, devletçiliğin vesayetinden çıkmaya yeltendiği DP hareketi de zamanında benzer yanılgılar yaratmış, komünistler dolaylı yollardan DP ile ilişki kurmalarına rağmen, 1951'de toptan tutuklanmaktan kurtulamamışlardır. 12 Eylülle birlikte sosyal demokrasinin 73-79 arasındaki kısa tarihi (!) misyonunu tamamlamasıyla demokrasi parolası da yeniden finans kapital partilerinin diline düşmüştür. Bir kere burjuvaziden demokrasi dilenmeye başlayınca bunun sonu yoktur. ANAP yıpranınca aynı kafalar "değişmiş" olduğunu iddia ettikleri Demirel'e saldırdılar


YOL 68- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış Koalisyon hükümetinin ilk açıklamalarını "devrim gibi reform" çığlıklarıyla göklere çıkardılar. Böyle ikide bir tekrarlanan yanılgılar saflıktan ya da finans kapital politikacılarının aşırı ustalığından gelmiyor. Sınıf mücadelesini yeniden göze alamayan aydınlar, küçük burjuva tabakalar için -çünkü bu savaş alanında o, nefret ettikleri "devlenen her gün sopa yiyeceklerini sezip, görüyorlar- böyle yanılgılara düşmek kaçınılmaz biralın yazısıdır. Ufuklarından işçi sınıfının iktidar mücadelesi silinenler, yüreklerine sınıf mücadelesinin korkusu sinenler için burjuvazinin şu ya da bu alternatifine kapılarak peşi nden gitmek, sonuç alamayacağını anlayınca ağlayıp sızlanarak bir başka alternatife yönelmekkuıtulamayacaklan kaderleridir. Üstelik Eylül düzeni yüreklere sadece korku salmakla yetinmedi, insanlara köşeyi dönmek fırsatları da sundu. Bu fırsatı çok az kişinin yakalayabilmesi önemli değildir; esas olan böyle bir sosyal davranışın yaratılması, meşrulaştırılması, günlük yaşamda insanları kendine geçen bir "değer" haline gelebilmesidir. Demek ki, köşeler dönülemeyip, korku duvarları aşılıncaya kadar, burjuvazi kitleleri yanıltma şansını elinde tutabilecektir. Bu noktada aydın küçük burjuvaların ihaneti katmerlidir; kendi çaresizliğini yığınlara hedef olarak göstermekle burjuvaziye suç ortaklğı yapmaktadır. Özetlersek, Eylül düzenin yarattığı en büyük yanılgı demokrasi alıklığıdır. Düşüncelerde ve davranışlarda kurduğu baskıyla demokrasi sorununu gelişmiş Batıdan alınması gereken soyut birform ül; her akıllı insanın kabul etmesi gereken bir insanlık değeri biçiminde cansızlaştıran 12 Eylül; bizim gibi ülkelerde demokrasinin devrim sorunu olduğunu neredeyse unutturmuştur. Kürdistan'daki yoğun savaş bile bu gerçeği hafızaların derinliklerinden çekip canlandırmaya yetmiyor.

3. Bölüm


YOL 69 Eylül sonrası yaşananların demokratik devrim strateji ve taktiklerine etkisi. Eylül düzeni demokratik-devrim stratejisini nasıl etkilemiştir? 1980'lerın başında bu konu devrimci hareketin gündemine hemen hemen hiç gelmemişti. 12 Mart'tan biraz daha örgütlü bir asken darbe olarak kavranan olayın henüz derin sonuçları yaşanmadığı için bir bakıma yadırganmayabilirdi. Yıllar geçip, 12 Martla benzerlikler değil farklılıklar artınca kaçınılmaz biçimde devrimci hareketin gündemine özellikle 1987lerden sonra strateji ve taktik sorunları yeniden gelmemezlik edemedi. Eylül düzeninin siyasi ve ekonomik mimarı ANAP uzun yıllar elinde tuttuğu iktidarı DYP-SHP koalisyonuna kaptırıp koalisyon tarafından da gözboyayıcı bir reform programı ilan edilince 10 yılın birikimi bazı kafalarda önemli sonuçlar yarattı.

"Koalisyonun programı devrimci-demokratikpolitik tezlen teorik olarak erozyona uğrattı" (6) Bu siyasi tespit on yılın deneylerinden bir ders çıkartma anlamında tipiktir. Eylül düzeninin yarattığı ekonomik gelişim -bu "gelişim i" ne anlam da kullandığım ızı daha önce açıkladık- koalisyonun söz verdiği "reformlarla" tamamlanınca "dev­ rimci-demokratik politik tezler" buharlaşıp gitmiştir. Yazarlar hayal görüyor Araya sıkıştırdıkları "teorik olarak" ibaresine de sığınmaları mümkün değildir. Türkiye'de şimdiye kadar hiçbir burjuva partisi ya da hükümeti sırf sözde olsun "devrimci-demokratik" bir programa sahip olmamıştır. Ancak, 12 Eylül'ün sersemlettiği aydın kafaları söylenmeyenleri söylemekte ya da hissetmekte ustaiaştılar. "Teorik olarak" durum böyle olunca pratikten fazlaca söz etmenin bir anlamı yoktur Koalisyon hükümetinin bugüne kadar yapabildiği tek reform garibesi CMUK olmuştur. Gerçekliğe biraz daha yakından bakalım. Eylül sonrası yaşanan yıllar strateji seviyesindeki siyasi yaklaşımlarda bazı çarpılmalar yaratmıştır. Bunların tümünü nüanslarıyla irdelemek yenne iki ana çarpılmayı gözden geçirerek Eylül'ün "stratejik" etkisini tespit etmeye çalışalım.


YOL 70- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış İlki, "sosyalist devrim" tezlerinin yeniden canlanması biçiminde oldu Yalçın Küçük'le başlayan bu akım, Ekim, Devrim, Gelenek gibi dergilerde de savunuldu. TKEP de bu konuda büyük bir kaos yaşadı, hala da yaşıyor. Bu savrulmanın nedeni, Türkiye'de kapitalizmin seviyesini abartmaktan kaynaklanmıştır. Hele Ekim gibi siyasetler için, bir 12 Eylül darbesiyle "feodal toplum"dan "kapitalist toplum "a sıçrayınca gerçeklikten ötelere savrulmak bir bakıma kaçınılmaz olmuştur. Yine aynı "sosyalist devrim" tezi sahipleri; kırda kapitalizmin gelişmesinin sonucunda köylülüğün mücadeledeki yerinin kalmadığını, mücadele açısından sadece kır proletaryasından söz edilebileceğini vurgulamaktadırlar. Bizde "köylü sorunu"nun Çarlık Rusya'sına ya da Çin'e benzetilmeye çalışıldığı günler çoktan geride kaldı. Bu kaba benzetmelerin karşısına köylü sorununu inkar ederek çıkmak aynı yanılgıya ters yönden saplanmak olur. Sorunu büyük feodal beylerle, yarı-serf köylülüğe indirmek kırda kapitalizmin sancılı gelişme yolunu kavramamak olur. Toprak işgallerinin 1968'lerde kalması toprak sorununun Prusya yolundan da olsa çözüldüğünün kanıtı değildir. Türkiye’nin kırlarındaki 2,5 milyon aile-köylü işletmelerinin %70'i topraksız ve az topraklıdır. O daracık toprağı da tefeciye ipotekli olduğu için köylü hareketlerinin çoğu tefeci-tüccara karşı yükselir. Köylüden, Türkiye koşullarında doğrudan toprak işgali beklemek soruna ezbere yaklaşmak olur. İşçi hareketinin yükselmesine bağlı olarak, kır nüfusunun %70'ı kır proletaryası olarak değil az topraklı yoksul köylü olarak devnmının gündemine girecektir. Kapitalizmin gelişme seviyesi mantığından hareketle yapılan "sosyalist devrim" tezim kanıtlama çabalarının düştüğü en büyük yanılgı Türkiye burjuvazisinin demokratik devrimin görevlerini yerine getirdiğinin ya d a kalan bazılarını yerine getirebileceğinin, açık veya örtülü biçimde kabul edilmesidir. Bölümün başında yaptığımız alıntı, burjuvaziden bu beklentinin tipik bir örneğidir. Ne yazık ki, DYP-SHP koalisyonu böyle beklentilen


YOL 71 çabuk boşa çıkartmıştır. "Sosyalist devrim" tezinin esas önemli siyasi sonucu açık bir gerçeklik olarak varolmaya devam eden demokratik devrim görevlerine karşı kayıtsızlık, taktik alandaki pasifizmi ve yeteneksizliği gözlerden gizlemeye çalışan "sosyalizm" örtüsüdür Sonuçta, Y.Küçük, demokratik devrimin ilk görevlerinden olan ulusal mücadele alanında yer alarak pratiğiyle kendi tezini olumlu biçimde yadsımış fakat dğertez sahipleri ik parlak çıkışlarından sonra urviyerizmden öteye adım atamamışlardır. Eylül'ün yarattığı diğer stratejik sapma, doğrudan devrimin inkarı ve reformizme soyunmadır. Burjuva sosyalizmi ve D. Yol'da temsil edilen bu sapma için bir şey söylemeye gerek yoktur. Kürt ulusunun mücadelesi, işçilerin ve memurların henüz sosyalizmi hedeflemeyen eylemlilikleri, köylülerin (kır proletaryasının değil), tefeci bürolannı yerle bir etmelerinin, Türkiye topraklarında çözülmemiş duran demokratik devrim görevlerinin en açık kanıtları oldular. Hiç şüphesiz Türkiye'de kapitalizm Eylül düzeniyle birlikte birkaç adım daha arttı. Bu gelişim belki dalgaların bir kayayı aşındırmasından biraz fazla demokratik devrimin zeminini aşındırmıştır Öte yandan ekonomik gelişimin bizzat izlediği yollar, demokratik devrimin zeminini aşındırmak şöyle dursun, çözümlenmemiş sorunları şiddetlendirmektedir 12 Eylül ün izlediği siyasi yollar ise, demokratik devrimi en acil talep haline getirmiştir. 12 Eylül'ün baskı altına aldığı bu stratejik sapmalardan öteye olayların gelişimi mücadelenin stratejik tespitlerinde hiçbir değişikliğe neden olmamış mıdır? Başlıca iki alanda değişimden, daha doğrusu stratejik kaymadan söz etmek mümkündür. İlk kayma hareketimizin orijinal tespitlerinden, proletarya aydınları konusundadır Ozgüç" sırasında işçi sınıfının yanına proletarya aydınları diye özel bir bölüm devrimci koyduk. Bu ne demektir? Eğer özellikle Türkiye'nin ve benzerlerinin devrim tarihleri içinde <iı ıı ı burjuva devrimcileri, bugün proletarya aydınları adıyla anabileceğimiz ı»r kısım devnma olayı bulunmasıydı, bizim öyle bir deyime kalkışmamız, mı hafifinden düpedüz kuruntu olurdu. Böyle bir kısım insan Türkiye'de


YOL 72- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış vardır, gerçekliktir. Bize düşen o gerçek olayın teorik kavranılışı ve yorumu olur.

"Türkiye'de Genç Osman'dan beri, oportünistlerin tepeden inme diye kötülemeye yeltendikleri bir yukarıdan etkili ilericilik ve devrimcilik eylemleri vardır." (H.Kıvılcımlı) Tarih teziyle OsmanlI dönemiyle ilgili araştırmalar, hiç değilse eski Osmanli İmparatorluğu alanında kalan ülkelerde devlet sınıfları geleneğinden kaynak alan bir "yukarıdan etkili ilericilik ve devrimcilik" olgusunun olayca varlığını ve işleyişini ortaya çıkartmıştır. Bizde, Tanzımatlar, Birinci Kurtuluş, 27 Mayıs; Irak, Suriye, Mısır ve Libya'da ordu etkinlikli yukarıdan devrimle hep bu geleneğin çeşitli momentlerde açığa vurması olmuştur. Olaylar ayrıca kanıtlanmayı gerektirmeyecek ölçüde açıktır. Burada sorun, davranış kaynağını tarihsel geleneklerden alan bu sosyal insan kümesinin neden devrimde özgüç: proletaryanın yânına konmuş olduğudur? Ordu ve aydın gençlik kaynaklı "vurucu güç" işlevini yapabilecek bu sosyal tabakanın, krizli günlerdeki vuruş yönünden kaynak alan bir tesbit olmalıdır. Bir gecede ömrü dolmuş gerici iktidarları devirebilen vurucu güç böylece yeni sosyal gelişimlere kapı açabilmektedir. Demokratik devrim aşamasında, bizim gibi ülkelere özgü bu geleneksel sosyal güç, iktidarları yerinden ederek devrimci, ilerici gelişim için bazı imkanlar yaratabilmektedir. Onun vuruş yönü ve etkinliği, bu gücün demokratik devrim basamağında proletaryanın yanında yer verilmesinin nedenidir. Yoksa bir avuç ordu ve aydın gençliğin devrim güçleri açısından bir değeri olsa bile ağırlığı olamazdı. Vurucu gücün eyleminin gerçek sosyal n ite liğ i ise, o momentte

"Öne geçen özgücün niteliğine kalıyor. Bu nitelik karşı-devrimciyse vurucu gücün devrimciliği amortize edilerek güme girer, nitelik devrimdyse sosyal devrim yörüngesine oturabilir." (H.Kıvılcımlı) Strateji planına yerleştirilen bu olgu basitçe 27 Mayıs'ın bir etkisi .olarak görülebilir. Oysa tam tersi doğrudur. 27 Mayıs bu geleneğin en son değilse bile en saf bir örneği oldu.

.o .

r <


YOL 73 1971,12 Mart'ından hele 1980,12 Eylül’ünden geriye bakıldığında, gelişim süreçleri atlanırsa H. Kıvılcımlı'nın strateji planına bu ilavesi tümüyle anlamsız görülebilir. Böyle bir değerlendirme, Türkiye sosyal yapısında son yirmi yılda yaşanan bazı önemli değişimleri görmemiş ya da ezberlenmiş formüller dünyasından olaylara baktığı için onların gerçek özelliklerini kavramamış olur Batıda, devlet ekonominin içine ancak 1920'ler sonrası tekelci devlet kapitalizmiyle girmişken; Iraktaki ilk uygarlıktan başlayarak Antik medeniyetlerde devlet, toprağa yerleşilmesiyle daha doğarken ekonominin içine girmiştir. Üretimin su kanallarıyla geliştirilmesi ve Kentin barbar akınlarına karşı korunması koşulları, devleti, doğu toplumlarında tarihin başlamasıyla birlikte üretimin ve ekonominin içine çekmiştir. O nedenle Doğuda devlet, sınıfların varlığının yarattığı bir olgu değil de, sınıfları yaratan ve himaye eden bir kurum olarak toplum bilincine yansımıştır. Burjuva toplu mu na kadar, sınıflar çekişmesi hep devlet sınıflarının icazeti, gölgesi altında görünmüştür. Bizde burjuva egemenliğinin yavaş yavaş inşa edildiği Cumhuriyet yıllarında da devlet sınıflarından ilmiye ve seyfiye, daha diri somut karşılığıyla ordu, hep sınıflar üstü, "devletin sahibi" konumunda kalmıştır. Türkiye finans kapitali, 27 Mayıs 1960, 1963 Harbokulu isyanı sonrasında orduyla arasındaki egemenlik ¡İlişkisini köklü bir şekilde değiştirmeye yönelmiştir Son yirmi yılda, tarihten gelen bu gelenekcil davranış ve bu olgunun kendine özgü yapıları iki önemli nedenle erimiş, artık gerçek anlamda ta rih olmuştur. Birincisi, finans kapital en azından Ordu üst katlarını mali imtiyazlarla donatmıştır. 1960'larda başlayan ORKO-OYAK, Ordu evleri, özel alış veriş mağazaları saltanatı o günlerden beri hızla gelişmiştir. Artık ordu, anonim şirketleri, vakıflarıyla, banka yönetim kurullarında emekli generalleriyle finans kapitalle içiçe girmiştir. Ordu belki hala kendini "devletin sahibi” olarak görebilir, ama artık kendisinin de bir sahibi olduğunu, finans kapitalle binbir çıkar bağıyla nasıl bağlandığını iyi bilmektedir.


YOL 74- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış İkinci olarak, 1960'larla birlikte gelişen sınıflar savaşı, modern sınıfların mücadele alanında kendi parolaları, partileri ve güçleriyle yer alışları; ancak bunların cılız ve henüz silik olduğu ortamlarda yaşamını sürdürebilen gelenekcil davranışların misyonunu zayıflatmış, giderek hiçe indirgemiştir. 27 Mayıs, modern sınıflar savaşının kapısını açmakla kendi gelenekcil yaşam alanını nihai olarak daraltmış olu­ yordu. Olaylar bu çerçevede kavranılmazsa "aynı" ordunun birbirinin tam zıddı olan 27 Mayıs ve 12 Eylül'ün nasıl aktörü olduğu kavranamaz. 12 Eylül, 27 Mayıs’ın bütün getirdiklerinin inkarı ve geri alınmasıdır. Bunun iki nedeni, ordunun artık finans kapitalin hedefleri doğrultusunda vurmaya ayarlanabilmiş olması; öte yandan sınıflar savaşının 27 Mayıs ın açtığı kapıdan, halk iktidarına doğru önemli adımlar atabilmiş olmasıdır Bu gerçekliklerden sonra, devrim stratejisinde proletarya aydınlarının yeri ve anlamı kalmamıştır. Ordu ve gençlik İçinde bir devrimci oluşum ortaya çıkacaksa, bu ancak proletarya hareketinin örgütlü mücadelesinin

birsonucu olarak ortaya çıkabilir; onun sınıflardan bağımsızmışçasına davranış eğilimleri artık yakın tarihimizin sayfaları arasında kalmıştır. Esas önemli olan ikinci stratejik kayma, ulusal sorun konusunda yaşanmıştır. Stratejimizde "yedek güç" olan Kürt ulusal hareketi, mücadelesiyle öncü güç proletaryanın önüne geçmiştir. Çoktandır kanıksadığımız bu gerçekliğin stratejik bakışımıza ve genel olarak devrimci harekete nasıl yansıdığını incelemeye çalışalım. 60 sonrası devrimci mücadele tarihimizde proletarya harektiyle, Kürt ulusal mücadelesinin yükselme periyotları farklı farklı olmuştur. İşçi ve gençlik hareketinin genel yükselişi içinden devrimci hareket, 1971'deki kısa kesinti dışında, sürekli ortalama bir ivmeyle 80'e kadar gelişmiştir. Bu dönemde Kürt hareketi, Türkiye devrimci hareketinin uzantısı olarak gelişmiştir. Kopuşma esas olarak PKK öncülüğünde 1978'ler sonrası başlamıştır. Eylül sonrası ise, tersine bir gelişmeyle Türk devrimci hareketi


YOL 75 bir türlü kendini toparlayamazken, PKK öncülüğünde ulusal hareket büyük atılımlar yapmıştır. Kürdistan'ın bir bölümünde bugün ikili iktidar vardır. Bütün bu gelişmelere rağmen, Kürt ulusunun yalnız kurtuluşu mümkün müdür? Bu soruya, 1978'ler Türkiye'sinde, hatta 80 lerin ortalarında kolayca "hayır" demek mümkündü. İçinde bulunduğumuz koşullarda aynı rahatlıkla cevap vermek zordur. Kürdistan devrimi, bir yanıyla Türkiye devrimine, diğer yanıyla Kürt ulusunun yaşadığı diğer parçalardaki duruma bağlıdır. Ancak Kuzey Kürdistan, kesin bir şekilde Türkiye devrimine bağlıdır. Proletarya hareketi ve Kürt ulusunun birlikte vuruşu olmadan Türkiye finans kapitali yıkılamaz. Kürdistan'daki gelişmelerin seviyesine rağmen bu gerçeklik değişmemiştir. Kürt ulusunun mücadelesi, Kürdistan'la sınırlı kaldığı müddetçe, bazı kısıtlı ve sığ reformlardan öteye sonuç alınması mümkün değildir. Stratejik bakış açımızın bu yönünde bir kayma yoktur. Burada hemen şu soru akla gelecektir: Kürt ulusal mücadelesi, daha durgun görünen Türkiye'ye devrimi taşıyabilir mi? Başka türlü sorarsak, Kürt ulusal kurtuluş savaşı, Türkiye devrimini nasıl ve ne ölçüde etkileyebilir? Kürdistan'dan yayılan devrim dalgaları proletaryayı harekete geçirebilir mi? Soruna önce tersinden yaklaşırsak: Türkiye'de devrimci kabarış Kürdistan'daki mücadeleye kesinlikle yol açmış, hız vermiştir. 1965-80 yılları böyledir. Kürt devrimcileri Türkiye devrimci hareketinin deneylerim ve dünya örneklerini kendi ülke koşullarına ustaca uygulayarak 80'li yıllarda büyük gelişmeler yaşamışlardır. Bu gelişmelerin artık tersi yönden Kürdstan'dan Türkiye'ye doğru devrimi taşıması mümkündür. Devrimin stratejik gidişinde böyle bir kayma yaşanmaktadır. Ancak bu imkanın kendiliğinden yaşanmayacağı özellikle son birkaç yılın deneyiyle iyice görülmüştür. Bu konuda kolaycı bir yaklaşım, olayın suyun bir kaptan diğerine akışı ölçüsünde basitleştirilmesi, büyük hayal kırıklıkları yaratmaktan başka sonuç doğurmaz. O nedenle, yedek gücün proletarya mücadelesinin önüne geçişinin


YOL 76- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış bazı sonuçlarını daha derinlemesine incelemeye çalışalım. Bu stratejik kayma, proletarya hareketine şovenizmin etkilerinden tam bir arınmayı dayatıyor. Olaylar 1978'lerdeki gibi akıp gitse Türk proletaryası öncü konumunu koruyarak devrime yol açmaya devam edebilseyddi, Kürt sorunu karşısındaki bazı şovenist etkiler örtülü kalabilirdi. 1917 sonrası Rusdevrimini diğer uluslara taşıyan Rus proletaryası, istemese de belli ölçülerde Rus ulusçuluğunu da taşımıştır. Oysa ülkemizde, 1980'lerin ortalarından itibaren yaşananlar, proletaryanın bilinç seviyesinde yeni yükselmeler talep ediyor; burjuva, küçük burjuva etkilerden sağlam bir kopuşma ve saflaşmayı zorluyor. Bunun devrim açısından sırf bir kolaylık olmadığı görülebilir. Öncü, dünden çok daha yüksek birbiinçiikle mücadeleyi göğüsleyebılecektir. Yoksa eski alışkanlık ve kolaylıkların tekrarı ve mücadelenin böyle ileriye doğru adımlar atması mümkün değildir. Türkiye devrimci hareketinde demoralizasyonun nedenlerinden biri de budur. Şovenizmin etkilerinden kurtulmamış hareketler, Kürt ulusal mücadelesine devnmö bir enerji ve moral yansıtmaz, tam tersine onları demoralize eder. Dolayısıyla, yedek gücün öne geçmesinin etkilerini basitleştirmek insanı büyük çıkmazlara itebilir. Bu olay Türkiye devrimci hareketinin, bilinç, alışkanlık ve moral yaklaşımlarında köklü altüstlükler yaratmıştır. Dün örtülü kalabilen şovenizm ya da şovenizmin çok inceltilmiş biçimleri, Kürdistan'daki her adımda ortaya çıkmakta, şovenizm zehirinin vücudunu böylesine sardığını kavrayan devrimci hareketin bu gerçekliğe ilk tepkisi ise sekterleşerek olayı görmezlikten gelmek veya demoralize olmak biçiminde kendini açığa vurmaktadır. Bu gelişimden kimse yakınmamalıdır; şovenizm zehiri aktıkça vücut sağlam laşacaktı. Esasında, özellikle 1985'ler sonrası Türk devrimci hareketinde böyle bir temizlenme yaşanmaktadır. Ancak henüz vücut yeterince sağlığına kavuşmamıştır. Sorumuzu burada bir kere daha tekrarlayalım. Kürdistan'daki mücadele, devrimi, Türkiye'ye ne ölçüde yayabilir? Proletarya ve Türk devrimci hareketinden şovenizm zehiri temzlenebilciği


YOL 77 ölçüde. Kürdistan'dan esen devrim rüzgarı Türkiye'yi etkileyebilir; aksi takdirde şovenizm dağlarına çarpıp kendi üstüne katlanmak zorunda kalır. Güçsüzlük kadar kullanılamayan güç de vücuda zararlıdır. Her kendi üstüne katlanan dalga Kürdistan devrimini moralce yıpratabilir. HEP deneyi, bu seviyede kalmış bazı engelleri aşamayıp, kendi içine kapandıkça zayıflamıştır. Kürdistan'dan vuran devrimci dalganın Türkiye'de bir gelişmeye yol açabilmesi, Devletin büyük bir gayretle canlandırmaya çalıştığı şovenizmin etkilerinin temizlenmesiyle mümkündür. Bu yeterince açıktır; özellikle 1990'la başlayan süreç bu gerçekliği sıradan propaganda konusu olmaktan çıkarmış, canlı pratiğin taktik alanında ilk sıralara yerleştirmiştir. 1990'la başlayan sürecin özgünlüğü üç noktada yatmaktadır: Kündistan'da mücadelenin gerilla savaşından kısmi halk ayaklanmalarına sıçraması; buna karşılık Tüıkiye devrimci hareketinde kendini yenileyemeyen siyasetlerde gerilemenin çürüme noktasına varması; Kürdistan politikasında, devletin daha aktif karşı taktiklere yönelmesidir. Kürdistan ve Türkiye devrimleri arasında!« bariyerlerin kaldırılmasında esas ve ağırlıklı görevin Türkiye devrimci hareketine düştüğü açıktır. Öte yandan aynı görevin Kürt devrimcilerine düşen yanı da son derece önemlidir. Kaba yaklaşımlar iki ulus arasındaki zehirlenmeyi gidermek şöyle dursun, özellikle günümüz koşullarında arttırabilir. Devrimci parti girişimi, böyle bir hassas alanda durmaktadır. Kürdistan'daki mücadele deneylerini, üslubunu kabaca tekrarladığında, gelişim şansı olmadığı gibi, iki ulus devrimcilerinin arasında yeni problemler üretebilir. Özellikle, kendi devrimci ve ulusal değerlerim yükseltme enerjisini göstermeyip, kabaca inkarlara saplandıktan sonra böyle bir Partinin çevresinde yer almak, Türkiye devrimine bir katkı sağlamayacağı gibi, açık zararlar verebileceğini kestirmek için fazla öngörülü olm aya gerek yoktur. Açık 363636kendini tüm sefilliğiyle ortaya koyuyor, her şey böylesine gözle görülür olduğu için bunlarla mücadele bir ölçüde kolaydır; gizli çürümeler ise, kendini, Türkiye devrimci hareketine yöneltilen keskin eleştiriler


YOL 78- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış altında gizleyebilir, kaba Türk düşmanlığını körükleyebilir. Öte yandan metropollerde proleatarya içinde ayırımcılığa kapı açabilecek her davranış, devletin ısrarla yaratmak istediği -şimdilik aktif değil, pasif seviyede tutulan- ulusal düşmanlık politikasına hizmet edecektir. Türkiye metropollerinde sınf savaşının ulusal renklere bölünmesi, topyekün mücadeleyi zayıflatır. Son olarak, ulusların tarih bilinci çarpıtılmamalıdır. "Türkleri" tarihin ilk çağlarından beri "talancı" olarak tanımlamak tarih bilimi açısından bir yanılgıdır; İkincisi, tarihe Kürt milliyetçisi olarak bakmak olur. Her toplum, barbarlık aşamasından geçmiştir ve barbar ekonomisi

talana dayanır. Kürt toplumu da bu tarihsel dönemin dışında kalmamıştır. Kürt hareketini destekleme adı altında bazı Türk aydınlarının kendilerini histerikçe aşağılamalarına değinmeyeceğiz. Kürdistan'ın ayaklanmasıyla, Kürt ve Türk tarihine yeniden bakarken, gerçeklikler ve değerler çaıpıtılmamaldır. Burjuvazi tarafından yaratılan yanlış tarih bilinci, başka bir çarpıtmayla düzeltilemez. Öte yandan, hareketimizin Kürt sorunuyla ilgili politikası yeterince açık olmasına rağmen mücadelenin son vardığı aşamada ortaya çıkan Kürt burjuvazisi sorununa aydınlık getirilmelidir Türkiye'de mücadelenin çeşitli alanlarında -HEP çalışmaları gibi- Türk proletaryası ile Kürt halkının ve proletaryasının buluşmasını, ulusal çıkarlar ileri sürülerek engelleme çabaları tek tük raslantılar olmaktan çıkmaya başlamıştır Bunun temelinde, Kürt burjuva eğilimi yatmaktadır. Türkiye metropollerinde, "Kürtlerin" proletaryanın ve halkın sorunlarına herhangi bir gerekçeyle yabancılaşması genel olarak devrime büyük zararlar verir. Ulusal hareket, Kürt halkının bağımsızlığını ne ölçüde vurgularsa; Türkiye'deki sınıflar savaşında Türk ve Kürt halklannın birlikte mücadelesini de en az o ölçüde vurgulamalıdır. Sonuç olarak, Kürdistan'dan esen devrim rüzgarı şovenizmin etkisi kırılabildiği ölçüde Türk devrimini etkileyecek, fakat Tüıkiye'deki devrim dalgası esas olarak proletaryanın mücadelesiyle yükselebilecektir. Kendiliğinden bir etki ummak büyük yanılgı olur, böyle umutlar devletin


YOL 79 inşa ettiği şovenizmin bariyerlerinde kırılıp dökülmeye mahkumdur Şovenizmin etkisini kırmak yalnızca propagandayla elbetteki imkansızdır, esas olarak yapılması gereken işçi sınıfı hareketini en meşııı demokratik hakları doğrultusunda yükseltebilmektir. Kürdlstan'a katliam, Batıya sözde "demokrasi" vaadlerinin iç yüzü, pratiğin aynasında ancak böyle görülebilecektir. Kendi haklarını koparma yeteneğini gösteremeyen bir proletarya, Kürdistan için yerinden kıpırdayamaz. Sorunun gelip kilitlendiği nokta burasıdır. Kendi hakları içindöğüşen, devletin zoruna karşı kendi sınıf zorunu örgütleyebilen bir proletarya, ancak böyle bir proletarya, Kürt halkının mücadelesine devrimci bir ilgi duyabilir Yoksa "insanlık" adına gözyaşı dökmekle yetinenlere ne Kürt halkının ne de devrimci hareketin ihtiyacı vardır

Temel Taktik yönelişler açısından sınıflar savaşının iki döneminin kritiği: Sınıflar savaşının iki döneminde genel taktik yönelişlerde bazı temel farklılıklar yaşanmıştır. Kopuşma yıllarında taktikler radikal bir öz taşımış; öğrenci hareketi ve işçi sınıfının çekim gücüne yönelmiştir; Eylül sonrasının taktikleri biraz daha ihtiyatlı olmuş, finans kapitalin çekim gücüne kapılmıştır. Kürt hareketinin yükselmesiyle yeni bir çekim merkezi oluşmuş, bu çekim merkezi taktiklerin şekillenmesinde bir ayraç rolü oynamış, ancak hareketin radikalleşmesinde etkisi çok sınırlı kalmıştır.

1. Dönem (1965-80) Taktiklerine Genel Bakış Devrimci hareketin 60 sonrası ilk yükseliş yıllarında ana sorun devrimin hedefi ve stratejisi olduğu için günlük her taktik sorun bu temel problemin baskısı altında belli ölçülerde biçimsizleşmiştir. Strateji sorunlarından bağımsız olarak taktik sorunların ele alınabildiği dönem daha çok 12 Mart sonrası olmuştur. Buna rağmen, öğrenci gençlik, işçi hareketi ve kısmen köylülükde demokratik mevzilerin genişletilmesi sonucuna varan taktik yönelişler yaşanmıştır. Öğrenci hareketi siyasetin merkezi olurken, gücüyle kendini üniversite ve fakülte senatolarında temsil ettirmiştir. Gelenekdl eğitim kalıplarının çoğu kırılmıştır. İşçi hareketi devlet güdümünden


YOL 80- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış kopmuş; DİSK'i yaratarak grev hakkını günlük yaşamına sokmuş, hatta Batı demokrasilerindeki sınırları bilen aşan "dayanışma ve hak grevlerini" mücadele biçimleri içine almış; taktik yönelişler fabrika işgaline kadar tırmanmıştır. Karşı devrimin işçi haklarına "barışçıl-parlamenter" saldırısı 15-16 Haziranla püskürtülmüş, fakat 12 Mart darbesi fethedilen mevzilerin bir kesimini geri ala­ bilmiştir. Köylü hareketinde sınırlı toprak işgalleri ve yoğun küçük üretici mitingleri yaşanmıştır. Özetle, 27 Mayıs Anayasası'nın kağıt üstünde tanıdığı hakların bir kısmı aşılarak genel olarak demokrasi cephesi düzenin sınırlarını daraltarak genişlemiştir. "Yollar yürümekle aşınmaz" diyen Demirel, düzenin sınırlarının aşındığını farkedince, devrimci gelişimin karşısına devlet güçlerinin yanında faşist milisleri de çıkartmaya başlamıştır. 12 Mart'ın yarattığı kısa duraklamanın hemen ardından, işçi hareketinin öne çıktığı kitle eylemlilikleri yeniden başlamıştır. 12 Mart faşizminin gaspettiği haklar hızla geri alınınca, mücadeledeki yeni bir taktik konağa girilmiş, faşist milislerle semt, işyeri ve üniversitelerde silahlı çatışmalar başlamıştır. Çatışmalar rastgele, arada sırada patlak veren olaylar değil, 1976-77 sonrasının hemen hergün yaşanan bir olgusu olmuştur. Böylece büyük şehirlerde semtler, üniversiteler, bazı kasabalar devrimci güçlerle, faşistlerin egemenliğinde açık saflaşmalara uğramıştır. Kürdistan'da bugün yaşanan ikili iktidar, örgütsel yapıların çok daha zaaftı olduğu gözden yitirilmeden, büyük şehirler ve bazı kasabalarda benzer bir şekilde 1977-80 arasında yaşanmıştır. Eylül öncesi taktiklerin, demokratik sınırların kitle gösterileriyle genel yığın zoruyla genişletilmesinden, silahlı çatışmalarla semtlerde yarı-iktidar olunması adımına sıçramasını biraz irdeleyelim. 1968-70'lerin en yoğun tartışmaları silahlı mücadele üzerine olmuştur. Bu tartışmaların hiç şüphesiz ki soyut bir yanı vardı; devrime giden yollar hakkında dünya deneylerinden esinlenerek yapılan tartışmalar binlerce sayfa tutar. Dünyanın o yıllardaki koşulları devrimci hareketin


YOL 81 kalkış noktasının arıtı-emperyalizm olmasına, silahlı mücadele konusunda Çin, Vietnam, Küba örnekleri üzerinde yoğunlaşan tartışmalara yol açmıştır. Karşılıklı keskin polemiklerin önemli bir bölümü bu anlamda soyut, Türkiye gerçekliğinden kopuk kalmıştır. Bu gerçekliği tesbit etmekle birlikte onu mutlaklaştırır, bu yoğun tartışmaları sırf bir soyutlamaya indirgersek, devrimci harekette o dönemlerde yaşanan önemli birtaktik dönüşü görememiş oluruz. Bu taktik dönüş tartışmaların soyut olmayan pratik kaynağını meydana getiriyordu. 1970te başlayan, 12 Martla kesintiye uğrayan 1976-77de tamamlanan bu taktik dönüşün nedeni, temel zemini ve ana yönelişleri neler olmuştur? 1960'ların ortalarından hızla yükselişe giren devrimci hareket, 1970'e gelindiğinde kullandığı kitle gösterileri, boykot, grev, hatta işgal gibi mücadele biçimleriyle gelişmesinin sınırlarına dayanmıştı. Devrimci hareket taktiklerde bir dönüş yapmalıydı, koşullarca buna zorlanıyordu. Hareketin bu büküm noktası silahlı mücadele tartışmalarının pratik temeli olmuştur. Mücadele, can alıcı birtaktik dönüm noktasına yaklaşırken silahlı mücadele üzerine yapılan tartışmaların detayları konumuz dışında kalıyor; sadece bu tartışmalarda iki ana saflaşmanın yaşandığını belirtmekle yetinelim. Çin, Vietnam deneyine ağırlık veren kırlardan şehirlerin kuşatılmasını hedefleyen uzun halk savaşı stratejisi ile Latin Amerika deneylerini öne çıkartan partinin gerilla mücadelesi ile yaratılacağını savunan yaklaşımlar başlıca iki eğilim oldu Bu yönlerdeki pratik girişimlerin başarısızlığı bir yana, devrimci hareket bir silahlı mücadele dönemi yaşamış, fakat mücadelenin pratikte akışı bu konuda önceden tasarlanan silahlı mücadele yollarına hemen hemen hiç benzemeyen bir yol izlemiştir. Gelgeç çıkışlar olarak değil bir dönemi (1977-80) kapsayan silahlı mücadele pratiği esas olarak kentlerde işçi semtlerinde yaşanmış, askercil bir savaştan çok faşist milislere karşı yürütülen bir sivil savaş özelliği taşımıştır Semtlerdeki silahlı mücadele olumlu ve olumsuz yanlarıyla yeni


YOL 82- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış birdönemin habercisiydi. Sınıf savaşı kitle gösterileriyle varabileceği bir sınıra yaklaşırken, artık başka taktik ve mücadele biçimlerini talep ediyordu. Devlet, kitlelere karşı 1977Mayıs'ı gibi toplu katliam denemelerini o günkü güçler dengesinde sık sık tekrarlayamayacağı için, devrimci öncüleri tek tek yaygın bir biçimde imha taktiğine yöneldi. Dönem her yönden, kendiliğinden yaşanan ağır basan barışçıl kitlesel gösterilerin taktik olarak tıkanma noktasına geldiğini gösteriyordu. Güçleri merkezileştirmenin, aynı zamanda çelikleştirmenin, her gösteriyi bir savaşa hazırlanırmışcasına örgütlemenin, bu anlamda kitleleri rasgele değil, düzenli ve örgütlü olarak silahlandırmanın momenti 1977 May ıs'ı ile gelip çat m işti. Bu na rağ men devrimci hareket yapılabilecek görevlerin en düşük düzeyde olanını, semtlerde faşistlere karşı mücadeleyi yerine getirebildi. Birbirini tekrarlayan çatışmalar, sınıflar savaşındaki saflaşmayı bulanıklaştırdı, devrimci öncüyü

yordu. Hareket, 1977'denberi hazırlanılmış olması gereken mücadele seviyesine, Eylül'ün hemen öncesinde bilinçli bir yönelişle değil olayların akışıyla, hiç değilse asgari bir hazırlıkla değil çocukça bir coşkuyla ve toylukla Çorum, Gültepe-Tariş barikat savaşlanyla vardığında, devrimci güçler hırpalanmış ve yorgundu. 1977den beri yakalanamayan taktik seviyeye ulaşma çabalarının en yoğun olduğu sancılı birdönemde 12 Eylül "filmi kopardı."

Eylül sonrası taktik gelişmeler Film başa alınmıştı, ancak eskinin tekrar edilmesi mümkün değildi. Eylül sonrasında taktik alanda başlıca dört dönemden söz edilebilir. Birincisi, ilk yılları kapsayan yeraltı yapılarım inşa ve yeni döneme hazırlık yıllarıdır. İkincisi, 1987-89'u kapsayan işçi hareketinde ve devrimci harekette ilk kabarış, bilerek ya da bilmeyerek eski mücadele alışkanlıklarının tekrar edildiği dönemdir. Üçüncü dönem, eskisi gibi yürünemeyeceğinin anlaşılmasıyla devrimci harekette birgerileme, yeni arayışlar ve çürümelerin başladığı dönemdir. Son dönem, mücadelenin yeni koşullarına ayak uydurma dönemidir. Dönemleri, taktik yönlerini kabartılandırarak inceleyelim. İlk yıllarla


YOL 83 ilgili taktik açıdan fazla söylenecek bir şey yoktur. 12 Eylül'ün konumu ve gücünü kavrayışla ve esas olarak illegal yapıların güçlendirilmesiyle geçmiştir. Her siyasetin ilk kavrayışları Eylül boyunca gelişmelerini etkilemiştir. Hareketimiz açısından bu döneme denk düşen bağımsız sendikalar taktiği yeni döneme hazırlanışta direnişçiliğin ilk zemini oluşturmuştur denebilir. Bu dönemin yeterince değerlendirmesi yapılmıştır. Eylül düzeninin mücadeleye kendi özelliklerini daha belirgin biçimde yansıttığı yıllar 1987 sonrasıdır. İkinci dönemdeki taktiklerin ana yönelişi, kaybedilen mevzilerin geri alınması için ilk etkili yoklamalar olmuştur. Grevler, öğrenci gösterileri ve legal yayın yaşamının yeniden canlanmasıyla, illegalitenin dar sınırları aşılmaya başlamış, mücadelede biryığınsallaşma başlamıştır. Bahar eylemliikleri ve Zonguldak yürüyüşüyle yığınsallaşma had safhaya çıkarken, devrimci hareket aynı ölçüde güçlenememiştir. Gelişmeyi engelleyen, daha doğru bir ifadeyle gelişimde bir süreklilik yaratamayan, döneme özgü yanılgılar nelerdir? İlki ve en önemlisi, kendiliğinden kitle hareketinden 1975'ler sonrası gibi bir gelişim ummak oldu. Oysa 12 Eylülden 12 Mart'a benzer biçimde çıkılamayacağı en azından 1984 Ağustos'undan beri yeterince açığa çıkmış olmalıydı 1960 sonrası sınıflar kopuşması yıllarında, belli ölçülerde finans kapitalden uzaklaşan bazı düzen içi eğilimlerin (ordu gençliği, orta tabakalar gibi) motive ettiği kendiliğinden kitle hareketleri,söz konusu güçlerin E ylülle birlikte yüzünü finans kapitale dönmesiyle eski sürekliliğini yitirmiştir. Öte yandan, devletin yirmi yıllık mücadeleden çıkarttığı derslerle, baskısını dakikleştirmesiyle, kitle eylemleri 1970'lerdekine benzer sonuçlar yaratmamıştır. Kendiliğinden hareketle, devrimci hareket arasına zora ve siyasi propagandaya dayanan, ancak önceki dönemlere göre devlet tarafından daha ustaca uygulanan yöntemlerle eylemliliklerden ortaya çıkan enerjinin devrimci harekete akması engellenmiştir. Bu gerçeklikleri yeterince kavrayamayan devrimci hareket eski yanılgıları belli ölçülerde tekrarlamıştır.


YOL 84- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış Bu yanılgılı tekrarın iki ucu kendini işçi sınıfına dalkavukça yaklaşımda ve silahlı propagandayı başlatan D.Sol eylemliliklerinde göstermiştir. Bahar eylemlilikleri M.Pekdemir'i bile imrendirmiş, "haydi işçi sınıfına" sloganıyla 12 Eylül'ün perdelerini yırtabileceği hayaline kapılmıştır. Dalga geri çekilip elde bir şey kalmayınca yeni gerçeklikler eski kafaları çarpmıştır. D.Perinçek ve Ekim çevresi de benzer yanılgıyı temsil etmişlerdir Hele Perinçek'in işçi sınıfına düzdüğü methiyeler sınıfı bilinçlendirmek şöyle dursun ancak afyonluyabiliıdi. Sınıfı dönüştürme amaç ve enerjisi taşımayanlar için eylemlerin seviyesinin abartılması ve göklere çıkartılması çok doğaldır. D.Sol ise işçi eylemliliklerinin sonlarına doğru bazı hedeflerde odaklaşan silahlı eylemliliklere başlamıştır. Böyle bir taktiğe yöneliş de, özünde yığın eylemlerinin görünüşüne aldanmaktan kaynaklanır. Israrla, hatta askeri ölçülerden ele alınırsa bazı başarılı silahlı vuruşlara rağmen, yığınların mücadalesinde bir kıpırdanma ya da D.Sol'un yığın bağlarında gözle görülür bir sıçrama yaşanmamıştır. Hareketimizin payına düşen, kendiliğinden gelişmelerin Eylül sonrası konumunu yeterince kavrayamamak, buna uygun karşı tedbirler üretememek olmuştur Hareketin iniş çıkışlarında direnişçi işçilerin taktikleri süreklilik taşıyamamış, sendika baskınlarıyla yakalanan halka, benzer yönelişlere derinleştirilip yeni yönelişlerimizin gelgeç değil, devamlı özelliği haline getirilememiştir. 12 Eylül sonrası ikinci döneme (1987-90) daha çok eski taktik alışkanlıklar egemen olmuştur. Fakat eskisi gibi gitmeyeceğinin anlaşılmasıyla yeni bir süreç başlamıştır. Bu dönemleri yanılgıları ve zaafları kabartılandırmak için bilinçli olarak şematize ediyoruz. Yoksa olayların akışı böyle keskin sınırlarla ayrılmamıştır. 12 Eylül bizzat kendisi en kesin ve anlık bir eylem olmasına rağmen bilinç ve davranışlardan bir anda eskiyi silip atamamıştır. 1990'la göze > batırmaya çalıştığımız çürüme ve kabuk değiştirme dönemi hiç şüphesiz Eylül'ün ilk gününden başlamıştır. Daha da geriye 79'lara kadar bile gidilebilir. 1990'da öne çıkartmaya çalıştığımız çürümeler artık olgunlaşmış,


YOL 85 bir birikim süreci sonucunda kesin bir nitelik değişimine varmıştır. 1987-90 sürecinin yaşanması ile Eylül düzeninin gerçekliklerinden gelen görevlere daha ustaca ve yeni yaratıcılıklarla yaklaşılması zorunluluğunun ortaya çıkması elbetteki çürümenin nedeni değil, bir bakıma biraz örtülü kalan bu gerçekliğin iyice açığa çıkmasını sağlayan bir zorlamadır.

Olumsuz Kabuk Değişimi ve Çürüme Devrimci hareket yeni gerçeklikler tarafından kabuk değişimine zorlanırken, bu yeteneği gösteremeyenler çürümekle yüzyüze kalmış, olumsuz yönden kabuk değişimine uğramıştır. Olumsuz kabuk değişimi ya da düzene doğru erozyona uğrama başlıca üç yönden olmuştur. Burjuva sosyalistler, iki büyük sosyal dalganın çarpmasıyla düzenin en geri noktalarına sürüklenip açık saf değiştirerek sosyal demokratlaşmışlardır. Birinci dalga içeriden Türkiye'den orta sınıfların finans kapitalle uzlaşma zeminine çekilmesiyle vurmuş; diğeri dışarıdan sosyalist sistemin yıkılmasıyla gelmiştir. Eskiden biraz daha örtülü yaptıkları işi bugün burjuvaziyle açık uzlaşmayı savunarak alenen yapıyorlar. Kürt sorununda "devlet terörü de, PKK terörü de kötüdür" diyerek finans kapitalin nötralizasyon politikasını harfiyen uyguluyorlar. İkinci önemli çürüme ve erozyon, Partizan gibi köylü kökenli siyasetlerde yaşanmaktadır. Kapitalizmin 80 sonrası gelişimi bu siyasetlerin stratejik temellerini belli bir ölçüde erozyona uğratmıştır. Özellikle yoğun işçi eylemliliklerinin de somut etkisiyle bu siyasi zeminlerden işçi sınıfına doğru kopmalar yaşanmıştır. Sınıf gerçekliğini iki yenilgiden sonra 80'lerin ortasında nihayet "kavramak" bir olumluluk getiremezdi. Yitirilen eski kaba radikalizm yerini, sınıfa kaba hayranlığa bırakmıştır. Köylü kökenli siyasetleri esas eriten neden ise yükselen Kürt ulusal mücadelesidir. Bu çıplak gerçeklik "uzun halk savaşı" savunucularını öylesine kökten sarsmıştır ki, tüm siyasi değerlendirme sınırlarını aşıp uzun yıllar bu siyasetler PKK'yi "karşı devrimci" ilan etmişlerdir. PKK'nin "karşı devrimcilikten", "milliyetçiliğe" terfi ettirilmesi


YOL 86- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış çok yakın zamanlara denk düşer. Gerçeklik karşısında bu katılaşma, siyasi ölüm işaretidir. Giderek erozyona uğramasalar da küçük köylü çıkarcılığıyla PKK'nin karşısında durmaları onları kuvvetli saflaşma rüzgarlarının etkisiyle, önce devletin açtığı tarafsız alana, sonra daha derinlere sürükleyebilir. Küçük burjuva radikalizmindeki liberalleşme, devrimci hareketteki diğer erozyon, kan kaybı noktasıdır. Onların uzun tartışmalarına değinmeyeceğiz. Mücadele ufuklarındaki köklü değişimi ele veren birkaç noktayı göze batıracağız.

"1975-80 arasında devrimcileri birleştiren.... faşist olgusuydu. Bugün zincirin bir halkasını tutarak sürülemek söz konusu değil. Çünkü zincirin halkaları kopuk ve şimdilik sürüleyici halka yok."

(7) Dar ufuklu radikalizmle büyülü küçük burjuva devrimciliğinin önünden "faşist" hedefi kalkınca bilinç parçalanması başlıyor ve ortada "zinciri sürükleyecek halka" kalmıyor. Dünün hatası, faşistlerle silahlı'çatışmalarda değil, bu çatışmaları bütün mücadelenin taktik hedefi haline getirmekte, yönelişi faşistlerden devlete, iktidara doğru yükseltememekte yatıyordu. Finans kapital iktidar, kendini devrimci-faşist çatışmasının duman perdesi arkasına gizleyebiliyordu. Şimdi çok daha sağlam örgütlülük ve usta taktiklerle bu hedefi yığınların pratik döğüş alanına sokmak görevi hala ortada duruyor. Öte yandan, faşistlerin "birleştirici" etkisinin yanında dağıtıcı etkisini unutmak affedilemez yanılgı olur. Mücadele, devrimci öncülerle, faşistler arasında kısırlaştıkça yığınlarla devrimci öncüler arasındaki bağ zayıflıyordu. "Faşistlere" karşı döğüşün taktik birkolaylık sağladığı, "sürükleyici halka" olduğu söylenebilir. Mücadelenin çok kısa bir süreci için bu görüşe katılmak mümkündür. Fakat bu kısa taktik süreç uzadıkça, mücadele başka boyutlara yükseltilemedikçe kolaylık gibi görünen faktörtersine işleyerek bilinçleri, davranışları körleştirmiştir. Devletin bize dayattığı zora karşı -bu 75-80 arası faşistler eliyle uy­ gulandı- döğüşmekle sorun bitmiyor, bu zorla sürekli artan biçimde


YOL 87 yığınları karşı karşıya getirebilmek gerekiyor, aksi takdirde bu zor bizi kısa sürede alt edebiliyor. Dar ufuklu küçük burjuva devrimciliği "fa ş is t" hedefinin günlük mücadelede odak noktası olmaktan çıkmasıyla taktik yönelişler açısından tam bir bulanıklığa düşmüştür. Bu bocalamanın temelinde iktidar sorununa yaklaşımdaki çarpıklık yatmaktadır. Günlük mücadelenin baskısı altında kalmaya, genel hedefi gözden yitirmeye her zaman eğilimli olmuş olan küçük burjuva devrimciliği dün faşistlerle kısa mücadele alanına kendini hapsetmişti, bugün göz boyayıcı işçi eylemlerinin çekiciliğine göre şekillenmeye hazırlanıyor. "Silahlı ya da silahsız yerine meşru, legal ya da illegal yerine de facto (fiili)" örgütlenmeye yönelen küçük burjuva devrimciliği, Eylül öncesi sahip olduğu "lose" örgütlenme anlayışını, işçi eylemlerinin etkisiyle tam anlamıyla gevşek, kendiliğinden bir yapıya dönüştürmüştür. Oysa eylemliliklerden gerçek bir devrimci tam tersi sonuçları üretmek zorundadır. Kendi haline kaldığında, dağılıp düzen içi kanallarda sönümlendirilebilecek bu tür eylemlilikler sağlam, merkezi örgütlenmelerle karşılanmalı ve yönlendirilmelidir. Onların "meşru” ve "fiili" yanı geçicidir. Sürekli kılınabilmesi ya da bu hareketlerden çıkan enerjinin devrimci kanallarda süreklileştirilebilmesl kesinlikle merkezi sağlam örgütlülüklerle mümkündür. Aksi takdirde suyun elekten akıp gidişi gibi düzenin kanallarında emilirler. Küçük burjuva devrimciliğinin 12 Eylül sonrası kazandığı en tipik özellik, yığınlara "yukarıdan” hiçbir taktik önermemekte odaklaşıyor. Dünün öncü savaşçıları, büyük siyasi çözülmeden sonra taktik ardçılara dönüşmüşlerdir. Mücadelenin 12 Eylül sonrası yeni koşullarına ayak uyduramayıp çözülen siyasetleri erozyona uğratan başlıca iki güç vardır. Bir yanda, lınans kapital iktidarı, diğer yanda Kürt ulusal kurtuluş mücadelesidir. Karşı devrim, baskı politikasından Nazım Hikmet'i legalize etmeye kadar varan esnek politikalarla, top atışlarının yeterince "yumuşattığı" cepheleri" tek tek ele geçirmektedir. PKK ise, devrimci konumunu korumaya çalışsa da atılım yapamayan


YOL 88- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış yapıları etkilemekte, onlarda olumlu yönden çözülmelere neden olmaktadır. Günümüzde kendine yeten bir devrimcilik artık yaşayamaz. Dönemin görevlerini kucaklayamadıkça erimeye bozulmaya mahkumdur. PKK hareketinin açık devrimci etkisi kendini hissettirmeden önce dönemin görevlerini yerine getirme ufkuna ve pratiğine sahip olmasa da devrimci özünü korumaya çalışarak ayakta kalmayı deneyen siyasetlerin, önümüzdeki süreçte böyle bir şansları yoktur. Artık sadece finans kapitalin taktiklerine karşı direnmeyi becerebilmek yetmez, güçler dengesinin dayattığı görevleri omuzlayanlar, bu gücü ve yeteneği gösteremeyenleri devrimci etkileriyle tasfiye eder­ ler. 1990'lar bu yönde çok daha açık gelişimlerin yaşanacağı yıllar olacaktır. 12 Eylül ün ilk yılları doğrudan karşı-devrimci zorun devrimci eğilimleri tasfiye ettiği yıllardır; 1990'larda ise tasfiye eden esas güç dönemin devrimci görevleridir. İlk tasfiye sınavında düşenler açısından artık söylenecek bir şey yoktur, ancak o sınavı geçenleri şimdi çok önemli yeni bir sınav bekliyor Direnmenin artık yetmediği, mevzileri korumanın olumlu sonuçlar doğurmadığı ¡saldırı adımlarının atılması; hareketin güç kaynaklarını tükenmez hale getirecek yeni mevzilerin yaratılması gerektiği bir döneme giriliyor.

Genel Taktik Yönelişler ve Dönemin Dayattığı Özgül Taktik Görevler. 1990'larla mücadele yeni bir taktik aşamaya girmektedir. Koalisyon hükümeti, yaygın işçi eylemleri ve Kürdistan'daki savaşın sonuçları açısından bir dönüm noktasını temsil etmektedir. Yazımızı sonuçlandırırken taktik sorunlara, önce 12 Eylül düzeninin yarattığı ve hala geçerliliğini tanıyan genel sonuçlar açısından yaklaşacağız; ardından 1990'larla girilen ve öncesinden bazı önemli özellikleriyle ayrılan yeni dönemin özgül taktik sorunlarını irdeleyeceğiz.

Genel Taktik Yönelişler Genel taktik yönelişlerin zemininde 2.Bölümün sonunda tesbit ettiğimiz" 12 Eylül sonrası sınıflar savaşının yeni özellikleri" yatmaktadır. Yol açıcı güçlerin ardından yeni bir döneme girmeye alışmış Türkiye


YOL 89 devrimci hareketi, 12 Eylül'le böyle bir "imkan"ı yitirince sırt kendi siyasi yetenek ve örgüt gücüyle başbaşa kalmıştır. Bu gerçeklik, hazırlıkların sağlam ve kararlı, sırf kendi gücüne güvenen bir tarzda yapılmasını gerektiriyordu. Bir politik döneme açılmış bir çatlaktan girmek taktik ve örgütlenmede başka bir yapı ortaya çıkarır, çatlağı yaratm ak bambaşka bir yapı gerektirir. Bu yapısal zaafın sonuçlarını hazırlıklarımızın ne kadar geri olduğunu 83 operasyonlarıyla acı acı yaşadık, Aslında, bağımsız sendikalar adımı bir yol açma eylemiydi, fakat görevin siyasi boyutları ve kapsadığı dönem yeterince bilince çıkarılmadığı için ağırlıklı bir biçinde eski günlerin alışkanlıklarını üzerinde taşıyordu. Öte yandan, devlet zorunun kullanımının taktiklerle daha ustaca uyumlandırılması egemen zümrelerin 12 Eylül sonrası kazandığı bir özelliktir. Eylül öncesi biraz kabaca ve önemli birikim momentlerinde kullanılan devlet zoru, 83 sonrasının "demokrasiye geçiş" yıllarından itibaren daha dakik ve yetkin bir biçimde kullanılmaya başlanmıştır. Bu gerçeklik Kürdistan için geçerli değildir. Devlet, Kürdistan'daki gelişmeleri önceleri küçümsedi, iş işten geçtikten sonra ise kendini hiç hazırlıklı olmadığı bir savaş biçiminin içinde bulmuştur. Türkiye devrima hareketi devletin hazırlıklarına aynı ustalıkla cevap verememiştir. Düşmandaki yetkinleşme ciddiye alınmayınca, mücadeleyi sürekli kılacak kaitede hazırlıklar yapılamamış, eski ilkelSklerden kopuşulamamıştır. Eskiden verilen önemli açıkları ancak yakalayabilen karşı-devrim Eylül sonrası her açığı değerlendirmeye başlamıştır. Düşmandaki bu değişim, örgüt yapısında kuralların uygulanmasında ortalama bir kaliteyi değil, sürekli bir yetkinleşmeyi dayatmıştır. Kendiliğinden harektelerin misyonunun daralması ise, eskinin bazı taktik kolaylıklarını ortadan kaldırmıştır. Bu özellikler taktiklerde nasıl bir yetkinleşlm eyi d a ­ yatmaktadır? Birinci olarak, barışçıl ve silahlı mücadele yöntemlerinin en esnek biçimde uyumlandırılmasını gerektirmektedir. 80 öncesinin koşullarında, taktik olarak mücadele 65'lerden sonra akan süreçte


YOL 90- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış barışçıl biçimlerden hareket etmiş, sonra faşistlerle yoğun silahlı mücadelelere gelip dayanmıştır. Mücadelenin o dönemlerdeki koşulları, bu iki mücadele biçimini birbirinden ayırmıştır. Eylül sonrasında ise bu iki taktik mücadele biçimini önceki gibi ayırmanın koşulları kalmamış, tam tersine iki biçimi esnek ve birbiriyle uyumlu olarak kullanmak kaçınılmaz hale gelmiştir. Burada bir mantık düzleşmesine yol açmamak için, bu mücadele biçimlerinin sınıflar savaşının esas olarak başka başka konaklarına denk düştüğü gerçekliğini atlamadığımızı vurgulayalım. Yığınların katılımıyla yürütülecek bir silahlı savaş, mücadelenin devrimci hızlanış dönemine denk düşer. Sözünü ettiğimiz silahlı mücadele ise, Eylül düzeninin işçi sınıfı ve gençliği kuşatmasına karşı, mücadelenin hergünkü akışında verilmesi gereken bir yıpratma savaşıdır. Eylül düzeni, sınıfı devrimcilerle buluşturmamak için aralarına önemli bir yığınak yapmıştır. Sendikalarda ve sınıf içinde devlet ve işverenlerle birlikte davranan kaim bir tabaka oluşturulmuştur. Eylül öncesi de varolan bu tabaka, o dönemlerin mücadelesinde belli ölçülerde etkisizleştirilmişti. Oysa bu kuşatma çemberi, on yıldır korkusuzca görevini yapmaktadır Kendiliğinden kitle eylemlilikleri bile bu kuşatmayı fazlaca aşamamıştır. 12 Eylül zorundan güç alan bu kuşatma çemberi, devrimci zorla hergün darbelenmelidir. Devrimci zorun bu alanda kullanımının günlük çalışmalara ne kadar bağlı olduğu son derece açıktır. Bu bağlantı noktasında barışçıl biçimlerle, devrimci zoru en esnek biçimde uyumlandırılmalıdır. Taktiğin başarısı hedeflerin iyi seçilmesinde ve sürekliliğinde yatmaktadır. En küçük rastgelelik veya arkası gelmeyen çıkışlarla örgütlenme alanındaki yığınların beklentilerini ikide bir boşa çıkartmak, devletin kıskacının darbelenmesi yerine sıkılaşmasına yol açar. Devletin sınıf içindeki kolluk gücünün hedef olmaktan çıkması ancak bu tabakayı etkisizleştiren topyekün radikal bir yükselişle mümkündür. Sınıf işbirlikçilerine sürekli indirilen darbeler aslında bir yükselişin doğrudan değilse bile dolaylı hazırlayıcısı olacak; sınıfın yükselişi için gerekli nefes alma deliklerini arttıracaktır.


YOL 91 İkinci olarak, legal ve illegal mücadele biçimlerinin birbiriyle ilişkisi açısından Eylül sonrası düzen sürekli, sağlam birillegaliteyi örgütlenmenin (emeli olarak döşemeyi gerektiriyor. 1960-80 arası dönemde siyasi parti olarak tümüyle legalde mücadele edildiği yıllar olmuştur, 80 sonrasının koşullarında aynı şeyi tekrarlamak mümkün değildir Legalde en geniş imkanlar değerlendirilirken, çeşitli gevşek örgüt biçimleri yaratılırken, hepsi çelik gibi sağlam fakat esnek bağlarla esas illegal yapıya bağlanmalıdır. Çeşitli alanlara legal, yarı-legal örgütlenmeler yaratılmasında aktif olmak, düzenin her boşluğunda oraya uygun örgüt biçimiyle yer alabilmek mücadelenin çok yanlı gelişiminde kaçınılmaz adımlardır. Fakat bu orkestranın bir noktaya bakması ve bir noktadan yönlendirilmesiyle ortaya uyumlu bir müzik çıkabilir. Bu da ancak, tüm örgütlenme ağının sürekli illegalitenin baskısı altında tutulmasıyla sağlanabilir. İllegal yapı, tüm alanlardaki çalışmaları darlaştırmalara uğramak için değil, yapısal uyumu ve sentezleşmeyi Sürekli kılabilmek için örgütün bütünüyle sağlam organik bağlara sahip olmak, gevşemeyen bir denetim yürütmekle yükümlüdür Üçüncü olarak, işçi sınıfına yaklaşımda 80 sonrası kırdan nüfus kaymasını dikkate almak, sınıfın eski çekirdeğinin kısmi rantlarla düzene doğru çekilmiş olduğunu unutmamak zorundayız. Sınıfın modem ama kolay kıpırdamayan çekirdeğine doğrudan nüfuz etmekte zorlardığımızda daha kolay elde edilebilecek mevzilerin gücü ve ortama yaydığı etki ile çekirdeğe yeniden yönelmek gibi esnemeleri gösterebilmeliyiz. Az gücümüzle sert zeminlerde zaman ve enerji yitirmek tercih edilemez. Yumuşak zeminlerden elde edilecek güçle böyle noktalara yüklenilmelidir. Sınıfın Eylül sonrası kırdan göçen kesimine yönelmek yeni, henüz oturmamış işçi varoşlarında örgütlenmeyi beraberinde getirir. Bu bölgelere özel bir yöneliş gereklidir. Sınıf savaşında deneysiz, fakat düzenle bağı da aynı ölçüde zayıf olan sınıfın bu kesimi mücadele açısından önem taşım aktadır. Taktik yönelişlerde özel bir yeri olmalıdır.


YOL 92- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış Dönemin Dayattığı Özgül Taktik Yönelişler 12 Eylül sonrası bahar eylemliliklerinin damgasını vurduğu mücadele deneyi, koalisyon hükümetiyle bir dönüm noktasına gelip dayanmıştır, hatta koalisyon hükümetinin bu eylemli dönemin bir ürünü olduğunu söylemek fazla abartma olmaz Eylül düzeni ve ANAP iktidarını zorlayan Kürt ulusal mücadelesinin serihildanlara yükselmesi işçi, memur ve öğrenci hareketindeki yaygınlık burjuva siyasi ortamında iktidarın ANAP'tan DYP-SHP ortaklığına kaymasını sağlayan bir bükülme yaratmıştır. Koalisyonun "demokratikleşme paketi” Kürt ulusal hareketinde değilse bile işçi hareketinde bir durulma yarattı; hatta bazı sosyalistleri "devrimci-demokratik politik tezlerin erozyona" uğradığına inandırabilecek ölçüde etkiledi. Sözlerden pratiğe geçtiğimizde, hükümetin "topyekün savaş" ilanından daha fazla göze batan bir "icraatı" olmadı. içine bir yıldırgirdiğimiz dönem bazı yönleriyle 1979yılına benzemektedir. Ecevit'in koalisyon hükümeti sınıflar savaşını çok kısa bir süre işçi sınıfı aleyhine yatıştırabilmişti, bunun bedelini ise büyük bir oy kaybı -CHP'den yığınların uzaklaşmasıyla ödemişti. Sosyal demokrasinin ihanetiyle demoralize olan yığınların, bilinç dönüşüm sancısı yadığı sürete ise 12 Eylül gelişimi önce duraklatmış sonra ezmişti. Demirel hükümeti Kürt ulusal mücadelesinde yatıştırma yaratamamış, buna karşılık işçi hareketinde bir durulma sağlayabilmiştir Bu "başarı" işçi hareketinin özelliğinden gelmektedir. Bahar eylemleri, yaygınlıkları ve kendim en meşru taleplerle sınırlamasıyla düzenin silahlarını elinden almış, fakat devnmci öncülerle arasına koyduğu mesafeyle kend başarısının ömrünü ve ufkunu daraltmıştır Ik başarıların yaygınlaştırdığı, devrimci güçlerden uzak durma yanılgısı, devrimcileşmeden düzenden hak koparabilm e hayalleri, satışların yaşanm asıyla kırılm aya başlamıştır. Bahar eylemlerinin gücü yaygınlığından ve sınıfın açlık sınırına dayanmasından; en büyük zaafı ise, siyasetten uzak durmasından geliyordu. 12 Eylül'ün ekonomi politikasının sınıflar savaşına çektiği yaygın işçi kitleleri, mevzi kazanmanın, korumanın ve geliştirmenin


YOL 93 ancak s a ğ la m b ir siyasi m ü ca d e le ile o la b ile c e ğ in i henüz öğrenmemişti. Ona 12 Eylül boyunca "teröristler"den uzak durması öğretilmişti. Devrimcilerle kaynaşmadıkları sürece burjuva basınınca alkışlanan işçiler bu tuzağın en son çengeline koalisyon hükümeti tarafından asıldılar. Düzen, Kürt hareketinin değil ama sınıf hareketinin yarattığı baskıyı koalisyon hükümetiyle emmeyi umuyor Devlet, taktik vuruşunu iki noktada odaklaştırmakta; işçi kitleleriyle devrimci öncülerin buluşmasını; Kürt ulusal mücadelesiyle, Türk işçi ve halk hareketinin ittifak kuımasını her ne pahasına engelleme amacındadır. Bahar eylemleri karşında yaptığı manevralarla hükümet bir süre için işçi hareketini devrimci hareketten uzak tutabilmiştir. Bu konuda devrimci hareketten ve işçilerden gelen zaaflar aşılmadıkça, burjuva siyasetçilerine geniş manevra alanı kalmaya devam edecektir. İşçi hareketi, 1987-90 arasındaki eylemlerle üzerinden 12 Eylül'ün pasını atmıştır fakat Eylül düzeninin beyinlere yerleştirdiği yargılar hala canlıdır, sınıf bilincini baskı altında tutan "terörist" propagandası etkisini sürdürebilmektedir. Bu nedenlerden dolayı sınıfın devrimci harekete yaklaşımı ihtiyatlı ve ürkektir, pragmatik, kolay yollardan yakın hedeflerine varmayı, devlet zoruyla yüzyüze gelmemeyi tercih ediyor. Direnişçi Hareket, sınıfa yaklaşırken en küçük işçi kuyrukçuluğu zaafına düşmek bir yana sınıfın bu kaba hayallerini yıkmak için çok bilinçli, ustaca ve kararlı bir şekilde mücadele etmelidir. Sınıfla her temasta onu devrimcileştirmekle yükümlüyüz. Bunu kaba, kestirme yollardan yapamayacağımız açıkfakat sınıfla popülist ve dalkavukça kurulacak her ilişkinin sonunda düzenin kanallarına akacağı da bir o kadar açıktır. Ellerimizle düzene popülist, demagog sözde "işçi önderleri" hediye edemeyiz. Bu hatayı sık sık tekrarladık, kan ve moral kaybından.başka sonuç doğurmuyor Sınıfla ilişki için her türlü imkanı değerlendireceğiz Ancak savaşın yayılması vuruş gücünü zayıflatır. Eldeki güçle örgütlü bulunulan alanlarda en yumuşak noktalara yoğunlaşmak gerekiyor. Bu noktalardan


YOL 94- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış elde edilen güçlerin siyasi ortamdaki genel etkisinin yaratacağı avantajlarla yeni vuruş noktaları seçilmelidir. Taktiklerimizi politik ortama vuracağı darbelerle, dalgalar halinde yayabilecek araç ve örgütlenmeler ge­ reklidir. Kürt hareketiyle işçi ve halk hareketinin ittifakını engellemek için devletin en son uygulaması "topyekün savaş" oldu. Böyle bir ittifak yaratılması yolunda devletin taktiklerini aşabilen bir pratik henüz ortaya konamamıştır. HEP'in ilk parlak çıkışından sonra tutarsız ve dar ufuklu bir politika yürütmesi, ittifak için bir imkanın kaçırılmasına neden oldu. İttifakın, Kürt hareketinin yükselen etkisiyle kolayca ve kendiliğinden kurulabileceğini sanmanın önemli bir yanılgı olduğunu son iki yılın pratiği yeterince kanıtlamıştır. Bu konuda devletin çok aktif bir politika yürütmesi bir yana, Kürt hareketine her eleştiri getirenin dost sanılması gibi bir kaba yaklaşım, ittifak için yaratılması gereken sağlıklı ve temiz havayı sık sık zehirliyor. Diğer yandan, işçilerde Kürt sorunu hakkında bulunan yerleşik ön yargılar atlanarak bu konuda sınıfa yaklaşmak mümkün değildir. Devlet bu ön yargıları sürekli canlı tutmaya çalışıyor, sınıfın bu konuda eğitilmesi sırf Kürt sorununun yoğun birpropagandayla aktarılmasıyla olmaz, büyük şehirlerde ortak demokrasi mücadelesi örgütlenmelidir. Esas olarak bu p ra tik, bu ittifak için sağlam bir zemin ya­ ratabilir. Bu somut gerçekliklerin ışığında, önümüzdeki dönemin özelliklerine gelelim. * Kürt ulusal mücadelesi önümüzdeki dönemde de yükselmeye devam edecektir. Savaşın geldiği aşama, mücadelenin Kürdistan'ın büyük şehirlerinde de yoğunlaşmasını dayatıyor. Ulusal Mecis seçimleriyle politik olarak yeni bir adıma hazırlanırken, PKK askeri olarak yeni alanları tutarak, devleti "siyasi çözüme" zorlama taktiğini yürütecektir. Bu gelişmelerin Türk işçi sınıfı hareketine kolayca yansıyacağını ummak yanılgı olur. Kolay yanından çok yaratacığı zorluklara hazırlıklı olmak gerekiyor. Şovenizmin gireceği yeni kılıklar ustaca ve sürekli olarak deşifre edilmelidir.


YOL 95 * DYP-SHP koalisyonunun tüm yeteneksizliği ortadadır. Buna rağmen, bahar eylemlerinin benzerlerini ummak ve beklemek taktik olarak gücü ve enerjiyi hatalı noktalara yoğunlaştırmak olur. O tür eylemlerin yaratabileceği en yüksek politik sonuç DYP-SHP koalisyonudur. Benzer eylemlerin tekrarı yeni politik sonuçlar doğrumaz. Bahar eylemlerinin damgasını vurduğu dönemin koalisyon hükümetiyle kapandığı, yeni bir siyasi ortama yol alındığı unutulmamalı, eskinin etkisiyle yersiz beklentilere kapılmak yerine, gelecekle ilgili en küçük ipuçlarını hızla yakalayıp, pratiğe aktarmalıyız. * İşçi sınıfı koalisyon hükümetinin uygulamalarıyla birlikte, 12 Eylül de edindiği "bilinçlenmeden" daha köklü biçimde kurtulmaya başlamıştır. Sınıf sancılı bir bilinç dönüşümü dönemine girmiştir. Kendi eylemlerinin zirveye çıkarttığı Ş.Denizergibi "işçi liderleri"nin ihanetini gördükçe; işçi ve memur eylemierinin üstüne basıp "demokratikleşme" sözleriyle iktidara yükselen Demirel ve İnönü'lerin boş laftan öteye fazla bir şey üretme yeteneğinin de olmadığını yaşadıkça; işçi sınıfı 89 eylemlerinin yarattığı "bahar havasından" kurtulmaya zorlanacaktır. Bu değişim sınıfın gücünde geçici bir dağılmaya, zayıflamaya bölünmelere denk düşer. Devrimci hareket açısından bu sürece yaklaşım çok büyük önem taşır. Bilgiç akıl hocalıkları, gelişmelerin kendiliğinden akışına tabi olmak veya sınıf içinde yaşanabilecek gelgeç moral aşınmaların etkisi altında kalmak, sancılı değişim sürecinin gerektirdiği ustalığı gösterememek olur. Bu süreçte sınıfın ruh halini yansıtan birbirine zıt tepkilerle karşılaşmak, bir günden diğerine moral olarak istikrarsızlıklar gözlemlemek bir bakıma doğaldır. Olaylara çok yönlü yaklaşım, fakat bütün enerjiyi bir tek hedefe yönlendirmek böyle geçiş süreçlerinde daha büyük önem kazanır. Sini ılın bilinç dönüşümüne zorlandığı süreçte, objektif gerçeklerin bizlere büyük kolaylık sağlayacağı hayaline kimse kapılmamalıdır. Devlet, siyasi zoruyla, bilinç çürümelerine yol açan medyasıyla; Türk-lş ve DİSK kendilerine özgü metodlarıyla aynı sürece bütün ağırlıklarıyla müdahale ediyorlar. Devrimci hareketin en büyük silahı gerçekler olsa da, böyle dönemlerde çalışma hızını ve enerjisini birkaç kat arttırmak gerektiğini, 1979 deneyi göstermiştir.


YOL 96- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış Her türlü hantallık düşmana bırakılan mevzi demektir. Eylül düzeni, zorun gücüyle sınıfı kendine "kazanmıştı"; bu zoraki nikah 1987­ 90 döneminde bozulunca düzen, sınıfı bir kere daha fakat bu sefer biraz daha başka yollardan kazanma savaşındadır. Bizim her boş bırakacağımız nokta bu yeni savaşla doldurulacaktır. * Eylemleriyle Eylül düzeninde bazı değişimleri zorlamış olan işçi sınıfı, şimdi kendisi değişmek zorundadır. Aksi taktirde, kazanılan bazı mevziler hızla yemden yitirilebilir. Bahar havası sürmeyecekse, yaklaşan günler sınıfı iki yönde zorlayacaktır. İşçi sınıfı siyasileşmek ve radikalleşmek adımlarıyla karşı karşıyadır. O nedenle, içinden geçilen süreçte 89 benzeri yaygın eylemliliklerden çok, daha dar kapsamlı çıkışlar beklenmelidir. Savaş karakter değiştirecekse, bu bir anda ve güçlerin topyekün katılımıyla gerçekleşemez, bunu hazırlayan ara çatışmalar yaşanmalıdır. Yaklaşan dönemi işçi sınıfı mücadelesi açısından böyle kavramak ne anlama gelir? Bizim dışımızdaki eylemlerin nasıl gelişeceğini elbette bilemeyiz Bahar eylemlerinden daha da kapsamlı ara çatışmalar umulmadık yaygınlıklar gösterebilir. Sorun çeşitli ihtimalleri gözönünde bulundurmanın yanında, esas olarak, yeni dönemde mücadelenin uğratılması gereken değişimde odaklaşmaktadır. Sınıf mücadelesi "bahar eylemlerini" istese de tekrariayamaz. Kendini dahayetkinleştirmelidir. Bu ise, siyasi örgütlenmesini güçlendirmece, eylemlerini radikalleştirmekle mümkündür. "Bahar eylemlerinin" düzenden koparabildiği sözünü tutmayan bir koalisyondur. Sınıf, savaşını yükseltmezse, boş sözlerle yetinmek zorunda kalacaktır. Yaklaşan dönemin yeni karakteri bu noktada düğümlenmektedir. Sınıf hareketinin yeni bir karaktere dönüşmesindeki ana halka ise, sendikal örgütlenmelerde onun yolunu kesen satılık "işçi liderlerinin" sınıf tarafından baskı altına alınması, ezilmesidir. * Bir gerçekliği daha vurgulamalıyız. İşçi sınıfının devletle arasındaki "bahar havası" bozulmadan, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesiyle etkin bir ittifak sağlanamayacaktır. Sınıf savaşının, karakter değiştirip yetkinleşmesi, onun Kürdistan'da olanları daha açık kavramasını sağlayacaktır. Gerçeklik böyle olmasına rağmen, mekanik bir yorumla,


YOL 97 Kürdistan gerçekliğini propaganda ederek, sınıf hareketini radikalize etmeyi beklemek, iki mücadele arasındaki ilişkiyi kaba kavramak olur. Hareketi radikalleştirecek işçi sınıfının pek çok sorunu vardır. Kavranılması gereken, Kürdistan'daki mücadele üzerine sınıfa içeriksiz, kof ajitasyonlar yöneltmenin değil, sınıf mücadelesini kendi gerçeklikleri üzerinde yükseltmenin gerçek ittifak yollarını açacağıdır. Sonuç Türkiye'de kapitalizmin ilk büyük sıçraması ardından yoğun bir sınıf savaşı dönemi getirdi. İkinci sıçraması ise, kendini en çok Kürt ulusal mücadelesinin yükselmesiyle ortaya koydu. 1960 sonrasından günümüze kadar akan dönemde demokratik devrimin tüm güçleri eş zamanlı bir biçimde olmasa da sosyal mücadele alanında yerlerini aldılar. Kapitalizmin gelişiminden kaynak alan bu olgu, aynı zamanda kendisi de kapitalizm e yeni ivmeler ver­ mektedir. Türkiye, hergün hızı artan bir şekilde sosyal mücadele girdabına çekilmektedir. Ekonomik gelişimin bir yönüyle demokratik devrimin alanını kısmen daralttığı, hatta bazı sosyal güçleri etkisizleştirdiği açık bir gerçekliktir. Küçük burjuva tabakaların bir kesimi radikalizmini yitirip, liberal çıkış yollarına yönelmiştir. Sınıflar mücadelesi alanında 1970'lerin canlılığında yer almadılar. Öte yandan, ekonomik gelişime rağmen siyasi alandaki tıkanma, Türkiye'nin ekonomice 60’ları çok gerilerde bırakmasına rağmen, devletçilikle kuşatılmış siyasi yapı açısından hala eskilerde kalması, krizi derinleştirmekte ve şiddetlendirmektedir. Bu gerçeklik Demokratik Devrimi adeta güncelleştirmektedir. Devrimin bazı talepleri burjuva siyasetçilerinin gündemine girme durumundadır. Kürt sorununda, Türkiye'nin idari sisteminde merkeziyetçiliği yumuşatmayı amaçlayan bazı siyasi formülasyonlara kadar konular, burjuva partilerinin politika üreten çekirdeklerinde yoğun bir şekilde tartışılmaktadır. Tüm bu gerçeklikler karşısında devrimci güçler açısından yapılması gereken "devrimci-demokratik tezlerin erozyona" uğradığına dair yargılarda bulunmak değil, demokratik devrim güçlerinin düzene


YOL 98- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış vuruş gücünü yükseltmektir. Eğer bu yapılamazsa, gelişim tinans kapital tarafından kısırlaştırılacaktır. Eylül düzeni, ekonomik ve sosyal yapıda yarattığı altüstlüklerden dolayı ortaya çıkması gereken sosyal güçlerin tümüyle henüz karşı karşıya gelmemiştir Kürt hareketi ve yükselip durulan işçi hareketleri sahnenin önünde yer alırken tefeci bürolarını yağma eden küçük üretici köylüler eski alışkanlıklarıyla, yüksek taban fiyatları umarak Demirel'e siyasi kredi açıp, sahnenin gerilerine çekildiler. Türkiye ekonomisi en büyük değişimlerden birini kırlarda yaşadığı için, önümüzdeki günleıde köylü ekonomisinin yeni baskılarla yüzyüze geleceği gerçekliğiyle birlikte düşünülürse, sosyal gerilimin, bir iki tefeci bürosu baskını ve "Çoban Sülü" ile yatıştırılamayacığı çok açıktır. 12 Eylül, ekonomik gelişimin mantığı açısından demokratik devrimin alanını daraltırken siyasi olarak devrim güçlerini iyice yaygınlaştırmıştı. Devrim güçlerinin örgütlü ve etkili her darbesi yaygınlaşan sosyal ve sınıfsal gerilimi devrimci bir enerjiye dönüştürebilecektir. Günümüzdeki gelişimler açısından bu genel doğruya eskisinden biraz farklı yaklaşmak durumundayız. Demokratik devrim güçlerinin siyasi olarak yaygınlaşmasına karşılık, Kürdistan dışında güçlü bir örgütlülüğe sahip olmamaları devrimin bazı önemli taleplerinin cansız ve solgun bir biçimde burjuva partilerinin ellerine düşmesi sonucunu doğurabilir. Böyle bir gelişim mümkündür. Fakat bu hiçbir zaman taleplerin gerçekleşeceği anlamına gelmez. Böyle bir süreç sınıf mücadelesini aşırıca dolaylandıracağı için toplumsal çürümelere neden olabilir. Sancılı, dolambaçlı yollardan tanınmaz hale getirilecek taleplerle devrim enerjisi emilebilirse mücadelenin önünde bambaşka bir dönem açılacaktır. Çürümelerin zayıf düşüreceği vücutun ayağa kalkması zaman ve yeni yöntemler gerektirecektir. Yaşadığımız günlerde Devrim Güçleri, Türkiye'nin böyle bir yol kavşağına geldiğini kavra malı, süreci dolaylandırılmış değil doğrudan sınıf mücadelesi zeminine yükseltmenin kelimenin tam anlamıyla tarihi bir görev olduğu bilinciyle davranmalıdırlar. ■' ■ ■■


YOL 99

Dipnotlar: 1. Bölüm 1- TÜSİAD, Sanayileşmede Yönetim ve Toplumsal Uzlaşma 2- 1991 Petrol-lş Yıllığı; 1987 Sanayi Kongresi TMMOB 3- İktisat Dergisi, Haz. 1988 4- TMMOB Sanayi Kongresi 5- 1991 Petrol-lş Yıllığı 6- Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Ocak 1991 7- K Boratav, Türkiye İktisat Tarihi 8- Y.Kepenek, Türkiye'de KIT'ler 9- Ö.Akgüç, Banka ve Ekonomik Yorumlar Dergisi, Ocak 1991 10- TMMOB, Sanayi Kongresi 11- İktisat Dergisi, 1988 12- K.Boratav, Türkiye İktisat Tarihi 13- TMMOB, Sanayi Kongresi 14- TÜSİAD, Sanayileşmede Yönetim ve Toplumsal Uzlaşma 1992 15- İktisat Dergisi, Yapı Değişikliğinin Neresindeyiz? 16- TÜSİAD ay. 17- Nurullah Gezgin, Sanayide Yapı Değişikliği, İktisat Der­ gisi 18- Nurullah Gezgin, ay. 19- K.Boratav, Türkiye'de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm 20- K.Boratav, ay. 21- K. Boratav, Türkiye İktisat Tarihi 22- İktisat Dergisi, Kasım 1992

2. Bölüm 1- Cem Eroğlu, Geçiş Sürecinde Türkiye 2- Ahmet Insel, Türkiye Toplumunun Bunalımı 3- K.Boratav, Türkiye'de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm 4- A.lnsel, ay. ,


YOL 100- 80 Sonrası Gelişmelere Bakış 5- M.Belge, İktisat Dergisi, Haziran 1988 6- Sosyalizm Yeni Dünya Düzeni Türkiye 7- M.Pekdemir, Anne Bak Kral Çıplak

SENDİKAL KORUCULUK NASIL YIKILACAK?


YOL 101 Hüseyin Ali KEMAL Türkiye'de on yıllardır süregelen "sendikalar faciası" artık iyice işçi sınıfının önünde bir ayakbağı oluşturuyor. Sınıfın 1989'dan bu yana yükselttiği direniş dalgasının da bu ayakbağını çözmede yetersiz kaldığı artık apaçıkgözlerönüne serilirken, sınıfın "devrimsel" dönüşümlerle hem politika sahnesinde önderliğe soyunması, hem de kendisi açısından "politik yeni bir dönemi" başlatmasının nasıl olanaklı hale ge­ leceği/ getirileceği de en önemli iki soruyu oluşturuyor. Ne yapmalıyız ve nasıl yapmalıyız? Bu iki soru tayin edici sorulardır. Bu yazıda bunlara ilişkin bazı çözümleme ve öneri denemelerine girilecektir. Yazının ilk planında, 1980'den sonra işçi hareketinin geçirdiği evrimsel gelişimi genel ve kimi farklı başlıklarla irdeledikten sonra finans kapitalin 80 sonrası geliştirdiği kimi refleksler, uyum-emme- özümseme mekanizmalarını ele alıp son olarak yeni b ir çıkış için ne yapılması ve nasıl yapılacağını anlatacağız. * ** 12 Eylül den sonra faşizmin bir karşı devrim dalgası olarak işçi sınıfına yönelik olarak neler yaptığını biliyoruz. Ama tüm yapılanlara rağmen, yaşamın diyalektiği sınıflar savaşında işçi sınıfını yeniden mücadelenin ortasına itmeden edememiştir. Mücadelenin ortasına ıten-itilen işçi sınıfının eylemliliklerini farklı başlıklarla incelediğimizde şunlar karşımıza çıkmaktadır: 1980-1987 dönemi: Grev yapma gibi demokratik hakkın bile kullanılamadığı-kullandırılmadığı bu dönem esasen faşizmin sınıflar savaşını "en alt seviyeye"çektiği, deyim yenndeyse "savaşın dondurulduğu" dönemdir. 12 Eylül sonrası yaşanan direnişler de faşizmin tam anlamıyla kontrolü ele geçirmesiyle kısa süre sonra kırılmıştı. Bu dönemin en ciddi, önemli girişimleri Bağımsız Sendikalardır. 1987-1989 dönemi: Bu dönem faşizmin 7 yıllık sultasındaki suskunluğun yavaş da olsa kalktığı, zayıf da olsa ilk grevlerin yaşandığı bir "ara dönem 'dir. İşçi hareketinin sonraki yılları göstermiştir ki bu ara dönemde "ısınan mücadele" 1989'dan sonra "patlamıştır” .


YOL 102- Sendikal Koruculuk Bilinen örnekleriyle Netaş, Derby, Kazlıçeşme grevleri sınıfın 12 Eylül kefenini ilk yırttığı eylemlilikler olmuştur. 1989-1993 dönemi: 1989'dan itibaren başlayan Bahar eylemleri öncelikle kamu İşletmelerinde başlamış, ardından buradan hız alan işçi dalgası özel sektör işyerlerinde de ciddi yükselişler göstermiştir 12 Eylül öncesinde özel kapitalist kuruluşlar direnişlerde ve mücadelede en önde yer alırken, 80 öncesinin en geri konumdaki "bölüğü": kamu kapitalist kuruluşlarındaki işçi sınıfı bu kez mücadelede taze güç olarak öne çıkmıştır. 1989-93 arasında sayısal olarak milyonlarca işçi Direnişçi mücadelenin turnikesinden geçmiş, hatta kimi işyerlerinde devresel olarak birden çok direniş yaşanmıştır. En genel anlamda bu dört yıllık dönem bir "çan eğrisi" çizerek tırmanan ve düşen bir Direniş dalgasıdır. Bu orta fazlı Direniş dalgası şimdi artık yeni bir çıkışa doğru yönelmekteyse de birazdan değineceğimiz gibi bunu tayin edecek olan şeyler bu dört yı Ilık dönemi tayin eden kendiliğindencilik olmayacaktır! İşçi sınıfının mücadelesini bir başka boyutta inceledimizde ikinci ana başlık Direnişlerin karakterinde yatm aktadır. Şimdi buna bakalım: 1980-1987dönemi: Genel sendikal hareketin bu "sessiz" döneminde Bağım sız S endikalar ilk direnişleri başlatm ış, ilk iticileri ya ­ ratmışlardır. 1987-1989 dönemi: Grev silahının yeniden kullanılmaya başlanması. "Tırnaksız aslan hiçbir şey yapamaz" mantığıyla, grev yapılamaz denildiği birdönemde yapılan grevler sınıfın sonraki dönemini katalize etmiştir. 1989-1991 dönemi: Bu dönemde işçi eylemlerinin karakteri kısmi bir evrim geçirmiştir. Toplu vizite, sakal bırakma, oturma, servise binmeme gibi eylemler daha sonra cılız da olsa kimi yerde sembolik iş bırakmalara yerini bırakmış, ünlü Madenci Yürüyüşü ile bu dönem noktalanmıştır. Çünkü bu tip eylemlerle sınıfın ekonomik kazanımlar anlamında bile "sonuç alıcı" olabilmesi bu dönemden sonra olanaksız hale gelmeye başlamıştır. 1989-1991 döneminde eylemlerin bu


YOL 103 yumuşak karakteri onların "hızla düzen içileştirilebilmesinin" de zemini olmuştur. Atatürk posterleriyle yürüyüş, İstiklal Marşı söyleyerek polis müdahalesini engellemede gösterilen Şark Kurnazlıkları, polis kordonu altında "rahatsız etmeden" yapılan eylemlilikler işçilerin faşist devletle yüzyüze gelmemesine de yol açmıştır. En çarpıcısı olmak üzere Madenciler Yürüyüşünde bir tek işçinin bile "burnu kanamamıştır"! 1991 -1993 dönem i: Önceki dönemin eylem biçimlerinin yıpranması ve giderek tükenmesi karşısında işçi sınıfı eylemliliği birbaşka basamağa tırmanmaya başlamıştır. Bu dönemin startı Mağa fabrika işgali, Paşabahçe işgali eylemleriyle verilirken iş bırakmalar, kısa süreli işgaller giderek farklı işkolları, işletmelere ve farklı bölge, illere sıçramaya başlamıştır. Bu, sınıflar mücadelesinin keskinliğinde sınıfın direnme zemininin daha da genişlemesine -işkolu-işletme, bölge-il- ve kısmen de olsa "sertleşmesine" yol açmıştır. Bir önceki dönemde bir tek işçinin bile burnu kanamazken, gözaltına alınmalar yaşanmazken bu yeni dönemde özellikle 1992 sonlarından itibaren işçi sınıfı artık gözaltılar yaşamaya, polisin estirdiği terör onu giderek devletin faşist yüzüyle karşı karşıya getirmeye başlamıştır. Bir tek karakteristik örnek vermek bile yeterlidir: 1991 'de direnişlerin yaşandığı tersanelerde bu yıl da yeni direnişler başgöstermiştir. 1991’de "uslu uslu" eylemlerini yapan işçilere bu kez polis saldırmaktadır ve "sermayenin uşağı polis" sloganı İlk kez sınıfın ağzından yeni yeni de olsa dile gel­ mektedir! Son üçüncü başlık sendikal yapılanmaya ilişkin ele alınabilir: 1980-1984 d ö n e m i: 12 Eylülle kapatılan tüm sendikal yapıların dışında kalan/dışında bırakılan Türk-İş bu yedi yıllık dönemde finans i- ıpıtalin yeni yapılanmasına hizmet etmekten öte bir şey yapmamıştır. 11-.t düzey görevlilerinden Sadık Şide'yi 12 Eylül faşizminin hükümetine 1. .ılışma Bakanı olarak veren, 1982 Anayasa'sının"evetturnikesi"nden «l<içirilmesi için muazzam çaba gösteren Türk-lş bu "yalnızlığı"nı ■ı.ılıa sonraki dönemlerde kaybetmiştir. 1984-1992 dönemi: Bu dönemin en önemli yanı Bağımsız Sendikaların


YOL 104- Sendikal Koruculuk sınıf hareketinde öne çıkmasıdır. Özellikle Metal işkolunda, Otomobil-lş ve Petro-kimya işkolunda Laspetkim-lş'le ortaya atılan bağımsız sendikalar taktik adımı tutmuş, hızla örgütlenen bu sendikalar sınıfın eylemliliklerinde de önemli etken oluşturmuşlardır. Bu dönemde, Türk-lş ve Bağımsız Sendikaların yanısıra Islamcı-faşist çetelerin örgütlü olduğu Hak-iş Konfederasyonu da faaliyetlerini hızlandırmış ve birçok işkolunda adımlar atabilmiştir. 1992-1993 dönemi: 12 Eylül sonrasından sendikal yapılanmanın üçüncü ana dönemi DİSK'in açılışıyla başlamaktadır. Sınıf hareketinde dördüncü sendikal yapılanma olarak devreye giren DİSK hem içeriden, hem dışarıdan düzenin kontrolü altında tutulmaya çalışılıp sınıfın örgütlenmesinde "göstermelik bir alternatif" olarak sunulmaktadır. İçeriden, 12 Eylül öncesinin burjuva sosyalistlerinin artığı ve sivil toplumcu, sosyal demokratlarla dışarıdan ise düzenin her türlü faşist zor ve yasalarıyla kontrol altında tutulup devrimci ellere kaptırılmamaya çalışılan DİSK'in dışında son olarak beşinci bir sendikal yapılanma odağı olarak Memur Sendikaları gündeme girmiştir. Hemen hemen her işkolundaki "memurların" esas adlarıyla kamu işçilerinin örgütlendiği bu sendikalar bundan sonraki dönemin yeni yapılanmalarında önemli bir etken olmaya aday görünmektedir. * **

İkinci ana bölümde ise sınıfın gövde ve kafasının röntgenini çekmeliyiz. Gövde ve kafanın fotoğraflanmasında yukarıda ele alınan konular daha da detaylıca görülebilmektedir. Fotoğraflarda görülenler nelerdir? Tek bir cümleyle sınıfın gövdesi ve beyni tümörlerle doludur, bunlar tarafından kuşatılmıştır! Bu kuşatm a ağı biraz da şe m a tik ola ra k şöyle ortaya çıkmaktadır: Kuşatma ağı 1/ İşyerleri: Sınıfın her gün saatlerini verdiği işyerleri onun kuşatıldığı ilk halkadır. Düzen mikro düzeyde en küçük biriminden, hücresinden itibaren işçi sınıfını kuşatma çemberine almaktadır. Işyerlerindeki kuşatma ağı iki başlıdır: Birincisi işçi sınıfının örgütlü olduğu yerlerdeki sendika temsilcileri, yöneticileridir. Birinciyle beraber


YOL 105 ikinci baş ise bizzat düzenin koruyucuları bir başka adlandırmayla düzenin korucularıdır. Bunlar sendika temsilcileri ve kapitalistin işyerlerindekl muhbir, ajan takımıdır. İşçiler arasından özenle seçilmiş ve yerleştirilmiş muhbir ve ajanlar kapitalistin doğrudan istihbarat alıcıları, provakatörieri, ihbar-ispiyoncularıdırlar. Hergünkü gelişmeden, dakiklice ve örgütlüce hemen her bölümden haber alan kapitalist, muhbir-ajan ağıyla mücadelenin gerisinde kalmadan, mücadelenin hergünkü seyrini dakikçe izlemekte, günlük reflekslerle yapılacak müdahaleler, geciktirilmeden uygulanabilmektedir. Bu müdahaleler sonucunda direnişlerde, eylemlerde, sözleşmelerde öne çıkmış öncü işçiler hızla tasfiye edilirken, işyerlenndeki öncü çekirdek kurma girişimleri veya varsa öncü çekirdekler bir sonraki döneme bırakılmadan tasfiye operasyonuyla yüzyüze kalmaktadır Kapitalistin doğrudan değil, dolaylı kuşatma görevlileri ise sendikal yöneticiler, temsilcilerdir. Türk-Metal, Teksif gibi faşist sendikal yapılanmalarda "sendika yöneticileri, temsilcileri" dolaylı değil doğrudan karşı-devrimci bir rol oynamakta, kendi altlarındaki görevli muhbır-ajan ağı aracılığıyla daha üst bir görev yürütmektedir. Faşist sendikal yapılanma dışında kalan diğer sendikal yapılanmaların temsilcileri ve yöneticileri ise sınıfı ilk etapta nötralize ederek, ardından da gerileterek kamuflajlı bir rol oynarlar. Bugüne kadar yaşanan direnişlerde sınıfın tavrını olabildğince yumuşatmak, olabiliyorsa onu etkisiz hale getirmek konusunda sendikacıların yü rü ttü ğ ü işye ri b irim le rin d e k i m ü d a h a le le r b u nlara ö rn e k gösterilebilir. Kuşatma Ağı 21 Sendikalar, Mahalleler: Sınıf fabrikadan dışarıya adımını atar atmaz ikinci bir kuşatma çemberine girmektedir. Bu, mahallesi ve eğerörgütlüyse sendikasıdır. Mahallede günlük yaşam, işçinin düzenin ekseninde tutulmasında oldukça örgütlüdür. Kahve, meyhane yaşamı, kültürü onun fabrikada çektiği acılarını "uyuşturmakta”, luhuş ve kumar da en önemli destekleyiciler olarak işlev görmektedir. Düzenin görünen güvenlik güçlerinin dışında, görünmeyen muht>ır-ajan takımı bir ağ olarak mahallelerde de etkince işlemektedir. İşçi, günlük yaşamın yarattığı uyuşukluk, sersemlikten her başkaldırımda


YOL 106- Sendikal Koruculuk bu takım karşısına çıkmaktadır. Mahalle gerçeğinde sınıfın kuşatılması bunlarla bitmemektedir. Dinsel propagandanın yaygınlığı, bunun el altından düzen tarafından bilinçlice körüklenmesi, desteklenmesi işçinin dinsel temalarda kaderciliğini beslerken özellikle 1980 sonrası oldukça önem kazanan televizyon da her gün işçiyi propagandayla ideolojik bombardıman altında tutarak onu finans kapitalin politikalarına olabildiğince tabi kılmakta, bunlara yönlendirmektedir. İşçi sınıfının fabirka dışındaki ikinci kuşatma ağında sendikalar, merkezleriyle, şubeleriyle oldukça önemli bir işlev yüklenmektedir. Düzen örgütleri olarak sendikalar, yukarıda saydığımız işyeMerindeki temsilcileri, yönetici düzeyinde sınıfın bölüklerine daha öldürücü darioeler indirebilmektedir. İşyeri birimleri ve bölge işkolundan ülke düzeyinde işkoluna dek uzanan bir sendikal bürokrasi, kuşatma ağı sınıfdan gelebilecek tüm yönelişlere karşı etkin olabilmektedir. Bu, işyeri birimlerindeki sendikal faaliyetle toplu sözleşmelerde, seçimlerde, işten atılmalarda, taşeronlaştırma, kısaca tüm sendikal mücadelenin parça parça veya bütününde olabilmektedir. Sınıfın her direnişçi enerjisi ve ruhu işyerinden başlayıp tüm ülke düzeyindeki işkoluna uzayan bu ağa çarpılarak yassılmaktadır. En alttan atağa geçen direnişçi enerji ve ruh, silahtan atılan bir kurşun gibi belki işyeri düzeyindeki kuşatma ağının kolunu delebilmektedir ama fabrika dışına çıktıkça kurşunun delici etkisi kalmamaktadır! Örneklersek, işyerlerindeki temsilcilik seçimlerinde gösterilen bir başarı iş daha yukarılara tırmandıkça boğulmaktadır, etkisizleştirilmektedir. Kuşatma ağı 3/ Ülke yapılanması: Sınıfın işyeri, mahalle ve bölgesinin hemen dışında karşısına çıkan kuşatma çemberi burjuva düzenin tüm kurum-kuruluşlarıdır. Eğer onun sendikal yaşamından başlayacak olursak bunlar sırasıyla iş yasaları, sendikal örgütlenmeye ilişkin yasalar, ardından burjuva düzenin ana biçimi: Anayasadır. Bunları somutlaştırırsak 13, 17. maddeler, 2821 ve 2822 nolu iş yasaları, sendikal örgütlenmede işyeri, işkolu barajı, işçi sınıfının ve sendikaların siyaset yasağı vb., sıralanmaktadır. Burjuva düzenin bu biçimi sınıf hareketini oldukça geriletebilmekte, onun öne çıkan


YOL 107 yanlarını tahrip edebilmektedir. "Biçimin" işlevsiz kaldığı aşamada ise onun koruyucusu kurumlar devreye girmektedir. Polis, jandarma, mahkemeler burjuva düzenin koruyucu ve uygulayıcıları olarak daha üste tırmanan hareketi baskı altına almakta, gerekirse ezmektedir. Kuşatma ağını işyeri biriminden dele dele geçip burjuva biçiminin ötesine sıçrayan sınıf hareketi ise aştığı tüm zor engellerinin ardından daha devasa, güçlü ve çıplak zorla yüzyüze gelmektedir! Evet, işi daha rahat anlaşılır hale getirmek için sıraladığımız bu kuşatma ağı elbet birbirinden bıçakla ayrılmamaktadır Hergünkü sınıf savaşı örneğinde tüm bunlar çok kısa sürelerde ve yoğun biçimde ıçiçe girerek harekete geçebilirken, kimi zaman farklı zaman dilimleri ve mekanlarında ağın her halkası sınıfın karşısına dikilmektedir! t **

Son olarak 12 Eylül sonrasında işçi sınıfının iç ve dış yapısal durumunu ele aldıktan sonra neyi, nasıl yapmamız gerektiğine geleceğiz. 12 Eylül öncesinde işçi sınıfının verdiği mücadele ekonomik yapılanmada önemli zaaflartaşaıyan finans kapital oldukça güç duruma düşürebifyordu Ekonominin dışa bağımlı yapısı devresel bunalımları yaratırken, işçi sınıfı ve emekçilerin verdiği mücadele de bu bunalımı derinleştirebiliyordu. Ama 80 öncesi dönemde sınıfın politik davranışına göz attığımızda özellikle öne çıkan DİSK'in ve 1970'lerden gelen TİP'in somut pratiklerini görüyoruz. 1970'lerden başlayan ve giderek sınıfta kök salan burjuva sosyalizm anlayışının DİSK'de egemen olması mücadelenin objektif zemininden kaynaklı kimi "sert" -1976 DGM Direnişi, 1978 Faşizmi İhtar Direnişi- eylemlilikleri ve adımları DİSK'in gündemine sokarken, öznel olarak işçi sınıfının düzen içileştirilmesi, düzen içi refórmala ra t.ıbi kılınması siyaseti bizzat egemen siyasi anlayışTKP, (1980 sonrası IBKP'liler) tarafından izleniyordu. 1970'de 15-16 Hazıran'da işçiler ılı; DİSK'in burjuva sosyalizm anlayışı ilk çatışmasını ortaya koymuştu. O dönem, Kemal Türkler, işçi sınıfının bu kendiliğinden eylemini udyolardan yapılan anonslarla "bastırmaya" çalışıyordu 12 Mart ı ışizminin ardından giderek kitleselleşen DİSK'in izlediği siyaset incelerek" ve "kökleşerek" devam etmiştir Bunun yine en çarpıcı


YOL 108- Sendikal Koruculuk ömegi Tariş olaylarında yaşanmıştır. Tariş'de sınıfın yükselttiği direnişi bu kez Baştürk bastırmaya, geriletmeye çalışmıştır. CHP'nin Bülent Ecevit’le halkı faşizme boyun eğdirmeye çalışması gibi DİSK de izlediği politik çizgiyle adım adım sınıfın faşizme boyun eğmesi için elinden geleni ardına koymamıştır. 1 Mayıs mitinglerinde sallandırılan "kızıl bayrakların" arkasında sinsi sinsi oynanan burjuva sosyalizan oyunlar 12 Eylül'e doğru sınıfın içsel yapılanmasını çok ciddi biçimde inmeiendirmiştir. Yüzbinlerce kitleyi kucaklayabilen DİSK’in 12 Eylül'ün hemen ardından hiçbir esaslı direniş gösterememesi, ardından yöneticilerin büyük bölümünün Selimiye Kışlası önünde teslim kuyruğuna girmeleri burjuva sosyalizmin, egemen olduğu örgütle birlikte faşizme teslimiyet oyununun finalidir. 12 Eylül sonrasına, bugünden baktığımızda burjuva sosyalist anlayışın sınıfta bıraktığı derin izler daha kolay görülebilmektedir TKP'nin teslimiyet çizgisi, faşizmin terör ve zoru da eklenince sınıfta onarılması oldukça güç tahribatlar yaratmıştır. Bu tahribatlar 12 Eylül öncesi işçi önderlerinin fiziki tasfiyesi ve sınıfın örgütsel tasfiyesi sonucunda bilinç kaybına yol açmıştır. Fizik tasfiyenin sonuçları çok açıktır, işçi sınıfının geçmiş dönemde yetiştirdiği önderlerin yitirilişiyle, deney ve birikim yeni döneme aktarılamamıştır. Örgütsel tasfiye ve onun sonucunda ortaya çıkan bilinç kaybı ise sınıfı birçok şeyi yeni baştan kurma göreviyle başbaşa bırakmıştır. DİSK'in kapatılmasının ardından "ortalıkta kalan" birçok işkolundan onbinlerce işçinin bir bölümü bağımsız sendikalar taktiğiyle rezonansa gelerek örgütsel tasfiyeyi bir parça da olsa frenlese de, geride kalan yüzbinler Türk-lş cenderesi içinde eritilmişlerdir. 12 Eylül sonrası sınıfın en basit sendikal örgütlülüğünde yaşadığı zaafların bir bölümü geçmişiyle ilgilidir. Bununla ilgili olarak burjuva sosyalizminin günahlarını sıralarken, küçük burjuva sosyalizmininkileri de hesaba katmadan geçmemeliyiz. Herkesin çok iyi bildiği gibi küçük burjuva sosyalizmi 80'lere kadar sınıf içinde örgütlenmekten daha çok sınıfın anti-emperyalist


YOL 109 savaşımda bir ittifak gücü olabileceğini savunuyor ve buna göre davranıyordu. Zaten, 70'lere gelindiğinde "sınıfın olup olmadığı" da küçük burjuva sosyalizminin "tartıştığı" bir konuydu. 12 Mart faşizmiyle bilinci bir halka genişleyen küçük burjuva sosyalizmi, sınıfı bu kez görmüş ama onunla ilişki biçimini, onun siyasal pozisyonunu Öncü Savaş’a bağlamıştır. Sınıfla, bu son derece dışsal ilişki biçiminin kazandırdığı bir şey yoktur hatta kaybettirdiği çok şey vardır. Böylece küçük burjuva sosyalizminin sınıf dışındaki yığınsallığına rağmen, meydan burjuva sosyalizm tarafından istenildiği gibi kullanılmıştır. Proletarya sosyalizminin 12 Eylül öncesi durumu ise bırgüç sorunudur. Her ne kadar DİSK içinde Kenan Budak önderliğindeki Deri-lş'in Yeraltı Maden-lş’le birlikte ittifaken yürüttükleri muhalefet burjuva sosyalizminin politikasını kimi zaman-yerlerde çatlatsa da Tekstil gibi en önemli işkollarından birinde zorun kullanımı da dahil birçok araç ve güçle mücadeleye girilse de sınıf içindeki yapılanma burjuva sosyalizminin anlayışını darbeleyecek ve onun bulunduğu alanlarda kendi taktik çizgisini hayata geçirtecek bir durum yaratılamamıştır Bu, proletarya sosyalizminin, sınıf mücadelesine örgütsel araçla geç devreye girmesiyle ilgili olduğu kadar 12 E ylülle de ilgilidir. DİSK içinde yükseltilen muhalefet henüz derinlik kazanmadan 12 Eylül gelip çatmıştır. 12 Eylül sonrasında Kenan Budak'ın Sıkıyönetim emriyle aranmasına karşın direnmesi, proletarya sosyalizminin kimi direnişleri örgütlemesi sınıf içindeki mücadeleye kimi tohumlar ekmiştir. Bu tohumların sonuçları 1983-87 dönemlerinde proletarya sosyalizminin attığı Bağımsız Sendikalar taktiğiyle kısmen de olsa alınabilmiş, 1980 öncesinde kimi işkollarındaki etkinlik bu kez metal ve lastik - p e tr o k im y a iş k o lla r ın a s ı ç r a tılm ış tır am a b u n la r kalıcılaşamamıştır. 12 Eylül sonrasında "sosyalizmlenn" sınıfla ilişkisi farklı biçimlerde de olsa sürmüştür. Tabii bu ilişkilerde önemli değişiklikler yaşanmıştır. Şimdi bunlara değinelim. Burjuva sosyalizmi, sendikalardaki varlığını ağırlıkla DİSK'de bulundurduğundan işçi sınıfı içindeki "kurumsal etkinliğini" önemli


YOL 110- Sendikal Koruculuk ölçüde 12 Eylül sonrasında yitirmiştir. Ama bu ışın sadece bir yanıdır. Onun, sınıf içindeki kökleri burjuva sosyalizmin sendikal anlayışını; uzlaşma ve teslimiyet çizgisini daha sonraları değişik işkolları ve sendikalarda sürdürmüşlerdir. TKP'nin TBKP’ye; burjuva sosyalizmin sosyal demokrasiye doğru geçirdiği evrim bu anlayışı hızla düzenle köklü bir entegrasyona sokmuştur. Aristokrat işçi zümresinin sınıf içindeki anlayışı olarak TBKP, daha sonra dağılmaya yüz tutunca "Partili" faaliyet sona ermiş, "Partililer" ise içinde bulundukları alanlarda sendikacılık faaliyetlerini yürütmüşlerdir. Bu yürütücülerin 12 Eylül öncesinden devraldıkları sendikal anlayış "gerçek yüzüne" kavuşmuştur. 80 öncesi sınıflar savaşının tozu dumanı arasında kamufle edilebilen teslimiyetçi çizgi, sonraki dönemin "sessizliğinde" çıplak gözle görülür hale gelmiştir. Gorbaçov'un Glasnost ve Perestroika adımlarının ardından Yeni Düşünce teorisyenlerinin ilan ettikleri "sınıflar savaşı bitmiştir" tezi o güne kadar Sovyet tezleriyle birebir hareket eden TBKP'yı de aynı tezin savunucularından bir haline getirirken, ülkede 12 Eylül faşizminin yarattığı "uzlaşmacı" dönem de bu anlayışın sendikal çizgisini önemli ölçüde etkilemiş ve "Çağdaş Sendikacılık" savunulmaya başlanmıştır. Çağdaş Sendikacılık "aynı kayık içinde bulunan işçi ve işverenin" kayığın batmaması için barış içinde, kardeş kardeş geçinmesinin adıdır. İşçi sınıfının dünya çapında yaşadığı değişimi; sanayi sektörü yoğunluklu işçi sınıfı yapısının giderek hizmet sektörüne kayması her ne kadar özellikle emperyalist metropollerde gözlense de, Çağdaş Sendikacılığın savunucuları bunu hızla Türkiye'ye adapte etmiş ve sınıfın "militanlığını yitirdiği" ilan edilmiştir! Böylece işçi sınıfının mücadelesi tamamen düzeniçileştirilerek, sendikal çizgi de buna uygun hale getirilmiştir. Burjuva sosyalizminin sosyal demokrasiye evrilmesi, düzenle köklü entegrasyona girmesi onun geçmiş dönemdeki "sosyalizm lafzı" ve "demagojik" silahını elinden alıp ideolojik iddiasını ortadan kaldırırken, sınıf içindeki kalıntıları, sınıfın mücadelesi önündeki önemli engellerden biri olmaya devam etmiştir. İşletme birimlerine K a d a r sinen, şimdilerde çağdaş sendikacılık kılıfı altında ortaya çıkarı


I

YOL 111 burjuva sosyalizmin sendikal anlayışı Eylül sonrasının uzlaşma ortamı ve devrimci hareketin düşük seviyesi düşünüldüğünde nasıl olur da hala etkinliğini birçok alanda sürdürdüğü anlaşılabilir. Demek kı. 80 öncesinin sendikal mücadelesinde egemen olan anlayış onlarca yıl sonra sınıfın derinliklerinde tam am en kazınmadan dur­ maktadır. Küçük burjuva sosyalizmin geçirdiği evrim ise çok daha çarpıcıdır 12 Eylül öncesinde sırıtın konumuyla ilgili yeni yeni bir şeyler "mırıldanmaya" başlayan küçük burjuva sosyalizminin bilinci 12 Eylül faşizmiyle bir halka daha genişleyerek nihayet işçi sınıfına ulaşabilmiştir! Düne kadar sınıfı tanımayan veya sadece bir ittifak olarak gören anlayışlar birer birer sınıfı kraldan çok kralcılar gibi önemsemeye başlamış, özellikle 87'lerden sonra tırmanan sendikal müccadeleyle sınıfa duyduğu hayranlıkla tam bir işçi hastalığına yakalanmıştır' Küçük burjuva sosyalizminin yakalandığı bu hastalık, işçi sınıfına yönelen guçlenn artışına yol açtığı için sınıf içinde doğru politik hattın ve taktik yönelişlerin önemi önceye göre bin kat daha fazla artmıştır. Küçük burjuvazinin sınıfı kavraması son derece pragmatiktir. Bunun en çarpıcı örneği, Dev-Yol'un kavrayışından verilebilir. 80 öncesinin mücadele eksenini anti-emperyalizm olarak değerlendiren DevYol, 80 sonrasının mücadele eksenini ise işçi sınıfının verdiği mücadele olduğu saptamasından yola çıkarak, dünkü Dev-Genç taktiğini basitçe kaldırıp, yerine Dev-lşçi'yi getirmiştir. Dev-Yol'a göre düne göre ■teğişen sadece mücadelenin eksendir! Yoksa Türkiye sınıflar yapısı ve küçük burjuvazinin on yıllardır yaşadığı bilinç çarpılmalarının bunda etkisi yoktur! THKP-C kökenli hareketlerin dışında THKO kökenli hareketlerin de sınıfı kavrayışı pragmatiktir. 89'lardan sora patlayan direniş dalgasının hemen ardından sınıfın "bahar eylemlerine" yazılan methiyeler, ama sonradan direnişler kırıldıkça bu kez işçiye duyulan öfkeler sınıfın nasıl da faşizmin zoruyla bilinçlere yükseldiğinin gostergelendr. Eylül öncesine göre örgütsel, siyasal, ideolojik yapılanmalarını kısmı düzeltmelerin dışında köklüce değiştirmeyen, küçük burjuva sosyalizminin sınıfa yönelişi ciddi tehlikeleri de beraberinde getirmektedir!


YOL 112- Sendikal Koruculuk Her ne kadar sınıfın kavranışı olumlu görünse de alttan alta sınıfın içine doğru küçük burjuva sosyalizmin tüm pragmatik, basit çıkarcı, kaypak ve sol-sağ uç ideolojisi akmaya başlamıştır. Burjuva sosyalizminin sosyal demokrasiye evrimi onu politik hedef olarak gerilere iterken, bu kez küçük burjuva sosyalist anlayış sınıf içinde en tehlikeli varlıklardan biri haline gelmiştir. Şimdi bunları tezleriyle açmaya çalışalım. Küçük burjuva sosyalizmin bir kanadının sınıfın örgütlenmesine ilişkin getirdiği tez Devrimci Sendikal İşçi Muhalefeti (DSİM), Devrimci Sendikal Odak (DSO) vb., yapılanmalarda kendini gösterdi. Değişik zaman dilimlen nde ortaya çıkan bu tip yapılanmaların "manifestolarına" baktığımızda sınıfın sendikal yapılanmasına ilişkin getirilen öneriler sendikalarla Partiler arasındaki sınır çizgilerini ortadan kaldırmaktadır. Manifestolar bir partinin Devrim programı gibidir: Hertürlü ekonomik, siyasal talep ve öneriler buralarda dile getirilmiştir. DSİM, DSO gibi yapılanma girişimleri bir yanıyla "Kızıl Sendikacılığı" yani yeraltı sendikacılığını andırmaktadır: Her işyeri biriminde veya ¡kolundaki öncü işçileryanyana gelecektirve bunlar, içinde bulundukları sendikaya karşı muhalefet yürütecektir. Tıpkı birazdan inceleyeceğimiz İşyerleri Konseyi önerisi gibi bu yapılanmalar da esasen sendikal yapıya, bürokrasiye karşı bir tepki olarak ortaya çıkmışır. Ama kökünde küçük burjuvazinin işçi sınıfını kavrayışı vardır. Sendikalarda politikanın yürütülüş tarzına ilişkin küçük burjuvazinin yaklaşımı sendikaları parti-örgütlerin birer organik kolu olarak düşünmektir. Sendikalarda politikayı dövüştürmek değil, sendikayı bir Parti-örgüt kolu gibi gören bu anlayış ister-istemez sınıf içinde kitle çalışması yerine sadece "örgütsel çıkarlar" gözeterek "dar'1çalışmayı tercih etmektedir. Sendikal bürokrasiye tepki olarak öne sürülen DSİM, DSO vb., yapılanmaların savunucuları eğer bir sendikal yapıda başarı kazanırlarsa, bu oranın hızla bir örgütün kolu haline getirilmesiyle sonuçlanacaktır. Sendikal yapıda yönetime girildiğinde sendikanın kitlesel yanı ve başka siyasi hareketlerin de bulunduğu "unutularak" tamamen bir siyasi parti çalışması yürütülmeye başlanır. Bu, sendikalarda siyasetin sol uçkunca yürütülme tarzıdır. İşyeri komiteleri, temsilciler meclisi veya yönetimin


YOI

113

hiç önemsenmediği bu anlayış yönetime geldiğindi- Kimdim d,ılın iyi ortaya koyar. Sendikanın taban örgütlenmesi ve sendika içi dıum ıl<m i bir çırpıda unutularak siyaset en keskin haliyle (!) uygulamaya kı mı ılın Bunun tersi; sendikal yapılanmada başarı kazanılamayint ı daı öncüler faaliyetiyle muhalefet yapılarak gösterilir. Siyasetten olmayan sınıftan birinin önemi yoktur. Le linin sadece Bolşevik Parti örgütlenmesinde sunduğu Parti hücrelerini oluşturulması önerisiyle sınıfın içine girilir Sendikalar da sadece bu işlevin yerine getirilmesi için vardırlar zaten. Bu tezin savunucuları, sınıfın önüne habire Genel Grev gibi olmadık zamanlarda ve güç dengesinde taktik adımlar sunarak aslında sınıf hareketiyle oynamaktadırlar. Veya, sınıf herhangi bir yerde eylem yapıyorsa mutlaka önüne Parti pankartıyla geçip sınıfa öncülük etmektedirler! Eğer bir yerde direniş varsa onun nasıl genişletilip, politik içerikle zenginleştirileceği, vuruş gücünün yükseltileceği düşünüleceğine, o direnişde sadece kaç tane işçi kazanırım hesabıyla evet sadece bu hesapla yönelinir, bunun sonuçlarıyla ilgilenilir. Sınıfa bu dar yöneliş sınıfın devrimci faaliyete veya devrimcileşmesine katkıda bulunmaz, tam tersine politikaya anti-patiyi besler. "Sınıfa politika götüreceğim” veya "onun eylemini politikleştireceğim" denilerek aslında sınıf tersten sendikacıların kucağına itilmektedir. Sınıfa daha kapsamlı, onun meşru faaliyetini özümseyebilen bir taktikle gitmek yerine kaba ajitasyon-propagandayla gidildiği her sefer aslında kayıkla akıntıya kürek çekmekten başka bir sonuç doğurmaz. Bu taktiğin en acı sonucu öncüyü kitleden koparmak, kitleyi sendikacıların kucağına itmektir. Küçük burjuva sosyalizminin ikinci kanadında ise, giderek geçmişin burjuva sosyalizmine doğru evrilen bir anlayış olarak özellikle Dev-Yol'cuların öne sürdüğü İşyeri Komiteleri, İşyeri Konseyleri tezi vardır. (Dev-Yol'cular diyoruz, çünkü merkezi yapılanması olan bir Dev-Yol olmadığına göre ancak böyle adlandırabiliyoruz.) İşyeri komiteleri ve Konseyleriyle ne kastedilmektedir? İşçi sınıfının sendikal bürokrasi ağı içinde hareketsiz hale getirildiği ve sendikaların işçi sınıfının mücadele sürecinde engel oluşturduğu savunularak öğütlenme


yul

114- benaikaı ko tucuiuk

biçimi olarak komite ve konseyler sunulmaktadır. Örneklemek gerekirse, sendikaların profesyonel faaliyetle işçi sınıfına yabancılaştığını ve denetiminde uzaklaşarak düzeniçileştiğini öne süren bu tezin savunucuları tek tek işyeri birimlerinde kurulan işyeri komitelerinden her işkolunda bir üst komite oluşturulmasını ve varolan il veya bölgede tüm işkollarından seçilecek temsilcilerle bir Eşgüdüm Komitesinin kurulmasını önermektedir. Herişkolu temsilcisi alınan kararları ve önerileri bu eşgüdüm komitesine götürecek ve bu komitede sadece altta alınan kararları onayladıktan sonra alındıktan sonra pratiğe geçilecektir Sendikalara tepki olarak, bürokrasiye alternatif olarak sunulan tezin de bürokrasiden başka bir şey üretmediği açık! Anlatılmak istenen eğer işçi sınıfının şu ünlü "tabanın söz ve karar sahipliği" ilkesini hayata geçirmesi ise buna itiraz etmek mümkün değildr. Veya işçi sınıfının sendkacılan denetlemesi, taban örgütlenmeleriyle insiyatif almasından söz ediliyorsa buna da denilecek bir şey olamaz. Ama buradan hareketle varılan nokta söz ve karar sahipliğinin tamamen sınıfa devredilmesi olursa buna dur demek gerekecektir. Bu tezin savunucuları, işçi sınıfının söz ve karar sahipliğini işyerlerinden başlayarak adım adım kuracağını öne sürerek, zaman içinde edinilen deneylerle sınıfın yönetmeyi öğreneceğini söylüyorlar. İşçi sınıfının söz ve karar sahipliğini taban faaliyetiyle; sözleşmelerde, direnişlerde vb., sendikal eylemliliklerde öğrendiği açık. Ama sorulması gereken işçi sınıfının ne zamana kadar olgunlaşacağı ve tüm yetkiyi alacağı ile bu zamana kadar sendikal çalışmalarda finans kapitale karşı sınıfın nasıl bir örgütlenmeyle sınıflar savaşında yer alacağıdır? Kimi Dev-Yol'cu yazarların daha da ileri giderek sendikaları tamamen ortadan kaldıran ve sadece işyerin komiteleri ve konseyleri örgütlenmesiyle sendikal faaliyetin yürütülebileceğine dairtezleri işte bu sorulardan kurtulamamaktadır. Bugün işçi sınıfının içinde bulunduğu her türlü politik, sosyal durum ortadadır. Henüz demokratik devrim sürecini önümüze koyduğumuzu düşünürsek, bu işçi sınıfının henüz en basit ekonomik-demokratik haklar mücadelesinin içinde yıllarca pişmesi gerektiğini anlatır. Hem sayısal anlamda, sendikalarda örgütlenmek, hem sendikal


YOL 115 faaliyetin değil sınıfın politik arenadaki yerini alabilmesi için politik örgütlenmesini yaygınlaştırıp, derinleştirmek... işte tüm bu görevler ana hatlarıyla, devrim beklenmeksizin, birçok yan ürün elde edilmesi de hasaba katılarak devrimci sürecin ta içine ve sonrasına kadar yayılacaktır. İkinci olarak, şu günkü sınıflar savaşında işçi sınıfını bürokrasiden kurtarmanın adına, henüz Türkiye işçi sınıfı içinde kalıcı ve yaygın bir gelenek haline gelemeyen/gelmeyen komite ve konseyleri "ilaç" niyetine sunmak sınıfın içindeki hastalıkları iyileştirmek şöyle dursun daha da müzminleştirecektir. Siz sınıfı bürokrasi derdine çare olacak diye sendikalardan kurtarmama, henüz son derece hazırlıksız olduğu sosyal, politik kişiliğiyle, komite ve konseyleri işlevsiz kalacağını bile bile pratiğe geçirmeye çalışın ve bu arada eğer sınıflar savaşı devam ediyorsa buna da bir yandan müdahale ediverin! Bu, tezin savunucuları olayı tersten görmektedirler. Tavanla ilgili çok ciddi bir problemin olduğu açıktır. Sendikalar bürokrasisine ilişkin çözüm önerilerini aşağıda sunacağız, ama burada kısaca belirtmek gerekir ki bu da işçi sınıfı mücadelesinde bugün için de, demokratik devrim ve sonrasında da nasıl ki devleti olacaksa ve bürokrasiyle içiçe olacaksa, sendikalar için de "bürokrasiyle birlikte olacağımızı" cesurca ve açıkça belirtmeliyiz. Sorun elbette bürokrasiyi tamamen tasfiye etmektir, ama siz kalkıp çöken sosyalizmin de gösterdiği gibi on yıllarca, hatta yüz yıllarca sürecek bir tasfiye sürecini daha şimdiden demokratik devrim süreci öncesinin öncüsü işçi sınıfına dayatırsanız o zaman sınıfı "şimdilik" boş hayallerle avutup, olmadık şeylere ikna etmeye çalışıp, onun varolan örgülülüğünü de zedelersiniz. Tüm süreçlere yayılacak şekilde komiteleri işyererinde hayata geçirmek ve kalıcılaştırmak elbette önemlidir ve yapılması gerekir. Ama bu yapıldığı gibi, sendikalar aracı da etkince ve politikçe değerlendirilip sınıfın mücadelesine hizmet eder hale getirilmelidir. Finans kapitalin bir an saldırdığını, sınıfın hızlı savaş sürecinde hızlı karar verme süreçlerine ve anlarına ihtiyaç duyduğunu düşünelim, o zaman anlık reflekslerle savaşa yön vermek üzere sınıf tek tek komite ve


YOL 116-Sendikal Koruculuk konseylerle mi yürüyecek, tüm bu ara halkalardan geçe geçe alınacak kararla mı harekete geçebilecektir? İşyeri komite ve konseylerindekileri profesyonel yapmıyorsunuz; onları bir sendika binasında takım kravatlı baylar olarak görmek istemiyorsunuz, bürokratik işlemleri sınıfı boğuyor diye rafa kaldırıyorsunuz ama buna karşı da yine seçimle işbaşına gelen, yine aşağıdan yukarıya kadar uzanan yani yine tabanı ve tavanı olan, belki takım kravatsız ve kısmi olarak az bürokratik bir yapıyla sınıfa bir sendikal örgütlenme öneriyorsunuz. Ürküttüğümüz kurbağaya değse bari! Bu kadar bürokrasi için koparılan kıyamet eğer yine dönüp dönüp bürokrasi yaratıyorsa o zaman sorunu bu tarafından alıp çözümlemenin olanaklı olmadığı anlaşılmalıdır. Son olarak yine bu tezin savunucularının işçi sınıfı ve "memurlar" için de -artık kamu işçileri demeliyiz- sendikal faaliyete ilişkin kimi politik tutumlarını irdeleyerek tezin nasıl sağ uçlarda filizlendiğini görelim. İşçi sınıfı eylemliliği yükseldikçe, memurlar sendikal mücadeleye daha fazla girdikçe farklı sosyalizmlerin elbette farklı yönelişleri ve önerileri olacaktır. Bu kesimin önerisi tabanın söz ve karar sahipliği denile denile aslında sendikal yapının tamamen tabana bağımlı hale getirilmesini sağlamaktadır. Örneğin, memur sendikalarında toplu sözleşmeli ve grevli sendikal hak savunulmasına rağmen, pratikte toplu sözleşmeli sendikaya daha şimdiden tav olunmuştur. "Greve ne olacak?" denildiğinde bu kesimden "sınıfın bugünkü düzeyi, örgütlenmesi, bakışı ve kaldırabileceği yük bu kadar" sesleri yükselmektedir, işçi sınıfının Kürt Ulusal Mücadelesine ilgisi, o eylemlilikle kendi eylemliliğini birleştirmesine ilişkin öneriler geldikçe yine aynı kesimden sınıfın içindeki önyargılar, kimi davranışlara girildiğinde sendikanın "Kürt sendikası" damgasını yiyeceğine dair "endişeler'’ dile getirilmektedir. İşçi sendikalannda ise sınıfının devnmdleşmesinden ziyade demokrasiye sahip çıkması gibi giderek düzeniçileşen ve "yumuşak" taleplerle sınıfı kucaklamaya çalışan anlayış belirmektedir. Tüm bunlar, bu tezin savunucularını giderek kitlenin kuyruğuna takılmasına yol açmaktadır. Nasıl ki sol uçtan yaklaşanlar kitleden kopuk her şeyi


YOL 117 kitlesiz öncünün peşine takmaya çalışıyorsa, bu kesim de öncü-kitle ilişkisinde kitleye tabiiyeti sendikal alana sokmaktadır Sınıfın sendikalarda sendikacılık yapmaması gerektiğini giderek açık açık savunan sağ uçun teorisyenleri "sendikalarda siyaset yapılmaz" diyen şu merhum TBKP'nin sendikal anlayışını hatırlatmaktadır. Anlaşılan küçük burjuva sosyalizmi sınıfa giderken ya onu aşırı dozda siyasetten ya da siyasetsizlikten öldürecektir! Evet, yukarıdaki bölümlerde sınıfın geçmiş köklerinden bugüne kadar süregelen yapılanmasına ana başlıklarla göz attık. Şimdi bugünkü durum dan yola çıkarak nasıl bir çözüm lem eye gideceğim izi tartışacağız. Türkiye'de işçi hareketinin genel gelişimine baktığımızda 1950'lerden sonra bunun belli ana dönemlere ayrıldığını görürüz. 50'lerden günümüze kadar geçen 43 yıllık sürede sınıfın sendikal yapılanmasının geçirdiği evrim kimi dönem yaşanan çıkışlarla yapısal dönüşümlere yol açmış ve sınıf her seferinde daha ileri bir noktaya ulaştıktan sonra yapısal tıkanıklarla karşılaşmıştır. Şimdi bunlara geçelim: 1. Çıkış 1950-1967 Dönemi: Bu döneme damgasını vuran, ülke içi ve uluslararası gelişmelerdir. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı'nın sona ermesiyle dünyadaki güç dengeleri emperyalizm-sosyalizm sistemleri eksenine doğru kaymıştır. Sosyalizmin sistemleşmesi ve emperyalizmle başlayan soğuk savaş döneminin Türkiye siyasetine ve konumuzla ilgili olarak sendikalar alanına etkisi kimi zaman doğrudan, kimi zaman dolaylı olmuştur. Aynı dönemde Türkiye kapitalizminin o güne kadar yaptığı birikimle sıçraması, kırları kapitalist pazara daha yaygın ve derinlikli bağlarken, bunun sonucunda patlak veren göç dalgası Türkiye kapitalizmini uzun sürelerle besleyecek işçiler ordusunu şehirlere fırlatmıştır. Finans-kapitalin geçmiş birikimlerle hem ekonomik, hem de siyasi alanda olgunlaşmasının, sonuçlarıyla görüldüğü bu dönemde işçi sınıfının sendikal mücadelesi de kısa sürelerde hızlı gelişmeler katetmiştir. 1953‘de kurulan Türk-lş o güne kadarki sınıflar mücadelesinin seviyesiyle sınıfı biçimlerken,


YOL 118- Sendikal Koruculuk finans kapitalin uluslararası finans kapitalle işbirliğinde bu alana müdahalesi, bu ilk biçimlenmeye indirilen ilk darbedir. Türkiye kapitalizminin bu dönemde yaşadığı ilk ciddi devresel bunalımın 27 Mayıs İhtilaliyle sonuçlanmasının ardından ortaya çıkan siyasi yapılanmanın yarattığı demokratikleşme sendikal mücadeleye ivme kazandırmıştır. Alttan alta, sınıfların 25-30 yıllık Cumhuriyet kapitalizminin ardından uyanışa geçmesi, 1960'lar sonrasından sınıflar kopuşmasını hızlandırmış ve derinleştirmiştir. Yaşanan sosyal depremin sendikal mücadele üzerindeki etkisi sınıflar mücadelesinin kızışması, ikinci bir devresel bunalımla birlikte yaklaşık bir 14 yıllık süreçten sonra sendikal biçimlenmenin kırılması olmuştur. 2. Çıkış 1967-1992 Dönemi: Sınıfın ikinci çıkışı DİSK'leolmuştur. DİSK çıkışıyla başlayan bu dönemde uluslararası ve ülke içindeki gelişmelerden etkilenmiştir ama bu kez ülke içi gelişmelerin sendikal yapılanma ve sınıflar mücadelesi üzerindeki belirleyiciliği daha da artmıştır. Uluslararası planda 19671er, emperyalizmin 1950'lerle başlayan ve tarihinde eşine rastlanmamış boom'unun, yani kapitalist genişleme ve kar patlamasının sona erdiği ve emperyalizmin yeniden uzun süreli bir bunalıma girdiği dönemin başlangıcı olmuştur. Emperyalizm ve sosyalizm arasında güç dengesi ve 1950'lerle başlayan Soğuk Savaş bu dönemde derinleşerek sürmüştür. Kimi zaman yaşanan kısmi çatışmaların dışında bir yandan emperyalizm, öte yandan sosyalizm etki alanlarını genişletirken, sosyalist ülkelerin başta Sovyetler Birliği olmak üzere dünyaya yaydığı sosyalizm rüzgarı ve komünizme geçiş iddiaları Türkiye'deki sendikal çıkış üzerinde etkili olmuştur. Emperyalizmin Türkiye finans kapitali ile girdiği ekonomik-siyasi ilişkilerin sendikal mücadeleye etkisi, giderek başgösteren emperyalizmin bunalımı ve Türkiye'de patlak veren ikinci devresel bunalımın sınıflar savaşında sınıf üzerindeki saldırganlığın artması ve doğrudan sendikal alanın bu saldırının karşısında yeni biçimlenmelere gidişinde olmuştur. Objektif olarak finans kapitalin işçi sınıfına saldırısı, en açık yönüyle DİSK'in kapatılmasına ilişkin ve 1960 Anayasasının sınıfa bol gelen ebisesinin daraltılmasına ilişkin poitikalandabeirginleşirken,


YOL 119 sınıfın Türk-lş cenderesi içinde tüm komünizmi tel'in çabalarına ve finans kapitalin her türlü güdümüne rağmen; objektif gerçekliğin zorlamasının özellikle birleşmesi sonucunda ortaya çıkan yeni sendikal yapılanma; DİSK, Türk-lş içindeki kopuşmadan çıkagelmiştir. Sosyalizmin sendikal mücadeleye bu dönemdeki etkisi DİSK çıkışında etkin olan aristokrat işçi zümresinden burjuva sosyalistlerin üzerinden olmuştur. Daha sonra Tl P'in doğuşunda da etkinlik gösteren burjuva sosyalizmi, Türk-lş'e alternatif olarak doğan DİSK sürecim başlatmıştır ama daha doğuşundan hemen sonra 15-16 Haziran'la sınıfın önüne ilk düğümleri atmaya başlamıştır bile. 1970'li yıllar, burjuva sosyalizmi egemenliğindeki DİSK'in daha da genişleyip kurumlaştığı yıllar olmuştur. Türkiye'de sınıflarkopuşmasının politik sonuçları birer birer ortaya çıkarken, sendikal yapılanmalar içinde Türk-lş en gerici yönüyle düzeni savunurken, DİSK sosyalizm adına burjuva demokrasisi talepleriyle sınıfın mücadelesini düzeni içi kanallarda tutmaya çaba göstermiştir. 1970'ler sonrası yaşanan sendikal mücadelenin yarattığı dalgalar 12 Eylülle durulmaya başlamıştır. Sınıfın 1967'de ortaya çıkan yapılanma içinde yaşadığı ilk ciddi tıkanıklık ve çatışma da zaten 1978'lerle birlikte ortaya çıkan kapitalizmin devresel bunalımıyla daha da belirginleşmiştir. 12 Eylül, karşı devrimle sınıfın tüm örgütlenmesine öldürücü darbeler vurmayı amaçlarken, ileriki dönemlerin hesabı da yapılarak Türk-lş açık tutulmuş, sınıfın bu alanda "örgütsüzleştmlmesi" planlanmıştır. Tüm faşist zor ve yapılanmalara sınıfın ilk ciddi tepkisi 12 Eylül'den sonra 1983'lerde ortaya çıkmaya başlamış, bağımsız sendikal yapılanmalann kimi işkollarında önemli başarılar elde etmesi sınıfa yeni bir sendikal mücadele alanı açmışır. 1967'lerden sonraki sendikal yapılanmaya indirilen önemli darbelerden biri olsa da bağımsız sendikalar yaygınlık kazanıp, eldeki güçle daha ileri sendikal mevzilerve politik sonuçlar yaratamadığı için bir süre sonra düzen tarafından özümlenmişlerdir. Burada, proletarya sosyalizminin attığı bu taktik adımı daha ileri götürebilmesinde kendi içinde yaşadığı dönemsel olumsuzlukların etkisi olsa da. yakalanan bağımsız sendikalar taktik halkası sürükleyici


YOL 120- Sendikal Koruculuk ana halka olamadan geri düşmüştür. Daha sonra devreye giren Hak-lş ve şimdilerde DİSK aslında ikinci çıkışla birlikte ortaya çıkan sendikal yapılanmaların devamlarıdırlar. 12 Eylül sonrası, 1989'lardan sonra giderek hızla sendikal mücadelenin gündemine giren Memur Sendikaları ise bu 25 yıllık dönemde sınıf hareketinde ortaya çıkan ve önümüzdeki dönemdeki yapılanmalarda etkili olabilecek yeni bir güçtür. 1967'den bu yana kimi iniş-çıkışlarla, değişimlerle bugüne kadar süregelen Türk-lş, DİSK, Hak-lş'in dışında Memur Sendikaları yeni, enerjik ve henüz düzen tarafından tamamen asimile edilememiş halleriyle sendikal mücadelede dördüncü kuvvet olarak artık devrededirler. İkinci çıkış dönemi sonrasındaki ülke içi ve uluslararası siyasi gelişmeler ise öncekine göre oldukça büyük altüst oluşlar yaşamıştır. 80 sonrasına kadarki dönemle 12 Eylül sonrası dönem bıçak gibi birbirinden ayrılmaktadır. Birincisi Türkiye açısından bakıldığında her türlü uluslararası gelişmelerin de etkisine açık olarak faşizmin iktidara gelişi, sınıflar savaşına finans kapitalin karşı-devnm yanıtıydı. 12 M art'la te ğ e t geçen faşizm bu kez tüm kurum-kuruluşlarıyla, ideolojisiyle baştan aşağıya yapılanmaya girmiştir. 1960 Anayasasının bol gelen elbisesi belki biraz 12 Mart'ta daraltılmıştır ama 12 Eylül'le sınıfa bambaşka bir elbise giydirilmiştir. Faşizm, karşı-devrim dalgası olarak 12 Eylüre kadaryaşanan sınıflar savaşını olabildiğince "dondurmaya", sınıflar kopuşmasını da olabildiğince yavaşlatmaya çalışmıştır. İşçi, memur ve köylülüğün hertürlü ekonomik, siyasi, fizik terör ve zorla yoksullaştırılması her ne kadar sınıflar kopuşmasının düzeyini 12 Eylül öncesine göre daha ileri bir seviyeye objektifçe getirse de sınıfın örgütlenmesinin darmadağın edildiği, on binlerce devrimcinin işkence tezgahlarından geçirildiği 12 E ylül kıyam etinin ardından öznel güçlerin içine girdiği çürüme, tasfiye, kopuşmanın olabildiğince önemli siyasal, sosyal tepkiler açığa çıkarmadan düşük seviyede tutulmasına olanak tanımıştır. Faşizmin bu alanda elde ettiği başarı toplum genelinde giderek yaygınlaşan bir uzlaşma havasının, karakterinin yaratılmasıdır.


YOL 121 Belki işçi sınıfı açısından aşırı yoksullaştırma ve onun çıplak gerçekliği onun uzlaşmacı noktaya getirilmesini bir hayli güçleştirse de diğer kesimler; özellikle küçük burjuvazi, finans kapitalin elde ettiği başarıyla önemli oranda uzlaşmaya bağlanabilmiştir. Uzlaşma havası, 12 Eylül öncesindeki çatışmalı karakterin tersine, daha çabuk düzen içileştirmeye, ehlileştirmeye zemin hazırlamaktadır. Sendikal alan üzerinde ikinci olumsuz etmen uluslararası güç dengelerinde sosyalizmin yıkılışıdır. Sosyalist sistemin Gorbaçov'la başlayan ve hızlanan çözülüşü hang planda sınıfı ve sendikal yapılanmasını, mücadelesini etkilemektedir? Sosyalizm inancının tüm dünya işçi-emekçilerınde zayıflaması ister istemez sendikal mücadele hattının sosyalizan yanını zayıflatmıştır. Emperyalizmin, sosyalizmin yıkılışının ardından ilan ettiği yeni dünya düzeni ve onun dünya üzerinde rakipsiz kalışı 12 Eylül faşizminin yarattığı uzlaşmacı havayı daha da katmerlendirmektedir. 1960'larda sendikal mücadele uluslararası planda emperyalizm ve sosyalizm tarafından çift taraftan artı ve eksi baskılar altındayken, 12 Eylül sonrasında bu baskılar tamamen eksiye dönmüştür. 3. Çıkış 1993-... Dönemi: Başlıkta dönemi 1993 den itibaren başlatmamız Türkiye'de sonuçları ortaya çıkan üçüncü çıkıştan kaynaklanmıyor. Henüz üçüncü çıkış olmamıştır ama bu çıkış son derece sancılı bir sürece girmiş bulunan Türkiye sınıflar savaşının içinden yapılacaktır, ikinci çıkış döneminden devralınan birçok olumsuzluk vardır; uluslararası alanda yukarıda saydığımız olumsuzluklar, Türkiye'de faşizmin kurumsal yapısı, yaratılan uzlaşmacı hava vb... Ama, Türkiye kapitalizmin içine girdiği devresel ve giderek ağırlaşan bunalım, finans kapitalin Kürt ulusuna karşı giriştiği savaş harekatının yanısıra işçi-emekçi sınıflara karşı da savaş ilan etmesini emretmektedir. Bunun; Türkiye kapitalizminin yaşadığı sermaye birikim bunalımının aşılabilmesi için işçi sınıfının 1989'lardan sonra tırmanan ücretlerinin tırpanlanması, özelleştirmelerle önemli bir işçi bölüğünün tasfiye edilmesi, giderek mevzi kazanan memur hareketinin de düzeniçileştirerek fiziki ve örgütsel olarak tasfiye edilmesi ve köylülüğün de daha hızla


YOL 122- Sendikal Koruculuk mülksüzleştirilmesi gerekmektedir. Yukarıda saydığımız savaş yönelişlerinin tümü sınıf harekteni doğrudan ve hızla etkisi altına alacak ve varolan tüm yapılanmalar, kurumlar politik hatlar bu etkinin altında yeni bir senteze doğru gidecektir. Tek tek ele alacak olursak bugünkü savaş düzeyiyle finans kapitalin işçi kıyımı, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırmaya ilişkin attığı adımlar bile sendikal yapıları delik deşik etmektedir. Sendikalar bir yandan güç kaybederken, öte yanda geçmişin devamcılan. kimi yapıların; DİSK’in öylesine iddiasız ortaya çıkışı bile 13 yıldır faşizmin baskısı altında sıkışmış sınıfın, kimi bölüklerini sendikal yapılanmalar arasında gel gitine yol açmaktadır. Yukarıda, üçüncü çıkışın bir sentezle sonuçlanacağını belirttik. Tabii ki bunu n mutlak olarak devrim çıkarlarına sonuçlanması ge rekmektedir. Ama bu nasıl olacaktır? Yazının en başında ne yapılması gerektiğini sormuştuk. Şu ana kadar yazdıklarımızdan da anlaşılacağı gibi yapılması gereken: sınıfın, ikinci dönemin devamcıları ve artıkları yapılanmaları geride bırakarak devrimci-direnişçi bir işçi hareketin ve yapılanmalarını oluşturmaya yönelmektir Makro düzeyde gerçekleşecek böyle bir alt-üst oluş için esasen Türkiye sınıf hareketinin gerçekliği devrimcilere olabildiğince geniş imkanlar sunmaktadır. Ama sunulan imkanlar ancak pratikçe değeriendirildğinde ve doğru taktik yöneişlerle biçımlenciğinde anlam kazandığına göre Ne yapmamızdan, Nasıl yapmamıza geçmemiz ve ağırlıkla bu konuyu tartışmamız gerekmektedir! Yukarıda ele aldığımız burjuva sosyaizm ve küçük buıjuva sosyaizmlerinin sınıf hareketine yönelişlerinin nerelerde tıkandığını ve sınıfı nasıl uçlara savurabileceğini tartışmıştık. Proletarya sosyalizminin sınıf hareketine getirdiği taktik nedir? Şimdi bunu açarak tartışmayı iler­ letelim. Diğer sosyalizmlerin bugüne kadar hiç değinmedikleri bir konu var. Bu da sendikal bürokrasinin, yapılanmaların nasıl değiştirileceği? Gerçi herbiri birbirinden çok da uzak olmayan kimi yaklaşımlar gösterse de hareketi ileriye taşıyacak ana halka yakalanamamıştır! Yazının birinci ana bölümünde sınıfın kuşatılmasına ayrıntılıca girmiştik.


YOL 123 Bu kuşatmanın nasıl kırılacağı ve işçi hareketinin nasıl daha ileriye sıçratılacağına ilişkin proletarya sosyalizmin izleyeceği taktik tutum genel örgütlenme ve propaganda-ajitasyonla sınırlı kalmayacaktır. Bu iki faktöıün dışında üçüncü bir faktörle taktiğin bileşimi tamamlanmalıdır.

Bu üçüncü faktör de zordur! Daha önceki çıkışlara göre işçi hareketinin içine girdiği üçüncü çıkış döneminin farkı, sınıfın kendisi dışındaki zorların basıncı altında yeni yapılanmalara gitmesinin dışında, bu kez sınıfın içinden ve politik düzeyde belirlenen taktik hedefler doğrultusunda öncüyle zorun uygulanması ve bunun da karşı devrim zoruyla çatışarak sınıf hareketinin biçimlenmesinde devreye girmesi zorunludur. Yani Türkiye işçi hareketinin üçüncü çıkışının ebesi zor ola­

caktır! Bu zor, sadece devrimci zor değil, finans kapitalin zorudur aynı zamanda. Finans kapital ekonomik zorunun -işsizlik vb...-yanında devletçi! zorunu, -faşist kurumlarıyla- da her gün dakikçe devreye sokmaktadır. Bu, her işçi direnişinde, grevde, sözleşme döneminde ne derece dakik ve sistemli olduğunu göstermektedir. Finans kapitalin işçi hareketi üzerinde dolayımlı zor araçlarından biri de şimdiye kadar tartıştığımız sendikal yapılanmalardır. Tüm bu faktörlerin oluşturduğu teze karşı proletarya sosyalizmi de bir anti-tezle cevap vermek ve senteze ilerlemek için harekete geçmek durumundadır. Nedir anti-tez? Anti-tezin birinci halkası örgütlenmedir. İşçi sınıfı içinde yakalanan tüm iişkilerfarklı niteikler taşısa da en ince ve dakik biçimde değertendrilmeidr. Örgütlenmede ortaya atılan taktik adım direnme zeminindeki tüm işçilerin kucaklanacağı Direnişçi İşçilerdir. Her direnme zemini; işyeri, işkolu, sadece isimle adlandırmak açısından değil örgütlenmeye ve politik bir mevziye çevri lebi İme si anlamında Direnişçi İşçilerin savaş alanı haline getirilmelidir. Düzenin genel saldırısı, sınıfa açtığı •.avaş zaten objektif olarak kendliğınden bir direnme zemini yaratmaktadır. Ama onun kendiliğindenliğinin bilinçli bir hareketin öğesi haline getiri lebiImesi için, sınıf hareketine öncü örgütün-partinin müdahalesi


YOL 124- Sendikal Koruculuk gereklidir. Bunun birinci ayağı örgütlenmedir ve bununla önümüzdeki dönem çıkışının ordusu hazırlanmalıdır; tam deyimiyle bir Direnişçiler

Ordusu! Yönelişin ikinci ayağı, propaganda-ajitasyondur. Sınıfın her direnme zemini, alanı tüm diğer alanlarla birleştirilebilmelıdır. Bunun en önemli aracı bir iletişim kayışı olması anlamında propaganda faaliyetleri; gazete, dergi, bildiri vb. propaganda araçlarıdır. Propaganda-ajitasyonun ikinci önemli noktası sınıfın bilinçle silahlandırılması ve finans kapitalin tüm genel-özel politik yönelişlerinin teşhir edilmesiyle işçi sınıfının her alanında finans kapitalin ideolojik, politik egemenliğinin sarsılmasıdır. Finans kapitalin özellikle 12 Eylül'den sonra güçlendirdiği ve yaklaşık üç-dört yıldır etkisini olabildiğince hissettiğimiz Medya manipülasyonunun kırılabilmesi için propaganda-ajitasyon çok daha güçlü araçlarla ve daha niteliklice, inceltilerek yapılmalıdır. Üçüncü ayağımız ise özellikle yukarıda sıraladığımız kuşatma altındaki her bir halkada yer alan muhbir, ajan ağı, sendkalar bürokrasisine karşı uygulanacak zordur. Düzenin her günkü, sistemli ve kapsamlı ülke çapındaki zoru sınıf hareketini nasıl ki etkisizleştiriyor ve onun politik kulvara girmesinin önüne set çekiyorsa; devrimci zor, proletarya sosyalizminin öncü olarak muhbir, ajan takımına, sendikalar bürokrasisine karşı uygulayacağı zor da tam tersinden sınıfı politik sahneye daha yakınlaştıracak, sahnede yer almasını sağlayacaktır. Sendikalar bürokrasisi tam bir etten duvar, Türkiye cephesinin korucuları gibi sınıf hareketinin her alanında onu boğan düzenin işçi hareketi karşısında esneme, özümleme mekanizmalarının en can alıcı halkalarından biridir. İşçi hareketinin genel açılımı için zorun ana vuruşu buraya olmalıdır. Ama bu zor, gel geç bir zor, günü birlik veya öne geldikçe uygulanacak bir zor değildir. Bu zor, düzenin anti-tezi anlamında sistemli, dakik ve kapsamlı olmalı, ama ebetteki belli hedefler öncelikli olarak sıralanıp zorun biçimi de buna göre saptanmalıdır. Öncünün zorla yaratacağı etki ne olacaktır? Faşizan eğilimli sendikalar bürokrasisi -gangster devletçil zoru yanına alarak, kimi yerlerde ülkücü-islamcı


YOL 125 kadroları yanına alarak buna karşılık geliştirebilecektir. Bu yüzden, bu kesimin öncelikle yılması beklenebilir ama etkisiz kalıp işçi hareketinin önünden kalkması hemen beklenmemelidir. ikinci grup olarak görünen ama faşist sendikal bürokrasiden daha da tehlikeli sosyal demokrat- muhafazakar- liberal- Kemalist sendikal kadroların ise zor karşısındaki ilk tepkileri lafızda sert olsa da maddi bir karşılık geliştirmeyecekler, eğer zorun sistemi ve dakikliği sağlanbilirse bir süre sonra etkisizleşebileceklendir. Ama bu karakterdeki kadrolar da tabii ki zor karşışında kendini savunma aracı olarak devletçil biçime sığınacak, ama onun buna her yönelişi, atacağı adımları işçilerin gözünde daha da deşifre edecek, bu çıplaklığı g ö re n s ın ıf, a d ım la rın ı h ız la n d ıra b ile c e k ve c e s a re tle yürüyebilecektir. Zorun sistemli, dakik ve kapsamlı uygulanışı sadece uygulama noktalarıyla sınırlı kalmayacak, bu belli bir tempoya girdiğinde bir ilden diğer illere, giderek bölgeye/bölgelere yayılacak; böylece ülkedeki işçi hareketinin tümüne bir esinti kaynağı olacaktır. Bu, aynı zamanda tüm bürokrasi üzerinde bir basınç oluşturacak, onun gerilimi, atacağı adımlarda daha dikkatli olmasını ve sınıfa yönelik her türlü provakatif ve saldırgan tutumuna daha fazla dikkat etmesine yol açacaktır. Bunun sınıfın mücadelesinde göstereceği etki, uygulama alanlarının dışında da kuşatmanın gevşemesi, zayıflaması, kimi yerlerde kısa-zayıf vuruşlarla bile çözülebilir hale gelmesi olacaktır! Böylece zorun kendisi kendi gücünün, çapının, iradesinin dışında bir güce, çapa, ira d e ye d ö n ü şe ce k ve e tkisi d a lg a dalga yayılacaktır! Öncünün sınıfla kurduğu heriişki, propaganda-ajitasyonla desteklenen ve zorla önü açılan bir mevziye dönüştürülebildiği ölçüde başarı kazanılacaktır. Bu başan, zorun i ş ç i hareketinin bizzat kendisi tarafından içselleştirilmesi ve sınıfın kendi zorunu da adım adım yaratmasına yol açabilecektir. 1989 larda Direnişçi İşçilerin sendika baskınlarının ardından kimi bölge ve işkollarında görülen sınıfın baskınlarının örgütleyidsi, Direnişçi


YOL 126- Sendikal Koruculuk İşçilerin baskınları olmamışsa da bunun kamuoyunda yarattığı etki ve propaganda ile bu alanlardaki eylemlere ışık yakmadığı da söylenemez! Bu kez, 1989'dan farklı olarak, atılacak adımlar kamuoyunun ve işçi sınıfının kendiliğinden bilincine terkedilmek yerine örgütlüce yayılıp sınıfın bilinç ve eylemine kazınmalıdır. Peki, üçlü ayak olarak öne sürdüğümüz yaklaşımlar şu an için varolan sendikal yapılanmalardan birine özel bir yönelim göstermemize engel midir? Hayır! Bu özel yönelim DİSK'tir, ama her taktik adımda olduğu gibi proletarya sosyalizmi bu taktik adımı da mutlaklaştıramaz. Taktiğin göreceliği ona yönelmemizi engellemez. Ama şunu da söylemeliyiz: İşçi hareketinin makro düzeyde içinde bulunduğu durumları gözönüne aldığımızda, onun üçüncü çıkışının içinde olduğunu ve bu çıkışın işçi sınıfı ve onun sendikal yapılanmalarındaki tüm bugünkü durumları sarsacağını, gelişmelere göre alt-üst edebileceğini ve tüm bu kaotik, son derece dinamize olacak sürecin içinde yeni bir sentezin çıkacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Tabii ki bu üçüncü çıkış her zaman olduğu gibi verili durumdaki devrim ve karşı-devrimgüçlerinin hesaplaşmasının sonucunda ortaya çıkacaktır. Ama az önce belirttiğimiz gibi sınıfa finans kapitalin her yönelişinin bozulabilmesi için onun karşıtını, daha güçlü ve hızlıca uygulayabilmeliyiz; zor ve zorun savaşından geçebilmeliyiz ki çıkışın sonucu devrimin hesabına yazılabilsin! Sendikal yapılann bugünkü kuıumlaşmışdüzeyleri aşın abartılmamalıdır. Öngörüyü finans kapitalin önümüzdeki dönem politik tutumları ve Türkiye sınıflar savaşının içinde bulunduğu durumdan yola çıkarak yapmamız gerekiyorsa bu abartmaya zaten gidemeyiz. Bu varolanları mutlaklaştırmak olur Çıkışın içinden nasıl bir kurumlaşmaya gidileceği bugün belirsizdir. Bunun için söylenenler spekülatif olur Ama bugünkü kurumsal faaliyetin sendikal biçimler- dışında Direnişçi İşçilerin kendi örgütlenmesini hızla genişletip geliştirmesi önümüzdeki dönemin yapılanmasında önemli bir rol oynayacaktır. Bugünkü kurumsal yapılar, işçi sınıfının


YOL127 kendiiğjndenliğiyle yıkılmak şöyle dursun, esaslı vuruşlar bile yememişlerdir. Bunun en güzel kanıtı 1989'dan bu yana yaşanan dört yıllık direniş döneminin sonuçlarıdır. Sendikalar direniş dalgasını adım adım yutmuş, onun sert yanlarını törpüleyerek düzeniçine akıtmıştır. Zaten, direnme zemininin daha ileriye sıçramadığı anda yapılabilecek başka bir şey de yoktur.

İşçi sınıfının sendikal yapılarıyla yaşadığı çelişkinin ana düğüm noktası bu değil midir? En uç örneği, Madenciler Yürüyüşünde Şemsi Denizer'le 48 bin maden işçisi arasındaki çelişkiden verilebilir. İşçi sınıfı madeciler yürüyüşünde tam da bu çelişki yüzünde mücadelenin seyri noktasında her ne kadar altta komiteleri olsa da, gel gitler yaşamış ve son noktada kaderini Şemsi Denizeriin iki dudağı arasında söyleceği sözlere emanet etmiştir! Demek ki, işçi sınıfının bahar eylemlerine methiyelerdizen sokulanınızın beklentileri hiç de doğru çıkmamışır. Direniş dalgaları sendikalar bürokratik aygıtını her seferinde yalamasına, onu kısmen aşındırmasına rağmen, içinde taşıdığı zaaflar yüzünden onu parça parça da olsa yıkamamış, yerine kendi fiili sürecinin örgütlülüğünü geçirememiştir. Sonuçta sınıfın yükselen enerjisi ve morali düzen tarafından, düzen içinde mass edilebilmiştir. Bu ana düğüm noktasının çözümlenebilmesi için buna vuruş yapılması gerekmektedir Bunun, sendikal yapılanmaların iki, dört yılda bir yaptıkları kongrelere ertelemek bürokratik aygıtlar içindeki devletni nüfuzunu, sendkacılarınbu konuda artık iyice gelenekselleşmiş ve kökleşmiş bürokratik oyun-zorlarını hafife almak olur. Elbet, sendikal yapılanmalarda direnişçi çizginin etkin hale gelebilmesi, sendikada doğru taktik hattın döğüştürülebilmesi için teslimiyetçi çizgiler dışındakilerie direnme zemininde birlikte hareket edilecek, seçimlere de girilecektir! Ama sadece bununla yetinilen "muhalefetin" nasıl hüsranlarla sonuçlandığı 12 Eylül sonrası kongre tarihlerinde yazılıdır. Düğüm noktasına yapılacak sistemli saldırı olmadan elde edilen kısmi başarıların da kalıcılaşması mümkün değlidlr. O halde, kurumsal ve kurumdışı olmak üzere işçi hareketini iki ana kanaldan; içeriden ve dışarıdan fethede fethede ilerlemek gerekir. Fethettiğimiz alanlarda


YOL 128- Sendikal Koruculuk bürokrasinin ve devletin her türlü oyununun karşısında yenilgiye uğramamak, deforme olmamak ve özümsenmemek için işçi hareketi içinde sürekli bir gerilim zorunludur. Bu gerilim, sendikacılar üzerindeki işçi sınıfının ve öncünün basıncı, seçimlerin sonrasında sınıfın seçilenleri geri çağırabilme hakkının yaşama geçirilmesi, işyeri birimlerinde hayata geçirilen kalıcı komiteler, sendikacıların ücretlerinin işçilerin genel ücret ortalamasına endekslenmesi ve açık mali denetim olmalıdır. Bu söylediklerimizi toplarsak aslında sınıfın kendiliğindenliğinden çıkışı için sınıfın öncüyle buluşması artık olmazsa olmaz bir koşul olarak öne çıkıyor, Üçüncü çıkış dönemini yaşadığımıza göre öncünün bu konuda her bir geri adımı, ileriye adım atmada geç kalışı ister istemez finans kapitalin müdahaleleriyle şekillenen, belki tasfiye edilen yapılanmalar olacaktır. Sentez bu kez devrimci mayalanmayla değil karşı devrimci mayalanmayla sonuçlanabilecektir.

TÜRKİYE DEVRİMCİ HAREKETİNDE TASFİYE


YOL 129 SÜREÇLERİ Mehmet YILMAZER 12 Eylül faşist darbesinin üzerinden on yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen, devrimci hareket hala kendini toparlayamamış durumdadır. Toparlamak bir yana, yeni bir tasfiye süreci yaşamaktadır. Oysa, olayların gelişimini kabaca 12 Mart sonrası ile karşılaştıracak olsak, yeni bir tasfiye süreci ile yüzyüze gelmek şöyle dursun, devrimci hareketin hızlı bir gelişme temposu içinde olması gerekirdi. Tarih, bu anlamda tekerrür etmedi Olaylar, 12 Eylül sonrası bambaşka yollar izledi. Canlı pratiğin yeni kanallardan akmasına karşılık, devrimcilerin düşünceleri akacak yeni kanallar bulmakta oldukça zorlandılar Eskinin kaba tekrarı sık sık düşülen hata oldu. Bunun yanında 12 Eylül darbesinin sebep olduğu travma ile hafıza kaybı da yaşandı. Kendini yitiren beyinler, çoğu zaman yeni şeyler söylediklerini ileri sürmelerine rağmen, devrimci gelişimin zoru tarafından bastırılmış özlemlerini, karşı-devrimin gericiliği "özgürleştirdiği" bir ortamında rastgele etrafa saçmaktan öteye gidemediler. Devrimci hareket, Eylül sonrası iki ayrı tasfiye süreci yaşamıştır. İlki, 12 Eylül'ün ilk sıcak yıllarına denk düşer. Faşist Cunta'nın'terörizme" karşı savaş açtığı dönemi kapsar. Devrimcileri imha ve tasfiye faşizmin İlk hedefi olmuştur. Bu sürecin en yoğun yaşandığı yıllar 1981-85 arasıdır. Önce radikal devrimci çevreleri hedefleyen operasyonlar giderek Cuntaya birtürlü faşist nitelemesi yapamayan TKP çevrelerine DlSK'e kadar genişlemiştir. Hitler faşizmi karşısında bir papazın düştüğü konum gibi, TKP Cuntanın faşizmine ikna olduğunda tüm gövdesi 12 Eylül düzeni tarafından yutulup sindirilmiş durumdaydı. İkinci tasfiye süreci; 1990 sonrasını kapsar. Yaşadığımız günlerde de devam etmektedir. İki süreç çok farklı özelliklere sahiptir. Hatta Eylül'ün sıcak yıllarındaki ilk tasfiye süreci yeterince açık görünmesine rağmen, günümüzde yaşanan süreç aynı ölçüde aydınlık değildir Bu süreç yeterince aydınlanabildiği ölçüde, devrimci hareket ileriye adım atma gücünü yükseltebilir; aksi durumda çürüme ve dağılma


YOL 130- Tasfiye Süreçleri alın yazısı olur. Değerlendirmemizin içinde PKK'de temsil edilen Kürt devrimci hareketi yer almayacaktır. Kürdistan'da süreç çok farklı işlemektedir. Türk devrimci hareketi çözülürken, PKK hergün ileriye yeni adımlar atıyor. Türkiye devrimci hareketinin tasfiye sürecine etkisi ölçüsünde PKK'nin durumuna değinilecektir. Çok açık bir gerçekliği vurgulayarak Kürdistan ve Türkiye'nin bambaşkalığını göze batıralım: Düzen Türk devrimci hareketin cılızlaştırıp, yok olmanın eşiğine getirebilmişken; Kürdistan'da kendisi yok olmanın eşiğine dayanmıştır. Süreçlerin böylesine çarpıcı zıtlığının, Türk devrimci hareketini nasıl etkilediği değerlendirilmeden yaşanan tasfiye dönemi yeterince açıklanamaz.

İlk Tasfiye Yılları ve Özellikleri Bu yıllardaki esas etkenin, faşizmin çıplak zoru olduğu ayrıca kanıtlamayı gerektirmeyecek ölçüde açıktır. Devrimci hareketi tasfiye edebilmek için düzen bütün gücüyle yüklenmiştir. Genel Kurmay'da bir devrimciye "beş asker" hesabının yapıldığı, güçlerin bu mantığa göre yığıldığı daha sonraları açıklanmıştır. Savaşın kuralı gereği, bu ilk topyekün hesaplaşmada üstün düzen güçleri karşısında devrimci örgütler önemli darbeler almışlardır. Ancak örgütsel planda darbe yemekle, tasfiye içine girmek aynı şeyler değildir. Sınıflar savaşında, siyasi parti veya gruplar örgütsel olarak önemli yaralar alarak geçici dağılışa uğrayabilirler. Tasfiye sürecine girmek için örgütsel dağılışa uğramak tek başına bir neden olamaz. Karşı-devrimin zoru, etkisini, örgütsel tahribattan öteye, devrimci yapının siyasi ve ideolojik zeminine yayabilirse, bu durumda bir tasfiye süreci başlayabilir. Devrimci örgüt bu etkiyi sınırlayabilir, siyasi zeminine işlemesini engelleyebilirse, örgütsel darbelere rağmen bir tasfiye yaşanmadan yeniden ayağa kalkmak mümkündür. Bunun en güzel kanıtı, 12 Marttaki Cephe ve Partizan siyasetleridir. Lider kadrolar imha olmasına ve örgütsel yapılar önemli ölçüde tahrip olmasına rağmen, faşizmin etkisi yapıların siyasi ve ideolojik zeminine işleyememiştir. Bu siyasetler, bir dağılma döneminden sonra hızla toparlanıp mücadelede yerlerini alabilmişlerdir. Devrimci siyasetler


YOL 131 böyle önemli dönüm noktalarında siyasi görüşlerini yeniden gözden geçirme gereğini duyacaklardır. Bu anlamda hiçbir dönem biröncekinin tekrar olamaz. Değişimin hangi yönde ve hangi derinlikte olduğu önemlidir. D.Yol, 12 Mart sonrası Kesintisiz Devrimin pek çok yanını revize etmiştir. Koşullar gereği etmek zorundaydı da. Ancak bu değişim hiçbir şekilde siyasi bir tasfiye zem inine yol açmamıştır. Aslında 12 Mart'ın siyasetler üzerindeki etkisi genel olarak tasfiye edici bir noktaya kadar derinleşememiştir. Siyasetlerin yapısında bazı önemli değişimler olsa da, tümüyle düzenin saflarına savrulup eriyen siyaset yok gibidir Oysa, 12 Eylül bu konuda çok derin sonuçlar yaratmıştır. ilk tasfiye yıllarında Eylül öncesi birbirine tam zıt kutuplarda duran iki siyaset; D.Yol ve TKP örgütsel dağılmanın yanında, siyasi ve ideolojik olarak erime sürecine girmiştir. Soruna daha genel seviyede yaklaşırsak, faşizmin çıplak zoru küçük burjuva radikalizminin önemli bir kesimini ve hemen tüm burjuva sosyalistlerini felç etmiştir. Bu siyasetler, sonraki yıllarda hiçbir şekilde ayağa kakamadılar. Düşürüldükleri düzenin balçık yollarında sürüngenler gibi yaşamaya devam et­ tiler. 12 Mart darbesiyle adeta öfkesi ve gücü bilenen küçük burjuva radikalizmi 1974'ler sonrası tarihinin en yaygın örgütlenmesine ulaşııken Eylül depreminin yarattığı çatlakların arasında neredeyse yok olup gitti. Yemden toparlanabileceği yolundaki tüm umutları boşa çıkardı Toparlansa bile artık, sosyal demokrat bir siyasi zeminden öteye kendini yükseltemeyeceği yeterince anlaşılmıştır. Burjuva sosyalizmi için de benzertesbitleri yapmak mükmündür. 1960 sonrasının ilk güçlü siyasi eğilimi olarak TİPte şekillenen burjuva sosyalizmi, 12 Martla birlikte örgütsel yapı değiştirerek TKP'de yeniden ve yaygın bir biçimde canlanır. Pinochet ya da Videla'nın faşizmini aratmayan Eylül faşizmine çok ince taktik nüanslarla yaklaşan TKP, tasfiye edilmekten kurtulamaz. Böylece, burjuva sosyalizminin 1965'lerde çok parlak biçimde başlayan siyasi serüveni, Cuntanın kılcal çatlaklarından


YOL 132- Tasfiye Süreçleri umutlanma sefilliğine kendini alçaltarak son bulmuştur. Faşizmin ilk yıllarındaki zorlu sınavda kalanlar, küçük burjuva radikalizminin önemli bir bölüğü ve tüm burjuva sosyalizmidir. Eylül'ün en keskin yılları bu siyasi yapılar için aynı zamanda birtasfiye süreci olmuştur. Eğer süreçlerin birbiriyle tam bir bağlantısı kurulacak olursa, Eylül'ün ilk yıllarındaki tasfiye ve dağılma olgusunun önemli filizlerinin kendini daha 1979'larda ortaya koyduğu söylenmelidir. Sık sık tartışılan ve zihinlere takılan soru, 12 Eylül darbesinden sonra göze çarpan hiçbir direniş yaşanmadan yenilgiye uğramasının nedenleridir. Bu sorunun cevabı, 12 Eylül sonrasından çok hemen öncesindeki devrimci hareketin durumunda aranmalıdır. Faşistlerin saldırılarıyla bulanıklaştınlmış sınıflarsavaşı ortamında, 1979'larda köklü taktik değişiklikler gerekiyordu. Dar mahalle çatışmalarından, geniş hatta silahlı halk direnişlerine geçilmesi gerekirken, yıpranmış taktik zeminde sıkışılıp kalınarak güçler aşındı; halk yığınları mücadelenin gidişine karış daha kuşkulu konumlara çekildiler Mücadelenin taktik dönüşüm sancıları yaşadığı bir donemde 12 Eylül aniden vurunca, vücuda saplanan merminin ilk anda yeterince algılanamaması gibi darbenin gücü ve derinliği yeterince kavranamadan yenilgi yaşandı. Taktik dönüşümü basit ve kolay bir değişim olarak anlamak dönemin ağırgörevlenni kavramamak olur. Mücadeleyi dar taktik döğüşlerden, geniş halk direnişine yükseltmek, örgüt yapılarında, örgütler arası ilişkilerde, kullanılan araçlarda radikal bir değişimi zorunlu kılıyordu. Türkiye devrimci hareketi 1979'larda böyle derin birdönüşümü gerçekleştirmekle yükümlüydü. Darbe, karşı-devrim açısından en uygun, devrimci güçler açısından ise oldukça sancılı bir momentte vurdu. Yorulmuş, esneme yeteneğini yitirmiş olan devrimci hareket, darbe sonrası 1979'dakinin tam tersi yöndeki görevlere kendim hazırlamakta da yeterince enerji ve kıvraklık gösteremedi Düzenli geri çekilme, güçleri onarma taktiğini ustaca uygulamak yerine düşmanı küçümseyen hafifliklere düşülerek yenilgi için yollar döşenmiş oldu. .


YOL 133 12 Eylül'le başlayan birinci tasfiye sürecinin derinliklerine biraz da, 1979'lardaki taktik görevlere yükselemeyiş yatar. 12 Eylül, bu yeteneksizliği ya da esneklik yokluğunu iyice azdırmış, karşı-devrimci zorun etkisi bazı devrimci yapıların siyasi zeminlerine kadar de­ rinleşmiştir. Katliamlar, işkenceler, insanlık dışı her türlü davranış 12 Eylül düzeninin günlük uygulamaları olmuş ve bu uygulamaların siyasetler üzerindeki etkileri ayrıca tanımlamayı gerektirmeyecek çıplaklıkta yaşanmıştır. Sorunumuz bu görüntülerin tasfiye edilmesi değildir. Karşı-devrimin zoru bir militanı pişmanlığa iterek ya da bir hücreyi tahrip ederek etkisini doğrudan ortaya koyar. Sorun bu noktadan sonra başlamaktadır. Aynı zorun etkileri kendini dolaylı yollardan siyasetlerin politik zeminlerinde göstermeye başlar. Böylece karşı devrimin devrimci güçler üzerindeki etkisi bir nicelik sorunu olmaktan çıkar nitelik sorunu haline gelir. Eylürün ilk sınavında takılan küçük burjuva radikalizminin bir bölümü üzerinde bu niteliksel etki nasıl bir seyir izlemiştir? Siyasi zemindeki ilk önemli kayma, Eylül sarsıntısıyla birlikte sınıflar çelişkisinin yerine ‘,elit-toplum," karşıtlığının getirilmesi olmuştur Küçük burjuva radikalizminin sınıf bakış açısıyla arası hiçbir zaman iyi olmamıştır. Bu açık bir gerçekliktir. Buna rağmen 12 Mart sonrası mücadele yılları, onları, sınıflar gerçekliğine doğru güçlü bir şekilde eğmiştir. 12 Eylül bir darbeyle ipi koparmıştır. İşçi sınıfının çekim gücüne göre şekillenen düşünceler ip kopunca faşizmin zoruna göre düzene girmeye başlar. Egemen güçler cephesi, Türktoplumunda geleneksel bir yere sahip olan asker (elit) zümrelere daraltılırken, onun karşısına geniş bir "sivil toplum" yelpazesi yerleştirilir. Güçler dizilişi kafalarda böyle bir değişime uğrayınca, sivil toplum içinde yer alan ve Cunta’ya karşı olan "burjuva muhalefet" umut kaynağı haline gelir. Bu bakış açısı, küçük burjuva radikalizminin siyasi zeminindeki en önemli deformasyondur Açılan bu gedikten içeriye sızmadık burjuva değer yargısı kalmaz. Tüm bunları sancılı bir öğütlemeyle de olsa midesinde sindirdikçe, küçük burjuva radikalizmi


YOL 134- Tasfiye Süreçleri çiğnenmiş bir posaya dönüşerek, liberalleşir. Siyasi deformasyonda ikinci önemli adım, "demokrasi" konusunda atılır. "Burjuva demokrasileri, devletin toplumun yaşam üzerindeki belirleyiciliğini tersine çevirme, devleti toplumun denetimi altına alma mücadeleleriyle sağlanmıştır." (Demokrat Türkiye) Türk devletinin gelenekal peder-şahilğinden yılan küçük burjuvazi,burjuva demokrasilerindeki devleti özler hale gelmiştir. "Toplumun denetimi altında olan bir devlet", yılgın küçük burjuvazinin sık sık gördüğü tur rüya olur. Sınıflardan bağımsız birdemokrasi, sınırları sınıflar savaşındaki güç dengelerine göre çizilmeyen; Toplum"denen ilahi bir gücün şekillendirdiği demokrasi kavramı, bir virüs gibi küçük burjuva radikalizminin bütün devrimci özünü kemirir, tüketir. Demokrasi sorununa böyle yaklaşmak, sınıflar savaşından vazgeçmek, burjuvaziden demokrasi dilenmek sonucuna varır. 12 Eylülün sıcak yıllarında FKBDC'den koparak Demirel'in başını çektiği "buruva muhalefetine umutla bağlanan D.Yol ve belli ölçülerde TDKP bu tesbitimizi pratikleriyle defalarca kanıtlamışlardır. Küçkü burjuva devrimciliğinin Eylülün ilk sınavında girdiği tasfiye süreci, sonraki yılarda derinleşerek devam etmiştir. Bu derinleşme ve tükeniş sürecine de kısaca göz atalım. Geçmiş ve gelecek ilişkisi üzerine söylenenler, genel olarak sol zem in ü ze rin d e bugüne ka d a r alışık olu n a n ın dışına çıkmaktadır:

"Geçmişin ve geleceğin ile en az ilişki dünün yenilgiterini unutabilmeni. bugünün kabuğunda yaşayabilmeni, olabildiğince az yıpranmanı sağlar. "Geçmişin ve geleceğin ile çok ilişki kurman, bir yanda geçmişin bir yanda geleceğin arasında bugüne sıkışıp katmandır... Karşıt yöndeki iki güç tarafından çekilen hiçbir şey kımıldayamaz to. "(Anne Bak Kral Çıplak) Geçmiş ve gelecekten kopuk "bugünün kabuğunda yaşamak".. Sosyal süreçlere böyle bir yaklaşımı alışageldiğimiz devrimci-ilerici zeminin argümanlarıyla eleştirmenin bir anlamı yoktur. Karşımızdaki


YOL 135 düşünce bu zeminin dışına çıkmış, çağın "en son" düşünce konağını temsil eden bir yaklaşımdır. Birdevrimci için, "geçmiş" içinde geleceği taşır Eskinin hatalarından kopuşmak, bunun yanında geleceğe basamak olacak yanlarını korumak ve geliştirmek bir devrimcinin"geçmiş"e klasik yaklaşımıdır. Gelecek ise, geçmişin ve günün yaratıcı bir öngörü ile yorumlanmasından çıkan, yaklaşan süreçlerle ilgili tasarımlardır. Bugüne kadar insanlık en ilkel dönemlerinde bile, geleceği "okumaya" çalışmaktan kendini alıkoyamamıştır. Büyüler, kehanetler hep geleceği kavrama çabaları olmuştur. Modern toplumlar kehanetin yerine bilimi, kahinlerin yerine bilim adamlarını yaratmıştır. Geçmiş ve gelecek birbirine "karşıt iki güç’ tür. Ancak buradan hareketsizlik çıkmaz. Tam tersine bu karşıtlıktan devinim, gelişim çıkar. Dünün radikal küçük burjuvası, bugünün liberali neden geçmiş ve geleceğin karşıtlığından kımıltısızlık üretiyor? Radikal küçük burjuvanın geçmişinde onarılamaz, üstü örtülemez bir yenilgi ve ihanet vardır. Umutlarının, gelecekle ilgili beklentilerinin yerini ise derin düş kırıklıkları almıştır. Bu iki gücün arasında sıkışan eski radikal devrimci çıkışı dünden ve gelecekten kopuşmakta bulur. İnsanlığın gelişim sürecini yaşanan anla sınırlama yaklaşımı yeni değildir. Gelişinin duraklama ve kınlma noktalan böyle düşüncelere yataklık eder. Batfnın 1968'lerdeki kalkışmadan sonra iyice durgunlaşan sosyal ortamında boy gösteren "post modernist" düşünce, Türkiye devrimci ortamına 12 Eylül'ün yarattığı yenilgi atmosferinde eski bir küçük burjuva radikalinin kaleminden giriş yapıyor. Sosyal yapı ortamındaki çürümenin düşüncedeki yansıması olan bu yaklaşımın ülke sınırlarımızdan içeriye girmesi fazla yadırganacak birolgu değildir. Belki yadırganması gereken, bu düşüncenin dünün en yaygın küçük burjuva radikal devrimci zeminine yayılması ve zemini kemirip unufak edebilmesidir. İnsanlığı geleceğe taşıyacak her türlü ideolojiye ve "projeye" karşı olan post-modernizm kendini günün salıntılarına bırakmayı


YOL 136- Tasfiye Süreçleri tercih eder. Kapitalizm ve Sosyalizm mücadelesinin oluşturduğu eski denge ortamının çocuğu olan bu düşünce sosyalizmin yıkılmasıyla o rtadan kalkm am ış tam tersine -daha da derinleşm ese bileyaygınlaşmıştır. Kapitalizmden, aynı zamanda sosyalizmden de tatmin olamayan, öte yandan bu iki "mega projenin" savaşından yorgun düşmüş Batı aydınının 1970'ler sonrası yönelimi, hertürlü "ideolojik projeye'7karşı çıkmak, insanlığa geleceğiyle ilgili hiçbir şey önermemek biçiminde olmuştur "Kralın çıplak" olduğunu 12 Eylül tokadını yiyince farkeden eski radikal devrimci, geçmiş ve gelecekle ilişkisini "en az"a indirerek "bugünün kabuğunda" yaşamayı "devrim" olarak görüyor. Milyonlarca insan karıncalar gibi "bugünü" yaşamaktadır Günlerin birbirinin tekrarı olduğu bu hengameden öteye başını kaldırabılenler insanlığı geleceğe yönlendirebilmişlerdir. Yol, Mahir Çayan'ın deyimiyle "sarptır zikzaklıdır" ama yürünmeye değerdir. Post-modemistlere yine de fazla haksızlık etmeyelim. Kapitalizmin kendini dört yüzyıldır yeterince deşifre ettiği, buna karşılık sosyalizmin bir buçuk yüzyıldır hiç de parlak gelişmeler gösteremediği bir dünyada g e le ce ğ i ta sa rla m a kta n vazgeçmek çok da garip görülmeyebilir. Çizdiğimiz tablo düşünce tembelliğini, yaratıcılığın tükenişini, bunların kendini bir ifadesi olan post-modernizmin ortaya çıkışını açıklayabilir. Ama hiçbir şekilde bu eğilim i onaylam ayı haklı çıkaramaz. Durgunluktan, yıkılışlardan geçerek kendini daha gelişkin bir biçimde ifade edebileceği tarihsel basamağın önündeki tozlu merdiven aralığı olan bu düşünce ve davranış tembelliğin benimsemesi, insanın gelişen doğasına terstir. Hastalık vücuttan atılmalıdır. Onunla bütünleşmek tüm vücudu köreltebilir. Post-modemizm de insanlığını gelişim tarihinden atılması gereken bir hastalıklı sosyal yönelimdir. Onunla bütünleşmek, insanlığın gelişiminden vazgeçmek gibi olmayacak bir saçmalığa varır.


YOL 137 Geçmiş ve gelecekten kopuşma, küçük burjuva radikalizminin kendini tüketişinde vardığı en son konak olmuştur Güne teslim oluş, bir kere teorize edildikten sonra geriye olsa olsa bu teslimiyetin yaldızlı parolalarla süslenmesi kalabilirdi. "Devrim hemen şimdi" parolası budur.

"Sosyalizm, devrimin izleyeceği yol sonucunda mı (politik devrim ile, iktidarın ele geçirilmesiyle mi) kurulmaya başlayacak? Yoksa toplumsal politik birdevrimin yolu üzerinde mikurulmaya başlayacak?' (Kral Çıplak)

Ya da iktidarın ele geçirilmesi de günün içine yerleştirilemez mi? "İktidarın ancak parça parça (elbette özel biçimler-kurumlar altında) (Örneğin, yerel yönetimler, sendikalar, demokratik kitle örgütleri) alınabileceği ve ikili iktidar koşullarının sürece yayılacağı bir devrimci mücadele perspektifi (tarzı!) gerekli değil mi?" (ay) Bu söylenenlerde, devrimle düzenin yıkılışına kadar geçecek mücadele döneminde günlük savaş içinde düzenden mevziler ele geçirilmesi ve bu alanlarda sosyalist düşüncenin egemen kılınması, aynı zamanda düzen içinde bazı örgütlenme ve kurumlarda adacık iktidarlar" elde edilmesi anlamında yeni bir yan yoktur. Bu güç birikimi olmaksızın, mevzi savaşı yapılmaksızın düzen ölçüsündeki büyük savaş zaten kazanılamaz. Söylenenlerde yeni olan, günlük mevzi savaşlarının "devrim" olarak nitelenmesidir Böylece devrim, programı ve hedefleriyle geleceğin sorunu olmaktan çıkıp günün içinde eritilmektedir. Düzenin tümünü hedefleyen bir devrim ufku olmadıkça, mücadele kendini böyle bir yönelişe yükseltemedikçe, tarihsel deneylerin defalarca gösterdiği gibi "iktidar" adacıklarını üst üste yığarak, "ikili iktidarı sürece yayarak" devnmi başarmak bir yana, o iktidar "parça"larında tutunmak bile mümkün olamamıştır. Fransız, Ispanyol, Italyan Komünist Partileri farklı yollar izlemedi. Onlar "kralın çıplak” olduğunu daha ı ()60'larda gördükleri için ardından kendi komünist düşüncelerinden .idim adım soyundular, kapitalizmin karşısında çırılçıplak kaldılar.


YOL 138- Tasfiye Süreçleri Fransız Komünist Partisi'nin camdan "şeffaf" merkez binası onun cesaretinin değil, iktidarsızlığının kanıtı oldu. Karşı-devrimin zoru güçlü vurunca, küçük burjuva radikalinin kafasındaki (gelecekle ilgili tasarımındaki) devrim hedefini, zorlu yollardan çıkılabilecek zirveden, dağın eteklerine, günlük kargaşanın çıkmaz sokaklarına tekerlemiştir. Bu gelinen noktanın, önceki yenilgi ve geri düşme anlarında uğranan yalpalamalardan önemli bir farkı vardır. Düzenden yediği darbelerden sonra, hedefteki bazı yanılgılarını onarma çabasına giren küçük burjuva devrimciliği, Eylül faşizminin darbesinden sonra böyle bir çabaya girmek yerine kendini tümüyel hedefsizleştirmiştir. Yürünecek yolu, yolun neresinde olduğunu kontrol edebileceği bir hedefe, varış noktasına artık sahip değildir. Geçmişten ve gelecekten kopuk şimdiyi yaşayacaktır. İnsanlar zaten kendiliğinden davrandıklarından başka bir şey yapamazlar. An'ı oldukça da bilinçsizce yaşayıp giderler. Hedefe sahip olanlar ise, sadece günü değil aynı zamanda geleceği de yaşayabilirler. 12 Eylül küçük burjuva beyinlerde yarattığı travma ile onların görme ve davranma yeteneklerini en aza indirmiştir. Sınıflar savaşı gerçekliğinin yerine "elit-sivil toplum" çelişkisini geçirerek başlayan çözülme, devrimin inkarı ve güne teslimiyetle noktalanmıştır. ***

İlk tasfiye yıllarının burjuva sosyalizmi üzerindeki etkisi hakkında fazla bir şey söylemek gerekmiyor. İstikrarlı bir şekilde CHP takipçisi bir politika izleyen burjuva sosyalizmi, Eylül sonrası takipçi olmaktan çıkmış adım adım sosyal demokratlaşmıştır. V. Kongresinde Eylül sonrası gelişmeleri programına yansıtan burjuva sosyalizmi bu yeni programı "devrime yaklaşmayı oluşturacak bir ara aşama" olarak tanımlar. Devrime kendini zaten yakın hissetmeyen burjuva sosyalizmi, Eylül derslerinden sonra araya birde "yaklaşma aşaması" koyunca nasıl iyice sağa savrulduğunu tahmin etmek zor değildir. Bu "aşama", "devlet sektörünün demokratikleştirilmesini,


YOL 139 onun tekelci ve büyük sermayeye hizmet eder olmaktan çıkarılarak halkın ve ulusal ekonominin hizmetine verilemesi"ni (Ulusal Demokrasi Programı) amaçlamaktadır. Eylül darbesi sosyal demokrasiyi 1960'larda kısmen koptuğu fınans kapitale doğru sırtından iterken, burjuva sosyalizmini de sosyal demokrasiye doğıu güçlü bir şekilde savurmuştur. "Tekellere hizmet etmeyen bir ulusal ekonomi" hayalini ancak sosyal demokratlıkla aptallaşmış beyinler kurabilirdi. Eylül'ün ilk yıllarında kendini böyle gösteren çözülme ve tasfiye, özellikle sosyalizmin çöküşünden sonra tüm sınırları aşan bir yol katederek ANAP'la ittifak noktalarına kadar uzanmıştır.

İkinci Tasfiye Süreci ve Özellikleri Türkiye devrimci hareketi içinde Eylül düzeninin ilk tasfiye yıllarını belli ölçülerde aşabilmiş siyasetlerin önemli bir çoğunluğu kısa bir yükseliş yaşadıktan sonra 1990'larla birlikte yeni birtasfiye sürecine girdiler Bu süreçte b e lirle y ic i etkenin çıplak devlet zoru olmadığı yeterince açıktır. Cunta'nın yerini "sivil" hükümetlerin almasıyla ortalık güllük gülistanlık hale gelmemiş, anti-terör yasasıyla hukuki biçimini alan devlet zoru sistemli bir biçimde devrimci hareket ve yığınlar üzerinden eksik olmamıştır Buna rağmen, 1990'larla birlikte yaşanan tasfiye ve çürümeleri sırf anti-terör yasasında şekillenen devlet zoruna bağlamak sürecin derinliklerindeki gerçek nedenleri örtmek olur. Bu erimenin nedenlerine gelmeden 1987 sonrası devrimci siyasetlerin bu sürece nasıl girdiklerini gözden geçirelim. Buradan yeterince ipucu ortaya çıkacaktır. 1987 ile başlayan işçi ve öğrenci hareketindeki yükselişin devrimci hareket üzerinde etkisi birkaç yönlü olmuştur. Devrimci kabarış, örgütlenmelere taze kan vermiş, bir gelişme yaşanmıştır. Öte yandan aynı kabarış bilinçlerde 12 Mart’takine benzer bir çıkış özlem ve bekleyişini beslemiştir. Oysa PKK'nindaha 1984'de yaptığı atılım, politik akıştaki önemli bir değişikliğin, eski yollardan yürünemiyeceğinin canlı habercisi olmuştur.


YOL 140- Tasfiye Süreçleri Sürecin henüz yüzüne çıkamayan, derinliklerinde akan özelliklerini yeterince kavrayamayan Türkiye devrimci hareketi, 1987 ile bir yükselişe girerken, aynı zamanda zaaf ve yetmezliklerini de sergilemiş oluyordu. Çıkışlar "atak"larkısa bir süre sonra dağılma ve çürümelere dönüşerek, en kör göze batarcasına Eylül'ün ilk sınavını kısmen geçenlerin yeni mücadele yıllarına hiç de iyi hazırlanmadıklarını gösteriverdi. Bu süreçte, burjuva sosyalizminden ayrıca hiç söztemeyeceğiz. Onlar ilk tasfiye yıllarında sosyal demokratlaşarak siyasi zemin değiştirdiler. Küçük burjuva radikalizmin D.Yol dışındaki kesimleri ile köylü kökenli küçük burjuva devrimciliği büyük zaaflara uğrasalar da, Eylül'ün ilk döneminde D Yol ölçüsünde bir tasfiye sürecine girmedikleri için, ikinci tasfiye süreci etkisini duyurmaya başladığında önemli ölçüde eski siyasi zeminlerini koruyanlardı. Bu süreci başlatan gelişmeleri hatırlayalım PKK'nin 1984'te başlayan gerilla mücadelesi ve 1987'deki yığın eylemlerindeki artım etkisiyle bazı çıkışlar yapıldı. Acil, TKP(B) ve 16 Haziran'ın yaptığı çıkışlar çok kısa sürede tersine bir süreç başlatarak bu siyasetleri tükenme noktasına getirdi. Oldukça ucuz, dar görüşlü ve hazırlıksız yapılan çıkışların ortak beklentisi kısa sürede bir açılım yapmaktı. Bu siyasetler hem PKK'nin hazırlıklanndan zerrece öğrenmemiş olduklarını, hem de 1987 kabarışının özelliklerini algılamadıklarını acı deneyler yaşayarak kanıtladılar. D.Sol'a gelince, aynı değerlendirmeyi yapmak farklılıkları hafife almak olur. Gerilla mücadelesi için örgütsel yapılanma ve teknik olarak daha gelişkin bir hazırlık süreci yaşamıştır. Bu konuda belli bir ustalık gösterebilen D Sol, taktik yöneliş ve siyasi yapılanma konusunda kendini vuracak ilkelliklerden kurtulamamıştır. Mücadeleyi düzenin işkencecilerinden intikam taktiğine daraltan D.Sol, bu yönelişiyle hem yeterince canlı ruh haline ulaşmamış, yığınlardan kopuşmuş; hem de devleti gereğinden erken üstüne çekmiştir Bu taktik darlık sonunda örgütü çatlatmıştır. Kabuk kırılınca siyasi yapının hala 12 Eylül öncesi "şeflik" ilkelliğinde kaldığı ortaya


YOL 141 çıkıyor. Bütün bunlar Eylül öncesi alışkanlık ve hataların Eylül düzeni koşullarında tekrarlanması oldu. Hatalar aynı olsa da koşullar oldukça değşik olruğu için sonuçlar eskiye hiç benzemedi. Ne 12 Mart öncesinde, ne de 1970 li yıllarda yapılan benzer hatalar böyle sonuçlar yaratmamıştır 12 Mart öncesinde devrimci hareketin yıllar süren sessizliğine ve TİP'in pasifizmine karşı hazırlıksız ama coşkulu ve radikal çıkışlar geleceğe olumlu miraslar bırakabiliyordu. 1970'li yıllarda ise, düzenin MC hükümetleri ve onun maşası MHP eliyle halka saldırılarının yaşandığı ortamda taktikler yeterince soğuk kanlı ve uzak görüşlü olamasa da, mücadale yükselen bir seyir izleyebilmiştir. Oysa Eylül faşizmi yıllarında ve PKK başarılı adımlarla gelişirken eski alışkanlıklardan kaynaklanan hatalar dünden farklı olarak hemen çarpıcı bedeller ödediler; öte yandan ilkel, hazırlıksız, sırt coşkuya dayalı dar ufuklu çıkışlar geleceğe artık hiçbir olumlu miras bırakma şansına sahip değildi. Düşman ve aynı zamanda işçi sınıfı daha yetkin bir mücadele seviyesi dayatırken, eski seviyenin üzerine çıkamayan, hatta bazen onu bile yakalamakta güçlük çeken siyasi yapılar için yaşam alanı her geçen gün iyice daralıyordu. Küçük burjuva radikalizminin yukarıda sözünü ettğimiz D.Yol dışında kalan ve daha çok şehirlerde üstlenen bu kesimi, Eylülün ilk sınavında D.Yol ölçüsünde çözülmese de yeni bir mücadele dönemine girerken çok kötü sı navlar vererek öğrenme ve yetkinleşme yeteneğini önemli ölçüde yitirdiğini göstermiştir. Köylü kökenli küçük burjuva devrimciliğinin aynı süreçteki durumunu değerlendirdikten sonra tasfiye sürecinin genel bir muhasebesine geçelim. Bu alanda başlıca Partizan ve TDKP’den söz edilebilir. Bu siyasetlerin doğuş zemininde "toprak devrimi" özel bir yere sahiptir. Kapitalizmin Türkiye'deki gelişimini "yarı feodal" ilişkilerden öne geçiremeyen bir kavrayışa sahip olan bu yapılar, ister istemez köylü dayanaklı bir halk savaşına hep vurgu yapmışlardır.


YOL 142- Tasfiye Süreçleri 12 Mart deneyiyle birlikte TDKP ( o zamanın Halkın Kurtuluşu) köylü devrimciliği özlemlerinden şehir mücadelesine doğru bir evrimleşme yaşaya başlamıştır. Çayanların ve D.Gezmişlerin şehit olmasından önemli ölçüde sağa dönük bir ders çıkartan TDKP, 1975'lerden itibaren "bireysel teröre" karşı olduğunu her nefes alışında tekrar etme gereğini duymuştur. Bu aşırı vurgu, sözde doğru görünürse de, özde, devrimci zorun uygulanmasından pratikte birkopuşm a anlamına geliyordu. Bu eğilim, 1979'ların sıcak ortamında sağ özünü örtebilmiş ancak aynı perdeleme 12 Eylül koşullarında imkansız hale gelmiştir. Bütün keskin söylemine rağmen, TDKP artık TKP'nin boşalttığı siyasi zemine çekilmektedir. O boşluğu kendi uslübü ve söylemiyle doldurmaya aday görünüyor. Kırdan kaynak alan, ya da daha doğrusu kırsal mücadeleyi özleyerek yola çıkan TDKP, bugün şehirlerdeki orta tabakaların siyasi eğilimi olmaya doğru kuvvetli bir şekilde evrimleşmiştir. 12 Eylül, bu evrimleşmede belirgin bir basamak olmuş, siyasetin sağa savruluşu daha açık hale gelmiştir. Siyasetin kapitalizmi ve işçi sınıfını görmemekte direnen yönüne karşı bir tepki olarak yaşanan kopuşma, "Ekim" devrimlerini özlese de, urviyerizmin, işçi popülizminin ötesine gidememiştir. 12 Eylül'ün göze iyice batırdığı gerçeklikler bu siyasetin orijinal politik zeminini eorozyona uğrattığı için yapı savrulmalara açık bir duruma gelmiştir. Köylü kökenli ve bu zeminde bugüne kadar tutunmakta az çok kararlı siyaset ise Partizan'dır. Kapitalizmin gelişmesi Partizan'ın stratejik kavrayışlarını önemli ölçüde aşındırmış, PKK'nin gelişim mücadelesi ise pratik yönden insan malzemesini eritmiştir. Bu iki yönlü baskının altında çeşitli bölünmelere uğrayan yapı, gelişme ve değişmelere karşı direndikçe kan kaybına uğramıştır. Teorik ve siyasi olarak eski zeminine sıkı sıkıya tutunması, "halk savaşı" için ise ilkel ve amatör hazırlıklardan öteye gidememesi, köylü ve bölgeci özeliğini aşamaması, Partizan'ın mücadelenin yen koşullarını algılayamadığına en açık kanıtlardır. D:Yol gibi tüm devrimci değerlerden kopuşmak köklü bir çürümedir,


YOL 143 ancak koşullardaki önemli değişime rağmen eski hatalı zeminlerde direnmek de, çürümenin bir başka yüzüdür. Partizan, bıktırıcı biçimde eskiyi tekrarlayarak, sadece gelişmeye kapalı olduğunu değil, geleceği de kucaklayamayacağını kanıtlıyor. Küçük burjuva devrimciliğinin D.Yol’da temsil edilen kesimi ve burjuva sosyalizmi hariç, diğer siyasi güçler 1987 yükselişini az çok devrimci zeminlerde kalarak karşıladılar. Fakat bu yükseliş yılları aynı zamanda zorlu bir sınav dönemi oldu ilk tasfiye sürecindeki girdaba çekilmekten az çok kurtulmuş siyasetlerin önemli bölümü, yığın hareketindeki yükseliş koalisyon hükümetiyle bir durulmaya girdiğinde, selin ardından kalan artıklara dönüştü. Bu süpürücü, tasfiye edici akıntının esas zeminine gelmeden, politik ortamda çürüme ve çözülmelere yol açan öne çıkmış etkenlere değinelim. Eylül ün ilk dönemdeki tasfiye yolları, kısa döneme yoğunlaştırılmış ve arttırılmış devlet zoru tarafından döşendi. 90'la birlikte hızlanan son tasfiye çürüme sürecini, zamana yayılmış ama düzenli ve sistematik hale getirilmiş devlet zoru hazırladı. Fakat bu sorun süreçteki etkisi, ilk yıllardaki ölçüde değildir. Her iki dönemi bu açıdan kabaca eşitlemek dönemlerin kendine özgü özelliklerini silikleştirmek olur. İlk yıllardaki bir ölçüde kaba yüklenmeden sonra devletin kendini sınıflar savaşına karşı daha iyi hazırladığını devrimci hareket yeterince kavrayamadı. Bu gerçeklik, dar ufuklu ve hazırlıksız çıkışlarla sergilenirken, devlet de ucuz zaferler kazanarak kendini moralce güçlendirdi. Kürdistan'da ise tam tersi bir sürecin aktığını söylemeye gerek yok; gerilla savaşına karşı erken ve ucuz sonuçlar alacağını sanan devlet siyasi ve moral olarak yenik konumlara düşmüştür. İkinci etken, işçi ve öğrenci hareketinin sonuçlarından uğranılan düş kırıklığıdır. Yükselen halk hareketi, ilk tafsiye dalgasında yere düşmüş siyasetlerin ayağa kalkabilecek son güçlerini de yitirdiklerini gösteriıken; diğerlerinin hızlı açılım yapma beklentilerini boşa çıkartmıştır. Bu boşa düşme, siyasi yapıların temellerine kadar inen etkileryaratmıştır.


YOL 144- Tasfiye Süreçleri Düzenin Eylül vuruşuyla yığınlar ve devrimci öncüler arasında yarattığı kopuşma 87 yükselişiyle onarılamayınca, bu kopukluk kronikleşmeye ve tasfiyeci sonuçlar yaratmaya başlamıştır. Yığınlarla buluşmaya devletin koyduğu engeller bir yana, siyasetlerin yem koşullarda eski kalıpların içinde kendilerini tekrar etmekten öteye gidememeleri kopukluğu derinleştiren ve kronikleştiren en önemli etkendir. Üçüncü önemli etken, PKK'nin yürüttüğü mücadeledir. Düzen, siyasetlerin çürümüş yanlarına vurup parçalar kopartırken; PKK mücadelesiyle devrimci ortamda bir baskı yaratarak canlı unsurların çürüyen yapıların dışına çıkabilmesine imkan yaratmıştır. Son olarak sosyalizmin yıkılışının yarattığı etkilerden söz etmek zorundayız. Yıklış kendini taktik olarak yenileme ve yetkinleştirme gücünü gösteremeyen siyasetlerin önüne b ir de dev boyutlu teonk sorunlar yığmıştır. Genellikle yapılan, görevin büyüklüğüne karşılık eski türküleri daha yüksek perdeden tekrarlamaktır. Sorunlara böyle yaklaşım, mezarlıktan geçerken korkuyu bastırmak için ıslık çalmayı andırıyor. Sosyalizmin yıkılışı, ilk tasfiye dalgasında boğulan küçük burjuva radikalizminin D.Yol kesimi ve burjuva sosyalizmi üzerinde yıkıcı bir etki yaramıştır. D.Yol, post-modernizmin kımıltısız bataklığına düşerken, burjuva sosyalizm kapitalizmle, hatta emperyalizmle "birlikte yaşamanın" teorilerini yapmaktadır. Devrimci hareketin geriye kalan kesimi üzerinde sosyalizmin çöküşü, kum torbasıyla dövülen bir insanın ciğerlerinde dayağın bıraktığı ize benzer bir etki yaratmıştır. Dış görünüşün aldatıcılığının altında ağnlı bir iç kanama vardır. Bunu örtmekığn, sağlıklı birinsanmışcasına yapılacak bütün davranışlar vücudu güçten düşürmekten başka bir sonuç doğurmayacaktır. Bu dört ana etkenin ışığında ikinci tasfiye döneminin vurgulanması, öne çıkartılması gereken esas zeminine gelelim. İlk tasfiye girdabının devindirici gücü Eylül düzeninin başlarındaki yoğunlaştırılmış devlet zoruydu; 90 sonrası hız kazanan tasfiye sürecinin hareket ettirici gücü; dönemin devrimci görevlerinin zorudur.


YOL 145 Eylül sonrası düzenin özeliklerini kavrayıp mücadele gücünü yetkinleştiremeyen siyasetler, kendini dayatan görevlerin baskısı altında çözülüp tasfiye oluyorlar. Böyle bir süreç, Kürt ulusal hareketinin ve 1987'de başlayan eylemlerinin yükselişi yaşanmadan başlayamazdı. Faşizmin baskı ortamındaki hareketsizlikte siyasi yapıların sırt kendilerini korumaları da, düşmana karşı bir mevzi tutmak anlamına gelebiliyordu. Yükselişle birlikte yapıların kendilerini korumaktan öteye yeni görevlere ne ölçüde hazırlanmış oldukları dergi sayfalarından çıkıp pratiğin insafsız sınavına girmeye başladı. Faşizmin ilk dönemindeki tasfiye oluşlar, işkencede çözülmeye benzer; görevler karşısındaki dayanıksızlık ve erimeler, daha çok işkenceden başı dik çıkıp "yeni günlük yaşama" döndükten sonraki çözülmelere denk düşer. İlk tasfiye yıllarında dökülenler görevlere hazırlanmak şöyle dursun, talip bile olmadılar, olamadılar. Onlar açısından sosyal ve siyasi olaylara yaklaşım artık düzenin kanallarının dışına çıkmadığı için, devrimci görevlerden söz etmenin bir anlamı yoktur Yeni yaklaşımlar adı altında, burjuvazinin çöplüğünde ne kadar eski paslanmış silah varsa hepsine sarıldılar. Diğer siyasetler, ilk fırtınada çok fazla savrulmasalar da, döneme yaklaşımlarını çözülmelere karşı gösterdikten tepki ve öfkelerle sınırladılar. 12 Eylül'ün yarattığı değişikliklere, 12 Mart'la bir benzerlik kurmaktan öteye yaklaşılmadığı için, birinci tasfiye yıllarından kendilerini koruyan siyasetlerin önemli bir bölümü, bu korumayı bilinçli bir davranış olmaktan çıkartıp bir reflekse dönüştürurek, sosyal olayların zenginliği karşısında katılaşmaya uğradılar. 12 Eylül'ün yarattığı değişmelere anaforlara karşı böyle kavrayıcı olmayan bir katılığa düşüldüğü gibi, sosyalizmin çöküşene karşı da başka bir tepki üretilemedi. İman tazeleyen, yüksek sesli tekrarlar kulakları tatmin etse de beyinler açlıktan kurtulamadı. işçi

Dünya'da ve Türkiye'de açılan yeni dönem teorik, taktik ve örgütlenme 1 sorunlarında bazı önemli değişimleri dayatıyordur. Bunların


I YOL 146- Tasfiye Süreçleri olayların sıcaklığında hemen ve tümüyle kavranılması elbette mümkün değildir. Önemli ve belirleyici olan dikkat ve davranışları gelişme ve değişimlerin yönüne çevirmiş olmaktır. Eğer öğrenme yeteneği yitirilmediyse, kısa sürede yeni dönemi kavrayıştaki hamlıklardan kurtulunabılir. Ancak, ikinci tasfiye dalgasında dökülen ve eriyen siyasetler açısından yapılması gereken en önemi tesbit, onlann öğrenme yeteneklenyle ilgilidir. Tümü bu yeteneğini yitirmiştir: Ya düzenin kanallarına süıiiklenip, egemen sınıflardan "öğreniyorlar". Sağ liberal sıyası yönelişlere evrimleşenler açısından söz konusu olan budur Ya da kendini devnmcı bir değişime de kapayıp katılaşarak, kırılganlaşıyor; ama sonuçta yine dökülmekten kurtarm ıyorlar. Öğrenme yeteneğini yitirme kendini başlıca iki biçimde ortaya koymaktadır. Katılaşmak, tüm esneme gücünü yitirmek. Bu durumda örgüt içinde canlı bir iletişim olmayacağı gibi yapının yığınla bağlantıları da cılızlaşır. Kimse birbirini duymaz hale gelir Öteki uç ise, aşırı deformasyona uğrayarak herşeyi tartışır hale gelmektir Herşeyı hep birlikte bıktınrcasına tartışmanın en belirgin sonucu ise hareketsizliktir. Katılaşanlar davranarak kırılırken, tartışanlar durağanlıktan erir­ ler. İlk tasfiye dalgasının devrimci ortama bıratığı "miras” özellikle D.Yol ve Kurtuluş'un içine düştüğü "bitmeyen senfoni” gibi bitmeyen tartışma senanslarıdır. Düşünce üreten değil, sonuçta insanı tüketen bu tartışmalar, davranma cesaret ve enerjisini yitirmiş olmanın kendini laf kalabalığı biçim inde ortaya koymasından başka bir şey değildir. İkinci tasfiye dalgasında kendini belirgin biçimde ortaya koyan özellik katılaşmalardan doğan kırılma ve dağılmalardır. Kendim basit yeniden üretim gibi tekrar eden kapalı ekonomileri andıran kapalı siyasetler, dönemin görevlerinin güçlü baskısı altında çatlayıp dağılıyorlar. İlk tasfiye yıllarındaki dökülmeler düşmanın yoğun zoru karşısındaki dayanıksızlığın kanıtı oldular. Dirençlerin yitirilişi daha sonra derinleşerek


YOL 147 teorikleşti. İkinci tasfiye rüzgarı daha çok siyasetlerin iç gelişim enerjisinin tükendiğini, kendini yenileme çapının kalmadığını, çekirdekteki korun sönüp soğumaya yüz tuttuğunu gösteriyor. Dönemin, çok daha ustalık ve yetkinlik isteyen görevlerinin üstesinden gelinemediği noktada, bu görevler süpürücü, tasfiye edici bir güce dönüşüyor.

Eskinin Tekrarını İmkansızlaştıran Nedenler 12 Eylül yıllarının en önemli siyasi sonucu şudur: Küçük burjuva devrimciliğinin sınıflar savaşı alanındaki yeri iyice daralmıştır 1960'larla açılan dönemde parlak bir şekilde öne fırlayan küçük burjuvazi, Eylül fırtınasında önemli ölçüde yitip gitti. 12 Eylülün ilk yıllarında yaptığımız değerlendirmelerde (1982'ler) D. Yol'un büyük darbeler yemesinin küçük burjuva devrimci iğinin tükenmesi anlamına gelmeyeceğini, Tüıkiye'nın "küçük burjuvalar denizi" olduğunu ileri sürerek kanıtladığımızı sanmıştrk. Olaylar bizi doğrulamadı. D. Yol, hiçbir şekilde ayağa kalkamayacak ölçüde felçli hale gelirken, 1989‘lara gelindiğinde önceki gibi yaygın bir küçük burjuva hareketinin gelişme şansının zayıf olduğu açık hale gelmiştir. Binnci ve ikinci tasfiye dalgası küçük burjuva devrimciliğini tüketmiştir. Yok olmaması, hatta kendini arada sırada parlak çıkışlarda duyurması onun 19771erdeki misyonunu koruduğunu göstermiyor; tam tersine Eylül sonrası her “çıkış" ve açılma denemesi bataklığa çekilen birinin çığlığına ben­ zedi Genel anlamda küçük burjuva devrimciliği şüphesiz "yok" olmayacaktır Ancak artık bunun kadar kesin başka bir gerçeklik daha vardır; gelişme tarihinde 1978'lerde yakaladığı seviye ve misyonu bir daha yakalama şansı yoktur. 12 Eylül küçük burjuva devrimciliğinin kendini de sarhoş eden, parlak misyonuna tarih bir nokta koymuştur Eskinin tekrarını imkansız kılan gelişmeler nelerdir? Bunları uç ana başlıkta toplamak mümkündür. İlki, ekonomik temel; ¡kincisi, sınıflar savaşındaki duıtım; üçüncüsü, taktik düzeydeki gelişmelerdir. Ekonomik temeldeki değişimin derinlerden gelen etkisi kendini daha çok 1985‘ler sonrası ortaya koymuştur. Özal'ın adına bağlı


YOL 148- Tasfiye Süreçleri olarak yaşanan Türkiye kapitalizminin ikinci sıçramalı gelişimi bazı noktalarda ilkinin tam zıddı sonuçlar yaratmıştır. 1950'lerle başlayan ilk sıçramalı gelişim sınıflar savaşını hızlandırırken küçük burjuva devrimciliğini öne çıkartmıştı. 1980'lerle açılan ikinci gelişim yılları tam te rsin e kü çü k b u rju va d e vrim ciliğ i için ölüm çanları çalmaktadır. Bu tür radikal devrimcilik, esas olarak kapitalist gelişimin kendinden önceki üretim biçimleriyle çatışması zemininden kaynak aldığı için, ekonomik gelişimin zeminde yaratacağı erozyon kendini siyasi alanda da gösterecektir. Türkiye'de kapitalist gelişimin iki yolu üzerine geçmişten çıkıp gelen çekişmeler, 12 Eylülle derinleşen ekonomik süreç tarafından gündemden kaldırılmıştır. Bu çekişmelerin odaklaştığı devletçilik ve "toprak reformu" sorunları, ordu gençliğinin özlediği yollardan değil, Menderes'in açtığı yoldan çözüme ulaşmıştır; ya da gündemdeki eski ağırlığını yitirdiğini söylemek daha doğru olur. Küçük burjuva radikalizm enerjisini, henüz Türkiye ölçüsünde gücünü kanıtlayamamış olan kapitalist gelişmenin 1950 sıçramasının yarattığı sancılardan almıştı. Onun için kendi yönelişlerini teorize ederken, Türkiye'de kapitalizmi bir türlü "egemen üretim biçimi" olarak göremedi. Kapitalist gelişimi sık sık "yarı feodal" ilişkilerle kıyaslayarak, dürbünün tersinden görmeye eğilimli olan küçük burjuva devrimciliğinin bu tavrı aslında onun sınıfsal içgüdüsüydü. Kapitalizmin gelişimiyle tarihsel bir dönüşüme uğratılan küçük burjuvazi, tam bu geçit noktasında en radikal tepkiler verebilmektedir. Küçük köylülüğün, taşra esnafının konumlarındaki değişim zorlamaları devrimci tepkilere kanallar açmıştır. Öte yandan aydınlar, kapitalizmle birlikte yığınsallaşırken aynı zamanda onun sırf çıkarcı özüne tepki duymadan gelişemezler. Egemen burjuvazinin çiğ çıkarlarına bağlı olduklarını anlamadan önce, kendilerini "insanlığın çıkarları" seviyesine yücelmiş görmeye eğilimlidirler. 1980'ler sonrası Türkiye’de kapitalizmin gelişimi yeni bir sıçrama yaşayınca, kapitlalizm öncesi üretim ilişkilerine yeni güçlü darbeler


YOL 149 vurulmuş, dürbünün tersinden Kapitalist gelişimi görmeye yatkın olan küçük burjuva devrimciliği, bu sefer olaylara çıplak gözüyle bakmaya cesaret edemeyip dürbününü düzeltince kapitalizmi aşırı yakın ve gelişmiş görerek radikalizm zemininin eridiğini hissetmiştir Dün kakpitalizmi cılız ve gelişmemiş olarak kavradığı ölçüde radikalleşebilen küçük burjuvazi, 80 sonrası gelişmeler karşısında kapitalizmin gücünü abarttığı ölçüde liberalleşmiştir. Yanılgılı kavrayışlardan öteye, küçük burjuva radikalizminin zemini 80 sonrası ekonomik gelişmelerle zayıflamıştır. Bu küçük burjuvazinin "refah toplum alarfndakine benzer bir konuma ulaştığı anlamına gelmiyor. Kapitalizmin mevcut yapısında böyle bir konuma gelmesi yakın tarihi gelişim açısından mümkün değildir. Radikalizmi aşındıran küçük burjuvazinin mevcut ulaştığı konum değli, onun değişen ana yönelişidir. Kapitalizmi cılız olarak gördüğü günlerde işçi sınıfı hareketinin de etkisiyle, kurtuluşunu düzenin sınırları dışında aramaya yönelen küçük burjuvazi, Özal'ın “iş bitiriciliği" karşısında kapitalizmin çekim gücüne kapılarak ufkunu "kapitalizmin iyileştirilmesine" daraltmıştır. Bu tarihsel dönüşün yeni birkınlmaya uğraması, Türkiye kapitalizminin koşullarında kaçınılmaz görünüyor. Ancak böyle bir gelişim için mücadele ederken eskinin alışkanlıklarından kurtulmadan doğru halkalar yakalanamaz. Geçmişin tekrarını imkansız kılan ikinci ana nedene, sınıflar savaşındaki duruma gelince, 80'lerle bir dönemin kapandığını söylemek mümkündür. Kapitalizmin gelişiminin birdöneminde yaşanan sınıflar kopuşması yıllarına özgü olan süreçlerin 80 sonrası tekrarlanmadığı ortadadır. Sınıfların siyaset sahnesine örgüt ve parolalarıyla çıkışları, kendi güçlerini deneyip, kavramaları, bu sürecin bir bakıma kaçınılmaz özelliği olan radikaliz m 80 sonrası yerini güçlerin birbirini daha soğukkanlıca tanıdıkları, hatta uzlaşma yollarının arandığı bir zemine bırakmıştır. Böyle bir ortamda, 1977'lerin özlemleriyle davranılamayacağı açıktır. Ve uzlaşma havasını kırmanın çok daha zorlu bir görev olduğu ortadadır. Sınıflar kopuşması yıllarının sıcak ve değişken devrimci ortamını


YOL 150- Tasfiye Süreçleri "suni denge" kavramıyla algılayan küçük burjuva devrimciliği önemli bir yanılgıya düşmüş olsa da bir kavramla aynı zamanda o yılların çok değişken ortamını dile getirerek gerçekliğe bir yanından değinmiş oluyordu "Denge" tersine devrildikten sonra ise kapitalizmin çekim gücüne kapılan küçük burjuvazi "suni" beklentilerinden kopuşarak "gerçekçi" olmuştur Yeni süreci algılamayanlarise, katılıklarını düzenin 12 Eylül le inşa ettiği bariyerlerine çarparak sınamışlardır. Son olarak taktik düzeye değinmeliyiz. Eylül sonrası dönemin özellikleri yeterince kavranmayınca uygun taktiklerin geliştırilememesi bu kavrayışsızlığın mantık sonucu olmuştur. 80 öncesinde taktik hataların sınanması düzenin güçleri karşısında oluyordu. Özellikle 1987 sonrası, siyasi hareketlerin taktikleri yalnızca düzen güçlerinin değil; PKK’nin başarılı taktik hattının sınavından da geçmektedir. PKK, Türk devrimci hareketinin hatalarını yüzlerine vuran bir ayna işlevi görmektedir. 1979'un toz duman ortamında, kendi taktik konuruma söz söyletmeyen siyasetler hatalarını 12 Eylül yenilgisi koşullarında bile kavramamak için direndiler. Bu yöndeki "direnişler" muazzamdı. Hatalarla bu ölçüde kenetleniş günümüzdeki cüceliğin nedenidir. PKK deneyi, ucuz ve parlak çıkışların zavallılığını devrimci ortama yansıtan bir ayna olmuştur. Artık, hataları laf kalabalıklarıyla veya kof taktik çıkışlarla örtmenin imkanı yoktur. Eski hataların tekrarını imkansızlaştıran son ve belki de en önemli neden Kürt ulusal mücadelesinin başarılı taktik hattıdır. Bu aynada kendi hatalarını görmemek için gözlerini sıkı sıkıya kapayanlar siyasi ölüme mahkumdur. Şarktoplumlarının sosyal davranışının derinliklerine işlemiş olan köylü kurnazlığı ile davranıp aynaya kaçamak bakışlar atarak kendini düzeltmeye çalışmak ise sakat, felçli yapılar yaratmaktan öteye gidemez. 1990'lar koşullarında özgürlük için döğüşenler, hata yapmak açısından artık eskisi kadar özgür değildirler. Günümüzde yanlışlar için iki katlı bedel ödenmektedir. 1980'ler öncesi devrimci ortamda güçlü bir çekim odağı yoktu. 7-8 yaygın devrimci siyaset, devletin provakasyonlarıyla bulanıklaştırmış siyasi ortamda taktik bir üstünlük


YOL 151 gösteremediler. Bu nedenle belirgin biçimde bir çekim merkezi olamadılar. Oysa günümüzde bir hatanın bedeli yitirilen güçlerle düzene ödenirken, geriye kalanların PKK'nin çekim alanına girmesiyle ödenen bedel ikiye katlanmaktadır. Bu iyi bir durumdur. Hataların aydınlığa çıkmasında yol kısalmıştır. Soysuzca yapılan, ikide bir tekrarlanan sözde "özelleştirilen" etki gücü çok azalmıştır. Pratik karşılığı olmayan "halk savaşı” çığlıklarının çekici hiçbir yanı kalmamıştır. Sosyal demokrasiden ve düzenden sırf barışçıl yollarla yıllardır talep edilenler, egemenlerin gündemine birtürlü giremezken, ustaca yürütülen gerilla savaşıyla diplerdeki siyasi gerçekler en üst noktalara çıkmış, boylece 12 Eylül'ün güçlü bir biçimde beslediği sağ hataların yolu tıkanmıştır. Bu koşullarda intihar etmeye niyeti olmayanlar eski hatalan tekrarlamaktan kurtulabilmelidir.

Sonuç Türkiye devrimci hareketi, son otuz yıllık mücadele yaşamındaki en köklü kabuk değişimini yaşıyor. Bu değişim olağan bir ortamda olmaktan çok dünyanın ve Türkiye'nin oldukça olağanüstü günler yaşadığı bir ortamda gerçekleşmektedir. Bir yanda sosyalizmin çöküşünden ve Eylül rejiminin özelliklerinden kaynaklanan bir akım, kum fırtınasının engebelerin üzerine yığılması gibi devrimci mücadelenin üstüne yığılıp, onun alanını daraltırken; öte yandan "üçüncü dünya"nın genel durumundan kopup gelen, bizde Kürdistan özgülünde yoğunlaşan güçül bir radikalizm rüzgarı bütün örtüleri savururak akıp gitmektedir. Türkiye devrimci hareketi bu iki güçlü akımın kesişip; anaforlaştığı bir ortamda kendini yenileme kavgası vermektedir. Tarihsel gelişim küçük burjuva devrimciliğinin misyonuna bir son verirken proletarya sosyaliziminin yolunu kendiliğinden açıvermiyor. Geçmiş yıllardan çıkarılması gereken en büyük ders, küçük burjuva devrim ciliğinin tükenişini tesbit etmek, bu tükenişi ekonomik ve sosyal gelişim in sonuçlarına bağlamakla yetinmek değildir. Böyle bir yaklaşım sosyat olaylardan: Kautsky gibi ders çıkartmak olur.


YOL 152- Tasfiye Süreçleri Küçük burjuva radikalizminin tükenişinde kopuşamadığı, büyük bir inatla kenetlendiği taktik yanılgıları çok önemli bir rol oynamıştır. Bütün bir 12 Eylül dönemi bu konuda çarpıcı örneklerle doludur. Küçük burjuvazi ya tümüyle geçmişini inkar eden konumlara düşmüş, bunu y a p m a d ıy s a e s k in in te k ra rın d a n ö te ye bir gelişm e gösterememiştir. Hareketimiz, kendini yenileme yeteneğine sahip olduğunu göstermiştir. Ancak bu konudaki hızı insanı çileden çıkartacak ölçüde yavaştır. Günümüzde yaşanan tasfiye gerçekliğinden bir ders çıkarılacaksa, o da şudur: Dönemin özelliklerine göre kendimizi yenilemek, fakat bu yetmez. Süreçlerin ancak so n u n u yakalayabilen bir değişim hızı hareketi tasfiye anaforundan kurtaramaz. Süreçleri etkileyen bir değişim hızına sahip olduğumuzda öncülüğü yakalayabilir, tasfiye gibi olumsuz bir süreci bile hareketin lehine çevirebiliriz.


YOL 153 ÜRETİM SÜRECİNİN YENİDEN YAPILANDIRILMASI M. AKYOL Kapitalizme kadar insanlığın yolunu açan insan üretici gücü, kapitalizmle birlikte geri plana düşmüş, teknik üretici gücü adeta tek başına belirleyici olmuştur. Öte yandan kapitalizm, işyerlerinde bir araya getirdiği insanlarla, sosyaizmi yaratacak kollektif aksiyonunun -insan üretici gücü- temelini de atar. Ancak bu kollektif aksiyon henüz kollektif bilinçten yoksundur, sosyalizm bu bilinci yaratmaya çağrılıdır. Yaşanan 70 yıllık sosyalizm deneyi ise üretim sürecinde bu kollektif bilinci yaratma yerine -kuşkusuz üretimin yeniden öıgütlenmesi aracılığı ile- moda deyimle 'kumanda yöntemini" ortaya çıkardı. Kuşkusuz "sosyalizmin 1. inşa döneminde" bu mümkün müydü, 1. dönemi noktalayan 89 çöküşünde bu kollektif bilincin kollektif aksiyona kazandırılmamış olması ne denli rol oynadı, başlı başına bir inceleme konusu olarak duruyor. (Sovyetlerle Taylorculuğun uygulanması) Ne gariptir ki, sosyalizmin çağnlı olduğu bu göreve, bambaşka amaçlar için de olsa -karı maksimize etme- kapitalizm talip oluyor. Teknik üretici gücü geliştirerek, bugüne kadar karını maksimize etmeyi başaran kapitalizm artık bunun sınırlarını görüyor. Ve teknikle birlikte insan üretici gücünü ön plana çıkaran yeni üretim örgütlenmeleri ile karlılığı arttırmayı deniyor. Bu yeri üretim örgütlenmeleri, işyerindeki işçinin kollektif aksiyonuna, kollektif bilinç katma yolunda adımlarda oluyor. Üstelik bu sermayenin isteğine ters düşme pahasına. İşte 70'li yıllarda Japonya'da ortaya çıkan, 80'li yıllarda ABD ve Avıupa'da yaygınlaşan yeri üretimörgütlenmelerini, orgarizasyonlannı bu çerçevede kavramak gerekli. (Aynı konu için Yol, Sayı 5, sayfa 21) Bunlardan özellikle ikisinin -quality circles ve lean pro­ duction- incelenmesi son derece öğretici.

Kapitalizmin üretim örgütlendirmesini değiştirme süreci Sendikal hareket genel olarak, üretim sürecinin makro düzeyde


YOL 154- Üretim Süreci -pazar, sömürü-tahlilinden yola çıkarak, taleplerini formüle ederler. İlk elde sömürünün sınırlandırması doğrultusunda, ücretlerin, pahalılık düzeyinden daha üst oranda arttırılması, çalışma süresinin kısaltılması, sosyal haklarvb. gibi. Mikro düzeyde yani üretimin dolaysızca geıçekleştiği işyeri düzeyinde talepler istisnalar dışında yok gibidir. Zaten kanuni düzenlemelerle, sendika mümkün olduğunca işyeri dışında tutulmaya çalışılır. Bu konuda en acı deneyler, haftalık çalışma süresinin kısaltılması sırasında yaşandı. Sendika ve işveren, yaptıktan toplu iş sözleşmesinde, çalışma süresinin ne kadar kısaltılacağına karar verirler ancak bunun nasıl yapılacağı tamamen işverenin kararına tabidir. Bunun sonucu olarak işveren bu düzenlemeyi kendi çıkarlarına en uygun şekilde yapma imkanına kavuşmuş demektir. Benzer şekilde çalışma koşullannı en dolaysızca etkileyen, işyerinde üretimin örgütlenmesinde ne sendikalar, ne de işçi temsilciliklerinin söyleyecekleri şeyler vardır. Bunlar tabudur, toplu iş sözleşmesine bu konuların girmesi en çok mücadeleyi gerektiren konulardır. Oysa işyerindeki üretim süreci, kapitalist ilişkilerin dolaysızca üretildiği bir alandır. Diğer bütün kapitalist ilişkiler, bu süreç içinde ortaya çıkan ilişkilerin dolaylı yansımalarıdır. K.Marx'in bu konudaki yazılarını içeren, " Kapitalist üretim sürecinin dolaysız sonuçları* adlı derleme yazılar yüzyılı aşan bir süre sonunda, ilk defa 1969 yılında yayınlandı. Ve tahmin edileceği gibi, kapitalizmin mikro düzeyde -işyeri düzeyinde- analizi, Marksizmin en az geliştirilen yanı oldu. K.Marx bu yazılarında aynrıtılı olarak, işyerindeki iş-üıetimörgütlenmesinin sonuçlarını irdeler. Ancak bunlar, daha sonra yazılması düşünülen -Kapitalden sonra- ciltler için yazılmış ilk düşüncelerdir. Kapitalizmin tekelci döneme girdiği 20. yüzılın başından itibaren fabrika içindeki üretimin organizasyonu da yeni bir şekil aldı. Taylorculuk ya da akar band üretim adlan verilen bu yeni üretim organizasyonunda tek tek işler en ufak birimlere ayrılarak bir üretim çizgisi boyunca onlarca, yüzlerce iş adımları ile yapılmaya başlandı. Böylece kitlesel üretim yapma ihtiyacına cevap verildiği gibi, üretkenlik de kapitalizmin


YOL 155 istediği düzeye yükseldi. Bununla, işçi ile ürettiği ürün arasındaki yabancılaşmada en üst düzeye çıkmış oldu. 70'li yıllara gelinceye kadar bu üretim organizasyonu, kapitalist gelişmenin bir simgesi haline dönüştü. Sağlanan üretkenlikle, sosyal devlet rüyaları biraz somutluk kazanırgibi oldu. İşçi sınıfına pastadan ayrılan pay, oransal olarak olmasa bile miktar olarak arttı Sosyal barış için gereken önşartlar ortaya çıkmış gibi gözüküyordu. Ancak 1970'lere gelindiğinde yavaş yavaş bu üretim organizasyonu artık kapitalizmin ihtiyaç duyduğu üretkenlik düzeyine cevap veremeyecek hale geldi. Herşeyden önce akar bant sistemi teknolojik gelişme düzeyine paralel olarak, aşırı boyutlarda sabit sermaye yatırımını gerekli kılıyordu. Teknolojik gelişme hızla sürerken, bu gelişmenin ihtiyaç duyduğu yatırımların aynı hızda ve düzeyde yapılması mümkün olamadı. Bunun sonucu bir dizi işkolları, eski teknoloji ile üretim yapmaya devam etmek zorunda kaldı. Taylorizmin ihtiyaç duyduğu yatırımlar, üretim araçlarının yenilenmesi devasa boyutlara vardı. Kısacası salt teknik ilerleme ile üretkenliğin -kar oranının- arttırılması mümkün olmuyordu. Bu noktada "sosyal teknik" adı altında yeni yöntemler -üretici olarak insanı öne çıkaran- ortaya çıktı.

Sosyal Teknikler Sendikal açıdan bu sosyal teknikleri inceleyen T.Breisig 1990 yılında yayınladığı "İşyerinde Sosyal Teknikler"adlı araştırmasında "Kontrol Gruplarımdan, "Kalite Çemberi"ne -quality circles- kadar 24 değişik "sosyal tekniğim ortak noktalarını şöyle özetler; - Üretim sürecindeki insanı, daha iyi üretim için motive etmek, - İşçinin isteklerine kulak vererek, onun işyeri ile "bütünleşmesini" sağlamak, - Ufak bazı detaylarda işçiye karar hakkı tanımak. Kuşkusuz bu düşünceler yeni değil, yeni olan bunların çok yaygın ve çeşitlilikte adeta bir "sistem" olarak uygulanmaya başlaması. Sürekli ön plana çıkarılan konu ise "kalite". Onun hemen yanısıra "esnek olmak". Yukarda söylenenlerin ışığında bu her iki parolayı


YOL 156- liretim Süreci anlamak mümkün, ilki üretkenliği, -karı- arttırmaya, İkincisi devasa boyutlara varan yatırım ların boyutunu küçültme amacına denk düşer. Kalite çemberi bu çerçevede 70'ii yıllarda Japonya'da büyük işletmelerde görülmeye başlar. Daha önceki "sosyal tekniklerden" farkı, bütün işletme çapında değil, küçük gruplara yönelik olmasıdır. Kısa zamada yaygınlaşan bu model çerçevesinde 1985'lerde 10 milyon işçinin "kalite çemberlerine" katılması sağlanır. Başarı tahminin üzerinde olunca, gerek ABD gerekse Batı Avrupa metropollerinde uygulamalar devreye sokulur. Değişik işyerleri bunlara, "Çalışanların Forumu", "Problem Çözüm Grubu", "Beraber Çalışma "gibi süslü isimler de buldular.

Kalite Çemberi (KÇ) KÇ genel olarak aynı bölümde çalışan 5 ila 8 insandan oluşur. Diğer sosyal tekniklerden farklı olarak düzenli aralıklarla (örneğin 2 haftada bir), çalışma zamanı içinde 2'şer saatlik toplantılar halinde yapılır. Grup kendi yöneticisini seçer, yönetici çalışma teknikleri konusunda gerekli bilgileri edinmek zorundadır. KÇ için değişik çalışma yöntemleri vardır, Pareto-Analizi, Ishikavva Diyagramı gibi. Çalışmalar genel olarak 5 adımda gerçekleşir; - İlk adımda sorunların listesi çıkarılır, - Bunu takiben bu sorunlara ilişkin gerekli doküman ve bilgiler edinilir, - Bu sorunları çözmek için bulunan yollardan, hangisinin en az çaba ile en fazla yarar getirileceği analiz edilir, - Ortaya çıkacak yeni durum ların nereden kaynaklandığı araştırılır, - Sonuç olarak sorunu çözecek bir model geliştirilir. KÇ tarafından getirilen çözüm modeli işyeri yönetiminin tesbit ettiği bir kurul tarafından incelenir ve uygulamaya konulupkonulmayacağı kararlaştırılır. Tabi iyi bir öneri getirenlerin de uygun bir şekilde mükafatlandmlması söz konusudur. Başlangıçta sadece üretim alanında kurulan KÇ'ler giderek idari alanlara da sıçramış bu-


YOL157 lunuyor. KÇ'nin çıkış amacı isminin çağrıştırdığına denk düşer, üretimde kaliteyi yükseltmek. Bu aynı zamanda üretim süreci karşısında kayıtsız kalan işçinin ilgisini uyandırarak , onun salt kol gücünü değil, ama aynı zamanda kafa gücünü de kullanmayı amaçlar, bir taşla iki kuş. KÇ aynı zamanda rasyonelleştirmeler için iyi bir metod olur. Bir yandan pahalı uzmanlarla daha ucuza nasıl üretim yaparım diye para ödemeye gerek yok, İkincisi işçiye kendi işini, kendi önerinle kaybettin denilerek tepkisini hafifletmek. Kalite Çemberinin başarısının sırrı da zaten buradadır. Doğrudan doğruya üretim süreci içinde olan işçi, çoğu kez sorunun nereden kaynaklandığını, çözümün nerede olduğunu, pahalı uzmanlardan daha iyi bilir. Tek sorun bunun formüle edilmesidir ki, KÇ de zaten bunu halleder. Başka bir boyut, çoğu kez "yukardan gelen emirlerin" "altta" işçiler tarafından pek gönüllüce karşılanmamasıdır. Ama işçiye, KÇ ile bulunan veya bulundurulan çözümü kabul ettirmek, hatta gönüllüce onu en iyi şekilde uygulamasını sağlamak en kestirme yoldur. Bunun için KÇ çalışmaları içinde "yukarının otoritesi" kesinlikle işçiye hissettirilmez. Zaten KÇ içinde çalışma kesinlikle bir zorunluluk değil, isteğe bağlı olarak lanse edililr

Sendikal açıdan KÇ Sendkal hareket başlangıçta KÇ'leri "yönetime katılma" doğrultusunda bir amaç olarak gördü. Ama öz itibarı ile bu nun aynı zamanda işverenler tarafından, işyerindeki sendikal örgütlenmeye alternatif yaratma amacında kullanılmak istemesi üzerine tavır alma ihtiyacı duydu. Gerçekten de pek çok büyük işyerinde sendikal örgütlenmelerin yerini KÇler almaya başladı. Bu körlük sendikalara epey pahalıya mal oldu, işçileri sendikal m ücadelenin içine çekmek daha da zorlaştı. işverenler KÇleri aynı zamanda, çalışma şartlarını iyileştirmek için kullanmak istediklerini söylediler. Buna karşılık sonuç, rasyonelleştirme ile daha zor şartlarda çalışma oldu. Unutulmamalıdır ki, KÇlerin kesinlikle tek başlarına bir kararı uygulama hakları yoktur, bu tamamen ı

ı


YOL 158- Üretim Süreci işverenin kararına kalmıştır. Amaç, yukarıda belirtildiği gibi üretkenliği arttırmak için tekniğin yanında giderek insan faktörünün -insan üretici gücü- devreye sokulmak istenmesidir. Üstelik bu hiç de yeni teknikler gibi yatırım vs.de gerektirmediği için olağanüstü ucuz bir yöntemdir. Bütün bunlara rağmen kuşkusuz düzene, sömürüye karşı mücadeleyi bayrağına yazmış bir sendika, iyi örgütlü oluduğu işyerlerinde, KÇ aracılığıyla ve KÇler içinde kesin egemenlik sağlaması koşulu ile sömürüyü sınırlama doğrultusunda adımlar atabilir. Ama çoğu kez olan bu iyi niyetle yola çıkışın, kısa sürede işverenin güdümüne girmesidir. KÇ'lerin en yaygın olarak kullanıldığı alan Japonya’da Otomobil e n d ü strisid ir. A şağıdaki rakam larda zaten b ir yorum u gerektirmiyor.

Dünya Otomobil Üretimi Yıllar 1960 1987 Toplam Otomobil Üretimi 12.8 Milyon adet 34.1 Milyon adet Ülkelerin Pay oranı ABD %52 %21 Japonya %1 %23 Avrupa %38 %34 S. Birliği %2 %7 Diğerleri %7 %13 G. Kore %2 (Kaynak: 1988 Worlds Automotive Yearbook) Endüstride Yıllık Üretkenlik Oranları (% olarak) 1974 74-79 80-85 87-90 ABD 2.2 0.25 0 .8 1.6 8.4 Japonya 3.2 3.8 2.9 4.4 B.Almanya 3.4 2.0 2,3 (Kaynak: OECO Economic Outlook Aralık 1988)


YOL 159 Üretim Sürecinin Yeniden Yapılanması: "Lean Production" Henry Ford'un 20. yüzyılın başında, otomobil fabrikasında, ilk akar bantta meşhur T-Model motoru üretmeye başlaması ile başlayan süreçte, üretkenlik %300 gibi olağanüstü boyutlarda artmıştı. 70'li yılların başından itibaren ise üretkenliğin artması adeta kaplumbağa hızı ile gelişti. 1960 ile 1968 arasında Batılı endüstrilerde üretkenlik artışı yıllık ortalama % 4.1 iken, son 20 yılda ortalama %1 5'e kadar düştü. Yapılan değişik incelemeler, bu süreç içinde büyük işletmelerin üretimdışı alanlarda hantallaştığını gösteriyor. Zaten hizmet sektöründeki 'patlama", beyaz yakalıların mavi tulumlulardan sayıca öne çıkmaları bunun göstergesi. Almanya, Baden'deki CAD-Center profesörlerinden W.Guttropf, endüstriyel işletmelerde doğrudan üretimde çalışanların, toplam personelin %20'sine kadar düştüğünü iddia ediyor. İşte "lean production" bu aşırı hantallaşmış üretim organizasyonu "zayıflatmayı" amaçlıyor Başka bir deyişle, daha az işçi ile, daha dar bir alanda, daha az yatırımla, aynı kalite ve miktarda üretim Kaite Çemberinde olduğu gbi gene Japonya bu yeri üreSmorganizasyonunda önde gidiyor. Ekonomi gazetelerinde son bir yıldır aynı türden haberler görmek mümkün, bir işyeri üretimin iki misline çıkarmasına karşılık, çalışanların sayısını %20 azalttı. Bununla da bitmiyor, üretim için gerekli olan girdi depolanmasını %80 azalttı, montaj için gerekli olan alanı üçte iki küçülttü, siparişler %100 zamanında gönderilmekle, bozuk mal miktarı yarı yarıya azaldı. Sonuç: işçi başına ciro miktarı bir yılda %21 arttı. Diğeri sadece % 16, bir diğeri %15 vs. Üstelik bütün bunlar, Batıyı kasıp kavuran ekonomik krizin ortasında oluyor. Tabi, OECD ülkelerinde %10 sınırını aşan işsizliğe, yeni işsizlerin katılması gerçeği, madalyonun diğer yüzü. Dünya pazarında böylesine kıran kıran bir mücadele sürüyor, ya üretkenliği arttıracaksın ya da dünya piyasasından silineceksin. Büyük tekellerin menajerleri hedefi açık açık gösteriyorlar, üretkenliğin en az %5 ila %10 arasında hem de her yıl arttırılması. Bunun nasıl olacağını da gösteriyorlar. Clinton başkan seçildikten sonra, önde


YOL 160- Üretim Süreci gelen menajerler, ekonomistler, sendikacılarla bir zirve toplantısı yaptı. Burada konuşan Apple computers menajeri J.Sculley, şu anda üretim organizasyonunda ortaya çıkan değişikliği, 18.yy'da ortaya çıkan "manifaktür" biçimi iş örgütlenmesinden sonraki ikinci devrim olarak adlandırdı. "Lean production" aynı zamanda sosyal bir bomba olarak da görülüyor. Son beş yıl içinde 50.000 işçiyi sokağa kovan ABB tekeli menajeri P. Barnevik, önümüzdeki on yıllarda endüstriyel gelişmiş ülkelerde işsizliğin % 20 ila %25 olabileceğini söylüyor. Gerçekte de H. Ford yüzyılın başında akar bant sistemi ile üretime başladığında, haftalık çalışma saati radikal bir biçimde 60 saatten 48 saate düşmüştü. Oysa bugün, tekeller toplumun bir de işi olanlarla, işi olmayanlar biçiminde bölünmesine çanak açıyorlar. "Sosyal devlet" düşleri sona eriyor, işsizlere yaşam hakkı bile tanınmak istenmiyor.

Yeni bir üretim organizasyonu: Fordcu ya da Tay torcu üretim örgütlenmesi, tüm üretim sürecini en ufak "iş adımlarına" bölerek bu adımları teker teker işçilere, bir "üretim çizgisi" boyunca -akar bant- yaptırma esasına dayanır. Bir ürünü binlerce işçi binlerce adımda üretir. Buna karşılık yeni üretim modeli, "lean production" veya sadece üretim sürecindeki adı ile "produktion- insel" -üretim adacığı- sayısı ona varmayan işçinin bir grup çalışması düzeni içinde, bir ürün için gerekli olan binlerce adımı her işçinin yüzlerce değişik adımı yerine getirmesidir. Akar bantta örneğin 20 değişik vidayı 20 değişik işçi, 10 somunu 10 değişik işçi monte ederken, bir üretim adacığında bütün bu "adımlar"ı bir veya iki işçi yerine getirir. Bu işbölümü ile artık akar bant için gerekli devasa yatırımlar asgariye düşer. Yeni bir ürün değişikliği de benzer şekilde, bir akar bantta devasa boyutlarda değişikliği gerektirirken, üretim adacığı basit bir iki değişiklikle yeni bir ürün üretimine geçebilir. "Lean Production" daha önce belirtildiği gibi sadece üretim adacıkları ile sınırlı değildir. Diğer üretim birimleri, planlama, depo ulaşım ve benzeri alanlarda "zayıflatılmak" durumundadır. Akar bant sistemi,


YOL 161 bir aylık hammadde ve ara maddelerin depolanmasını öngörürken, "zayıf üretim bunu haftalık, hatta günlük olarak yapar. Böylelikle depolanma giderleri en aza inerken, riziko da bunlan gönderen işletmelere kısmen de olsa devredilmiş olur. Böylelikle bu işletmelerde "zayıflanmaya" zorlanmış olur. Ürünü pazarlayanlar da, toplu mal alıp depolama yerine ne zaman satacaksa, o zaman ürünü elde eder. (Just in time) Ürün ile işçi arasındaki ilişkide nitel olmasa bile bir değişiklik geçirmekte. Akar bantta üretilen ürün, işçi için tümden yabancılaşır. Üretim adacığı da ürünü işçiye yabancılaştırır, ancak ürün işçi için sonucunu gördüğü, ürünü tüm ortaya çıkış sürecinde yaşadığı bir olaydır. Ürünle arasındaki ilişki, akar banttaki ile kıyaslanınca daha somuttur, onda kendisinin bir parçasını görür. Zaten bu ilişki, üretim adacığında daha az bozuk ürün çıkmasının nedenidir. Öte yandan, ürünü oluşturan adımlar, onun için sonu görünmeyen bir süreç değil bilinen, onun için belli bir mantığı olan bir süreçtir. Üretim sürecindeki hareketleri, akar bant sisteminde olduğu gibi, önceden en ince ayrıntısına kadar tesbit edilmiş, onun dışına çıkamayacağı hareketler değildir. Keza iş sıralaması da. Böylelikle mekanik olarak aynı hareketleri tekrarlayan varlık yerini düşünerek hareket eden, sınırlı da olsa insiyatif kullanabilen varlığa terk eder. Böylelikle sermaye, daha önce sadece ■ kol emeğini kullandığı işçinin kafa emeğini de kullanma imkanına kavuşur. Üstelik ek bir ücret ödemeden. İşte bu yeni ilişki, kollektif aksiyon, kollektif bilinci kazandıracak sürecin başlangıcı olabilecektir. Bu tesbit, biraz da el yordamı ile bulunmuş bir tesbittir. Bilimsel açıklaması için deneylerin birikmesi gerekir. Üretim adacığında üretilen, kapitalist ilişkinin özellikle mikro-düzeyde işyeri düzeyinde incelenmesi gerekir. Nasıl ki Fordçu-Taylorcu iş organizasyonu, kapitalist ilişkilerin dolaysızca üretilmesi için yeni bir aşama oldu ve bu ilişkiler bütün toplumsal ilişkileri belirlediyse, yeni iş örgütlenmesi de aynı yol izleyecektir Bunun ilk belirtileri, sınırsız büyüme tezlerinin yerini kaliteli büyüme tezlerine terk etmeye başlamasında görebiliriz.


YOL 162- liretim Süreci Türkiye ekonomisi içinde gerek KÇ gerekse "lean production" olsa olsa kaba bir kopya olarak yerini alacağa benzer. Bu türden araştırmalara uygulamalara finans kapitalimizin ne nakti, ne de vakti vardır zaten. En büyük işletmelerde, araştırma-geliştirme giderleri hemen hemen yok gibidir. Özellikle Türkiye finans kapitalinden "modernlk" "çağdaşlık" hele hele "emperyalistlik" bekleyenlere önemle duyurulur. Kapitalizm yeni ufuklara, kriz içinde de olsa, yelken açıyor, bizimkiler -finans kapital ve "solcularımız"- hala eski çayırda otluyorlar. 12 yıllık aradan sonra açılan DİSK, "yeni" tezleri ile, finans kapitalle, kopyacılıkta yarışa girişiyor. Buram buram "batı" ve "entel" kokan bu tezleri Avrupa sendikal hareketi bile üflüyerek içiyor. Bizimkiler, 12 yıllık açlıktan olsa gerek, önüne sürülen sıcak sütü bir nefeste mideye indiriyor. Onu eleştiren "radikal sollarımız" mı? Onların da finans kapitalizmimiz gibi nakitleri ve de vakitleri yok gibi, ne Türkiye gerçeğinde güncel araştırma ne de geliştirme Öyle ya ne gerek var bunlara hepsi kara kaplı "Kuran’da” yazılı, "demir demir üstünde gidecek, dem ir havada uçacak" demiyor mu peygamber. Eee, Marx da "lean production" "çözümlemesi" yoksa yuh olsun zaten ona.

Yeni Dünya Düzeninin Ekonomik Gidişi 1975/75 ve 1980/82 ekonomik krizlerinden sonra 1991 ortalarından sonra kapitalist dünya yeniden bir ekonomik krize girmiş bulunuyor. Bu yeni krizi diğerlerinden ayıran bazı önemli noktalar var. Bunlar kısaca, 1 Kriz içinde büyük uluslararası şirketlerin karlarının artması (Artış oranının 1992 için %9, 1993 için ise %19 olması bek­ leniyor.) 2. Sosyalist sistemin ortadan kalkması ile sistem rekabeti ve onun sonuçları da ortadan kalkıyor. a) "Sosyal DevleT'e veda bunların en önemlisi, böylece işsizlik yardımlarının kısılması, sınıf kaymalannın artması, kapitalist metropollerde "3 dünyanın" ortaya çıkmasını getiriyor. b) 82 krizinderYçıkışta Regan yönetiminin, silahlanmaya yaptığı


YOL 163 yatırımlar (Uzay savaşları vb.) bugün tekrarlanma şansını yitirmiş durumda. c) Dünya ölçüsünde üçüncü dünyayı "komünizmdenkoruyacak" masraflara gerek yok. d) ABD ve Japonya'nın olduğu gibi Avrupa'nın da şu anda "arka bahçesi" mevcut. (Doğu Avrupa, Rusya) Türkiye Portekiz gibi ülkeler yerine bu ülkeler ucuz işgücü alanları oluyor, üstelik buradaki devlet işletmeleri de bedavaya satılmakta. 3. Komünist hareketlerin içine girdiği arayışa paralel olarak, sermayenin artık sosyal-demokrasiye ihtiyacı kalmadı. Ispanya, Fransa, Isveç'de artık sosyal demokrasi iktidarını ve bu sefer toplumsal gücünü de yitirdi. Diğer ülkelerde bunları izleyecekler. Sosyal Demokrasi artık hasta yatağındaki kapitalizmin doktoru olmaktan çok, yeni liberallerin ortağı rolüne alışmak zorunda. Sistemler arasında veya onlara alternatif bir üçüncü yol tartışması artık yok. 4. İşsizlikle mücadele artık iktidarların programlarına bile girmemekte, kapitalist metropollerde "ekonomi dışı" katmanlar hızla artmakla, "üçte ikilik toplum " modelleri tartışılmakta. 5. Sendikal hareket bugüne kadar sınıfın kazandığı haklan koruyamakta daha önceki kriz dönemlerinde pahalılığın hızla düşmesi ile gerçek ücretler izafi olarak artarken bugün gerilemekte. Kovboy R. ve Lady T. ile anılan yeni liberal ekonomik gidiş, Ford-Keynes tipi biçimlendirmenin yerine özelleştirmeyi getirirken yeni tip üretim yöntemlerini de gündeme getirdi. Devletin ekonomiye her türlü müdahalesi sınırlandırıldı. Sosyal harcamalar sınırlandırıldı. Buna karşılık özellikle servet, kurumlar vergisi düşürüldü. Sonuçta başta ABD olmak üzere bütün metropol devletler bir borç krizi içine girdiler. Bunlar şu andaki krizden çıkmanın önünde duran engeller biçimine girdiler. Böylece krizin yapı değişimine olan etkisi, olağanüstü arttı ve sadece büyüme ile krizden çıkış ihtimali azaldı. Kriz yeni üretim modelleri ile ilgili tartışmaları (Ford-Taylor tipi kitlesel -akarbanttipi üretim tipinden, lean production, esnek kitlesel üretime vb.)


YOL 164- Üretim Süreci gündeme hızlaca getirdi, buna devlet sektöründe işten çıkartmalar, yatırımların kısılması ve olağanüstü bir tasarruf baskısı eşlik etti. Bu yeniden paylaşım krizinden çıkışı zorlamakta, aşağıda satın alma gücü zayıflarken, yukarıda spekülasyona kayış görülmekte. Gene son 20 yılda sürekli artan hizmet sektörü çalışanlarında ilk defa kriz döneminde bir azalma meydana çıktı. Banka ve sigortaların, çalışanlarını azaltmalarını sadece gelgeç bir gelişme olara görmemek gerekli. Bu alandaki gerek teknik gerekse de çalışma metotları ile ortaya çıkacak rasyonelleştirme potansiyeli oldukça fazla. Batı Avrupa’da gelecek yıllar içinde bu alanda %20 azalma bekleniyor. (Elveda proletarya diyenler bugün elveda memurlar mı diyecekler acaba?) Bu süreç içinde sermayenin sendikal hareket bakışı da oldukça çelişkili. Yeni ortaya çıkan sermaye grupları, daha sınırsız sömürü isteklerini sendikal hareketi toptan devredışı bırakmakta ararken, klasik sermaye çevreleri bunu hala biraz tehlikeli buluyorlar. Sendikal hareket ise gerek sosyalist sistemin çöküşünün, gerekse de içinde bulundukları örgütsel krize çare bulamamanın moral çöküntüsünü üzerlerinden atamıyorlar. Bunlardan çıkacak ilk sonuçlar şunlar; - Ekonom ik durgunluk Resesyon beklenenden daha uzun sürecek - Durgunluktan çıkılması benzer şekilde daha uzun ve sancılı olacak - Yeni ortaya çıkacak beklenmedik gelişmeler -para sistemindeki krizin çözüm kavuşturulamaması, yeni düzende ortaya çıkacak yeni çatlaklar- bu süreci daha da uzatacaktır. - Toplumsal sonuçlar diğer krizlerden daha ağır ve kalıcı olacak, işsizlik oranları batılı merkezlerde ekonomik patlama zamanlarında bile %10'un altına pek düşmeyecek, - Toplumsal paylaşım savaşı -sendikal, demokratik mücadele- daha da sert biçimler alacak, orta sınıflar kriz öncesi


YOL 165 düzeylerine tekrar gelmek yerine daha da aşağılara çekilecekler. - Sendikal mücadele bunları önleyecek güçte değil, yeni içerik ve örgütlenme biçimi yaratmak zorunda. Özel olarak sendikal harekete bir kez daha değinirsek, - Kendilerini bir dinozor değil, hala toplumsal gerekliliği olan bir güç olarak görmekteler - Sermaye ile kolkola girip "toplumu modernleştirmede" yararlı bir kurum olmak istiyorlar - Çevre ve kadın sorunlarına da öncelik vermek istiyorlar. Buna karşılık, - Bir yapı değişikliği için perspektiften yoksunlar (endüstri politikası yok, üçüncü yol imkanı yok vb.) - Kitleleri harekete geçirecek imkan bulamıyorlar. - Ekonomik krize verdikleri cevap eski Keynesçi reçeteleri yeniden piyasaya sürmekten ileri gitmiyor. Sosyal demokrasininin solunun içinde bulunduğu durum; - Yeni bir arayışın lafı çok ediliyor ancak kendisi yapılmıyor. Ve aynı zamanda SBKP ve benzerleri artık ekonomik sosyal analiz ve çözüm önerileri de sunmuyorlar, artık bunları bizzat yapmak zorundalar. Özellikle bir zamanlar FKP'nin başını çektiği anti-tekel programlar yeniden gözden geçirilmek zorunda, -temel branşların devletleştirilmesi, asgari ücret garantisi, sosyal haklar, servet vergisi artışı vb.- Bu tartışmalarda dikkati çeken nokta bunlann sol- Keynesçiler paydası altında birleştikleri oluyor, ama Keynes'ten bir adım ileri atana pek rastlanmıyor. - Sermayenin geliştirdiği yeni ataklara karşı cevap ya verilmiyor ya da aradan zaman geçip cevabın anlamı kalmadıktan sonra birşeyler söyleniyor. Günlük politik taktikler neredeyse yok gibi veya olanlar da günlük taktik ismine hak kazanmıyor. - İşsizlik her zamankinden daha da güncellik kazanırken, sol kesimin işsizlik konusunda söyledikleri, yaptıkları sosyal demokrat sendikal yapılardan farklı değil. Oysa işsizlik toplumsal muhalefetin


YOL 166- Üretim Süreci önemli bir merkezi olacak düzeyde. Birkaç öneri, - İşyerlerinde neyin nasıl üretileceği tartışmaları artık işyerlerinde tartışmaya açılmalı, sendikal endüstri politikları geliştirilmeli. Sınıfın temsilciliği, sendikal yapı- değil, bizzat üretim yapanların bu tartışmayı açmaları gerekli. - Ford-Taylor sonrası üretim modellerine nasıl cevap verilmesi gerektiği tartışmaya açılmalı. (Ören Tezlerinin açmak istediği tartışma ciddiye alınmalı. Tezlerin devrimci olup olmadığını tartışmak bile abes ancak sendikal hareketin şu an tartışma alanı olması gereken . bir alan için ortaya atılan bu tezler ciddiye alınmalı ve tartışmaya açılmalıdır.)


YOL 167

SOL İÇİ ÇATIŞMALARDA DEVRİMCİLERİN TUTUMU ÜZERİNE İsmail SEÇKİNER İnsanlarımızın kafasını sürekli meşgul eden bir soru var. "Sol neden bölük-porçük, hedefleri aynı, hepsinin amacı sosyalizm olduğu halde neden birleşemiyor?" Bu soruda, demokrat insanlarımızın hatta birçok siyasi hareketin militanlarının güçlü olma, iktidara ulaşma özlemi var. Bu yanıyla olumluluklar da taşıyor. Ancak sorulara verilen cevaplar genellikle "liderlerin kariyerizmi, örgütlerin Çin, Sovyet, Arnavutluk yanlısı" olması vs. vs. çerçevesinde kalır. Bir yandan devrimci demokrat çevrelerin "Ah devrimciler bir birleşse" iyiniyetli sitem ve istekleri devam ederken bir yandan da örgüt tepelerinde birleşme toplantıları yapılır. Hatta zaman zaman bazı örgütler birleşir de. Politik faaliyetinin merkezine sadece birleşmeyi koyup yıllardır birlik hayallerinden başka hiçbir taktik yönelimi olmayan bir sürü siyaset tanırız Ama her birlik toplantısı veya birlik, sonuçta yeni ayrılıklara neden olur. Başta izafi anlamda varolan olumluluk tam tersine dönüp kitlelerde demoralizasyon yaratır. Ayrılıkların temelleri kitlelere kavratılmadıkça bu döngü devam eder gider. Nedir soldaki ayrılıkların nedeni? Kariyerist, beceriksiz yöneticiler mi? Neden devrimci örgütlerin önderliklerine bu olumsuzlukları taşıyan insanlar gelir, tersi olumlulukları ve yetenekleri olan insanlar yok mudur da önderliklere yükselemez? Bu ve benzeri bir iki basit soru dahi, olayı bu tür yaklaşımlarla çözemeyeceğimizi gösterir. Bölünmenin parçalanmanın temelli üç nedeni var. 1. Sınıflı toplumda yaşıyoruz Toplum birçok sınıf, tabaka ve zümrelere bölünmüş durumda. İşçi sınıfı, işveren sınıfı, köylülük, tekel dışı burjuvalar, küçük burjuvalar. Her sınıfın kendi içindeki zümreleri; aristokrat işçiler, kara işçiler vs. vs. Bu sıralamayı daha da arttırabiliriz. Toplumsal bölünmelerin nedeni açık; ekonomik temelin kendisi veya üretim-tüketim- mülkiyet ilişkilerinde yeralış Bizim


YOL

- Sol İçi Çatışmalar

gibi kapitalizm öncesi üretim biçimleri ve toplumsal yapının radikal bir burjuva devrimi ile kökünden yolunup atılamadığı, varlığını kapitalist düzen içinde de evrimleşerek veya entegre olarak sürdürdüğü ülkelerde toplumsal yapı daha da karmaşık, tabaka ve zümrelerin sayısı daha fazla. Hele hele bizim gibi 7000 yıllık antik ilişkilerin etkisini sürdürdüğü ülkelerde durum daha da karışık Toplumdaki her sınıf ve tabakanın farklı çıkarları varsa çıkar mücadelesi var demektir. Çıkar mücadelesi , iktidardaki bir avuç azınlık dışında düzenle çelişkileri, şu veya bu oranda düzene tepkileri varsa, onların politik güç ifadesi olan örgütleri de olacaktır 2. Bu sınıf ve tabakalar birbirinden izole edilmiş değildir. Karşılıklı etki ve tepkileri kaçınılmazdır. Dolayısıyla örgütsel yapılanmalarda ve siyasi yönelimlerde de bu ilişki kendisini gösterecektir. Bu nedenle toplumda varolan örgütler, sınıfsal bölünmüşlüğün birebir karşılığı değildir Ancak elimizde bilimsel kılavuz varsa, ülke ekonomi-politikasını, sınıflar yapısını doğru değerlendiren ideolojimiz varsa en genel hattıyla hangi örgütlerin, hangi sınıf ve tabakaların temsilcileri olduğunu kimlerin başka sınıf ve tabakalardan etkilendiğini kavramamız zor değildir. 19701i yıllardaki durumu bir gözönüne getirelim. Dünya seviyesinde sosyalizmin yüksek bir prestiji vardı Ülkemizde de devrimci hareket tüm zaaflarına rağmen her geçen gün yayılmakta, etkinlik alanını arttırmakta idi. Böyle bir dengenin tüm ara tabakaları etkilememesi düşünülemez. Bir avuç finans kapital, tefeci-bezirgan iktidarı dışındakilerin umudu sosyalizmdi. Bunun tek anlamı vardır; işçi sınıfı kendi dışındaki toplumsal kesimleri etkisine almıştır. Heıkes işçi sınıfı adına konuşmakladır. Böyle bir durum siyasi yapıyı kavramada belli bir bulanıklık ya­ ratacaktır. Sınıflar mücadelesi ve dengelerdümdüz bir hat halinde yürümüyor. Gerek dünya, gerekse ülke seviyesinde dengeler zaman zaman değişiyor. Özellikle iki ana sınıf (işçi ve işveren sınıfı) dengeleri kendisine doğru değiştirebiliyor. İşte bu değişim esnasında ara tabakalara denk düşen örgütlenmelerde evrimleşmeler, politik kaymalar veya


YOL 169 bölünüp parçalanmalar kaçınılmaz oluyor. 12 Eylül sonrası devrimci hareketin yenilgisi ile birçok siyasi eğilim finans kapitalin taktiklerinin peşinde düzen eğilimleri olmaya doğru evrilerek yok olup gittiler. TİP, TSİP, TKP, Dev-Yol en önemli örnekleri. Eğer bölünmelerde önderlerin, kişilerin rolü varsa ancak bu temel üstünde olabilir. Toplumsal, maddi şartlar bir kere yolu çizdi mi o yolda yürüyecek kişiler kaçınılmazca yerini alır Ama kimisi topallayarak, düşe kalka, kimisi zikzak çizerek veya ağzından kan damlayarak, kimisi de sağlam adımlarla yürür. Hepsi bu. Maddi şartların açtığı genel yoldan çıkmak hiçbir "kariyeristin" veya "kariyerist olmayan' ın elinde değildir. Bu noktada bize düşen nedir? Doğru bir ülke tahlili ile bölünmüşlüğü kaçınılmaz olan sol siyasetlerin hangi sınıf ve tabakaya denk düştüğünü (ülke sınıflar orijinalitesi), değişik dönemlerde nasıl diğer sınıf ve tabakalardan etkilenildiğini (somut sınıflar savaşının dengeleri), hangi momentlerde ve nerelerde çıkar birlikleri, ortak hedefleri olduğunu (ittifaklar ve cepheler) kavramaktır. Özellikle en geniş yığınlara bu gerçekliği kavratabildiğimiz oranda boş hayallerin güçlendirdiği kafa karışıklığından, moral bozukluklarından kurtarabilir, halkın, proletaryanın öz örgütünün içinde yer almasını sağlayabiliriz. Yoksa umut ve hayal kırıklığı arasındaki dalgalanmalarla yığınların demoralize olması, yılgınlığa kapılması kaçınılmazdır. Son zamanlarda Dev-Sol içindeki bölünme ve sonrası yükselen olumsuz davranışlar devrimci kamuoyunu alabildiğine meşgul ediyor. Bölünmenin gerçek nedenleri kavranmadan sadece olayların kaba, görünen yanlarıyla tepki ve yönelimler içine giriliyor. Türkiye devrimci hareketi önemli bölünme süreçlerinden birini 12 Eylül öncesi yaşadı. 12 Mart'ın şokları atlatıldıktan sonra ülke, sınıflar mücadelesinde önemli bir yükseliş yaşadı. Grev, direniş, fabrika ve okul işgalleri, özellikle İzmir Tariş ve Gültepe olayları ile barikat savaşı seviyesine yükseldi. Devrimci hareket yer yer, fiilen de olsa yerel yönetimlerde etkili olmaya başladı. Ancak devlet de elbette boş durmayacaktı. Tüm baskı metotlarının yanı sıra


YOL 170- Sol İçi Çatışmalar MHP- Ülkü Ocakları faşist çetesi vasıtası ile devrimci mücadeleyi mahalle çatışmaları, kahve taramaları seviyesine kitleyebildi. Bir yandan derinleşen sınıf mücadelesi, bir yanda ona öncülük etmesi, günlük taktiklerle seviyesini sürekli yükseltmesi gereken devrimci hareket yerine sokak arası çatışmalara sıkışmış devrimci hareket; dönemin en tipik karakteri idi. Bu durum devrimci örgütlerde kaçınılmaz kırılıp dökülmeler yarattı. • Bölünüp parçalanmayan örgüt hemen hemen kalmadı. Ancak şunu söylemeliyiz; bölünmelerde geri zeminde tutunmaya çalışmak ile ileri görevlere talip olmak gibi iki eğilim vardı. Bu anlamda ileri görevlere talip olup, kendini yenilemeye çalışanlar devrimci zeminde idi. İkinci önemli bölünme dönemi 1983 sonrası yaşadı. 12 Eylül'ün darbeleri örgütlerde fiziki yaralar açmıştı. Her eğilim saldırıları kendince belli bir noktada bentleyip, tutunmaya yaralarını sarmaya çalıştı. 1983 sonrası faşizm, saldırılarını ideolojik, teorik konulara yaydı. İdeolojik sağlamlığı olmayan örgütler hızla kendilerini tasfiyeye yöneldiler. Yeni tip saldırılara karşı ideoloji hattında sağlam durabilen örgütler kendilerini geleceğe taşıyabildi. Bu süreçte 87'ler sonrası Acil, Partizan Yolu gibi siyasetlerin hızla tasfiye sürecini yaşadığını gördük Bu da bir bölünme idi, örgütler bütünüyle sosyalizmden bölündü. Günümüzde yeni bir sürece girdik. Dönemin en önemli karakteri nedir? Kürdistan devrimi, kendi partisi önderliğinde her geçen gün mücadeleyi yeni taktiklerle geliştirerek güçleniyor. Savaşı, sürekli bir kaliteye yükseltiyor. Türkiye Halk Hareketi ise bir durgunluk içinde. Her ne kadar zaman zaman gerek sınıfın, gerek kamu emekçilerinin ekonomik, demokratik çerçevede eylemleri olsa da devrimci hareket ona öncülük edip siyasal bir güç haline gelemiyor. Bu durumun devrimci eğilimleri preslemesi aşındırması kaçınılmaz. 80'li yılların sonunda, Dev-Sol bildiğimiz gibi mücadelesini, kendi tarzında yükseltmeye başladı. Özellikle başlangıçta işkenceci polislere vs. yönelen bu eylemlerin olumlu etkileri olmadı değil. Liberalleşmenin hastalıklarını alabildiğine yaydığı, devrimci değerlerin ayaklar altına


YOL 171 alındığı bir dönemde bir çığlık oldu. Ancak günün taktik görevleri, yönelimleri ne olmalıydı? Günlük politik faaliyete bağımlı siyasal çalışmanın önünü açan, alanlardaki insanların enerjilerinin açığa çakmasını engelleyen bentlere yönelik birtarz tutturulamadı. Silahlı eylemlerin etkileri kaçınılmazca kitlelerin başının üstünden geçip gitti. Sonuç bir çığlıktı ama yalnızca kuğu çığlığı olmakla kaldı. Bu kendi ideolojilerinin, dünya görüşlerinin sonucu idi. Eğer eylemlerin kritiği yapılacaksa ideolojik teorik zeminde yapılmalıydı. Özet olarak söylersek; belli bir politik faaliyete dayanmayan, halka değmeyen, rasgele seçilmiş hedeflere yönelen eylemler teknik olarak ne kadar iyi örgütlenirse örgütlensin, ne kadar enerji sarfedilirse sarfedilsin yeni enerjiler üretmeyecektir. Yıllarca yeni enerji ve güç üretmeyen, sürekli tüketen bir tarzın örgüt içinde değişik gerilimler ve komplikasyonlar yaratması kaçınılmazdır Dev-Sol bölünmesinin altında yatan en temel neden bu gerilim ve komplikasyonlardır. Öyleyse olay ancak örgüt ve genel taktik seviyelerden bakılırsa kavranılır ve çözülebilir. Arada şunu belirtelim. Bugün birçok örgütün aşınma ve deformasyonu öyle noktalara geldi ki, bölünme enerjisini gösterebilmeleri bile mümkün değil. Sessiz bir süreçle hızla kendilenni tasfiye ediyorlar. Dev-Sol'un bölünebilmesi bile bir enerjinin varlığını gösterir. Dileğimiz ve isteğimiz bunun şu veya bu yanlış yönelimlerle çarçur edilmemesi, d e v rim in ç ık a r la r ın a ve g ü n ü n g e r e k t ir d iğ i g ö re v le re yönlendirilmesidir. Bölıınmenin su yüzüne çıkışındaki ilk değerlendirmelere baktığımızda tepkilin daha çok,filiz halinde de olsa, örgüt (partileşme süreci) taktik (mılr.ier) vs. gibi noktalarda idi. Bu bakış açısının derinleştirilmesi olumlu noktalara varabilme şansını taşıyordu. Hem ortamın yarattığı Sdiıı ı . ı. ıliılabilir, hem de ilgili taraflarda ciddi bir perspektif genişliği yanıl.ıhıimiı Ancak bakış açısı hemen sübjektif, polisiye noktalara çevnk lı ite lutum derinleştirildikçe davranışların subjektıvizme kaçması kaçınılın.ı/ılıı Davranışları subjektivizm belirlemeye başladı mı neynmı .. .. ı.- duracağını kestirmek pek mümkün olmayacaktır. İşte


YOL 172- Sol İçi Çatışmalar bu noktada kişilerin rolü, kalitesi olayların üstüne bir kara bulut gibi abanır. Son gelinen çerçevede her iki taraf da politik ideolojik değij, polisiye zeminden birbirine yıldırımlar yağ ıdırıyor. Artık yayın organları kişilerin sübjektif değerlendirme ve yaklaşımlarının tekrarı ile pehlivan tefrikalarına döndü. Devrimci militanları öldürmek, dergilerini basıp, devrimci dergi temsilcilerine küfür edebilmek kafaların ne kadar tortulaştığını gösterir. Olayların geldiği uç nokta bunu gösteriyor. Ancak, olaylara gelinen en son noktalardan bakmak da kavramamıza hiç yardımcı olmaz. Dev-Sol bölünmesi sonrası olaylara Türk solundan değişik tepkiler geldi. Bir çok açıklama toplantı yapıldı "Sol içi çatışmalar*' konulu 10 civarında örgütün katıldığı bir toplantıda temsilciler görüşlerini açıkladı Genelde görüş bildiren örgütlerin düşüncelerinin aşağı yukarı ortak bir yanı vardı. "Yapılanlar devrimciliğe sığmaz”, "bu panel bir komisyon oluştursun", "sol içi çatışmalarda karar yetkisi o ls u n ” . Bazı k a ra k te ris tik g ö rü şle ri kısa c ü m le le r halinde sıralayalım. TKKÖ sözcüsü: "Sol içi çatışmaların nedeni sosyalizm anlayışıdır". "Hayatı boyunca kitap bile okumamış, hiçbir iş elinden gelmeyen....

sünnetçilik bile yapamayan kişiler Merkez Komite üyesi oluyor, bunlar MK üyeliğinden başka hiçbir iş yapamaz", "Burjuvazinin bile bir yargıtayı var, solun bir adalet divanı dahi yok." Ekim sözcü sü: "Devrimci hareket yeni tip insan yaratmak zorunda, her şeye evet diyen kullarla devrimcilik yapılmaz." TKP-ML Hareketi sözcüsü: "Dev-Sofaideolqikeleştirileryöneltemiyonjz. Demek ki ayrılık ideolojik değil, DK önerilerimize olumsuz yanıt verip devrimci kanı akıtmaya başladı, ibret verici, mahkum edil­ meli. " TKEP sözcüsü: "80 öncesi sol, çocukluk dönemini yaşıyordu. Çatışmalar anlayışla karşılanabilirdi. Şimdi anlayışla karşılamak mümkün değil. Devrimci hareketler müdahale etmeli. Buradan somut karar alarak çıkmalı yoksa havanda su dövmüş oluruz. Buraya


YOL 173 katılanlar bir komisyon oluştursun. Sol içi çatışmalarda yetkisi olsun." Dev-Sol sözcüsü (Devrimci Çözüm): "Bu bölünme sol içi çatışma, bölünme değil. Hareketimiziprovoke edenler var. Bunlar karşı devrimcidir. (DK tarafının da panelde olmamasına rağmen benzer görüşlerde olduğunu biliyoruz.) Bu konuda tarafsız olmak hareketimize karşı

olmaktır! DK solun bir kanadı olarak değeıiendihlmemeli. Bu sosyalizme, halkların kurtuluşuna ve bize karşı saygısızlık olur. "(Hadi size karşı saygısızlık olur anladık ama neden sosyalizme ve halkların kurtuluşuna saygısızlık o lu yo r? )"Burada kurulacak komisyon sol içi çatışmalara

müdahale edebilmeli." Anti parantez birkonuya değinelim. Bölünme öncesi, sol ittifaklar konusunda Dev-Sol'un sekter, kastlaşmış tutumu biliniyor. Hiçbir ittifak, cephe çalışmasına gelmedikleri gibi böyle bir yaklaşımı adeta genel olarak reddetmek alışkanlıkları idi. Dün ittifak dahi yapılmaz dedikleri, "ittifak için kaç gerillan var" diye sordukları, sol'a bugün kendi içlerindeki bir problemde hakim yetkisi tanımaları hangi tutarlılığın veya çifte standardın ürünüdür? İkinci nokta, konuşmalarının başında devrimci kanı dökmenin ne kadar devrimcilikle bağdaşmadığını anlatan Devrimci Çözüm sözcüsünün konuşmasının son bölümünde nasıl karşı taraftan hesap soracaklarını, Dev-Sol adaletinden (!) kurtulamayacaklarını (yargısız infaza son diyenlerin yargılı infazı bu olsa gerek) ellerinin ayaklarının nasıl kırılacağını anlatması aynı çifte standardın bir ürünü olsa gerek Panelde olmayan DK tarafının da aynı zeminde olduğunu söyledik. Tek fark, yönelimlerinde pervasız bir noktaya geldiler. Bu nedenle okların ucunun o tarafa yönelmesi doğal. Bir konuşmanın vaya bir metnin bazı cümlelerini alıp değerlendirme yapmak, ondan sonuçlar çıkarmak bizim metodumuz değil Sadece görüşlerdeki ortaklığı vurgulamaya çalıştık. Ortak olan yan, bölünmeyi sübjektif nedenlere dayandırmak (sosyalizm anlayışı, kitap okumayan, sünnetçi bile olmayan MK üyeleri, kul olan devrimciler vs. vs.). Bölünmeler sübjektif nedenlere bağlanınca çözüm de epey kolay


YOL 174- Sol İçi Çatışmalar olsa gerek: Liderler çok kitap okumalı, sünnetçilik öğrenmeli, yeni tip insan yetiştirmeli, karar yetkili yargıtaylar kurmalı. Tekrar da olsa belirtelim; sol içi bölünmelerin nedeni toplumun sınıf ve tabakalara bölünmüş olması ve bunlann birbirlerinden etkileşimleridir. Sınıf mücadelesindeki, somut dönüş momentlerinde (yükselme, yenilgi vs.) taktik yaklaşım farklılıkları şu veya bu sınıfın etkisinde kalıp onun zafer arabasına takılmaktır. Dev-Sol'un bölünmesinde ki her iki tarafın politik zeminlerinin zayıflığını söylemiştik, zayıf da olsa bazı ipuçlarından yola çıkarsak öne çıkanlar şunlar: 1) Bölünme arifesinde partileşme sürecinin tartışılmakta oluduğunu legal yayınlarında dahi görmek mümkün. Bir tarafın iddialarında şunlar var: - Dev-Sol'da MK hiç olmadı. - DK kafasına göre MK üyeleri atadı. Hatta, her şehidi MK üyesi ilan etti. - Dev-Sol'un merkez seviyesinde ciddi darbeler almasına yol açan operasyonların soruşturması DK tarafından engellendi. (Bir örgütte bunları yapacak ilgili organlar gerekir) vs. İddiaların görünen sübjektif örtülerini kaldırırsak, söylenenlerin üstünü kazırsak karşımıza örgüt problemleri çıkar. Dev-Sol gibi bir yapının veya yapısızlığın karşısına ikide bir örgüt probleminin çıkması, alt-üst organ ilişkisi olmayan kişisel insiyatiflerin örgüt demek olduğu bir yapının kaos içine düşmesi kaçınılmazdır. Böyle bir örgütlenmeye-organlaşmaya daha adım atar atmaz gündeme parti konusunun oturması kaçınılmazdır. THKP-C kökenli siyasetler neden parti konusunu ağızlarına alır almaz elektrik çarpmış gibi parçalanıyor? 1977’lerdeki Dev-Yol Dev-Sol ayrılığını hatırlayalım. Önemli nedenlerden birisi yine parti konusu idi. Dev-Sol kanadı Dev-Yol'un partileşmeyi sürekli ertelediğini, kendilerinin "bu işi 1-2 senede bitireceklerini” vs. eleştirisini yapıyorlardı. 17 sene sonra tarih tekerrür mü ediyor? Hayır tarih hiçbir zaman tekerrür etmedi. O laylar başka seviye ve zeminlerde benzerlik


YOL175 taşıyor. Partileşme nedir? 1. İdeolojik kristalizasyon. 2. Gerekli organları oluşturacak kadro yapısı. Gerek Dev-Sol, gerekse THKP-C kökenli gruplar partiye bambaşka bir anlam ve misyon yükleyerek idealize ediyor. Partiyi kurmak için büyük kitle, deneyli geniş kadro, adeta devrim yapacak bir güç, kafalardaki skolastik kalıplara göre savaşın bilmem ne aşamasına gelmek. Hepsi iyi güzel de bütün bu hedeflere hangi örgütle varılacak, mücadeleyi hangi organlar yönetecek? Gerekli organlaşmalar yoksa kişisel insiyatifleröne çıkacaktır. Seçilmemiş önderlere her ne kadar secdeye varıp tapınsak da, tanrılara da bir gün isyan edilir. Tanrılar ise her zaman tek başlarına karar vermeye mahkumdur. Hayır, bu organlaşmalar var denilirse, öyleyse parti nedir? Grup yapısı bir hareketin doğuşunda bir süre anlaşılabilir. Ama bunun 10 yıllara yayılması ilkelliğin ebedileştirilmesinden başka bir şey değildir. 2) Taktik yoksunluğun sonuçları: Bildiğimiz gibi Dev-Sol ideolojisini Mahir Çayan'a dayandırır." Demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılmadığı

-rafa kaldırıldığı-geri bıraktırılmış ülkelerde bu tip klasik kitle çalışması düşmanın askeri üstünlüğü ve baskısı karşısında güçsüzlüğe düşecek giderek de sağa kayacaktır." (Bütün Yazıları S.340) Öyleyse tarz ne olmalıdır? "Silahlı propaganda, halkındüzene karşı olan memnuniyetsizliğini ajite eder, .... merkezi otoritenin görüldüğü gibi güçlü olmadığını, onun kuvvetinin her şeyden önce yaygara ve göz dağına ve demogojiye dayandığını gösterir." (ay. S.342) Söylenenlerden çıkan ne? Kitle çalışmasının reddi. Devletin gücünün yaygara ve demogoji olduğu. Her ne kadar teorik olarak reddedilse de hiç kimse kitle faaliyetinden uzak duramıyor. Bu Dev-Sol bile olsa. Ancak teori ile varolan bu çelişki kitle faaliyetlerinde çarpıklığı, darlığı getiriyor. Günlük sabırla işlenmiş taktikler, yönelimler yerine güç olma içgüdüsünün getirdiği savruk bir faaliyet. İkincisi, devlet bir yalan ve demogojiden mi ibarettir? 25 yıl sonra hele hele devletin sınıflar mücadelesindeki deneyleri, basın-yayın


YOL 176- Sol İçi Çatışmalar televizyon gücünün geldiği nokta vs'den sonra bunu söylemek komedi bile değil, olsa olsa trajedi olabilir. PKK'nin yıllardır süren savaşı bize bunu kavratmış olmalı. Dev-Sol yaptığı eylemlerle kitleleri, ama kitleleri ne kadar "ajite" veya ne yönde ajite etmiştir? Son zamanlardaki kayıplar kitlelere "devletin ne kadar güçsüz olduğunu, yalan ve demogojiye dayandığını mı" göstermiştir? Yoksa devletin gücü konusunda tam aksine moral bozukluğu mu yaratmıştır? Kayıplar olmayacak mı sorusunu duyar gibi oluyoruz. Olacak. Ancak söz konusu olan kaybın olup olmaması değil. Halkın kendi örgütlü

gücünü deneyerek enerjisini açığa çıkarması, düşmanını gerçekten tanımasıdır. Kendi orijinalliğini dahi uygulayamayan bilinçsiz ve hedeften yoksun kitle faaliyeti ile karışık halktan ve somut politikalardan kopuk idealize edilmiş anormal misyonlar yüklenmiş parlak eylemler sonuçta uygulayıcısını bile sağa sola savuracaktır. Dev-Sol bölünmesi bu savrulmanın adıdır. İdeolojinin kritiği yapılıp, pratiğe bilinçle yönelmeden atılan her adım tökezlemeye mahkumdur. Son söz. Papaz edasıyla olaylara dürüstlük, ahlak vs. açısından bakıp, vaaz vererek kimse ikna edilemez, ancak günah çıkarabilirler. Ama günah işlemeye devam edeceklerdir. Yapılan toplantılarda diğer sollara düşen hakimlik veya papazlık olmamalıydı. Evet böyle toplantılardan somut kararlarla çıkılmalıdır. Ama somut kararlar Türkiye devrimci hareketinin seviyesini, kalitesini yükseltmeye yönelik olacaktır. Bunu yapabildiğimizde belki sol içi çatışmaları önleyemeyiz ama geleceğe talip olabiliriz.


"Siyaset yolu savaş yoludur. Dövüşen, sosyal sınıf yararlarıdır. Partiler politik sınıf savaşının, Leninizm'deki deyimiyle, keşif koludurlar. Yalnız bu öncülük, salt gidilecek yolu keşfetmek değildir. Bir de ve belki de en önemli olarak da öncülük, gütmek ve devrimi yönetmek anlamına gelir.”

Dr. Hi km et KIVILCIMLI, YOL


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.