Düşünce ve Davranışta Yol Nisan 2001 Sayı 1

Page 1

Sayı:l /Nisan 2001 /Fiyatı: 3.000.000 TL p o litik du rum d e ğ e rle n d irm e s i

“Bir /azar insanlığı ‘B a tıy a doğru giden geminin içinde m evcut durum ve ittifak politikası üzerine Ö m er Demir

D oğ u y a doğru ümitsizce koşan insanlar’a b en zetiy or. Ç aresiz, umutsuz, güçsüz b ir insanlık. G e rç e k le r, Yeni Dünya Düzensizliği’nin söylediği gibi mi? İnsanlığın ümit­ siz ce Batı’ya doğru giden geminin içinde Doğu ya doğru koşmaktan başka ç a re s i yok mu? İnsanlığın aklına g e l­

da vo s'ta n dağ gö rün tü leri

mez mi kaptan köşküne doğru koşmak..?' Kaptan köşküne!”

A yşe Tansever

Mehmet Yılmazer

teorinin sorunları üzerinden marksist hareket ile liberal sol hareket Haşan O ğuz


Yeni yıla damgasını vuracak operasyonlar, güçlerin birleştirilmesi için yeni b ir m om ent

3

Türkiye’nin Avrupa Birliği macerası: Helsinki sonrası b ir yıl

Uyanış Kültür Sanat iletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Organizasyon Hizmetleri Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri M üdürü

Mehmet Yılmazer M evcut Durum ve

O ğuz Çeltikçi

ittifak Politikası Üzerine

15

Ömer Demir Dizdariye Çeşmesi Sok. No: 57 / 59 D:6 Çemberlitaş / İSTANBUL

Günümüzün ideolojik tablosu Marksizm’e ne oldu?

Tel: (0 2 1 2 ) 516 37 85 Faks: (0 2 1 2 ) 517 00 20 W eb: http://direnis.com E-Posta: direnisciler@ direnis.com

25

Mehmet Yılmazer Davos'tan dağ görüntüleri

91

A yşe Tansever AYDA BİR ÇIKAR Küba ziyareti

103

A yşe Tansever

Yurtdışı Satış Fiyatı Almanya 20 DM İsviçre 15 SF

Teorinin sorunları üzerinden Marksist Hareket ile

Baskı Ö zd e m ir Matbaası (0 2 1 2 ) 565 17 74

I

Liberal Sol Hareket

108

Haşan Oğuz


YENİ YILA DAMGASINI VURACAK OPERASYONLAR

GÜÇLERİN BİRLEŞTİRİLMESİ İÇİN YENİ BİR MOMENT Operasyonlar yılı cezaevleri operas­ yonu ile kapandı, yeni yıl “ beyaz enerji operasyonu” ve Irak’ta PKK’ye karşı o­ perasyon hazırlığı ile başladı. 12 Eylül, Cumhuriyet tarihindeki en büyük “ dü­ zeni kurtarma operasyonu”ydu. Ancak Eylül sonrası yaşanan yirmi yıldaki kadar bu düzen hiç çürümedi, yozlaşmadı. San­ ki düzeni kurtarma operasyonu olarak Eylül tam tersi amaca hizmet etti. İkibin yılı içinde yapılan operasyonlar düzen­ deki biriken iltihaplanmayı en açık bir şekilde gözler önüne serdi. Ancak ope­ rasyonlar bir “ çözüm” veya tedavi sonu­ cu yaratmadı. Çoğu büyük gürültülerle başlayıp sönen bir balon gibi ses çıkar­ tarak bitti, gitti. Bu operasyonlar AB için vitrin hazır­ lamak, ondan da önemlisi uluslararası sermayenin Türkiye’ye gelmesi için zo­ runlu düzenlemelerdi. Yeterli görülme­ diği için uluslararası sermaye kendisi de bir operasyon yaptı ve İstanbul Borsası çöktü. Ardından özelleştirmeler ve ban­ ka düzenlemeleri hızlandı. Bütün bu o­ perasyonlar bir “ temizlenme” umudu yaratmak yerine, sistemin ne ölçüde çü­ rüdüğünü ve Özal’ın yarattığı yeni de­ ğerlerin ne ölçüde derinlere işlediğini gösterdi. Bir yolunu bulan vuracağını vurmuştu. Yeni yılda patlayan “ beyaz enerji o­ perasyonu” birdenbire tabloyu değiştir­ di. Önceki operasyonlar söylendiğine göre hükümetin bu konudaki “ karar­ lılığını” gösteriyordu. Oysa son operas­

yon ordu ve hükümet arasında birdenbi­ re “ beklenmedik” bir gerilim yarattı. A ­ NAP hedef haline geldi, M.Yılmaz “ aske­ ri yönetim özlemlerini” eleştirdi.

NELER OLUYOR? Konu doğrudan AB süreci ile ilgilidir. Bu süreç iki egemen zümre arasında kaçınılmaz olarak bazı gerilimler yarat­ maktadır. AB süreci, Türk finans kapita­ linin sivil ve asker kanadı arasındaki çı­ kar çatışmasını derinleştirmektedir. AB, çok açık bir şekilde ordunun siyasetin merkezinden çekilmesini istiyor. Mevcut hükümet içinde, M.Yılmaz bu konuda zaman zaman “ haddini aşan” açıklamalar yapmaktadır. Bunun elbette bir karşılığı olacaktı. Ö te yandan, bugünlerde yeni parti girişimlerinden fazlaca söz edilmektedir. Mevcut partilerin tıkanmışlığı ortada. Son seçimlerde yükseliş yapan MHP ve DSP’nin oylarını daha da artırması ise Türkiye’nin içine girdiği süreç açısından hiç uygun sonuçlar yaratmayabilir. Bu nedenle yeni bir siyasal merkez yaratıl­ maya çalışılıyor. Ancak bunun siyasal çerçevesi ve adamları henüz belli değil­ dir. Fakat böyle bir sürecin bir yandan yeni yıldızlar yaratılırken, öte yandan yoğun karalama kampanyaları ile içiçe gitmesi burjuva siyasetinin doğası gere­ ğidir. Netice olarak, yolsuzluklara karşı operasyonlardan siyasal operasyonlara sıçramak kaçınılmazdı. Önümüzdeki sü-

--------------------------------------- 3 —


— yol---------------------------------------reçte bu tü r operasyonların da hızlanma olasılığı vardır. Düzen hemen hemen bütün mali, siyasal ve bürokratik kurum­ lan ile çürüyünce İkibin yılının her ayı yeni bir operasyonla geçti. Bu yıl daha aşağı kalacağa benzemiyor. Bu operasyonlardan ayrılan ve so­ nuçları bakımından önümüzdeki sürece damgasını vuracak iki operasyonun ayrı­ ca değerlendirilmesi gerekiyor. Bunlar, cezaevlerine yapılan operasyon ve Irak’ta PKK güçlerinin kuşatılmasıyla yeni bir operasyon hazırlığıdır. Ortada düzene karşı yoğun bir ey­ lemlilik ve güçlü örgütlenmeler yokken devletin cezaevlerine saldırısındaki deh­ şet ister istemez akıllara “ Neden?” so­ rusunu getirdi. Elbette strateji değişikli­ ğinin getirdiği sarsıntılara rağmen Kürt Hareketi canlılığını ve kitleselliğini koru­ maktadır. Ö te yandan, son yapılan işçimemur eylemlilikleri derinlerdeki biriki­ mi belli ölçülerde açığa vurmuştur. Dev­ letin şiddetinde bunların rolü vardır. Hatta polisin sokağa dökülmesiyle dev­ letin kurumlarında en sıradan demokra­ tik isteklere karşı ne kadar derin bir kin biriktiği de ortaya çıkmış oldu.

nun yerini çeteler almaya başlamıştır. Bugün “ adaleti” çeteler dağıtıyor, mah­ kemeler değil. Yıl boyunca süren ve ha­ la devam eden sözde yolsuzluk operas­ yonları sıradan insanların bilincine nasıl yansımaktadır? Ülkenin düzeldiği ve te­ mizlendiği kanısını taşıyan bir tek kişi yoktur. Dolayısı ile bu operasyonlar dü­ zene karşı öfke ve tepkiyi toplumsal kıl­ cal damarlarda biriktirm iştir. Düzen kendi istihbaratı ile bu birikimden ha­ berdardır. Yılbaşı gecesi Taksim’de ote­ lin taşlanması hemen önemli bir tepki ve telaş yarattı. Gazeteler “ teleyole kültü­ rünü” manşetlerinde eleştirdiler. Bizzat bu kültürün renkli oyuncakları olan bu gazetelere ne olmuştu? “ Varoşlardaki öfke” yeniden manşetlere konu oldu. Son yirmi yıldaki çürüme ve yozlaşma­ nın Cumhuriyet tarihinde başka bir ö r­ neği yoktur, İkinci Dünya Savaşı yılların­ da da benzer bir yozlaşma yaşanmıştır. Ancak bugünkü ile kıyaslandığında her­ halde “ masum” kalır.

Cezaevleri dehşetinin altında devle­ tin “gücü” değil aczi yatmaktadır. Onlar devletin bir kez daha “yenilmezliğini” kanıtladıklarını sanıyorlar, ancak olaya biraz yakından bakınca tablo tamamen değişmektedir.

Bütün bu gerçekliklerin yanında hü­ kümet becerebilirse sıkı bir IMF prog­ ramı uygulamaktadır. Böyle program­ ların yükünün çalışan halk kitlelerinin omuzlarına yıkıldığı artık çok iyi bilini­ yor. Üstelik eğer program IMF’nin dedi­ ği kapsamda uygulanırsa Türkiye’nin kır­ larında yeni bir altüstlük daha yaşana­ caktır. Avrupa’ya kaçak ya da yasal gidi­ şin yolları artık kapalı olduğuna göre bu kitle bir kez daha varoşları büyütecektir.

Bu yıl yapılan operasyonlarla düzen­ deki çürümenin sadece en üstteki kabu­ ğu biraz aralandı. Bu kadarının bile orta­ ya saçtığı çürüme kokusu müthişti. Eylül düzeni amaçladıklarının tam tersine var­ mıştı. Devlet otorite ve dehşetini a rtır­ dıkça aynı oranda yozlaşmış, bu kez o ­

Devlet kurumlarının çürüdüğü, rüş­ vetin normal bir davranış haline geldiği, siyasal partilerin %10’luk tarikatlara dö­ nüştüğü, ordunun da yirmi yıldır nere­ deyse doğrudan politikanın içinde olma­ sından dolayı yıprandığı bir ortamda, bü­ tün bu aczin ve yozlaşmanın yarattığı ça-

__

4 ___________________________


___ politik durum değerlendirmesi__ resizlikle devlet cezaevlerinde bütün dehşetini göstermiştir. IMF karşısında kuzu kesilenler, özelleştirmelerle ülke­ nin en stratejik işletmelerini yok pahası­ na uluslararası sermayeye pazarlayanlar, cezaevlerine karşı dehşetli olmak zo­ rundaydılar. Böyle bir ortamda düzene karşı bir örgütlenme ve iradenin varlığı, uygun momentlerde daha büyük mayalanmala­ ra sebep olabilir, dağınık öfkeler bu ira­ delerle bütünleşebilir, kartopu gibi bü­ yüyebilirdi. Cezaevi operasyonlarının en tipik yanı medyanın kara propagandasıydı. Ve bu konuda başarılı olduklarını tes­ lim etmek gerekir. Büyük bir gürültü ile iki temel değerimize; örgüt ve iradeye saldırdılar. 12 Eylül zaten bunu yapmıştı. Ancak onun bütün zorlamalarına rağ­ men devrimci irade yok edilemedi. Ve yaşadığı müddetçe de böyle bir düzende her zaman egemenler için bir risk oluş­ turdu. Günümüzde bu risk biraz daha büyüdüğü için, devlet cezaevlerindeki i­ radeye dehşetli saldırmıştır. Devrimci i­ rade ezilip, kara propaganda ile kitleler­ den te c rit edilirse bugüne kadar olduğu gibi halklarda biriken öfke bir hedefe yö­ nelemez. Hatta içine dönerek kendini tüketir. Bugün insanlar herbiri bir barut fiçısı gibi ortada dolaşıyor, bu gerilimin nedeni yozlaşan düzen olmasına rağmen öfke düzene karşı yönelmiyor, tersine insanlar irili ufaklı kurt sofralarında bir­ birlerini yiyorlar. Düzenin “ böyle gitme­ si” için öfkeleri bir güce dönüştürecek örgüt ve iradeler hiç noktasına kadar tü ­ ketilmelidir. Saldırının dehşeti düzenin hep bu kabusla yatıp kalkmasındandır. Bu kabusu belli ölçülerde büyüten başka bir gerçeklik daha vardır. AB sü­ recinde Türkiye makyaj seviyesinde de

olsa bazı demokratik haklar tanıdıkça bu hakları ciddiye alıp kullanmak isteyenle­ rin sokaklara taşmasından dehşetli korkmaktadır. O nedenle, öyle bir ülke yaratılmalıdır ki demoktarik haklar ta­ nındığında onlara sahip çıkacak kimse kalmasın. Türk Devleti’nin bu rüyası gerçekler tarafından her seferinde kabu­ sa dönüştürülüyor.

GÜÇ VE İRADEMİZİ BİRLEŞTİREREK DÜZENİN KABUSUNU BÜYÜTELİM Son saldırı Devrimci Hareket açısın­ dan ne anlama geliyor ve hangi sonuçları doğurabilir? Devrimci Hareket, Eylül sonrası sü­ reçte en son etkili yükselişini ‘95-’97 yıl­ larında yaşadı. Emek Barış Bloku, ‘96 I Mayısı ve ölüm oruçları bu yükseliş gün­ lerinin nirengi noktalarıdır. 28 Şubat ‘97 ile yapılan “ balans ayarı” ndan sonra tempo düşmeye başladı. Aslında 28 Şu­ bat, ‘92 topyekün savaşının başka boyut­ larda bir tekrarıydı. Yaratılan “ laik-irtica” saflaşması ile devrimci demokrat ze­ min iyice daraltıldı; hareket kendi gün­ demini kaybetti, “ laik” safları genişlet­ mek politik gündemin ön sıralarına çıktı. Laik safların büyümesi demokrat ve dev­ rimci safları büyütmedi, tam tersine kü­ çülttü. Hareketin ivme kaybı PKK’nin yaptığı stratejik dönüşle dip noktalara vurdu. İkibin’e girerken AB sürecinin başlaması ile ortalığı “ demokrasi” bek­ lentileri kapladı. Ancak ne K ürt Sorunu açısından ne de en basit “ demokratik dönüşümler” yönünden İkibin yılı bo­ yunca hiçbir gelişme olmadığı gibi tersi5


— yol ne gelişmeler yaşandı. Beklentilerin düş kırıklığına dönüşme sürecindeyiz. Çalı­ şan geniş yığınlar, K ürt Hareketi, hatta Siyasal İslam kendi güç ve iradelerinin sorunların çözümüne yetmediğini gör­ dükleri ölçüde AB sürecinden beklenti­ leri oldukça arttı. İkibin’in başlarında bu beklentiler en yüksek seviyesindeydi. Yeni yıla girerken bu beklentiler daha gerçek seviyelere gerilemiştir. Üstelik AB süreci yolunda en büyük engelin o r­ du olmasının hergün daha açık ortaya çıkması bilinçlenmelerde yeni bir derin­ lik yaratmaya başlamıştır. Bütün bu gelişmelerin sonucunda İkibin yılının sonlarına doğru bir hareket­ lenme yaşanmıştır. İşçi-memur yürüyüş­ leri ve HADEP’in kitlesel kongresi, daha da ötesi Kürt Hareketi’nin yeniden de­ mokrat ilerici çevrelerden destek buima olasılığı, F Tipi cezaevine karşı sınırlı da olsa bir tepkinin oluşması, özetle kitlele­ rin AB sürecinden beklemek yerine kendilerinin davranışa geçme girişimi devleti dehşete düşürmeye yetmiştir. Cezaevlerine yapılan operasyonla Irak’taki operasyon hazırlıkları aynı hedefe yöneliyor. Devlet bütün yaşananlara rağmen devrimci iradeyi kıramamış, tü ­ müyle liberal ve ihanetçi bir ortam yaratamamıştır. Saldırı ve kuşatmaların amacı budur.

ÖLÜM ORUÇLARININ OLASI SİYASAL SONUÇLARI NE OLABİLİR? Baştan şu tespiti yapmak gerekiyor. Bugün ‘96 ölüm oruçlarındaki siyasal o r­ tam kesinlikle yoktur. Bugün koşullar bi­ raz daha devrimci güçlerin aleyhinedir.

__ 6

O nedenle, ölüm oruçlarının başlatıl­ ması ve yürütülmesindeki taktik hatalar bugün daha yıkıcı sonuçlar doğurabilir. ‘96 ölüm oruçları siyasal ortama belli bir ivme vermişti; ancak ardından yaşanan çiğ ve kısır “ öncülük” tartışmaları ve dö­ nemi kucaklamayan siyasal tavırlarla bu avantaj kötü bir şekilde yitirildi. Bugün dünden daha dezavantajlı durumdayız. Yapılan kahramanlıkların politik güce dönüşmesi, devrimci irade­ yi büyütmesi gerekir. Türkiye Devrimci Hareketi yaşadığı dönemi kavramadıkça en büyük fedakarlıklar dahi güce dönüşmeyecektir. ‘60’lı yıllarda açılan müca­ dele dönemi bütün sonuçları ile birlikte çoktandır kapanmıştır. Ancak o döne­ min alışkanlıkları, üstelik daha da katı­ laşarak sürmektedir. ‘96 ölüm oruçları yeni bir mücadele döneminin açılmasına yetmedi. Tam tersine üstünden bir yıl geçmeden Hareket gerilemeye başladı. Son ölüm oruçları yeni bir mücadele dönemini açabilir mi? Hiç şüphesiz bu yolda atılmış önemli bir adımdır. Ancak ‘96’nın dersleri yeterince akıllarda ise aynı hatalar tekrarlanmamalıdır. Son ey­ lem taktik yönetim olarak iyi bir sınav vermemiştir. Ancak eylemin kendisini e­ leştirmek doğru bir yaklaşım değildir. Soğukkanlı mantıkla düşünülürse içinde bulunduğumuz koşullarda ölüm oruçları ‘96 yılına göre çok daha az başarı şansı­ na sahiptir. Ancak burada “ başarı ne­ dir?” , sorusu sorulmalıdır. Tüm olayların mantık sınırlarını zorladığı, medyası ile çeteleri ile deliliğin eşiğine getirilmiş bir toplumda sırf akılcı taktiklerle yol alına­ maz. Böyle bir ortamda “ akıl dışılık” ın da taktik bir değeri vardır. Üstelik ol­ dukça önemli bir yeri vardır. Ölüm oruçlarına bu yönden de bakılması gere-


___politik durum değerlendirmesi___ kiyor. Sorun burada değildir. Sorun Dev­ rimci Hareket’in üstüne Eylül sonrası ve sosyalizmin yıkılışıyla yığılan olumsuz tortular ve bunların yarattığı öldürücü tavırlardır. Toplumda, özellikle Özal’la başlayan bencilleşme, gününü kurtarma, köşe dönmecilik, postmodernizmin bu­ laşıcı hastalığı yarınsızlık, yani hedefsizlik, buna bağlı olarak gelişen umutsuzluktan hemen her devrimci bol bol yakınmak­ tadır. Kitlelerle temas ettiğinizde bu hastalıklarla da temas etmek zorun­ dasınız. Ancak devrimci hareketlerin si­ yasal tavırlarına biraz daha yakından ba­ kılırsa bu toplumsal çürümeden kendine düşen payı fazlasıyla aldığı görülür. Çiğ ve ucuz “ öncülük” dayatmaları, kaba kıyaslamalar, yaptıklarını abartıp imtiyaz istemeler, toplumda yaygınlaşan bencilliğin üstümüze bulaşmasından baş­ ka bir şey değildir. Ö te yandan, Devrim­ ci Hareket önemli ölçüde gününü kurta­ rarak yaşar hale gelmiştir. O rta ve uzun vadeli hedefler sosyalizm olarak ütopyalaşıp göklere çıkmış, yeryüzünde so­ mut hedef kalmamıştır. Postmodernizme öfkelenmek boşuna, pratikte onun çemberi dışına çıkılamıyorsa keskin e­ leştiriler havai fişeklere dönüşür. Yine en keskin sözler söylenirken, hatta ey­ lemler yapılırken hep ortada üstünde kara giysileri ile gizli bir umutsuzluk ge­ zinmektedir. Bu umutsuzluk kendini her tartışmada, her eylemde kayıtsızlık, da­ ğınıklık ve taktik disiplinden yoksunluk olarak göstermektedir. Bütün bu söyle­ diklerimiz basit hatalar değil, hergün yaşanıp adeta davranış kalıpları haline geldiği için, devrimci ortam açısından stratejik bir derinliğe sahiptir. Dolayısı i­ le stratejik bir tehlikedir.

Devrimci Hareket, özellikle Eylül sonrası dönemin üstüne yığdığı hastalık­ lardan, darlıklardan kopuşamadıkça yeni bir mücadele dönemini açamayacaktır. Neredeyse her söz, her eylem eskimiş, yıpranmış, etkisini yitirm iştir. Öyle dav­ ranışlar geliştirilmelidir ki yığınlarda “ bu yeni bir çağrı” , “ farklı bir ses” etkisini uyandırsın. Alınyazısı haline gelen hata ve davranışlardan köklü kopuşmalar an­ cak böyle bir etki yaratır ve yeni müca­ dele döneminin kapılarını açar. Bu yönde atılması gereken adımlar­ dan en önde geleni hiç şüphesiz ki güç­ lerin koordinasyonu ve ortak taktik he­ deflere yönelmesini sağlayacak bir güçbirliğidir. Nedeni çok açıktır. Devrimci Hare­ ket de Eczacıbaşı’nın düzen için söyledi­ ği gibi uçurumdan önceki son çıkıştadır. “ Düzen bu kadar kötü bir konumdaysa Devrimci Hareket için durum daha par­ lak olmalıdır” gibi bir düz mantıkla olay­ lara yaklaşmak sadece basit bir avunma olur. Düzen alternatif güçlerle zorlan­ mıyorsa en kötü durumdan bile kendi lehinde bir çıkış bulabilir. Cumhuriyet öyle ilginç ve kritik bir dönüm noktasına geldi ki pek çok siyasal güç için aynı ka­ der geçerlidir. Ayrıca düzen AB sürecinden kaynak­ lanan veya bölgedeki gelişmelerin daya­ tabileceği durumlara karşı bir ön hazırlık olarak yeniden “ arazi temizliği” yapmaya soyunmuştur. Geriletilmemek, hatta sü­ pürülmemek için güçlerin ortak koordi­ nasyonu yaşamsal bir zorunluluktur. Bu yolda pek çok olumsuzluk yanın­ da başlıca iki engel aşılabilmelidir. İlki, Devrimci Hareket’in bu konuda­ ki olumsuz mirası, bilinçlere neredeyse

--------------------------------------- 7 —


__ yol---------------------------------------kazınan “yine yürümez” kaderciliğidir. Ancak bunun Eylül sonrası sıradan insanların değerlerin erozyona uğra­ ması, bencillik ve umutsuzluğun artması sonucu kapıldığı kaderciliken hiçbir farkı yoktur. Öncüler artçılık yapmaya karar verdiyse halkın bu umutsuzluğunun pe­ şinden gidebilir. Oysa yeni dönem bütün bu zaaflardan köklü bir kopuşmayı zo­ runlu kılıyor. İkinci engel, K ürt Hareketi’ndeki stratejik dönüşün yarattığı siyasal sonuç­ lardır. Bu temel farklılık durmaktadır, dolayısı ile yokmuş gibi davranmanın hiçbir anlamı yoktur. Ancak son geliş­ meler karşısında ortak taktik bir alanın daha belirgin bir şekilde ortaya çıktığı görülmelidir. Stratejik tartışmalara fazla­ ca girmeden ortak taktik alanların tespi­ ti yapılabilir ve bunun karşılığı olan güç­ ler koordine edilebilir. Güçlerin koordinasyonunun pratik yolları için şimdiden bağlayıcı görüşlerin bir yararı yoktur. Bu konu tamamen pratik bir konudur ve en geniş öneri yel­ pazesini kapsamasının başlangıçta yararı vardır. Güçlerin koordinasyonunda daha baştan önem kazanan tek temel prensip, yanyana gelen güçlerin kendi kimlik ve yapılarını kesinlikle korumalarıdır; ancak iradelerinin bir bölümünü ortak taktik mücadeleye teslim etmeye de hazır olmalıdırlar. Devletin kırmak istediği i­ rade ancak böyle güçlendirilir ve büyü­ tülebilir. 11 Ocak '01

___ 8


Mehmet Yılmazer

TÜRKİYE'NİN AVRUPA BİRLİĞİ MACERASI: HELSİNKİ SONRASI BİR YIL Bir yıllık maceranın en somut sonucu AB Nice toplantısının sonuçlarıdır. 10 yıllık genişleme planında Türkiye yoktur. Türkiye iç ve dış politikasında AB süre­ ci artık kaçınılmaz olarak özel bir yere sahiptir. Yaşanan bir yıl, sürecin nasıl i­ lerleyeceği ve T ürk Devleti’nin iç ve dış politikalarını nasıl etkileyeceği konusun­ da önemli ipuçları verdi. Helsinki’den sonra ülkede adeta Meşrutiyet günleri gibi bir şenlik ya­ şandı. Pek çok toplumsal kesim AB’ye girişte kendine göre bir yarar gördü. Hatta olayın pek boyutunu kavramadan çalışan halk kesimleri bile AB’de kendi­ lerine göre küçük çaplı bir “ kurtuluş” görüyorlar. Her bakımdan tıkanan, yoz­ laşma ve çürümenin sokaklardan aktığı ülkemizde, OsmanlI’nın son günlerinde­ ki gibi Avrupa, sanki tüm bunlardan “ kurtuluşun” adı olmuştur. AB’ye girilir­ se hem demokratikleşme gerçekleşecek hem de ülkeye refah gelecektir. Cumhuriyet tarihi böyle hayaller ve tabii ardından gelen düş kırıklıkları ile doludur. ‘50’li yıllar “ küçük Amerika” olma hayali ile geçti. ‘60’lı yıllar “ karma ekonomi” yolundan sanayileşme hayal­ leri ile geçti. Sonunda “ yetmiş sente” muhtaç hale gelindi. Özal, “ O rtado­ ğu’nun Japonya’sı olacağımızı” söyledi. Ve bugün Türkiye refah sıralamasında Afrika’nın en geri ülkeleri ile aynı kate­ goridedir. Eczacıbaşı’nın söylediğine gö­ re “ uçurumdan önceki son çıkıştadır.”

AB süreci konusunda toplumda ade­ ta kolektif bir yanlış bilinç vardır. He­ men herkesin kafasında Yunanistan, İspanya ve Portekiz örnekleri var. Bu ül­ keler AB’ye girerek “ sınıf atlamışlardır.” Ancak bu ülkelerin çok özgün koşulları ve öte yandan dünyanın o günlerdeki dengeleri hatırlanırsa ortada hiçbir ben­ zerlik olmadığı görülür. Bu ülkelerde fa­ şizmi silip süpüren devrimler ya da etki­ li halk hareketleri yaşanmıştır. Ortaya halklarının çıkarlarını dikkate alan siyasal iradeler çıkmıştır. Uzun yılların faşizmi köklü bir şekilde tasfiye edilmiştir. An­ cak sadece bu gelişmeler Avrupa’nın bu ülkelere kredi yağdırmasına yetmezdi. Bu üç ülke yaşadıkları devrim ve halk ayaklanmaları ile sosyalizme doğru “ savrulmuşlardır” . O günün dünya den­ gelerinde bu ülkelerin kaybı, Avrupa’da­ ki dengeleri köklü bir şekilde değiştire­ bilirdi. O nedenle, başta Almanya olmak üzere Avrupa sermayesi bu ülkeleri aslında sosyalizmden kurtarma harekatı­ na girişti. Oysa bugünün dünyası çok başkadır. Ayrıca Türkiye de bu ülkelere hiç ben­ zememektedir. Türkiye taşınmayacak kadar büyük ve ağırdır; öte yandan da herhangi bir riski büyütecek bir sosyalist sistem artık yoktur. Zaten AB’nin mis­ yonu geri ülkeleri kalkındırmak filan de­ ğildir. Belli bir seviyedeki ülkelerin sınır­ lı birliğidir. Giderek siyasallaşıyor. Bu ise birliğin işlerini kolaylaştırmıyor, tersine

9


yol

zorlaştırıyor. Oysa Türkiye’de zahmet­ sizce AB’ye “ kapağı atıp” kendini kurtar­ ma kurnazlığı egemendir. İşvereninden işçisine ve esnafına kadar böyle düşler görülüyor. Türkiye egemenleri ise bu bir yıl sü­ rekli AB ile hırlaşırken hep bir şeye gü­ vendiler: Türkiyenin artan stratejik öne­ mine!

BATI SÜRECE NASIL BAKIYOR? Belli dönüşüm ve gelişmeler gerçek­ leşmeden Türkiye’nin AB’ye girişi tam bir hayaldir. Batı’da hergün yapılan yo­ rumlarda bu gerçeklik sürekli tekrar­ lanıyor. Ancak Batı son zamanlarda Tür­ kiye’nin gerçekten AB’ye girmek isteyip istemediğini de ölçmeye çalışıyor. Konu bu olunca sokaktaki insan ya da sanayi­ ciler değildir tereddütte olan, onlar he­ men AB’ye girmeye “ hazırdırlar” . Ancak sorunun en büyüğü ordudan kaynaklan­ maktadır. “ Türkiye AB trenini kaçıracak mı? Kendi güçlerine kıskanç bazı paşalar böyle olacağını düşünüyorlar. Diğer bazıları, Türkiye’nin ekonomik ve stra­ tejik önemi nedeniyle ve (Başbakan Ecevit’in ince deyimini kullanırsak) T ü rk i­ ye’nin ulusal özelliklerine saygı göster­ mek’ için, AB sadece reform makyajları ile Türkiye’nin birliğe girmesine izin ve­ receğini ileri sürüyorlar. Böyle görün­ müyor. Fakat şu kadarı kesindir -Türki­ ye bir yol kavşağında d u ru r k e n - B rü kse l ve Ankara arasındaki görüşmeler zor, sancılı olacak ve oldukça uzun yılları ala­ caktır.” E. Rouleau, Türkiye’nin eski Fransız Konsolosu’dur. Paşaları AB’ye girişte en önemli sorun olarak görüyor.

__ 10 __________________________

Paşalar ise “ stratejik önemi” nden dolayı Türkiye’nin AB’ye kendine özgü tarzda bir giriş yapabileceğini düşünüyorlar. AB sürecinde en önemli sorunun o r­ du olduğu yeterince ortaya çıkmıştır. Ordu istediği kadar bunu bölgenin “ ateş çemberi” olmasına, “Türkiye’nin bölün­ mek istenmesine” bağlasın, olay Batı’dan böyle görünmüyor. Onlar da ordunun perde arkasındaki gerçek iktidar gücü olduğunu yeterince biliyorlar. “ Orduya tanınan anayasal garantiler bir yana, çok önemli ekonomik ve mali araçlara dayanmamış olsalardı, paşaların politik gücü kolayca sınırlanabilirdi. Tür­ kiye’de silah üretim ve alimim denetle­ yen başbakan, hükümet ya da parlamen­ to değil, genelkurmaydır.” “Askerin ekonomik gücü, onun biri­ cik anayasal statüsü ve baskıcı kanunlar bolluğu tek başına sivil o toriteler ve as­ ker arasındaki güç dengesini belirlemez. Diğer faktörler de rol oynar. Komüniz­ min yıkılmasından sonra generaller, Kürt ayrılıkçılara ve fanatik İslam’a karşı mücadele başlattılar.” (a.g.y.) Köklü bir gelenek, çok güçlü bir eko­ nomik ve mali yapı ve ülke içinde veya dışında her zaman döğüşülecek bir düş­ man olması, askerin sivillere karşı ağır­ lığını ezici bir şekilde büyütmüştür. Bu dengeyi asker aleyhine zorlayan her şey orduda tepki yaratacaktır. AB sürecinde Türkiye “ sivilleşebilecek” midir? Sorun burada yatıyor, yoksa bir ara tartışıldığı gibi MGK’nin bileşimi değildir. Zaten o r­ du bu konuda son derece rahat davran­ mış “ isterse yüz sivil olsun” açıklaması i­ le kendi tartışılmaz ağırlığını göze bir kez daha batırmıştır.


_________ AVRUPA GÜVENLİĞİNDE TÜRKİYE'NİN YERİ Türkiye’nin stratejik önemi Avrupa güvenliği için vazgeçilmez midir? Daha da öteye bazı paşaların ve Ecevit’in sandığı gibi bu önem Türkiye’nin AB’ye sadece makyaj reformlarla girmesini sağlar mı? Bilindiği gibi “Avrupa Nato” su çalış­ malarından önce Almanya ve Fransa’nın birleşik ordu çalışmaları vardı. Bütün bu girişimlerde yönlendirici ve yükü taşıyan şüphesiz Almanya’dır. Avrupa’nın kendi iç dengelerinden dolayı bu girişime karşı İngiliz ve Fransızlar’ın girişimi ile “ Avru­ pa Nato” su denilen girişim ortaya çıktı. Bu yeni proje hem Almanya’nın ağırlığını hem de Fransa’nın ABD ’den bağımsız kalma özlemlerini dengeleyecekti. Avru­ pa Güvenlik Kimliği yeterince sorunlu bir girişimdir. Mali yükünden, kendi iç dengelerinden kaynaklanan zorluklara kadar pek çok sorunu vardır. Ayrıca çok önemli bazı gerçeklikler AB-Türkiye iliş­ kilerine özel zorluklar kazandırmak­ tadır. AB’nin orkestra şefi Almanya’dır. Hemen ondan sonra gelen şef yardım­ cısı ise Fransa’dır. Almanya, sosyalizm yıkıldıktan sonra tüm önceliğini Doğu Avrupa’ya açılmaya vermiştir. Bir za­ manlar kullanılan ünlü deyimi ile Avru­ pa’nın ortasından doğusunu kapsayan bir alanda “Almanya Birleşik Devletleri” ni yaratma çabasındadır. Bu yolda ol­ dukça hızlı ve önemli adımlar atmıştır. Bu gelişmeye son halka olarak AlmanyaRusya yakınlaşması da eklenmiştir. A l­ manya Başbakanı’nın Putin’i ziyareti Av­ rupa’da, Balkanlar’da, Kafkaslar’da yeni dengelere doğru gidişin önemli bir işa­ retidir.

helsinki sonrası bir yıl__

Ö te yandan, Avrupa’nın şef yardım­ cısı Fransa ise ABD ’den bağımsız politi­ ka yürütme çabaları ile ünlüdür. Fransa, Afrika’daki eski sömürgelerinden çeki­ lirken Arap dünyasına ve Ortadoğu’ya özel yönelişler gösteriyor. İsrail-Filistin sorununda açık bir şekilde Filistin’e, yâ­ ni Arap dünyasına yakın duruyor. Bu gerçeklikler ABD-İsrail ekseninde yer alan Türkiye için, AB ve onun gü­ venlik sistemi içinde yer alma konusun­ da çok önemli zorluklardır. “ Helsinki toplantısının ardından, pek çok AB üyesi Türkiye’ye Avrupa Güven­ lik Kimliği içinde rol vermeye niyetli gö­ rünmedi. Türkiye, AB’nin esas hedefi o­ lan Avrupa içinde veya çevresinde 60.000 kişilik hızlı konumlandırılabilir birliğe tugay seviyesinde katılmayı öner­ di, resmi bir cevap alamadı.” Daha da ö ­ teye bir AvrupalI yetkilinin bu konuda ortaya koyduğu genel yaklaşım tarzı, Av­ rupa Güvenlik Kimliği içinde Türkiye’nin yolunu tamamen tıkamaktadır: “ ABD ve N A T O ’nun AB üyesi olma­ yan üyeleri şunu kabul etmek zorunda­ lar, Birlik sadece basit bir ticaret bloğu değildir... Avrupa’nın birleşme süreci ya­ rı anayasal bir yapıdadır. Onun savunma ve güvenlik boyutuna yükselmesi alınyazısıdır ve üye ve üye olmayan ülkeler arasında bir ayrım kesinlikle kaçınıl­ mazdır. Bu yüzden amaç, ayrımın olum­ suz etkisi tümüyle ortadan kaldırılabilir­ miş gibi yapmak yerine, onu azaltmak olmalıdır. “ Türkler için böyle bir yorum, soğuk savaş yıllarında Türkiye’nin rolüne karşı bir nankörlüğü yansıtmaktadır. “ Sonuç olarak, Türkiye’nin gelecekte Avrupa güvenlik anlaşmalarına katılması, 11


— yol---------------------------------------AB ve N A T O diplomatlarının herhangi sözlü yorumları üzerine kısa vadede tasarlanır olmaktan çok, ülkenin uzun dönemli AB’ye giriş sürecine bağlıdır.” Bu açıklamalardan iki esas sonuç çıkarılabilir. Türkiye, AB üyesi olmadan onun güvenlik sistemi içine alınmayacak­ tır. Avrupa güvenliği ile ilgili son görüş­ melerde Türkiye’nin hırçın tavrı üzeri­ ne, Avrupa basınında “ Türkiye, AB’ye arka kapısından girmeye çalışıyor” yo­ rumları yapılmıştı. Bu iş kısa vadeli gün­ lük yorumlardan çok, uzun vadeli AB’ye giriş sürecindeki gelişmelere bağlıdır. Bu yeterince açıktır. Ancak Avrupa bir baş­ ka şey daha söylemektedir. Üye ve üye olmayanlar arasındaki ayrımın “ olumsuz etkisini kaldırılabilirmiş gibi yapmak” ye­ rine “ azaltmanın” yollarını aramaya ni­ yetlidir. Bunun siyasal anlamı ise yete­ rince açıktır. Avrupa, Türkiye’ye diplo­ matik bir dille şunu söylüyor: “ Güvenlik sistemimde sana kendi uygun gördüğüm kadar yer veririm. Senin istediğin ya da umduğun kadar önemli bir yer değil.” Türkiye bunu “ nankörlük” olarak görse de yapacak fazla bir şeyi yoktur.

TÜRKİYE'NİN STRATEJİK GELE­ CEĞİ VE KAFKASLAR Türkiye’nin stratejik önemi sadece coğrafi konumuyla ilgili değildir. Bölge­ deki yeni dengelerde oynayabileceği ro l­ le ilgilidir. Türkiye’nin yeni dünya denge­ lerinde önemi artmakla kalmamış, ken­ disi de daha aktif bir dış politikaya yö­ nelmiştir. Bu gelişme “ Batılı gözlemcile­ rin” dikkatini çekmektedir. Son yıllarda Türkiye üzerine yapılan araştırmalarda kesin bir yoğunlaşma vardır. Hele 2000 12

yılı biterken pek çok uluslararası politi­ ka ve araştırma dergisinde konu Türki­ ye’dir. Türkiye dış politikasındaki aktifleşme Körfez Savaşı’nda Özal’ın politikaları ile başlatılır. Ve aktif politikaya örnek ola­ rak birkaç olay sürekli vurgulanır. Bun­ ların ilki S-300 füzelerinin Kıbrıs’a yer­ leştirilmesi ile ilgili Türkiye’nin savaş tehditidir. İkincisi, Öcalan’la ilgili Suri­ ye’ye yöneltilen tehdittir. Ve İsrail’le yapılan anlaşmanın Ortadoğu’daki sıcak konumudur. Kafkaslar’a hızlı girdiği, an­ cak gerek yaptığı hatalar ve gerekse ye­ terince gücü olmadığı için zemin kaybet­ tiği gene Batı’nın tesbitidir. Yeni Dünya Düzeni’nde Türkiye’nin stratejik önemini daha çok Kafkaslar artıracak ya da azaltacaktır. Ortadoğu’­ da yeterince aktör vardır. Balkanlar ise Avrupa güvenliği içine gireceği için AB’nin çizdiği sınırlar çerçevesinde kal­ maya mahkumdur. “ Kafkaslar için 2001 yılı önemlidir. Putin Azerbaycan’ı etkileyebilir: ABD yeni başkanı ile ne yapacaktır? AB, bu bölge ile daha fazla ilgilenmeye başlaya­ caktır.” “ Şimdiye kadar Kafkaslar bölgesinde ABD ve Rusya arasındaki yürüyen çekiş­ meli ilişki nedeniyle, gelecek on yılda, Türkiye’nin Rusya ve Kafkas bölgesi ile ilişkilerindeki jeopolitik belirsizlik süre­ cektir.” Kafkaslar’daki mücadelenin nasıl sey­ redeceği gerçekten pek çok soru işareti taşımaktadır. Özellikle ABD’li stratejistler son zamanlarda Kafkaslar’ın petrol rezervleri açısından “global önemini” küçülten değerlendirmeler yapıyorlar. Onlara göre bu önem “ en iyi durumda


_________ Körfez petrollerinin %15’i kadardır.” (a.g.y.) Olayı büyüten de şimdilerde kü­ çülten de onlar. Elbette ki bölge önemli yeni bir stratejik alandır. Ancak öyle anlaşılıyor ki, Rusya bu bölgede ağırlığını koydukça ABD böyle değerlendirmeler yapacaktır. Bölgede önemli gelişmeleri birkaç başlıkta özetlersek, ilki, ortaya çıkan saflaşmadır. Türkiye, Azerbaycan, Gür­ cistan bir safta dururken; İran, Ermenis­ tan ve Rusya öbür safta durmaktadır. Karabağ ve Çeçenistan bölgede hemen fitili tutuşturulabilecek hazır bom­ balardır. İkincisi, Almanya-Rusya yakın­ laşmasının önümüzdeki yıllarda bu böl­ geye bir yansıması olacaktır. Üçüncüsü, Putin dış politikada bazı yeni yönelişlere giriyor. Yeni bir cephe arayışındadır. Bu yönelişler de Kafkas bölgesini kesinlikle etkileyecektir. Dördüncüsü, A BD ’nin bölgedeki politikalarının nasıl derinleşe­ ceği ile ilgilidir. Bu henüz kesin değildir. Ve yakın zamanda da kesinleşeceğe ben­ zemiyor. Ortadoğu’da Araplar’ı çileden çıkartmakla Kafkaslar’da Rusya’yı çileden çıkarmak arasında büyük farklar vardır. Bu farkı ABD yavaş yavaş öğreniyor. Bu koşullar altında Bakü-Ceyhan bo­ ru hattının geleceği henüz kesinleşmiş değildir. Önümüzdeki yıl bu konuda son sözler söylenebilir. Türkiye’nin stratejik öneminin artması onun herşeyden önce Kafkaslar’da derinleşmesine bağlıdır. Ancak bunun AB güvenliği ile doğrudan bir bağlantısı yoktur.

SONUÇ Türkiye iki ters akımın anaforunda bocalamaktadır. AB ile ilişkiler ve öte

helsinki sonrası bir yıl__

yandan bölge ve ABD gerçeği. AB ile ilişkiler Türkiye’yi demokra­ tikleşmeye değilse bile sivilleşmeye zor­ luyor. Politikanın merkezinden ordunun çekilmesini dayatıyor. Bu sadece Batı demokrasi normlarına uymakla ilgili de­ ğildir, daha çok Türkiye üzerinde Batı’nın politik manevra alanını daraltmasındandır. Dev bir çıkar gurubu olarak as­ ker, sivil politikalara fazla bir alan bırak­ mıyor. Yine AB süreci, Türkiye’ye hem siya­ sal hem de ekonomik sorunlarını çözme­ yi dayatıyor. Bunun bedeli ya da acıları AB’yi hiç ilgilendirmiyor. Çünkü AB bir yardım kurumu değil, ekonomik ve sos­ yal olarak belli bir seviyeyi yakalamış ül­ kelerin birliğidir. Oraya sorunlarınızı ta­ şıyamazsınız. Sorunlarınızı “ çözüp” süre­ ci hızlandırabilirsiniz. Türkiye şark kur­ nazlığı ile kendi yükünü AB’ye ne ölçüde taşitabileceğinin hesaplarını yapıyor. Son olarak, AB, Türkiye’ye bazen çok açık bir şekilde bazen üstü örtülü ABD dış politika hattından bir uzaklaş­ mayı dayatıyor. Ancak buna karşılık böl­ gede kendisi yeterince etkin olmadığı i­ çin dengeleri zorlayan politikalar ürete­ miyor. Bu nedenle dayatmaların bir etki­ si olmuyor. AB sürecinin Türkiye’ye dayattıkları bunlar olmasına rağmen, bölge gerçek­ leri ve ABD’nin politikaları, AB süreci­ nin dayattıklarının neredeyse tam tersi­ ni zorlamaktadır. Türk Devleti’nin düşüncesine göre, Kafkas-Ortadoğu-Balkanlar üçgeninde AB’nin demokrasi ve “ insan hakları” zorlamaları Cumhuriyet’in varlığını riske sokmaktadır. Bu nedenle, koşullar de­ mokrasiye değil, sadece demokrasi

13 —


— yol---------------------------------------makyajına uygundur. Ordu gerçek payı da olan bu silahı, her türlü demokratik ve kendi egemenlik alanını daraltacak gelişme için çok güçlü bir şekilde kullan­ maktadır. AB sorunlarımızı çözmemizi ister­ ken, “ K ürt sorunu” , “ demokratikleşme” ve “ ordunun siyasetin ağırlık merkezin­ den çekilmesi” gibi her biri kendi ağırlık ve tarihine sahip olan bu sorunların çö­ zümü için Türkiye’de en azından bir de­ mokratik devrim gereklidir. AB böyle bir süreci mi zorluyor? Öyle olmadığına göre AB açıkça ipe un sermektedir. Dış politikada ABD hattından uzak­ laşma dayatması Türkiye için yaşanan bölgede mümkün değildir. Ayrıca AB bu alanda yeterince etki gücüne sahip ol­ madan Türk Devleti de bu dayatmaları ciddiye almayacaktır. AB süreci bu gerçeklerden dolayı, Türkiye için bir açmaz gibi görünmekte­ d ir. Bu açm az bugüne ka d a r k ire ç le n e n yapıda önemli bazı zorlamalar yapabilir. Ancak ortada Helsinki kararı nedeniyle geçen yıl yapılan Meşrutiyet şenliklerini tekrarlamak için hiçbir neden yoktur. 9 O c a k '01

__ 14


O m er Demir

MEVCUT DURUM VE İTTİFAK POLİTİKASI ÜZERİNE K ürt halkının tek yanlı durdurduğu savaş ve batıda katliamlarla sindirilmiş toplumsal muhalefete rağmen peşpeşe gelen ekonomik ve siyasi krizlerle cumhuriyet, tarihinin en ağır bunalımına girmiştir. Burjuvazinin her soydan medyası haf­ talardır krize döviz çıpasının mı, yoksa havada uçuşan anayasa kitabının mı neden olduğunu bulmaya çalışılıyor. Krizin nedenini henüz bulamadılarsa da bir kurtarıcı ve kurtuluş yolunu bulduk­ ları kesin. Suçlusunu ararken her kafadan ayrı ses çıkaranlar çözüm konusunda söz birliği etmişçesine aynı şeyi söylüyor; krizin bedeli halklara ödettirilecek. Yalvararak, kandırarak yetmezse polis marifetiyle onay isteni­ yor. Bu hengame nasırlı bir elin tersiyle kenara itilirse ortaya gün gibi açık olan şu gerçekler çıkar. Krizin nedeni üretim yokluğudur ve ancak üretmekle aşılır. Ruhuna kadar ranta ve tefeciliğe batmış bu müflis sermayeyi ise halk hare­ ketinden başka üretmeye zorlayabilecek bir irade yoktur. Toplumsal muhalefetin on yıllık suskunluğu bu krizin en önemli nedeni olarak görülmelidir. Krizler sistemin iç dinamiklerinin ürünüdür ve bu nedenle kanseri vücu­ dun üretmesi gibi krizi de sistem üret­ mektedir. Bir halk müdahalesi olma­ dıkça bu kısır döngü kalıcıdır ve ülkeyi götürdüğü yer Latin Amerikalılaşmadır.

Şimdi ülkenin ve onun üretken insan­ larının önündeki en yakıcı sorun, bir kitlesel direnişin nasıl yaratılacağı sorunudur.

1 - POLİTİK DURUM 12 Eylül faşizminin zoruyla devreye sokulan "ihracata yönelik sanayileşme" politikası 90'lara gelinirken tıkanmaya başladığında, uluslararası finans kapitalin de teşvikiyle, yeni bir ekonomi- politika benimsendi. Bu politika iki özellik taşı­ yordu; birincisi "devletin küçültülmesi" adı altında kamu servetinin yağmalan­ ması ve İkincisi özelleşen bu sermayenin daha az elde toplanmasının sağlanması. Finans kapitalinin devlet çiftliklerinde palazlandığı bu ülkede, kamudan özel sermayeye değer aktarılması yeni değildir, ancak bu kez yeni olan kamu ekonomisinin tümden tasfiye ediliyor olmasıdır. Bu politikayla on yıldan uzun süredir özelleştirmeler, işletme hakkı devri gibi açık, banka kurtarma, batık krediler ve "görev zararları" olarak üstü kapalı yoldan kamu serveti dehşetli bir hızla özel sermayeye dönüştürülmektedir. Önceleri kirli savaşın finansmanı için kullanılan devlet borçlanması, süreçte bu aktarım ilişkisinin en aktif mekaniz­ ması haline getirildi. Öyle ki devlet borçlanması sayesinde kamu ekonomisi


— yol----------------------------------------hızla tasfiye olurken, özel sermaye büyük oranda tefecileşti. (Kayıtlı ve­ rilere göre en büyük 100 şirketin gelir­ lerinin %75'i, en büyük 500 şirketin ise %50 den fazlası faiz ve rant gelirlerine dayanıyor.) Kamunun tasfiyesi ve özel ser­ mayenin spekülasyona kayması ekono­ minin üretim temelini tümüyle daralttı ve korkunç boyutlara varan işsizlik, ihra­ catın kesilip ithalatın patlaması gibi yıkıcı sonuçlar getirmesine rağmen aynı aktarım ilişkisi ağırlaştırılmış vergiler ve dış borca dayanarak sürdürülmeye çalışıldı. Uluslararası sermayenin de dahil olduğu bu yağma politikası krizler­ le kesilmesine rağmen rotasından sapmamıştır. Şimdi Dünya Bankası’ndan atanan memur eliyle hızlandırılarak mantıksal sınırlarına kadar götürülecek­ tir. Bu yağma üzerine kurulu ekonomipolitikanın bir avuç azınlığa büyük karlar sağlayacağı açık, ancak sonuçları sadece bununla sınırlı değildir. a) Ekonominin kazandığı spekülatif karakter nedeniyle krizler zorunludur ve gelgeç değildir. Geçmişte on yılda bir ekonomiyi kuşatırken, 90'lardan bu yana neredeyse iki üç yılda bir gelmektedir. (88-89, 91, 94, 98-99 ve 2001 krizleri) Bu sıklıktaki krizler sermayenin daha az elde toplanmasına da hizmet ediyor. Bizzat bu gerekçeyle de mevcut ekono­ mi politikanın ayrılmaz unsurudur. b) Geçmişte kamu ekonomisi burju­ vazinin çeşitli kesimleri arasında pay­ laşımı dengeleyerek (ucuz hammadde, altyapı sağlama ve en büyük alıcı olma

__ 16

konumuyla) burjuvazinin iç ilişkilerini düzenleme fonksiyonuna sahipti. Tasfiye süreciyle birlikte bu düzenleyici mekanizma etkisizleşti ve egemen sınıfın iç kopuşma ve çelişkilerin derinleşmesi sonucunu doğurdu. Her finans kapital grubunun kendi başının çaresine baktığı bu süreçte en önemli gelişme ise; genelkurmayın siyasi inisiyatifinin zorun­ lu koşulu olan iktisadi dayanakları yarat­ maya girişmesi ve kirli savaşın sağladığı olanakları da kullanarak, O YAK Holding’i Türkiye'nin en büyük beş hol­ dinginden birisi haline getirmesidir. c) Egemen sınıfın iç çelişkilerini derinleştiren ve siyasal krizlere zemin hazırlayan diğer önemli unsur, kamu ekonomisinin özel sermayeye dönüşme sürecinin ekonomik kurallardan çok siyaseten yürütülmesidir. Paylaşım aşırı derecede siyasallaşmış, hatta maf­ yalaşmıştır. Bu gerçeklik, bir yanda par­ lamentoda siyasi uzantılara sahip türedi zenginler yaratırken, diğer yandan siyasi olanakları daralan en tepedeki kimi finans kapital gruplarını iflasın eşiğine getirmiştir. Yolsuzlukla mücadele kav­ ramı arkasında tümüyle siyasallaşmış paylaşım mücadelesi yürütülmektedir. d) Egemen sınıf içi çelişkilerin ve kopuşmaların artışı siyasi partiler düzlemine de yansımış ve benzer sonuçları orada da doğurmuştur. Ancak siyasi partilerin içinde bulunduğu çözül­ menin daha önemli nedeni kamu ekonomisinin tasfiyesiyle ilgilidir. Geçmişte, bu sektörün sağladığı olanakların (taban fiyatları, ucuz tüketim malı, ucuz krediler ve istihdam vb.) par-


_ _ _ _ _ ittifak politikası üzerine__ tile r üzerinden kısmen de olsa kitlelere aktarılmasıyla bir tü r patronaj ilişkisi kurulabiliyordu. Geçmişteki ikili parti sisteminin de temel dayanağı buydu. Tasfiye süreciyle birlikte bu ilişki ortadan kalktıkça Siyasal İslam dışındaki burjuva partileri tabansızlaştılar ve büyük bir temsiliyet kaybına uğradılar. Bu gelişme toplumsal kesimlerin her katmanını kendi dolaysız temsilcilerini çıkarmaya zorlayacaktır. Yaşanan iktisadi ve siyasi krizleri kabalaştıran diğer önemli neden ulus­ lararası dinamiklerle ilgilidir. Türkiye'nin de içinde olduğu Baltık Denizi’nden başlayıp Balkanlar ve O rta Asya’ya kadar uzanan emperyalist pay­ laşım kuşağında; ABD, AB ve Rusya'nın şiddetle kızışan paylaşım mücadeleleri bölgeyi yeniden biçimlendirdiği gibi, bölge devletlerini ve onların içindeki güç dengelerini de yeniden biçimlendiriyor. Paylaşımın şimdilik gerilimi artırdığı noktalar Balkanlar’dan sonra Kıbrıs, Kürdistan ve Irak, Güney Kafkasya'da Karabağ ve bunlara eklemlenen tarihsel bir sorun olarak Filistin'dir. Bu alanlar­ daki gelişmeler tümüyle birbiriyle bağlantılıdır ve paylaşım kuşağının tam ortasında bulunan Türkiye'yi doğrudan etkilemektedir. Bilindiği gibi Türkiye stratejik gele­ ceğini 96'dan bu yana ABD İsrail strate­ jik işbirliği hattına oturtm uştur. Genelkurmay eliyle devreye sokulan bu yöneliş; Türkiye'nin, Balkanlar O rta ­ doğu ve Kafkaslar üçgeninde A BD ’nin çıkarlarını esas alan "bölgesel bir askeri güç" olmasını hedefliyor ve bunun gereği olarak muazzam bir silahlanmaya gidili­ yor. Bu ittifak çerçevesinde Türkiye,

ABD eliyle Balkanlar’a sokulmuş, Kafkas enerji kaynaklarına eklemlenmiş ve Ortadoğu sorunlarına dahil edilmiştir. Bu ittifak sadece askeri temelde değil siyasi sosyal ekonomik sonuçları da olan kapsamlı bir oluşumdur ve Türkiye'nin iç siyasetine de doğrudan yansımıştır. Genelkurmay’ın 28 Şubat çıkışı bu temelde değerlendirilmelidir. Silah ve petrol tekellerinin dolaysız temsilcisi olarak gelen Bush hükümeti, emperyalist rakiplerine karşı sağladığı rantı elde tutm a amacıyla A B D ’nin askeri üstünlüğünü pekiştireceğinin işaretlerini vermektedir. Bu politikanın bir parçası olarak Türkiye'yi, Avrupa Birliği'nin ordusu kabul edilen Avrupa Güvenliği Savunma Kimliği’ne bir "Truva A tı" olarak sokmaya çalışmaktadır. Buna karşılık AB verdiği aday üyelik­ le Türkiye'yi yörüngesinde tutarak sözü edilen ittifakın bölgede aleyhine gelişe­ cek sonuçlarını azaltmak ve eğer becerebilirse kendi hegomonya alanını Kıbrıs ve Türkiye'nin doğu sınırlarına kadar genişletmeyi planlamaktadır. Askeri ve siyasi olarak ABD'ye, ekonomik ilişkileri bakımından büyük oranda AB’ye bağlı olan Türkiye, her iki emperyalist gücün çıkar çatışmalarının sonuçlarını ekonomiden siyasete, askeri alandan kültürel alana kadar hemen her düzeyde şiddetle yaşamaktadır. Elbette Türkiye egemen sınıfının bu ikiliğe göre taraflaşması da kaçınılmazdır. Bu doğrul­ tuda genelkurmay "güvenlik" kavramını öne çıkararak, ABD-İsrail hattının gereklerini, provokasyon ve katliamlarla topluma benimsetmeye çalışırken, Avrupacı kesimler ise sözde demokrasi söylemleriyle başka bir emperyalist

--------------------------------------- 17 ---


— yol hegomonyayı ülkeye hakim kılmaya çalışmaktadır. Avrupa Birliği ile yapılan son görüşmeler sürecinde bariz olarak su yüzüne çıkan bu ikiliğin önümüzdeki dönem daha fazla derinleşeceği ve kendi kitlesel tabanlarını oluşturmaya yönele­ cekleri açıktır. Sonuçta yağma süreci ve emperyalist paylaşım, egemen sınıf ilişkilerini uzlaş­ maya değil çatışmaya zorluyor. Siyasal partiler alanını çoktandır çözen ve devlet kurumlarının tepesine tırmanan bu gerilim, karşıt ama birlikte akan iki zemini beslemektedir. Bunlardan ilki; siyaset alanının genelkurmay dahil her kesimin dolaysız temsilcileri üzerinden yeniden biçimlendirilmesidir. Kendi kitle temellerini de örgütlemeye girişecek olan bu yol egemen sınıf içi çatışmaların siyasal ama daha üst bir seviyede süre gitmesi anlamına gelir. İkincisi ise peşpeşe yapılan psikolojik savaş eylem­ leriyle altyapısı diri tutulan askeri darbe­ dir. Kirli savaş paşalarının tek yanlı ata­ cağı bu adımın geçmiştekilere oranla çok daha fazla kesimi karşısına almak zorunda kalacağı açıktır. Genelkurmay "devleti kurtarma" konumundan bürjuvaziiçi çıkar mücadelesinde aktif bir taraf konumuna gerileyeli epey zaman olmuştur. Üstelik sistemin sorunları tek hamlelik müdahalelerle çözülmeyecek kadar derindir ve zaten bu nedenle gün­ lük müdahale noktasına kadar gelin­ miştir. Olası bir darbenin sorunları aşma yeteneği geçmişe oranla çok daha sınır­ lıdır. Her iki seçenek açısından da Türkiye'nin yakın geleceği siyasal kriz­ lerin ekonomik olanları, ekonomik kriz­ lerin siyasileri kışkırtacağı bir kısır döngüye mecbur görünmektedir.

__ 18

2- KİTLE DİNAMİĞİ Uygulanan ekonomi politikanın kitleler düzeyinde yarattığı sonuçlar çarpıcıdır. Mülksüzleşme, göç ve işsizlik korkunç ölçülerdedir. Sigortalı işçi sayısında bir azalma yaşanırken kentsel nüfus katlanarak artmaya devam etmek­ tedir. ( I980'de 19,5 milyon olan kentsel nüfus 85'te 26,5 milyona, 90'da 33 mil­ yona, 2000'de toplamın %70’i olan 44 milyona ulaşmıştır.) Kürdistan'da kirli savaş, Türkiye genelinde ise kırdan per­ vasızca değer aktarılması göçlerin itici gücü olmuştur. Ulaştığı seviyeye rağmen henüz arkası da kesilmiş değildir. Dev­ reye sokulacak olan ağırlaştırılmış vergiler, tarımsal kredilerin kesilmesi, taban fiyatlarının düşürülmesi vb. uygu­ lamalar kırda yeni iflaslar ve göç dal­ galarının habercisidir. Bu durumun yarattığı en önemli sonuçsa varoşlara yığılan bu devasa nüfusun sistem tarafın­ dan toplumsal işbölümünün içine alı­ namıyor olmasıdır. Kürdistan illerinde işsizlik oranı % 60'dır. Türkiye genelinde 25 milyon olan iktisaden faal nüfusun resmi söylemlere göre 6-7 milyonu işsizdir. İşportacılıkla, çocukların eme­ ğiyle ayakta kalmaya çalışan milyonlarca yarı proleter pratik olarak sistemin dışı­ na püskürtülmüştür. Çalışanların durumu daha iç açıcı değildir. 12 Eylül’de silah zoruna indi­ rilen ücretler şimdi kriz bahanesi ve işsizlik tehdidiyle indirilmektedir. Söz­ leşmelerde peşpeşe imzalanan negatif zamlarla, artık bir ücretle birkaç işçi bir­ den çalıştırılmaktadır. Halka dayatılanlar bunlarla sınırlı kalmıyor. Ekonomik yok­ sullaştırma suya atılan taşın yaydığı dal­ galar gibi toplumsal yaşamın sosyal,


________ ittifak politikası üzerine__ kültürel ve ahlaki boyutlarına da ya­ yılarak katmerli yıkımlara yol açmak­ tadır. Her geçen gün daha da ağırlaşan sorunlara rağmen bir kitle hareketi oluşmamıştır. Önümüzdeki süreçlerin temel sorunu olan bu durumun doğru önderliğin geliştirilememesi gibi sübjek­ tif nedenleri olduğu kadar, 80 sonrası ortaya çıkan ve bugünde etkili olan kitle dinamiğindeki değişimle ilgili objektif nedenleri vardır.

* Kitle dinamiği yatay ve dikey olarak parçalanmıştır 80 öncesinin büyük kitle hareket­ lerinin ayırdedici yanı; varoşlara yığılan yarı proleter kesim, büyük fabrika işçisi ve kent küçük burjuvazisinin ittifak içinde olmasıydı. O dönemlerde uygu­ lanan ithal ikamecilik denilen, istihdamı ve yüksek alım gücünü esas alan ekono­ mi politika nedeniyle, kırdan göçen nüfus hızla fabrika üretimine dahil ola­ biliyordu. Varoşlar ve sanayi prole­ taryası arasındaki geçişkenliğin son derece fazla olduğu bu süreçte, her iki kesim arasında dolaysız bir çıkar birliği ve ortak davranış kendiliğinden gelişebilmişti. Proletaryanın bu bütünlüğü entelektüel üretimi tekelinde bulun­ duran kent küçük burjuvazisini de etkisi altına aldı ve bu kesim kitle hareketinin kültürünü ve siyasetini yaymakta önem­ li bir rol üstlendi. 80 sonrasında ise bu ittifak zemini dağılmıştır. İhracata yönelik sanayileşme adı altında uygulanan ekonomik model istihdam yerine ucuz emeği esas aldı. Sanayi kimi temel sektörlerde merkeze toplanırken çevresinde geniş bir halka

olarak, düşük ücret ve küçük işletmeye dayalı sektörler ( yan sanayi, konfeksi­ yon, hizmet sektörü, gıda, inşaat vb.) yarattı. Bu gelişme işçi sınıfının ücret di­ limi ve iş güvencesi açısından dikey parçalanmasına yol açarak, varoşlarla sanayi işçisi arasındaki geçmişin kendi­ liğinden ittifakını kırdı. Kentsel nüfus ve işsizlik arttıkça bu dikey parçalanma daha belirgin hale geldi. Sendikalar da bu değişime göre yeniden biçimlendiler. Çevrede sendikasızlaşma hatta sigor­ tasızlaşma hakim olurken merkezdeki görece yüksek ücret alan işçinin eğilim­ leri, sendika bürokrasisiyle bütün­ leşerek sınıf hareketini etkisizleştirdi. Diğer önemli değişim kent küçük burjuvazisinin konumundadır. Bu kesim önceleri hizmet sektörünün gelişimiyle, ardından varoşlara gelen göçün yarattığı rant ve ucuz emek yağmasından pay almaya başladıkça geçmişteki ortak davranış zemininden düştü.

* Kitle dinamiği ideolojik olarak kırılmıştır 90 sonrasında Sovyetler’in çözül­ mesinin, toplumsal muhalefetlerin en güçlü yapıştırıcısı olan sosyalizm düşüncesini önemli ölçüde ve dünya çapında darbelediği açıktır. Fakat bu sonucun her ülkede aynı şekilde olmadığı unutulmamalıdır. Örneğin Latin Amerika ülkelerinde sosyalist muhalefet bizdeki gibi bir gerilme yaşa­ mamış, hatta kimi ülkelerde güç kazan­ maya devam etmiştir. Aynı şekilde bur­ juva sosyalizmi temelinde de olsa Güney Avrupa ülkelerinin tamamında sosyalist ve komünist partiler oy oranlarını artırabilmiştir. İdeolojik kırılmanın seviye­ --------------------------------------------- 19 —


— yol si daha çok her ülkenin kendi gerçek­ leriyle ilişkili görülmelidir. Bizdeki kırılmanın derinliği kent küçük burjuvazisinin değişen konumuyla ilgilidir ve bu kesimdeki ideolojik fark­ lılaşma asıl olarak 90’dan önce baş­ lamıştır. Kitle dinamiği açısından kent küçük burjuvazisini bu denli önemli kılan neden ideolojik araçlara ulaşma, bunları üretme ve yayma bakımından işçi sınıfı­ na göre çok daha elverişli bir konuma sahip olmasıdır. Bu kesim ekonomik olanakları genişledikçe sanatı, kültürü ve siyasetiyle kolektif kurtuluş yerine bireysel kurtuluşun yayıcısı durumuna geldi.

■Kitle hareketine karşı reorganize olan devlet saldırılarını dakikleştirmiştir. Devlet toplumsal muhalefete karşı 80 öncesinden oldukça önemli dersler çıkartmış ve kirli savaş sürecinde bu deneyimlerini en uç noktalara vardırmıştır. 12 Eylül yasalarını süreçte pekiştirerek en basit demokratik talebi ve örgütlenmeyi bile yasadışı ilan ederek yaşam hakkı tanımamış, filizlenmekte olan kitle dinamiğini ise gençlikte olduğu gibi aşırı şiddet uygulayarak sindirmiş daha ötesi, Gazi'de yaşandığı gibi pro­ voke etme veya "bir dakika karanlık" eyleminde olduğu gibi medya aracılığıyla yönlendirme türünde çok yönlü müda­ hale tarzları geliştirm iştir. Özellikle medya o la n a k la rın ı k u lla n a ra k k itle bi­ lincinin oluşturulması aşamasında son derece etkin olabilmektedir. 80 sonrasının istisnası olan 87-89 Bahar Eylemleri’ni henüz kitle dina­ miğinin yeterince değişime uğramadığı

__ 20

ve 12 Eylül’ün biriktirdiği tepkilerin ürünü olarak görmek gereklidir. Bunun dışında kendiliğinden kitle hareketleri sözü edilen nedenlerle kesintiye uğramıştır. Yeniden gelişebilmesi ise daha çok açlık ve yoksullukla değil, ancak dinamikler arasındaki kopukluğun ortadan kaldırılması, bunun için gereken ideolojik mücadelenin yürütülmesi ve saldırılara karşı taktik savunmasının örgütlenebilmesi koşullarıyla müm­ kündür. Bu daha açık bir söylemle kitle hareketinin yaratılması dem ektir ve yaratacak iradeyi gerektirir. Bu tarihsel göreve Türkiye Devrimci Hareketi ise oldukça farklı tarzda tepki vermiştir.

3 - DEVRİMCİ HAREKET Ö ncü-kitle diyalektiği açısından bakıldığında Türkiye Devrimci Hare­ ketinin 65-80 arası dönemi, büyük oranda kendiliğinden kitle hareket­ lerinin ürünüdür. Sürecin yüz binlere varan örgütlerine "tabanın tavanı yönet­ tiği örgütler" denilirken, çok hızlı kitle­ selleşen ama onu yönetecek örgütsel politik önderliğin aynı hızla yaratılamadığı bir durum anlatılmaktaydı. Bu değerlendirme TDH'nin bütünü için de geçerlidir. Bir kural olarak; öncü iradenin kendi temel işlevlerini yerine getiremediği zaman kitle hareketine tabi olması kaçınılmazdır. Tam da bu yet­ mezlik n e d e n iy le d e v rim c i yapıların kit­ leyle ilişkisi "taleplerini ve eylemini radikalize etme" sınırında kalmıştır. TDH'nin 65- 80 dönemine damgasını vuran bu mücadele anlayışı; 78'lere kadar kitle hareketinin canlılığıyla


________ ittifak politikası üzerine__ sürdürülebildi, fakat giderek keskinleşen sınıf mücadelesinin ta ktik ihtiyaçları karşılanamadığı oranda gerileme ve dağılma kaçınılmaz oldu. Kendiliğindene kitle hareketine tabiyeti nedeniyle tak­ tik atak yapamamış olan devrimci hareket, 80’e gelindiğinde ise aynı manevra kabiliyetindeki yetmezlik sonu­ cu geri çekilmeyi de başaramadığı için ağır darbe almaktan kurtulamamıştı. 80 sonrasında ise Bahar Eylemleri yeni bir canlılık yarattığında; sürecin geçmişteki gibi akacağı devrimci hareketin tümünü kapsayan bir yanılgıy­ dı. Oysa geçmiş deneyimler ve sınıf mücadelesinin yeni şartları öncünün kendisini bir çok bakımdan yenilemesi­ ni gerektiriyordu. Bu yenilenme; muhalefetin çeşitli kesimlerinin talep­ lerini aynı politika ve örgüt biçimi içinde toparlayan, farklı mücadele tarzlarını birini diğerini çelmeden uygulayabilen ve kitle hareketindeki iniş çıkışlara karşı sürekliliğini kendi kurumsal bağımsızlığı­ na dayandıracak bir iradenin yaratılmasıydı. Özce TD H amatörlükten pro­ fesyonelliğe geçiş göreviyle karşı karşıyaydı. Bu ancak kendi gerçeğini görme cesareti gösterebilen güçlü bir iç hesaplaşmanın ürünü olabilirdi. Fakat sübjektif yaklaşımlarla iç hesaplaşma geçiştirildi ve 86 sonrası gelişen kitle hareketindeki canlanmanın etkisiyle eski faaliyet tarzları olduğu gibi devam etti­ rildi. 90’la beraber peşpeşe alınan darbe­ ler kitle hareketinin geri ç e kilm e siyle birleşince Devrimci Hareket tarihsel bir dönüm noktasına geldi. TDH ya kitle dinamiğindeki parçalanmayı aşan bir yenilenme gerçekleştirecek ya da onun etkisiyle yeniden biçimlenecekti. İkincisi

oldu. Devrimci Hareket’in önemli bir bölümü kent küçük burjuvazisi, görece yüksek ücret alan işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisinin eğilimlerini temel alarak legalleşti ve liberalize oldu. Önderlik iddiasını yitiren ve geleceğini sistemde istikrar beklentisi üzerine kuran bu iradeler, önce kirli savaş uygu­ lamaları, ardından peşpeşe gelen kriz­ lerin yarattığı gerilim ortamında siyaseten etkisizleşti ve temsil ettikleri tabanın eğilimleriyle siyasi muhaliflikten kültürel muhalifliğe geriledi. Tarihsel mirasa sahip çıkan ve önderlik iddiasını sürdüren iradeler ise daha kapsamlı sorunlarla karşı karşıyay­ dı. Sözü edilen yenilenme çerçevesinde; içe dönük profesyonelleşme, dışta ise kitle dinamiğindeki parçalanmayı dev­ rimci zeminde aşacak bir iradeyi kendi başarısı ya da ittifakları yoluyla yaratmak ve bu iradeleşme aracılığıyla da yükselen K ürt Ulusal Mücadelesi ile halkların itti­ fakını kurmak. Türkiye Devrimci Hare­ ketinin "iç devrimi" demek olan birbiriyle bağlantılı bu üç görev sonraki mücadele süreçlerinin her aşamasında yapıların karşısına yeniden dikilecektir. Sağ tasfiyeci kesimden kopuşmanın sağladığı ivme ve hemen ardından Gazi Direnişi’yle başlayan canlılıkla, devrimci yapılar kitlesel dayanaklarını önemli oranda büyütmüş ve varoşlarda kimi kalıcı mevziler de edinmişti. Bu kazanım­ lar y e n ile n m e için bir manivela olma imkanı taşıyordu, fakat bu tarzda değer­ lendirilemedi. Eski anlayışlar veya yeni imiş gibi görülen ama bir yenilik getirmeyen yaklaşımlar ısrarla sür­ dürüldü. Kendini tekrar eden çalışma 21 -----


— yol__________________________ tarzı sıkıştığı alanlarda giderek kitlesel dayanaklarını hırpalamaya başladı ve kazanılan mevziler parça parça kaybedil­ di. Daralmanın yarattığı benmerkezcilik, eylem ölçüsüzlükleri, taktik disiplinsiz­ likler ve daha önemlisi bir "bekle gör" politikası şu ya da bu düzeyde tüm yapıları etkisi altına aldı. Devletin yoğun saldırılarına maruz kalınan bu süreçlerde devrimci hareketin yine bir irade göstermeden yan yana gelebildiği tek zemin tutsak direnişleri ve şehit cenazeleridir. Bir dönemin temel poli­ tik tutumu haline gelen bu savunmanlık kitleden sonra kadro ve sempatizanları da yıpratan sonuçlar doğuracaktır. Aynı dönemler KUKH'nin mücade­ lesini en üst noktaya çıkardığı, sistemin siyasal krizinin 28 Şubat’a doğru hızla derinleştiği dönemlerdir. Ağırlaşan siyasi görevlere karşın Devrimci Hareket’in yaşadığı darlık batıdaki önderlik boşluğunu çok daha büyüttü. Bu boşluk ittifaklar mekanizmasıyla doldurulabilirdi. Aslında sağ tasfiyeci kesimden kopuşmanın ardından her süreçte TDH'nin tutarlı bir iç ittifak ilişkisine şiddetle ihtiyacı olmuştur. Fakat yükseliş dönemlerinde sıfır toplamlı küçük burjuva rekabet anlayışı nedeniyle, gerileme dönemlerinde ise iç sorunlarla boğuşulduğu için bu konuda başarılı bir örnek yoktur. Oysa nasıl ki çeşitli kesimlerin taleplerini ortak bir politikada toparlama ustalığı her iradenin içe dönük geliştirmek zorunda olduğu bir yetkinlikse, aynı şekilde bu ustalığın dıştaki karşılığı da ittifaklarla dost kuvvetleri büyütüp düşman kuvvet­ leri küçültme yeteneğidir. Bu açıdan tutarlı ittifakların kurulabilmesi Devrim­ ci Hareket’in iç değişimleriyle doğrudan ___ 22 _______________________________

bağlantılıdır. Siyasal tercihler ittifaklar konusunda sınırlı kalmayı hatta tümüyle karşı olmayı gerektirebilir, eleştiri konusu yapılması gereken elbette bunlar değil politikasızlık ve ken d iIiği nd enc iIik olma­ lıdır. TDH'nin ittifaklar konusundaki karakteristik tutumu ise genel olarak savunmacı ve kendiliğindencidir; saldı­ rılar açık ve kaçınılmaz hale gelene kadar bekleme, saldırı sırasında birlik çağrısı yapma ve tehdit ortadan kalk­ tığında ise aynı dağınıklığı sürdürme şek­ linde olmuştur.

4 - İTTİFAKLAR İttifaklar konusundaki en önemli ve son deneyim Birleşik Devrimci Güçler Platformu’dur. 28 Şubat topyekün saldırısı üzerine KUKH'nin çağrısıyla 98'de kurulan BDGP, Devrimci Hare­ ketin önemli bir bölümünün katılımıyla bir taktik disiplin yaratması ve halkların ittifakına bir basamak olabilmesi açısın­ dan Türkiye Devrimci Hareketi’nin sağ kopuşma sonrasında attığı en önemli adımdır. Bu ittifakın örnek gösterilecek yaygın bir pratiği olamamıştır. Kitlelerde yarattığı umutla ve MGK'da gündemleşerek devleti en üst düzeyde tedbir almaya zorlayan siyasal etkileriyle karşılaştırıldığında, pratik olarak yapa­ bildikleri son derece cılızdır. Fakat bıraktığı deneyimler oldukça değerlidir. BDGP'nin temel eksikliği zannedildiği gibi ittifakın tarafları arasındaki güç eşit­ sizliği değildir. Asıl neden Devrimci Hareket’in irade birliği sorununu ittifak zeminine taşımasıdır. Bu durum amacın­ dan öteye zorlanan ittifakın yükünü ağır-


ittifak politikası üzerine__ taştırmış ve Devrimci Hareket kendi tarafını yeterince temsil edemediği için pratik yönelişler KUKH'nin taktik ihtiyaçları sınırını aşamamıştır. Süreç halkların ittifakını yeniden gündemleştirecektir. Bunun asgari koşulunun heri iki tarafında irade birliği ve temsiliyet gücüne sahip olması gerektiği bu deneyimden çıkartılması gereken en önemli derstir. BDGP devrimci iradelerin yan yana gelmesiyle yukarıdan aşağı kurulmuş ve çok kısa sürede biçimlenmiştir. Süreç içinde kurucular kadar da katılım olmuş­ tur. Bu biçimlenme tarzı başarılı bir örnek teşkil edebilir. İttifaklar konusu tartışıldığında genel olarak iki yaklaşım öne çıkmaktadır; demokratik kurumlar dahil en geniş muhalefeti içeren ve tabanda eylem birliklerini esas atan aşağıdan yukarı bir ittifak ya da devrim­ ci iradelerin kuracağı bir çekirdek etrafında en geniş muhalefeti toparlaya­ cak yukarıdan aşağı kurutan bir biçim. Birinci öneri Devrimci Hareket’te fazlasıyla gündemleştirilmiş, fakat başarılı tek bir örneği olmamıştır. Bunun nedeni sorunun esasının toplumsal muhalefet dinamiklerini toparlamakta değil, onların önünü açacak önderlik eksikliğinde olmasıdır. Bir başka söyle­ yişle toplumsal muhalefet dinamik­ lerindeki parçalanma ve Devrimci Hareket’teki daralma bunları şu ya da bu düzeyde toparlamayı önüne koyan her oluşumu tarihsel sorun otan önder­ lik sorunuyla karşı karşıya bırakmıştır ve bunun zorlu taleplerine yanıt ve­ rilemediği oranda dağılmak kaçınılmaz olmuştur. Aşağıdan yukarı ittifak öneri­ leri hep bu noktada kırılmaya uğramıştır.

BDGP deneyimi ise yukarıdan aşağı kurulma ve yerellerde komiteleşme kararıyla iki ileri adım atmıştır. İttifakın sınırı eylem birliği olarak itan edilmesine rağmen yerel komite kararı alındığı için, tabanda hızlı bir faaliyet doğurmuş ve bir noktadan sonra alt komiteler artan organizasyon talepleri nedeniyle BDGP merkezini eylem birliğinden daha ileri bir biçime zorlamıştır. Dağılmadan önce BDGP'nin cepheye dönüştürülmesi bu basınç nedeniyle tartışılmaktaydı. Elbette ittifak konusundaki her girişim için BDGP şablon oluşturacak değildir, ancak bu deneyim o günden bu yana daha da ağırlaşmış otan siyasal ihtiyaçların hangi tarz bir ittifak biçimini zorladığını göstermesi açısından dikkate alınmalıdır. KUKH'nin stratejik dönüşünün ardından ittifaktan ayrılmasıyla BDGP dağılmıştır. Devrimci Hareket kuru­ luşunda irade gösteremediği bu oluşu­ mun, sürdürülmesinde de irade göstere­ memiş ve ittifak yaşatılamamıştır. BDGP'nin dağıtılmasından bu yana daha iki yıl geçmeden birleşik mücadele çağrıları yeniden gündemleşmiştir. İtti­ fakın gerekçesini tarihsel ihtiyaçlar ye­ rine günlük gelişmelere bağlayan hatalı anlayışın pratiği kararsızlıkla biçimleni­ yor. Ölüm orucu direnişini de kapsayan kopukluk süreci; en basit birleşik tep­ kinin bile örgütlenememesi, "ben yaparım olur" taktik disiplinsizlikleri ve kendini vuran eylemsel ölçüsüzlükler olarak yaşanmıştır. Yeni ve fiziki tas­ fiyeyi hedefleyen şiddetli bir saldırı vardır. Bu kez oluşturulması istenen itti­ fak eski hastalıkların aynı şekilde sürdürüldüğü bir günü geçiştirme tutu ­ mu mu olacak, yoksa Devrimci Hare-

23 —


— yol----------------------------------- — ket’i hep aynı noktaya getiren tarihsel görevleri esas alan bir iradeleşme mi o la c a k , bunu yaşayarak göreceğiz. Devlet yaptığı katliamla Devrimci Hareket’i kendisini savunmaya zorluyor. Amacı siyasaldır ve siyasal olarak yanıt verilmelidir İhtiyaç son derece açıktır; saldırıları püskürtecek bir savunmacılık değil, asgari hedefi kitle hareketini yaratmak olan ve en geniş kesimlerin ya da en yakın ideolojik görüşlerin değil, çekirdekleşmeye en yatkın ve bu konudaki samimiyeti en yüksek iradelerin oluştu­ racağı bir ittifaktır. Her geçen gün daha da ağırlaşan sınıf mücadelesi koşulları artık eski tarzda gidilebilecek fazla yol bırakmıyor. Ya iradeleşme ya tasfiye. Devrimci Hareket’in karşısında üçüncü bir seçenek yoktur. 2 0 .0 3 .2 0 0 1

__ 24


Mehmet Yılmazer

GÜNÜMÜZÜN İDEOLOJİK TABLOSU MARKSİZM'E NE OLDU? GİRİŞ Günümüzün en tipik özelliği fırtınalı bir sosyal ve teknik değişime rağmen yaygın ve derin bir ideolojik yoksunluk­ tur. “ İdeolojilerin sonu” nun geldiğini i­ lan edenler açısından elbette ortada bir sorun yoktur. Ancak bu iddianın sosya­ lizmin yıkılışına karşı atılan bir sevinç çığlığından öteye hiçbir değeri yoktur. Bizzat kapitalist anayurtların ideologları çok geçmeden harıl harıl “yeni ideoloji­ ler” aramaya başladılar. Elbette ideoloji bir yerlerde aramakla bulunmaz. İnsanlı­ ğın en eski ideolojisi dinlerdir. Modern çağa geçilince dinlerin yerini sınıf ideolo­ jileri aldı. İdeoloji, toplumsal, sınıfsal ya da zümresel çıkarları “ kutsal” ya da “ mantıklı” söylemlerle bayağı çıplaklığın­ dan adeta büyülü çekiciliğe kavuşturan bağ dokusudur. Sınıflara ve proletaryaya epeydir “ elveda” denildi. Hatta şimdiler­ de “ topluma elveda” diyenler çoğalıyor. A rtık toplumun dağılmakta olduğu, o­ nun yerine “ adacıkların” oluştuğu iddia ediliyor. Böyle bir dünyada gerçekten i­ deolojilere yer var mı? Büyük ideolojiler insanlığın önemli dönüm noktalarında doğmuştur. Tek tanrılı dinler küçük kent medeniyetle­ rinden imparatorluklara geçişin kutsal­ laştırılmasıydı. Maddi dünyanın çok az değiştiği, yerleşik köy yaşamının insanla­ rın başlıca dünyası olduğu bu uzun yıllar­

da ideolojiler bir türlü yeryüzüne ine­ medi. Yeryüzü ne ölçüde karanlık ve durgun ise ideolojiler de o ölçüde yük­ seklere çıktılar. Yeni kıtaların keşfi, de­ nizaşırı ticaretin yoğunlaşması, üretim güçlerindeki değişim uzun ve sancılı yıl­ lardan sonra ideolojileri “ özgürlük ve a­ dalet” çağrıları ile yeryüzüne indirdi. Kutsal dinden bağımsız bir “ hukuk” o r­ taya çıktı. Tanrının değil, insanın yarattı­ ğı toplumsal düzenler şekillendikçe ide­ olojiler de kutsallığından soyunup “ rasyonel” leştiler ya da “ bilimsel” leştiler. İn­ san eliyle yaratılmış en uzun ömürlü ide­ olojiler modernizm ve sosyalizm oldu. Ancak Berlin Duvarı yıkılınca bu insan e­ liyle yaratılmış en uzun ömürlü ideoloji­ ler de yıkıntıların altında kaldılar. Yıkın­ tıların arasından önce sanki tarih fırladı. Din eski kutsallığında değilse bile maddi dünyanın akılcılığı ile sarmalanmış olarak yeniden etkin olmaya başladı. Milliyetçi­ lik yıkıntıların arasından oldukça militan bir çıkış yaptı. Bu gelişmeler üzerine in­ sanlığın falında “ uygarlıklar arası savaş­ lar” görenler oldu. Ondan önce “ tarihin sonu” na gelindiği iddia edilmişti. Ancak bu iddiaların hiçbirisi günümüzün uçuculuk-buharlaşma illetinden kendilerini kurtaramadılar. Bazı kalıntılar bırakarak buharlaşıp gittiler. Pek çok işaret insanlığın yeni ve bü­ yük bir dönüşümün eşiğinde olduğunu gösteriyor. Ancak “ nereye” gidildiği ko­ nusunda “ rivayetler o ölçüde muhtelif

25 —


— yol ki” , insanlık ideolojik bir tasarım olarak geleceği düşünmekten neredeyse vaz­ geçmek üzere!.. Teknik, fırtınalı bir şe­ kilde değişiyor. Bugünün en önemli yanı değişimin hızıdır. İnsanlığın ivmesi yük­ seliyor. İnsanlık kendi tarihindeki ilk toplum biçiminde hemen hemen 100­ 150 bin yıl yaşamıştır. Ardından gelen antik medeniyetler dönemi 8-10 bin yıl sürmüştür. Avrupa Ortaçağı’ndan kapi­ talizme atlandıktan sonra değişimin hızı kağnıdan arabaların hızına sıçramıştır. Yine de Marx dönemi kapitalizminde ü­ retim araçlarının yenilenme devreleri 25-30 yıllık aralıklara yayılırdı. Bugün bu süre en fazla 5-8 yıldır. Herşeyin hızla “ tüketildiği” bir dönemdeyiz. Bu bildik tüketim mallarından öteye sanat ve kül­ türü de içine alan hızlı gündelik bir tüke­ timdir. Hatta “ bilimsel buluşlar” nere­ deyse gündelikleşmiştir. Böyle bir dün­ yada “ kalıcı” , daha doğrusu “ uzun ömür­ lü” ne olabilir? Bir paradoks gibi görün­ se de gen teknolojisiyle insan ömrü mevcut sınırlarının çok ötesine taşınabi­ lecektir, öte yandan ideololojiler gittik­ çe ömürsüzleşiyor. Ardarda gelen pek çok kuşak bir tek ideoloji ile beslenmiş­ ken, bundan böyle belki de bir insan ömrüne ardarda birkaç ideoloji sığabile­ cektir. Bugünün dünyasında insan düşüncesi, fırtınalı teknik ve buna bağlı olarak sos­ yal değişimlerin yarattığı anaforda savru­ lan tekneler gibidir. Bugün “ dinozorluk­ la” öğünmenin hoş bir yanı olsa da insa­ nı hızlı akan sürecin bir kenarında seyir­ ci olmaktan kurtaramıyor. Ö te yandan “ herşeyin değersizleştiği bir dünyada” dün yüce değerler için mücadele etmiş kuşaklara sanki dinozorluktan başka bir seçenek kalmıyor gibidir. Bugünün dün­

__ 26

yasının ideolojik tablosunda belirgin renk, yoksunluğun gri rengidir. Aydın­ lanma ile başlayan modern ideolojiler bugün canlılığını yitirmiş, soluklaşmıştır. Bu sadece sosyalizm için değil, kapitaliz­ min yarattığı ideolojik zemin için de geçerlidir. Eski sosyalist ülkelerde yaşanan “ kadife devrimler” insanlık düşüncesine bir ivme vermedi. Tam tersine günümü­ zün yoksunluğunun en büyük kanıtı ol­ du. Kapitalizmle birlikte doğup gelişen modern çağın düşünceleri bugün, kendi­ leri hala iktidarda ve egemen olsalar da soluklaşmıştır. Çekim gücünü belli ölçü­ lerde yitirmiştir. Sosyalizm, modern ça­ ğın vahşi kapitalist gidişine tam bir bas­ kın oldu. Gücüyle kapitalizmi belli nok­ talarda “ eğitti” . Baskın yapan bu gürbüz güç kuşatmadan kurtulamadıkça kendisi güç yitirdi. Sistem yıkılınca sosyalizm i­ deolojisi de tarihin sayfaları arasında mı kaldı? Bu soruya bir başka yönden yak­ laşmanın daha doğru olduğunu düşünü­ yorum. Sosyalist sistem çöktükten son­ ra kapitalizmin ideolojik zemini güçlen­ miş midir? Bu sorunun cevabı hayırdır. Modern çağın başlarında insanlığı sürük­ leyen parolalar ve hedefler bugün ara­ dan üçyüz yıl geçtikten sonra artık sü­ rükleyici bir güce sahip değildir. “ Özgür­ lük, eşitlik ve kardeşlik” diye yola çıkan insanlık bugün bu özlemlerden çok u­ zaklardadır. Üstelik küreselleşme denen dev hortum insanlığı bu hedeften her geçen gün daha fazla uzaklaştırmaktadır. Yalayıp geçtiği toprak parçalarında zen­ gin ve yoksul dünya arasındaki uçurumu korkunç şekilde derinleştiren küresel­ leşme, gelecekte güçlü sarsıntılarla hare­ kete geçecek fay hatları yaratıyor. İnsanlık bugün fazlaca önünü görme­ den fırtınalı teknik gelişimin ardından


____ günümüzün ideolojik tablosu___ nefes nefese koşmaktadır. Bu koşu her türlü değerden arınmış olduğu için, dün­ den çok daha fazla çıkarların parçalayıcı etkisi altındadır. A rtık projesi olmayan bu toplumsal yol inşaatının hangi nokta­ da nelerle karşılaşacağını kimse bilmi­ yor. Üstelik günümüz insan düşüncesi bu “ bilmecenin” çözümsüz kalmasını kutsayan, gelecekle ilgili her türlü öngö­ rünün değersizliğini savunan bir zemine çekilmektedir. Böylece günümüz post­ modern dünyasına geldik. Postmodernizm özellikle devrimciler tarafından hep alaylı bir gülümsemeyle karşılanmış; üstüne pek çok şey yazılmış, ancak hiç ciddiye alınmamıştır. Hatta “ hiçbir düşünce bütünlüğüne sahip ol­ maması” onu ciddiye almamak için en ö­ nemli kanıt olarak görülmüştür. Ancak postmodernizm, bu küçümsemelere al­ dırış etmeden, filizlenip serpilmesini 70’li yılların ortalarından başlatırsak, en az yirmibeş yıldır, özellikle kapitalist merkezlerden Üçüncü Dünya’ya açıla­ rak yayılma ve derinleşmesini sürdür­ mektedir. Berlin Duvarı’ndan sonra bu yayılma tam bir sıçrama yapmıştır. Bugü­ ne kadar ideolojik yapılanmalarda hiç değilse tutarlı bir düşünce çerçevesi bul­ maya alışık olanlar, postmodernizmin e­ le avuca gelmeyen uçup tozmasını onun “gayri ciddiliğine” yorumladılar. Ya da basit akıl yürütmelerle, “ ...serbest reka­ bet kapitalizminde gerçekçilik, emperya­ lizm koşullarında modernizm. Postmo­ dernizmin üçüncü basamağa, geç ya da çokuluslu veya tüketim kapitalizmine denk düştüğünü” 1 ileri sürenler oldu. Özellikle son yirmi yılda insan düşün­ cesindeki dalgalanmaları tek bir gelişme­ nin sonucu olarak algılamak oldukça ya­ nıltıcı olur. Postmodernizm sanki bu

dalgalanmaların iyi bir aynasıdır. O ayna­ ya bakarak günümüz dünyasının öne çı­ kan bazı özelliklerini tesbit etmeye çalı­ şalım.

POSTMODERN DÜNYA Pek çok girdi çıktısının yanında post­ modern dünyanın temel bir özelliği var­ dır. Diğer özellikler bu ağaç kökünden çıkan dallar gibidir. Postmodern dünya­ nın ürettiği düşünce sistemi şu temele dayanır: “ Bir temele dayanan büyük-teorik anlatılardan çoğulcu-teorik perspektife ve ‘teori adalarına’ doğru bir hare­ k e ttir. 2 Postmodernizm “ şeylerin her­ hangi bir teorik temelde kavranamayacak kadar karmaşık” (a.g.y.) olduğuna i­ nanmaktadır. Aydınlanma yıllarından be­ ri insanlık hep “ büyük anlatıların” ya da daha anlaşılır deyimlerle toplumsal gele­ cek projelerinin peşinden koştu. O gün­ lere kadar dünyayı tanrılar şekillendiri­ yordu. Rönesans’da filizlenen ve Aydın­ lanma çağı ile zirveye çıkan yeni düşün­ ce ve davranış tarzıyla insan, kendi ka­ derini eline almaya yeltendi. Kant’a göre Aydınlanma’nın parolası: “ Aklını kendin kullanmak cesaretini g öste r’dir.3 “ Ay­ dınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez; aklı her yönüyle ve her ba­ kımdan çekinmeden kitlenin önünde a­ paçık olarak kullanma özgürlüğü” dür. (a.g.y.) Alınyazısını aklı ile tanrıların elin­ den almaya çalışan insanlık, üçyüz yıl sonra postmodernizmle bu kez “ akla karşı” savaş açmıştır. Dünyanın bugün yaşadığı felaketlerin milat noktası olarak, postmodern düşünce, Aydınlanma’yı gö­ rür. Tanrıların karanlık ve gizemli dün-

27 ---


— yol yasından aydınlığa çıkış, insanlık tarihinin en büyük eylemlerinden biri iken post­ modern dünya bu eylemi lanetlemektedir. Aklını kaçırmış gibi görünen postmodernizm çok da haksız değildir. Ay­ dınlanmaya kadar insanlığın başına ge­ lenler “ tanrıların gazabına” bağlansa da son üçyüz yıldır insanlık kendi bilimsel aklı ile yaşamıştır. Bu üçyüz yıla insanlı­ ğın en büyük savaşları sığmış, eskiyi ara­ tan felaketler yaşanmış ve insanlık uçu­ rumun kenarında yürümekten bir türlü kurtulamamıştır. Aydınlanma sonrası insanlığın yaşadı­ ğı iki büyük toplumsal düzen, kapitalizm ve sosyalizm, ilk çıkış noktalarından ve­ ya yukarılara kaldırdıkları parola ve he­ deflerden çok farklı yerlere gelince, in­ san aklına dayanan “ büyük anlatılara” hala ne ölçüde güven duyulabilir? Post­ modern dünya “ büyük” hedeflerle bir­ likte “ büyük felaketler” yaşandığına i­ nandığı için artık böylesi hedeflerden vazgeçmiş görünüyor. Hele insan aklına dayanarak dünyayı kapsama iddiasındaki büyük teorilere hiç güven duymayan ye­ ni insan düşüncesi, artık çok çeşitli “ te­ ori adacıkları” na yolculuk yapmayı, bir adadan diğerine tasasız salınarak geçme­ yi postmodern dünyanın yaşam biçimi olarak benimsemiştir. “ Postmodernizmin gelip kapıya da­ yanması anlatının meşrulaştırma işlevin­ de ve uzlaşıma zorlama yeteneğinde bir çözülmenin baş gösterdiğinin işareti­ dir.”4 Aydınlanma ile yücelen aklın kapi­ talizm ve sosyalizm olarak ikiye bölün­ mesi, bu bölünmenin insanlığı getirdiği nokta, sonunda akıldan intikamını güçlü bir şekilde almaktadır. Onun “ meşrulaş­ tırma işlevi ve uzlaşıma zorlama yetene­ ği” çözülmüştür. Postmodern dünya bu

__ 28

gelinen noktayı fazlaca irdelemez, ne­ denlerini ortaya çıkartmaya çalışmaz. İdeololojilerdeki “ çözülmeyi” olduğu gibi bırakarak, bu karmaşayı “ meşrulaştırır” . Bunu nasıl yaptığını birkaç başlıkta irde­ lemeye çalışalım.

“Öznenin Ölümü” Fukuyama’nın “ liberal demokrasinin son insanı” aslında günümüzün “ öznesi” dir. “ Uğruna fedakarlık yapılacak hiç­ bir şey görmeyen insan” !.. Eğer insan toplumsal projelerden vazgeçerse bu aynı zamanda kendi tarihsel rolünden de vazgeçmesi anlamına gelir. Bugünün dünyasında hiçbir olay için öne çıkma­ yan, öne çıkmayı” , “ aptallık” olarak gö­ ren bir anlayış gittikçe tabaka tabaka ya­ şamın her alanında birikmektedir. Bugü­ ne kadar yapılan “ fedakarlıkların” sonu­ cu yaşadığımız dünyada “ özne” olup “ ta­ rih yazm aya” n iy e tle n m e k hiç de a n la m ­ lı bir çaba gibi görünmüyor. Postmo­ dern dünyanın insana biçtiği bir rol yok­ tur. Yüzyıllardır süren ulusal kurtuluş savaşları, sınıf mücadeleleri gelip Yeni Dünya Düzeni denen anaforun içinde yok oluyorsa, “ tarihin gidişinde insanın rolü nedir?” sorusu haklı olarak sorula­ bilir. Sorulmalıdır. Ancak verilecek ce­ vap insanın bilinçli eylemliliğinin inkarına vardığında ortada ne tarih ne de gelecek kalır. Sınıflar mücadelesi tarihin lokomo­ tifiydi. Oysa postmodern dünyada ne sı­ nıflar ne de lokom otif kalmıştır. İjnsanın gelişimi kırık çizgilerle de ol­ sa, doğa ve toplumdaki yeri ile ilgili bi­ linç ve davranışlarındaki yetkinleşmenin yükselmesi yönündedir. İnsan doğadan farklılığını kavradıkça binlerce yıllık sü­ reç içinde düşüncesi maddeden kopuş-


____günümüzün ideolojik tablosu___ muş, yücelmiş, tanrısallaşmıştır. Dünya­ ya ve topluma kendi hükmünü geçiremediği ölçüde bunu kendi yarattığı tan­ rılar dolayımı ile yapmıştır. Tanrılar, ka­ tılaşmış topluluk bilincini temsil ediyor­ lardı. Bunun yeryüzündeki bilinen karşı­ lığı geleneklerdi. Birey olarak insan he­ nüz doğmamıştı. Bireysel bilinç denen olgu olmadığı, her kişi katılaşmış toplum bilincine -tanrı ve geleneklere- göre davrandığı için, tarihin gidişinde “ insanın rolü” diye bir kavram da yoktu. Evren, dünya ve toplumun onbinlerce yıl süren bu büyüsü bozuldukça, insan, bilinci ve davranışı ile öne çıkmaya başlamıştır. Büyünün bozulduğu özellikle son dörtyüz yılda bütün yaşananlar, bilinçli insanın ya da insan aklının günah hanesi­ ne yazılmıştır. Bu süreçte insan, “ birey olarak insana” doğru yol aldığı ölçüde doğadan ve toplumdan kopuşmuştur. Postmodern dünya bir yanı ile bu kopu­ şa bir tepkidir. Ancak bu tepki sanki bir intihar gibidir. Öznenin ölümünü ilan et­ mek, bilinçli insan eyleminin ölümünü i­ lan etmekle aynı şeydir. Fakat postmo­ dern dünyanın bu tepkisi aslında insanlı­ ğın gelişimindeki bir açmazın aynı za­ manda tersinden itirafı olmaktadır. Bü­ yüden, tanrılardan, geleneklerden kopuşan, aynı zamanda toplumdan da kopa­ rak kendi birey dünyasının fanusuna hapsolan insan, bireyciliğin zirvelerine tırmandıkça aynı zamanda insan olarak “ ölmektedir” . Dünün katılaşmış, büyü ve gelenek haline gelmiş toplumsal insan bilincine karşı, bireyin “ özgürlük” çığlığı tarihsel olarak büyük anlama sahipti. Bu çığlığın atılmasından birkaç yüz yıl sonra birey kendi “ çok özel” dünyasının kireç­ lenmiş duvarları arasında soluklaşmakta, ölüme yatmaktadır. Postmodernizm

“ akla dayalı” bilinçli insan eyleminin ölü­ münü kutsarken aynı zamanda insanın ölümünü de kutsamış olmaktadır, ^ u söylenenleri postmodern dünyanın uf­ kundan öteye değerlendirirsek, bugü­ nün insanlığı, birkaç yüz yılda yaratılan modern çağın insan tipi ile bir hesaplaş­ ma içine girmektedir. Postmodern dü­ şünce bu hesaplaşmaya gelemiyor. Mo­ dern çağın yarattığı insan tipine sadece tepki göstermekle sınırlıyor kendisini... Oysa bugünün “ öznesi" böyle bir hesap­ laşmaya girmeden geleceğe adım ata­ maz. Böyle her türlü hesaplaşmanın bu­ güne dek hiçbir olumlu sonuç yaratma­ dığına inanan postmodern düşünce, bi­ rey olmanın kapitalizm koşullarında o­ lumsuz zirvesi olan bencilleşmenin için­ de debelenmeyi kutsuyor. “ Öznenin öl­ düğünü” ilan ederek aslında “ yaşasın bencillik” parolasını yükseltiyor.

Yerelliğin Kutsanması, “Bütün”e Karşı Savaş Postmodern düşüncenin klasiği hali­ ne gelen kitabının son paragrafında Lyo­ tard şu çağrıyı yapıyor: “ Ondokuzuncu ve yirminci yüzyıllar bize alabileceğimiz kadar çok te rö r ver­ di. ‘Bütün’ ve ‘b ir’ nostaljisi, kavram ve duyumlanabilenin, şeffaf ve iletimlenebilir deneyimin uzlaşması için yeteri kadar fiyat ödedik... Gelin bütünlüğe karşı bir savaş başlatalım, gelin sunulamayana ta­ nıklık edelim, farklılıkları etkin kılıp, adın onurunu kurtaralım.” 5 Küreselleşmenin hızlı adımlar attığı dünyamızda bu “ bütünleşme”ye karşı tepkiler de ortaya çıkıyor. Postmodern dünyanın aydınları şöyle yakınıyor: “ Bir örneklik ve donukluk tehditi al-

29 —


— yol tındayız.” “Aynılık bir sis gibi ülkenin (ABD) üzerine çöküyor.” 6 Kapitalizm yarattığı standardizasyonla, sosyalizm de epeyce ağzına yüzüne bulaştırdığı mer­ kezi planlama ile “ bütün” ün peşinde koştu. Postmodernizmin bütün yakın­ malarına rağmen kapitalizm küreselleş­ me ile “ bir” ve “ bütün” lüğün yolunda yürümeye devam ediyor. Üstelik sosya­ lizmin yıkılması ile dünya sıkıcı bir şekil­ de yeknesaklaşma yoluna girdi. Medya denen muazzam fırtına kapitalist ana­ yurtlarda ortaya çıkan bir yeniliği -yani tüketime sunulan bir metayı- esip toza­ rak hemen dünyanın dört bir köşesine yayıyor. Eskiyenleri önüne katarak sü­ pürüyor. Bu aynılaşmaya karşı kapitalist merkezlerde, “ alternatif adacıklar” olu­ şuyor. Bunu çoğu zaman bizzat küresel­ leşmenin gizli gücü örgütlüyor. Böyiesine tek örnek olmaya karşı tepki göster­ mek çok da haksız görünmüyor. Bireyin kutsandığı bu dünyada tek tip insan hak­ lı olarak istenmeyecektir. Ancak ortada çözülmez gibi görünen bir açmaz dur­ maktadır. Dünya küreselleşmenin düzle­ yip ektiği bir tarlaya dönüştükçe bu tar­ ladan da ister istemez hep bir örnek ü­ rünler alınacaktır. “ Farklılıklar” nasıl et­ kin kılınacaktır? Bir yanda sanki büyük bir hortumla bir merkeze çekilen dünya, öte yanda bu büyük akımın anaforların­ da “ farklılık” çırpınışları... Postmodern dünyanın kabaca tablosu böyle görünü­ yor. “ Bütün” e karşı olma, politikanın di­ line çevrilince oldukça ilginç sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Tam da bu noktada postmodern düşüncenin o “ dayanılmaz çekim gücü” zayıflar. Postmodern düşünce “ gündelik faali­ yetler dünyasını kutsallaştırmak ister.” 7 Merkeze doğru her türlü yolculuk lanet­

__ 30

lidir. Politik dünyanın merkezindeki kol­ tukta hep o tılsımlı güç “ iktidar” oturur. Oysa postmodernizm politik dünyaya çok başka türlü bakar. “ Politik ve sosyal iktidar problemi dağılır, yayılır ve artık ‘devlet’ veya ‘ege­ menlik’ gibi modernist kavramları kap­ samaz, fakat bunun yerine kendini her yerde ortaya koyabilir.” 8 “ Modern libe­ ral toplumda iktidar her yerde ve hiçbir yerdedir.” 9 “ Gündelik faaliyetler dünyasını kut­ sallaştırmak” ve “ iktidarı her yerde ve hiçbir yerde” görmek günümüz kapita­ list dünyasının tipik bir davranışıdır. “ İk­ tidar hedefli” mücadeleler özellikle sos­ yalist sistemin yıkılışından sonra anlamsızlaşmıştır! 1960’lar dünyası ile karşılaş­ tırılınca bugün “ iktidar hedefli” mücade­ leler yok denecek kadar azalmıştır. Pra­ tik böyle gelişince bunun teorisi de ya­ pılmadan olmazdı. Bugün sanki insanlık kapitalizme mahkum hale gelmiştir. Ne düşünülecekse bu düzen İçinde, bu dü­ zenin ufuk sınırlarını aşmayacak ölçüler­ de düşünülecektir. Burjuva egemenliği ilk vahşi yıllarından bugüne egemenlik biçimlerinde ve uygulamalarında elbette çok önemli değişimlere uğrayarak gel­ miştir. Egemenlik, kabaca devlet ve si­ lahlı kurumlardan öteye hemen her ku­ rum aracılığı ile topluma sadece dayatı­ larak değil, “ ideolojik” olarak da sindiril­ miştir. Buradan postmodern petek göz­ lerin adacıktı görüş ufkuna mı varılmalı­ dır? “ İktidar her yerde ve hiçbir yerde­ dir” tespiti çok masum ve üstelik olduk­ ça “ doğru” görünüyor. Ancak bu man­ tık, mücadelede iktidar ufkunu yitirm ek­ le ve gündelik faaliyeti kutsamakla bir­ leştirilince bütün masumiyeti kaybolur. “ Bütün” e karşı savaş açılacaktır, iktidar


____ günümüzün ideolojik tablosu___ da “ bütünü” temsil eder. Postmodern gözler iktidarı bu anlamda görmezler. Onu parça parça her alana yayarak ne­ redeyse yok ederler. Sonra da “ parça­ larla” yetinmeyi salık verirler. Postmodern anlayışın mücadeleyi “ parçalara” çekmesi “ demokratik kurumların solda şimdiye kadar görülenle karşılaştırılamaz derecede daha fazla ciddiye alınmasına katkıda bulunmuş­ tu.” 10 Bu inkar edilemez bir gerçekliktir. İktidar ufku ve aynı zamanda pratik ikti­ dar imkanı yaşanan önemli tarihsel olay­ lar nedeni ile büyük darbeler yiyince, mücadele “ cephe savaşından” “ mevzi savaşlarına” dönüşmüştür. Postmodernizm bu hedef kırılmasını ebedileştiri­ yor. İktidar hedefi yitirilince mevcut burjuva iktidarlara bakışlar da değişmiş­ tir. İktidar kendini sınıf egemenliği teme­ linde ortaya koyan bir kurum olmaktan çıkmış, kime ait olduğu belli olmayan bir egemenlik, her kuruma ve seviyeye yayı­ larak yok edilmiştir. “ Bütün” e karşı “ farklılıkları etkin kılma” adı altında as­ lında sistemin bütünlüklü mekanizmala­ rına dokunulmadan düzenin içindeki “ a­ dacıklarda” yaşamak postmodern dü­ şüncenin temel duruş noktasıdır. Dünyamıza baktığımızda bunu he­ men her alanda görebiliriz. Bir hedefe yönelmiş görünen, yaygın işçi ve halk ha­ reketleri deniz çekilmesi gibi gerileyin­ ce, ortalığı, hedefleri farklı, örgütlenme­ leri çok sıkı ve ömürlü olmayan, ancak bir olayı hedefleyen “ sivil toplum hare­ ketleri” kaplamıştır. Her türlü siyasal parti önceki dönemlerle karşılaştırıldı­ ğında büyük ölçüde itibar yitirmiştir. Bu sadece devrimci ve sosyalist örgütlen­ meler için değil, burjuva partileri için de belli ölçülerde geçerlidir. “ Son yıllarda

Batı politikasında partiler hemen hemen yalnızca ekonomik ajanlara dönüşmüş­ lerken, politik seçenekleri zorlama rolü toplumsal hareketlere kalmıştır.” 11 Ö ­ zellikle Batı kapitalizminin son altın çağı olan II. Dünya Savaşı sonrası aralıksız kalkınma dönemi, 70’li yılların ortaların­ da tökezlemeye başladığından beri, Re­ fah Devletleri’nin kazanımları erimeye başlamıştır. Sosyalizmin yıkılması ile bu erime hızlanmış, burjuvazi daha pervasızlaşmıştır. Özellikle bu süreçte düzen partilerinin hemen hepsinin ufku “ eko­ nomik gerçeklerle” sınırlı kalmış, siyaset ekonomiye fazlaca tabi kılınmıştır. Bu­ gün bu süreç derinleşerek devam et­ mektedir. Sosyalizmin yıkılışı ile gerile­ yen işçi ve halk hareketlerinin siyasette bıraktığı boşluğu “ hükümet dışı örgüt­ lenmeler” doldurmaya başlamıştır. Siya­ setin kirlenmiş yanından uzak, siyaset kadar katı duruşlara sahip olmayan bu örgütlenmeler günümüz dünyasının postmodern bir gerçekliğidir. “ Bütün” e dokunmadan “ parçalar” üzerinde politi­ ka yapan bu örgütlenmeleri küçümse­ mek ve hele görmezden gelmek, sonucu politik körlüğe varacak olan iflah olmaz bir hastalığın işaretleridir. Postmodernizmin siyaseti sadece “ parçalara” indir­ gemesine öfkelenmek yetmez, günümüz dünyasında ayrı kanallardan akan bu tep­ kileri bir ana akıma dönüştürmek gere­ kir. Bunun bugünün dünyasında hemen olmayacağı yeterince açıktır. Günümü­ zün esas politik sorunu da zaten budur. Kapitalizm, dünya ölçüsünde merkezile­ şirken kendine karşı güçleri “ parça­ layabiliyor” ve “ adacıklar” halinde tu t­ mayı becerebiliyor. Yükselecek genel bir dalgayı küçük dalgakıranlarla parçala­ yabiliyor. Bu sadece kapitalizmin çok ö-

31 —


— yol---------------------------------------zel bir yeteneği olmaktan öteye insanlı­ ğın yaşadığı özellikle son yüzyılın özellik­ lerinden dolayı da böyledir. Dünyada “ bütünlük” savaşı veren iki ana sosyal düzen insanlığa beklenen “ mutluluğu” ve özgürlüğü kazandıramadı. Bu tarihsel sü­ recin pratik sonuçları insan düşüncesine “ bütün” ün lanetlenmesi biçiminde yansı­ dı. Özlenenler “ adacıklar” da gerçekle­ şebilecek mi? İnsanlığın bu yönde bir pratik yaşaması kaçınılmaz görünüyor. Belli ölçülerde de bu pratik yaşanıyor. Postmodernizmin deyimi ile “ farklılıkları etkin kılalım” . Ancak farklılıkları bütün zenginliği ile bir ana akıma dönüştürme­ yi ve küreselleşmenin çekirdek gücüne yöneltmeyi unutmadan.

Geçmişi Unutup Geleceği Düşünmeden “Şimdiye” Övgü Postmodern dünyada “ zaman sürek­ li bir şimdiler dizisine parçala” nır.12Post­ modern düşünce neden “ şimdi” ye takı­ lıp kalır? “ Bütünü” aramak ya da “ büyük anlatılar” peşinde koşmak insanlığın uğ­ radığı felaketlerin nedenidir. Postmo­ dern düşüncenin tarih bilinci tümüyle yok değildir. Tersine o da tarihten ken­ dine dayanak noktası arar. Felsefi anlam­ da kendine dayanak noktası olarak I9.yüzyılın ikinci yarısında yaşamış Nietzsche’yi bulur. Nietzsche’ye dayan­ mak rastlantı değildir. Bu olağanüstü ka­ ramsar düşünür Aydınlanma’nın tam bir lanetleyicisiydi. Postmodern düşünce kendine tarihten bir dayanak aradığında, insanlığın fırtınalı değişimler yaşadığı bir dönem olan I9.yüzyılda, bütün bu gidişe karşı çığlıklar atan Nietzsche’yle bulu­ şur. Aydınlanma çağı insanlığın tarihinde ilk kez tanrıların değil, insanların gelece­ __ 32 ____________________________

ği yaratabileceği düşüncesinin yaygınlaş­ tığı ve siyasallaştığı bir dönemdir. Her türlü gelecek projesine karşı olan post­ modern düşünce bu dönemi sanki insan bilincinden silmek ister. Bu tarih dilimi insanlığı geleceğe taşımaya yönelik “ ü­ topyalarla” , “ toplumsal uzlaşma” proje­ leri ile “ özgürlük” ve “ sosyalizm” çağrı­ ları ile yüklüdür. Ve bu tarih insanlığın hafızasında hala tazedir, onun sosyal bi­ lincinin en güçlü yanını oluşturur. "Bütün” ü aramanın insanlığa çok fazla “ te ­ rö r” getirdiğine inanan postmodern dü­ şünce önce bu tarihten kopmak zorun­ dadır. “ Postmodern çağ modernisttir, fakat modern çağı katlanılır kılan umut ve ha­ yallerden yoksundur.” “ Modern çağ düşler çağıydı. Oysa postmodernizm düş kırıklıklarının, şaşkınlık ve karamsar­ lıkların çağıdır.” 13 İnsanlık, tanrılar çağında “ düş kırıklı­ ğı” yaşama şansına sahip değildi. Böyle bir durum tanrılara “ baş kaldırma” anla­ mına gelirdi. “ Alınyazısı” yaşandığına gö­ re ne düş ne de düş kırıklığı fazla anlam­ lı değildi. Ancak bu çağlarda bile insanlık dönem dönem çok zorlu bir işe soyun­ muş, tanrılarla hesaplaşmaya girişmiştir. Elbette bunu tanrıların yeryüzündeki temsilcileri üzerinden yapmıştır. Oysa Aydınlanma çağı ile birlikte insanlık ken­ di geleceği ile ilgili düşler ve planlar yap­ ma yeteneğini bilimsel seviyelere yük­ seltmiştir. Yaşanan üçyüz yılın sonucu bugünün dünyası olunca postmodern düşünce her türlü gelecek projesinin in­ karına varmıştır. Gelecekten bu ölçüde kopuşulunca geriye sadece “ şimdi” kal­ maktadır. Oysa “ idealler her zaman in­ sanı şimdiden koparır.” 14


____günümüzün ideolojik tablosu___ İnsanlığın “ ideallerinden” vazgeçmesi mümkün müdür? Sadece “ şimdi” yi yaşa­ mak da neden bir “ ideal” olmasın! An­ cak düşünen bir varlık olarak insan sa­ dece “ şimdiyi” yaşamak istese de bu im­ kansızdır. Aslında insanlık, tarihten çı­ karttığı derslerle hep geleceği kurar ve geleceğe doğru yaşar. Gündelik yaşa­ mında bile durum farklı değildir. Doğ­ duktan hemen sonra bireyin geleceği planlanmaya başlanır. “ Yarım” düşünme­ den yaşayan bir tek kişi yoktur. İnsanlık topluluk olarak yaşamaya başladıktan sonra hep geleceğini görmeye ve çöz­ meye çalışmıştır. İlk çağların fal ve büyü­ leri; “ tanrıların işaretleri” hep gelecek i­ çin anlamlar taşımıştır. Tarih ve sosyo­ loji biliminin doğması ile geleceğin tasa­ rımı akla dayanmaya başlamıştır. Post­ modern düşünce insanlığın bu büyük ge­ lişimini, kendi geleceğini tasarlama gücü­ nü terkediyor. Tasarlanan gelecekle ya­ şanan pratiğin bire bir aynı olmaması “ şim dfye mahkum olmak için neden o­ lamaz. Ancak postmodern düşüncenin “ şimdi” tutkusu sadece bir “ saçmalık” olarak algılanamaz. İnsanlık neredeyse son çeyrek yüzyıldır geleceğini tasarla­ ma gücünü yitirmiş gibidir. 18 ve I9.yüzyılda yaratılan sosyal değerler ve gele­ cek projeleri, 20.yüzyılda en uç noktala­ ra savrularak yaşanmıştır. 20.yüzyıl ade­ ta kendinden önceki birkaç yüzyıllık dü­ şünsel birikimin bütün şiddetiyle yaşan­ dığı bir tarihsel dilim olmuştur. Düşün­ celerin pratiği, en beklenmedik ve umul­ madık seviyelere kadar tırmanarak ya­ şanmıştır. Bu yaşanmışlığın yarattığı düş kırıklığı üzerinde çiçeklenen postmodern dü­ şünce gelecekten koparak kendini şim­ dinin salınımlarına bırakıyor. Kendisi

hiçbir gelecek tasarımı yaratmayan post­ modern düşünce sözde tepki gösterdiği bugünün küreselleşen kapitalizmini “ sonsuz şimdi aralıkları” ile ebedileştir­ miş oluyor. Kendisi bir gelecek ufkuna sahip olmadığı için “ modernitenin aç­ mazlarından beslenen bir asalaktır.” 15 Gelecek tasarımından vazgeçmek, insa­ nı, sıradan bir canlı olmaktan çıkaran, yani “ insanlaştıran” en temel özelliğin­ den vazgeçmek olur. Bu “ imkansız” gö­ rünen tutum tarihe baktığımızda insana çok da uzak değildir. Toplumsal çürüme dönemlerinde insanın ufkundan genel­ likle gelecek beklentileri silinmiştir. Bu­ gün dünyanın gelişimine yön veren Batı toplumlarında bir çürümeden söz edile­ bilir mi? İlk bakışta belki göze çarpmayan çü­ rüme bireyin dünyasına daha ilk adımını­ zı atar atmaz karşınıza çıkmaktadır. Toplumsal yaşamdan kopuk, sadece kendi iç dünyası ile sınırlı, kendini büyük ölçüde sunulan yeni ve ilginç tüketim mallarını tüketerek ifade eden, dolayısı ile hızla kendisini tüketen bir insan kuşa­ ğı Batı ülkelerinin toplumsal dokusudur. Ayrıca kelimenin doğrudan anlamına denk düşen çürüme de az değildir._Qürüme, gündelik gidişin bataklığında yu­ varlanmayı büzülmüş, küçülmüş insan düşüncesinde tek seçenek olarak ortaya çıkartır. En küçük problemler insan ya­ şamında şu ünlü stres fırtınalarının kop­ masına neden olur. Geleceği yaratma e­ nerjisinden kopan insanın dünyası gittik­ çe küçülür ve o dünyada en küçük so­ run bireysel yaşamları felç edecek büyük devlere dönüşür. Postmodern dünyanın insanı atomlaşmış toplumsal yapılarda, sadece kendini yaşama amacındadır. “ Kendini yaşama" geleneksel toplumun

33 —


— yol hep başkaları için -genellikle aile için- ya­ şanan zamanlarına köklü ve elbette hak­ lı bir tepkidir. O zamanlar kimse “ kendi­ si için” yaşayamazdı. Ancak bu tepki ka­ pitalizmin sosyal yaşamında birkaç yüz­ yıldır öylesine uç noktalara kadar yol katetm iştir ki, kentlerin dev kalabalıkları i­ çinde “ yalnızlık” , “ insansızlık” normal yaşam haline gelmiştir. Geleneksel top ­ lum biçimlerinde toplulukla tanımlanan kişilikten kapitalizmde en kutsal hak o­ lan “ birey” e geçiş, eskiye oranla büyük özgürlükler getirse delbireysel duruşun koyulaşmasının1bedeli geleceği yitirmek olmuştur. Günümüz postmodern dün­ yası bunun en açık kanıtıdır. Bizzat Batı’nın sosyologları (toplum bilimcileri) top­ lumsal parçalanmadan, giderek “ cemaat­ leşmeden” söz ediyorlar. Kapitalizmin yarattığı uluslar, birey üzerine geliştikçe, eski anlamını yitiriyor. İnsanlığın yarattı­ ğı genel soyut değerler eriyor. Hızla e­ rozyona uğruyor. Toplumsal doku par­ çalanmaları yaşanıyor. Hatta kapitalist toplumun en güçlü bağı olan sınıf çıkar­ larının yarattığı bağlar bile bugün belli ölçülerde değişime zorlanıyor. Postmodernizm, hemen herşeyin parçalanmaya uğradığı günümüz dünya­ sında geleceği yitirmenin yarattığı pani­ ğin ortaya çıkardığı bir düşünce karma­ şasıdır.

Kimlik Arayışı Postmodern dünyada eski kimlikler y itir ilm iş tir . H e rk e s kimlik arayışındadır.

Aynılaşma, daha açık deyimiyle kapitalist standartlaşma ister istemez karşı tepki­ sini yaratmıştır. Ancak günümüzdeki “ kimlik kaybı” başka noktaları da kapsı­ yor. Ulusal kimliğin coşkulu günleri çok­

__ 34

tan gerilerde kalmıştır. Hele kapitalist a­ nayurtlar için bu dönem oldukça eski bir tarihtir. Kapitalizmin yaygınlaştırdığı sı­ nıflar mücadelesi ile insanlar sınıfsal kim­ likler edinmiştir. Fransız Burjuva Devrimi’nden beri gelen “ sağ” ve “ sol” kutup­ laşması bir dönemin en belirgin sosyal kimliği oldu. Bu saflaşma sosyalizm mü­ cadelesi yıllarında hem yaygınlaştı hem de derinleşti. Kimlik arayışında da geç­ miş, şimdi ve gelecek sorunu vardır. Ki­ şi gelecek ideallerine göre geçmişi ile bağ kurar, bir sentez yaratmaya çalışır. Bu toplumsal olarak da geçerlidir. Ay­ dınlanma insanı Avrupa Ortaçağı’nın taşlaşmış yapısından kopuşurken, Antik Yunan ve Roma Medeniyetleri’nin dü­ şünceleri ile gelecek düşlerini sentezleştirdi. Bu sentezden burjuva toplumları ortaya çıktı. Burjuva toplumlarının iç çe-lişkileri derinleştikçe sınıf farklarına da­ yalı sosyal kimlik önceki kimliklerden baskın çıktı ve belirleyici oldu. İnsanlık birkaç yüzyıl bu çelişkilerin yarattığı sos­ yal kimlikleri taşıdı. Sosyalizmin yıkılışından sonra sınıfla­ rın sosyal kimliği belirlemesi gücünden oldukça fazla şeyler yitirdi. Zaten yaşa­ nan kapitalist üçyüz yıl ulusal kimlikleri de belli ölçülerde aşındırmıştı. Kapitaliz­ min yarattığı “ birey” kendi dışında bir değer tanımayan, topluma göre şekille­ nen değil, çevresiyle “ kendi isteklerine” göre ilişki kuran, onun dışında her türlü “ toplumsallığı” reddeden bir yapıda şe­ killendiği için, postmodern dünyada her birey kendine ayrı bir “ kimlik arayışına” girdi. “ Kişi kendisini, etkinliği ile tanımlayamadığı takdirde, kökenlerinden yola çı­ karak bir kimlik oluşturur.” 16 Kişinin bi­ linçli (bu bilinç gelenek de olabilir ) sos-


____ günümüzün ideolojik tablosu___ yal etkinliği onun kimliğini belirler. Yok­ sa sadece “ mesleği” değil. Postmodern dünyada ise böyle bir “ sosyal etkinlik” kalmamıştır. Gelecek ufku kalmayınca, sadece şimdi ile yaşanınca ister istemez, ortalığı bir “ kimlik arayışı” da kaplamış­ tır. Ancak bu “ kimlik arayışının önceki dönemlerin sosyal kimlikleri ile hiçbir i­ lişkisi yoktur. Bu kimlik arayışı, “ büyük anlatılardan” kopuşmuş bir insanlığın kimlik arayışıdır. “ Büyük anlatılardan” kopuşulunca iki önemli insani özellikten de kaçınılmaz bir şekilde kopulur. Birisi, insanlığın geleceği tasarlama, “ idealize” etme gücüdür. Diğeri, gerektiğinde bu hedef için “ kendini feda etme” özelliği­ dir. Bu insanın yücelişidir. Her tek kişi bunu pratik bir davranışa dönüştürmeyebilir. Ancak düşünce ve bir sosyal de­ ğer olarak insan kimliğinin yapısında yer alır. Aslında “ alırdı” demek gerekiyor. Postmodern dünyada artık böyle bir de­ ğer yoktur. Postmodern kimlik, gelece­ ğini ve hatta geçmişini yitirdiği için, her günün çalkantılarında “ değişmek” , ne a­ radığını bilmeden sürekli “ aramak” zo­ rundadır. Burada aslında karşımıza belir­ gin bir kimlik çıkmaz. Çıkamaz. Kendine çok düşkün olan bu kişilik, bu çalkantıda hergün bir başka(sı) olmanın, olma özle­ minin bulantısı ile yaşar. “ Büyük anlatı­ landan özgürleşen sosyal kimlik tama­ men kendi içine kapanır, asosyalleşir. El­ bette insanlık değerleri de “ mutlak” de­ ğil, tarihsel dönemlere göre değişkendir. Kapitalizme kadar insanın ayrı bir kimli­ ği olmadı. Geleneksel toplumlar içindeki kabile, boy, din kimliğini “ kandaşlan” ile aynı biçimde taşıdı, kendisinin “ özgün bir kimliği” olmadı. Bu anlamda hep “ başkaları” için yaşadı. Ancak geleneksel toplumlarda “ başka” kavramı kolektif

topluluk dışında bir yeri işaret ediyordu. Topluluk içinde “ kişi” yoktu. Şefler bile topluluğun ortak değerlerinin temsilcile­ ri idiler. Kapitalizmin ulus topluluğu ön­ cekilerden farklı olarak “ birey” lerin “ va­ tandaşlık” değerleri çerçevesinde oluş­ turduğu bir yapı oldu. Ulusların da ilk dönem tarihlerinde bireylere ulus için fedakarlık yapmak düştü. Türkiye “va­ tan, millet” nutuklarının en fazla ve ha­ masi ölçülerde atıldığı bir topraktır. Bu değerin nasıl doğup çok kısa bir tarih sü­ recinde yozlaştığı iyi bilinir. Postmodern dünyanın adeta birbiri­ ne dokunmayan tek tek bireylerden olu­ şan dokusunda, artık gelecek için feda­ karlık yoktur. Bu anlamda bireyin kendi özgün dünyasında “ başkası” için davra­ nış değeri artık yoktur. Postmodern bi­ reyi bu konuda istediğimiz kadar top a­ teşine tutalım onun, birey ve bireyci zır­ hını kolay kolay delemeyiz. Çünkü bu zırhı o bireyler sırf kendileri örmüş ol­ saydı, orada bir gedik açmak hiç de zor olmazdı. Ancak bu zırhı bazı çok önem­ li tarihsel süreçler örmüş ve kalınlaştır­ mıştır. İnsanlık tarihinde bir olgu binler­ ce kez başka renk ve nüanslarla da olsa tekrar etmiştir. Büyük ideallerle kendini “ feda” ederek davranan insanlık, hemen her seferinde beklentilerinden başka noktalara düşmüştür. Kolektif istek ve özlemler, büyük hareketlilikler, savaşlar, devrimler yaratmış, fakat her seferinde bu özlemler egemenlik piramitlerinin dehlizlerinde kırılarak başkalaşmıştır. Daha doğrusu geniş kitleler tarafından olay böyle algılanmıştır. Kolektif bir öz­ lemle aynı zamanda kendisi için davran­ dığına inanan insanlar, sürecin bir nokta­ sında “ başkalarının” çıkarlarının sahne fi­ güranı konumuna düşürüldüklerini gör­ --------------------------------------------- 35 —


yol

dükçe, postmodernizmin zırhına bürün­ düler. Bu sosyal “ aldatılma” bir oyun, basit bir hile değil, sınıflı toplumların “gelişim” zembereğiydi. İnsanlığın ilk toplumsal düzeni çıkar­ sız komünal yaşam, kutsal kitaplara “ cennet” özlemi olarak girmiştir. Adem ve Havva’nın kovulduğu “ cennet” budur. İnsanlık o günlerinden onbinlerce yıl uzaklaşsa da hala kimse (sosyal sınıf) kendi çıkarını çırılçıplak savunamayıp, o­ nu toplumsallaştırma gereği duymakta­ dır. Bu nedenle, sosyal aldanma ve alda­ tılma oyunu sürmektedir. Postmodern düşünce ve onun “ bireyi” bu süreçlerin ürünüdür. Ancak kendini, simdi içinde bir kimlik arayışı ile sınırlayan postmodernizm, bu sosyal aldanmayı aşmak de­ ğil ebedileştirmek gibi sinik bir role so­ yunuyor. Kimlik arayışı, insanın geleceği­ ni kaybetmesinden doğuyor. Postmo­ dern dünya şimdiyi tek yaşam biçimi ha­ line getirerek, aslında kimliksizliği ya da aynı şey demek olan hergünün çalkantı­ sında değişen kimliği kutsuyor. Postmo­ dernizmin “ kimlik arayışı” ve “ özgünlük” isteği, hiçbir değer tanımadan ve yarat­ madan kendini yaşamaktır. Dün, belli değerler uğruna akan sosyal yaşam, bu­ gün sadece kendi için yaşayan postmo­ dern birey için akmalıdır. Gerisi boştur. Değerleri olmayan, üstelik her türlü de­ ğer yaratımına karşı duran bir kimlik, bugünün dünyasının tek tanrısı paranın tapınağında gizli ayin yapmaktan kendini kurtaramaz. —

Düşüncelerin Yanyana Çöküşü Postmodern dünyada düşünceler birbiri ile çatışıp bir “ senteze” gitmez; yanyana çökerler. “ Herkesin kendi dü­ __ 36

şüncesi” vardır ve bunlar dokunulmaz­ dır. Eskiden ateşle barutun yanyana duramayışı gibi parlayan düşünce çatışma­ ları postmodern dünyada yoktur. Eğer bir tartışma varsa, tartışmanın bir nok­ tasından sonra herkes kendi düşüncesi­ ne çekilir. Şu başbelası “ ikna” ve “ sen­ tez” kavramları postmodern dünyada “ teori terörü ” olarak algılanır. “ Herke­ sin kendi düşüncesinin olması” elbette olumsuzlanamaz. Tam tersine bireyin ö­ ne çıktığı dünyada bu olgu kaçınılmazdır, üstelik insanlığın gelişimi açısından o­ lumludur. Ancak yaşam biz istesek de is­ temesek de çoğu zaman bizim özgül di­ leklerimizden öteye akıp gider. Böylece bazı düşünceleri boşa çıkartır; bazılarını kısmen ya da tamamen doğrular. Bizim öznel niyet ve isteklerimiz dışında dü­ şünce sentezleri yaratır. Fakat postmo­ dern dünyanın bireyi olguları böyle kav­ ramaz. Her türlü “ büyük anlatı” nın anlamsızlaştığı bir dünyada, düşüncelerin de çatışması ve sentezleşmesi saçmadır. Diğerlerine “ hoşgörü” göstererek her­ kes kendi kulvarında yürür. Moden çağı kaplayan ana düşünce a­ kımlarının -kapitalizm ve sosyalizminçatışması duvarın çöküşü ile birlikte es­ ki canlılığını ve anlamını yitirdi. Bugünün dünyasında görünüşe bakarsak, belirgin ve egemen düşünce akımı yok, düşünce­ lerin kendi kaplarında ayrı ayrı duruşu ve varoluşu yaşanıyor. Ayrıca postmo­ dern düşünce açısından düşüncelerin ça­ tışmasından “ teori terörü ” ve insanlık i­ çin “ dayanılmaz acılar” ortaya çıktığı i­ çin, düşüncelerin kendi kaplarında çök­ meleri istenen bir şeydir. Zaten geçmiş­ ten kopan ve geleceği tasarlamak iste­ meyen postmodernizm için düşüncele­ rin çatışmasının hiçbir anlamı yoktur.


____ günümüzün ideolojik tablosu___ Kalabalıkların ortasında yalnız insanlar üreten postmodern dünya, tıpkı bunun gibi düşünceleri ayrı kaplarda çökerttiği için, öte yandan düşünce yoksunudur. Ancak buradan düşünce yokluğu çık­ maz. Bugünün gerçekliği çarpıcı bir şe­ kilde postmodernistlerin sunduklarının tam tersidir. Gerçekten “ herkesin ken­ dine özgü” düşünceleri var. mıdjr? Yok­ sa bütün bunlar bir ana rengin sadece küçük nüansları mıdır? Böyle olduğu ka­ nıtlamayı gerektirmeyecek kadar açıktır. Kapitalizmin küreselleştiği bir dünyada­ yız. Elbette kapitalizmin doğuş yılların­ daki ideolojik değerler bugün eski canlı­ lığına ve çekiciliğine, hatta “ meşruluğu­ na” sahip değildir. Ancak yine de bu dü­ şünce sistemi egemendir. Bu egemen sistem dev imkanları ile insanlığın üstü­ ne medyadan bir gökyüzü örmüştür. Nereye baksanız, en uzak ufuklara bile gözünüzü dikseniz medyanın ufku dışına çıkamazsınız. Bu gökyüzü isterse sizi dü­ şünce ve haber sağanağına uğratır. İste­ mezse bir damla damlamaz. Böyle bir dünyada “ herkesin kendine özgü” dü­ şüncesinin olduğu yanılgıdan başka bir şey değildir. Evet, herkesin bir düşüncesi vardır. Batı’nın ünlü demokrasilerinde düşünce bir suç değildir. Komünist de olabilirsi­ niz ırkçı da; militarist de olabilirsiniz as­ kerlik karşıtı da; ancak düşüncenin pra­ tiğe geçirilmesi noktasında ünlü özgür­ lük alanı birdenbire daralıverir. Bazı dü­ şüncelerin pratik alanı yoktur. Yasaktır. İnsan düşündüğü gibi davranır. Çok faz­ la düşünmüyorsa, davrandığı gibi düşü­ nür. Burjuva demokrasisi, düşünce ve davranışı birbirinden koparan bir siyasal sistemdir. Bu sistemin gençlik günlerin­ de ise basbayağı bazı düşünceler de ya­

saktı. Ne zaman sistem için zararlı dü­ şüncelerin pratik karşılık yaratma gücü çok zayıflamıştır, o zaman ünlü düşünce özgürlüğü tanınmıştır. Hem düşünen hem de bunun pratiğini yaratma gücüne sahip olan egemen düşüncedir. Modern dünya, düşüncelerin çatışmasını ister is­ temez tanımak zorunda kalmıştı. Dü­ şüncenin pratiğine sınır koysa da bu böyleydi. Postmodern dünya daha geri­ lere giderek düşüncelerin çatışmasını bi­ le hoş görmez. Elbette ortada bu anlam­ da uygulanan bir “ ceza kanunu” yoktur. Fakat postmodern dünya dayandığı mantık gereği düşüncenin özgürlüğünü, yani kendini ortaya koymakla kalmayıp farklı düşüncelere karşı mücadelesini anlamlı bulmaz. Postmodern dünyada anlayış olarak düşüncenin sadece duru­ şuna izin vardır, akışına izin yoktur. Her düşünce kendi kabında durmalıdır. Oysa yaşamın kendisi “ bileşik kaplar” gibidir. Herşey birbirini etkiler. Düşüncenin bu tarz kendi kabına çe­ kilmesinin nedenleri neler olabilir? En belirgini sosyalist düşüncenin pratik güç olarak sahneden çekilmesidir. Böylece sistemler arası egemenlik mücadelesi ortadan kalktığı için, düşüncenin ege­ menlik mücadelesi de postmodern kafa­ larda anlamını yitirmiştir. Postmodern düşünce varolan egemen sistemin kılcal damarları arasında gezinmekle yetinir; kendisi bir egemenlik mücadelesine gi­ rişmez. Çünkü böyle bir durumda ayrı ayrı duran düşüncelerin kapları ister is­ temez kırılır. Kendini çok özgür ve fark­ lı sanan bu düşünce egemenlik için mü­ cadele hakkından vazgeçmesi nedeniyle, egemen düşünceden ancak onun gölgesi kadar özgürdür. Ö te yandan, insanlığa en ters düşüncelerle yanyana durabildiği

37 —


— yol__________________________ için, “ düşünce terörüne” karşı çıkmak a­ dı altında, kendi durgun bataklığında ze­ hirli bitkilerin büyümesine hiç aldırış et­ mez. Düşüncelerin ayrı kaplarda durması­ nın diğer bir nedeni, modernizmin ya­ rattığı ve zirvelere tırmandırarak kutsa­ dığı “ liberal insan” dır. Bugünkü kapitalist anayurtlarda toplumun temel birimi, bi­ reysel çıkarlarını herşeyin üstünde tutan bu liberal insandır. Her kişi kendi birey­ sel çıkarının temsilcisidir, düşüncesi de ister istemez bu çıkarın tanım ve ger­ çekleşmesi ile sınırlıdır. İnsanlık tarihin­ de çıkarlar, hiç bugünkü kadar doğrudan düşüncelerle ifade edilmemiştir. Çıkar­ ların dile getirilişi hep başka değerlerle dolayımlandırılmıştır. Bugün çıkarların dillendirilmesine giden yollar hiç dolam­ baçlı değildir, radikal bir kestirmelik ta­ şıyor. Bunun nedeni bencilliğinin zirvele­ rinde bayrak sallayan günümüz bireyidir. Çıkarların dolaylı sunuluşu ne demektir? Bu bayağı bir aldatmaca mıdır? Sınıflar ya da bireyler kendi çıkarlarını dile getirir­ ken onları mutlaka bazı toplumsal amaç­ larla birleştirirlerdi. Çünkü Aydınlanma ve sonrasında toplum tümüyle “ özgür­ lük” ve “ eşitlik” düşünün ardından koş­ muştur. Herkesin özel düşleri olsa da toplumsal bir düş çevresinde de büyük bir yığınak yapılmıştı. Kim ağzını açsa bu toplumsal düşe değinmeden insanlara bir şey anlatamazdı. Bugün böyle top­ lumsal düşler yoktur. Birkaç yüzyılda çı­ karlar bütün örtülerinden soyunmuştur. Çıkarların ulusal veya toplumsal, hatta sınıfsal bir katalizöre gerek duyulmadan dillendirilmesinin sonucu, düşüncenin de toplumsal bir uğrak noktasına ihtiya­ cı kalmamıştır. Düşünceler için “ birleşik kap” rolü gören “ ulus” , “ toplum” , “ sı­ __ 38 ___________________________

mf” kavramları liberal insan için anlamını yitirdiğinden, düşünceler de ayrı birey­ sel kaplara hapsolmuştur.

Düşünce Önceki Büyüsünü Yitirmiştir Tanrıdan kopan, kendisi bir “ kurtarı­ cı” haline gelen “ özgür düşünce” zama­ nın acımasız dilimlerinde devindikçe, in­ sanlık özgürlük düşünü yitirmiştir. Tü­ müyle özgürleştiği için mi? Kapitalist merkezler için bir özgürleşme kısmen doğru olsa da “ özgürlük ağzımızda ne­ den bir kül tadı bırakıyor?” 17 Büyülü öz­ gürlük düşüncesinin peşinden sürükle­ nen insanlık sonunda özgürlüğün para­ nın tutsağı olduğunu görmüştür. Bu ger­ çeklik hiç günümüzdeki kadar açık ve hatta yavan bir biçimde kendini ortaya koymamıştı. Dünyanın en özgür nesnesi paradır. Sınır tanımadığı gibi sınırlar öte­ sine binbir imtiyazla davet edilmektedir. Bugüne kadar insan kölelikten kurtuldu. Derebeylik zulmünden kurtularak, öz­ gür uluslar yarattı. Sömürgeler kapitaliz­ min sömürgeci boyunduruğundan kur­ tulmak için ulusal kurtuluş savaşları yü­ rüttüler. Sosyalizm yetmiş yıl kapitaliz­ min ensesinde özgürlük ve eşitliğin solu­ ğu oldu. Zaman aktı, dünya döndü, bü­ tün bu kurtuluşlar sonunda paranın tapı­ nağında tutsak oldular. Bu noktada dü­ şünce de bütün büyüsünü yitirdi. Para, her türlü düşünceyi tüketebiliyor, satın alabiliyor ya da tapınağında zamanı geç­ miş bir eşya gibi sergileyebiliyordu. Sosyalizm zaten itibarını yitirdi. Bu­ günkü “ demokrasi” ve “ insan haklan” söylemlerinin neden çekiciliği yoktur? Üçyüz yıllık kapitalizm deneyinde insan­ lık, bu düzenin sınırları içinde kalındığı


____ günümüzün ideolojik tablosu___ müddetçe, her türlü değerin paraya tah­ vil edilebileceğini yeterince görmüştür. İşte böyle bir dünyada düşünce bir dö­ nemlerin çekici gücü olmaktan çıkmış, sosyal gelişmelerin ateşleyici fitili olmak yerine, nemli bir barut gibi ayrı ayrı to r­ bacıklarda yarı uykuya dalmıştır. Postmodernizmin buraya kadar irde­ lemeye çalıştığımız özellikleri daha çok onun siyasal yanını meydana getirir. Si­ yasetten hiç hoşlanmayan postmodern düşünce, bununla yetinmeyip insanlığın bugüne kadar geliştirdiği bilimsel ve fel­ sefi alanlara da sızarak, bir mürekkep le­ kesi gibi her tarafa yayılmaktadır. Bazı başlıklar seçerek onun nerelere kadar yayıldığını tesbit etmeye çalışalım. Siya­ set doğrudan çıkarların alanıdır. Ancak bilimin bir objektifliği olmalıdır. Nasıl o­ lurda oldukça hafif meşrep görünen postmodern düşünce bilim alanında da kendine sızacak çatlaklar bulmuştur? Bunu bölümün sonunda irdelemek üze­ re önce postmodern düşünce bilime hangi yönlerden yaklaşmaktadır, onu görelim. İnsanlık düşüncesi ve bilim, bi­ rikimler ve sıçramalarla gelişiyor. Post­ modern düşünce hangi yönde bir sıçra­ mayı te msil ediyor?

Bilim - Bilimin Meşruiyeti ve Gerçeklik “ Bilginin ne olduğuna kim karar ve­ recektir ve hangi ihtiyaçların karara bağ­ lanacağını kim bilecektir?” 18 Bu soruyu Lyotard, “ bilgisayar çağında, bilgi sorunu şimdi eskisinden daha çok bir hükümet sorunudur” şeklinde cevaplıyor. Bu tep­ kilerden çok açık anlaşıldığı gibi bilimin i­ tibarı Aydınlanma çağındaki gibi tartış­ masız değildir. O dönem için şöyle yo­

rumlar bile yapılmıştır : “ Auguste Comte’un tahmin ettiği ü­ zere, bilim adamları bir ölçüde en yük­ sek rahipler haline geldiler. Başka bir söyleyişle, bilimsel sorunların çok ö­ nemli oldukları düşünülmektedir. Bu yüzden bilim, herhangi bir faaliyeti sü­ rekli meşrulaştıracak bir konumdadır.” 19 Postmodernizmin bilime bu tarz yak­ laşımı elbette tamamen siyasidir. Ancak bu noktada durmaz, çok daha derinlere gider. Hangi derinliklere kadar indiğine gelmeden, bu siyasi yaklaşımın anlamını irdelemeye çalışalım. Bilim, yani insan aklının tanrıyı altetmesi ona müthiş bir çekim gücü kazandırdı. Bilimin toplum­ sal yaşama doğrudan girmesi Aydınlan­ ma çağı ile başladı. Bu dönemden itiba­ ren artık insanlığın yaşadığı serüvenler tamamen kendi tercihlerinin sonucu o ­ larak göründü. Her ne kadar insanlığın büyük bir bölümü hala metafizik güçlere inansa da son peygamber de gelip geç­ tikten sonra insanlar yeryüzünde esas o ­ larak kendi alınyazılarını belli ölçüde be­ lirlediklerine de inanmaya başladılar. A r­ tık bu alınyazısını bilim belirliyordu. Bi­ lim tanrısı yeryüzüne yeni “ rahipler” -bi­ lim adamlarını- yolluyordu. Ortaçağ, tanrının tekleştiği ve en yüceleştiği dö­ nem oldu. Oysa önceleri tanrılar vardı. Üstelik çocuklar gibi birbirleri ile didişip duruyorlardı. Tanrı tekleşip yüceleştikçe ve herşeye egemen hale geldikçe ay­ nı zamanda kendi inkarını hazırladı. An­ cak en yüce ve muktedir olduğu günler­ de bile onun egemenliği sadece ruhani temsilcilerinin aracılığı ile yürüyemiyordu. Elinde kutsal kitabı ve cüppesi ile in­ sanlara öğüt veren ve yol gösteren din büyükleri dünyanın düzene girmesi için yetmiyor, din büyüklerinin yanına mutla-

39 —


— yol ka bir de elinde kılıcıyla "yeryüzü tanrı­ ları” beyler, imparatorlar gerekiyordu. Modern çağda bilimin dedikleri de ken­ diliğinden onaylanmıyor, tam tersine bü­ yük dirençlerle karşılaşıyordu. Yeryüzü­ nün “yeni rahipleri” bilim adamlarının yanında, sermaye ve silah gücü ile genç ve yeni sınıf burjuvazi durmasaydı pek çoğunun akibeti Ortaçağ cadılarından farklı olmazdı. Demek ki bilim daha do­ ğuşunda bir sınıfın çıkarları ile etle tırnak ölçüsünde kenetlendi. Bugün bilimin sorgulanmasının en te­ mel nedeni, insanlığın bilimle birlikte ya­ şadığı son ikiyüz yılda başına gelenlerdir. Tanrılar bile kendilerini böyle hesaplaş­ malardan kurtaramadığı göre bilim nasıl kurtarabilirdi? İnsanlık “ bilim tanrısı” ile birlikte yüzlerce küçük savaş, iki topyekün savaş ve atom gücünün dehşetini yaşadı. Tanrılar cenneti öbür dünyaya s a k lıy o rla rd ı, oysa bilim bu dünyada bir cennet vaad etti. Bugünün dünyasında bazı cennet adacıkları var; ancak büyük bölümü cehennem koşullarında yaşıyor. Postmodernizmin bilime tepkisi bu nedenlerle çok da yersiz değildir. Alınyazısını eline alan insanlık kendini yine bir uçurumun kenarına getirmekten kurtulamadı. Bilim, burjuvazi ile birlikte doğdu. Daha çok onun çıkarlarına hiz­ met etti. İnsanlık tarihinde çok kısa bir süre olan yetmiş yıl kadar da işçi sınıfı iktidarlarına hizmet etti. Ancak sonucun hiçte parlak olmayışı bilim tanrısına postmodern bir saldırıyı neredeyse ka­ çınılmaz kıldı. Bu saldırının diğer bir nedeni bilimin günümüzde kazandığı muazzam güçtür. Bu güçle bilimin, "herhangi bir faaliyeti sürekli meşrulaştırma” özelliği yanyana

__ 40

geldiğinde bilim tanrısından “ korkma­ mak” elde değil. İnsanlık bugün fırtına hı­ zı ile yeniliklerle tanışıyor. Bunun yanın­ da sürekli olarak bu bilimsel gücün nasıl kullanılması gerektiği üzerine tartışmalar sürüp gidiyor. İnsanlık tanrılardan büyük düş kırıklığına uğradıkça onları terk etti. Bugün bilimden uğranan düş kırıklığı ile onu da terketmek mümkün müdür? Böyle küçük anaforlar yaşanıyor; dünya­ mız modern tarikatlarla doldu, ancak bi­ limin yerini alacak yeni tanrı ortaya çık­ madı. Geriye bilimsel gücün nasıl kulla­ nılacağı üzerine kıyametler kopabilir. Postmodernizm, bilimin gücüne ve “ mutlaklığına” bugüne kadar yaşananlar nedeniyle tepki duyuyor. Fakat bunu yanlış hedefe yönlendiriyor. Bilimin do­ ğuşundan bugüne kadar onun yanında sermaye ve zoru ile duran burjuvaziye, bilime kızdığı kadar kızmıyor. Bu, O rtaçağ’da papaza kızıp derebeylerini kutsa­ maya benzerdi. Oysa gerçek güç eninde sonunda semavi değil yerseldir. Bilim de kendi başına bir güç değildir. Kimin elin­ de ise ona hizmet eder. Bugün bilimin kapsamı ve derinliği o boyutlara gelmiş­ tir ki artık bir sınıfın ya da bir egemen ülkenin boyutlarını zorlamaktadır. An­ cak günümüz dünyasında bu zorlamala­ rın henüz somut politik sonuçları ortaya çıkmamıştır. Postmodernizm bunlar üs­ tüne kafa yormak yerine kılıcını “ bilimin mutlaklığına” karşı çeker. Onlardan çok önce ünlü anarşist Bakunin bunu kendi döneminde en çarpıcı bir şekilde yap­ m ış tır:

“ Tüm rejimlerin en aristokratı, en despotu, en kurnaz ve en seçkinci olanı bilimsel aklın iktidarıdır.” 20 Burjuva rasyonalitesine karşı bu isyanın elbette maddi bir temeli vardır. Kapitalizmin,


____ günümüzün ideolojik tablosu___ köylü toplumundan fabrika disiplinine geçişi çok zorlu kavgaları gerektirmiştir. Önceleri zorun gerekçesi tanrı idi. Herşey tanrı adına yapılırdı. Oysa burjuva toplumunda zor, “ bilimsel akla” dayanı­ yordu. Daha doğrusu zor, “ akılcılıkla” temellendiriliyordu. Zamanı, sadece gün doğumu-batımı ve mevsimlerle tanıyan bir toplumdan, saat ve dakikalarla yaşa­ yan bir topluma geçiş büyük alışkanlıkla­ rın kırılmasını gerektirmiştir. Kapitalist toplumda rasyonalite başlıca iki temele dayanmıştır. Bilimsel gelişmelerin doğayı kavrayışta yarattığı düşünce temeli ve kapitalist karın sürekli büyütülmesinin zorunluluğu “ akılcılığı” yaratmıştır. Sa­ dece bilimsel buluşlar nedeniyle rasyo­ nalizm gelişemezdi. Bakunin, “ bilimsel aklın iktidarına” karşı çıkarken bunu da­ ha çok geleneksel toplumun alışkanlıkla­ rından kalkarak yapıyordu. Oysa postmodernistler akılcılığın son sınırlarına kadar yaşandığı uzun yıllardan sonra bi­ lime karşı çıkıyorlar. Bu karşı çıkışı han­ gi noktalara kadar derinleştiriyorlar? “ ‘Hakikate daha fazla yaklaşmak’ ifa­ desinin hiçbir anlamı yoktur.” 21 “ Akla veda” eden Feyerabend böyle diyor. İn­ sanlar uzun yıllar hakikati “ gökte” ken­ dilerinden çok uzaklarda aradılar. Bu ol­ mayınca yeryüzüne inip “ aklın yolun­ dan” hakikate gidebileceklerine inandı­ lar. Bu inanç hiç de boş kuruntulara da­ yanmıyordu. Bilim, her adımında sanki hakikatin örtülerini kaldırıyor, ona yak­ laşıyordu. Ancak insanlığın son yarım yü zyıld a yaşadıkları bu yolculuğun hiçte güvenilir olmadığını gösterdi. “ Dünyanın belirli bir bölgesindeki ol­ gular hakkında bilgimizi geliştirebilsek de hiçbir zaman eksiksiz bir görüşe ya da böyle bir görüşün ne kadar uzağında

olduğumuzun bilgisine varamayız.” (a.g.y) “ Eksiksiz bir görüş” e varmak el­ bette mutlak olarak imkansızdır. Ayrıca bir “ mutlak hakikat” de olmadığı için “ hakikate ne kadar yakın” olduğumuzu da bilemeyiz. Ancak insanlığın bilim yo­ luyla hergün bilmediği dünyadan bir alan fethettiği de bir gerçekliktir. Bilgi büyü­ dükçe bilinmeyenlerin azalıp azalmadığı­ na bir hüküm vermek mümkün değildir. Buna hüküm verebilmek için bir son nokta olması gerekirdi. Oysa bilgi yolcu­ luğunda böyle bir son nokta yoktur. Ko­ nu böyle ele alınınca “ hakikate daha faz­ la yaklaşmak” ifadesinin bir anlamı yok­ tur. Ancak buradan hareketle insan bil­ gisinin hiçbir gerçeğe karşılık gelmediği­ ni söylemek bambaşka bir sonuç yaratır. “ Maxwell eşitliklerinin geçerliliğinin, insanların elektriklenme konusunda ne düşündüğünden bağımsız olduğu doğru­ dur. Fakat onların, içinde var oldukları kültürden bağımsız olmadıkları da doğ­ rudur.” “ Teknolojilerimizde, düşünce biçimlerimizde ve matematiğimizde ya­ pılacak küçük bir değişiklik, şu anki mev­ cut statüko içindeki akıl yürütme tarzı­ mızı felç etmeye yetecektir. Fakat biz, her ne hikmetse, bu statükonun koydu­ ğu konuların, geçerli addettiği olgu ve yasaların düşünce ve eylemlerimizden bağımsız olarak “ dünyada” var olduğuna inanmaktan bir türlü vazgeçemiyoruz.” (a.g.y) Bilim dünyasında T. Kuhn ile ye­ niden alevlenen bu tartışma postmo­ dern dünyada herşeyi kapsayan bir dalga haline gelmiştir. Düşüncelerimizden ba­ ğımsız bir “ gerçeklik” ne ölçüde vardır? Bu çok eski soru, bilimin fırtınalı gelişimi ve sosyal sistemlerin (sosyalizmin) ani altüstlüğü nedeniyle yeniden insan bilin­ cinin derinliklerinden yüzeye çıkmadan

--------------------------------------- 41 —


— yol---------------------------------------edememiştir. İnsanlar (bilim adamları da), dünyaya “ kendi pencerelerinden” bakarlar. İnsanlığın düşünce tarihinde dönem dönem yaşanan altüstlükler, bili­ min hızlı gelişiminin yarattığı kayganlık ve modern çağın tek kişisinin -bireyindoğup gelişimi, onun sürekli derinleşen “ kendine özgü dünyası” , herkesin “ ken­ di penceresine” bir anlamda sevdalan­ ması sonucunu yaratmıştır. Bu anlamda “ gerçekliğin” “ içinde var olduğumuz kül­ türden” ne ölçüde “ bağımsız” kavrandı­ ğı sorusunu sürekli canlı tutmuştur. Feyerabend’ın dediği gibi “ teknolojileri­ mizde, düşünce biçimlerimizde, mate­ matiğimizde yapılacak en küçük değişik­ lik” varolan bütün statükoyu altüst ede­ cektir. Dolayısı ile belli bir çerçeveden kavradığımız “ olgu ve yasaların” , “ dü­ şünce ve eylemlerimizden bağımsız” ola­ rak “ dünyada var” olduklarına nasıl ina­ nacağız? Buradan herkesin dünyaya bak­ tığı “ kendi penceresini” ne ölçüde “ ba­ ğımsız” inşa edebildiği sorusuna gelinir. “ Teknoloji ve matematiğimizde” bir de­ ğişiklik yapsak... Ancak bu değişikliği na­ sıl yapacağız? “ Değişiklik” elimizdeki ve­ rili malzemeyle koşullandırılır. Matema­ tiğimizde “ istediğimiz” değişikliği yapa­ mayız. Penceremizden “ canımızın istedi­ ğini” değil, belli bir ufuk sınırı ile çevre­ mizi görebiliriz. Ancak şu doğrudur. Pencereden bakarken bir yazar ya da ressamla, meteoroloji ile uğraşan birisi­ ne bulutlar “ başka türlü” görünür. Daha doğrusu fizik biçim olarak aynı şeyi gör­ seler de onları tamamen başka türlü al­ gılarlar. İnsan sadece gözü ile değil yük­ lü olduğu bilgi ile de bakar; tam doğru söylemek gerekirse, algılar. Postmodernizm bu “ gerçeklikten” hareketle şu noktaya varır: “ Heideg­ __ 42

ger’e göre varlık, bir ‘olay’dır; görüşten gizli bir şey değildir. Başka bir deyişle, varlık yalnızca, ‘yaklaşık olarak ve ge­ nellikle ortalama gündelikliği içinde’ keşfedilebilir. ‘Varlık, tecrübe etmemiz için bizim' yaratmamızı gerektiren şeydir’ der, Merleau Ponty. Özetle, varlık tarihdışı ve mutlak değildir.” 22 Evet, “Varlık tarih dışı ve mutlak de­ ğildir” . Değişir. Postmodern düşünce her türlü tarihsel bağdan kopmak iddia­ sında olduğu, ayrıca daha önemlisi her­ hangi bir “ büyük anlatının” boyunduru­ ğunu reddettiği için, olguları ve düşün­ celeri pervasızca birbirine karıştırmak­ tadır. Zaten “ postmodern yaşam” da budur. Varlık, mutlak değildir. Ancak dü­ şüncemizin dışındadır. Oysa postmo­ dernizm varlığın değişimini düşünce­ mizle bağlıyor. Böylece “ dışımızdaki” varlık, aslında bizden bağımsız değil, “ tecrübe etmemiz için bizim yarattığı­ mız” bir şeydir. “ Görüşten gizli bir şey değildir.” Oysa varlığın görünenden “ gizli” sonsuz bir derinliği vardır. Biz o ­ nu görüşümüzle tekrar tekrar yaratma­ yız. Var olanın derinliklerinde yolculuk yaparız. Var olan statik ve değişmez de­ ğil, kıpır kıpır “ canlı” dır. Ancak varlığın değişimlerini biz düşüncemizle yarata­ nlayız. “ Büyük anlatıların” parçalandığı dünyamızda postmodernizmin gerçekle ilişkisi hiç de böyle değildir. “ Bilginin rezervi -olası söylemlerin dil rezervi- tükenmez olduğundan; artık gerçeklik diye bir sorun yoktur, fakat daha çok bilimcilere incelenen varsayım­ ları toplama, enformasyon ağına katma imkanı veren söylemin ikna edici gücü, katışıksız uygulanması sorunu vardır. Bu yolla kanıt üretme imkanı yükseldikçe, benzer şekilde doğrulanma imkanı da


____ günümüzün ideolojik tablosu___ artar.” 23 Postmodern çağda bilgi ve ola­ sılık bolluğundan gerçeğin yokluğuna ge­ linir. A rtık gerçeklik sorunu yoktur, “ söylemin tükenmez” bolluğu ve bunla­ rın “ dolaysız uygulanması” sorunu var­ dır. Bir postmoderniste karşı gerçekliğin katı ve sevimsiz sopasını istediğiniz ka­ dar sallayın, o, bilgi bolluğunun yarattığı sarhoşluktan kurtulamayacaktır. Çünkü bu sarhoşluğun da gerçek bir yanı var­ dır. Newton Fiziği’nin katı determinizmi, Görelilik ve Kuantum teorileri ile gerile­ tilip, gökten bilgi yağan bir çağa girilince gerçekliğin sıkıcı zincirlen parçalanıp git­ miştir. Sanal dünyaların yaratıldığı günümüz­ de gerçekliğin üzerinde durmak, ayrıca böyle kararlı bir tavra sahip olmak bile başlı başına bir sorun ve zorluktur. Bilgi­ nin esas olarak dışımızdaki “ gerçek” dünyadan edinildiğini ve uygulamayla o­ na dönmek zorunda olduğunu istediği­ niz kadar tekrarlayın, bu “ klasik” sevim­ siz düşünceleri yaşadığımız günlerdeki bilgi üretiminin hızı ve zenginliği sanki her gün yalanlamaktadır. “ Dilin dayandığı gerçekliği, anlamı, temel özü ve gelişmeyi inkar eden post­ modern meta-teori, nominalizmin dilini konuşur ve savunur. Nominalizm ise finans kapital veya değişim değerinin kul­ lanım değeri ile bağlantısının olmadığını ileri süren, monetarizmin dilidir.” 24 Postmodernizmin özden çok biçime, gerçekten çok söyleme, bilimden çok “ dil oyunlarına” düşkünlüğünün, ekono­ mideki karşılığını çok güzel dile getiren bu tespit, günümüz dünyasının somut bir gerçekliğidir. Sanal değildir. Üretim­ den tamamen kopuk görünen para spe­ külasyonlarının sanal dili, postmodernist düşünce zemini ile büyük ölçüde çakış­

maktadır. O dünyada hiçbir maddi te­ mele dayanmadan, üretim gerçekliğinin sıkıcılığına uğramadan, paranın rakamları arasında gezinmek, “ söylemden” “ söyle­ me” sıçramak mümkündür. Borsada “ doğru” yoktur. Herşey doğru olabilir. En doğru görünen tutumlar birden ya­ lanlanabilir. Borsaların bugünkü çılgınlığı, senetlerin değerinin artması ya da eksil­ mesi bir fırtınaya, bir politikacının ölü­ müne, ABD başkanının bir konuşmasına, hastalığına ve başka pek çok şeye “ bağ­ lı” olduğuna göre, postmodern düşün­ memek elde mi? “ Postraodernistlere göre, metin veya dünya asla basitçe okunamaz.” Hatta Derrida’ya göre “ metin dışında hiçbir şey yoktur.” “ O nedenle, postmodernistler varlığın özünün arayışı içinde değildirler.” 25 Varlığın “ özüne” yolcu­ luk, bu arayış, insanlığın düşünce tarihi boyunca süregelmiştir. Her “ öz” arayışı kaçınılmaz bir şekilde çeşitli “ büyük an­ latılar” yaratmıştır. Bu noktadan sonra insanlık kendi dışına bu “ büyük anlatılar” aracılığı ile bakmaya başlamıştır. Postmodernizm bu yolu terkediyor. Ona gö­ re “ hakikati korumak için düzenli olarak kullanılan meta-anlatıların doğrulaması yoktur.” (a.g.y.) Şöyle denir : “ Olgulara inanma yanlışı içindeyiz; yalnızca göstergeler vardır. Doğruya i­ nanma yanlışına düştük; yalnızca yorum­ lar vardır.” (a.g.y.) Buradan varlıkdaki özü aramak yerine “ metin yorumlarına” geçilir. Bu nedenle “ postmodernistlere göre dil yalnızca bir araç değil, insanların dünyayı anlamalarını sağlayan biricik çerçevedir. Dil gerçekliği güzelleştirmek yerine, bilinen herşeyi kuşatır... Gerçek­ liği meşrulaştıran şey, zorunluluktan çok ‘konuşma oyunudur’ ”. (a.g.y.) Felsefe­ --------------------------------------------- 43 —


— yol---------------------------------------nin derinliklerinden çıkıp günlük politik yaşama ayak basıldığında postmodernistlere hak vermemek elde değil. Dev medya, bize hergün yeni “gerçekler” a­ çıklayan bu araç, aslında tam da söylenil­ diği gibi bir “ konuşma oyunudur” . Bu medya dünyasında gerçekten “ doğrular yok, yorumlar vardır.” Postmodernizm düşüncenin değil, dilin büyüsüne tutkun­ dur. Bir sisteme dayanan düşünceyi ya­ ratmak da uygulamak da muazzam zorlu bir iştir. Fakat “ dilin kemiği yoktur.”

Dilin gerçeklik sınırı ile yetinmek ya da dilde gerçekliği aramak ne anlama geliyor? Dil aslında insanlığın alet kullan­ maya başladığı günden beri onun doğayı ve toplumu tanımasının canlı tarihidir. Tarih ölüdür. Ancak dil hergün yaşanan canlı tarihtir. Bilimsel araştırmaların ve­ rileri doğru ise insanın fizik yapısındaki her gelişme ve özellik D N A hücrelerin­ de kayıtlıdır. Dil de bir bakıma toplum­ sal bir D N A ’dır. Dilin hücrelerinde her gelişme kayıtlıdır. Elbette doğrudan de­ ğil, dolaylı kavramlarla bu kayıt yapılmış­ tır. Yapısalcılara göre dil nesneldir; öz­ nel olan “ söz” dür. Ve bu tespit bir ger­ çekliğe işaret eder. İnsan kendi dışında bir dil ortamına doğar; kendinin sandığı “ söz” lerle onu kullanır. “ Hakikati” arayan insanlığın bir bölü­ münün bir dönem gelip dile takılması bir rastlantı ya da sadece bir safsata de­ ğildir. Öyle dönemler olur ki, insan “ ha­ kikati” bulduğuna inanarak yaşar ve dav­ ranır; yine öyle dönemler olur ki “ haki­ kat” kendini g izle r. Aydınlanma sonra­ sından söz ettiğimiz için bu “ buluş” ve “ inanışlar” ın aktörü artık “ bilimsel aklın” gücüdür. Ancak bilimsel aklın gücü tan­ rıları tahtından ederken çoğu zaman on­ lardan daha becerikli olmadığını göster­

__ 44

di. Bilimsel aklın bulduğunu iddia ettiği gerçeklikten yola çıkan insanlık, çoğu za­ man kendisini hedeflediğinden çok baş­ ka noktalarda buldu. Böyle durumlar “ hakikatin” yeniden gizlendiği zamanlar­ dır. İnsanlığın yakın dönem tarihindeki i­ ki dünya savaşı ve faşizm hiç de öngörül­ meyen gerçekliklerdi. Bilimsel aklın gü­ cü, insanlığın bu döneminde tarihindeki en önemli darbeyi almıştır. Bu darbe iki yönden gelmiştir. Hem öngörülen he­ deflerden sapması hem de “ aklın” atom çekirdeğini parçalama gücünün yarattığı “ korku” nedeniyle, bilimsel aklın I8.yüzyılda yarattığı çoşku yerini şüpheye, ka­ ramsarlığa, sinizme bırakmıştır. Daha doğrusu yeniden bu eski illetlerin yolu­ nu açmıştır. “ Hakikat” in kendini gizledi­ ği dönemler aynı zamanda insanlığın ye­ ni değişimler için doğum sancıları çekti­ ği günlerdir. İnsanlığın “ gerçekle” bu zorlu ilişkisi onun düşüncesinde yankı­ lanmalar yaratmadan edemezdi. Gerçe­ ğe doğru bitmez tükenmez zahmetli dü­ şünce yolculukları, bunun pratiğin acı­ masızlığında zaman zaman kırılıp dökül­ mesi, gerçeğe varış yollarını, hatta ger­ çeğin olup olmadığının sorgulanmasına neden olmaktadır. Gerçekliği dilde ara­ mak ya da onunla sınırlamak insanlığın düşünce ve davranışında bir kısa devre­ dir. Yıpranan düşünce ve davranış ağı bir noktada kısa devre yapar; pratik durağı­ na uğramadan gerçeğe varma yolları a­ ranır. Dilde gerçeği bulmak, “ doğrulara inanmanın” yerine “ metin yorumlarım” geçirir. A rtık ortada ikide bir sorun çı­ kartan “ pratik” yoktur. Dilin yorumlar dünyasında sonsuz bir yolculuğa çıkılır. Düşüncenin pratikte doğrulanma işken­ cesinden dil oyunları ile kurtulunur. İnsanlığı peşinden koşturan, bir türlü


____ günümüzün ideolojik tablosu___ ulaşılamayan ve sonunda dil oyunları i­ le süslenip kendisi gözden yitirilen “ hakikat” a bu arada ne olmuştur? Postmo­ dern dünyada “ hakikat” ya da “ doğru” yoktur; sonsuz parçalı “ yorumlar” var­ dır. Platon’dan Hegel’e düşünce (idea) gerçekliği kendinde gördü ve pratiğe hükmetmeyi denedi; her olguda, olayda ve maddede kendini vareden, açığa vu­ ran özü aradı. Bilimsel akıl ise bütün bi­ limselliğine rağmen çoğu zaman kendini gerçeğin yerine koydu, böyle her düşün­ ce katılaşması yeni bilimsel buluşlarla parçalandı, ardından yeni formüller, yeni kalıplar geldi. Ancak bilimsel değişimin hızı önceki dönemlerle kıyaslanamayacak noktalara erişince formüller katılaşamadan değişime uğramaya başladılar. Böyle bir dünyada “ hakikat” olabilir miydi? “ Mutlak gerçeklik” yoktur. Ancak düşüncenin gerçekle ilişkisi nasıldır? Postmodernizmin böyle bir sorunu yok­ tur; düşüncenin pratikte doğrulanması olanaksızdır. Bu anlamda doğrular değil yorumlar vardır. Postmodernizm açısın­ dan “ meta-anlatıların doğrulanması yok­ tu r” (a.g.y), onun için madde ve toplu­ mu bilme çabası anlamsızdır; olanaksız­ dır. Postmodern düşünce görünenin ö­ tesine geçmez.

“Mutlak Gerçek”ten Mutlak Göreliliğe “ Günümüzde tüm okullara bulaşmış görecilik ve şüphecilik tartışmaları, teo­ rik geleneklerin kendi temel iddialarını doyurucu bir formülasyona kavuşturma­ yı bile beceremediğini gözler önüne se­ riyor. Ne zaman bir araştırmacı ya da tüm bir disiplin ne yapacağını bilmeden dolanıp durmaya başlasa hemen işitir ol­

duğumuz ‘bize bir teori gerek!’ diyen o savaş çığlığı, bu nedenle en fazla, su gö­ türür muhakemelerle takviyeli bir parti çizgisi olabilir, bilginin zorunlu bir ön koşulu değil.” 26 Yıkılmaz görünen dü­ şünce sistemleri büyük sarsıntılar geçi­ rince günümüzde bilginin göreliliği yeni­ den vurgulanmaya başlanmıştır. “ Doyu­ rucu bir formülasyona” kavuşturulama­ yan teoriler şüpheciliğin dipsiz kuyusuna atılıyorlar. Yeni teori arayışlarını “ savaş çığlığı” olarak algılayan postmodernizm kendisi teoriye karşı savaş açıyor. Feyerabend özellikle “ hiçbir zaman nihai doğrular olmadığım” vurguluyor, (a.g.y.) Zaman ve mekan dışı “ mutlak” doğrula­ rın olmadığı biliniyor. Ancak insanlık bu gerçekliği gündelik yaşamında oldukça farklı yaşıyor. Gerek doğa ve gerekse toplum için öngörülen teo rik yaklaşım­ lar pratik tarafından yalanlanmadıkça bir zaman dilimi sonrasında katılaşıyor. Bu dönemlerde mutlakmış gibi görünmeye başlıyorlar. Ancak öyle bir dönem geli­ yor ki, bu teorik disipline alışmış olanlar bu kez “ ortalıkta dolanıp durmaya” yeni bir teori aramaya başlıyorlar. İnsanın öğ­ renmesi böyle oluyor. Postmodernizm, bu bir türlü bitmeyen ve bitmeyecek o­ lan geçiş belirsizliklerinden hareketle bilgiden mutlaklığı kaldırmakla yetinmi­ yor, bilginin doğrulanabilirliğini de orta­ dan kaldırıyor. Bu düşünceye göre teo­ riler “ toplumların, grupların ve bireyle­ rin özelliklerini yansıtırlar.” Mekanik fizi­ ğin ne kadar Nevvton’un özelliklerini yansıttığı, cevabı zor bir sorudur. Göre­ lilik Yasası Einstein gibi muzip ve şakacı mıdır? Toplumsal alandaki teoriler el­ bette o toplumun özelliklerini yansıtır. Ancak o toplumdaki her kişiye göre de­ ğişmez. Yasalar (bilginin doğrulanmış bi-

-4 5 —


— yol---------------------------------------çimi) belli sınırlar içinde “ mutlaktır.” Maddenin hareketi ışık hızına yaklaştıkça Newton Mekaniği’nden Einstein’ın göre­ lilik alanına girilir. Ancak Newton mad­ de hareketinin kanunlarını bulurken bu­ nun sınırlarından habersizdi. Bu sınırlar ortaya çıktıktan sonra Newton Yasaları kendi alanında mutlak ve doğru bir bilgi­ dir. İnsanlık düşük hızlı madde hareket­ lerini hala Newton Yasaları’na göre he­ saplıyor. Tarih ve mekanı aşkın mutlak bilgi olmadığını söylemenin artık bir bil­ gi değeri yoktur. Bilgi, mekanla ve za­ manla tanımlıdır. Ancak bu sınırlar için­ de göreli değil mutlaktır. “A rı su bir at­ mosfer basınç altında yüz derecede kay­ nar.” Dolayısı ile koşullar farklı olmak kaydı ile su “ her derecede” kaynayabilir. Fakat bir atmosfer basınç altında mutla­ ka yüz derecede kaynar. Ancak postmodernizm için sadece şimdi vardır. O baş­ ka bir zaman dilimi tanımaz. Onun doğ­ ruları yalnızca bu şimdi ile sınırlıdır. Bu­ radan zaman ve mekanın havaya uçtuğu mutlak göreliliğe gelinir. Burada her tü r­ lü kesinlik ve yasa ortadan kalkar; “ yal­ nızca, belirli bir deneyim tarzında belir­ lenebilen ‘determinizm adaları’ varolabi­ lir.”27 Yeni olgularla eski yasaların her darbelendiği dönemde bilginin göreliliği ü­ zerine vurgular artar, “ mutlaklık” top a­ teşine tutulur. Oysa her türlü sınırı kal­ dıran bir göreliliğin bilgi açısından hiçbir anlamı yoktur. Böyle bir görelilik anlayı­ şı ile herşey bilinmez hale gelir. Üstelik postmodern düşünce için zaman dilimi sadece “ şimdi” den ibaret olduğu için, her bilgi her an buharlaşabilir, bu anlam­ da hiçbir bilginin dayanıklılığı yoktur. Bu mantığın uç noktalarına gidildiği zaman ortada bilimsel bilgi kalmaz, “ sezgi” ve

__ 46

“ dil oyunları” bilginin yerini alır. Bilimsel bilgi tüm zamanları aşkın değilse de ko­ şulları ve sınırları ile tanımlıdır ve bu sı­ nırlar içinde “ mutlak” bir bilgidir. Kapi­ talizmin koşullarında kar güdüsü serma­ ye dolaşımının kurallarını ortaya çıkar­ tır. İnsani, ahlaki hiçbir değer bu yasa karşısında tutunamadı. En köklü olduğu sanılan değerler bile kar güdüsü karşı­ sında eridi, yok oldu. Kapitalizm varol­ dukça bu yasayı tanımayan her kafa bir noktada iflas eder. Oysa postmodernizm için kapitalizm, sosyalizm gibi “ sı­ nırlar” yoktur. “ Şimdi” vardır. Şimdinin içinde hiçbir bilgi ve yasa dayanıklı de­ ğildir. Varlığın “ özü” , görünenden öteye derinliği ile ilgilenmeyen postmodern düşünce, görüntülerin değişen dalgala­ rında sallanır durur. Postmodern düşün­ ce aslında bilinemezci bile değildir, çün­ kü onun için bilgi edinmek diye ne bir kaygı ne de kavram vardır. “ Şimdi” için­ deki “ dil oyunları” hiçbir düşünce derin­ liğine sahip değildir. Postmodern tarzda göreliliğe övgü bilginin dayanıksızlığına değil, aslında yok oluşuna bir övgüdür.

Nesne ve Özne Arasındaki Sınırın Buharlaşması Postmodern düşünce bu kavramlar yerine “gözlemlenen” ve “gözleyen” ifa­ delerini kullanır. Daha olguyu kavramlaştırırken bile aynı kelime kökünden tü ­ reyen iki kavramın kullanılması ilginçtir. Aradaki fark bir kez de böyle yok edilir. “ Düalizm postmodernizm tarafından yıkılır.” Modern çağda Descartes’dan beri gelen “ birbirine indirgenemeyen madde ve ruh” ikiliği postmodernizmden önce iki kez “yıkıldı.” Hegel bu yıkı­ mı tin lehine yaptı, maddeyi onun “ dışa


____ günümüzün ideolojik tablosu___ vurumları” olarak algıladı. Marksizm ise bu yıkımı madde lehine yaptı, düşünce­ yi maddenin yansıması olarak gördü. Ancak bu büyük yıkımlara rağmen “ ikici­ lik” insanın düşünce alışkanlıkları arasın­ dan silinip yok olmadı. Postmodernizm ikiciliği nasıl ortadan kaldırır? “ Derrida’nın terimlerini kullanmak gerekirse, postmodern bir dünyayı ken­ disi vasıtasıyla zıtlıkların birbirine karıştı­ ğı ‘radikal değişiklik karakterize eder’. İ­ çi dıştan ayırmak gayrimeşru bir düşün­ cedir. Dünya bir nesne değil, daha çok eş zamanlı olarak okunan ve yorumla­ nan bir ‘metin’dir.” 28 Postmodernizm i­ kiciliği yıkarken bunu nesne aleyhine, “ metin” lehine yapar. Dünya, okunan “ metin” yorumlarıyla okuyan tarafından tekrar tekrar yaratılır; kendisi “ metin yorumları” ndan bağımsız bir “ nesne” değildir. Elbette “ zıtlıkların birbirine ka­ rıştığı radikal değişikliklerin karakterize” ettiği dünyamızda ikiciliğin madde aley­ hine yıkımı mutlak tine dayanan Hegel tarzında olamazdı. Nesne ortadan kay­ bolmuştur, ancak yerini mutlak tine bı­ rakmaz, her kişinin eş zamanlı “ yorumu­ na” bırakır. Bu yaklaşımların insanlığın düşünce tarihinde benzer karşılıkları kaçınılmaz bir şekilde vardır. Nesne ve öznenin iliş­ kisi konusunda postmodernizm öznel i­ dealizme çok yakın duruyor. “ Bizzat bilimadamları şu, bir ‘nesnel’ bir de ‘öznel dünya’ olduğunu ve bunla­ rın zorunlu olarak ayrılması gerektiğini söyleyen ayrılıkçı (separatist) insan anla­ yışını eleştirmeye başladılar. Mesela Ernst Mach, yüzyıldan daha uzun bir sü­ re önce bu ayırma işleminin araştırmay­ la haklı çıkarılamayacağına, en basit du­

yumun bile kökleri çok derinlere giden bir soyutlama olduğuna ve herhangi bir anlama eyleminin ayrılmaz bir şekilde psikolojik süreçlere bağlı olduğuna işa­ ret etmiştir.” 25 “ Değerlerden bağımsızlık hakikati garanti etmez. Gerçekte, değerlerden bağımsızlık imkansızdır.” 30 Burada iki farklı olgu birbirine karıştırılıyor. Nes­ nenin kavranması sürecinde “ değerle­ rin” veya “ psikolojinin” etkisi ile nesne­ nin bütün bunlardan bağımsız varoluşu farklı olgulardır. Mars gezegeni ona hiç bakmasak da ya da çok farklı değerler sistemi ile baksak da insan düşüncesi ve “ değerleri” dışında vardır. Bu çok basit gerçeklik, hem çok basit olduğu için hem de dışımızdaki nesnenin kavranışında hiçbir rol oynamadığı için, insan (öz­ ne) tarafından anlamlı bulunmaz. İnsan düşüncesi dışında varolan nesneler insan aklı tarafından kavranıp “ olgulaştırılmadıkça” pratik insan yaşamı açısından a­ deta yokturlar. Postmodernizm için, “ olgular birey dışında varolan ‘şeyler’ değildirler.” (Murphy, a.g.y.) Öznenin, e­ dinmiş olduğu değerlerle kendi dışında­ ki dünyaya baktığı bir gerçekliktir. Bura­ da insanın edinmiş olduğu değerlerin ne olduğu, neye göre belirlendiği sorunu ortaya çıkar. Postmodernizm bu sorunu atlar. Değerler yaşanan tarihsel süreç­ lerle edinilir; yine tarihsel süreçler için­ de değişime uğrar. Değerlerin kendileri maddi yaşamdan elde edilir, başıboş sı­ nırsız değildirler. Maddenin varoluş bi­ çimleri ve toplumsal süreçlerle çatıştık­ ları oranda yerlerini yeni değerlere terketmek zorunda kalırlar. İnsanlığın dü­ şünce tarihi böyle örneklerle doludur. Değerler belli koşullarda edinilmiş ve tersi kanıtlanmadıkça korunmuş, yoğun-47

-----


— yol---------------------------------------laşmış bilgidir. İlk insan doğayı da kendi­ si gibi “ canlı” olarak kabul etmiş; ne ken­ dini doğadan ne de doğayı kendinden a­ y ırt etmeden yaşamıştır. Ancak bugün belki hala komünal düzende yaşayan topluluklar hariç- kimse doğaya ilk insa­ nın “ değerleri” ile bakmıyor. Yine bir hasat mevsimindeki verimsizliği “ tanrıla­ rın gazabı” ile açıklayan bir tek modern çiftçi yoktur. Edinilmiş değerlerden “ ba­ ğımsız” dünyaya ve topluma bakamayız. Fakat buradan bakana göre gerçeklikle­ rin değişeceği anlamı çıkmaz. Nesnel ol­ gular bakana göre değişmeden ne iseler öyle akıp giderler. Edinilmiş değerler dünyaya bakarken genel olarak iki yönlü etkide bulunurlar. Değerlerden tümüyle arınarak dünyaya bakmak imkansızdır. Bu hafıza kaybına uğramış bir hastanın dünyaya bakışına benzer. Değerlerle dünyaya bakmak e­ dinilmiş bilgilerden dolayı olguların ta­ nınmasına yardım eder. Bakılanı nitele­ mek ancak bu değerler aracılığı ile müm­ kün olur. Edinilmiş bilgiler olmasa bakı­ lanı tanımak, nitelemek mümkün değil­ dir. Teorik bir düşünce sistemi olmadan olaylara bakmak görme derinliğini ve teşhisi köreltir. Ö te yandan, değerlerle dünyaya bakarken ister istemez belli sı­ nırlar içinde kalınır. Öyle durumlar ola­ bilir ki, sınırlar dışında kalan “ yeni” olgu­ lar görülemeyebilir. Daha da kötüsü “ yeni” bir semptom olduğu algılanamayabilir. Değerlerle dünyaya bakmanın böyle sınırlayıcı bir yönü de vardır. “ Ek­ siksiz bilgi” ya da “ mutlak bilgi” olmadı­ ğına, bilgi edinme sonsuz bir süreç oldu­ ğuna göre böyle yanılmalar kaçınılmaz­ dır. Çünkü yanılma aynı zamanda yeni bir şey öğrenmektir de. Edinilmiş bilgi­ lerle dünyaya bakarken, aslında her se­ __ 48 ____________________________

ferinde bu bilgilerin bir sınaması da ya­ pılmış olur. Bu sınamalar edinilmiş bilgi­ lerde değişimi zorlayabilir, böylece yeni bir teorik sisteme geçişin sancılı süreci başlar, Ancak bunların hiçbirisi keyfi ol­ maz, yeni olguların ortaya çıkarttığı so­ runların çözümü değerlerin yenilenmesi sonucunu doğurur. Bilgi edinmenin, ger­ çekliği kavramanın en genel yolu budur. Ancak postmodernizm böyle düşünmez, ona göre “ bilgi ve yorumun içselliğinden dolayı, hakikat belirsiz bir varoluşa sa­ hiptir.” (a.g.y.) “ Mutlak hakikat” in varlı­ ğına itiraz eden postmodern düşünce, öte yandan başka bir mutlaklığa asılıp kalıyor. O da “ hakikatin belirsizliği” dir. Oysa belli ölçülerde “ belirsiz” olan ve değişen bilgidir; bilginin kaynağı olan madde onun dışında bir varoluşa sahip­ tir. Postmodernizme göre ise madde düşünceden “ bağımsız” bir varoluşa sa­ hip değildir. “ Postmodernizme göre nesne ve özne, güç ve istek ‘oyunu’ ta­ rafından üretilir.” 31 Nesne ve özne arasındaki ilişkinin “ güç ve istek oyunu” na indirgenmesi “ bilgi bolluğu” yaşanan günümüz dünya­ sının düşüncelerde yarattığı bir yanılsa­ madır. Düne oranla bilgi edinme ve pra­ tiğe uygulanmasının hızı müthiş bir şekil­ de artmıştır. Ancak buradan bilginin keyfi olarak “güç ve istek oyunu ile” edinilebildiği sonucu çıkmaz. Kendini her türlü teorik anlatıdan koparan varlığın özü ile değil görünüşü ile ilgilenen post­ modern düşünce için bilginin bir maddi temeli elbette kalmaz. Böyle “ üretilen” bilgi zaten bilgi olmaktan çıkar, bir “ oyu­ na” dönüşür. Kuantum Teorisi’nin bazı bulgularını kendine dayanak yapmaya ça­ lışan postmodern düşünce, aslında ken­ dine böyle bir dayanak seçmesi ile başta


günümüzün ideolojik tablosu__ kendisi ile çelişmektedir. Kuantum Teo­ risi en başta postmodern söylemle bir “ büyük anlatıdır” ; öte yandan bilgi ve kapsam alanı atomaltı parçacıklarla sınır­ lıdır, her alanı kapsamaz. Oysa postmo­ dern düşünce bunu her alana yaymakta bir sakınca görmez. “ Ölçüm sürecinin, ölçüleni etkilemesi” maddealtı parçacık­ larda yepyeni sonuçlar yaratmıştır. Atomaltı parçacıkların hızı ve yörüngesini aynı anda tespit etmek olanaksızdır. Hız tespit edilirse, ölçüm sistemini bozduğu, “ etkilediği” için yörünge ancak olasılık olarak hesaplanabilmektedir. Tersi de geçerlidir. Newton Fiziği’nin determi­ nizmini tahtından indiren bu gelişme gü­ nümüz postmodern düşüncesi için “ bi­ limsel” bir temel oluşturmaktadır.

bilir” hata payına girer. Ayrıca bu ölçü­ me dayanarak yapılan pratik işlerde bir aksama olmaz, çünkü “ hata payı” belli bir sınırın altındadır. Ayrıca bilimsel bu­ luşların geliştirdiği yeni teknik aletler bu “ hata paylarım” artık inanılmaz küçük sı­ nırlara indirgemektedirler. Ancak teorik bir öngörü ve pratik gerçeklik olarak her ölçümde, ölçülen bu süreçten etki­ lenir. Ancak buradan nesne ve öznenin yokoluşuna varmak bambaşka bir so­ nuçtur.

Ancak şu gerçekliği vurgulamak ge­ rekiyor. Nesne ve özne arasındaki ilişki aşılmaz katı sınırlara sahip değildir. Bu gerçeklikten öznel idealist veya kaba maddeci sonuçlar çıkartmak gerekmi­ yor. Bu ilişki canlı bir sürece sahiptir. “ Gözleyenin gözleneni etkilemesi” n- Bilginin üretimde çok büyük bir maddi den hareketle postmodernizm, “gözle­ güç haline gelmesi ile nesne ve özne a­ yenin” kendi nesnesini “ üretebileceği” rasındaki ilişkinin sınırları göreli olarak ve her gözleyenin kendine göre bir “ ha­ değişmektedir. Bilginin eskiyle kıyaslan­ kikat” oluşturabileceği sonucunu çıkar­ mayacak hızla yeniden üretildiği ve bü­ tır. Kuantum Fiziği’nin yaratıcıları böyle yük bir hızla yaygınlaştığı günümüz hayallere kapılmasalar da postmoder- “ postmodern dünya” sında “ o bjektif’ ve nistler onların yerine de düş kurmaya’ “ subjektif’in sınırları kaçınılmaz bir şe­ soyunuyorlar. Nesne ve öznenin “ güç kilde değişiyor. Bilginin gücü ve yaygınlı­ ve istek oyunu” ije üretilebildiği bir dün­ ğı öyle hızlı gelişiyor ki, özne hem doğa­ yada elbette "hakikat” kalmaz ya da her­ yı hem de toplumu düne oranla çok da­ kesin kendine göre bir “ hakikati” olabi­ ha fazla etkileyebilmektedir. İnsanlığın lir. Postmodern düşüncenin bu büyük düşünce tarihinde defalarca sorun olup keşfine rağmen hala kimse araçsız uçma­ tartışılan bu konu, eğer sözünü ettiğimiz yı denemedi. Oysa yüksek bir kuleye çı­ maddi ortam ve gelişmeler olmasa bir kıp bir gözleyen olarak atmosferi etkile­ kez daha ortaya çıkıp tartışılması ve bu meyi deneyebilirdi. Postmodern şarla­ ölçüde yaygınlaşması mümkün olmazdı. tanlıklardan bilimsel gerçeklere gelirsek, Ancak postmodern düşüncenin bu ger­ “ ölçüm sürecinin ölçüleni etkilemesi” çekliği yorumlayışı hiçte yeni ve "dev­ yeni değildir. Her ölçüm maddi bir iştir rimci” bir yan taşımamaktadır.. Bilimde ve maddi etkinlikle yapılır. Suya daldırdı­ Ernst Mach’ın; felsefede Nietzsche’nin ğınız term om etre kendi ısı farkı ile ölçü­ yanına düşmeleri bunun en kesin kanıtı­ lecek sıvıyı etkiler; ancak aradaki oran o dır. Gelecek ufkundan -“ büyük anlatı­ kadar küçüktür ki bilimde “ ihmal edile­ landan- kopan; “ öznenin ölümünü” ilan

49 —


yol

eden postmodern düşünce, nesne ve özne arasındaki sınır ve ilişkilerin tarih­ se! değişimjnden hangi sonucu çıkart­ maktadır? [Öznenin geleceği tasarlama ve kurmada rolünün artması sonucunu değil; “ belirsizlikler” içinde, herkesin kendi “ hakikatini” yaratarak “ şimdi” nin sınırlarında öznenin kendini yitirmesi sonucunu çıkartmaktadır. Bilginin çeşit­ lenmesi ve yaygınlaşması postmodern düşünce için geleceğin kaybolması anla­ mına gelir. Alınyazısı gibi katı determi­ nizmden “ belirsizliğin” özgür alanına uç­ mak, “ nesne” den kurtulmak; ancak sa­ dece anı yaşayan özne ile aynı zamanda “ tarih yapan” özneyi de yitirmek, postmodernizmin özgürlük uçuşunu sinekle­ rin ömrü kadar kısaltır)

POSTMODERN DÜNYANIN DOĞUŞU Dudak kıvırarak küçümsemeye gel­ mez, kendisinin “ gerçeklikle” arası pek iyi olmasa da bugün “ postmodern dün­ ya” bir gerçekliktir. Onun içinde yaşı­ yor, onun içinde davranıyoruz. Bu dün­ ya nasıl doğdu? Postmodern dünya ilk kez Batı kapi­ talist anayurtlarında “ Refah Devletleri” döneminde filizlenmeye başladı. İnsanla­ rın ufkundan “ gelecek endişesi” nin ya­ vaş yavaş kalktığı yıllar postmodernizmin yollarını döşedi. O güne kadar in­ sanlık tarihinin uzun bir dönemine dam­ gasını vuran sınıflar mücadelesi adım a­ dım sönümleniyordu. Bir yandan gelişen refah, öte yandan sosyalist sistemin var­ lığı bu ülkelerde sınıf uzlaşması zeminini güçlendiriyordu. Ayrıca kapitalist yapı­ lanma 70’li yılların ortalarından itibaren __ 50

“yeni ekonomi” nin gelişmesi ile değişi­ me uğruyor, sınıf yapısında, sosyal uzlaş­ mazlıkların yönünde belirgin dönüşler yaşanıyordu. Refah Devletleri’nin maddi temelleri önceki beklentileri ortadan kaldıracak şekilde yıkılmaz ölçüde sağ­ lam görünüyordu. Ancak bu gelişim, ka­ pitalizmin yarattığı standartlaşma nede­ niyle başka tü r tepkiler de biriktiriyordu. Sosyalizm motifleri ile içiçe geçmiş bir şekilde bu birikim “ 68 olayları” ola­ rak patlak verdi. Hareketle pratik hemen hiçbir bağı olmamasına rağmen “ Tek Bo­ yutlu İnsan” ın yazarı Herbert Marcuse birdenbire bu hareketin ideolojik daya­ nak noktası oluverdi. Marksizm’e; “ bire­ yi” ve Freud’u dayanak noktası seçen “ psikolojiyi” “ katmayı” önemseyen bu düşünürün 68 hareketi tarafından be­ nimsenmesi bir rastlantı değildir. “ Bu hareketin büyük oranda bürok­ ratikleşmeye, kişiliğin silikleştirilmesine, yaşamın sıradanlaştırılmasına, insan ar­ zularının bastırılmasına karşı olduğunu görmek için o dönemdeki posterlere ve duvar yazılarına (“ yasaklamak yasaktır”) bakmak yeterlidir. Ancak bu başkaldırı hareketinin yalnızca bir sınıf düşmanlığı­ nın ifadesi olmadığını vurgulamak gere­ kir. Lyotard’ın bildirdiğine göre bir süre sonra bu insanlar, Marksizm’in söylev sanatı ile öğrenci hareketinin asal içeriği arasında gerçekte bir ayrılık olduğunu görmeye başlamıştır. I968’de pekçok insan Marksizm’i terketm iştir.” 32 Post­ modern düşünceye esas hız veren olay 68 hareketi sonrası ortaya çıkan düş kı­ rıklığıdır; bu hareket bütün çoşku ve yaygınlığına rağmen Refah Devletlerinin sağlam çeperlerine çarpıp kırılmıştır. O dönem dünyası kapitalist anayurt-


____ günümüzün ideolojik tablosu___ lar açısından zor dengelerde yürüyordu. Sosyalist sistemden güç alan ulusal kur­ tuluş savaşlarının en yaygın olduğu yıllar­ dı. Hatta 1975’de Avrupa’nın sınırları i­ çinde Portekiz’de devrim yaşandı. Kapi­ talizm bu gelişmelere karşı bütün gücü i­ le yüklendi; 68 coşkusu dalga dalga sön­ dü. Postmodern düşüncenin bu sönüşe paralel bir şekilde yükseldiğini görüyo­ ruz. 68 olaylarına kapitalist anayurtlar bütün esneme yetenekleri ile karşılık verdiler. Sadece bununla kalmadı, aynı süreçte yaşanan Çekoslovakya olayları sosyalizmle ilgili pek çok düşü de, özel­ likle Avrupa insanının kafasından silip sü­ pürdü. Batı aydınlarının önemli bir bölü­ mü kendi Refah Devletleri’nin yarattığı “ tek boyutlu insan” a tepki gösterdiler; ancak öte yandan Sovyetler’in Çekoslo­ vakya’ya müdahalesi ile de sosyalizm düşlerinden uzaklaştılar. Birbirinin için.de yaşanan bu süreçler postmodern dü­ şünce için Batı ülkelerinin topraklarını yeterince sürdü ve gübreledi. İki sistem­ den de sınırlı ölçülerde de olsa soğuma­ lar ve kopuşmalar yaşandı. Postmodernizmi besleyen diğer kay­ nak, hiç şüphesiz, sosyalist sistemin yıkı­ lışıdır. Ancak yıkılışa kadar yaşanan biri­ kim de önemlidir. Stalin sonrası Sovyetler’de yaşananlarla, sosyalizmin söylenti­ ler seviyesinde gezinen “ sırları” ve “gü­ nahları” ortalığı kaplayınca, bu gelişme­ ler özellikle Batılı aydınlarda bilinç kırıl­ malarına yol açtı. 50’li yılların ortaların­ da başlayan süreç bazı yeni ilavelerle de­ vam etti. Diğeri yukarıda sözünü ettiğim ünlü “ Çekoslovakya olayları” dır. “ Prag Baharı’nı” Sovyet tankları hemen kışa çevirmişti. Bütün Batı medyası bu olayı büyük abartılarla kendi insanlarının bilin­ cine iyice kazıdı. Yine bu sıralarda patlak

veren “ Pekin-Moskova çatışması” sos­ yalizmin “ birliği” ile ilgili hayalleri parça­ ladı. Bütün bu gelişmeler Batılı aydınla­ rın ufkunu tıkadı. Sosyalizm çekim gücü­ nü yitiriyordu. Gelecekteki hedef yıp­ randıkça, Batı Refah Devletleri’ndeki ay­ dın ve işçiler için sosyalizm mücadelesi anlamını yitiriyordu. Bütün bu birikimle­ re sistemin yıkılışı son noktayı koydu. Postmodernizm kapitalist merkezlerde 68 düşünün çözülmesi ile hız almıştı. Sosyalizmin yıkılışı ile postmodernizm sınır atladı, Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde de yaygınlaşmaya başladı. Elbette Üçün­ cü Dünya’nın postmodernizmi kendine göredir. Fakat sosyalist sistemin yıkılışı postmodern dalgayı Batı merkezleri ile sınırlayan duvarı çatlatmış, bu akım ve yaşam biçimi açılan çatlaklardan, modernizmi bile doğru dürüst yaşamamış olan bu dünyaya, sızmaya başlamıştır. ' Bütün bu gelişmeler yaşanmasaydı bile, kapitalist merkezlerde postmodern düşünce filizlenip gelişirdi. Bu noktada onun esas maddi temeline, kapitalist ge­ lişmenin üçyüz yılda yarattığı insan mal­ zemesine geliriz. Liberal kapitalizmin “ rasyonel insanı” postmodernizmin be­ re ketlijtojprağıdı r . * Kapitalist merkezlerde 1950’ler sonrasındaki gelişim döneminde düzenin tarihsel süreç içinde şekillendirdiği insan tipi iyice belirginleşmiştir. Bu insanlar “ özgürlük ve refaha” kavuştukları için artık bir gelecek düşleri yoktur. Kendi­ lerini sınırsız tüketimle ifade ederler. Li­ beral demokrasilerin sözde “ rasyonel insan” ı bu konuda tam bir “ çılgın” gibi davranır. Gelecekleri, coşkuları bu sınır­ sız tüketim koşusu içinde tükenir gider. “ Özgürlük ve refaha” kavuşan Fukuyama’nın “ son insan” ı tüketimin zincirsiz -------------------------------------------------- 51 -----


— yol kölesi haline gelmiştir. Gelecek, sınırsız tüketimle tüketilmektedir. * Kapitalizmin ilk gelişim günlerinden bu yana “ birey” üzerine yapılan vurgu, kendini artık hem hukuk olarak hem de burjuva toplumsal gelenek olarak ku­ rumsallaştırmıştır. Böylece dünya ve çevresi ile ilişkisi tamamen kendi çıkar­ ları ile sınırlı, kendi “ özgül dünyasına” kapalı bir birey bugün kapitalist merkez­ lerin insan yapısıdır. Toplumsal hücrenin “ özsuyu” böyle şekillenmiştir. * Bireysel çıkarların dile getirilişi ve savunulması o kadar meşru, açık ve çıp­ lak hale gelmiştir ki, bunun karşısında “ toplumsal değerler” erozyona uğramış, ünlü deyimi ile toplum atomize olmuş­ tur. Kimse bireysel çıkarlarını “ feda” e­ derek toplumsal bir eyleme yönelme­ mektedir. Sadece kendi çıkarlarından dünyaya bakan, kendi çıkarları dışında pek çok şeye kayıtsız insan tipi, kalaba­ lıklar arasında yalnızlığın simgesi haline gelmiştir. Bu bunalımlı “ son insan” ener­ jisini olumlu kolektif bir çabaya çeviremedikçe modern tarikatların içinde ken­ dini yok etmektedir. * Fukuyama’nın “ son insan” ı refaha ulaştığı, yaşam ve yaşam tarzı olarak yerleşikleştiği için kayıtsız ve yorgundur. Gündelik alışkanlıkları dışında gerçekle­ şen her olay onu dehşete düşürüp ürkü­ tü r ve yorar. Çünkü yaşamındaki herşeyi kapitalizmin insafsız celladı dakiklik­ le planlamıştır. En küçük aksama felaket demektir. Burada artık yaratıcı enerji, coşku, hatta serüven arayışı yoktur. Ka­ yıtsız bir yorgunluk, çok bakımlı görü­ nen Batı insanının gerçek iç yüzüdür. * Kapitalist gelişmenin mantığı gereği hemen herşey derhal bir standarda ulaş­ __ 52

tırılır. Yoksa bu devasa üretim sistemi­ nin çeşitli birimlerinin birbiri ile ilişkisi imkansız hale gelir. Ancak bu standardi­ zasyon makinalarla sınırlı kalmaz, insan ve yaşamını da kapsar. Makinalar için ve­ rimliliği artıran bu durum, insan için bir dönem sonra duvarları görünmeyen bir cezaevi yaratır. Postmodernizmin insan malzemesi, beslenme kaynağı liberal demokrasilerin bu “ son insan” ıdır. Postmodernizm bir yanı ile bu “ tek düzelik” e bir tepkidir; ancak ufku olmadığı için tepkisi yine bu sınırlar içinde kalır. Hiçbir şeyin özü ile ilgilenmediği için, sorunların “ temeline inmek” gibi bir kavrama ve davranış tar­ zına sahip değildir. Bu nedenle tepkiler, sonuç olarak düzen tarafından önceden çizilmiş sınırlar içinde bir “ renklilik” ola­ rak kalır. Postmodernizmin bir de teknik ze­ mini vardır. Bilimsel teknik gelişmeler, en başta üretim biçimlerinde değişim ya­ ratarak işçi sınıfının yapısını oldukça köklü bir şekilde değişime uğrattı. Bir “ büyük anlatı” olan sosyalizmin öznesi işçi sınıfının böylece “ ortadan kaybolma­ sı” postmodern düşüncelere kapı açtı. Postmodernizmin gördüğü bu hayalin elbette bir yanı gerçektir. İşçi sınıfının hem üretimdeki hem de sosyal konumu kapitalizmin özellikle son çeyrek yüzyı­ lında önemli değişimlere uğramıştır. An­ cak buradan postmodernizm bu deği­ şimlere karşı sınıfın tepkilerini örgütle­ mek ve yönlendirmek gibi bir görevi çı­ kartmaz, tam tersine tarihin, geleceğin ve toplumsal öznenin öldüğü sonucunu çıkartır. Öte yandan “ postmodern ça­ ğın” en tipik özelliklerinden birisi olan bilgi bolluğu ve yaygınlığı postmoder­ nizm açısından gerçeğin kaybolması,


____ günümüzün ideolojik tablosu___ herkesin kendi gerçeğini yaratması im­ kanının doğması olarak görünür. Bilgi ve teknikteki hızlı değişim “ sanal para” , “ sanal ticaret” ve hatta “ sanal insan iliş­ kileri” yaratmakta olduğu için, bütün bunlar postmodernizmi maddeden ko­ puk bir dünyanın varlığına inandırır. Postmodern insan, bu sanal dünyada her türlü “ determinizm” den; aklın ve bilimin “ buyuruculuğundan” ; “ teorinin terörün­ den” kurtulur. Bilgi bolluğu içinde şekil­ lenen bu sanal özgürlük dünyası, post­ modern insanı “ varlığın özünü” arama zahmetinden kurtarır. Hiçbir sıkıcı ger­ çeğe dokunmadan “ şimdi” içinde uçuşa­ rak yaşayıp gider. Bilim ve teknikteki de­ ğişimlerin yarattığı bu postmodern düş­ ler çok geçmeden kırılacaktır. Postmo­ dern dünyanın zengin renkliliğinin ardın­ da son tekniklerin imkanlı kıldığı muaz­ zam bir merkezileşme vardır. Sadece sermaye olarak değil, bilgi, bilgi üretimi ve denetimin merkezileşmesi bugüne kadar ulaştığı seviyelerin çok ötelerine gidecektir. Sanal özgürlüklerin her alanı ve her saniyesi denetlenebilecektir. An­ cak herşeye rağmen bilgi bolluğu, “ de­ terminizmin” sıkıcı alanından “ belirsizli­ ğin” özgür alanına geçiş için düşler kur­ maya olanak tanıyor.

POSTMODERNİZMİN TARİHSEL ARKA PLANI Marx Dönemi Postmodernizm her ne kadar tarihi unutmak ve geleceği düşünmemek iste­ se de kendine tarihten dayanak noktası aramadan edemiyor. Yakın tarihte ken­ dine dayanak noktası olarak ise Nietzsche’yi bulmuştur. Bu buluşmanın rastlan­

tı olmadığı açıktır. “ Pek çok post-yapısalcının genel eği­ limi şudur: ‘Eğer Marksizm doğru değil­ se, başka hiçbir şey doğru olamaz.’ Bu düşünürlerin birçoğu kendisini bir şaş­ kınlık aşamasında (‘nereye gittiğimizi bil­ miyoruz’) duyumsamakta ve bu şaşkınlı­ ğı en iyi Nietzsche’nin dile getirdiği inan­ cını paylaşmaktadırlar.” 33 Nietzsche’de zamanında Aydınlanma’nın kaçınılmaz gelişimi karşısında eski değerler sistemi­ nin yokolması ile paniğe uğramış, tarihin gidişi karşısında tüm değerleri inkar e­ den nihilist bir tavır almıştır. Postmo­ dernizm Batı aydınının iki yönlü büyük düş kırıklığından kaynak almıştır. Kapita­ lizmin ve sosyalizmin söylemleri ve yap­ tıkları arasındaki “ uçurum” onları her türlü söylemden uzaklaştırmıştır. “ Ne­ reye gittiğimizi bilmiyoruz?” tepkisi bir dereceye kadar haklı bulunabilir. Ancak bu belirsizlikten hareketle “gelecek” ten kopuşmak çok farklı bir tutumdur. Yeni olgular ışığında yapılanların muhasebesi ve yeni yönelişlerin yaratılması gerekir­ ken; postmodern düşünce tüm gelecek tasarımlarına karşı çıkarak kendini gü­ nün içine bırakmıştır. Böylece aslında kapitalizm kutsanmaktadır. Marx ve Nietzsche hemen hemen çağdaş olmasına rağmen bu dönemde karamsarlık abidesi olan Nietzsche’yi nasıl açıklayabiliriz? “ Eğer o dönem toplumunu ( I9.yy. i­ kinci yarısı, b.n.) yansıtan söylemlere de­ rinliğine bakarsak, üç önemli eleştiri a­ yırt edilebilir. Birincisi, Karl Marx tara­ fından geliştirilen ekonomi-politik eleşti­ risidir... İkincisi, Max W eber tarafından çok çarpıcı şekilde analiz edilen, bürok­ rasi ve büyük ölçekli organizasyonların

53 —


— yol---------------------------------------eleştirisidir. Onun odağında insanlığı fay­ dacı rasyonalitenin üstünlüğüne boyun eğdiren çelik kafesin inşa edilişi vardı. Üçüncüsü, farklı biçimlerde ileri sürülen, örneğin Almanya’da F. Nietzsche, daha sonra M. Horkheimer ve E. Husserl ta­ rafından doğal ve kültürel bilimler üzeri­ ne tartışmalarda olduğu gibi, eleştiriler bilim üzerineydi.” 34 Kapitalizmin geliş­ mesinin bu en fırtınalı yıllarında, Marx o­ nun yıkılış diyalektiği üzerinde durdu. W eber ise bu yırtıcı düzeni ehlileştirme, rasyonalize etmenin sorunlarını tartıştı. Onun, kapitalizmin kurmaya çalıştığı “ rasyonel çelik kafese” esasta itirazı yoktu, bunu bürokrasinin hantallıkların­ dan kurtarma çabasına yöneldi. Nietzsc­ he ise her türlü “ rasyonel” önerinin dı­ şına çıkan bir konum aldı. O döneme kısaca göz atınca şu ger­ çeklikler kendini öne çıkartır. “ 1789­ 1870 döneminin orta sınıf radikalizmi 1880’lerde zayıfladı ya da özümlenmiş hale geldi. Aristokrat mutlakiyetine kar­ şı “ destansı” ve özgüvenli mücadele ge­ nellikle sona ermişti.” “ Hükümetlerin serbest ticaretten uzaklaştıklarına tanık olunan 1873-96 uzun depresyonu, orta sınıfların ekonomik sistemin çökmekte olduğuna dair korkuya kapılmalarına ne­ den oldu; geleceğin belirsizliği daha ön­ ceki tanımlanmamış ilerleme beklentile­ rine yeniden önem kazandırdı... Ancak 1880’lerde ve 1890’larda liberal yargıla­ ra karşı bir entelektüel bombardıman başladı. İnsan aklı ve seküler ilerleme nosyonları bilim ve endüstriyle birlikte artık Nietzsche, Pareto, Sorel ve Langbehn gibi düşünürlerin saldırısına uğru­ yordu. Özellikle liberal entelektüeller kitle toplumu içindeki geleceklerinden korkuyorlardır.” 35

__ 54 __________________________

Nietzsche, kapitalizmin feodal im ti­ yazlara karşı radikal atılımlarının durul­ duğu bir dönemin ürünüdür. Paris Ko­ münü sonrası tüm Avrupa kıtasında bir restorasyon dönemi başlamıştır. Burju­ va radikalizminin hızı kesilmiş, onu arka­ layan ve hatta aşan işçi hareketleri bazı yenilgiler almış, uzun bir restorasyon süreci başlamıştır. Ancak bu arada kaçı­ nılmaz bir şekilde artık “ kitle toplumu” ortaya çıkmıştır. Derebey çiftliklerinin sakin köylüsü kentlere yığılmış ve sakin­ liğini yitirmiştir. “ Kitle toplumu” kendini aristokrat geleneklerden koparamamış aydınlar için tam bir korkulu rüyaydı. Ö ­ te yandan, bu yıllar artık kapitalizmin dünyayı talana çıktığı yıllardı. Her türlü eski değerin altüst olduğu, yenilerinin i­ se henüz yeterince toplum dokularının içine sinmediği bir dönemde Nietzsche’nin “ tanrı öldü” çığlığı duyulur. Nietzsche “ dini ve felsefi mutlaklıkların çözüldüğü bir çağda yaşadığını” dü­ şündü. Metafizik ve teolojik temeller ve geleneksel moral değerlerin yaptırımları çökünce ortalığı “ amaçsızlık ve anlam­ sızlığın” kapsayacağını ileri sürdü. Döne­ minde politikadan ve siyasal mücadele­ den nefret eden bu adam, “ çağdaş dün­ yadan uzakta kendine yeten bir birey” in hayalini kurdu. Kendisi böyle yaşamayı denedi, ancak ruh sağlığını yitirmekten kurtulamadı. “ Dizgelere” , düşünce sis­ temlerine karşı çıkan Nietzcshe, gelecek tasarılarına inanmadı. Demokrasi ve sosyalizmden nefret ederek, “ doğanın eşit yaratmadığını” vurguladı. Araştırma­ larında “ iyi” kelimesinin kökünün “ aris­ tokratları” tanımladığını, “ kötü” kelime­ sinin ise onlara itaat etmeyen köylüleri anlattığını ortaya çıkardı. Ahlakı aristok­ raside, kötülüğü “ kitlede” buldu. “ İyi bir


günümüzün ideolojik tablosu__ aileden doğmadıkça hiçbir ahlaklılık mümkün değildir, insanın her ilerleyişi a­ ristokratik toplumdan gelir” diyerek, tanrının ölümünü ilan ettikten sonra “ üstün insan” için çağrı yaptı. Bu konuda öylesine pervasızdı ki “ milyonlarca sala­ ğı ortadan kaldırarak geleceğin insanını kalıba dökmek” üstün insanı yaratmanın yoluydu.

ma fırtınasında başı döner, “ üst insan” da yeni bir dinginlik yaratmaya çalışır; ancak tarihin zembereği artık boşanmıştır; o ­ laylar Nietzsche’ye aldırış etmez; onun “ aklını başından alırlar.” Postmodernistlerimiz, günümüz için bir Ortaçağ sakin­ liğinin imkansız olduğunu elbette biliyor­ lar. Onlar benzer sakinliği zirvelerden yamaçlara inerek, büyük tasarımlardan kopup lokal alanlarda mutluluk çitleri ö ­ rerek, kitlelerden uzaklaşıp birey “ ada­ cıklarına” çekilerek yakalamaya çalışırlar.

Nietzsche. Aydınlanma’nın sonuçla­ rına yitip giden aristokrasi dünyasından bir tepkidir. Onun “ tanrı öldü” çığlığı yi­ tip giden bu tarihe bir ağıttır. Kaderin, Nietzsche kapitalizmin eski gelenek­ tanrının elinden insanlığın ellerine geç­ leri “ buharlaştırdığı” , öte yandan kendi­ mesine katlanamayan Nietzsche, hemen sinin de restorasyonlarla bir durgunluk onun kaderini “ üst insan” a bağlamadan dönemine girdiği sürecin ürünüdür; edemez. Her türden “ mutlaklığa” “ baş- postmodernizm ise sosyalizmin yarattığı kaldıran” postmodern düşünce Nietzsc- değerlerin büyük oranda eridiği, kapita­ he’de kendine yakın olarak neyi bulur? lizmin yarattığı değerlerin ise eski çekim “ Büyük anlatılara” , “ bilimin buyuruculu­ gücünü yitirdiği bir dönemin olgusudur. ğuna” tepki gösteren postmodernizm, fNietzsche “ tanrının öldüğünü” ilan etti; Nietzcshe’ye dönmekle baltasını taşa “ sonrasızlığı sevdi” ; postmodernistler çarpmış olmuyor mu? Onun “ üst insan” ı “ büyük anlatıların öldüğünü” ilan edi­ kendini hiçbir şeyle bağlamayan günü­ yorlar. Nietzsche, kapitalizmin sokakla­ müzün “ bireyi” dir. Kendisini her türlü ra saldığı kitlelerden korkuyordu; post­ “ o bjektif’ ya da “ nesnel” bağlayıcılıklar­ modernistler kitlelerin bir hedefe yönel­ dan özgürleştirmiş; hiçbir gelecek ufku i­ mesinden ürküyorlar,' Nietzsche’nin dü­ le sınırlamayan; hatta gerçekliği kendi şünceleri, kitlelerin öfkesi kapitalizme “ arzu ve isteklerine” göre şekillendire- karşı yükseldikçe Nazilik’e kaynak oldu. bileceğine inanan; kendi “ yüce” çıkarla­ Parmak bıyıklı “ üstün insan” Alman ulu­ rından dünyaya bakan günümüz post­ suna “ binyıllık egemenlik” vadederek modern bireyi Nietzsche’nin “ üst in­ dünyayı yakmaya koyuldu. Bu büyük a­ sanından başkası değildir. Göreliliğe çıl­ teşte kendisi de yandı. Postmodernizm gınca aşık olan postmodernizm, “ bi- her türlü düşüncenin “ yanyana çökü­ rey” de kendi mutlaklığını yaratır. şümü kutsayarak ileride hangi gelişimle­ Nietzsche, Aydınlanma döneminin re kaynaklık edecektir, elbette bileme­ yeniliklerinin fırtınalı, inişli çıkışlı gidişine yiz; ancak tüm gelecek düşlerinden ve dayanamaz. Eskinin parçalanışı önünde toplumsal değerlerden koparılarak kut­ sızlanır durur. Kitlelerin geleneklerden sanan “ birey” in insanlığın geleceğinde o­ özgürleşmesinden tiksinir. Onları “ tan­ lumlu bir role soyunması imkansızdır. rıyı öldürmekle” suçlar. Ortaçağ’ın aris­ Postmodernizmin Nietzsche’nin karam­ tokrat dinginliğinin yerini alan Aydınlan­ sarlığı ile buluşması rastlantı değildir. ----- 55 -----


— yol---------------------------------------Postmodernistler de tıpkı Nietzsche gi­ bi büyük düş kırıklıklarının ürünüdür. “ Sonrayı” yitiren Nietzsche, “ milyonlar­ dan” nefret ederek birey zırhının içine çekilerek çıldırır. Postmodern dünyada insanların yüzde yetmişinin psikologlara taşınmasının Anlamı nedir? Kimsenin “ sonrası” yoktur; değerler hergün bu­ harlaşıyor, “ mutluluk için” tüketim tapı­ naklarında yapılan günboyu ayinleri artık yetmiyor. Bütün bu tablonun ortasına postmodernistler anı yaşamanın keyfi i­ le günlük ayinlerle kendilerini oyalıyor­ lar. Ancak günümüzün akışı en az I9.yüzyılın sonlarındaki köklü değişimler gibi hızlı altüstlüklere gebedir; postmo­ dern “ mutluluk adacıklan” nın kapısı e­ ninde sonunda komşuları tarafından gü­ rültülü bir şekilde çalınacaktır. Postmodernizmin geçmişteki daya­ nak noktası sadece Nietzsche ile sınırlı değildir. Frankfurt Okulu’ndan Yapısal­ cılığa kadar uzanan çeşitli düşünce a­ kımlarında hep sanki postmodernizme doğru bir birikim vardır. Bu tarihsel sü­ reçte sol zeminde duran ve Mark­ sizm’den etkilenen akımların büyük bir bölümü özgül tarihsel koşullar nedeniy­ le tarihsel maddeci zeminden idealizme savrulmuşlardır. Nietzsche sonrası postmodernizmin kaynaklarını başlıca iki dönemde bulmak mümkündür. İlki, 1920’ler sonrası A l­ man Devrimi’nin yenilgisi ve faşizmin e­ gemenliğinin kesinleştiği günler ve son­ rasıdır. Bu dönemde Frankfurt Okulu ve Varoluşçu akımdan söz etmek mümkün­ dür. İkinci belirgin halka, 1960’lar sonra­ sı ortaya çıkar. Bu dönemde Yeni Sol ve Yapısalcılıksan söz edilebilir.

__ 56

Ekim Devrimi Sonrası Sovyet Devrimi’nden sonra Avru­ pa’da devrimler geri çekilmeye başlamış, hatta Alman proletaryası büyük bir ye­ nilgi almış, başarılı olamayan devrim giri­ şimlerine karşı faşizm tarih sahnesine girm iştir. Bu dönemin çocuğu olan Frankfurt Okulu düşünce sisteminde bu günlerin özelliklerini ister istemez yan­ sıtmıştır. Postmodernizm, tarihsel gelişmele­ rin sonucunda “ büyük anlatıların” inka­ rına varmıştır. Onun inkar tarzı kendine özgü yanlar taşısa da tarihten bu tarz kopuşma yeni değildir. Bunu en derin bi­ çimde I930’lu yıllarda Frankfurt Okulu yapmıştır. Okulun kurucusu Max H ork­ heimer “W eim ar’in sosyal demokrat re­ formculuğunu da Sovyetler Birliği’ndeki bolşevik düşünceyi de reddeder.” 36 Her türlü sistemi olumsuzlar. Tekelci kapita­ lizm de toplumculuk da “ totaliterdir.” Aydınlanma döneminin “ aklına” değer biçen Horkheimer, yaşadığı dünyada bu­ nun yitmekte olduğunu görür. “ Bu dün­ ya, aynı zamanda hem sanayinin hem de Taylorculuk’un, hem Nazizm’in hem de Stalincilik’in var olduğu bir dünya olan bu iktisadi bunalım dünyası, artık yüksek akılcılık ilkesi olmaksızın, tinsel yaşamı yıkan maddi çıkarların peşinde sürükle­ nen bir güç ve para dünyasına dönüş­ müştür.” (a.g.y.) Bu gerçekler karşısında Frankfurt Okulu, “ eleştirel yöntem” i ge­ liştirir. Hatta daha sonraları bu yönteme “ olumsuz diyalektik” eklenecektir. İn­ sanlık “ ne olup biteceğini” bilemediği i­ çin, “ olumsuz diyalektiğe” düşen, “ olma­ ması gerekeni” söylemekle yetinmektir. Kapitalizmin vahşi gelişimi karşısında büyük düş kırıklığına uğrayan Okul, ku­


____ günümüzün ideolojik tablosu___ suru “ bireydlik” te bulur. “ Bireycilik, varlığın temel biçimi olan aklın düşmanı­ dır.” (a.g.y.) Horkheimer araçsal aklı şöyle eleştirir:

siyle mümkün olmuştur. Bilgi o seviyeye birikene kadar akıl tanrıların gizemli dünyasında saklı kaldı. İnsan aklını bu­ lunca onu “ evrensel” ve herşeyin üstün­ de sandı; oysa her dönemin kendi aklı ve ruhunun olması gerçekliği kapita­ lizm çağı için de geçerliydi. Kapitalizm çağının tüm bilimsel buluşları ve aklı e­ ninde sonunda kapitalizmin kar güdüsü tarafından şekillendirildi. Aklın “ insan” a değil “ birey” e hizmet eder hale gelmesi ise yine bu gerçeklikten dolayıdır. Birey ve bireysel çıkarlar kapitalizmin kutsal hücresidir. Elbette bunu bir düzen işle­ yişi içinde düşündüğümüzde sözü geçen kapitalist bireylerin çıkarlarıdır. Toplu­ mun büyük çoğunluğu aklın zoru ile bu çıkarlara boyun eğdirildi. Horkheimer’ın kendi güzel sorusuna cevap bulamayışı, sınıf çıkarlarının dışından, aklın zirvesin­ den dünyaya bakmaya kalkışmasındandır.

“Akıl sözcüğü uzun zaman, insanlar için erek işlevi gören ebedi fikirlerin bi­ linme ve özümsenmesine ilişkin etkinlik anlamını taşıdı. Bugün ise tersine herke­ sin, belli bir zamanda benimsediği erek­ lere hizmet edecek yöntemleri bulmak aklın yalnızca rolü değil, aynı zaman da temel işlevidir.” (a.g.y.) Bu nedenle “akıl tarafından sağlanan birey-toplum denge­ si ortadan kalkar.” Postmodernizm bi­ limsel aklı tümden reddeder. Horkhe­ imer, kendi döneminde henüz o nokta­ ya gelmemiştir. Ancak “ insanlar için e­ rek işlevi gören ebedi fikirlerin bilinme ve özümsenmesine” hizmet eden; “ bi­ rey toplum dengesini” sağlayan evren­ sel akıl, artık “ herkesin belli zamanlar” daki “ ereklerine hizmet” eder hale gelmiştir. Aklı saf bir değer ve etkinlik olarak kavrayan bu anlayış, onun “ birey” in bayağı çıkarlarına hizmet eden bir “ araç” haline gelmesini kavrayamaz. Horkheimer’ın ünlü bir sorusu vardır:

Frankfurt Okulu, sosyal sistemlerden kendini koparıp sırf akla dayalı “ eleşti­ rel yöntem” le dünyaya bakmaya kalktı­ ğında, sonunda “ eleştirel bir seyirciye” dönüşmüştür.

“ Batı uygarlığının neresinde bir bo­ zukluk vardır ki teknolojik gelişmesinin bugünkü en yüksek düzeyinde bile, insa­ nın insan olarak gelişebilmesini olumsuzlamakta, insanal olanı yıkmakta, yok etmektedir?” 37 Bu soruya sadece akılla cevap aranınca bir sonuca ulaşmak mümkün olmamıştır. Her dönemin ken­ di aklı ve ruhu vardır. Akıl yeryüzüne Aydınlanma ile inmedi. Büyük tarihsel gelişimlerin sonucu insanlar kendi yarat­ tıkları tanrılarla hesaplaşmaya başlayınca akıl tanrısal sınır ve örtülerinden kur­ tuldu. Tanrılardan kopuşma, insanın do­ ğayı ve toplumu belli bir seviyede bilme­

1930’larda gelişen olaylar sonucun­ da, özellikle Alman işçi sınıfının yenilme­ si ve faşizmin egemen hale gelmesi Frankfurt Okulu’nu “ özgürlük” istemin­ den uzaklaştırmış ve olaylara “ tarihsel” bakışını terketmiştir. Özgürlük düşlerini yıkan, sadece sınıflar mücadelesinin o dönem sonuçları değil, aynı zamanda “ tekniğin” herşeye egemen olmasıdır. Tekniğin egemenliği karşısında “ ne ah­ lak, ne hukuk, ne sanat çözülmeden kurtulamaz” dı. Tekniğin gücüne dayalı ikti­ darın etkisinden sadece “ eleştirel dü­ şünce” kurtulabilirdi. Böylece düşünce bir kez daha kendi madde kaynağından -------------------------------------------------- 57 —


— yol---------------------------------------kopup kanatlarını çırparak “ yücelere” yükseliyordu.

Varoluşçuluk Bu akım I930’lu yıllarda Almanya’da ortaya çıkar, II.Dünya Savaşı sonrası İtal­ ya ve Fransa’da kısa süre yaygınlaşır, 50’li yıllar sönüş dönemidir. Sartre ne­ deniyle Fransa’da “ Marksizm’e tutuna­ rak” bir müddet daha etkinlik gösterir. Ancak bu akımın bütün orijinalitesi 30’lu bunalım yıllarından gelmektedir. Bu akıma göre “ insan, kendi varolu­ şunu kendi yaratır, varoluşu kendi tasa­ rımıdır.” 38 Varoluşçular, bilgi kuramının nesne ile özne ayrımını yadsırlar. Onlar insanın “ bilme yeteneğini” dışlar, bilim­ sel bilgiye değer vermezler, bilinen tek şey bireysel olarak yaşanılandır. Varo­ luşçuluğun ilk isimlerinden Martin Hei­ degger, Descartes’ın “ düalizmini redde­ der.” 39 Nesne ile özne ilişkisinde ne za­ man bir sorun olsa, maddeci zeminde duramayanların ilk yaptıkları budur. An­ cak bunu özne lehine yaparlar. Heideg­ ger için insan akıllı düşünen varlık olarak değil, hiçbir genellemeye gelmeyen, an­ cak bireysel olarak yaşayabilen, duygu ve kaygıları ile gündelik insandır. Varoluşçuluk, her türlü toplumsal i­ deale ve nesnel gerçekliğin sınırlamaları­ na karşıdır. Hatta Kari Jaspers, “ toplum­ sal ben olarak ben, ben değilimdir artık” diyerek insanı insanlaştıran ortamdan kopartır. Sartre da “ insanın doğası gere­ ği toplumsal olmadığım” ileri sürer. İnsa­ nın nesnel dünya ile ilişkisi ise “ içsıkıntısı” (bulantı) ile mümkündür. Toplumun “ çıldırdığı” I930’lu yılların bu akımı, bu başedemediği ve çözümleyemediği so­ rundan, maddi dünyadan ve toplumdan

__ 58 __________________________

koparak kurtulma yoluna gidiyor. “ Top­ lumsal ben” olmayı reddeden ve “ kendi varoluşunu kendisinin yarattığını” sanan Varoluşçular, tümüyle kapitalizmin “ bü­ yük bunalımı” nın ürünleridirler. İnsanın varoluşunun “ kendi tasarımı” olduğu ya­ nılgısını en iyi Varoluşçular kendileri ka­ nıtlamaktadır. Bunalımlar içinde kıvra­ nan 30’lu yılların insanları olarak, nesnel dünya ile ilişkilerini keyif ve neşe ile de­ ğil de sadece “ içsıkıntısı” ile kurarlar. Toplum o günün dünyasında onlar için tam bir dayanılmaz karmaşa ve cendere­ dir. Bu nedenle, sosyal bir varoluşun hiçbir anlamı yoktur. Hatta Heidegger’e göre “ bilimin olması hiçbir zaman mut­ lak zorunlu değildir.” Yaşanan bütün yı­ kımları, kapitalizme ve onun egemen çı­ karlar sistemine bağlamayan Heidegger, bunu “ modern tekniğin çılgınlığına” bağ­ lar. “ Çılgın bir modern teknik” ve “ çıl­ gınlaşan” bir toplum ortamında, tüm bunlardan koparak insanın “ kendini ya­ ratabileceğini” ileri sürmek için gerçek­ ten çılgın olmak gerekir. Varoluşçuluk biraz da buydu. Hedefini tümüyle şaşı­ ran bu akım, insanlara bir mücadele yö­ nü göstermek yerine çaresiz bir avuntu­ ya itmiştir. Böyle bir toplumsal ortama tepki göstermek insani olarak anlaşılır bir şeydir; ancak insanları saçmalıklarla avutmak insani bir şey değildir. Zaten Sartre’a göre insanların birbiri ile ilişkisi “ ya sadistik ya da mazoşistik olmaya yö­ neliktir. Beraberlik, uyum, sevgi olanak­ sızdır.” “ Cehennem öteki insanlardır.” 40 1930’lar bunalımı insanlığın yakın ta­ rihinin en derin bunalımlarındandır. “ Fa­ şizm” çılgınlığını yaratmıştır. Ancak bu çılgınlığa Varoluşçu tarzda tepki göster­ mek, farklı bir çılgınlığa sürüklenmekten başka bir sonuç doğuramazdı. Varoluş-


____ günümüzün ideolojik tablosu___ çuluk, insan düşüncesinin çalkantılı gün­ lerde nasıl en uç yanılgılara kadar savrulabileceğinin bir örneği olarak tipiktir. Şimdi o günlerdeki kadar “ çılgın” bir dünyada değiliz, bireyin toplumdan kopuşması o günlerdekinden çok daha de­ rin noktalara varmıştır. Çünkü bu olgu kapitalizmin yapısı gereği böyledir. Bu­ gün postmodernizm de “ toplumsal ola­ rak ben” i şiddetle reddediyor; nesneyi özne lehine ortadan kaldırıyor; bilimi Heidegger gibi hiçte bir “ zorunluluk” o­ larak görmüyor. Düşünceler bu kadar savrulduğuna göre, dünyamız görünüşte 30’lar kadar “ çılgın” olmasa da demek dipten gelen kaynama oldukça güçlüdür.

“Refah Devleti” Yılları Koşullar değişince elbette sorunlar da değişmiştir. Ancak değişmeyen bir derinleşme, bir gidiş yönü vardır. 20.yüzyılın ilk yarısında yaşanan paylaşım savaşlarının yıkıcılığı, toplumsal bir histe­ riye dönen faşizmin vahşeti yerini yavaş yavaş Batı’da Refah Devletleri’ne, dünya ölçüsünde ise soğuk savaş dengelerine bırakmıştır. Önceki dönem ne kadar be­ lirsiz ve “ çılgın” idiyse 50’liler sonrası o ölçüde kendi “ dengelerine” sahipti. Bu dönemde özellikle Üçüncü Dünya’da devrimler ve ulusal kurtuluş savaşları devam ediyordu; ancak bunlar dünya öl­ çüsündeki dengelerin sınırları içinde kal­ maya zorlanıyordu. Dünyanın bu tablo­ sunda Üçüncü Dünya’nın ideolojik yö­ nelişleri ile kapitalist merkezlerdeki ide­ olojik yönelişler arasında yavaş yavaş derinleşen bir kopuşma yaşanıyordu. Batı’da “ Yeni Sol” ve Yapısalcılık filizle­ nirken Üçüncü Dünya “ klasik devrim” yönelişlerine kendi orijinalliklerini kata­

rak yürüyordu. O günün dengelerinde dünyaya Batı’dan bakınca başka, Üçüncü Dünya’dan bakınca çok başka görünü­ yordu. Düşünceler de ister istemez bu farklı zeminlere göre kendilerine kanal buldular. Politik yönelişler olarak Batı’da şimdi adı bile unutulan “ Avrupa Komü­ nizmi” yaygınlaşıyor, buna bağlı olarak sosyalizme “ barışçıl geçiş” tezleri güçle­ niyor ve İtalyan Komünistleri’nin örne­ ğine atıfta bulunularak “ tarihsel uzlaşma” dan dem vuruluyordu. Oysa Üçün­ cü Dünya bu yıllarda yangın yeri gibiydi. Ulusal kurtuluş mücadeleleri, Küba, Vi­ etnam Devrimleri mücadele rüzgarını yükseltiyor, fakat aynı zamanda başta Latin Amerika Ülkeleri’nde olmak üzeri­ ne faşist askeri darbeler birbirini izliyor­ du. Bu koşullarda dünyanın iki büyük a­ lanındaki devrimciler arasında siyasal ve ideolojik kopuşmalar adeta kaçınılmazla­ şıyordu. Batı’da bu yıllarda gelişen ideolojik yaklaşımlar, özellikle sosyalizmin yıkılı­ şından sonra Üçüncü Dünya’nın sınırla­ rından da sızmaya başladılar. Gecikerek, hatta oldukça başkalaşarak, ancak adım adım mürekkep lekesi gibi yayılmaya başladılar. Bugün bu tartışmalar belli bir durulmaya uğradı ise etkinliklerinin azal­ masından değil, tam tersine bu görüşler neredeyse artık “ doğal” karşılandığından böyledir. 70’li yılların ikinci yarısına ge­ lindiğinde Yeni Sol, Yapısalcılık ve daha önce sözünü ettiğimiz Frankfurt Okulu ve Varoluşçuluk yok olmaya başladı, an­ cak yıllar aktıkça onların mirasını “ bü­ tünleştiren” postmodernizmm yıldızı parlamaya başladı. Bu yıldız bugün canlı parlaklığını yitirmiştir; ancak bu onun i­ deolojik ve pratik bir yenilgiye uğrama­ sından dolayı değil, yaygınlaşıp “ doğallaş­ --------------------------------------------- 59 —


yol

masından” dolayı böyledir. 50’ler sonrasına geri dönersek, bu­ güne kendilerini postmodernizm olarak taşıyan, o günün Batı’daki ideolojik konumlanışlarına değinelim. Yeni Sol’un belirgin bir tanımı yoktur; önde gelen i­ simlerin büyük çoğunluğu daha sonrala­ rı Yapısalcılıkla karar kılmışlardır. O günlerin tartışmalarının çözmeye çabaladığı temel sorun, teori ve pratik a­ rasındaki büyüyen “ uçurumun” ortadan kaldırılmasıdır. Üçüncü Dünya’da müca­ dele belli ölçülerde teori ile uyum için­ de ilerliyordu. En azından genel görünüş böyleydi. Oysa Batı’da işler hiç de teo­ rik öngörülere göre ilerlemiyordu. O günlerin temel tartışma konularını özet­ lersek şunları sıralayabiliriz:

“Ekonominin Belirleyiciliği” Sosyal olayların gidişini “ en son tah­ lilde belirleyen” ekonomi, ister istemez politik eylem alanına bir sınır çiziyordu. Üstelik bu öyle bir sınırdı ki devrimci politikaya neredeyse yer kalmıyordu. Batı’da yükselen Refah Devletleri’nin sağlam ekonomik temelleri devrimci po­ litikanın alanını alabildiğine daraltıyordu. Sınıflar mücadelesi gerilimini ve hızını çoktan kaybetmiş, uzlaşmalarla davranı­ şını sınırlayan bir noktaya gerilemişti. Ö ­ te yandan Sovyetler öncelikli olarak kendi ekonomisini sağlamlaştırmaya ça­ lıştığı için, dünya ölçüsünde politikaya sı­ nırlı ilgi duyuyordu. Soyvet çizgisine bağ­ lı komünist partiler ise çizilen sınırların dışında politika yapmaya niyetli görün­ müyorlardı. Bu süreçte Yeni Sol’dan “ e­ konomist sapma” eleştirileri yükselme­ ye başladı. “ Ekonomi” ye atıf yapan de­ ğerlendirmeler “ kaba indirgemecilik” le

__ 60

suçlanmaya başlandı. Zaten Gramsci, Rus Devrimi’ni “ Kapital’e karşı devrim” diye yorumlamıştı. Aynı zamanda “ tarihsel materyalizm” i hedef alan suçlamalar da yüksel­ meye başladı. “ Tarihselcilik” temel eleş­ tiri konusu oldu. Ekonomi ve tarihsel gi­ dişin çizdiği sınırlar “Yeni Sol” için fazla­ ca bağlayıcı ve kısırlaştırıcı görünüyordu. Buradan “ üst yapının özerkliği” tez­ leri gelişmeye başladı. “ Marksizm’de po­ litika teorisinin olmadığı” tesbitleri ya­ pıldı. Bütün bu tepkilerin nedenleri o günün koşullarında yeterince anlaşılır­ dır. Gerek Batı Avrupa’daki durgunlaşan ve Refah Devletleri’nin maddi temelleri ile sınırlı kalan mücadele ve gerekse Sovyetler’in denge politikalarının bayağı bir statükoya dönüşmesi, düşünceyi maddi temellerinden kopmaya zorlayan bir etki yaratıyordu. Politikayı ve düşün­ ceyi “ maddi temeller” gerekçe gösteri­ lerek sınırlayan her davranış, karşı tep­ kisini doğurdu ve eleştiriler giderek bi­ limsel sosyalizmin temel belirlemelerine yöneldi. “ Yeni Sol” un kısmen anlaşılabi­ lecek eleştirileri, bu noktadan sonra a­ çıkça Marksist maddeci zeminden kopuşmaya başladı. Avrupa’nın “ yıkılmaz” görünen altyapısı karşısında politikanın alanı üstyapı kurumlarının içine kaydı. Üstyapı kurumlan hem mücadelenin he­ defi hem de alanı haline gelmeye başla­ dılar. Bu düşünce ve zemin kayması, kay­ nağını çok önceden beri Gramsci’de bulmuştu. “ Biz gerçekliği insana oranla bilmekteyiz; insan oluş halinde, bilinç ve gerçeklik de oluş halinde olduğuna göre, nesnelliğin kendisi de bir oluştur.”41 Gramsci’nin “ politikaya özel bir alan”


____ günümüzün ideolojik tablosu___ yaratma çabaları onu idealizmin sınırları­ na kadar götürmüştür. Kendi dışındaki nesnelliğin -Batı’da Refah Devletleri’nin sağlam maddi alt yapısının- yıkılmazlığını gören Avrupa’daki sol akımlar, kendile­ rine çıkış yolu ararken tarihten bir daya­ nak noktası olarak Gramsci’yi buldular. Çünkü Gramsci belli ölçülerde nesnelli­ ğe meydan okumaktaydı. Aslında bu so­ run tüm bir devrimci mücadele tarihi boyunca hemen bütün ülkelerde kendi özgünlüğüne göre tartışılmıştır. Türkiye Devrimci Hareketi bunu 70’li yıllarda “ volantarizm-determinizm” karşıtlığı bi­ çiminde tartıştı. Hatta bu tartışmalar o noktalara kadar gider ki sonunda Marx ve Lenin karşılıklı saflarda konumlandırı­ lırlar. Hele Engels, iflah olmaz bir “ eko­ nomist” bakış açısına sahip olduğu için çoktandır mahkum edilmiştir.

deolojinin varoluşu maddidir... İdeolojiyi oluşturur görünen ‘tasarım’ ya da ‘fikir­ ler’ ideal, fikri, manevi değil, fakat maddi bir varoluştur.” 42 “ Bunu söylemekle A lt­ husser, klasik felsefenin ‘madde-fıkirler’ ikileminin dışına çıkıyor... Fikirler bu kla­ sik anlayışta olduğu gibi ‘maddenin soyut yansıması’ değil, kendileri maddi olan şeylerdir.” (Murat Belge, Önsöz, a.y.) Lanet olası maddi ortam insan davranış ve düşüncesini bir alınyazısı gibi kelep­ çeler. Madde ve düşünce birbirinin için­ de eritilirse, neden ortaya daha “ özgür” bir dünya çıkmasın? Bu özlem ve itim gücü ile ateşlenen düşünceler, sonunda tasarladıklarından bambaşka sonuçlara vardılar.

50’ler sonrası bu konuları Avrupa Sol Hareketleri yoğun bir şekilde tartış­ tılar. Tartışmalar hiç şüphesiz ki “ boşu­ na” değildi. Bir yanda kaynayan Üçüncü Dünya; öte yanda Refah Devletleri’nin maddi alt yapısı ve soğuk savaş dengele­ ri ile hareket yeteneği çok sınırlı hale gelen Avrupa, böyle bir ortam tartışma­ ları kaçınılmaz kılıyordu. Kaçınılmaz ol­ mayan politika yapmak için “ ekonomi­ nin” sınırlayıcılığından kurtulmak ister­ ken, Yapısalcılık’a saplanılmasıdır.jjBütün bu tartışmaları 68 olayları önce havaya uçurdu; sonra toz duman yatışınca Frankfurt O kulu’ndan Yapısalcılık’a ka­ dar gelen mirasın yıkıntıları arasından günümüzün yeni yıldızı postmodernizm yükselmeye başladı.]

Burada artık Yapısalcılık’ın sınırlarına gir,miş oluyoruz. Pratiğin kahredici sınırlayıcılığından ve zahmetinden kendini kurtaran Yapısalcılar, “ önce eylem var­ dı” parolasına karşı “ önce söz vardı” pa­ rolasını yükselttiler. “ Satrancın kuralları onun tahta ve taşlarından önce gelir.” 43 Strauss’a göre dil, toplumsal yaşamın, ü­ retimin gereklerinin sonucu değil, kay­ nağı ve özü anlaşılmadan kalan önsüz, sonsuz, bilinç dışı zihinsel yapıların bir anlatımıdır. Bu nedenle Strauss, “ insan kafasının ortak bilinç altını ortaya çıkar­ mak” istemiştir. “ Söz” den giderek “ de­ rin anlama” ulaşmak Yapısalcılığın prati­ ği dışladıktan sonra elinde kalan tek yol­ dur. Bu akım “ metni” tamamlanmış bir anlatım olarak görür ve bir metnin eleş­ tirisi “ metin dışı” , “ dönem” , “ toplum” gibi olgularla değil, sadece “ metin içi” olgularla yapılabilir.

Her dönem sorun çıkartan “ altyapı ve üstyapı” ilişkileri üzerine bu ortamda süren tartışmalar Althusser ile adeta bir sıçrama yapmıştır. Althusser’e göre “ i­

N. Chomsky’e göre “DM, zihinde (soya çekimle) oluşur, dünya ile ilişkiye geçtiğimizde olgunlaşıp yerleşik bir du­ ruma dönüşür. Dil yetisi dirim-fiziksel

-------------------------------------- 61 ----


yol

bir dizge, insan dokusu gibi gerçekten varolan bir şeydir.” 44 Dünyaya dilden hareketle bakmak ve görmek, insanın aynaya bakması gibi bir şey olsa da Yapı­ salcılık bu yoldan pratiğin ve maddi o r­ tamın sınırlayıcılığını aşacağını ummuş­ tur. Oysa böylece çok daha sınırlı bir dünyaya giriliyordu: Dil ve metinler dün­ yası. Elbette bu dünyada sınırsız bir yo­ rumlama zenginliği vardır. Althusser’in dediği gibi “ m etinler kom plekstir” , “ problematik yüzeyde görülmez, metnin derinliğinde gizlidir.” İnsan düşüncesi ilginç yollar izliyor. Yapısalcılık’ın “ metin okuması” en so­ nunda tıpkı Ortaçağ’ın “ kutsal kitap okuma” larından farklı noktalara varamaz­ dı. Durgun Ortaçağ, adeta pratikten kopmuştu. Onun düşünce zirvesi olan kiliseler bu kopuşu en uç noktalarda ya­ şadılar. Öm ürleri kutsal kitabı okuma ve yorumlamalarla geçti. Ancak bu ayinin sonu gelmez ve insana dünyada bir tek gerçek adım atmanın yolunu göstere­ mezdi. Bu durgun kaderi kutsal kitap kaçkını maceraperest korsanlar bozdu. Onlar Atlantik Okyanusu’nun bilinmez sularında yol aldıkça, aslında Ortaçağ’ın durgunluğun temellerine patlayıcı mad­ de yığmış oluyorlardı. İnsan beyni pra­ tikten sonuç alamadıkça Kendi içine yöneliyo r^fö nte m düzenlemeleri, için bu dönüşler yararlı olsa da kendisi bir yön­ tem haline gelmeye başladıkça, urlaşan bir kanser hücresine benziyor. Althusser “ Kapitali yeniden oku­ muş” , orada “ hedefsiz ve öznesiz bir ta­ rih ” bulmuştur. “ Sosyal tümlüğün kompleksliğini bireyin kavrayamayacağı” na inanan Althusser; bireyi, “ öznesiz tarihsel sürecin yalnızca bir taşıyıcısı” o­ larak görmüştür. “ Kutsal kitap” okuma­

__ 62

larının kaçınılmaz akibeti budur. Bu dü­ şünce sistemi, Batılı aydınların pratiği yi­ tirdiği yerde ortaya çıkan Resin bir kırıl­ ma noktasıdır. 68 olaylarının yarattığı coşkun pratik de bir düş kırıklığı ile so­ nuçlanınca bu kırılma iyice derinleşerek postmodernizme kadar varmıştır. Belirgin bir basamak olarak I930’lu yıllarda Frankfurt Okulu ile başlayan dü­ şünce kırılması, çok farklı yollardan postmodernizme kadar gelmiştir. Özet­ le irdelemeye çalıştığımız ideolojik du­ ruşların elbette birbirinden çok farklı yanları vardır. Ancak sürekli derinleşen, adeta kesintisiz bir şekilde akan bir di­ ğer yönü de vardır ki bu yön postmodernizm için ana rahmi görevini yapmış­ tır. Bu da nesnel dünyadan düşünceler dünyasına doğru bir kopuştur. Maddi dünyadan düşünceler dünyasına ve en son “ dil” in gizemli oyunlarına; öte yan­ dan sosyal ve toplumsal olandan “ birey” in iç dünyasının sonsuz zenginliğine doğru kopuşlar yaşanmıştır. Bu kopuşlar elbette ki temsilcilerinin keyfi tercihleri olmaktan öteye anlamlara sahiptir. Pra­ tik yaşam, Aydınlanma’nın ve bilimsel sosyalizmin öngörülerinden farklı olgu­ lar ortaya çıkarttıkça; öngörülemeyen “ sapmalar” kendini ortaya koydukça, düşünce kendi üstüne kıvrılarak, pratiğin söz dinlemez inadından kendini kurtar­ maya yönelmiştir. Elbette ki bu yol tek ve kaçınılmaz olan değildi. Ancak tıpkı pratik yaşam gibi düşüncelerin de gelişi­ mi doğru bir çizgi gibi ilerlemiyor; pek çok gerilemeler, kırılmalar ve kopmalar yaşanıyor. Hegel’in “ mutlak tin ” inden diyalektik ve tarihsel materyalist düşün­ ce ile madde dünyasına geçiş; kendinden sonraki bütün “ sapmaları” ortadan kal­ dıracak bir “ güvenlik sistemi” olmaya


____ güllümüzün ideolojik tablosu___ yetmiyor. Bilim geliştikçe bilim dişiliğin, hurafeciliğin ortadan kalkacağı umuldu. Bırakalım gündelik yaşayan insanı, bili­ min zirvelerinde bile zaman zaman ru­ hun büyüsü umulmadık şekilde ortalığı kaplayabiliyor. O nedenle, insan düşün­ cesinin tarihsel maddecilik sonrası “ sap­ maları” ne “ günah” ne de “ akıl dışı” dır. Postmodernizmi sadece bir “ saçmala­ ma” olarak görmek aslında yapılabilecek en büyük saçmalıktır. Çünkü bu “ yeni” düşünce tarzı birkaç kişinin “ uydurması” değildir; tam tersine uzun bir birikimin ve yaşanan sosyal ve bilimsel altüstlüklerin bir sonucudur. Toplumsal öngörü­ ler, düşler ve ortaya çıkan gerçeklikler arasındaki açı büyüdükçe, postmodernizmin filizleri gürbüzleşmiştir. Bu açı büyümesi ve onun gerektirdiği çözümle­ meler ortaya konamadıkça, bu anafor köpüklenmesi parıltısını koruyacaktır.

POSTMODERNİZMİN "BİLİMSEL" ARKA PLANI Sosyal olaylardaki gelişmeler insan düşüncesini her zaman etkilemiştir. An­ cak bu etki çoğu zaman belli bir derinli­ ğin altına inememiştir. İnsan, içinde bu­ lunduğu sosyal ortamda aynı zamanda etki gücüne sahip bir özne olarak yaşar. Bu anlamda “ nesnel gerçekliği” belli bir ölçüde kendisi yaratır. Daha doğrusu yarattığı kanısına kapılır. Olaylardaki beklenmedik gelişmeler, her sıçrama, düşüncelerde de yankısını bulur. Sosyal olaylarla ilgili olarak insan düşüncesi ol­ dukça sık ve kutuplara kaçan salınımlar yapabilir. Ancak doğal bilimlerdeki gelişmeler insan düşüncesini çok daha derinden et­

kiler. Çünkü en idealist düşünen bilim a­ damı bile doğanın kendi dışında olduğu­ nun bilincindedir; doğa ile ilişkisinde öz­ nenin etki alanının çok sınırlı olduğunu kavrar. Fizik bilimindeki gelişmeler insan düşüncesinde çok daha derinden ve köklü değişimler yaratır. Doğa bilimle­ rindeki gelişmelerin yarattığı düşünce sistemi çoğu zaman sosyal olayların çö­ zümüne de taşınmıştır. Aydınlanma dö­ nemine düşünce sistemi olarak damgası­ nı Newton Mekaniği vurmuştur. Mate­ matik ve fizikteki çok önemli buluşları i­ le Newton kesin bir dünya tablosu çiz­ miştir. Bu determinist dünya görüşü he­ men hemen ikiyüz yıl tahtından inme­ miştir. 20.yüzyılın başlarında ilk darbeyi Einstein’ın Görelilik Kuramı ile almıştır. Onda mutlak olan zaman ve uzay kav­ ramları, Görelilik Kuramı ile yerlerinden edilmiş; zaman, sistemin hızı ile bağlantı­ lı olarak değişen, maddeye içerlek bir hale gelmiş; uzay ise maddenin içinde bulunduğu bir ortam olmaktan çıkmış, bizzat maddenin bulunuş ve yayılış eyle­ mine dönüşmüştür. Ö te yandan sistem ışık hızına yaklaştıkça Newton’un meka­ nik yasaları geçerliliğini yitirmiştir. Böylece ikiyüz yıl egemenliğini koruyan Newton Yasaları’nın göreli olduğu, an­ cak belli bir sınır içinde geçerli olduğu ortaya çıkmıştır. Mutlak zaman ve uzay Einstein’ın saldırıları ile “ şehit” düşmüş; yasanın görkemli sonsuz egemenliği be­ lirli bir sınıra daralmıştır. Ancak Newton Fiziği esas darbeyi yi­ ne 20.yüzyılın ilk çeyreğinde Kuantum Mekaniği’nden almıştır. Burada saldırı doğrudan Newton Fiziği’nin kalbine, o ­ nun kesinlikçi yapısına yönelmiştir. Bu saldırıya Einstein bile itiraz etmiş “ tanrı zar atmaz “ demiştir. Kuantum Fiziği’nin

--------------------------------------- 63 —


yol

buluşlarıyla kesinlik dünyası ile belirsizlik dünyasının sıpırları çizilmiş; maddenin i­ çine doğru yolculuk derinleştikçe, par­ çacıklar dünyasında Newton’un deter­ minizmi tahtından koyulmuştur. Postmodernizm, Newton Fiziği’nin kesinliğine karşı görelilik ve özellikle Kuantum Fiziği’nin belirsizlik kuramları­ nı çok sevmiştir. Bu anlamda postmodernizmin bir maddi temeli vardır. An­ cak düşüncesinin gelişim biçimini dikka­ te aldığımızda postmodernizmin bu maddi temele tutunmasının oldukça sı­ nırlı olduğu görülebilir. Bilgi ve buluşlar­ la doğrulanan bir teorik düşünce zaman içinde katılaşıp kendi çevresine bir ka­ buk örüyor. Zamanın akışında biriken “ aykırılıklar” sonunda kabuğu parçala­ yan bir sonuca varıyor. Bu parçalanma süreçlerinde sanki ortada “ doğru” hiç­ bir şey kalmamaktadır. Oysa bu süreç­ ler, kırılma ve kopmalarla bilginin sınırla­ rının yenilendiği süreçlerdir. Newton Yasalarfnın kesinliğinden Kuantum Fizi­ ği’nin kesinsizliğine sıçranırken, postmo­ dern düşünce kendi içinde bir urlaşma yaratarak kesinsizliği mutlaklaştırdığı i­ çin kendi maddi tutanak noktalarını da imha etmektedir. Determinizmin, neden-sonuç ilişkilerinin tümüyle havaya uçtuğu bir dünya, postmodern düşünce­ ye çok “ heyecan verici” gelse de söz ko­ nusu olan mutlak bir kesinsizlik değil, yasaların ve bilginin sınırlarıdır. “ Moleküller dünyasındaki determi­ nizmden atomlar dünyasındaki indeter­ minizme doğru sürekli bir geçiş olduğu­ nu kabule kalkışırsak karşımıza büyük güçlükler çıkacak. Çünkü içinde en ufak bir indeterminizm belirtisine rastladığı­ mız bir olayın bütünü de indéterminé sayılır.” 45 Soruyu tersine sorarsak, “ in­

__ 64

determinist mikro dünyadan” “ determi­ nist bir makro dünya” nasıl ortaya çık­ maktadır? “ Klasik fizik egemen iken umut edi­ yorduk ki kaçınılması imkansız dediğimiz gözlem hatalarını ölçüm keskinliğini art­ tırarak istenen sınırın altına düşürebilir­ dik. Oysa elementer etki kuantı keşfedi­ leli beri bu umut da suya düştü. Çünkü bu kuant ulaşabileceğimiz kesinliğe bile belli bir objektif sınır koyuyor ve bu sı­ nırların içinde artık hiçbir nedensellik yok, tam tersine kesinsizlik var, raslantı var.” (Planck) Newton Mekaniği’nde cisimlerin ko­ num ve hızları kesin olarak belirlenebi­ lirken, elektron dünyasına girdiğimizde aynı kesinliği elde edemiyoruz. Mikro dünyaya girdiğimizde “ konum ve hızın i­ kisini birden istediğimiz kesinlikle aynı anda belirlemek imkansız” dır. “ Bu iki büyüklüğe ilgin belirsizliklerin çarpımı, Planck Sabiti bölü taneciğin kütlesinden daha küçük kılınamıyordu.” 46 “ Elektronla fotonun (ışığın) dansı” gi­ zemini hala korumaktadır. Elektronun sırlarını çözmek için onu fotonla (ışıkla) gözlemek zorunda olduğumuz için, göz­ lem sırasında onun ya hızını ya da konu­ munu bozmak zorunda kalıyoruz. İçine yolculuk yaptığımızda mikro dünya bize kendisini “ olduğu gibi” göstermiyor. Fa­ kat Kuantum Fiziği’nin ortaya koyduğu gibi elektronla ışığın dansı -kesintili kuanta etkileri biçiminde- sonsuz kez tekrarlana geldiği için, zaten mikro dünya­ nın “ olduğu gibi” , durağan, etki dışı bir konumu yoktur. Mikro dünyanın bu heyecan verici belirsizliği postmodernizmi “ akla veda” etmeye çağırmaktadır. Postmodernistler


günümüzün ideolojik tablosu__ kendilerine bilim felsefesinden dayanak aramaya kalktıklarında nereye varırlar? “ Peki daha iyi bir felsefe var mı? Evet, Ernst Mach’ın felsefesi.” “ Dolayısı ile bir bilim teorisi imkansızdır. Elimizde olan­ lar hepsi topu bir araştırma süreci ve o­ nun yanında, araştırma sürecini geliştir­ me girişimlerine yardımcı olabileceği gi­ bi onları yanlış yönlere de sürükleyebile­ cek her türden pratik iş görme usulleri­ dir.” 47 Oysa Kuantum Fiziği’nin henüz doğum günlerinde onun kurucularından M. Planck daha o dönemde Mach’ın bi­ lim felsefesine yaklaşımında postmodernistlere fazla umut vermiyor: “ O felsefeye kulak verecek olursak, kendi duyumlarımızdan başka hiçbir re­ alite yok ve tüm doğa bilimi eninde so­ nunda, düşüncelerimizin duyumlarımıza en ekonomik biçimde uyarlanmasından başka bir şey değil ve üstelik böyle bir u­ yarlamaya biz yaşam mücadelesi yüzün­ den itiliyormuşuz. Fiziksel ile ruhsal ara­ sındaki sınır yalnızca pratiğe dayalı uzlaş­ malarla beliren bir sınırdır, evrenin biri­ cik ve özgün öğeleri duyumlardır, diyor Mach.” (a.g.y.) Postmodernizmin Mach’da kendine dayanak bulması, Kuantum Fiziği’ndeki “ belirsizlik” ten öteye sonuç­ lar doğurur. Dış dünyayı duyumlarımız­ dan ibaret görmek, bilimsel bilginin topyekün reddi anlamına gelir. M. Planck bu yanılgıya nasıl düşüldüğüne ilginç bir yo­ rum getirir: “ Mach’ın bilgi teorisi nasıl o­ luyor da doğa bilimcileri arasında bu ka­ dar tasvip görüyor? Yanılmıyorsam bu, bir insan ömrü kadar oluyor, enerji ilke­ sinin keşfine paralel olarak doğanın mekanistik kavranışından doğan gurur ve ü­ mit dolu beklentilerimize karşı bir tepki­ den ileri geliyor.” (a.g.y.)

Bilim, Ortaçağ'ın zincirlerinden kur ­ tu lup özgürleştikçe kaçınılmaz abartma­ lar da yaşandı. Abartmalar ve gerçekleş­ meyen beklentilere tepki olarak duyum­ ların sınırladığı ^realiteye” dönüş, bilim­ sel düşünce süreci açısından bir kırılma­ dır. “ Bir bilim teorisinin imkansızlığım” iddia etmek, onu sadece “ pratik iş gör­ me usullerine” indirgemek, Kuantum Fi­ ziği’nin bulgularından doğrudan türetilemez, ancak “ bilimsel başarısızlıklarda” uğranılan düş kırıklığı üzerine “ felsefe yaparak” türetilebilir. Bilim aynı zaman­ da geleceğe yolculuktur; fakat postmodernizm “ şimdi” ile yetindiği için bir “ bi­ lim teorisine" de ihtiyacı yoktur. Planck ışıma sorunu ile uğraşırken aynı zamanda Rubens, ısı ışınlarının spektrumlarını çok büyük bir kesinlikle ölçmeyi başarmıştı. “ Günün birinde Planck ve Rubens, Planck’ın evinde birer çay içmek üzere buluştular. Rubens’in elde ettiği en yeni deneysel sonuçları, Planck’ın bu deneyleri yorumlayan fo r­ mülü ile karşılaştırdılar. Deneysel değer­ ler ve matematik yorum birbirine tıpatıp uyuyordu. Planck’ın ısı ışımaları yasası böylece keşfedilmiş oldu.” 48 Planck’ın e­ vinde bir “ çay sohbetinde” buluşan “ te ­ o ri ve pratik” tir. “ Akla veda” edip Mach’a tutunmaya çalışan, Feyerabend’ın deyimleri ile “ bilim teorisi” ile “ pratik iş görme usulleri” dir. Ancak bu­ rada dış dünyayı “ duyumlar karmaşası” olarak tanımlayan E. Mach’ın “ bilim fel­ sefesinin reddi vardır. Planck ve Ru­ bens’in çay sohbetinde Planck’ın duyum­ lardan kopuk teorik öngörüleri (mate­ matiksel yorumları); Rubens’in duyum­ lardan çok öteye giden hassas ölçümleri vardır. Postmodernizmin hatası New­ ton Fiziği’nin abartılan ve kabalaştırılan

65 ---


— yol determinizmine karşı “ belirsizliğe” vur­ gu yapmasında değildir; “ kesinsizliği” şö­ len havasında kutsayarak doğa ve sosyal alanların tümüne yayıp mutlaklaştırmasındadır. Newton Fiziği karşısında işle­ nen hatayı kendisi Kuantum Fiziği’nin belirsizlik yaşası karşısında işlemektedir.

Kuantum Mekaniği İle “Bilimsel Kesinliğin” Başına Gelen Nedir? Önce şu bilinen gerçekliği tekrarla­ mak gerekiyor. Bilimsel hiçbir hesapla­ mada “ mutlak kesinlik” yoktur. “ Bugüne dek hep dinamik nitelikli sayılan yasala­ rın, hatta evrensel çekim yasasının bile istatistiksel yasalara indirgenmesi isteni­ yor. Kısacası doğadaki mutlak yasallığı doğa dışına itmek eğilimi söz konusu. “ Gerçi şunu açıklamakta yarar var: Doğada deneyip ölçtüğümüz şeyler, hiç­ bir zaman mutlak belirlenmiş sayılar ola­ rak ifade edilemez. Ölçümlerimizde ka­ çınılması olanaksız hata kaynaklarından gelen bir belirsizlik payı daima vardır.” (Planck, a.g.y.) Kuantum Fiziği’nin temel­ leri atıldıkça, bilim çevrelerinde tüm ya­ saların “ istatistiksel yasalara indirgen­ mesi” tartışması patlak vermiştir. Ancak “ olasılık hesabı” yapmak ile yasa olduk­ ça farklı bilgi seviyeleridir. Yasa, olasılık hesaplarını kapsayabilir; ancak her olası­ lık hesabı yasa olamaz. Doğadan elde e­ dilen bilgilerin “ yasalaşması” , zorunlu bazı soyutlamaları gerektirir. Yasaya gerçek doğanın “ bütün verileri” gire­ mez. Hem “ bütün verilere” sahip olma­ dığımız için hem de düşüncenin soyutla­ ma imkanları açısından bu böyledir. Ya­ sanın her pratik duruma uygulanması kaçınılmaz bir “ yaklaşıklık” içinde kalır. ___ 66

Bu yaklaşıklık belli bir sınırın altında kal­ dığı sürece doğanın önümüze koyduğu koşullarla iş yapabiliriz. Yasa ve pratik a­ çısından önemli olan, “ hata payının” denetlenebilmesidir. Bugün en hassas öl­ çüm aletleri ile bile basit bir uzunluğu “ mutlak hatasız” olarak ölçemeyiz. Çün­ kü bir doğru parçası sonsuz küçük par­ çaya bölünebilir. Eğrilerde her zaman karşımıza zr sayısı çıkar, kendisi “ tam sa­ yı” değildir. Ancak bundan dolayı alan ve hacim hesaplarında “ çaresiz” kalmayız. Doğadaki bütün bilgileri kazanmadan “ yaklaşıklıktan” kurtulamayacağız; bu cennet sadeliği ve basitliğine ise ancak sonsuz bir gelecekte ulaşmak mümkün; bu anlamda “ belirsizlik” yakamızı hiç bı­ rakmayacak. Genel olarak “ belirsizliğin” baş edile­ mez, (sıfırlanamaz) iki kaynağı vardır: Bilgi derinliğimizin seviyesi ve ölçüm hassaslığının sınırlılığı. Ancak buradan mutlak bilinmezciliğe sıçramak tamamen ayrı bir konudur. Hele postmodernistler gibi “ bilim teorisi” nden vazgeçmeyi gerektirmez. Her bilgi “ açık uçlu” dur. Yeni bir bilinmeze açılır. Her bilgi enin­ de sonunda dipsiz bir uçurumun kena­ rında durur. Bundan kurtulmak isteyen­ lerin tanrıya yakarmaktan başka çareleri yoktur. Tanrı ne kadar cömert davranır bilemeyiz, ancak doğa, hele sosyal olay­ lar bu konuda bizi sonsuz bir dinginliğe ulaştıracak kadar cömert değildir. Öte yandan, belli bir sınırda -ki her yasa bir sınırda geçerlidir- elde edilen yasaların her pratik uygulaması ölçüm teknikleri­ nin sınırlılığından kaynaklanan “ hata pa­ yına” sahiptir. Hiçbir yasa “ mutlak doğ­ rulukta” pratiğe uygulanamaz. Başımızın belası kıtalar arası füzeler var. Olası tüm koşullar “ mutlak” olarak ölçülüp prog-


____ günümüzün ideolojik tablosu___ ramlanamadığı için, yollarında küçük sapmalar ortaya çıkar. Yeni bilgisayar teknikleri ile “ küçük sapmalar” bir sınır­ da kalabiliyor. Çip imalatı inanılmaz in­ celikler gerektiriyor. Buradaki “ belirsiz­ lik” sınırı postmodernistlerin umutsuz­ luğu seviyesinde olsaydı, artık herkesin masasında bir tane duran bilgisayarları her açtığımızda insanı çileden çıkartan saçmalıklar yaşamak zorunda kalırdık. E­ ğer bir soyutlama ile söyleyecek olursak bildiklerimiz sınırlı, bilmediklerimiz ise sınırsızdır. Ancak buradan kazanılan bil­ ginin “ belirsizliği” çıkmaz. Belirli sınırlar içinde geçerli yasalara varılabilir. Ancak bilgi, doğa karşısında hep “ eksik” kala­ caktır. Kuantum Fiziği’nin önümüze çıkarttı­ ğı “ kesinsizliğe” gelirsek, postmodernistlerin determinizmi lanetleyen söy­ lemleri ne ölçüde haklıdır? Mikro dünya­ daki kesinsizlik ne anlatıyor? Planck’ın dediği gibi bu dünyada “ herşey rastlantı” mıdır? Ya da günümüz Kuantum mekanikçilerinden R. Feynman’ın dediği gibi: “ Doğanın bu çözümlenişinin altında hiçbir ‘çark ya da zemberek’ yoktur. Doğayı anlamak istiyorsanız bunu kabul­ i lenmeniz gerekir.” 49 Eğer mikro dünya­ da “ herşey rastlantı” dan ibaret ya da “ hiçbir çark ve zembereğe” sahip değil­ se, bilimin sınırlarına gelinmiştir. Elbette ki maddenin kendisi ne ise odur. Ona biri tarafından bir amaççıl yöneliş ya da “ kanun” dikte edilmemiştir. Bu anlamda doğanın kurulu bir “ zembereği” yoktur. Ancak insan düşüncesi neden-sonuç iliş­ kisini kendisi uydurmamıştır. Doğanın ve toplumun bilimsel incelenmesinden çıkagelmiştir. Herşeyin rastlantı olduğu bir dünyada şeylerin birbiri ile ilişkisin­ den söz edilemez. Niels Bohr kendi dö­

neminde bir türlü “ uygun bir açıklama” bulunamayan Kuantum dünyasının yara­ maz ikizleri dalga-tanecik; konum-hız; enerji-zamanın anlaşılmasının “ fiziğin işi olmadığım” söylemiş, bu uyuşmazları “ Tamamlayıcılık Prensibi” adı altında “ kabul etmekten” başka bir yol olmadı­ ğını vurgulamıştır. Feynman’ın bugün "doğayı anlamak istiyorsanız bunu ka­ bullenmeniz gerekir” demesi sadece şu­ nu anlatır. Bilimin bu alanında en azından yarım yüzyıldır çarpıcı bir gelişme yok­ tur. Bilim sadece “ olasılık hesabı” yap­ mak değildir. Zaten her olasılık hesabı ancak belli sınırlar içinde yapılabilir, hiç­ bir kurala bağlı olmayan “ rastlantıların” olasılık hesabı da yapılamaz. Bilim, bilgi olarak derinleşip sonra bu rafine edilmiş bilgilerden yasalara gitmektir. M ikro dünyanın davranışlarında hiçbir yasa yoksa Kuantum Mekaniği bilimin son çığlığı olurdu. Rastlantıları bilmenin yolu olmadığına göre bilimsel araştırmaların da bir yararı olamaz. Ancak gerçeklik böyle değildir. Mikro dünyanın rastlantı­ lar denizinden makro dünyanın kurallar ve yasalar dünyasına nasıl geçilebilmektedir? Rastlantı bir yanı ile bilinmeyen, tanınmayandır. Dünün pek çok “ rastlan­ tısı” bugün artık kendi sırlarını ele vere­ rek rastlantı olmaktan çıkmıştır. Elbette ki yasalar doğaya yerleştirilemez, doğa­ dan, olgulardan çıkarılır. Bilgi, atom altı parçacıklar içindeki yolculuğuna devam ettikçe bugünün “ rastlanları” yarın yasa­ lara dönüşebilir. Zorunluluk ve rastlantıyı mutlak ola­ rak karşı karşıya koymak, zorunluluğun bulunduğu yerden rastlantıyı, rastlantı­ nın olduğu yerden zorunluluğu sürüp çı­ kartmak, doğaya en sonunda bir tanrı e­ li değdirmek olur. Doğanın “ tüm ” bilgi-


yol

sini ancak sonsuz bir süreçte kazanabile­ ceğimiz için rastlantı var olmaya devam edecektir. Cam yüzeye çarpan ışığın (fotonların) -ölçümlerin ortaya koyduğu gi­ bi- ancak % 4’ü yansımakta gerisi emil­ mektedir. Ancak yüzeye tek bir foton yollanırsa bunun yansıyıp yansımayacağı­ nı bilemeyiz. Çünkü fotonun bu gizemli yolculuğunda ne olup bittiğini bilmiyo­ ruz. Ancak bir top mermisinin yolculu­ ğunu dinamik yasaları elde edildiği için, saniyesi saniyesine bilebiliyoruz. Rast­ lantı, bilinmeyen -bilgi ile sırları çözüm­ lenmemiş- dünyadan çıka gelir. Her ya­ şanan rastlantı ile bilinen ve bilinmeyen dünya arasındaki sınır bir kez daha yeni­ den çizilir. Rastlantılar, bilime zorunlulu­ ğun ip uçlarını verir. Bilinen yasalar ise rastlantının kapsam alanını ortaya çıkar­ tır. Birinin diğerini mutlak olarak dışla­ ması, “ herşeyi bilen tanrı” katına çıkıl­ madıkça imkansızdır. Kuantum Fiziği’nin idealist yorumları bizi kasvetli ve katı zorunluluklar dünyasından rastlantıların “ heyecan verici özgür dünyasına” taşır. Ancak böyle özel bir çabaya zaten gerek yoktur. Bildiğimiz sınırlı, bilmediğimiz i­ se heyecan verici sonsuzluktadır. Fakat Kuantum Fiziği’nin “ olasılıklarının” zen­ ginliğinin büyüsüne kapılan birisi, yerçe­ kimi kanununu sınamak için kendini bir kuleden aşağıya bırakmakta “ özgürdür” . Ancak özgürlüğü ayaklarının kuleden kesildiği noktada biter. Eğer Kuantum Fiziği’nin söylediği gibi bu “ özgür alan” sadece atom altı parça­ c ık la r dünyasında geçerli ise. o zaman Planck’ın ünlü sorusu ile yüzyüze geliriz. Rastlantıların mikro dünyasından zorun­ lulukların makro dünyasına nasıl geçilir? İki dünya arasında doğada aşılmaz sınır­ lar yoktur. Bu sınırlar insan düşüncesin­ __ 68 ____________________________

dedir ve Nevvton’un gezegenler için ke­ sin sonuç veren hareket yasaları atom dünyasında tam bir bozguna uğramıştır. Fakat ne gezegenleri Newton ne de a­ tom altı parçacıkları Planck, Bohr ya da Heisenberg “ yaratmadı” . Hepsi evrenin birliği içinde vardırlar. Işık hızına yaklaş­ tıkça Einstein’ın yasaları ile hareket edi­ yoruz; daha düşük hızda hala Newton ’un gemisindeyiz; maddenin küçük dünyasına daldığımızda “yasalar kaybolu­ yo r” ! Kuantum Fiziği’nde elektronun ko­ numu ve hızının aynı anda hesaplanamaması, birisi hesaplandığında diğerinin an­ cak olasılıklar olarak belirlenebilmesi bir “ ölçüm tekniği” sıkıntısı mıdır? Bu konu­ da bilim dünyasında birbirinden farklı yorumlar hala tartışılmaktadır. Eğer eiektronu ışıktan (fotonlardan) başka bir “ araçla” gözleyemezsek sorun ölçüm tekniği olmaktan çıkar, bilim başka bir sınırla karşı karşıyadır. Fotonlar hem e­ lektronun konumu ya da hızını değiştir­ dikleri hem de ışığın kesintisiz bir mad­ de yayılımı olmayıp kuantalar halinde kesintili yayılışından -üstelik bu kuanta aralıklarının bir düzeni olmamasındandolayı maddenin içine bakarken onun yapısını bozmak zorunda kalırız. Gözle­ nen tanecik ne kadar küçükse “ kesinsiz­ lik” de o kadar artar. Kütle büyüdükçe “ kesinlik” sınırlarına girilir. Kuantum Fi­ ziği ile bilim terminolojisine “ olası” ya da “ potansiyel” gerçeklik kavramı girmiştir. Elektron ve fotonun ilişkisinde bilinme­ yenlerin çokluğu olasılık hesaplarını zo­ runlu kılıyor. Bilinen yasalarla kuşatılan “ belirsizlik” , kendi hüküm sürdüğü alan­ da önümüze “ potansiyel” gerçekliği çı­ kartıyor. Ancak madde içine müdahale edilen her tekil durumda bu “ potansi-


günümüzün ideolojik tablosu__ yel” gerçekliklerden sadece bir teki pra­ tik gerçeğe dönüşüyor. Her tekil somut durumda pratik gerçekle yüzyüze gelir­ ken, somut durumlar arasında sadece “ potansiyel” gerçekle ya da “ olasılıklar zinciri” ile başbaşa kalıyoruz.

bu gerçekleşmenin hangi potansiyel zen­ ginlikten çıkıp geldiğinin kavranması, dünyaya ve olaylara bakışta bambaşka u­ fuklar açmaya adaydır. İnsanın bilinme­ yen içindeki yolculuğuna yeni bir zengin­ lik katabilir.

İnsanlık sık sık olduğu gibi, bilimsel savaşında yeni bir sınırla yüzyüzedir. Bi­ limsel gelişmenin doğası gereği bunda yadırganacak bir durum yoktur. Ancak sadece bu açıklamayla yetinmek de totolojidir. Şimdilik önünde durduğumuz bu sınırdan bazı sonuçlar çıkartabilmek gereklidir.

Kesinsizlikten (parçacıklar dünyasın­ dan) kesinlikler dünyasına geçiş heye­ canlı bir serüven gibi insanlığın önünde durmaktadır. Parçacıkların bir nicelikten öteye küçüklükleri, kendini henüz gizi çözülemeyen dalga ve tane hareketi ola­ rak ortaya koyuşu, ışıkla maddenin içiçeliği, bu dünyaya gizemli bir karmaşa veriyor. Bu dünyaya baktığımızda, dene­ yimiz sırasında kendini bize “ bir tek ger­ çeklik” olarak gösteriyor; fakat daha sonra insan düşüncesinin tasarladığı -el­ bette belli yasalara dayanarak- “ olasılık­ lar” dünyasına, aslında ise kendi varolu­ şuna dönüyor. Buradan hareketle insan düşünmeye başlayalı beri karşısında du­ ran nesne ve özne ayrımının eridiği tezi­ ne sıçranıyor. Çünkü parçacıklar dünya­ sını gözlemlerken ancak onu bozarak, değiştirerek “ görebiliyoruz.” Sanki göz­ lemleyen kendine göre bir oluş ortaya çıkartmaktadır. Buradan öznel idealizme yollar döşeniyor. Oysa gözlemleyen is­ tediği denli gözlediğini etkilesin -bunu ancak bir deney sırasında yapabiliyormadde, insan düşüncesine aldırmadan kendi varoluşunu sürdürmektedir. Üs­ telik deney sırasındaki ortaya çıkan oluş, ancak belli olasılıklar sınırında kalıyor. E­ ğer varsa öznenin keyfiliğine kesin bir sı­ nır çiziliyor, Ancak Kuantum Fiziği’nin bu gerçekleri I9.yüzyıl biliminin klasik sınırlarını pek çok yönden zorlamakta­ dır. Bugünkü bilgi ve teknik sınırlarında parçacıklar dünyası ile gözleyenin ilişkisi, gezegenleri gözleyen bir gök bilimciden

Kuantum Fiziği kaba determinizme, bilimin kesinliğinin abartılmasına müthiş bir darbedir. Üstelik bu darbe “ büyük kütleler” dünyasından değil, “ şeytanın gizli olduğu” “ ayrıntılar” dünyasından geliyor. Elbette bu meydan okuyuş mak­ ro dünyanın yasalarını havaya uçurmu­ yor, ancak onlarla parçacıklar dünyası­ nın sırlarını ele geçirmek mümkün ol­ muyor. Ayrıntılar dünyası kendi hükmü­ nü dayatıyor. Bilim, Kuantum Fiziği ile kesinlikten belirsizliğe, belirsizlikten kesinliğe geçi­ şin sorunları ile yüzyüze geliyor. 18 ve I9.yüzyıl bilim geleneği “ kural dışılıkları” sürekli bilimin dışına itmekle uğraştı. Ancak artık bundan kurtuluşun yolu yoktur. Bilinen ile belirsiz olanın “ olası­ lıkları” arasında sınırların bulunması, sonsuz dizinler oluşturan “ potansiyel gerçek” hesapları bilim dünyası için ina­ nılmaz zenginliklerdir. Kesinlik .ve belirsizlik_araşmdaki diyalektik artık tek yön­ lü -belirsizlikleri dışlavarak- gelişmiyor; kesin olmayan alandaki olasılıkların ku­ caklanması ile gelişiyor. Pratik yaşamda­ ki gerçekleşme her zaman tektir, ancak

69 ---


— yol---------------------------------------çok farklıdır; gözlem hem parçacıklar dünyasını etkiliyor hem de sınır hatları belli olan bir kesinsizlik alanına düştüğü için, gözlemini olasılık çözümlemeleri ile yetkinleştiriyor. “ Eski bilimde gözlemci ve gözlenen arasındaki ayrım vurgulanır. Bütün yeni bilimlerde, bu ayrım bulanıktır, hatta ba­ zen anlamsızlaşır. Yeni bilim karşılıklı et­ ki içindedir -bilim adamı çalıştığı sistemi etkiler ya da buna katılır. Arkada dura­ rak veya bağımsız bir alandan gözlemle­ mekten çok, bilimci, araştırma prosesi­ nin parçası olur.” 50 Bu değerlendirme postmodern fantezilerden oldukça uzak olmasına rağmen, günümüz bilimsel ge­ lişmelerinin yanıltıcı izlerini de taşımak­ tadır. “ Yeni bilimin karşılıklı etkisi” nden ne anlaşılmalıdır? Doğanın gizlerini elde edip bu bilgileri bir yasa seviyesine var­ dırmadan süreçleri etkilemek mümkün müdür? Atomun yapısı tanınmadan par­ çalanamazdı. Bilim adamının maddenin sırlarını çözmek için hazırladığı deney koşulları günümüz koşullarında inanıl­ maz boyutlara varmıştır. Dev hızlandırı­ cılarda madde parçacıklarına bir bakıma bazı “ tuzaklar” kurarak, buluşların yolu­ nu açmak madde üzerinde bir karşı etki olsa da, sonunda maddenin hangi koşul­ larda nasıl davrandığını bulmuş oluruz. Bu anlamda karşılıklı etki, bugüne göre çok mütevazi koşullarda da olsa, eski bi­ limde de vardır. Hızlandırıcılarda çok yüksek enerji seviyelerinde yeni parça­ cıkların ortaya çıkartılması bir karşılıklı etkidir. Ancak bunun eski bilimdeki bir ısı deneyinden ve onun etkilerinden prensipçe bir farkı yoktur. Yeni olan nedir? Evrenle ilgili bilgimiz iki kutba doğru yol aldıkça bilinmeyen okyanuslara gelinmiş oluyor. Bunun bir __ 70 _______________________________

ucu evrenin sonsuz derinliğidir; diğeri maddenin içine parçacıklar dünyasına yapılan yolculukta ortaya çıkar. Evrenin sonsuz büyüklüğünde gözlem yaparken hala “ eski bilim” deki gibi uzaktan göz­ lemciyiz. Yakın gezegenlere bir araçla gitsek de onun hiçbir dinamik dengesini etkilemiyoruz. Ancak maddenin içine yapılan yolculukta aynı zamanda onun iç dinamik dengelerine -elbette belli sınır­ lar dahilinde- belli bir etkide bulunuyo­ ruz. Ancak bu etkiyi abartmak, postmo­ dern fantezilere vardırmak apayrı bir şeydir; bilimsel gelişmelerin kendisinden doğrudan çıkan bir sonuç değil, bilim dı­ şı fantezilerin yarattığı bir sonuçtur. Bugünün doğa ve sosyal bilim alanla­ rında “ ayrıntılar” dünyasına girince göz­ lemcinin gözleneni etkilediği açıktır. Kuantum Fiziği bu dünya içinde yasa ve rastlantılarla boğuşur. Bu alandaki de­ neylerinde bu dünyayı belli bir sınırda etkiler. Sosyal alanda da araştırmalar bi­ rey ya da küçük topluluklar seviyesine i­ nince, gözlemci gözlenen üzerinde açık bir etki yapar. İlişki karşılıklıdır, aktiftir. Yeni araştırma alanları yeni yöntem ve davranışları gerektiriyor. İnsanın “ bilinç altına” girişle maddenin “ bilinç altına” gi­ riş hiç şüphesiz ki yepyeni alanlara yol­ culuktur. Öte yandan, günümüzün çok belirgin bir özelliği ise sahip olduğu bilgi birikimi ve gücüdür. Bu bilgi birikiminin çılgınca bir hızla artan basit nicelik yığılımı, bir noktadan sonra kaçınılmaz bir şekilde köklü niteliksel değişimlere yol açacak­ tır. Bunun ipuçları yeterince vardır. An­ cak bugünden kesin öngörülerde bulun­ mak oldukça zordur. Ayrıca günümüzün bir diğer özelliği öngörüleri sürekli yeni­ lenmek zorunda bırakmasıdır. Teknik


____ günümüzün ideolojik tablosu___ gelişim insanın düşünce gücünü arttırıcı araçlar yaratıyor; bilgi birikimi inanılmaz bir hıza ulaşmıştır; şimdilik yeterli olma­ sa da eskiye oranla bilginin ulaşım hızı da çok artmıştır. Bütün bunların sonunda bilginin gücü Aydınlanma’dan bu yana kı­ sa insanlık tarihinde umulmadık zirvele­ re tırmanmaktadır. Bilginin gücü ile do­ nanmış “ özne” , önümüzdeki tarihsel sü­ reçte “ objektif ortama” çok daha etkili bir şekilde müdahale edebilecektir. Ancak bu sonuç postmodernizmin özlemlerinin tam tersine bir gelişmedir. Bilimdeki son gelişmelerin sadece yü­ zeysel görünüşlerinden kendine dayanak bulmaya çalışan postmodernizm, “ göre­ lilik” ve “ belirsizliğe” tutunmaya çalışa­ rak bilimi sadece “ metin yorumlarına” indirgemeye çalışsa da bilim ve bilgi, ta­ rihinde sahip olmadığı güç noktalarına postmodernizme aldırış etmeden tır ­ manmaya devam ediyor. Bu muazzam güçle “ özne” yeniden nasıl şekillenecek ve bu gücü nasıl kullanacak? İnsanlığın ö­ nündeki sorun __ _ budur. -L

TARİHSEL SÜREÇ İÇİNDE POSTMODERNİZMİN ANLAMI Bir alıntıyı tekrarlayalım: “ Postmodenizmin gelip kapıya dayanması anlatının meşrulaştırma işlevinde ve uzlaşıma zor­ lama yeteneğinde bir çözülmenin başgösterdiğinin işaretidir.” (M. Sarup, a.y.) Postmodernizmin “ gelip kapıya dayan­ ması” tarihsel bir sürecin sonucudur. A ­ lışkanlıkların sinsi ve müthiş gücünden kopuşamayanlar için postmodernizm bir saçmalık olarak görülebilir. Oysa onun kendini ortaya koyması için büyük “ anla­ tıların meşrulaştırma işlevinde ve uzlaşı-

ma zorlama yeteneğinde bir çözülme” olması gerekiyordu. İnsanlığın içinden geçtiği son çeyrek yüzyılda böyle bir “ çözülme” yaşanmıştır. Her düşünce a­ kımı doğal olarak en başta kendi döne­ mi ile ilgili konuşur. Onun anlamını kav­ ramak için ise hangi tarihsel sürecin ürü­ nü olduğunu da bilmek gerekir. “ Büyük anlatılar” dan kapitalizm hala yaşıyor, üs­ telik dünyada bugüne kadar olmadığı bir şekilde yayılma ve egemenlik peşindedir. Ancak olaylara biraz derinden bakınca onun çıkış noktasındaki idealleri ile gel­ diği noktadaki tablosu oldukça farklıdır. Bu nedenle yaşayan büyük anlatı da “ meşrulaştırma ve uzlaşıma zorlama” yeteneğini yitirmektedir. Postmodernizm, Aydınlanma döne­ minin ve mirasının topyekün inkarını di­ le getirmektedir. Tarihsel süreç açısın­ dan olaya bakınca bu inkarın anlamı ne olabilir? Aydınlanma ile insanlığın yaşa­ mına çok önemli bir eylem ve tabii bu­ nun karşılığı olan bir kavram girdi; bu da ilerlemedir. Ortaçağ’ın binlerce yıl sü­ ren durgunluğundan sonra insanlık artan bir tempoda ilerleme rüzgarına kapıldı. Hele günümüzdeki değişimlerin hızını dikkate alırsak ilerleme baş döndürücü bir tempo kazanmıştır. Postmodernizm, bu tempoya ve genel olarak ilerleme kavramına karşı bir yorgunluk çığlığıdır. “ Bu muhteşem ve boş hareket başı­ mızı döndürmeyi sürdürüyor, ama kimi kez soluklanıyoruz ve bir günah geçiyor aklımızdan. İlerlemenin zorbalığından ne zaman kurtulacağız?” (j.M. Guehenno, a.y) Postmodernizm bu “günahı” iş­ lemeye talip olmuştur. İnsanlık bu çığlığı ilk kez atmıyor. Oldukça farklı zamanla­ rın sesi olarak, ancak aynı öze sahip bu çığlığı Nietzsche de atmıştı. Ancak o za71


— yol---------------------------------------manlar ilerlemenin kapitalizm cende­ resindeki “zulmüne” karşı sosyalizmin “ eşitlikçi ve özgür” bayrağı dalgalanıyor­ du. Bugün hala dalgalanıyorsa da bayrak yarıya indirilmiştir.

İlerlemeye karşı durmak mümkün mü? İnsanlığın tarihine baktığımızda hep ilerleme yoktur. Bir ilerleme varsa bile bu kaplumbağa adımlarından yavaş olduğu için böyle bir kavram bile ortaya çıkmamıştır. Ayrıca insanlık, Kent Me­ deniyetleri ve barbar akınlarının arasın­ daki boğuşmadan ortaya çıkan “ Antik Ortaçağlar” arasında yedi bin yıl gidip gelmiştir. Ancak Avrupa Ortaçağı’nın bin yılı aşkın durgunluğundan sonra baş­ ka bir rüzgarın içine girmiştir. Bugün i­ lerlemenin sembolü kentleri tarihsel “ kurucuları” yoksullara terkediyor. Kendileri derebey şatoları kadar göste­ rişli villalarına çekiliyorlar. Dünün dur­ gun ve lanetli kırları, bugün kendini be­ ton yığınları arasında kaybeden insanın soluklanma alanları oluyor. Tarihsel ge­ lişim sürecinde hiçbir aşama ve kavram sonsuz bir ömre sahip olmadığına göre, neden ilerlemenin de kalp atışlarının zayıfladığı bir döneme giriyor olmaya­ lım? Postmodernizm bu inişli çıkışlı ve fırtınalı gidişe karşı yorgun bir çığlıktır. Ancak sadece bu yorgun çığlık bile iler­ lemenin, delice temposuyla Batı’nın cennet adacıklarında yaşayanlar için de “ zorbalığa” dönüşebileceğinin işaretleri­ ni veriyor. Koşturmaktan ciğerler yanı­ yor, kaslar sertleşiyor, ruh dünyalarında ipler gerildikçe geriliyor, buna günümü­ zün şık deyimi ile “ stres” deniyor. Dün saat ve dakikanın yokluğunda güneş za­ manı ile esneyip duran insanlık, sanki o günlere karşı bir intikam hareketiyle bu­ gün saniyelerin arasında sıkışarak yaşı­ ___ 72 _________________________________

yor. Ve bunların hepsi ilerlemenin hatrına olup bitiyor. Günümüz sık sık Roma’nın son gün­ lerine benzetiliyor. Roma sefahat içinde çürürken yüzelli yıldır imparatorluk sı­ nırlarına mevzilenmiş Germen barbarla­ rı bu çürümeye son kılıç darbesini vur­ du. Ancak ardından gelen Avrupa O rta ­ çağı çok yönüyle Roma günlerini arattı. Panthenon’un zengin tanrılarının yerine, yoksulların tek tanrısı geçince işler hiç de daha iyi gitmedi. Roma’nın umursa­ maz sefahatından yoksullar öç almışlar­ dı. Ancak yıllar geçtikçe derebey kılıçla­ rı ve dev kiliselerle Ortaçağ, yoksulların omuzlarına çöktü. Bugünün Roma’sı ka­ pitalist merkezlerdir. Market raflarında bin çeşit kedi-köpek maması bulunabilir, ancak dünyanın varoşlarında her beş ki­ şiden birisi açlık tehditi ile yaşıyor. Bu barbarlar Roma’yı fethedebilir mi? Tari­ hin gösterdiği gibi, her başarılı barbar a­ kını sefahattan soysuzlaşan surların için­ den kendine ittifak gücü bulmuştur. Dünyanın bugünkü barbarlarının henüz böyle elle tutulur ittifak güçleri yok. A n­ cak şu küreselleşme denen yeryüzünü üşüten rüzgar bazı sonuçlar yaratacağa benziyor. İlerlemenin en hızlı aktığı Ro­ ma surlarının içinde neler oluyor? İler­ leme hangi sonuçları yaratmış, ne tü r tepkiler biriktirm iştir ?

İlerlemenin Tarihsel Sonuçları Neler Oldu? Bazı alt başlıklara geçmeden önce te ­ mel bir tesbit yapmaya çalışalım. Aydın­ lanmadın birkaç yüzyıllık gelişiminde, Ortaçağ’ın şato ve kiliselerinin ağırlığı al­ tında ezilen insanlık, aklın gücü ile yeni bir döneme girdi. Bu dönemin paradok­


____ günümüzün ideolojik tablosu___ sal sonucu, akıl ve tekniğin muazzam gü­ cü karşısında “ insanın yitirilm esi” oldu. Akıl ve onun yarattığı teknik, insanın ru­ hunu aldı. Ancak burada “ insanın yitirilmesi” nin ne anlama geldiği sorusu çıka­ gelir. İnsan ve onun ruhu soyut, değiş­ mez bir değer değil, tam tersine tarihsel süreçlerde şekillenen bir moral yapıdır. Öyleyse “ yitirilen insan” hangi insandır? İlerlemenin tarihsel sonuçlarına birkaç başlıkta değindikten sonra bu soruya bir cevap bulmaya çalışalım.

I . Bireyin Doğuşu “İnsanın Yitimi” mi? B atı to p lu m la rı y a ra ttık la rı insan tip i ile he sa p la şıyo rla r. H esaplaşm a d e yim i ola yın bugünkü seviyesine ç o k fazla g e li­ y o r, b iliy o ru m . Bu d e y im i k u lla n m a m ın nedeni bu sü re cin gelgeç b ir “ s ık ın tı” o l­ m ayıp d e rin le ş m e e ğ ilim i ta şım asındand ır. Bugün hesaplaşılan, daha ç o k I9 6 0 ’lı y ılla rla b ir lik te k e n d in i iyice ş e k ille n d i­ re n b ire y tip id ir.

“ Daha geniş toplumsal ve kozmik ey­ lem ufkuyla birlikte bireyin önemli bir şeyleri kaybettiği kaygısı sürekli tekrar­ lanıyor. Bazıları bundan, yaşamdaki o kahramanlık boyutunun yitirilmesi biçi­ minde söz ediyor. İnsanların artık daha yüksek amaçlar uğrunda ölmeye değe­ cek bir şeyleri yok... Bireyciliğin karanlık yanı benlik üzerinde odaklanmasıdır; bu da yaşamlarımızı tatsızlaştırır ve daraltır, anlamını azaltır, başkalarına ya da toplu­ ma karşı daha kayıtsız hale getirir.” (C. Taylor, a.y.) Günümüz bireyinin yitirdiği, “ yüksek amaçlar uğruna” davranmak -illa ölmek gerekmiyor- neden daha “ insani” bir ö­ zelliktir? Ya da gerçekten böyle midir?

İlkel komünal toplum döneminde “ bi­ rey” yoktu, komünün üyesi her koşulda komün için davranmaya koşulluydu. Yi­ ne insanlık tarihinde bir “ kahramanlık çağı” vardır. D o r barbarlarının baskınına uğrayan Atina kentlerinin, bu “ karanlık çağ” dan çıkışını temsil eder. Ortaçağ şö­ valyeleri bireysel hiçbir tasaları olmayan “ kahramanlardı” , bu tarihsel dönem ge­ çince Cervantes’in ince üslubuyla alay ettiği Don Kişotlar’a dönüştüler. O gün­ den beri zamansız uçkun çıkışlara “ Don Kişotluk” denildi. Bugünün Batı toplumlarında bu tarihsel geleneğin etkilerini a­ ramak boşuna olur. Elbette tarih bilgisi olarak bilinir, ancak gelenek anlamında bir sosyal güç olmaktan çoktan çıkmış­ lardır. Ancak buna rağmen günümüz bi­ reyciliği neden bu çok eski değerler açı­ sından eleştirileblliyor? Bu değerin eskimemesinin baş nedeni herhalde insanın bir toplumsal varlık olmasından geliyor. Toplumsal yaşam biçimleri değişse de toplumsal yaşam ortadan kalkmayacağı İçin bu değer kendini her dönem kendi­ ne özgü biçimde ortaya koyacaktır. El­ bette kahramanlıklar her gün olmaz. Daha çok sancılı geçiş günleri böyle de­ ğerleri canlandırır. Ancak “ bir amaç uğruna” davran­ mak, “ sıradan günlerde de” mümkün­ dür; elbette sıradanlığın üstüne çıkarak. Böyle davraruş, kişinin kendi bireysel ta­ salarından kopuşarak bir “ amaç” aracılı­ ğı ile aslında toplumla ilişki kurması ve onu değiştirme çabasıdır. Bugünün bire­ yi bir kalabalık içinde oturup da kimsey­ le konuşmayan ya da konuşsa da hep kendini anlatan, karşıdakini dinlemeyen birine benziyor. Böyle bir duruş insanın varoluş nedeni olan toplumsallığın aslın­ da bir yönden reddidir. Aydınlanma’nın 73 —


__ yol— .-----------------------------------yücelttiği birey bugün kendi varoluş o r­ tamı olan toplumsallığın reddine kadar gelmiş midir? A B D ’de yapılan bir araştırmaya göre: “ Gençlerin yaşama bakışında ana ö­ zelliğin kolaycı bir göreliliğin kabulü ol­ duğu saptaması yapılıyor. Herkesin ken­ dine ait ‘değerleri’ var ve bunlar tartışı­ lamaz... Bu yalnızca epistemolojik bir tu­ tum, aklın ortaya koyabileceklerinin sı­ nırlarına ilişkin bir görüş değil; aynı za­ manda ahlaki bir tutum: Hiç kimse bir başkasının değerlerini sorgulamamalıdır. Buna saygı duyulmalıdır. Görelilik, kıs­ men karşılıklı saygı ilkesine dayanır.” (C. Taylor, a.y.) Einstein’ın göreliliği uzayı kucaklamaya çalışırken, günümüz bireyi­ nin göreliliği kendinden başka birini dün­ yasına kabul etmiyor. Bu göreli tutumla birey, toplum içinde kendi kozasını örüp onun içine çekilmektedir. Herkesin kendine ait değerlerinin ol­ ması, kişisel dünyaların zenginliği açısın­ dan elbette ki sırf olumsuz bir duruş de­ ğildir. Olumsuz olan bu “ değerlerin” birbiri ile bütün ilişki yollarının kesilme­ sidir. O zaman “ bu bireycilik, benlik ü­ zerinde odaklanmayla benlik-ötesi daha büyük meseleleri -dinsel, siyasal, tarihsel meseleleri- dışlamayı hatta bunlara ka­ yıtsızlığı bir arada barındırıyor.” “ Öyle görünüyor ki, kendini gerçekleştirme kültürü çoğu insanın kendilerini aşan meseleleri unutmasına yol açtı.” ( Tay­ lor a.g.y.) “ Kendini gerçekleştirme kül­ türü” neden bugünün insanını “ kendini aşan meseleler” den uzaklaştırdı? Bunları “ egoizm ya da ahlaki gevşeklik, bencillik olarak açıklamaya kalkarsak daha başlan­ gıçta izini kaybetmiş oluruz... Çağımıza özgü” (a.g.y.) olan yanı nedir?

__ 74

Komün toplumu dağıldığından beri “ egoizm, ahlaki gevşeklik, bencillik” ya­ şanıyor. Bugün bunlara ilave olan nedir? Komün toplumu dağılmasına rağmen, o­ nun bazı değerleri, ardından gelen toplumlarda o dönemlere özgü deformasyonlara uğrayarak, kendini yaşatmıştır. Derebeylik düzeninde köy toplulukları, kapitalizm koşullarında ulusçuluk, hepsi­ nin üstünde dini kültür olarak yaşamış, “ egoizm, ahlaki gevşeklik, bencillik” bu geleneksel değerlerin sınırlamaları altın­ da varolmuştur. Günümüzün özelliği; bütün bu sınırlamaların ya da değerlerin erimesidir. Bugün bireyi ve onun “ ben­ cilliğini” sınırlayan hiçbir değer yoktur. “ Herkesin kendi değeri” nin olması, “ kendini gerçekleştirme kültürü” önceki dönemlerin bütün geleneksel kalıntıları­ nı bir kenara süpürmüştür. “ Kendini gerçekleştirme kültürü” nün yapısal bir duruma gelmesi için bazı ge­ lişmelerin yaşanması gerekiyordu. En başta maddi bir alt yapı oluşmadan böy­ le bir gelişme mümkün değildi. Batı’da bu maddi alt yapı özellikle 50’li yıllar sonrası sürekli bir gelişim gösterdi. “ Re­ fah toplumları” bugünkü bireyin şekil­ lendiği ortamlar oldu. Böyle bir gelişim neden “ benlik-ötesi daha büyük mesele­ lerin unutulmasına” yol açtı? Her moral değer bir maddi ortamın ürünüdür. Bu moral değerler en efsunlu, büyülü söy­ lemlerine rağmen sonunda tarihsel yö­ nelişlerin, hedeflerin düşüncede kendini ortaya koyuşudur. Din böyledir. Kapita­ lizmle ortaya çıkan siyaset sanatı ve o­ nun söylemleri, “ özgürlük, eşitlik, kar­ deşlik” böyle değerlerdir. Bu “ benlik-ö­ tesi” değerler üzerinden büyük kavga­ larla bazı hedeflere varılacaktı. Batı toplumlarında bu hedeflerde bir doygunluk


____ günümüzün ideolojik tablosu___ ortaya çıkınca, kişinin kendini gerçekleş­ tirmesi için böyle “ büyük davalar için mücadele” etmesine gerek kalmadı. Da­ ha doğrusu, uzun tarihsel süreçler bo­ yunca kişinin üstünde duran değerlerle yürütülen mücadeleler bireyin kendini yaşatıp “gerçekleştirmesi” için ortamlar yarattıkça, bireyin böyle davalarla bağı kaçınılmaz olarak koptu. Kapitalizm, si­ yasi ve ahlaki değer olarak bireyi öne çı­ karttı. Ancak bunun için eski düzene karşı savaşırken tek tek kişilerle değil, toplumsal bir hareket olarak bunu gerçekleştirebilirdi. Bir kez bu değerler e­ gemen hale gelince artık kendi kanalla­ rında geliştiler ve mantık sonuçlarını ya­ ratmaya başladılar. Bugün, Batı’da “ ken­ dini yaşayan birey” böyle süreçlerin ürü­ nüdür. Ve bir kez kendini yaşama orta­ mına erişince, büyük davalara ilgisi azal­ dı. A rtık din ona daha yüksek bir amaç sağlamaz, hatta eski günlerin ateşli poli­ tik davranışlarına bile gerek yoktur. Kendini gerçekleştirmek için artık böyle sosyal değerler yaşamsal önemini yitir­ miştir. Belli bir seviyeyi yakalamış maddi yaşam ve toplumla ilişkisini sağlayacak bilgi ve kültür, kendini gerçekleştirmek için yeterlidir. “ Büyük davalar” böyle bir maddi ortamda buharlaşmaktan kurtula­ mıyorlar. Bireyin gelişmesi ve kendini gerçek­ leştirmesi bugünün Batı toplumlarının geldiği bir aşamadır. Bu aşamayı dünün değerleri açısından elbette değerlendi­ rebilir ve eleştirebiliriz. Ancak daha an­ lamlısı bugünün bireyini kendini gelece­ ğe taşıma yeteneği ve gücü yönünden e­ leştirmektir. Büyük davalardan köpük “ kendini gerçekleştirme kültürü” , kendi değerleri içine kapanan ve yalnızlaşan bir bireye dönüşmek zorunda mıydı?

“ Herkesin kendi değeri” nin olması ve “ kendini gerçekleştirmesi” aslında bir yanı ile yanılsamadır. Bu ancak "büyük biraderin” göz kamaştırıcı bir şekilde yaydığı ışığın bireysel prizmalarda kırılıp yansıması ölçüsünde gerçektir. Herkes kendi prizmasına tutkun olabilir, ancak ı­ şık kaynağının aynı olduğunu unutma­ mak kaydı ile. Yoksa “ derya içinde yü­ züp deryayı bilmeyen balıklara” döneriz. Ve bugünün postmodern Batı insanı tam da böyledir. Kendini gerçekleştirme neden yalnız dünyaların ortaya çıkmasına neden ol­ du? Bu, kendini gerçekleştirmenin yolla­ rı tarafından belirleniyor. Üretim alanın­ da bireyin kendini gerçekleştirmesi, çok sınırlı imtiyazlı bir azınlık hariç, mümkün değildir. Büyük çoğunluk saniyelerin e­ gemenliğinde benzer şeyleri tekrarlar durur. Bu konuda kapitalist merkezler­ de yeni üretim biçimleri deneniyor, an­ cak bunlar henüz belirgin sosyal etkiler yaratmamıştır. Öte yandan, Aydınlanma’nın aklı ve maddi dünyası bireyin bü­ tün moral dünyasını işgal etmiştir. Geri­ ye kendini gerçekleştirmek için tüketim alanı kalıyor. Burada herkes kendi değe­ rine sahip olabilir. Maddi gücü varsa o ­ burca tüketebilir. Ancak bütün bu ey­ lemler birey tarafından yaşama yapılan bir müdahale katkı anlamına gelmediği i­ çin bu tarz “ kendini gerçekleştirme” , sonunda insanın kendini tüketen sonuç­ lar doğurur. Batı’da bireyin kendini ger­ çekleştirmesi denen şey esasında ağırlık­ lı olarak tüketimle kendini tüketmesidir. Tarih içinde kabilesi, aşireti, kralı, u­ lusu için ve hepsinin üstünde dinle cen­ nete çağrılı olarak yaşayan insan, artık sırf kendisi için yaşamaktadır. Tarih için­ de elde edilmiş, kuşaktan kuşağa taşın75 —


yol

mış toplumsal değerlerin “ koruyucu” kozası içinde yaşayan insan, böyle hiçbir koruyucu kozaya gerek duymadan ken­ di kozası içinde yaşamaktadır. Bugünün tek sınırı, birey a to m cu la ­ rından oluşan toplumun kendi varoluşu­ dur. A ncak birey atomlarının birbirine dokunmayan göreli varoluşlariTtoplumsallık sorununa da yeni bir çehre kazan­ dırmıştır.

2. Demokrasinin Çözülüşü, “Özgürlüğün Yitirilmesi” Aydınlanma bireyi yüceltirken siyasal olarak da demokrasiyi geliştirdi. Belli bir tarihsel sürecin yaşanması sonucu Batı merkezlerinde siyasal demokrasi eski çekiciliğini yitirmiştir. “ Modernlik tarihi, birey, toplum ve doğa arasındaki yavaş ama kaçınılmaz kopmanın tarihidir.” (A. Touraine, a.y.) Bugün bu kopma yeni ta­ rihsel sonuçlar yaratmanın eşiğine da­ yanmıştır. Siyasal demokrasi Aydınlanma’nın yarattığı söylemlerini tüketmiştir. “ Eşit­ lik, özgürlük” parolalarının, bugün, mad­ di çıkarların üzerindeki örtüler olduğu her sosyal krizde daha açık ortaya çık­ mış; göz kamaştırıcı çekiciliğin yerini çı­ karların gri ve donuk renkleri almıştır. Sınıflarla birlikte insanlık çıkarlar savaşı­ nın içine girmiştir. Ancak bu savaş bu­ günlere dek hep dinsel ya da siyasal ö r­ tüleri ile vardı. İnsanlık ilk kez bu kadar çıplak bir şekilde siyasetin çekirdeğinde­ ki çıkar gerçekliğini görüyor. Sadece görmüyor, en “ meşru” şekilde bunu ya­ şıyor. Bu artık ne günah ne utanç verici bir şey değil, “ normal” yaşamdır. Ö te yandan, bu siyasal demokrasinin “ temel parçacığı” birey, tarihinde ilk kez

__ 76 __________________________

bu kadar çevresinde -ülkesinde ve dün­ yada- olan bitenden haberdardır; ancak bu ölçüde de gelişmelere kayıtsızdır. “ Kendini gerçekleştirdiği” ölçüde “top ­ lumsal olana” uzaktır. Siyasal demokrasi zirvede devleşen bir avuç zümrenin oyununa dönüşür­ ken, aşağıda “ kendini gerçekleştiren bi­ rey” siyasal olmayan yeni yaşam biçimi arayışları ile paralize olmakta, istikrarsız gelgeç topluluklar oluşturmakta, bunları sık sık dağıtıp yeniden örgütleyerek siya­ sal demokrasinin klasik geleneğinin dışı­ na çıkmaktadır. Toplumsal parçalanma İle “ bir yere ait olma” sosyal yanını yitiren postmo­ dern birey, siyasal demokrasiyi yukarı­ daki “ elite” bırakarak kendisi hayali çev­ reler yaratmakta, modern tarikatlarda “ kaybettiğini” aramakta, hiçbir gelecek ufkuna sahip olmadığı için kararsız mad­ de parçacıkları gibi “ büyük biraderin” siklotronunda savrulup durmakta, çok kısa ömürlü var ve yok oluşlar yaşamak­ tadır. . A rtık toplumsallığın moral dokusu parçalanmıştır. Toplumsallığın yeşil can­ lılığı uçmuş, geriye sarı, cansız “ hukuk kuralları” kalmıştır. Batı bireyi siyasal özgürlüklerini değil, ama özgürlük dü­ şüncesini -düşünü- yitirmiştir. Özgürlü­ ğü kendi kozasının sınırları içinde algıla­ maktadır. Siyasal özgürlükleri oldukça gelişirken bu özgürlük alanının çevresi­ ne, ince parıltılı örümcek ağlan gibi “ araççıl akıl” la yeni çitler çekilmiştir. Bunu üstelik kendinin olduğunu düşündüğü “ kendi aklı” ile yapmıştır. Ortada özgür­ lükleri gasp eden zorbalar yoktur. “ Ken­ dini gerçekleştirme kültürü” nün “ akılcı” sınırları vardır.


____ günümüzün ideolojik tablosu___ Batı’nın sosyologları şöyle sesleni­ yor: “ Toplumsal olan’ın çözülmesinde, yalnızca tehlikeli sonuçları olan bir bu­ nalımı görmemek gerekir. Toplum fikri­ nin tükenişi, herşeyden önce modernli­ ğin ve dünyevileşmenin yeni bir evresine işaret eder.” (Touraine.a.g.y.) Bu tespit­ ten sonra yazar yeni özne arayışına çı­ kar. Çünkü toplumsal olanın çözülmesi ile özne de yitirilmiştir. Kendi kozası i­ çindeki birey böyle bir “ kahramanlığa” (onlar bunu aptallık olarak okuyorlar) soyunmaya hiç niyetli değildir. Aydınlan­ ma ve dolayısıyla ilerleme yaşadığı üçyüz yıldan sonra yeni bir aşamanın eşi­ ğindedir. İlerleme kendi kazanımlarını önemli ölçüde yaşamış, tüketme süreci­ ne girmiştir.

3. Bilimsel Teknik Gelişim ve İnsan Tekniğin insanı etkileyip şekillendir­ mesinde son yirmi yıldır yeni bir aşama­ ya girildi. Bu aşamanın çıkarabildiğimiz özelliklerini sıralayalım. Değişimin tempo aralığı hızlandı; ka­ lıcılığın zaman sınırları çok daraldı. Herşey çok daha çabuk buharlaşıyor. Bilgi adeta maddileşti, "yeni sanayi” haline geldi. Her zaman olduğu gibi yeni bilgiler elde etmenin bugünkü maliyeti o kadar yüksektir ki bunu ancak kapitalist merkezler yapabiliyor. Bu durum dünya­ daki uçurumu çok daha fazla derinleştir­ mektedir. Bilimsel gelişmeler insan yaratıcılığı­ nın gelişmesi yolunda yeni bir çığır açı­ yor. Bilginin yaygınlaşması “ kendini yaşa­ yan” insanın kozasını eninde sonunda delecek gelişmeleri biriktirmektedir.

Doğanın ve insanın sırları çözüldükçe ortaya öylesine büyük bir güç çıkıyor ki bu gücün hangi değer ölçüleri ile uygula­ nacağı günümüzün en kritik tartışma ko­ nusudur. Özel mülkiyet ve kar güdüsü zemininde, yani Aydınlanma ya da ilerle­ menin en tartışılmaz değerleri çerçeve­ sinde bu gücün kullanımı dehşetli fantaziler üretilmesine yol açıyor. Doğanın ve insanın yapısına müdahale imkanları­ nın belirmesi, gelmiş geçmiş tüm ahlaki ve moral değerleri kökten sarsacak bir gelişmedir. Bu çalkantılı okyanusta in­ sanlık eski “ kaptanlarına” ne ölçüde gü­ venebilecektir? Daha önceleri çok gemi batırdıkları için, böyle bir güven yoktur. Ama olsun, onların böyle bir güvene ih­ tiyaçları yoktur. Çünkü büyük güçleri var. Ancak bilimsel gelişmeler öyle nok­ talara tırmanıyor ki sadece güç politika­ ları ile çözüm arandığında büyük güç sa­ hiplerini de süpürecek başka güçler fış­ kırabilir. Yakın geleceğin en keskin açmazı bi­ limsel ve teknik gelişmelerin mevcut ü­ retim ilişkilerinin kabuğuna sığmaması temelinde kopacağa benziyor. Kapita­ lizm bugüne kadarki mantığı ile yeni bil­ gi gücünü elinde tutmaya devam ederse, insanın gerçek anlamda yitirilmesi riski oldukça ciddi noktalara tırmanabilecektir. “ Herkesin kendine göre değeri” o­ lan bir dünyada bu muazzam gücün kul­ lanımı, insanı yitirmeden nasıl mümkün olabilir? Bir yanda kendi kozasında “ bü­ yük davalara” kayıtsız birey, öte yanda muazzam güçleri elinde tutan dünya e­ gemenleri ve müthiş bir hızla yaşanan değişim, ilerlemeyi mayın tarlasında bir yürüyüşe çeviriyor.

77 —


yol

4. Rasyonalizmin (Araçsal Aklın) Sınırları Bilimsel düşünce ve “ akılcılık” farklı şeylerdir. Ortaçağ’ın tanrılar dünyasın­ dan Aydınlanma’nın “ akılcı” çağına geçiş­ ten sonra bilimsel düşünce doğmuş ve bugünkü sınırlarına gelmiştir. Elbetteki bugünkü bilimsel buluşların bazıları in­ sanlığın çok eski dönemlerine, antik me­ deniyetler dönemine kadar gider. Ancak modern bilim ve onun düşünce tarzı Aydınlanma’nın içinde doğup serpilmiştir. Oysa insanlığın her döneminin kendine özgü aklı ve ruhu vardır. İnsanın dü­ şünce tarzı ve yöntemleri onbinlerce yıl süren varoluş mücadelesi ile gelişmiştir. Ve insan düşüncesi baskı karşısında sol­ muş gerilemiş, özgür günlerde serpilmiş gelişmiştir. A kıl, üretim ve varoluş kav­ gasında rolünü oynarken, ruh, toplum­ sal yapının bağlayıcı dokusu olmuştur. Komün yaşamının bir aşamasından (cin­ sel yasakların başlamasından) sonra akıl ve ruh bitmeyen amansız bir savaşa tu­ tuştular. Ve bu savaş günümüzde de de­ vam etmektedir. İnsanın toplum halinde varoluş mü­ cadelesi -üretim ve kendini üretim- aklı geliştiren itici güçtür. Ancak insan dü­ şüncesi hem doğayı hem kendini çözüm­ leyemediği ölçüde, bilinmez ve karşı ko­ nulmaz güçleri zamanla gelenekleştir­ miş, kutsallaştırmıştı. Aklın bu kendi yaratımı olan kutsallık daha sonra aklı tümüyle kuşatmıştır. Bu kuşatmanın on­ binlerce yıl sürmesi ruhun kesin ege­ menliğini yaratmıştır. Bu egemenlik in­ sanlık tarihinde ilk kez Aydınlanma ile en önemli darbeyi yemiş, kuşatmayı ya­ ran akıl doludizgin gelişimine başlamış­ tır. Şimdilerde, “Aklın, ruhu yok e tti­ __ 78

ğinden” söz ediliyor.

“Akıl ve Akılcılık topu topu iki söz­ cük, peki, nasıl oldu da bu iki sözcük böyle inanılmaz bir kutsayıcı güç elde et­ tiler?” (Feyerabend, a.g.y.) Aklın, ruhu alt etmesine gelmeden, ruhun aklı na­ sıl onbinlerce yıl amansız bir kuşatma al­ tında tuttuğuna değinmeliyiz. İlkel ko­ mün yıllarında insanın üretim savaşı tü ­ müyle doğal koşullarda akıp gidiyordu. Komün kolektif gücü ile doğadan kazan­ dığı her mevzi, insana, aynı zamanda sez­ gi biçiminde doğanın güçlerini tanıttı. Tanıyıp çözümleyebildiği güçleri alete dönüştürdü, kendi gücüne kattı; çözüm­ leyemediklerini, daha doğrusu karşı ko­ yamadığı, uymak zorunda olduğunu sez­ diği güçleri kutsallaştırdı. Bunlar komü­ nü koruyan kurallara dönüştü. Komün kolektivitesi, kuralları her komün üyesi­ ne yansıtan güçlü bir aynaydı. Her kural bu aynadan yansıyıp komün üyesini çev­ reliyordu. İnsanlığın çok uzun bir süre­ cinde aslında akıl ve ruh aynı noktada temsil edilmişlerdir. Komün bilgeleri, ta­ pınakların rahipleri aklı ve ruhu aynı anda temsil ediyorlardı. Gökyüzü tapı­ naklardan incelenmiş, ilk hesaplar tapı­ naklarda yapılmış, üretim ve stoklar ta­ pınaklarda planlanmış, hatta üretim ve a­ yin birbirinden kopuk değil, tam tersine birbirinin tamamlayıcısı olmuştur. Muhammed’in dahiyane bir sezgi ile kendi­ ni son peygamber ilan etmesi, aslında aklın ve ruhun kopuşmasının da ilanı oluyordu. Sanki bu noktadan sonra ruh değişmezlik katına yükselmiş, akıl ise bu kuşatmanın sınırlarında bazen sinmiş, bazen başkaldırmayı denemiş, ancak Kutsal Ruh’a hiçbir zaman tümüyle teslim olmamıştır. Ruh, onbinlerce yılın katılaşmış öly aklını temsil ederken, a-


____ günümüzün ideolojik tablosu___ kıl, bu durgun ağırlığın altında ezilip git­ mekten kendini kurtarmak için yine hep onun giysileri ile ortada dolaşmış, ancak bu giysilerin altında hep yeni bir filiz ba­ rındırmıştır. Aklın, ruhun giysilerini kaldırıp attığı dönem Aydınlanma yılları­ dır. Devran değişmiş, onbinlece yılki tu t­ saklığından bilim kılıcını çekip kurtulan akıl, ruhu köşe bucak kovalamaya baş­ lamıştır. Şimdi “ ruhumuzu yitirdik” çığlıkları atılıyor; iyi de ruh da aklımızı yitirm e­ miz için bize binlerce yıl az mı işkence yaptı? Ancak bu çığlıklar çok da haksız değildir. Buradan Aydınlanma’nın ak­ lına gelelim. Çünkü ruhumuzu her­ hangi bir akıl değil, Aydınlanma’nın aklı alıp götürmüştür. Kolay mı, sanki onbinlerce yılın intikamı alınıyor. “ Bu değişim bir açıdan özgürleştirici olmuştur. Ama öte yandan araçsal ak­ lın yalnızca alanını genişletmekle kalma­ yıp, aynı zamanda yaşamımızı ele geçir­ me tehlikesi gösterdiğine ilişkin yaygın bir rahatsızlık vardır... Hedeflerimizin neler olması gerektiği ve araçsal aklın yaşamımızdaki rolünün daha az olması­ nın gerekip gerekmediği üzerinde dur­ maya değer bir noktadır.” (Taylor, a.g.y.) Aydınlanma aklının doğup ge­ liştiği ülkelerde bu sorular soruluyor.

Aydınlanma’nın araçsal aklı ka­ pitalist üretimin aklıdır. Bu akıl birkaç temel ayağa dayanır. Üretimde verimli­ lik, işletmede en yüksek kar güdüsü ve bireysel çıkarların herşeyin üstünde tu­ tulması ayaklarına dayanır. Kapitalizm kendisi bunu daha şık bir şekilde şöyle tanımlıyor: “ Cemaatten topluma, üre­ meden üretime, statüden sözleşmeye, gruptan bireye, heyecandan hesapçılığa”

(Touraine, a.g.y.) geçiş araçsal aklı ya­ ratmış, o da bu zeminde kendi hükmünü kurmuştur. “ Her yerde mevcut olan bu AkılcıIaş maya ve bilimle tekniğin harekete geçirici rolüne çağrı, Doğu’da da Batı’da da güçlü bir cazibe merkezi oluşturmuş­ tur. Pekiyi, bugün, heyecandan çok ko r­ ku uyandırmasının nedeni nedir?” “ Ö n­ celikle aklın bu evrenselliğinin... birey­ sel yaşamları yok etmeye yönelik harika bir makine olmasıdır.” (a.g.y.) Aydınlanma’nm araçsal aklı “ bireye özgür­ lük” çağrısı ile yola çıkmıştı; üçyüz yıl sonra aynı akıl “ bireysel yaşamları yok etmeye yönelik harika bir makineye" dönüşmüştür.

NASIL BİR DÖNEMDEN GEÇİYORUZ ? YA DA GÜNÜMÜZÜN İDEOLOJİK TABLOSU İnsanlık büyük bir tarihsel kopuşma dönemine girmiştir. Aydınlanma’nın ve pratikte aydınlanmanın ufkunu aşamamış olan sosyalizmin değerlerinden kopuşuyor. Postmodernizm, bu kopuşma ana­ forunda su yüzünde oluşan köpüklen­ medin Bu kopuşmayı karakterize eden sadece sosyalizmin yıkılması ile ortaya çıkan çöküntü ve kapitalizmde oluşan yaşanmışlığın “ doğal yıpranması” değil, kapitalist merkezlerde belirginleşen tek­ nik, ekonomik ve sosyal değişimlerdir. Bilgi müthiş bir güç haline gelmiş, "yeni ekonomi” doğup hızla büyümüş, eski si­ yaset kanalları çekiciliğini yitirmiş, “ stresi” ne, şimdilik pesimist duruşuna rağ­ men bireyselleşme “ yeni ekonomi” ile yavaşlamak şöyle dursun yeni bir ivme

— 79 —


— yol---------------------------------------kazanmıştır. Dünya ile sanal ilişkisi git­ tikçe artan bireyin, somut ilişkisi ise git­ tikçe daralmaktadır. Chat kanallarında yapılan delice tartışmalar, yüzyüze yapı­ lamayanın sanal kanallarda bir patlayışa dönüşmesidir. İnsanlar arası ilişki yavaş yavaş yeni bir özellik kazanıyor. Somut canlı ilişkilerde daralma, buna karşılık sanal dünyada sonsuz bir yaygınlık; kla­ sik kapitalizm insanı saniyeler arasına sı­ kıştırmıştı, “ yeni ekonomi” ekranlar karşısında “yeniden yaratmaya” soyun­ muş görünüyor. Bu tarihsel kopuşta ideoloji ya da dü­ şünce planında üç özellik öne çıkıyor. Birincisi, ufuk kopması ya da post­ modern deyimle “ büyük anlatılardan” koDuşmadır. A rtık “ büyük anlatılar” bit­ ti mi? İnsanlık “ büyük anlatıların” yaratı­ lış, dağılış ve yeniden yaratılışı ile yasaya geldi. Komün totemi, insanlığın ilk “ bü­ yük anlatı” sıydı; buradan kent tanrılarına geçildi. Her kentin kendi tanrısı, dolayı­ sıyla kendi dünyası vardı. Herodot, “ Tarihi” nde, Homeros ve Hesiodos’un tan­ rıları düzenlediğini ne güzel anlatır: “ Homeros ve Hesiodos,... Yunanlı­ lar için tanrıların soy zincirini tertiple­ yen, tanrıların sıfatlarını, görevlerini, kendilerine özgü niteliklerini belirten, görünüşlerini anlatanlar onlardır.” 51 Bar­ barlar, kentleri işgal ettikçe, kentler kendi kolonilerini yarattıkça bu “ büyük anlatılar” da oradan oraya taşındılar. A ­ tina Kent Medeniyeti’nin artık inişe geç­ tiği, o güne kadar kent medeniyeti için­ deki değerlerin yaratıldığı “ Klasik Altın Çağ” ın son sürecinde, bugünün postmodernistlerini andıran Sofistler ortaya çıktı. Geleneksel ideal, moral ve politik değerlere saldırıya geçtiler. Bunlar olay­

__ 80

ları “ dış görünüşüne dayanarak” açıklı­ yor; bir “ prensibe” gerek duymuyorlar­ dı. Ancak Sofistier’in bu saldırıları bütü­ nüyle yersiz değildi. O günün Atina’sın­ da büyük etki yaratan “Erdemin öğre­ tilebileceği” görüşünü savundular ve böyle davrandılar. Bu, “ doğuştan im ti­ yazlara” karşı bir başkaldırı idi. O günün en önemli, ancak yıpranmaya yüz tu t­ muş değeri, yani “ büyük anlatısı” ateş al­ tına alınmış oluyordu. Ancak Sofistler kendileri yeni bir değer üretmeye so­ yunmadılar. Eğer olayı Sofistler’in öznel niyetlerinden öteye yorumlarsak, artık kent medeniyetleri yeni tarihsel bir ge­ çişin eşiğinde bulunuyor; eski “ büyük anlatılar” “ meşrulaştırıcı gücünü” y itir­ meye başlıyordu. Uzun sancılı süreçler sonucu kent kedeniyetlerinden imparatorluklara ge­ çilince artık her kentin kendine ait tan­ rıları kılığındaki “ büyük anlatılar” tek tanrılığın anlatımı oldu. Kent medeniyet­ lerinin ömrü kadar uzun olmayan impa­ ratorluklar dönemi de kapitalizm kurdu tarafından kemirilmeye başlayınca dağılı­ şa geçti. Bu dönemin en “ büyük anlatısı” tek tanrılı din, mezheplere, tarikatlara bölündü. İmparatorlukların içinde pek çok “ Fetret Devri” yaşandı. Bu karma­ şadan kapitalizmi yaratacak olan Aydın­ lanma büyük anlatısı doğdu. Tarihte her büyük anlatı öznesi, yani taşıyıcısı iradesi ile vardır. Yoksa büyük idealler sadece güzel söylenmiş sözler değildirler. Totemlerin öznesi komün­ dü. Kent tanrılarının öznesi kentlerin “ özgür vatandaşları” idiler. Tek tanrılı dinlerin ilki kabile sınırlarını aşmadığı i­ çin yeterince “ büyük anlatı” olamadı. Roma İmparatorluğu’nun geniş köleleri­ nin sessiz dili Hristiyanlık ise kendi öz­


____ günümüzün ideolojik tablosu___ nesini her tarihsel dönemde değiştire­ rek ve kendisi de değişerek Fransız Devrimi’ne kadar “ büyük anlatı” olarak geldi. İslamiyet ilk ülkücü günlerinden sonra tüm kabilelerin üstünde durmak, kabile yaşamından medeniyete geçmek isteyen Arap Yarımadası’nın bezirgan sı­ nıfının bayrağı oldu. Aydınlanma’nın öz­ nesi burjuvazi, yayıldığı her alana araçsal aklı taşımayı da ihmal etmedi. Sos­ yalizm, Avrupa Kıtası’nı baştan aşağıya saran işçi eylemleri içinden doğdu ve kendisi tüm dünyaya bu “ büyük anlatıyı” yaydı. Günümüzde gerçekten “ büyük anla­ tılar” ömrünü doldurmuş mudur? İnsan­ lık toplum olarak yaşamaya devam ettiği sürece bu olanaksızdır. Ancak bugün sosyalizm deneyinin sonuçlarından dola­ yı bu ufuk insanlığın önünden tümüyle silinmese de çok önemli bir darbe almış­ tır. Kapitalizm ise kendini en yaygın bi­ çimde yaşatırken artık bir “ büyük anlatı” değil, sanki başka anternatifi olmayan bir “ kader” olarak algılanıyor. İnsanlık “ ka­ pitalizmden sosyalizme geçiş çağını” yiti­ rince, çekim etkisinden kopmuş demir tozu tanecikleri gibi dağılışa uğradı. Ka­ pitalizm ise bireyi en yüksek hatta artık oldukça soysuz zirvelere çıkardıkça, ide­ al tanımayan insanlar yarattıkça “ büyük anlatılar” ömrünü doldurmuş görünü­ yor. Evet, Aydınlanma’nın mantık sonuç­ larında ilerleyen kapitalizm ve yine Aydınlanma’nın sınırlarını pratik deneyinde aşamayan sosyalizmin büyük anlatıların­ dan günümüz insanı kopuyor. Eski tü r­ külerin söylenmesi artık “ o güzel gün­ lerdeki” coşkuyu yaratmıyor. Günümü­ zün en temel özelliği budur. Kimse bu gerçeği dikkate almadan ne ideolojik du­ ruş yaratabilir ne de politika yapabilir.

Günümüzün tek ve en büyük anlatısı, insanlar itiraf etmekte biraz zorlansalar da, paradır. Hızla büyüyen dev borsa ta­ pınaklarında milyonlarca insan her gün, her saniye -günde sadece “ beş vakit” de­ ğil- ayin yapıyor. Ancak bir büyük anlatı­ nın bu ölçüde “ basitleşmesi” , bütün mo­ ral büyüsünü yitirmesi, aynı zamanda o­ nun ölüm çanlarının da çalınmaya başlan­ ması anlamına geliyor. Bunun için kapita­ lizm bu çıplaklığı “ insan haklan” pembe tülü ile örtmeye çalışıyor. “ Minareyi ça­ lan kılıfını hazırlar” demişler; ancak bu kadar sivri uçlu mızrak da artık böyle bir pembe örtünün altına sığmıyor. Evet, günümüzün en temel özelliği insanların soyut ideallerin peşinden koş­ mayı bırakmasıdır. Bu kapitalist merkez­ ler için kesinlikle doğrudur. Üçüncü Dünya insanı ise bu dalganın kesin etkisi altına girmiş, ancak hala “ eski” değerle­ rini terkedememiştir. Bu süreç bir de­ rinliğe kadar yaşanacak. Bir anafor ve çözülme döneminden geçiliyor. Toplu­ mun, bireyi yuttuğu süreçlerden bugüne gelindi. Komünle başlayan, çeşitli biçim­ lerden geçerek kapitalist ulusçuluğa ve kaba sosyalist kolektife kadar gelen sü­ reç kapandı. Bireyin isyanı ve zafer bay­ rağını dalgalandırması ile yeni bir döne­ me girildi. Bugüne kadar hep bir ideal ve bir başkası için yaşayan birey, "artık kimse için yaşamayacağım, sadece ken­ dim için yaşayacağım” çığlığını yükseltti. A rtık “ herkesin kendi değerleri” var; dünyayı, toplumu tanımak ve hatta gele­ ceği öngörmek için özel bir “ ideolojik a­ racıya” ihtiyacı yok. Günümüzün parola­ sı budur. İkincisi, moral değerlerde erime ve yeni arayışlardır. R uhunu kaybetmekle yüzyüze gelen insan bunun arayışına gir81


— yol miştir. “ İşte bu anlamda yapılacak dev­ rim manevi bir devrimdir. Geleceğin tartışmaları, insanın dünya ile olan ilişki­ si konusunda yapılacaktır. Bunlar etik tartışmalar olacaktır ve bu sayede bir gün belki de siyaset yeniden doğacaktır; alttan gelen, yerel demokrasiden, bir topluluğun kendini tanımlayışından gelip yukarı doğru yükselen bir süreçten do­ ğacaktır... aklın bağımsızlığını sadece diktatörlerin polisinden değil, bilinçlerin yoksullaşmasından korumak gerekiyor.” (J-M.Guehenno, a.g.y.) Batı’da buna ben­ zer değerlendirmeler çok sık yapılıyor. Bazılarında; “ Maddi olarak çok güçlü, a­ ma manevi olarak çok yoksul olan top­ lumlumuzun gereksinim duyduğu söyle­ nen ‘biraz daha ruha ısrarcı davet” çağ­ rıları bile yapılıyor. (A.Touraine, a.g.y.) Ancak çağrı yapılan ruh yeterince açık değildir. Yeniden tanrılara mı geri dönü­ lecektir; “ eski güzel gelenekler” mi can­ landırılacaktır? İnsan tarihsel gelişiminde böyle davranmamış, tam tersine yeni bir ruha doğru yükselirken eskisini çoğu zaman lanetlemiş, “ putları” kırmış; tek tanrıcılığın uzun yıllarından sonra akıl tanrıya baş kaldırmış, sonra onunla uz­ laşma yolları arasa da bu uzlaşmalar hep tanrının yitirilmesi yönünde gelişmiştir, bu anlamda I9.yüzyılın sonlarında Nietzsche’nin attığı çığlık boşuna değildir. Bu günün o günlerden en önemli farkı bugüne kadar gelen ruh yitirilirken o r­ taya yenisinin çıkmamasıdır. Modern ta­ rikatlar tam bir hastalık yuvası, gelecek­ le ilgili en küçük bir umut taşımayan yoz safahat çevreleridir. Oysa insanlık tari­ hinde doğan her yeni ruh, aynı zaman­ da onu belli ölçülerde geleceğe taşımış­ tır. Yani ruhun basbayağı pratik gelece­ ğe çağrı yanı olmuştur. Bugün ruha çağ­

__ 82

rılar var, ancak ruh ortada yok. Önce kaybedilen ruha bakalım. Me­ zarı başında ağıt yakmaya değen neler var? Konumuz özellikle kapitalist a­ nayurtlar olduğu için önce oradan başla­ yalım. Buralarda hemen hemen erime­ yen moral değer yoktur. Din neredeyse “ yardım kurumlarına” dönüşmüştür; ah­ laki değerler daha çok din içinden çıkıp geldiği için onlar da hızla değişmekte, ancak hep gelip odaklaştıkları nokta “ bi­ reyin kendini gerçekleştirmesi” dir. Kül­ tür, günün temposuna ayak uydurmak­ tan başka yol bulamadığı için, madde çe­ kirdeğinde yüksek hızlarda bir görünüp bir kaybolan parçacıklar gibidir. Üçüncü Dünya’da da aslında durum fazlaca fark­ lı değildir. Oralarda gelenekler ve din hala etkili olsa da hepsi maddi dünyanın temposuna kendilerini uydurmaktan ka­ çınamıyorlar. İslam, kolektif sermaye bi­ riktirme aracına dönüştü; ahlak, eski ge­ lenekle yeni arasında inanılmaz eklektik bozulma ve yozlaşmalara uğruyor; kül­ tür, küreselleşmenin güçlü rüzgarı karşı­ sında bütün otantik yanını yitiriyor. Sos­ yalizmin değerleri ise artık moda olduğu gibi “ ütopya “ olarak anılıyor. Neden maddi zenginlik arttıkça ruh yoksullaşıyor? Bu soru Batı için geçerlidir. Üçüncü Dünya için ise başka bir so­ ru gerekir; maddi yoksulluk neden ruhu kirletip çürütüyor? Tuhaf bir denklem: ruh, madde ile de maddesiz de yapamı­ yor! Ruh bir yerlerden gelip, “ vakit dol­ duğunda” bir yerlere gitmediğine, onu insanlığın kendisi yarattığına göre neden kendi yarattığına bir türlü egemen ola­ mıyor? Ruhun insanlık tarihindeki do­ ğuş ve gelişimine bakınca şu temel bağ­ lantı görülebilir. Maddi yaşamın gerçek­ leştirilmesi sürecinde ilkel komünal top-


____ günümüzün ideolojik tablosu___ lumun kolektif yaşamından doğan ve ko­ lektif eylemi güden ruh, ne kadar gö­ rünmez ve elle tutulmaz olsa da sonun­ da toplumları elle tutulur yersel hedefle­ re yönlendiren ortak davranış kuralla­ rıydı. Ne kadar göksel olsa da ruh, toplumların maddi sorunlarının hep içinde oldu ve onları yönlendirdi. Protestan­ lığın “ Alman tipi kapitalizmin” gelişme­ sinde tartışılmaz belirleyiciliği vardır. Ü­ retimi, çalışmayı, disiplini, ancak çalış­ makla tanrının katına varılacağını öğütle­ yen Protestanlık, iş disiplininin oluşma­ sında tarihin ruhu olmuştur. İslam’ın doğduğu ve ilk yaygınlaştığı topraklarda ise neden kapitalizmin bir türlü genlikli gelişemediğinin sırrı da İslam’ın ru­ hunda yatar. Bezirgan kervanları İs­ lam’a ruhunu vermiş, İslam da onu dünyaya yaymaya soyunmuştur. Üretim­ le arası hiç iyi olmayan İslam, kapitalizm çağında da bu ruhunu uzun süre koru­ muştur. Sonuç olarak, komünün kolektif davranışı içinde gelişip adeta cisimleşen ruh, kendisi yeniden maddi dünyaya dö­ nerek onun tıkanış noktalarında kolektif insan davranışının çimentosu olmuş, in­ sanlığı örtülü biçimlerde de olsa, basba­ yağı maddi hedeflere taşımıştır. Batı’da ruh, insanlığı oldukça yüksek seviyeli maddi bir ortama taşıyınca, aynı zamanda kendi varoluş koşulunu da da­ raltmış oluyordu. A rtık insanlığı maddi zenginliğe taşıyan yüksek teknikli üre­ timdir. Bunun ise ruhu yoktur. Ruh en görünmez yüksekliklere çıktığında bile, insanlığın maddi yöneliş y e isteklerinin elde edilmesinde elle tutulamayan güdücü gücü oluyordu. Ancak Batı insanı ar­ tık belli bir maddi seviyeyi yakaladığı i­ çin, böyle aracılara gerek duymuyor. Bat ı’nın ruhtan kopuşu adeta ruhun do­

ğal ölümü gibidir. Fakat Üçüncü Dünya’da tablo tamamen başkadır. O dünyanın ruhu, insanlarını bir türlü maddi hedef­ lere vardıramamıştır. Vardıramadıkça, değerini yitirmiş, bu değer yitimini ise i­ yice katılaşarak korumaya çalışmış, sos­ yal yaşamı sarmalayan ölü bir kabuğa dönüşmüştür. Bu kabuk kırılmadığı için en büyük hayasızlıklar hep “ kitabına uy­ durulmuş” , böylece ruh da insan da çü­ rümüştür. İçi çürüyen, daha çok kabuğu kalan Üçüncü Dünya’daki ruh henüz ölmemişse de kendisini de insanını da felç­ li yatalak hale getirmiştir. Teknik ve ser­ mayenin her saldırısında bu ölü kabuk çatlar, ancak çok geçmeden onu da ken­ dine benzeterek yeniden kendi üstüne kapanır. Batı ruhunu kaybettiği için ruh çağırıyor; Doğu bir türlü kurtula­ madığı ruhla artık iyice kirlenen boğuş­ masına devam^diyor. Batı’da maddi çı­ karlar artık örtüsüzdür, insanlık belli öl­ çülerde bu çıplaklığın tedirginliğini yaşı­ yor; Doğu’da hala en sefil çıkarlar bile ruhun alacalı göz boyayıcı şalları ile örtüldüğü için herşey birbirine karışıyor. Ruh eskiden hiç değilse en genel sosyal çıkarların görünmez eli, güdücüsüydü. Bugün özellikle Doğu’da artık bireylerin, çıkar gruplarının oyuncağı oluyor. Batı ruh çağırıyor. Ancak biraz dik­ katli bakınca eski ruhların çağırılmadığı görülebilir. Fakat biraz daha dikkatli ba­ kılınca henüz hangi ruhun çağırıldığı da belli değildir. Dolayısıyla bu ayinde is­ tenmeyen bir ruh da çıkıp gelebilir. Bi­ reyselliğin geldiği insan ilişkilerini kopa­ ran boyut; bilimsel teknik gelişimin orta­ ya çıkardığı muazzam gücün denetimi sorunu; “araçsal aklın yaşamlarımızı e­ le geçirmesi” , özel dünyalardan ruhu kovması ve hepsinden önemlisi değişi­ --------------------------------------------- 83 —


— yol---------------------------------------min hızı hiçbir ruha tutunma zemini bı­ rakmıyor. Herşey daha ortaya çıkarken yaşlanıyor ve kayboluyor. Batı’nın ruh çağırma ayininde aslında istenmeyen bir ruh çoktan çıkagelmiştir. Postmodernizmin ruhu, eskinin ruhlarından bir eklektik yamalı bohça öneriyor. Her türlü ruha “ özgürlük” is­ tiyor. Ancak insanlık kadar eski, fakat bir o kadar da değerli olan bir moral de­ ğere, “ bir dava uğruna davranma” yüce­ lişine kapılarını kapıyor. Onlara göre in­ sanlığın başına ne geldi ise bundan gel­ miştir. Ancak insanlığın başına uzun ta­ rihsel yaşamında sadece “ kötü şeyler” gelmemiştir. İnsanın, komün kültüründe doğup çeşitli biçimlerde bugünlere ka­ dar gelen bu davranış değeri olmasaydı, mağarasında ateşinin önünde dünyayı hala korkulu gözlerle seyrediyor olurdu. Üçüncüsü, insanlığın düşünce siste­ minde yaşanan salınımdır. Günümüzün en ayırdedici özelliklerinden birisi insan­ lığın düşünce yapısında maddeden ru­ ha doğru yaşanan salınımdır. Diyalektik tarihsel materyalizmin doğuşundan he­ men hemen yüzelli yıl sonra bir kez da­ ha düşüncenin maddeden kopuşu yaşa­ nıyor. Düşünce, maddenin çevreleyici, sınırlayıcı parmaklıklarından geçip başı­ boş özgürleşmek istiyor. Bu gerçekliğin karşısında sadece tarihsel maddeci gö­ rüşleri tekrarlamak ya da bu dalgaya ka­ pılarak özgür düşünce “ oyunları” ile sar­ hoş olmak günümüzün sorunlarını açık­ lamakta aydınlatıcı olmuyor. Metafizik düşünce neden bilimdeki bunca gelişme­ lere rağmen ölmedi? Buna iki düzeyde bazı açıklamalar ge­ tirilebilir. İlki genel olarak, bilgi edinme­ nin sonsuz bir süreç olmasındadır. Her

__ 84

bilgi yeni bir bilinmezin sınırında durur. Ve bu gelişim doğru bir çizgi gibi tuğla üstüne tuğla koyarak değil, sarsıntılarla, teorik çöküş ve yeniden doğuşlarla yü­ rüyor. Bilinmeyen dünyadan, tamamlan­ dığını sandığımız düşünce sistemlerine gelen saldırılar, insan düşüncesinde kaçı­ nılmaz sarsıntılar yaratıyor. “ Şüphe dü­ şüncemizin bekçisidir” . Ancak bilimin kendisinden şüphelenmek, bilgi edinme sürecinden kopmak tamamen ayrı olgu­ lardır. Postmodern düşünce bu çizginin öte tarafına geçmiştir. Bilinen ve bilin­ meyenin diyalektik döğüşünün yarattığı anaforlar zaman zaman maddeci olma­ yan düşünceleri yüzeye çıkartacaktır. Ö te yandan, bu genel sürecin çok ö ­ zel durakları yaşanabilir. Teori ve prati­ ğin büyük tarihsel hesaplaşmaları düşün­ celerde böyle salınımlar yaratabilir. Bun­ ları “ kafir” ilan etmek yetmez, olaylarca kanıtlamak gerekir. İnsanlık tarihi teori ve pratiğin hesaplaşmaları ile yüklüdür. Aslında bu hergün olan iş, kendini bilinç­ lere özel süreçlerin fırtınalı patlamaları ile duyurur. İnsanlık bilinci, her küçük birikimi algılayacak ve müdahale edecek yüksek seviyelere ulaşamadığı ölçüde, teori ve pratiğin tarihsel hesaplaşmala­ rından çıkıp gelecek bu patlamaları yaşa­ maya yazgılıdır. Bu “ kader” den “ iki üç formülle” kurtuluş yoktur. Düşünce ve pratiğin hesaplaşmalarının tarihi aynı za­ manda insanlık tarihidir. Konumuz açı­ sından birkaç sivri hesaplaşmaya değin­ mekle yetinmek zorundayız. Totem ler­ den kent tanrılarına geçiş; kentler -me­ deniyetler- arası savaş pratiği ile tek tan­ rıcılığa geçiş; imparatorlukların dağılma sürecince tek tanrıcılığın mezhepleşmesi ve hatta tarikatlaşması ile aklın yüceltilmesine, onun mutlak tinle zirveleş-


____ günümüzün ideolojik tablosu___ meşinden sonra sonsuz değişim dünya­ sına, diyalektik maddeci düşünceye ge­ çiş, insanlık tarihinde teori ve pratiğin büyük hesaplaşmalarıdır. Günümüz dünyasında neler oluyor? “ 20.yüzyılın ikinci yarısına egemen olan, kuramla pratiğin kopmasıdır... Seksenli yıllar, pratiğin kuramdan, teknik-ekonomik alanların toplumsal-kültürel alanlar­ dan, başarının eleştiriden intikamını aldı­ ğı yıllardır. Dönem, eski ilerlemeciliğin zayıf düşmüş varisi olan eleştirel düşün­ cenin yerini klasik modernlik düşüncesi­ nin yıkımını tamamlayan yeni-liberal ve postm odernist düşüncelere bıraktığı dönemdir.” (A.Touraine, a.g.y.) Kuram ve pratiğin kopmaya başladığı yılları biraz daha derin ele alırsak bunun iki emperyalist savaş arası yıllarda uç verdiğini söyleyebiliriz. Demokrasi vaad eden kapitalizm insanlığın yaşadığı en vahşi düzeni, faşizmi yaratmıştı. Öte yandan, Batı’da proletarya yenilgi üstüne yenilgi alıyor ve devrim dalgası öngörü­ lerin tersine gittikçe Doğu’ya kayıyordu. Bilim alanında ise, Newton’un akıllı uslu kütlelerinden Kuantum Fiziği’nin “ deli” parçacıklarına geçiliyordu. Bu dönem­ den başlayarak -Frankfurt Okulu bir sembol olarak ele alınabilir- teori pra­ tikten kopmaya başladı. Ardından gelen her düşünce akımı bu yönde derinleşti, sonunda hepsi birden postmodernizm ana ırmağını meydana getiren derecikler olarak tarihteki yerlerini aldılar. Seksen­ li yıllar gerçekten, bu kadar birikimden sonra, “ pratiğin kuramdan intikam aldığı yıllar” oldu. Günümüz dünyasında teori ve pratik büyük bir. ^hesaplaşmaya girmiştir. Ne bundan kaçınmak mümkündür ne bu

büyük hesaplaşmada eski formülleri tek­ rarlamak sonuç alıcıdır. Postmodernizmin tümüyle bir saçmalık olarak algılan­ masının büyük bir hata olduğunu vurgu­ lamıştık. O, yaşanan büyük hesaplaşma­ nın olgunlaşan ¡Ikxaundunun ürünüdür. Postmodernizm “ maddi koşulların” sınırlayıcılığından ve bu koşullara göre şe­ killenmiş düşünceden, “ teori terörü” çığlığını atarak kopuşmak isterken aslın­ da maddeci bir zemindedir. Çünkü yaşa­ nan bir olguyu, teorinin artık pratiği a­ çıklamadığını vurguluyordu. Ancak yılla­ rın yarattığı birikim öyle bir patlamaya ulaştı ki barut kovanı fazla doldurulmuş bir mermi gibi kendisini tüm teorilerin ve hatta bilimin inkarına kadar götürdü. Ancak her merminin, boşlukta yol almı­ yorsa, bir menzili vardır. Postmoder­ nizm de ilk hızını aldıktan ve belli bir te­ pe noktasına çıktıktan sonra artık hafif bir meyille inişe geçmiştir. Bu gelişme karşısında “ maddeci dün­ ya görüşü” ne yapıyordu? Bir dönemin koşullarında elde edilmiş teorik düşünce sistemleri ile postmodernizme doğru a­ kan düşünceleri lanetlemekle yetiniyor­ du. Kendisini Marx-Engels, Lenin’den, daha çok da Stalin’den, Mao’dan, hatta Enver Hoca’dan çıkarıp şablonlaştırdığı düşüncelerle sınırlarken, buna uymayan­ ları şablona göre kesip biçiyordu. Oysa bütün bu sancılar bir dönemin olayları güden teorisinin artık olaylar tarafından kemirilmesinden doğuyor; bu gerçeklik kavranmadıkça ve bunun gerekleri yapıl­ madıkça maddeci dünya görüşü de iddi­ alarının tam tersine davranarak, pratiği açıklamayan bir düşünce kabuğunun içi­ ne kendini hapsediyordu. Bunun en bü­ yük ve trajik uygulanışı bir dönemden sonraki Sovyet iktidarıdır. Sovyet dü­ --------------------------------------------- 85 —


yol

şüncesi sanıldığı gibi “ ekonomist ve kaba determinist” değildi; tam tersine sonuna kadar iradecidir. “ Doğru” , “ bilimsel te­ mellere dayanan” politbüro kararları ile belirlendiği ve kimsenin, hatta olayların bile bu kararları “ yalanlama hakkı” ol­ madığı için, çok açık bir şekilde idealiz­ min çekici, ancak kör dünyasına düş­ müştü. Pratik nereye akarsa aksın “ doğ­ ru” bu akışlara fazlaca aldırış etmiyordu. Göksel bir gücü de olmadığı için, sosya­ list düşüncenin bu ülkelerde bu kadar kolay çöküşü başka nasıl açıklanabilir? Teori, pratik olaylar tarafından zorlan­ dıkça, kendisiyle hesaplaşmak yerine, kendi üstüne kırılmaz sandığı zırhlar gi­ yindi. En küçük düşünce farklılıkları “ sapma” yıldırımlarıyla yok edildi. Ancak toplumun altbilincinde derin kanallarda biriktiği, hiçbir şekilde yok olmadığı, yı­ kılış sırasındaki histerik patlamalarda gö­ rüldü. Lenin ve Stalin’in heykelleri par­ çalanarak intikam ayinleri yapıldı. Ancak onların yerine ne Yeltsin’in ne de Clinton’ın heykellerini dikemediler. Postmodernizm, pratikten en az elli yıldır adım adım kopan teorinin çocuğu­ dur. Onun için teoriye düşmandır; gün­ lük pratiğin içinde oynamayı sever. Bu çocuğun doğumuna “ maddeci dünya gö­ rüşünü” savunduğunu iddia eden bizler az el vermedik. Karşımıza sevimli yanları da olan, ancak daha çok ucubeyi andıran bir yaratık çıkınca öfkelenmek boşuna! Şimdi bir yüksek noktaya çıkıp “ teo­ ri doğruydu, yanlış olan pratiktir” diye fetva verdiğimizde, Kuantum’un “ deli” parçacıkları gibi kıpır kıpır olan, günü­ müz toplumunun “ kendine ait değerle­ ri” ile akıp giden bireylerini kıkır kıkır güldürürüz. Bir teorinin doğrulanmasın­ da hükmü pratik verir. Ancak bu hüküm __ 86

sanıldığı ölçüde basit ve kolay işlemez. Bu soruna her türlü kolaycı yaklaşım maddeci düşünceyi, bilinmezliğin sonsuz alanından güç alan madde ötesi düşünce alanına savurur. Olgular üstünde konuşamıyorsak, teorinin kabuğu içinde dola­ nıp dururuz. Dünün maddi koşulların­ dan da çıkmış olsa bu teori, pratikle bes­ lenmiyorsa artık ölü bir ruha (bede­ ninden kopmuş bir ruha) dönüşmüştür. Maddeci düşünce kökenli pek çok sos­ yalistin bugün, sonuna kadar maddi olan günümüz dünyasında, "sosyalizm ütop­ yasından söz etmeleri, kulağa hoş gelse de bir çağ eşiğinde olan dünyamızdaki teori ve pratiğin büyük hesaplaşmasın­ dan kaçışın bir işaretidir. “ Bilimsel sos­ yalizmden” yeniden “ ütopyaya” geri döndü isek en azından bu dönüş “ bilim­ sel” olarak açıklanmalıdır. Dönüş değilse neden “ ütopya” , dönüşse ve açıklayamıyorsak o zaman “ bilimsel” açıklamalara itibar etmeyen postmodernistlerle aynı bahçede dolaşıyoruz demektir. Teori ve pratiğin tarihsel bir hesap­ laşma döneminden geçiyoruz. Böyle günlerde düşüncenin maddeden kopma­ sı, bir yanı ile onun gelişim özelliğinden kaynaklanıyor. Ancak böyle günler aynı zamanda, düşüncenin madde içindeki yolculuğunun derinleşme günleridir. Maddi dünya yeni sırlarını henüz yete­ rince ele vermiyor. Tam yorumlanamayan izler bırakarak, düşünceye de fazla­ ca aldırış etmeden akıp gidiyor. Usta av­ cılar gibi izleri iyi takip etmekten ve ye­ ni sırları ele geçirmekten başka yol yok!

SONUÇ Postmodernizmin söylemlerine ba­


____ günümüzün ideolojik tablosu___ karsak Aydınlanma ile başlayan tarihsel dönem kapanmaktadır. Ancak bunu söy­ lemek bir anlamda onun yarattıklarından kopuşmak anlamına gelir. Araçsal akıl bir kenara mı bırakılacaktır? Kapitalizm tükenmeden onun sınırları içinde araç­ sal aklı terketmek mümkün müdür? Tekniğin dehşetli gücünden ve belirleyi­ ciliğinden nasıl kopuşulabilir? Solmaya yüz tutan Batı demokrasilerinin yerini siyasal olarak ne alacaktır? En önemlisi, Aydınlanma’nın en önemli ürünü birey­ den vazgeçmek mümkün müdür? Bütün bunlara karşı 20.yüzyılın başla­ rında insanlık sosyalizm bayrağı altında büyük bir saldırı başlatmıştı. Ancak ken­ disi de Aydınlanma’nın ufkunu aşamadığı için ona yenik düştü. Postmodernizm, deyim yerindeyse Aydınlanma’dan “ kişi­ sel” bir kopuştur. Bireyi kutsadığı, onun kendi kozası içindeki yaşamını “ tek mut­ luluk” olarak gördüğü için postmoder­ nizm, Aydınlanma’nın değerleri ile “ top­ lumsal bir hesaplaşmaya” yönelmez, bi­ reysel mevzilerde konumlanmayı tercih eder. Devekuşu örneğindeki gibi! Eğer bir dönemin kapanmasından söz edebilirsek, bu soruna ister istemez kapitalizm içindeki sınıflar mücadelesi ı­ şığından bakmak zorundayız. Birey iste­ diği denli kendisini kozasına kapatsın ya da Nietzsche gibi sokaklara çıkıp “ tanrı öldü” diyerek “ üst insan” çağrısı yapsın, tarihin zembereği, çıkar çatışmalarının yarattığı gerilimle sınıflar mücadelesi ü­ zerinden akıyor. Bu noktadan baktığı­ mızda gerçekten kapanan bir dönem gö­ rebiliyoruz. Sınıflar savaşının I8.yüzyılla başlayan dönemi sosyalizmin çöküşü ve “ yeni ekonom f’nin doğuşu ile kapanmış­ tır.

Yeni bir dalga gelecek mi? Kapitaliz­ min sınıf, zümre ve tabakaların çıkarları üzerine oturan ve derinleşen gerilimi, si­ hirli bir değnekle yok edilemediği müd­ detçe yeni bir dalga kaçınılmazdır. Nasıl gelecek? Hangi yeni giysileri ile tarih sahnesine çıkacaktır? Eskinin basit bir tekrarı olmayacağı yeterince açıktır. An­ cak “ nasıl” sorusuna da bugün doyurucu bir cevap bulamayız. Yaşamın zengin im­ kanlarını henüz ipuçlarının silik olduğu bugünden “ öngörmek” neredeyse im­ kansızdır. Ancak bu dalganın küreselleş­ menin çözülmesi ile geleceğini söyleye­ biliriz. Günümüzün ideolojik tablosunun birkaç belirgin özelliği vardır. Postmodernizmin iddia ettiği gibi “ büyük anlatı­ lar” ölmemiştir. Tam tersine bugün, ka­ pitalist merkezlerin çok “ büyük bir anla­ tısı” vardır; o da küreselleşmedir. Kapi­ talist gelişimin kazandığı yeni hız ve özel­ liklerle dünyanın fethedilmesi, “ insan hakları” nın çekici ve göz alıcı örtüsü ile sürdürülmeye çalışılıyor. En zehirli man­ tarlar göz kamaştırıcı renklere sahiptir. Öte yandan, kapitalist anayurtlardaki halkların gerçekten bir “ büyük anlatısı” yoktur. Dibe çöken bir eriyik gibi hare­ ketsizler. Son süreçteki gelişmeler bar­ dağı biraz bulandırmaya başlamış olsa da, henüz düşünce alanında “ sadece kendini yaşama” kültüründen bir kopuşma yoktur. Eski sosyalist ülke halkları geride bı­ raktıkları sosyalizm deneyi ile bugünün postmodern yaşamı arasında yavaş işle­ yen, ancak gittikçe derinleşen bir hesap­ laşma içindeler. Postmodernizmi en vahşi biçimiyle yaşıyorlar. Çünkü “ sade­ ce kendileri için” yaşama imkanları yok-

87 —


— yol------- — ----------------------------tur, ancak böyle yaşamaya zorlanıyorlar. Küreselleşme, sosyalizmin bu eski top ­ raklarında derin çatlaklar yaratarak iler­ liyor, ancak bu fay kırılmalarından henüz ortaya yeni bir enerji çıkmıyor. Fakat öyle bir ortam şekilleniyor ki “ büyük an­ latıların” en vahşilerinin dahi tohum tu ­ tacağı bir topraktır. Üçüncü Dünya, küreselleşmenin ma­ yın tarlasıdır. Bunu kendileri söylüyor. “ Bir süredir medya etnik ve dini çelişki­ lere dayalı kargaşa ve ayaklanmalardan söz etmeye devam ediyor. Bu çatışmalar çoğalırsa, hergün daha fazla alan (N ijer­ ya’dan Hindistan’a ve Brezilya’ya) yönetilemez hale gelecektir.” ” Bilgi ve tekniğin kazandığı olağanüstü güç, borsalarda hergün artan kumar ayi­ ni, kapitalist özel mülkiyetin özgürlük sı­ nırlarını zorluyor. Fırtına gibi dünyayı dolaşan özelleştirmeler özel mülkiyetin mezarını kazıyor. Mezar ne kadar derin kazılırsa o kadar iyi olur. Bütün bu geliş­ meler “ zorbalığa dönen” ilerlemeyi sor­ gulama sandalyesine oturtuyor. Rasyo­ nalizm, yani kapitalizmin araçsal aklı kendini yaratan insanı değersizleştiriyor. Dinamitleşen bu çelişkiler kendini “ in­ san hakları” sözleri olarak açığa vuru­ yor. Demek ki kapitalizm olayların zo­ ruyla en zayıf olduğu alana çekiliyor. Böyle bir ortamda daha fazla ruh çağrıları yapılıyor. Belli ki, yapılan ruh çağrılarının altında yitirilme tehlikesi i­ le karşı karşıya olan insan vardır. Ancak geleceğin insanı bügünkü insan olmaya­ caktır. Öyleyse ruh çağırmalar neye karşılık gelebilir? İnsanlığın yeni bir sınıflar mücadelesi döneminin eşiğinde olduğunu söyledik. Ancak her dikkatli bakan gözün görebi­ ___ 88 _______________________________

leceği gibi işçi sınıfı büyük bir yapısal de­ ğişime uğramıştır. Daha da öteye tarih sahnesinde bundan önceki yüzyılda sa­ hip olduğu konumu yitirmiştir. Sosyaliz­ min “ öznesi” erozyona uğrayınca sanki sosyalizm “ büyük anlatısı” da buharlaşıp gitmiştir. Bilimsel sosyalizmin insanlığın gelişim kanunları ile ilgili hükümleri ve kapitalizmin bir türlü kaçınamadığı çeliş­ kileri ile ilgili tesbitleri bütün canlılığı ile hükmünü yürütüyor. Ancak sosyalizmin canlı taşıyıcısı ve iradesi dünyanın üçte birinde kazandığı iktidarı yitirmiş; kapi­ talist merkezlerde ise büyük bir değişi­ me uğramaktadır. Postmodern dünyadan, önce tarihe, sonra da geleceğe bakarsak burada sınıf­ lar mücadelesi ile ilgili bir T E Z ileri sür­ mek kaçınılmaz hale geliyor. Tarihin motoru sınıflar mücadelesi­ dir. Bu mücadele, ömrü dolan toplumsal düzenlerin yıkılışını ve yeni genç top ­ lumsal düzenlerin doğuşunu hazırlamış­ tır. Bugünden bakınca daha açık olarak görünen ise şudur: Bir düzen içinde ege­ men ve ezilen sınıflar saflaşmasında, dü­ zenin klasik karşıt sınıflarından ezilen sı­ nıf, sadece kendisi, iktidarı alarak kendi­ ni egemen konumuna yükseltememiştir. Düzenin klasik karşıt sınıfları dışından bir başka sınıf bunu başarmıştır. Köleci Kent Medeniyetleri’nde hiçbir zaman köleler iktidarlaşamadılar. Dışarı­ dan barbar akınları bu medeniyetleri yıktı ve barbar şefleri yeni egemenler ol­ du, derebeyleştiler. Derebeylik düzeni­ nin klasik karşıt sınıflarından serfler ya da daha genel olarak söylersek köylülük yine hiçbir zaman iktidarlaşamadı, adeta derebeylerin ve köylülerin bozunmasından, çözünmesinden doğan yeni bir sınıf;


____günümüzün ideolojik tablosu___ burjuvazi iktidarlaştı. İşçi sınıfı bu alınyazısını kırmış göründü. Cılız burjuvaziyi siyasal olarak altettiği ülkelerde, maddi ve moral olarak kapitalizmi anlamsızlaştıracak bir düzen yaratamadığı için çö­ züldü. Tezin derinleştirilmesi bu yazının konusu olmadığı için konumuza döne­ lim. Kapitalizmle yaşıt burjuvazi ve işçi sınıfı mücadelesinin klasik dönemi ka­ panmıştır. Bu mücadele hem kapitalizmi belli yönleri ile değiştirmiş hem de işçi sınıfını yapısal bir değişime uğratmıştır. İşçi sınıfının bir kesimi üretim tekniğinin içine daha fazla çekiliyor; ondan kasla­ rından öteye yaratıcı düşüncesi isteni­ yor. Yeni teknik gelişimler hem insan yaratıcılığını kışkırtıyor hem de burjuva­ zinin egemenlik güdüsü ile yaratıcılığın önü kesiliyor. Başka bir söylenişle, kapi­ talizmin araçsal aklı kendi sınırlarını zorlayan ve tahrip eden yaratıcılığın ze­ minini döşüyor; öte yandan aynı araç­ sal akıl ikiyüz yıllık refleksleri ile yaratı­ cılığı kuşatıyor, solduruyor. Eğer bütün bu gelişmeler çölde görünen bir serap değilse, bu çelişki derinleşerek kendi hükmünü icra edecektir.

bireysel yaratıcılığın “ karmaşasından” kolektif bir gücü ancak Aydınlanma uf­ kunu aşmış bir sosyalizm ortaya çıkarta­ bilir. İnsanlık bu sancılı sürecin eşiğinde­ dir. Henüz bir yeşerip bir yolunan filiz­ ler var ortada; ancak geleceğin ruhu insan düşüncesinin yaratıcı rahmine düş­ müştür. Nisan-Mayıs 2 00 0

Yeniden günümüzde yapılan ruh çağrılarına dönelim. Geleceğin ruhu; insan yaratıcılığının “ imtiyaz” ol­ maktan çıkması ve yüceltilmesidir. Yara­ tıcılıktan kastımız, elbetteki “ dahiyane buluşlar” değildir. Zaten buluşlar belli anlamda sıradanlaştıkça, artık eskisi gibi dahi isimler pek duyulmuyor. Üretim ve yaşamın her alanına, bilgi gücü ile donan­ mış insanın yaratıcı iradi müdahalesidir. Bu süreç kendi kozasına kapanan bireyin akılcı kabuğunu da kıracaktır.

Araçsal aklın herkesi düzene sok­ tuğu bir dünya yerine ne karmaşık bir dünya! Ancak bir o kadar da zengin! Bu

89 —


— yol--------------------------------------

Dipnotlar 1. A le x Callinicos, “ Against Postm oder­ nism” 2. D arryl Jarvis, “ Postmodernism: A C ri­ tical Typology” , Politics & Society, M art

27. J-F. Lyotard, a.g.y. 28. John Murphy, a.g.y. 29. Paul Feyerabend, a.g.y. 30. John Murphy, a.g.y.

‘98

3 1. R. Bologh, L.Mell, a.g.y

3. Immanuel Kant, “ Seçilmiş Yazılar”

32. Madan Sarup, a.g.y.

4. Madan Sarup, “ Post-Yapısalcılık ve P ostm odernizm ”

33. Madan Sarup, a.g.y.

5. Jean-Francois Lyotard, “ Postmodern

dernism” , T h e o ry and Society ‘92

D u ru m ” 6. Paul Feyerabend, “ Akla Veda” 7. John M urphy, “ Postm odern T o p lu m ­ sal Analiz...” 8. D arryl Jarvis, a.g.y. 9. Alain Touraine, “ Modernliğin Eleştirisi”

34. Sharon Zukin, “ A Forum on Postm o­

35. Eugane Lunn, “ Marksizm ve M odernizm” 36. Alain Touraine, a.g.y. 37. Bryan Magee, “ Yeni Düşün A dam ları” 38. Aziz Çalışlar, “ Çağdaş Felsefe”

10. Agnes H eller, Ference Feher, “ Post­

39. Bryan Magge, a.g.y.

m odern P olitik D u ru m ”

40. A n th o n y de Crepigny, “ Çağdaş Siya­

I I . Agnes H eller, a.g.y.

set Felsefecileri”

12. Madan Sarup, a.g.y.

41. A n to n io Gramsci, “ Hapishane D ef­

13. D a rryl Jarvis, a.g.y.

te rle ri”

14. Madan Sarup, a.g.y.

42. Louis Althusser, “ İdeoloji ve D evle­

15. Agnes H eller, a.g.y.

tin İdeolojik A yg ıtla rı”

16. Alain Touraine, a.g.y.

43. Ayşegül Yüksel, “ Yapısalcılık ve Bir

17. Jean-Marie Guehenno, “ D em okrasi­

Uygulama”

nin Sonu”

44. Bryan Magge, a.g.y.

18. Lyotard, a.g.y.

45. Max Planck, “ M odern Doğa Anlayışı

19. John Murphy, a.g.y.

ve Kuantum T e o ris i’ne G iriş”

20. Bakunin, (A kt., Paul Feyerabend, “ A kla Veda” )

46. W e rn e r Heisenberg, “ D e te rm in izm ­

21. Paul Feyerabend, a.g.y.

47. Paul Feyerabend, a.g.y.

22. John Murphy, a.g.y. 23. C h risto p h e r N o rri, “ T ru th , Science and the G ro w th o f Knowledge” , N ew Left Rewiew, Nisan ‘95

den Olasılığa D o ğ ru ”

48. W . Heisenberg, a.g.y. 49. Richard P. Feynman, “ Kuantum Ele ktro -D ina m iğ i” 50. Marshall-D.Zohar, “ W h o ’s A fraid o f

24. R. Bologh, L. Mell, “ Modernism, Post­ modernism and the N ew W o rld ( D is o r ­

Schrödinger’s Cat?”

der, C ritical Sociology ‘94-2

51. H erodotos, “ H e ro d o t T a rih i”

25. John Murphy, a.g.y.

52. R obert Kaplan, “ The C om ing A ­

26. Paul Feyerabend, a.g.y.

narchy” , A tla n tic M onthly ‘94

__ 90


Ayşe Tansever

DAVOS'TAN DAĞ GÖRÜNTÜLERİ Ocak ayı sonunda İsviçre’nin küçük, ama son derece modern dağ kasabası Davos’da dünyanın 2000’ine yakın finans kapital çevresi ve içlerinde 400 tane Ü­ çüncü Dünya Ülkesi lideri geleneksel yıl­ lık toplantılarını yaptılar. A rtık bu toplantılar dünya finans ka­ pital çevrelerinin sessizce bir araya gel­ diği, dünya sorunlarını tartıştıkları bir o­ lay olmaktan uzaklaşıp dünya gündemi­ nin baş sıralarını işgal eder olmaya baş­ ladı. Nedeni de açıktır. Burada tartışı­ lanlar finans kapital çevrelerinin dünya görüşleridir. Bu çevrelerin ihtiyaçları, düşünceleri, özlemleridir. Buraya gelip ortak bir davranış modeli belirlemeye çalışırlar. Devlet önde gelenleri ile eko­ nominin önde gelenleri sermayesinden finansına hepsi birbirleriyle tanışırlar, konuşurlar, kaynaşırlar. Yine burada sermaye çevreleri Üçüncü Dünya Ülke­ leri devlet ileri gelenleri ile tanışırlar. Onlarla kaynaşırlar. Yani kısacası dünya­ mızın o yıl nasıl bir ekonomi politikası çizmesi gerektiği ortak toplantılar sonu­ cu kaba hatlarıyla ortaya çıkmaya başlar. Ama artık bunlar sessiz olarak yapılamı­ yor. Her geçen yıl bir öncekinden daha çok kişi ilgi duyuyor. Kimler geldi? Ne­ ler konuşuldu, tartışıldı? Dünyamız bu yıl nasıl bir şekil alacak? Bunun ip uçları neler? Açıkçası dünya insanının kaderi belki de bir ölçüde burada çiziliyor. Sı­ nıflı dünyamızın finans kapital cephesinin yönelişleri, düşünceleri burada belirleni­

yor. Ama bunların uygulanması diğer sı­ nıfın davranışlarıyla çeşitli değişiklikler gösteriyor. 2001 Davos Toplantısı’nın bundan böyle hiçbir zaman eskisi gibi olmayaca­ ğı söylendi. Eskisi neydi de yenisi ne ol­ mayacak? ‘Davos 2001 Toplantısı’nda yanıttan çok soru vardı’ dendi. ‘O rtalık­ ta belirsizlik vardı’ dendi. ‘Kimse ne ola­ cağını bilmiyor, sorular soruluyor, kim­ se yanıt veremiyor’ dendi. Buna bağlı o­ larak herkesin bir beklenti içinde olduğu vurgulandı. Ayrıca eskisinden farklı ola­ rak teknoloji yerine ekonomi ağırlıklı olduğu söylendi. ‘Silahlanma konuşuldu’ dendi. Bu açıklamalardan kesin olarak çıkan şudur. Dünya finans kapital çevre­ leri bir belirsizlik içindedir. Bir beklenti içindedir. Ekonomik hat az çok bellidir, ama politik durum ne olacaktır? Var o­ lan sorunlar herkesin gözü önündedir. Bunlar nasıl, kim tarafından çözülecek­ tir? Ayrıca çözülebilecek midir? Bu belirsizlikler elbette bazı belirli şeylerin sonucu doğmaktadır. Başta bi­ linen ABD’de iktidar değişikliği ve bu­ nun dünyamıza getireceği kesin olan de­ ğişikliklerdir. VV.Bush iktidarının, Clinton’un şimdiye kadar yürüttüğünden farklı bir politika izleyeceği kesindir. Nasıl bir politika olacaktır bu? ABD ’nin yeni ekonomi politikası dünyamızın yü­ zünü yasıl değiştirecektir? Bush ekibi ik­ tidara yeni oturduğu için Davos toplan­ tılarına katılmadı. Onun içinde herşey


— yol---------------------------------------bir bilmece olarak kaldı. Ama sorun Bush’un nasıl bir politika izleyeceğinin büyük bir bilinmezlik olmasından çok bunun ne derece ve hangi dozda uygula­ nacağıydı. Ve Bush politikası soğuk sava­ şın bitimi yani sosyalizmin yıkılmasından sonraki ilk on yıldan çıkarılan dersler ve dünya tablosu üstüne oturuyordu. O bakımdan belirsizlik daha da çetindi.

DÜNYAMIZIN POLİTİK GÖRÜN­ TÜSÜ Bush’un seçim propagandalarında söylediklerinden de yola çıkarak dünya­ mız bugün ABD güdümünden kopma sürecindedir. Sovyetler Birliği çökünce ortada tek bir süper güç ABD kaldı. A ­ ma hemen şu anlaşıldı. İki süpergüç var­ ken ya birinin dediği ya diğerinin dediği oluyordu. Buradan kalkarak tek süper güç oluncada sırf onun dediği olacak di­ ye düz bir mantık olamazdı. Tek süper güçlü dünyamız eskisinden daha karma­ şık sorunlarla doluydu. Körfez Savaşı bunun ilk denemesiydi. Bütün dünya Saddam’a karşı birleştirilemedi. Diğer merkezler zorla, ancak bir ay ABD silah­ lı güçlerinin arkasında durabildiler. Yani o günden başlayarak dünyamızın yeni tablosu çizilmeye başladı. Bugün dünyamız çok kişinin de be­ lirttiği gibi çok merkezli bir döneme gir­ miştir. A rtık kimsenin ABD’yi pek dinle­ diği yoktur. Herkes kendi çıkarı peşin­ dedir. Çıkar ilişkileri dünyamızı parçala­ mıştır. ABD hiçbir yerde kendi çıkarları­ nı dayatamamaktadır. Askeri olarak dünyanın süperi olmasına rağmen bu gü­ cü de çıkarlarını dayatmaya yetmemek­ tedir. Bush’a göre bu Clinton’ın dış po­ __ 92

litika hatasıdır. ABD saygınlığını yitirmiş­ tir. Ambargolar sökmüyor. Irak, Iran, Libya ambargolarını geçtik, Kuzey Kore, Küba ambargolarının bile adı var, sanı yoktur. Saddam bitmemiş bir savaştır. Ya da Saddam savaşı kazanmıştır. Yu­ goslavya’da da savaşı Milosoviç kazan­ mıştır. Afrika’da Ruanda’dan ABD as­ kerleri apar topar çıktılar. Ve de bir da­ ha dönmeyi ağızlarına alamıyorlar. Yani ABD’nin silahlı gücünün bir yaptırım gü­ cü kalmamıştır. İkinci olarak, ABD ’nin pazarları her geçen gün diğerleri tarafından kapılmak­ tadır. Ezeli rakibi AB ile çıkarları giderek daha keskinleşmektedir. Eskinin muz, biftek gibi ürünlerdeki ticari savaşları gi­ derek yenilerini de alarak ve de dozu ar­ tırarak şiddetlenmektedir. İhracat gelir­ lerinin vergilendirilmesinden tutunda bioteknolojiye, gıda sağlığı ve iklim, çevre konularına kadar pek çok konuda sürtüşüimektedir. Pazar alanı daraldıkça bun­ ların şiddeti daha da artacaktır. Asya’da Çin ve diğer Uzak Asya ülkelerine kadar her yerde AB peşinden gelmekte, arka­ sından pazarını kapma mücadelesi ver­ mektedir. Hatta kendi bahçesi Latin A ­ merika’da güneyden ta kuzeye Meksi­ ka’ya kadar gelip pazarlarına meydan o ­ kumaya başlamıştır. Rusya’da kapitalizm kurulabileceği kadar kurulmuş, finans kapital kendi dik­ tatörlüğünü sağlamlaştırmaya çalışmak­ tadır. Rusya artık emperyalist bir ülke­ dir. Kendine pazar aramaktadır. Putin i­ le ulusal çıkarlar belirlenmiştir. Rusya artık açıkça eski Sovyetler Birliği sınırla­ rını istemektedir. Viyana’nın doğusu be­ nimdir demektedir. Eski Sovyet ülkeleri­


_______davos’tan dağ görüntüleri___ ne dokunursanız müdahale etmek zo­ runda kalırım demektedir. Avrupa ve Batı Çekoslovakya, Polonya, Macaristan dışında başka bir ülkeye girmede sorun­ lar başlayabilecektir. Aynı şekilde O rta Asya’da Kazakistan, Kırgizistan, Tacikis­ tan ile stratejik savunma anlaşması imza­ landı. Hazar Denizi enerji kaynağı açısın­ dan Rusya’nın stratejik çıkar alanı olarak ilan edildi. Yani eski sınırlar Asya kıtasın­ da da tekrar çizildi. Ayrıca sosyalizm dö­ nemindeki eski komşuluk ilişkileri geliş­ tirildi. İran ve Irak’la silah ticareti ve pet­ rol kuyularını modernleştirme anlaşma­ ları yenilendi. A rtık karşımızda pazarla­ rına ne pahasına olursa olsun sahip çık­ mak isteyen bir Rus finans kapital devle­ ti vardır. Onun da bu dünyada çıkarları vardır. Onun da pazarları vardır. Ve bu pazarlar ABD ’nin elbetteki aleyhine pa­ zarlardır. Uzak Doğu’da Japonya eski gücünü yitirmiştir. Ama o da Çin pazarı ve ge­ çenlerde Kuzey Kore ile ilişkilerini a rtır­ mıştır. Ve çoğu bölge ülkesi ile birçok ti­ caret anlaşması imzalamıştır. Avustralya-Japonya ticareti, ABD ile Avustral­ ya’nın 3 katıdır. Kanada ile ticareti bile yükselmektedir. ABD bölgedeki ülkeleri Japonya’yı dışarıda bırakıp kendi güdü­ müne almakta çok zorlanacaktır. Yani o ­ rada Japonya ile işbirliğine razı olmak zorundadır. Yani Asya pazarını daha çok başkaları ile paylaşmak zorundadır. Sos­ yalizmin olduğu günlerdeki bölgenin tar­ tışmasız egemeni olma durumu değiş­ miştir. Çin yakında D T Ö ’ne girecektir. Bu ABD açısından bu pazarın da diğer merkezler tarafından paylaşılması de­ mektir. Kendisine kapmaya çalıştığı a­ vantajlar Clinton’un politikalari ile elden gitmiştir. Çin’in dışında bölgenin ikinci

önemli pazarı Hindistan’dır. Ama bu ül­ ke bir Çin değildir. Korkunç bir açlar, yoksullar ülkesidir. Globalleşmenin ya­ rattığı eşitsizliğe ne kadar dayanacağı şüphelidir. Çok yakında ülke beklenme­ dik şekilde patlayabilir. Birinci sömürge­ cilik döneminin sonu bu ülke protesto­ ları ile başlamadı mı? Afrika kıtası tipik bir çok merkezli globalizm koşullarında dünya manzarası­ dır. 2000 yazında tüm Afrika, kıta sava­ şının eşiğinden döndü. 90’lı yıllarda sos­ yalizmin çöküşü ile burası kapitalizmin pazarı olmaktan çıktı. İki sistemin oldu­ ğu dönemlerde bir karış toprağın bile bir değeri vardı. Ama artık değildir. A f­ rika kıtasında çok değerli madenler var­ dır. Batı’nın çok temel kahve gibi, tütün gibi vazgeçemeyeceği tarım ürünleri vardır. Ve şimdi bunların üzerine belirli çıkar gurupları oturmuşlardır. Ve var o­ lan savaşlar bu değerli hammaddelerin sahipliği savaşıdır. Yeraltı ve üstü zen­ ginliklerinden elde edilen ufacık gelirler de silah tekellerinin kasalarına akmakta­ dır. Kısacası kuzeyde birkaç ülke dışında Afrika kıtası hammadde sömürme dışın­ da pek pazar olarak kapitalizm için kul­ lanılamayacak bir durumdadır. Kapita­ lizm bu kıtaya açlık, yoksulluk, cahillik, hastalık ve hastalıklar hastalığı AIDS ge­ tirmiştir. Latin Amerika’da Küba’yı yıkma u­ mudu bir yana Kolombiya kapitalizmin elinden gitmek üzeredir. Yerel devlet bu işi başaramamış, bizzat ABD devreye girmiştir. Hatta burası kimilerine göre ABD’nin ikinci Vletnamı’dır. Savaş, Latin Amerika Ülkelerini yoksul halklar ve fi­ nans kapital güçleri olarak ikiye bölme­ ye adaydır. Ve de savaşın kazanılması di­ ye bir ufuk yoktur. İşler her geçen gün

--------------------------------------- 93 —


— yol zorlaşmaktadır. Ve Meksika’da Chipaslar olarak ortaya çıkmıştır. A rtık A BD ’nin burnunun dibine sıçramıştır. Birkaç yıl önce Nikaragua’da Sandinistler alt edilirken verilen vaatler ve umut­ ların ne sonuç verdiği tüm Latin Ameri­ ka halklarının önündeki derstir. Latin A ­ merika’da kimsenin kapitalizmden umu­ du yoktur, ama ne yazık ki işte ABD bu halkların alınyazısıdır. Çok kutuplu dünyada ABD’yi en çok rahatsız eden Orta-Doğu’dur. Petrol di­ ğer merkezleri kontrol edebilmenin en temel aracıdır. Ama var olan sürtüşme buradaki çıkar ilişkilerini dağıtmakta ve kontrol her geçen gün zorlaşmaktadır. Dünyadaki tüm olaylar bu örnekte oldu­ ğu gibi sıcak sürtüşmelere doğru kay­ maktadır. Afrika’dan, buralardan dünya­ ya hemen yayılabilecektir. Zaten var o­ lan çeşitli yangın alanları buralarla birleşebilir. Evet, dünya siyasi tablosu hiçte ABD açısından kendi çıkarlarına hizmet etme­ mektedir. ABD ne biçim bir süper güç­ tür? Süper güçlüğünün hiçbir avantajı yoktur. Onu tekrar güdümüne almalıdır. Yapılan uluslararası toplantıların hiçbi­ rinden kendi çıkarlarına uygun bir sonuç alamamaktadır. Her Üçüncü Dünya Ülkesi’nden bir ses çıkmakta, her merkez kendine çıkarına göre davranmaktadır. Kapitalizm böyle gidemez. Bu rekabet, pazar kapma savaşı bizzat kapitalizmin sistem olarak kendini dayatmasının altını kazmaktadır. Birilerinin çıkıp bu gidişe bir şekil vermesi, yumruğunu masaya vurması gerekmektedir. Kapitalizmin ve en başta ABD’nin çıkarları öne geçmeli­ dir. Acaba A BD ’nin yeni yönetimi bunu yapabilecek midir? ABD bu güçte midir? Peki ya AB? ABD yapamazsa AB idare e­ __ 94 ____________________________

debilir mi? Davos’ta sorulan soru budur.

EKONOMİK GÖRÜNTÜ Sosyalizmin yıkılması, topraklarının ve etki alanlarının kapitalist pazara açıl­ ması elbette kapitalist ekonomilere bü­ yük canlılık getirmiştir. Elbette sömürü­ lerini ve karlarını müthiş artırmışlardır. ABD ekonomisi 1990-2000 yılları arası çoktandır ilk kez krizsiz bir on yıl yaşa­ mıştır. Her yıl ekonomik göstergeler yükseldi. İşsizlik ilk kez azaldı. Hatta %4’lere düştü. Kapitalizm açısından bu fazla istihdam bile sayılır. Borsalara geti­ rilen yeni düzenlemeler ile dünya finansı ABD ’ye aktı. Yani tüm Üçüncü Dünya zenginlikleri buralara aktı. Amerikan burjuvazisi çılgınlarca yedi içti. Bu arada karşısındaki yoksul halk kesimlerini “ ça­ lışan yoksullara” , açlara çevirdi. Onları hiçbir türden güvencesi olmayan çorba kuyruklarına mahkum, eğitimsiz, ruh hastası kitleler haline getirmeyi de be­ cerdi. Ama burjuvazinin şöleni sanki işte Bush’un iktidar olmasına göre ayarlan­ mıştır. “ Bir şölen gecesinin sabahında gi­ biyiz. Gece çılgınlar gibi içtik, iyi eğlen­ dik, ama şimdi bitti. Şimdi doğru ilacı al­ malıyız ve bunu yutacak suyu bardağa doldurmalıyız.” Günümüz dünya ekono­ mik durumunu böyle yorumluyor Da­ vos konuğu, Broadvievv finans şirketi yöneticilerinden Paul Deninger. (Finan­ cial Times, 30 Ocak 2001) Şimdi ABD ekonomik yavaşlamada mı, yoksa dur­ gunluğun içine mi girdi? Yavaş iniş mi, hızlı iniş mi olacak? Ne kadar süre ola­ cak? Hemen krizden çıkılabilir mi? A t­ lantik’in öte yakasından esen soğuk rüz­ garlara AB dayanabilecek midir? Ya da


______ davos’tan dağ görüntüleri___ tüm dün/a ekonomisi ABD’ye ayarlı gi­ bidir. ABD’deki durgunluk bu ülkeleri de içine alabilir. O zaman dünya ekono­ misi ne olacaktır? Davos’ta sorulan so­ rular bunlardı. Kara kara düşündüren bunlardı. Globalleşme ile zengin ülkeler yoksul ülkeleri daha da soymuşlardır. Zenginle yoksul arasındaki uçurum korkunç de­ recede artmıştır. Eskilerin telefon, tele­ vizyon, elektrik gibi merkez ülke-yoksul ülke farklılıklarına şimdi bir yenisi, digital uçurum eklenmiştir. Yoksulluğun getir­ diği sorunlar diz boyudur. Dünya’mızda 1.5 milyar insan günde I doların altında gelire sahiptir. New York ya da Tok­ yo’nun herhangi bir mahallesinde kos­ koca Afrika kıtasından daha çok telefon vardır. Ya da dünya bilgisayarlarının an­ cak %5’i Üçüncü Dünya Ülkeleri’ndedir. Yani bilgisayarların %95’i merkezler­ dedir. (Rakamlar ILO’nun son raporun­ dan, akt. Financial Times, 23 Ocak 2001) Cahillik, eğitimsizlik, hastalık, suç oranı çok çok artmıştır. Geçen yıl 3 mil­ yon insan AlDS’den öldü. Bunun çoğun­ luğu Afrika kıtasından. Onun için bu has­ talığın yoksullukla bağlantısı hiç şüphe götürmemektedir. Eskilerin koleraları­ nın yerini şimdi AIDS almıştır. Yani yeni sömürgecilik dönemi kendi yeni vahşi hastalığını da yaratmıştır. Sosyal adalet­ sizlik, dünya, dünya olalı belki de hiç bu kadar yükseklere çıkmamıştır. Doğal o­ larak sınıf savaşları yükselmiştir. A rtık burjuva iktidarları iktidar olamamakta­ dırlar. Avrupa Birliği acaba sorunların altın­ dan kalkabilir mi? Topluluğun kendi başı sorunlarla zaten yeterince karışıktır. AB genişlemek istemektedir. Yani pazarları­ nı yaymak istemektedir. Ama aynı za­

manda derinleşmek zorundadır. Yani topluluk üyeleri arasında sınırların kaldı­ rılması ve merkezi yönetimin yetkileri­ nin artırılması doğrultusunda gelişme vardır. Önümüzdeki yıl başında ortak para Euro piyasaya sürülecektir. Ulusal paralar yavaş yavaş kalkacaktır. Kapita­ lizmin özel mülkiyet temelini düşünür­ sek çok önemli bir sorundur. Bunun için merkezi yönetimin kimin elinde olduğu müthiş önem taşımaktadır. Ama bu ko­ nuda topluluğun iki ana ülkesi; Fransa ve Almanya arasında bile tam bir ortak gö­ rüş yoktur. Topluluğun önünde ki so­ runlar çok ciddi sorunlardır. Diğer yan­ dan yayılacaktır. Bir yandan derinleşme, bir yandan pazarı genişletmede ortak davranma zorlaşmaktadır. Ve de kapita­ lizmin yarışı bunların altından durmadan şiddetini artırarak gelişmektedir. Bir noktada durmak demek geriye kaymak demektir. Doğu’da Rusya eski pazarları­ nı geri istemeye hazırlanmaktadır. Güney’de Kosova Sorunu, Yugoslavya so­ runu çözülmekten uzaktır. O rta d o ­ ğu’dan gelen petrolün yarınki garantisi nedir? Avrupa; bırakalım dünya, kendi sorunlarının bile altından kalkamayacak kadar kendisiyle meşguldür. Dünya finans kapitali altından nasıl kalkacağını bilmediği sorunlarla yüzyüzedir. Dünyaya nasıl hakim olacaktır? Hergün elinin altından kaçmaktadır. ABD ve Bush politikası bütün bunların altından kalkabilecek midir? Eğer altından kalka­ bilecekse nasıl yapacaktır bunu? Hangi politikalar izlenecektir? İzleyeceğini söy­ lediği politikalar acaba şölen sonrası a­ lınması gerekli doğru politikalar mıdır? Davos’ta sorulan sorular bunlardır. Davos’a katılanları kara kara düşündü­ ren bu manzaralardı. Bu ekonomik tab-

95 —


__ yol---------------------------------------lolardı. Bu sorular yanıtsız kaldı. Ama bazı ön tahminlerde bulunmak olanaksız da değildir.

ÖN POLİTİK TAHMİNLER Elbette Bush seçim konuşmalarında dünya sorunlarına bakış açısını az çok a­ çıklamıştır. Bush ve şimdi iktidar olan e­ kibi hakkında bazı bilgiler vardır. En baş­ ta W . Bush’un Meksika dışında dış ülke deneyi pek yoktur. Ama Dışişleri Baka­ nı Colin Powell ve Dick Cheyney, baba Bush’un adamlarıdır. Yani Körfez Savaşı’nın mimarlarıdırlar. ABD’yi tüm dün­ yanın lideri yapma, herkesi arkalarına al­ ma mücadelesi veren takımdandırlar. Clinton I993’te seçimleri kazanınca ya­ pılması planlanan iş yarım kalmıştır. San­ ki oğul Bush şimdi babasının bıraktığı yerden devam edecektir. ABD Clinton’un yürüttüğü globalleş­ me politikaları ile ipleri elinden kaçır­ mıştır. Bush, Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) karşı olduğunu zaman zaman di­ le getirmiştir. Bush’a göre ABD, çeşitli ülkeler ve guruplarla teke tek anlaşma­ lar yapmalıdır. ABD’nin çok uluslu anlaşmalardansa böyle teke tek anlaşmalar daha çıkarınadır. O zaman yalnız kendi­ sine pazar açacaktır. O zaman daha ko­ lay kendi çıkarlarını dayatabilecektir. DTÖ, en başta çok kalabalıktır. İçin­ de çok ülke vardır. Bu işleri karıştırmak­ tadır. GATT Anlaşması içinde Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin konumu ikincildi. Merkezler onlara bazı tavizler karşılığı ayrıcalıklar tanırlardı. Yani herhangi bir Üçüncü Dünya Ülkesi pazarını şu koşul­ da açarsa, o zaman ABD ’de ona tekstil veya tarım ürününde kolaylık sağlardı.

__ 96 __________________________

Örneğin kota açardı. Böylece her bir pazarla her bir mal konusunda ayrıntılı dayatılırdı. GATT Anlaşması’nın ipleri hep merkez ülkeleri ve özellikle de ABD’nin elindeydi. Üçüncü Dünya Ülke­ leri ayrıcalık koparmak için bekleşirler­ di. Tavizler tanırlardı. Ama şimdi Urugu­ ay toplantısından sonra DTÖ ile birlikte her bir ülke eşit tek bir oya sahiptir. Şimdi merkezler ve ABD karşısında kendisiyle aynı oy ve söz hakkına sahip sömürdüğü bütün ülkeler durmaktadır­ lar. Ve ABD ’ye, merkezlere karşı koy­ maktadırlar. Direnebildikleri kadar di­ renmektedirler. O rtak davranmaya ça­ lışmaktadırlar. A B D ’de onları bölmeye çalışmaktadır. Üçüncü Dünya Ülkeleri, Uruguay’da yanlış yaptıklarını, kendileri­ ne yeterince söz verildiği gibi pazarın a­ çılmadığını, kendilerine söz verildiği gibi kredi akışı sağlanmadığını ve DTÖ anlaş­ malarının kendi aleyhlerinde çalıştığını bağırmaktadırlar. Merkezler çalışma ko­ şulları, çevre koşulları ile onları tehdit etmektedir. Ve ortada bir anlaşma ol­ madan günler geçmektedir. İki tarafta bir anlaşmaya varmamaktadır. Oysa ABD bunlara kendi çıkarlarını dayatmak istemektedir. Ama D TÖ içinde ABD’nin bir yaptırım gücü yoktur. Herkes kadar söz ve oy hakkı vardır. Bu kesinlikle ABD açısından kabul edilir değildir. Sırf bu eşit haklar nedeniyle belki ABD başkalarına kaybetmeyeceği pazar­ ları kaybetmiştir. Bu anlamıyla Bush globalizmin bir yarar getirmeyeceğini dü­ şünmektedir. İkili anlaşmalar ile daha karlı çıkacaktır. Ve de büyük balığın kü­ çük balığı yediği düşünülürse bu böyledir de. Davos sormaktadır. Peki D T Ö ’de ta­ raflar bir araya gelemezse ne olacaktır?


_______ davos’tan dağ görüntüleri___ Şimdiki belirsizlik ne kadar sürebilir? Bu durumdan nasıl çıkılacaktır?

şey olacağı üstüne kafa yormaya çalıştı. Ne tü r olumlulukları olurdu acaba?

AB ve Japonya bizzat Davos’ta ortak öneri verdiler. DTÖ toplansın istiyor­ lar. Örgütün içinde bulunduğu durumun dünyayı zor durumlara sürüklediğini sa­ vunuyorlar. DTÖ yok olmaya doğru git­ mektedir. Bizzat DTÖ Başkanı ağzından çeşitli Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin anlaş­ maya, yeni bir görüşme turuna hazır ol­ dukları açıklandı. AB ve Japonya eğer D TÖ dağılırsa kendi konumlarının ABD karşısında güç kaybedeceğinin telaşına kapılmış görünmektedirler. Brezilya, A r­ jantin, Güney Afrika Cumhuriyeti, N i­ jerya gibi ülkelerde DTÖ olmadığı tak­ tirde söz haklarının, dövüş güçlerinin a­ zalacağını iyi bilmektedirler. Onun için bazı ülkeler bir an evvel D TÖ ’nün yeni­ den toplanmasından yanadırlar. Görü­ nen odur ki ABD ’ye karşı bazı ülkeler diğer iki merkez tarafından bir an önce örgütlenmeye çalışılmaktadır.

Bu silahlanmaya Çin, Rusya ve AB karşıdırlar. Rusya aralarında imzalanan silahsızlanma anlaşmalarının çiğnenmesi anlamına geldiğini savunmaktadır. Ger­ çeklikte öyledir. Ama artık ABD’ye söz dinletebilecek ülke var mıdır? Ona göre o günümüz dünyasında kendi çıkarları­ nın zedelendiğini düşünmektedir. Acaba Rusya’nın petrol gelirleri yeni bir silah­ lanma yarışının masraflarını karşılayabilir mi? Ayrıca Rus burjuvazisinin gücü ne kadardır? Rusya artık işçi sınıfını sömü­ ren bir burjuvalar devletidir. Bu koşulda gücü nedir?

Davos’ta çok konuşulan diğer bir ko­ nuda silahlanmaydı. Bilindiği gibi dünyamız belirli bir ta­ kım anlaşmalarla silahlanma yarışının nisbeten durdurulduğu bir dönemdedir. Çeşitli silahsızlanma anlaşmaları vardır. Ama Bush seçim propagandalarında ün­ lü Ulusal Füze Savunma şemsiyesi proje­ sini gerçekleştireceğini söyledi. Ülkesini böylece güvenlik altına almak niyetinde­ dir. Ve aslında bu savunma sistemi onun önüne hedef olarak koyduğu dış politik hatta da uymaktadır. Kendi çıkarlarına uymayan, kendi pazarı olmayan, başka merkezlere açılan ülkeler, bulunabilecek herhangi bir sahte gerekçe ile bu füzeler kanalıyla tehdit edilebilecektir. Davos böyle bir dünyanın nasıl bir

AB zaten bu konuda çok beceriksiz­ dir. Hem ABD güdümüne girmek iste­ mez hem de kendi yaptırım gücünü kur­ mada bir türlü karar alamaz. ABD ho­ rozlanınca NA TO içinde yerini alıverir. İşte Kosova’da buna zorlandı. Ama biraz ABD baskısı artınca kendi yaptırım gü­ cünü kurma kararı alır. En sonunda ken­ di çevik kuvvetini kurma kararı aldı. ABD bunu N A TO içine sokmaya çalıştı. Clinton buna razı olmuştu, ama şimdi Bush ile bu konu tekrar gündeme gele­ cektir. Bush Kosova Savaşı’na ABD ’nin katılmasına bile karşıydı. Orada ABD as­ kerlerinin barış gücü olarak kalmasının da ülke çıkarları ile çeliştiğini söyler. Bush için ABD’nin çıkarı ne AB’nin iste­ diği şekliyle, ne N A T O ’da, ne barış gücündedir. Onun çıkarı Ulusal Füze Sa­ vunma Şemsiyesi’ndedir. Arkasında bir ABD gücü olmayan AB’nin dünya sorun­ larının üstesinden kapitalizmin en işe ya­ rayacağı şekliyle gelmesi düşünülemez. ABD’nin Ulusal Füze Şemsiyesi yanında AB’nin manevra alanı ise iyice daralacaktır. Pazarlarını nasıl A B D ’ye karşı koru­ --------------------------------------------- 97 —


yol

yacaktır? Koruyamayacaktır. AB önün­ de iki şık kalmaktadır. Ya tekrar soğuk savaş, sosyalizm günlerindeki gibi ABD güdümüne girecektir ya da kendi silah­ lanmasını hızlandıracaktır. Bu da şimdi üstünde durduğu halklarının boğazları­ nın daha sıkılması demektir ki, bunun sonunun ne olacağı belli değildir. Ayrıca parçalanmak diye bir alternatif yada ko­ caman bir tehlike AB için hiçte olasılık dışı değildir. Kısacası ABD’nin yeniden silahlanması dünya güçler dengesini, dünya siyasi haritasını baştan başa değiş­ tirip tanınmaz hale getirebilecek özellik­ lere sahiptir. Elbette silahlanmaya Pasifik’in öte ta­ rafından, Çin’den de tepki gelmektedir. Uzakdoğu kendi başına koskoca bir oiaydır. Olası bir ABD silahlanmasına kar­ şı işbirliği anlaşmaları vardır. Günümüz Çin ve Rusyası birbirlerine eskisinden daha yakındırlar, ama üstüne oturdukla­ rı burjuva sınıf gerçekliği ile de o derece birbirlerinden uzaktırlar. Rakiptirler. Ancak şurası açıktır ki, ABD’nin si­ lahlanmasına tüm dünya karşıdır. Ama ABD bu karşı duruşu nasıl etkisiz hale getirebilir? Bu konuda kendine yeni itti­ faklar oluşturabilir mi? Nasıl becerir? Hangi politikalarla becerir, göreceğiz. Davos’ta bütün bunlar bu olasılıklar konuşulmuştur. Ama gizli kapılar ardın­ da, ama açık tartışmalar olarak. Bush IMF ve Dünya Bankası’na da karşıdır. Bu finans kurumlarının işlevleri­ ni tamamladığı görüşündedir. Bu kurum­ lar çok ucuza, Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin kaldırabileceğinin çok altında faiz­ le kredi vermektedirler. Kredi konusu da serbest pazar koşullarına açılmalıdır. Özel finans çevreleri bu işi devralmalı-

__ 98

dırlar. Ayrıca Bush krizlerde yardım e­ dilmesine de karşıdır. Örneğin Clinton ’un Meksika krizinde yardım etmesi­ ni çıkarlarına uygun bulmamaktadır. Pe­ ki şimdi yakın zamana bakalım. Kendisi açık bir şekilde ekonomik bir yavaşlama ya da durgunluk içine girmektedir. Bu Üçüncü Dünya ülkeleri için bir tehlike­ dir. Peki bir ülkede kriz olursa Bush ne yapacaktır? Yardım etmemesinin sonuç­ ları ne olacaktır? Davos merak içindedir. Bush bizi nasıl bir dünyaya sokacaktır. Pek tecrübesi olmayan Bush bu kadar ciddileşmiş, keskinleşmiş dünya sorunla­ rının üstesinden nasıl gelecektir? Kapita­ lizmin çıkarlarını nasıl koruyacaktır? So­ pa politikası ile gümrük duvarlarının in­ diği bir dünya nasıl bağdaşacaktır. Barı­ şın olmadığı bir yerde ticaret nasıl ola­ caktır? Hakikaten niyetlendiği gibi ABD dünyayı zapturapt altına alabilecek mi­ dir? Zorun sınırı nedir? Davos’taki belirsizlik, cevapsız kalan sorular bunlardır. Davos’ta tekniğin ye­ rini ekonominin almasının nedeni bun­ lardır. Ve de işte bu nedenle bundan sonraki Davoslar’ın şimdikine benzeme­ yeceği düşünülmektedir.

SOSYAL FORUM Davos Toplantısının karşıtları çok­ tur. Geçen yıl Seattle’da D T Ö ’nün top­ lantısını on binlerce kişi protesto etmiş­ ti, büyük çatışmalar yaşanmıştı. Bugün dünyada giderek gelişen bir anti-globalizasyon akım var. Bir çok NG O diye ta­ nınan hükümet dışı sivil toplum gurupla­ rı globalleşmeye farklı nedenlerle karşı­ lar. Ve işte bunlar Seattle’dan beri ken­ dilerini daha çok insana duyurur oldular.


_______davos’tan dağ görüntüleri___ Yıl içinde yapılan bu tü r zenginler top­ lantılarına karşı protesto eylemleri epey yükseldi. Geçen sene yalnız Avrupa kıta­ sını düşünürsek, Prag’da IMF ve Dünya Bankası toplantısı, daha sonra Nice’de AB devlet başkanları toplantısı protesto edildi. Toplantıların yapıldığı yerlerde gösteriler yapılıyor ve polisle çatışılıyor. Davos’ta da elbette aynı şeyler oldu. Ancak Davos küçük bir yer olduğundan güvenlik kuvvetleri kenti kale gibi kuşat­ tılar ve kimseyi içeri almadılar. Sadece günler önce içeri alınmış olanlar izinsiz protestoya katılabildiler. Ama Davos’a kara ve demiryolu ile gitmeye kalkanlar güvenlik kuvvetleri tarafından geri çevri­ lince onlarda kent içinde gösteriler yap­ tılar. M olotof kokteylleri, kırılan camlar, yakılan düzineye yakın araba, tahrip edi­ len McDonalds lokantası ile zararın 700 bin frank dolayında olduğu tahmin edili­ yor. Şimdi taraflar birbirlerini suçluyor­ lar. Anti-globalciler söz haklarının kısıt­ lanması ile demokrasi kurallarının ilk ön­ ce devlet tarafından çiğnendiğini söylü­ yorlar. Gösteri yasağının insanları bu te­ röre ittiğini savunuyorlar. Görüşlerini dile getirme özgürlüklerinin ellerinden alındığından devleti dava ediyorlar. So­ nuç ne olacak şimdiden kestirmek zor, ama belli olan bazı şeyler var. Davos Toplantısı içinde de globalleş­ meye karşı olanlar vardı. Yani bu konu­ yu açıklığa kavuşturmak gerekmektedir. Globalizme çeşitli eleştiriler vardır. Bunları tasnif etmek uygun olacaktır. Yukarıda da değindiğimiz gibi Bush’un kendisi bile karşıdır. Ama elbette bu karşıtlığı sağ karşıtlık olarak değerlen­ dirmek gerekir. Yani globalizm ABD’nin dünyayı istediği gibi sömürmesine yet­ mediği için karşı olanlardandır. Bu sağ­

dan eleştiridir. İkinci tü r eleştirenler globalizmde kapitalist sömürünün çok vahşi olduğu­ nu savunurlar. Yani daha insancıl bir glo­ balizm isterler. Yani sömürü daha yo r­ damıyla yapılmalıdır. Macar asıllı ünlü finansçı George Soros bu gurup içinde sayılabilir. Yani bunlar globalizm yanlışı­ dırlar, ama insancıl bir kapitalizm iste­ mektedirler. IBM’in ünlü Bili Gates’i bi­ raz buna yakın gibidir. O kapitalizmin verdiği zararları bir şekilde tamir etme­ si gerektiğine inanır. Onun için Davos Toplantısında AIDS aşısı bulunma çalış­ malarına 100 milyon dolar yardım yaptı. Yahoo yöneticisi de buna birkaç milyon­ la katıldı. Birleşmiş Milletler’de kendile­ rince bu doğrultuda çabalar sarfetmektedirler. Üçüncü Dünya Ülkeleri de az çok bu guruptadırlar. Merkezlerin pa­ zarlarını yeterince kendilerine açmadığı çeşitli yollarla engeller koyduklarını sa­ vunurlar. DTÖ kuralları reforme edil­ melidir derler. Bazı yanlarıyla Greenpe­ ace bile bu gurup içinde sayılabilir. ‘Eğer çevreye zarar vermezse neden kapita­ lizm olmasın' der. Kapitalist üretimin çevreyi düşünerek, onu kollayarak üret­ mesini ister. Bu guruba girenlerin kor­ kusu globalleşme bu hali ile kendi kuyu­ sunu kazmaktadır. Kendi zıtlıklarını o r­ taya çıkarmaktadır. Birde globalizmin reforme edilmesi­ ne umut bağlamayan, bu şekliyle dünya­ ya her yanıyla zarar verdiğine inananlar vardır. Yeşil hareketin sol kanadı zaman zaman böyle düşünür. Bazı konularda globalleşmenin gereksiz çevre kirliliği yaptığı düşüncesindedir. Ticari kar uğru­ na bir tavuğun üreticiden tüketiciye katettiği kilometre ve bunun yakıt karşılı­ ğının zararları tartışılır. --------------------------------------------------

99 —


— yol------------- --------------------------Anti-global hareketin asıl savunucu­ ları 5 yıllık deneyiminin yarattığı dünya­ ya tepkilidirler. Zenginlikler birkaç kişi­ nin elinde birikirken milyarlarca insan yoksullaşmıştır. Çok eşitsiz bir dünya yaratılmıştır. Globalleşme dünyamıza hastalık, açlık, eğitimsizlik, haksızlık, kri­ minallik getirmiştir. Sömürüyü korkunç derecede artırmıştır. Bu guruplar örne­ ğin Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde çalışma koşullarının düzeltilmesini çevrenin ko­ runmasını isterler. Ve bunu isteyerek de Üçüncü Dünya ülke burjuvalarından ay­ rışırlar. Kimilerine görede bu Üçüncü Dünya yoksul halklarının iyi çalışma ve çevre adına açlıktan ölmeleridir. Bu gu­ rubun içinde olanlar her yerde devlet güçleriyle çatışmalara girmektedirler. Son Davos Toplantısı sırasında bu düşüncede olanlar Davos’tan 180 dere­ ce uzak bir yerde, Brezilya’nın sevimli Porto Alegre kasabasında anti-Davos, Sosyal Forum diye alternatif forum dü­ zenlediler. Davos’la sanki herşeyin ters olmasını düşünmüşlerdi. Davos’un kışı­ na Brezilya’nın yazı. Kuzey yarımküre yerine güney yarımküre. Ufacık bir ülke yerine Latin Amerika’nın en büyük ülke­ si seçilmişti. Davos’tan daha çok aydın politikacı bu foruma katıldı. Toplantının düzenlenmesine Fransız gazetesi Le Monde Diplomatique gibi kurumlar, dernekler yardım ettiler. Ve bundan sonra her yıl toplanma kararı alındı. Toplantının önde gelen isimleri arasında Brezilya İşçi Partisi’nden Olivio Dutna, McDonalds restaurantını betonlamasıyla ünlenen Fransız çiftçi Jose Bove ve Ce­ zayir’in bağımsızlık sonrası ilk devlet başkanı Ahmet Ben Bella bulunuyordu. Toplantının açılışında Ahmet Ben Bella arkadaşı Che’nin anısına herkesi saygı

__ 100___________________________

durusuna çağırdı. Sosyal Forum’un tartıştığı konular li­ rasında şunları öne çıkarmak mümkün­ dür. Herkes için zenginlik nasıl yaratılır ve dağıtılır? Eşitliğe dayalı bir finans sis­ temi nasıl kurulur? Bilimsel gelişme nasıl sosyal gelişim haline dönüştürülür? Yer­ yüzü vatandaşlarının sınırları ve olanak­ ları nelerdir? Konuların nasıl tartışıldığı­ nı bilmiyoruz. Ama konu başlıklarından bazı şeyler çıkarmak mümkündür. Ö r­ neğin; zenginlik nasıl yaratılır ve dağıtılır sorusu bize sosyalizmin eleştirisi gibi gelmektedir. Sosyalizm kapitalizm gibi zenginlikler yaratamadı. Neden yarata­ madı? Yarattıklarını dağıtamadı. Nasıl dağıtılacaktır? İkinci tartışma konusu; eşitliğe dayalı bir finans sistemini yaratmak... Bu du­ rumda kapitalizmdeki umutlar kalıcı de­ mektir. Özel mülkiyetin var olduğu bir sistem içinde globalizm arayışları. Yani tartışma konuları bize düzenden kopuş­ muş gibi gelmemektedir. Elbette birkaç tartışma konusundan kalkarak forumu değerlendirmek zordur. Ama sanırız fo­ rumda çok çeşitli yelpazeden kesimler vardır. Ve bunların alternetif bir globalizmi sistem içinde mi, yoksa sistem dı­ şında mı arayıp bulacakları ayrı bir so­ rundur.

DEVLET DIŞI SİVİL ÖRGÜTLEN­ MELER ÜZERİNE Globalizm karşıtları görüldüğü gibi çok karışıktırlar. Bunlarla ilgili bilinen kesin şey günümüzün değişen koşulları­ nın ürünü olduklarıdır. Sosyalizmin yıkıl­ ması kapitalizmi birbirine bağlayan öğeyi ortadan kaldırdı. Çeşitli sınıfların, taba­


_______ davos’tan dağ görüntüleri___ kaların ve ülkelerin çıkar farklılıkları çı­ rılçıplak ortaya çıktı. “ Devletler gele­ neksel savunmalarından yoksun kalınca çok uluslu devlet politikaları ve bazı di­ ğer şeyleri halklara kabul ettirmede zorlandılar. Halkların bunları neredeyse otomatik olarak kabul etmesi giderek ofanaksızlaştı ve çeşitli yolların bulunması gerekti.” (Financial Times, 25 Ocak ‘01) Yani sosyalizmin yıkılışı yalnız çeşitli merkezlerin doğmasına değil, bizzat ulu­ sal sınırlar içinde de farklı çıkarların o r­ taya çıkmasına ve eskisi gibi susturulamaz hale gelmesine yol açtı. Evet, insan­ lar çevre, bioteknoloji, sömürü, savaş konularına daha berrak olarak bakmaya başladılar. Beyinler sanki gerilimden, baskıdan kurtuldu, özgürleşti. Böylece çeşitli N G O hareketleri ortaya çıktı. Daha doğrusu çıkma olanağı doğdu. Sosyalizm olmadığına göre kapitalizm bunları neden çözmüyordu? Neden kendi yanlışlarını düzeltmiyordu? Yoksa sorun kendisinde miydi? A rtık insanlar başka türlü düşünmeye başladılar. Sivil örgütlenmelerin günümüzde artan öne­ minin böyle açıklanması mümkündür. Çeşitli amaçlar altında, çeşitli kılıklarda çıkmalarını da bu şekilde yorumlayabili­ riz. Ve elbette bir çok konuda halkların bilinçlenmesine de hizmet etmektedir­ ler. Yapılan kamuoyu yoklamaları da halkların devlet dışı sivil örgütlere dev­ letlerden çok inandıklarını göstermiş­ tir. Peki o zaman bu iki faktörü bir ara­ ya toplayalım. Bu örgütler insanlara da­ ha çok güven vermektedirler. Öyleyse devletler de el altından bu örgütleri des­ tekleyemez mi? Hatta bizzat devlet eliy­ le de kurulamazlar mı? Sanırız gerçeklik biraz da böyledir. Bu örgütlerin kimisi­

nin büyük finansal kaynakları vardır ve yer yer Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde ba­ tı güçleriyle birlikte çalışmaktadırlar. Devletler bu örgütlere Afrika’da çeşitli araştırmalar yaptırtmaktadır. Bunların arabaları ile askerler taşınmaktadır. Pa­ ralar dağıtılmaktadır. Örneğin Dünyanın Dostları (Friends o f the Earth) çevre gu­ rubu böyledir. Bu örgütlerin çoğu üyesi halen Dünya Bankası içinde çalışmakta­ dırlar. Onun kredi açacağı projelerin çevreye uyumunu incelemektedirler. Bunları devletler çeşitli şekillerde içleri­ ne almışlardır. Onlarla belirli anlaşmalar içine girmişler, bazılarını içlerinde haz­ metmişlerdir. Bu kurumların başka şekillerde kulla­ nılması da neden mümkün olmasın? Ö r­ neğin bu örgütlerin teröre başvurmaları halkları bu olaylara karşı nötralize et­ mektedir. Devletler bu kurumlar aracılı­ ğıyla halk muhalefetlerini diledikleri gibi örgütleme olanağına sahip olmaktadır­ lar. Öfkeleri diledikleri gibi boşaltabilir­ ler. Sanırız bunlar yapılmaktadır. Seattle toplantısında Clinton’un “ Bende dışarı­ dakiler gibi düşünüyorum.” demesinin altında biraz bunlar yatsa gerektir.

SONUÇ Davos, Alp Dağları’nın tepelerinden birindedir. O tepelerden bakıldığında dünyamız sanırız böyle görülmektedir. Dünya politikası bir tepe daha atlamıştır. Sosyalizmin yıkılmasından sonraki ilk dönem bizce kapanmıştır. Globalizmin ilk sonuçlan kendini göstermiştir. Hiçte savunulduğu gibi dünyada ticaretin art­ ması ile birlikte yoksul halkların sorunla­ rı çözülmemiştir. Yoksul halklara refah

101 —


yol

gelmemiştir. Aksine yoksulluk katlana­ rak artmıştır. Globalizm yoksullara yeni­ lerini eklemiştir. Yeni sorunlar doğmuş­ tur. Dünya’mız dizginsiz sömürü içinde­ dir. 3. Sömürgecilik dönemi en koyu günlerini yaşamaktadır. Bu gidişin gidiş olmadığı bizzat bu işi yapanlar tarafından bile söylenmektedir. Onun için bir şekil­ de bir yerlerinden düzeltilmelidir. Da­ vos aslında bu arayışlar içindeydi. Sanki Davos’ta toplanan finans kapital bir kur­ tarıcı bekliyor gibiydi. Acaba bu kurtarı­ cı Bush olabilir miydi? Tartışılan bu. Bush olmak zorunda. Başka bir alterna­ tif görülmemektedir. Ama Bush’un poli­ tikası ne kadar işe yarayacaktır? Bunları tartıştılar, düşündüler. 3. Sömürgecilik birinci dönemini kapattı. Bush ile birlik­ te yeni bir döneme giriyor. Bu eskisin­ den belirli farklılıklar taşıyacaktır. Bu a­ çıktır. Anti-globalciler Davos’a alınmamanın sonucu seslerini duyuramadıklarından şikayetçiler. Biraz da onun için te rö r es­ tiriyorlar. Seslerini ancak o zaman duyu­ rabileceklerini sanıyorlar. Ama bizce bu­ na gerek yoktur. Sanılanın aksine Davos Dağı’nın tepesinden herşey görülmekte­ dir. Onlar herşeyi bilirler. Onlara halk­ ların acılarını anlatmaya gerek yoktur. Vicdanları da sızlayabilir. Bu yükü hafif­ letmek için vakıflara, araştırmalara mil­ yonlar verebilirler. Ama sorun bu değil­ dir ki. Sorun düzenin kendisidir. Sorun düzenin kar peşinde koşmasıdır. George Soros’unda dediği gibi biri gitse, vazgeç­ se, vicdanım rahat etmiyor, sömürme­ yeyim dese başka biri onun yerini ala­ caktır. Almak zorundadır. Bu düzenin kuralı budur. Oyunun kuralı gibi. Bunun anlaşılması gerekmektedir. Onun için vahşi kapitalizmi insancıl kapitalizm hali­

__ 102

ne getirme çabaları boşunadır. Buna kimsenin gücü yetmez. Elbette bir takım reformlar yapılabilir, ama bu sömürünün temelini ortadan kaldırmayacağı için sa­ dece acıyı uzun döneme yaymak anlamı­ na gelebilir. Böyle bir yumuşatma bile Davos Dağı’ndan bakanların istemesi ile olacak iş değildir. Ancak acıyı çeken, sö­ mürülen halklar dur derlerse, karşı ko­ yarlarsa belki bazı şeyler değişebilir. O dur deme ne kadar kararlı olursa, ne ka­ dar keskin olursa, acının o kadar hafifle­ me olanağı vardır. Reform olacaksa bel­ ki ancak o zaman olur. Ama bu da kesin çözüm değildir. Kesin olan halkların kendi değerlerine sahip çıkması ile ken­ di kaderlerini ellerine alması ile olacak­ tır. Sadece altta acıyı çekenlerin karşı duruşları ile gerçekleşebilir. Ona ancak yoksul halkların karşı koyuşu ve tutarlı dövüşü kesin çözümü getirecektir. Küba gibi böyle dövüş veren halklar vardır. Onlarla ortaklaşmalar içine girmek ge­ reklidir. Ancak o zaman asıl, sömürüşüz globalleşmenin ya da o zaman alacağı ad ile enternasyonalleşmenin temelleri de belki böylece atılmış olacaktır. Şubat 2001


Ayşe Tansever

KÜBA ZİYARETİ A ralık ayı içinde Rusya Devlet Başkanı Putin Küba’ya resmi bir ziyaret yaptı. Elbette bu ziyaret eskilerin, örne­ ğin bir Kruşçev ya da bir Brejnev’in Kü­ ba’yı resmi ziyareti gibi değildi. Yer ye­ rinden oynamadı. Tüm dünya soluğunu tutmuş diken üstünde beklemedi. Batı olayı sıradan bir ziyaret olarak izledi. Zaten baştan ziyaretten ne tür anlaşma­ lar çıkabileceği az çok kestiriliyordu ve herşeyin düşünüldüğü gibi olup olmadığı kontrol edildi. O kadar. Öyle ya; artık Rusya ne o eskinin süper gücü ne de bi­ linmedik bir özelliği olan ülkeydi. Ne de sosyalistti. Küba için de artık Rus konuğun bü­ yük bir cazibesi yoktu. Putin eski Rus li­ derleri gibi ne ulusal kahraman ilan edil­ di ne de iki ülke arasındaki ilişki “ ebedi ve bozulmaz” olarak değerlendirildi. Normal, sıradan resmi bir devlet ziya­ reti gibiydi. Küba normal bir ev sahipliği yaptı. Ama yine de Kanada ziyareti ön­ cesi Putin’in Rusya soğuğunda donmuş i­ liklerini 40 kilometrelik sıcak Veradera kumsallarında ısıtmasına olanak tanındı. Putin’e gösterilen bu ilgi sosyalist sis­ temin yıkılmasından sonra Küba’nın çek­ tikleri düşünülürse belki de gereğinden bile fazlaydı.

ESKİ İLİŞKİLER Küba-Rusya ilişkisi daha Gorbaçov

döneminde değişmeye başladı. O güne kadarki ilişkilerde Küba, Sovyetler’den aldığı petrol ve makine karşılığı şeker, nikel ve narenciye veriyordu ya da gele­ neksel sosyalizm dış politik yapısına uy­ gun olarak genelde takas ediliyorlardı. Sosyalizm enternasyonalizmine göre sosyalist bir globalleşme anlayışı vardı. Bu da her ülkenin kendi ekonomik, coğ­ rafi koşullarına göre dünya işbölümü içi­ ne girmesiydi. Bu işbölümü içinde Kü­ ba’ya düşende şekerdi. Yeraltı zenginliği olarak da nikel vardı. Tarım ürünü ola­ rak narenciye. Bu eski sosyalist anlayış açısından yeterde artardı bile. Bir de Küba sağlık konularında uzmanlaştı. Kendisine Nikaragua ve Angola gibi Af­ rika ülkelerinde emperyalizme karşı döğüşme ve buralarda asker eğitme ve sağlıklarıyla uğraşma görevi verilmişti. Eğer Küba bunları yaparsa enternasyonalist görevini yerine getirmiş oluyordu. Küba’nın başka şeyle uğraşmasına gerek yoktu. Gerisi kendisine Sovyetler Birliği tarafından verilecekti. Dünya işbölümü gereği buydu. Küba da kendine denileni yaptı. Halkının dolapları Sovyetler’den gelen yiyecek maddeleri ile doldu taştı. Küba rahattı. Sosyalizmin halklarına su­ nabildiği kadar refah içindeydi. O kadar konforu vardı. Taa ki bir gün dünya ilişkilerini Glasnost ve Perestroyka Politikaları ve Yeni Dünya Düzeni belirleyinceye kadar. Gorbaçov Küba’yı Perestroyka Politika­ --------------------------------------------- 103-----


— yol sı’na ikna etmeye boşuna uğraştı. Berlin Duvarı’nm yıkılması, sosyalizmin çökme­ si ve arkasından Yeltsin iktidarı dönem­ lerinde Küba yüz üstü bırakıldı. Tam an­ lamıyla yüz üstü, tığ teber bırakıldı. San­ ki Küba diye bir devlet yokmuş, sanki bu eskinin en iyi dostu değilmiş gibiydi. Hiç kimse ilgilenmedi., Cheler’in, Fideller’in kahramanlıkları unutuldu. Eh, Lenin hey­ kelleri indirilir, Stalinler’e tükürülür, küfredilirken böyle olması da pek şaşı­ lası değildi. Küba tam anlamıyla felaketi, devrim sonrası en zorlu günlerini yaşadı. 30 yıllık yanlış sosyalist dış ilişkilerin be­ delini acı acı ödedi. Küba’nın var olan ideolojik, ekono­ mik ve askeri yalnızlığını fırsat bilen ABD, saldırısını, ambargosunu şiddet­ lendirdi, görülmedik provokasyonlara girişti. Karşı devrimi örgütlemek için çok, ama çok uğraştı. Avrupa kıtasında başardığını burnunun dibinde kendisin­ den 90 mil ötedeki küçücük adada başa­ ramamanın öfkesi ile yandı tutuştu. Da­ ha da vahşileşti. Yani Küba yalnız Sovyet desteğinden, O ’nun petrol, makine ve tüm yardımlarından mahrum olmakla kalmadı, üstündeki emperyalist baskılar görülmedik derecede arttı. ABD, içeri­ de Doğu Avrupa’daki gibi bir karşı dev­ rim gerçekleştiremeyeceğini anlayınca tüm halkı Miami’ye 90 mil öteye çağırdı. Sandı ki Castro ne yapacağını bilemeye­ cek! Sandı ki tüm Küba’lılar sandallara atlayıp aynı Haiti’de olduğu gibi ABD’ye göç edecekler! Castro hiç korkmadan isteyenin gidebileceğini söyledi. Birkaç sandal insan Küba’yı terk etti. ABD yine dünya halkları karşısında rezil oldu. Halk yoksulluğa, acılarına karşın ‘Ya Sosya­ lizm Ya Ölüm’ şiarına sarılıyordu. Onu benimsiyordu. Acı çekerek benimsiyor­ __ 104

du. Kübalılar kapitalizmde sosyalist sis­ tem halklarının gördüğü umudu görmü­ yordu. Geleceğini ona bağlayamıyordu. Sosyalizmin yanlışı vardı, ama bu düzel­ tilemez değildi.

PUTİN DÖNEMİ Küba halkı 1990-2000 yılları arasını böyle yaşadı. Tek başına sosyalizm bayrağını gökyüzünde dalgalandırdı. Ve bir on yıl sonra Rusya Devlet Başkanı Putin Küba’yı ziyarete geldi. Ve de Kü­ ba’dan özür diledi. “ Küba ile Sovyet dö­ nemi sonrası yaşanan soğuma bir hatadır ve ilişkiler iyi kollanmamıştır. Rusya dış politikasında Latin Amerika’ya daha çok önem vermelidir. Küba’nın ro ­ lü çok büyüktür ve bağımsız konumu nedeniyle müthiş önemlidir... Küba ulus­ lararası ilişkilerde hep demokratik ilke­ lerin gelişmesinden yana olmuştur.” (Fi­ nancial Times, 13.12.00) Rusya’nın yan­ lış yaptığını Putin kabul etmektedir. Ama bu ne anlama gelmektedir? Nasıl bir yanlış yapılmıştır? Nerede yanlış yapıl­ mıştır? Şimdi ilişkiler hangi seviyeye sıç­ rayacaktır? Yanlışlıklar nasıl düzeltile­ cektir? Putin, Yeltsin politikasının yanlışlık­ ları üstünde yükselir. Yeltsin’in Batı’ya yapışık dış politikasına bir tepkidir. Bu Batı’ya yapışık, kişiliksiz politikanın Rus­ ya’ya bir yararı olmayacağı Körfez Savaşı’nın hemen arkasından eski mütte­ fik Irak’ın kaybedilmesine karşılık Suudi Arabistan pazarına alınılmaması ile ken­ dini ortaya koymuştur. Sonra Yugoslav­ ya Savaşı ile» de Yeltsin politikası Rus burjuvazisi açısından dönemini kapat­ mıştır. Putin daha kişilikli bir politika yü­


_________ rütme mücadelesi vermektedir. Ama nedir bu kişilikli politika? “ Küba’nın bizim dünyada, en başta da Latin Amerika’da geleneksel orta­ ğımız olduğunu tekrar söyleyeceğim.” dedi Putin kendisiyle yapılan röportajda. Küba, Rusya’nın dostu bir ülkedir. Evet. İyi. ABD’nin ambargosu yanlıştır. Peki. İyi. Doğru. Peki sonuç. Bush yeni başkan seçildi, o kutlanmalıdır. Ambargolar haksızdır. Ama günümüzün gerçekliği­ dir. Putin’in bu konuda söyleyecek ya da yapacak başka bir şeyi yoktur. Şu soru sorulabilir. Denebilir ki Kü­ ba’ya karşı ABD ambargosu vardır. Afe­ rin Putin’e, bu ambargoya rağmen Kü­ ba’yı ziyaret ediyor. ABD’ye meydan o­ kuyor. Hayır, artık ambargo geçerliliğini yitirm iştir. Ambargo ilk olarak daha ‘93 yıllarında Kanada, arkasından Meksika telefon şirketleri tarafından delindi. Sonra İngiltere ve arkasından tüm Avru­ pa ülkeleri Küba ile ticari ilişkilere başladılar. Bırakalım kapitalist anayurt­ ları ABD’nin dediğinden pek çıkamayan Latin Amerika ülkelerinden Venezüella Devlet Başkanı bile bir ziyaret yaptı. (Hatta Putin’den daha iyi ekonomik ko­ şullarla anlaşma yapıldı.) Sonunda ABD kendisi ambargoyu kaldırdı. Gıda ve ilaç yardımı yapma kararı aldı. Ama bu kez Küba karşı çıktı. Milyonlarca Kübalı so­ kaklara döküldüler. Ambargonun kaldı­ rılmasının gizli başka ambargo anlamına geldiğini tüm dünyaya duyurdular. A yrı­ ca dünyanın en iyi politik stratejisti ol­ duğu söylenen Castro A BD ’yi tehdite başladı. Eğer Küba’nın dondurulmuş paraları geri verilmezse Küba ile ABD arasındaki telefon görüşmelerini kese­ ceği tehditinde bulundu. Ve şimdi bu hatlar belirli oranlarda kesiktir. Yani

putin’in küba ziyareti__

artık Küba’yı ziyaret etmek A B D ’ye meydan okumak anlamına hiç gelmez. Eğer ABD ’ye meydan okumak isteniyor­ sa o zaman ABD’nin borçları ödemesi doğrultusunda baskı yapmak, bu doğrul­ tuda Küba’nın yanında yer almak gerek­ mektedir. Putin bu kadar ileri gidemez. Putin 10 yıllık burjuvazisi için pazar derdindedir. Rus burjuvazisi nihai olarak dünya finans kapitaline bağlıdır. Özel mülkiyet temeli O ’nun elinden bağımsızlığını alıp götürmüştür. Bağırır çağırır, ama onun eninde sonunda varacağı konak dünya burjuvazisinin çıkarları doğrultusun­ dadır. O nedenle, işte bu çerçevede ha­ reket edebilir. Putin’in artık dış politika sahnesindeki amacının temel ideolojisi bellidir. “ Rus işletmelerinin yerini Batılı rakipler aldı.” Ruslar herşeyi yüzüstü bırakıp gidince Küba sorunlarına çözüm olarak Batılı şirketlere kapılarını açtı. Putin acaba bunları geri alabilir miyiz di­ ye araştırmaktadır. Küba ile eskiden var olan bağlar bu kez ticari zeminde canlandırılamaz mı? Rus işletmelerinin yeri­ ni alan Batılı rakipler acaba geri püskürtülemez mi? Öyle ya, geçmişin yüzü su­ yu hürmeti olsa gerektir. Değil mi yaaa? Eski sosyalist dost olarak bu kapitalistler geri plana itilemez mi? Bir yere ziyarete giderken, hele uzun zamandır ilk defa gidiyorsak elimiz boş gitmeyiz değil mi? Bir şeyler alır götürü­ rüz. Kapitalizmde pazar açacağı zaman böyle yapar. Eli boş gitmez. Devlet kre­ disi ya da herhangi bir yerden, örneğin IMF veya Dünya Bankası’ndan bir yar­ dım alınır götürülür. Peki kapitalistleşmiş Putin acaba ne getirmiştir? Denirki Rusya yoksuldur. Kendisi IMF kredile­ riyle yaşamaktadır. O zaman Putin ne

---------------------------------------105----


— yol---------------------------------------verebilecektir? İki ülke arasında Rusya’ya göre 20 milyar, Küba’ya göre I I milyar dolarlık bir borç sorunu vardır. Öte yandan Kü­ ba ‘90 sonrası terkedilmesinin sonucun­ da çektiklerine karşılık olarak bu borcu ödemeyeceğini açıkladı. Putin de gelene­ ğe uygun olarak 50 milyon dolarlık bir kredi açtı. O kadar. Küba’nın en büyük ihtiyacı olan yakıttan söz edilmedi. Bilin­ diği gibi artık petrol özelleştirilmiştir. En büyük hisse sahiplerinden biri de Kü­ ba’nın unutulduğu dönemin hükümet başkanı Çernomirdin’dir. Ayrıca ikili gö­ rüşmelerden Küba’nın şekerini, nikelini ve narenciyesini almak gibi bir anlaşma da çıkmadı. Çünkü Rusya’nın dış alımı da özel şirketler tarafından yapılmaktadır. İ­ lişkiler metalaşmıştır. A rtık kapitalist ide­ olojinin en pragmatik günlerini yaşamak­ tayız. İdeolojik bir değer kalmamıştır. Tek değer kardır. Rus şirketleri de en çok kar edecekleri yerden alacaklardır. Dış politikaları da belirleyen budur. Putin aslında Küba’yı Latin Amerika pazarına girmek için bir kapı, bir basa­ mak olarak gördüğünü söylemektedir. Ama zaten yoksul ve kriz içinde olan La­ tin Amerika ülkelerinin kredi açamaz durumda olan bir Rusya ile ne türden ti­ cari işler yapabilecekleri ya da Rusya pazarından ne alabilecekleri ayrıca dü­ şündürücüdür.

KÜBA'NIN KAZANÇLARI Her ne koşul ve gerekçe ile olursa olsun Rusya dönüp dolaşıp gelmiş ve Küba’dan özür dilemiştir. Küba olduğu yerde durmaktadır. Rusya politikası ise bir yarım daire çizmiştir. Bu Küba’nın

__ 106

dünya kamuoyunda ve ulusları içindeki sağlamlığını ve kişiliğini göstermektedir. Ve Küba’nın bağımsız dış ilişkileri övül­ müştür. Bu Küba açısından büyük önem taşımaktadır. Küba belki batılı çokuluslu şirketler­ le iş yapmaktadır. Bazı reformlar yap­ mıştır. Ama Castro defalarca bunun ide­ olojik olarak inanmakla bir ilişkisi olma­ dığını, sadece düzlüğe çıkmak için yap­ mak zorunda kaldıklarını açıkladı. Bu ka­ dar zor durumda kalmasına rağmen bile Küba, IMF ve Dünya Bankası üyesi ol­ mamakla övünmektedir. Ve de hemen ekleyelim, tüm dünyada globalizm koşul­ larında sınıflaşma görülmedik derecede artarken, dünyanın üçte biri günde I doların altında yaşayabilmek için acı çe­ kerken, Küba ekonomisi daha iyiye git­ mektedir. Küba her geçen gün ayakları üstünde daha sağlam durmaktadır. Bu bütün ekonomistlerce kabul edilen bir gerçekliktir. Küba bugün ABD ’nin en azılı düş­ manıdır. Oysa dünyamız kapitalizme karşı çıkanların başına gelenlerin örnek­ leriyle doludur. Irak, Yugoslavya üzerine bombalar yağdı. Kuzey Kore ve Libya hala dillerden düşmediler. Afganistan abluka altında. Arada bir bombalanıyor. Ladin’i hedefledik deniliyor. Ya da A fri­ ka’da Sudan, Kenya gibi ülkeler yalan ge­ rekçelerle bombalanıyor. Ama Küba bombalanamadı. ABD istese orayı da bombalayamaz mıydı? Teknik olarak o askeri dev için bu işten bile değildir. Gerekçe mi? ABD bu konunun üsta­ dıdır. Gerekçeyi yoktan var ediverir. C l A arşivlerinden birşeyler mutlaka ya­ ratılır. Ama yapmıyor. Daha doğrusu buna rağmen yapamıyor. Ve artık bu sa­ atten sonra hiç yapamayacaktır. Temel


_________ nedeni Küba Halkı’nın rejimlerine inan­ masında ve onların Amerikan sömürge­ ciliğini ‘60’lara kadar yaşamış olma­ larında yatar. Küba’lılar bilirler kapita­ lizm ne demektir! Onlar kapitalizmin ABD vitrinleri olmadığını bilirler. Kapi­ talizmin Latin Amerika’daki açlar, yok­ sullar, hastalar, sokak çocukları, dilenen, sokaklarda kalmış yaşlılar, deforme ol­ muş, insanlıktan çıkmış halk olduğunu bilirler. Onun içinde Irak Halkı, Yugos­ lavya Halkı ve bunun gibi birçok halk bombalanıyor, ama Küba Halkı değil.

ÖNEMLİ BİR DERS Sosyalist sistemin vardığı konağı hiç­ bir şekilde savunmak mümkün değildir, ama yaptığı yanlışlıklardan ders çıkar­ mak gereklidir. Sosyalist sistemin çök­ mesinin temel nedenlerinden biri kapi­ talizm gibi hesap adamı olmamasından kaynaklanır. Elbette dost ülkelere yar­ dım edilecektir. Elbette bu sosyalist en­ ternasyonalin temelini oluşturur, ama bunun ilkeleri sosyalizmin uyguladığı gibi olmamalıdır. En başta her ülke kendi başına ayakta durma becerisini göster­ melidir. Her ülke kendini zorlamalıdır. Binlerinin üstüne yıkılma anlayışı tama­ men te rk edilmelidir. Sosyalist sistem bağımsız devletlerin kendi ayakları üs­ tünde duran devletlerin birlikteliği ol­ malıdır. Şimdi kapitalizmin globalizminde yaşanan nedir? Kapitalist ülkeler diyorki biz size bakarız. Biz size kredi veririz. Siz de bununla ekonominizi canlandırır­ sınız ve bizim gibi olursunuz. O, hiçbir şekilde ülkeleri bağımsız, kendi ayakları üstünde duran ülkeler haline getirmek değil, kendine bağımlı, kendi başına du­

putin’in küba ziyareti__

ramayan sömürebileceği ülkeler haline getirmeye çalışıyor. Sosyalizm ne yaptı? Sömürme anlayışından uzak olarak bağımlı çocuklar yetiştirdi sanki. Asla kendi başına ayakta duramayan, bağımlı, bir şeyleri tam beceremeyen, tembel, hep birilerinin kendisi için karar verme­ sini, çalışmasını bekleyen ülkeler yarattı. Bağımsız ülkeler yaratamadı. Aslında bu haliyle kapitalizmden farklı olmuyordu. Şımarık, sanki zengin baba malı yiyen devletler topluluğu haline geldi. Ve birgün de bu baba ölmeye mahkumdu ve öldü. İşte Küba da öksüz kaldı. Kendi başına ayakta duramamasının acısını çok feci şekilde çekti. Şimdi bunu telafi et­ meye, aşmaya çalışıyor.

1 0 7 -----


Haşan O ğ u z ______ ________________________________________________Konuk Yazar

TEORİNİN SORUNLARI ÜZERİNDEN MARKSİST HAREKET İLE LİBERAL SOL HAREKET I. TOPLUMSAL DEĞİŞİM VE 28 ŞUBAT'IN ROLÜ 28 Şubat 1997 darbesinden bugüne kadar toplumsal sürece ilişkin önemli gelişmeler yaşandı. Ancak 28 Şubat tar­ tışması bitmedi. Amacımız 28 Şubat ve sonrası sürecin genel bir değerlendir­ mesini yapmak değildir. Bu tamamiyle başka bir yazı konusudur. Ancak biz li­ beral-reformist sol hareket ile Marksist hareket arasındaki “teori ve politika” a­ lanında giderek derinleşen çatışmanın temel omurgasında neler olduğunu biraz daha somutlayabilmek amacı ile tarihe bir not düşmek istiyoruz. Ortada yarıaskeri bir darbe olarak da adlandırılan bir süreç duruyor. Aradan üç yıl geçme­ sine rağmen 28 Şubat Hareketi’nin so­ nuçları toplumsal süreçleri giderek de­ rinden etkilemeye devam etmektedir. Ancak biz tarihsel olayları (şimdiden ta­ rihsel olan 28 Şubat’ı dahil ederek) ta­ rihsel materyalizm ışığında değerlendi­ rirken, onu, toplumsal sınıf savaşımının bir sonucu ve politik bir görüngüsü ola­ rak ele alıyoruz. Dolayısıyla hangi biçim­ de olursa olsun, tarihsel savaşımlar (ki bunlar siyasal, dinsel, kültürel, ideolojik vb. olabilir) özünde toplumsal sınıf sava­ şımlarının doğal birer ifadesidirler. 28 Şubat, toplumsal sınıf mücadelesi­ nin doğal ve kaçınılmaz bir sonucu ola­ rak ortaya çıkmıştı. Görünüşte MGK

__ 108___________________________

toplantısının kararları sıradan ve olağan bir toplantının sonucu olarak görülüyor­ du, gerçekte ise bunun arkasında sınıflar mücadelesinin görüngüsü saklıydı. İlk el­ den bakıldığında 28 Şubat Hareketi, Kürt Hareketi’ne ve Siyasal İslam’a kar­ şı yeni bir stratejik konsept olarak görü­ lüyor olsa da, bu aslında toplumsal süre­ ce farklı bakan değişik sınıflar arasındaki çatışmanın bütün özelliklerini gösterme­ si anlamına geliyordu. 28 Şubat’ın anla­ mı, KUKM’ye ve Siyasal İslam’a karşı alı­ nan kararlardan öte, toplumsal sürecin bu yeni konsepte göre düzenlenmesiydi. İdeolojik, siyasal, sosyal ve kültürel bi­ çimlerde ortaya çıkan bu yeni toplumsal süreç, yaşamın kaçınılmaz çizgileri haline getirilecekti. 28 Şubat’ta devlet, yalnız kendi kurumlarına çekidüzen vermekle kalmadı, sınırlarını daha da genişleterek bütün sivil toplum kurumlarına da çeki­ düzen vermek istedi. Dolayısıyla bütün ‘kamusal alan’a ilişkin kurumlar gibi top ­ lumsal yaşamın içinde var olan bütün si­ vil kurum ve partiler, başka bir deyişle “ toplumsal alan” a ilişkin bütün öğeler, çerçevesi çizilmiş bir zemin üzerinde birleştirilecek ve toplumsal akışkanlıkla­ rı aynı temel üzerinde düzenlenecekti. 28 Şubat kuşkusuz tek yanlı ve salt İç dengelerin üzerinden gerçekleştirilen Bonapartist bir hareket değildir. Yeni yüzyıla girerken, devlete ve egemen sını­ fa, AB de dahil olmak üzere Yeni Dünya Düzeni (YDD) olarak ifade edilen küre­


marksist hareket ile liberal sol hareket__ sel kapitalizmin, yeniden yapılanma sü­ recini dayatmasının kaçınılmaz ve doğal bir sonucuydu. Bizim gibi henüz sınıfları tanımadan önce devleti tanıyan ülkeler­ de, toplumsal süreçlerin yeni bir konsepte göre düzenlenmesi kendi iç dina­ miklerinin harekete geçmesinden ziyade yukarıdan aşağıya bir müdahale tarzıyla olagelmiştir.AB bağlamındaki yeni siyasal düzenleme yine bu öngörü üzerinden gerçekleşecekti. Böylece bu yeni süre­ cin önündeki engeller sancılı da olsa te ­ mizlenecekti. Bunun önünde esas olarak iki temel engel vardı: bunlardan birisi K ürt devrimci hareketiydi, diğeri ise Si­ yasal İslam’dı. Bu süreç düzlenir ve ön­ görülen toplumsal süreçte derinleşme olursa, aynı düzeyde sistemin kendi için­ deki dengeleri de çözer ve devletin ref­ leksini yeni sürece doğru kanalize edebi­ lirdi. Sistemin kendini yeniden üretebil­ mesi için, hala eskide direnen ve olabil­ diğince önemli bir ağırlığı olan statüko­ culuğun aşılmasını zorunlu kılıyordu. Öyle sanıyorum ki, bu hala tümüyle ba­ şarılmış bir süreç değildir ve hala önem­ li bir direnme devam etmektedir. Bura­ dan da anlaşılabileceği gibi, 28 Şubat dar­ besi (ki buna postmodern darbe diyen­ ler de vardır) salt siyasal hedefleri olan bir hareket değildir, aynı zamanda top ­ lumsal süreci uluslararası yeniden yapı­ lanma ve iş bölümü temelinde yeniden düzenleme gibi kapsamlı bir manzume­ ler bütünüydü. Böylece Refahyol hükü­ meti düşürüldü, RP kapatıldı ve Siyasal İslam’a karşı bilinen süreçler gerçekleş­ tirildi. Sonuçta Siyasal İslam’ın temsilcisi veya devamı konumunda bulunan FP, ta­ rihinde ilk defa AB’ye girme politikasını savundu ve hareket daha ılımlı bir İslam politikası izlemeye başladı. Bu kuşkusuz

ABD’nin politikasına denk düşüyordu. Aynı şekilde PKK Başkanı A. Öcalan ABD’nin inisiyatifi ile yakalandı ve Öcalan’ın savunmasıyla birlikte PKK silahlı mücadeleden vazgeçtiğini açıkladı ve Y D D ’ye karşı değil, onun içinde kalarak meşruiyetini sürdüreceğini belirtti. Hat­ ta yeni yüzyılda artık ulusların kendi ka­ derini tayin etmenin gerekli olmadığı a­ çıklandı. Ve AB’ye katılmanın gerekli ol­ duğunu savunmaya başladı.Böylece dev­ let, bu iki alanda henüz birçok yanıyla zorlansa da hedeflerini gerçekleştirme­ de önemli mevziler elde etti. Burada kemalist sol parti ve örgüt­ lerden, ‘marksist’ görünümlü liberal sol partilere kadar (hatırlatmakta fayda var: 28 Şubat’ın ilk günlerinde 41 demokra­ tik örgütün generallerin programına na­ sıl destek vererek sokaklara çıktıklarını hatırlatabiliriz) küresel emperyalizmin ve onun doğal müttefiklerinin öngördü­ ğü bu yeni süreç, toplumsal ve düşünsel zeminde yeniden bir düzenleme hareke­ ti olarak derinleşti ve bu durum böylece sosyalist hareket içinde yeni tartışmayı da başlattı. Kuşkusuz bu tartışmanın kö­ şe taşları “ teori ile politika” nın yeniden bir tanımı olarak kendini gösterecekti. Peki ama bu politik çizginin karakte­ ristik özellikleri nelerdi?

II. LİBERAL SOL HAREKET VE ÖDP 28 Şubat Hareketinin derinleşmesi siyasal ortamda önemli sonuçlara yol aç­ tı. Bu süreç sosyalist harakette kaba bir ayrımla üç ana eğilimin daha çok berrak­ laşmasına neden oldu. Kuşkusuz bu üç eğilimin temelleri 28 Şubat öncesinde

109---


— yol---------------------------------------de vardı ve neredeyse yüzyıllık bir tarih­ le bağlantılıydı. Ama 28 Şubat’ın derin­ leştirdiği esas olgu, bu üç ana eğilimi kendi içinde daha çarpıcı ve karakterize edici bir noktaya taşımış olmasıdır. Bun­ ları şöyle belirtmek mümkündür: 1. Liberal-reformist sol hareketler, 2. Dogmatik-ortodoks sol hareketler, 3-Marksist bir temele dayanan sol hareketler. Öncelikle şunu belirtelim. Bu yazının esas amacı sosyalist hareketimizin bir değerlendirmesini yapmak değildir. Böy­ le bir amacımız yok. Konumuzun anlaşıl­ ması için sadece geçerken bazı karakte­ ristik özelliklere vurgu yapacağız. Esas konularımızdan birisi olan liberal sol ha­ rekete geçmeden önce, yine de dogma­ tik ve sekter sol hareket üzerine birkaç belirleme yapmak gerekiyor. Temelleri Marksist bir söyleme dayanan, politik ve ideolojik alanda en çapsız ve donuk, toplumsal sınıf zeminlerinden kopuk ira­ deci (volanterizm) bir harekettir. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu’nun yıkılma­ sıyla kendini bu yıkımdan vareste tutaca­ ğını sanıyordu. Zira SBKP’ye karşı eleş­ tirel bir teorik temelleri vardı. Ancak bugüne kadar en canlı ve hareketli olan bu blok, geçmişin bazı emekçi ve gençlik hareketi üzerinden varlığını koruyarak politika yapan ve PKK’nin silahlı müca­ delesi ile moral değerlerini ayakta tutan bir süreç yaşadı. PKK’nin silahlı eylemi bırakmasıyla birlikte zaten uzun süreden beri emekçi hareketindeki durağanlık ve geriye savruluşla birlikte, daha çok içine doğru büzülmeye başladı ve mülkiyetçi bir kafayla Marksist değerleri sahiplenir­ ken, onu adeta bir dogmalar yığını hali­ ne dönüştürdü. Dış dünyadaki toplum­ __ 110 ____________________________

sal ve siyasal gelişmelere, özellikle bilim­ sel çalışmalara kendini kapadı ve adeta ‘tarikat’ mantığı egemen bir özellik hali­ ne geldi. Bu hareketlerin en karakteris­ tik özellikleri, dinamik yapısına karşın, politika ve teori konusunda hemen he­ men tüm üretkenliğini yitirmesiyle anla­ şılabilir. Giderek küçülüyor ve böyle gi­ derse duruş zemininde ki olumlu değer­ lerini de kaybedebilir ve daha hızlı bir tasfiye süreci yaşayabilir. Kuşkusuz bu hareket ayrı bir yazı konusu olarak ay­ rıntılı incelemeyi gerektiriyor. Marksist hareketin dağınıklığı ve çö­ züm önerilerini ise tamamıyla ayrı bir yazı konusu yapmak niyetinde olduğu­ muzdan, burada daha çok Marksist-Leninist hareketin düşünsel eksenine iliş­ kin sorunlara vurgu yapacağız. Şimdi ya­ zının esas konusu olan liberal sol hare­ ket ve onun en tipik temsilcilerinden bi­ risi olan ÖDP’nin bazı özelliklerine vur­ gu yapabiliriz. Liberal solun temsilcisi konumundaki ÖDP, AB ve Kürt Sorunu tartışmaları sürecinde adeta liberal burjuvazinin ve onun aydın ve sanatçılarının sırtına yas­ lanarak güçlenebileceğini sandı. Bunu politikanın eksenine koydu. Kuşkusuz o ­ nun literatüründeki güçlülük, seçim par­ tisi olarak oyunu yükseltmekti. Belirli bir siyasal boşluğun yarattığı aralıktan böyle bir güçlenme politikasının ekseni­ ni oluşturmayı amaçladı. Ancak 18 N i­ san seçimlerinde büyük bir hezimete uğ­ rayarak yüzde sıfırlarda seyretti. Bıraka­ lım AB ile entegrasyonu savunmasını, AB üyeliğiyle “ insan hakları ve demokra­ sinin” geleceği hayalinin temelini ve sınıf karşıtı konumunu, hatta Kürt meselesin­ deki sosyal şoven konumlanmasını de­ rinleştirdi. Buna karşın ülkemizde liberal


marksist hareket ile liberal sol hareket__ burjuvazi tarafından bile ciddiye alınma­ dığının kanıtları yeterince öğretici oldu. Hatta tarih göstermiştir ki özellikle bur­ juva devrimlerini yapamayan bizim gibi ülkelerde liberal-reformist sol hareket, liberal burjuvazinin toplumsal zeminleri­ nin gölgesinin yanına dahi sokulmamış­ tır. Sol tandanslı liberal-reformist yol ar­ kadaşlarını elinin tersiyle itmiştir. Çok daha fazla örnekleri de olsa, bunun en bariz örneği 1848 Haziran Devrimi ile 1917 Şubat Devrimi’nde, Fransa ve Rus­ ya’da yaşanmıştı. Ancak bize ait liberal sol hareketin kurmayları, 1848’ deki de­ mokratik küçük burjuva partisinin, cum­ huriyetçi burjuva partisinin güçlendiği bir zaman kesitinden sonra nasıl yarı yolda terkedildiğini bilir. Oysa ki bizdeki sol hareketin, şehir küçük ve orta mülk sınıflarının yenilgi psikolojisi içinde bir temele dayanmak istemesi, ama bunu bi­ le başaramaması, onun toplumsal sınıf zemininin ne kadar zayıf ve güçsüz oldu­ ğuna işaret eder. Dolayısıyla liberal bur­ juvazinin alt katmanları bile onu kendi gölgesinin yanına dahi yaklaştırmadı. Belki biraz önü açıldı, sokakları süpür­ melerine göz yumuldu, ama orada bile biraz ileri gidildiğinde başına devletin dipçiği inmeye başladı. Gerçekte liberal sol hareket (ÖDP vb.), liberal burjuvazi­ nin bırakalım omuzlarına tutunmak, acı ve hüzünlü de olsa küçük ve dar bir dünyanın içinde daha henüz dereyi gör­ meden paçaları sıvamaya başlamıştı. Böylece liberal sol temsilcilerimiz, takım elbisesini bile giyemeden düzenin üni­ formasını giymek zorunda kaldı. Böylece o, daha işin başında İstiklal Caddesi’ni süpürürken kısa pantolonlarla dolaşma­ ya başlamıştı bile. Marx 1848 Devrimleri’nde Montaigne için “ sabrı meslek ha­

line getiren ve bugünkü yenilgisinin acı­ sını gelecekteki zaferlerinin kehaneti ile avutan” birisi olduğunu belirtirken, ne kadar büyük bir kehanetle bizim refor­ mist sol hareket temsilcilerini (özellikle onun içindeki ‘radikal’ kanadı) anlattığı­ na inanmamak için hiçbir neden olmasa gerek. Kuşkusuz burada liberal sola omuz vererek ortak bazı idealleri geliştirmek isteyen ve hayalle gerçek arasında yalpa­ layan bazı devrimci dostların son darbe ile disipline verilmiş olmaları, sadece in­ sana acı ve hüzün vermiyor, aynı zaman­ da büyük ‘düşünme serüveni’nde ki sav­ rulmanın ipuçlarını da gösteriyor. İnsan haklı olarak soruyor: Liberal sol parti i­ le ortaya çıkan bu hareketin neresinde Marksizm’e ait birşey buldunuz? Zira ağırlık merkezini Özgürlükçü Sol Grup’un (ki geçmişi Dev-Yol olan) oluştur­ duğu bu hareket için, sanıyorum en gü­ zel tanım şöyle yapılabilir: ÖDP cisimle­ rini yitirmiş birer gölgeler ordusudur, hala bu ordu yumruğunu havadaki boş­ luğa sallamaya devam ettikçe düşüyor, düştükçe biraz daha geriden başlamak zorunda kalıyor. Bu ise giderek daha fazla sağa sapmanın teorik ve politik kul­ varını derinleştiriyor. Doğruların ‘cisimleştiği’ nokta ile ‘gölgeleştiği’ nokta ara­ sında her zaman bir gel-gitler oyunu ya­ şanmıştır. Düşüncede cisimleşme ya­ şamdaki cisimleşmeyle birleşmemişse bu gel-git oyunlarında sürekli yeni gölge­ ler ordusu mevcut olacak ve kendini ye­ niden üretecektir. ÖDP’nin acılı ve hü­ zünlü tarihi budur. Pozitif bilime ait bilimsel doğrular, kuşkusuz laboratuarın deneysel bulgula­ rıyla ortaya çıkmıştır, ama tarihsel ve toplumsal doğruların matematiksel bir

111---


— yol açıklaması olsa da , devrimler tarihinin insanlığa bıraktığı deneysel birikimler, la­ boratuarın deneysel bulgularından daha yaşamsal öneme sahiptir. Tarihsel-toplumsal olaylar ile bu olaylara damgasını basan kişiler, Hegel’in dediği gibi iki kez yinelenir, ama Hegel’in unuttuğu şeyi, Marx tamamlamıştır; birinci kez trajedi ikinci kez komedi. Şimdi bu komediyi yaşamak durumuna katlanıyor olmamız, ÖDP oluşumu öncesindeki uyarılarımızı ne kadar haklı çıkarsa da, trajedinin so­ nuçları yeni bir komedi oyunuyla tekrar oynanmak zorunda kalmışı, sadece insa­ na gerçek bir hüzün vermiyor. Ama ay­ nı zamanda ‘düşünsel krizimizin’ ağırlı­ ğında nasıl ezildiğimizi de gösteriyor. Devrimci bir düşünsel yapı ana gıda­ sını ideolojik bir temelden alır. Ama bir zamanlar devrimci idealleri paylaşanlar bugün yenilginin yarattığı psikoloji ile şimdi ‘yeni zamanların’ boşluğunda kötürümselleşerek felçleşmiş dürümdalar. Tarih acımasız rolünü oynuyor, ama ha­ la bazı siyasi körler bu acımasız rolün sonuçlarını değerlendiremiyorlar. Bura­ da tarihi yapan önderlerin yine tarihe kendi öznel düşünceleri ile müdahale et­ melerinin paradoksal çıkmazı yatıyor. Oysa en büyük paradigma bu değil mi­ dir? Kuşkusuz tarih kendi öznel düşün­ celerimizle ve kendi seçtiğimiz koşullar­ la gerçekleşmez. Tarih kendi koşulları i­ çinde geçmişten gelen ve önümüze uza­ nan nesnel koşullar içinde yapılacaktır. Şimdi bu cüceleşen önderler böyle bîr tarihsel süreç içinde ‘bütün ölmüş ku­ şakların geleneği, büyük bir ağırlıkla ya­ şayan beyinlerin üzerine çökmüştür’ di­ yen Marx’i nasıl tarif edeceklerdir? Bu­ rada bir anekdota yer verelim: İki oğlu­ nu şehit veren bir babanın anlattıkları a­

__ 112

cı ve hüzünlüdür, ama o kadar da öğre­ ticidir. Liberal ÖDP’nin büyük gövdesini oluşturan grubun, doksanların başında yaptıkları bir toplantıda “ önderlerden” biri konuşuyor; artık biz yasal olmayan yoldan yeni örgütlenmeye ve çalışmaya gidecek durumda değiliz. İtiraf açık, “ ar­ tık biz devrimci yolu kullanamayız.” Ba­ ba ise soruyor; ben oğullarımı sizin şim­ di reddettiğiniz yapı içinde şehit verdim. Peki ama siz devrimci bir yolu terkediyorsanız şimdi benim oğullarım ne için öldü ve onları kim geri getirecektir? Ve şimdi sizin idealleriniz için ölüme giden­ lere ne diyeceksiniz? Evet acı ve hüzün­ lüdür tarihimiz, ama şimdi o şehitlerin yüzü-hürmeti için ayakta duran bizler, nasıl olur da gerçek ideallerimizden vaz­ geçmiş olabiliriz? Rosa Luxemburg’un mezarının başında şöyle yazar: “ Die To­ ten mahnen uns” . Yani ölüler bize hatır­ latıyor. Evet uğruna savaş verdiğimiz ve öldüğümüz kuşağımız bize hatırlatıyor: “ Biz ölsek bile ideallerimizi sürdüren mücadele yoldaşlarımız var ve bu yüz­ den rahat uyuyoruz.” Gerçekten yakın tarihimizde, bu ön­ derlerin bıraktığı kötü bir miras, hala bizlerin beyinlerinde bir ağırlık merkezi oluşturuyor ve yakamızdan silkip atamı­ yorsak, hareketin kaderini de tehlikeye atıyoruz demektir. Çünkü sosyalist ha­ reketimizin en önemli sorunu ne yazık ki hala önderlik sorunudur ve bu sorun devam ediyor. Liberal sol, küçük ve orta sınıfların (özellikle şehirli nüfusun) duygularının ve istemlerinin koalisyonu olmak iddia­ sıyla yola çıkmıştı. Ama onlar HADEP, hatta CHP ve FP’nin bile gerisine düştü­ ler ve sloganların fiili yaşamdaki anlamı anlamsızlık olarak görüldü. “ Devrimci


marksist hareket ile liberal sol hareket__ sivrilikler” törpülendi. Demokratik uf­ kun dar sınırları içine bürünen bir top­ lumsal manzumeler isteğine dönüştü. O rta ve küçük burjuvaların demokratik istemleri ‘aşkın ve devrimin’ parolasında ifadesini buldu. Ama burada ‘devrim’ aş­ kın yanında iğreti bir süs aracı olarak gö­ ründü. ‘İlk aşk unutulmaz’, ‘gökkuşağı’, ‘istersek Türkiye değişir’ gibi benzer küçükburjuva söylemler hareketin ruh ha­ linin de bir aynası gibidir. Çevreci-yeşilci ile aşkın karışımından nasıl bir devrim­ ci oluşum doğar, bunu o tanınmış ve meşhur ‘önderlere’ ithaf ederek geçe­ lim. Böylece demokratik istemler sulandırıldığı gibi bu istemler nihai hedefin si­ yasal biçimlerinden de kopartıldı. So­ nuçta parti tutarlı bir demokratik küçükburjuva partisi dahi olamadı. Nihayet politikanın sınıfsal zemini sermaye ile emek arasında ara bir uzlaş­ macı yol olarak belirdi. Ücretli kölelik sistemini kaldırmak isteyen bir hareke­ tin dayanacağı temel zemin işçi sınıfı ve emekçi kitlelerdir. Sınıfsal bir ufkun var olması gereken böyle bir duruş, zaten li­ beral sol partide olanaklı değildi. Ama bırakalım böyle bir sağlam duruşu, emek ile sermaye arasındaki ve onun sınıfsal i­ fadesi olan proletarya ile burjuvazi ara­ sındaki uzlaşmaz olan çelişkiyi hafiflet­ mek, mümkün olursa ortak bir uyum çizgisine dönüştürmek ve reformcu ha­ yaller yaymaktı amaç. Bu hem eylemle­ rinde hem de söylemlerinde net ve an­ laşılır bir tarz haline geldi. Daha doğru­ su onun görevi, kitlelerin sol umutlarını düzenin değirmeninde tüketmekti. Kuşkusuz liberal solun söylemine de yansıyan bir nokta daha vardır. Bu söy­ lemler yeni tarihsel sürece ayak uydur­ mak, başka bir deyişle yeni koşullarda

politika üretmek adına yapıldığı belirtilir. Peki ama darlaşmış ve katılaşmış, ideo­ lojik ve politik anlamda içi boşaltılmış demokratik bir ufuk darlığının esas ge­ rekçesi, küresel kapitalizmin yaratmış olduğu yeni koşullara uyum sağlamakla açıklanabilinir mi? Zira bilindiği gibi libe­ ral sol hareketin temsilcileri, Y D D ’nin uluslararasında ve ülkemizde yarattığı toplumsal değişimlerden yola çıkarak kendi sınıfsal zeminlerini ve ona denk düşen politik konumlarını daha da de­ rinleştirmişlerdi. Böyle bir ufuk daral­ ması sınıfsal pozisyondan sapmanın doğ­ rudan bir politik sonucu olsa da, duruş konumunu böyle bir nedenle gerekçelendirmek! Evet bunu nasıl anlamak ge­ reklidir? Devrim özlemlerinin dibe vur­ duğu bir dönemde yeni koşullara uyum sağlanması gerçekten nasıl anlaşılabilir? Evet, ortada bir uyum var. Ama bu u­ yum, proletarya perspektifinden kopu­ şun ve liberal burjuvazinin politik hattın­ da at koşturmanın bir uyumu gibidir. Bu olsa olsa sınıfsal savaşımın politik görün­ güler alanında kapsam ve anlamı çok ka­ rıştırılan ve tamamıyla soyutlamaya da­ yanan ve ‘demokrasi ve insan hakları’ söylemi ile süslenmek istenen bir sınıflararası işbirliği çizgisinin derinleştirilmesi kulvarıdır. Elbette devrimin dilinde bir yumuşa­ ma ve taktik mücadelenin kimi sorunla­ rında geri bir konumlanış olabilir. Elbet­ te bizi kitlelerden koparacak sivri ve slo­ gancı bir tarz terkedilebilir. Ama bütün bunlar stratejik konum olan emek ile sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi uzlaşılabilir bir noktaya taşımayı gerekli kılar mı? Zira demokratik ufuk ile malüllenmiş bir hareket, küçük ve orta sınıfla­ rın özlemlerini taşıdığı ve dolayısıyla ara

-------------------------------------- 113 —


— yol---------------------------------------sınıfları temsil ettiği için, biraz da söy­ lemleri ‘Marksizm’ ile cilalanmışsa, o her zaman devrimci duruşu ‘eski ve geri ka­ falılık’ olarak suçlar. Ne yazık ki ülkemiz sol hareketinde dogmatik ve şabloncu geleneğin azımsanmayacak varlığı, bu türden liberal sol çevre için bulunmaz bir ortam ve fırsat yaratmıştır. Sol dog­ matizmin kefaretini gerçek Marksistler çekmiştir, ama sağ reformist çizgi için de yeni buluşma noktalarını yaratmıştır.

III. MARKSİST HAREKET TEORİNİN NERESİNDE DURUYOR ? a. Zorunluluk Kavranılmadığı Müddetçe Düşünsel Üretkenlikte Kavranılamaz 12 Eylül yenilgisi uzun yıllar devrimci hareketi savaşımın elverişsiz toplumsal koşulları içinde bırakmıştı. Ve böylece uzun bir tarihsel dönem gözlerimizin ö­ nünden akıp gitti. Çoğu zaman seyirci bir konumun dar psikolojik etmenleri i­ çinde bıraktı kuşağımızı. Tarihsel olan bu yazgı SSCB’nin yıkılmasıyla ve sosya­ list ütopyanın giderek dibe vurmasıyla daha da derinleşmişti. Ama henüz dev­ rimci hareket ne oluyor demeye kalma­ dan, aslında içinde yaşadığı toplumsal devinim sürecinin bu iki kopuşunun ar­ kasından büyük bir gürültüyle yeni bir kopuş sürecinin üstümüze geldiği çok sonraları da olsa farkedildi. Aslında ge­ len gürültü sesleri bugüne ait değildi, bu­ nun ipuçları yetmişlerin sonlarından iti­ baren ortaya çıkmıştı. Küresel kapitaliz­ min atomize ettiği bu yıkıntının etkileri­ ni yüzyılın sonunda daha anlaşılır bir tarzda içselleştirmeye başladık belki. A ­ __ 114____________________________

ma henüz bu süreçten uzak olanlar hala yok sayılamaz. Bir çağın kapanıp yeni bir çağın açıldığı bir dönemde baş döndüren gelişmelerin toplumsal süreçler üzerin­ deki derin etkisi “ teknolojik emperya­ lizm” olarak da adlandırılan kapitalizmin yeni ve “ küresel” süreci olarak ortaya çıktığında kafalarımızda şimşekler çak­ mıştı, ama hala ne oluyor demeye kal­ madan nesnel-tarihsel süreç rolünü oy­ namaya çoktan başlamıştı bile. Hegel “ zorunluluk kavranmadığı ölçüde kör­ dür” der. Öyle bir zorunlu durum orta­ ya çıkmıştı ki, ya bu körlükten kurtula­ bilmek için çıplak gerçeğin zorunluluğu­ nu kavrayarak onu tanımlayacaktık ya da ağır bir tasfiyeci süreçle birlikte politika­ nın dışına atılacaktık. Böylece bu sonuca katlanmak zorunda kalacaktık. Dostoyevski bir yerde şöyle der: “ Gerçekliği ancak gerçekle hayalin birleştiği noktada severim.” Burada gerçekliği toplumsal yaşam ın doğal çıp la klığ ı, hayali de top­ lumsal projemiz olarak görürsek, o za­ man insanlığın geleceğine yeni tanımda getirmiş olabiliriz. Keşke bu zorunluluğu ve gerçekliği kavrayabilseydik. Bu dönemde,insanın yaşamını belirle­ yen ve insanı insan yapan birçok değer­ lerin atomize olması gibi, düşünce yapısı da atomize olarak parçalandı. Dolayısıy­ la bu yeni dönemin en çarpıcı özelliği, düşüncenin parçalanması olduğu kadar, yeni sürecin de düşüncede anlamlı bir noktaya taşınamamış olmasıdır. A rtık bu noktadan sonra gerçekliğinde anlamı de­ ğişmiştir. Dün gerçek olan toplumsal ol­ gular bugünün nesnelliği içinde gerçekli­ ği de tartışılır olmuştur. Sovyetler dün gerçekti, ama bugün gerçek değil. O ne­ denle Engels, Hegel’in gerçeklik sorunu ile ilgili yaklaşımı için şunları söylemişti:


marksist hareket ile liberal sol hareket__ “ Hegele göre gerçeklik, hiçbir şekilde, her koşulda ve her zaman şeylerin belir­ li bir siyasal ya da toplumsal duruma uy­ gun gelen bir san değildir.” Engels diyordu ki, Roma Cumhuri­ yeti gerçekti, ama onun yerini alan Ro­ ma İmparatorluğu da gerçekti. Engels devam ediyordu: 1789 Fransız Monarşi­ si gerçek dışıydı, yani tüm zorunluluktan yoksun ve usa aykırıydı. Büyük devrim onu yıktı. Burada monarşi gerçek dışı, devrim ise gerçekti. Ve o şöyle tamam­ ladı düşüncesini: “ ...ve böylece gelişmesi sırasında, daha önce gerçek olan herşey gerçek dışı olur, zorunluluğunu yitirir, var olma hakkını, ussal niteliğini yitirir, can çekişen gerçekliğin yerini yeni ve ya­ şayabilir bir gerçeklik alır.” Montesqui ise durumu farklı bir şekilde şöyle izah etmiştir: “ Bir zamanın gerçeği, bir zama­ nın yalanı olabilir.” Şimdi bu öngörü eski ve yeni çağın toplumsal olguları içinde değerlendirildi­ ğinde, sorunlara yaklaşım metodumuzu, belki düşüncede gerçekliği kavramak a­ çısından ilerletici ve devindirici bir rol oynayabilir. Nitekim böyle krizli süreç­ lerde düşünce ufkunun gelişmesinde ve sorunları kavramadaki ufuk darlığını gi­ dermede Engels’in şu cümlesi yol göste­ ren önemli bir bilimsel tavır olabilir: "... artık, gerçek bundan böyle bilgi süreci­ nin içinde” gerçekleşebilir olandır. Dev­ rimci teorinin kendi zeminleri üzerinde yeniden üretilmesi, devrimci pratiğin de gelişmesi ve garantisidir. Gerçekten “ devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” . (Lenin) Bu temel düstur, her ne kadar ülkemiz so1 hareketlerinin çıkar­ dıkları teorik dergilerin alt başlıklarını o ­ luşturmuş olsa da, teori, ezberci bir mantıkla soyut olarak kendi kendini tek­

rar olarak algılanmış olmasından dolayı devrimci pratiği de kadük bırakmıştır. Böylece teorinin anlamı anlamsızlık ola­ rak ortaya çıkmıştır ve teorik sorunlar ve onun pratik yansımaları doğru bir te ­ mele oturtulamamıştır. Yeni çağla birlik­ te kökünden değişen yeni koşullar bilin­ cimizde içselleştirilemediği gibi, çözüm dar pratiğin eski duvarları arasına sıkışa­ rak felçleşmeye de yol açmıştır. Zira te ­ orik karışıklığın egemen olduğu bir dö­ nemde, Marx’a dayanarak pratiğin öne­ mine vurgu yapmasını hatırlatanlara Le­ nin, “ Bu, cenaze sahibine gözün aydın demeye benziyor.” demişti. Ülkemiz sol düşünce tarihinde ger­ çeklik ile teori arasında (elbette politika ile de) birebir bir izdüşüm yaşanmamış­ tır. Teori, somut ve yalın gerçekliğin i­ çinde yeniden üretilmediği gibi, onun maddi ve pratik ihtiyaçlarını da karşıla­ yamamıştır. Dolayısıyla somut ve yaşa­ nır olarak var olan gerçeklik bilgi süreci içinde kendini yeniden var edememiş, gelişmesinin iç dinamikleri teorinin gü­ cüyle ateşlenememiştir. Ama insan ira­ desinin ve bilgi sürecinin dışında var ola­ rak seyreden pratik-nesnel yaşam kendi doğal kanalını yaratırken, hareket, böy­ lece Marksist olmayan çok farklı teorile­ rin egemenliği altına girmiştir. Dolayısıy­ la Marksist teorinin parçalanmışlığı dö­ nemin ayırt edici bir özelliği haline gel­ miştir.

b. Tarihse. Materyalizm “Soyut” Fikirler Yığını Değildir Sorunun önemi nedeniyle birkaç te­ mel vurgu öne çıkıyor. Devrimci hare­ ketimiz sınıflar savaşımında, gerek diya­ lektik gerekse de tarihi materyalizm me­ -------------------------------------------- 115-----


yol

selesini, doğru ve anlaşılır bir tarzda ele alamamış, diğer birçok sorunda olduğu gibi, fikirlerin ardarda dizilimi biçiminde ezberci bir tarz egemen kılınmıştır. Böylece temel düsturumuz olan bu konu, tarihsel ve politik savaşım içinde anlamlandırılamamış ve sınıf savaşının önünü açıcı bir işleve kavuşturulamamıştır. Tarihi materyalizm, gerçek-somut yaşamın tarihi olarak açıklanması bilimi­ dir. Toplumun üretim biçimlerine denk düşen ekonomik, politik, kültürel, huku­ ki, dinsel vb. tüm sosyal formasyonların analitik bir irdelenmesidir. Kuşkusuz i­ çinde yaşadığımız toplumun geçmişten bugüne bütün evrensel süreçlerinin a­ çıklanması bütünüdür. Diyalektik mater­ yalizm ise Marksizm’in düşünce felsefe­ sidir. Onun görevi fikirlerin bilimsel iza­ hı ve soyutlanmasıdır. Düşünsel-bilimsel üretimlerin, gelişme süreçlerinin ince­ lenmesi kuramıdır. Diyalektik materyalizm düşüncede bir soyutlamadır, ama tamamıyla gerçek yaşamın somut verileri üzerinden bir soyutlamadır. Bu kelimeden olmak üze­ re sık kullandığımız soyut fikirlerin ardarda dizimi veya açıklanması değildir. O gerçek yaşamdan ve somut verilerin bütün varsayımlarından beslenmiyorsa soyut açıklamalar yığını haline dönüşür ve tamamıyla geliştirici özelliklerini yiti­ rir. O halde denilebilir ki, diyalektik ma­ teryalizm, somut ve yaşanır nesnelliğin üzerinden bilimsel bir faaliyet ise, bu ta­ mamıyla tarihsel materyalizmin üzerin­ den yapılıyor demektir. Zira tarihsel materyalizm bir üretim tarzına denk dü­ şen gerçek yaşamın açıklanmasıdır de­ miştik. Ülkemiz sol düşünce ve eylem tarihi, __ 116

bu alanda tamamıyla toz dumandır, kısır ve güçsüzdür. Fikirler, ne somut olarak tarihi materyalizmin bir açıklanmasına dayanır ne de diyalektik materyalizmin. Yani teorik duruşumuzu ifade eden fi­ kirsel aktivitelerimiz, başka bir deyişle tarihi materyalizm ile beslenmeyen diya­ lektik materyalizm, sınıflar savaşında “ soyut” , “ cansız” ve “ kısır” bir biçime dönüşmüştür. “ Yaşayan sosyalizmin” de etkisiyle ülkemizde bu şablonculuğa ve dogmatizme yol açmıştır. Tarih bilinci kaybolmuştur ve devrimin temelini o­ luşturan insan faktörü de dahil tümüyle kendi tarihi nesnelliği içinde yeniden üretilemediği için düşünce tarihimiz (teo­ rimizin temelleri) kısır kalmış ve kendi kendini “ aktarım a” bir tarzda tekrarla­ mıştır. Böylece toplumsal sınıf mücade­ lesi tarihimiz, evrensel yasaların, “ soyut” tekrarı içerisinde amprist-pozitif yo­ rumlara neden olmuştur. Buradan çıkan sonuç şudur: politik mücadele tarihimiz, hem tarihsel maddeciliğin gerçek zemi­ ninden kopartılmış ve dışlanmıştır hem de diyalektik materyalizm düşünsel üre­ tim biçiminden (kendi özgün yapısından) kopartılarak evrensel doğruların soyut bir tekrarı haline dönüştürülmüştür. Tarihsel açıklama ve yorumlar, diya­ lektik metodun kısır ve soyut yorumu i­ çinde toz duman olmuştur demiştik. So­ run böyle koyulunca tarihsel açıklama­ lar, kronolojik bir tarih açıklamasına yol açmıştır. Ama ne yazık ki, oradan da bü­ tünsel ve sentezleşmiş fikirler çıkmamış­ tır. Böylece tarihi maddecilik, ellerimiz üzerinden bütün yaşayan somut verile­ rin inkarına dönüşmüş, dolayısıyla Mark­ sizm’in düşünsel felsefesi olan diyalektik maddecilik de birer dogmalar yığını ola­ rak kavranmıştır. Tümüyle üretkenliğini


marksist hareket ile liberal sol hareket yitirm iştir. Bu durum düşünce damarla­ rımızın tıkanmasına yol açmıştır. Hare­ ketin 12 Eylül öncesindeki “ kabesel” du­ ruşu (ki her hareketin kendi kabesi var­ dı) bu düşünsel üretimi olanaksız kılı­ yordu, ama 12 Eylül sonrasında ise, uzun yıllar bu durum kanıksanarak devam et­ miştir. Ancak “ kabelerin” yıkılmasından sonra düşünsel aktivitenin önündeki tı­ kaçlar kalkmış, ama bu sefer de düşün­ sel eylem “ örgütlü” yapıların dışında ye­ ni bir konuma kaymış, bu ise giderek da­ ha çok küçük burjuva aydınların tekeline geçmiş, bu durum hem oldukça yanlış ve yetersiz bir sınırda kalmasına hem de kolektif etkinliği dışladığı için çeşitli sap­ malara ve “ moda” akımlara yol açmıştır. Kuşkusuz düşünsel yapının parçalı hali, politik mücadeleye sonuçları ağır bir bedel olarak yansımıştır. Sonuçta dü­ şüncenin hammaddesi olan gerçek ya­ şam ve gerçek yaşamın bilincimizde o r­ tak sentezlere dönüşmesi olanaklı ol­ maktan çıkarılınca, politika kendi yaşam­ sal zemini olan temel olgulardan uzakla­ şarak, hem Marksizm’in düşünsel yapısı felçleştirilmiş hem de politik mücadele kitlelerin dışında yapılmak zorunda kal­ mıştır. Böylece politika dışına itilen ha­ reket, önemli derecede küçük birer marjinal "tarikat” gruplarına dönüşmüş­ tür. Üretkenliğini tümüyle kaybetmiş o­ lan du düşünsel zemin, emperyalizmin bir üst evresi olan “ küresel emperyaliz­ min” ideolojik eksenine kaymaya yol a­ çan tasfiyeci ve liberal düşüncelere de yol açmıştır. Konumuzun bir yanı, liberal solun düşünsel yapısı da olduğuna göre, bu yeni süreç liberal solun kendini ta­ nımlamasına, düşünsel fikriyatının olgun­ laşmasına, hatta henüz varilliğinin sınırlı­

lığına rağmen belirli bir temele oturma­ sına kavuşturan bir ortamın hazırlanma­ sına yol açmıştır. İşin bu yanı böyle ta­ nımlanıyor olsa da, diğer yanı dönemsel gelişmenin özellikleri içinde Marksizm’in düşünsel gücü, çapsız v f yeteneksiz eller arasında kadük kalmasına neden olan verileri yaratmıştır. Bu ise, hiçte hak et­ mediği bir şekilde “ yaşayan Marksizm’in birer dogmalar yığını olarak anlaşıl­ masına neden olmuştur. Kuşkusuz bun­ da Sovyetler Birliği’nin belirleyici bir et­ kisi olmuştur. Bu ise aslında Marksizm’e en büyük haksızlıktır. Ne yazık ki hala ülkemiz sol entelektüel tarihinde bu ka­ dük yapı varlığını sürdürüyor. Daha da önemlisi düşünce eksenimiz, bu iki kam­ pın arasına sıkışıp kalmıştır. Bu durum toplumsal damarlarımızın tıkanmasına yol açan en önemli neden olarak anlaşı­ labilir. Şimdi teori ile politika ilişkisinde o r­ taya çıkan bazı çarpık gelişmeler üzerin­ de durabiliriz. Teori bilindiği gibi top­ lumsal ve siyasal olayları bilimsel olarak yorumlamak için kullanılır. Nasıl ki Ko­ münist Manifesto bütün tarihsel süreç­ lerin bir analizinin ve taslağının çıkarıl­ ması olarak kullanıldıysa, 21. yüzyılda Marksist teori (veya Manifesto) yeni ta­ rihsel sürecin ve devreye giren yeni a­ raçların ve düşünme tarzının yeni baştan bir izahının, dolayısıyla yeni bir taslağının çıkarılmasını gerektiriyor. Yeni bir yo­ rum gereklidir kuşkusuz, ama bu I848’de yazılan Manifesto’nun temel ve değişmez evrensel doğruları üzerinden yeniden üretilmesi ve analizi demektir. Yoksa aynen aktarımı demek değildir. O nedenle 21. yüzyıl Manifestosu, değişken olgu ve araçların, toplumsal düşünme a­ lışkanlıklarının ve devasal teknolojik sü-

117 —


yol

reçlerin bütün veçheleri ile analizi de­ mektir ve bu artık insanlığın zorunlu bir ihtiyacı durumuna gelmiştir. Bugün açık­ tır ki, elimizin altında 60 cm karelik bir ekran üzerinden bütün dünyayı izleme olanağına sahibiz. Bu dün yoktu. Dolayı­ sıyla insanlık dün makinaya (bilgisayarinternet vb.) bağlılığın düşünsel ufukları içinde seyretmiyordu. Bugün sadece teknolojik aygıtlar yok, ama aynı zaman­ da insanlık bu aygıtların bir parçası hali­ ne gelerek düşünce ufukları, alışkanlıkla­ rı ve ihtiyaçları da toplumsal bir özellik haline yükselerek yeni ve çok farklı dü­ şünme yapısına yol açmıştır. A rtık bu durum yeni kimliklere yol açmaktadır. Ve süreç oldukça hızlı gelişmektedir. Her ne kadar teknik bilimin durumuna bağlı olarak gelişmişse de, bugün bilim daha çok tekniğin durumuna bağlı hale gelmiştir. Toplumun teknik gelişmeye i­ lişkin talebi yeni bir toplumsal düşünce biçimi-refleksi yaratmıştır. Bu yeni ge­ reksinme bilimi hem zorunlu kılmıştır hem de onu geliştirmek ve yeniden ü­ retmek zorunda bırakmıştır. Ama bütün bu yeni olan maddi olgular ve teknik ge­ lişme yeni bir fikirsel dönüşün temelleri­ ni de yaratmıştır. Marx’ın da ifade ettiği gibi, “ fikir maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka birşey değildir.” Sorunu daha fazla dağıtmadan diyebi­ liriz ki, bugün varolan yeni tarihsel olgu­ lar yeni düşünce biçimleri yaratmıştır. Bu yeni durum, gerçek yaşamın aklımız­ daki bir yansıması ve düşünce, bakış ve tarzımızın yeni kilometreleridir. O hal­ de, bütün bunlar hareketimiz açısından yeniden bir yorumu zorunlu hale getir­ miştir. Bugün gözlerimizin önünden akıp giden bu yeni sürece gözlerimizi kapaya­

__ 118

cak mıyız yoksa onun etkin bir açıklan­ masını mı yapacağız? 19. yüzyılda Marx’ın elinin altında bütün evrendeki ekono­ mik ve siyasal-sosyal süreçleri izleme o­ lanakları zayıftı. Ama yine de o, bu o­ lumsuz koşullara karşın, hiçkimsenin yapmayı başaramadığı tüm toplumsal ol­ guların bilimsel izahını yaptı ve belirli bir toplumsal yasalara damgasını bastı. O ­ layların iç bağlantılarını buldu. Onun var­ dığı en önemli sonuçlardan birisi şuydu: bütün tarihsel olaylar aslında toplumsal sınıf savaşımlarının az ya da çok belirgin bir ifadesidir. Soruna bu noktadan baktığımız za­ man, biz Marksistler’in genel anlamda düşünsel-teorik zeminlerimizin “ soyut­ lama” anlamında sağlam temellere da­ yandığını söylemek bir abartma değildir. Dolayısıyla sol liberal bir sapmaya karşı frenlerimizin güçlü olduğu da kendiliğin­ den anlaşılabilir. Ancak bütün bunlar bu­ günün karşı karşıya bulunduğu sorunlara cevap olabilir mi? Kuşkusuz olunamaya­ cağı yeterince anlaşılmıştır. Bugün karşı karşıya bulunduğumuz olguların izahı, bu temel teorik öngörü üzerinden yapıl­ mak zorundadır. Yoksa sabah akşam Marksizm’e iman getirmekle Marksist o ­ lunamayacağı gibi.

c. Devrimin Güncelliği Sorunu Sanıyorum burada en önemli tartış­ ma konularından birisi, devrimin güncel­ liği meselesinde hangi tarihsel aralıkta durduğumuz sorunudur. Bu sorunu 21. yüzyılın koşullan içinde nasıl izah edebi­ leceğiz? Hala yakın bir zaman dilimi içe­ risinde proleter devrimleri gözükmü­ yor. Ortada kaba bir yaklaşımdan öte şaşkınlık var ve bu devam ediyor.


marksist hareket ile liberal sol hareket__ Marx ve Engels, 19. yüzyılın toplum­ sal süreçlerinden ortak bir sonuç çıkar­ mışlardı. Elbette çıkarılan bu sonuç “ e­ konomik” alana ilişkin sürecin kapsamlı bir değerlendirilmesi üzerinden yapıl­ mıştı. Onlara g ö re “ Bir yeni devrim , an­ cak yeni bir bunalımın ardından gelebilir. Ama bu ne kadar kesinse öteki de o ka­ dar kesindir.” Bu öngörü, 1847 dünya ti­ caret bunalımı sonucunda 1848 Şubat ve Mart D evrim leri’ni yaratmıştı. 1850 sonrasında ki sanayinin refah süreci (gö­ nenç) ise, Avrupa’da gericiliğin güçlen­ mesine neden olmuştu. Evet bunalımlar devrimlere yol açı­ yor, ama devrimler de ancak yeni buna­ lımların arkasından geliyor. Bu diyalektik etkileşim genel bir doğruyu ifade ediyor, ama bu, devrimin güncelliği bağlamında bugünkü sürecin açıklanmasını ifade edi­ yor mu? Bu soru önemlidir. Şimdi dünyada sermayenin gelişme düzeyi ve bileşimi ile kapitalizmin küre­ sel gelişme boyutu, ekonomik krizlerle birlikte var olmaktadır. Ama krizler dev­ rime yol açmıyor. O halde bunu nasıl i­ zah edeceğiz? Kuşkusuz bu sorulara kolaycı bir ya­ nıt verilemez. Bu konuya ilişkin şimdilik belki bir beyin cimnastiği yapabilir ve böylece bir tartışma da başlatmış olabi­ liriz. Ama bu hiçte kesin ve kristalize ol­ muş rafine düşünceler anlamına gelmez, gelmemelidir. Ancak yine de soruna yaklaşımda ki düşünsel duruşun ö n e m i yadsınam az. Marx ve Engels (kuşkusuz Lenin ve arka­ daşları da) proletaryada yalnız yoksulluk ve sefaleti görmediler. Aynı zamanda o­ nun devrimci özünü de gördüler. Dola­ yısıyla bizim sosyalist düşünce tarihimiz,

proletaryanın sefaletini edebiyat düzeyi­ ne çıkarırken, onun devrimci yanı çok fazla içselleştirilemediği yeterince bilinir. Çok sık proletarya ve devrimcilik vurgu­ su yapılmış olsa da, bu diğer sorunlarda olduğu gibi salt ezbere dayanan ve soyut bir ifade olarak kaldı. Sorun içselleştiri­ lemedi. Bugünün olumsuz koşullan için­ de, özellikle işçi sınıfının sosyalizm ütop­ yasında ki geri konumu dikkate alınınca sorun yaşama şöyle yansımıştrdevrimler dönemi kapanmıştır ya da en iyimser bir tanımla, artık devrimler çok uzak bir toplumsal tasarımlardır! Bu düşünce po­ litik mücadele yürütenlerce açıktan ifa­ de edilmiyorsa da devrimci kuşağımızın beyinleri üzerinde bir ağırlık merkezi o­ larak varlığını sürdürmeye devam edi­ yor. A rtık işler biraz “ namus pahasına” yürütülür hale geldi. Ancak bu olumsuz düşünce ve yargılar bireyin eline güçlü i­ deolojik argümanlar verildiği oranda kı­ rılabilir ve kötü gidiş tersine çevrilebilir. Ne yazık ki var olan "düşünsel krize” ay­ nı düzeyde “ düşünsel tembellik” de eşlik ediyor. Dolayısıyla böylece vasat bir ya­ pı ortaya çıkıyor. Bu vasat yapı da böyle krizli dönemlerde proletaryanın devrim­ ci yanını görüp içselleştiremediği için, o­ nu ancak elinde silah barikatların arka­ sında dövüştüğü zaman keşfedebiliyor. Oysa birbiriyle bağlantılı olarak bir­ çok yeni olgu bugün, proletarya devrimini günün sorunu olmaktan çıkarma­ mıştır, ama onu şimdilik üst üste düşen birçok nedenlerden dolayı biraz daha u­ zaklara sürüklemiştir. Dün kapitalizmin gelişmesine (dolayısıyla ekonomik kriz­ lere) paralel olarak insanlığın kendi de­ ğerlerine sahip çıkma güdüsü, proletar­ ya devrimini günün sorunu haline getir­ mişti. Başka bir deyişle bu aynı zamanda, 1 1 9 -----


yol

insanlığın düşünsel evrimine denk gelen bir aydınlanma devrimine de paralel düşmüştü. Bugün ise küresel kapitaliz­ min devasal gelişmesi ve “ teknolojik emper/alizm” in her alanda egemen ol­ ması, devrimin kaçınılmazlığını nesnel ve iradi olmayan bir olgu olarak gündem­ den düşürmemiştir, ama bü sorun insan­ lığın bilinç kırılmasından ve geriye sav­ rulmasından ve yine kapitalizmin kap­ samlı ideolojik ve kültürel ablukasından, döneme denk düşen “ kolektivizm değil, birey” kültürünün toplumların düşünce sistemindeki genel ve egemen halinden dolayı, şimdilik biraz daha uzak bir me­ safeye sürüklemiştir. Teorinin esas gücü, krizlerin egemen olduğu bir dönemde, insanlığı bunalım­ lardan özgür ve mutlu yaşanabilir bir dünyaya taşıyacak düşünsel projelerin ü­ retilmesinde saklıdır. Dolayısıyla düşün­ cenin gücü, hem etkili bir atom bomba­ sından daha güçlüdür hem de insanlığı kendi değerleriyle buluşturacak yegane temel güce sahip olmasıdır. Bugünde bu­ nalımlar var ve daha da keskindir, ama ne yazık ki insanlık bugün, aydınlanma sürecinden, dolayısıyla kendi değerleriy­ le buluşacağı noktadan çok uzaktadır. Bugün gerçek anlamda bir insanlık krizi yaşanıyor. Önümüzdeki devrimsel süre­ cin en önemli özelliklerinden birisi, salt politik iktidarın ele geçirilmesi değil, ay­ nı zamanda “ insansal” bir devriminde devreye girmesi gerçeğidir. Gerçekten “ yaşayan sosyalizm” ne yazık ki insan faktörüne çok fazla gerekil önemi ver­ memiştir. Bu hiçte liberal burjuvazinin düşünce merkezleriyle birlikte dönek Marksistler’in de iddia ettiği gibi, “ Mark­ sizm’in insana gerekli önemi vermediği” gibi bir yanılgıya yol açmamalıdır. Tersi­ __ 120

ne Marksizm’in merkezinde insanlık var­ dır ve bu Marx’ın ifadesiyle çok daha an­ lamlı hale gelmiştir. Zira Marx’ın, “ insa­ ni olan hiçbirşey bana yabancı değildir” sözü bu durumun özlü bir açıklamasını da ifade eder. Elbette bu sorunun ayrı bir tartışma platformunda ele alınacak kadar önemli olduğunu biliyoruz. Ne ya­ zık ki “ reel sosyalizm” olarak ifade edi­ len dönemsel süreçte, bu sorun salt e­ konominin alanı içinde ve kaba bir eşit­ likçi mantıkla ele alınmıştır. O halde bu sorun yeniden kendi teorik zemini üze­ rinden bir izahını gerekli kılıyor. Kuşkusuz böyle dönemlerde savaş­ lar, hatta yeni büyük kalkışmalar olabilir. Ulusal ve dinsel ayaklanmalar daha da gelişebilir. Ama sonuçta bu ayaklanma­ lar ulusal haklarını da elde edebilir, ama ne sömürüye son verebilecek bir potan­ siyeli içinde taşır ne de insanlığın temel krizi olan vahşi kapitalizmin ideolojik ve kültürel etkisinden kurtulabilir. O halde ortaya çıkan bütün bu eylemlerin odağı­ na insanı alan ve bu odak üzerinden em­ peryalizme karşı insansal duruşu yarata­ bilecek kalkışmaları örgütlemektir asıl olan. Bunun biricik yolu da “ sömürü iliş­ kilerine” son verecek temel bir bakış ü­ zerinden insanlığı kendi değerleri ile bu­ luşturmaktır. Sonuçta böyle dönemlerin en büyük sorunsalı, bir insanlık hareketi olan proletarya devrimlerinin önündeki bu temel tıkaçların bertaraf edilip edil­ memesi sorunudur. İnsanlığın bugün bu değerlerden uzaklaştığı ne kadar ger­ çekse, onu bu değerlerle buluşturacak düşünce devrimini gerçekleştirmekte o kadar önemli ve olanaklıdır. Bunun yolu kuşkusuz gerçek yaşamdan kopuk, so­ yut fikirler yığını biçiminde olamaz. Dü­ şünen ve üreten insan, düşünme ekse-


marksist hareket ile liberal sol hareket__ ninde ortak bir yaşamda buluşabilir. Te­ ori ile pratiğin birleştiği bu süreç, düşün­ cenin gücünü de maddi bir alanda yeni­ den üretebilir. Kuşkusuz yeni devrimler süreci, yeni bir bunalımın (ki bu bunalım derinleş­ mekle kalmıyor, kapitalizmin de fiziki sı­ nırlarına gelip dayandığını gösteriyor) ardından gelecektir, ama bu sadece eko­ nomik ve siyasi şartların olgunlaşmasıyla değil, başka bir deyişle sadece “ ekono­ mik” alana ilişkin bir dönüşümle değil, aynı zamanda insanlığın değerleriyle bu­ luştuğu kolektif bir toplumsal bilinç de­ ğişimi ile de bağlantılı olacağıdır. Elbette bugün inanlığın toplumsal bi­ lincindeki büyük kırılma gözlemlenebili­ yor. Marx’ın da ifade ettiği gibi insanlık, kendi tarihine “ yalnız yükselen bir soy dalı” olarak bakamaz, “ ...ama aynı za­ manda aşağı doğru inen bir soy dalı yol vermektedir. Herhalde insanlık, tarihi­ nin inişe geçeceği dönüm noktasından henüz oldukça uzakta bulunuyoruz.” Bugün ne yazık ki insanlık tarihi Marx’ın o günkü insanlık tarihinden çok uzakta bulunuyor. İnsanlık bugün büyük bir kriz yaşıyor. Böyle dönemlerde kahraman­ lıklar kadar, teoriyi gerçeklik ile birleşti­ ren düşünsel aktivitenin önemi kendili­ ğinden anlaşılabilir. Yine kendiliğinden bu aktivitenin öncüleri olan proletarya aydınlarının katolizer görevi de ortaya çıkar. Teorik karışıklığın hüküm sürdüğü günümüzde gerçek yaşamın nesnel ve öznel bileşenlerini kucaklayabilecek bir fikri inisiyatif, yalnız teorik karışıklığa son vermeyecektir, aynı zamanda toplumların bilincinde de bir dönüşüm yara­ tarak pratik yaşamdaki tüm insani de­ ğerler yeniden ayaklar üzerine dikile­ cektir. Böylece insanlık hareketinin bir

türevi olan proletarya hareketi yeniden bir yükseliş sürecini yakalayabilecektir. Tarihi etkileyecek bir sosyalist hareke­ tin potansiyel kıvılcımlarını şimdiden görmek hayalci bir yaklaşım değildir ve bu aslında nesnel bir olgunun açıklanma­ sıdır. Evet sosyalist hareket genel an­ lamda bir insanlık hareketidir, ama 21. yüzyılda bu çok daha anlamlı bir tarzda insanlık devriminin bir hareketi olmak zorundadır. Bütün veriler bunu doğrula­ maktadır. Kuşkusuz bu tanım sadece “ devrimsel-nesnel” ilişkiler açısından değil, aynı zamanda “ düşünsel yapının a­ ğırlık merkezi” açısından da doğruyu ifa­ de etmektedir. Zira düşünsel aktivite “ soyut” fikirler anlamına gelmez, fikirler bir soyutlamadır, ama bunlar gerçek ya­ şamın, başka bir deyişle toplumsal altüstlüklerin içinden akıp gelirler. Ve elle tutulacak gözle görülecek kadar somut bir yaşamı ifade ederler. Teori ile pratik arasında var olan de­ rin uçurum, bugüne kadar, geleneksel­ leşmiş sol tarafından “ pratik” vurguyla aşılacağı gibi bir yanılsama içinde oldu. Başka bir deyişle nesnel zeminlerden kopan bir hareket salt bir iradi (volanterizm) çabayla aşılmak istendi. Ama bu, sınıf hareketinin gerçek zemininin dışın­ da bir küçükburjuva aydın hareketini de ifade ediyordu. Oysa dönemin nesnel kriterleri ve köşe taşları yeterince kavranılamadığı için, nasıl olsa sonuçta herşeyi pratik belirlediğine göre, çözümün anahtarı da pratik olarak gözüktü. Bu­ gün teori ile pratik arasındaki bütünsel yapının inşa edilmesinin yolu, yenilenmiş ve koşulları ve çağı yeniden tanımlayan bir teorik çabayla olanaklıdır. Koşullar değişmiştir, o halde teorik faaliyetimiz de kendini yeniden tanımlamalıdır. Sanı­

121---


— yol---------------------------------------yorum Engels’in şu tanımı bizim böyle bir çabamıza da yol göstermektedir. En­ gels şöyle diyor: “ Teorik düşünce, her çağda ve dolayısıyla çağımızda da çeşitli dönemlerde çok değişik biçim ve bu­ nunla birlikte çok değişik içerik kazanan tarihsel bir üründür,” Zira Engels “ dü­ şünce yasaları teorisi” dediği insan dü­ şüncesinin tarihsel gelişim biliminin her­ kes için ortaya konulan “ ölümsüz bir doğru” lar metni olmadığını belirtir. O halde kökünden değişen ilişkileri yeni baştan tanımlamak gereklidir ve bu önü­ müzde zorunlu ve zorlu bir faaliyet ola­ rak durmaktadır. Bugün toplumsal ve e­ konomik faaliyetler farklı bir momentte olsa bile, 1850 sonrası Avrupası’nda ol­ duğu gibi, insanlığın düşünce evriminde­ ki devrimci değerler, yeni şartlar ve ol­ gularla birlikte geri çekilmiştir. Kuşku­ suz toplumsal ve ekonomik bunalımların giderek ağırlaştığı koşulların nesnel ze­ mini olgunlaşmaktadır,ama bu insanlığın bilinciyle paralel gitmediğinden ve insan­ lığı yeni bir toplumsal proje etrafında birleştirme becerisinin zayıflığı gibi et­ kenlerle birlikte, insanlık gerçekleşebilir bir ütopyanın elde edilebilir zeminlerini şimdilik uzak görüyor. A çıktır ki burada en önemli etken sosyalizmin var olduğu söylenen ülkelerin yıkımıdır ve bu pro­ jeler umut yerine umutsuzluğun derin­ leşmesine neden olabilmiştir. Zira çok yeni ve yaşayanların gözleri önünde yeni bir tarih çıktı ortaya. Daha on yıl önce yaşanan bu yeni yıkım, insanlığın beynin­ de tazeliğini koruyor ve bu unsur henüz yeni bir atılımın ortaya çıkmasında fren görevi görmeye devam ediyor. İnsanlı­ ğın beynindeki fikirsel dönüşümler sade­ ce soyut fikirlerin çağrışımıyla olmuyor. Yaşam ve yaşama denk düşen yeni fikir­

__ 122

sel projeler süreç içinde yeni düşünsel değişimlere ön ayak olacak dinamikleri yaratabilir. Kuşkusuz böyle dönemlerde belirleyici unsur, nesnel olan bu yaşam

gerçekliğini düşünsel açıklıkla yorumla­ yacak önderlere gereksinim duyar. Ve burada düşüncenin değiştirici gücü dev­ reye girer. Toplumsal projenin fikirsel öncüleri, çağın ana eğilimini gören insan­ lardır. Bütün olaylar bu ana eğilim etra­ fında kümeleşirler. Nasıl ki Marx, mo­ dern kapitalizmin belirleyici ana özellik­ lerini İngiliz fabrikalar sisteminden yola çıkarak gördü ise, Lenin de Marx’in ka­ pitalizmin genel gelişmesi için yaptığı ön­ görüleri Rusya’nın gelişme sorunları i­ çinde gördü ve yaptı. O, yarı-feodal mutlakiyetçi bir toplum içinden kapita­ lizmin gelişme sorunlarını gördü. Geri bir ülkede sosyalizmin sorunlarını çö­ zümlemeye gitti. Yirminci yüzyılın so­ runlarını ele alan Lenin, emperyalizmin çağın temel belirleyici sorunu olduğunu ve bunun proletarya ile burjuvazi arasın­ daki nihai bir mücadele olacağını belirle­ di. Böylece çağı “ emperyalizm ve prole­ tarya devrimleri çağı” olarak tanımladı. Ancak bugün, çağımız yeni bir “ küre­ sel kapitalizm” dönemine evrimleşti. Kuşkusuz bu yeni bir durumdur. Haluk hocanın söylediği gibi “ Küreselleşme (globalleşme), kapitalizmde ve emperya­ lizmde bir yeni aşamaya tekabül ediyor.” Bu yeni aşama sık sık söylediğimiz gibi birçok değişikliğe yol açtı. Hem prole­ taryanın yapısında önemli değişikliklere yol açtı hem de proletaryanın dövüşmek zorunda olduğu koşulları değiştirdi. An­ laşılması gereken 1970’lerin politika yapma ve savaşım tarzıyla bugünü karşı­ lamanın olası olmadığıdır. Eski tarz ger­ çekten yeni koşulların nesnel ilişkileri i­


marksist hareket ile liberal sol hareket__ çinde eskimiştir. Bugün küresel emperyalizm koşulla­ rında, proletarya devrimlerinin bütün nesnel koşulları, başka bir deyişle devri­ me yol açacak ekonomik gelişme koşul­ larındaki olgunlaşma eksikliğinden vs. bahsetmiyoruz demiştik. Tam tersine kapitalizmin gelişme süreci devrimin nesnel zeminlerini alabildiğine olgunlaştırm ıştır. Ya da tersinden söylemek ge­ rekirse, 17. ve 18. yüzyılda Kıta Avrupa­ sızdaki ekonomik gelişme düzeyi ve o­ nun doğal sonucu olan toplumun iki bü­ yük kampa, proletarya ve burjuvazi kampına ayrılması, henüz kapitalist meta üretiminin kaldırılması için olgunlaşma­ mıştı. Ama gerek geçen yüzyıl, gerekse de 21. yüzyıl bu koşulları alabildiğine olgunlaştırmıştır. Şimdi sorun nesnel olan ekonomik gelişmenin yanında, öznel o­ lan toplumsal gelişme dinamiklerinde ki değerlerle birlikte “ bilinç” sürecindeki “ olgunlaşma” momentleridir. 17. ve 18. yüzyıl devrimleri aslında birer sanayi devrimleriydi. 19. ve 20. yüzyıl devrimleri ise politik devrimlerdi. Ama her iki dönemsel devrimler de hem birbirini takip eden hem de birbiri­ ni tamamlayan süreçler olarak anlaşılır. Sanayi devrimleri hem aşağıdan yukarıya doğru devrimsel süreçleri yaygınlaştır­ mıştı hem de tek tek pazarları uluslara­ rası bir pazar sürecine doğru evrimleştiriyordu. Nitekim ondokuzuncu yüzyılın sonu ile yirminci yüzyılın başında kapita­ lizmin genel yapısında yeni bir dönüşüm gerçekleşmiş ve bu durum emperyalizm sürecine evrimleşmişti. Ancak 19. yüzyıl gerek Fransa’nın “ ulusallık ilkesiyle” çe­ şitli ülkelere N. Bonapart önderliğinde savaş açması gerekse Bismarc’ın Prusya için aynı siyaseti benimsemesi, başka bir

deyişle sınırları çizilen ve gümrük duvar­ ları örülen bir ulusallık ile ekonomik ge­ lişme seyrinin bir dünya pazarına evrim­ leşmesi ve sınırları aşması arasındaki pa­ radoksal çelişki yirminci yüzyıl boyunca devam ederken, yirmibirinci yüzyılın ba­ şında küresel kapitalizmin gelişme düze­ yinin “ ulusallık ilkesine” karşı galebe çal­ ması sürecidir ve bu yeni bir durumu i­ fade etmektedir. Başka bir deyişle sana­ yi devrimleri uluslararası tek bir pazar yaratma ve “ ulusallık ilkesini” aşma sü­ reci iken, politik devrimler belli bir top­ rak parçası üzerinde gerçekleşen ulusal devrimlerdi. Bu bir paradoksal çelişkiyi ifade eder ve yirminci yüzyıl boyunca bu durum devam etmiştir. Şimdi içinde ya­ şadığımız yüzyıl ise, küresel kapitalizmin ve sermayenin uluslararası gelişme süre­ ci olarak “ ulusallık ilkesinin” aşınması anlamında birer uluslararası ilişkiler bü­ tünüdür. Kuşkusuz böyle bir gelişme ye­ ni devrimsel süreçlerin yeni bir analizini de gerektirmektedir. 17. ve 18. yüzyıl devrimlerinin karakteristik özelliği azın­ lık devrimlerini çoğunluğun devrimlerine dönüştürme perspektifine sahip olup olmaması ekseninde tartışılıyordu. Bu tartışmada Marx ve Engels de taraftılar ve onlar o günlerin koşulları içinde bu­ nun olanaklı olduğunu söylüyorlardı. Ancak sonraki süreçte bu tezin yanlış olduğu açığa çıktı ve bunu Engels, Marx’in “ Fransa’da Sınıf Savaşımları” ad­ lı eserine yazdığı tarihi bir değere sahip olan “ Giriş” bölümünde belirtti. Fakat sanayi devriminm gelişmesi bu süreci derinleştirdi ve Marx da evrensel olarak kabul edilen temel teorik-stratejik dü­ şünceleri böylece inşa etmiş oldu. Marx diyordu ki, geçmişte yörelerine ve ulu­ sallıklarına göre birbirinden ayrılmış o-

----123 —


yol

lan ve tek özelliğin acı çekme duygusuy­ la birleşen yığınlar vardı. Ama bugün durmadan ilerleyen ve büyüyen, örgüt ve disiplin bakımından kendini ileriye ta­ şıyan büyük bir enternasyonalist ordu var. Bu ordu 'proletarya ordusudur ve devrimlerin m o tor gücüdür. Bugün bu öngörüyü 21. yüzyıl koşul­ larında ele aldığımızda çıkaracağımız ö­ nemli sonuçlar olsa gerek. Bugün de ka­ pitalizmin ekonomik gelişme süreci, kendini yok edecek karşıt dinamikleri a­ labildiğince olgunlaştırmakla kalmamış, yaşamsal çelişkileri en üst noktaya da ta­ şımıştır. Öyle bir gelişme yaşanmaktadır ki, kapitalizm artık kendi nesnel ve fiziki sınırlarına da gelip dayanmıştır. Buradan da anlaşılabileceği gibi, “ küresel kapita­ lizm” insanlığa verebileceği tüm şeyleri tükettiği gibi, tüm evrenin ve yaşayan in­ san topluluklarında yıkımını alabildiğine derinleştirmiştir. Bugün de kendi iç yapısındaki tüm değişimlere rağmen, sayısı ve bileşimleri alabildiğine artan enternasyonal bir pro­ letarya ordusu var. Bugün de emek-sermaye çelişkisinden kaynaklanan ve onun bir sonucu ve ifadesi olan proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişki, anlam ve ö­ nemi bakımından soyut ve dar sınırlı bir eksen üzerinde gelişmiyor, ama giderek daha da keskinleşiyor. Dün proletarya denilince sanayi proletaryası anlaşılıyor­ du ve sınıfsal yaygınlık bu eksen üzerin­ den şekilleniyordu. Oysa bugün proletarya-burjuvazi çelişkisinden bahsettiği­ miz zaman, kapsamı genişleyen milyar­ larca emekçiler ordusu ile (ki proletar­ yanın yeni bir tanımını da ifade eder) da­ ha da azınlık haline dönüşmüş uluslara­ rası burjuvazi arasındaki çelişkiden bah­ sediyoruz demektir. Ancak temel prob­ __ 124

lem bugün de, Marx’ın 17. ve 18. yüzyıl için belirttiği emekçiler ordusunun yö­ reselliklerine ve ulusallıklarına göre bö­ lünmesi ve ne yazık ki “tek ortak özelli­ ğin acı çekme duygusu” olarak ortaya çıkması hadisesidir. Bu durum bugün çıplak bir şekilde bu koca enternasyonal emekçiler ordusunun politik ve düşün­ sel olarak parçalandığı anlamına geliyor. Nitekim kapitalist sömürü ve barbarlığa son verme nihai hedefinden kopan, ama düne göre çok daha fazla acı çeken mil­ yarlarca emekçi ordusu, bugün küresel emperyalizme karşı refleks duygusunun ağırlığı içinde, dinsel ve ulusal (dar milli­ yetçilik anlamında) bir tepki sürecine girmiştir. Sonuçta bu tepkiler büyük o­ randa manipüle edilerek emperyalizmin arabasına bağlanmıştır. Ama yine de bü­ tün bunlara karşı Bolivyası’ndan Güney Kore’ye, Hindistan’dan Brezilya ve A v­ rupa içlerine kadar uluslararası emekçi­ ler ordusu daha şimdiden başkaldırıların provalarını yapmaya başlamışlardır bile. Demek ki devrimin güncelliği sorunu, aynı zamanda devrimin düşünsel evrimi­ nin yeniden üretilmesi üzerinden anlamlaşarak daha da güncelleşecek demek­ tir. Yoksa onun nesnel-ekonomik tüm zeminleri zaten tümüyle olgunlaşmıştır ve bu pratik olgularla görülebilmektedir.

d. Demokratizm, Yeni Devrimsel Kalkışmanın Önünde Bir Tıkaçtır Sosyalist devrimlerin şimdilik geriye çekildiği bir dönemde, doğal olarak ül­ kemizde de “ demokrasi” vurgusu öne çıktı. Bunu bir yanıyla anlamak mümkün. Hatta köklerinde ve geçmiş mirasında, demokrasi geleneği hemen hemen hiç olmayan, bir tarihsel-sosyal sürecin için-


marksist hareket ile liberal sol hareket__ den geldiğimizde yeterince bilinir. Dola­ yısıyla demokrasi vurgusu geleceğimiz ve pratik faaliyetlerimiz açısından vazge­ çilmez bir gerçeği ifade eder. Bütünüyle bunlar küçümsenemez veya yok sayıla­ maz. Hatta böyle bir faaliyet salt destek­ çi bir yaklaşımla da ele alınamaz. Bunun öncülüğüne de soyunulmalıdır. Bunlar yine de bilinen genel doğrulardır. Ancak sorunun esas olarak tartışmalı noktası bu değildir. Bugün esas sorun teorimizin de temeli olan kapitalist sömürü ilişkile­ rini ortadan kaldırıp kaldırmama soru­ nudur. Dolayısıyla sorun, gerçek özgür­ lüğün nasıl elde edileceği sorunudur. Ne yazık ki bugün insanlık bu noktadan çok uzak duruyor. Yalnız geniş yığınlar

uzak durmuyor, teorimizin politik girişkenliklerinin militanları da ve örgütlerimiz de uzak duruyor. Böylece “ insanlık bizi anlamıyor” söylemiyle “ demokratizm” vurgusu üstüste düşü­ yor. Ve böylece bu kulvarın öncüleri de­ mokratik mücadeleyi sömürü ilişkilerine son verecek mücadeleden tümüyle ko­ partıyor. Onu soyut bir “ demokrasi” ta­ nımıyla açıklıyor. Lenin’in sorduğu “ Hangi sınıfın demokrasisi?” sorusu tü­ müyle unutturulmak isteniyor. Sınıf ek­ seninden kopartılmış bir demokrasi mü­ cadelesi öne çıkarılıyor ve bu bize yedi­ rilmek isteniyor. Peki ama insanlığın po­ litik ve kültürel değerlerden geriye düş­ müş olma konumu nasıl olurda “ demok­ ratizm” ile malullenmiş bir girişkenlikle aşılabilir? Bu yaklaşım en ileri düzeyde olsa olsa batı tipi bir demokrasi kavrayı­ şının sınırlarında takılıp kalmaktır. Böyle bir durum nasıl olur da geniş kitlelerin hayallerini sosyalizm hayalleriyle bütün­ leştirebilir? Ne yazık ki böyle bir "demokratizm”

kültürü liberal solun elinde (şimdi ona PKK’nin de katkısıyla) yeniden “ teorileştiriliyo r” ve tekrar yüzyıl öncesindeki Bernstein ve Kautskyler’in teorik ze­ minlerine çekiliyor. Burada iki noktaya vurgu yapacağız: bunlardan ilki, demokratik perspektif ile sınırlandırılmış bir hareket, neden sö­ mürü ilişkisine son vermez? İkincisi de, demokratik mücadelenin geliştirilmesi, bizi neden sosyalist ideallerimizle birleş­ tirmez? İlk soruya şöyle cevap vermek müm­ kündür; bu soruya verilecek cevap çok basit gibi algılanabilir. Ama günümüz po­ litik mücadele sürecinde adeta unutul­ muş ve üstü giderek örtülen yeni bir yaklaşım ortaya çıkmıştır. Şimdi şöyle demek mümkün; en genel anlamda sö­ mürüye son verecek politik mücadele­ nin ekseninde, proletarya ile burjuvazi­ nin amansız sınıf savaşımı yatar. Bu sava­ şımın ekonomik temelini, emek ile ser­ maye arasındaki uzlaşmaz olan çelişki belirler. Demokratik bir mücadelenin ekseninde ise proletarya ile burjuvazinin yanısıra çok farklı ara sınıflar kendi ta­ lepleriyle yer alırlar. En gelişmiş demok­ ratik mücadelenin esas hedefi, sömürü­ yü sınırlamak olabilir, ama sömürüyü o r­ tadan kaldıracak nihai bir politik müca­ dele olamaz. Zira sistemin devamı için­ de onun sivrilikleri ve anti-demokratik yasalar törpülenebilir, ama hiçbir şekilde sömürü ilişkilerine son verecek bir ikti­ dar değişimine yol açmaz. Dolayısıyla, bırakalım sosyalist demokrasinin elde e­ dilmesini, burjuva demokrasisinin dahi elde edilmesini de olanak dışı bırakır. Z i­ ra burjuva demokrasisinin elde edilmesi bizim gibi ülkelerde gerçekten bir dev­ rim sorunudur ve tarihi olarak bu görev

125---


__ yol---------------------------------------artık proletaryanın omuzlarına düşmüş­ tür. Demokratik mücadele, proletarya­ nın Sosyalist mücadelesinin önündeki engelleri kaldırabilir, ama bütün sınırı budur.

SSCB’nin yıkımı arkasından gelmiştir. Bu yeni teorik zemin, küresel emperyaliz­ min yeni yönelimlerinin doğrudan derin ideolojik ve kültürel etkisi içinde evrimleşmiştir.

Ancak günümüzde ki soru ise şudur: “ Küresel emperyalizm” in ideolojik-kültürel ablukasından, dolayısıyla kapitalist sistemden yüzyılımız için “ insan hakları ve demokrasi” çıkar mı? Bu soruya libe­ ral sol hareket temsilcileri, AB’ye üyelik tartışmalarıyla da görülebileceği gibi o­ lumlu cevap veriyor. Bunun politik so­ nuçları iki noktada ortaya çıkıyor; ilki “ demokratizm” ile sınırlandırılan bir de­ mokratik hareketin giderek artık amaç haline dönüşmesi, İkincisi ise sosyalist hedeflerden tümüyle kopuş. İlkinde şu olgular öne çıkıyor; küresel emperya­ lizm hiçbir tereddüte yer bırakmadan, sivrilikleri törpülenerek kabul edilir bir sınıra çekiliyor. Zira yüzyılda emperya­ lizmin eğilimi nasıl olsa demokrasi oldu­ ğuna göre! sorun kalmamıştır. Bu tü­ müyle emperyalizmin aklanması anlamı­ na gelir ve yine tümüyle Kautskyce bir yorumdur. Emperyalizm değişmiştir, ar­ tık onun eğilimi gericilik değil, demokra­ sidir. Zira yirminci yüzyılın başındaki bö­ lünme (teorik temeli olan politik bölün­ me) tamamıyla emperyalizm ve onun e­ ğilimi üzerinedir. Kautsky’nin “ ultra-emperyalizm” teorisinin kaynaklık ettiği so­ nuçlar içinde, devrime gerek kalmadan “ saf demokrasinin” elde edilebileceği, bunun ise “ barışçıl” geçişin olanaklarını yaratabileceği tesbitlerine dayanıyordu.

İkincisi, en iyi ifade ile demokratik bir mücadelenin, insanlığın sosyalist ideal ve değerleriyle buluşmasını sağlayıp sağla­ yamayacağı sorunudur. Bu soruya çokla­ rının tersine olumsuz cevap veriyorum. Kitlelerin demokratik mücadeleye katılı­ mı, en ileri düzeyde kitlelerin daha iyi yaşam talebinde bir demokratik fikirsel sıçramayı temsil eder. Aslında bu sosya­ list fikirsel sıçramaya yol açmaz ve onun kapsamı kendiliğinden bilinç öğesinin sı­ nırlarıdır. İlerisi o hareket içindeki sos­ yalistlerin çabasına bağlıdır. Sosyalist de­ ğerlerle buluşmak ve yeni bir fikirsel sıç­ ramaya geçmek, komünist hareketin de­ mokratik mücadele içinde kitlelere ken­ di programını yaşamın deneysel süzgeci içinde kavrattığı ve ikna ettiği oranda o ­ lanaklıdır. Program, yeni bir toplumsal proje demektir. Yoksa klasik öğelerin tekrarı değildir. Zira ülkemizde son yir­ mi yılın mücadelesinin deneyinden tek bir şey çıkmıştır; o da sosyalist hareket ve kadrolar, söylemde ne söylenirse söylensin, demokratik bir ufuk darlığını aşamamışlardır ve hareket o kulvarın dar sınırları içinde kalmıştır. Başka bir deyişle, kitlelerin mücadeleye kazanıl­ masının yolu, salt demokratik ve ekono­ mik taleplerle sınırlanmış, sendikalizmin ve demokratizmin dar ufuklu bir alanı o­ larak görülmüştür. Burada ne insan fak­ törü ne de sosyalizmin yeniden üretil­ mesine dayanan yeni bir toplumsal-insanlık projesi vardır. Son on yılın işçi ve kamu emekçi hareketinin öğretici dene­ yi tek bir şeyi göstermiştir; hareket

Şimdi bu tez, 21. yüzyılın yeni şartla­ rı içinde yeniden kendi zeminlerinde hortlatılmıştır. Kuşkusuz bunun ortaya çıkmasına güçlü toplumsal zeminler de kaynaklık etmiştir ve böyle bir durum

__ 126___________________________


marksist hareket ile liberal sol hareket__ kitleselleşmiştir, ama oradan hemen he­ men doğru dürüst ne bir komünist kad­ ro çıkmıştır ne de kitleler, sosyalist de­ ğerlerle buluşmuştur. Tersine giderek sosyalizmden bile uzaklaşmışlardır. Şim­ di bunun nedenleri kapsamlı olarak irdelenmeyi gerektirmiyor mu? Kuşkusuz gereklidir ve ne yazık ki hala bu yapılma­ mıştır. Sonuç şudur; demek ki demokra­ tik bir mücadele ile sınırlandırılmış bir hareket, kitlelerin sosyalist değerlerle buluşmasına yol açmıyor, ancak o buluş­ manın belki daha kolay kanallarını yara­ tabiliyor. Ama hepsi bu. Bugün politik harekette dar bir demokratizm perspektifi vardır ve bu nihai hedeften kopartılmıştır. Bu ise yalnız ha­ reketin sorunlarına ilişkin doğru pers­ pektifi kaybetmeyi sağlamıyor, aynı za­ manda nihai hedefin gerçekleştirilmesini de olanaksız ütopyalar yığınına dönüştü­ rüyor. Böyle bir ütopyalar yığını, özellik­ le liberal sol çevrelerde sosyalizmi Lucas’ın dediği gibi bir olgu, oluşum (sein) olarak değil, bir varlık (werden) olarak görürler. Dolayısıyla böyle bir yaklaşım diyalektik yöntemi, sosyalist mücadele yönteminden uzaklaştırmak demektir. Bu ise sosyalizmi sınıf mücadelesinin ta­ rihsel sürecinden koparacak önemli bir unsurdur. Son bir nokta ve son bir örnekle bi­ tirelim: Bugünlerde demokratizm ile malüllenmiş bir yaklaşımın açıktan teori­ si de yapılmaya başlanmıştır. Son günler­ de PKK’nin yeni stratejik yönelimlerinin teori düzeyine çıkartılmasında Troçkist Demir Küçükaydın özel bir rol oynuyor. Bu Troçkist şefin, 20.03.2000 tarihli Öz­ gür Politika’daki “ Bir Değişimde Üç De­ ğişim” adlı yazısında “ Sosyalist devrime dönüşün yolunun kapandığım” ifade e­

derek, hareketin demokratizm ile sınırlandırılmasının teorik gerekçeleri belirti­ liyor ve bunun yolunun demokrasi mü­ cadelesini ulusal sınırların dışına çıka­ rarak olanaklı olabileceği tezi ile açıklı­ yor. Yani sosyalist devrimler olanaklı ol­ maktan çıktığına göre hareketi ulusal bir demokratik hareketle sınırlamamak ge­ reklidir. Başka bir deyişle sosyalist biT mücadele değil (artık bunun yolu kapan­ dığına göre!) “ ulusal” olan demokratik hareketi “ uluslararası” bir demokratik harekete dönüştürmek! O zaman sorun çözülür. Burada sinsice Troçkizm ’in “ sürekli devrimi” yedirilmeye çalışıldığı gibi, sosyalizmden büyük bir kopuşu da ifade ediyor. Ama şimdilik bu yazının e­ leştirisini başka bir yazıya bırakalım ve burada bitirelim. 30 Mart 2000 Düzeltme “ Yol” dergisinin geçen sayısında (7. sayı-Şubat 2000), "Ö m er Laçiner Marksizm'i Nasıl Altüs­ t Ediyor?” başlıklı yazıda redaksiyondan kay­ naklandığını sandığım bazı hatalı ve eksik nok­ talar olmuştur. Bu hatalı ve eksik noktalar şun­ lardır: 1) Yazının orjinalinde "K itleler İlerlemenin Ö ­ nünde Engel midir?” ara başlığı koyulmamıştır. Bu bölümün önemli bir kısmı da yazıda kulla­ nılmamıştır. 2) Derginin 163’cü sayfasında "Ö yle olsaydı Engels bir zamanlar İngiltere İşçi Sınıfının Du­ rumunda Lenin’e en ağır eleştirileri yapmazdı” biçiminde olan cümlenin doğrusu şudur: “ Ö y­ le olsaydı Engels bir zamanlar İngiltere işçi sını­ fının durumuna ilişkin en ağır eleştirileri yap­ mazdı.” 3) Yine derginin 162’ci sayfasında “ Bu henüz ilk adımı ifade eden ve yanda kalmış bir zaferdi.” Doğrusu “ yarıda” kalmış olacak.


"Bu eserde verilen düşünceler, tümüyle Marksizm-Leninizm bakışıy­ la ele alındı. Dolayısıyla bu çalışma akademik bir çalışmayı ifade etmi­ yor. Başka bir deyişle, yazar başından itibaren bu konuda taraf. Onun tarafı emeğin dünyasına aittir ve ideolojik şekillenişi tümüyle Marksist bir temele dayanıyor. Bu anlamda sınıflarüstü bir tarafsızlık anlayışın­ dan tümüyle bir kopuşu ifade ediyor. Sorun böyle olsa da, yazar, oldukça tartışmayı nesnel veriler üzerinden yapıyor. Tartışmanın karşı taraf ve arsümanlarını masaya yatırıyor ve buradan Marksist bir meto­ dun yol göstericilisinde sorunları irdelemeye çalışıyor." Hasarı Oğuz Küresel Kapitalizmin Tarihsel Sının ve İşçi Sınıfının Anatom isi Scala Yayıncılık


“Araçsal aklın herkesi düzene soktuğu bir dünya yerine ne karmaşık bir,-dünya! Ancak b ir o kadar da zengin! Bu bireysel yaratıcılığın ‘karmaşasından’ kolektif b ir gücü ancak Aydınlanma ufkunu aşmış bir sosyalizm ortaya çıkartabilir. İnsanlık bu sancılı sürecin eşiğindedir. Henüz b ir yeşerip b ir yolunan filiz le r var ortada; ancak gelece­ ğin ruhu insan düşüncesinin yaratıcı rahmine düşmüştür.” Mehmet Yılm azer


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.